Yaratılış Gayesi

 

İmam Ebu Cafer Ahmed b. Selâme b. Abdilmelik el-Ezdî el-Mısrî et-Tahâvî (r.a.), meşhur "el-Akîdetu't Tahâviyye" isimli "Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat" in inanç esas­larını beyan eden eserinde şöyle diyor:

"Allah Teâlâ'nm Âdem (a.s.)'dan ve zürriyetinde al­mış olduğu 'Misak' haktır.[1]

Misak konusunda yegâne Rabbimiz Allah, şöyle bu­yurur:

"Hani Rabbin, AdemoğuUarmın sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: 'Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti de) On­lar da: 'Evet (Rabbimizsin), şahid olduk, demişlerdi. (Bu şahidlendirme), kıyamet günü: 'Biz, bundan habersizdik, dememeniz içindir.

Ya da: 'Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu.  ise, onlardan sonra gelme bir kuşağız. İşleri batıl olanlann yaptıklanndan dolayı bizi helak mı edeceksin?' de­memeniz içindir.

İşte biz, ayetleri böyle birer birer açıklarız, umulur ki dönerler.[2]

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ (Azze ve Celle) ile ya­ratmış ve mükellef kılmış olduğu bütün insan kullan ara­sında gerçekleşen bu "Misak" yani sözleşmenin, nakledi­len ayet-i kerimelerde hangi şartlarda gerçekleşmiş olduğu beyan buyrulmuştur...

Rabbimiz Allah, insan kullarını yaratmış, onlara akıl, şuur ve idrak vermiş, sonra: "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitab ederek, onların yegâne yaratanı, yetiştire­ni, öğreteni, eğiteni ve fıtratlarına uygun bir dünya hayatı­nı nasıl yaşamaları gerekiyorsa, onlar için hükümler koya­nı olduğunu beyan buyurmuştur... Bu beyandan anlaşıl­maktadır ki, insanların AHah'dan başka bir yaratıcıları ol­madığı gibi, Allah'dan başka yetiştireni, eğiteni, öğreteni ve hayatlarına egemen olanı olmamalıdır... Çünkü Allah Teâlâ: 'Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" diye bütün bu beyan edilenleri kasdederek kendilerine hitab edince, on­lardan hiçbir tanesi itiraz etmemiş ve hep birlikte:

"Evet (Rabbimizsin), şahid olduk, demişlerdi."

Allah Teâlâ, Âlemlerin yegâne Rabbi olduğunu, O'n-dan başka Rab, ilâh ve Melik olmadığını, insanı yaratan ve O'na emredenin yalnızca kendisi'olduğunu beyan ederek, insanları da bu hakikati kabul eden şahidler olarak, şahid tutmasının hikmeti yine ayetlerde beyan buyrulmuştur...

İnsanlar, imtihan edildikleri dünya hayatında, yegâne Rabbleri Allah ile yaptıkları bu ahdi bozup Allah'dan baş­ka rabbler edindiklerinde, böylece Allah'ın zatına ve sıfat­larına şirk koştuklarında, bu suçlarını ört-bas edecek bir itiraz kapısı açık kalmadığı ayetlerden anlaşılıyor.

Yeryüzünde yaşarken Allah'a şirk koşanlar, "Rabbi­miz, senin yegâne Rabbimiz olduğunu bilmediğimizden, böyle bir hakikattan haberimiz olmadığından biz şirk koş­tuk..." diyemezler... Çünkü, Misak anında Rabbimiz Allah, insanların yegâne Rabbi olduğunu beyan edince hepsi bera­ber bunu kabul etmiş ve şahid olduklarını ikrar etmişlerdi...

Ya da şöyle bir itirazda bulunamazlar:

"Bizden Önce ancak atalarımız şirk koşmuştu. Biz ise, onlardan sonra gelen bir kuşağız. Kendimizi şirkin egemen olduğu, putperestliğin toplumun dini haline geldi­ği bir ortamda bulduk. Bundan dolayı biz de topluma uy­duk. Bizim ne kabahatimiz, ne günahımız vardır ki? Top­lumu bu hâle getiren ve işleri batıl olan egemen tağutlann yaptıklarından dolayı bizi helak mı edeceksin?.." Böyle bir itirazın da yolu kapanmıştır. Çünkü Rabbimiz Allah, hakkı ve batılı her insanın anlayacağı şekilde birer birer açıkla­mıştır... "Umulur ki, dönerler." diye!..

Yegâne Rabbimiz Allah ve bütün insan kullan ara­sında gerçekleşen, yeri ve zamanı yalnız Allah tarafından bilinen 'Misak'm nasıl olduğunu, yegâne önderimiz ve ha­yat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.) beyan buyurmaktadır...

Müslim b. Yesâr el-Cuhenî (r.a.)'den;

Ömerb. Hattab (r.a.) a:

"Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve [3]ayetinin mânâsı soru­lunca:

Rasulullah (s.a.s.)'i işittim. O'na, bu ayetin mânâsı sorulunca şöyle buyurdu, dedi:

"Şübhesiz ki Allah Teâlâ, Âdem'i yarattı. Sonra kud­ret eli ile sırtını sıvazlayıp ondan zürriyetini çıkardı ve:

Bunları, cennet için yarattım. Cennetliklerin amel­lerini işleyecekler, dedi.

Sonra Âdem'in sırtına yine dokunup ondan bir nesil daha çıkardı ve:

Bunlan, cehennem için yarattım. Cehennem ehlinin amelini işleyecekler." buyurdu.

Bunun üzerine bir adam:

Ya Rasulullah, o zaman amelin ne yararı var? de­yince,

Rasululah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

"Şübhesiz ki Allah, kulu cennetlik yaratınca; ölünce­ye kadar ona cennet ehlinin amelini işletir. Bu sebeble onu, cennete sokar. Bir kulu da cehennem için yaratınca, ona ölünceye kadar cehennem ehlinin amelini işletir. Bu sebeble onu, cehenneme sokar.[4]

Konuyla ilgili değer bir hadis de şudur:

Ebu Hureyre (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

"Allah, Âdem'i yarattığı zaman onun sırtını sıvazladı ve kıyamete kadar yaratacağı zürriyetinin her canlı kişisi onun sırtından düştü. Bunlardan, her insanın iki gözü ara-o-ında nurdan bir parıltı yarattı. Sonra onları Âdem'e sun­du.

Bunun üzerine Âdem:

Ey Rabbim, bunlar kimdir? dedi. Allah:

Bunlar, senin zürriyetindir, buyurdu.

İçlerinden bir adam gördü ve onun gözleri arasındaki nurun parıltısı hoşuna gitti. Bunun üzerine:

Ey Rabbim, bu kimdir? dedi. Allah:

Bu, zürriyetinin son ümmetlerinden bir kişidir ki, adına Davud denilir, buyurdu.

Âdem:

Rabbim, onun ömrünü kaç yıl kıldın? diye sordu. Allah:

Altmış yıl, buyurdu. Âdem:

Ey Rabbim, benim ömründen ona kırk yıl ilâve et, dedi.

Âdem'in Ömrü dolunca ölüm meleği kendisine geldi. Adem:

Ömrümden kırk yıl daha kalmış değil mi? diye sor­du.

Ölüm meleği:

Bu kırk yılı oğlun Davud'a vermedin mi? diye mu­kabele etti."

Rasulullah (s.a.s.) buyurdu ki:

"Âdem, inkâr etti, bu yüzden onun zürriyeti de inkâr etmektedir. Âdem, unuttu, bu yüzden onun zürriyeti de unutmaktadır. Âdem, yanıldı, bu yüzden onun zürriyeti de yanılmaktadır.[5]

Hadiste beyan edilen "Âdem, inkâr etti." ifadesi Âdem (a.s.)'m bilerek inkâr etmesi demek değildir. Âdem (a.s.) olayı, hatırlamadığından, ömrünün kırk yılını oğlu Davud'a bağışladığını unuttuğundan dolayı inkâr etmiş­tir...

Zürriyet, fıtrat üzere yaratılmıştır... Misak anında Al­lah'ın yegâne Rabb olduğunu ikrar edip kabullenen her insan, yeryüzüne geldiğinde ve çocukluk yaşını bitirip mü­kelleftik dönemine girip akîl-baliğ olunca, mes'uliyyeti başlamış olur... Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar, tâ ki annesi ve babası onu, kendi akidelerine ve hayat anlayışla­rına göre yetiştirinceye kadar... Anne ve baba, fıtrat dini olan İslâm üzere iseler, çocuğun fıtratı bozulmadan devam eder... Yok anne ve baba, gayr-ı İslâmî herhangi bir beşerî ve tağutî ideoloji mensubu iseler, çocuğun fıtratı bozulur, anne ve babaya uymaya başlar.[6]Anne ve baba, ya eği­tim, ya da baskı ile çocuğu kendilerine uydururlar... Esved ibn Serî (r.a.) şöyle anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.)'e geldim ve onunla beraber savaş­tım. Bir de binit ele geçirdim. O gün insanlar, o kadar çok kişi öldürdüler ki, çocukları bile öldürdüler.

Bu, Rasulullah (s.a.s.)'e ulaştığında (öfkelendi ve):

"insanlara ne oluyor ki, bu gün ölümü geride bırak­mışlar da, soylarını doğruyorlar." buyurdu.

Bir adam:

Ya Rasulullah, bunlar müşriklerin çocukları değil mi? diye sordu.

Rasululah (s.a.s.):

"Uyanık olunuz, sizin hayırlılarınız ancak müşrikle­rin çocuklarıdır." buyurdu.

Sonra da:

"Zürriyeti öldürmeyiniz, zürriyeti öldürmeyiniz!" de­yip şöyle devam etti:

"Dili ile ifade edebileceği zamana kadar her insan, fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu Yahudîleştirir veya Hıristiyanlaştınr. [7]

"Misak" anında Rabbleri Allah'a verdikleri söz gere­ği ondan başka rab, ilâh ve melik kabul etmeyeceklerini beyan edenler, doğdukları ortam İslâm ortamı ve İslâm hü­kümlerinin egemen olduğu bir toplum olursa, bu sözlerine sadık kalma konusunda azamî derecede direnç gösterir­ler... Fakat içinde bulundukları toplum, bir cahiliyye şirk toplumu olup tağutların egemenliğinde ise, Misak sözleş­mesine sadık kalmak çok güçleşir... Kulların, Rabbleri Al­lah'a verdikleri söze sadık olmaları güç olan, zalim tağut­ların egemen oldukları cahiliyye toplumlarında, bu Mi-sak'ın gereğini yapmak imkânsız değildir... Güçtür, amma imkânsız değil!.. Böyle tağutların egemen olduğu, İs­lâm'ın ve muvahhid mü'minlerin mahkum edildiği cahi­liyye ortamında nasıl davranılacağım yine Alİah ve O'nun Rasulü (s.a.s.) beyan buyurmuşlardır... Böyle mekânlarda, her fırsat değerlendirilmeli ve her imkân zorlanmalıdır...

Abdullah İbn Ahmed b. Hanbel (rh.a)'in kaydıyla, Ubeyyb.Ka'b(r.a-):

"Hani Rabbin, Ademoğullarımn sırtlarından zürriyet-lerini almış ve[8] ayetini şöyle yorumla­mıştır:

"Allah, onları bir araya getirip ruhlar hâline soktu, sonra onları şekillendirip konuşturdu, konuştular. Sonra onlardan ahid ve Misak aldı ve kendi aleyhlerine şehadet ettirdi:

Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? dedi.

Onlar da:

Evet, sen, bizim Rabbimizsin, dediler. (Allah) şöyle buyurdu:

Bakın, Kıyamet gününde biz bunu bilmiyorduk, de­memeniz için, size karşı yedi kat gökleri şahid tutuyorum, babalarınızı da şahid gösteriyorum.

Şunu iyi bilin ki, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Benden başka hiçbir rabb da yoktur. Bana, hiçbir şeyi or­tak koşmayın! Ben sizlere, Peygamberleri göndereceğim, size ahd-u misakımi hatırlatacaklardır. Ayrıca size kitablarımı da indireceğim.

(İnsanlar) şu cevabı verdiler:

Muhakkak bizim Rabbimiz ve ilâhımız olduğuna, Senden başka hiçbir ilâhımız da bulunmadığına şehadet ettik.

Böylece ikrarda bulundular. Allah, Âdem (a.s.)'ı da onları görsün ve seyretsin diye yukarıya kaldırdı. (Âdem) baktı, kimisini zengin, kimisini fakir, kimini güzel, kimisi­ni de çirkin görünce, kendini şöyle demekten alamadı:

Ey Rabbim, bunları eşit yapmalı değil miydin? (Allah):

Bana, şürkedilmesinden hoşlanırım, buyurdu.

Sonra Peygamberleri onların üzerinde kandiller gibi gördü. Onlar, peygamberlik ve Nübüvvet hususunda başka bir misakla (ahidle) ayrıcalıklı kılındı.

"Hani biz, peygamberlerden kesin sözlerini almıştık. Senden, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğ­lu İsa'dan. Biz, onlardan sapasağlam bir söz almıştık.[9]ayetinde bu husus anlatılmıştır. İşte Mer-yemoğlu İsa da, o ruhlar içindeydi. İşte Allah, o ruhu Mer­yem'e gönderdi.[10]

Allah'dan başka bir rabb ve ilâh olmadığına ikrar ederek şahid olanlar, yeryüzündeki hayatlarında bunu unuttuklarında Rabbimiz Allah, onlara hatırlatan Rasuller, Nebîler ve Allah'dan birer vahy olan kitablar gönderdi. Rasuller ve Nebîler, insanlara "Misak" sözleşmesini hatır­latıp kendilerine Rabbleri Allah'ın gönderdiği ilâhî mesaj olan kitablan okudular... Onları, şirkten, küfürden, tağut-laşmaktan ve tağutlara kul olmaktan alıkoyup yalnızca Al­lah'a kul olmalarını ve yalnızca Allah'a itaat ile ibadet et­melerini sağlamaya çalıştılar.[11]

Rabbimiz Allah, "Misak"ı, Araf sûresinin 172. Aye­tinde hatırlattığı gibi, şu ayetlerde de aynı ahidleşmeyi beyanla hatırlatmaktadır:                           

"Allah'ın üzerindeki nimetini ve: 'İşittik ve itaat et­tik, dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı sözünü (Mi-sak'ını) anın. Allah'dan korkup sakının. Şübhesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir. [12]

"Size ne oluyor ki; Rasul sizi Rabbinize iman etmeye çağınp dururken Allah'a iman etmiyorsunuz? Oysa O, sizden kesin bir söz almıştı. Eğer mü'min iseniz (inanıp sözü­nüzü gerçekleştirin.)

Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şübhesiz Allah, size karşı elbete şefkatli olandır, esirgeyendir. [13]

"Eğer mü'min iseniz" gerçekten yegâne Rabbiniz ve İlâhınız olan, eşi, benzeri, ortağı olmayan, bir ve tek olan

Allah'a iman eden mü'minler iseniz. Hatırlayın ki "O, siz­den kesin bir söz almıştı."

Misak anında:

"Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorunca, şa-hidler olup O'nun yegâne Rabbiniz olduğunu kabul edip ikrar ettiniz:

"Evet (Rabbimizsin) şahid olduk." demiştiniz.

Hakikat bu iken:

"Size ne oluyor ki, Rasul, sizi Rabbinize iman etme­ye çağırıp dururken Allah'a iman etmiyorsunuz?"

Eğer misak anında yaptığınız ahdinizi unutmuş ise­niz, işte size hatırlatıyorum!..

"Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve: 'İşittik ve itaat et­tik" dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı sözünü (Misakını) anın."

Bütün bunlar, hatırlatıldıktan sonra ve insanlara fıtrat nizamı tebliğ edilip Allah'a davet edildikten sonra, insan­lar inadına bu tebliği reddedip, bu davete icabet etmiyor ve Rabbleri Allah'a şirk koşup isyan ediyorlarsa, bilsinler ki:

"Şübhesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir."

Bundan dolayı, Allah'dan hiçbir şeyi gizleyemezler... Her şey apaçık beyan olunduğu gibi, gizlinin en gizlisi, Allah tarafından bilinmektedir.

O hâlde:

Allah'dan korkup sakının!"

Yegâne Rabbimiz Allah, insan kullarını, cehalet, şirk ve küfür karanlıklarından nura, yani Tevhid nuruna, İslâm nuruna çıkarması için Rasul kuluna apaçık ayetleri indir-

mistir... Rabbimiz Allah, insan kullan için çok şefkatli, çok merhametli, çok affedici olduğundan, onlara hakikatlan beyan ediyor, unuttuklan kulluk vazifelerim hatırlatıp öğüt veriyor...

Rabbimiz Allah, muvahhidlerin önderi olan Rasulü Muhammed (s.a.s.)'e de, hatırlatma ve öğüt vermeyi emrediyor:

"Sen, öğüt verip hatırlat, çünkü gerçekten Öğütle ha­tırlatma, mü'minlere fayda verir.[14]

Rasuller, gönderilmiş oldukları cahiliyye toplumlan-na bütün bu doğrulan, bu güzellik ve hayırlı olanı, onların üzerlerine merhamet kanatlarım gererek beyan etmişler­dir... En son Nebî ve en son Rasul olan Önderimiz Rasulul-lah (s.a.s.)'in bu konudaki gayreti, mücadelesi ve mücahe-desi, en ince noktalarıyla gözönündedir...

İnsanoğlunun işlediği ve işleyeceği en büyük suç, Rabbi Allah'a karşı vefasızlık suçudur... "Allah'ın yegâne Rabbi olduğunu" ikrar edip söz veren bir insan, dünya ha­yatında bu sözüne rağmen Allah'dan başka rabblere yöne­lir, başkalarım Allah'ın ortağı kılıp onları ilâh edinecek olursa, Allah'a karşı vefasızlığın en korkuncunu işlemiş olur... Hayatının hepsi Allah için olması gerekirken [15]ha­yatının her zerresine egemen olan Allah olmasına rağmen, hayatının bir bölümünü Allah için kılıp, diğer bölümünü bir başkası için emre amade eden kişinin bu tavn, şirkten başkası değildir...

Hayatının bir kısmında Allah'ın hükümlerine tabi olan, hayatının diğer kısmında bilerek ve inanarak Al­lah'dan başkalannın hükümlerine tabi olup itaat ederse, iş­lediği şirk suçudur ve Allah'a karşı en korkunç vefasızlığı yapmış olur... Rabb olarak yalnızca Allah'ı tanıyan, sonra­dan başka rabbler edinmesi, hayatını, o sonradan edindiği Allah'dan başka rabbler, yani egemen tağutların arzuları­na, hükümlerine göre düzenleyen kişi, şirk suçunu işlemiş­tir... İşte Allah'ın affetmeyeceğini beyan buyurduğu suç, bu vefasızlık suçu, yani şirk koşulmasıdır...

"Gerçekten Allah, kendisine şirk koşulmasını bağış­lamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira et­miş olur.[16]

Enes b. Malik (r.a.) şöyle der:

Rasulullah (s.a.s.), her hutbesinde şunları tekrarlardı:

"Emanete hiyanet edenin imanı yoktur. Ahdini ve va'dini bozanın da dini yoktur. [17]

Abdullah İbn Ömer (r.a.)'nm rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

"Verdiği sözde durmayıp cayan gadredici (vefasız) kimse için Kıyamet gününde bir bayrak yükseltilir de (kendi ismi ve babasının ismi söylenerek):

Bu, falan oğlu filanın ahd ve sözünde durmaması-dır, denilir.[18]

Âlemlerin Rabbi Allah, yalnızca kendisine itaat ve ibadet etsinler diye yaratmış olduğu insan kullan, nankör­lük yapar, vefasız olur, itaat konusunda bir başkalarına ta­bi olur ve böylece şirk koşarsa, Allah ile yaptığı sözleşme­yi bozmuş ve Misak'a ihanet etmiş olur... Böyle bir ihane­tin cezası, ebedî cehennemdir...

Enes b. Malik (r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

"Allah (Kıyamet gününde), cehennemliklerin azabca en hafif olan birine:

Yeryüzünde mal olarak ne varsa hepsi senin olsa, şu azabdan kurtulmak için onu feda eder miydin? diye soracaktır.

Oda:

Evet, feda ederim ya Rabbi, diyecek. Bunun üzerine Allah:

Fakat sen, Âdem atanın sulbünde iken ben, senden (şimdi göze aldığın fedâkârlıktan) daha ehven bir şey istemiştim ki, bana ortak koşmaman ve nankörlük etmemendi.

Fakat sen (dünyaya gelince Tevhid'den) çekinip müşrikli-ğe yapıştın!, diyecektir.[19]

Şirk, kulun, yegâne Rabbi Allah'3 karşı ortaya koy­duğu korkunç ihanettir... Bu ihaneti, ancak iman ortadan yok eder... İman; ihanetin elini, kolunu bağlar ve bir daha ortalıkta görülmeyecek şekilde onu gömer, kendinden uzaklaştır... İman, kulun, Misak anında Rabbi Allah ile yaptığı ahdine sadık kalması ve vefa göstermesidir... Şirk­ten, küfürden, bid'at ve hurafeden tamamiyle arındırılmış katıksız bir iman, Allah'a olan kulluk borcunun tam öden­mesi ve Rabbimiz Allah'ın rızasının kazanılmasıdır...

Ebu Hureyre (r.a.)'dan;

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

"İman, ihaneti bağlamıştır. Mü'min, ihanet etmez. [20]

Tevhid üzere yaratılan insanın yaratılış gayesi, yal­nızca Allah'a gereği üzere kul olmak ve emredilen şekilde hareket etmek, yani ibadet eylemektir...

"Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.

Ben, onlardan bir nzık istemiyorum ve onların beni doyurup beslemelerini de istemiyorum.

Hiç şübhesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi Al­lah 'dır.[21]

Bu ayetlerden net anlaşıldığı gibi, Allah Teâlâ, insan kullarını, yalnızca kendisim tanısınlar, O'nun emrettiği şe­kilde yaşasınlar, tağutlara itaat etmeyip bütün itaati kendi­sine yapsınlar diye yaratmıştır... Bir Rabb vardır, O, Al-lah'dır... Bir de kul vardır, o da insandır.. Kul, kulluğunu bilip kul olarak kaldığı ve yegâne Rabb Allah'a itaat ettiği müddetçe muhteremdir, değerlidir ve kendisinden razı olu­nacak bir makamdadır... Eğer kul, haddini aşar, kul olmayı beğenmez, Rabbi Allah'ın egemenliğine rıza göstermez de, yeryüzüne kendisi egemen olmaya kalkışır ve rabblik ma­kamına göz diker, egemen olduğu bölgede rabb ve ilâh ol­duğunu iddia ederek isteyerek, ya da zorla boyun eğdirirse, o kul veya kullar, tamamen sapılmışlardır... Hevalarım ilâh edinen bu sapmış azgın kullar, birer tağut olmuşlardır... Al­lah'a karşı baş kaldırmış, göklerde de ilâh, yerde de ilâh olan Allah'ın, yerde ilâh oluşunu reddetmişlerdir... Eğer politik davranarak sözleriyle reddetmiyorsa, egemenliği gasbetmekle hâl ve hareketiyle, Allah'ın egemenliğini ve kanunlarını reddetmeyi ortaya koymuşlardır...

Adalet, yaratılmış olan varlığı, yaratılmış olduğu gaye doğrultusunda bulunması gerekli olan yerine koymak veya konulmasıdır... Zulüm ise, yaratılmış olan varlıkları, yaratı­lış gayesinin aksine, bulunması gerekli olan yere koyma­maktır... Kul, kul olduğu müddetçe, kulluğunu bilip, yegâne Rabbi Allah'a karşı ibadet ederek itaat ettiği ve bunu dü­zenli bir şekilde sürdürdüğü müddetçe, adalet üzere hayatı­na devam eder... Fakat aciz bir insan kul iken bulunduğu yerde veya ülkede haddini aşar da, insanların üzerine ege­men olur ve onlara rabblik veya ilâhlık yapmaya kalkıştığı zaman, zulmün en korkuncunu işlemiş olur. Çünkü böyle bir durum, şirk hâlidir... Kendi egemenliğini, Allah'ın ege­menliğine tercih etmesi, kendi arzularından kaynaklanan kanunları, Allah'ın hükümlerinden üstün tutması, onları yü­rürlükte tutup, Allah'ın hükümlerini yürürlükten kaldırması, şirkin tâ kendisi olup en korkunç bir zulümdür...

"Hani Lokman oğluna nasihat ederek demişti ki: 'Ey oğlum, Allah'a şirk koşma! Hiç şübhe yok ki şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.[22]

Abdullah îbn Mes'ud (r.a.) şöyle anlatıyor:

"İman edip de imanına zulüm karıştırmayanlar, işte emin olmak ancak onların hakkıdır. Doğru yola giden de onlardır.[23] ayeti indiği zaman bu, müslümanlara ağır geldi de:

Ya Rasulullah, bizim hangimiz nefsine zulmetmez" ki? dediler.

Rasulullah (s.a.s.):

"Bu ayetteki zulüm, sizin anladığınz gibi değildir. Bu zulüm, ancak şirktir. Lokman'in oğluna öğüt verirken: 'Ey oğlum, Allah'a şirk koşma. Hiç şübhe yok şirk, büyük bir zulümdür.[24] buyurdu. [25]

İnsanın, Rabbi Allah'ı tanıması, O'na şirk koşmadan itaat edip ibadet etmesi, yani gerçek mânâda kul olması, en büyük makamdır... İnsanoğlunun olgunlaşmak ile elde edeceği büyük makam ve en üstün rütbe, Allah'a kul olmak makam ve rütbesidir...

İnsanlık âleminin Efendisi ve "Âlemlere rahmet ola­rak gönderilen[26] Rasululah (s.a.v.), yegâne Rabbimiz Allah'a kul olmakla iftihar etmekte, kendisinin bir kul ol­duğunu ve kendisine Allah'ın kulu demelerini beyan buyurmaktadır...

Atâ b. Rabâh (rh.a) şöyle anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.) yanma bir zat girdi. (Bu sırada) RasuluUah, bir yastığa yaslanmış oturuyordu. Önünde de içinde ekmek bulunan bir tabak vardı. Ekmeği tabaktan alıp yere koydu ve yastıktan beri çekilerek:

"Ben, sadece bir kul gib yiyip içen, oturup kalkan bir kulum." buyurdu. [27]

Emiru'l - Mü'minin İmam Ömer (r.a.), minberin üze­rinde şöyle diyordu:

Ben, RasuluUah (s.a.s.)'den işittim:

"Nasranîlerin (Hıristiyanların) Meryem oğlunu (İsa'yı) bâtıl ve aşırı surette medhettikleri gibi sakın sizler de, beni medhde aşırı gitmeyiniz. Şübhesiz ki ben, ancak bir kulum. Onun için bana, Allah'ın kulu ve Rasulü deyiniz!" buyurdu. [28]

İnsanları yalnız kendisine ibadet etsinler diye yaratan Rabbimiz Allah'ın bu buyruğunu izah etmek için İmam İbn Kesir (rh.a) şunları kaydeder:

"Onlara muhtaç olduğumdan dolayı değil, sadece on­lara bana ibadet etmelerini emretmek için yaratmışımdır."

İbn Abbas'dan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, "Bana kulluk etsinler diye yarattım." kısmını şöyle açıklar:

İsteyerek veya istemeyerek bana ibadeti kabul ve ikrar etsinler diye yarattım.

İbn Cerir de, bu açıklamayı tercih ediyor. İbn Cureyc ise:

Ancak beni tanısınlar diye yarattım, şeklinde açık­lar.

Rebi' İbn Enes, burayı:

Ancak ibadet etsinler diye yarattım, şeklinde tefsir etmiştir.

Süddî der ki:

İbadetin fayda vereni de, fayda vermeyeni de vardır.

"Andolsun ki, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan muhakkak: 'Allah' derler.[29]

İşte bu, onlar için bir ibadettir. Ancak şirk ile beraber olduğu için onlara fayda verecek değildir.

Ed-Dahhak der ki:

Burada kasdedilenler müzminlerdir.[30]

Ed-Dahhak (rh.a)'in de beyan ettiği gibi, Âlemlerin Rabbi Allah'a ancak muvahhid mü'min olanlar gereği gibi itaat ve ibadet ederler... Çünkü onlar, katıksız iman sahibi ve yaratılış gayelerinin idrakinde olan izzet sahibi şahsi­yetlerdir... Rabbleri Allah'a verdikleri Misak'a sadık kal­mış, yeryüzündeki hayatlarında tamamen Allah'a teslim olmuş, O'na hiçbir şeyi ortak etmeden, O'nu Tevhid et­mişlerdir... İman noktasında sapasağlam, amel noktasında takva üzere yaşamaya gayret edenlerdir muvahhid mü'minler... Gerek ferdî, gerek ailevî, gerekse toplumsal hayatlarında, Allah Teâlâ'nın emri gereği ve Rasulullah (s.a.s.)'in Sünneti'nin icabı ne ise, ona azamî dikkat ede­rek, hayatlarında uygulamaya gayret eden muvahhid mü'minler, yegâne hayat nizamı İslâm'ı bütünüyle kabul etmişlerdir...

Misak sözleşmesine sadık kalan muvahhid mü'min­ler, Rabbleri Allah'ın kendilerine verdiği emirleri, hem uygulamakta, hem de diğer insanlara tebliğ etmektedirler...

Rabbimiz Allah, muvahhid mü'min kullarına şöyle buyurmaktadır:

"De ki: 'Rabbbim gerçekten beni doğru bir yola ilet­ti. Dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif (muvahhid) dinine... O, müşriklerden değildi.

De ki: 'Şübhesiz benim namazım, ibadetlerim, haya­tım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır (Allah içindir).

O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben, böyle emrolundum ve ben, müslüman olanların ilkiyim.'

De ki: 'O, her şeyin Rabbi iken ben, O'ndan başka bir rabb mı arayayım? Hiçbir nefis, kendi aleyhinden başkasını kazanmaz. Günahkâr olan bir başkasının günah yükünü taşı­maz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.[31]

Muvahhid mü'min müslüman, Âlemlerin yegâne Rabbi Allah'dan başka bir rabb, bir ilâh ve bir melik, yani egemen otorite kabul etmeyen izzet ve şeref sahibi bir şah­siyettir... Muvahiddir, çünkü Rabbi Allah'ı Tevhid etmiş­tir... Mü'mindir, çünkü Rabbi Allah'a ve O'nun inanması­nı buyurduğu iman ilkelerine hiçbir şübhe duymadan ve hiçbir şeyi şirk koşmadan katıksız bir şekilde iman etmiş­tir... Müslümandır, çünkü Rabbi Allah'ın bütün emirlerine tam teslim olup itaat ederek amel işlemektedir...

Muvahhid mü'min kul, bu hâl üzere iken, kendisini hidayete ulaştırdığı için Rabbi Allah'a sonsuz hamd ve şükretmektedir...

"Rabbim gerçekten beni doğru bir yola iletti. Dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif (muvahhid) dinine... O, müşriklerden değildi." beyanında bulunan muvahhid mü'min, namazı, bütün ibadetleri, hayatı ve ölümü Allah için olduğunu tasdik ve ikrar ederek, Rabbi Allah'ın hiçbir ortağının olmadığını ilân etmektedir... Böyle olması ve böyle söylemesi, Rabbi Allah' ona bir emridir... Âlemlerin Rabbi Alİah, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yegâne Rabbi ve İlâhıdır. Hakikat bu iken, muvahhid mü'min, Al-lah'dan başka bir rabb, bir ilâh arayamaz... Böyle bir teklifi, hem Misak anında verdiği söz ile hem dünya hayatındaki Tevhidî akîdesi ve tavrı ile reddetmiştir...

Muvahhid mü'min, "îkrah-ı Mülci" olmadığı müd­detçe Tevhid'e aykırı hiçbir şeyi yapmayan bir şahsiyet­tir... İkrah-ı Mülci sırasında, kalbi imanla dopdolu olduğu hâlde, iman, onun kanına ve iliklerine karıştığı hâlde Tev­hid'e aykırı bir söz söylemesi, Rabbimiz Allah'ın verdiği bir ruhsat [32] olduğunu bilen muvahhid mü'min, bu ruhsatı kullanırken çok hassas olmalı, nefsanî te'villerle bu ruhsatın ulu-orta gündeme gelmemesi gereklidir... Herke­sin kazandığı günah, kendi s inedir... Kimse, kimsenin gü­nahını yüklenmez... Ancak onun günah işlemesine vesile olmuş ise, ayrıca günah yüklenir... O günahı işleyenin gü­nahı, işleyene aiddir...

Ebu Hureyre (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Ra-sulullah (s.a.s.):

"Bir kimse doğru bir yola davet ederse, ona tabi olan­ların ecirleri kadar kendisi için ecir olur. Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Ve eğer her kim bir dalâlete davet ederse, ona tabi olanların günahları kadar kendine günah olur. Bu, tabi olanların günahlarından hiçbir şey ek­siltmez." [33]

Muvahhid mü'min, her şeyiyle Rabbi Allah'a teslim olmada, önderi Rasulullah (s.a.s.)'i izlemektedir... Rasulullah (s.a.s.)'in Sünneti, yani yaşantısı Allah Teâlâ'nın ra­zı olduğu bir yaşantıdır... O'nun Sünnet'ine tabi olup yaşa­mak, Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanmaktır..[34]

Emir'ül - Mü'minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.), Ra­sulullah (s.a.s.)'in namaza kalktığı vakit şu duayı okudu­ğunu rivayet eder:

"Yüzümü hak dine meylederek, göklerle yeri yarada-na çevirdim. Ben, müşriklerden değilim. Şübhesiz ki, be­nim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, Alemlerin Rabbi olan Allah'a aiddir. O'nun hiçbir şeriki yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben, müslümanlardanım. Al­lah'ım, Melik ancak sensin! Senden başka hiçbir ilâh yok­tur. Sen, benim Rabbimsin. Ben de senin kulun! Nefsime zulmettim. Günahımı da itiraf eyledim. Binaenaleyh bütün günahlarımı bana bağışla. Çünkü günahları, senden başka affedecek yoktur.

Beni, ahlâkın en güzeline hidayet buyur. Onun en gü­zeline Senden başka hidayet eyleyecek yoktur. Kötü ahlâkı benden def eyle. Onu, senden başka benden def edecek yoktur. Senin emrine tekrar tekrar icabet eder, dinine tekrar tekrar tabi olurum.

Bütün hayırlar, Senin yed-i kudretindendir. Şerr, Sa­na aid değildir. Varlığım Seninledir, sonu da sana müntehidir. Mübareksin, yücesin, Senden mağfiret diler, Sana tevbe eylerim. [35]

İmam Kurtubî (rh.a) şunu kaydeder:

Bu hadisi, Dârakutnî de rivayet etmiş olup, sonunda şöyle demektedir:

Bize, en-Nadr b. Şumeyl'den ulaştığına göre -ki o, dil ve diğer alanlarda ilim adamlarındandı- şöyle demiştir:

Rasulullah (s.a.s.)'in: "Şerr ise, sana nisbet olun­maz." sözünün anlamı şudur: Şerr, kendisiyle Sana yakla­şılacak amellerden değildir, demektir.[36]

"Şerr Sana aid değildir." cümlesi, te'vîlî icab eden bir sözdür. Çünkü Ehl-i Hakkın mezhebine göre, hayır olsun, şerr olsun bütün hadisatı Allah Teâlâ, halk etmiştir. Hâl böyle olunca "Şerr Sana aid değildir." cümlesini te'vil vacib olur.

Nevevî'nin beyanına göre, bu hususta beş kavil var­dır:

1) Bu cümlenin mânâsı: "Şerr ile Sana kulluk edil­mez." demektir.

İmam Halil b. Ahmed ile Nadr b. Şumeyl, İshak b. Rahuye, Yahya b. Main, Ebu Bekri). Huzeyme, Ezherî ve diğer bir takım ulemânın kavilleri budur.

2) Bu cümlenin mânâsı: "Şerr, yalnız başına Allah'a izafe edilmez," demektir. Mesela: Ey maymunlarla hınzır­ların halikı! Ve ey şerrin rabbi, denilmez.

3) Mânâ: "Kötü şeyler Sana arzolunmaz. Sana ancak iyi sözler ve güzel ameller arzolunur ya Rabbi" demektir.

4) Bu sözden murad: "Ya Rabbi, şerr, sana nisbetle şerr değildir. Çünkü Sen, onu büyük bir hikmetle halk et­tin. Şerr, ancak mahluklara nisbetle kötüdür." demektir.

5) Hattabî'nin rivayetine göre bu söz: 'Senden ma'-dud değildir." manasınadır.

"Varlığım Seninledir, sonu da sana müntehidir." Ya­ni Sana iltica ederim, muvaffakiyetim ancak Seninledir.[37]

Rabbimiz Allah Teâlâ, şirk suçundan, başka suçlar­dan dilediğini affedeceğim beyan buyurduktan sonra şöyle buyurur:

"Kim Allah'a şirk koşarsa, elbette o, uzak bir sapık­lıkla sapmıştır. [38]

Emiru'l - Mü'minin İmam AH b. Ebi Talib (r.a.), şirk suçunun dışındaki suçların affından dolayı büyük bir umut taşıyor ve sevinç içinde olduğunu beyan ediyor... İnsanoğ­lu, Allah Teâlâ'yı Rabb, İlâh ve Melik olarak kabul edip, O'na şirk koşmadıkça ve şirkden başka bir günah işlemiş durumda olsa bile, inşaallah Rabbimiz Allah, onu affeder.. Ya bütünüyle affeder, ya da günahının cezası olarak azab gördükten sonra affolunur ve Tevhid ehli olduğu için cen­nete girer...

Şöyle diyor Emiru'l - Mü'minin İmam Ali b. Ebi Ta­lib (r.a.):

Kur'an'da:

"Hiç şübhesiz Allah, kendisine şirk koşanları bağışla­maz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar.[39] ayetinden daha sevimli bir ayet yok­tur.[40]

Rabbimiz Allah, bu konuda şöyle buyurur: "O (Allah), kendisine ortak koşana şübhesiz cenneti haram kılmıştır. Onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. [41]

"Şübhesiz inkâr edenler ve Allah yolundan alıkoyan­lar gerçekten uzak bir sapıklıkla sapmışlardır.

Gerçek şu ki, inkâr edenler ve zulmedenler; Allah, onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir.

Ancak onda ebedî kalmaları için cehennem yoluna (iletecektir). Bu da, Allah'a pek kolaydır. [42]

"Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, ahirette hüsrana uğrayanlardan­dır. [43] Şübhesiz, ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler; onlar için göğün kapılan açılmaz ve halat (ya da deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz, suçlu günahkârları işte böyle cezalandırırız.

Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz, zulme sapanları işte böyle cezalandırırız.[44]

"Şübhesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan alıkoyan­lar, sonra ölenler, işte Allah, onlara kesinlikle mağfiret etmeyecektir. [45]

Ebu Bekre (r.a.) şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.s.) üç kerre:

"En büyük günahların en büyüğünü size haber vere­yim mi?" buyurdu.

Sahabîler:

Evet, haber ver ya Rasulullah, dediler. Rasulullah (s.a.s.):

"Allah'a ortak koşmak, ana-babaya eziyet vermek." buyurdu.

Dayanmakta iken oturdu da:

"İyi dinleyin! Bir de yalan yere şahidlik etmektir." buyurdu. [46]

Abdullah İbn Mes'ud (r.a.) şöyle demiş: Ben, Rasulullah (s.a.s.):

Allah indinde hangi günah en büyüktür?

"Allah, seni yarattığı hâlde Allah'a benzer bir eş uy-durmandır." Buyurdu.[47]

Selman el-Farisî (r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

"Günah vardır bağışlanmaz, günah vardır kişinin ya­nına bırakılmaz, günah vardır bağışlanır.

Bağışlanmayacak günah, Allah'a ortak koşmaktar. Kişinin yanına bırakılmayacak günah, insanların birbirleri­ne zulmetmesidir. Bağışlanacak olan günah ise, Allah ile kul arasında kalan günahtır. [48]

Rabbimiz Allah'ın bu ayetlerinden ve önderimiz Ra­sulullah (s.a.s.)'in bu hadislerinden, şirk suçu net olarak anlaşılmıştır kanaatindeyiz... Şirk nedir, müşrik kimdir? sorulan öz ve özet olarak cevab bulmuştur... Yaratılış ga­yesi olan, Allah'ı Tevhid etmek, O'ndan başka rabb tanı­mamak, O'ndan gaynsına itaat ve ibadet etmemek konusu, bu delillerden sonra itiraz edilmeyecek şekilde izah olun­muştur...

Kaydedilen bu deliller ve beyan edilecek diğer deliller, Allah'ın akıl nimetini verdiği, bu nimeti kullanabilen her insan için yeterlidir... Bu insanın, şirki ve tağutu inkâr ile reddetmesi için, Allah'ı yegâne Rabb olarak kabul edip, yalnızca O'na itaat ve ibadet etmesi kâfidir...

Bütün bunlardan sonra dünyanın neresinde olursa ol­sun bu hakikatlari duyan ve idrak eden bir insan için herhangi bir özür kalmamıştır... Eğer bunları duymuş, kendi­sine, kendisinin anlayacağı bir şekilde izah edilmiş ve hâlâ tağuta itaat etmeye devam ediyor, hâlâ yegâne hayat niza­mı olan İslâm'ı her şeyi ile kabul etmiyorsa, o kişi kim olursa olsun korkunç bir zulüm işliyor ve işlemeye devam ediyordur... Bu zulüm, büyük bir zulüm olan Allah'a ortak koşmaktır... Bu şirk suçunu işleyenler, kendilerine, makam ve mevkilerine bir başkasının ortak olmasına asla rıza gös­termezken, bir başkalarını, eşsiz, benzersiz, ortaksız, tek ve bir olan Âlemlerin Rabbi Allah'a ortak koşuyorlar...

Bir zengin işveren, işinde ücretle çalıştırdığı işçileri­nin işyerine, servetine, makam ve yetkilerine ortak olmala­rını asla kabul etmez... Toplumun herhangi bir biriminde yönetici olup, o birimle ilgili egemenlik sahibi olan her­hangi bir insan, yönetmiş olduğu halkın, kendi mevkisine ve yetkilerine ortak olarak söz sahibi olmasına asla rıza göstermez... Bir aile ortamında bile anne, baba ve çocukla­rın herhangi birisinin diğerinin görev ve yetkilerine karı­şması, onların asla kabul etmediği bir harekettir...

İnsanlar, kendileri için uygun görmedikleri ve kabul etmedikleri bir şeyi, yegâne Rabbleri Allah Teâlâ'ya uy­gun görüyorlar!..

Rabbimiz Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurur: "(Allah) size, kendi nefislerinizden bir misal getirdi.

Size nzık olarak verdiklerimizde eliniz altındaki kölelerini­zin size ortak olup o rızıkta hep birlikte eşit olmayı ve ken­diniz (gibi), hür olan diğer ortaklarınızdan çekindiğiniz gi­bi, onlardan da çekinmeyi kabul eder misiniz? İşte akıllarını kullanan bir topluluk için ayetleri böylece açıklarız.[49]

Bu ayetin iniş sebebi için Abdullah İbn Abbas (r.a.) şöyle der:

Müşrikler:

"Allahım, davetine uyarak emrine boyun eğdim. Se­nin bir ortağından başka ortağın yoktur ki, o da senindir. Sen, ona ve onun malik olduklarına maliksin." diyerek telbiye ediyorlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil ol­du. [50]İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a) bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:

"Bu misalin mânâsı şudur:

Bir kimsenin kölesi, nasıl malında ona ortak yapılma­dığı, efendilere verilen kredi ve itibar onlara verilmeyeceğine göre, Allah'ın kulları ve mahlukları nasıl Allah'ın or­tağı olabilir ve nasıl onlar için, kendilerine tapılmayı ge­rektirecek, Allah'ın ululuğuna denk bir ululukları buluna­bilir? Ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci mesele, teşbihten maksad: Tevhid.

Benzetilen ile benzeyen arasında bir benzerliğin bu­lunması gerekir. Eğer bu ikisi arasında bir benzerlik değil <je, bir zıtlık olursa, bu durum, (vaziyete göre) bazen o teş-frihi te'kid eder, bazen zayıflatır. Buradaki benzerlik yönü malumdur. Zıtlık da mevcud olup, bu da bu teşbihi kuv­vetlendirmektedir. Bu, birkaç yönden şöyle izah edilebilir:

1) Allah Teâlâ, "Kendinizden" buyurmuştur. Bu, "Alİah size, önemsiz, noksan ve aciz olmanıza rağmen lendinizden bir misal getirmiş ve ulu, mükemmel olması­na ve onca kudretine rağmen, kendisini size kıyas etmiş­tir." demektir.

2) Allah Teâlâ; "Eliniz altındaki köleler..." buyur­muştur. Bu, "Köleleriniz üzerinde mülkiyetiniz vardır ve bu ârizî bir durumdur. Çünkü bu mülkiyet başkasına geçe­bilir veya son bulabilir. Bu mülkiyetin başkasına geçmesi, satış yoluyla olur. Son bulması ise, kölenin azâd edilmesi ile olur. Halbuki Allah'ın mülkü olanların, Allah'ın mülkiyetinin dışına çıkmaları kesinlikle mümkün değildir. Dolayısıyla her hususta sizin gibi olmalarına, hatta insan olma bakımından şu anda sizin gibi olmalarına, öldürmek ve kesmek suretiyle canlarında ve insanlıkları hususunda tasarruf etme, ibadetten ve def-i hacetten alıkoyma gibi, üzerlerinde haklarınız bulunmamasına rağmen, köleleriniz bile sizin ortağınız olamayacağına göre, nasıl oluyor da her yönden O'nun mülkü olan bir takım mahluklar, Al­lah'ın ortağı sayılıyorlar." demektir.

3) Cenâb-ı Hakk, "Size ihsan ettiğimiz mallarda..." buyurmuştur. Bu, "Sizin olan şeyler, aslında sizin olmayıp Allah'ındır, Allah'dandır ve O'nun verdiği nzıklardandır.

Allah'dan olan şey, gerçekte O'nundur. Dolayısıyla sadece ismen (zahiren) sizin olduğu söylenen şeylerde ortak kabul etmediğinize göre nasıl oluyor da gerçekte Allah'a aid olan şeylerde Allah'ın ortağı olabilir?" demektir.

4) Allah Teâlâ; "Bu hususta onlarla denk olmasını..." buyurmuştur. Yani "Siz ve köleleriniz, malik olduğunuz herhangi bir şeyde hiç denk olur mu? Hayır, olmaz. Öyle ise, Allah'ın da malik olduğu şeylerin hiçbirinde ortağı bu­lunmaz. Fakat her şey Allah'ındır. Sizin, ilâh olduğunu iddia ettikleriniz ise, kesinlikle bir şeye, hardal tanesi kadar en u-fak bir şeye bile sahib değillerdir. Binâenaleyh onlar, ne ulu olduklarından ötürü, ne de size ulaştırmış oldukları bir men­faat bulunması ile ibadete müstehak olamazlar." demektir.

Sizin, "Onlar, bize şefaat edecekler." demenize gelin­ce, bu da sözkonusu değildir. Çünkü size göre de, hürlere duyulan saygı, kölelere duyulmaz. Gerçekte ve (insanlık) vasfında size denk olmalarına rağmen, kölelerin bile sizin nezdinizde bir saygınlığı olmadığına göre, mâliki ile ara­sında hiçbir surette eşitlik sözkonusu olmayan memlukle-rin (sahib olunan şeylerin) durumu ya nasıl olur? İşte Ce-nâb-ı Hakk bu hususta, "Onları emsaliniz herhangi bir (hür iş adamı) gibi sayar mısınız?" buyurmuştur.

İkinci mesele:

Allah Teâlâ, bununla, başkasına ibadet etmenin hiç­bir makul tarafı olmadığını beyan etmiştir. Çünkü başka bir varlık, Allah'a ortak olmaya elverişli olmadıklarına gö­re, onların ne gerçek mülkleri (hakimiyetleri), ne de mülkleri (malları) vardır. Onların azametleri yoktur ki, onlara azametlerinden ötürü ibadet olunsun, mülkleri olmadığı için kendilerinden menfaat de beklenemez. Dolayısı ile menfaat için de onlara tapılmaz. Kuvvet ve kudretleri de yoktur. Çünkü onlar, kendileri de kul-köledirler. Sahib olunmuş bir varlık olan köle ise, bir şeye kadir olamaz, o hâlde emsaliniz herhangi birinden çekindiğiniz gibi, onlar­dan çekinmeyin. Öyle ise, nasıl oluyor da birbirinizden çok, onlardan çekiniyor ve çekinme sebebiyle onlara iba­det ediyorsunuz?

Daha sonra Allah Teâlâ; "İşte Biz, ayetleri aklını kul-lancak bir topluluk için böyle açıklarız." buyurmuştur. Bu, "Biz ayetlerimizi, inanan akıllı kimseler için, deliller, ke­sin burhanlar, meseleler ve ikna edici sözlerle açıklıyoruz. Yani, bu iş bundan sonra ancak aklı olmayanlar için gizli kalır." Demektir.[51]

İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a)'in bu şahane açıklama­sı bu doyurucu beyanından sonra, bu ayet-i kerimeyi anlamayan, tağutu inkâr edip reddederek Allah'a inanmayan için, yine İmam Fahruddin er-Râzî (r.a.)'nin ifadeleriyle:

"Bu iş bundan sonra ancak aklı olmayanlar için gizil kain-." demek gerekir...

İmam İbn Kesir (rh.a) olaya farklı bir açıdan bak­makta ve Allah'a şirk koşanların, batıl iş işlediklerini de­lillerle beyan etmektedir... Şunları kaydediyor İmam İbn Kesir (rh.a):

"Ayetin anlamını şöyle özetleyebiliriz: Elbette sizden birisi buna razı olmaz. O hâlde Al­lah'a, O'nun yarattıklarından nasıl eşler, denkler uyduru­yorsunuz? Bu, Alİah Teâlâ'mn şu kavli gibidir:

"Beğenmediklerini Allah'a mal ederler.[52]

Burada, kızlar kasdedilmektedir. Zira onlar, Allah'ın kullan olan meleklerin, dişiler olduğunu ileri sürüyor ve Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı. [53]

"Onlardan birine, bir kızı olduğu müjdelenirse, yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? [54]

Onlar, kız çocuklarından hoşlanmıyorlar, fakat me­leklerin Allah'ın kızları olduğunu söyleyerek kendileri için razı olmadıkları bir şeyi Allah'a nisbet ediyorlardı. İşte bu, küfrün en ağındır. Bu makamda da anlatılıyor ki:

Onlar, Allah'ın yarattıklanndan ve kullarından O'na ortaklar koşuyorlar. Halbuki onlardan birisi, kölesinin ma­lında kendisine eşit olacak ve dilerse malını onunla bera­ber paylaşacak bir ortağı olmasını, hiçbir şekilde kabule yanaşmamaktadır. Allah Teâlâ, elbette bundan yücedir, uzaktır. [55]

Şirk cephesinde yeni bir şey yok!.. Şirk cephesi, inancıyla, ideolojisiyle, hâl ve hareketleriyle dünkü şirk cephesinin aynısıdır!.. Bugünkü şirk cephesi ile dünkü şirk cephesi arasında sadece yüzyıllar veya bin yıllar diye be­yan ediien zaman farkından, dün ve bugün diye isimlen­dirmeden başka bir fark yoktur...

Dünkü cahil, yobaz, gerici müşrikler, kendileri için asla kabul edemeyecekleri teklifler ve vasıflan, -hâşâ Al­lah'a yakıştırıyor ve uygun görüyorlardı... Bugünkü cahil, yobaz, gerici müşrikler de seleflerinin izinden giderek kendileri için teklif edildiğinde asla kabul etmedikleri va­sıfları, Allah'a uygun görüyor ve Öylece kabul ediyorlar... Kendilerinin bulunmuş olduğu konumda elde ettikleri ege­menlik yetkisine hiç kimsenin ortak olmasını istemez iken, yalnızca Allah'a aid olan yeryüzü egemenliğine kendileri­ni ortak etmiş, hatta bulunduklan bölgede kendilerini ka­yıtsız - şartsız egemen kabul etmişlerdir... Allah'ın hü­kümlerini bir yana bırakmış, kendi heva (istek ve arzu)la-nndan kaynaklanan hükümleri hayata hakim kılmışlardır... Toplumsal hayatta, Allah'ın hükümlerine hiç söz hakkı, hiç hayat hakkı tanımamış ve tamamen yürürlükten kaldır­mışlardır... Birileri çıkıp onlara aid olan hükümleri, onla­rın Allah'ın hükümlerini toplumsal hayattan kaldırdıkları gibi, kaldırmaya kalkışacak olursa, böyle birilerine ege­men olanlar toptan savaş ilân ederler... Onu vatan haini, millet düşmanı, yıkıcı, bölücü, anarşist ve terörist olarak kabul eder, bütün imkânları kullanır, onu yok ederler... Böylece vatanı kurtarmış, milletin birlik ve beraberliğini sağlamış olurlar... Böyle inanır, böyle hareket ederler...

İşgal edilmiş İslâm topraklanndaki egemen tağutlar, Allah'ın hükümlerini, yani yegâne hayat nizamı olan İs­lâm'ı toplumsal hayatta yürürlükten kaldırıp bir daha yü­rürlüğe konulmasın diye her türlü önlem alırken, muvahhid mü'min müslümanların buna razı olup, hiçbir karşı koyma hareketinde bulunmayıp sessiz sedasız boyun eğe­rek itaat etmesini isterken ve böyle davranmayanları kor­kunç cezalarla cezalandırırken, kendi heva (istek ve tutkularından kaynaklanan hükümlerini kısmen bile olsa de­ğiştirmeye, yürürlükten kaldırmaya çalışanlara karşı, en korkunç silahlan kullanmaktadırlar...

Allah'ın hükümleri sözkonusu olunca böyle!... Kendi hükümleri sözkonusu olunca Öyle!..

İşte milyonlarca mazlum ve mustaz'afların esaret al­tında yaşamış olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarındaki acı tablo!.. İşte yıllardır mustaz'af muvahhid mü'minlerin kanlarının akıtıldığı işgal edilmiş İslâm topraklarındaki perişan durum!... İşte işgalci tağutlarm Allah'ın hükümle­rini kaldırdıkları için kendilerine karşı gelen muvahhid mü'minlerin kanlarını oluk oluk akıtıp sulamış oldukları şehidler diyarı olan İslâm topraklan!.. Her yerde kesilen muvahhid mü'minlerin boğazı, her yerde akan onların kanı ve her yerde yıkılıp yakılan onların yuvası!..

İşte dün, işte bugün... İşte dünkü Mekke, işte bugünkü zalim tağutlann işgal edip egemen oldukları İslâm toprakla­rı... İşte dünkü tağutlann ve putlann egemen olduğu Mek­ke'de işkence ve zulüm altındaki, Bilâller, Ammarlar, Yasîr-ler, Sümeyyeler, işte bugünkü işgal altındaki İslâm toprakla-nndaki onlann yolunda olan muvahhid mü'minler... Tağut­lann egemenliği ve zulmü altında esaret hayatına devam e-den mazlum ve mustaz'af mü'min müslümanlar...

Müstevli egemen zalim tağutlar, muvahhid mü'minler-den, yürürlükten kaldırdıklan Allah'ın hükümlerine değil, yürürlüğe koyduklan kendi hükümlerine itaat etmelerini, do­layısıyla kendilerine ibadet etmelerini istemektedirler... Al­lah'ın kulu değil, emir kulu olmalarını emretmektedirler... Kendileri, Allah'a tam teslim olup itaat ve ibadet etmeyi is­temezken, mü'min müslümanlardan kendilerine tam teslimi­yet, itaat ve ibadeti isteyip beklemektedirler... '

Âlemlerin Rabbi Allah, o zalim tağutlann karakterle­rini şöyle beyan buyurur:

"Hayır, zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayan­maksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onlann hiç­bir yardımcılan yoktur.[56]

Hevasını, nefsini, arzu ve isteklerini ilâh edinerek onun emrine ve yönlendirmesine tabi olanlar, insanları yönetme makamında iseler, kendilerini rabb ve ilâh görmeye başlarlar... Hem yönetenler, hem de yönetilenler, böyle ka­bul etti mi, Fir'avnlık gündeme gelir... Fir'avnî düzenlerin bütünü bu ideoloji üzerine bina edilmiş, bu inanç ile hare­ket etmişlerdir...

"Kendi istek ve tutkularım (hevasını) ilâh edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?" [57]diye buyuruyor Rabbimiz Allah...

Hevasını ilâhlaştıran, dolayısıyla yegâne ilâh ve Rabb Allah'a şirk koşan zalimler, cahilce, yobazca ve nankörce davranıp ihanet ettikleri için sapmış gitmişlerdir... Sadece sapmayla kalmamış, egemen oldukları toplumu da, ya eği­terek, ya da zor ile sapıttırmışlardır... Özellikle işgal ettik­leri İslâm topraklanndaki Tevhid üzere olmaya çalışan toplumlan, yıllar içinde verdikleri gayr-ı İslâmî eğitim ve öğ­retim ile hak yoldan batıl yollara sürüklemiş, onlara karşı direnen muvahhid mü'minlerin direncini zor ile kırmaya çalışmışlardır... Ve İslâm toprakları, modern cahiliyyenin egemen olduğu bir duruma gelmiştir... Her ne kadar içinde muvahhid mü'min müslümanlar bulunuyorsa da, genel gö­rünümüyle cahiliyye toplumu hâline getirilmiştir...

Hâl bu iken, Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

"Öyleyse sen, yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif/bir muvahhid) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, insan­ları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.

Gönülden katıksız bağlılar olarak, O'na yönelin ve O'ndan korkup sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın.

(O müşrikler ki,) kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır ki, her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır.[58]

Muvahhid rnü'min Müslümanlar, her ne kadar top­raklan işgal edilmişse de, kendileri esaret altında birer mustaz'af mazlum olsalar da, egemen tağutların bütün zor­lamalarına, dayatmalarına, eziyet ve işkencelerine rağmen, "yüzünü, Allah'ı (bir hanif/bir muvahhid) olarak dine, Al­lah'ın, insanları onun üzerine yarattığı fıtratına çevirmeli­dir."

Fıtrat dini, yani İslâm'ın akidesi, Tevhid'dir. İslâm akidesi, Tevhid akîdesidir... İslâm, Tevhid'dir; Tevhid, İslâm'ın tâ kendisidir... Her muvahhid mü'min müslüman, delilleriyle Tevhid, yani İslâm akidesini öğrenir, idrak eder, gereğini hâl ve hareket olarak yaşarsa, bu durum, bütün ümmet için kurtuluşun tâ kendisidir... Bu kurtuluşu iste­yenler, Tevhid akidesini öz kaynaklarından delilleriyle Öğrenmeli, kalben tasdik, dil ile ikrar etmelidir... Şimdi Tevhid akidesinin özelliklerine bakalım!..

 



[1] Dr. Arif Aytekin, Ehl-i Sünnet İnanç Esasları - Tahâvî ve Akaid Risalesi, İst. T.Y. sh.46, Md.42.

[2] A'raf, 7/172-174.

[3] A'raf, 7/172

[4] İmam Malik, Muvatta', Kitabu'l - Kader, Hds. 2.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's. Sünnet, B. 17, Hds. 4703.    , Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefriru'l - Kur'ân, B. 8, Hds. 3270. Et - Taberî, A.g.e. c.4, sh.146. İbn Kesir, A.g.e. c.7, sh. 3134. İmam Ahmed b. HanbeFden.

[5] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru'l - Kur'ân, B.8, Hds. 3271. (Bu hadis, Hasen - Sahihdir.) İbn Kesir, A.g.e. c.7, sh. 3135.

Not: Bu hadisi, Hakim de, Müstedrek'inde Ebu Nuaym el-Fadl İbn Bekîn kanalıyla rivayet etmiş, Müslim'in şartlarına göre bu hadisin sahih olduğunu, ancak Buhârî ile Müslim'in onu tahric etmediklerini söylemiştir.

[6] Bkz. Sahih-i Buhârî, Kitabu'1-Cenaiz, B. 79, Hds. 112 -113. -

Kibabu't - Tefsir, B. 236, Hds. 295. Sahih- i Müslim, Kitabu'l - Kader, B. 6, Hds. 22 - 25.

[7] İbn Kesir, A.g.e. c.12, sh. 6353. İmam Ahmed b. Hanbel'den. c. 7, sh. 3132. İmam Ebu Cafer İbn Cerîr et - Taberî'den

[8] A'raf, 7/172

[9] Ahzab, 33/7.

[10] İmam Muhammed b. Muhammed b. Süleyman er-Rûdânî, Cemu'l - Fevaid - Büyük Hadis Külliyatı, çev. Naim Erdo­ğan, İst. T.Y. c. 4, sh. 62, Hbr. 6970. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inin Zevaid'inde, c.5, sh,135'den. Et - Taberî, A.g.e. c.4, sh. 147. İbn Kesir, A.g.e. c.7, sh.3136 - 3137.

[11] Bkz. Nahl, 16/36.

[12] Maide, 5/7.

[13] Hadid, 57/8 - 9.

[14] Zariyat, 51/55.

[15] Bkz. En'am, 6/162.

[16] Nisa, 4/48.

[17] İmam Hafız el-Munzirî, Hadislerle İslâm - Terğib ve Terhib, çev. A. Muhtar Büyükçınar, vdğ. İst. 1986, c.6, sh.17, Hds. 21. Ahmed, Bezzar, Taberânî, "Evsat"ında, İbn Hibban, "Sa­hihinde rivayet etmiştir.

İmam Suyutî, Camiu's - Sagir Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu, vdğ. İst. 1996, c.3, sh.425, Hds.3848 (9704) Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.3, Sh.135,154,210,251'den.

[18] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l, Edeb. B.99. Hds. 199 - 200.

Sahih-i Müslim, Kitabu'l - Cihad ve's, Siyer, B.4, Hds. 9 -16. Sünen-i Tirmizî, Kitabu's - Siyer, B.27, Hds. 1630. Sünen-İ Ebu Davud, Kitabu'l - Cihad, B.150, Hds. 2756. Sünen-i îbn Mace, Kitabu'l - Cihad, B.42, Hds. 2873. Sünen-i Dârimî, Kitabu'l - Buyu', B.ll, Hds. 2545.

[19] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l - Enbiya, B.2, Hds.9.

Sahih-i Müslim, Kitabu Sıfatu'l - Münafıkin, B.10, Hds. 51 - 53. Et - Taberî, A.g.e. c.4, sh.147. Aynı sahifede yer alan 89 nolu dipnotta aynı hadisin, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.3 sh,127'de bulunduğu kaydedilmiştir.

[20] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'l - Cihad, B.157, Hds. 2769. İmam Suyutî, A.g.e. c.2, sh. 183, Hds. 1679 (3098). Ahmed b. Hanbel, Müsned. c.l, sh.166 - 167'den.

[21] Zariyat, 51/56-58.

[22] Lokman, 31/13.

[23] En'am, 6/82

[24] Lokman, 31/13

[25] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l Enbiya, B.43, Hds.101. Sahih-i Müslim, Kitabu'l - İmam, B.56, Hds.197. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru'l - Kur'ân. B.7, Hds. 3261. İbn Kesir, A.g.e. c.6, sh.2722. İmam Ahmed b. Hanbel, (Müsned, c.l, sh.424)'den.

Et - Taberî, A.g.e. c.3, sh.518.

[26] Bkz. Enbiya, 21/107.

[27] Ahmed İbn Hanbel, Kitabu'z - Zühd, çev. Mehmed Emin İn­sanoğlu, İst. 1993, c.l, sh.17, Hds.19, 21.

İmam Suyutî, A.g.e. c.l, sh.26, Hds.9 (14). Ebu Ya'lâ ve İbn Hibban'dan.

[28] Sahih-i Buhârî, Kİtabu'l - Enbiya, B.50, Hds. 115. Şünen-i Dârimî, Kitabu'r - Rikak, B.68, Hds.2787. İmam Tirmizî, Şemail-i Şerif, Çev. Hüsameddin Nakşibendî, Sdş. Mehmed Sadık Aydın, İst. T.Y. Sh.334, B.2I, Hds.l. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.l sh.23 - 24 ve 47.

[29] Lokman, 31/25

[30] İbn Kesir, A.g.e. c.13, sh.7496.

[31] En'am, 6/161-164.

[32] Bkz.NahI, 16/106. Ayet ve tefsirlerine.

[33] Sahih-i Müslim; Kitabu'i. ilm, B.6, Hds.16. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's - Sünnet, B.7, Hds. 4609. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'i. tim, B.15, Hds.2813. Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.14, Hds.203 - 207.

[34] Bkz. Âl-Ümrân, 3/31-32.

[35] Sahih-i Müslim, Kitabu Salati'l-Müsafirine, B.26. HÖs.201.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu'd - Daavat, B.31, Hds.3643. Sünen-i Neseî, Kitabu'l - İftitah, B.17, Hds. 897. Sünen-i Dârimî, Kitabu's - Salat, B.33, Hds.1241. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's - Salat, B.118-119, Hds. 760.

[36] İmam Kurtubî, el - Câmiu li-Ahkâmi'l - Kur'ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1998, c.7, sh.26O.

[37] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İst. T.Y. c.4, sh.308 - 309.

[38] Nisa, 4/116.

[39] Nisa, 4/116

[40] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru'l - Kur'ân, B.5, Hds.3227.

[41] Mâide, 5/72.

[42] Nisa, 4/167-169.

[43] Mâide, 5/5.

[44] A'raf, 7/40-41.

[45] Muhammed, 47/34.

[46] Sahih-i Buhârî, Kitabu'ş - Şehadat, B.10, Hds.19.

Kitabu İstitabetül - Miirtedin, Hds.2.

Kitabu'l-Edeb,B.6,Hds.7. Sahih-i Müslim, Kitabu'1-İman, B.38, Hds.143. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's - Sıla, B.4, Hds. 1964. İmam Buhârî, Edebü'l - Müfred, B.7, Hds.15.

[47] Sahih-i Buhârî, Kitabu't - Tevhid, B.41, Hds. 146.

Kitabu'l - Edeb, B.20, Hds.30. Sahih-i Müslim, Kitabu'l - İman, B.37. Hds.141 - 142. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru'l - Kur'ân, B.26, Hds.3394 - 3396.

Sünen-i Neseî, Kitabu Tahrimu'd - Dem, B.4, Hds.4000 -4002.                                       

[48] Taberânî, Mu'cemu's - Sağir Tercüme ve Şerhi, çev. İsma­il Mutlu, İst. 1996. el, Sh.134, Hds.71.

Ayrıca bkz. İmam Suyutî, A.g.e. c.2, sh.560, Hds.2612 (5355). Bezzar'dan.

İbn Kesir, A.g.e. c.4, sh.1723. İmam Ahmed'den.

[49] Rum, 30/28.

[50] Abdulfettah el - Kâdî, A.g.e. sh.298. Taberânî ve İbn Mer-deveyh'den.

İbn Kesir, A.g.e. c.12, sh.6351.

Mekke müşriklerinin puta tapma olayı ve telbiyeleri için bkz. İbn Hişam, İslâm Tarihi - Siret-i İbn Hişam Terceme-si, çev. Hasan Ege, İst. 1985, c.l, sh.118 - 119.

İbnu'l - Kelbî, Putlar Kitabı - Kitabu'l - Esnam, çev. Beyza Düşüngen, Ank. T.Y. sh.26 - 27.

[51] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. c.18, sh.106 - 107.

[52] NahI, 16/62

[53] Bkz. Saffat, 37/149 -157. Zuhruf, 43/19. Necin, 53/27-28.

[54] Nahl, 16/58 - 59

[55] îbn Kesir, A.g.e. c.12, sh.6351.

[56] Rum, 30/29.

[57] Furkan, 25/43. Ayrıca bkz. Casiye, 45/23.

[58] Rum, 30/30-32.