İnsanın
yeryüzündeki ilk vazifesi kâinatı ve kendisini yoktan var eden Allah’a iman
etmesidir. Her Müslüman’ın ilk görevi, içinde hiçbir şirk ve küfür
bulunmayan sapasağlam iman sahibi olmaktır. Her şeyden önce, iman tam ve
sağlam, Allah ve Rasûlü’nün bildirdiği gibi olmalıdır. Çünkü inanılması gereken
iman ve inanç esaslarına tam anlamıyla inanmadıkça yapılan bütün iyi ameller
boşa gider. Rabbimiz Allah şöyle beyan ediyor:
“Kim
kâfir olarak ölürse, artık onların bütün yapıp etmeleri (amelleri) dünyada da
âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda sürekli
kalacaklardır.” [1]
Yapılan
iyi amellerin boşa gitmemesi ve Cehennemde ebedî kalmamak için, imanın
gitmesine sebep olan küfür ve şirkten sakınmak gerekmektedir. Kalbin ameli olan
iman, bütün amellerden önce gelir. Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivâyetiyle
Rasûlullah (s.a.s.)’e “Amellerin hangisi efdaldir?” diye sordular. Rasûlullah
(s.a.s.): şöyle buyurdu: “Allah ve Rasûlü’ne iman etmektir.”
“Ondan
sonra hangisi?” dediler:
“Allah
yolunda cihaddır” buyurdu. “Ondan
sonra hangisi?” denildi.
“Makbul
olmuş hacdır” buyurdu. [2]
Amellerin en faziletlisinin iman olduğunu Rasûlullah (s.a.s.) bildirmektedir.
Şair
merhum Mehmet Âkif imanı şu şekilde dile getirmiştir:
“İmandır
o cevher ki, İlâhî, ne büyüktür.
İmansız
olan paslı yürek, sînede yüktür.”
Şairin
dediği gibi imansız olan paslı yürek, vicdanda, sînede yüktür. İslâm’ın
hükümlerini, kanunlarını, prensiplerini reddeden, tanımayan, karşı çıkan,
İslâm’a aykırı, şeytanî yaşam biçimini benimsemiş, özümsemiş kişiler, imandan
çıkmıştır. İmansızlıkları sebebiyle vicdanları pas tutmuş, kendileri doğrudan,
haktan, adâletten, iyi ahlâktan ayrıldıkları gibi diğer insanların da
ayrılmasına sebep olmaktadırlar. Bu şekilde maddî ve mânevî olarak insanlara
yük oluyorlar, zarar veriyorlar.
Dolayısıyla
iman anlayışı, insanlara zararlı olmayı değil; faydalı olmayı öğretmektedir.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuşlardır:
“İki
haslet var ki, onlardan üstün bir şey yoktur: Allah’a iman etmek, Müslümanlara
(insanlara) yararlı olmak. İki haslet de vardır ki onlardan daha kötü bir şey yoktur:
Allah’a şirk koşmak ve insanlara zararlı olmak.” [3]
İman
etmenin ve insanlara yararlı olmanın önemini Rasûlullah (s.a.s.) bu şekilde
beyan etmiştir.
Hak’tan ayrılmış kişiler, bâtıl olan işler
yapar, yani doğru olmayan; hakka adâlete uymayan işler yaparlar. Nasıl ki
İslâm’dan önceki câhiliyye döneminde her türlü haksızlık, ahlâksızlık vardı,
güçlü güçsüzü sömürür, ezer, zulmederdi.
İslâm’ın
gelmesiyle ne kadar kötülük, haksızlık, ahlâksızlık, insanlara zarar verici
işler, gayr-i İslâmî şeyler varsa
ortadan kaldırılmış, sona ermiştir. “Hak geldi, bâtıl yok oldu.”
[4]
Doğruluk, hak, adâlet hâkim olmuş, doğru olmayan her türlü kötülük, haksızlık,
ahlâksızlık kaldırılmıştır. Câbir b. Abdullah (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyuruyor:
“Dikkat
ediniz! Câhiliyye işlerinden olan (gayr-i İslâmî) her şey ayaklarımın
altındadır, kaldırılmıştır.” [5]
Rasûlullah
(s.a.s.) mücadele ederek hakkı hâkim kılmış, bâtıl olan her şeyi kaldırmıştır.
Câhiliyye yaşantısına, bâtıl, şeytanî uygulamalara son vermiştir. Mü’minlere
düşen görev de, önderimiz, Peygamberimiz
(s.a.s.)’in izinden gitmektir.
Hz. Enes (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle
buyurduğunu anlatıyor:
“Üç
haslet vardır, bunlar kimde varsa imanın tadını duyar; Allah ve Rasûlünü, bu ikisi
dışında kalan her şeyden ve herkesten daha çok sevmek, bir kimseyi sırf
Allah rızası için sevmek, Allah onu
imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, ateşe
atılmaktan korktuğu gibi korkmak” [6]
Yine Enes (r.a.) bildiriyor:
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Sizden
biri, beni, babasından (anasından, hanımından) evlâdından ve bütün insanlardan
daha çok sevmedikçe (kemâliyle) iman etmiş sayılmaz.” [7] Rasûlullah (s.a.s.)’i yakınlarımızdan, bütün
insanlardan ve her şeyden fazla sevmeliyiz ve onun gösterdiği hak yoldan
gitmeliyiz.
Abbas
(r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’den işitmiştir:
“Allah’ı
Rabb, İslâm’ı din, Muhammed’i Rasûl kabul eden kişi, imanın tadını tatmıştır.” [8]
Eğer
imanlı yaşanıp imanlı bir şekilde ölmek isteniyorsa Allah’ı ve Rasûlünü her
şeyden fazla sevmeli ve emrettiği Kur’an ve Sünnet yolundan gitmeliyiz. Bir
kimse örneğimiz, önderimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bırakıp,
İslâm’a karşı çıkan kişileri örnek alıp onları önder edinip çok sever ve onların
bâtıl olan yolunu takip ederse Allah ve Rasûlünün yolundan ayrılmış olur.
“Çünkü
onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları (ve şeytanın yolunda olanları) kendilerine
dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.” [9]
“İşte
bu: (Kur’an) bizim indirdiğimiz mübârek bir kitaptır. O’na uyun” [10]
“Şüphesiz
bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun,
başka yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (bâtıl
yoldan) sakınmamız için Allah size bunları emretti.” [11]
İslâm’ın
dışındaki bütün yollar, insanları hak yoldan, doğru yoldan ayırmaktadır. Çünkü
onların yaşam tarzının kaynağı Kur’an ve Sünnet değildir. Onların kaynağı hevâ
ve hevestir. İslâm dışı arzu ve isteklere dayanmaktadır.
Ebu
Muhammed Abdullah b. Amr b. El-As’tan (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Allah
Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Kendi
arzu ve istekleriniz benim getirdiğime (İslâm dinine) uymadıkça gerçek mânâda
iman etmiş olmazsınız.”[12]
Hadis-i
Şerifte görüldüğü gibi, arzu ve isteklerin İslâm dinine uygun olması
gerekmektedir. Mü’min kişinin İslâm’a aykırı olan hiçbir şeyi kabullenmemesi,
hoş görmemesi gerekmektedir. Hoş olmayan, İslâmî olmayan hiçbir şeyi müslüman
hoş göremez, hoş karşılayamaz. Ancak İslâm’a uygun olanı hoş görür, doğru
görür, ona tâbi olur. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Allah
ve Rasûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min olan bir erkek ve mü’min olan bir
kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve
Rasûlüne karşı gelirse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır.” [13]
Mü’minin
ölçüsü şuna göre, buna göre, Batıya veya Doğuya göre değil; İslâm’a göredir.
Allah ve Rasûlü bir şey hakkında hüküm vermişse onu tereddütsüz kabul edip
gereği ne ise yapılmalıdır. “Bu zamanda, yirmi birinci yüz yılda, bu çağda İslâm’ın
prensipleri uygulanır mı? Çağ değişti, Batı yaşam tarzı nasılsa öyle olmalıdır,
çağdaşlığın gereğidir, en güzel yaşam biçimi budur” gibi laflar söylemek ve bu
görüşleri benimsemek çok yanlış ve büyük hatadır. Müslüman kişinin yapacağı,
herhangi bir şey İslâm’a aykırı ise onu reddetmektir.
İman,
itaat ister. İmanın gereği, Allah’a ve Rasûlüne itaat etmektir.
Rabbimiz
Allah bu itaati bizlere emretmektedir:
“Aralarında
hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağırıldıkları zaman mü’min olanların
sözü: ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte felâha kavuşanlar bunlardır.
Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse ve Allah’tan korkup O’ndan sakınırsa, işte
kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.” [14]
“Ey
İman edenler, Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve kendi (yaptığınız)
amellerinizi geçersiz kılmayın.” [15]
Dinimizin
temeli Allah’a ve Rasûlü’ne itaat esasına dayanmaktadır. Allah ve Rasûlünün
emirlerine itaat etmeyenler, karşı çıkanlar; hemen çağı hatırlatıp “bu çağda
İslâmî yaşam biçimi olur mu? Çağ değişti, çağa uymak lâzım” diyerek Allah ve
Rasûlünün insanların dünya ve âhiret saâdeti için koyduğu İslâmî hükümleri,
emir ve yasakları geçersiz görenlerin, bu gerçeklere karşı çıkanların amelleri
geçersizdir, yaptıkları iyilikler boşa gidecektir. Onlara âhirette mükâfat
yoktur. Onların yaptıkları iyiliklerin karşılığı dünyadadır. İnsanlara
yaptıkları iyiliğe karşılık teşekkür alırlar. “Sağ olun, çok yaşayın, çok
iyisiniz” denir, onlar da gururlanır, övünürler; mükâfatları bu kadardır. Niye?
Çünkü kâinatı ve kendisini yoktan var eden zâtın sayısız nimetlerinden yararlandığı
halde Allah’a kulluk yapmadığından, emir ve yasaklarına itaat etmediğinden,
O’nun Rasûlüne de itaati terk ettiğinden ötürüdür. Rabbimiz Allah Kur’ân-ı
Kerim’de şöyle belirtmektedir:
“İnkâr
edip kâfir olarak ölenler, dünya dolusu altın (para) fidye vermiş olsa dahi hiç
birinden kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. Ve onların
hiçbir yardımcıları yoktur.” [16]
İşte
açıkça görülüyor ki, imanın değeri ne kadar büyük. İnanılması gereken İslâm’ın
hükümlerini kabul edip savunanlara karşı çıkanlar, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrinden rahatsız
olup, karşı çıkanlar yukarıdaki âyet-i kerimede belirtildiği gibi “dünya dolusu altını fidye vermiş
olsa (insanlara dağıtsa) dahi kabul
edilmez, onlar için acı bir azap vardır.” İslâm’ın prensiplerini
kabul etmeyenlerin, kâfir olarak ölenlerin durumu budur.
Rabbimiz
Allah şöyle buyuruyor:
“İman
edip sâlih amellerde bulunanlar, onlar da Cennet halkıdırlar, orada temelli
kalıcıdırlar.” [17]
Allahu Teâlâ birçok âyet-i kerimede iman edip sâlih amel işlemenin önemini
belirtmiştir. [18]
İyi,
güzel, faydalı, sevaba ve Allah’ın rızasına sebep olacak, haram sınırına
girmeksizin kişinin iman, iyi bir niyet ve ihlâs ile yapmış olduğu davranışlara
amel-i sâlih denir. “Amel” iş mânâsına gelir. [19]
“Sâlih”
ise, elverişli, yararlı, yarayışlı demektir. Dinin emir ve yasaklarına uygun
iyi ahlâk sahibi olmak anlamına gelen amel-i sâlih; kişiye âhiret saâdetini
sağlamaya, Allah’ın rızâsını kazanmaya elverişli olan, Allah katında bir değer
ifade eden davranışlardır.
İmanı
kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, onu çepeçevre sararak koruyan sâlih amellerdir.
Amel-i sâlih Kur’ân-ı Kerim’de doksan küsür yerde doğrudan doğruya ve dolaylı
olarak emredilmiştir. Sâlih amelden söz eden âyetler genellikle, önce imana
değinerek başlarlar. Bunların hep “iman edip sâlih amel işleyenler”
şeklinde oldukları görülmektedir. Bu da iman ile amelin, bir bütünün ayrılmaz
parçaları olduğunu ortaya koyar. İman olmadan güzel davranışların hiçbir önemi
yoktur. Sâlih amel olmadan de kuru imanla yetinmek de yeterli değildir. Bir
Müslümanın imanını sâlih amellerle bütünleştirmesi, dünya ve âhiret hayatına
bağlı olarak bütün davranışlarını güzelleştirmesi İslâm’a uygun hale getirmesi gerekir.
İslâm’ın mü’minlerden istediği sâlih amel budur.[20]
Rabbimiz Allah, Kur’ân-ı Kerim’de kurtuluşa erebilecek kimseleri şöyle
tanıtıyor:
“Asra
yemin olsun ki insanlar hüsrandadır. Ancak iman edip sâlih amel işleyenler,
birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye edenler müstesnâ.” [21] Yani, geri
kalanlar zarardadır, ziyandadır, sonları perişandır. İman edip sâlih amel
işleyerek imanın kuvvetlenmesi sağlanmalıdır ve insanlara hakkı ve sabrı
tavsiye ederek onların da İslâm’ı yaşamalarına vesile olmaya çalışmalıyız. Bu
şekilde İslâm’ın emir ve yasaklarına uyanların sayılarını artırmak için
elimizden geleni yapmalıyız. “İnanıp iyi işler yapanlar da halkın en
hayırlısıdır.” [22] İnsanların
en hayırlısı, en iyisi iman ve sâlih amel sahibi olan kişilerdir.
Sâlih
amel olması için iki şey, mutlaka gereklidir:
a) Yapılacak işin İslâm’a uygun olması,
b) Allah (c.c.) rızası için olması.
Yapılan
işlerde bu iki unsurdan biri olmayınca o iş Allah’ın rızâsına uygun olmaktan
çıkmış olur.
Yapılan
iyiliklerden sevap kazanmak için, amelin Allah rızası için olması şarttır.
İnsanların beğenisini, takdirini, övmesini, hoşnutluğunu kazanmak için yapılan
ameller (işler) asla amel-i sâlih değildir.
İman
sahibi muvahhid mü’minler imanın gereği olan sâlih ameli işler ve onu bir
davranış biçimi olarak ortaya koyar. Zaten insanın yaratılış gayesi kimin daha
iyi amel işleyeceğinin ortaya çıkması içindir. “Hanginizin daha iyi amel
işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” [23]
“Kim
sâlih amel (iyi işler) yaparsa kendi lehine,
kim de kötü amel işlerse kendi aleyhinedir. (zararınadır).” [24]
Yapmış
oldukları haksızlıklar, ahlâksızlıklar, insanlara zarar verici işler, içki,
kumar, zina, haram yoldan kazanılan paralar vs. gibi günahlardan dolayı
insanlar âhirette cezasını görecektir.
“Kim tevbe edip sâlih amel işlerse şüphesiz o
Allah’a hakkıyla yönelmiş olur” [25]
Allah’a iyi kul olabilmek için, sağlam bir iman sahibi olmak ve sâlih amellerde
bulunmak gerekir.
Sâlih
ameller başlıca iki türlüdür:
Birincisi;
bedene ait ibadetler; yükümlünün önce ve bizzat kendisine faydalı ve kendi
iyiliğine olan amellerdir. Namaz, oruç gibi. İkincisi de zekât ve sadaka gibi
başkalarına faydalı olan amellerdir (İnsanlara fayda sağlayan her şeydir).
Birincisine kendini kemâle erdiren, ikincisine başkasına iyilik etme denilir.
Bunun en önemlisi de; hakka çağırma ve İslâm’ın yeryüzüne hâkim olması için hak
yolda mücadele yapmaktır.[26]
İnsanlara
faydalı olan her türlü iyilik ve yardımda bulunmak, insanlarla iyi geçinmek,
onlara yararlı olmak sâlih ameldir. Abdullah İbnu Amri’bnil-As (r.a.) şöyle
demiştir:
“Bir
kimse Peygamber (s.a.s.)’e:
‘Müslümanların
hangisi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
‘Müslümanlar,
dilinden ve elinden (zarar görmeyen) selâmette kalandır.’ cevabını verdi.” [27]
Demek
ki iyi bir Müslüman’ın eliyle, diliyle veya herhangi bir şekilde müslümanlara
zararı dokunmaması gerekir. Müslüman
kişi, insanlara zarar veren değil; fayda veren kişi olmalıdır.
Enes
(b. Malik) (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Hiç
biriniz kendisi için arzu ettiğini (mü’min)
kardeşi için de arzu etmedikçe
(kemâliyle) iman etmiş olmaz.” [28]
Mü’min
kişi, kendi için istediği iyi şeyleri mü’min kardeşi için de istemelidir.
Mesela kendisinin malı, mülkü, parası, arabası, evi olmasını ister. Aynı
şekilde diğer müslüman kardeşlerinin de olmasını istemeli, onlara haset
etmemeli, kıskanmamalı, “Allah kardeşlerimiz hakkında, ne hayırlıysa onu nasip
etsin” diye duâda bulunmalıdır.
İhtiyacı
olanlara da gereken yardımı yapmalıdır. “İbn Ömer (r.a.)’dan rivâyete göre,
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Müslüman,
müslümana zulmetmez; o, onu haksızlık edenin eline bırakmaz. Bir kimse müslüman
kardeşinin ihtiyacını yerine getirirse, Allah da ona yardım eder. Bir kimse bir
müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah
da ona mukabil kıyamet gününün
sıkıntısından birini giderir. Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah
da kıyamette onun ayıbını örter.” [29]
Müslüman, müslümanın kardeşidir, ona
maddî-mânevî yardımda bulunur. Kendi için istemediği, hoş görmediği bir şeyi
kardeşi için de hoş görmez. Bu tür iyi davranışlar sâlih ameldendir. Aynı
şekilde, hayırlı evlat yetiştirmek de sâlih ameldir. Ebu Hureyre
(r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah
(s.a.s.):
“İnsan
öldüğü vakit ameli kesilir (amel defterleri kapanır); ancak üç şey müstesna
(onlar yazılmaya devam eder): Sadaka-yı câriye (insanların istifade ettiği
çeşme, köprü, yol, hastahane, cami), kendisinden istifade olunan ilim (kitap
vb.) kendisine duâcı olan sâlih evlat”
[30]
buyurmuştur.
Bir
mü’min, önce kendisi sâlih bir kişi olmalı ve çocuklarını da sâlih insan olarak
yetiştirmelidir. Çünkü annesine, babasına, kendisine, insanlara faydalı bir
mü’min yetiştirmek anne ve babanın çocuklarına karşı en önemli görevidir.
İbn Mâce’nin İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyet
ettiği bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.):
“Çocuklarınıza
ikramda bulununuz ve onları güzel terbiye ediniz.” buyurmuştur.[31]
Yine
bir hadis-i şerifte“Hiçbir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir
miras bırakamaz.” [32]
buyurulmaktadır. Görülüyor ki ahlâklı, faziletli, dindar, sâlih evlat
yetiştirmek çok önemli bir görevdir. Anne ve babalar çocuklarını bu şekilde
sâlih bir kişi olarak yetiştirmelidir.
Ebu
Hureyre (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.):
“Her
doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra anası, babası (yaşadığı toplum)
onu yahudileştirir, yahut hıristiyanlaştırır, yahut müşrikleştirir.” buyurdu. Bundan sonra Ebu Hureyre (r.a.):
“Şu
âyeti okuyun” dedi.
“O
halde sen, yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah’ın O fıtratına çevir ki, O,
insanlarI bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme
yoktur. Bu dimdik ayakta duran bir dindir, fakat insanların çoğu bilmezler.” [33]
Her
çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak, onu eğiten, etkileyen anne, baba, yakın
çevresi, eğitim ve öğretim sistemi, ve
bu etkenler, çocuğun materyalist ve İslâm’a aykırı bir şekilde yetişmesine
sebep olmaktadır.[34]
Rasûlullah
(s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Sizden her kim bir
münker (İslâm’a aykırı) bir şey görürse onu eliyle değiştirsin, eğer eliyle
değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle değiştirsin (buğz
etsin). İşte bu imanın en zayıf olanıdır.” [35]
İslâm’a
aykırı, kötü bir şey gördü mü bir mü’min
onu eliyle, diliyle değiştirmeli, karşı çıkmalı, ortadan kaldırmalı, eğer gücü
yetmezse kalbiyle buğzetmelidir.
Tabiî
ki, buğz konusunu da iyi anlamamız gerekir.
Buğz:
Sözlükte birisi hakkında gizli, içten ve kalbî düşmanlık beslemek,
başkasına kin duymak, nefret etmek anlamlarına gelmektedir. Bir kişi bir kişiye
hoşuna gitmeyen bir kötü söz söylese, sövse ona karşı hemen eliyle, diliyle
müdahale eder, karşı çıkar, eğer eliyle, diliyle karşı çıkacak durumu yoksa
kalben buğz eder. Fakat bu buğzla, tarifte geçtiği gibi kalben nefret edilir,
onu görmek, onun yanında olmaktan son derece kaçınır, rahatsız olur.
İstemeyerek bir araya gelmişse müdahale edemeyecek bir ortamdaysa ona karşı
yüzünün şekli değişir, kızgınlığı bütün vücuduna yansır, eli, ayağı titrer.
Çünkü buğz ettiği kişiyle aynı ortamda hoş olmayan bir durumla karşı
karşıyadır. O kişide, buğz yüzüne, her yerine yansıdığından kızgınlığı,
nefreti, içten düşmanlığı belli olur. İşte, kendisine yapılan bir yanlışlık,
hakaret, kişinin hoşuna gitmeyecek bir durumla karşı karşıya kaldığında ya el
ile müdahale eder, kavga eder veya dil ile karşı çıkar, bağırır, çağırır,
öfkesini dile getirir, bunları da yapamazsa yukarıda belirtildiği gibi buğz
eder.
Dinimize
yapılan hakaretler, hoş olmayan gayr-i İslâmî tutum ve davranışlar karşısında
durumumuz ne olmalı? “Ne yapayım, elimle, dilimle bu kötülüklere mâni
olamıyorum, buğzettim, içimden kızdım, görevim tamam” demek yeterli mi? Tabiî
ki değil. Âdet yerini bulsun kabilinden ‘buğzettim (kızdım)’ demek çok hafif
kalmaktadır. Yukarıda değindiğimiz gibi kendimize yapılan yanlışlıklara,
haksızlıklara, ahlâksızlıklara karşı
tepki gösterdiğimiz gibi, dinimize yapılan hakaretlere karşı da tepki
göstermeliyiz. İnsanın dine inanmama özgürlüğü vardır, inanmayabilir. O kişiyi
Allah’a ve peygambere, İslâm dinine inandırmak için zorlamak, dinimizde yoktur.
Çünkü Rabbimiz “dinde zorlama yoktur” [36]
buyurmaktadır. Fakat onların da İslâm’a ve ona inananlara hakaret etme, alay
etme, onların dininin gereklerini yerine getirmeye mâni olmaya hakları yoktur.[37] Böyle
bir hakkı kendilerinde görürlerse, o zaman onlara karşı gereken tepki
gösterilir.
“İman
edenler Allah yolunda cihad eder, küfredenler de (kâfirler de) tağutun yolunda
savaşırlar (mücadele ederler). Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın (mücadele
edin). Hiç şüphesiz şeytanın (ve dostlarının) hile düzeni pek zayıftır.” [38] İslâm için
gereken ne ise, onun yapılması sâlih amel gereğidir.
Ebu
Hureyre (r.a )’n rivâyetiyle Rasûlullah
(s.a.s) şöyle buyurmuştur: “İman yetmiş küsür yahut altmış küsür
şubedir. Bunlardan en efdali Lâ ilâhe illâllah demektir. En aşağısı ise yoldan
eziyet verecek şeyleri gidermektir. Haya da imandan bir şubedir.”[39]
“İki
haslet vardır ki, onlardan daha üstün bir şey yoktur: İman etmek ve
müslümanlara yararlı olmak. İki haslet de
vardır ki, onlardan daha kötü bir şey yoktur: Allah’a ortak koşmak ve
müslümanlara zararlı olmak” [40]
“İman,
fıtratla yaratıcısı arasına gerilen bir iptir. O, sonsuzluğa ermiş şerefli bir
hayata tırmanan yokuşta, adımların basılacağı noktaları aydınlatan bir ışıktır.” [41]
“Son
günümde olmasın çelengim, top arabam, /Tabutumu götürsün, tam dört imanlı
adam.” [42]
“İman,
yaratanla yaratılan, emir sahibiyle memur arasındaki bir teslimiyet
anlaşmasıdır.” [43]
“İmandır
o cevher ki, İlâhî, ne büyüktür, /İmansız olan paslı yürek, sinede yüktür.” [44]
“İnsan,
imanda kemâle ererse, korkacağı bir felaket veya yapamayacağı bir fedakârlık
yoktur.” [45]
“İman,
âhiret hayatının kurtuluş vesikası, ebedî saâdetin hüviyet varakasıdır.” [46]
“İnsana
değer kazandıran imandır. Bugün yedi milyar insanın gecesini ışığa kavuşturan
Edison bile eğer imansız gittiyse Cehennemden ebediyyen paçasını kurtaramaz.”[47]
“Mesut
olur o kimse, bir Allah’a imanı var, /İbâdetsiz gönüllerde, yığın yığın hüsran
var.”
“İman,
vicdan huzurunun birinci şartıdır.” [48]
“İman
etmek, Allah’ın emri ve O’na kulluğun gereği. İman etmemek ise, şeytanın emri ve
şeytana uyanların cehennemdir yeri.” [49]
[1] Bakara: 2/217
[2] S. Buhârî, İman, B. 17, Hds. 19; S. Müslim, K. İman,
B. 36, Hds. 135;
S. Nesâî, K. Cihad, B. 17,
Hds. 3115; S. Tirmizî, K. Cihad, B. 22,
Hds. 1709
[3] İbn-i Hacer’i-l Askalânî, Münebbihat, Terc. Celal
Yıldırım, Bahar Yay, s. 8, Ayrıca bkz.
Müslim, İman, 64-65
[4] İsrâ: 17/81
[5] S. Müslim, K. Hacc, B. 19, Hds. 1905; S. Ebû Dâvud, K.
Menâsık, B. 57, Hds. 1905
[6] S. Buhârî, K. İman, B. 8, Hds. 9; S. Müslim, K. İman, B. 15, Hds. 67
[7] S. Buhârî, K. İman, B. 7, Hds. 7-8; S. Müslim, K.
İman, B. 16, Hds. 70
[8] S. Müslim, K, İman, B.11, Hds. 56
[9] A’râf: 7/30
[10] En’âm: 6/155
[11] En’âm: 6/153
[12] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Tercüme ve Şerhi, İbrahim
Hatipoğlu, Denge Kitabevi, Hds. 41
[13] Ahzâb: 33/36
[14] Nûr: 24/51-52
[15] Muhammed: 47/33
[16] Âl-i İmran:
3/91
[17] Bakara: 2/82
[18] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 205-210.
[19] Amel terimi iyi işlerde de kullanılır, kötü işlerde
de. Dinimiz insanları iyi işler yapmaya teşvik etmiş, kötü amellerden sakındırmıştır. İnsanın dünya ve
âhiretteki derecesi ameline bağlıdır (En’âm: 6/132). Amellerde niyet esastır.
Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: “Ameller ancak niyetlere göre
değerlenir. Herkesin niyetine göre
amelinin karşılığı vardır.” (Buhârî, İman 41; Müslim, İman
155) “Şüphesiz ki, Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat
kalplerinize, amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 34; İbn Mâce, Zühd 9)
(İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Hikmet Neşriyat, c. 1, s. 54)
[20] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1,
s. 181-182
[21] Asr: 103/1-3
[22] Beyine: 98/7
[23] Mülk: 67/2
[24] Fussilet: 41/46
[25] Furkan: 25/71
[26] Elmalılı M.
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay . c. 9, s. 431-432
[27] Buhârî, İman 4;
Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî Kıyâmet 52;
Nesâî, İman 8, 9, 11
[28] Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71; İbn Mâce, Mukaddime
9; Tirmizî Kıyame 22; Dârimî, Rikak 29
[29] Buhârî, Mezalim
3; Müslim, Birr 32; Ebû Dâvud, Edeb 46;
Tirmizî, Hudud 3
[30] S. Ebû Dâvud,
K. Vesâyâ, B. 14, Hds. 2880
[31] İmam Hafız el-Munzirî,
Hadislerle İslâm -Terğib ve Terhib-, Çev. A. Muhtar Büyükçınar, Vdğ. c.
4, s. 255, Hds. 3
[32] S. Tirmizî, K.
Birr ve’s-Sıla, B. 33, Hds, 2018;
A.g.e. c. 4, s. 255, Hds. 2
[33] S. Müslim, K. Kader, B. 6,Hds. 23; Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte
Muhtasarı, C. 2, s. 316-317, Hds. 48 Rûm: 30/30
[34] Çocukları eğitme, terbiye etme konusunda geniş bilgi
için bkz. Dr. Abdullah Nasıh Ulvan, İslâm’da Aile Eğitimi, Evlilik, Evlat
Terbiyesi ve Esasları, Terc. Celal Yıldırım, Uysal Kitabevi
[35] S. Müslim, K. İman, B. 20, Hds. 78; S. Ebû Dâvud, K.
Melâhim, B. 17, Hds. 4340; S. Tirmizî,
K. Fiten, 10, Hds. 2263; S. Nesâi, K. İman, B. 17, Hds. 4975; S. İbn Mâce, K. Fiten, B. 20, Hds. 4013
[36] Bakara: 2/256
[37] Ebu Ümame (r.a.)’dan Rasûlullah (s.a.s.)’den rivâyet
edildiğine göre, şöyle buyurmuştur: “Kim sevdiğini Allah için sever,
buğzettiğine Allah için buğuz eder, verdiğine(yardım ettiğine)Allah için verir
ve men ettiğini Allah için men ederse imanı kemale erer.” (S. Ebû Dâvud, K.
Sünnet, B. 16, Hds. 4681)
[38] Nisâ: 4/76
[39] Müslim, İman 58; Buhârî, İman 2; Ebû Dâvud, Sünnet 15;
Tirmizî, İman 6; Nesâî, İman 16; İbn Mâce, Mukaddime 9
[40] Hadis-i Şerif
[41] (Seyyid Kutup)
[42] (Necip FazılKısakürek)
[43] (Seyyid Kutup)
[44] (M. Akif Ersoy)
[45] (Said-i Nursi)
[46] (A. Şeref Güzelyazıcı)
[47] (Ali Türkmen)
[48] M. Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 199-202 (Atasözü)
[49] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 210-216.