ŞİRKTEN KAÇINMAK.. 1

Şirke götüren sebepler. 3

Şirkin Çeşitleri 5

Şirkin Çağdaş Görüntüleri 8

Şirkin En Belirgin Özelliği, Put ve Putlaştırma. 9

İnsanlara Tapınmak. 16

Sebeplere Tapmak. 20

Tabiata Tapmak. 22

Âfetlerin Sebepleri 25

 

 

ŞİRKTEN KAÇINMAK

 

Şirk: “şerike” fiilinden bir mastardır. Şirk ve aynı kökten gelen, ‘şirket, mûşâreket’ sözlükte; mülk ve saltanata ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade eder. Aynı kökten gelen “eşreke” fiili ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana (şirk koşana) ise, “müşrik” denir.[1]

Terim anlamı ise; herhangi bir şeyi veya bir kimseyi Allah’a zâtında, sıfatlarında veya fiillerinde denk ve ortak kılmak ve yalnız Allah’a mahsus olan ibâdete başkalarını da ortak yapmaktır.[2]

Kur’ân-ı Kerim’e göre şirk koşmak en büyük günah ve en büyük suçtur. Allah ile birlikte bir ilâh edinmek, yalnız Allah’a ait olan ilâhlık vasıflarının başkalarında da olduğunu kabul etmek, Allah’a karşı iftira olduğundan en büyük suç işlenmiş olmaktadır. Allah (c.c) dilediği günahı affedeceğini ancak şirki affetmeyeceğini Kur’ân-ı Kerim’de beyan ediyor:

“Hiç şüphesiz Allah kendisine şirk koşanları bağışlamaz, bunun dışında kalanlardan dilediğini bağışlar.” [3]

Bu nedenle Allah (c.c.)  Kur’an’ın pek çok yerinde mü’minleri uyarmış, bu en büyük günahtan sakınmamızı buyurmuştur.

Bazı insanlar “Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Bari bu ilâhlar konusunda açık bir delil getirseler (Ne mümkün)! Öyle ise Allah katında yalan, iftira uyduranlardan daha zâlim kimdir?”  [4]

“Lokman, oğluna öğüt vererek; yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk büyük bir zulümdür” demiştir. [5]

Allah (c.c.)’a şirk koşan müşriklerin Allah’a inanıp, yapmış oldukları iyi amellerin, namaz, oruç, zekât, hac ve insanlara yaptıkları iyiliklerin vs. kabul edilmeyeceğini Rabbimiz bildirmektedir.

“Andolsun sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz senin amellerin boşa çıkacak ve elbette sen hüsrana uğrayanlardan olacaksın.” [6] buyurulmaktadır. Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul ve sâlih olması için ihlâsla, yalnız Allah için yapılmış olmalıdır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiçbir şeyi ortak tutmasın.”  [7]  Bu affedilmeyen bir günah halidir. [8]

“Allah kendisine ortak koşulmasını (şirki) bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan dilediğini (günahı) bağışlar.” [9]

  Şirk olayının, küfür olayı ile birlikteliği vardır. Aslında ‘şirk’ de bir inkârdır. Hak’tan gelen gerçeğin üzerini örtmektir (küfürdür). Ancak ‘küfür’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz daha kapsamlıdır. ‘Küfür’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade ederken, ‘şirk’ Allah’ı kabul ediyor görünürken, O’na ortak koşmayı birden fazla ilâh edinmeyi, bir şeye Allah’ın özelliklerini vermeyi anlatmaktadır. [10] ‘Küfür’ ile ‘şirk’ arasında lafzî ayrılık mevcuttur. Ancak mâhiyet olarak birbirinin aynıdır. Şirk küfürdür, yani her müşrik aynı zamanda kâfirdir. Hanefî fukahâsı ‘Küfür tek bir millettir’ hükmünde ittifak etmiştir. [11]

Bir insan yaratılışla ilgili bazı olayları görerek ve düşünerek ‘Allah vardır’ dese, sadece bu ikrar ve bu inanç o insanı müslüman yapmaz. Bilindiği gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah’a, Allah’ın varlığına inanmaktadırlar. Fakat müşriklerle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

“Andolsun, onlara; ‘gökleri ve yeri kim yarattı, Güneşi ve Ayı kim emre âmâde kıldı?’ diye soracak olursan ‘şüphesiz Allah’ diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da (haktan) çevrilip döndürülüyorlar? Andolsun onlara; ‘gökten su indirilip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?’ diye soracak olursan ‘şüphesiz Allah’ diyeceklerdir. De ki: ‘Hamd Allah’ındır. Hayır! Onların çoğu akletmiyorlar (Akıllarını gereği gibi kullanmıyorlar).” [12]

Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen bu gibi âyet-i kerimeler, meseleye açıklık getirmektedir. Müşrik, Allah’a inanmasına rağmen Allah’a eş koşan insandır. [13]

Müşrik Kur’an dilinde iki anlama gelir ki, biri zâhirî diğeri hakikidir. Zâhirî müşrik açıktan açığa Allah’a ortak koşan, birden fazla ilâh olduğu kanaatinde olanlardır. Hakiki müşrik de görünüşte tevhide (tek Allah’a) inandıklarını ileri sürmelerine rağmen gerçekte Allah’a ortak (şirk) koşanlardır. [14]

 Müşrikler Allah’ın varlığını inkâr etmezler. O’ndan başka da ilâh olduğunu kabul edip onlara da taparlar veya isimleri, sıfatları, irade ve otorite sahibi olması açısından Allah’a eşdeğer güç ve varlıklar tanırlar. [15]

                  

Şirke götüren sebepler

 

İnsan; fıtratı, yaratılışı itibarıyla bir şeylere inanmaya, bir şeyleri sevmeye veya bir şeylerden korkmaya meyyaldir. Bu fıtrî ihtiyaçlarını muhâtap olan hak dâvetle karşılamadıkları veya tercih etmedikleri zaman, şeytan ve dostlarının bâtıl davetlerinden etkilenebileceklerdir. Çünkü tevhidî dâvetin muhâtap almadığı insan fıtratını, şirkî dâvet muhâtap almakta ve tevhidî gerçeklerle donanmayan fıtrî boşluklar, bu bâtıl dâvetle  doldurulmaktadır. [16]

Şirkin ortaya çıkış sebebi de bu sevgi, korku, sığınma, yardım bekleme, güvenme gibi fıtrî yaratılıştan verilmiş olan duyguların veriliş amacından saptırılıp yanlış yönlendirilmesiyle olmaktadır. Bu duygular Rahmânî veya şeytanî doğrultuda yönlendirilebilirler. Rahmânî tarafa yönlendirildiklerinde insanı imana, ihlâsa, Allah’ın rızâsına götürür. Şeytanî yöne çevrildiklerinde şirke, küfre götürür.

Çünkü kişi, Allah’a ve O’nun istediği yöne yöneltmesi, karşılığını Allah’tan beklemesi gereken bu tür hisleri başkalarına yöneltince, ilâhlık vasfını da onlara yüklemiş olur. Dolayısıyla Allah’ı bırakıp da Allah’ı sever gibi sevdiği kişiyi ya da Allah’tan korkar gibi korktuğu kimseyi veya Allah’ı unutup da kendisinden yardım beklediği  kimseyi ilâhlaştırmış olur. Oysa sevilmeye, övülmeye, yüceltilmeye, kendisinden korkulmaya, yardım istenilmeye, güvenilmeye gerçek anlamda lâyık olan tek varlık Allah’tır.

Bütün bu özellikler ilâhlık özellikleridir. Bu özellikleri, Allah’ı unutarak yaratılmışlara vermek, bu varlıkları ilâh edinmek anlamına gelir ki şirk de buna denir. [17]

 Bazı insanların şirke girme sebepleri özet olarak şu şekilde sıralanabilir:

1. Bilgisizlik; İnsanın şirke düşmemesi ve şirkten korunabilmesi için gerekli imanî bilgiye ihtiyaç vardır. Bu bilgiye sahip olmadıkça şirkten korunmak mümkün değildir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de şirk koşan müşriklerin bilgisiz bir topluluk olduğunu beyan ediyor:

 “Eğer müşriklerden biri güvence isteyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu güvenlik içinde olacağı yere ulaştır. Bu onların elbette bilgisiz bir topluluk olmaları nedeniyledir.” [18]  Demek oluyor ki bilgisizlik şirke götüren sebeplerdendir.

2. Aklı Kullanmamak; Allah’a şirk koşan müşriklerin, kâfirlerin akıllarını kullanmadıklarından dolayı da şirke girdiklerini Rabbimiz Allah Kur’ân-ı Kerim’de bildirmektedir: “Küfre sapanların durumu çobanın haykırışını işiten ama onu yalnız bir ses ve çağırma olarak algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar (sanki) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; zira akıllarını kullanmazlar.” [19] Müşrikler akıllarını gereği gibi kullanmadıklarından dolayı gerçeği anlamazlar, şirk içinde olduklarını düşünmezler.

3. Hevâ ve heveslere uymak ve onları ilâhlaştırmak. “Hevâ”:

Nefsin İslâm’a ters düşen keyfî arzu, istek ve ilgilerine hevâ ve heves denir. Hevânın ilâh edinilmesi; insanın kendi nefsinin arzu ve isteklerini Allah’ın emir ve isteklerinden önde tutması ve kendi görüşünden başkasını beğenmemesi, kendi keyfinin, zevkinin istediğini sınır tanımadan gerçekleştirmeye çalışmasıdır şeklinde olur. Böylece kişi, nefsini ilâh ediniyor demektir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Hevâ ve hevesini ilâh edineni gördün mü, ona sen mi vekil olacaksın?”  [20]

“Allah’tan bir kılavuz (doğru yolu gösterici) olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevâsına) uyandan daha sapık kim vardır?”  [21]

 Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim de nefsini ilâhlaştıran, diğer insanlara karşı gururlanarak onlara hükmedip onların kendine kul olmasını arzu eden Firavunu hevâsını tanrılaştıranlara örnek göstermektedir:

“(Firavun) ‘sizin en yüce rabbiniz benim!’ dedi.” [22]

“Firavun kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: ‘ey kavmim Mısır’ın mülkü ve şu altında akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?”  [23]

Firavun kendi ilâhlığının herkes tarafından kabullenilmesini, kurmuş olduğu bâtıl düzenin yıkılmaması için koymuş olduğu kanunlara uyulmasını istiyor ve bunları dayatıyordu.

 Şirk, nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur.

Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için ilkelerini kendilerinin tespit ettikleri ve başkalarının haklarını gasp üzerine kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır. [24] Ancak böyle bir düzenle Hevâ ve hevesine göre yaşarlar. Bundan dolayı bâtıl fikirleri savunanlar bu yapının değişmesini istemezler. Değişmemesi için de ellerinden geleni yaparlar.

4. Atalarından gelen geleneklerin doğru olduğuna inanma ve halkı atalarından kalma bâtıl inanca sevk etme:   

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ ddiler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?" [25] “Onlara  ‘Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde ‘atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?”  [26]

Müşriklerin şirke girmesi; Allah’ın göndermiş olduğu kitabının ve peygamberin yolundan ayrılmalarından ve atalarını şirke götüren yolları tasdik etmelerinden de kaynaklanmaktadır.

5. Allah ve Rasûlünden çok diğer varlıkları sevmek ve onlara aşırı bağlanmak:  

“De ki:  Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar  topluluğunu hidâyete erdirmez.”  [27]

“İnsanlardan bazıları Allah’tan başka şeyleri O’na eş ve ortak tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha fazladır.  [28] 

“Onları Allah’ı sever gibi severler.” Onların emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de, Allah’a isyan içinde bulunurlar. Şüphe yok ki böyle yapmamak gerek. Gerek Allah’ı inkâr ederek, gerek inkâr etmeden, ilâhlık mânâsında onları Allah’a ortak yapmak şirktir.

Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan kadınlar, kahramanlar, liderler gibi insanları, Allah gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, şirk konusunu, putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder. [29]

Bazıları, Allah’a eş koştuğu varlığı, Allah’ı sever gibi sever. Ondan Allah’tan korkar gibi korkar. Onu Allah’ı yüceltir gibi yüceltir ve O’na hürmetini ibâdete çevirir. Allah’a âit yetkileri ona verir; o helâli haram, haramı helâl yapsa, boyun eğer, teslimiyet gösterir. [30] Bazıları, şirk koştuğu varlığı (kişiyi), Allahın işlerine yardımcı görür; Allah’ın yardımcılara ihtiyacı olduğunu, kâinatı onların desteği ile idare ettiğini düşünür. Bazıları, şirk koştuğu varlığın kâinatın işlerinde, kendi başına yetkili ve etkili olduğuna inanırlar. [31]

 

Şirkin Çeşitleri

 

Akait kitaplarında şirkin beş çeşidinden bahsedilir.

1) Şirk-i İstiklal: Allahu Teâlâ ile birlikte bir başka ilâh tanımak yahut tamamen ayrı olmak üzere, bir veya birden fazla mâbudun varlığına inanmaktır. Biri iyilik, diğeri kötülük yaratıyor diye iki ilâhın varlığına inanan mecûsîler bu kısımdadırlar.

2) Şirk-i Teb’iz: Allahu Teâlâ’nın bir olduğunu kabul etmekle beraber, birden fazla tanrının toplamından oluşan bir Allah kabul etmektir. Teslis inancına sahip olan, yani Allahu Teâlâ’nın (hâşâ) Baba-Oğul-Ruhu’l-Kudüs toplamı olmak üzere bir olduğunu iddia eden hıristiyanların  inancı gibi..

3) Şirk-i Takrib: Evrenin yaratıcısının bir olduğuna inanmakla beraber, O’na yaklaştıracağı iddiasıyla ağaçtan, taştan veya madenden yapılmış, put, heykel ve benzeri şeylere tapmak. Peygamberimiz zamanında yaşayan câhiliyye Arapları putlara tapmalarını böyle izah ediyorlardı. Kur’ân-ı Kerim de onların şöyle dedikleri anlatılır:

“Allah’ı bırakıp da kendilerine birtakım dostlar edinenler derler ki: ‘biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diy tapıyoruz.” [32]

4) Şirk-i Taklit:  Hususi olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için kabul ettikleri şirktir. Umumiyetle insanların çoğu, dinini seçerek değil, yetiştiği cemiyette, o din bulunduğu için bu dine sahip olur. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derler.” [33]

5) Şirk-i Esbâb: Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve müsaadesiyle değil de, kendi kendine tesirde bulunduğuna, eşyanın hakiki müessir olduğuna inanmak. Kâinattaki her şeyi yaratan ve eşyanın özelliklerini tayin ve takdir eden Allahu Teâlâ’dır. Ateş yakar, güneş ışık ve ısı verir,  havasız yaşamak mümkün değildir, yemek karnı doyurur gibi. Bir müslüman bütün bunların Allahu Teâlâ’nın yaratması, izni ve müsaadesiyle olduğuna inanır. Allah Teâlâ’yı hiç tanımayarak, eşyaya tesir kudretini O’nun verdiğini kabul etmeyerek her şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir.[34] Allah Teâlâ her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Burada şirk olan husus,  her şeyin sadece doğaya, tâbiata ve zahirî (görünürdeki)  sebeplerden ibaret olduğunu (hâşâ) Allah’ın yaratması ve izniyle olmadığını, tesadüfen, kendi kendine olduğunu düşünmek.

 Bu sıralananlarla beraber şirk, iki kısma ayrılır:

a) Açık Şirk: Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak tanımak.

b) Gizli Şirk: Peygamberimiz (s.a.s.) Riyâyı, gizli şirk olarak bildirmiştir.

 “Sizin hakkınızda en çok korktuğum, küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir, ey Allah’ın elçisi?’ diye sorduklarında; “Riyâdır. Allah Teâlâ kıyâmet günü amellerinin karşılıklarını verdiği zaman riyâkârlara şöyle der: ‘dünyada kendilerine gösteri yapmakta olduklarınıza gidin, bakın bakalım onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?” buyurdu. [35]  Yine Allah Rasûlü  (s.a.s.) bir hutbesinde şöyle buyurdu:

“Ey insanlar bu şirkten sakınınız, muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın elçisi, karıncanın kımıldamasından daha gizli iken biz O’ndan nasıl sakınırız?’  ‘Ey Allah’ım, bile bile Sana herhangi bir şeyi şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyiniz” buyurdu. [36]

Riyâ lugat olarak, görmek mânâsına ru’yet kökünden gelir. “Hakikatte olmadığı halde iyi görünmek” mânâsındadır. Dilimizdeki en yakın karşılığı gösteriştir. Dinî bir tâbir olarak ibâdetlerde ve diğer amellerde samimiyetten uzaklığı ve ihlâssızlığı ifade eder. Bir başka ifade ile, bir müslüman, ibâdetlerini Allah rızası için yapmakla mükelleftir. Zekât, sadaka, yardım, güler yüz, tatlı söz gibi her çeşitten hayırlı amelleri de Allah rızası için yapmalıdır. Amelde Allah rızasını arama keyfiyetine ihlâs denir. İhlâsın zıddı, Riyâdır. Yani, her çeşit ibâdet ve dinin teşvik ettiği diğer hayırlı amellerde Allah rızası değil, dünyevî bir maksat gütmek, insanların rızasını aramak Riyâdır. “Riyâ bir nevi şirktir. Çünkü hayırlı ameller Allah için yapılacakken, dünyevî bir menfaat için yapılınca, o menfaat ilâh yerine konmuş olmaktadır.”

Rasûlullah (s.a.s.) şirkin bu çeşidine yukarıda da belirttiğimiz gibi gizli şirk demiştir. “Riyânın en azı da şirktir” buyurmuştur.

Bir başka hadis de şöyledir:

“Kıyâmet günü riyâkâr adama: ‘Ey fâcir, ey gaddâr, ey gösterişçi mürâi, amelin mahvoldu, mükâfatın kayboldu, amelini kime gösteriş için yaptınsa, git ondan mükâfatını al!” denir. [37]  Rasûlullah (s.a.s.)’in Riyâya karşı uyarması çoktur. Bunlardan biri de şöyle:

“Ümmetimin şirke düşmesinden korkuyorum. Gerçi onlar puta tapacak değiller; güneşe, aya, taşa tapacak değiller. Fakat amellerinde riyâkârlık yaparlar, Allah için yapmazlar.” [38] Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz münafıklar Allah’a oyun etmeye çalışıyorlar, halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler.” [39] Ebu Hureyre  (r.a.) dedi ki: 

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle dedi:

“Yüce olan Allah, ben şirk koşulan her şeyden müstağnî olanım (onlardan uzağım). Her kim bir amel yapar da onda Benden başkasını ortak yaparsa (riyâkârlık ederse) onu ortağıyla baş başa bırakırım (amellerinin sevabından mahrum ederim).”  [40]

Âyet ve hadislerden de görüldüğü gibi yapılan ameller sadece Allah rızası için olmalı, insanların beğenisini, takdirini kazanmak için kesinlikle olmamalı. Çünkü eğer mükâfatı Allah’tan bekleniyorsa Allah için olmalı; yapılan ibâdetleri, hayırları, iyilikleri insanlar beğensinler, takdir etsinler, övsünler diye yapılırsa bu riyâdır. Riyâ da gizli şirktir, yapılan ameller geçersizdir. Bundan dolayı sevap değil, günah kazanılır. Dolayısıyla yapılan ameller hem Allah için, hem de insanlar için değil, sadece ve sadece Allah rızası için olursa o amel sâlih amel olur. Böyle amelin Allah katında değeri ve mükâfatı vardır, aksi halde değeri yoktur, azabı çoktur. [41]

 

Şirkin Çağdaş Görüntüleri

 

Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasp etmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddini aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın Rabliğini, Melikliğini, İlâhlığını, hâkimiyetini gasp ederler. Bütün bu İlâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. Ancak şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde  ‘fesat’ yaygınlaşır, insanların huzuru bozulur.

Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne Allah’ın hükümlerine aykırı olarak boyun eğilen her şey şirktir. Bu şekilde olanlar, şüphesiz toplum içinde tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Halbuki tevhid bu hayatî dengeyi korumak için emredilmiştir.

Şirke düşenler hiçbir zaman  ‘Allah (c.c.)  evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor’ demiyorlar. Onlar yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmez. Hatta birçoğu İslâm’a, Kur’an’a saygı duyduklarını bile söylerler.

Ancak şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini  reddetmek ve O’na Rabliğinde ortak bulmak, öyle inanmaktır. Dolayısıyla hayat ait hükümleri, İlâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır. Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilâve olmuştur.

Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölü kişiler birer şirk aracı haline gelme konusuna getirilmiştir.

Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplumun hayatına başka inançları daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçülere aldırış etmemektedirler.

Kimi siyasal doktrinleri Allah’ın hükümlerinin önlerine getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere, Allah’tan ve O’nun isteklerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu yanlış yoldan kurtulup tevhitle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yalnızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan  insanın fıtratına uygun olan bir konumda olmasını istiyor. İnsana düşen, Kur’an’da belirtilen; 

“De ki: O Allah tekdir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurmamıştır. Hiçbir şey O’na denk, eş değildir”  [42] gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır. [43]

 

Şirkin En Belirgin Özelliği, Put ve Putlaştırma

 

Günümüzde çoğu insan şirkin bir sapıklık, kötü bir şey olduğunu duymuştur. Fakat bunu kendisi ile alâkalı görmez.  Tarihte, Arapları, câhiliyye devrinde taştan, tahtadan veya herhangi bir şeyden yapılmış putlara tapan kişiler olarak düşünürler. Ancak şirk, sadece Mekkeli müşriklerin, Hubel, Lat, Menat ve Uzza adıyla taptıkları putlarla sınırlı değildir. Putperestlik günümüzde çok daha yaygındır.

Put: İnsanların, Allah Teâlâ’ya yapmaları gereken ibâdet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu O’nun  dışında herhangi bir mahlûku mâbud kabul ederek, ona yönelmektir. Âyet ve hadislerde ‘sanem’ ve ‘vesen’ şeklinde de isimlendirilmektedir. ‘Sanem’ kelimesi; ‘Allah’tan başka ilâh edinilen şey’ diye tanımlanmaktadır. Bu da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah’ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu mânâda putlara, heykellere tapan kimseler de aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da onlardan hiçbir farkları kalmaz. [44]

Put; kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî- mânevî her şeydir; ve bu putları bütün yönleriyle hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmaktır. [45] Put, yalnız tapınılan resim, heykel, eşya vb. şeyler değildir. Nefis, dünya, kadın, mal vb. şeyler de put edinilebilir. Nefsin hevâsına uymak da puta tapmaktır.  Şirk en büyük zulümdür, Yaratan’a karşı işlenmiş en büyük cürümdür. O’ndan başka tapılan her şey put yerine geçer ki, bu, insanın bağışlanmaz bir zulmü olur. [46] Tabiî ki, tevbe etmezse, şirkten vazgeçmezse Allah onu bağışlamaz; bu Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmiştir.  [47]

1. Şefaat düşüncesi ve Allah’a bu aracılarla güya yakın olma isteği.

Câhiliyye döneminin müşrik insanları, bir yandan Allah’a yaklaştırması dileğiyle, putlara taparlarken, bir yandan da, onlardan şefaat istiyorlardı ki, onların inançlarına göre putların Allah Teâlâ yanında dinlenen bir sözleri, sevilen dostlardan oldukları için reddedilmeyen hatırları vardı.

“Onlar Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da vermeyen putlara taparlar: ‘Bunlar Allah’ın katında bizim şefaatçılarımızdır’ derler. Ey Muhammet, de ki: Göklerde ve yerde Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz?  Allah onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.”  [48]

“Yoksa putperestler Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: ‘Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?’ De ki: ‘bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır.’ Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra O’na döneceksiniz.”  [49] 

Lat, Menat, Uzza gibi putlara, Allah’ın yanında kendilerine şefaat etmeleri için taptıkları gibi, Allah’ın kızları olmaları (onların bâtıl iddialarına göre) sebebiyle, kabul edilir sözleri olduğu için meleklere de tapıyorlardı.

“Rahman çocuk edindi’ dediler. Hâşâ, hayır, melekler şerefli kılınmış kullardır. Allah’tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri ile hareket ederler. Allah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler.”  [50]

 Bazıları zannederler ki bu olay, Arap câhiliyyetinin sona ermesiyle bitmiştir; fakat insanların hayatına bir göz gezdirirsek görürüz ki, ölülerden gerek problemlerin halli[51] ve gerekse Allah’ın kendilerinden râzı olması için şefaat beklenmektedir.

Şefaat beklenmesi tıpkı aracı yapmak meselesi gibidir. Allah’la beraber işlerin iradesinde söz hakkı olan birinin veya Allah’ın iradesine tesir edecek birinin varlığını hayal etmekten doğuyor. Bu yanlış bir karşılaştırmadan doğmuş kuruntudur. Allah Teâlâ’yı insanlarla kıyas etmekle (benzetmekle) bu hataya düşüyorlar. Bakıyorlar ki, bir  kral, idareci, millet vekili, vali, belediye başkanı vs. yanında onun yakınlarından biri aracılık yapınca işler halloluyor. İçinde bulundukları gaflet yüzünden aynı şeyin Allah Teâlâ için olacağını düşünüyorlar.  Meselâ “Meleklerin (velilerin, sâlih insanların) Allah’a olan yakınlıkları sebebiyle sözleri muhakkak dinlenir ve insanlar için yaptıkları şefaat kabul edilir ve böylece problemler hallolur.”  Onlar, Allah Teâlâ ile kulları arasındaki farkı unutuyorlar. [52] Bu kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın önünde şefaat edip de sözü dinlenecek kimselerin olmaması mânâsına gelmez. Fakat O’nun izni olması ilk şart, sonra şefaat edilen O’nun râzı olduğu biri olması lâzım. [53]

“Onlar Allah’ın râzı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler.”  [54]

Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. (Allah’ın) izni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O’nun dilediği kadarından başka ilimden hiçbir şey kavrayamazlar.”  [55]

Bu âyeti merhum Elmalı H. Yazır, tefsirinde şöyle izah etmektedir:

“Kimin haddi ki! Allah’ın izni olmaksızın Yüce huzurunda şefaat edebilsin, bu halde hangi budaladır ki Allah’ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Oysa Allah’ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah’tan daha çok birlikte bulunmaya ve O’na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrak etmeden İlâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir?

Eğer Allah bildirmemişse şefaat edecek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı nereden bilinir?  Bu hal içinde, isterse melekler, peygamberler (veliler, evliyalar) olsun, kimdir o ki Allah’ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp, Allah’ın kullarına Allah’tan daha çok sahip çıkma, koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak dilerse, özel veya genel şefaate İlâhî irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka... Demek ki Yüce Allah’ın büyüklüğünden şefaat umulmaz değildir. Fakat şefaat de herkesten önce O’nun kendi elindedir. Ve O’nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapsamı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler  ‘kendi dilediklerine değil, yine Allah’ın dilediklerine şefaat imkânı bulabilir’ Cenâb-ı Hak Rasûlullah (s.a.s.)’e şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en yüksek peygamberlik makamı ‘şefaat-ı uzmâ’ en büyük şefaat makamı olmuştur ki, bu, makam-ı mahmuddur. [56]

Ebu Hureyre (r.a.) şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Her peygamberin kabul edilmiş bir duası vardır. Her peygamber bu duasını kullandı. Fakat ben duamı, kıyâmet gününde ümmetime şefaat için sakladım. İnşallah ümmetimden Allah’a hiçbir şeyi ortak (şirk) koşmadan ölenlere nasip olacaktır.”  [57]

 Bu konuda birçok hadis mevcuttur. Rasûlullah (s.a.s.):  

“Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir”  [58] buyurmaktadır.

“Peygamberlerin ve bizim peygamberimizin (s.a.s.)’in şefaati günahkâr mü’minler ve onlardan büyük günah işleyenler için hak ve sâbittir.” [59]

  Hadislerde görüldüğü gibi Peygamberimiz (s.a.s.) mü’minlere şefaat edecektir. Yukarıdaki hadis-i şerifte belirtildiği gibi şirk koşmayan kimseler inşallah bu şefaate nâil olacaklar. Allah’a şirk koşan, bâtıl yaşam biçimini benimseyenlerin ve İslâmî yaşam tarzına karşı olanların şefaatten yararlanamayacakları anlaşılmaktadır.

“Allah kendisine şirk koşanları elbette bağışlamaz, O’ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”  [60] buyrulmaktadır.

2. Aşırı Tazim ve sevgi: Kur’ân-ı Kerimde herhangi bir şeye aşırı saygılı olma, onu büyütme, yüceltme, sonunda ilâhlaştırmaya götürdüğünden dolayı yasaklanmış, şirk olarak belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de meleklere, peygamberlere, din adamlarına, sâlih kişilere gösterilen aşırı hürmet, tazim şirk olarak belirtilmektedir.

 “O gün Allah, onların hepsini mahşere toplayacak, sonra meleklere, ‘Bunlar size mi tapıyorlardı?’ diyecek.”  [61] Meleklere tapanlar âhirette bu şirklerinden dolayı hesaba çekilecekler.

“Yahudiler,‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!”

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), (Hıristiyanlar da) rahiplerini  (din adamlarını) ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) Rabler edindiler. Halbuki hepsi de tek İlâha kulluk etmekten başka bir şeyle emrolunmadı. O’ndan başka hiçbir ilâh  (rab) yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” [62]

Bu âyette de peygamberi aşırı bir şekilde yüceltmeleri nedeni ile ehl-i kitabın ilâh olarak onlara tapınmalarıyla şirk koştuklarını bildirmektedir.

“(Ey Resûlüm) de ki;  ancak ben sizin gibi bir beşerim, bana vahyedilir. Ancak İlâhınız tek bir İlâhtır.”  [63]

 Peygamberimiz (s.a.s.) hadis-i şeriflerinde şöyle beyan ediyor: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı abartarak methettikleri gibi beni övmede aşırı gitmeyin. Ancak ben bir kulum. Öyleyse bana Allah’ın kulu ve Rasûlü deyin” [64] buyurmaktadır. Sâlih kişilere de aşırı tâzim ve hürmet gösterilmesi şeklindeki şirkin bu çeşidine Kur’an ve Hadis işaret etmektedir.

“Nuh dedi ki Rabbim doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular; birbirinden büyük düzenler kurdular, insanlara ‘sakın ilâhlarınızı bırakmayın, Ved, Suva, Yağüs, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler.”  [65]

İbn Kesir, tefsirine bu şirki şöyle izah etmektedir: İbn Abbas’dan bunların Nuh (a.s.) zamanında tapınılan putlar olduğu rivâyet edilmiştir. İbn Cerir der ki: Yeuk ve Nesr Âdem’le Nuh (a.s.) arasında yaşamış sâlih, iyi kimselerdi. Kendilerine tâbi olanlar da vardı. Onlar ölünce kendilerine tâbi olan arkadaşları dediler ki, “Onların resimlerini yaparak hatırladığımız zaman bizi ibâdete daha çok teşvik eder.” Böylece resimlerini yaptılar. Onlar da ölünce şeytan geri kalanlara vesvese vererek “Sizden öncekiler bunlara tapıyorlardı” dedi. Onlar da sâlih insanların resimlerine (heykellerine) tapınmaya başladılar. [66]

 Bu şekilde şirke düşmüş oldular. Tabiî ki, sâlih insanlar, velîler kendilerine aşırı bir şekilde tazim, hürmet gösterilmesine müsaade etmezler. Fakat cahil insanlar bu tür hatalara düşüyorlar. [67]

Herhangi bir şeyi Allah’ı sever gibi sevmenin yanlışlığını Kur’ân-ı Kerim beyan etmektedir:

“İnsanların bazısı Allah’tan başkasını Allah’a eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler.” [68] Merhum Elmalı H. Yazır, tefsirinde bu âyeti şöyle izah etmektedir: “Onları, Allah’ı sever gibi severler.” Onların emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah’a isyan içinde bulunurlar. Şüphe yok ki böyle yapmak, gerek Allah’ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın, ilâhlık mânâsında onları Allah’a ortak yapmaktır (şirk koşmaktır). Onları Allah’ı sever gibi severler, onlara mâbud muâmelesi yaparlar.

Onlara itaat etmek için Allah’a isyan ederler “Onları,  Allah’ı sever gibi severler.” İfadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri, peygamberleri mâbud[69] derecesine çıkaranlar da dâhildir.

Bunun için Allah’ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgileri, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah’ı sevenler, Allah’ın yolundan giden sevgili kullarını da severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar.

“Ey Muhammed;  de ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin.”[70] Buna göre Allah’ın sevdiği kulları sevmek ve onlara uymak şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. [71] Sâlih kişileri severken aşırılıktan sakınılmalıdır. Bir de, Allah’ın  hükümlerine, kanunlarına karşı çıkan İslâm’a aykırı yaşam biçiminden yana olan âsi kimseleri onlarda olmayan  vasıflarla yüceltmek, insan üstü bir varlıkmış gibi onlara bu şekilde yönelmek, onları aşırı sevmek, düşüncelerini ve yaptıkları şeyler İslâm’a aykırı dahi olsa doğru kabul etmek o kişileri yüceltmek, putlaştırmak olduğundan şirktir.

3. Putlarda ilâhî gücün varlığına inanma:

 Müşriklerin putlardan hayır ummaları ve kötülükleri uzaklaştırdıklarına inanmaları gösteriyor ki, onlar putlara  çeşitli vasıflar vererek tapınıyorlardı. Hatta putları terk etmekle kendilerine birçok belâ ve musibetlerin isabet edeceğini sanıyorlardı. Böyle bir inanç, putlarda ilâhî bir gücün varlığına ve ilâhî gücün putlara hulûl ettiğine inanmalarından kaynaklanıyordu.

 Müşrikler putlara olağanüstü vasıflar vererek, hayallerinde her şeye kadir, her şeyi bilen birer ilâh olarak görüyorlardı. Şirkin ortaya çıkmasında,  yaşamasında bu anlayış tarzının önemli bir etkisi vardır. Çünkü puta tapan, putuna insan üstü birtakım vasıflar atfediyor, ondan hayır ve şer geleceğini umuyordu. Onda bağışlamak iradesi ve kudreti görüyordu. Bu düşünce bâtıl bir değerlendirmenin sonucudur. Müşriklerin putlarda ilâhî gücün varlığına inandıklarını, Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir:

“Kendilerine izzet ve kuvvet olsunlar diye Allah’tan başka ilâhlar edinirler”  [72] buyurulmaktadır. [73] 

Allah’a ait olan sıfatlar  ‘Sem’ (işitmek) “Allah her şeyi işitir (duyar)” ‘Basar’ (Görmek) “Allah her şeyi görür.”  ‘İrade’ (Dilemek) “Allah dilediğini yapar.” ‘Kudret’ (Gücü yetmek) “Allah’ın her şeye gücü yeter.”

Eksiksiz, mükemmel şekilde sadece Alah’a ait olan bu sıfatların herhangi bir şeye veya kişide de olduğunu düşünmek apaçık bir şirktir. Bu şekilde herhangi bir şeyi veya kişiyi ilahlaştırmış olur ki, bu suçu işleyenler müşriktir.

Onun için şirke götüren hususların iyi bir şekilde öğrenilmesi ve çok dikkat edilmesi gerekir. Çünkü Allah Teala şirki affetmeceğini beyan ediyor. [74]

Hz. İbrahim (a.s.) putları kırarak, putlara olan tavrını göstermiştir. Kur’an-ı Kerim şöyle bildirmektedir:

“Andolsun ki Biz, İbrahim’e de daha (buluğundan) önce doğruyu bulma kabiliyeti vermiştik. Tabii ki Bizonu (peygamberliğe ehil olduğunu) biliyorduk. O zaman o, babasına ve kavmine; ‘Sizin kendileri için toplan(ıp tap)tığımızbu heykeller nedir?’ demişti.

(Onlar:) ‘Babalarımızı onlara tapanlar olarak bulduk’ dediler. (İbrahim:) ‘Andolsun ki siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi.

(Onlar) ‘Sen, bize gerçeği mi getirdin, yoksa oyun bozanlardan mısın?’ dediler.

 (Oda) dedi ki: ‘Hayır! Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır, ben de buna şahitlik edenlerdenim.’

Allah’a yemin ederim ki siz arkanızı dönüp (bayrama) gittikten sonra, putlarınıza elbette bir tuzak kuracağım.’

Derken (onlargidince İibrahim) onları ( putları) paramparça etti. Yalnız onların büyüdüğünü belki ona müracat ederler diye bıraktı. ( Baltayı da onun boynuna astı).

(Onlar dönünce:) ‘Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhahkah o zalimlerden biridir’ dediler.

‘Bunları diline dolayan bir genci işittik; kendisine İbrahim deniliyor’ dediler.

(Nemrutçular, putçular) ‘Onu insanların gözü önüne getirin, böylece (onunhakında) şahitlik ederler.

(İbrahim gelince ona:) ‘Ey İbrahim, ilahlarımıza bunu sen mi yaptın? ( Bunları sen mi kırdın?)’ dediler.

(İbrahimde:) Hayır, onu şu büyükleri yapmıştır! Eğer konuşuyorlarsa onlara sorun’ dedi.

Bunun üzerine kendi vicdanlarına döndüler de (birbirlerine) ‘hakikattenden, asıl haksız kimse sizlersiniz, sizler’ dediler. Sonra kafalarındaki (eski inançları)na döndüler. ‘Muhakkah bunların konuşmayacaklarını sen de bilirsin’ (dediler.)

(İbrahim) Dedi ki:

‘Öyleyse Allah’ı bırakıp da size hiçbir şeyle fayda ve zarar vermeyecek olan şeylere mi tapıyorsunuz?’

Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza da! Hala akıl erdiremiyorsunuz.

(Nemrutçular bunun üzerine) ‘Eğer bir iş yapacaksınız, yakın onu! İlahlarımıza böylece sahip çıkın’ dediler. (Onu büyük bir ateşe attılar.) Biz de:

‘Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet üzere ol’ dedik. Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları (dünya ve ahrette) daha fazla hüsrana uğrayanlar(dan) kıldık.

Onu ve Lut’u içinde alemlere bereketli kıldığımız yere (ulaştırıp) kurtardık.” [75]

İslam tarihine baktığımızda da görürüz ki: İslam gelmeden önce putperestlik Arap yarımadasında yaygındı, puta tapanlarçoğulukta idi. Havaya, güneşe, aya, yıldızlara tapanlar vardı. Taş parçalarına, ağaçlara, kum tepelerine, büyükkayalara taparlardı. Melekler, müşrüklerin nazarında Allah’ın kızları idi ve meleklere de taparlerdı. [76]

Her kabilenin ayrı putu vardı. Mekke’de her evde put bulundurulur, sefere çıkarken, seferden dönerken, ilk iş, onlara el sürmek olurdu.

Kabe’ye 360 tane put yerleştirilmişti. Bunların meşhur olan büyükleri, Hubel, Lat, Menat ve Uzza idi. Bunlara taparlardı.

Bu putların savşlarda zaferi sağladığına, yağmurları yağdırdığına, nehirleri meydana getirdiğine, hayrın ve şerrin kaynağı olduğuna inanırlardı. [77]

Abdullah İbn Mesud (r.a.) şöyle demiştir: Rasullah (s.a.s.) Mekke’nin fethi günü Kabe’nin avlusuna girdi. Kabe’nin etrafında ibadet için dikilmiş 360 put vardı. Rasulullah (s.a.s.)elindeki değnekle bu putlara dürtmeye başladı. (Onunla dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu)  ve şu ayetleri okuyordu:

Hak geldi, batıl yok oldu  [78]

Hak geldi, batıl ise ne (bir şeyi) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.” [79]

Rasulullah (s.a.s.) bu arada Mekkelilerle evlerinde bulunan putları kendi elleriyle kırmalarını emretti. Kabe’nin duvarlarındaki meleklerin ve peygamberlerin resimlerini de kaldırttı.[80]

Tarih boyunca insanlar çok çeşitli şeylere tapınmışlar. Güneşe, aya, yıldızlara, ağaçlara, taşlara, kayalara ve insanlara, hayvanlara vs. gibi şeylere tapınmışlardır.

“De ki: Geliniz Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” [81]

Merhum Mehmet Zahit Kotku Hoca Efendi, bu âyeti şu şekilde izah etmekte: Cenab-ı Hakk’n kullarına haram kıldığı şeylerin başında şirk gelmekte. Şirk günahların en büyüğüdür. Cenab-ı Hakk’a ortak koşmak, O ikidir, üçtür gibi söz söylemek; sevgisini,  korkusunu, Allah’tan başkasına yapmak, yani asıl sevilecek Allah iken O’nu bırakıp da birisini çok sevmek; korkulması lâzım gelen Allah iken başkalarının kuvvetlerinden korkmak gibi. Halbuki riyânın da en ufağı bile şirktir, buyurulmaktadır. Onun için müslümana lâzım olan Allah Teâlâ’ya hâlisane kulluk etmektir.

Haramların, günahların, isyanın en büyüğü şirk olduğu halde, hâlâ zamanımızda Allah’tan gayriye tapanlar hatta  aydınlar, bilgili, kültürlüler arasında bile pek çok kimseler, cemiyetler buluna gelmektedir. [82]

 

İnsanlara Tapınmak

 

İnsanların, kendileri gibi birer mahluk olan insanlara tapmaları çok tuhaf olduğu gibi, aynı zamanda en yaygın bir şirk türüdür. Tarihin her döneminde kendisini ilâhlaştırmaya çalışan firavunlar ve bu firavunlara kulluk yapan köleler olagelmiştir. Geçmiş dönemlerde bazen devlet başkanı, bazen aşiret reisi olarak karşımıza çıkan bu firavunlar, çağımızda dinî, politik veya mâlî kimliklerle karşımıza çıkmaktadırlar.

Allah’ın hükümlerini hiçe sayan bir din adamı, bir politikacı veya bir patron ile geçmişteki firavunlar arasında herhangi bir fark yoktur. Bunların hepsi az veya çok bir insan kalabalığına tahakküm etmekte, şeytanî hükümlerle bu insanları kendilerine kul yapmaktadırlar.[83]  “Firavun dedi ki: Ey  ileri gelenler! Sizin için benden başka ilâh tanımıyorum. (Siz de tanımayın, en büyük benim. Benim emirlerim, yasaklarım, hükümlerim ve kanunlarım neyse ona uyun.)”  [84]

 Benden başka ilâh (hüküm koyucu) edinirsen, and olsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim. (Sizlere çok ağır cezalar veririm, benim koyduğum hükümlerin dışına çıkmayın).[85] diyerek, ömrünün sonuna kadar hükmünü sürdürmüştür.

Kendi zulmüne boyun eğenleri, karşı çıkmayanları, kendisini destekleyenleri iyi kişiler olarak göstermiş, fakat haksızlıklarına, zulmüne karşı çıkanları, Hz. Mûsâ ve ona tâbi olanları ise bozguncu, kötü niyetli insanlar olarak ilan etmiştir. [86] Günümüzde de insanlara hükmeden zâlimler hakkı savunanları, bâtıla, haksızlığa, zulme karşı çıkanları aynı şekilde fitne, fesat çıkaran bozguncu, kötü niyetli kişiler olarak göstermektedirler.

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini reddetmek dahi şirktir. [87]

Zaman zaman insanlar, kendileri gibi birer mahluk olan diğer insanlara yüce vasıflar vererek tapınmışlardır. Bizzat ilâh ilan edilmesi şart değildir. Hile, şiddet, terör ve insanların zaaflarından istifade ederek bu sağlanır. Joseph Stalin, Rusya’da bir sahte ilâh idi, ama yıkıldı gitti. Tarihte binlerce zâlim ve despotlar kendilerini ilâh sanarak bu âlemden çekip gittiler. [88] İnsanlara acımadılar, sömürdüler ve zulmettiler,[89] insanların hak yolda gitmesine mâni oldular ve bâtıl bir hayat yaşamasına sebep oldular. Tâbiî ki, yaptıkları haksızlıklar, zulümler yanlarına kâr kalacak değildir. İşte Rabbimizin beyanı:

“Cennet ehli, Cehennem ehline şöyle seslenecektir: ‘Biz Rabbimizin vaad ettiğini gerçek olarak bulduk; Siz de Rabbinizin vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?’ Onlar da: ‘Evet’ derler.” Bundan sonra içlerinden seslenen biri (şöyle) seslenecektir: “Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun!” [90]

Merhum Said Nursi’nin dediği gibi:

“Zâlimler için yaşasın Cehenem!” “Cennet ucuz değil, Cehennem de lüzumsuz değil.” 

“Kim Allah’ın hükmü ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin ta kendisidir.” [91]

“Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin, yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.(yakar)” [92]

 Yapılan haksızlıklar, zulümler cezasız kalmayacaktır. Kur’ân-ı Kerim’in müşriklerin taptıkları arasında belirttiği putlardan birisi de kadınlardır.

“Onlar Allah’ı bırakıp da dişilere taparlar ve böyle yapmakla Allah’ı bırakıp sadece kendisine hiç bir hayrı bulunmayan şeytana tapmış olurlar.”  [93]

Eski Arabistan dinlerinde, elin eşi Asirat, bütün tanrıların annesi, diğer tanrılar da bu tanrının oğulları olarak görülür. Ayrıca, ilâh olan kızları bulunurdu. Zad-Gadran, çok su veren kadın suretinde tanrı bilinirdi.  Arabistan’da Menat, Lat ve Uzza’ya tanrının kızları denilirdi. Anadolu tarihi öncesi dinlerde de kadın tanrılar, vücut hatlarıyla çizilmiştir. Kilise, kadını insan bile kabul etmeyip, şeytan sayan bozuk hıristiyan inancını, Batıdaki feminist hareketlerin kaynağı olarak görmek isabetsiz sayılmaz. 1830’lara kadar Avrupa’da kadın bir pazarlama aracı olarak görülmüştür. 1971’de kadın hakları beyannamesi çıkarıldığı halde kapitalizm kadının vücudunu istismar ederek, ayaklar altına düşürmekten kaçınmamıştır. Daha sonraları Freudizm, psikolojiye ve psikanalize dayanarak cinsiyet felsefesini sistematize ederek neticeyi hızlandırmıştır. Marksizm ve Varoluşçuluk kadını, ruhî muhtevâsından tecrit ederek ideolojilerin âleti haline getirmiştir. Kadın, hayatın her merhalesinde istismar edilerek, insanlık cinsiyet bunalımına sokulmuştur. Kadın şeklinde putların yapılması hep bu ahlâkî çöküntünün hayata yansıyan bir tezâhürüdür. Müşriklerin en fazla gönül verdikleri putları kadındır. Arapların ve eski Yunanların putlarının bir çoğu kadın idi. [94]  Bugün ise tapınma durumuna getirilen yine kadındır. Dünyada basın ve yayının en ağırlıklı konusu en müstehcen şekliyle kadına ayrılmaktadır. [95] Günümüzde basın yayında müstehcenlik ön planda. Her gazete bayiinde müstehcen gazeteler ve porno dergiler satılmakta. Bu yayınlar cinsel sağlığın ve ahlâkın bozulmasına sebep olmaktadır.

 Yetkililer bu konuda önlem almalı. Bugün için alınan önlemler ise, porno dergiler poşet içinde satılmaktadır. Onu alanlar poşet içerisinde kalsın diye değil, bakmak için aldığına göre, dolayısıyla böyle önlem olur mu? Önlem alınması, bunların yayınlanmasını, satılmasını önlemekle mümkündür.

 Zaten T.C. Anayasasının 28. maddesinde basın ve yayınla alâkalı hükümler de var: “Süreli ve süresiz yayınlar, kanunun gösterdiği suçların soruşturma ve kovuşturmasına geçilmiş olması hallerinde hâkim kararı ile; Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli güvenliğin, kamu düzeninin, ‘genel ahlâkın korunması’ ve suçların önlenmesi bakımından gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunun açıkça yetkili kıldığı merciin  emri ile toplatılabilir. [96]

 Müstehcen, erotik, porno yayınları yetkililer isterlerse  ‘genel ahlâka aykırı’ gerekçesiyle yasaklayabilirler. Ayrıca televizyonlarda gece 12’den sonra müstehcen filmler oynatılmakta, “16 yaşından küçüklere sakıncalıdır” uyarısı yapılmakta; 16 yaşından büyüklere sakıncalı değil mi?  Tabiî ki, sakıncalı, zararlı, şehevî duyguların artmasına, cinsel şiddet, taciz, zinâ, gayri meşrû ilişkilerin çoğalmasına, ahlâkın bozulmasına neden olmaktadır. Rtük, tv. kanallarını genel ahlâka ayıkırı yayınlardan dolayı da bir veya iki gün kapatıyor. Demek ki, isterlerse tamamen yasak edebilirler. Sinemalardaki müstehcen filmler de, İnternet kafelerde, erotik, pornografik sitelere girilmesi de çoğunlukla serbest.

Ayrıca CD olarak müstehcen filmler de satılmakta. Başka ahlâk bozucu olanlar, pavyonlar, diskotekler, plajlar, genel evler vs. bunlar insanların ahlâkının bozulmasına neden olmaktadır. Ahlâkın bozulması toplumda huzuru, güveni bozar; yaşantıyı zorlaştırır. İnsanlar, korku, endişe içerisinde olurlar. Meselâ, kişiler evinden ayrıldığı  zaman acaba, “evim hırsızlar tarafından soyulur mu?” Veya kızı evden çıktığı zaman biraz geç kalsa “acaba kızım kaçırıldı mı, yoksa tacize mi uğradı, başına kötü bir şey mi geldi?” endişesi olmaktadır.

 Kişiler mağazalardan giyecek, marketlerden yiyecek veya herhangi bir şey aldıklarında ilk akla gelen “acaba kandırıldım mı? Aldığım şey sağlam mı, çabuk bozulur mu, yoksa çok mu pahalı oldu? Acaba şuraya da sorsa mıydım?” gibi endişeler olmaktadır. Kişi arabasıyla trafiğe çıksa “acaba, sarhoşun biri benim arabama çarpar mı?” Veya arabasını bir yere park etse; “acaba teybimi alırlar mı?” diye korku içinde kalmaktadır. Kısacası toplumun her alanında endişe ve korku söz konusu olmaktadır. Neden? Tabiî ki, bütün bunlar ahlâkî çöküntüden kaynaklanmaktadır.

Bir toplumda İslâm’ın her alandaki prensipleri uygulanmaz, hatta karşı çıkılırsa, toplumda huzur, güven olmaz. İslâm coğrafyasında Batı yaşam tarzını benimsemiş olanlar, İslâm’ın prensiplerini değil, gayr-i İslâmî  prensipleri tercih ettiğinden o toplumda huzur, güven, rahat yaşam olmaz. Olmadığı da görülmektedir. Çare, İslâm’ın her alandaki prensiplerini uygulamakla olur. O zaman din, mal, can, nesil emniyeti olur. Toplum maddî ve mânevî huzur, saâdet ve mutluluğa kavuşur.  Daha önceden de belirttiğimiz gibi, İslâm, boyun eğmek, itaat  etmek, tâbi olmak, teslim olmak demektir. İslâm’a teslim olunursa insanı esenliğe, mutluluğa götürür. Bir toplumda huzur, güven, mutluluk isteniyorsa, bu, o toplumda İslâm’ın hükümlerine karşı çıkmakla değil, uygulamakla mümkündür.

 Bir toplumda İslâm’a aykırı tutum ve davranışlar arttıkça birbirlerine tapma durumuna gelen insanları televizyonda da görüyoruz. Gazinoda, eğlence yerlerinde ses sanatçılarını dinlemeye gelen hayranları şarkıları dinlerken kendilerinden geçiyorlar, bağırıyorlar, isimleri ile çağırıyorlar, “sana tapıyorum, senin için ölürüm” diyorlar.

Ellerini sanatçıya [97] değdirmek için birbirlerini eziyorlar, ağlayanlar, bayılanlar, kendilerini jiletleyenler, kendine zarar verenler oluyor. Sahnedeki sanatçının yanına geliyorlar, sanatçıya sarılıp ağlıyorlar, bırakmıyorlar, korumalar zorla ayırıyor. İşte İslâm’ın prensiplerinden uzak olanlar birbirlerine tapar hale de geliyorlar.

Birbirlerine âşık olan bazı kızlar-erkekler sevgililerini şu şekilde dile getirmektedirler:

“Ben seni canımdan çok seviyorum, canım sana feda olsun, sen olmazsan ben yaşayamam, sen benim her şeyimsin, ben sana tapıyorum, sensiz hayat bana zindandır...” Hatta şarkılara da yansımış:

 “Bir tanrıya taptım, bir de sana taptım.” Bir başka şarkıda ise, “seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet sürgün sayılır” diyor. Bu şu demek oluyor:

Ey sevgili! Seni o kadar çok seviyorum ki, seninle olduğumda cehennem bile bana ödüldür, eğer sensiz cennete gitsem, benim için hiçbir önemi yok, hatta benim için sürgün sayılır, orada sevinemem, çok üzülürüm.” Bu sözlerle, bu yaklaşımlarla sevdiği kişiyi putlaştırmış olmaktadır. Hatta zaman zaman birbirlerine taptıklarını dahi dile getiriyorlar. “Sana tapıyorum; yaşamım, hayatım, her şeyim senin için” diyorlar. Tâbiî ki, bu apaçık bir şekilde kişiyi şirke götürür. Rabbimiz şöyle söylenmesini beyan ediyor:

“De ki: Hayatım, yaşamım, ölümüm (her şeyim) âlemlerin Rabbi Allah içindir.”  [98]

Demek ki yaşam, varlık, her şey; sevdiği kız, erkek veya herhangi bir şey için değil, yalnız Allah için olmalı. Doğru yaşam biçimi budur.

“İnsanların bazısı Allah’tan başkasını Allah’a eşler, benzerler edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler, zulmedenler azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi.”  [99]

 O zaman insanları veya herhangi bir şeyi değil, Allah’ı çok severlerdi, O’nun emirlerine uyarlardı, şirkten sakınırlardı.

Fakat insanlar dünya yaşamına, câzibesine aldanarak Allah’a iyi kul olmaya yönelmek değil, başka şeyleri gözünde büyüterek, yücelterek ona yöneliyorlar, onu elde etmeye çalışarak Haktan ayrılıyorlar.

İşte İslâm’a aykırı uygulamalar, insanların haktan uzaklaşmasını, bâtıl bir hayat yaşamasını özendirmektedir. Böylece insanların bâtıl bir hayat yaşamasına sebep olmaktadırlar ve bundan dolayı âhirette cezalarını göreceklerdir. [100]

 

Sebeplere Tapmak

 

İnsanların zaman zaman değişik sıkıntılarla karşılaşmaları bir gerçek olduğu gibi, bu sıkıntıların genel olarak değişik vesilelerle, değişik sebeplerle giderileceği veya giderildiği de bir gerçektir. İşte böyle durumlarda  sıkıntıyı giderecek sebepleri  sınır tanımadan  yüceltmek; bütün  bu sebepleri yaratan Allah’a,  sebeplerle eş koşmaktır.

Sebepleri ilâhlaştırmaya meyyal olan bu şirk yönelişi, oldukça yaygın olan bir yöneliştir.

 Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde zikredildiğine göre, sıkıntıya düşen insanların Allah’a yalvardıklarını ve sıkıntıları giderilince Allah’a eş koştukları beyan edilmektedir.

Nimet olarak size ulaşan ne varsa Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda ancak O’na yalvarmaktasınız. Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup Rabbine şirk koşarlar. Kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etmeleri için (öyle yaparlar). Öyleyse bir süre daha faydalanın, fakat yakında hakikati bileceksiniz.” [101]

Geçmiş tarihte yaşanan bu gibi olaylar günümüzde de sık sık yaşanmaktadır. Sebepleri yaratan Allah’a sebeplerle eş koşma, sebeplere tapınma, geçmişte ve günümüzde yaşanan yaygın bir hastalıktır. Nitekim yakın tarihte yaşanan bazı olaylar da, bu yanlış yaklaşıma örnekler niteliğindedir.

 Meselâ düşman istilâsına uğrayan herhangi bir ülkedeki insanlar yardım etmesi için Allah’a dua ediyorlar ve Allah’ın yardımıyla üstün geldikleri, zaferi kazandıkları zaman Allah’ı değil, komutanlarını yüceltip komutanlarına şükrediyorlarsa, bu insanlar Allah’ın yardımına vesile olan herhangi bir sebebi ilâhlaştırmaya çalışarak kurtuluşlarına vesile olan sebebi, helâklerine vesile olacak bir sebep durumuna getirmektedirler. Sebepleri sınır tanımadan yüceltmek, sebeplere tapmanın sebebi olmaktadır...

 Bu yönelişler, bir insanı müşrik durumuna getiren yönelişlerdir. [102]

Veya bir hastalığa yakalanan biri bu hastalıktan kurtulmak için Allah’a duâ eder, yalvarır. Allah Teâlâ o kişiyi hastalıktan bir vesileyle kurtardığında, çok büyük bir hataya düşenler de olmaktadır. O kişiye “mâşâallah iyileşmişsin” denildiğinde şöyle demekte: “falan doktor, filan kişi sâyesinde iyileştim, o doktor veya o kişi olmasaydı ben iyileşemezdim, daha kötü olurdum, ölürdüm” gibi laflar söylemekteler. Bir müslüman böyle büyük bir hataya düşmemelidir. Tabiî ki, hastalıktan kurtulmasına vesile olana teşekkür edilir, duâ edilir. Fakat “o kişi olmasa idi ben iyileşemezdim, beni o iyileştirdi” diye kesinlikle denilmemesi gerekir.

“Eğer Allah sana bir keder (üzüntü, hastalık) dokunduracak olursa onu Allah’tan başka giderecek yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse o zaman da O’nun ihsanını geri çevirecek yoktur. O hayrını ve fazlını kullarından dilediğine nasip eder. Çünkü O, çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”  [103] 

“Eğer Allah sana bir zarar verirse onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır verirse  (bunu da giderecek yoktur). Şüphesiz O her şeye kaadirdir.”[104] “Bütün iyilikler Allah’tandır.” [105] Allah’ın nasibi iledir.

Âyetlerden de açıkça görüldüğü gibi, Allah bir insana hastalık verdimi artık onu O’ndan başka giderecek yoktur.

O nasip ederse hasta iyileşir, O nasip etmezse hasta iyileşemez. Eğer hasta iyileşti ise, Allah nasip etti, diledi, birtakım vesilelerle iyileşmesini sağladı. Yapılacak şey; Allah’a şükretmek, hastalıktan veya herhangi sıkıntıdan, üzüntüden,  bir sorundan kurtulduğundan dolayı kişi Allah’a şükretmeli,  iyileşmesine veya herhangi bir sıkıntıdan kurtulmasına sebep olana da teşekkür ve duâ etmeli ve Allah’a iyi kul olabilmek için gayretini de artırmalıdır. “Bütün iyilikler Allah’tan.”

Dolayısıyla bir müslüman şöyle dememeli:

“Eğer falan kişi olmasa idi, şimdi biz hayatta olmazdık, bizi o kurtardı, varlığımızı ona borçluyuz, tek kurtarıcımız odur.” Bu şekilde o kişi yüceltilmekte ve ilâh derecesine çıkarılmaktadır.

İnsanlar birbirlerine olan sevgilerini dile getirirken dikkat etmeli, aşırıya gitmemelidir. [106]

 

Tabiata Tapmak

 

Kur’ân-ı Kerim tabiî hâdiselerin, gezegenlerin ilâh sayıldığını ve onlara tapıldığını anlatır. Tabiî hâdiseler ayrı ayrı ilâhlar kabul edilerek, bir kısmına yer ve rüzgâr, bir kısmına da denizler ilâhı gibi isimler verilmiştir.

Putperestler güneşi, ayı, yıldızları ilâh kabul edip onları birtakım isimlerle anmış, yüceltmiş ve tapmışlardır.

Güneşin, Afrika, Avustralya, Malezya, Kuzey ve Güney Amerika’da ilâhlaştırıldığı görülmüştür. Aya tapanlar, Mısır, İran, Babil, Hindistan, Yunanistan, Avustralya, Yeni Zelanda, Meksika, Batı Avrupa ve Afrika’da rastlanmaktadır. Eski Arabistan dinlerinde ay, tanrı olarak anılmaktaydı.

Yıldızlara tapınma ise Allah’ın yıldızları yaratıp yeryüzünün irâdesini onlara verdiğine, bu âlemin düzenini yıldızların sağladığına inanmaktan doğmuştur.[107]

“Eğer Allah’a ibâdet etmek istiyorsanız, güneşe ve aya (yıldızlara) secde etmeyin, onları yaratan Allah’a secde edin.”  [108]

Önceden insanlar, güneşe, aya, yıldızlara, ağaçlara, taşlara,  vb. şeylere ayrı ayrı taparlardı. Fakat günümüzde ise hepsine birden tapanları görüyoruz. Şöyle diyorlar:

“Tabiat ana, doğa gereği” Tabiatperest olan kimseler yaratılmış olan tabiatı, yaratıcı yerine koymaktadırlar. “Kâinat kendiliğinden varolmuştur” demekteler. “Tabiatta her şey kendi kendine olmakta; güneş, ay, yıldızlar kendi kendine hareket etmekte; gece, gündüz, yaz, kış ve yağmur, kar, seller, depremler hep kendiliğinden oluyor” diyorlar. Tâbiî ki, bu düşünce materyalistlerin, ateistlerin, Allah’a gereği gibi inanmayanların düşüncesidir.

Diğer ülkelerde olduğu gibi zaman zaman, yaşadığımız bu ülkede de âfetler (seller, depremler) olmaktadır. Marmara depremini yaşadık 17 Ağustos 1999’da, gece saat 03.02’de... 7,4 şiddetinde Adapazarı, İzmit, Gölcük, Körfez, Derince, Kullar, Yeniköy, Bahçelik, Yuvacık, Ulaşlı, Köseköy, Yalova, İstanbul...’da deprem oldu. Ölü sayısı 20.000, yaralı sayısı 40.000. Kimilerine göre bu sayılar daha fazla. [109]

Depremde ölenlere Allah rahmet eylesin, kalanlara ibret almayı nasip etsin. O gece uyurken saat üçte ani ses, gürültü, sallantı ile hemen uyandık. Camdan baktığımda herkes evinden dışarı çıkıyordu, biz de dışarı çıktık, herkes endişe ve korku içerisinde. Arabadaki radyodan öğrendik, büyük deprem olduğunu, evlerin yıkıldığını, enkaz altında insanların olduğunu, kurtarma ekiplerinin beklendiğini, enkaz altından bazılarının kurtarıldıklarını öğreniyoruz. Tabiî ki, çok üzücü bir âfet, sabaha kadar kimse evine girmedi. Uzmanlar “tekrar bir deprem olabilir” dediler. Bundan dolayı İstanbul’da 2-3 gün evlere girilmedi, dışarıda kalındı. Uzmanlara depremin ne zaman olacağı sorulduğunda onlar: “depremin önceden, ne zaman olacağını tespit etme imkânımız yoktur. Araştırma sonucu nerelerde deprem olabilir, anlıyoruz. Fakat ne zaman olacağını bilemiyoruz” diyorlardı.  Tabiî ki, en iyi Allah bilir, depremin nerede, ne zaman olacağını, her şeyi en iyi bilen O’dur.

“Allah  bir şeye  ‘ol!’ dedimi, o hemen oluverir.” [110]

Bu âfetler Allah’ın dilemesiyle olmakta. Bazıları ‘yok fay hattı şuradan geçiyor, orada deprem olacak, buradan geçmiyor, burada deprem olmayacak’ gibi laflar söylüyorlar. Fakat depremin nerede ne zaman olacağını en iyi bilen Allah Teâlâ’dır..

Müslümana düşen görev tedbir almak ve Allah Teâlâ’nın her türlü âfetlerden, kazalardan koruması için ona dua etmektir. 

Tabîî âfetler (felâketler, seller, depremler) neden oluyor? Materyalistlere, ateistlere göre kendi kendine oluyor. Bu kâfirler böyle desinler. Dünya ve âhirette cezasını görürler.

 Fakat müslüman kişi,  dünyada her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğunu bilmelidir. Bu âfetlerin, musîbetlerin insanların kendi yaptıkları günahlar, haksızlıklar, ahlâksızlıklar, zulümler, kötülükler yüzünden de olabileceğini Rabbimiz Allah bildiriyor: “İyilikler Allah’tan, kötülükler (musibetler) kendi günahlarınızdan olmakta.”  [111]

 “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” [112]

 Allah onların sezme, anlama ve kavrama melekelerini ellerinden aldığı için değil; onlar irâdelerini kötüye kullandıkları için hak yolundan ayrılmışlar, bâtılı tercih etmişler, dolayısıyla kendilerine zulmetmiş olurlar. Bundan dolayı Allah (c.c.)  dilediği zaman dünyada da cezasını verir.

“Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının (Şuayb peygamberin kavminin) ve (Lut kavminin başları üstüne) ters dönen şehirlerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. (İnanmadıkları için helâk oldular) Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” [113]

Âyette sözü edilen kavimlere peygamberler mucizelerle geldiler. Fakat bu kavimler, gelen peygamberleri yalanladılar. Allah Teâlâ da her birini bir felâketle helâk etti. Nuh (a.s.), kendi kavmine gönderildi. Kavmi onu inkâr edince meşhur Nuh tufanında boğulup helâk oldular. Âd kavmine Hûd Peygamber gönderildi. Onlar şiddetli rüzgâr ile helâk oldu. Semud kavmine Sâlih Peygamber gönderildi, onlar da depremle helâk oldular. Hz. İbrahim’in kavmi ise sinekle helâk oldu; Medyen halkına Şuayb Peygamber gönderilmişti, onlar ateşle helâk oldular. Şehirleri alt-üst olarak helâk olan kavim ise Lut Peygamberin kavmidir. [114] Bu kavim homoseksüellik yüzünden helâk olmuştur.

Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle suçüstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulüm etmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı. [115]

Önceki kavimlerin Allah’a isyan etmeleri peygamberlerine karşı çıkmaları, yeryüzünde büyüklenmeleri, gururlanmaları, haksızlık, ahlâksızlık, zulüm ve haktan ayrılmaları bâtıl ile iç içe olmaları nedeni ile nasıl helâk olduklarını Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de bildirmektedir. [116] Acaba Allah Teâlâ önceki kavimlerin başlarına gelen olayları, musibetleri, nasıl helâk olduklarını bize niçin, niye bildiriyor, bizimle alâkası ne? Onlar gelmiş geçmiş kavimler ve hâdiseler. İşte bunların nedenini, sebebini Allah (c.c.) Kur’an’da bizlere bildirmektedir:

“Andolsun onların  (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her şeyin açıklaması, iman eden bir toplum için bir rahmet ve bir hidâyettir.”  [117]

De ki: Yeryüzünü dolaşın ve (sizden) önce yaşamış olan (günahkâr)ların sonlarının ne olduğunu görün: Onların çoğu müşrik idi (Allah’tan başka varlıklara veya güçlere ilâhî sıfatlar yakıştırmışlardı).” [118] Yani, onlar maddî refaha ve güce taptılar. Böylece bütün mânevî değerleri yitirdiler ve sonuçta kendi kendilerinin helâk olmasına sebep oldular.[119]

 “Allah katından dönüşü olmayan bir gün (kıyâmet günü) gelmeden önce yönünü dosdoğru dine çevir! O gün insanlar bölük ayrılacaklardır. Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhine olur. İyi işler yapanlara gelince, onlar da (cennetteki) yerlerini sırf kendileri için hazırlarlar. Zira Allah’a inanıp iyi işler yapanlara kendi lütfundan karşılık verecektir. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez. Andolsun ki Biz senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de, onlara açık deliller getirdiler. (Onları dinlemeyip) günaha dalanların ise cezalarını hakkıyla vermişizdir. Mü’minlere yardım etmek de Bize hak olmuştur.” [120]  Helâk olan kavimlerin bazı ortak özellikleri: Allah’a ortak koşmak, O’nun emrine uymamak, peygambere ve mü’minlere karşı çıkmak, onları hak yolundan vazgeçirmek için baskı ve zulüm yapmak, haksız yere büyüklenmek, insanları sömürmek, cinsel sapmalar, gayr-i ahlâkî tutum ve davranışlar. Bunlar helâk olan kavimlerin helâk olmasına sebep olan hususlardır.

 Yaşadığımız toplumda daha fazlası olmaktadır. Teknolojik imkânlardan da yaralanılması ile her türlü ahlâksızlığın olması ve haksızlık, sömürü, zulüm, haktan uzak olma, bâtıl bir yaşam tarzını tercih etme, gayr-i İslâmî tutum ve davranışların olması ve savunulması, İslâmî olan yaşam biçimine karşı çıkılması, haram olan içki, kumar, zinâ gibi çirkin işlerin yaygınlaşması, haktan uzaklaşılması ile bir bozulma ve taşkınlık içerisinde olunduğunu görmek mümkün.

Önceki helâk olan kavimler mutlaka doğal sebeplerle gelen âfetler neticesinde cezalandırılmışlardır (deprem, sel, fırtına vs.). Günümüzde aşırı giden ve eski kavimlerin işlediği suçları işleyen toplumlar da benzer yöntemlerle cezalandırılabilirler. Ülkemizde de durum pek farklı değildir. Özellikle İstanbul halkı müslüman olan ülkeler arasında, eşcinsellik, cinsel sapıklık, dini inkâr etme ve alaya alma, önemsememe, sosyal adaletsizlik konularında önde gelen bir şehir olmuştur. Unutulmamalıdır ki Allah, dilediği anda dilediği insanı ya da  toplumu helâk edebilir. Ya da dilediğini dünya hayatı boyunca normal şekilde yaşatır ve âhirette azaplandırır.[121]

 

Âfetlerin Sebepleri

 

 Âyet ve hadislere baktığımızda âfetlerin sebepleri şu şekilde sıralanabilir.

1. Günahlardan Dolayı: Helâk olan kavimlerin, günahları yüzünden cezalandırıldıklarını yukarıda âyetlerle belirttik. Başa gelen musibetler günahlardan dolayı da olabilir.

2. Bir Uyarı ve İbret: Sadece seller, depremler değil; diğer musibetler ve üzücü olaylar da ibret için olabilir. “Bizim onlardan daha önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız kendilerini yola getirmedi mi Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar. Bunda elbette ki akıl sahipleri için nice ibretler vardır.” [122]

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesad belirdi, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” [123] Allah (c.c.) insanların yapmış oldukları kötülüklere karşı dünyada iken bir kısım musibetler vermekte, bu gafletten, kötü gidişattan vazgeçmeleri için bir ikaz, uyarı olsun. Olur ki kötü gidişattan dönerler. Bu uyarılara aldırmazlarsa asıl cezanın âhirette olacağını âyetten anlıyoruz.

3 İmtihan: Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

Biz sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele” [124]  Dünya hayatı bir imtihan yeri olduğundan, çeşitli şekillerde imtihana tâbi tutulmaktayız. Varlık, bolluk, sıhhat gibi çeşitli imkânlarla imtihan olduğumuz gibi, çeşitli musibetler, üzücü olaylarla da imtihan olmaktayız.

“Sabredenler müjdeler olsun” buyrulmaktadır.

4) Keffâret: Günahı örten, gideren şey demektir. Hadis-i şerifte; Ebu Hureyre (r.a.)’dan Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur:

“Müslümana fenalık, hastalık, keder, hüzün, eza, herhangi üzücü bir olay, sıkıntı oldumu, hatta vücuduna bir diken batsa Allah Teâlâ bu musibetlerden birisi sebebiyle o müslümanın suçlarını ve günahlarını örter, giderir. (Günahlarına keffâret olur).” [125] Müslümanların başına gelen musibetlerin günahlara keffâret olabileceğini bu hadisten anlıyoruz. Yine bir hadis-i şerifte:

“Mü’minin hali hayrete değer doğrusu; Zira her bir iş onun için hayırlıdır. Bu, mü’minden başka hiç kimsede yoktur. Kendisine varlık isâbet ederse şükreder; bu onun için hayır olur. Darlık isâbet ederse sabreder; bu da onun için hayır olur.” [126] 

Bir başka hadis-i şerifte Cabir bin Atik (r.a.)’dan şöyle rivâyet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.s.):

“Siz hangi şeyi şehitlik sanıyorsunuz?” buyurdu. Ashâb:

“Allah yolunda ölümü şehitlik sayıyoruz.” dediler. Rasûlullah (s.a.s.):

“Allah yolunda ölümden (yani öldürülenden) başka yedi şehitlik daha vardır:

1. Tâun (hastalığından)dan ölen şehittir,

2. Suda boğulan şehittir,

3. Zatürre hastalığından ölen şehittir,

4. Karın ağrısından ölen şehittir,

5. Yanarak ölen şehittir,

6. Yıkık altında (depremde) ölen şehittir,

7. Hâmile olarak ölen şehittir” buyurdu.[127]

Hadis-i şerifte görüldüğü gibi, depremden dolayı da ölen şehittir. Tâbiî ki mü’min olması şartıyla. “Kâfir olarak ölenlerin amelleri boşa gitmiştir.” [128]

 Müşrik, kâfir, hangi hal üzere ölürse ölsün gideceği yer cehennemdir.

Mü’min, muvahhid, müslüman olmak kaydıyla, insanın başına gelen, o anda çaresi ve tedavisi bulunmayan bir hastalık veya herhangi bir musibetten dolayı ölen kişi şehitlik mertebesine ulaşmış, Allah yolunda savaşıp şehit olan mü’min muvahhid mücâhidin ecri gibi bir ecre nâil olmuş olur... Yeter ki, iman noktasında sapasağlam olsun ve amel-i sâlihten yana  hassas davransın!... Allah yolunda mücadele üzere olup, Allah’ın emirlerine göre davranarak Allah’ı kendisinden râzı etmiş olan mü’min muvahid bir kul, hangi halde ölürse ölsün, şehit sevabına nâil olarak vefat etmiş olur...

Ebu Malik el-Eş’ari (r.a.)’nın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Her kim Allah yolunda (savaşa) çıkar da (aldığı bir yarayla) ölürse, o kimse şehittir. Yahut da atı veya devesi onu (yere çarpıp) boynunu kırar veya zehirli bir hayvan onu sokar ya da yatağında ölürse, o kimse şehittir ve onun için cennet vardır.” [129]

O mü’min muvahhid şehittir ve onun için cennet vardır. Çünkü o Allah yolundadır. [130]

 Bu tabiî âfetler (depremler) neden oluyor? [131]  Âyet ve hadislerle bunu izaha çalıştık. “Her hangi bir yerde olan deprem veya başka felâketler sadece şu sebepten oluyor” diyemeyiz. Çünkü hangi sebepten dolayı olduğunu sadece Allah Teâlâ bilir. Fakat günahlardan, isyanlardan dolayı da bu felâketlerin ve üzücü olayların, meydana gelebileceğini unutmamalıyız.

Rasûlullah  (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şüphesiz insanlar kötü (İslâma aykırı) bir şeyi görüp de men etmedikleri zaman, Allah’ın onlara umumi bir ceza vermesi çabuklaşır (veya yakınlaşır).[132] Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’an’da önceki kavimlerin helâkı günahları yüzünden olmuştur. Allah’a ortak koşmalarından, peygamberin gösterdiği yoldan gitmedikleri, gidenlere karşı çıktıkları, insanlara baskı, zulüm yaptıkları haksızlık, ahlâksızlık, hırsızlık gibi fiilleri işledikleri için helâk edilmişlerdir. Allah’ın emirlerine göre değil de, kendi hevâ ve heveslerine göre hayat sürmelerinden, gayr-i İslâmî tutum ve davranışlarını sürdürmelerinden ötürü helâk olmuşlardır.

 Günümüzde de bu sayılan hususlar ve bunları kolaylaştıran bâtıl icatlar, fazlasıyla olmaktadır. Bu kötü gidişata devam eden toplulukların başlarına her an bir musibet gelebilir.

 Başımıza gelen âfetler (seller, depremler) musibetler günahlardan dolayı da olabilir. Dolayısıyla kendimize dikkat etmeliyiz. Bu âfetlerden veya herhangi musibet ve üzücü olaylardan ibret almalı, İslâm’a uygun olanı yapmalı, İslâm’a aykırı olan şeylerden ise sakınmalıyız. Çünkü, dünya ve âhirette huzur ve mutluluk yalnız İslâm’dadır. [133]

 

 



[1] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları,  s. 635

[2] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Hikmet Neşriyat, c. 3, s. 157

[3] Nisâ: 4/116

[4] Kehf: 18/15

[5] Lokman: 31/13

[6] Zümer: 39/65

[7] Kehf: 18/110

[8] Yusuf el-Kardavi, Tevhidin Hakikati, Terc. Mustafa Özel, s. 39-40

[9] Nisâ: 4/48

[10] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 635

[11] Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, c. 1, s. 107

[12] Ankebût: 29/61-63

[13] Mehmet Alagaş, 20. yy’da Tevhid ve Şirk, s. 11-12

[14] Elmalı  H.Yazır,  Hak  Dini   Kur’an Dili, Azim Yay., c. 2,  s. 94-95

[15] Prof.  Dr.  Hayreddin  Karaman,  vdğ., İlmihal, c. 1,  s. 78. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 249-251.

[16] Mehmet Alagaş, 20. Y.Y.’da Tevhid ve Şirk, s. 23-24

[17]  Cavit Yalçın, Şirk, s. 48-49

[18] Tevbe: 9/6

[19] Bakara: 2/171

[20] Furkan: 25/43

[21] Kasas: 28/50

[22] Nâziât: 79/24

[23] Zuhruf: 43/51

[24] Ahmet Kalkan, İslâm Akaidi, s. 265

[25] Bakara: 2/170

[26] Mâide: 5/104

[27] Tevbe: 9/24

[28] Bakara: 2/165

[29] Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay. c. 1, s. 472

[30] Adiyy b. Hatem (r.a.) anlatıyor: Boynumda altından bir haç olduğu halde Rasûlullah (s.a.s.)’e geldim, Rasûlullah (s.a.s.): “Ya Adiyy, bu putu üstünden at” buyurdu. Kendisinin Tevbe Sûresinden: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini (hocalarını) ve rahiplerini rabler (ilâhlar) edindiler.” (Tevbe: 9/31) âyetini okuduğunu işittim. Buyurdu ki “Gerçi onlar, bunlara ibâdet etmiyorlardı. Fakat bunlar, herhangi bir şeyi onlara helâl kıldıkları vakit onu helâl kabul ediyorlar ve herhangi bir şeyi haram kıldıkları vakit onu haram kabul ediyorlardı.” (S.Tirmizî, K. Tefsiru’l-Kur’an, B. 10, Hds. 329; İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri Terc. c. 7, s. 3456      

[31] Dilaver Selvi, Temel İnanç Esasları, s. 126-127. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 251-255.

[32] Zümer: 39/3

[33] Zuhruf: 43/23

[34] Doç. Dr. A. Lütfi Kazancı, İslâm Akaidi, s. 55-57

[35] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri Terc. c. 8, s. 4148

[36] A.g.e., c. 8, s. 4148

[37] Tirmizî, Tefsir 19

[38] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 7, s. 305

[39] Nisâ: 4/142

[40] S. Müslim, K. Zühd, B. 5, Hds. 46

[41] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 255-259.

[42] İhlâs: 112/1-4

[43] Hüseyin K. Ece, İslâm’n Temel Kavramları, s. 640-641. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 252-60.

[44] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 349

[45] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 373

[46] Hasan Akay, İslâmî Terimler Sözlüğü, s. 260

[47] Bkz. Nisâ: 4/116. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 260- 271.

[48] Yunus: 10/18

[49] Zümer: 39/43-44

[50] Enbiyâ: 21/26-28

[51] “Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Elbette sen kabirlerdekilere (ölülere) işittiremezsin.” (Fâtır: 35/22)

“Ben (İsa) onlara ancak bana emrettiğini söyledim: benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” (Mâide: 5/117)

[52] “Hiçbir şey O’nun dengi ( vb.) değildir.” (İhlâs: 112/4)

[53]  Muhammed Kutup, Tevhid, s. 149-151

[54] Enbiyâ: 21/28

[55] Bakara: 2/255

[56] Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay. c. 2, s. 155-156

[57]S. Müslim, K. İman B. 86, Hds. 338; S. Buhârî, K. Tevhid, B. 32, Hds. 100; S. Tirmizî, K. Daavat, B. 12, Hds. 3834; S. İbn Mâce, K. Zühd, B. 37, Hds.  4307

[58] S. Tirmizî, K. Kıyame, B. 11, Hds. 2552; S. Ebû Dâvud, K. Sünnet, B. 23, Hds. 4310; S. İbn Mâce, K. Zühd, B. 37, Hds. 4310

[59] İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, s. 58

[60] Nisâ: 4/116

[61] Sebe’: 34/40

[62] Tevbe: 9/30-31

[63] Kehf; 18/110

[64] Buhârî, Enbiya 48; Darimî, Rikak 68; Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. c. 9, s.  181

[65] Nuh: 71/21-23

[66] İbn Kesir Tefsiri, Çevr. B. Karlığa, B. Çetiner, c. 14, s. 8119; Bkz. Buhârî, Tefsir 1

[67] Günümüzde insanların bazıları Allah’a iyi kul olmaya sebep olacağını düşünerek bir tarikata, şeyhe bağlanıyorlar. Fakat bazıları ise, bağlandığı o şeyhi (kişiyi) aşırı bir şekilde gözünde büyüterek onun sözlerini ve düşüncelerini tartışmasız kabul ederler. Söz ve davranışları, Kur’an ve sünnete aykırı olsa dahi, bir hikmeti vardır diye düşünürler. Bu şekilde düşünmeleri onların Allah’a yaklaşmasına değil, Allah’tan uzaklaşmasına sebep olur. Tevhidden uzaklaşıldığında Allah’a kulluk değil, şeytana kulluk yapılmış olur. Burada değerli âlimlerden, zatlardan istifade edilmez anlamı çıkmaz. Tabiî ki, bu sâlih insanların ilminden, nasihatlerinden ve kitaplarından istifade etmeli. Bizim söylemek istediğimiz, aşırıya gidilmemeli, şirke götüren aşırı yüceltme, tazimden sakınılmasıdır.

[68] Bakara: 2/165

[69] Ma’bûd; “Kendisine ibâdet edinilen, tapınılan varlık” demektir

[70] Âl-i İmrân, 3/31

[71] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay., c. 1, s. 472-473

[72] Meryem: 19/81

[73] Doç. Dr. Nedim Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s. 86-87

[74] Bkz. Nisa: 4/116

[75] Enbiya: 21/52-71

[76] Zuhruf: 43/19-20

[77] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Mekke Devri, Şamil Yay., s. 146-147

[78] İsra: 17/81

[79] Sebe: 34/49

[80] Sahih-i Buhari, K. Megazi, B. 50, Hds. 294; Sahih-i Müslüm, K. Cihad ve Siyer, B. 32, Hds. 87

[81] En’âm: 6/151

[82] M. Zahit Kotku, Ana- Baba Hakları, s. 3 – 4. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 260-271.

[83] Mehmet Alagaş, 20. Y.Y’da Tevhid ve Şirk, s. 43-44

[84] Kasas: 28/38

[85] Şûrâ: 26/29

[86]Bkz. A’râf: 7/127

[87] Ahmed Kalkan, Müslümanın Akaidi, s. 164

[88] Doç. Dr. Nedim Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s. 100

[89] Bu zâlimler insanlara nasıl zulmettiler ve sömürdüler? Geniş bilgi için bkz. Burhan Bozgeyik, Meşhur Zâlimler, Erhan Yay.; Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Nasıl Sömürüldük?, Beyan Yay.; İhsan Işık, Sömürgeciliğin Çağdaş Boyutları, Beyan Yay.

[90] A’râf: 7/44

[91] Mâide: 5/45

[92] Hûd: 11/113

[93] Nisâ: 4/117

[94] Afrodit: Yunan mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçası olarak adlandırılmıştır. Günümüzde bazı kadınlara ‘Afrodit’ yakıştırması yapmaktalar. Bir kadın televizyona çıkıyor, artist olduğunu söylüyor ve övünüp gururlanarak ‘Bana Afrodit diyorlar (güzellik tanrıçası) ne kadar mutlu oluyorum’ diyor. Tabiî ki, bununla sınırlı değil, bunu söyleyen erkekler ve söyleten kadınlar çok. Kadını ilâhlaştıran, “sana tapıyorum” diyen erkekler olduğu gibi, kendi câzibeli güzelliği ile erkekleri peşinden koşturan ve ‘bana tapıyorlar’ diye övünen bayanların olduğunu basından, tv.’den de görmekteyiz.

[95] Doç. Dr. Nadim Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s. 98-99

[96] .T.C. Anayasası 1982,  Kurtiş Matbaası, İst.1 983, Madde, 28, s. 30-31

[97]  Sanat hakkında geniş bilgi için bkz. Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, DengeYay.

[98] En’âm: 6/162

[99] Bakara: 2/165

[100] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 271-276.

[101] Nahl: 16/53-55

[102] Mehmet Alagaş, 20. Y.Y.’da Tevhid ve Şirk, s. 49-52

[103] Yunus: 10/107

[104] En’âm: 6/17

[105] Misâ:  4/79

[106] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 276-278.

[107] Doç. Dr. Nadim Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s. 105-109

[108] Fussilet: 41/37

[109] Mehmet Emin Gerger, 17 Ağustos Büyük Marmara Depremi ve Alınması Gereken Tedbirler, s. 3-4

[110] Nahl: 16/40

[111] Nisâ: 4/79

[112] Yunus: 10/44

[113] Tevbe: 9/70

[114] Prof. Dr. Hayreddin Karaman ve Diğerleri, Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, s. 197

[115] Ankebût: 29/40

[116] Geniş bilgi için  bkz. Cavit Yalçın, Kavimlerin Helâkı, Vural Yay.; M. Solmaz, İsmail Lütfü Çakan, Kur’ân-ı Kerime Göre Tevhid Mücadelesi c. 1; Kur’ân’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Hayatlarından Hisseler, Dersler ve İbretler; Afif Abdülfettah Tabbara, Terc. Ali Rıza Temel-Yahya Alkın, Gonca Yay.

[117] Yusuf: 12/111

[118] Rum: 30/42

[119] Kur’an Mesajı Meal Tefsir, Muhammed Esed, Çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, c. 2, s. 830

[120] Rûm: 30/43-47

[121] Cavit Yalçın, Kavimlerin Helâkı, s. 134. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 278-283.

[122] Enbiyâ: 21/128

[123] Rûm: 30/41

[124] Bakara: 2/155

[125] Sahih-i Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. D.İ.B.Y., c. 12, s. 61

[126] S. Müslim, K. Zühd ve’r-Rekaik, B. 13, Hds. 64;  S. Dârimî, K. Rikak, B. 61, Hds. 2780

[127] S. Ebû Dâvud, K. Cenâiz, B. 15, Hds. 3111; S. Buhârî, K. Ezan, B. 32, Hds. 48; S. Müslim, K. İmâre, B. 51, Hds. 164-165; S. İbn Mâce, K. Cihad, B. 17, Hds. 2803; S. Nesâî, K. Cihad, B. 36, Hds. 3149

[128] Zümer: 39/65

[129] Sünen-i Ebû Dâvud, Kitabu’l-Cihad, B. 14, Hds. 2499

[130] Kul Sadi Yüksel, Kelime-i Tevhid Dâvâsı, s. 199-200

[131] Depremin nasıl olduğunu jeoloji (yer bilimi) uzmanları izah etmekte; Geniş bilgi için bkz. Yeni Hayat Ansiklopedisi, c. 1, s. 1014; diğer ansiklopedilerin de deprem bölümlerine bakabilirsiniz.

[132] İbn Mâce, Fiten 20; Ebû Dâvud, Melâhim 17

[133] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 282-286.