İmam Ebu Cafer Ahmed
b. Selâme b. Abdilmelik el-Ezdî el-Mısrî et-Tahâvî (r.a.), meşhur
"el-Akîdetu't Tahâviyye" isimli "Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat"
in inanç esaslarını beyan eden eserinde şöyle diyor:
"Allah Teâlâ'nm
Âdem (a.s.)'dan ve zürriyetinde almış olduğu 'Misak' haktır.[1]
Misak konusunda yegâne
Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:
"Hani Rabbin,
AdemoğuUarmın sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine
karşı şahidler kılmıştı: 'Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti de) Onlar
da: 'Evet (Rabbimizsin), şahid olduk, demişlerdi. (Bu şahidlendirme), kıyamet
günü: 'Biz, bundan habersizdik, dememeniz içindir.
Ya da: 'Bizden önce
ancak atalarımız şirk koşmuştu. ise,
onlardan sonra gelme bir kuşağız. İşleri batıl olanlann yaptıklanndan dolayı
bizi helak mı edeceksin?' dememeniz içindir.
İşte biz, ayetleri
böyle birer birer açıklarız, umulur ki dönerler.[2]
Âlemlerin Rabbi Allah
Teâlâ (Azze ve Celle) ile yaratmış ve mükellef kılmış olduğu bütün insan
kullan arasında gerçekleşen bu "Misak" yani sözleşmenin, nakledilen
ayet-i kerimelerde hangi şartlarda gerçekleşmiş olduğu beyan buyrulmuştur...
Rabbimiz Allah, insan
kullarını yaratmış, onlara akıl, şuur ve idrak vermiş, sonra: "Ben, sizin
Rabbiniz değil miyim?" diye hitab ederek, onların yegâne yaratanı,
yetiştireni, öğreteni, eğiteni ve fıtratlarına uygun bir dünya hayatını nasıl
yaşamaları gerekiyorsa, onlar için hükümler koyanı olduğunu beyan
buyurmuştur... Bu beyandan anlaşılmaktadır ki, insanların AHah'dan başka bir
yaratıcıları olmadığı gibi, Allah'dan başka yetiştireni, eğiteni, öğreteni ve
hayatlarına egemen olanı olmamalıdır... Çünkü Allah Teâlâ: 'Ben, sizin Rabbiniz
değil miyim?" diye bütün bu beyan edilenleri kasdederek kendilerine hitab
edince, onlardan hiçbir tanesi itiraz etmemiş ve hep birlikte:
"Evet
(Rabbimizsin), şahid olduk, demişlerdi."
Allah Teâlâ, Âlemlerin
yegâne Rabbi olduğunu, O'n-dan başka Rab, ilâh ve Melik olmadığını, insanı
yaratan ve O'na emredenin yalnızca kendisi'olduğunu beyan ederek, insanları da
bu hakikati kabul eden şahidler olarak, şahid tutmasının hikmeti yine ayetlerde
beyan buyrulmuştur...
İnsanlar, imtihan
edildikleri dünya hayatında, yegâne Rabbleri Allah ile yaptıkları bu ahdi bozup
Allah'dan başka rabbler edindiklerinde, böylece Allah'ın zatına ve sıfatlarına
şirk koştuklarında, bu suçlarını ört-bas edecek bir itiraz kapısı açık
kalmadığı ayetlerden anlaşılıyor.
Yeryüzünde yaşarken
Allah'a şirk koşanlar, "Rabbimiz, senin yegâne Rabbimiz olduğunu
bilmediğimizden, böyle bir hakikattan haberimiz olmadığından biz şirk koştuk..."
diyemezler... Çünkü, Misak anında Rabbimiz Allah, insanların yegâne Rabbi
olduğunu beyan edince hepsi beraber bunu kabul etmiş ve şahid olduklarını
ikrar etmişlerdi...
Ya da şöyle bir
itirazda bulunamazlar:
"Bizden Önce
ancak atalarımız şirk koşmuştu. Biz ise, onlardan sonra gelen bir kuşağız.
Kendimizi şirkin egemen olduğu, putperestliğin toplumun dini haline geldiği
bir ortamda bulduk. Bundan dolayı biz de topluma uyduk. Bizim ne kabahatimiz,
ne günahımız vardır ki? Toplumu bu hâle getiren ve işleri batıl olan egemen
tağutlann yaptıklarından dolayı bizi helak mı edeceksin?.." Böyle bir
itirazın da yolu kapanmıştır. Çünkü Rabbimiz Allah, hakkı ve batılı her insanın
anlayacağı şekilde birer birer açıklamıştır... "Umulur ki,
dönerler." diye!..
Yegâne Rabbimiz Allah
ve bütün insan kullan arasında gerçekleşen, yeri ve zamanı yalnız Allah
tarafından bilinen 'Misak'm nasıl olduğunu, yegâne önderimiz ve hayat
örneğimiz Rasulullah (s.a.s.) beyan buyurmaktadır...
Müslim b. Yesâr
el-Cuhenî (r.a.)'den;
Ömerb. Hattab (r.a.) a:
"Hani Rabbin,
Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve [3]ayetinin
mânâsı sorulunca:
Rasulullah (s.a.s.)'i
işittim. O'na, bu ayetin mânâsı sorulunca şöyle buyurdu, dedi:
"Şübhesiz ki
Allah Teâlâ, Âdem'i yarattı. Sonra kudret eli ile sırtını sıvazlayıp ondan
zürriyetini çıkardı ve:
Bunları, cennet için
yarattım. Cennetliklerin amellerini işleyecekler, dedi.
Sonra Âdem'in sırtına
yine dokunup ondan bir nesil daha çıkardı ve:
Bunlan, cehennem için
yarattım. Cehennem ehlinin amelini işleyecekler." buyurdu.
Bunun üzerine bir
adam:
Ya Rasulullah, o zaman
amelin ne yararı var? deyince,
Rasululah (s.a.s.)
şöyle buyurdu:
"Şübhesiz ki
Allah, kulu cennetlik yaratınca; ölünceye kadar ona cennet ehlinin amelini
işletir. Bu sebeble onu, cennete sokar. Bir kulu da cehennem için yaratınca,
ona ölünceye kadar cehennem ehlinin amelini işletir. Bu sebeble onu, cehenneme
sokar.[4]
Konuyla ilgili değer
bir hadis de şudur:
Ebu Hureyre (r.a.)'ın
rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
"Allah, Âdem'i
yarattığı zaman onun sırtını sıvazladı ve kıyamete kadar yaratacağı
zürriyetinin her canlı kişisi onun sırtından düştü. Bunlardan, her insanın iki
gözü ara-o-ında nurdan bir parıltı yarattı. Sonra onları Âdem'e sundu.
Bunun üzerine Âdem:
Ey Rabbim, bunlar
kimdir? dedi. Allah:
Bunlar, senin
zürriyetindir, buyurdu.
İçlerinden bir adam
gördü ve onun gözleri arasındaki nurun parıltısı hoşuna gitti. Bunun üzerine:
Ey Rabbim, bu kimdir?
dedi. Allah:
Bu, zürriyetinin son
ümmetlerinden bir kişidir ki, adına Davud denilir, buyurdu.
Âdem:
Rabbim, onun ömrünü
kaç yıl kıldın? diye sordu. Allah:
Altmış yıl, buyurdu.
Âdem:
Ey Rabbim, benim
ömründen ona kırk yıl ilâve et, dedi.
Âdem'in Ömrü dolunca
ölüm meleği kendisine geldi. Adem:
Ömrümden kırk yıl daha
kalmış değil mi? diye sordu.
Ölüm meleği:
Bu kırk yılı oğlun
Davud'a vermedin mi? diye mukabele etti."
Rasulullah (s.a.s.)
buyurdu ki:
"Âdem, inkâr
etti, bu yüzden onun zürriyeti de inkâr etmektedir. Âdem, unuttu, bu yüzden
onun zürriyeti de unutmaktadır. Âdem, yanıldı, bu yüzden onun zürriyeti de
yanılmaktadır.[5]
Hadiste beyan edilen
"Âdem, inkâr etti." ifadesi Âdem (a.s.)'m bilerek inkâr etmesi demek
değildir. Âdem (a.s.) olayı, hatırlamadığından, ömrünün kırk yılını oğlu
Davud'a bağışladığını unuttuğundan dolayı inkâr etmiştir...
Zürriyet, fıtrat üzere
yaratılmıştır... Misak anında Allah'ın yegâne Rabb olduğunu ikrar edip
kabullenen her insan, yeryüzüne geldiğinde ve çocukluk yaşını bitirip mükelleftik
dönemine girip akîl-baliğ olunca, mes'uliyyeti başlamış olur... Her doğan
çocuk, fıtrat üzere doğar, tâ ki annesi ve babası onu, kendi akidelerine ve
hayat anlayışlarına göre yetiştirinceye kadar... Anne ve baba, fıtrat dini
olan İslâm üzere iseler, çocuğun fıtratı bozulmadan devam eder... Yok anne ve
baba, gayr-ı İslâmî herhangi bir beşerî ve tağutî ideoloji mensubu iseler,
çocuğun fıtratı bozulur, anne
ve babaya uymaya başlar.[6]Anne
ve baba, ya eğitim, ya da baskı ile çocuğu kendilerine uydururlar... Esved ibn
Serî (r.a.) şöyle anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.)'e
geldim ve onunla beraber savaştım. Bir de binit ele geçirdim. O gün insanlar,
o kadar çok kişi öldürdüler ki, çocukları bile öldürdüler.
Bu, Rasulullah
(s.a.s.)'e ulaştığında (öfkelendi ve):
"insanlara ne
oluyor ki, bu gün ölümü geride bırakmışlar da, soylarını doğruyorlar."
buyurdu.
Bir adam:
Ya Rasulullah, bunlar
müşriklerin çocukları değil mi? diye sordu.
Rasululah (s.a.s.):
"Uyanık olunuz,
sizin hayırlılarınız ancak müşriklerin çocuklarıdır." buyurdu.
Sonra da:
"Zürriyeti
öldürmeyiniz, zürriyeti öldürmeyiniz!" deyip şöyle devam etti:
"Dili ile ifade
edebileceği zamana kadar her insan, fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu
Yahudîleştirir veya Hıristiyanlaştınr. [7]
"Misak"
anında Rabbleri Allah'a verdikleri söz gereği ondan başka rab, ilâh ve melik
kabul etmeyeceklerini beyan
edenler, doğdukları ortam İslâm ortamı ve İslâm hükümlerinin egemen olduğu bir
toplum olursa, bu sözlerine sadık kalma konusunda azamî derecede direnç
gösterirler... Fakat içinde bulundukları toplum, bir cahiliyye şirk toplumu
olup tağutların egemenliğinde ise, Misak sözleşmesine sadık kalmak çok
güçleşir... Kulların, Rabbleri Allah'a verdikleri söze sadık olmaları güç
olan, zalim tağutların egemen oldukları cahiliyye toplumlarında, bu Mi-sak'ın
gereğini yapmak imkânsız değildir... Güçtür, amma imkânsız değil!.. Böyle
tağutların egemen olduğu, İslâm'ın ve muvahhid mü'minlerin mahkum edildiği
cahiliyye ortamında nasıl davranılacağım yine Alİah ve O'nun Rasulü (s.a.s.)
beyan buyurmuşlardır... Böyle mekânlarda, her fırsat değerlendirilmeli ve her
imkân zorlanmalıdır...
Abdullah İbn Ahmed b.
Hanbel (rh.a)'in kaydıyla, Ubeyyb.Ka'b(r.a-):
"Hani Rabbin,
Ademoğullarımn sırtlarından zürriyet-lerini almış ve[8]
ayetini şöyle yorumlamıştır:
"Allah, onları
bir araya getirip ruhlar hâline soktu, sonra onları şekillendirip konuşturdu,
konuştular. Sonra onlardan ahid ve Misak aldı ve kendi aleyhlerine şehadet
ettirdi:
Ben, sizin Rabbiniz
değil miyim? dedi.
Onlar da:
Evet, sen, bizim
Rabbimizsin, dediler. (Allah) şöyle buyurdu:
Bakın, Kıyamet gününde
biz bunu bilmiyorduk, dememeniz için, size karşı yedi kat gökleri şahid
tutuyorum, babalarınızı da şahid gösteriyorum.
Şunu iyi bilin ki,
benden başka hiçbir ilâh yoktur. Benden başka hiçbir rabb da yoktur. Bana,
hiçbir şeyi ortak koşmayın! Ben sizlere, Peygamberleri göndereceğim, size
ahd-u misakımi hatırlatacaklardır. Ayrıca size kitablarımı da indireceğim.
(İnsanlar) şu cevabı
verdiler:
Muhakkak bizim
Rabbimiz ve ilâhımız olduğuna, Senden başka hiçbir ilâhımız da bulunmadığına
şehadet ettik.
Böylece ikrarda
bulundular. Allah, Âdem (a.s.)'ı da onları görsün ve seyretsin diye yukarıya
kaldırdı. (Âdem) baktı, kimisini zengin, kimisini fakir, kimini güzel, kimisini
de çirkin görünce, kendini şöyle demekten alamadı:
Ey Rabbim, bunları
eşit yapmalı değil miydin? (Allah):
Bana, şürkedilmesinden
hoşlanırım, buyurdu.
Sonra Peygamberleri
onların üzerinde kandiller gibi gördü. Onlar, peygamberlik ve Nübüvvet
hususunda başka bir misakla (ahidle) ayrıcalıklı kılındı.
"Hani biz,
peygamberlerden kesin sözlerini almıştık. Senden, Nuh'dan, İbrahim'den,
Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan. Biz, onlardan sapasağlam bir söz almıştık.[9]ayetinde
bu husus anlatılmıştır. İşte Mer-yemoğlu İsa da, o ruhlar içindeydi. İşte
Allah, o ruhu Meryem'e gönderdi.[10]
Allah'dan başka bir
rabb ve ilâh olmadığına ikrar ederek şahid olanlar, yeryüzündeki hayatlarında
bunu unuttuklarında Rabbimiz Allah, onlara hatırlatan Rasuller, Nebîler ve
Allah'dan birer vahy olan kitablar gönderdi. Rasuller ve Nebîler, insanlara
"Misak" sözleşmesini hatırlatıp kendilerine Rabbleri Allah'ın
gönderdiği ilâhî mesaj olan kitablan okudular... Onları, şirkten, küfürden,
tağut-laşmaktan ve tağutlara kul olmaktan alıkoyup yalnızca Allah'a kul
olmalarını ve yalnızca Allah'a itaat ile ibadet etmelerini sağlamaya
çalıştılar.[11]
Rabbimiz Allah,
"Misak"ı, Araf sûresinin 172. Ayetinde hatırlattığı gibi, şu ayetlerde
de aynı ahidleşmeyi beyanla hatırlatmaktadır:
"Allah'ın
üzerindeki nimetini ve: 'İşittik ve itaat ettik, dediğinizde sizi, kendisiyle
bağladığı sözünü (Mi-sak'ını) anın. Allah'dan korkup sakının. Şübhesiz Allah,
sinelerin özünde olanı bilendir. [12]
"Size ne oluyor
ki; Rasul sizi Rabbinize iman etmeye çağınp dururken Allah'a iman etmiyorsunuz?
Oysa O, sizden kesin bir söz almıştı. Eğer mü'min iseniz (inanıp sözünüzü
gerçekleştirin.)
Sizi karanlıklardan
nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şübhesiz Allah, size
karşı elbete şefkatli olandır, esirgeyendir. [13]
"Eğer mü'min
iseniz" gerçekten yegâne Rabbiniz ve İlâhınız olan, eşi, benzeri, ortağı
olmayan, bir ve tek olan
Allah'a iman eden
mü'minler iseniz. Hatırlayın ki "O, sizden kesin bir söz almıştı."
Misak anında:
"Ben, sizin
Rabbiniz değil miyim?" diye sorunca, şa-hidler olup O'nun yegâne Rabbiniz
olduğunu kabul edip ikrar ettiniz:
"Evet
(Rabbimizsin) şahid olduk." demiştiniz.
Hakikat bu iken:
"Size ne oluyor
ki, Rasul, sizi Rabbinize iman etmeye çağırıp dururken Allah'a iman
etmiyorsunuz?"
Eğer misak anında
yaptığınız ahdinizi unutmuş iseniz, işte size hatırlatıyorum!..
"Allah'ın
üzerinizdeki nimetini ve: 'İşittik ve itaat ettik" dediğinizde sizi, kendisiyle
bağladığı sözünü (Misakını) anın."
Bütün bunlar,
hatırlatıldıktan sonra ve insanlara fıtrat nizamı tebliğ edilip Allah'a davet
edildikten sonra, insanlar inadına bu tebliği reddedip, bu davete icabet
etmiyor ve Rabbleri Allah'a şirk koşup isyan ediyorlarsa, bilsinler ki:
"Şübhesiz Allah,
sinelerin özünde olanı bilendir."
Bundan dolayı,
Allah'dan hiçbir şeyi gizleyemezler... Her şey apaçık beyan olunduğu gibi,
gizlinin en gizlisi, Allah tarafından bilinmektedir.
O hâlde:
Allah'dan korkup
sakının!"
Yegâne Rabbimiz Allah,
insan kullarını, cehalet, şirk ve küfür karanlıklarından nura, yani Tevhid
nuruna, İslâm nuruna çıkarması için Rasul kuluna apaçık ayetleri indir-
mistir... Rabbimiz
Allah, insan kullan için çok şefkatli, çok merhametli, çok affedici olduğundan,
onlara hakikatlan beyan ediyor, unuttuklan kulluk vazifelerim hatırlatıp öğüt
veriyor...
Rabbimiz Allah,
muvahhidlerin önderi olan Rasulü Muhammed (s.a.s.)'e de, hatırlatma ve öğüt
vermeyi emrediyor:
"Sen, öğüt verip
hatırlat, çünkü gerçekten Öğütle hatırlatma, mü'minlere fayda verir.[14]
Rasuller, gönderilmiş
oldukları cahiliyye toplumlan-na bütün bu doğrulan, bu güzellik ve hayırlı
olanı, onların üzerlerine merhamet kanatlarım gererek beyan etmişlerdir... En
son Nebî ve en son Rasul olan Önderimiz Rasulul-lah (s.a.s.)'in bu konudaki
gayreti, mücadelesi ve mücahe-desi, en ince noktalarıyla gözönündedir...
İnsanoğlunun işlediği
ve işleyeceği en büyük suç, Rabbi Allah'a karşı vefasızlık suçudur...
"Allah'ın yegâne Rabbi olduğunu" ikrar edip söz veren bir insan,
dünya hayatında bu sözüne rağmen Allah'dan başka rabblere yönelir, başkalarım
Allah'ın ortağı kılıp onları ilâh edinecek olursa, Allah'a karşı vefasızlığın
en korkuncunu işlemiş olur... Hayatının hepsi Allah için olması gerekirken [15]hayatının
her zerresine egemen olan Allah olmasına rağmen, hayatının bir bölümünü Allah
için kılıp, diğer bölümünü bir başkası için emre amade eden kişinin bu tavn,
şirkten başkası değildir...
Hayatının bir kısmında
Allah'ın hükümlerine tabi olan,
hayatının diğer kısmında bilerek ve inanarak Allah'dan başkalannın hükümlerine
tabi olup itaat ederse, işlediği şirk suçudur ve Allah'a karşı en korkunç
vefasızlığı yapmış olur... Rabb olarak yalnızca Allah'ı tanıyan, sonradan
başka rabbler edinmesi, hayatını, o sonradan edindiği Allah'dan başka rabbler,
yani egemen tağutların arzularına, hükümlerine göre düzenleyen kişi, şirk
suçunu işlemiştir... İşte Allah'ın affetmeyeceğini beyan buyurduğu suç, bu
vefasızlık suçu, yani şirk koşulmasıdır...
"Gerçekten Allah,
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini
bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş
olur.[16]
Enes b. Malik (r.a.)
şöyle der:
Rasulullah (s.a.s.),
her hutbesinde şunları tekrarlardı:
"Emanete hiyanet edenin
imanı yoktur. Ahdini ve va'dini bozanın da dini yoktur. [17]
Abdullah İbn Ömer
(r.a.)'nm rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Verdiği sözde
durmayıp cayan gadredici (vefasız) kimse için Kıyamet gününde bir bayrak
yükseltilir de (kendi ismi ve babasının ismi söylenerek):
Bu, falan oğlu filanın
ahd ve sözünde durmaması-dır, denilir.[18]
Âlemlerin Rabbi Allah,
yalnızca kendisine itaat ve ibadet etsinler diye yaratmış olduğu insan kullan,
nankörlük yapar, vefasız olur, itaat konusunda bir başkalarına tabi olur ve
böylece şirk koşarsa, Allah ile yaptığı sözleşmeyi bozmuş ve Misak'a ihanet
etmiş olur... Böyle bir ihanetin cezası, ebedî cehennemdir...
Enes b. Malik
(r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Allah (Kıyamet
gününde), cehennemliklerin azabca en hafif olan birine:
Yeryüzünde mal olarak
ne varsa hepsi senin olsa, şu azabdan kurtulmak için onu feda eder miydin? diye
soracaktır.
Oda:
Evet, feda ederim ya
Rabbi, diyecek. Bunun üzerine Allah:
Fakat sen, Âdem atanın
sulbünde iken ben, senden (şimdi göze aldığın fedâkârlıktan) daha ehven bir şey
istemiştim ki, bana ortak koşmaman ve nankörlük etmemendi.
Fakat sen (dünyaya
gelince Tevhid'den) çekinip müşrikli-ğe yapıştın!, diyecektir.[19]
Şirk, kulun, yegâne
Rabbi Allah'3 karşı ortaya koyduğu korkunç ihanettir... Bu ihaneti, ancak iman
ortadan yok eder... İman; ihanetin elini, kolunu bağlar ve bir daha ortalıkta
görülmeyecek şekilde onu gömer, kendinden uzaklaştır... İman, kulun, Misak
anında Rabbi Allah ile yaptığı ahdine sadık kalması ve vefa göstermesidir...
Şirkten, küfürden, bid'at ve hurafeden tamamiyle arındırılmış katıksız bir
iman, Allah'a olan kulluk borcunun tam ödenmesi ve Rabbimiz Allah'ın rızasının
kazanılmasıdır...
Ebu Hureyre
(r.a.)'dan;
Rasulullah (s.a.s.)
şöyle buyurur:
"İman, ihaneti
bağlamıştır. Mü'min, ihanet etmez. [20]
Tevhid üzere yaratılan
insanın yaratılış gayesi, yalnızca Allah'a gereği üzere kul olmak ve emredilen
şekilde hareket etmek, yani ibadet eylemektir...
"Ben, cinleri de,
insanları da, yalnızca bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.
Ben, onlardan bir nzık
istemiyorum ve onların beni doyurup beslemelerini de istemiyorum.
Hiç şübhesiz, rızık
veren O, metin kuvvet sahibi Allah 'dır.[21]
Bu ayetlerden net
anlaşıldığı gibi, Allah Teâlâ, insan kullarını, yalnızca kendisim tanısınlar,
O'nun emrettiği şekilde yaşasınlar, tağutlara itaat etmeyip bütün itaati kendisine
yapsınlar diye yaratmıştır... Bir Rabb vardır, O, Al-lah'dır... Bir de kul
vardır, o da insandır.. Kul, kulluğunu bilip kul olarak kaldığı ve yegâne Rabb
Allah'a itaat ettiği müddetçe muhteremdir, değerlidir ve kendisinden razı olunacak
bir makamdadır... Eğer kul, haddini aşar, kul olmayı beğenmez, Rabbi Allah'ın
egemenliğine rıza göstermez de, yeryüzüne kendisi egemen olmaya kalkışır ve
rabblik makamına göz diker, egemen olduğu bölgede rabb ve ilâh olduğunu iddia
ederek isteyerek, ya da zorla boyun eğdirirse, o kul veya kullar, tamamen
sapılmışlardır... Hevalarım ilâh edinen bu sapmış azgın kullar, birer tağut
olmuşlardır... Allah'a karşı baş kaldırmış, göklerde de ilâh, yerde de ilâh
olan Allah'ın, yerde ilâh oluşunu reddetmişlerdir... Eğer politik davranarak
sözleriyle reddetmiyorsa, egemenliği gasbetmekle hâl ve hareketiyle, Allah'ın
egemenliğini ve kanunlarını reddetmeyi ortaya koymuşlardır...
Adalet, yaratılmış
olan varlığı, yaratılmış olduğu gaye doğrultusunda bulunması gerekli olan
yerine koymak veya konulmasıdır... Zulüm ise, yaratılmış olan varlıkları,
yaratılış gayesinin aksine, bulunması gerekli olan yere koymamaktır... Kul,
kul olduğu müddetçe, kulluğunu bilip, yegâne Rabbi Allah'a karşı ibadet ederek
itaat ettiği ve bunu düzenli bir şekilde sürdürdüğü müddetçe, adalet üzere
hayatına devam eder... Fakat aciz bir insan kul iken bulunduğu
yerde veya ülkede haddini aşar da, insanların
üzerine egemen olur ve onlara rabblik veya ilâhlık yapmaya kalkıştığı zaman,
zulmün en korkuncunu işlemiş olur. Çünkü böyle bir durum, şirk hâlidir... Kendi
egemenliğini, Allah'ın egemenliğine tercih etmesi, kendi arzularından
kaynaklanan kanunları, Allah'ın hükümlerinden üstün tutması, onları yürürlükte
tutup, Allah'ın hükümlerini yürürlükten kaldırması, şirkin tâ kendisi olup en
korkunç bir zulümdür...
"Hani Lokman
oğluna nasihat ederek demişti ki: 'Ey oğlum, Allah'a şirk koşma! Hiç şübhe yok
ki şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.[22]
Abdullah îbn Mes'ud
(r.a.) şöyle anlatıyor:
"İman edip de
imanına zulüm karıştırmayanlar, işte emin olmak ancak onların hakkıdır. Doğru
yola giden de onlardır.[23]
ayeti indiği zaman bu, müslümanlara ağır geldi de:
Ya Rasulullah, bizim
hangimiz nefsine zulmetmez" ki? dediler.
Rasulullah (s.a.s.):
"Bu ayetteki
zulüm, sizin anladığınz gibi değildir. Bu zulüm, ancak şirktir. Lokman'in
oğluna öğüt verirken: 'Ey oğlum, Allah'a şirk koşma. Hiç şübhe yok şirk, büyük
bir zulümdür.[24] buyurdu. [25]
İnsanın, Rabbi Allah'ı
tanıması, O'na şirk koşmadan itaat edip ibadet etmesi, yani gerçek mânâda kul
olması, en büyük makamdır... İnsanoğlunun olgunlaşmak ile elde edeceği büyük
makam ve en üstün rütbe, Allah'a kul olmak makam ve rütbesidir...
İnsanlık âleminin
Efendisi ve "Âlemlere rahmet olarak gönderilen[26]
Rasululah (s.a.v.), yegâne Rabbimiz Allah'a kul olmakla iftihar etmekte,
kendisinin bir kul olduğunu ve kendisine Allah'ın kulu demelerini beyan buyurmaktadır...
Atâ b. Rabâh (rh.a)
şöyle anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.)
yanma bir zat girdi. (Bu sırada) RasuluUah, bir yastığa yaslanmış oturuyordu.
Önünde de içinde ekmek bulunan bir tabak vardı. Ekmeği tabaktan alıp yere koydu
ve yastıktan beri çekilerek:
"Ben, sadece bir
kul gib yiyip içen, oturup kalkan bir kulum." buyurdu. [27]
Emiru'l - Mü'minin
İmam Ömer (r.a.), minberin üzerinde şöyle diyordu:
Ben, RasuluUah
(s.a.s.)'den işittim:
"Nasranîlerin
(Hıristiyanların) Meryem oğlunu (İsa'yı) bâtıl ve aşırı surette medhettikleri
gibi sakın sizler de, beni medhde aşırı gitmeyiniz. Şübhesiz ki ben, ancak
bir kulum. Onun için bana, Allah'ın kulu
ve Rasulü deyiniz!" buyurdu. [28]
İnsanları yalnız
kendisine ibadet etsinler diye yaratan Rabbimiz Allah'ın bu buyruğunu izah
etmek için İmam İbn Kesir (rh.a) şunları kaydeder:
"Onlara muhtaç
olduğumdan dolayı değil, sadece onlara bana ibadet etmelerini emretmek için
yaratmışımdır."
İbn Abbas'dan
rivayetle Ali İbn Ebu Talha, "Bana kulluk etsinler diye yarattım."
kısmını şöyle açıklar:
İsteyerek veya
istemeyerek bana ibadeti kabul ve ikrar etsinler diye yarattım.
İbn Cerir de, bu
açıklamayı tercih ediyor. İbn Cureyc ise:
Ancak beni tanısınlar
diye yarattım, şeklinde açıklar.
Rebi' İbn Enes,
burayı:
Ancak ibadet etsinler
diye yarattım, şeklinde tefsir etmiştir.
Süddî der ki:
İbadetin fayda vereni
de, fayda vermeyeni de vardır.
"Andolsun ki,
onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan muhakkak: 'Allah' derler.[29]
İşte bu, onlar için
bir ibadettir. Ancak şirk ile beraber olduğu için onlara fayda verecek
değildir.
Ed-Dahhak der ki:
Burada kasdedilenler
müzminlerdir.[30]
Ed-Dahhak (rh.a)'in de
beyan ettiği gibi, Âlemlerin Rabbi Allah'a ancak muvahhid mü'min olanlar gereği
gibi itaat ve ibadet ederler... Çünkü onlar, katıksız iman sahibi ve yaratılış
gayelerinin idrakinde olan izzet sahibi şahsiyetlerdir... Rabbleri Allah'a
verdikleri Misak'a sadık kalmış, yeryüzündeki hayatlarında tamamen Allah'a
teslim olmuş, O'na hiçbir şeyi ortak etmeden, O'nu Tevhid etmişlerdir... İman
noktasında sapasağlam, amel noktasında takva üzere yaşamaya gayret edenlerdir
muvahhid mü'minler... Gerek ferdî, gerek ailevî, gerekse toplumsal
hayatlarında, Allah Teâlâ'nın emri gereği ve Rasulullah (s.a.s.)'in Sünneti'nin
icabı ne ise, ona azamî dikkat ederek, hayatlarında uygulamaya gayret eden muvahhid
mü'minler, yegâne hayat nizamı İslâm'ı bütünüyle kabul etmişlerdir...
Misak sözleşmesine
sadık kalan muvahhid mü'minler, Rabbleri Allah'ın kendilerine verdiği
emirleri, hem uygulamakta, hem de diğer insanlara tebliğ etmektedirler...
Rabbimiz Allah,
muvahhid mü'min kullarına şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Rabbbim
gerçekten beni doğru bir yola iletti. Dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif
(muvahhid) dinine... O, müşriklerden değildi.
De ki: 'Şübhesiz benim
namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır
(Allah içindir).
O'nun hiçbir ortağı
yoktur. Ben, böyle emrolundum ve ben, müslüman olanların ilkiyim.'
De ki: 'O, her şeyin
Rabbi iken ben, O'ndan başka bir rabb mı arayayım? Hiçbir nefis, kendi
aleyhinden başkasını kazanmaz. Günahkâr olan bir başkasının günah yükünü taşımaz.
Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz
şeyleri haber verecektir.[31]
Muvahhid mü'min
müslüman, Âlemlerin yegâne Rabbi Allah'dan başka bir rabb, bir ilâh ve bir
melik, yani egemen otorite kabul etmeyen izzet ve şeref sahibi bir şahsiyettir...
Muvahiddir, çünkü Rabbi Allah'ı Tevhid etmiştir... Mü'mindir, çünkü Rabbi
Allah'a ve O'nun inanmasını buyurduğu iman ilkelerine hiçbir şübhe duymadan ve
hiçbir şeyi şirk koşmadan katıksız bir şekilde iman etmiştir... Müslümandır,
çünkü Rabbi Allah'ın bütün emirlerine tam teslim olup itaat ederek amel
işlemektedir...
Muvahhid mü'min kul,
bu hâl üzere iken, kendisini hidayete ulaştırdığı için Rabbi Allah'a sonsuz
hamd ve şükretmektedir...
"Rabbim gerçekten
beni doğru bir yola iletti. Dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif (muvahhid)
dinine... O, müşriklerden değildi." beyanında bulunan muvahhid mü'min,
namazı, bütün ibadetleri, hayatı ve ölümü Allah için olduğunu tasdik ve ikrar
ederek, Rabbi Allah'ın hiçbir ortağının olmadığını ilân etmektedir... Böyle
olması ve böyle söylemesi, Rabbi Allah' ona bir emridir... Âlemlerin Rabbi
Alİah, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yegâne Rabbi ve İlâhıdır.
Hakikat bu iken, muvahhid mü'min, Al-lah'dan başka bir rabb, bir ilâh
arayamaz... Böyle bir teklifi, hem Misak anında verdiği söz ile hem dünya
hayatındaki Tevhidî akîdesi ve tavrı ile reddetmiştir...
Muvahhid mü'min,
"îkrah-ı Mülci" olmadığı müddetçe Tevhid'e aykırı hiçbir şeyi
yapmayan bir şahsiyettir... İkrah-ı Mülci sırasında, kalbi imanla dopdolu
olduğu hâlde, iman, onun kanına ve iliklerine karıştığı hâlde Tevhid'e aykırı
bir söz söylemesi, Rabbimiz Allah'ın verdiği bir ruhsat [32]
olduğunu bilen muvahhid mü'min, bu ruhsatı kullanırken çok hassas olmalı,
nefsanî te'villerle bu ruhsatın ulu-orta gündeme gelmemesi gereklidir... Herkesin
kazandığı günah, kendi s inedir... Kimse, kimsenin günahını yüklenmez... Ancak
onun günah işlemesine vesile olmuş ise, ayrıca günah yüklenir... O günahı işleyenin
günahı, işleyene aiddir...
Ebu Hureyre (r.a.)'ın
rivayetiyle şöyle buyuruyor Ra-sulullah (s.a.s.):
"Bir kimse doğru
bir yola davet ederse, ona tabi olanların ecirleri kadar kendisi için ecir
olur. Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Ve eğer her kim bir
dalâlete davet ederse, ona tabi olanların günahları kadar kendine günah olur.
Bu, tabi olanların günahlarından hiçbir şey eksiltmez." [33]
Muvahhid mü'min, her
şeyiyle Rabbi Allah'a teslim olmada, önderi Rasulullah (s.a.s.)'i izlemektedir...
Rasulullah (s.a.s.)'in Sünneti, yani yaşantısı Allah Teâlâ'nın razı olduğu bir
yaşantıdır... O'nun Sünnet'ine tabi olup yaşamak, Allah'ın sevgisini ve
rızasını kazanmaktır..[34]
Emir'ül - Mü'minin
İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.), Rasulullah (s.a.s.)'in namaza kalktığı vakit şu
duayı okuduğunu rivayet eder:
"Yüzümü hak dine
meylederek, göklerle yeri yarada-na çevirdim. Ben, müşriklerden değilim.
Şübhesiz ki, benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, Alemlerin Rabbi
olan Allah'a aiddir. O'nun hiçbir şeriki yoktur. Ben, bununla emrolundum ve
ben, müslümanlardanım. Allah'ım, Melik ancak sensin! Senden başka hiçbir ilâh
yoktur. Sen, benim Rabbimsin. Ben de senin kulun! Nefsime zulmettim. Günahımı
da itiraf eyledim. Binaenaleyh bütün günahlarımı bana bağışla. Çünkü günahları,
senden başka affedecek yoktur.
Beni, ahlâkın en
güzeline hidayet buyur. Onun en güzeline Senden başka hidayet eyleyecek
yoktur. Kötü ahlâkı benden def eyle. Onu, senden başka benden def edecek
yoktur. Senin emrine tekrar tekrar icabet eder, dinine tekrar tekrar tabi
olurum.
Bütün hayırlar, Senin
yed-i kudretindendir. Şerr, Sana aid değildir. Varlığım Seninledir, sonu da
sana müntehidir. Mübareksin, yücesin, Senden mağfiret diler, Sana tevbe
eylerim. [35]
İmam Kurtubî (rh.a)
şunu kaydeder:
Bu hadisi, Dârakutnî
de rivayet etmiş olup, sonunda şöyle demektedir:
Bize, en-Nadr b.
Şumeyl'den ulaştığına göre -ki o, dil ve diğer alanlarda ilim adamlarındandı-
şöyle demiştir:
Rasulullah
(s.a.s.)'in: "Şerr ise, sana nisbet olunmaz." sözünün anlamı şudur:
Şerr, kendisiyle Sana yaklaşılacak amellerden değildir, demektir.[36]
"Şerr Sana aid
değildir." cümlesi, te'vîlî icab eden bir sözdür. Çünkü Ehl-i Hakkın
mezhebine göre, hayır olsun, şerr olsun bütün hadisatı Allah Teâlâ, halk
etmiştir. Hâl böyle olunca "Şerr Sana aid değildir." cümlesini te'vil
vacib olur.
Nevevî'nin beyanına
göre, bu hususta beş kavil vardır:
1) Bu
cümlenin mânâsı: "Şerr ile Sana kulluk edilmez." demektir.
İmam Halil b. Ahmed
ile Nadr b. Şumeyl, İshak b. Rahuye, Yahya b. Main, Ebu Bekri). Huzeyme, Ezherî
ve diğer bir takım ulemânın kavilleri budur.
2) Bu
cümlenin mânâsı: "Şerr, yalnız başına Allah'a izafe edilmez,"
demektir. Mesela: Ey maymunlarla hınzırların halikı! Ve ey şerrin rabbi,
denilmez.
3) Mânâ:
"Kötü şeyler Sana arzolunmaz. Sana ancak iyi sözler ve güzel ameller
arzolunur ya Rabbi" demektir.
4) Bu sözden
murad: "Ya Rabbi, şerr, sana nisbetle şerr değildir. Çünkü Sen, onu büyük
bir hikmetle halk ettin. Şerr, ancak mahluklara nisbetle kötüdür."
demektir.
5) Hattabî'nin
rivayetine göre bu söz: 'Senden ma'-dud değildir." manasınadır.
"Varlığım
Seninledir, sonu da sana müntehidir." Yani Sana iltica ederim,
muvaffakiyetim ancak Seninledir.[37]
Rabbimiz Allah Teâlâ,
şirk suçundan, başka suçlardan dilediğini affedeceğim beyan buyurduktan sonra
şöyle buyurur:
"Kim Allah'a şirk
koşarsa, elbette o, uzak bir sapıklıkla sapmıştır. [38]
Emiru'l - Mü'minin
İmam AH b. Ebi Talib (r.a.), şirk suçunun dışındaki suçların affından dolayı
büyük bir umut taşıyor ve sevinç içinde olduğunu beyan ediyor... İnsanoğlu,
Allah Teâlâ'yı Rabb, İlâh ve Melik olarak kabul edip, O'na şirk koşmadıkça ve
şirkden başka bir günah işlemiş durumda olsa bile, inşaallah Rabbimiz Allah,
onu affeder.. Ya bütünüyle affeder, ya da günahının cezası olarak azab
gördükten sonra affolunur ve Tevhid ehli olduğu için cennete girer...
Şöyle diyor Emiru'l -
Mü'minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.):
Kur'an'da:
"Hiç şübhesiz
Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan)
dilediğini bağışlar.[39] ayetinden
daha sevimli bir ayet yoktur.[40]
Rabbimiz Allah, bu
konuda şöyle buyurur: "O (Allah), kendisine ortak koşana şübhesiz cenneti
haram kılmıştır. Onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. [41]
"Şübhesiz inkâr
edenler ve Allah yolundan alıkoyanlar gerçekten uzak bir sapıklıkla
sapmışlardır.
Gerçek şu ki, inkâr
edenler ve zulmedenler; Allah, onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da
iletecek değildir.
Ancak onda ebedî
kalmaları için cehennem yoluna (iletecektir). Bu da, Allah'a pek kolaydır. [42]
"Kim imanı
tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, ahirette
hüsrana uğrayanlardandır. [43]
Şübhesiz, ayetlerimizi yalanlayanlar ve
onlara karşı büyüklenenler; onlar için göğün kapılan açılmaz ve halat (ya da
deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz, suçlu
günahkârları işte böyle cezalandırırız.
Onlar için cehennemden
yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz, zulme sapanları işte böyle
cezalandırırız.[44]
"Şübhesiz inkâr
edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar, sonra ölenler, işte Allah, onlara
kesinlikle mağfiret etmeyecektir. [45]
Ebu Bekre (r.a.) şöyle
demiştir: Rasulullah (s.a.s.) üç kerre:
"En büyük
günahların en büyüğünü size haber vereyim mi?" buyurdu.
Sahabîler:
Evet, haber ver ya
Rasulullah, dediler. Rasulullah (s.a.s.):
"Allah'a ortak
koşmak, ana-babaya eziyet vermek." buyurdu.
Dayanmakta iken oturdu
da:
"İyi dinleyin!
Bir de yalan yere şahidlik etmektir." buyurdu. [46]
Abdullah İbn Mes'ud
(r.a.) şöyle demiş: Ben, Rasulullah (s.a.s.):
Allah indinde hangi
günah en büyüktür?
"Allah, seni
yarattığı hâlde Allah'a benzer bir eş uy-durmandır." Buyurdu.[47]
Selman el-Farisî
(r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Günah vardır
bağışlanmaz, günah vardır kişinin yanına bırakılmaz, günah vardır bağışlanır.
Bağışlanmayacak günah,
Allah'a ortak koşmaktar. Kişinin yanına bırakılmayacak günah, insanların
birbirlerine zulmetmesidir. Bağışlanacak olan günah ise, Allah ile kul
arasında kalan günahtır. [48]
Rabbimiz Allah'ın bu
ayetlerinden ve önderimiz Rasulullah (s.a.s.)'in bu hadislerinden, şirk suçu
net olarak anlaşılmıştır kanaatindeyiz... Şirk nedir, müşrik kimdir? sorulan öz
ve özet olarak cevab bulmuştur... Yaratılış gayesi olan, Allah'ı Tevhid etmek,
O'ndan başka rabb tanımamak, O'ndan gaynsına itaat ve ibadet etmemek konusu,
bu delillerden sonra itiraz edilmeyecek şekilde izah olunmuştur...
Kaydedilen bu deliller
ve beyan edilecek diğer deliller, Allah'ın akıl nimetini verdiği, bu nimeti
kullanabilen her insan için yeterlidir... Bu insanın, şirki ve tağutu inkâr ile
reddetmesi için, Allah'ı yegâne Rabb olarak kabul edip, yalnızca O'na itaat ve
ibadet etmesi kâfidir...
Bütün bunlardan sonra
dünyanın neresinde olursa olsun bu hakikatlari duyan ve idrak eden bir insan
için herhangi bir özür kalmamıştır... Eğer bunları duymuş, kendisine,
kendisinin anlayacağı bir şekilde izah edilmiş ve hâlâ tağuta itaat etmeye
devam ediyor, hâlâ yegâne hayat nizamı olan İslâm'ı her şeyi ile kabul
etmiyorsa, o kişi kim olursa olsun korkunç bir zulüm işliyor ve işlemeye devam
ediyordur... Bu zulüm, büyük bir zulüm olan Allah'a ortak koşmaktır... Bu şirk
suçunu işleyenler, kendilerine, makam ve mevkilerine bir başkasının ortak
olmasına asla rıza göstermezken, bir başkalarını, eşsiz, benzersiz, ortaksız,
tek ve bir olan Âlemlerin Rabbi Allah'a ortak koşuyorlar...
Bir zengin işveren,
işinde ücretle çalıştırdığı işçilerinin işyerine, servetine, makam ve
yetkilerine ortak olmalarını asla kabul etmez... Toplumun herhangi bir
biriminde yönetici olup, o birimle ilgili egemenlik sahibi olan herhangi bir
insan, yönetmiş olduğu halkın, kendi mevkisine ve yetkilerine ortak olarak söz
sahibi olmasına asla rıza göstermez... Bir aile ortamında bile anne, baba ve
çocukların herhangi birisinin diğerinin görev ve yetkilerine karışması,
onların asla kabul etmediği bir harekettir...
İnsanlar, kendileri
için uygun görmedikleri ve kabul etmedikleri bir şeyi, yegâne Rabbleri Allah
Teâlâ'ya uygun görüyorlar!..
Rabbimiz Allah Teâlâ,
bu konuda şöyle buyurur: "(Allah) size, kendi nefislerinizden bir misal
getirdi.
Size nzık olarak
verdiklerimizde eliniz altındaki kölelerinizin size ortak olup o rızıkta hep
birlikte eşit olmayı ve kendiniz (gibi), hür olan diğer ortaklarınızdan
çekindiğiniz gibi, onlardan da çekinmeyi kabul eder misiniz? İşte akıllarını
kullanan bir topluluk için ayetleri böylece açıklarız.[49]
Bu ayetin iniş sebebi
için Abdullah İbn Abbas (r.a.) şöyle der:
Müşrikler:
"Allahım,
davetine uyarak emrine boyun eğdim. Senin bir ortağından başka ortağın yoktur
ki, o da senindir. Sen, ona ve onun malik olduklarına maliksin." diyerek
telbiye ediyorlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [50]İmam
Fahruddin er-Râzî (rh.a) bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:
"Bu misalin
mânâsı şudur:
Bir kimsenin kölesi,
nasıl malında ona ortak yapılmadığı, efendilere verilen kredi ve itibar onlara
verilmeyeceğine göre, Allah'ın kulları ve mahlukları nasıl Allah'ın ortağı
olabilir ve nasıl onlar için, kendilerine tapılmayı gerektirecek, Allah'ın
ululuğuna denk bir ululukları bulunabilir? Ayetle ilgili bir kaç mesele
vardır:
Birinci mesele,
teşbihten maksad: Tevhid.
Benzetilen ile
benzeyen arasında bir benzerliğin bulunması gerekir. Eğer bu ikisi arasında
bir benzerlik değil <je, bir zıtlık olursa, bu durum, (vaziyete göre) bazen
o teş-frihi te'kid eder, bazen zayıflatır. Buradaki benzerlik yönü malumdur.
Zıtlık da mevcud olup, bu da bu teşbihi kuvvetlendirmektedir. Bu, birkaç
yönden şöyle izah edilebilir:
1) Allah
Teâlâ, "Kendinizden" buyurmuştur. Bu, "Alİah size, önemsiz, noksan
ve aciz olmanıza rağmen lendinizden bir misal getirmiş ve ulu, mükemmel olmasına
ve onca kudretine rağmen, kendisini size kıyas etmiştir." demektir.
2) Allah
Teâlâ; "Eliniz altındaki köleler..." buyurmuştur. Bu,
"Köleleriniz üzerinde mülkiyetiniz vardır ve bu ârizî bir durumdur. Çünkü
bu mülkiyet başkasına geçebilir veya son bulabilir. Bu mülkiyetin başkasına
geçmesi, satış yoluyla olur. Son bulması ise, kölenin azâd edilmesi ile olur.
Halbuki Allah'ın mülkü olanların, Allah'ın mülkiyetinin dışına çıkmaları
kesinlikle mümkün değildir. Dolayısıyla her hususta sizin gibi olmalarına,
hatta insan olma bakımından şu anda sizin gibi olmalarına, öldürmek ve kesmek
suretiyle canlarında ve insanlıkları hususunda tasarruf etme, ibadetten ve
def-i hacetten alıkoyma gibi, üzerlerinde haklarınız bulunmamasına rağmen,
köleleriniz bile sizin ortağınız olamayacağına göre, nasıl oluyor da her yönden
O'nun mülkü olan bir takım mahluklar, Allah'ın ortağı sayılıyorlar."
demektir.
3) Cenâb-ı
Hakk, "Size ihsan ettiğimiz mallarda..." buyurmuştur. Bu, "Sizin
olan şeyler, aslında sizin olmayıp Allah'ındır, Allah'dandır ve O'nun verdiği
nzıklardandır.
Allah'dan olan şey,
gerçekte O'nundur. Dolayısıyla sadece ismen (zahiren) sizin olduğu söylenen
şeylerde ortak kabul etmediğinize göre nasıl oluyor da gerçekte Allah'a aid
olan şeylerde Allah'ın ortağı olabilir?" demektir.
4) Allah
Teâlâ; "Bu hususta onlarla denk olmasını..." buyurmuştur. Yani
"Siz ve köleleriniz, malik olduğunuz herhangi bir şeyde hiç denk olur mu?
Hayır, olmaz. Öyle ise, Allah'ın da malik olduğu şeylerin hiçbirinde ortağı bulunmaz.
Fakat her şey Allah'ındır. Sizin, ilâh olduğunu iddia ettikleriniz ise,
kesinlikle bir şeye, hardal tanesi kadar en u-fak bir şeye bile sahib
değillerdir. Binâenaleyh onlar, ne ulu olduklarından ötürü, ne de size
ulaştırmış oldukları bir menfaat bulunması ile ibadete müstehak
olamazlar." demektir.
Sizin, "Onlar,
bize şefaat edecekler." demenize gelince, bu da sözkonusu değildir. Çünkü
size göre de, hürlere duyulan saygı, kölelere duyulmaz. Gerçekte ve (insanlık)
vasfında size denk olmalarına rağmen, kölelerin bile sizin nezdinizde bir
saygınlığı olmadığına göre, mâliki ile arasında hiçbir surette eşitlik
sözkonusu olmayan memlukle-rin (sahib olunan şeylerin) durumu ya nasıl olur?
İşte Ce-nâb-ı Hakk bu hususta, "Onları emsaliniz herhangi bir (hür iş
adamı) gibi sayar mısınız?" buyurmuştur.
İkinci mesele:
Allah Teâlâ, bununla,
başkasına ibadet etmenin hiçbir makul tarafı olmadığını beyan etmiştir. Çünkü
başka bir varlık, Allah'a ortak olmaya elverişli olmadıklarına göre, onların
ne gerçek mülkleri (hakimiyetleri), ne de mülkleri (malları) vardır. Onların
azametleri yoktur ki, onlara azametlerinden ötürü ibadet olunsun, mülkleri
olmadığı için kendilerinden menfaat de beklenemez. Dolayısı ile
menfaat için de onlara tapılmaz. Kuvvet
ve kudretleri de yoktur. Çünkü onlar, kendileri de kul-köledirler. Sahib
olunmuş bir varlık olan köle ise, bir şeye kadir olamaz, o hâlde emsaliniz
herhangi birinden çekindiğiniz gibi, onlardan çekinmeyin. Öyle ise, nasıl
oluyor da birbirinizden çok, onlardan çekiniyor ve çekinme sebebiyle onlara ibadet
ediyorsunuz?
Daha sonra Allah
Teâlâ; "İşte Biz, ayetleri aklını kul-lancak bir topluluk için böyle
açıklarız." buyurmuştur. Bu, "Biz ayetlerimizi, inanan akıllı
kimseler için, deliller, kesin burhanlar, meseleler ve ikna edici sözlerle
açıklıyoruz. Yani, bu iş bundan sonra ancak aklı olmayanlar için gizli
kalır." Demektir.[51]
İmam Fahruddin er-Râzî
(rh.a)'in bu şahane açıklaması bu doyurucu beyanından sonra, bu ayet-i
kerimeyi anlamayan, tağutu inkâr edip reddederek Allah'a inanmayan için, yine
İmam Fahruddin er-Râzî (r.a.)'nin ifadeleriyle:
"Bu iş bundan
sonra ancak aklı olmayanlar için gizil kain-." demek gerekir...
İmam İbn Kesir (rh.a)
olaya farklı bir açıdan bakmakta ve Allah'a şirk koşanların, batıl iş
işlediklerini delillerle beyan etmektedir... Şunları kaydediyor İmam İbn Kesir
(rh.a):
"Ayetin anlamını
şöyle özetleyebiliriz: Elbette sizden birisi buna razı olmaz. O hâlde Allah'a,
O'nun yarattıklarından nasıl eşler, denkler uyduruyorsunuz? Bu, Alİah Teâlâ'mn
şu kavli gibidir:
"Beğenmediklerini
Allah'a mal ederler.[52]
Burada, kızlar
kasdedilmektedir. Zira onlar, Allah'ın kullan olan meleklerin, dişiler olduğunu
ileri sürüyor ve Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı. [53]
"Onlardan birine,
bir kızı olduğu müjdelenirse, yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü
müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Utana utana tutsun mu, yoksa toprağa
mı gömsün? [54]
Onlar, kız
çocuklarından hoşlanmıyorlar, fakat meleklerin Allah'ın kızları olduğunu
söyleyerek kendileri için razı olmadıkları bir şeyi Allah'a nisbet ediyorlardı.
İşte bu, küfrün en ağındır. Bu makamda da anlatılıyor ki:
Onlar, Allah'ın
yarattıklanndan ve kullarından O'na ortaklar koşuyorlar. Halbuki onlardan
birisi, kölesinin malında kendisine eşit olacak ve dilerse malını onunla beraber
paylaşacak bir ortağı olmasını, hiçbir şekilde kabule yanaşmamaktadır. Allah
Teâlâ, elbette bundan yücedir, uzaktır. [55]
Şirk cephesinde yeni
bir şey yok!.. Şirk cephesi, inancıyla, ideolojisiyle, hâl ve hareketleriyle
dünkü şirk cephesinin aynısıdır!.. Bugünkü şirk cephesi ile dünkü şirk cephesi
arasında sadece yüzyıllar veya bin yıllar diye beyan ediien zaman farkından,
dün ve bugün diye isimlendirmeden başka bir fark yoktur...
Dünkü cahil, yobaz,
gerici müşrikler, kendileri için asla kabul edemeyecekleri teklifler ve
vasıflan, -hâşâ Allah'a yakıştırıyor ve uygun görüyorlardı... Bugünkü cahil,
yobaz, gerici müşrikler de seleflerinin izinden giderek
kendileri için teklif edildiğinde asla
kabul etmedikleri vasıfları, Allah'a uygun görüyor ve Öylece kabul
ediyorlar... Kendilerinin bulunmuş olduğu konumda elde ettikleri egemenlik
yetkisine hiç kimsenin ortak olmasını istemez iken, yalnızca Allah'a aid olan
yeryüzü egemenliğine kendilerini ortak etmiş, hatta bulunduklan bölgede
kendilerini kayıtsız - şartsız egemen kabul etmişlerdir... Allah'ın hükümlerini
bir yana bırakmış, kendi heva (istek ve arzu)la-nndan kaynaklanan hükümleri
hayata hakim kılmışlardır... Toplumsal hayatta, Allah'ın hükümlerine hiç söz
hakkı, hiç hayat hakkı tanımamış ve tamamen yürürlükten kaldırmışlardır...
Birileri çıkıp onlara aid olan hükümleri, onların Allah'ın hükümlerini
toplumsal hayattan kaldırdıkları gibi, kaldırmaya kalkışacak olursa, böyle
birilerine egemen olanlar toptan savaş ilân ederler... Onu vatan haini, millet
düşmanı, yıkıcı, bölücü, anarşist ve terörist olarak kabul eder, bütün
imkânları kullanır, onu yok ederler... Böylece vatanı kurtarmış, milletin
birlik ve beraberliğini sağlamış olurlar... Böyle inanır, böyle hareket
ederler...
İşgal edilmiş İslâm
topraklanndaki egemen tağutlar, Allah'ın hükümlerini, yani yegâne hayat nizamı
olan İslâm'ı toplumsal hayatta yürürlükten kaldırıp bir daha yürürlüğe
konulmasın diye her türlü önlem alırken, muvahhid mü'min müslümanların buna
razı olup, hiçbir karşı koyma hareketinde bulunmayıp sessiz sedasız boyun eğerek
itaat etmesini isterken ve böyle davranmayanları korkunç cezalarla cezalandırırken,
kendi heva (istek ve tutkularından kaynaklanan hükümlerini kısmen bile olsa değiştirmeye,
yürürlükten kaldırmaya çalışanlara karşı, en korkunç silahlan
kullanmaktadırlar...
Allah'ın hükümleri
sözkonusu olunca böyle!... Kendi hükümleri sözkonusu olunca Öyle!..
İşte milyonlarca
mazlum ve mustaz'afların esaret altında yaşamış olduğu işgal edilmiş İslâm
topraklarındaki acı tablo!.. İşte yıllardır mustaz'af muvahhid mü'minlerin
kanlarının akıtıldığı işgal edilmiş İslâm topraklarındaki perişan durum!...
İşte işgalci tağutlarm Allah'ın hükümlerini kaldırdıkları için kendilerine
karşı gelen muvahhid mü'minlerin kanlarını oluk oluk akıtıp sulamış oldukları
şehidler diyarı olan İslâm topraklan!.. Her yerde kesilen muvahhid mü'minlerin
boğazı, her yerde akan onların kanı ve her yerde yıkılıp yakılan onların
yuvası!..
İşte dün, işte
bugün... İşte dünkü Mekke, işte bugünkü zalim tağutlann işgal edip egemen
oldukları İslâm toprakları... İşte dünkü tağutlann ve putlann egemen olduğu
Mekke'de işkence ve zulüm altındaki, Bilâller, Ammarlar, Yasîr-ler,
Sümeyyeler, işte bugünkü işgal altındaki İslâm toprakla-nndaki onlann yolunda
olan muvahhid mü'minler... Tağutlann egemenliği ve zulmü altında esaret
hayatına devam e-den mazlum ve mustaz'af mü'min müslümanlar...
Müstevli egemen zalim
tağutlar, muvahhid mü'minler-den, yürürlükten kaldırdıklan Allah'ın hükümlerine
değil, yürürlüğe koyduklan kendi hükümlerine itaat etmelerini, dolayısıyla
kendilerine ibadet etmelerini istemektedirler... Allah'ın kulu değil, emir
kulu olmalarını emretmektedirler... Kendileri, Allah'a tam teslim olup itaat ve
ibadet etmeyi istemezken, mü'min müslümanlardan kendilerine tam teslimiyet,
itaat ve ibadeti isteyip beklemektedirler... '
Âlemlerin Rabbi Allah,
o zalim tağutlann karakterlerini şöyle beyan buyurur:
"Hayır,
zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve
tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir?
Onlann hiçbir yardımcılan yoktur.[56]
Hevasını, nefsini,
arzu ve isteklerini ilâh edinerek onun emrine ve yönlendirmesine tabi olanlar,
insanları yönetme makamında iseler, kendilerini rabb ve ilâh görmeye
başlarlar... Hem yönetenler, hem de yönetilenler, böyle kabul etti mi,
Fir'avnlık gündeme gelir... Fir'avnî düzenlerin bütünü bu ideoloji üzerine bina
edilmiş, bu inanç ile hareket etmişlerdir...
"Kendi istek ve
tutkularım (hevasını) ilâh edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil
olacaksın?" [57]diye buyuruyor Rabbimiz
Allah...
Hevasını ilâhlaştıran,
dolayısıyla yegâne ilâh ve Rabb Allah'a şirk koşan zalimler, cahilce, yobazca
ve nankörce davranıp ihanet ettikleri için sapmış gitmişlerdir... Sadece
sapmayla kalmamış, egemen oldukları toplumu da, ya eğiterek, ya da zor ile
sapıttırmışlardır... Özellikle işgal ettikleri İslâm topraklanndaki Tevhid
üzere olmaya çalışan toplumlan, yıllar içinde verdikleri gayr-ı İslâmî eğitim
ve öğretim ile hak yoldan batıl yollara sürüklemiş, onlara karşı direnen
muvahhid mü'minlerin direncini zor ile kırmaya çalışmışlardır... Ve İslâm
toprakları, modern cahiliyyenin egemen olduğu bir duruma gelmiştir... Her ne
kadar içinde muvahhid mü'min müslümanlar bulunuyorsa da, genel görünümüyle
cahiliyye toplumu hâline getirilmiştir...
Hâl bu iken, Rabbimiz
Allah şöyle buyurur:
"Öyleyse sen,
yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif/bir muvahhid) olarak dine, Allah'ın o
fıtratına çevir ki, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı
için hiçbir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak
insanların çoğu bilmezler.
Gönülden katıksız
bağlılar olarak, O'na yönelin ve O'ndan korkup sakının, dosdoğru namazı kılın ve
müşriklerden olmayın.
(O müşrikler ki,)
kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır ki,
her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır.[58]
Muvahhid rnü'min
Müslümanlar, her ne kadar topraklan işgal edilmişse de, kendileri esaret
altında birer mustaz'af mazlum olsalar da, egemen tağutların bütün zorlamalarına,
dayatmalarına, eziyet ve işkencelerine rağmen, "yüzünü, Allah'ı (bir
hanif/bir muvahhid) olarak dine, Allah'ın, insanları onun üzerine yarattığı
fıtratına çevirmelidir."
Fıtrat dini, yani
İslâm'ın akidesi, Tevhid'dir. İslâm akidesi, Tevhid akîdesidir... İslâm,
Tevhid'dir; Tevhid, İslâm'ın tâ kendisidir... Her muvahhid mü'min müslüman,
delilleriyle Tevhid, yani İslâm akidesini öğrenir, idrak eder, gereğini hâl ve
hareket olarak yaşarsa, bu durum, bütün ümmet için kurtuluşun tâ kendisidir...
Bu kurtuluşu isteyenler, Tevhid akidesini öz kaynaklarından delilleriyle
Öğrenmeli, kalben tasdik, dil ile ikrar etmelidir... Şimdi Tevhid akidesinin
özelliklerine bakalım!..
[1] Dr. Arif Aytekin, Ehl-i Sünnet İnanç Esasları - Tahâvî
ve Akaid Risalesi, İst. T.Y. sh.46, Md.42.
[2] A'raf, 7/172-174.
[3] A'raf, 7/172
[4] İmam Malik, Muvatta', Kitabu'l - Kader, Hds. 2.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's. Sünnet, B. 17, Hds. 4703. , Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefriru'l -
Kur'ân, B. 8, Hds. 3270. Et - Taberî, A.g.e. c.4, sh.146. İbn Kesir, A.g.e.
c.7, sh. 3134. İmam Ahmed b. HanbeFden.
[5] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru'l - Kur'ân, B.8, Hds.
3271. (Bu hadis, Hasen - Sahihdir.) İbn Kesir, A.g.e. c.7, sh. 3135.
Not: Bu hadisi, Hakim de, Müstedrek'inde Ebu Nuaym el-Fadl İbn Bekîn
kanalıyla rivayet etmiş, Müslim'in şartlarına göre bu hadisin sahih olduğunu,
ancak Buhârî ile Müslim'in onu tahric etmediklerini söylemiştir.
[6] Bkz. Sahih-i Buhârî, Kitabu'1-Cenaiz, B. 79, Hds. 112
-113. -
Kibabu't - Tefsir, B. 236, Hds. 295. Sahih- i Müslim, Kitabu'l - Kader,
B. 6, Hds. 22 - 25.
[7] İbn Kesir, A.g.e. c.12, sh. 6353. İmam Ahmed b.
Hanbel'den. c. 7, sh. 3132. İmam Ebu Cafer İbn Cerîr et - Taberî'den
[8] A'raf, 7/172
[9] Ahzab, 33/7.
[10] İmam Muhammed b. Muhammed b. Süleyman er-Rûdânî,
Cemu'l - Fevaid - Büyük Hadis Külliyatı, çev. Naim Erdoğan, İst. T.Y. c. 4,
sh. 62, Hbr. 6970. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inin Zevaid'inde, c.5, sh,135'den.
Et - Taberî, A.g.e. c.4, sh. 147. İbn Kesir, A.g.e. c.7, sh.3136 - 3137.
[11] Bkz. Nahl, 16/36.
[12] Maide, 5/7.
[13] Hadid, 57/8 - 9.
[14] Zariyat, 51/55.
[15] Bkz. En'am, 6/162.
[16] Nisa, 4/48.
[17] İmam Hafız el-Munzirî, Hadislerle İslâm - Terğib ve
Terhib, çev. A. Muhtar Büyükçınar, vdğ. İst. 1986, c.6, sh.17, Hds. 21. Ahmed,
Bezzar, Taberânî, "Evsat"ında, İbn Hibban, "Sahihinde rivayet
etmiştir.
İmam Suyutî, Camiu's - Sagir Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail
Mutlu, vdğ. İst. 1996, c.3, sh.425, Hds.3848 (9704) Ahmed b. Hanbel, Müsned,
c.3, Sh.135,154,210,251'den.
[18] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l, Edeb. B.99. Hds. 199 - 200.
Sahih-i Müslim, Kitabu'l - Cihad ve's, Siyer, B.4, Hds. 9 -16. Sünen-i
Tirmizî, Kitabu's - Siyer, B.27, Hds. 1630. Sünen-İ Ebu Davud, Kitabu'l -
Cihad, B.150, Hds. 2756. Sünen-i îbn Mace, Kitabu'l - Cihad, B.42, Hds. 2873.
Sünen-i Dârimî, Kitabu'l - Buyu', B.ll, Hds. 2545.
[19] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l - Enbiya, B.2, Hds.9.
Sahih-i Müslim, Kitabu Sıfatu'l - Münafıkin, B.10, Hds. 51 - 53. Et -
Taberî, A.g.e. c.4, sh.147. Aynı sahifede yer alan 89 nolu dipnotta aynı
hadisin, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.3 sh,127'de bulunduğu kaydedilmiştir.
[20] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'l - Cihad, B.157, Hds. 2769.
İmam Suyutî, A.g.e. c.2, sh. 183, Hds. 1679 (3098). Ahmed b. Hanbel, Müsned.
c.l, sh.166 - 167'den.
[21] Zariyat, 51/56-58.
[22] Lokman, 31/13.
[23] En'am, 6/82
[24] Lokman, 31/13
[25] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l Enbiya, B.43, Hds.101.
Sahih-i Müslim, Kitabu'l - İmam, B.56, Hds.197. Sünen-i Tirmizî, Kitabu
Tefsiru'l - Kur'ân. B.7, Hds. 3261. İbn Kesir, A.g.e. c.6, sh.2722. İmam Ahmed
b. Hanbel, (Müsned, c.l, sh.424)'den.
Et - Taberî, A.g.e. c.3, sh.518.
[26] Bkz. Enbiya, 21/107.
[27] Ahmed İbn Hanbel, Kitabu'z - Zühd, çev. Mehmed Emin İnsanoğlu,
İst. 1993, c.l, sh.17, Hds.19, 21.
İmam Suyutî, A.g.e. c.l, sh.26, Hds.9 (14). Ebu Ya'lâ ve İbn Hibban'dan.
[28] Sahih-i Buhârî, Kİtabu'l - Enbiya, B.50, Hds. 115.
Şünen-i Dârimî, Kitabu'r - Rikak, B.68, Hds.2787. İmam Tirmizî, Şemail-i Şerif,
Çev. Hüsameddin Nakşibendî, Sdş. Mehmed Sadık Aydın, İst. T.Y. Sh.334, B.2I,
Hds.l. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.l sh.23 - 24 ve 47.
[29] Lokman, 31/25
[30] İbn Kesir, A.g.e. c.13, sh.7496.
[31] En'am, 6/161-164.
[32] Bkz.NahI, 16/106. Ayet ve tefsirlerine.
[33] Sahih-i Müslim; Kitabu'i. ilm, B.6, Hds.16. Sünen-i
Ebu Davud, Kitabu's - Sünnet, B.7, Hds. 4609. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'i. tim,
B.15, Hds.2813. Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.14, Hds.203 - 207.
[34] Bkz. Âl-Ümrân, 3/31-32.
[35] Sahih-i Müslim, Kitabu Salati'l-Müsafirine, B.26.
HÖs.201.
Sünen-i Tirmizî,
Kitabu'd - Daavat, B.31, Hds.3643. Sünen-i Neseî, Kitabu'l - İftitah, B.17,
Hds. 897. Sünen-i Dârimî, Kitabu's - Salat, B.33, Hds.1241. Sünen-i Ebu Davud,
Kitabu's - Salat, B.118-119, Hds. 760.
[36] İmam Kurtubî, el - Câmiu li-Ahkâmi'l - Kur'ân, çev. M.
Beşir Eryarsoy, İst. 1998, c.7, sh.26O.
[37] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İst.
T.Y. c.4, sh.308 - 309.
[38] Nisa, 4/116.
[39] Nisa, 4/116
[40] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru'l - Kur'ân, B.5,
Hds.3227.
[41] Mâide, 5/72.
[42] Nisa, 4/167-169.
[43] Mâide, 5/5.
[44] A'raf, 7/40-41.
[45] Muhammed, 47/34.
[46] Sahih-i Buhârî, Kitabu'ş - Şehadat, B.10, Hds.19.
Kitabu İstitabetül -
Miirtedin, Hds.2.
Kitabu'l-Edeb,B.6,Hds.7. Sahih-i Müslim, Kitabu'1-İman, B.38, Hds.143.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's - Sıla, B.4, Hds. 1964. İmam Buhârî,
Edebü'l - Müfred, B.7, Hds.15.
[47] Sahih-i Buhârî, Kitabu't - Tevhid, B.41, Hds. 146.
Kitabu'l - Edeb, B.20,
Hds.30. Sahih-i Müslim, Kitabu'l - İman, B.37. Hds.141 - 142. Sünen-i Tirmizî,
Kitabu Tefsiru'l - Kur'ân, B.26, Hds.3394 - 3396.
Sünen-i Neseî, Kitabu Tahrimu'd - Dem, B.4, Hds.4000 -4002.
[48] Taberânî, Mu'cemu's - Sağir Tercüme ve Şerhi, çev.
İsmail Mutlu, İst. 1996. el, Sh.134, Hds.71.
Ayrıca bkz. İmam
Suyutî, A.g.e. c.2, sh.560, Hds.2612 (5355). Bezzar'dan.
İbn Kesir, A.g.e. c.4, sh.1723. İmam Ahmed'den.
[49] Rum, 30/28.
[50] Abdulfettah el - Kâdî, A.g.e. sh.298. Taberânî ve İbn
Mer-deveyh'den.
İbn Kesir, A.g.e. c.12,
sh.6351.
Mekke müşriklerinin
puta tapma olayı ve telbiyeleri için bkz. İbn Hişam, İslâm Tarihi - Siret-i İbn Hişam
Terceme-si, çev. Hasan Ege, İst. 1985, c.l, sh.118 - 119.
İbnu'l - Kelbî, Putlar Kitabı - Kitabu'l - Esnam, çev. Beyza
Düşüngen, Ank. T.Y. sh.26 - 27.
[51] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. c.18, sh.106 - 107.
[52] NahI, 16/62
[53] Bkz. Saffat, 37/149 -157. Zuhruf, 43/19. Necin,
53/27-28.
[54] Nahl, 16/58 - 59
[55] îbn Kesir, A.g.e. c.12, sh.6351.
[56] Rum, 30/29.
[57] Furkan, 25/43. Ayrıca bkz. Casiye, 45/23.
[58] Rum, 30/30-32.