İçinde
yaşadığımız uçsuz bucaksız bu âlem, yani kâinat (evren) nasıl var oldu? Bu
kâinattaki denge, âhenk ve düzen nasıl ortaya çıktı? Üzerinde yaşadığımız dünya
nasıl bizim yaşamamız için bu denli uygun bir barınak olabildi? İşte bu
sorular, tarihin başından bu yana insanların ilgisini çekmiştir. Akıl ve sağduyu
ile bu soruları inceleyen bilim adamlarının ya da düşünürlerin vardıkları sonuç
ise hep şu olmuştur: [1]
Kâinattaki
bu düzen ve tasarım, tüm kâinata hâkim olan üstün bir yaratıcının/Allah’ın
varlığının ispatıdır.
Rabbimiz
Allah, insanlara doğru yolu gösterici olarak 14 asır önce vahyetmiş olduğu
Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçeği insanlara bildirir. Kâinatı yoktan var edip
yarattığını ve belirli bir amaca göre düzenlediğini kâinattaki tüm sistem ve
dengeleri, kâinatta insanın yaşamı için ne gerekiyorsa yarattığını haber
vermektedir.
“O,
Allah ki yeryüzünde (kâinatta) ne varsa hepsini sizin için yarattı.” [2]
“O,
gökleri ve yeri yoktan yaratandır.” [3]
Kur'ân-ı
Kerim’de haber verdiği bu gerçek, modern astronominin kurucusu olan pek çok saygın
bilim adamı tarafından da kabul edilmiştir. Galileo, Kepler, Newton gibi
isimler, evrenin yapısını, güneş sisteminin tasarımını, fiziğin kanun ve
dengelerini keşfettikçe, tüm bunların bir tesadüf sonucu olmasının asla mümkün
olmadığını ve tüm bunların Allah tarafından yaratıldığını anlamışlardır. Bu
gerçeği anlamayan, kâinatın sonsuzdan beri var olduğunu, yani Allah tarafından
yaratılmadığını, kâinatta bir amaç, tasarım, denge, âhenk ve uyumun, planın
olmayıp her şeyin tesadüf ürünü olduğunu öne sürenler; materyalistler,
ateistlerdir. Ancak bilimsel bulgular, söz konusu materyalizm yanılgısının ne
kadar gerçek dışı olduğunu ortaya çıkarmış bulunmaktadır.
Evrenin
sonsuzdan beri geldiği, yani yaratılmadığı iddiası; evrenin hiçbir tasarım,
plan, amaç içinde olmadığı, her şeyin tesadüf ürünü olduğu iddiası. İşte 19.
yüzyıl materyalistlerinin, o dönemin ilkel bilim düzeyi içinde büyük hararetle
savundukları bu iki iddia da 20. yüzyıldaki bilimsel bulgular tarafından
yıkılmıştır. Önce, evrenin sonsuzdan beri geldiği iddiası tarihe karışmıştır.
1920’li yıllardan itibaren evrenin yapısı hakkında elde edilen bilgiler,
evrenin belirli bir zaman önce bir “büyük patlama” (Big Bang) ile yoktan var
hale geldiğini ispatlamıştır. Yani evren sonsuz değildir. Allah tarafından
yoktan yaratılmıştır. 20. yüzyıl biliminin çökerttiği ikinci iddia ise, tesadüf
iddiasıdır. 1960’lı yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm
fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını
ortaya koymaktadır.
Evrendeki
fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yerçekimi, elektromanyetizma gibi temel
kuvvetlerin, atomların ve elementlerin yapılarının tümünün, insanın yaşamı
için, tam olmaları gereken şekilde düzenlendikleri birer birer bulunmuştur.
Batılı bilim adamları bugün bu olağanüstü tasarıma “insanî ilke” (anthropic
principle) adını vermektedirler. Yani evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını
gözeten bir amaçla tasarlanmıştır. Kısacası gününüzde materyalizm bilimsel
olarak çökertilmiş durumundadır. 19. yüzyılda bilimsellik adına ortaya çıkmış,
ama kısa zamanda büyük bir hezimete uğramıştır. [4] Böyle
olması da doğaldır, çünkü Allah:
“Biz
gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri boş yere yaratmadık
(bunlar bir tesadüf eseri değildir); bu, inkâr edenlerin zannıdır (onlar
kâinatın boş bir tesadüf olduğunu söylerler). Bu yüzden inkâr edenlere ateşten
bir helâk vardır” [5]
buyurmaktadır.
“Arş’ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde
yaratandır.” [6]
Yaratma
her ne kadar tedricen olmakta ise de, her yaratılan, Allah’ın “kün: ol” emriyle
yokluktan varlığa çıkmaktadır. Gün ve zaman kavramları izafidir. Yaratmanın
günle, zamanla kayıtlanması, anlatımı kolaylaştırmak içindir. Onun insanın
kullandığı vakit birimleriyle doğrudan bir ilgisi yoktur. Gün kavramını devre,
nöbet, dönem süresi ancak Allah tarafından bilinen zaman birimi olarak anlamak
yerinde olur. [7] Âyette bahsi geçen “altı
gün” dünya günü değildir. Devre, period anlamındadır. Bu devrelerin zaman
ölçüsüyle ne kadar olabilecekleri Allah’ın sonsuz ilmine ait bir meseledir. [8]
“Allah
Teâlâ neden ve niçin kâinatı bir anda, hemen yaratmadı da altı devrede, dönemde
yarattı?” diye soru soranlar oluyor. Tabiî ki, Allah Teâlâ“bir şeyi yaratmak
istediğinde sadece (ona) ‘ol!’ der, o şey derhal oluverir.” [9] Allah
için zorluk söz konusu olamaz.
“O
zaman kâinat neden hemen yaratılmadı?” sorusuna cevap olarak, diyebiliriz ki;
tabiî, burada bütün mahlukat için, yaratılanlar için büyük faydalar ve
hikmetler gizlidir. Yüce Rabbimiz yarattığı bazı şeylerin sebeplerini bildirmemiştir.
Bildirilmesi gereken, önem arzeden şeyleri de Kur’ân-ı Kerim’de bildirmiştir.
Demek ki kâinatın birden yaratılmaması sebebinin belirtilmemiş olmasının bir
hikmeti vardır.
Gökler
ve yerler yaratılmadan önce Allah’ın mülkü ve saltanatının, Arş’ının su
üzerinde olduğunu Rabbimiz bildirmektedir. “Arş’ı su üzerinde iken gökleri
ve yeri altı günde (devrede, dönemde) yaratandır.” [10]
Arş:
Kâinattaki bütün cisimleri kuşatan ve mâhiyetini bilemediğimiz bir şeydir.
Müfessirlerin bu âyeti açıklamalarına göre Allah Teâlâ önce Arş’ı, sonra suyu
daha sonra da gökleri ve yeri yaratmıştır. Arş’ın su üzerinde olması ona
bitişik olmasını gerektirmez. Nitekim göklerin de yerin üzerinde olduğu
söylenir. Fakat bununla göklerin yere bitişik olduğu kastedilmez. [11] Bu su
bütün mekânı kaplıyordu, sonra mekânda buharlaşarak gaz halini aldı. “Sonra
göğe yöneldi; o, duman halinde idi.” [12]
Bu
duman (gaz ve buhar) İlâhî tecellinin emrine uyarak bir müddet sonra
parçalandı. [13] “Big Bang” teorisinin
ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok
küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış
olduğudur.
“O
inkâr edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle
bitişikken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar
inanmayacaklar mı?” [14]
Âyetin
Arapça orijinalinde çok önemli bir kelime seçimi vardır. Ayetin “birbiriyle
bitişik” olarak diye tercüme edilen kelimesi ratk, Arapça
sözlüklerde birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda kaynaşmış anlamlarına gelir.
Yani tüm bir bütün oluşturan iki madde için kullanılır. Ayetteki “ayırdık”
ifadesi ise Arapça fatk fiilidir ki, bu fiil ratk halindeki bir
nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir. Örneğin; tohumun
filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade edilir.
Bu
bilgiyle âyete tekrar bakalım. Âyette göklerle yerin ratk durumunda
olduğu bir durumdan bahsedilmektedir. Ardından bu ikisi fatk fiili ile
ayrılmışlardır. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Big
Bang’in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm
maddesini içerdiğini görürüz. Yani her şey bir başka deyişle tüm gökler ve yer
bu noktanın içinde, ratk halindedirler. Ardından bu kozmik yumurta şiddetle
patlamış bu yolla maddeler fatk olmuş, yani dışarı çıkarak tüm evreni
oluşturmuşlardır. [15]
Astronomi
biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen Kur’an’da
evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilmektedir:
“Biz
göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.” [16] Âyette geçen “gök” kelimesi Kur’an’ın pek çok
yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Burada da bu anlamda
kullanılmıştır. Yani Kur'an’da evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir.
Bilimin bugün vermiş olduğu sonuç da Kur'an’da bildirilenle aynıdır. Yirminci
yüzyılın başlarına dek bilim dünyasında hâkim olan tek görüş evrenin durağan
bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği şeklindeydi. Ancak,
günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen
araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve
sürekli olarak genişlediğini ortaya koydu. Bilim adamları, genişleyen evreni
şişen bir balonun yüzeyine benzetmektedirler. Tıpkı lastikten yapılmış bir
balonun üfürülerek şişmesi gibi. Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren
bilimci Georgis Lemaitre, bu yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde
olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar. Bu gerçek 1929 yılında
gözlemsel olarak da ispatlandı.
Amerikalı
astronom Edwin Hubble, kullandığı teleskopla gökyüzünü incelerken yıldızların
ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Her
şeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli genişleyen
bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki
gözlemlerle de kesinlik kazandı. Ancak bu gerçek, henüz hiçbir insan tarafından
bilinmezken, Kur'an’da asırlar önce açıklanmıştır: [17]
“Biz
göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.”
Tabiî
ki, bu ilmî görüşler bu âyetleri pekiştirmiştir. Âyetlerin daha iyi
anlaşılmasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla dinimiz bilimsel çalışmaları teşvik
etmektedir. Ancak Kur’ân-ı Kerim bir ilimler ansiklopedisi, bilimsel kuralları
ve teorileri açıklayan bilimsel bir kitap olarak gelmiş değildir. Asıl maksadı
insanlara pozitif bilgiler vermek, kâinat hakkında ilmî detaylar vermek ve
açıklamalar yapmak değildir. Kur’ân-ı Kerim; insanlara bir hayat tarzını
öğretmek üzere gelmiş, sistematik esaslar ihtiva eden, dünya ve âhiret hayatını
düzenleyen bir nizamın anayasasıdır. Bu sebeple âyetleri ilmî yorumların
peşinden sürüklemek, bilimsel ince teorileri Kur'an’dan çıkarmaya ve âyetlerin
hiç de ifade etmediği anlamları çıkarmak için zorlamaya çalışmak çok yanlıştır.
Kur’ân-ı Kerim, pozitif bilimlerin alanına giren muhtelif konularda kısa
işaretler ve açıklamalara yer vermektedir. [18]
Rabbimiz Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz
ki bu Kur'an (insanları) en doğru yola iletir. İyi davranışlarda bulunan
mü’minlere kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” [19]
“Biz
Kur'an’da belki öğüt alırlar diye, insanlara her türlü örneği verdik.” [20]
Kur'an,
Allah’ın büyüklüğünü, yüceliğini, dünya ve âhiret saâdetinin yolunu göstermekte
ve insanların ibret ve öğüt almasını sağlamaktadır. [21]
Güneş
Sistemi
Evrendeki
düzeni en açık olarak gözlemlediğimiz alanlardan biri de dünyamızın içinde
bulunduğu Güneş Sistemidir. Güneş Sisteminde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere
bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneşe olan yakınlıklarına göre Merkür,
Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Plüton’dur. Bu
gezegenlerin ve 54 uydularının içinde yaşama uygun bir yüzey atmosfere sahip
olan yegâne gök cismi ise Dünya’dır. [22]
Güneş
canlıların yaşayabilmesi için gerekli olan enerjiyi (ısı ve ışık) sağlayan,
kendi sisteminin merkezinde yer almış, Samanyolu galaksisindeki yaklaşık iki
yüz milyar yıldızdan biridir. Küre şeklindedir. Çapı 1.391.000 km, dünyaya olan
uzaklığı 149.598.000 km.dir. Saatte 1000 km. hız yapan bir uçak güneşe durmaksızın
17 yılda varabilir. Güneşten çıkan ışın bu mesafeyi 8 dakikada kat ederek bize
ulaşır. Çekim gücü ise yer çekiminden 27 misli fazladır. Buna göre Dünyada 70
kg. gelen kimse, güneşte 1890 kg. gelecek demektir. [23]
Güneş
de Dünyamız gibi kendi ekseni etrafında döner ve bu dönüşü 25,5 günde tamamlar.
[24]
Yüzeyindeki sıcaklık derecesi 5500 santigrattır.
“Güneş,
kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu aziz ve alim olan
Allah’ın takdiridir. Ne güneş aya yetişebilir ne de gece, gündüzü geçebilir. Bunlardan
her biri belli bir yörüngede yüzmeye (akıp gitmeye) devam ederler.” [25]
Allah
Teâlâ evrendeki yarattığı her şeyi bir düzen ve dengeye bağlamıştır. “O
(Allah) yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı, Rahman’ın
yaratmasında bir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir bir bak, bir
bozukluk (dengesizlik) görüyor musun?” [26]
Allah
(c.c.) yarattığı kâinatta bir dengesizlik, düzensizlik olmadığını “bakın, görün
bir uyumsuzluk var mı?” diye belirtmektedir. Tabiî ki, Allah Teâlâ'nın
yarattığı hiçbir şeyde bir dengesizlik, bir uyumsuzluk yoktur.
“İşte
bu Aziz, Alim olan Allah’ın takdiridir.”
“Rabbinin
yüce ismini tesbih et (an) ki, O (Dünyayı) yarattı, bir düzen içinde biçim
verdi. Takdir etti, böylece yol gösterdi.” [27]
“De
ki siz mi Dünyayı iki günde yaratana nankörlük ediyor ve O’na eşler
koşuyorsunuz? O âlemlerin Rabbidir. Yeryüzünde sabit dağlar yerleştirdi, orada
bereketler yarattı ve orada dört günde rızıklarını arayanlar için eşit gıdalar
takdir etti.
Sonra
kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki isteyerek
veya istemeyerek gelin. İkisi de isteyerek (itaat ederek) geldik dediler.
Böylece onları yedi gök olarak iki günde var
etti ve her göğe görevini vahyetti ve Biz dünya semasını kendilerine donattık,
bozulmaktan koruduk. İşte bu, Aziz, Alim Allah’ın takdiridir.” [28]
“O
küfre sapanlar görmüyorlar mı ki göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz
onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık.” [29]
“Bundan
sonra yeryüzünü (yaşamaya uygun bir şekilde) döşedi.” [30]
Yukarıda
zikredilen Enbiyâ sûresinin 30. âyeti, daha önce de belirttiğimiz gibi,
çağımızda ulaşılan bilimsel bir gerçeği açıklamaktadır. Bilimsel teoriye göre
bütün kâinat başlangıçta bir gaz bulutu halinde idi, sonra bir patlama ile bu
gaz kütlesinden galaksiler, bunlara bağlı yıldız kümeleri, güneş sistemleri
oluşmuştur. Dünyamız da bağlı bulunduğu Güneş sisteminin gezegenlerinden
biridir. Önceleri bir ateş bulutu halinde bulunan Dünya da yavaş yavaş soğuyup
kabuk bağlamıştır. Oluşum sırasında Dünya üzerinde yükselen gazlar ve buharlar
yağmur biçiminde dünyaya dökülmüş; denizler, okyanuslar oluşmuştur.
Yani
önceleri ratk (bitişik) olan gök cisimlerinin fatk (birbirinden ayrılması) ile
Dünya meydana gelmiş ve dünyada oluşan sudan hayat doğmuştur. İşte ayet gayet
öz bir ifade ile bu gerçeği vurgulamaktadır. [31]
Dünya;
güneş sistemindeki dokuz gezegenden biridir. Üzerinde yaşadığımız yerküre;
Merkür ve Venüs’ten sonra Güneş’e en yakın üçüncü gezegendir. Tek uydusu
ay’dır. Üzerinde yaşayan insan nüfusu yedi milyara ulaşmıştır. Dünya yüzü
denizler, göller ve karalardan oluşur. Denizler ve göller, dünya yüzölçümünün
361.822.000 km.sini, karalarsa 148.822.000 km.sini kaplar. Dünya, kutupları
hafifçe basık bir küre biçimindedir. Çevresi, kalınlığı 200 km. kadar olan bir
atmosferle örtülüdür. Bir yandan kendi kuzey-güney kutup ekseni çevresinde
dönerken, öte yandan da belli bir yörünge üzerinde güneşin çevresinde döner.
Dünya; Güneş’in çekimi nedeniyle uzaya savrulmaktan kurtulur. Güneşten ortalama
uzaklığı 149.500.000 km.dir. Dünyanın Güneş çevresindeki dönüşü yıl ve
mevsimleri; kendi çevresindeki dönüşü de gece ile gündüzü oluşturur. Güneş
çevresinde 365 gün 6 saat 8 dakika 38 saniyede dönen Dünya, kendi çevresindeki
dönüşü 23 saat 56 dakika 4 saniyede tamamlar.” [32]
Dünyanın
yuvarlak olduğunu ve döndüğünü Avrupalılardan ilk açıklayanlar Kopernik (1540)
ve Galileo (1640)’dur. Bundan çok daha önce dünyanın yuvarlak olup döndüğünü
büyük İslâm alimleri, mesela Birûnî ispat etmişti. Endülüs İslâm Üniversitesi'nde
astronomi profesörü olan Nurettin Batruci ise 1185 senesinde yazdığı el-Hayat
kitabında bugünkü astronomiyi anlatmaktadır. Pek çok Avrupalı Endülüs
Üniversitesinde tahsil yapmış, fennin Avrupa’ya yayılmasına çalışmışlardır. [33]
Avrupalı
bilim adamı Galileo’nun Dünyanın döndüğünü söyledikten sonra başına gelenleri
belirtmekte yarar var. 1609’da teleskopu geliştirdi ve bunu gökbilim
gözlemlerinde kullandı. 1613’de Güneş lekeleriyle ilgili yazdığı eseri
yayınladı. [34]
Galileo;
Güneş üzerindeki lekeleri gözetlerken, incelerken lekelerin hareket ettiğini,
kaybolduğunu ve tekrar görüldüğünü tespit etti ve anladı ki Güneş 25 günde
kendi ekseni etrafında bir kere dönüyor. İşte bunu ve dünyanın döndüğünü
açıklayınca Hıristiyan din adamlarından tepki gördü. İncil’e karşı çıkıyor diye
Galileo mahkemeye verildi. [35]
“Dünya
dönüyor” dediğinden dolayı suçlu bulundu Galileo, engizisyon mahkemelerine 70
yaşında iken sevk edilmiş hapishanede gözleri kör olmuştur. Daha sonra bu
iddiadan vazgeçmesi Dünyanın dönmediğini söylemesi karşılığında serbest
kalacağı kendisine bildirilince, o da kabul etmiş ve serbest bırakılmıştır.
“Ben ne kadar Dünya dönmüyor desem de Dünya dönüyor” demiştir.
Şu
zulme bakın; bilimsel bir açıklama yaptığından dolayı ödüllendirilmesi
gerekirken bir bilim adamının engizisyon mahkemelerine sevk edilmesi ve
cezalandırılmasını uygun görmüşlerdir. Engizisyon mahkemeleri niçin kurulmuş,
biraz ona değinelim:
Engizisyon;
Roma Katolik Kilisesinin Hıristiyanlığı muhafaza etmek ve karşı olanları veya
yeni fikirler ortaya atanları cezalandırmak için kurduğu kilise mahkemelerine
verilen addır. 1183 tarihinde kurulmaya başlandı. 1807’ye kadar tam altı asır
devam etti. İtalya, İspanya, Fransa ile diğer Batı Avrupa devletlerinde kurulan
bu korkunç cezaevlerinde sayısız insan, ya din adına veya yeni fikirler ortaya
koydukları için haksız yere öldürüldüler, yahut diri diri yakıldılar.
Engizisyon mahkemelerini papalar idare ediyor, bütün muameleleri gizli
yapılıyordu. Papa Üçüncü İnnoceutius, engizisyonun öncülerindendir. Suçlanan
kimsenin avukatı veya kendisini müdafaa edecek bir sözcüsü olmazdı ve
suçlamaların kim tarafından yapıldığını öğrenme hakkı yoktu.
Almanya’da
engizisyonun korkunç temsilcisi Konrat Von Malburg oldu. İtalya’da Üçüncü
Pavlus zamanında engizisyon mahkemeleri devam etti. Engizisyon mahkemeleri
yalnız Hıristiyanlıktan çıkanları değil, bütün aydınları yok ediyor, fennin ve
ilmin ortaya koyduğu yenilikleri günah sayıyordu. Dünyanın küre şeklinde
olduğunu ve döndüğünü açıklayan Galileo bu beyanından ötürü yetmiş
yaşlarındayken engizisyon mahkemelerine sevk edilerek hapishaneye konmuş, orada
gözleri kör olmuştur. Daha sonra sözünü geri alarak kurtulabilmiştir.
Engizisyon mahkemelerinin İspanya’daki zulmü daha büyük olmuştur. 1232
tarihinden başlayarak engizisyon cemiyeti, İspanya’nın her tarafında birer şube
açtı. Müslümanlara, Yahudilere, hatta bunlara taraftar ve sevgisi olan
Hıristiyanlara yapmadıkları zulüm kalmadı. Engizisyon mahkemeleri insanlık
tarihinin lekesi, Hıristiyanlığın yüz karasıdır. İspanya’da engizisyonu
Napolyon Bonaparte 1807 senesinde binbir zorlukla kaldırmış fakat görevden
ayrıldıktan sonra tekrar canlanan bu vahşet bir müddet daha devam ederek
1830’da tamamen ortadan kaldırılabildi.
Engizisyon
mahkemelerinin kurulduğundan kaldırılmasına kadar yaptıkları zulüm şöyle
bildirilmektedir: “Engizisyonun zulmünden başka yerlere göç edenler: 5.000.000;
zindana atılarak işkenceden ölenler: 291.154; diri diri yakılanlar: 33.746,
idamdan sonra cesetleri yakılanlar: 18.027 kişidir.” [36]
Bu
zulüm altı asır devam etmiş, 19. asrın başlarında 1830’da ancak sona ermiştir.
Bu olaylar Batı Avrupa devletlerinde olmuştur. Sözde Hıristiyanlığı koruma
adına yapılan bu zulümleri hatırlamak ve bugünkü Batı hayranlarına da
hatırlatmak lâzımdır.
Galileo’dan
sonra da 19. yüzyılda Fransız fizik bilgini Jean Foucault (1818-1868) Dünyanın
kendi çevresinde döndüğünü daha kesin bir şekilde ortaya koydu. Paris’te
Pantheon’un içinde, kubbeden aşağı 60 metre uzunluğunda bir ip sarkıttı. İpin
ucuna ağır bir demir gülle bağladı. Bu büyük sarkacın altında bir de iğnesi
bulunuyordu. Uzun bir iple bağlı bir sarkacın hiç hava akımı olmayan bir yerde,
saatlerce, durmadan aynı yönde sallanacağı bilinen bir gerçektir. Foucault,
aşağıya sarkacın çevresinde halka biçiminde bir parmaklık yaptırdı, bu
parmaklığın üstüne çepeçevre kum yaydı. Binanın her yanı sıkı sıkı kapandıktan
sonra, sarkacın güllesi korkuluğun kenarına kadar çekildi, aradan bırakıldı
sarkacın iğnesi, her gidiş gelişte kumların üstünde iz bırakarak, hareket
yönünü belli ediyordu, Bu deneyde, sarkacın her harekette başka bir iz açtığı
görüldü. Sarkacın hareketine etki yapan herhangi bir kuvvet olmadığına göre,
deney dünyanın döndüğünü ispat etmiş oluyordu. Çünkü dünya dönmeseydi sarkacın
hareketi hep aynı yönde olacaktı. [37]
Allah
Teâlâ kâinat ve içinde yaşadığımız Dünyayı en iyi şekilde yaratmıştır. Rabbimiz
Allah şöyle bildiriyor:
“O
ki, birbiri ile âhenktar (dengeli) yedi göğü yaratmıştır. Çok merhametli olan
Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk (dengesizlik) göremezsin. Gözünü çevir
bir bak, bozukluk (dengesizlik) görebiliyor musun?” [38]
Yüce
Rabbimiz kâinatı ve içerisinde yarattığı her şeyi bir düzen ve denge içerisinde
yaratmıştır.
Eğer
bu şekilde ölçülü ve dengeli bir şekilde yaratmasaydı ne olurdu? Veya bu
dengeler bozulsa ne olur? Kısaca bakalım: Amerikalı astronom Hugh Ross,
Dünyanın yaşam için uygunluğuyla ilgili bazı maddeleri şöyle sıralamıştır.
Eğer
daha güçlü olsaydı; Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu
da yaşam için çok olumsuz olurdu.
Eğer
daha zayıf olsaydı; Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün
olmazdı.
Güneş’e
uzaklık;
Eğer
daha fazla olsaydı; Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz
etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
Eğer
daha yakın olsaydı; Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz
etkilenir, yaşam imkânsızlaşırdı.
Yer
kabuğunun kalınlığı;
Eğer
daha kalın olsaydı; Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen transfer
edilirdi.
Eğer
daha ince olsaydı; Hayatı imkânsız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket
olurdu.
Dünyanın
kendi çevresinde dönme hızı;
Eğer
daha yavaş olsaydı; Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu.
Eğer
daha hızlı olsaydı; Atmosfer rüzgârları çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve
tufanlar hayatı imkânsızlaştırırdı.
Ay
ile Dünya arasındaki çekim etkisi;
Eğer
daha fazla olsaydı; Ay’ın şiddetli çekiminin, atmosfer şartları, Dünyanın kendi
eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri
olurdu.
Eğer
daha az olsaydı; şiddetli iklim değişiklerine neden olurdu.
Dünyanın
manyetik alanı;
Eğer
daha güçlü olsaydı; çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu.
Eğer
daha zayıf olsaydı; Güneş rüzgârı denilen ve Güneşten fırlatılan zararlı
partiküllere karşı Dünyanın koruması kalkardı. Her iki durumda da yaşam
imkânsız olurdu.
Atmosferdeki
Oksijen ve Azot oranı;
Eğer
daha fazla olsaydı; Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.
Eğer
daha az olsaydı; Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı.
Atmosferdeki
karbondioksit ve su oranı;
Eğer
daha fazla olsaydı; Atmosfer çok fazla ısınırdı.
Eğer
daha az olsaydı; Atmosfer ısısı düşerdi.
Ozon
tabakasının kalınlığı;
Eğer
daha fazla olsaydı; Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
Eğer
daha az olsaydı; Yeryüzü aşırı ısınır, Güneş’ten gelen zararlı ultraviole
ışınlarına karşı bir koruma kalmazdı.
Sismik
(Deprem) Hareketleri;
Eğer
daha fazla olsaydı; canlılar için bir yıkım olurdu.
Eğer
daha az olsaydı; okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz
yaşamı, dolayısıyla bütün Dünya canlıları olumsuz etkilenirdi. [39]
Bu
konuyu Mustafa Yazgan kitabında şöyle sıralamış;
Dünyanın
kendi mihveri etrafında saatte 1000 mil hızla dönüşünde ufak bir duraklama olsa
hızla giden arabanın ani fren yapması gibi yeryüzünü yok etmeye yetecektir.
Kimya
âleminde; maddenin içi yapısını teşkil eden unsurlar arasındaki çözülme bütün
kimyevî alemi altüst edebileceği gibi, kimyevi reaksiyonlara müsait tehlikeli
birleşimlerin Dünyayı ve insanlığı yok etmesi gayet kolaydır.
Biyolojik
âlemde: Herhangi bir canlının yaşamasına imkân veren İlâhî rahmetin vasıtası
hayat mekanizmasında azalma, çoğalma, basınç, ısı, ışık, tersine dönme
biyolojik âlemin sonu olacaktır.
Psikolojik
âlemde; gözdeki retinanın, burundaki koku alma hassalarının, kulaktaki zarın,
dildeki tat hücrelerinin, derideki duyarlılığın, beyindeki merkezlerin bir anda
tümden iptali, ruh-beden uyumunun bozulması umumî cinnet, ruhun bedenle olan
esrarlı alâkasını kesme insanlığı mahvetmeye yetecektir. [40]
Rabbimiz
Allah şöyle buyurmaktadır:
“O
Allah’tır ki, içinde rahat edesiniz diye geceyi, çalışasınız (ihtiyaçlarınızı
rahat göresiniz diye) gündüzü aydınlık olarak sizin için yarattı. Şüphesiz
burada işiten bir toplum için ibretler vardır.” [41]
“De
ki: Suyunuz çekilecek olsa söyleyin bakalım, size kim akar su (içecek su)
getirebilir?” [42] Kimse
getiremez. Dolayısıyla yaşam biter. Rabbimiz açıkça beyan ediyor. “Tabiatın dengesini yapısını bozacak olursak,
geceyi, gündüzü, güneşi, ayı, yiyecekleri ve içecek suyu ve havayı, kısaca
yaşamınızın devamı için verdiğimiz nimetleri geri alacak olursak, bunları size
sağlayacak, getirecek Allah’tan başka ilâh, güç var mı?” diye
buyurmaktadır.
“(Rasûlüm) de ki; düşündünüz mü hiç: Eğer
Allah üzerinize geceyi ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse,
Allah’tan başka size bir ışık getirecek ilâh kimdir? (Var mıdır söyleyin)
İşitmiyor musunuz? De ki söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinize gündüzü ta
kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz
geceyi size getirecek ilâh kimdir? Hâlâ (bu gerçekleri) görmeyecek misiniz?”
[43]
buyuruyor. Bunlardan ibret almalı, Allah’ın emrettiğini yapmalı, yasak ettiği
gayr-i İslâmî olan her şeyden uzak durmalıyız, Allah’a iyi kul olmak için
gereken gayreti göstermeliyiz. Yukarıda değindiğimiz gibi, dünyada insanlara
gerekli olan her şeyi Rabbimiz vermiş, fizikî yapımızı da en güzel şekilde
yaratmış. Tüm ihtiyaçlarımızı bu yapımızla kolaylıkla görüyoruz. Vücut yapımız
ve organlarımız el, ayak, göz, kulak vs. bunları tam dengeli şekilde
ihtiyaçlarımızı rahat şekilde görmeye uyumlu yaratmıştır. Çünkü “Allah
kolaylık diler, zorluk dilemez.” [44] Fakat dünya
hayatını, insanlara cahiliye düzenleri ve cahiller zorlaştırmıştır. Çünkü hak
ve adaletin olmadığı yerde huzur, mutluluk yoktur.
İslâm’ı
doğru şekilde anlatmak gerekiyor. İslâm’ı iyi öğrenmiş, kavramış kişiler, bu
görevi en güzel şekilde yapmaya çalışmalıdır. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Mü'min
erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin dostudur. İyiliği emreder (Hakka
çağırır), kötülüklerden alıkorlar (bâtıldan sakındırırlar), namazı dosdoğru
kılarlar, zekâtı verirler ve Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah’ın
kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm
ve hikmet sahibidir.”[45]
Hakka çağırmak ve bâtıldan sakındırmanın
önemini Rabbimiz belirtmektedir. Tabiî ki, İslâm nizamına karşı çıkanlar, hevâ
ve heveslerine, çıkarlarına ters düştüğünden, İslâm’ı tebliğ edenlerden
rahatsız olup, onlara mâni olmaya çalışırlar. Bundan dolayı birtakım
zorluklarla karşılaşılabilir. Tarih boyu İslâm davetçileri bu zorluklarla
karşılaşmışlar, fakat yılmamışlardır. Çünkü insanların dünya ve âhiret saâdeti
için yapılan İslâmî tebliğin önemini biliyorlardı. Sabrettiler, bu yolda gayret
ettiler. “İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.” Bunun
için İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenmeli, yaşamalı ve yakınlarımızdan başlamak
sûretiyle insanları hakka çağırıp bâtıldan, gayr-i İslâmî olan her şeyden
sakındırmaya çalışmalıyız. Aksi halde şeytan ve dostları insanları aldatmakta
ve kendi safına katmaktadır. [46]
[1] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 70-
[2] Bakara: 2/29
[3] Şûrâ: 42/11
[4] Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, s. 8-10
[5] Sâd: 38/27
[6] Hûd: 11/7
[7] Prof. Dr. Şerafettin Gölcük, Kur'an ve İnsan, s. 75-76
[8] Mustafa Yazgan, İslâm ve Kâinat, s. 56
[9] Yâsin: 36/82
[10] Hûd: 11/7
[11] Hayrettin Karaman, vdğ. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı
Meâli, s. 221
[12] Fussilet: 41/11
[13] Abdurrezzak Nevfel, Allah ve Modern İlim, Çev. Akif
Nuri, c. 1, s. 34-35
[14] Enbiyâ: 21/30
[15] Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, s. 24-25. Süleyman
Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 74-78.
[16] Zâriyât: 51/47
[17] Harun Yahya, Kur'an Mucizeleri, s. 45
[18] İbn Kesir Tefsiri, Çev. Dr. Bekir Karlığa - Dr.
Bedrettin Çetiner, c. 1, s. 464
[19] İsrâ: 17/9
[20] Zümer: 39/27
[21] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 78-79.
[22] Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, s. 68-69
[23] Rehber Ansiklopedisi, İhlas Matb., İst. 1984, c. 6, s.
332-333
[24] Abdurrezzak Nevfel, Allah ve Modern İlim, Çev. Akif
Nuri, s. 67
[25] Yâsin: 36/38,
40
[26] Mûlk: 67/3
[27] A’lâ: 87/1-3
[28] Fussilet: 41/9-12
[29] Enbiyâ: 21/30
[30] Nâziât: 79/30
[31] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meâli,
s. 323
[32] Genel Kültür Ansiklopedisi, Milliyet Yay., s. 90
[33] Yeni Rehber Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, İst,
1993, c. 6, s. 91
[34] Genel Kültür Ansiklopedisi, Milliyet Yay., 1991, s.135
[35] Hekimoğlu İsmail - İsmail Korkmaz, İlimler ve
Yorumlar, s. 269
[36] Yeni Rehber Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, İst.,
1993, c. 6, s. 341
[37] Yeni Hayat Ansiklopedisi, c. 2, s. 1100. Süleyman
Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 81-85.
[38] Mülk: 67/3
[39] Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, s.95-96
[40] Mustafa Yazgan, İslâm ve Kâinat, s. 85-86
[41] Yunus: 10/67
[42] Mülk: 67/30
[43] Kasas: 28/71-72
[44] Bakara: 2/185
[45] Tevbe: 9/71
[46] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 85-89.