Yegane Dünya Nizamı İslam
Seyyid Kutub
NUR YAYINLARI
TAKDİM
İslâm, her cephesiyle Cihanşümul bir din'dir!.. İtikatta... İbadette...
Adalette... Sosyal olaylarda... Müsamahada... Hoşgö rürlükte... Muamelede...
Hülâsa; dünya ve âhirete taallûk eden bütün hususlarda en mükemmel din'dir!..
İşte bu mükemmel din'in yetiştirdiği mükemmel İslâm camiasını ve İslâm cami
asının zimmîlere ve gayr-i müslimlere kar şı davranışını en güzel şekilde ifade
eden o büyük insan Prof. Dr. Seyyid KUTUB'un bu küçük eserini, metne en yakın
bir ifade ile dilimize çevirmeye çalıştım. Eğer bunu başarabildi isem; kendimi
bahtiyar adde derim.
Mustafa VARLI
TAKRİZ
Evvelki sene Abdul-Hamîd ' Cud-es-Sahhar'ın «Kısas-Üs-Sîre» sini «Peygamberimiz
Efendimiz» is mi altında tercüme ettiği sekiz fasiküllük eserden sonra bu yıl
Mennâ' El-Kattan-ın «İslâmiyette Mülki yet Nizamı»nı temiz bir Türkçeye çevirmiş
olan Ens titümüz talebelerinden Mustafa VARLı’nın bu defa üçüncü - hatta araya
Hz. Ali'den öğütler tercümesini katarsak - dördüncü bir tercüme eseriyle
karşılaşıyo ruz : YEGANE DÜNYA NİZAMI İSLÂM El-Ezher Üniversitesinin
Profesörlerinden Dr. Seyyid Kutub'un bir çok dillere tercüme edilmiş
eserlerinden biridir. Kuvvetli bir anlayış, sağlam bir üslûbun, bilhassa eserin
ruhuna nüfuz etmek suretiyle yapılan bu ter cümede, metne denk ifade tarzı
bulacağı tabiî idi. Bu dördüncü eser, diğer eserlerde olduğu gibi, İslâm Dî
ninin Cihanşümul hususiyetini ve bu hususiyetteki azameti en küçük bir itiraza
mahal bırakmıyacak şe kilde ispat etmektedir.
İslâmî mevzular, bu mevzua liyakat kazanmış ka lemlerde mutlaka, güneşin
ziyasını aksettiren damla lar gibi tek hakikatin i'cazkâr kudretini hâizdir. Bu
itibarla mütercimi tebrik ederken bu meslekî faali yetinden, ileride çok
kıymetli başarılar, telifler bek lediğimizi de söylemeyi bir vazife bilirim.
Seyyid Kutub'un hüviyetinden ve eserlerinden bahseden birkaç makale okumuştum.
Edindiğim bir
intibaı, bir tehassüs halinde buraya bu münasebetle aktarmayı ve dolayısiyle bu
duygularımın firizma-smdan, insan ruhundan ve şuurunun altında ne ka dar
kapanmış bile olsa için için yanan hakikat sev gisine :
Ben kim olam seni sevem ya yoluna can verem
Sevenleri göreceğiz ben de bir boyun eğici!.. edası içinde bir selâm yollamayı
düşündüm :
Bu ömür kervanında bu cihan köprüsünden ge çen milyarlarca insan... «Nasıl
yaşarsanız öyle ölürsü nüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz» beyanı muci
bince, var olmanın mesuliyetini üzerine almış ZALÛM ve CEHÛL beşer kafilesi...
Kimi bu mesuliyet ferma nından haberli, kimi aklından bu mevzuun gölgesi bile
geçmemiş... İçlerinde!... Kimdir bunlar ki, yüz leri aydın, pırıl pırıl...
Kimdir bunlar?.. Bu niçin ve nerden geldiklerini bildiklerini bildikleri için
öyle yaşamış ve öylece ölmesini bilmiş bahtiyarlar... Va zife ve şeref uğrunda
çektikleri ezanın zevkiyle ne de sevinçli bunlar... Ve karılıdırlar. Ne de iyi
olmuş da bu ezaları çekmişler. Dünkü nîranın yarınki gülzârı-na yürüyen erler!..
Siz ey bahtiyarlar kafilesi!.. Hak lısınız sevincinizle..
Seyyid Kutub'un bir resmini görmüştüm : Mah zun ve önüne bakıyor. Seyyid Kutub,
şehid Kutub... Bugün bütün müslüman gönüllerde saltanat süren Kutubun dünkü
mahzun çehresi... Bu hüzün, bir mâ nâdır. İyice bakın O'na...
Hassas ve dindar şâir Ali Ulvî Kurucu'nun, Pa kistan'ın kurtarıcısı büyük şair
İkbal için yazdığı bir şiirin mânâsı, bu mahzun yüzde mısra mısra dalga
lanmakta... Hep beraber mısraları okuyalım :
Fedaîler yürür irkilmeden yüz vermeden ye'se, Yanar dağlar homurdansın, zemin
devrilsin isterse... Ne canlar var şehid olmuş o çöllerden tutun hatta,
Mohaçlar, Hind-i Çînler, Endülüsler tâ Okyanuslarda.. Derin şekvanı şayet
duymasaydım şâir olmazdım, Yanarken İlişlerim kalbimde, coştum, ağladım yazdım.
Diller ruhum büyük nâmın anılsın sermediyyette, İçin Tesnîm ve Kevserden, bizim
Akif'le Cennette... İslâm Tarihi'nin büyükleri, dîn, vatan, ilim ve îman
kahramanları!.. Nasıl yaşamışsa öyle ölmek şe refine ulaşanları!.. Onları
sevmek, duygulanmak bu îman bayrağının, bu Livâül-Hamdin altında yürüyen lerin
kârıdır... Ve her bir göz damlası binlerce fânî zevkin kurban olduğu «Zâr»
ıdır... Evet, niçin gel diklerini ve nereye gittiklerini bilenler, hulûsa eren
ler, nefis muhasebesini verenler ve imtihanı kazanan lar!.. Bunlar arasında nice
bînişanlar da var... Hele onlar belki daha çok.. Fakat ne gâm. Her biri
bînişan-lık toprağında Tûbâ dallarını ebedî saadete doğru remalandırmakta...
Gelin, semâya açılan çıplak avuçlarımızı, dualar dan sonra olduğu gibi,
yüzlerimize sürelim.
Celâlettin Emrera Konya Yüksek İslâm Enstitüsü Edebiyat Öğretmeni
SEYYİD KUTUB KİMDİR?
Seyyid Kutub, Mısır'da doğmuş, muhtelif okul ve fakültelerde tahsilini
tamamladıktan sonra El-Ezher Üniversitesinin Sosyoloji bölümünde doktora tezini
hazırlamış ve sonraları Profesör olarak aynı Üniver sitede ders okutmuştur.
Büyük bir din bilgini ve aynı zamanda büyük bir sosyolog olan Seyyid Kutub, ce
miyet meseleleriyle yakından ilgilenmiş, maddî ve manevî plânda toplumun
istediği ve daha çok muh taç olduğu hususları bütün eserlerinde en ince nokta
larına kadar açıklamış ve anlatmıştır. îslâm ülkeleri nin, bu gün içinde
bulundukları ve İslâm'ı gerçek an lamda düşünememekten doğan buhranlarını derin
bi rer inceleme mahsûlü olan eserlerinde göstermiştir. Bunu alışıla gelen
ifadelerin dışında, yeni bir metod-la yaptığı için, eserleri her zaman bir
yeniliğin müj decisi olmuştur.
Seyyid Kutub, çalışkanlığı, kabiliyeti ve verdiği eserlerin orijinalliği
dolayısiyle haklı olarak çok ça buk bir isim yapmış ve eserleri muhtelif dillere
çev rilmiştir ve çevrilmektedir...
O büyük insanın en önemli tarafı, ilmi ile amil olmasıdır. Bunun için ilâhî aşkı
ve kuvvetli îmanı ile ülkeler ve milletler çemberini aşmış, insanlık içine
taşmış olarak kütleleri de yüce fikri ve duygularının cazibesine alarak hak ve
hidâyetin vasıtası olmuştur. Şüphesiz ki, yüksek aşk ve fikirleri ile îmâna
kuvvet
ve canlılık, kalplere heyecan ve insanlık, beşerî mü nâsebetlere terbiye,
nezâket ve zerâfet getiren o bü yük insanın, îslâm camiasının ilerlemesinde çok
büyük rolü olmuştur. Böylece Hak yoluna, insanlık idealine ve İslâm kültürüne
sayısız hizmetlerde bulunmuş tur...
Seyyid Kutub, Kral Faruk zamanında «Fikrin Savaşı» adlı ilk mecmuasını çıkarmış
ve Mısır'ın uyanmasında ön ayak olmuştur. Zor durumda kalan Kral Faruk, bu
mecmuanın kapatılması emrini biz zat kendisi vermiştir.
Kral Faruk'tan sonra gelen Nasır zamanında «Dava» adlı bir günlük gazete
çıkarmış, fakat kısa bir müddet sonra Nasır, hem gazeteyi kapatmış ve hem de
Seyyid Kutub'u ve 53 arkadaşını idama mahkûm etmiştir. Seyyid Kutub ve birkaç
arkadaşının kurtul duğu bu dâvada diğerleri idam edilmiştir. Bu arada Seyyid
Kutub da hapsedilmiş ve görmediği işkence kalmamıştır.
Seyyid Kutub, dinamik, faal ve azimli bir hayat yaşamış, İslâm'ın bütün
emirlerini önce kendi haya tında tatbik etmeye çalışmış ve sonra da bunları her
kese bildirmekte kendini vazifelendirmiştir. Dünya İslâm kongresinin açılış
konuşmasında «Eğer burada konuşmak için toplandıysanız; Allahaısmarladık. Yok.
eğer icrâât isterseniz; hemen yapalım.» sözü bunu is-bat etmeye kâfî bir
delildir.
Seyyid Kutub'un, «Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.» ifâdesine tam
bağlı bir hayat dev resi vardır. Çünkü bu ifâdenin çerçevelediği gerçek bir
bilgin olarak, her bâtıl davranışa karşı olan her şeye karşı durmasını bilmiş ve
bunu en büyük vazife
addetmiştir. Bunun neticesi olarak, İslâmî gerçekleri yazmaya başladığı günden
itibaren Mısır'daki otori telerin nazarlarını üzerine çekmiş ve mevcut otori
terler de ışıktan korkan yarasaların gülünç vaziyeti ne eş, Seyyid Kutub'a karşı
cephe almaya başlamış lardır. Nâsır'ın iş başına geldiği tarihte başlayan bu
cephe alış, sonraları daha da şiddetlenmiştir. Seyyid Kutub, Nâsır'ın kadrine
uğramış, on yıla yakın bir zindan ve işkence hayatı yaşamıştır. Hayatı çok cid
dî tehlikelerle karşı karşıya kalmış, Nâsır'ın özür di leme .teklifine «Bir
müslüman, hiç bir zaman bir mü nafıktan özür dileyemez» cevabını vermiş ve
hapiste kalmayı tercih etmiştir.
Seyyid Kutub, gerek El-Ezher Üniversitesinde ve gerekse dışarda uzun müddet ders
vermiş ve onun dersinden bir çok önemli şahsiyetler istifade ederek
yetişmişlerdir. Ömrünü okumak ve yazmakla geçire rek pek çok eser vermiştir.
Bilhassa tefsirini göz önü ne getirdiğimiz zaman kabarık bir ciltler serîsi mey
dana çıkar. Bu eserlerin günde on altı saat çalışmak suretiyle ve ekserisini
hapishanede iken yazmıştır.
Seyyid Kutub, son zamanlarda zindandan tahliye edilmiş fakat Nâsır'ın ikinci bir
hilesiyle iki kız kar deşi ve 40.000 kadar müslümanla birlikte tekrar hap
sedilmiş ve 8/vııı/1966 tarihinde iki arkadaşı ile be raber idama mahkûm edilmiş
ve bu karar, 20/vııı/1966 gecesi infaz edilmiştir. Bu infaz, onları şahadet şer
betine, bütün İslâm âlemini de üzüntüye gark etmiş tir.
Asrımızın o büyük şehitlerine Allah'tan rahmet diler, yerlerine nice Seyyid
Kutub'lar yetiştirmesini niyaz ederiz.
9
MERHUMUN ESERLERİNDEN BAZILARI ŞUNLARDIR :
1 — Kur'ân-ı Kerîm'in gölgesinde- Tefsir, 30 cilt-
2 — İslâm ve Kapitalizm.
3 — İslâm'da Sosyal Adalet.
4 — îslâmî düşünceler.
5 — Kur'ân'da edebiyat ve müşahedeler.
6 — Kıyamet gününden manzaralar.
7 — Ebedî tenkidler.
8 — Komünizm'in iddiası ve İslâm.
9 — Cihanşümul Selâmet ve İslâm.
10 — Sihirli Medeniyet.
11 — Meçhul Kıyı.
12 — Dînî Kıssalar -Abdülhamîd Cudes- Sahhâr'-
la birlikte.
13 — Hayatta Şâirin gayesi.
14 — Din Dediğin Budur.
15 —■ İstikbal İslâm'ındır.
16 — Yegâne dünya nizâmı İslâm.
17 — Dikenler.
18 — Gördüğüm Amerika.
19 — Dört Düşünce -Kardeşleriyle birlikte-.
20 — Köyden bir çocuk.
21 — İlk Şiirlerim.
- Kültür'ün İstikbali kitabının tenkidi.
10
YEGÂNE DÜNYA NİZÂMI İSLÂM!...
İslâm, Cihanşümul bir dindir. Ve bu, milliyetçilik, ırkçılık ve coğrafî sınırlar
gibi mahdut mefhumlara önem vermeksizin kendi başına her yerde kaim bir
dindir... Irk, renk, dil ve hatta din ve inanç gibi belirli ve ayrı ayrı
toplulukları içine alan mefhumları da önemsemeden kapısını bütün insan oğluna
açmış tır...
İslâm, doğuşundan bu yana ırkçılığa ve milliyet çiliğe dayanan her türlü
hareketi reddetmiş, bütün beşeriyetin tek esasa dönmesini temin için kurallar
koymuş ve bu arada, bu inançta bir cinsin diğer bir cinse üstünlüğü olmadığını,
renk ve dil ayrılığının bir üstünlük temin edemiyeceğini, ancak bu ayrılıklardan
tanışıp, görüşmenin sağlanması arzu edildiği belirtil miş, üstünlük ve fazilet
terazisinin mihenk taşını emin bir şekilde vaz'etmiştir. Bu ise; Allah'tan
korkmak ve O'na itaat etmek... Ve kulları ile iyi geçinmektir. Bu nun da cins ve
renkle alâkası olmayan şahsî işlere delâlet ettiği apaçıktır!..
«Ey İnsanlar!.. Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sîzi
milletler ve kabileler haline koy-
11
duk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz,
O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah, Bilen'dir, Haberdar'dır.» (1)
«Takva'dan başka hiç bir şeyle Arab'ın, arap olmayana üstünlüğü yoktur.» (2)
İşte bununla İslâm, doğuşundan bu yana ayrılık ve üstünlük fikrini ortadan
kaldırmış, mükemmel bir eşitliğe ve saf insan şuuru esasına dayanarak -istis
nasız olarak- bütün beşeriyete kapılarını tamamen açmıştır. İslâm, Nazi'lerin
yahut Yahudilerin ırk mef-humundaki tutumunu, Amerikalılar'ın da kızılderili
Hintliler ve zenciler hakkındaki şahlanışını ve Güney Afrikalıların beyaz ırktan
başka bütün renkli ırklara karşı taassubunu hiç bir surette kabul ve bundan da
ha kerih hiç bir şey de tasavvur etmez!...
Bunun içindir ki, rengi, ırkı, milleti, milliyeti ve dili ayrı olan beşeriyetin
bütün gurupları, bütün fert leri birbirine sıkı ve metîn bir birlik mefhumu ile
bağ layan manevî kuvveti hissetmek suretiyle İslâm'ın hi mayesi altında ve
İslâm'ın sosyal nizâmının gölgesin de toplanma hakkına sahiptirler. Ve işte bu,
siyah-beyaz, kuzeyli-güneyli, garplı-şarklı farkını gözetme yen ve hepsini bir
araya toplayarak kaynaştıran ideal bütün bir insanlık bağıdır.
«Ey insanlar!.. Sizi bir tek nefisten yaratan, On dan eşini var eden ve
ikisinden pek çok erkek ve kadını meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten saki
nin. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın
haklarına riâyet ediniz. Allah, şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.» (3) ...
Yalnız Milliyetçiliğe davet eden, milliyetçilik için dövüşen ve
(1) El-Hucurât, âyet: 13
(2) Hadîs (Buharî)
(3) En-Nisâ, âyet: 1
12
yalnız milliyetçilik uğrunda ölen; bizden değildir.» (4)
Cins, renk ve dil manîlerini ortadan kaldırmak için İslâm, en büyük çareye
başvurmuş ve belirli milletler ve milliyetler arasında çok tehlikeli mücadeleye
yol açan ve böylece bir milletin diğer millete veya bir cinsin diğer bir cinse
yahut bir vatanın diğer bir va tana esareti anlamında olan sömürgeciliğin müseb
bibi olan coğrafî sınır ayrılıklarını ortadan kaldırır.
Tabiîdir ki, yeni çağda sömürgeciliğin karşısında birinci müdafi silâh; iklim ve
coğrafî hudutların çerçe velediği özel milliyetçilik şuurudur. Bunun neticesi
olarak da her devlet, temsil ettiği ayrı topluma canlı hayat kaynakları temin
etmek için zengin olmak gay retini gütmektedir.
Ve yine tabiîdir ki, şu son harplerin hepsi de bu esastan kopmuş ve geçen iki
cihan harbi neticesin de beşeriyete isabet eden ve muhtemel bir üçüncü ci han
harbinde doğacak felâketlere bu fikir sebep ol muştur... Bütün bu felâket ve
musibetler; aşırı milli yetçilik şuurundan ve cihanşümul insanlık şuurunun
zayıflamasından doğmuştur...
Evet... Marksizm, iktisadî ve maddî hayatı îzah ederken; sömürgeciliğin, yalnız
Kapitalizm'in tesiriyle meydana geldiğini iddia ederek onun «Kapitalizm'in en
üst kademesi» (5) olduğunu kabul eder. Aynı za manda marksizm, sömürgeciliğin
harpten başka bir şey olmadığını savunur. Fakat belirli bir nazariyeyi hayatın
akışında hâkim kılmak gayretkeşliğinde bulu nan bu çirkin nazariyeden kendini
kurtaran insan, görür ki; insanlar, dar anlamdaki milliyetçilik fikrine inanmış
olsalar bile Kapitalizm, sömürgecilik niza-
(4) Hadîs. (Ebû Dâvud çıkarmıştır)
(5) Lenin'in yazdığı bir kitabın adıdır.
13
minin meydana gelmesine kâfî bir sebep değildir!.. Ve yine onlar ki;
Kapitalizm'in böyle bir toplumda yapmak istediği ve yapmayı başardığı şey;
belirli bir tabakayı diğer bir tabaka adına çalıştırmaktır. Bu ise, hakikatte
belirli bir toprak karşısında yaşıyan top lumu ve mahsûlü, milliyet ayrılığından
dolayı diğer bir yer parçasında yaşayan bir toplumun hesabına çalıştırmak olan
şu bildiğimiz sömürgecilik gibi de ğildir.
Marksizm'in «Kapitalizm'in en üst kademesi» şeklinde tarif ettiği sömürgecilik
fikri; bütün beşeriye ti birbirine kardeş yapma fikrinin hakim olduğu mem
leketlerden değil, aşırı müteassıp milliyetçilik fikrinin hâkim olduğu
toplumlardan faydalanılarak ileri sürül müştür. İslâm, bu müteassıp
milliyetçilik fikrini par çalamakla sömürgeciliği ortadan kaldırmış ve aynı
toplumdaki tabakaların birbirine tahakkümünü de di ğer bir vesileyle yok
etmiştir.
İslâm, ırk ve renklere bir hudut tanımadığı gibi ik lim sınırlarını da tanımaz.
Çünkü, bütün dünya, yalnız Allah'ındır. Allah da dünyayı ve içindekileri şu
insan için yaratmıştır... «Rabbin, meleklere 'Ben yer yüzün de bir halife var
edeceğim' demiştir...» (6) Beşer cin sinin her ferdi de şu yer yüzünün îmân,
çalıştırılması ve gizli hazinelerinin bulunması için vazifelidir. Yâni bütün
insanlar yeryüzünü îmar etmek, çalıştırmak ve hazînelerinden faydalanmak
bakımından Allah'ın bi rer halifesidir. Bütün insanlar kardeştir. Bir birine
merhamet etmedikçe ve iyi işler hususunda yardımlaşmadıkça Allah'ın rahmetini
kazanamazlar. Resulüllah -S.A.V.- de hiç bir cins ve milliyet farkı gözetmek
sizin ve hatta müslümanları bile tahsis etmeksizin bu-
(6) El-Bakara, âyet: 30
14
yurur ki: «Yer yüzündekilere merhamet ediniz ki gök teki de size rahmet etsin.»
Bunun içindir ki, islâm düşünüşünde sömürgeci lik harbinin yeri yoktur. çünkü;
İslâm örfünde bütün beşeriyet, tek ümmettir!... Böyle olunca da bir cinsi diğer
bir cins veya bir vatanı diğer bir vatan hesabına çalıştırmak mânası da
çıkarılamaz. Zira bu düşünüş, İslâmî kurallar arasında gülünç ve çirkindir.
-İlerde' de göreceğimiz gibi İslâm harplerinin, bunlardan baş ka sebepleri
vardı.-
İslâm, üzerinde milliyetçilikle yuğrulmuş vatan mefhumunun temerküz ettiği
coğrafî ve ırkçılık ma nialarını kaldırırken, mutlak surette vatan mefhumu nu
ibtal etmez. O, en güzel mânâda, vatan fikrini ko rur... O fikir ki; birlik,
kardeşlik, yardımlaşma ve ni zamlı bir hayatın tâ kendisidir... O fikir ki;
vatanın, bir toprak parçası değil, şuurdan bir nebze ve insan ların toplu halde
üzerinde görüşüp anlaştığı müşterek
hedeftir...
Bu fikrin gölgesinde her ırka, her cinse ve her toprak parçasına mensup olan
insanlar toplanır... Ki bunlar, tek vatanın çocuklarıdır... Allah uğrunda sa
mimî kardeştirler... Ve kendilerinin yahut bütün beşe riyetin hayrına olan
şeylerde yardımlaşırlar... İşte bu fikir; İslâm'ın tâ kendisidir!.. «Şüphesiz,
mü'minler biri biriyle kardeştirler...» (7) «Mü'min, mü'mine karşı bir birine
kaynaşan bir bina gibidir...» (8) «Merhamet ve sevgide müslümanlar, bir vücuda
benzerler. Vücudun her hangi bir âzası ağrıdığı zaman bütün vücut onun
ızdırabını çeker...» (9)
(7) El-Hucurât, âyet: 10
(8) Hadîs. (Buharı ve Müslim)
(9) Hadîs. (Buharı ve Müslim)
15
Burada izah etmeye çalıştığımız İslâm fikri, en güzel anlamiyle vatan mefhumunun
yerini tutar. O mefhumda, bir toprak parçası için diğer bir toprak parçasını
veya bir topluluk hesabına diğer bir toplu luğu çalıştırma ve onlara tahakküm
etme aşkı hiç bir zaman filiz bile veremez!... Böyle bir mefhumun tesi riyle
yeşeren tek filiz, İslâm'ın gölgesi altında bulu nan her arazî parçasının bütün
müslümanlara ait bir vatan parçası olduğu fikridir... Yer yüzündeki her müslüman
da bütün müslümanların bir vatandaşıdır. Şüphesizdir ki, bir mefkure üzerindeki
izdiham, ferdî menfaatler hususundaki izdihamın doğurduğu şerri meydana
getirmez. Yani her hangi bir fikri yaymak hu susundaki rağbet, sömürgecilik ismi
verilen tahak küm nüfuzunu yayma rağbetinin doğurduğu kötülüğü doğurmaz!..
Burada akla şu şüphe gelebilir: Acaba İslâm, bir taassubu diğer bir taassubun
yerinde yaşatmak fikrin de değil midir?... Milliyetçilik ve ırkçılığa ait taassu
bu parçalayıp, yerlerine beşerî kardeşlik için cins mil let ve vatan
taassubundan daha zararlı ve daha teh likeli olmak ihtimalinde bulunan dînî
taassubu kur mak istemiyor mu? İnsanlık, bugün milliyetçilik ve sö mürgecilik
uğrunda gördüğü eza ve cefadan daha şiddetlisini dînî birer taassub olan Haçlı
seferlerinde tatmamış mıdır?...
İslâm'ın hakîkatını bilmeyenler ve bilhassa Haçlı hamlelerinin tesiri altında
İslâm'dan tamamen uzak laşmış ve İslâm fikrini tetkik edememiş ve hatta bu güne
kadar bu sapık fikirlerden kurtulma imkânını bulamamış garplılar, böyle bir
şüpheye düşmekte bel ki mazur görülebilirler. Bunun için burada bu mevzuu
zikretmeyi zarurî görüyoruz.
16
İslâm, kendisinin bütün beşeriyyet için olduğunu îlân etmektedir. Hz. İsa'nın,
yalnız hurafelere saplan mış İsrail oğullarını kurtarıp hidayete erdirmek için
geldiği gibi, Hz. Muhammed -S.A.V.- de sadece Kureyş için yahut Arap yarımadası
için, veya yalnız Sâ-mî ırkı için peygamber gelmemiştir. Bilâkis o, yeryü zünün
her köşesinde bulunan insan topluluğu için gönderilmiştir ■
«Ey Muhammed!.. Biz seni bütün insanlara an cak müjdeci ve uyarıcı olarak
göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.» (10)
İslâm, kendisini bütün insanlar için hayır, bere ket ve rahmet addeder... «Biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.» (11)... «Doğrusu bu Kur'an en
doğru yola götürür...» (12)
İslâm, bütün beşeriyetin kendi hayrından, nime tinden ve hidayetinden
faydalanmasını ister. Yahudi likte olduğu gibi bütün bunların belirli bir ırk
veya millete münhasır kalmasını istemez. Fakat aynı za manda kendisine tâbi
olmak için de insanları zorla maz. «Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl
iyice ayrılmıştır.» (13)
Yalnız İslâm'ın tek isteği; yer yüzündeki bütün insanları hiç bir kimseye
münhasır bırakmadığı veya her hangi bir şahsın menfaati için hapsetmediği mut
lak hayra ulaştırmak gayesiyle insanlar arasında İs lâm'ı yayma hürriyetinin
kendisine tanınması ve O'na tabi olanlara inanç hürriyetinin bahşedilmesidir...
Öy le ki; kendisine tabi olanların bu inançtan dönmeleri
(10) Es-Sebe', âyet: 28
(11) El-Enbiyâ, âyet: 107
(12) El-İsrâ, âyet: 9
(13) EI-Bakara, âyet: 256
İslâm: 2
17
için kuvvet yoluyla tazyik edilmesin... Mensupları, can ve mal yönünden zarar
görmesin... Bununla be raber İslâm, mensuplarını her hangi bir tehlikeden ko
rumak ve kendi aralarında İslamî hükümleri tatbik etmelerini temin için gereken
kuvveti ve selâhiyeti is ter. Çünkü her kanun, kendisine uyulması ve hürmet
edilmesi için belirli bir kuvvete, bir nizâm ve intizama muhtaçtır, işte bunun
içindir ki İslâm ırk, vatan ve hatta kan ve neseb gibi kuvvetli bağların yerini
tuta cak İslâm kardeşliğini vaz'etmiştir :
«Allah'a ve Âhiret gününe inanan bir milletin, -babaları veya oğulları veya
kardeşleri ya da akra baları olsa bile- Allah'a ve Peygamberine karşı gelen
lere, sevgi beslediklerini görmezsen...» (14)
«De ki: 'Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eş leriniz, akrabanız, elde
ettiğiniz mallar, durgun git mesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler
sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda sa vaşmaktan daha sevgili ise;
Allah'ın emri gelene ka dar bekleyin. Allah fasık milleti doğru yola eriştir
mez!.» (15)
«Gerçek bazı kullarımız vardır ki; Peygamber ve şehit değildirler ama
Peygamberler ve şehitler, kıya met gününde onların Allah nezdindeki makamlarını
im renirler... Dediler ki; Yâ Resûlellah! Bunların kim ol duklarını haber verir
misiniz? Buyurdular ki: Arala rında akrabalık ve menfaat olmadığı halde sırf
Allan için sevişenlerdir. Allah'a yemin ederim ki; onların yüzleri nûr gibi
parlak ve onlar nûr üzeredirler. Halk,
(14) El-Mücadele, âyet: 22
(15) Et-Tevbe, âyet: 24
18
korktuğu zaman korkmazlar, üzüldüğü zaman da üzül mezler...» (16)
Bir de İslâm ümmetine Allah'tan gelen vazife, yalnız halkı İslâm'ın getirdiği
hayra hidayet etmek ve İslâm inancı ile İslâm mensuplarını korumak değildir.
Muhakkak ki O, daha büyük ve daha geniş anlamda dır. Çünkü fert ve toplum olarak
müslümanlara düşen vazife şudur: Bütün insanlara inanç ve ibadet hürri yetini
vermek... İmânı ve akîdeyi köstekleyen maddî kuvvete son vermek... Zayıfları,
kuvvetlilerin zulmün den korumak... Kime yapılırsa yapılsın ve nereden ge lirse
gelsin zulmü bertaraf etmek... Bütün beşeriyete adaleti sağlamak... Yer yüzünde
bulunan şer ve fe sadı silip süpürmek... Evet Allah'ın ilâhî hükümlerle bu
ümmete vasiyyeti budur!.. Buyurur ki:
«İnsanlar için ortaya çıkarılan, uygun olanı em reden, fenalıktan alıkoyan,
Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz...» (17)
«Böylece sizi insanlara örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık.
Peygamber de size örnektir...» (18)
Böylece görüyoruz ki; Allah'ın müslümanlara yüklediği vazife ve bu vazifeyi eda
ederken yollarına çıkan manialar, ırk vatan, kan ve nesep yerine kaim olan
mutlak bir birlik fikrini iktiza ettirir. Çünkü, müslümanların bütün bu
saydığımız bağlardan daha bü yük ve daha kuvvetli anlamda rabıtaları vardır. O
da, İslamî taassup fikridir. Fakat bu, geniş anlamlı ve çizdiğimiz sınırların
çerçevelediği bir taassuptur... Bütün müslümanlar arasında bir mefkure için
ihlâsı temin eden bir taassuptur... Bu inanç mensupları
(16) Hadîs. (Ebû Dâvûd)
(17) Âl-i İmran, âyet: 110
(18) El-Bakara, âyet: 143
arasında, bu mefkurenin hedef edindiği hayrı temin için yardımlaşmak üzere
kurulan bir taassuptur... Ve bu hayır, müslümanların özel hayatta tatbik
ettikleri ve kendisinden geniş ölçüde faydalandıkları her hare kettir... Ve işte
bu hayrı müslümanlar, bütün insan lığa güzellikle tebliğde mükelleftirler.
«Ey Muhammed!.. Rabbinin yoluna, hikmetle, gü zel öğütle çağır, onlarla en güzel
şekilde tartış. Doğ rusu Rabbin, -kendi- yolundan sapanları daha iyi bi lir.»
(19)
Bu davetin yolunu aksatacak maniaları izale et mek, benim ve hatta her
müslümanın vazifesidir. Bu manialardan bir tanesi ve belki birincisi kuvvet
kulla narak vatandaşı İslâm dâvasını dinlemekten alıkoy mak veya müslümanları,
öz dâvaları olan İslâmiyeti yaymaktan menetmektir. Müslümanların, akidelerini ve
İslâm'ın sosyal nizâmını bu dâvadan himayelerine karşı bazı kuvvetlerin
karşılarına çıkması ve onları bu dâvadan menetmeye çalışması, olağan şeydir.
Netice olarak denilebilir ki; müslümanlar, bütün yer yüzünde sosyal adaleti
tahakkuk ettirmek ve fert den ferde veya fertden topluma yahut bir toplumdan
diğer bir topluma karşı tatbik edilen zulmün her çeşi dini izale etmekle
mükelleftir!.. Daha önce de söyledi ğimiz gibi, müslüman ümmet, insanlık adına
topyekûn insanlıktan zulmü defetmek ve Resûlüllah -S.A.V.- in beraberinde
getirdiği umûmî rahmetin hakikî mânası nı ve Cenab-ı Allah'ın bütün müslümanlara
tebliğ et tiği umûmî tavsiyelerini tahakkuk ettirmek için dar görüşlü
hizipçiliğe insanî bir nazarla bakmakla mükel leftir!..
(19) En-Nahl, âyet: 125
20
Dînî taassup adını verdiğimiz bu görüş, başka ırk lara karşı nefreti aşılayan
bir taassup görüşü değil dir. Çünkü müslüman cpmiası bütün ırkların karışı
mından meydana gelmiştir. Yine bu görüş, İslâm'ı ka bul etmedikleri için başka
ve muayyen bir dinde olan lara karşı da bu nefret hissini uyandırmaz. Çünkü bu
taassup, zorlamadan bütün beşeriyeti müşterek hayra sevketmek aşkıdır!.. Bu
taassup, her fert, her millet ve her ırk için hakîkî ve tam adaleti tahakkuk
ettirme aşkıdır!.. Hatta İslâm camiası İslâm'a daveti dinledik ten sonra kendi
dinlerinde kaldıkları ve İslâm'ı kabul etmedikleri halde; gayri müslimleri de
birer insan ol maları itibariyle her türlü zulümden ve kötülükten ko rumakla
mükelleftir...
İslâmî ruhun coşarak meydana getirdiği İslâm harpleri, işte bu sebeplerden
dolayı alevlenmiştir. Her hangi bir müslüman camianın yaptığı savaşlar, eğer bu
ruh ve bu hedefler için değil de maddî hırsları tat min veya cebren dine
girdirmek yahutta daha önce de söylediğimiz gibi başka her hangi bir şey için
mey dana gelmişse; o savaşlar İslâmın yüce hedeflerine muhaliftir. Ve bunu İslâm
da, İslâm'a tabi olanlar da nefretle karşılar... İslâm tarihinde şüphesiz ki,
buna benzer misaller pek azdır. Yukarıda açıklamaya çalış tığımız dâvaların
ruhuna dokunan âyet-i Kerime ve Hadis-i Şeriflerin bir kısmını burada zikretmek
iste rim.
İslâm'ın hedefi ve vasıtası her hangi bir surette kendini zorla kabul ettirmek
değildir. Hatta Hz. Mu sa'ya dokuz mucize, Hz. İsa'ya beşikte konuşmak, ölüleri
diriltmek ve hastaları iyileştirmek gibi daha önceki semavî dinlerde bulunan
«Hidayet için mu'cize vâsıtası», İslâm'da yoktur. Ve İslâm'da mu'cize, bir
21
vasıta veya hedef değildir. İslâm, insandaki idrak ede bilen akla hitap etmeyi,
aklî ve i'tikâdi delillerle ikna' etmeyi arzu etmiş ve bunu başarmıştır. Bu
usulü takib etmesi, insana ve insan terkibine namütenahi bir ihtiramla
bakmasındandır.
İşte bu ulvî düşünüşe sahip olmasından dolayı dır ki; İslâm insanları ikna etmek
ve kendisine tâbi ol mak için zor kullanmayı birinci plâna almamış ve hat ta
insanların muhtelif inançlara tabi olmalarını hoş karşılamıştır. Öyle ki, bu
ayrılığı fıtrî zaruretlerden bir tanesi kabul etmiştir.
«Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat Rabbinin merhamet
ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar. Esasen onları bunun için yarat
mıştır...» (20)
«Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat bu, verdikleriyle sizi
denemesi içindir. O halde iyiliklere koşuşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır...»
(21)
Hz. Peygamber -S.A.V.- in, insanları hidayete er dirme arzusuna ve bütün
müslümanların bu arzuyu bir an önce tahakkuk ettirme isteğine karşı Kur'an-ı
Kerim, bütün insanların muslüman olmalarını Cenab-ı Allah'ın irade etmediğini ve
her hangi bir , insanın muslüman olması için zor kullanılamıyacağını açık ola
rak ifade etmiştir.
«Ey Muhammed!.. Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle
iken insanları inan maya sen mi zorlayacaksın?» (22)
(20) Hûd, 118-119
(21) El-Mâide, 48
(22) Yûnus, âyet: 99
22
«Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.» (23)
Şu halde müslümanlar, her hangi bir kimseyi muslüman olması için zorlamayı gaye
edinmezler. Fa kat onların tek gayesi, kendilerine İslâm'a davet ve insanlara
imân hürriyetinin bahşedilmesidir. Hak ba tıldan ayrıldıktan bu yana herkesin
hürriyeti kendisi ne verilmiş ve zorlamak Kur'anın nassı ile iptal edil
miştir!...
Harpler ise başka bir sebepten dolayı meşru kı lınmıştır... Öyle ki, yalnız
inandıkları için kendilerine işkence yapılan ve yalnız «Rabbimiz Allah'tır»
dedik leri için kendi memleketlerinden çıkarılan müslüman ların hürriyetini
temin ve müdafaa için meşru olmuş tur. Bu mevzuda Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı
Allah bu yurur ki :
«Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselere, karşı koymaya izin
verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. Onlar haksız yere,
'Rabbimiz Allahtır' dediler diye yurtlarından çıkarılmış lardır. Allah,
insanların bir kısmını diğerleriyle salmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar
ve içinde Allah' ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki,
Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğru su Allah, kuvvetlidir, güçlüdür.
Onları biz yer yüzüne yerleştirirsek, namaz kılarlar, zekât verirler, uygun
olanı emrederler, fenalığı yasak ederler. İşlerin sonu cu Allah'a âitdir.» (24)
Her ne kadar bu ilâhî hükmün başlangıcında harp mevzuunda müslümanlara izin
mahiyetindeki örtüyü kaldırmış ise de, sonunda savaşın meşruluğu hakkın-
(-23) El-Bakara, 256 (24) El-Hacc. 39 - 41
23
da umûmî bir hüküm belirtilmektedir. Cenab-ı Allah, aynı zamanda müslümanlara
yardım edenlere de yar dım edeceğini bildirmektedir. Bundan maksat da, müslüman
olsun veya olmasın bütün insanların îman hürriyetini teminat altına almak ve
böylece yer yüzün de hayrın ve sulhun tahakkukunu temin etmektir. İlâhi ifadeye
göre insanların bir kısmı, yani müslü-manlar diğer bir kısmına, yani zalimlere
karşı durmasalardı; Bir çok manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler harab
edilirdi.» Burada manastırlar rahip lerin, kiliseler hıristiyanların, havralar
yahûdilerin ve mescitler de müslümanların ibadet yeridir.
Bu ifadede manastırların, kiliselerin ve havrala rın camilerden önce
zikredilmesindeki maksat, onları da her hangi bir saldırıya karşı koruma fikrini
destek lemektir. Şu halde bu, herkesin ibadet hürriyetini te minat altına almak
ve bütün ibadet yerlerine hürmet etmektir. Ve bunun için Allah, iyiliği emreden,
kötülü ğü yasaklıyan, Allah'a ibadet ve kimsesizlere yardım edenlere yardımı
va'detmiştir... .
İslâm, ibadet hürriyetini yalnız kendi mensupları na değil, bütün dinlerin
mensuplarına tanır ve müslümanları bu umûmî hakkı muhafaza etmekle mükellef
kılar. Bu hürriyet mefhumunun gölgesinde harp etme-lerini müsaade eder ve
böylece bütün dindarların iba det hürriyetini, nizam ve intizamla teminat altına
alır... Bunun neticesi olarak da ispat eder ki; bu nizam, gayri mü'minlerin, her
türlü endişeden emin olarak müslümanların himayesinde, geniş müsavat anlayışı
içinde dînî hürriyetlerine sahip oldukları halde göl gesinde yaşayabilecekleri
âlemşümul bir nizamdır...
Bu gayeyi tahakkuk ettirmek için müslümanlara her ne kadar harp etme izni
verilmiş ise de; zulmet-
24
memeleri emrolunmuştur. Bunun tahakkuku için harp edilebilecek ve edilemiyecek
haller de sınırlanmıştır. Bu duruma göre müslümanlar, kendilerine harp îlân
edenlere ve bazı dindarları dinlerinden soğut maya çalışanlara karşı harbetmekle
mükelleftirler. «Çünkü fitne, katl'den daha şiddetlidir.» Zira o, insa nın en
güzel hassası vicdan hürriyetine tecavüzdür. Aynı zamanda müslümanlar,
düşmanlarına tecavüz den, onlar tarafından taarruza başlanmadığı takdirde harbin
yasak olduğu mukaddes zaman ve mekânlar da çarpışmaktan men'olunmuşlardır,
«Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşı rı gitmeyin. Doğrusu Allah,
aşırı gidenleri sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yer
den siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldür mekten daha kötüdür.
Mescid-i Haram'ın yanında, onlar savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Sizin
le savaşırlarsa, onları öldürün. İnkâr edenlerin cezası böyledir. Vazgeçerlerse
onları bağışlayın. Şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder. Fitne kalmayıp yal
nız Allah'ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse,
sataşmayın. Zulmedenlerden baş kasına düşmanlık yoktur. Hürmetli ay, hürmetli
aya mukabildir. Hürmetler karşılıklıdır. O halde, size teca vüz edene, size
tecavüz ettikleri gibi tecavüz edin. Al lah'tan sakının ve Allah'ın,
sakınanlarla beraber ol duğunu bilin.» (25)
Bu âyet-i Kerîmeden de anlıyoruz ki bu harpler den maksat; haklara tecavüz
etmeksizin saldırıları defetmek, dine karşı yapılacak her hangi bir saldırı yı
geri püskürtmek ve dini yalnız Allah'a bırakmaktır. İslâm'da genel bir kaide
vardır. Yalnız harbedenlerle
(25) El-Bakara, 190-194
25
ve yalnız dindarları dinden meneden zalimlerle harbedilir. Yalnız zalimlere
hücum edilir...
Diğer bir gurup insan vardır ki, şerlerinden sakın mak için İslâm, onlarla
muharebeye davet eder. On lar, müslümanlarla olan anlaşma ve sözleşmelerini
defalarca bazan ve bozmaya devam eden toplumlar dır. Ki, müslümanlar, her an
onlardan gelebilecek hiyanetin endişesi içinde bulundukları için İslâm, men
suplarına onlarla aralarındaki bütün anlaşmaları lağ vetmelerini ve bunun için
daima hazır bulunmalarını emreder... Fakat bunlar pişman olur ve kendileri ta
rafından gelecek daimî sulh teklifini de müslümanla-rın kabul etmelerini
emreder.
«Allah katında yer yüzünde yaşayanların en kö tüsü inkâr edenlerdir. Onlar artık
inanmazlar. Ey Mu hammed!.. Anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak
anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan,
arkalarındakilere ibret ola cak şekilde, darmadağın et. Eğer bir milletin
anlaşmaya hiyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara kar şı aynı şekilde
davran. Doğrusu Allah, Hâinleri sev mez. ..
İnkâr edenler, asla üstün geldiklerini sanmasın lar. Çünkü onlar, sizi âciz
bırakamıyacaklardır. Ey îman edenler!.. Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Al
lah'ın düşmanını ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip
sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah
yolun da sarfettiğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan, ta mamen ödenecektir.
Eğer onlar, barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz
işitir ve bilir. Seni aldatmak isterlerse bil ki, şüphesiz Allah,
26
senden yanadır. Seni ve inananları yardımı ile destek leyen, kalplerini
uzlaştıran O'dur.» (26)
İslâm'ın, kendisi için muharebe ettiği diğer bir dâva daha vardır. Zayıfları
zulümden koruma dâva sı... Topyekûn zulmü imha etme dâvası... Yalnız Al lah
uğrunda bütün insanlığa şamil adaleti tahakkuk ettirme ve Allah sözünü her şeye
hâkim kılma dâ vası...
«... O halde, dünya hayatını âhirete değişenler, Allah yolunda savaşsınlar. Kim
Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir
vereceğiz. Size ne oluyor öa: 'Rabbimiz! Bizi halkı za lim olan bu şehirden
çıkar, katından bize bir dost kıl, katından bize bir yardımcı gönder' diyen
zavallı ço cuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolun da
savaşmıyorsunuz? İnananlar, Allah yolunda sava şırlar, inkâr edenler ise şeytan
yolunda harbedenler. Şeytanın dostlarıyla savaşın. Esasen Şeytanın hilesi
zayıftır.» (27)
Şu halde İslâm'ın emrettiği bu savaş, itikad hu susunda bir baskı değil, zulmü
ve haddi aşmayı ber taraf etmek içindir... Zulmü defetmek, adaleti yaşat mak,
emniyeti tahakkuk ettirmek ve zayıfları korumak içindir!..
Bu arzettiğimiz sebeplerden başkası için yapılan harplerde İslâm, bu harplere
katıldığından dolayı müslümana hic bir mükâfat tanımaz ve Allah uğrunda ol mayan
hic bir cihadı kabul de etmez!.. Resûlüllah -S.A.V.- e biri gelerek : kimi
ganimet, kimi nâm ve ki mi de kahraman görünmek için çarpışıyor. Bunların
(26) El Enfal, 55-62
(27) En-Nisâ', 74-76
27
hangisi Allah uğrundadır? Buyurdu ki: «Allah sözünü daha üstün kılmak için
çarpışan; Allah uğrundadır!,.» (28)
Allah'ın sözü nedir?... Allah'ın sözü, hakkı hak bilmek, zulmü defetmek ve
belirttiğimiz gibi îman hürriyetini tanımaktır... İslâm'ın hakikatini bilmeyen
lerin, dînî taassup mevzuundaki şüphelerini izale et mek gayesiyle, kasıtlı ve
garezkâr kişilerin itimad et tikleri âyet-i Kerîmeleri birer ilâhî hüküm olarak
nak ledeceğim :
«Allah katında dîn, şüphesiz İslâmiyet'tir...» (29) ... «Kim İslâmiyet'ten başka
bir dine yönelirse, onun ki kabul edilmeyecektir. O, âhlrette de kaybedenler
dendir.» (30)
Bu iki âyet-i Kerîmede geçen İslâmiyet kelimesin den maksat nedir?... İslâm,
yüce tabiatına uygun olarak daha önce gelmiş bütün dinleri içine almış, ilâh'ın
tekliği ile beraber îman ve din birliğini de tak rir etmiştir. Bütün
Peygamberler, tek dinle gelmişler dir. O da İslâm dinidir... Şeksiz ve şüphesiz,
kalbin, yalnız Allah'a teslîmiyeti dînidir...
İşte, değişmeyen inancın esası budur!.. Cemiye tin hayatını tanzim eden kanunlar
ise, beşeriyetin hay rına, canlanma ve idrak kabiliyetine uygun olarak pey
gamberlerin gelişiyle el değiştiren ilâhî risâletlerdir... Son olarak İslâm, Hz.
Muhammed -S.A.V.- in vasıtası ile tebliğ edildiği zaman; en son şeklini almış ve
Al lah'ın tek dîninde esas mehkureyi kucaklamıştır. Böy lece geçmiş bütün
dînlerden, nizamlardan ve kanun lardan iyilerini almış ve noksanlarını
tamamlamıştır.
(28) Hadîs. (Buharî ve Müslim)
(29) Âli İmrân, 19
(30) Âli İmrân, 85
28
«... Bugün, size dîninizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, dîn
olarak sizin için İslâmiyet'i
beğendim...» (31)
Şu halde -Allah'a teslim olmuş ve O'na inanmış olarak- her hangi bir dînin
saliki, sonraki din kendisi ne tebliğ edilmeden Allah'a teslim olduğu ve O'na
inandığı halde ölürse; İslâm dîni üzere ölmüş olur. Allah da onun İslâm'ını
kabul etmiştir. Hayatta iken yaptığı iyilik ve kötülükleri için hesaba
çekilecektir.
«... İyilik yaparak kendini Allah'a veren kimse nin ecri Rabbinin katındadır.
Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.» (32)
«Şüphe yok ki (Senden evvel peygamberlere) îman edenler (olsun, Musa dinini
kabul eden) yahudiler (olsun) masrani (Hıristiyan) ve Sabîîler (olsun) kim
(peygamberin şeriatine göre) Allaha ve âhiret gü nüne inanır, bununla beraber (o
şeriatın emri vech ile) Salih (iyi) amel (ve hareket) de bulunursa elbette
onların Rableri katında ecirleri (mükâfatları) vardır. Hem onlara bir korku da
yokdur, onlar mahzun da olacak değillerdir.» (33)
Hz. Muhammed -S.A.V.- in risaletinden sonra en son ve en güzel şekliyle dîn,
İslâm olmuştur. «Kur'ânı, önce gelen Kitabı tasdiken ve ona şahid olarak ger
çekle sana indirdik...» (34) ... Bunun için İslâm, ken dinden önceki dinlerin
sağlam kaidelerini toplayan bir dîndir... İslâm'dan başka bir dîne tâbi olan
kimseden o dîn kabul olunmaz!..
Fakat kabul ve red hükmü, Allah'la kul arasın da bir meseledir. Ve bu, hiç bir
halde, müslüman ol mayanları İslâm'ı kabule zorlamak anlamını ifade et-
(31) El-Mâide, 3
(32) El-Bakara, 112
(33) El-Bakara, 62
(34) El-Mâide, 48
29
mez. Bilâkis bu, onların bir an önce Allah'ın dilediği gibi İslâm'ı kabul
etmeyi, zamanında tatbik edilmiş ve fakat ondan sonra hükmü geçmiş fikirlere
saplanmamayı, bunun neticesi olarak da Allah'a itaat etmek ve O'nun rızasını
kazanmak için acele etmeyi açıkla maktan ve bu hususlarda öğüt vermekten başka
bir şey değildir. Böyle yapmadıkları takdirde, onları Al lah'a havale etmekten
başka bir çare yoktur.
«De ki: 'Ey kitab ehli!.. Ancak Allah'a kulluk et mek, O'na bir şeyi eş
koşmamak, Allah'ı bırakıp birbi rinizi Rab olarak benimsememek üzere, bizimle
sizin aranızda müşterek bir söze gelin'. Eğer yüz çevirirler se: 'Bizim müslüman
olduğumuza şahid olun' deyin.»
(35)
Her dinin, aslında tek'e davet eden İslâm'ın tâ kendisi olduğunu açıklamak ve
akîde birliği ifa etmek hususunda bâzı ilâhî nasları burada zikretmek iste rim.
Çünkü bu ilâhî naslar, bize İslâm'ın cihanşümul ve kendisinden Önce geçmiş bütün
semavî dinleri hâvî olduğunu, onlara, mensuplarına ve Peygamber lerine karşı
ihtiramını, onlardan îman edenlere karşı şefkatini ve kendisine muhalif
olmadıkları müddetçe onlara ibadet hürriyetini tanıdığını açıklamaktadır.
A'raf sûresinde Nûh, Hûd ve Salih -A.S.- in kıs saları arka arkaya zikredilmiş
ve eskiden beri olduğu gibi hepsinin, adetâ tek lisanla ve tek ifade ile kavim
lerini dîne davet ettikleri haber verilmiştir.
!And olsun ki, Nuh'u milletine gönderdik, 'Ey mil letim!. Allah'a kulluk edin.
O'ndan başka tanrınız yok tur; doğrusu sizin için büyük günün azabından kor
kuyorum, dedi.»
«Âd milletine de kardeşleri Hûd'u gönderdik; 'Ey
(35) Âl-i İmran, 64
30
milletim».. Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur, karşı gelmekten
sakınmazmısınız? dedi.»
Beytül-Haram'ı bina ettikleri zaman şu duayı yap-ümmet yetişir.» (37)
«Semûd milletine de kardeşleri Salih'i gönderdik. 'Ey milletim!.. Allah'a kulluk
edin. O'ndan başka tan rınız yoktur., dedi.» (36)
Bakara sûresinde Hz. İbrahim ve Hz. ismaîl'in, Beytül-Haram'ı bina ettikleri
zaman şu duayı yap tıkları zikredilir: «Rabbimiz!.. İkimizi Sana teslim olan lar
kıl. Soyumuzdan da Sana teslim olanlardan bir
ümmet yetişir.» (37)
Aynı yerde Hz. İbrahim, Hz. Yâkup ve Hz. Esbât hakkında hikâye mahiyetinde
haberler vardır :
«Kendini bilmezlerden başkası İbrahim'in dinin den yüz çevirmez. And olsun ki,
dünyada onu seçtik. Şüphesiz o, âhirette de iyilerdendir. Rabbi ona : 'Tes lim
ol' buyurduğunda, 'Âlemlerin Rabbine teslim ol dum' demişti. İbrahim, bunu
oğullarına vasiyyet etti. Yâkub da : 'Oğullarım!.. Allah dini size seçti. Siz de
ancak O'na teslim olmuş olarak can verin' dedi. Yok sa Yâkub can verirken sizler
yanında mı idiniz? Oğul larına : 'Benden sonra; kime kulluk edeceksiniz?' di ye
sormuştu. 'Senin Tanrı'na ve ataların İbrahim, İs mail, İshak'ın Tanrı'sı olan
tek Tanrı'ya kulluk edece ğiz. Bizler O'na teslim olmuşuzdur' demişlerdi.» (38)
Böylece anlaşılmaktadır ki, bütün Peygamberler, ortak koşmadan yalnız Allah'a
ibadeti emreden tek dîn üzere gönderilmişlerdir. Ve genel anlamıyla, bu, İslâm
dînidir. İşte Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Ya'kub ve Hz. Esbat bu
esas üzere müslüman idiler...
(36) El-A'râf, 59, 65, 73
(37) El-Bakara, 128
(38) El-Bakara, 130-133
31
Ve işte bu küllî hakîkate dayanarak müslümanlar, hiç birisinin arasında tefrik
yapmaksızın bütün Peygamberlere inanırlar... Onların dinlerinden ve o dinlere
tabi olanlardan nefret etmezler... Yalnız, o dinlere tabi olanlardan tek
istedikleri;" onların da Hz. Muhammed -S.A.V.- in getirdiklerine îman etmeleri
dir. Ki Hz Muhammed'in getirdiği de esasinde onla rın ellerindeki Kitaplarına
uygundur!.. Şayet bunu yap mazlarsa; diledikleri gibi hareket etsinler, fakat,
bu dini herkese yaymak hususunda müslümanları da ra hat bıraksınlar...
«Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de dîn ola rak buyurmuştur. Ey Muhammed!..
Sana vahyettik. İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: 'Dîn'e bağlı kalın.
O'ndan ayrılığa düşmeyin'.» (39)
«Allah'a bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İs-hak'a, Ya'kub'a ve
torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından
Peygamberlere ve rilene, onları bir birinden ayırd etmeyerek inandık. Biz O'na
teslim olanlarız', deyin Sizin inandığınız gibi inanmış olsalar, doğru yolda
olurlar. Yüz çevirirlerse, şüphesiz onlar çıkmazda kalırlar. Onlara karşı, sana
Allah yetecektir. O, işitir ve bilir.» (40)
İslâm, muhtelif dinler hakkındaki bu fikrine ve ci hanşümul bir din olmasına
uygun olarak; kendisiyle muharebe etmedikleri, bütün insanlara tebliğ edil
mesine mâni olmadıkları, yer yüzünde fesadı çıkarma dıkları ve zayıflara tecavüz
etmedikleri müddetçe di ğer dinlere tâbi olanlarla alâkayı kesmez. Bilâkis,
kendi hükmü altına girenlere en geniş anlamıyla ha yat bahşeder... Hiç bir hüküm
altında bulunmayan-
(39) Eş-Şûra, 13
(40) El-Bakara, 136-137
32
lara hayır ve sulh babında cihanşümul yardımlaşmayı tatbik eder... Biz, İslâm'a
inanmayan bu iki grupla, müslüman toplum arasındaki münasebetlere bir göz atarak
fikrimizi söylemeden geçemiyeceğiz.
İslâm'ın bayrağı altında yaşayan gayri müslim-lere ZIMMİ denir. Hariçten gelen
her hangi bir taar ruzu kendilerinden defetmek ve onları korumak, da hilde de
canlarını ve toplum nizamını bozmayacak nitelikte olan mallarını muhafaza etmek,
her türlü ah lâkî değerlerine hürmet etmek, islâm'ın vazifelerindendir. İslâm,
bütün bunlara mukabil, İslâm hüküme ti için CİZYE meblâğı alır.
Burada «Cizye» kelimesinin ifade ettiği anlamı belirtmek gerektir. Çünkü bu
mevzudaki cehalet sebe biyle veya bu yolla İslâm'a hücum etmek niyetiyle ciz ye
hakkında bir çok yanlış bilgiler verilmiştir.
İslâm, Nisab'a mâlik olan her insana zekât'ı farz kılmıştır. Tıpkı İslâmî
mefkureyi himaye etmeye, İs lâm'a, müslümanlara ve zimmîlere karşı olan zulmü
defetmeye muktedir her insana cihadı farz kıldığı gibi... Zekât ve cihad, nefis
ve mal yönünden insana bazı güçlükler yükleyen birer ibadet olduğu için İs lâm,
bunlarla zimmî olan kimseleri mükellef kılmamıştır. Çünkü onlar, bu iki ibadeti
farz kılan İslâmî akîdeye göre ibadet etmemektedirler. İşte, bu mal ve kan
kaybına karşılık zimmîlere cizye farz kılınmıştır. Ki bu, ibadetle alâkası
olmayan, bir mal ödemekten başka bir şey değildir... Yine dikkat edilmesi
gereken husus şudur ki; zekât, erkek-kadın her müslümana farz kı lındığı gibi,
sabî'nin malı için de farz kılınmıştır. Ki bunu, sabinin velîsi, o maldan
çıkarıp vermek mec buriyetindedir. Cizyeye gelince o, kadınlar ve çocuk lar
hariç olmak üzere yalnız erkeklere farz kılınmış tır...
33
İslam: 3
Zekât, sonsuz olarak zenginliğin derecesine göre alındığı halde cizye, üç
şekilde alınır. Cizye, zengin olanlardan yılda 48 dirhem -134,72 gr.-, orta
derecede olanlardan 24 dirhem -67,36 gr.- işçi ve bu derecede olanlardan da 12
dirhem -33,68 gr.- alınırdı. Sadaka ya muhtaç.olan konuklardan, işsiz ve
gelirsiz amalardan, kötürümlerden, husûsî malları olmadığı takdir de rahiplerden
ve papazlardan alınmazdı. (41)
Zimmîler, bu cizyenin karşılığı olarak yalnız iç ve dış felâketlerden korunmakla
kalmazlar, aynı zamanda İslâm'ın, çocuk, hasta, âciz veya ihtiyarlardan ka
zanmaya iktidarı olmayan kimselere tahsis ettiği iç timaî teminattan da istifade
ederler. İslâm, ırk, din ve dil ayırımına bakmaksızın bütün bunlara kendilerine
kâfi gelecek miktarı ayırmıştır. Geçmiş İslâm devir leri, bu çok büyük insanî
hizmetleri te'kid etmekte dir...
Hz. Ömer -R.A.- bir gün güçsüz, Yahudi bir ihti yarı, bir kapıda dilencilik
ederken görmüş ve ona «Seni bu duruma sevkeden nedir?» diye sormuştu. Bunun
üzerine Yahûdî «Sen cizye, ihtiyaç ve ihtiyar lıktan sor» cevabını verince, Hz.
Ömer onu elinden tu tup evine getirmiş ve günlük ihtiyacını verdikten son ra
hazine nazırına, «Buna ve benzerlerine bak. Eğer gençliklerinde kendilerinden
istifade edip, ihtiyarlık zamanlarında da ihmal edersek; yemin ederim ki, in
safsız bir iş yapmış oluruz.» demiştir. «Sadakalar, Al lah'tan bir farz olarak
yoksullara, düşkünlere... veri lir.» (42) Bu da, ehli kitap düşkünlerinden
sayılır. (43)
Hz. Ömer -R.A.- Şam'a giderken çok fakir düş müş bir hıristiyan kabilenin
yanından geçtiğinde on-
(41) Haraç kitabından. (Ebû Yûsuf)
(42) Et-Tevbe, 60
(43) Haraç kitabı. (Ebû Yûsuf)
34
lara sadaka verilmesini ve yiyeceklerinin temin edil mesini emretmiştir. (44)
İşte böylece İslâm'ın ruhu, Hz. Ömer vasıtasiyle on üç asırdan daha fazla bir za
mandan beri bu insanî ufka yükselmekte ve sosyal adaleti, din, milliyet ve
inanış ayrılığı gözetmeksizin insanî bir hak olarak tanımaktadır.
Yine tarihî vesîkalar ispat eder ki; müslümanlar, kendilerinden cizye
topladıkları zimmîleri himaye ede medikleri için bazılarına bu topladıklarını
geri vermiş lerdir. Meselâ: Ebû Ubeyde bin Cerrah -R.A.- Rumla rın büyük bir
ordu ile hazırlanıp İslâm ordusu ile çar pışmaya geleceklerini haber alınca,
sulh ederek ha raç verenlerin emîrlerine, bu alınan haracı geri ver melerini ve
onlara «Size malınızı geri vermemizin se bebi, büyük bir kuvvetle karşı karşıya
kalışımızdır. Halbuki siz bu malı verirken himaye edilmenizi şart koşmuştunuz.
Biz ise şimdi buna muktedir değiliz. Bunun için sizden aldığımızı geri veriyoruz
ve Allah bizi muvaffak kılarsa aynı şartla tekrar sizden cizye yi kabul
edeceğiz...» demelerini yazmıştır. (45)
İslâm'a hücum edenlerin, ellerinde adetâ redde dilmez ve çürütülmez bir delil
gibi tuttukları bir âyet-i kerîme daha vardır.
«Kitap verilenlerden, Allah'a, âhiret gününe inan mayan, Allah'ın ve
Peygamberinin haram kıldığını ha ram saymayan, Hak dîni dîn edinmeyenlerle,
boyun larını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar sava şın.» (46)
Bu âyetin kendisinde, onların sözlerini cerhedecek delil vardır. Bu da «Ehl-i
kitap» şeklindeki tahdit-
(44) İslâm'a Davet kitabı. (W. Arnold)
(45) Haraç kitabı. (Ebû Yûsuf)
(46) Et-Tevbe 46
35
tir. Öyle ki, âyet-i Kerime'de, Allah'a ve âhiret günü ne, inanmayanlarla,
Allah'ın ve Resûiünün haram kıl dığı şeyi haram kabul etmeyenlerle, Hak dine
göre ibadet yapmayanlarla, böylece her ne kadar ehl-i ki tap gibi görünüyorlarsa
da bu sıfatlara göre Kâfir ka bul edilen kimselerle harbedilmesi gerektiği
bildiril mektedir... Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen bir kimsenin
Hıristiyan, Yahûdî veya mutlak surette semavi bir dîne tabî olduğu söylenemez.
Zira ondan ilâhî bir dîne tabî olma sıfatı kalkmış durumdadır. İşte her ne kadar
ehli kitaptan görünüyorlarsa dabu gibi insanlarla savaş, tıpkı kâfirlerle savaş
gibidir.
Bundan dolayıdır ki, bunların hükmü mutlak kâ firlerin hükmü gibidir. İleride
zikredeceğimiz gibi, İs lâm'ın harp ve sulh hükmüne uyularak ,onlar saldırdığı
zaman kendileriyle harbedilir. Bununla beraber İs lâm, müsamaha ederek onları
görünüşe göre ehl-i ki tap sayar ve kendilerinin, bu durumda hic bir kâfir den
kabul edilmeyen cizyeyi ödemelerini kabul eder. Cizyeyi vaz'etmekteki maksat da
âyette sarih olarak belirtilmiştir. O da; teslim olmaktır... Sulhu kabul et
mektir... Tecavüzden vazgeçmektir... Yer yüzünden zulmü ve fesadı kaldırmak için
mü'minlerin, İslâm'a davet hürriyetine karşı gelmemektedir.
Cizye, bazı muarızların ve mütecavizlerin İslâmî adalette tavsir etmeye
çalıştıkları gibi zulüm ve al datma değildir. Biz, cizye ile şu XX. asırda bir
mem leketi istilâ edenlerin o memleket halkına yükledik leri vergi arasında hiç
bir bağ kuramayız. Bu gibi bir muvazeneyi kurmak da caiz değildir. Çünkü garp
âle minin nizamları ve yaşayışı ile şu yirminci asırda vu ku bulan her hangi bir
yenilik; İslâmî hükümlerin yü rütülmesinde bir delil olamaz.
36
Bu topluluk, İslâm'ın yüce ufuklarıyla kıyaslan dığı takdirde çok küçük kalır.
Bugünkü yazarlarımı zın, İslâm'ın bazı hükümlerini XX. asırda cereyan eden
hadiselerle mukayese ederek onları doğrulama ya çalışmaları; garp nizamlarının
önünde bir şuur hezimetini tasvib etmekten başka bir şey olmasa ge rektir. Onlar
İslâm için bir delil ileri sürdüklerini zan nederler. İslâm'ın ise bu gibi
delillere ihtiyacı yoktur.
İslâm, cizyenin karşılığı olarak zimmîleri zekât ve cihad gibi müslümanların
yapmak mecburiyetinde ol dukları ibadetlerle mükellef kılmadığı gibi; İslâm ca
miasının içinde onların iktisadî refahını da düşünür. Bazan müslümanlara haram
kıldığı malları ve işleri onlara helâl kılmıştır. Meselâ, müslümanın içki ve do
muz gibi necis şeyleri yemesi, içmesi, onlara sahip olması ve onlarla ticaret
yapması haramdır. Böylece İslâm, bunları müslüman için birer mal olarak kabul
etmez. Bunlar, çalınsa; hırsız, bundan sorumlu tutul maz. Ve eğer emanet olarak
bırakıldığı yerden kay bolsa, emanetçi bundan mesul değildir. Fakat bu hü
kümler, zikredilen bu malın müslümana ait olmasına göredir.
Mal sahibi bir zimmî olduğu takdirde onu çalan, sorumludur... Emanetçi, onu
ödemekle mükelleftir. Çünkü zimmîye göre onu kullanmak mubahtır. Bunun için
İslâm, zimmî için onu muhafaza eder ve zimmî-nin inancına karışmaz.
İslâm, zimmîlerin yalnız kanlarını, mallarını ve hürriyetlerini koruyup, bunları
yapmakla iktifa ede rek onları kendi hallerine bırakmaz!... Resûlüllah -SA.V.-
buyurur ki: «Zimmîyi öldüren, cennet koku-
37
sunu duymaz.» (47), «Bir zimmiye zulmeden veya gü cünden fazla yük yükletenin
dâvacısıyım.» (48)
Evet İslâm, en açık ifadeyle onların, muhterem birer vatandaş olarak
yaşamalarını, müslümanlarla aralarında sevgi bağlarının bulunmasını ve sosyal
hak ların kendilerinden alınmamasını emreder. Bunun ne ticesi olarak bazı husûsî
hallerde onları toplumdan ayırmaz, kendilerine mahsus bazı işleri yüklemez ve
Amerika'da beyazların zencilere ve Güney Afrika'da renklilerin diğerlerine karşı
yaptıkları muameleler gibi onları müslümanlar arasına karışmaktan menetmez!..
İslâm bayrağı altında zimmîler, severler ve sevi lirler... Mutlak bir içtimaî
hürriyet içerisinde yaşar lar... Müslümanların sevinç günlerine davet edilirler
ve kendi sevinç günlerine de müslümanları davet ederler. Böylece her iki camia
arasında karşılıklı sev gi, kuvvetleşir ve devam eder!..
«Bugün, size temiz olanlar helâl kılındı. Kitap ve rilenlerin yemeği size helâl,
sizin yemeğiniz de onla ra helâldir.» (49)
Burada zimmîlere karşı ilk müslümanların için deki husûsî hisleri belirtmek
bakımından Hz. Peygam berin hayatından bir hadiseyi zikretmeyi uygun olur
sanırım:
Câbir bin Abdullah -R.A.- şöyle nakleder: Bir gün yanımızdan bir cenaze
geçtiğinde Peygamber -S.A.V.-ayağa kalktı, biz de kalktık. Akabinden «Ya
Resûlüllah,, o bir Yahûdî cenazesi idi» dediğimizde buyur dular ki; «O bir nefis
değil midir? Bir cenazeyi gördü ğünüz zaman ayağa kalkınız.» (50)
(47) Had's. (Buharı).
(48) Haraç kitabı. (Ebû Yûsuf)
(49) El-Maide, 5
(50) Hadîs. (Buharî)
38
İşte bu, her türlü dîn taassubundan tamamen sıyrılmış bir şuurun îcabıdır...
Araştırıcıları hayret ler içinde bırakan, İslâm'ın erişilmez yüceliğidir. Bu
mevzuda sözü bağlamadan önce Hıristiyan bir Avru palının İslâm'ın daveti
mevzuunda zikrettiği bazı fi kirlerini nakletmek isterim.
W. Arnold, «İslâm'a Çağrı kitabında der ki ;
«Şam, 637 yılında müslümanlarla sulh yaptığı za man, bu sulh ile yağma
edilmekten ve sürülmekten emin olduğu gibi daha bir çok şartlara sahib oldu...
Bunun akabinde bir çok Arap şehirleri, Şam'ı takib ettiler ve kısa bir zaman
sonra Humus, Minbec ve daha bir çok şehirler anlaşmalar yaptılar ve Araplara
tabi olmuş birer şehir haline geldiler. Hatta bu gibi şartlara uyarak Patrik,
Kudüs'ü teslim etti. Rumlar, kendi dinlerine tabi olmayan İmparatorun
sıkıştırıp, kendilerini dinlerinden çıkarmasından korktukları için,
müslümanların kendilerine bahşettikleri dînî hürriyet dolayısiyle Roma
İmparatorluğuna veya her hangi bir Hıristiyan hükümete tabi olmaktan ziyade
İslâm tabiasına girmeyi tercih ettiler. Memleketlerini fetheden Roma ordularının
yaptıkları korkunç mezâlim, müslü manların o yerleri kolaylıkla fethetmelerine
sebep oldu.»
«Müslümanların, cesaret dolu hamleleriyle istila ettikleri eski Bizans
vilâyetleri, uzun asırlardan beri, aralarında bulunan Nastûri ve Ya'kubî
fikirlerden do layı görmedikleri ve bilmedikleri müsamahayı gördü ler ve
yaşadılar. Böylece hiç bir kimsenin taarruzuna uğramaksızın dinlerinin îcab
ettirdiği her şeyi yap makta serbest bırakıldılar. Yalnız birbirlerine muhalif
dinlerin salikleri arasında herhangi bir kargaşalığa sebep olmamak maksadiyle
kendilerine konulan bazı
39
kural ve kanunları istisna edebiliriz. İslâmî şuuru ze delememek için biribirine
zıt bazı dînî fırkaların taas subunu aşırı hadde ulaştırmamak ve bu ayrılık
mefhu munu feveran derecesine gelmekten kurtarmak için yine husûsî bazı tedbîri
kurallar konmuştur. Arapların VII. asırda istilâ ettikleri yerleri,
kendilerinden alacak ları cizye mukabilinde canlarını, mallarını ve mutlak
surette dînî hürriyetlerini korumalarına bir göz atılır sa; bu sınırsız müsamaha
altında, idarenin çok kuv vetli olmasının mümkün olabileceği gayet tabîî düşü
nülebilir.»
«Hıristiyanlara yükletilmiş bu vergiden gaye, bazı müsteşriklerin garezkâr
ifadeleri gibi, Hıristiyanların İslâm'ı kabul etmekten imtina etmeleri sebebiyle
on lardan alınan bir ceza değildir. Çünkü onlar, bu ver giyi diğer zimmîlerle
beraber ödemektedirler. Ki on lar, İslâm'a tabi olmadıkları için orduya
giremeyen ve böylece müslümanların kılıçlarının kefaleti altına sığınan gayr-i
müslimlerdir...
Hire'liler, daha önceden kararlaştırılmış cizyeyi verdikleri zaman:
«Müslümanlardan ve gayri müslim-lerden kendilerine gelecek herhangi bir
tecavüzden korunmaları» şartını koşmuşlardı.
Halid bin Velid -R.A.-, Hire'nin civarında bulunan bazı şehirlerin halkıyla
yaptığı anlaşmaya şu cümleyi kaydetmiştir: «Şayet sizi koruyabilirsek cizyeyi
alırız. Aksi halde hiç bir şey almaya hakkımız yoktur...»
Daha sonra yazar, yukarıda da söylediğimiz gibi Ebû Ubeyde hadisesine değinerek
sözüne devam eder: «Cizye, müslüman oldukları takdirde yapmakla mükellef
bulundukları askerî hizmetin karşılığı olarak, iktidar sahibi bütün erkeklere
farz kılınmıştır...»
«Şüphesiz ki, islâm ordusunun hizmetine giren herhangi bir Hıristiyan camiası,
bu cizyeyi ödemekten
40
muaf tutulur. Antakya civarında ikamet eden Hıristi yan Ceracime kabilesi, işte
bu şekilde cizye vermek ten kurtulmuştur. Ki bu kabile, müslümanlarla anlaş ma
yaparak cizyeden muaf tutulması ve fakat ganî-metten kendine düşen payın
verilmesi şartıyla müslümanlara yardımcı olacağına ve gazalara iştirak ede
ceğine söz verdi. Tıpkı bunun gibi Hicretin 22. yılın da islâm fütuhatının Kuzey
İrana doğru ilerlediği bir sırada, bu memlekette yaşayan bir kabîle ile de aynı
şekilde anlaşma yapılmış ve onlar, askerî hizmete mukabil cizye ödemekten muaf
tutulmuşlardır.»
Bu hıristiyan yazar, son asırlarda bu neviden ce reyan eden misalleri vermeye
devam eder ve nihayet
der ki :
«Diğer yönden Mısır'lı çiftçiler, müslüman olduk ları halde askerî hizmetten
muaf tutulmuşlar ve bu nun karşılığı olarak -Hıristiyanlara yapıldığı gibi- ken
dilerinden cizye alınmıştır...»
Daha önce de cizyenin mahiyeti hakkında hük mümüzü verdiğimiz gibi o, husûsî ve
umûmî yönden İslâm'a saldırmak isteyenlerin iddialarını çürütmekte dir.
İslâm, diğer dinlere mensup olanlara ve hatta dinsizlere bile, müslümanlara veya
başkalarına, ön ce kendi saldırmadıkça ne düşmanlık yapar, ne mal larına el
koyar, ne de onlara harp açar. Hatta İslâm nizamı, İslâm'ın sonsuz bir ihtiramla
koruduğu anlaş malar yoluyla, onlarla yardımlaşmaya müsamaha gös terir.
Resûlüllâh -S.A.V.- bir çok anlaşmalar yapmış ve bazen bu anlaşmaları bizzat
kâfirler arzu etmiş ol dukları halde, bu anlaşmaları kelimenin tam mânâ-siyle
muhafaza etmiştir. Hatta karşı taraf anlaşmayı bozmadıkça kendilerinin de onu
bozmalarına müsaa-
41
de etmemiştir. Kur'an-î hükümler, sözleşmelerin ko runması hakkında kesin ve
açık birer delildir. Bu mevzu, kısa da olsa üzerinde durmaya değer bir mevzudur.
İslâm'ın milletler arası anlaşmalar mevzu undaki görüşünü şu âyet-i kerîme
hülâsa etmekte dir :
«Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yur dunuzdan çıkarmayan kimselere
iyilik yapmanızı vs onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz. Doğru su Allah,
âdil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi
yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi ya
sak eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalim dir.» (51)
İşte bu ilâhî düstûra göre bütün insanlarla karşı lıklı muamele yapılır. Bu da,
saldırmalarından emin olduğu takdirde insanî sevgi bağını muhafaza etmek ve
beşeriyeti biribirine bağlayan rabıtaları kuvvetlen dirmek gayesiyle kendisine
düşman kesilenlerle bile kuvvetli dostluk bağlarını kurar ve düşmanlığı orta dan
kaldırır. Yukarıdaki âyetten önce diğer bir ilâhî hüküm vardır:
«Allah'ın, sizinle düşmanlık gösterdiğiniz kimse ler arasında bir sevgi
yaratması mümkündür. Allah, Kadirdir. Allah Bağışlayandır. Acıyandır...» (52)
Ahde vefa hakkında çok âyet-i Kerîmeler vardır. Biz onların bir kaçı ile iktifa
edeceğiz.
«Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine geti rin. Allah'ı kendinize kefil
kılarak pekiştirdiğiniz ye minleri bozmayın. Allah, yaptıklarınızı şüphesiz
bilir. Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü,
(51) E!-Mümtehine, 8-9
(52) El-Mümtehine, 7
42
aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğirip kat ladıktan sonra bozan
kadın gibi olmayın.» (53)
İslâm, bu âyetle ahde vefayı ve onu bozmamayı kesin olarak belirtilmiştir.
Hilekârlıktan ve verilen sözde durmaktan sakındırmıştır. «Bir ümmetin diğer bir
ümmetten daha çok olmasını» sebep göstererek bunları mubah görmek, İslâm'ın
hükümlerine zıtdır. Bu, aldatıcı ve yalancı siyaset adamlarının beyan et tikleri
özürden başka bir şey değildir. Ki onlar, «Mem leket menfaati îcabıdır»
gerekçesiyle yalanı ve veri len sözü bozmayı mubah görürler. İşte İslâm, bunu
şiddetle meneder. Hatta daha önce verilen ahdi, müslüman kardeşlerine yardım
etmek için bile boz masını caiz görmez. Şartlar, düşmanlar tarafından ko runmuş
olduğu müddetçe; böyle bir ahdi bozmak, İslâmi hükümlere göre yasaktır.
«... Dîn uğrunda yardım isterlerse aranızda an laşma olan milletten başkasına
karşı onlara yardım etmeniz gerekir...» (54) İşte bu âyet, ahde vefayı öy le bir
dereceye çıkarmıştır ki; kelimeler bunu izah tan âciz kalır...
Bunlar birer nazariye veya hayalî birer misal de ğil müslümanların hayatında ve
milletler arası bağ larında birer canlı olaydır. İslam tarihinde bu mevzu ile
ilgili çok vesikalar vardır. Fakat biz burada sade ce bazılarıyle iktifa
edeceğiz :
Huzeyfe bin Yemân -R.A.- der ki: Şu sebepten Bedir muharebesine iştirak
edemedim: Ebû Huseyl ile beraber yola çıkmıştık. Yolda Kureyş müşrikleri bizi
yakalayarak «Siz Muhammed'e iltihak etmek mi istiyorsunuz?» diye sorduklarında
«Hayır!.. Biz Medi-
(53) En-Nahl, 91 -92
(54) El-Enfâl, 72
43
ne'ye gidiyoruz» dedik. Bunun üzerine Medineye git memiz ve Hz. Peygamberle
birlikte muharebe etme miz için bizden yemin istediler. Biz de yemîn ettik ve
yolumuza devam ettik. Bu arada Resûlüllaha gelerek hikâyeyi anlatınca; bize
«Gidiniz!.. Biz, onlara verdi ğiniz sözde durur ve karşılarında Allah'a
sığınırız» dedi,
Resûlüllah -S.A.V.- in azatlısı Ebû Râfi' der ki : Kureyşlilerin elçisi olarak
Resûlüllah'a geldiğim ve onu gördüğüm zaman; müslüman oldum ve Yâ Re sûlüllah!..
Ben artık onlara dönmeyeceğim dedim. Bu nun üzerine Resûlüllah -S.A.V.- buyurdu
ki: «Ben ne ende ihanet ederim, ne de elçi tutarım. Fakat onlara dön. Şayet şu
anda kalbinde bulunan şey, o zaman bulunursa; dönebilirsin...»
Süheyl bin Ömer, Resûllüllah -S.A.V.- ile Hudeybiye sulhunu müzâkere ettiği bir
sırada henüz sulhnâme, Resûlüllah -S.A.V.- tarafından imzalanmadan Ebû Cendel
bin Süheyl, boynunda zincirler olduğu halde kâfirlerden kaçarak çıkageldi.
Süheyl, oğlunu görünce ayağa kalkıp boynundaki zincirleri tuttu ve Resûlüllah'a
hitaben «Yâ Muhammed -S.A.V.- !... Ara mızda anlaşma yapılmış durumdadır. Bunu
geri vermelisin.» deyince; Resûlüllah -S.A.V.- «Doğrusun!..» dedi. Bunun üzerine
Ebû Cendel -R.A.-in; «Ey müslümanlar!.. Dînin uğrunda öldürülmem için mi müşrik
ler arasına gönderiliyorum?» hitabına rağmen bir fay da görmemiş ve Resûlüllah,
her ne kadar anlaşmayı imzalamamışsa da yine bu anlaşmanın şartlarına uya rak
onu müşriklere iade etmişti.
Ve son olarak: İslâm camiası, inanış, ırk, renk ve milliyet farkı gözetmeksizin;
İslâm topraklarında yaşıyan bütün vatandaşlara mutlak adaleti temin eder... Ve
bu sıfatla eski veya yeni hiç bir toplumun
44
erişemediği seviyeye yükselir. Tarihî vakıaların teyîd ettiği bu hakîkati
belirten pek çok ilâhî hükümler de vardır.
Meselâ; Kur'ân-ı Kerim, adaletten bahseder ve bu adaletin, insanlar arasındaki
adalet olduğunu bil dirir.
«Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline tes lim etmenizi ve İnsanlar
arasında hükmettiğiniz za man adaletle hükmetmenizi emreder.» (55)
Sonra cemiyette inkâr edilmesi mümkün olma yan müsamaha ve iltimaslardan...
Akrabalık ve dost luk münasebetlerinin doğurduğu iltimaslardan... Düş manlık ve
nefret duygularının sebep olduğu tek ta raflılıktan bahsederek adalet düsturunun
bozulma ması için bu gibi fikirlerin tamamen atılmasını emre der.
«... Konuştuğunuzda, -akraba bile olsa- sözünüz de âdil...» (56) «... Bir
millete olan öfkeniz, sizi ada letsizliğe sürüklemesin. Âdil olun. Bu, Allah'a
karşı gel mekten sakınmaya daha yakındır.» (57)
Sevgi ve düşmanlık gibi hislerin, dengesini boz madığı ve akrabalık ile
nefretin, esaslarını değiştir mediği mutlak adalet, işte bu adalettir...
Adalet!.. Fertler arasındaki bağ ve münasebetlerden ve millet ler arasındaki
buğuzdan müteessir olmayan adalet... Müslümanlarla aralarında kin olsa bile
diğer kavim lerin veya milletlerin kendisinden istifade ettiği haseb, neseb, mal
ve şan gibi hisler dolayısiyle bir ayı rım yapılmaksızın bütün İslâm ümmetinin
teker teker kendisinden istifade ettiği adalet...
(55) En-Nisâ', 58
(56) El-En'âm, 152
(57) El-Mâide, 8
45
İşte bu, adalet yönünden şu âna kadar hiç bir beşerî kanunun ve hiç bir dahilî
kuralın erişemediği bir zirvedir. Bunun aksini iddia edenler, milletler ara
sındaki kuvvetlerin zayıflara karşı olan adaletine ve harbeden kitlelerin bir
birleri arasında cereyan eden adalete dikkat buyursunlar... Sonra Birleşmiş
Milletler'deki beyazların kızılderililere karşı ve Güney Af-rika'daki
beyazların, renklilere karşı tatbik ettikleri adaleti gözden geçirsinler...
Bunlara işaret kâfidir. Çünkü bütün bunlar, hemen her insanın bildiği günün
olaylarıdır. Önemli taraf şudur: İslâm adaleti, mücerred birer nazariyeden
ibaret değildir. Bilâkis o, yo lunu hayatın vakıaları arasından seçmiştir. (58)
Halife Hz. Ali bin Ebî -R.A.-, bir gün kaftanını kaybetmiş ve sonra da onu bir
hıristiyanın yanında bulmuştu. Bunun üzerine hıristiyanı, Kadı Şüreyh'a
götürerek: «O benim kaftanımdır. Ne sattım, ne de hibe ettim» dedi. Bunun
üzerine Şüreyh hıristiyana, Emirulmü'minîn bu sözleriyle ilgili bazı sorular
sordu. Dedi ki: «Emirül Mü'min bence yalancı değildir. Fa kat bu benim
kaftanımdır!..» Şüreyh; Hz. Ali'ye dön dü ve sordu: «Yâ Emir el-Mü'minin! Bir
delilin var mıdır?» Hz. Ali -R.A.- gülümseyerek, «Şüreyh doğru dur, elimde bir
delilim yoktur» deyince kaftanın hıris tiyana ait olduğu hükmü verildi ve
Emir-ül-Mü'minîn'in gözleri önünde hıristiyan, kaftanı aldı ve yürüdü. Fa kat
hıristiyan bir kaç adım ilerledikten sonra geri dö nerek dedi ki; «Ben
inanıyorum ki bunlar, ancak Pey gamberlerin getirdiği hükümlerdir...
EmirÜl-Mü'minîn beni kendi kadısına sevketsin ve onun aleyhinde hü küm
verilsin!.. Allah'tan başka tapılacak bir mâbud olmadığına ve Muhammed -S.A.V.-
in O'nun kulu ve
(58) İslâm'da Sosyal Adaletten.
46
Resulü olduğuna şehadet ederim. Yâ Emir-el-Mü'minin! Kaftan senindir. Sen
ordunla beraber Sıffîn'e gi derken orduyu tâkib ettim ve kaftan o zaman senden
düşmüştü. «Hz. Ali, «Madem ki sen müslüman oldun o, senin olsun...» dedi.
Mısır Valisi Amr bin Âs'ın oğlu, bir gün Mısır kıb-tîlerinden birisiyle kendi
atı üzerinde müsabaka yap mış ve yenilmişti. Müslüman bir valinin oğluna bu
yenilgi ağır gelmiş ve rakibini «Al!.. Ben en şeref lilerin oğluyum» diyerek
kamçılamıştı. Hadise müslü-manların halifesi Hz. Ömer'e Hac mevsiminde arz edi
lince Hz. Ömer, kendi kamçısını Kıbtî'ye vererek «Al, en şereflilerin oğluna
vur! demiş ve Amr bin Âs'a şu meşhur sözünü söylemişti. «Annelerinden hür doğan
insanları siz ne zaman köle yaptınız?...» Hatta halife, Mısırlının sadece Amr
bin Âs'ın oğluna vurmakla ik tifa etmemesini, onun babasına da vurmasını iste
mişti. Çünkü babasının şan ve şerefi olmasaydı, o bu nu yapmaya cesaret
edemiyecekti. Fakat kıptî bunu reddetti ve sadece kendisine vuran kimseden kendi
hesabına kısas yapmakla iktifa etti...
W. Arnold'un «İslâm'a davet» kitabından daha önce de iktibas ettiğimiz gibi,
«Humuslular, şehrin kapılarını Heraklius ordusuna kapatmışlar ve fakat
müslümanlara velayetleri ve adaletlerinin kendileri için onların zulmünden ve
kininden daha hoş olduğu nu bildirmişlerdir.»
İslâm adaleti, belli ve ferdî kaidelere münhasır değildir. Her türlü müsamaha ve
iltimastan mücer-red, insanî adaleti herkesten daha önce tatbik etme si îcab
eden İslâmî toplumun, fertler, cemiyetler ve milletler üzerine vaz'ettiği umûmî
birer kural ve sağ lam birer yoldan başka bir şey değildir.
47
Beşeriyetin tek esasa bağlanması hususunda İs lâm'ın düşünüşü... Irk, renk ve
vatan taassubunu reddedişi... Bütün dinlerde dînin birliğine inanışı... Ay rılık
ve düşmanlık fikirleri olmaksızın bütün millet ve fırkalarla yardımlaşmaya hazır
olduğunu bildirmesi... Dîn'e çağrı inanış ve ibadet hürriyeti hususunda mü
dafaa, harp ve husumet sebeplerini kısıtlaması... Mazlumlardan zulmü defetmek ve
yer yüzünden bozgunculuğu kaldırmak için vaz'ettiği kuralları... Harp lere sebep
olarak gösterilen iktisadî meseleleri orta dan kaldırması... Ve herkes için
mutlak sosyal ada leti temin etmesi... İşte bütün bu hususiyetler. İslâm
nizamını, cihanşümul ve İslâmî toplumu, bir ırk veya bir fırkaya bağlamayan
müstesna bir toplum haline getirmektedir.
İslâm Semavî akideye dayanarak ahlâka ve ah lâkî unsurlara çok büyük bir önem
verdiği gibi insan ruhunu hayra, yükselmeye ve olgunluğa davet etmek suretiyle
geliştirip zirveye yükseltir. İslâm, eski ve ye ni asırlarda beşeriyetin gördüğü
ve bilindiği içtimaî zulmün nevilerinde kendine benzeyen hiç bir nizam olmadığı
için İslâmî sosyal nizam şeklinde tanınır.
İslâmî toplum, açık ve hür bir cemiyettir!.. Her ferd her toplum ve her millet,
hiç bir izne ve hiç bir kayd-ü şarta ihtiyaç hissetmeksizin ve fakat dîne da vet
ve inanış hususunda mensuplarına eziyetten ve yer yüzünde bozgunculuk çıkarmakla
insanlara zulm etmekten imtina etmek şartıyle bu camiaya iltihak edebilir ve
onun birer ferdi gibi yaşayabilir.
Irk, renk, dil, coğrafi hudutlar ve hatta dînî taas sup bile İslâm toplumuna
girmeye manî değildir. Hiç bir din adamından veya bir kâhinden izin almaksızın
her insan; Allah'tan başka tapılacak bir mâbud olma dığına ve Muhammed -S.A.V.-
in, Allah'ın Resulü ol-
48
duğuna şehadet edebilir. Şu halde o, bir müslümandır ve Âbâ ü cedlerinden beri
İslâm'da hakkı olan müslümanların, islâm vatanında sahib oldukları bütün haklara
sahiptir. Ve yer yüzündeki her müslüman, hiç bir hakimden veya polisten izin
almaksızın ve hiç pasaport ve hudutta hiç bir duraklama da olmaksızın, islâm
vatanına girebilir, ondan çıkabilir ve o hükmün altındaki bütün yerleri
dolaşabilir!... Müslüman olma sa bile her insan da, inanç ve ibadet hürriyeti,
kan ve malı, toplumun hayatını tanzim eden kanunlara itaat ettiği müddetçe, işçi
olsun veya işten âciz ol sun, rızkı korunmuş olduğu halde; İslâm vatanının her
köşesinde kalmaya hak kazanır. Bu, tıpkı o top raklarda yaşayan müslümanlar
gibidir. Müslüman ol mayan her devlet de yer yüzünde sulhu temin için,
düşmanlığı ve kini silip süpürmek için müslüman dev letle anlaşmak suretiyle
yardımlaşabilir ve kendisi bu anlaşmayı bozmadığı müddetçe müslüman devletin de
buna sadık kalacağından emîn olabilir.
İslâm nizamından başka hiç bir yerde buna ben zer bir cemiyet bulunamaz!.,
isteyen, şu zamanda bu lunan bütün cemiyetleri incelesin ve mukayese et sin!..
Meselâ :
Yahûdî Toplumu :
Yahûdî cemiyeti, israillilerden başka kimseyi ara sına kabul etmeyen kilitli bir
cemiyettir. Onlarca din ve milliyet aynı şeydir, işte bunun için diğer milliyet
lere mensup olanlara kapılarını kapatmıştır ki, bu se beple her hangi bir
zamanda onun, cihanşümul ol masına imkân yoktur.
Hindu Toplumu :
Hindu Toplumu da tıpkı Yahûdî toplumu gibi kilit lidir. Çünkü Brahmanizm'in, bu
toplumu muhtelif kast-
islâm : 4
49
lara ayırması, bu kastları biribirinden tamamen uzak laştırması ve âdeta bu
kastlar arasında demirden perdeler koyması; Hintli olmayanların Hint dinlerine
tâbi olmasına ve kapılarını herkese açık bulunduran cihanşümul bir toplumun ana
unsuru olan cihanşü mul kardeşlik fikrinin kurulmasına mâni olmaktadır...
Hindistan, istikbalde dünya siyasetine ne kadar işti rak ederse etsin, servet ve
nüfus bakımından ne ka dar zengin olursa olsun, yine beşeriyetten uzak, ayrı ve
müstakil bir toplum halinde kalacaktır. Çünkü, Hindu cemiyeti, kuralları
itibariyle canlanmaya ve ge lişmeye imkânı olmayan, kapıları kapanmış bir top
lum durumundadır. Bu toplum insan tabakaları ara sında taşlaşmış perdeler ve
manialar vaz'eden Brah manizm'den ve ona tabi dinlerden temizlenmedikçe;
beşeriyet hayatında hiç bir rolü olmayacaktır!..
Hıristiyan Toplumu :
Hıristiyanlık, -eğer tâbiri caizse- hıristiyan toplu muna hakim değildir. Ve bu
toplumdaki nizamlar, akideye değil, esas itibariyle sonradan vaz'edilen ka
nunlara dayanmaktadır. Zira inanç, toplumdan ayrı olarak, sadece ferdin içinde
kalmaya mahkûmdur. İç timaî nizam, iç huzura ve imana dayanmadığı müd detçe;
onun, insana kendi içinden gelen sese kulak verip ona göre hareket etmesi
fırsatını vermiyeceği muhakkak ve tabiîdir!., işte Hıristiyan âlemi diye ad
landırılan bu toplumda meydana gelen îman ve ni zam ayrılığı; toplumu din
tesiriyle fışkıran yüce fikir leri yaşatmaktan mahrum ettiği gibi ferdi de,
gölge sinde yaşadığı nizamla iç huzurunu bir birine bağla maktan mahrum
etmiştir. Şüphesiz ki bu Hıristiyan âleminde zaruri bir durumdur. Çünkü
Hıristiyanlık, toplumu kanunî yoldan nizamlaştıracak bir yolu temi-
50
natı altına almamıştır. İşte bunun için Hıristiyanlığın, İnsani müsamahaya bütün
çağrısı boşa gitmiş ve coğ rafî hudutları içerisinde ayrı bir milliyetçilik ruhu
ile fışkıran çirkin sömürgecilik ruhu, ona galip gelmiş tir. Marksizm, her ne
kadar Kapitalizm ile sömürgeci lik arasındaki bağları anlatıyor ve onları
birbirine bağlamak istiyorsa da şüphesizdir ki, Milliyetçilik ru hu olmadan
yalnız başına kapitalizm, insanların bildi ği ve esasında da böyle olduğu
sömürgecilik nizamını kurmağa muktedir değildir!..
Komünizmin Toplumu :
Komünizm toplumu, unsurî bir taassuba ve coğ rafî sınırlara dayanmadığı ve fakat
bir mefkureye da yandığı için bir yönden İslâmî topluma benzer... Fa kat bu
günkü durumda, bunun da etrafı demir halka larla çevrili olması, öğretilerinde
sınıflar arası kin ruhunu alevlendiren her türlü insanî hoşgörürlükten mücerret
bulunması ve din ruhunu ve bu ruhun, in sanın iç âlemine tesirini inkâr etmesi
dolayısıyle ka palı bir toplum sayılır,
Ve işte, İslâmî toplumla Komünizm toplumu ara sındaki en önemli ve bariz ayrılık
noktası... İnanış hürriyeti!. Daha önce de izah ettiğimiz gibi, İslâmî toplum,
her tarafı açık bir toplumdur... Her türlü inanç, mezhep ve fikir, onun
gölgesinde yaşamaya muktedirdir... Baskı kurulmasının veya yaşamasının ana
unsurlarından değildir... Polis veya ordu kuvveti ile kendini korumaz... Kendine
tâbi olmayanları kor kutmaz, sıkıştırmaz, toprağından kovmaz, Sibirya karları
arasına sürmez ve onları istismar etmez!.. Çün kü O, akîdeye, îmana ve bunun
gölgesinde yaşayan her insanın, bu akîdeye dayanan nizama uymasına
dayanmaktadır!.. İşte bunun için İslâm camiası, en
51
ufak bir engel ve bağ olmaksızın bütün müslümanlara açık olduğu gibi her türlü
ırk, renk ve millete tabi olanlara, hatta müslümanların himayesine giren gayr-i
müslimlere de tamamen açıktır. Bütün bunlarla bera ber bir müşrikin de, İslâm
vatanında îcar isteme ve alma hakkı olduğu gibi bu durumda müslüman devle tin de
kendisini korumasından ve korunması için ih tiyacı olduğu şeyleri kendisine
temin edeceğinden emin olabilir!..
Ey Muhammed! Puta tapanlardan biri sana sığı nırsa, o, Allah'ın sözünü
dinleyinceye kadar kabul et. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır...»
(59)
Bir ilâh vahyine dayansa bile bütün insanların, yalnız bir mezhebe göre ibadet
etmelerine imkân ol madığından fikir ve inanç bakımından kendi muhalif lerine,
gölgesinde emin ve serbest yaşama hakkı ve ren açık, hür ve cihanşümul bir
toplumun, cihanşümul her hangi bir çağrısının muvaffak olmaması ihtimali bile
yoktur.
Komünizm'in esaslarına uymayan ve fakat komü nizm toplumunda yaşayan kimselerin
yaşama hakkın dan mahrum edilmesi; onları en önemli bir fırsattan mahrum etmek
demektir. Cihanşümul bir toplumda ise, bütün inançlar, bütün mezhepler, bütün
ırk ve renkler yürürlüktedir!..
Şu halde anlaşılmıştır ki :
YALNIZ İSLÂM CAMİASI, HÜR BİR DÜNYAYI KAPLAYAN CİHANŞÜMUL BİR CAMİADIR... VE YAL
NIZ O, BEŞERİYETİN BARIŞ, İSTİKRAR VE EMNİYET İÇİNDE SERBESTÇE YAŞAMASINI TEMİN
EDEN TEK YOLDUR!..
(59) Et-Tevbe, 6
52