Sadece
Allah'a kulluk yapmak için yaratılan insan, bu kulluğu yerine getirip
getirmediğini tespit için imtihana tâbi tutulmuştur. Dünya hayatının bir
imtihan yeri olduğunu, dünyayı ve insanları yoktan var eden Yüce Rabbimiz şöyle
ifade etmektedir:
“O
(Allah) hanginizin amel (iş) bakımından daha güzel olduğu hususunda sizi
imtihan etmek için Arş’ı su üzerinde iken gökleri ve yeri altı günde
yaratandır.” [1]
“O
hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” [2]
“Biz
insanların hangisinin daha güzel amel işleyeceğini deneyelim diye yeryüzündeki
her şeyi, dünyanın kendisine mahsus bir ziynet, süs yaptık.” [3]
Âyetlerden
de açıkça görüldüğü gibi, dünya hayatı insanlar için bir imtihandan ibarettir.
İnsanlar bu geçici dünyada sadece ve sadece imtihan için var olduğunu
anlamalıdır.
Her
insan imtihanla dolu bir ömür geçirdiğini, mutluluğun, huzurun, dünya ve âhiret
saâdetinin, tâbi tutulduğu bu imtihanları başarmaya bağlı olduğunu iyi bir
şekilde anlamalıdır. Rabbimiz insanlara verdiği her şeyden hesaba çekeceğini
bildirmektedir.
“Nihâyet
o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” [4] Rabbimiz Allah verdiği nimetlerden dolayı âhirette
sorguya çekeceğini açıkça beyan etmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet gününde insanoğlu şu beş şeyden
sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılamaz:
Ömrünü
nerede, ne şekilde harcadığından,
İlminden,
onunla amel edip etmediğinden,
Malını
nerede kazandığından,
Malını
nereye harcadığından,
Vücudunu,
sıhhatini nerede ve ne sûrette yıprattığından.” [5]
a) Ömrünü nerede, ne şekilde
tükettiğinden sorulacak: Ölene kadar nasıl yaşamış, Allah ve Resûlü’nün
gösterdiği yoldan giderek mi, İslâm’ın emir ve yasaklarına, tâlimatlarına
uyarak mı, yoksa şeytanın, şeytan dostlarının ve hevâ ve hevesinin, arzularının
istediği gibi bir hayat mı yaşamış?
İslâmî
yaşam biçimine karşı çıkanları dost mu edinmiş, zevke, keyfe, gayr-i meşrû olan
işlere götüren dünya ve âhiret saâdetine mâni olan İslâm dışı anlayışların,
yaşayışların savunucusu mu olmuştur? İnsanlara dünya ve âhirette fayda
sağlayacak İslâm’a uygun bir yol mu takip etmiş, yoksa insanlara dünya ve
âhirette zarar verecek olan bâtıl bir yol mu takip etmiş; bunlardan âhirette
sorulacaktır.
“Kim
Allah'a ve peygamberine itaat ederse (gösterdiği yoldan giderse) Allah onu
altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa onu acı bir azaba
uğratır.” [6] buyrulmaktadır.
b) İlminden sorulacak: “İlim öğrenmek her müslümana farzdır.” [7]
İmam
Burhanettin Ez-Zernuci bu hususta şunları belirtir:
“Bil
ki, her ilmi elde etmek her müslüman üzerine farz değildir. Her müslüman
üzerine ilmihal bilgisini elde etmek farzdır. Hangi durumda olursa olsun,
bulunduğu halde meydana gelen işlerle ilgili bilgileri edinmek her müslümana
farzdır.”[8]
Hanefî
fukahâsına göre farz-ı ayın ilimler, genel olarak şu beş sınıfta toplanmıştır:
1- İtikada ait bilgiler: İnanılması zaruri olan hususlar, kelime-i şehadetin
şümulü, insanı küfre düşüren sözler (elfaz-ı küfür) ve itikadlar; Bid’at ve
hurâfeler.
2- İbadete ait hükümler: Her müslümanın namaz ve oruçla ilgili bilgileri
öğrenmesi farz-ı ayndır. Zengin olanlar için zekât ve hac ile ilgili bilgiler
ve diğer malî ibadetler farz-ı ayndır, fakirler için değildir.
3- Ahlâkî bilgiler: Dünya hayatının mâhiyeti ve müslümanların
mesuliyetleri, haset, kibir, tevâzu, riyâ, ucub, helâl ve haram hudutları,
ihlâsla ilgili bilgiler.
Müslümanların
birbiri ile münasebetlerinde muhtaç oldukları bilgiler.
İnsanın
rızkını temin hususunda seçtiği meslekle ilgili bilgileri öğrenmek. [9] Ve
Müslüman, öğrendiği İslâm’ın da gereğini uygulamalı, yapmalı ve öğrendiğini
öğretmeli, insanlara tebliğ etmelidir.
c) Malını nereden kazandığı sorulacak: Bu malı, mülkü nasıl elde ettin, bu paraları helâl
yoldan mı kazandın, yoksa haram olan işler yaparak mı? Meselâ, dükkânında içki
ve müstehcen gazete, dergi satarak mı, kahvede kumar oynatarak veya oynayarak
mı, veya şans oyunlarından loto, toto, piyango ve at yarışlarından mı? Kısaca
kazanılan para helâl yoldan mı, haram yoldan mı kazanıldığı sorulacaktır. Eğer
helâl yoldan kazandıysa ne mutlu ona! Eğer haram yoldan kazandıysa tâbiî ki
bunun da hesabı sorulacaktır.
d) Malını nereye harcadığından
sorulacak: Kazanılacak paranın önce
helâl olması gerekiyor ve helâl parayı da helâl olan, meşrû işlerde
kullanmalıdır. Aksi halde kazanılan para haram olan işlerde kullanılırsa,
meselâ içki, kumar, zina, faiz, israf vs. bu şekilde câiz olmayan işlere de
kullanılırsa tâbiî ki, hesabı sorulacaktır ve bunlar cezayı gerektiren
işlerdir.
e) Vücudundan sorulacak: “Sıhhatini nerede, nasıl yıprattın, ölene kadar ne
işler yaparak zamanını geçirdin? İyi işler, doğru işler yaprak mı veyahut
zamanını, sıhhatini kahvelerde, birahenelerde, gazinoda, pavyonda, plajlarda,
zinahanelerde, televizyon karşısında günah olan müstehcen filmler, programlar
ve boş, haram olan işler yaparak mı? Zamanını, sıhhatini bu yollarda mı
tükettin?” diye hesabı sorulacak. Kısaca izah etmek gerekirse, dünyada yaptığımız
bütün her şeyin hesabı sorulacak. Rabbimiz Allah bu gerçeği bizlere apaçık bir
şekilde Kur'an-ı Kerim’de bildiriyor:
“Ve
siz, mutlaka (dünyada) yaptığınız şeylerden sorumlu tutulacaksınız” [10]
buyuruyor.
Buna
göre; yapacağımız işler iyi, doğru, câiz ise yapmalı, eğer yanlış, haram, doğru
olmayan işler ise kesinlikle yanaşmamalı, uzak durmalıyız. Eğer kendimizi
düşünüyorsak, bunlardan dolayı âhiret hayatında ceza görüp zor duruma düşmek
istemiyorsak yapacağımız işlere dikkat etmeliyiz, imtihanda olduğumuzu
unutmamalıyız.
Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar
(yalnız) inandık, iman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin
imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” [11]
“İman ettik, inandk, biz de müslümanız, kalbim
temiz!” demekle iş bitmediğini Rabbimiz bildiriyor. İmanın, inanmanın gereği ne
ise yapılmalıdır. Aksi halde “inandık” demekle kurtulmak mümkün olmadığını
anlamalıyız.
“Andolsun,
biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları
bilir, elbette yalancı olanları da bilir.” [12] Rabbimiz
Allah’ın doğru işler yapanlarla yapmayanları, kendisine kulluk görevlerini
yapmaya çalışanlarla çalışmayanları imtihana tâbi tutarak ortaya çıkacağını
anlamalıdır. Kendisinin imtihana tâbi olduğunu anlaması gerektiği gibi,
başkalarına da bu gerçekleri duyurarak o kişilerin de Allah'a iyi bir kulluk
yapması için gereken ilgi, alâka ve yardımı yapmalıdır. Yüce Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“İyilik
etmek, fenalıktan (kötülükten) sakınmak husunuda birbirinizle yardımlaşın.
Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşmayın, Allaht’tan korkun.
Şüphesiz ki Allah, cezası çok çetin olandır.” [13]
İyi,
doğru, faydalı işlerde ve Allah'a iyi kulluk yapılması için birbirimize
yardımcı olmalı, kötü, yanlış. Bâtıl olan işlerde yardımcı olmaması, katkıda
bulunulmaması gerektiğini Rabbimiz bildirmektedir. Şeytanın dostları kendileri Allah'a kullugğu terk
ettiklerinden, kendi hevâ ve heveslerine bâtıl arzularına kulluk yaptıkları
için yaptığı işler de hakk’a değil,
bâtıla dayanmaktadır.
Yüce
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kötü
işler yapanlar bizden kaçabileceklinin (kurtulabileceklerini) mi sandılar? Ne
kadar kötü (ve yanlış) hüküm
veriyorlar (düşünüyorlar)?!” [14]
“Küfre
sapıp da (insanları) Allah yolundan (Allah'a kulluktan) alıkoyanlara, Biz
işledikleri bozgunculuğa karşılık, onlara azap üstüne azap ilâve ettik” [15] buyrulmaktadır.
“Andolsun
ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma
(fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) Sabırlı davrananları
müjdele.” [16] Burada sayılan imtihan konuları hayatın
gerçeklerirdir. Bu anlamda bu sınavlar insanlığın kaderidir. Fakat bunlara
dûçar olmak, toplumsal, siyasal, ekonomik ve bu birtakım insanî nedenlere
dayanır. Âyetin ortaya koyduğu gerçek, bu sınavın, karşılaşılan bütün bu
durumlarda doğruyu ve ahlâkî olanı seçerek kazanılacağıdır. [17]
“İşte
o sabredenler, kendilerine musibet (üzücü olay) geldiği zaman; ‘biz Allah için
varız ve biz sonunda O’na döneceğiz’ derler.” [18]
Müslim’in
Sahihinde Ümmü Seleme’den rivâyet edilir ki, o şöyle demiş: Ben Resulullan
(s.a.s.)’in şöyle dediğini duydum:
“Hangi
kula bir musibet isabet eder ve o, ‘innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn; [19]
Allah’ım,
bu musibetimden dolayı beni mükâfatlandır, bana ondan daha iyi bir sonuç çıkar’
derse, muhakkak bu musibetinden dolayı onu mükâfatlandıır ve ondan daha hayırlı
bir sonuç bahşeder.”
Ümmü
Seleme dedi ki: Ebu Seleme vefat edince, ben Resulullah (s.a.s.)’in bana
buyurduğu gibi söyledim. Bunun üzerine Allah bana Ebu Seleme’den daha hayırlı
birisini, Allah’ın Resulunu verdi.” [20]
İmam
Ahmed İbn Hanbel der ki:
“Bize
Yezid; Hüseyin İbn Ali’den nakletti ki:
“Resulullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuş:
“Müslüman
bir erkek veya müslüman bir kadın bir musibete dûçar olur da onu hatırlarsa
-aradan ne kadar süre geçmiş olursa olsun- der ki geçmişte de olsa bunun için
yeniden ‘innâ lillâh ve innâ ileyihi râciûn’ derse, Allah Teâlâ onun mükâfatını
yeniler ve tıpkı o musibete dûçar olduğu günkü kadar ecir ve mükâfat verir.” İmam Ahmed b. Hanbel der ki; bana Yahya İbn İshak; Ebu
Sinan’dan nakletti ki, o şöyle demiş; “Ben çocuklarımdan birini defnetmiştim.
Kabirde iken elimi Ebû Talha tuttu ve beni mezarlıktan dışarı götürerek dedi
ki;
“Sana
bir müjde vereyim mi?” ben “evet” dedim, Ebû Talha dedi ki;
“Ebû
Musa’dan nakletti ki, o Resulullah (s.a.s.)’in şöyle dediğini söylemiş;
“Allah
Teâlâ buyuruyor ki; ‘Ey ölüm meleği, sen kulumun çocuğunun ruhunu aldın mı?
Gözünün bebeğini, kalbinin meyvesini kopardın mı?’ Ölüm meleği (Azrâil) ‘evet’ deyince, Allah Teâlâ; ‘kulum
ne dedi?’ buyurur. Melek, ‘Sana hamd etti ve tekrar sana döneceğini, innâ
lillâh ve innâ ileyhi râciûn diyerek bildirdi.’ Allah Teâlâ; ‘Öyleyse onun için
Cennette bir köşk yap ve o köşke beytül hamd (hamd evi) adını ver!’
buyurmuştur.” [21]
Müslüman,
sâlih, İslâm’a tâbi olmuş şahsiyetlerin yapacakları işler İslâmî ölçülere
göredir. Dolayısıyla sevindirici veya üzücü bir olay karşısında nasıl ve ne
şekilde davranacağını bilirler ve ona uygun hareket etmeye özen gösterirler.
Peygamberimiz
(s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle bildirmiştir:
“Mü’minin
hali hayrete değer doğrusu, zira her bir iş onun için hayırlıdır. Bu meziyet
sadece mü’mine hastır. Çünkü o nimete kavuşsa şükreder, bu ise onun için
hayırlıdır. Musibete uğrasa sabreder, bu da onun için hayırlıdır.” [22] Mü’min bu
şekilde davranmaya çalışmalıdır. İnsanlar dünya hayatına imtihan edilmek,
Allah’a kulluk yapmak üzere gönderilmiş olduğundan, imtihan gereği başına
birtakım üzücü olaylar gelebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi “Biraz
korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile
imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) Sen sabırlı davrananları müjdele!” Rabbimiz
sınavı böyle bildirmektedir. Bu gibi haller mü’minlerin başına gelebilir.
Dünya
hayatını imtihan yeri değil de, zevkli, keyifli ve eğlenceli ve sıkıntılardan
uzak bir yer olarak görenler,
sıkıntılarla karşılaştıklarında çok şaşırırlar, bunalıma girerler.
Başlarına gelen üzücü olayların tesadüf eseri olduğunu zannederek aşırı bir
şekilde, çok üzülürler.
Mü’minler
için, varlık, yokluk, zenginlik, fakirlik, sıhhatlilik, sıhhatsizlik, hastalık,
sakatlık, yakınlarının ölmesi gibi haller tesadüf eseri değil, imtihan
gereğidir. Bunu böyle bilmek gerekir.
Mü’min
kişilere düşen, iyi hallerinden dolayı şükürde bulunmak; üzücü olayler
karşısında sabırlı olmak, her iki halin imtihan gereği olduğunu hatırlamaktır.
Tâbiî ki, müslüman kişi, maddî ve mânevî
durumunun iyi olması için gayret etmeli ve çok duâda bulunmalıdır. Rabbimiz
Allah şöyle dua etmemizi buyuruyor:
Namaz
kıldığımızda selâm vermeden önce okuduğumuz dualarda;
“Rabbenâ
atinâ fid- dünya haseneten ve fil âhireti haseneh ve kina azabe’n nâr” diyoruz.
Anlamı:”Ey
Rabbimiz bize dünyada da âhirette de
iyilik, güzellik ver. Bizi cehennem azabından koru” [23] ve
devamında şu duayı okuruz. “Rabbenağfirlî velivâlideyye velilmü’minîne yevme
yekûmu’l-hisâb.”
Anlamı:
“Rabbimiz hesabın görüleceği gün” (âhirette) beni, anamı babamı ve
mü’minleri bağışla.” [24]
Hem
dünyada iyilikler, iyi işler, kendimize ve mü’min kardeşlerimize faydalı olacak
olan imkânlar, hem de Allah’a büyük imtihanı kazanmak için iyi kulluk yapmayı
ve âhirette cenneti kazanıp cehennemden korunmamız için gereken gayreti
gösterip Allah’a çok çok dua etmemiz gerekmektedir.
Enes
İbn-i Mâlik (r.a.)’den Resulullah (s.a.s) in çok okuduğu dua şu dediği rivâyet
olunmuştur:
(Yukarıda
belirttiğimiz) Rabbena âtina ile başlayan (Bakara sûresinin 201) âyetinde geçen
dua. Bu duanın Buhârî’deki izah bölümünde şöyle açıklanmıştır: Duadaki
“haseneten” lafzı güzellik mânâsında olup insanın üzerinde tecelli eden nimet
demektir. Âlimler âhiret güzelliğini cennetle tefsir etmekle beraber, dünya
güzelliğini ilim, ibadet, sıhhat, mal, evlât, sâliha hanım vs. diye tefsir
etmişlerdir. Bunların hepsi birer hasene, birer güzelliktir. Bu itibarla bu dua
her zaman yapılmalıdır, okunması da kolaydır. [25]
Bir
başka hadiste şöyle buyruluyor:
Ebû
Hureyre (r.a.)’den nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Tahammül
edilmeyecek belâdan, insanı ölüme kadar sürükleyecek müşkilâta uğramaktan,
(mala, cana, aileye taalluk eden) kazadan ve düşmanları sevindirecek bir kedere
(zorluğa) düşmekten Allah Teâlâ’ya sığınırız.” [26]
Bir
başka hadiste de; Enes (r.a)’den rivâyete göre, Resulüllah (s.a.s.) (ümmetine örnek için) şöyle dua
ederdi: “Allah’ım! âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, bunaklık
derecesinde ihtiyarlıktan, cimrilikten (bütün olumsuzluklardan), kabir
azabından Sana sığınırım.” [27]
Hadislerden de görüldüğü gibi her türlü kötülüklerden, görünür görünmez
kazalardan belâlardan korunmak için Yüce Rabbimiz’e sığınmalıyız. Çok dua
etmeliyiz.
“Ya
Rabbi, bizim için ne hayırlı ise onu nasip et. Bizim için ne hayırsızsa ondan
bizleri uzak et” diye çok çok dua etmeliyiz.
Resulullah(s.a.s.)
şöyle buyurmuştur:
“Dua
ibadettir.” Sonra şu âyeti okumuştur:
“Rabbimiz, Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim. Bana ibadet etmeye tenezzül
etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir” .[28]
“Dua
mü’minin silâhı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur.” [29]
“Dua,
gelmiş olan musibet için de, henüz gelmemiş olan musibet için de faydalıdır.
Dua belâyı def eder.” [30]
Hadis-i
şeriflerde görüldüğü gibi ‘dua’ maddî ve mânevî huzur ve mutluluğa ulaşmaya ve
maddî-mânevî olumsuzluklardan korunmaya sebep olmaktadır. Dolayısıyla iyi ve
güzel şeylere sahip olmak ve kazalardan belâlardan, üzücü olaylardan korunmak
için çok çok dua etmeliyiz. [31]
Dünya
hayatı bütün insanların bildiği gibi geçici bir hayattır. Geçici olduğunu zaman
zaman herkes dile getirmektedir. Meselâ, “üç günlük dünya, ölümlü dünya, fâni
dünya, gelip geçici dünya” diyerek dünya hayatının geçiciliğini dile getirmiş
oluyorlar.
Fakat bu gerçeği yanlış yorumlayan insanların
sayısı çok olmakla birlikte, hatta bazıları alaylı bir şekilde dile
getirmekteler. “Hayat kısa, dünyaya bir kere geldik, yaşamaya bak, ye iç, gül,
oyna, hayatını yaşa, hayatın tadını çıkar, zevkini, keyfini düşün, gerisine boş
ver, dünyaya bir daha mı geleceğiz? Kafana göre, zevkine göre yaşarsan o
kârdır”diyorlar. Tabiî ki, zevklerine, keyiflerine ulaşmak için yapılan
yanlışlıklar, haksızlıklar, hırsızlıklar ve ahlâksızlıklar onlar için kâr
mıdır, zarar mıdır? Elbette bu yaptıkları yanlışlıkların, günahların,
haramların karşılığını göreceklerdir.
“Onlar
dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Âhiretten ise, onlar tamamen gâfildir
(habersizdir).” [32]
Dünya
hayatının gerçeğini kavramadıklarından ötürü âhiret hayatını düşünmez olmuşlar.
“Şu
insanlar, çabucak geçen dünyayı seviyorlar da, önlerindeki çetin bir günü
(âhireti) ihmal ediyorlar.” [33]
Dünya
hayatının imtihan yeri olduğunu, bu dünyada yaptıklarımızdan hesaba
çekileceğimizi, iyi şeyler, doğru işler yapıldığında mükâfat; yanlış, kötü,
doğru olmayan işler yapıldığında âhirette cezasını göreceğini düşünmeyen ve
düşüncesini dünya yaşamına sevk eden kişilere Rabbimizin beyanı şöyle:
“Sizler
dünya hayatını (yaşamını) tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret (hayatı) daha iyi ve
daha kalıcıdır devamlıdır).” [34]
Dünya
hayatı kalıcı, devamlı olmadığına göre, bu câhilce, sorumsuzca yaşam niye? Kalıcı
olan, devamlı olan âhiret hayatına hazırlanmayı, ona göre hareket etmeyi
bırakıp, geçici olan bu dünyanın zevkine, keyfine kendini kaptıran kişilere
acımamak elde değil.
Günümüzde zevkine, keyfine göre yaşayanlar,
yazın tatil yapmak için gittikleri, tatil beldelerinde, plajlarda, erkek-kadın
karışık, üstsüz, açık, saçık hepsi bir arada, hayatımızı yaşıyoruz diyerek,
gündüz denizde, geceleri diskotek, bar, pavyon vs. yerlerde eğlenerek vakit
geçirmektedirler. Tatil süreleri bitene kadar bu şekilde devam ederler.
Evlerine dönünce tanıdıkları “bu tatil neredeydiniz?” diye sorduklarında, onlar
da gururlanarak “Bodrum’da, Marmaris’te vs. yerlerde” diyerek sanki çok iyi,
faydalı bir şey yapmışlar gibi “bir dahaki tatilimizde şuraya, buraya gideceğiz”
gibi sözler ederler. Kışın ayrı eğlence, yazın ayrı, gece ayrı, gündüz ayrı,
helâli, haramı düşünmeden, zevklerine, keyiflerine göre yaşayarak, bunu en
güzel yaşam biçimi sanarak, hayatlarını böyle devam ettirmektedirler. Rabbimiz
Allah şöyle beyan etmektedir:
“Bu
dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. (Asıl hayat, dünya
hayatı değil) âhiret hayatı; işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!” [35] Asıl hayat dünya hayatı olsaydı, insanlar dünyaya
imtihan için değil, zevk, sefa sürmek için gelseydi, dünyada yaptıklarından dolayı âhirette
sorgu-sual olmasaydı, yapılan kötü işler yapanların yanına kâr kalsaydı, dünya
hayatından başka âhiret hayatı, cennet-cehennem olmamış olsa idi, sorumsuzca,
bâtıl bir hayat yaşamış olması yadırganmazdı. Fakat böyle olmadığına göre,
dünyaya Allah’a kulluk için Allah’n emrettiğini yapıp yasak ettiklerinden
sakınmamız gerektiğine göre, “(asıl
hayat dünya hayatı değil) âhiret hayatı” olduğuna göre, dünya yaşamına
kapılıp Allah’a kulluğu bırakmak akıl kârı değil, “keşke bilselerdi” buyuruyor Rabbimiz.
Bu
gerçekleri iyi bilmeli, iyi anlamalı ve iyi bir şekilde gereğini yapıp Allah’a
iyi bir kul olma gayreti gösterilmelidir. Bundan başka çıkar yol yoktur. “De
ki: Doğru yol, Allah’ın yoludur.” [36]
Allah Teâlâ’nın emrettiği, Kur’an ve sünnetin gösterdiği doğru yol bırakılıp,
şeytanî yollara gidilirse o yol insanları doğru yoldan çıkarır. Bâtıl, doğru
olmayan yollara götürür. O yol da, insanları cehenneme götürür.
“Dünya hayatının örneği, ancak gökten
indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi
karışmış olan bir sürü gibidir. Öyle ki yer güzelliğini takınıp, süslendiği ve
ahalisi de gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken, (işte tam bu sırada)
gece veya gündüz ona emrimiz gelmiştir de dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş
gibi onu kökünden biçilip, atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk
için Biz âyetleri böyle birer birer açıklarız.” [37] Bu misal, bu
dünyadaki görünürde başarılarına bakıp âhiretlerini bütünüyle unutanlara bir
uyarı anlamı taşır. Bu tipler ekinlerinin olgun ve bereketli olduğunu, onu
biçebileceklerini ve hasat sonu mutlu olacaklarını zanneden toprak sahiplerine
benzetilmiştir. Bu toprak sahipleri olgun ürünlerinin, yakında tadına
bakabileceklerinden emin biçimde Allah’ın ürünlerini ve büyük umutlarını tahrip
edici emrinin farkında değildirler. Tıpkı bunun gibi âhiret hayatı için
hazırlık yapmayanlar bu dünya lezzetleri uğruna irtikâp ettiklerinin
karşılığını öte dünyada bir felaket olarak bulacaklardır. Tıpkı hasadından emin
olunan olgun ürünün, âniden bir felâkete dûçar oluvermesi gibi. [38]
Dünyada
işleri iyi giden, parası, malı, mülkü olan kişi bunun devam edeceğini sanır.
Mutlu bir yaşamı, âni bir şekilde işlerinin bozulup iflâs etmesi ile elindeki
imkânlarının birden gitmesi o kişiyi ne kadar çok üzeceği mâlum ise, işte âni
bir şekilde her an dünyadaki malı, mülkü, parası, arsası, kasası, işi, gücü,
arabası, yatı, katı, villası artık neyi varsa onlardan her an ölümle ayrılması
söz konusu olduğuna göre, bunlara çok önem verip kazanırken veya malını daha fazla arttırmak
için gayr-i meşrû işler yaparak
‘çoğalsın da nasıl çoğalırsa çoğalsın’ anlayışı ve paraları yerken helâl-haram
düşünmeden içki, kumar, zinâ, gazino, pavyon vs. yerlerde ve haksızlık,
ahlâksızlık, zulüm yaparak zevkli keyifli yaşamı devam edeceğini sanır.
Bir
ölümle sona erecek bu yaşantı âhirette başına belâ olacağını görecek, fakat iş
işten geçmiş olacak ve âhirette yaptığı kötü işlerin cezasını çekecek.
“
O kötülükleri (günahları) işleyenler, ancak yaptıklarının cezasını görürler” [39] buyrulmaktadır.
Dolayısıyla gerek fakir, gerek zengin, dünya
zevkleri için Allah’a kulluğu bırakıp, mala, mülke, zevke, keyfe dalıp, bunlar
bitmeyecekmiş sanıp nefsine, şeytana ve şeytanın yolundan gidenlere aldanıp
kendine yazık etmeye değer mi? Öyle ise insan aklını kullanmalı, kendisine
zarar verecek, cehenneme götürecek işler değil, kendisine fayda sağlayacak ve
cennete götürecek işler yapmalıdır. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Dünya
hayatı yalnızca bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. (Allah’ın
azâbından) korkup sakınanlar için, âhiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine
de akıl erdiremeyecek misiniz?” [40]
“Bu
dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Âhiret yurduna gelince
işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı!” [41]
“Bilin
ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda bir övünme, mal
ve evlât çoğaltma(dır ve bunlar için)
yarıştır. Tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider,
sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir
azap vardır. (Mü’minler içinse) Allah’tan mağfiret ve rızâ vardır. Dünya
hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” [42]
Yüce
Rabbimiz dünya hayatının durumunu ve değersizliğini belirterek, dünya yaşamına
aldanıp kendimizi kaptırarak, âhiret hayatı için hazırlanmayı ihmal etmememiz
için bizleri uyarmaktadır. Allah’a kulluk yapmayı terk edip emrettiklerini
yerine getirmeyenler, yasak ettiği şeylerden sakınmayan, hevâ ve hevesinin ve
gayr-i meşrû isteklerinin peşine gidenler, bu dünya hayatını imtihan yeri olarak
değil; zevk, keyif için, arzu ettikleri gibi yaşama yeri olarak görürler. Dünya
yaşamını bu şekilde görenler, veya kendini dünyaya bu şekilde kaptıranlar,
makam ve mevkileriyle, mallarıyla, mülkleriyle,
servetleriyle övünürler. Şu kadar malım, mülküm var, servetim var, son
model arabam var, lüks dairem var, şuyum
var, buyum var diye bunlarla övünürler. Ve zaten övünmek için bu imkânlara
sahip olmaya çalışırlar. Desinler ki:
“Şu
kişiye bak, şuyu var, buyu var, bravo, akıllı adam, lüks rahat bir hayat yaşıyor!”
O da bu sözlerden övünür, gururlanır. Mal ve mülk için daha çok uğraşır.
Başka
ne için? Dünyadaki imkânlardan yararlanıp zevkli, keyifli yaşamak için de mala
mülke sahip olmaya çalışırlar. Ve elinde ne imkân varsa bu tip insanlar onunla
övünürler. Önce kendisi ile övünür “ben şunu yaptım bunu yaptım, şunu aldım,
ucuz aldım, şunu sattım iyi yaptım; ben akıllıyım, beni kimse kandıramaz” vs.
Kendisi ile övünür, gururlanır. Sonra
çocuğu ile övünür “benim çocuğum okuyor, teşekkür, takdir alıyor, çok akıllı,
Lisede veya Üniversitede okuyor. Avukat, savcı, vali olacak.” Neticede
övünmekte, gururlanmaktadırlar. Övünmek için bir şey bulurlar; kendisiyle,
anası babası ile akrabası ile vs. övünerek gururlanarak yaşamlarını sürdürürler
ve bu çok yanlıştır. Mü’min kişiler bu tür şeylerden (gururdan, kibirden)
kaçınmalıdır.
Allah’a
kulluk yapmayanlar başka şeylere kulluk yaparlar. Mala, mülke, şana şöhrete,
kadına ve hevâ ve hevesle zevk içinde yaşamak için paraya kul köle olurlar.
Ebu
Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, Resul-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Altına,
gümüşe (paraya), elbiseye (mala mülke) kul olanlar helâk oldu; eğer bunlara mal
verilirse hoşlanır, verilmezse hoşlanmaz.” [43] çünkü mal, mülk, zevk, keyif için yaşayanlar malı,
parası oldumu çok sevinir, bunlar olmazsa çok üzülür, bunu elde etmek için
elinden geleni yapar; helâli haramı düşünüp önemsemez, önemsediği tek şey
paradır. “Para gelsin de nasıl gelirse gelsin” der. “Bunlara kul olanlar helâk oldu” buyuruyor peygamberimiz (s.a.s.).
İnsanı helâka, perişanlığa götüren şeylerden sakınmalıyız. Mala, mülke,
servete, nefse değil; Allah’a kul olmalı ve gereği ne ise yapmalıyız. Dünya ve
âhirette huzur ve mutluluk ancak Allah’a iyi kul olmaya çalışmakla mümkündür.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde vuku
bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış
olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Böylece elinizden çıkana (aşırı)
üzülmeyiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle (imkânlarla) şımarmayiniz.
Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” [44]
Görüldüğü gibi Allah’n verdiği imkânlardan dolayı
gururlanılmaması gerektiğini, elimizden çıkan imkânlardan dolayı da aşırı bir
şekilde üzülmemek gerektiğini âyetten anlıyoruz. İnsanların dünya hayatı
imtihandan ibarettir, mü’minler bunun bilincinde olmalıdır. Allah, mü’min
kişilere nimetler, imkânlar verdiği zaman, ondan dolayı da çok şükretmeli, o
imkânları en iyi şekilde değerlendirmelidir.
“
Onlar ki, mallarnı gece gündüz, gizli ve açık infak ederler. Artık bunların
ecirleri Rableri katındadır, onlar için korku yoktur, onlar mahzun da
olmayacaklardır.” [45]
Mü’minler, Allah’n kendisine verdiği nimeti
fakirlerle paylaşarak onları sevindirir, Allah yolunda harcar. İmkânlarından
dolayı şımarmaz, kimseye hava atmaz, gururlanmaz, malıyla övünmez. “ benim
şuyum var, buyum var” diye kimseye reklâm yapmaz. Hatta fakirlerin yanında
“şunu aldım, bunu aldım, şunu alacağım” diye asla konuşmaz. Fakirlerin yanında
alacaklarını, aldıklarını söyleyip onları imrendirecek, üzecek bir tavır
sergilemez. Onlara nasıl hava atayım diye değil, nasıl yardım yapayım diye
düşünür. Mü’minin tavrı budur ve böyle olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“De
ki: Rabbim kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar.
Siz Allah için ne verirseniz, Allah onun yerine (daha iyisini) verir. O rızık
verenlerin en hayırlısıdır.” [46]
“Doğrusu
mallarınız (elinizde olan tüm imkânlar) ve çocuklarınız sizin için bir
imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.
O
halde gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkup emirlerine uygun yaşayın (emir ve
yasaklarını) dinleyin, itaat edin ve kendinize bir hayır olarak harcayın. Kim
de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, kurtuluşa ve saâdete erenlerin
ta kendileridir.” [47]
Mü’min
kişinin ölçüsü bellidir; Kuran ve sünnettir ve o, bunlara göre hareket eder.
Çünkü imtihanı kazanmaya çalışmaktadır. Ölçüsü Kur’an ve sünnet olmayan
kişilerin ölçüsü hevâ ve hevestir. Ayrıca hevâ ve hevesleri peşinde gidenleri,
bâtıl yolda olanları ölçü alır, örnek alır. “Onlar şöyle yaptı, ben de yapayım” diyerek şeytanın ve
dostlarının yolundan gider. Tâbiî
ki, bu bâtıl yol onu cehenneme götürür.
Bir
hadiste Müstevrid b. Şeddad (r.a.)’dan
rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Âhirete
nazaran dünyanın değeri, ancak sizden birinizin parmağını denize daldırmasına
benzer. Parmağı ile denizden aldığı suyu göz önüne getirsin.” [48]
Bu hadisten de anlaşıldığı gibi Peygamberimiz
dünya hayatının âhiret hayatı yanında ne kadar az, ne kadar değersiz olduğunu
vurguluyor.
Bazıları
için sanki dünya hayatından başka yaşam yokmuş gibi, dünya yaşamına kendisini
kaptırarak zevkler, keyifler içinde yaşamına devam eder. Geçici, fâni dünyanın
câzibesine aldanıp Allah’a kulluğu terkederler. Bunun dünya ve âhiretteki
zararını âyet ve hadisler bildirmektedir. Yine bir hadis-i şerifte Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Bir
şeye olan aşırı sevgin seni kör ve sağır yapar.” [49]
İnsan
bir şeye karşı aşırı sevgi duyarsa ondaki aşırı sevgi o şeydeki kusuru görmez,
kendi yanlışlıklarını söyleyenleri de işitmez olur. Dünya sevgisi aşırı oldumu,
o zaman hadiste belirtildiği gibi, bir şeye olan aşırı sevgi, tutku insanı
sanki kör, sağır yapar. Buradaki kastedilen şu; “bir şeyi aşırı çok sevdimi, o
şeyi, iyi mi, kötü mü, faydalı mı, zararlı mı olduğunu düşünemez. Ona söylediğiz vakit:
“Bu
yaptığın, gittiğin yol yanlış, vazgeç!” desen, sanki duymuyormuş gibi hiç
aldırış etmez. Nasihat dinlemez.
Dünya
yaşamını aşırı bir şekilde sevmek ve dünyaya bağlanmak da böyledir. Malı,
mülkü, serveti, zevkli, keyifli yaşamı çok severse, helâlı, haramı, sevabı,
günahı, câiz mi, değil mi düşünmez. Ona hatırlatıldığı zaman; “bu yaptıklarının
yanlış, haram, vazgeç!” desen söylediklerini duymuyormuş gibi önemsemez. Çünkü
dünya yaşamının câzibesine kendini kaptırmıştır. Ne yanlışı görür, ne doğruyu
duyar. Kafasına göre hareket ederek yaşar. Sonu da hüsrandır. Yine bir hadiste
Sehl b. Sa’d (r.a). Anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuş: “Eğer
dünya, Allah nazarında sivri sineğin kanadı kadar değer taşısaydı tek bir
kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” [50]
Dünya hayatının Allah katındaki değeri
sivrisinek kanadı kadar değeri olmadığı hadisten anlaşılmaktadır. Eğer dünya
çok değerli olsaydı kâfir olanlar dünya yaşamından istifade edemezdi, bir yudum
su içemezdi, yaşamı biterdi. Günümüzde müşriklerin, kâfirlerin refah içinde,
zevk, keyf içinde yaşamaları dünyanın gelip geçici olduğundan dünya hayatı
cennet hayatına nazaran zerre kadar değeri olmadığından ötürüdür. Dünya hayatı
imtihan icabı, herkes dünya hayatından, imkânlarından yararlanır. Âhirette ise,
cennet nimetlerinden, imkânlarından sadece Allah’a iyi kulluk yapan mü’minler,
imtihanı kazananlar istifade edecektir.
“Kim
Allah’a ve peygamberine itaat ederse Allah onu zemininde ırmaklar akan
cennetlere koyacaktır. Orada devamlı
kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve peygamberine isyan
eder ve (koyduğu) sınırları aşarsa Allah onu
devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun
için alçaltıcı bir
azap vardır.” [51]
Bir
hadiste Ebû Said el-Hudri, Rasûlullah
(s.a.s.)’in şöyle dediğini rivâyet etti:
“Dünya
hayatı çekicidir. Şüphesiz Allah size dünyalık, yani servet ve mevki (imkân)
verecek, nasıl amel edeceğinize de (hayra mı şerre mi sarfedeceğinize) bakacak,
dünyaya aldanıp âhireti unutmaktan ve kadınlara uyup yolunuzu şaşırmaktan
dikkatle sakının.” Nesâî’nin
rivâyetinde şu ziyade vardır:
“Benden
sonra erkekleri en çok şaşırtan, yoldan çıkarıp felâketlere sürükleyecek şey
kadınlar olacaktır.” [52]
Hadiste de görüldüğü gibi “dünya yaşamı tatlı ve çekicidir.” Bir de İslâmî
prensipleri önemsemeyen kişilerin; yaşantıyı haktan ayrılarak, bâtıl olan işler
yaparak daha fazla çekici, câzip hale getirerek şeytan bu şekilde insanları
daha rahat aldatma imkânı buluyor. Kim
sayesinde? Şeytanın dostları sayesinde. Yukarıdaki hadiste “erkekleri en çok
şaşırtan, yoldan çıkarıp, felâketlere sürükleyen şey kadınlar olacaktır”
buyruluyor.
Günümüzde İslâm’a aykırı uygulamalar, kadını o
kadar câzip kılıp erkekleri baştan çıkaracak hale getirdi ki, bunun için her
çeşit plan ve program yapmaktadırlar. Batılılaşma, özgürlük, kadın hakları
diyerek kadını açıkça açtılar! Moda diye kadını çok câzip hale getirdiler.
Bunun için sektörler oluştu. Bu işten para kazanıyorlar. Servetlerine servet
katıyorlar, kadınları sömürüyorlar.
Giyim
sektörü; kadınlar için câzip mini etekler, dekolte bluzler, transparan (vücudu
gösteren) giysiler, daracık kot veya kumaş pantolonlar, deniz kıyafeti olarak
da bikini, mayo ve ayrıca dantelli ve çok açık iç çamaşırları üretiyorlar; moda
diye satışa sürüyorlar.
Mankenlik
sektörü de, bu giysilerin kadınların ne kadar câzip hale getirdiklerini
göstermek için özel kadın manken yetiştirerek podyumlarda bu giysileri
sergiletiyorlar. Basında, tv’de yeni moda giysiler diye bütün insanlara
gösteriyorlar, kadınları teşvik ediyorlar. ‘Siz de bunlardan giyin, çekici hale
gelin’ demekteler. Devamlı bu giysilerden para kazanmak için modacılar yeni,
değişik, farklı modeller, renkler ve desenler üretiyorlar. Satanlar moda diye
satıyor, alanlar da moda diye alıyorlar. O açık giysileri giyip sokaklarda,
gittikleri yarlerde kendi çekiciliklerini gösteriyorlar. Bir de kadın kuaför
sektörü de devamlı saç modeli değiştiriyor. Daha güzel görünmek için kadınlar saç
şekillerini devamlı değiştiriyorlar. Televizyonlarda da bunları gösteriyorlar.
Güzellik salonları da sektör olarak çalışmakta. Kadınlara estetik ameliyatlar,
silikonlar vs. yaparak daha güzel olunması için ne gerekiyorsa yapıyorlar.
Kozmetik sektörü de çeşitli parfümler üreterek kadınları çekici hale getiriyor.
Basın sektörü de bazı gazete ve dergilerde müstehcen kadın resimleri sunarak
trajını arttırmakta ve para kazanmakta. Sinema sektörü de müstehcen filmler
oynatmakta ve tv. kanallarında bu müstehcenlik yayınlanmakta. Gazino, pavyon ve
fuhuş sektörü de mâlum. Bu gibi kötü işler, ahlâkı tahrip eden unsurlar devam ettikçe bu toplumda ahlâk
gittikçe bozulur, insanlar bu gayr-i ahlâkî şeylere alışır, kendini dünya
sevdâsına kaptırır, bu câzibe karşısında kendini koruması güç olur. İnsanlar bu
şekilde ahlâk dışı işlere bulaşırsa, kendini korumak için gayret etmezse tabiî
ki, yaptıklarının âhirette cezasını görürler. Bu saydıklarımız ahlâk
tahribatının ne boyutlarda olduğunu göstermektedir. Mü’minler olarak bu
gidişattan rahatsız olmalıyız. Mü’minlerin yapacağı şey insanları hakka,
doğruya, iyiye çağırmak; bâtıldan, kötü, yanlış, doğru olmayan şeylerden
sakındırmaktır. [53]
İman
sahibi, sâlih amel işleyen ve akıllı olan mü’min müslümanlar, bu fâni mekânı,
ebedi hayatı kazanmak için bir araç kılmalıdırlar. Rabbimiz bu fâniliği şöyle
beyan buyurur:
“Onlara
dünya hayatının örneğini ver: Gökten indirdiğimiz suya benzer, onunla
yeryüzündeki bitkiler birbirine karıştı,
böylece rüzgârların savurduğu çalı-çırpı oluverdi, Allah, her şeyin üzerinde
güç yetirendir.” [54]
Dünyanın
yaratılış ve süslü kılınması, daha sonra tekrar harap olması. İlkbahar,
tâbiatın canlanması, dirilmesi, sanki insanın çocukluk ve gençlik devresi
gibidir. Yazın gelişi, ağaçların ve diğer bitkilerin yapraklanıp çiçeklendikten
sonra meyve verişi, sanki insanın olgunluk devresidir. Sonbaharın gelişi,
ağaçların yapraklarının solup düşmesi, bitkilerin sararması ve esen rüzgârların
onların her birini bir tarafa savurması, sanki insanların gözü görmez, eli
tutmaz, ayağı yürümez devri olan ihtiyarlık çağıdır. Hastalıklar,
rahatsızlıklar o doktordan bu doktora, o hastaneden bu hastaneye, o diyardan bu
diyara gidip gelir. Kışın gelmesi, yağmurlar, fırtınalar, boralar, kar ve tipi.
Ağaçlar tamamen yapraklarını dökmüş, çıplak kalmış sanki kurumuşlar.
Diğer bitkiler çürümüş, kökleri yer altına
çekilmiş, yeni bir ilkbaharı, yeniden dirilme zamanını beklemek üzere
saklanmışlar. Bu durum sanki insanın ölüm hali ve sonrası olan kabir hayatını
andırır. Yeniden bir başka âlemde dirilmek için toprak altına çekilmek ve
beklemek. [55]
Rabbimiz
Allah bu hakikati şöyle beyan buyurur:
“Bilin
ki gerçekten Allah ölümden sonra yeryüzüne hayat vermektedir. Şüphesiz Biz, umulur
ki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.” [56]
Rabbimiz
Allah dünya hayatının insanları aldatmaması, şeytanın insanları kandırmaması
için bizleri birçok âyette buyarmaktadır:
“Sakın
dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi
kandırmasın.” [57]
Dünya
hayatının câzibeli görülen yaşantısının bizleri aldatmaması, câiz olmayan,
helâl olmayan şeylerden sakınmamız, uzak durmamız, tenezzül etmememiz
gerektiğini anlamalıyız. Nasıl olsa işlediğimiz günahları Allah affeder
düşüncesiyle, günah olan, haram olan işlere tevessül etmemeliyiz. “O halde
gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun. (emirlerini) dinleyin, itaat edin.” [58]
“Ey
iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına (âhiret
için) ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan
haberi olandır.” [59]
buyrulmaktadır.
Demek
ki, nasıl olsa Allah af eder diyerek günah işlemenin ibadetleri terk etmenin ne
kadar yanlış bir değerlendirme, düşünce olduğunu bilmeliyiz. Tabiî ki, bir
mü’min olarak günah olan bir iş yapıldığı zaman yapılacak şey, ondan dolayı
hemen tevbe etmek gerekir.
“Ancak
tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar hâriç,
zira Ben onları bağışlarım.” [60]
“Allah’tan
bağışlanma dile. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” [61]
Burada anlamamız gereken şey, elimizden geldiği
kadar günah olan hususlardan uzak durmalıyız. Buna rağmen günah işlendiğinde hemen
tevbe ederek, neye tevbe ettiysek bir daha onu yapmamaya çalışmalıyız. Rabbimiz
Allah şöyle buyuruyor:
“Hayır,
siz çarçabuk geçmekte olan (dünyayı)
seviyorsunuz ve âhireti terk edip bırakıyorsunuz.” [62]
Dünya hayatı çarçabuk geçiyor; günler, aylar,
seneler geçerek insanın dünyada kalma süresi gittikçe azalıyor. Hz.
Ali’nin (r.a.) buyurduğu gibi “Dünya
arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise (bize) yönelip gelmektedir.” [63] Her
an dünyadan ayrılmamız, terk etmemiz mümkün. Çünkü ölümün ne zaman, nerede
geleceğini bilmiyoruz; her an ölüm gelebilir. Öldüğümüzde âhiret hayatı
başlamış olacak, âhiret hayatı bize çok uzak değil; aksine çok yakın, her an
gidebiliriz. Fakat bazı insanlara âhiret hayatı çok uzakmış gibi geliyor. Dünya
hayatına bu kadar çok bağlanmanın sadece mutlu olunacak yegâne yer dünyaymış,
bize huzur, saâdet, mutluluk verecek başka bir hayat yokmuş gibi. Bütün
düşüncesini ve gayretini dünya zevklerine ayırmanın yanlışlığını Rabbimiz
bildirmektedir:
“Ama
siz şu dünya hayatını tercih ediyorsunuz; oysa âhiret daha iyi ve daha
kalıcıdır (devamlıdır)” [64]
“Sakın
kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının
süsüne (malına, mülküne, servetine) gözlerini dikme (imrenme).Rabbinin rızkı
hem daha hayırlı, hem de daha
süreklidir.” [65]
“İnkâr
edenlerin (refah içerisinde) diyar diyar gezip dolaşması sakın seni aldatmasın.” [66]
Bu âyet-i kerime, Mekke müşrikleri hakkında
nazil olmuştur. Çünkü onlar, ticaret yapıp para kazandıkları için bolluk
ve refah içinde yaşıyorlardı.
Müşriklerin bu durumunu gören bazı mü’minler:
“Allah’ın
düşmanları böyle bolluk ve refah içinde yaşarlarken biz ise (fakirlik) sıkıntı
içerisinde zorluk çekiyoruz.” dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ yukarıdaki
âyeti kerimeyi inzal buyurdu. [67]
Tabiî
ki, bu ve benzeri âyetlerdeki ikazlarla Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şahsında
bütün mü’minlere seslenilmektedir. Âyetin devamı da şöyle:
“
Bu az bir geçimdir. Sonra gidecekleri yer cehennemdir, ne kötü bir yerdir
orası! Fakat Rabbine karşı gelmekten sakınanlar için Allah tarafından bir ikram
olarak zemininden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. İyi
kişiler için Allah katındaki (nimetler) daha hayırlıdır.” [68]
Mü’min
kişinin zenginlik, fakirlik olayına bakış açısı âyet-i kerimede geçtiği gibi
olmalıdır. Zengin, varlıklı insanların refah içinde yaşamalarının mü’min
kişileri aldatmaması gerekir. Çünkü dünya yaşamı geçici bir imtihan yerinden
ibarettir. Tabiî ki, mü’minler meşrû ve helâl yoldan imkânlarını
arttırabilirler, zengin olabilirler; fakat gayr-i İslâmî yaşantısı olanlarınki
gibi ‘mal, mülk, servet, para gelsin de
nereden gelirse gelsin, helâl, haram fark etmez’ diyenler gibi değil.
Mü’minlerin ölçüsü İslâm’dır. Bir şey câiz ise yapmalı, değilse terk etmelidir.
“Allah dilediğine rızkı genişletir, yayar ve
(dilediğine) daraltır da. Onlar ise dünya hayatı ile sevinip yetindiler.
Halbuki dünya hayatı âhiret hayatının yanında basit, geçici bir faydalanmadan
başka değildir.” [69]
“Biliniz
ki mallarınız ve çocuklarınız (elinizdeki imkânlar) birer imtihan sebebidir.
Büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” [70] Allah’ın
nasip ettiği mallar, imkânlar imtihan gereğidir. Önemli olan bu imtihanı iyi
anlamak ve kazanmak için elinden geleni yapmaktır. Rabbimiz Allah Kur’ân-ı
Kerimde Musa (a.s.) zamanında yaşamış azgın bir zengin olan Karun’u örnek
vermektedir. Sözde Hz. Musa’ya iman etmişti. Fakat hırsı ve kıskançlığı
yüzünden münafıklığa yeltendi. Firavunun görevlisi olarak bulundu, Hz. Musa’ya
karşı zâlimlik ve taşkınlık etti. Bir taraftan serveti ile, bir taraftan da
ilmiyle övünüyor, şımarıyordu. Ne var ki sonunda ne ilmi, ne serveti ona yar
olmuş, azgınlığı yüzünden helâk olup gitmiştir.[71]
“Karun
Musa’nın kavminden idi de onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler
vermiştik ki, anahtarlarını güçlü- kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona
şöyle demişti: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımaranları (gururlananları) sevmez.
Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet, ama
dünyadan da nasibini unutma, Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de
(insanlara) iyilik et. Yeryüzünde
bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez..’
Karun
ise: ‘o (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi’ demiştir.
Bilmiyor muydu ki Allah kendisinden
önceki nesillerden ondan daha güçlü,
ondan daha çok taraftarları olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan
günahları sorulmaz. (Allah onların hepsini bilir).
Derken,
Karun ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri
bizim de olsaydı; gerçekten o büyük bir pay sahibidir’ dediler.
Kendilerine
ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’n sevabı iman eden ve sâlih
amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası
kavuşturulamaz’ dediler.
Sonunda
onu da, sarayını da, yerin dibine geçirdik, böylece Allah’a karşı ona yardım
edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden değildi.
Dün
onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında ‘vay, demek ki Allah,
kullarından dilediğinin rızkını genişletip yaymakta ve kısıp daraltmaktadır.
Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek
gerçekten küfre sapanlar felâh bulmaz’ demeye başladılar.
İşte
âhiret yurdu, biz onu yeryüzünde büyüklenmeye ve bozgunculuk yapmak
istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) sonuç da takvâ sahiplerinindir.
Kim
bir iyilikle gelirse, artık onun için ondan daha hayırlısı vardır; kim de bir
kötülükle gelirse, artık kötülükleri yapanlar, yalnızca yapmakta olduklarıyla
karşılık görürler.” [72]
Görüldüğü
gibi Karun mal ve mülkün kendisine Allah tarafından bir imtihan olarak
verildiğini düşünmek ve kabul etmek istemiyordu. Sahip olduğu bu büyük servete,
zenginliğe tamamen kendi ilmi ve yeteneği ile sahip olduğu inancındaydı.. Bu
şekilde başkalarına karşı övünmesi ve “bu benim malım, ben kazandım, bu servet
bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde
verildi. Başkasının ne hakkı var ki, onlara yardımcı olayım” düşüncesiyle
insanlara karşı malıyla övünüp gururlanıyordu. Ta ki, servetiyle beraber yerin
dibine girene kadar.
Karun
azgınlık, şımarıklık yaparak, dünya yaşamına, zevkine aldanarak, Allah’ın
varlığını inkâr etmesi değil; kendisini Allah’tan bağımsız ayrı bir güç gibi
sanması, kendisinde olan güç ve imkânın, kendisinde olan bir üstünlükten
kaynaklandığını, Allah’ın imtihan gereği olarak verdiği imkânları imtihan icabı
değil, kendi gücünün bir eseri olarak görmesidir. “Sonunda Biz onu da
sarayını da (kendisinin gücünden bildiği bütün her şeyini) yerin dibine
geçirdik.” buyrulmaktadır. İşte bu Karun olayı, bütün insanlara örnek bir
olaydır.
Mala,
servete, zevke, dünya câzibesine aldanmayıp Allah’a iman ederek, emrettiği
şeyleri yapanları cennetle mükâfatlandıracağını Rabbimiz beyan ediyor.
“İman
edip sâlih amel işleyenler (iyi işler yapanlar), Rabb’lerinin izni ile
(ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere konulacaktır. Orada ebedî olarak
kalacaklarıdır.” [73]
“İman
edip sâlih amel işleyenler zerre kadar zulme uğramayacaklardır, cennete
gireceklerdir.” [74]
“İşte
size vaat edilen bu cennet, ki o Allah’a yönelen, emirlerine riâyet eden
(kimseler) içindir.” [75]
Allah’a
kulluk yapmayanlar, O’nun emir ve yasaklarına uymayan, İslâm’ın hükümlerine
karşı çıkanlara Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“İşte
bu size vaad edilen cehennemdir. Küfür ve inkârınız sebebiyle, yaptığınız
kötülüklere karşılık bu gün girin ateşe (cehenneme)” [76] denilecektir.
“Kıyâmet
gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz.” [77]
Bu
gerçekleri Rabbimiz bizlere bildirmektedir. Bize düşen bu fâni dünyanın
geçici malına, mülküne, zevkine
aldanmayıp Allah’a iyi kul olmaya
çalışmaktır.
Dinî
ve aşkın âlemden uzaklaşma, kutsal olan ile bağını koparma ve yeryüzüne kapanma
anlamında dünyevîleşme, modern batı kültürünün en karakteristik
özelliklerindendir. Önceleri Rönesans ve Reform, daha sonra aydınlanma
filozoflarının gayretiyle oluşturulan hümânist-laik Batı kültür ve
medeniyetinin insan anlayışı veya dünya görüşünün özü olan ‘dünyevilik’ ile
Kur’an’n sık sık dikkat çektiği ve insanı uyarmaya çalıştığı bir tehlike olan
dünyaya aşırı düşkünlük arasında sıkı bir bağ vardır. İbrahimî dinlerin insanı
kendisine karşı korumaya, uyanık tutmaya çalıştıkları bu en büyük günah, bütün
felâketlerin ve ahlâksızlıkların kaynağı olan bu en temel sapma, modern dünyada
önce Batıda ortaya çıkmış, daha sonra da bütün dünyaya yayılmıştır. Hz.
Musa’nın savaştığı Karun ve Firavun’un [78]
dünya görüşü olan bu anlayış, o gün nasıl acılara sebebiyet verdiyse bu gün de
çevre kirliliği, silâhlanma, ırkçılık, tüketim çılgınlığı, açlık, savaş ve
gelir dağılımında adaletsizlik gibi bir yığın felâkete sebep olmaktadır.
Kur’an, insanın haddi aşması ve azması ile dünya hayatını tercih etmesi
arasında yakın bir bağ kurar. [79]
“Artık kim azarsa ve dünya hayatını tercih
ederse, (onun) gideceği yer cehennemdir.” [80]
buyrulmaktadır. Dünyevîleşme, dünyaya aşırı düşkünlük, Kabil’in Habil’i
öldürmesi onun bu kötü cinâyeti işlemesine sebep olmuştur.
“Nihâyet
nefsi (Kabil’in dünyaya aşırı düşkünlüğü) onu kardeşini (Habil’i) öldürmeye itti de onu öldürdü, bu
yüzden de kaybedenlerden oldu.” [81]
Dünya
zevkine, keyfine düşkün olmanın, dünya ve âhiretteki zararı çok büyüktür. Tarih
boyu, dünyaperestlikleri yüzünden nice kişiler, kavimler helâk olmuştur.
Kur’an-ı Kerim ibret olması için insanların dünya yaşamına, zevkine, câzibesine
aldanmanın dünya ve âhiretteki zararlarını belirtmektedir.
“Onlara
kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin,
Medyen halkının (Şuayb peygamberin kavmi) ve ters dönen şehirlerin haberi
gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mûcizeler getirmişti. (İnanmadıkları ve
peygamberlerinin gösterdikleri yoldan gitmedikleri için helâk oldular.) Allah
onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” [82]
Âyette
geçen kavimlere peygamberler mûcizelerle geldiler, fakat bu kavimler gelen
peygamberleri yalanladılar, yolundan gitmediler. Allah Teâlâ da her birini bir
felâketle helâk etti. Nuh peygamber kendi kavmine gönderildi. Kavmi onu inkâr
edince meşhur tufanında boğulup helâk oldular. Ad kavmine Hud peygamber
gönderildi, onlar şiddetli rüzgâr ile helâk oldu. Semud kavmine Sâlih peygamber
gönderildi. Onlar da depremle helâk oldular. Hz. İbrahim’in kavmi ise sinekle
helâk oldu; Medyen halkına Şuayb peygamber gönderildi. Onlar ateşle helâk
oldular; şehirleri alt-üst olarak helâk olan kavim ise Lut peygamberin
kavmidir.[83] Bu kavim, homoseksüellik
yüzünden belâsını bulmuş, helâk olmuştur. Bu helâk olan kavimlerin ortak
özellikleri, dünyaperest olmaları, hevâ ve heveslerine göre yaşamak
istemelerinden dolayıdır. Daha dünyada iken cezalarını buldular, âhiretteki
cezaları ise daha büyük olan cehennemdir. Dünya câzibesine kapılarak Hak’tan
ayrılmaları, bâtıl işler yapmaları sebebiyle gidecekleri yer cehennemdir.
Dünyaperestlik, başta Batı olmak üzere, tüm
dünyaya yayılmıştır. Emperyalistler, İslâm ülkelerini işgal ederek kendi
dünyaperestliklerini ihraç etmişlerdir. İslâm’a aykırı yaşam tarzını ithal
eden, halkı müslüman olan ülkeler de “çağdaş yaşam, en güzel yaşam tarzı budur”
demektedirler. Mü’minlere göre en iyi, en güzel yaşam biçimi İslâmî hayat
biçimidir. Çünkü İslâm dünya ve âhirette huzur ve mutluluğun yolunu
göstermektedir. Ancak, huzur ve mutluluk İslâm’ın hükümlerine, prensiplerine
uymakla mümkündür.
“Âhirete
nazaran dünyanın değeri ancak, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına
benzer. Parmağı ile denizden aldığı suyu göz önüne getirsin.” [84]
“Dünya
mü’minin pazarı, gece ile gündüz sermayeleri, güzel ameller ticaret malları,
cennet kazançları, cehennem de zararlarıdır.” [85].
“Dünyada
hiçbir şeye minnet etme, hürriyetini ancak bu sûretle koruyabilirsin.”[86]
“Dünyaya
karşı hırsın var mı? Meşakkat içindesin.” [87]
“Dünyanın
güçlükleri dörttür; yalnız başına ihtiyarlık, gurbette hastalık, yokluk içinde
borç, yolculukta uzun yol.” [88]
“Bu
kadar adam gördüm, içlerinden hiçbiri dünyadan memnun değil. Hiç biri de
dünyadan gitmek istemez.” (Namık Kemal)
“Şu
yalan dünyanın sonu hiç imiş,/Akşam gelip konan sabah göç imiş.” [89]
“Allah’ı
bilmeyen dünyaya sarılır, dünyayı bilmeyen hülyaya sarılır, hülyaya sarılan da
hakikate darılır.”[90]
“Dünyada
eken âhirette biçer.” [91]
“Dünya
hayatı geçicidir, gelir geçer. Asıl âhiret hayatını düşünmek lâzım, nasıl
geçer? Eğer kişi iman ve sâlih amel ile göçmüş ise, ne iyi, eğer böyle göçmemiş
ise, âhiret hayatı olmaz iyi” [92]
[1] Hûd:11/7
[2] Mülk: 67/2
[3] Kehf: 18/7
[4] Tekâsür: 102/8
[5] Tirmizî, Kıyamet 1; Riyazü’s-Sâlihîn Terc. D.İ.B. Yay., c. 1, s. 441, Hds. 410
[6] Fetih: 48/17
[7] S. İbn Mâce, Mukaddime, B. 17, Hds. 224
[8] İmam Burhaneddin Ez-Zernuci, Ta’limu’l Müteallim, s.
9; Naklen, Yusuf Kerimoğlu, Fıkhî Meseleler, c. 1, s. 231
[9] İmam Serhasi, el-Mebsut, Beyrut, c. 1, s. 2; Naklen:
Yusuf Kerimoğlu, a.g.e., s. 232
[10] Nahl: 16/93
[11] Ankebût: 29/2
[12] Ankebût: 29/3
[13] Mâide: 5/2
[14] Ankebût: 29/4
[15] Nahl: 16/88
[16] Bakara: 2/155
[17] Konularına Göre Kur’an, Hazırlayanlar: Doç. Dr. Ö.
Özsoy, Doç. Dr. İ. Güler, s. 96
[18] Bakara: 2/156
[19] Meâli: “Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na
döneceğiz.” (Bakara, 2/156)
[20] Müslim, Cenâiz 44; Ebû Dâvut, Cenâiz 22; Tirmizî,
Deavat 88
[21] İbn kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, çev,.
Dr. Bekir Karlığa, Dr. Bedrettin Çetiner, c. 3, s. 635-636; S. Tirmizî, K.
Cenâiz, B. 36, Hds. 1021
[22] S. Müslim, K. Zühd, ve’r-Rekaik, B. 13, Hds. 64; S.
Dârimî, K. Rikak, B. 61, Hds. 2780
[23] Bakara: 2/201
[24] İbrahim: 14/41
[25] Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve
Şerhi, c. 12, s. 348-349
[26] Buhârî, Kader 13; Müslim, Zikir 53; Neseî, İstiâze 34
[27] Müslim, Zikir 50; Ebû Dâvud, Vitir 32; Nesaî, İstiâze
7
[28] Ebû Dâvud, Vitir 23; Tirmizî, Tefsir 3; İbn Mâce, Dua
1 Mü’min: 40/60
[29] İmam Suyuti, Camü’s-Sağîr Muhtasarı, Çev. İsmail
Mutlu, c. 2, s. 400, Hds. 2192
[30] Tirmizî, Deavât 112
[31] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 98-107.
[32] Rûm: 30/7
[33] Kıyâmet: 75/20-21
[34] A’lâ: 87/16-17
[35] Ankebût: 29/64
[36] Bakara: 2/120
[37] Yunus: 10/24
[38] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Terc. c. 2, s. 327
[39] Kasas: 28/84
[40] En’âm: 6/32
[41] Ankebût: 29/64
[42] Hadid: 57/20
[43] Buhârî, Rikak 10, Cihad 70; İbn Mâce, Zühd 8
[44] Hadid: 57/22-23
[45] Bakara: 2/274
[46] Sebe: 34/39
[47] Teğâbün: 64/15-16
[48] Müslim, Cennet 55
[49] S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 125, Hds. 5130
[50] Tirmizî, Zühd 13, (2321); İbn Mâce, Zühd 11 (4110),
Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 245, Hds. 1971
[51] Nisâ: 4/13-14
[52] Müslim, Zikr 99; Tirmizî; Fiten 26; İbn Mâce, Fiten
19; el-Münzirî, Hadislerle İslâm -Terğib ve Terhib, Çev. A. Muhtar
Büyükçınar Vdğ., c. 6, s. 214, Hds. 18
[53] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2005: 107-117.
[54] Kehf: 18/45
[55] Kul Sadi Yüksel, Selefin İzinde, s. 91-92
[56] Hadid: 57/17
[57] Lokman: 31/33
[58] Teğâbün: 64/16
[59] Haşr: 59/18
[60] Bakara: 2/160
[61] Nisâ: 4/106
[62] Kıyâmet: 75/20-21
[63] S. Buhârî, K.
Rikak, B. 4 (Bab başlığında)
[64] A’lâ: 87/16-17
[65] Tâhâ: 20/131
[66] Âl-i İmrân: 3/196
[67] Abdulfettah el-Kadi, Esbab-ı Nüzul, Terc. Sâlih
Akdemir, s. 94
[68] Âl-i İmrân: 3/197-198
[69] Ra’d: 13/26
[70] Enfâl: 8/28.
[71] Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, vdğ. Kur’ân-ı Kerim Açıklamalı Meâli, s.
393
[72] Kasas: 28/76-84
[73] İbrahim: 14/23
[74] Meryem: 19/61
[75] Kaf: 50/32-33
[76] Yâsin: 36/63-64
[77] A’râf: 7/172
[78] Geniş bilgi için bkz. Zübeyir Yetik, Yeryüzünde
Kötülük Odakları Karun, Beyan Yay., Zübeyir Yetik, Yeryüzünde Kötülük Odakları,
Firavun, Beyan Yay. İst. 1985
[79] Doç. Dr. Ömer Özsay, Doç. Dr. İlhami Güler, Konularına
Göre Kur’an, s. 464
[80] Nâziât: 79/37-39
[81] Mâide: 5/30
[82] Tevbe: 9/70
[83] Hayreddin Karaman vdğ. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı
Meâli, s. 197
[84] Hadis-i Şerif
[85] Hz. Ebu Bekir (r.a.)
[86] Hz. Ali. (r.a.)
[87] Hz. Ali (r.a.)
[88] İbn el-Mukaffa (r.a.)
[89] Pir Sultan Abdal
[90] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 107-108
[91] Atasözü. M. Hamdi Yazır
[92] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 117-126.