YENİ BİR “HİLFU’L-FUDÛL” OLUŞTURMAK

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, yalnızca ve hiç bir şirk koş­madan kendisine ibadet etsinler diye her yönüyle tam kıva­mında yarattığı insan kullarına, rızasına uygun nasıl inanıp amel edeceklerini de beyan buyurmuştur... İnsan kulları arasında seçtiği Rasulleri vasıtasıyla insanlara kendi katından hükümle­rini bildirmiştir... İnsanlar, yeryüzü hayatlarında, yegâne Rabbleri Allah Teâlâ’nın gönderdiği “Kitab ve Rasul” rehberle­rine tabi oldukları müddetçe hayır üzere olmaya devam etmiş­lerdir... Toplum, fazilet toplumu, insan erdemli insan olmuş­tur... ferd ferd insanlar ve insanlardan oluşan toplumlar, kendi­lerine Rabbleri Allah’ın vahyettiklerine itaat ettikçe huzurlu ve mutlu bir hayat sürmüşlerdir... Bu toplumlar, medeniyet top­lumları olmaya müstahak olmuşlardır... Tarih boyu, yegâne Rabbleri Allah Teâlâ’nın gönderdiği Rasule ve Rasul vasıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahye itaat ederek, Allah’ın hükümlerine göre hayatlarını düzenleyenler, izzet ve şeref üzere yaşamışlar­dır... Rabbleri Allah’ın kendilerine lutfettiği iman ve İslâm ni­meti, onları her türlü kötülükten sakındırmış, insan olma şahsi­yetine uymayan her şeyden alıkoymuştur...

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah Teâlâ:

“Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size kitab ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir Rasul gönderdik.

Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım. Ve (yal­nızca) Bana şükredin ve (sakın) nanlörlük etmeyin.

Ey  iman edenler, sabırla  ve namazla yardım dileyin. Ger­çekten Allah, sabredenlerle beraberdir.”[1]

“Ey iman edenler, Allah’dan nasıl korkup sakınmak gereki­yorsa, öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.

Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, düşmanlar idiniz. O, kalblerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz, O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki, hidayete erersiniz diye Allah, size ayetlerini böyle açıklar.”[2]

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle bu­yurur:

“Benim meselimle insanların meseli, ancak şu adamın me­seli gibidir:

O, bir ateş yaktı da, ateşin ışığı, etrafını aydınlattığı zaman küçük kelebekler ve ateşin içine düşer olan şu hayvanlar, ateşin içine düşmeye başladılar. O adam da, bu hayvancıkları geri çekmeye başladı. Fakat hayvanlar, ona galib gelip hepsi de ateşin içine düşüyorlardı.

İşte ben de, sizlerin izâr bağlarınızdan tutuyor ve sizleri ateşten çekip kurtarmaya çalışıyorum. İnsanlar ise, ateşe giri­yorlar.”[3]

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ ve O’nun, insan kullarına gön­dermiş olduğu en son Nebîsi ve en son Rasulü Rasulullah Mu­hammed (s.a.s.), insanları, dünyada da, ahirette de ateşten kurtuluşa davet ediyorlar... Bu davete icabet edip iman eden ve imanın gereği gibi yaşayan gerek ferd, gerekse toplum, Tevhidî bir şahsiyet kazanırlar.... Tevhid toplumları, bütün kurum ve kuruluşlarıyla, köylerinden şehirlerine, yediden yetmişe hayır üzere oldukları için, birbirlerinin haklarına riâyet eder, birbirinin kıymetini bilir, dost ve kardeş olmuşlardır... Birbirlerinin velîleri olan mü’min müslüman kardeşler, kardeşini kendisine tercih etme inancıyla yaşadığı için toplum, erdemliler toplumu olur... Huzur ve barış ortamı oluşur, mutluluk her ferdi hakkettiği tabiî bir hakkı hâline gelir... Tevhid toplumu, Medenî toplumdur...

Âlemlerin Rabbi Allah’ın Rasulü (s.a.s.) vasıtasıyla gönder­diği vahye ve Rasulüne sırt çeviren kişiler ve toplumlar fıtratla­rına yabancılaşır, insan olmak tabiatından uzaklaşırlar... Bu durum ferdî ve toplumu medenî olmaktan ayırır ve çok uzaklara atar... Böylece ferd ve toplum, insan olmanın gereği olan me­denî hâlini yitirir ve tamamen vahşîleşir... Vahşîleşen toplumlar, cahiliyye toplumlarıdır... Bu toplumlar, aynı zamanda şirk top­lumlarıdırlar... Bu toplumlar, vahyi kabul etmedilerinden dolayı, onlara egemen olan hükümler, hevaların ilâhlaşmış hâlinden kaynaklanan hükümlerdir... Hükümde asla ortağı olmayan Al­lah’a ortaklar ortaya çıkarır ve bu ortakların hükümlerine tabi olurlar.. Böylece Allah’a şirk koşar, insan insanın rabbi en ilâhı olurken, insan insanın kulu hâline gelir... Allah’a kul olamayan­lar, birbirlerine kul olur, ya da insanın dışındaki varlıkları kendi­lerine ilâhlar edinerek onların kulları olurlar...

İnsan, gerçek Rabbi Allah’ı tanımaz, ya tamamen terk eder  veya kısmen bırakacak ve O’ndan başka ilâhlara yönelecek olursa, fıtratına ters düşer yaratılış gayesinden uzaklaşır... Bu durumda topluma cahiliyye egemen olur.... İlim, vahiydir... Vahiy, ilmin tâ kendisidir... Vahiyden uzaklaşmak, ilimden uzaklaşıp cahiliyyenin içine düşmek demektir...

Bu cahiliyye toplumlarından birisi, yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in “âlemlere rahmet olarak gönderildiği”[4] Mekke toplumuydu... Mekke toplumu, Mekke’nin İslâm ordusu tarafından feth edilinceye kadar bir cahiliyye toplumu idi... Cahiliyye toplumlarının karekterlerine uygun her türlü şirk, kü­für, ahlâksızlık, yolsuzluk, sömürü ve zulüm, Mekke şirk toplu­munda mevcud idi... Her türlü kötülüğün, fısk ve fücûrun ya­şandığı mekke cahiliyye toplumunda fıtratan az bozulmuş in­sanların varlığı da söz konusuydu... Bu insanlarda zaman za­man az bozulmuş fıtratın kıbırdadığı ve insanî karekterin gün­deme geldiği görülmektedir... Bu insanlar, zulme ve haksızlığa karşı koymak, zalimden mazlumun hakkını almak için bir araya geldiği zamanlar olmuştur...

Mekke cahiliyye toplumunda yaşayan Cürhüm ve Katûrâ’ kabilelerinde fıtratları az bozulmuş kişiler vardı... Bunlardan, Fadl b. Fudale, Fadl b. Bidae ve Fadl b. Kudaa adlı üç kişi, kim olursa olsun zalime ve kimden gelirse gelsin zulme karşı dura­cak, zalimden mazlumun hakkını alacak, bu konuda sonuna kadar direnecek bir andlaşma yapmışlardı... İşte ilk “Hilfu’l-Fudûl” böyle oluşmuştu...

Mekke vadisinde hiçbir zalimi barındırmamak üzere sözleş­tiler ve şöyle dediler:

-Allah, bu beldenin hakkını çok büyük gördüğünden başka türlü olamaz!

Amr b. Avf el-Cürhümî, bu konuda şunları söylemiştir:

“Fudûl, yeminleşip sözleştiler.

Mekke’de zalim kalmayacak, dediler.

Bu iş üzerine anlaştılar, teminat verdiler.

Bu nedenle aralarında himayede olan da, iyilik gören de esenliktedir.”[5]

Mekke şirk toplumunda kurulan bu ilk “Hilfu’l-Fudûl”, he­deflediği işleri başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş, toplumda huzur ve sükûneti sağlamıştı... Bu “Hilfu’l-Fudûl”’dan yıllar sonra ikinci bir “Hilfu’l-Fudûl” gündeme geldi... Bu ikincisi, gaye bakımından birinciye benzediği için buna da “ Hilfu’l-Fudûl” denildi...

İmam İbn Kesir (rh.a.), “el-Bidaye ve’n-Nihayet” adlı meş­hur tarihinde “Hilfu’l-Fudûl”’un kurulmasını şöyle anlatıyor:

“Hilfu’l-Fudûl, Arablar arasında kurulan en kıymetli ve en onurlu, bir ittifaktır. Bu ittifakı kurmak isteyen ve bu konuda konuşup halkı böyle bir ittifaka katılmaya çağıran ilk şahıs, Zübeyr b. Abdulmuttalib olmuştur.

Sebeb şuydu:

Zebid (Zübeyd) kabilesinden bir adam, Mekke’ye mal ge­tirmişti. Âs b. Vâil, adamın malını satın almış amma hakkını vermemiş. Adam, ona karşı kendisine yardım etmeleri için, Abdu’d-Dar, Mahzum, Cümah, Sehm ve Adiyy bir Ka’b kabilele­rine baş vurmuş. Amma bunların hiçbiri Âs b. Vâil’e karşı ona yardıma yanaşmamış, üstelik yanlarından kovmuşlardı.

Adamcağız, işin kötüleştiğini anlayınca, sabahleyin gün doğarken, Ebu Kubeys Dağı’nın tepesine çıkarak, Kâbe’nin çevresideki meclislerinde (Daru’l-Nedve’de) oturmakta olan Kureyşlilere yüksek sesle şöyle seslenir:

-Ey Fihr ailesi, yurdundan ve aşiretinden uzakta kalan, Mekke’de malı elinden alınan mazlum bir adama yardım edin! Üzerinde yolların tozu duruyor. İhrama girmiş, Umre yapmak istemiş amma Umre’sini tamamlamamış.

Ey Hatim’le Hacer-i Esved arasında duran adamlar, bilesi­niz ki Mescid-i Haram, Onur ve mürüvveti tam olan kimselerin­dir. Hainlik ve günahkârlık elbisesini giyenlerin değildir!

Zebid (Zübeyd) li adamın bu hitabı üzerine Zübeyr b. Abdulmuttalib, ayağa kalktı ve:

-Bu adamı kendi hâline bırakamayız! dedi.

Haşim, Zühre ve Teym b.  Mürre, Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplandılar. Abdullah, onlara yemek verdi. Haram aylar­dan zilkade ayında sözleşip Hilfu’l-Fudûl cemiyetini kurdular.

Yemin ederek dediler ki:

-Deniz, bir yün parçasını ıslattığı, Sebir ve Hira dağları yer­lerinde durduğu müddetçe, zalime karşı mazlumun yanında yer alıp tek bir el gibi hareket edecek ve hakkını alıp kendisine ve­receğiz. Yaşantımızda da birbirimize destek verip teselli edece­ğiz!

Kureyşliler, bu ittifaka ‘Hilfu’l-Fudûl’ adını vererek, ittifakı yapanlar için:

-Bunlar, faziletli bir işe giriştiler, dediler.

Sonra da Âs b. Vâil’e gittiler. Zebid (Zübeyd) li adamın ma­lını, onun elinden alıp sahibine verdiler.

Zübeyr b. Abdulmuttalib, bu iş için şöyle demişti:

-Hepimiz aynı diyarın sakinleri isek de, onlara karşı bir pakt kurmaya yemin ettim. Kurduğumuz bu pakta da ‘Hilfu’l-Fudûl’ adını verdik. Bu pakt sayesinde yabancı ve garib kimseler, yer­lilere karşı korunacaktır. Kâbe’nin çevresindeki halk da, bizim zulme karşı olduğumuzu ve her türlü kötülüğe engel olacağı­mızı bilsinler!..

Zübeyr, bir başka şiirinde de şöyle demiştir:

-Faziletli kişiler, Mekke içinde tek bir zalim barındırmamak üzere akidleşip yeminleştiler. Bu iş üzerinde sözleşip kesin gü­vence verdiler. Buna göre yerli de, yabancı da, haksızlığa karşı korunacaktır!”[6]

Muhammed ibn İshâk, bu tarihi olayı şöyle anlatıyor:

“Kureyş’ten olan kabileler, birbirini andlaşmaya çağırdılar. Bunun üzerine onlar, şerefi ve yaşlılığına binaen Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplandılar. Onun katında andlaşma için top­lananlar şunlar idi: Benû Haşim, Benû Muttalib, Esed b Abdul-Uzza, Zühre b. Kilâb ve Teym b. Mürre.

Mekke ehlinden ve Sâir insanlardan oraya dahil olan her mazlumu koruyacak, onunla birlikte olacak ve ona zulmeden, haksızlık eden kimseye karşı hakkını alıncaya kadar dayana­caklar, diye andlaştılar.

Kureyş, bu andlaşmaya: ‘Hilfu’l-Fudûl’ ismini verdi.”[7]

O günkü konumuyla bir “Daru’l-Harb” , bir “Daru’ş-Şirk”, bir “Daru’l-Cahiliyye” olan Mekke’de böyle fıtrî ve insanî bir teş­kilat gündeme gelmiş ve yaptıkları eylemlerle Mekke zulmü engellemiş, zalimin korkulu rüyası olmuştur...

Âs b. Vâil gibi Mekke şirk devletinin ileri gelen söz sahibi olan bir kişi nin bile sırtını yere getiren ve boynunu büktüren “Hilfu’l-Fudûl” teşkilatı, zulüm yapan kim olursa olsun ona karşı çıkıp zulmünü engellemiş ve zalime asla fırsat vermemiştir...

İşte Hılfu’l-Fudûl teşkilatının bir başka icraatı:

Kasım b. Sabit’in “Garibü’l-Hadis” adlı eserinde şu olayı anlatıyor:

Has’amlı bir adam, Hacc ve Umre için Mekke’ye gelmişti. Beraberinde Katul adında dünya güzeli ve parlak yüzlü bir kızı vardı. Nebih (Nübeyh) b.Haccac adındaki biri bu kızı, zorla kaçı­rıp babasından gizlemişti.

Has’amlı kızın babası:

-Bu adama karşı bana kim yardım eder? diye feryad etti.

Ona:

-Hilfu’l-Fudûl cemiyetine başvur! dediler.

Adam, Kâbe’nin yanına gidip:

-Ey Hilfu’l-Fudûl mensubları! diye seslendi.

Dört bir yandan yalın kılıç adamlar, yanına gelerek:

-İşte yardım sana geldi! Ne derdin varsa söyle? dediler.

O da:

-Nebih (Nübeyh), bana haksızlık etti. Kızımı zorla alıp gö­türdü! dedi.

(Hilfu’l-Fudûl Mensubları) onu da yanlarına katarak Nebih (Nübeyh)’in evine gittiler. Kapısının önüne dikildiler.

Kapıya gelen Nebih (Nübeyh)’e:

-Yazıklar olsun sana! Bizim kim olduğumuzu, nasıl bir  ce­miyet kurduğumuzu ve ne  üzere sözleştiğimizi bilmiyor mu­sun? haydi, çıkar bu adamı kızını!.. dediler.

Nebih (Nübeyh):

-Olur! Emrimizi yerine getireyim. Fakat hiç değilse bu gece kızdan yararlanayım, dedi.

Onlar:

-Hayır! Allah’a andolsun ki, süt sağımı zamanı kadar bile sana müsaade etmeyiz! Diyerek kesip attılar.

O da, çâresiz kalınca gizlediği kızı onlara teslim etti. Teslim ederken de şu şiiri okudu:

-Arkadaşım gitti. Katul kızı kutlayamadım. Onlarla da, gü­zel bir şekilde vedalaşmadım. Çünkü Hilfu’l-Fudûl’un adamları, bu işe engel olmaya kararlıydılar, gördüğüm kadarıyla. Aslında onlardan korkuyorum. Kafile, geceleyin develere binip yola  çıktı. Artık buralarda kalacağımı sanmayın. Çünkü hakarete uğradım ben![8]

Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in de katıldığı “Hilfu’l-Fudûl” cemiyeti, biset’ten yirmi sene  önce zilkade ayında, yani “Ficar Savaşı”’ndan dört ay sonra Abdullah b. Cud’an’ın evinde kurulmuştu...[9] Buna göre Rasulullah (s.a.s.), Hilfu’l-Fudûl teşkilatına girdiğinde yirmi yaş civarın­daydı...

İbn İshak (rh.a.) anlatıyor:

Bana, Muhammed b. Zeyd el-Muhacir b. Kunfuz et-Teymî haber verdi. O, Talha b. Abdullah b. Avf ez-Zuhrî’den işitmiş. O, şöyle diyor:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“(Amcalarımla birlikte) Abdullah b. Cud’an’ın evinde öyle bir anlaşmaya şahid oldum ki, onu, kırmızı tüylü develere (mor koyunlara) bile değişmem.

İslâm geldikten sonra da bu anlaşmanın gereğini yerine getirmek üzere çağrılacak olursam, kesinlikle yerine getiri­rim!”[10]

Abdurrahman ibn Avf (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Çocukken, amcalarımla birlikte Hilfu’l-Fudûl’da bulun­dum. O andı bozup da kızıl tüylü develere nâil olmak, bana ondan daha sevgili değildir!”[11]

Zalimlere karşı mazlumları korumayı gaye edinen “Hilfu’l-Fudûl” teşkilatının bir mensubu olan önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Mekke şirk devletinin ileri gelen yönetici tağutlarından Ebu Cehil’in kendisine zulmedip hakkını gasbettiği bir mazlu­mun hakkını kendisinden almış ve böylece “Hilfu’l-Fudûl”un toplumdaki etkili gücünü bir kez daha isbat etmiştir...

İbn İshâk (rh.a.) anlatıyor:

Hafızası kuvvetli biri olan Abdulmelik b. Abdullah b. Ebi Süfyan es-Sekafî, bana haber verdi ve şöyle dedi:

İrâş’dan bir adam, bir devesiyle Mekke’ye geldi. Ebu Cehil,  o adamdan devesini satın aldı. Ve o devenin bedelini geciktirdi. Bunun üzerine İrâşî, gelip Kureyş’in bir topluluğun yanında durdu. Rasulullah (s.a.s.) de Mescid (-Haram-)’in kenarında oturmakta idi.

O (İrâşî), şöyle dedi:

-Ey Kureyş topluluğu, hangi adam benim hakkımı Ebu’l-Hakem b. Hişâm’dan alacak? Ben, garib bir adamım, yolcu­yum. Benim hakkımı zorla benden gasbediyor!

O Kureyş topluluğu, ona şöyle dediler:

-Oturan o adamı görüyor  musun? o’na git! O, hakkını al­mak üzere sana yardım eder.

O oturan adam diye gösterdikleri Rasulullah (s.a.s.) idi. Onlar, O’nunla alay ediyorlardı. Çünkü O’nunla, Ebu Cehl ara­sındaki düşmanlığı biliyorlardı.

İrâşî de gitti, Rasulullah (s.a.s.)’in yanında durdu ve O’na  şöyle dedi:

-Ey Allah’ın kulu, Ebu’l-Hakem b. Hişâm, kendindeki hak­kımı vermemekte bana zulmediyor. Ben, garib bir adamım ve yolcuyum. Şu topluluğa, benim hakkımı ondan almaya bana yardım edecek bir adamı sordum. Onlar da bana, seni işaret ettiler. Benim hakkımı, ondan al!” Allah, sana rahmet etsin.

Rasulullah (s.a.s.) ile irâşî, beraberce Ebu Cehl’e gittiler.. Müşrikler, İrâşî’yi Rasulullah ile birlikte giderken gördüklerinde, yanlarında bulunan bir adama:

-Peşine git de, bak ne yapacak! dediler.

Rasulullah (s.a.s.), yanında irâşî ile Ebu Cehl’e gelip kapı­sını çaldı.

O (Ebu Cehil):

-Kim o? dedi.

O da:

“Muhammedim, dışarı çık!” buyurdu.

Ebu Cehl,  O’nun yanına çıktı. Yüzünde can kalmamış, rengi değişmişti.

Rasulullah (s.a.s.), (İrâşî’yi göstererek):

“Bu adamın hakkını ver!” buyurdu.

-Ben, onun hakkını verinceye kadar, sen burdan gitme! dedi.

İçeri girip, adamın hakkı getirdi ve ödedi.

Sonra Rasulullah (s.a.s.), oradan ayrılıp İrâşî’ye:

“Haydi, işen git!” buyurdu.

İrâşî de, tekrar Mescid-i Haram’a gelerek, Kureyş toplulu­ğunun yanına  vardı ve:

-Allah, o gösterdiğiniz adamın hayrını versin, hakkımı alıp bana verdi! dedi.

Öte yandan, Rasulullah’la İrâşî’yi takib için peşlerine kat­tıkları adam dönüp geldi.

Ona:

-Yazıklar olsun sana! Neler gördün bakalım! diye sordular.

O da:

-Çok hayret verici şeyler gördüm.

Vallahi Muhammed, kapıyı çalınca Ebu Cehl, kendisinde ruh kalmamışcasına kapıya çıktı.

Muhammed: “Bu adamın hakkını ver!” dedi. Ebu Cehl:

“Ben, onun hakkını verinceye kadar, sen buradan gitme!.. dedi. İçeriye girip adamın hakkını getirdi ve ödedi, dedi.

Sonra çok geçmeden Ebu Cehl de, Mescid-i Haram’da bulunan Kureyş topluluğunun yanına geldiğinde ona:

-Yazıklar olsun, neyin var? Vallahi, böyle bir şey yaptığını şimdiye kadar görmemiştik, dediler.

Ebu Cehl dedi ki:

-Yazıklar olsun size! Vallahi o, benim kapımı çalıp da sesini duyduğumda için korkuyla doldu. Sonra kapıya çıktığımda yanıbaşında damızlık bir deve gördüm. O deve gibi, iri başlı, uzun boyunlu, iri dişli bir deve görmemiştim. Allah’a yemin ederim ki, eğer İrâşî’nin hakkını ödemeseydim, deve beni yiye­cekti![12] 

“Hilfu’l-Fudûl” teşkilatının bir mensubu olan Rasulullah (s.a.s.), yegâne Rabbimiz Allah’ın yardımı ile bir mucize ger­çekleşmiş ve böylece zulme uğramış irâşî’nin hakkını zalim Ebu Cehl’den almıştı...

Humeydî’nin rivayetine göre Rasulullah (s.a.s.), bu cemi­yetle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Abdullah b. Cud’an’ın evinde yapılan bir ittifakta hazır bu­lundum. İslâmiyet döneminde de böyle bir ittifaka girmeye çağ­rılsam, icabet ederim!

Onlar, faziletleri sahiblerine iade etmek, zalimin mazluma haksızlık etmesini önlemek için çalışmak üzere yeminleşmiş­lerdi.”[13]

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), her ne kadar cahiliyye dev­rinde meydana gelmişse de “Hilfu’l-Fudûl” teşkilatını fitrî gör­düğü için islam’ın hedefine uygunluğundan dolayı kabul buyu­rup övmüştür... İslâm döneminde de çağrıldığı takdirde katıla­cağını beyan etmesi, Hilfu’l-Fudûl’un İslâm’a uygunluğunu ve câiz oluşunu ortaya koymaktadır... Bundan dolayı, imam Hüse­yin b. Ali (r.anhuma), kendisine yapılan zulmü gidermek için “Hilfu’l-Fudûl” a başvuracağını söylemiştir...

İbn İshâk (rh.a.) anlatıyor:

Bana, yezid b. Abdullah b. Usâme b. El-Hâdî el-Leysî haber verdi. O’na, Muhammed b. İbrahim b. Hâris et-Teymî haber verip şöyle anlatmış:

Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib (r. Anhuma) ile Velid b. Utbe b. Ebi Süfyan arasında Zü’l-Merve’de bir mal hakkında bir tartışma vardı.

(Velîd, o zaman amcası halife Muaviye b. Ebi Süfyan’ın ta­yini ile Medine emiri idi.)

Velîd, Hüseyin (r.a.)’e hakkını vermek konusunda otorite­sinden dolayı güçlük çıkarıyordu.

Bunun üzerine Hüseyin, ona dedi ki:

-Allah’a yemin ederim ki, ya hakkımı kâmilen verirsin veya kılıcımı alıp Rasulullah (s.a.s.)’in Mescidinde dikilir, Hilfu’l-Fudûl’un gereğinin yerine getirilmesi çağrısında bulunurum!

Hüseyin (r.a.), Velîd’e bu sözü söylerken yanlarında hazır bulunan Abdullah b. Zübeyr (r.anhuma) şöyle dedi:

-Allah’a yemin ederim ki, Hüseyin, Hilfu’l-Fudûl  mensub­la­rını yardıma çağırması hâlinde ben de kılıcımı elime alırım. Hakkını alıncaya veya hepimiz ölünceye kadar O’nun yanında olurum!

Bu haber, Misver b. Mahreme b. Nevfel ez-Zuhrî’ye ulaştı. O da, bunun bir benzerini söyledi.

Abdurrahman b. Osman b. Ubeydullah et-Teymî’ye haber gitti. O da, bunun mislini söyledi.

Bu durum, Velîd b. Utbe’ye iletildiği zaman, Hüseyin’e hak­kını tamamen verdi. Nihayet O da razı oldu.[14]

Şehid İmam Hüseyin (r.a.)’ın hakkını zalimden almak için “Hilfu’l-Fudûl”u gündeme getirmesi ve Abdullah b. Zübeyr (r.anhuma) ile Misver b. Mahreme (r.a.) ve Abdurrahman b. Osman (r.a.)’ın O’na katılmaları, bu teşkilatın, Rasulullah (s.a.s.) tarafından kabul edilip, “İslâmiyet döneminde de böyle bir ittifaka çağrılsam, icabet ederim.” diye takdir edilmesi sebeb olmuştur...

Malum olduğu üzere mazluma yardımcı olmak, zalimleri engellemek ve sömürücü zalimlerden mazlumların hakkını al­mak, hayat nizamı İslâm’ın şiârıdır... Eğer “Hilfu’l-Fudûl”, Rasulullah (s.a.s.) tarafından kabul edilmeseydive İslâm döne­minde ona icabet gündeme getirilmeseydi, o gün yönetimde bulunan Velîd b. Utbe tarafından, bir cahiliyye kurumu diriltil­mek isteniyor gerekçesiyle, şehid İmam Hüseyin (r.a.) ve di­ğerlerinin aleyhine delil olarak kullanılırdı...

Şehid İmam Hüseyin (r.a.), bu iddiasının temellerini İslâm’a dayandırmamış olsaydı, o gün hayatta olan Ashab-ı Kiram’dan şahsiyetler de itiraz eder ve asla O’na taraftar olmazlardı.

Ebu’l-Kasım Abdurrahman es-Süheylî (rh.a.), “Ravdu’l-Unuf” adlı meşhur eserinde bu konuda şunları beyan eder:

“İslâm asabiyet ve hizibçiliğe götüren cahiliyye ifadelerin kökünü kazımıştır.

Müreyse günü, adamın birinin:

-Yetişin ey Muhacirler!

Başka birinin:

-Yetişin ey Ensar! diye çağırdığını duyan Rasulullah (s.a.s.):

“O ifadeleri bırakın. Onlar, iyi şeyler değil! buyurdu.[15]

Başka bir hadisinde:

“Kim cahiliyye adetleriyle çağırırsa, onun yerine babasının adıyla çağırın!” buyurur.

Basra’da bir adam:

-Yetiş ey Amir!diye çağırdı.

Ebu Musa el-Eş’arî, Kamış parçasıyla ona elli tane deynek vurdu.

Allah, mü’minleri kardeş kılmıştır.[16] Onlara İslâm’dan başka ad takılmaz.[17]

Nitekim Ömer (r.a.):

-Yetiş ey Allah! Yetiş ey müslümanlar! diyordu.

Çünkü müslümanların hepsi dinde kardeş olup tek bir hizbe mensubtular. Ne var ki, şer’i olarak tahsis edilen Hilfu’l-Fudûl bunun dışındadır. Bunun tahsis edilmesinin aslı ise, Rasulullah’ın şu sözüdür:

“Şayet bu gün ona (Hilfu’l-Fudûl’a) çağrılırsam katılırım!”

Bu hadis, şayet zulme uğrayanlardan biri:

-Yetiş ey Hilfu’l-Fudû’l! Derse, yardımına koşarım, anla­mındadır.

Zira İslâm, cedâleti ikame etmek ve zulme uğrayanların hakkını savunmak için gelmiştir. İslâm, cahiliyye döneminde bu tür amaçlarla yapılmış andlaşmaları pekiştirmiştir.

Rasulullah (s.a.s.), hadislerinde:

“İslâm, cahiliyye dönemindeki andlaşmaları pekiştirmekten başka bir şey eklememiştir.” Buyurur.

Cahiliyye adetlerine gelince: İslâm, daha önce de belirtti­ğimiz gibi Hilfu’l-Fudûl harre, hepsini kaldırmıştır. Hilfu’l-Fudûl’un hükmü bakî olup, ona çağırmak câizdir.”[18]

Cübeyr ibn Mu’tim (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Ra­sulullah (s.a.s.):

“Abdullah ibn Cud’an’ın evinde iştirak ettiğim bir and­laş­mayı, kırmızı kırmızı develeri bana verseniz, gene de bo­zamam!

Bu andlaşmayı yapanlar, Haşim, Zühre ve Teymoğullarıdır. Bunlar, ebediyyen mazlumun yanında olacaklarına dair anlaşa­rak birbirlerine söz verdiler.

Bu günde öyle bir anlaşmaya davet edilseydim, hiç tereddüd etmeden icabet ederdim. İşte bu  anlaşma, Hilfu’l-Fudûl’dur.”[19]

Acaba bu gün bir kısım müslümanların bir araya gelerek, “Hilfu’l-Fudûl” anlaşması gibi bir anlaşmayı gerçekleştirmeleri caiz midir?

Aynı şekilde müslümanların, kendilerinden başkalarıyla “Hilfu’l-Fudûl’”a benzer bir ahidleşmeyi taahhüd etmeleri câiz olabilir mi? sorularına İslâm âlimleri tarafından şu cevab veril­miştir:

“Muhakkak ki Allah:

“Ey iman edenler,...... iyilik ve takva hususunda birbirinizle yardımlaşın.”[20] Ayet-i Celilesi ile müslümanlar üzerine iyilik, takva ve fenâlıklardan sakınma hususunda yardımlaşmayı farz kılmıştır. Bunun için bir kısım müslümanların, bu gibi konu­larda bir araya gelerek, bir birleriyle bir akid yapmaları câizdir. Çünkü bu anlaşma, zulüm ve azgınlık amacıyla diğer müslü­man­lara karşı yöneltilmiş bir  çeşit hizibçiliğe dönüşmek suretiyle Mescid-i Dırar meselesine benzemediği müddetçe şer’an câiz olan bir hususu tekid etmekten ibarettir. Müslü­manların herhangi bir zulmü ortadan kaldırmak yahud bir za­lime karşı durmak üzere kendilerinden başkalarıyla anlaşmala­rına gelince:

Bununla hâlde ve istikbalde İslâm’ın ve müslümanların maslahatını mulahaza ediyor olmaları şartıyla onlar için böyle bir anlaşma da câiz olur.

Bu hadis-i Şerif bu hususta bir delildir. Bu hadisteki işaret, Rasulullah (s.a.s.)’in İslâm’dan sonra dahi kendisini böyle bir anlaşmaya çağıranlara icabet etmeye hazır olduğunu bildirmiş­tir.”[21]

İmam Kurtubî (rh.a.), tefsirinde bu konuda şöyle diyor:

“İlim adamları derler ki:

İşte cahiliyye döneminde yapılmış bulunan bu andlaşmayı islâm,daha bir pekiştirmiş, Peygamber (s.a.s.) de: “İslâm’da Hilf yoktur” buyruğunun genel kapsamı dışında tutarak, ona  özel bir konum vermiştir.

İslâm’da böyle bir andlaşmaya gerek olmayışının hikmetine gelince; Zaten şeriat, zalimden hakkın alınması hükümlerini ihtina etmektedir. Ondan alınan hakkın, mazluma ulaştırılma­sını emretmiştir. Bu, esasen mukellefler arasından gücü yeten herkes üzerinde umumî bir görev olarak şeriatın asli hükümleri gereğince vacib kılınmış bir şeydir. Şeriat, bu hükümleri gere­ğince zalimlere karşı kullanılacak ve izlenilecek yolu tesbit etmiş bulunuyor.”[22]

Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur(hakkını alır) sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur.

Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere tecavüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azab vardır.”[23]

Enes İbn Malik (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.):

“Sen, müslüman kardeşine, ister zalim olsun, ister mazlum olsun yardım et!” buyurdu.

Bir adam:

“Ya Rasulullah, müslüman kardeş mazlum olduğu zaman ona yardım ederim, fakat o, zalim olduğu zaman ben ona nasıl yardım ederim, bana haber ver?! dedi.

Rasulullah:

“Onu, zulümden ayırırsın-yahud: Onu, zulümden men’e­dersin. İşte bu men’etmek, ona yardımdır.” buyurdu.[24]

Rasulullah (s.a.s.)’in Halifesi İmam Ebu Bekr (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şübhesiz insanlar, zulmü gördükleri zaman, güçleri yettiği hâlde ona mani olmazlarsa, Allah’ın azabının hepsi üzerine in­mesi pek yakındır.”[25]

Yegâne hayat nizamı İslâm, yeryüzünde zalimi ve her türlü zulmü kaldırmak, adâleti ve adil yöneticileri egemen kılmak üzere Âlemlerin Rabbi Allah tarafından gönderilmiştir... Hük­mün, yalnız ve yalnız kendisine aid olan ve hükmünde hiç kim­seyi ortak etmeyen Allah Teâlâ,[26] İnsan kullarının yeryüzündeki hayatlarının huzur ve mutluluğu için İslâm nizamını beyan bu­yurmuştur... İnsan kulları bu nizamına itaat ettikleri müddetçe, zalim ve zulüm yok olup adâletli yöneticiler ve gerçek adâlet egemen olur!..

Her ne ki, İnsan fıtratına uygun ve insanın yaratılış gayesine birebir uyuyorsa, islâm, onu kabul etmiştir... “Hilfu’l-Fudûl” anlayışı ve teşkilatı, insan fıtratına ve yaratılış gayesine uygun, İslâm’ın hedefiyle örtüşen olduğu için İslâm, onu kabul etmiş. Cahiliyye devrindeki kuruluşuna iştirak eden Rasulullah (s.a.s.), “İslâm devrinde de çağrıldığı takdirde iştirak edeceğini” beyan ile ümmetine gerekli mesajı vermiştir...

Cübeyr b. Mu’tim (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“İslâm’da hilf yoktur. Cahiliyye devrinde olan herhangi bir hilfi İslâm, ancak şiddet yönünden arttırmıştır!”[27]

Bu hadisin şerhinde şunlar beyan edilmiştir:

“Hilf: iki kişinin birbirine yardımda bulunacaklarına ve bir­birlerini takviye edeceklerine dair ittifak etmeleridir. Cahiliyyet devrinde Arab kabileleri, başkalarıyla çarpışmak ve onlara baskı yapmak için birbirleriyle muahede ederlerdi. Bu türlü ittifak, Rasulullah (s.a.s.)’in:

“İslâm’da hilf (ahidleşme) yoktur.” Hadisiyle yasak edilmiş­tir. Fakat yine cahiliyyet devrinde mazluma yardım ve sılâ-i ra­him gibi şeyler için de ittifak yapılırdı: Bunlar, hayır ve hakka yardım için yapıldığından İslâmiyet’te meşru olarak kalmışlardır.

Rasulullah (s.a.s.):

“Cahiliyyet devrinde olan herhangi bir hilfi (ahidleşmeyi) İslâm, ancak şiddet yönünden arttırmıştır.” Buyurarak, bu nev’i ittifakın neshedilmediğini anlatmak istemiştir.

İmam Taberî (rh.a.):

-Bu gün ittifak ve sözleşme câiz değildir. Çünkü hadisteki kardeşlik ve bu kardeşlikle birbirine mirasçı olmak gibi şeylerin hepsi, “rahim akrabaları, birbirine daha yakındır.”[28] Ayetiyle nes­hedilmiştir, demiştir.

İmam Nevevî (rh.a.) de şunları söylemiştir.

-Mirasa taallûk eden şeylerde cahiliyyet ittifakına muhalefet göstermek, Cumhur-u Ulemâya göre müstehabdır. Fakat İs­lâm’da kardeşlik ve Allah’a itaat hususunda ittifak, dinde yar­dımlaşmak, hakkı ikame için dayanışmak bakîdir. Neshedil­me­miş­tir!

Hasılı, birbirine zıt gibi görünen bu rivayetlerde anlaşılan mânâ budur. Yani, “İslâm’da hilf (ahidleşme) yoktur” hadisin­den murad, Şer’an memnu olan miras ittifakı gibi şeylerdir. Cahiliyyet devrinden beri yapılagelen herhangi bir ittifakı, İs­lâm’ın ancak kuvvetlendireceğini bildiren hadis ise, meşru’ olan kardeşlik ve din hususunda yardımlaşma ittifakıdır.”[29]

Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ’nın ve yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in hükümleri ile bu hükümleri beyan eden İslâm ulemâsının görüşleri çerçevesinde yeni bir “Hilfu’l-Fudûl” a ihtiyacın ne kadar çok olduğu, Allah’ın verdiği akıl nimetini gereği gibi değerlendiren her insanın malumudur... Her muvahhid mü’min inanıp idrak ederek kabul eder ki, zalim ve sömürücü tağutların işgal edip egemen oldukları İslâm toprak­larında zulmün her türlüsü işlenmekte, birçok bölgesinde oluk oluk mazlum ve mustaz’af müslümanların kanı akıtıl­maktadır... Müstekbir zalim tağutların ve onlar adına egemenlik yetkisini kullanan yerli işbirlikçi uşakların yaptığı zulümlere “dur” demek gerekir.. Bunun için Mustaz’af mü’min müslümanların hep bir­likte “Allah’ın ipine” sımsıkı sarılmaları ve birbiriyle İslâm üzere kenetlenmeleri gerekir...

Maddî ve manevî güçlerini birleştirerek yeni bir “Hilfu’l-Fudûl” kurmaları gerçekleşirse zulüm ortadan kalkar, zalimler bertaraf edilir, İslâm toprakları işgaldan ve sömürüden kurtulup batılın, yani tağutun egemenliği yok olur... Böylece Hakkın egemenliği gündeme girer ve haklının söz sahibi oluşu ortaya çıkar... Böyle olunca da insanlık âlemi, huzur, barış, mutluluk ve Kardeşlik ortamına kavuşur...

O hâlde yeni bir “Hilfu’l-Fudûl” a ve yeniden bir “Hilfu’l-Fudûl”a !

Muvahhid mü’minlerin duâsı:

“Rabbimiz, Sen, bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”[30]

Bu duâ ya yegâne Rabbimiz Allah’ın cevabı:

“Mü’minlere yardım etmek, bizim üzerimize bir haktır.”[31]

 

 

 



[1]     Bakara, 2/151-153.

[2]     Âl-i İmrân, 3/102-103.

[3]     Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikâk, B.26, Hds.70.

      Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, B.6, Hds.17-19.

      Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Emsâl, B.6, Hds.3033.

[4]     Enbiya, 21/107.

[5]     İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Tarih-İslâm Tarihi, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1985, C.2, Sh.42.

İbn Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye-Büyük İslâm Tarihi, çev. Mehmet Keskin, İst. 1994, C.2, Sh.455.

Ebu’l-Ferec Abdurrahman ibn Ali İbn Muhammed ibn Ali İbnü’l-Cevzî, El-Vefâ Bi Ahvâli’l-Mustafâ-Ashabın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, çev. Dr. Tacedin Uzun, Konya, 1992, Sh.116, Hbr.155-157.

[6]     İbn Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, C.2, Sh.454.

İbn Hişam, İslâm Tarihi-Siret-i İbn Hişam Tercemesi, çev. Hasan Ege, İst. 1985, C.1, Sh. 183, Dipnot: 158. “Ravdu’l-Unuf’den naklen)

İbnü’l-Esir, A.g.e. C.2, Sh.42.

Ebu’l-Ferec Abdurrahman İbn’ul-Cevzî, A.g.e. Sh. 117, Hbr.159-161.

[7]     İbn Hişam, A.g.e. C.1, Sh.183-184.

İbn Kesir, A.g.e. C.2, Sh.455.

Ebu’l-Ferec Abdurrahman İbnü’l-Cevzî, A.g.e. Sh.116, Hbr. 156.

[8]     İbn Kesir, A.g.e. C.2, Sh.455.

Mustafa Asım Köksal, İslâm Tarihi-Mekke Devri, İst. 1987, C.2, Sh.134-135.

[9]     İbn Kesir, A.g.e. C.2, Sh.454.

İbn Hişam, A.g.e. C.1, Sh.183, Dipnot: 158. Ravdu’l-Unuf’den.

[10]    İbn Hişam, A.g.e C.1, Sh.184-185.

İbn Kesir, A.g.e. C.2, Sh.455-456.

İbnü’l-Esir, A.g.e. C.2, Sh.42.

Ebu’l-Ferec Abdurrahman İbnü’l-Cevzî, A.g.e. Sh.116, Hds.154.

İmam Kurtubî, el-Câmiu Li Ahkâmi’l-Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 2000, C.10, Sh.261.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned. C.1, Sh.190-317.

Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, C.6, Sh.167.

[11]    Ebu’l-Ferec Abdurrahman İbnü’l-Cevzî, A.g.e. Sh.117, Hds.163.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned. C.1, Sh.190-317.

[12]    İbn Hişam, A.g.e. C.2, Sh.37-39.

İbn Kesir, A.g.e. C.3, Sh.67.

İmam Suyutî, olağanüstü yönleriyle Peygamberimiz-el-Hasâisü’l-Kübra, çev. Naim Erdoğan, İst. 2003, Sh.318-319. Beyhakî ve Ebu Nuaym’dan.

[13]    İbn Kesir, A.g.e.C.2, Sh.453.

[14]    İbn Hişam, A.g.e. C.1, Sh. 185-186.

İbn Kesir, A.g.e.C.2, Sh.456.

İbnü’l-Esir, A.g.e. C.2, Sh. 42-43.

İmam Kurtubî, A.g.e.C.10, Sh.261.

[15]    Bkz. Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B.318, Hds. 426-428.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sılâ, B.16, Hds.62-64.

[16]    Bkz. Hucurat, 49/10.

[17]    Bkz. Hacc, 22/78. Âl-i İmrân, 3/102.

[18]    Münir Muhammed Gadban, İslâm’da Siyasî Andlaşma, çev. Asım Kanar, İst. 1993, Sh. 30-31. Süheylî, Ravdu’l-Unuf, C.1, Sh.160’dan.

[19]    Said Havva, El-Esas Fi’s-Sünne- Siyrettu’n-Nebevviyye, çev. Abdurrahim Ali Ural, Vdğ. İst. 1991, C.1, Sh. 201, Hds.31. İbn Sa’d, Tabakat, C.1, Sh.128’den.

Abdurrahman İbnü’l-Cevzî, A.g.e. Sh.117, Hds.162.

İbn Kesir, A.g.e. C.2, Sh.453. Beyhakî’den.

[20]    Mâide, 5/2.

[21]    Said Havva, A.g.e. C.1, Sh.202.

[22]    İmam Kurtubî, A.g.e. C.10, Sh.261-262.

[23]    Şura, 42/41-42.

[24]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İkrâh, B.7, Hds.12.

                               Katibu’l-Mezalim ve’l-Gasb, B.4, Hds.5.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-sılâ, B.16, Hds.62.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.58, Hds.2356.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’r-Rikak, B.40, Hds.2756.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.3, Sh.99-201-324.

[25]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B.17, Hds.4338.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B.20, Hds.4005.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.8, Hds.2257.

İmam Hafız Kadı Ebu Bekir Ahmed b. Ali b. İbrahim-i Emevî Mervezî, Müsned-i Ebu Bekri’s-Sıddîk, çev. Ahmed Davudoğlu, İst. 1981, Sh.204-208, Hds.86-88.

İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri,  çev. Dr. Bekir Karlığa-Dr. Bedrettin Çetiner, İst. 1984, C.6, Sh.2502. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C.1, Sh.1-5-7-9) ve ibn Hıbban’ın “Sahih”inden.

[26]    Bkz. Yusuf, 12/40. Kehf, 18/26.

[27]    Sahih-i Müslim, Kitabu Fedailu’s-Sahabe, B.50, Hds.206.

Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Edeb, B.67, Hds.109. (ilk cümle)

                                Kitabu’l-Kefâle, B.2, Hds. 3. (ilk cümle)

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Feraiz, B.17, Hds. 2925-2926.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B.29, Hds.1634.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Siyer, B.81, Hds.2529.

Kuzâî, Şihâbü’l-Ahbâr Tercümesi, çev. Prof. Dr. Ali Yardım, İst. 1999, Sh.169, Hds. 546.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel,  Müsned. C.1, Sh.190-317-329. C.2, Sh.180-205-207.

[28]    Enfal, 8/75.

[29]    Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve şerhi, İst. 1983, C.10, Sh.448-449.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Hzr: Necati Yeniel-Hüseyin Kaya­pınar, İst. 1991, C.11, Sh.169.

[30]    Bakara, 2/286.

[31]    Rum, 30/47.