Şirkin En
Belirgin Özelliği, Put ve Putlaştırma
Şirk: “şerike” fiilinden bir mastardır. Şirk ve aynı kökten gelen, ‘şirket,
mûşâreket’ sözlükte; mülk ve saltanata ortak olmak demektir. Bir şeyin birden
fazla kişiye ait olduğunu ifade eder. Aynı kökten gelen “eşreke” fiili ortak
koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana (şirk koşana) ise, “müşrik”
denir.[1]
Terim
anlamı ise; herhangi bir şeyi veya bir kimseyi Allah’a zâtında, sıfatlarında
veya fiillerinde denk ve ortak kılmak ve yalnız Allah’a mahsus olan ibâdete
başkalarını da ortak yapmaktır.[2]
Kur’ân-ı
Kerim’e göre şirk koşmak en büyük günah ve en büyük suçtur. Allah ile birlikte
bir ilâh edinmek, yalnız Allah’a ait olan ilâhlık vasıflarının başkalarında da
olduğunu kabul etmek, Allah’a karşı iftira olduğundan en büyük suç işlenmiş
olmaktadır. Allah (c.c) dilediği günahı affedeceğini ancak şirki
affetmeyeceğini Kur’ân-ı Kerim’de beyan ediyor:
“Hiç
şüphesiz Allah kendisine şirk koşanları bağışlamaz, bunun dışında kalanlardan
dilediğini bağışlar.” [3]
Bu
nedenle Allah (c.c.) Kur’an’ın pek çok
yerinde mü’minleri uyarmış, bu en büyük günahtan sakınmamızı buyurmuştur.
Bazı
insanlar “Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Bari bu ilâhlar konusunda açık
bir delil getirseler (Ne mümkün)! Öyle ise Allah katında yalan, iftira
uyduranlardan daha zâlim kimdir?” [4]
“Lokman,
oğluna öğüt vererek; yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk büyük bir
zulümdür” demiştir. [5]
Allah
(c.c.)’a şirk koşan müşriklerin Allah’a inanıp, yapmış oldukları iyi amellerin,
namaz, oruç, zekât, hac ve insanlara yaptıkları iyiliklerin vs. kabul
edilmeyeceğini Rabbimiz bildirmektedir.
“Andolsun
sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz senin
amellerin boşa çıkacak ve elbette sen hüsrana uğrayanlardan olacaksın.” [6] buyurulmaktadır. Şirkin olduğu yerde sâlih amel
olmaz. Çünkü amelin kabul ve sâlih olması için ihlâsla, yalnız Allah için
yapılmış olmalıdır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Kim
Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette
hiçbir şeyi ortak tutmasın.” [7] Bu
affedilmeyen bir günah halidir. [8]
“Allah
kendisine ortak koşulmasını (şirki) bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan
dilediğini (günahı) bağışlar.” [9]
Şirk olayının, küfür olayı ile birlikteliği
vardır. Aslında ‘şirk’ de bir inkârdır. Hak’tan gelen gerçeğin üzerini
örtmektir (küfürdür). Ancak ‘küfür’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz daha
kapsamlıdır. ‘Küfür’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade ederken, ‘şirk’
Allah’ı kabul ediyor görünürken, O’na ortak koşmayı birden fazla ilâh edinmeyi,
bir şeye Allah’ın özelliklerini vermeyi anlatmaktadır. [10]
‘Küfür’ ile ‘şirk’ arasında lafzî ayrılık mevcuttur. Ancak mâhiyet olarak
birbirinin aynıdır. Şirk küfürdür, yani her müşrik aynı zamanda kâfirdir.
Hanefî fukahâsı ‘Küfür tek bir millettir’ hükmünde ittifak etmiştir. [11]
Bir
insan yaratılışla ilgili bazı olayları görerek ve düşünerek ‘Allah vardır’
dese, sadece bu ikrar ve bu inanç o insanı müslüman yapmaz. Bilindiği gibi
müşrikler de yaratıcı olarak Allah’a, Allah’ın varlığına inanmaktadırlar. Fakat
müşriklerle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun,
onlara; ‘gökleri ve yeri kim yarattı, Güneşi ve Ayı kim emre âmâde kıldı?’ diye
soracak olursan ‘şüphesiz Allah’ diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da (haktan)
çevrilip döndürülüyorlar? Andolsun onlara; ‘gökten su indirilip de onunla
ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?’ diye soracak olursan ‘şüphesiz
Allah’ diyeceklerdir. De ki: ‘Hamd Allah’ındır. Hayır! Onların çoğu
akletmiyorlar (Akıllarını gereği gibi kullanmıyorlar).” [12]
Kur’ân-ı
Kerim’de zikredilen bu gibi âyet-i kerimeler, meseleye açıklık getirmektedir.
Müşrik, Allah’a inanmasına rağmen Allah’a eş koşan insandır. [13]
Müşrik
Kur’an dilinde iki anlama gelir ki, biri zâhirî diğeri hakikidir. Zâhirî müşrik
açıktan açığa Allah’a ortak koşan, birden fazla ilâh olduğu kanaatinde
olanlardır. Hakiki müşrik de görünüşte tevhide (tek Allah’a) inandıklarını
ileri sürmelerine rağmen gerçekte Allah’a ortak (şirk) koşanlardır. [14]
Müşrikler Allah’ın varlığını inkâr etmezler.
O’ndan başka da ilâh olduğunu kabul edip onlara da taparlar veya isimleri,
sıfatları, irade ve otorite sahibi olması açısından Allah’a eşdeğer güç ve
varlıklar tanırlar. [15]
İnsan;
fıtratı, yaratılışı itibarıyla bir şeylere inanmaya, bir şeyleri sevmeye veya
bir şeylerden korkmaya meyyaldir. Bu fıtrî ihtiyaçlarını muhâtap olan hak
dâvetle karşılamadıkları veya tercih etmedikleri zaman, şeytan ve dostlarının
bâtıl davetlerinden etkilenebileceklerdir. Çünkü tevhidî dâvetin muhâtap
almadığı insan fıtratını, şirkî dâvet muhâtap almakta ve tevhidî gerçeklerle
donanmayan fıtrî boşluklar, bu bâtıl dâvetle
doldurulmaktadır. [16]
Şirkin
ortaya çıkış sebebi de bu sevgi, korku, sığınma, yardım bekleme, güvenme gibi
fıtrî yaratılıştan verilmiş olan duyguların veriliş amacından saptırılıp yanlış
yönlendirilmesiyle olmaktadır. Bu duygular Rahmânî veya şeytanî doğrultuda
yönlendirilebilirler. Rahmânî tarafa yönlendirildiklerinde insanı imana,
ihlâsa, Allah’ın rızâsına götürür. Şeytanî yöne çevrildiklerinde şirke, küfre
götürür.
Çünkü
kişi, Allah’a ve O’nun istediği yöne yöneltmesi, karşılığını Allah’tan
beklemesi gereken bu tür hisleri başkalarına yöneltince, ilâhlık vasfını da
onlara yüklemiş olur. Dolayısıyla Allah’ı bırakıp da Allah’ı sever gibi sevdiği
kişiyi ya da Allah’tan korkar gibi korktuğu kimseyi veya Allah’ı unutup da
kendisinden yardım beklediği kimseyi
ilâhlaştırmış olur. Oysa sevilmeye, övülmeye, yüceltilmeye, kendisinden
korkulmaya, yardım istenilmeye, güvenilmeye gerçek anlamda lâyık olan tek
varlık Allah’tır.
Bütün
bu özellikler ilâhlık özellikleridir. Bu özellikleri, Allah’ı unutarak
yaratılmışlara vermek, bu varlıkları ilâh edinmek anlamına gelir ki şirk de
buna denir. [17]
Bazı insanların şirke girme sebepleri özet
olarak şu şekilde sıralanabilir:
1. Bilgisizlik; İnsanın şirke düşmemesi ve şirkten korunabilmesi için
gerekli imanî bilgiye ihtiyaç vardır. Bu bilgiye sahip olmadıkça şirkten
korunmak mümkün değildir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de şirk koşan müşriklerin
bilgisiz bir topluluk olduğunu beyan ediyor:
“Eğer müşriklerden biri güvence isteyip yanına
gelmek isterse, onu yanına al ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu
güvenlik içinde olacağı yere ulaştır. Bu onların elbette bilgisiz bir topluluk
olmaları nedeniyledir.” [18] Demek oluyor ki bilgisizlik şirke götüren
sebeplerdendir.
2. Aklı Kullanmamak; Allah’a şirk koşan müşriklerin, kâfirlerin
akıllarını kullanmadıklarından dolayı da şirke girdiklerini Rabbimiz Allah
Kur’ân-ı Kerim’de bildirmektedir: “Küfre sapanların durumu çobanın
haykırışını işiten ama onu yalnız bir ses ve çağırma olarak algılayan sürünün
durumuna benzer. Onlar (sanki) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; zira
akıllarını kullanmazlar.” [19]
Müşrikler akıllarını gereği gibi kullanmadıklarından dolayı gerçeği anlamazlar,
şirk içinde olduklarını düşünmezler.
3. Hevâ ve heveslere uymak ve onları ilâhlaştırmak. “Hevâ”:
Nefsin
İslâm’a ters düşen keyfî arzu, istek ve ilgilerine hevâ ve heves denir. Hevânın
ilâh edinilmesi; insanın kendi nefsinin arzu ve isteklerini Allah’ın emir ve
isteklerinden önde tutması ve kendi görüşünden başkasını beğenmemesi, kendi
keyfinin, zevkinin istediğini sınır tanımadan gerçekleştirmeye çalışmasıdır
şeklinde olur. Böylece kişi, nefsini ilâh ediniyor demektir. Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
“Hevâ
ve hevesini ilâh edineni gördün mü, ona sen mi vekil olacaksın?” [20]
“Allah’tan
bir kılavuz (doğru yolu gösterici) olmaksızın, kendi istek ve tutkularına
(hevâsına) uyandan daha sapık kim vardır?” [21]
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim de nefsini
ilâhlaştıran, diğer insanlara karşı gururlanarak onlara hükmedip onların
kendine kul olmasını arzu eden Firavunu hevâsını tanrılaştıranlara örnek
göstermektedir:
“(Firavun)
‘sizin en yüce rabbiniz benim!’ dedi.” [22]
“Firavun
kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: ‘ey kavmim Mısır’ın mülkü ve şu altında
akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” [23]
Firavun
kendi ilâhlığının herkes tarafından kabullenilmesini, kurmuş olduğu bâtıl
düzenin yıkılmaması için koymuş olduğu kanunlara uyulmasını istiyor ve bunları
dayatıyordu.
Şirk, nefsini ilâh edinenlerin, insanları
kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur.
Bu
yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için ilkelerini kendilerinin
tespit ettikleri ve başkalarının haklarını gasp üzerine kurulu şirk düzenini
isterler. Tâğutlar ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak aslında
kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk insanların insanlara kulluk
ettiği düzenin adıdır. [24]
Ancak böyle bir düzenle Hevâ ve hevesine göre yaşarlar. Bundan dolayı bâtıl fikirleri
savunanlar bu yapının değişmesini istemezler. Değişmemesi için de ellerinden
geleni yaparlar.
4. Atalarından gelen geleneklerin doğru olduğuna inanma ve halkı
atalarından kalma bâtıl inanca sevk etme:
“Ne
zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar ‘hayır, biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ ddiler. (Peki) Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?" [25] “Onlara
‘Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde ‘atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen,
doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” [26]
Müşriklerin
şirke girmesi; Allah’ın göndermiş olduğu kitabının ve peygamberin yolundan
ayrılmalarından ve atalarını şirke götüren yolları tasdik etmelerinden de
kaynaklanmaktadır.
5. Allah ve Rasûlünden çok diğer varlıkları sevmek ve onlara aşırı
bağlanmak:
“De
ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kazandığınız mallar, az kâr
getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan,
O’nun Rasûlünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın
emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar
topluluğunu hidâyete erdirmez.” [27]
“İnsanlardan
bazıları Allah’tan başka şeyleri O’na eş ve ortak tutuyorlar da onları, Allah’ı
sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha fazladır.” [28]
“Onları
Allah’ı sever gibi severler.” Onların
emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de, Allah’a isyan içinde
bulunurlar. Şüphe yok ki böyle yapmamak gerek. Gerek Allah’ı inkâr ederek,
gerek inkâr etmeden, ilâhlık mânâsında onları Allah’a ortak yapmak şirktir.
Gerçekten
servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep
sayılan kadınlar, kahramanlar, liderler gibi insanları, Allah gibi seven ve
onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, şirk konusunu,
putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder. [29]
Bazıları,
Allah’a eş koştuğu varlığı, Allah’ı sever gibi sever. Ondan Allah’tan korkar
gibi korkar. Onu Allah’ı yüceltir gibi yüceltir ve O’na hürmetini ibâdete
çevirir. Allah’a âit yetkileri ona verir; o helâli haram, haramı helâl yapsa,
boyun eğer, teslimiyet gösterir. [30]
Bazıları, şirk koştuğu varlığı (kişiyi), Allahın işlerine yardımcı görür;
Allah’ın yardımcılara ihtiyacı olduğunu, kâinatı onların desteği ile idare
ettiğini düşünür. Bazıları, şirk koştuğu varlığın kâinatın işlerinde, kendi
başına yetkili ve etkili olduğuna inanırlar. [31]
Akait
kitaplarında şirkin beş çeşidinden bahsedilir.
1) Şirk-i İstiklal: Allahu Teâlâ ile birlikte bir başka ilâh tanımak
yahut tamamen ayrı olmak üzere, bir veya birden fazla mâbudun varlığına
inanmaktır. Biri iyilik, diğeri kötülük yaratıyor diye iki ilâhın varlığına
inanan mecûsîler bu kısımdadırlar.
2) Şirk-i Teb’iz: Allahu Teâlâ’nın bir olduğunu kabul etmekle beraber,
birden fazla tanrının toplamından oluşan bir Allah kabul etmektir. Teslis
inancına sahip olan, yani Allahu Teâlâ’nın (hâşâ) Baba-Oğul-Ruhu’l-Kudüs
toplamı olmak üzere bir olduğunu iddia eden hıristiyanların inancı gibi..
3) Şirk-i Takrib: Evrenin yaratıcısının bir olduğuna inanmakla beraber,
O’na yaklaştıracağı iddiasıyla ağaçtan, taştan veya madenden yapılmış, put,
heykel ve benzeri şeylere tapmak. Peygamberimiz zamanında yaşayan câhiliyye
Arapları putlara tapmalarını böyle izah ediyorlardı. Kur’ân-ı Kerim de onların şöyle
dedikleri anlatılır:
“Allah’ı
bırakıp da kendilerine birtakım dostlar edinenler derler ki: ‘biz bunlara ancak
bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diy tapıyoruz.” [32]
4) Şirk-i Taklit: Hususi olarak
beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için kabul ettikleri
şirktir. Umumiyetle insanların çoğu, dinini seçerek değil, yetiştiği cemiyette,
o din bulunduğu için bu dine sahip olur. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Biz
atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derler.” [33]
5) Şirk-i Esbâb: Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve
müsaadesiyle değil de, kendi kendine tesirde bulunduğuna, eşyanın hakiki
müessir olduğuna inanmak. Kâinattaki her şeyi yaratan ve eşyanın özelliklerini
tayin ve takdir eden Allahu Teâlâ’dır. Ateş yakar, güneş ışık ve ısı
verir, havasız yaşamak mümkün değildir,
yemek karnı doyurur gibi. Bir müslüman bütün bunların Allahu Teâlâ’nın
yaratması, izni ve müsaadesiyle olduğuna inanır. Allah Teâlâ’yı hiç
tanımayarak, eşyaya tesir kudretini O’nun verdiğini kabul etmeyerek her şeyi
eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir.[34]
Allah Teâlâ her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Burada şirk olan husus, her şeyin sadece doğaya, tâbiata ve zahirî
(görünürdeki) sebeplerden ibaret
olduğunu (hâşâ) Allah’ın yaratması ve izniyle olmadığını, tesadüfen, kendi
kendine olduğunu düşünmek.
Bu sıralananlarla beraber şirk, iki kısma
ayrılır:
a) Açık Şirk: Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak
tanımak.
b) Gizli Şirk: Peygamberimiz (s.a.s.) Riyâyı, gizli şirk olarak
bildirmiştir.
“Sizin hakkınızda en çok korktuğum, küçük
şirktir.” ‘Küçük şirk nedir, ey Allah’ın elçisi?’ diye sorduklarında;
“Riyâdır. Allah Teâlâ kıyâmet günü amellerinin karşılıklarını verdiği
zaman riyâkârlara şöyle der: ‘dünyada kendilerine gösteri yapmakta
olduklarınıza gidin, bakın bakalım onların yanında bir karşılık bulacak
mısınız?” buyurdu. [35] Yine Allah Rasûlü (s.a.s.) bir hutbesinde şöyle buyurdu:
“Ey
insanlar bu şirkten sakınınız, muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha
gizlidir.” İçlerinden birisi şöyle
dedi: ‘Ey Allah’ın elçisi, karıncanın kımıldamasından daha gizli iken biz
O’ndan nasıl sakınırız?’ ‘Ey
Allah’ım, bile bile Sana herhangi bir şeyi şirk koşmaktan yine Sana sığınırız.
Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyiniz” buyurdu. [36]
Riyâ
lugat olarak, görmek mânâsına ru’yet kökünden gelir. “Hakikatte olmadığı halde
iyi görünmek” mânâsındadır. Dilimizdeki en yakın karşılığı gösteriştir. Dinî
bir tâbir olarak ibâdetlerde ve diğer amellerde samimiyetten uzaklığı ve
ihlâssızlığı ifade eder. Bir başka ifade ile, bir müslüman, ibâdetlerini Allah
rızası için yapmakla mükelleftir. Zekât, sadaka, yardım, güler yüz, tatlı söz
gibi her çeşitten hayırlı amelleri de Allah rızası için yapmalıdır. Amelde
Allah rızasını arama keyfiyetine ihlâs denir. İhlâsın zıddı, Riyâdır. Yani, her
çeşit ibâdet ve dinin teşvik ettiği diğer hayırlı amellerde Allah rızası değil,
dünyevî bir maksat gütmek, insanların rızasını aramak Riyâdır. “Riyâ bir nevi
şirktir. Çünkü hayırlı ameller Allah için yapılacakken, dünyevî bir menfaat
için yapılınca, o menfaat ilâh yerine konmuş olmaktadır.”
Rasûlullah
(s.a.s.) şirkin bu çeşidine yukarıda da belirttiğimiz gibi gizli şirk demiştir.
“Riyânın en azı da şirktir” buyurmuştur.
Bir
başka hadis de şöyledir:
“Kıyâmet
günü riyâkâr adama: ‘Ey fâcir, ey gaddâr, ey gösterişçi mürâi, amelin mahvoldu,
mükâfatın kayboldu, amelini kime gösteriş için yaptınsa, git ondan mükâfatını
al!” denir. [37] Rasûlullah (s.a.s.)’in Riyâya karşı uyarması
çoktur. Bunlardan biri de şöyle:
“Ümmetimin
şirke düşmesinden korkuyorum. Gerçi onlar puta tapacak değiller; güneşe, aya,
taşa tapacak değiller. Fakat amellerinde riyâkârlık yaparlar, Allah için
yapmazlar.” [38]
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz münafıklar Allah’a oyun etmeye
çalışıyorlar, halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar
namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar,
Allah’ı da pek az hatıra getirirler.” [39] Ebu
Hureyre (r.a.) dedi ki:
Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle dedi:
“Yüce
olan Allah, ben şirk koşulan her şeyden müstağnî olanım (onlardan uzağım). Her
kim bir amel yapar da onda Benden başkasını ortak yaparsa (riyâkârlık ederse)
onu ortağıyla baş başa bırakırım (amellerinin sevabından mahrum ederim).” [40]
Âyet
ve hadislerden de görüldüğü gibi yapılan ameller sadece Allah rızası için
olmalı, insanların beğenisini, takdirini kazanmak için kesinlikle olmamalı.
Çünkü eğer mükâfatı Allah’tan bekleniyorsa Allah için olmalı; yapılan
ibâdetleri, hayırları, iyilikleri insanlar beğensinler, takdir etsinler,
övsünler diye yapılırsa bu riyâdır. Riyâ da gizli şirktir, yapılan ameller
geçersizdir. Bundan dolayı sevap değil, günah kazanılır. Dolayısıyla yapılan
ameller hem Allah için, hem de insanlar için değil, sadece ve sadece Allah
rızası için olursa o amel sâlih amel olur. Böyle amelin Allah katında değeri ve
mükâfatı vardır, aksi halde değeri yoktur, azabı çoktur. [41]
Şirk,
Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasp etmek ve onları hak etmeyenlere vermektir.
Haddini aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın Rabliğini,
Melikliğini, İlâhlığını, hâkimiyetini gasp ederler. Bütün bu İlâhî özellikleri
bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra onların önünde
şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların
şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. Ancak şirkin ve müşriklerin
güçlü olduğu yerlerde ‘fesat’
yaygınlaşır, insanların huzuru bozulur.
Allah’tan
başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen
ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne Allah’ın hükümlerine aykırı olarak
boyun eğilen her şey şirktir. Bu şekilde olanlar, şüphesiz toplum içinde
tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Halbuki tevhid bu hayatî
dengeyi korumak için emredilmiştir.
Şirke
düşenler hiçbir zaman ‘Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare
ediyor’ demiyorlar. Onlar yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile
etmez. Hatta birçoğu İslâm’a, Kur’an’a saygı duyduklarını bile söylerler.
Ancak
şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun
hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde
ortak bulmak, öyle inanmaktır. Dolayısıyla hayat ait hükümleri, İlâhî ölçüleri
Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır. Bu
anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk
çeşitlerine yenileri de ilâve olmuştur.
Artık
atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, kurtarıcı liderlik, siyasal
güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen
sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar,
heykeller ve ölü kişiler birer şirk aracı haline gelme konusuna getirilmiştir.
Allah’a
inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun
yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplumun hayatına
başka inançları daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği
ölçülere aldırış etmemektedirler.
Kimi
siyasal doktrinleri Allah’ın hükümlerinin önlerine getirebilmektedirler. Çok
üstün sandıkları birtakım kişilere, Allah’tan ve O’nun isteklerinden daha fazla
değer vermektedirler. İslâm, insanın bu yanlış yoldan kurtulup tevhitle hayat
bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yalnızca O’na kulluk yapmak üzere
yaratılan insanın fıtratına uygun olan
bir konumda olmasını istiyor. İnsana düşen, Kur’an’da belirtilen;
“De
ki: O Allah tekdir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurmamıştır.
Hiçbir şey O’na denk, eş değildir” [42] gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır. [43]
Günümüzde
çoğu insan şirkin bir sapıklık, kötü bir şey olduğunu duymuştur. Fakat bunu
kendisi ile alâkalı görmez. Tarihte,
Arapları, câhiliyye devrinde taştan, tahtadan veya herhangi bir şeyden yapılmış
putlara tapan kişiler olarak düşünürler. Ancak şirk, sadece Mekkeli
müşriklerin, Hubel, Lat, Menat ve Uzza adıyla taptıkları putlarla sınırlı
değildir. Putperestlik günümüzde çok daha yaygındır.
Put:
İnsanların, Allah Teâlâ’ya yapmaları gereken ibâdet, göstermeleri gereken
saygı, sevgi ve korkuyu O’nun dışında
herhangi bir mahlûku mâbud kabul ederek, ona yönelmektir. Âyet ve hadislerde
‘sanem’ ve ‘vesen’ şeklinde de isimlendirilmektedir. ‘Sanem’ kelimesi;
‘Allah’tan başka ilâh edinilen şey’ diye tanımlanmaktadır. Bu da müşriklerin
taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah’ın nizamına ne şekilde olursa
olsun engel olan ve bu mânâda putlara, heykellere tapan kimseler de aynen
putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da
onlardan hiçbir farkları kalmaz. [44]
Put;
kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî- mânevî her şeydir; ve
bu putları bütün yönleriyle hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmaktır. [45] Put,
yalnız tapınılan resim, heykel, eşya vb. şeyler değildir. Nefis, dünya, kadın,
mal vb. şeyler de put edinilebilir. Nefsin hevâsına uymak da puta
tapmaktır. Şirk en büyük zulümdür,
Yaratan’a karşı işlenmiş en büyük cürümdür. O’ndan başka tapılan her şey put
yerine geçer ki, bu, insanın bağışlanmaz bir zulmü olur. [46]
Tabiî ki, tevbe etmezse, şirkten vazgeçmezse Allah onu bağışlamaz; bu Kur’ân-ı
Kerim’de belirtilmiştir. [47]
1. Şefaat düşüncesi ve Allah’a bu
aracılarla güya yakın olma isteği.
Câhiliyye
döneminin müşrik insanları, bir yandan Allah’a yaklaştırması dileğiyle, putlara
taparlarken, bir yandan da, onlardan şefaat istiyorlardı ki, onların
inançlarına göre putların Allah Teâlâ yanında dinlenen bir sözleri, sevilen
dostlardan oldukları için reddedilmeyen hatırları vardı.
“Onlar
Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da vermeyen putlara taparlar:
‘Bunlar Allah’ın katında bizim şefaatçılarımızdır’ derler. Ey Muhammet, de ki:
Göklerde ve yerde Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz? Allah onların ortak koşmalarından münezzeh ve
yücedir.” [48]
“Yoksa
putperestler Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: ‘Onlar bir şeye
sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?’ De ki:
‘bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır.’ Göklerin ve yerin hükümranlığı
O’nundur. Sonra O’na döneceksiniz.” [49]
Lat,
Menat, Uzza gibi putlara, Allah’ın yanında kendilerine şefaat etmeleri için
taptıkları gibi, Allah’ın kızları olmaları (onların bâtıl iddialarına göre)
sebebiyle, kabul edilir sözleri olduğu için meleklere de tapıyorlardı.
“Rahman
çocuk edindi’ dediler. Hâşâ, hayır, melekler şerefli kılınmış kullardır.
Allah’tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri ile hareket ederler. Allah
onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut
olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler.” [50]
Bazıları zannederler ki bu olay, Arap
câhiliyyetinin sona ermesiyle bitmiştir; fakat insanların hayatına bir göz
gezdirirsek görürüz ki, ölülerden gerek problemlerin halli[51] ve
gerekse Allah’ın kendilerinden râzı olması için şefaat beklenmektedir.
Şefaat
beklenmesi tıpkı aracı yapmak meselesi gibidir. Allah’la beraber işlerin
iradesinde söz hakkı olan birinin veya Allah’ın iradesine tesir edecek birinin
varlığını hayal etmekten doğuyor. Bu yanlış bir karşılaştırmadan doğmuş
kuruntudur. Allah Teâlâ’yı insanlarla kıyas etmekle (benzetmekle) bu hataya
düşüyorlar. Bakıyorlar ki, bir kral,
idareci, millet vekili, vali, belediye başkanı vs. yanında onun yakınlarından
biri aracılık yapınca işler halloluyor. İçinde bulundukları gaflet yüzünden
aynı şeyin Allah Teâlâ için olacağını düşünüyorlar. Meselâ “Meleklerin (velilerin, sâlih
insanların) Allah’a olan yakınlıkları sebebiyle sözleri muhakkak dinlenir ve
insanlar için yaptıkları şefaat kabul edilir ve böylece problemler
hallolur.” Onlar, Allah Teâlâ ile
kulları arasındaki farkı unutuyorlar. [52] Bu
kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın önünde şefaat edip de sözü dinlenecek
kimselerin olmaması mânâsına gelmez. Fakat O’nun izni olması ilk şart, sonra
şefaat edilen O’nun râzı olduğu biri olması lâzım. [53]
“Onlar
Allah’ın râzı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler.” [54]
“Göklerde
ve yerde ne varsa O’nundur. (Allah’ın) izni olmadan huzurunda şefaat edecek
olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.
Onlar ise, O’nun dilediği kadarından başka ilimden hiçbir şey kavrayamazlar.” [55]
Bu
âyeti merhum Elmalı H. Yazır, tefsirinde şöyle izah etmektedir:
“Kimin
haddi ki! Allah’ın izni olmaksızın Yüce huzurunda şefaat edebilsin, bu halde
hangi budaladır ki Allah’ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin.
Oysa Allah’ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah’tan daha çok
birlikte bulunmaya ve O’na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen
idrak etmeden İlâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak,
gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir?
Eğer
Allah bildirmemişse şefaat edecek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok
endişeye değer olmadığı nereden bilinir?
Bu hal içinde, isterse melekler, peygamberler (veliler, evliyalar)
olsun, kimdir o ki Allah’ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını
hesaplamayıp, Allah’ın kullarına Allah’tan daha çok sahip çıkma, koruma
yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak
dilerse, özel veya genel şefaate İlâhî irade çıkar da kendilerine bildirilmiş
bulunursa o başka... Demek ki Yüce Allah’ın büyüklüğünden şefaat umulmaz
değildir. Fakat şefaat de herkesten önce O’nun kendi elindedir. Ve O’nun izni
ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapsamı açılır. Ve şefaat etmesine
izin verilenler ‘kendi dilediklerine
değil, yine Allah’ın dilediklerine şefaat imkânı bulabilir’ Cenâb-ı Hak
Rasûlullah (s.a.s.)’e şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en
yüksek peygamberlik makamı ‘şefaat-ı uzmâ’ en büyük şefaat makamı olmuştur ki,
bu, makam-ı mahmuddur. [56]
Ebu
Hureyre (r.a.) şöyle dedi:
Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Her
peygamberin kabul edilmiş bir duası vardır. Her peygamber bu duasını kullandı.
Fakat ben duamı, kıyâmet gününde ümmetime şefaat için sakladım. İnşallah
ümmetimden Allah’a hiçbir şeyi ortak (şirk) koşmadan ölenlere nasip
olacaktır.” [57]
Bu
konuda birçok hadis mevcuttur. Rasûlullah (s.a.s.):
“Benim
şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir” [58]
buyurmaktadır.
“Peygamberlerin
ve bizim peygamberimizin (s.a.s.)’in şefaati günahkâr mü’minler ve onlardan
büyük günah işleyenler için hak ve sâbittir.” [59]
Hadislerde görüldüğü gibi Peygamberimiz
(s.a.s.) mü’minlere şefaat edecektir. Yukarıdaki hadis-i şerifte belirtildiği
gibi şirk koşmayan kimseler inşallah bu şefaate nâil olacaklar. Allah’a şirk
koşan, bâtıl yaşam biçimini benimseyenlerin ve İslâmî yaşam tarzına karşı
olanların şefaatten yararlanamayacakları anlaşılmaktadır.
“Allah
kendisine şirk koşanları elbette bağışlamaz, O’ndan başka günahları dilediği
kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” [60] buyrulmaktadır.
2. Aşırı Tazim ve sevgi: Kur’ân-ı Kerimde herhangi bir şeye aşırı saygılı
olma, onu büyütme, yüceltme, sonunda ilâhlaştırmaya götürdüğünden dolayı
yasaklanmış, şirk olarak belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de meleklere,
peygamberlere, din adamlarına, sâlih kişilere gösterilen aşırı hürmet, tazim
şirk olarak belirtilmektedir.
“O gün Allah, onların hepsini mahşere toplayacak,
sonra meleklere, ‘Bunlar size mi tapıyorlardı?’ diyecek.” [61]
Meleklere tapanlar âhirette bu şirklerinden dolayı hesaba çekilecekler.
“Yahudiler,‘Üzeyir
Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’
dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden
kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl
da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!”
“(Yahudiler)
Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), (Hıristiyanlar da) rahiplerini (din adamlarını) ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı)
Rabler edindiler. Halbuki hepsi de tek İlâha kulluk etmekten başka bir şeyle
emrolunmadı. O’ndan başka hiçbir ilâh
(rab) yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” [62]
Bu
âyette de peygamberi aşırı bir şekilde yüceltmeleri nedeni ile ehl-i kitabın
ilâh olarak onlara tapınmalarıyla şirk koştuklarını bildirmektedir.
“(Ey
Resûlüm) de ki; ancak ben sizin gibi bir
beşerim, bana vahyedilir. Ancak İlâhınız tek bir İlâhtır.” [63]
Peygamberimiz (s.a.s.) hadis-i şeriflerinde
şöyle beyan ediyor: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı abartarak
methettikleri gibi beni övmede aşırı gitmeyin. Ancak ben bir kulum. Öyleyse
bana Allah’ın kulu ve Rasûlü deyin” [64] buyurmaktadır.
Sâlih kişilere de aşırı tâzim ve hürmet gösterilmesi şeklindeki şirkin bu
çeşidine Kur’an ve Hadis işaret etmektedir.
“Nuh
dedi ki Rabbim doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine
sadece zarar getiren kimseye uydular; birbirinden büyük düzenler kurdular,
insanlara ‘sakın ilâhlarınızı bırakmayın, Ved, Suva, Yağüs, Yeuk ve Nesr
putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler.”
[65]
İbn
Kesir, tefsirine bu şirki şöyle izah etmektedir: İbn Abbas’dan bunların Nuh (a.s.)
zamanında tapınılan putlar olduğu rivâyet edilmiştir. İbn Cerir der ki: Yeuk ve
Nesr Âdem’le Nuh (a.s.) arasında yaşamış sâlih, iyi kimselerdi. Kendilerine
tâbi olanlar da vardı. Onlar ölünce kendilerine tâbi olan arkadaşları dediler
ki, “Onların resimlerini yaparak hatırladığımız zaman bizi ibâdete daha çok
teşvik eder.” Böylece resimlerini yaptılar. Onlar da ölünce şeytan geri
kalanlara vesvese vererek “Sizden öncekiler bunlara tapıyorlardı” dedi. Onlar
da sâlih insanların resimlerine (heykellerine) tapınmaya başladılar. [66]
Bu şekilde şirke düşmüş oldular. Tabiî ki,
sâlih insanlar, velîler kendilerine aşırı bir şekilde tazim, hürmet
gösterilmesine müsaade etmezler. Fakat cahil insanlar bu tür hatalara düşüyorlar.
[67]
Herhangi
bir şeyi Allah’ı sever gibi sevmenin yanlışlığını Kur’ân-ı Kerim beyan
etmektedir:
“İnsanların
bazısı Allah’tan başkasını Allah’a eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı
sever gibi severler.” [68] Merhum Elmalı H. Yazır, tefsirinde bu âyeti şöyle
izah etmektedir: “Onları, Allah’ı sever gibi severler.” Onların emirlerine,
yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah’a isyan içinde bulunurlar. Şüphe
yok ki böyle yapmak, gerek Allah’ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın,
ilâhlık mânâsında onları Allah’a ortak yapmaktır (şirk koşmaktır). Onları
Allah’ı sever gibi severler, onlara mâbud muâmelesi yaparlar.
Onlara
itaat etmek için Allah’a isyan ederler “Onları, Allah’ı sever gibi severler.” İfadesi,
bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri, peygamberleri mâbud[69]
derecesine çıkaranlar da dâhildir.
Bunun
için Allah’ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını
severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgileri, Allah sevgisi
derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah’ı sever
gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah’ı sevenler, Allah’ın
yolundan giden sevgili kullarını da severler ve bu sevgi ile Allah yolunda
onlara uyarlar.
“Ey
Muhammed; de ki: Eğer siz Allah’ı
seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin.”[70] Buna göre Allah’ın sevdiği kulları sevmek ve onlara
uymak şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir
zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. [71]
Sâlih kişileri severken aşırılıktan sakınılmalıdır. Bir de, Allah’ın hükümlerine, kanunlarına karşı çıkan İslâm’a
aykırı yaşam biçiminden yana olan âsi kimseleri onlarda olmayan vasıflarla yüceltmek, insan üstü bir
varlıkmış gibi onlara bu şekilde yönelmek, onları aşırı sevmek, düşüncelerini
ve yaptıkları şeyler İslâm’a aykırı dahi olsa doğru kabul etmek o kişileri
yüceltmek, putlaştırmak olduğundan şirktir.
3. Putlarda ilâhî gücün varlığına
inanma:
Müşriklerin putlardan hayır ummaları ve
kötülükleri uzaklaştırdıklarına inanmaları gösteriyor ki, onlar putlara çeşitli vasıflar vererek tapınıyorlardı.
Hatta putları terk etmekle kendilerine birçok belâ ve musibetlerin isabet
edeceğini sanıyorlardı. Böyle bir inanç, putlarda ilâhî bir gücün varlığına ve
ilâhî gücün putlara hulûl ettiğine inanmalarından kaynaklanıyordu.
Müşrikler putlara olağanüstü vasıflar vererek,
hayallerinde her şeye kadir, her şeyi bilen birer ilâh olarak görüyorlardı.
Şirkin ortaya çıkmasında, yaşamasında bu
anlayış tarzının önemli bir etkisi vardır. Çünkü puta tapan, putuna insan üstü
birtakım vasıflar atfediyor, ondan hayır ve şer geleceğini umuyordu. Onda
bağışlamak iradesi ve kudreti görüyordu. Bu düşünce bâtıl bir değerlendirmenin sonucudur.
Müşriklerin putlarda ilâhî gücün varlığına inandıklarını, Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir:
“Kendilerine
izzet ve kuvvet olsunlar diye Allah’tan başka ilâhlar edinirler” [72] buyurulmaktadır. [73]
Allah’a
ait olan sıfatlar ‘Sem’ (işitmek) “Allah
her şeyi işitir (duyar)” ‘Basar’ (Görmek) “Allah her şeyi görür.” ‘İrade’ (Dilemek) “Allah dilediğini yapar.”
‘Kudret’ (Gücü yetmek) “Allah’ın her şeye gücü yeter.”
Eksiksiz,
mükemmel şekilde sadece Alah’a ait olan bu sıfatların herhangi bir şeye veya
kişide de olduğunu düşünmek apaçık bir şirktir. Bu şekilde herhangi bir şeyi
veya kişiyi ilahlaştırmış olur ki, bu suçu işleyenler müşriktir.
Onun
için şirke götüren hususların iyi bir şekilde öğrenilmesi ve çok dikkat
edilmesi gerekir. Çünkü Allah Teala şirki affetmeceğini beyan ediyor. [74]
Hz.
İbrahim (a.s.) putları kırarak, putlara olan tavrını göstermiştir. Kur’an-ı
Kerim şöyle bildirmektedir:
“Andolsun
ki Biz, İbrahim’e de daha (buluğundan) önce doğruyu bulma kabiliyeti vermiştik.
Tabii ki Bizonu (peygamberliğe ehil olduğunu) biliyorduk. O zaman o, babasına
ve kavmine; ‘Sizin kendileri için toplan(ıp tap)tığımızbu heykeller nedir?’ demişti.
(Onlar:)
‘Babalarımızı onlara tapanlar olarak bulduk’ dediler. (İbrahim:) ‘Andolsun ki
siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi.
(Onlar)
‘Sen, bize gerçeği mi getirdin, yoksa oyun bozanlardan mısın?’ dediler.
(Oda) dedi ki: ‘Hayır! Rabbiniz, göklerin ve
yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır, ben de buna şahitlik edenlerdenim.’
Allah’a
yemin ederim ki siz arkanızı dönüp (bayrama) gittikten sonra, putlarınıza
elbette bir tuzak kuracağım.’
Derken
(onlargidince İibrahim) onları ( putları) paramparça etti. Yalnız onların
büyüdüğünü belki ona müracat ederler diye bıraktı. ( Baltayı da onun boynuna
astı).
(Onlar
dönünce:) ‘Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhahkah o zalimlerden biridir’
dediler.
‘Bunları
diline dolayan bir genci işittik; kendisine İbrahim deniliyor’ dediler.
(Nemrutçular,
putçular) ‘Onu insanların gözü önüne getirin, böylece (onunhakında) şahitlik
ederler.
(İbrahim
gelince ona:) ‘Ey İbrahim, ilahlarımıza bunu sen mi yaptın? ( Bunları sen mi
kırdın?)’ dediler.
(İbrahimde:)
Hayır, onu şu büyükleri yapmıştır! Eğer konuşuyorlarsa onlara sorun’ dedi.
Bunun
üzerine kendi vicdanlarına döndüler de (birbirlerine) ‘hakikattenden, asıl
haksız kimse sizlersiniz, sizler’ dediler. Sonra kafalarındaki (eski
inançları)na döndüler. ‘Muhakkah bunların konuşmayacaklarını sen de bilirsin’
(dediler.)
(İbrahim)
Dedi ki:
‘Öyleyse
Allah’ı bırakıp da size hiçbir şeyle fayda ve zarar vermeyecek olan şeylere mi
tapıyorsunuz?’
Yuh
size ve Allah’tan başka taptıklarınıza da! Hala akıl erdiremiyorsunuz.
(Nemrutçular
bunun üzerine) ‘Eğer bir iş yapacaksınız, yakın onu! İlahlarımıza böylece sahip
çıkın’ dediler. (Onu büyük bir ateşe attılar.) Biz de:
‘Ey
ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet üzere ol’ dedik. Ona bir tuzak kurmak
istediler. Biz de onları (dünya ve ahrette) daha fazla hüsrana uğrayanlar(dan)
kıldık.
Onu
ve Lut’u içinde alemlere bereketli kıldığımız yere (ulaştırıp) kurtardık.” [75]
İslam
tarihine baktığımızda da görürüz ki: İslam gelmeden önce putperestlik Arap
yarımadasında yaygındı, puta tapanlarçoğulukta idi. Havaya, güneşe, aya,
yıldızlara tapanlar vardı. Taş parçalarına, ağaçlara, kum tepelerine,
büyükkayalara taparlardı. Melekler, müşrüklerin nazarında Allah’ın kızları idi
ve meleklere de taparlerdı. [76]
Her
kabilenin ayrı putu vardı. Mekke’de her evde put bulundurulur, sefere çıkarken,
seferden dönerken, ilk iş, onlara el sürmek olurdu.
Kabe’ye
360 tane put yerleştirilmişti. Bunların meşhur olan büyükleri, Hubel, Lat,
Menat ve Uzza idi. Bunlara taparlardı.
Bu
putların savşlarda zaferi sağladığına, yağmurları yağdırdığına, nehirleri
meydana getirdiğine, hayrın ve şerrin kaynağı olduğuna inanırlardı. [77]
Abdullah
İbn Mesud (r.a.) şöyle demiştir: Rasullah (s.a.s.) Mekke’nin fethi günü
Kabe’nin avlusuna girdi. Kabe’nin etrafında ibadet için dikilmiş 360 put vardı.
Rasulullah (s.a.s.)elindeki değnekle bu putlara dürtmeye başladı. (Onunla
dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu ayetleri okuyordu:
“Hak geldi, batıl yok oldu” [78]
“Hak geldi, batıl ise ne (bir şeyi) ortaya
çıkarabilir, ne geri getirebilir.” [79]
Rasulullah
(s.a.s.) bu arada Mekkelilerle evlerinde bulunan putları kendi elleriyle
kırmalarını emretti. Kabe’nin duvarlarındaki meleklerin ve peygamberlerin
resimlerini de kaldırttı.[80]
Tarih
boyunca insanlar çok çeşitli şeylere tapınmışlar. Güneşe, aya, yıldızlara,
ağaçlara, taşlara, kayalara ve insanlara, hayvanlara vs. gibi şeylere
tapınmışlardır.
“De
ki: Geliniz Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayın.” [81]
Merhum
Mehmet Zahit Kotku Hoca Efendi, bu âyeti şu şekilde izah etmekte: Cenab-ı
Hakk’n kullarına haram kıldığı şeylerin başında şirk gelmekte. Şirk günahların
en büyüğüdür. Cenab-ı Hakk’a ortak koşmak, O ikidir, üçtür gibi söz söylemek;
sevgisini, korkusunu, Allah’tan
başkasına yapmak, yani asıl sevilecek Allah iken O’nu bırakıp da birisini çok
sevmek; korkulması lâzım gelen Allah iken başkalarının kuvvetlerinden korkmak
gibi. Halbuki riyânın da en ufağı bile şirktir, buyurulmaktadır. Onun için
müslümana lâzım olan Allah Teâlâ’ya hâlisane kulluk etmektir.
Haramların,
günahların, isyanın en büyüğü şirk olduğu halde, hâlâ zamanımızda Allah’tan
gayriye tapanlar hatta aydınlar,
bilgili, kültürlüler arasında bile pek çok kimseler, cemiyetler buluna gelmektedir.
[82]
İnsanların,
kendileri gibi birer mahluk olan insanlara tapmaları çok tuhaf olduğu gibi,
aynı zamanda en yaygın bir şirk türüdür. Tarihin her döneminde kendisini
ilâhlaştırmaya çalışan firavunlar ve bu firavunlara kulluk yapan köleler
olagelmiştir. Geçmiş dönemlerde bazen devlet başkanı, bazen aşiret reisi olarak
karşımıza çıkan bu firavunlar, çağımızda dinî, politik veya mâlî kimliklerle
karşımıza çıkmaktadırlar.
Allah’ın
hükümlerini hiçe sayan bir din adamı, bir politikacı veya bir patron ile
geçmişteki firavunlar arasında herhangi bir fark yoktur. Bunların hepsi az veya
çok bir insan kalabalığına tahakküm etmekte, şeytanî hükümlerle bu insanları
kendilerine kul yapmaktadırlar.[83] “Firavun dedi ki: Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilâh
tanımıyorum. (Siz de tanımayın, en büyük benim. Benim emirlerim, yasaklarım,
hükümlerim ve kanunlarım neyse ona uyun.)”
[84]
“Benden başka ilâh (hüküm koyucu) edinirsen,
and olsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim. (Sizlere çok ağır
cezalar veririm, benim koyduğum hükümlerin dışına çıkmayın).” [85]
diyerek, ömrünün sonuna kadar hükmünü sürdürmüştür.
Kendi
zulmüne boyun eğenleri, karşı çıkmayanları, kendisini destekleyenleri iyi
kişiler olarak göstermiş, fakat haksızlıklarına, zulmüne karşı çıkanları, Hz.
Mûsâ ve ona tâbi olanları ise bozguncu, kötü niyetli insanlar olarak ilan
etmiştir. [86] Günümüzde de insanlara
hükmeden zâlimler hakkı savunanları, bâtıla, haksızlığa, zulme karşı çıkanları
aynı şekilde fitne, fesat çıkaran bozguncu, kötü niyetli kişiler olarak
göstermektedirler.
Tevhid
ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır.
İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün
peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’ân-ı
Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak
durulmasıdır. Şirk sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde
koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek bunların sonucunda
Allah’ın hükümlerinden birini reddetmek dahi şirktir. [87]
Zaman
zaman insanlar, kendileri gibi birer mahluk olan diğer insanlara yüce vasıflar
vererek tapınmışlardır. Bizzat ilâh ilan edilmesi şart değildir. Hile, şiddet,
terör ve insanların zaaflarından istifade ederek bu sağlanır. Joseph Stalin,
Rusya’da bir sahte ilâh idi, ama yıkıldı gitti. Tarihte binlerce zâlim ve
despotlar kendilerini ilâh sanarak bu âlemden çekip gittiler. [88]
İnsanlara acımadılar, sömürdüler ve zulmettiler,[89]
insanların hak yolda gitmesine mâni oldular ve bâtıl bir hayat yaşamasına sebep
oldular. Tâbiî ki, yaptıkları haksızlıklar, zulümler yanlarına kâr kalacak
değildir. İşte Rabbimizin beyanı:
“Cennet
ehli, Cehennem ehline şöyle seslenecektir: ‘Biz Rabbimizin vaad ettiğini gerçek
olarak bulduk; Siz de Rabbinizin vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?’ Onlar da:
‘Evet’ derler.” Bundan sonra içlerinden seslenen biri (şöyle) seslenecektir:
“Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun!” [90]
Merhum
Said Nursi’nin dediği gibi:
“Zâlimler
için yaşasın Cehenem!” “Cennet ucuz değil, Cehennem de lüzumsuz değil.”
“Kim
Allah’ın hükmü ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin ta kendisidir.” [91]
“Zulmedenlere
en küçük bir meyil göstermeyin, yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.(yakar)” [92]
Yapılan haksızlıklar, zulümler cezasız
kalmayacaktır. Kur’ân-ı Kerim’in müşriklerin taptıkları arasında belirttiği
putlardan birisi de kadınlardır.
“Onlar
Allah’ı bırakıp da dişilere taparlar ve böyle yapmakla Allah’ı bırakıp sadece
kendisine hiç bir hayrı bulunmayan şeytana tapmış olurlar.” [93]
Eski
Arabistan dinlerinde, elin eşi Asirat, bütün tanrıların annesi, diğer tanrılar
da bu tanrının oğulları olarak görülür. Ayrıca, ilâh olan kızları bulunurdu.
Zad-Gadran, çok su veren kadın suretinde tanrı bilinirdi. Arabistan’da Menat, Lat ve Uzza’ya tanrının
kızları denilirdi. Anadolu tarihi öncesi dinlerde de kadın tanrılar, vücut
hatlarıyla çizilmiştir. Kilise, kadını insan bile kabul etmeyip, şeytan sayan
bozuk hıristiyan inancını, Batıdaki feminist hareketlerin kaynağı olarak görmek
isabetsiz sayılmaz. 1830’lara kadar Avrupa’da kadın bir pazarlama aracı olarak
görülmüştür. 1971’de kadın hakları beyannamesi çıkarıldığı halde kapitalizm
kadının vücudunu istismar ederek, ayaklar altına düşürmekten kaçınmamıştır.
Daha sonraları Freudizm, psikolojiye ve psikanalize dayanarak cinsiyet
felsefesini sistematize ederek neticeyi hızlandırmıştır. Marksizm ve Varoluşçuluk
kadını, ruhî muhtevâsından tecrit ederek ideolojilerin âleti haline
getirmiştir. Kadın, hayatın her merhalesinde istismar edilerek, insanlık
cinsiyet bunalımına sokulmuştur. Kadın şeklinde putların yapılması hep bu
ahlâkî çöküntünün hayata yansıyan bir tezâhürüdür. Müşriklerin en fazla gönül
verdikleri putları kadındır. Arapların ve eski Yunanların putlarının bir çoğu
kadın idi. [94] Bugün ise tapınma durumuna getirilen yine
kadındır. Dünyada basın ve yayının en ağırlıklı konusu en müstehcen şekliyle
kadına ayrılmaktadır. [95]
Günümüzde basın yayında müstehcenlik ön planda. Her gazete bayiinde müstehcen
gazeteler ve porno dergiler satılmakta. Bu yayınlar cinsel sağlığın ve ahlâkın
bozulmasına sebep olmaktadır.
Yetkililer bu konuda önlem almalı. Bugün için
alınan önlemler ise, porno dergiler poşet içinde satılmaktadır. Onu alanlar
poşet içerisinde kalsın diye değil, bakmak için aldığına göre, dolayısıyla
böyle önlem olur mu? Önlem alınması, bunların yayınlanmasını, satılmasını
önlemekle mümkündür.
Zaten T.C. Anayasasının 28. maddesinde basın
ve yayınla alâkalı hükümler de var: “Süreli ve süresiz yayınlar, kanunun
gösterdiği suçların soruşturma ve kovuşturmasına geçilmiş olması hallerinde
hâkim kararı ile; Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli
güvenliğin, kamu düzeninin, ‘genel ahlâkın korunması’ ve suçların önlenmesi
bakımından gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunun açıkça yetkili
kıldığı merciin emri ile toplatılabilir.
[96]
Müstehcen, erotik, porno yayınları yetkililer
isterlerse ‘genel ahlâka aykırı’
gerekçesiyle yasaklayabilirler. Ayrıca televizyonlarda gece 12’den sonra
müstehcen filmler oynatılmakta, “16 yaşından küçüklere sakıncalıdır” uyarısı
yapılmakta; 16 yaşından büyüklere sakıncalı değil mi? Tabiî ki, sakıncalı, zararlı, şehevî
duyguların artmasına, cinsel şiddet, taciz, zinâ, gayri meşrû ilişkilerin
çoğalmasına, ahlâkın bozulmasına neden olmaktadır. Rtük, tv. kanallarını genel
ahlâka ayıkırı yayınlardan dolayı da bir veya iki gün kapatıyor. Demek ki,
isterlerse tamamen yasak edebilirler. Sinemalardaki müstehcen filmler de,
İnternet kafelerde, erotik, pornografik sitelere girilmesi de çoğunlukla
serbest.
Ayrıca
CD olarak müstehcen filmler de satılmakta. Başka ahlâk bozucu olanlar,
pavyonlar, diskotekler, plajlar, genel evler vs. bunlar insanların ahlâkının
bozulmasına neden olmaktadır. Ahlâkın bozulması toplumda huzuru, güveni bozar;
yaşantıyı zorlaştırır. İnsanlar, korku, endişe içerisinde olurlar. Meselâ, kişiler
evinden ayrıldığı zaman acaba, “evim
hırsızlar tarafından soyulur mu?” Veya kızı evden çıktığı zaman biraz geç kalsa
“acaba kızım kaçırıldı mı, yoksa tacize mi uğradı, başına kötü bir şey mi
geldi?” endişesi olmaktadır.
Kişiler mağazalardan giyecek, marketlerden
yiyecek veya herhangi bir şey aldıklarında ilk akla gelen “acaba kandırıldım
mı? Aldığım şey sağlam mı, çabuk bozulur mu, yoksa çok mu pahalı oldu? Acaba
şuraya da sorsa mıydım?” gibi endişeler olmaktadır. Kişi arabasıyla trafiğe
çıksa “acaba, sarhoşun biri benim arabama çarpar mı?” Veya arabasını bir yere
park etse; “acaba teybimi alırlar mı?” diye korku içinde kalmaktadır. Kısacası
toplumun her alanında endişe ve korku söz konusu olmaktadır. Neden? Tabiî ki,
bütün bunlar ahlâkî çöküntüden kaynaklanmaktadır.
Bir
toplumda İslâm’ın her alandaki prensipleri uygulanmaz, hatta karşı çıkılırsa,
toplumda huzur, güven olmaz. İslâm coğrafyasında Batı yaşam tarzını benimsemiş
olanlar, İslâm’ın prensiplerini değil, gayr-i İslâmî prensipleri tercih ettiğinden o toplumda
huzur, güven, rahat yaşam olmaz. Olmadığı da görülmektedir. Çare, İslâm’ın her
alandaki prensiplerini uygulamakla olur. O zaman din, mal, can, nesil emniyeti
olur. Toplum maddî ve mânevî huzur, saâdet ve mutluluğa kavuşur. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, İslâm,
boyun eğmek, itaat etmek, tâbi olmak,
teslim olmak demektir. İslâm’a teslim olunursa insanı esenliğe, mutluluğa
götürür. Bir toplumda huzur, güven, mutluluk isteniyorsa, bu, o toplumda
İslâm’ın hükümlerine karşı çıkmakla değil, uygulamakla mümkündür.
Bir toplumda İslâm’a aykırı tutum ve
davranışlar arttıkça birbirlerine tapma durumuna gelen insanları televizyonda
da görüyoruz. Gazinoda, eğlence yerlerinde ses sanatçılarını dinlemeye gelen
hayranları şarkıları dinlerken kendilerinden geçiyorlar, bağırıyorlar, isimleri
ile çağırıyorlar, “sana tapıyorum, senin için ölürüm” diyorlar.
Ellerini
sanatçıya [97] değdirmek için
birbirlerini eziyorlar, ağlayanlar, bayılanlar, kendilerini jiletleyenler,
kendine zarar verenler oluyor. Sahnedeki sanatçının yanına geliyorlar,
sanatçıya sarılıp ağlıyorlar, bırakmıyorlar, korumalar zorla ayırıyor. İşte
İslâm’ın prensiplerinden uzak olanlar birbirlerine tapar hale de geliyorlar.
Birbirlerine
âşık olan bazı kızlar-erkekler sevgililerini şu şekilde dile getirmektedirler:
“Ben
seni canımdan çok seviyorum, canım sana feda olsun, sen olmazsan ben yaşayamam,
sen benim her şeyimsin, ben sana tapıyorum, sensiz hayat bana zindandır...”
Hatta şarkılara da yansımış:
“Bir tanrıya taptım, bir de sana taptım.” Bir
başka şarkıda ise, “seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet sürgün
sayılır” diyor. Bu şu demek oluyor:
Ey
sevgili! Seni o kadar çok seviyorum ki, seninle olduğumda cehennem bile bana
ödüldür, eğer sensiz cennete gitsem, benim için hiçbir önemi yok, hatta benim
için sürgün sayılır, orada sevinemem, çok üzülürüm.” Bu sözlerle, bu
yaklaşımlarla sevdiği kişiyi putlaştırmış olmaktadır. Hatta zaman zaman
birbirlerine taptıklarını dahi dile getiriyorlar. “Sana tapıyorum; yaşamım,
hayatım, her şeyim senin için” diyorlar. Tâbiî ki, bu apaçık bir şekilde kişiyi
şirke götürür. Rabbimiz şöyle söylenmesini beyan ediyor:
“De
ki: Hayatım, yaşamım, ölümüm (her şeyim) âlemlerin Rabbi Allah içindir.” [98]
Demek
ki yaşam, varlık, her şey; sevdiği kız, erkek veya herhangi bir şey için değil,
yalnız Allah için olmalı. Doğru yaşam biçimi budur.
“İnsanların
bazısı Allah’tan başkasını Allah’a eşler, benzerler edinir de onları Allah’ı
sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler, zulmedenler
azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu anlayacaklarını
keşke bilselerdi.” [99]
O
zaman insanları veya herhangi bir şeyi değil, Allah’ı çok severlerdi, O’nun
emirlerine uyarlardı, şirkten sakınırlardı.
Fakat
insanlar dünya yaşamına, câzibesine aldanarak Allah’a iyi kul olmaya yönelmek
değil, başka şeyleri gözünde büyüterek, yücelterek ona yöneliyorlar, onu elde
etmeye çalışarak Haktan ayrılıyorlar.
İşte
İslâm’a aykırı uygulamalar, insanların haktan uzaklaşmasını, bâtıl bir hayat
yaşamasını özendirmektedir. Böylece insanların bâtıl bir hayat yaşamasına sebep
olmaktadırlar ve bundan dolayı âhirette cezalarını göreceklerdir. [100]
İnsanların
zaman zaman değişik sıkıntılarla karşılaşmaları bir gerçek olduğu gibi, bu
sıkıntıların genel olarak değişik vesilelerle, değişik sebeplerle giderileceği
veya giderildiği de bir gerçektir. İşte böyle durumlarda sıkıntıyı giderecek sebepleri sınır tanımadan yüceltmek; bütün bu sebepleri yaratan Allah’a, sebeplerle eş koşmaktır.
Sebepleri
ilâhlaştırmaya meyyal olan bu şirk yönelişi, oldukça yaygın olan bir
yöneliştir.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde
zikredildiğine göre, sıkıntıya düşen insanların Allah’a yalvardıklarını ve
sıkıntıları giderilince Allah’a eş koştukları beyan edilmektedir.
“Nimet
olarak size ulaşan ne varsa Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda
ancak O’na yalvarmaktasınız. Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup
Rabbine şirk koşarlar. Kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etmeleri
için (öyle yaparlar). Öyleyse bir süre daha faydalanın, fakat yakında hakikati
bileceksiniz.” [101]
Geçmiş
tarihte yaşanan bu gibi olaylar günümüzde de sık sık yaşanmaktadır. Sebepleri
yaratan Allah’a sebeplerle eş koşma, sebeplere tapınma, geçmişte ve günümüzde
yaşanan yaygın bir hastalıktır. Nitekim yakın tarihte yaşanan bazı olaylar da,
bu yanlış yaklaşıma örnekler niteliğindedir.
Meselâ düşman istilâsına uğrayan herhangi bir
ülkedeki insanlar yardım etmesi için Allah’a dua ediyorlar ve Allah’ın
yardımıyla üstün geldikleri, zaferi kazandıkları zaman Allah’ı değil,
komutanlarını yüceltip komutanlarına şükrediyorlarsa, bu insanlar Allah’ın
yardımına vesile olan herhangi bir sebebi ilâhlaştırmaya çalışarak
kurtuluşlarına vesile olan sebebi, helâklerine vesile olacak bir sebep durumuna
getirmektedirler. Sebepleri sınır tanımadan yüceltmek, sebeplere tapmanın
sebebi olmaktadır...
Bu yönelişler, bir insanı müşrik durumuna
getiren yönelişlerdir. [102]
Veya
bir hastalığa yakalanan biri bu hastalıktan kurtulmak için Allah’a duâ eder,
yalvarır. Allah Teâlâ o kişiyi hastalıktan bir vesileyle kurtardığında, çok
büyük bir hataya düşenler de olmaktadır. O kişiye “mâşâallah iyileşmişsin” denildiğinde
şöyle demekte: “falan doktor, filan kişi sâyesinde iyileştim, o doktor veya o
kişi olmasaydı ben iyileşemezdim, daha kötü olurdum, ölürdüm” gibi laflar
söylemekteler. Bir müslüman böyle büyük bir hataya düşmemelidir. Tabiî ki,
hastalıktan kurtulmasına vesile olana teşekkür edilir, duâ edilir. Fakat “o
kişi olmasa idi ben iyileşemezdim, beni o iyileştirdi” diye kesinlikle
denilmemesi gerekir.
“Eğer
Allah sana bir keder (üzüntü, hastalık) dokunduracak olursa onu Allah’tan başka
giderecek yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse o zaman da O’nun ihsanını geri
çevirecek yoktur. O hayrını ve fazlını kullarından dilediğine nasip eder. Çünkü
O, çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” [103]
“Eğer
Allah sana bir zarar verirse onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer
sana bir hayır verirse (bunu da
giderecek yoktur). Şüphesiz O her şeye kaadirdir.”[104] “Bütün iyilikler Allah’tandır.” [105]
Allah’ın nasibi iledir.
Âyetlerden
de açıkça görüldüğü gibi, Allah bir insana hastalık verdimi artık onu O’ndan
başka giderecek yoktur.
O
nasip ederse hasta iyileşir, O nasip etmezse hasta iyileşemez. Eğer hasta
iyileşti ise, Allah nasip etti, diledi, birtakım vesilelerle iyileşmesini
sağladı. Yapılacak şey; Allah’a şükretmek, hastalıktan veya herhangi
sıkıntıdan, üzüntüden, bir sorundan
kurtulduğundan dolayı kişi Allah’a şükretmeli,
iyileşmesine veya herhangi bir sıkıntıdan kurtulmasına sebep olana da
teşekkür ve duâ etmeli ve Allah’a iyi kul olabilmek için gayretini de
artırmalıdır. “Bütün iyilikler Allah’tan.”
Dolayısıyla
bir müslüman şöyle dememeli:
“Eğer
falan kişi olmasa idi, şimdi biz hayatta olmazdık, bizi o kurtardı, varlığımızı
ona borçluyuz, tek kurtarıcımız odur.” Bu şekilde o kişi yüceltilmekte ve ilâh
derecesine çıkarılmaktadır.
İnsanlar
birbirlerine olan sevgilerini dile getirirken dikkat etmeli, aşırıya
gitmemelidir. [106]
Kur’ân-ı
Kerim tabiî hâdiselerin, gezegenlerin ilâh sayıldığını ve onlara tapıldığını
anlatır. Tabiî hâdiseler ayrı ayrı ilâhlar kabul edilerek, bir kısmına yer ve
rüzgâr, bir kısmına da denizler ilâhı gibi isimler verilmiştir.
Putperestler
güneşi, ayı, yıldızları ilâh kabul edip onları birtakım isimlerle anmış,
yüceltmiş ve tapmışlardır.
Güneşin,
Afrika, Avustralya, Malezya, Kuzey ve Güney Amerika’da ilâhlaştırıldığı
görülmüştür. Aya tapanlar, Mısır, İran, Babil, Hindistan, Yunanistan,
Avustralya, Yeni Zelanda, Meksika, Batı Avrupa ve Afrika’da rastlanmaktadır.
Eski Arabistan dinlerinde ay, tanrı olarak anılmaktaydı.
Yıldızlara
tapınma ise Allah’ın yıldızları yaratıp yeryüzünün irâdesini onlara verdiğine,
bu âlemin düzenini yıldızların sağladığına inanmaktan doğmuştur.[107]
“Eğer
Allah’a ibâdet etmek istiyorsanız, güneşe ve aya (yıldızlara) secde etmeyin,
onları yaratan Allah’a secde edin.” [108]
Önceden
insanlar, güneşe, aya, yıldızlara, ağaçlara, taşlara, vb. şeylere ayrı ayrı taparlardı. Fakat
günümüzde ise hepsine birden tapanları görüyoruz. Şöyle diyorlar:
“Tabiat
ana, doğa gereği” Tabiatperest olan kimseler yaratılmış olan tabiatı, yaratıcı
yerine koymaktadırlar. “Kâinat kendiliğinden varolmuştur” demekteler. “Tabiatta
her şey kendi kendine olmakta; güneş, ay, yıldızlar kendi kendine hareket etmekte;
gece, gündüz, yaz, kış ve yağmur, kar, seller, depremler hep kendiliğinden
oluyor” diyorlar. Tâbiî ki, bu düşünce materyalistlerin, ateistlerin, Allah’a
gereği gibi inanmayanların düşüncesidir.
Diğer
ülkelerde olduğu gibi zaman zaman, yaşadığımız bu ülkede de âfetler (seller,
depremler) olmaktadır. Marmara depremini yaşadık 17 Ağustos 1999’da, gece saat
03.02’de... 7,4 şiddetinde Adapazarı, İzmit, Gölcük, Körfez, Derince, Kullar,
Yeniköy, Bahçelik, Yuvacık, Ulaşlı, Köseköy, Yalova, İstanbul...’da deprem
oldu. Ölü sayısı 20.000, yaralı sayısı 40.000. Kimilerine göre bu sayılar daha
fazla. [109]
Depremde
ölenlere Allah rahmet eylesin, kalanlara ibret almayı nasip etsin. O gece
uyurken saat üçte ani ses, gürültü, sallantı ile hemen uyandık. Camdan
baktığımda herkes evinden dışarı çıkıyordu, biz de dışarı çıktık, herkes endişe
ve korku içerisinde. Arabadaki radyodan öğrendik, büyük deprem olduğunu,
evlerin yıkıldığını, enkaz altında insanların olduğunu, kurtarma ekiplerinin
beklendiğini, enkaz altından bazılarının kurtarıldıklarını öğreniyoruz. Tabiî
ki, çok üzücü bir âfet, sabaha kadar kimse evine girmedi. Uzmanlar “tekrar bir
deprem olabilir” dediler. Bundan dolayı İstanbul’da 2-3 gün evlere girilmedi,
dışarıda kalındı. Uzmanlara depremin ne zaman olacağı sorulduğunda onlar:
“depremin önceden, ne zaman olacağını tespit etme imkânımız yoktur. Araştırma
sonucu nerelerde deprem olabilir, anlıyoruz. Fakat ne zaman olacağını
bilemiyoruz” diyorlardı. Tabiî ki, en
iyi Allah bilir, depremin nerede, ne zaman olacağını, her şeyi en iyi bilen
O’dur.
“Allah bir şeye
‘ol!’ dedimi, o hemen oluverir.” [110]
Bu
âfetler Allah’ın dilemesiyle olmakta. Bazıları ‘yok fay hattı şuradan geçiyor,
orada deprem olacak, buradan geçmiyor, burada deprem olmayacak’ gibi laflar
söylüyorlar. Fakat depremin nerede ne zaman olacağını en iyi bilen Allah
Teâlâ’dır..
Müslümana
düşen görev tedbir almak ve Allah Teâlâ’nın her türlü âfetlerden, kazalardan koruması
için ona dua etmektir.
Tabîî
âfetler (felâketler, seller, depremler) neden oluyor? Materyalistlere,
ateistlere göre kendi kendine oluyor. Bu kâfirler böyle desinler. Dünya ve
âhirette cezasını görürler.
Fakat müslüman kişi, dünyada her şeyin Allah’ın takdiri ile
olduğunu bilmelidir. Bu âfetlerin, musîbetlerin insanların kendi yaptıkları günahlar,
haksızlıklar, ahlâksızlıklar, zulümler, kötülükler yüzünden de olabileceğini
Rabbimiz Allah bildiriyor: “İyilikler Allah’tan, kötülükler (musibetler)
kendi günahlarınızdan olmakta.” [111]
“Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle
zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” [112]
Allah onların sezme, anlama ve kavrama
melekelerini ellerinden aldığı için değil; onlar irâdelerini kötüye
kullandıkları için hak yolundan ayrılmışlar, bâtılı tercih etmişler,
dolayısıyla kendilerine zulmetmiş olurlar. Bundan dolayı Allah (c.c.) dilediği zaman dünyada da cezasını verir.
“Onlara
kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin,
Medyen halkının (Şuayb peygamberin kavminin) ve (Lut kavminin başları üstüne)
ters dönen şehirlerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler
getirmişti. (İnanmadıkları için helâk oldular) Allah onlara zulmedecek değildi,
fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” [113]
Âyette
sözü edilen kavimlere peygamberler mucizelerle geldiler. Fakat bu kavimler,
gelen peygamberleri yalanladılar. Allah Teâlâ da her birini bir felâketle helâk
etti. Nuh (a.s.), kendi kavmine gönderildi. Kavmi onu inkâr edince meşhur Nuh
tufanında boğulup helâk oldular. Âd kavmine Hûd Peygamber gönderildi. Onlar şiddetli
rüzgâr ile helâk oldu. Semud kavmine Sâlih Peygamber gönderildi, onlar da
depremle helâk oldular. Hz. İbrahim’in kavmi ise sinekle helâk oldu; Medyen
halkına Şuayb Peygamber gönderilmişti, onlar ateşle helâk oldular. Şehirleri
alt-üst olarak helâk olan kavim ise Lut Peygamberin kavmidir. [114] Bu
kavim homoseksüellik yüzünden helâk olmuştur.
“Nitekim
onlardan her birini günahları sebebiyle suçüstü yakaladık: Kiminin üzerine
taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin
dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulüm etmiyor, asıl onlar
kendilerine yazık ediyorlardı. [115]
Önceki
kavimlerin Allah’a isyan etmeleri peygamberlerine karşı çıkmaları, yeryüzünde
büyüklenmeleri, gururlanmaları, haksızlık, ahlâksızlık, zulüm ve haktan
ayrılmaları bâtıl ile iç içe olmaları nedeni ile nasıl helâk olduklarını Allah
Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de bildirmektedir. [116]
Acaba Allah Teâlâ önceki kavimlerin başlarına gelen olayları, musibetleri,
nasıl helâk olduklarını bize niçin, niye bildiriyor, bizimle alâkası ne? Onlar
gelmiş geçmiş kavimler ve hâdiseler. İşte bunların nedenini, sebebini Allah
(c.c.) Kur’an’da bizlere bildirmektedir:
“Andolsun
onların (geçmiş peygamberler ve
ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu
Kur’an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her
şeyin açıklaması, iman eden bir toplum için bir rahmet ve bir hidâyettir.” [117]
“De
ki: Yeryüzünü dolaşın ve (sizden) önce yaşamış olan (günahkâr)ların sonlarının
ne olduğunu görün: Onların çoğu müşrik idi (Allah’tan başka varlıklara veya
güçlere ilâhî sıfatlar yakıştırmışlardı).” [118]
Yani, onlar maddî refaha ve güce taptılar. Böylece bütün mânevî değerleri
yitirdiler ve sonuçta kendi kendilerinin helâk olmasına sebep oldular.[119]
“Allah katından dönüşü olmayan bir gün
(kıyâmet günü) gelmeden önce yönünü dosdoğru dine çevir! O gün insanlar bölük
ayrılacaklardır. Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhine olur. İyi işler
yapanlara gelince, onlar da (cennetteki) yerlerini sırf kendileri için
hazırlarlar. Zira Allah’a inanıp iyi işler yapanlara kendi lütfundan karşılık
verecektir. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez. Andolsun ki Biz senden önce kendi
kavimlerine nice peygamberler gönderdik de, onlara açık deliller getirdiler.
(Onları dinlemeyip) günaha dalanların ise cezalarını hakkıyla vermişizdir.
Mü’minlere yardım etmek de Bize hak olmuştur.” [120] Helâk olan
kavimlerin bazı ortak özellikleri: Allah’a ortak koşmak, O’nun emrine uymamak,
peygambere ve mü’minlere karşı çıkmak, onları hak yolundan vazgeçirmek için
baskı ve zulüm yapmak, haksız yere büyüklenmek, insanları sömürmek, cinsel
sapmalar, gayr-i ahlâkî tutum ve davranışlar. Bunlar helâk olan kavimlerin
helâk olmasına sebep olan hususlardır.
Yaşadığımız toplumda daha fazlası olmaktadır.
Teknolojik imkânlardan da yaralanılması ile her türlü ahlâksızlığın olması ve
haksızlık, sömürü, zulüm, haktan uzak olma, bâtıl bir yaşam tarzını tercih
etme, gayr-i İslâmî tutum ve davranışların olması ve savunulması, İslâmî olan
yaşam biçimine karşı çıkılması, haram olan içki, kumar, zinâ gibi çirkin
işlerin yaygınlaşması, haktan uzaklaşılması ile bir bozulma ve taşkınlık
içerisinde olunduğunu görmek mümkün.
Önceki
helâk olan kavimler mutlaka doğal sebeplerle gelen âfetler neticesinde
cezalandırılmışlardır (deprem, sel, fırtına vs.). Günümüzde aşırı giden ve eski
kavimlerin işlediği suçları işleyen toplumlar da benzer yöntemlerle
cezalandırılabilirler. Ülkemizde de durum pek farklı değildir. Özellikle
İstanbul halkı müslüman olan ülkeler arasında, eşcinsellik, cinsel sapıklık,
dini inkâr etme ve alaya alma, önemsememe, sosyal adaletsizlik konularında önde
gelen bir şehir olmuştur. Unutulmamalıdır ki Allah, dilediği anda dilediği
insanı ya da toplumu helâk edebilir. Ya
da dilediğini dünya hayatı boyunca normal şekilde yaşatır ve âhirette
azaplandırır.[121]
Âyet ve hadislere baktığımızda âfetlerin
sebepleri şu şekilde sıralanabilir.
1. Günahlardan Dolayı: Helâk olan kavimlerin, günahları yüzünden
cezalandırıldıklarını yukarıda âyetlerle belirttik. Başa gelen musibetler
günahlardan dolayı da olabilir.
2. Bir Uyarı ve İbret: Sadece seller, depremler değil; diğer musibetler ve
üzücü olaylar da ibret için olabilir. “Bizim onlardan daha önce nice
nesilleri helâk etmiş olmamız kendilerini yola getirmedi mi Halbuki onların
yurtlarında gezip dolaşırlar. Bunda elbette ki akıl sahipleri için nice
ibretler vardır.” [122]
“İnsanların
bizzat kendi işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesad belirdi, ki Allah
yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan)
dönerler.” [123] Allah (c.c.) insanların yapmış oldukları kötülüklere
karşı dünyada iken bir kısım musibetler vermekte, bu gafletten, kötü gidişattan
vazgeçmeleri için bir ikaz, uyarı olsun. Olur ki kötü gidişattan dönerler. Bu
uyarılara aldırmazlarsa asıl cezanın âhirette olacağını âyetten anlıyoruz.
3 İmtihan: Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
Biz
sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma
(fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey peygamber!) Sen sabırlı davrananları
müjdele” [124] Dünya hayatı bir imtihan yeri olduğundan,
çeşitli şekillerde imtihana tâbi tutulmaktayız. Varlık, bolluk, sıhhat gibi
çeşitli imkânlarla imtihan olduğumuz gibi, çeşitli musibetler, üzücü olaylarla
da imtihan olmaktayız.
“Sabredenler
müjdeler olsun” buyrulmaktadır.
4) Keffâret: Günahı örten, gideren şey demektir. Hadis-i şerifte;
Ebu Hureyre (r.a.)’dan Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivâyet
olunmuştur:
“Müslümana
fenalık, hastalık, keder, hüzün, eza, herhangi üzücü bir olay, sıkıntı oldumu,
hatta vücuduna bir diken batsa Allah Teâlâ bu musibetlerden birisi sebebiyle o
müslümanın suçlarını ve günahlarını örter, giderir. (Günahlarına keffâret
olur).” [125] Müslümanların
başına gelen musibetlerin günahlara keffâret olabileceğini bu hadisten
anlıyoruz. Yine bir hadis-i şerifte:
“Mü’minin
hali hayrete değer doğrusu; Zira her bir iş onun için hayırlıdır. Bu, mü’minden
başka hiç kimsede yoktur. Kendisine varlık isâbet ederse şükreder; bu onun için
hayır olur. Darlık isâbet ederse sabreder; bu da onun için hayır olur.” [126]
Bir
başka hadis-i şerifte Cabir bin Atik (r.a.)’dan şöyle rivâyet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a.s.):
“Siz
hangi şeyi şehitlik sanıyorsunuz?” buyurdu.
Ashâb:
“Allah
yolunda ölümü şehitlik sayıyoruz.” dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
“Allah
yolunda ölümden (yani öldürülenden) başka yedi şehitlik daha vardır:
1. Tâun (hastalığından)dan ölen şehittir,
2. Suda boğulan şehittir,
3. Zatürre hastalığından ölen şehittir,
4. Karın ağrısından ölen şehittir,
5. Yanarak ölen şehittir,
6. Yıkık altında (depremde) ölen şehittir,
7. Hâmile olarak ölen şehittir” buyurdu.[127]
Hadis-i
şerifte görüldüğü gibi, depremden dolayı da ölen şehittir. Tâbiî ki mü’min
olması şartıyla. “Kâfir olarak ölenlerin amelleri boşa gitmiştir.” [128]
Müşrik, kâfir, hangi hal üzere ölürse ölsün
gideceği yer cehennemdir.
Mü’min,
muvahhid, müslüman olmak kaydıyla, insanın başına gelen, o anda çaresi ve
tedavisi bulunmayan bir hastalık veya herhangi bir musibetten dolayı ölen kişi
şehitlik mertebesine ulaşmış, Allah yolunda savaşıp şehit olan mü’min muvahhid
mücâhidin ecri gibi bir ecre nâil olmuş olur... Yeter ki, iman noktasında
sapasağlam olsun ve amel-i sâlihten yana
hassas davransın!... Allah yolunda mücadele üzere olup, Allah’ın
emirlerine göre davranarak Allah’ı kendisinden râzı etmiş olan mü’min muvahid
bir kul, hangi halde ölürse ölsün, şehit sevabına nâil olarak vefat etmiş
olur...
Ebu
Malik el-Eş’ari (r.a.)’nın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Her
kim Allah yolunda (savaşa) çıkar da (aldığı bir yarayla) ölürse, o kimse
şehittir. Yahut da atı veya devesi onu (yere çarpıp) boynunu kırar veya zehirli
bir hayvan onu sokar ya da yatağında ölürse, o kimse şehittir ve onun için
cennet vardır.” [129]
O
mü’min muvahhid şehittir ve onun için cennet vardır. Çünkü o Allah yolundadır. [130]
Bu tabiî âfetler (depremler) neden oluyor? [131] Âyet ve hadislerle bunu izaha çalıştık. “Her
hangi bir yerde olan deprem veya başka felâketler sadece şu sebepten oluyor”
diyemeyiz. Çünkü hangi sebepten dolayı olduğunu sadece Allah Teâlâ bilir. Fakat
günahlardan, isyanlardan dolayı da bu felâketlerin ve üzücü olayların, meydana
gelebileceğini unutmamalıyız.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Şüphesiz
insanlar kötü (İslâma aykırı) bir şeyi görüp de men etmedikleri zaman, Allah’ın
onlara umumi bir ceza vermesi çabuklaşır (veya yakınlaşır).” [132]
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’an’da önceki kavimlerin helâkı günahları
yüzünden olmuştur. Allah’a ortak koşmalarından, peygamberin gösterdiği yoldan
gitmedikleri, gidenlere karşı çıktıkları, insanlara baskı, zulüm yaptıkları
haksızlık, ahlâksızlık, hırsızlık gibi fiilleri işledikleri için helâk
edilmişlerdir. Allah’ın emirlerine göre değil de, kendi hevâ ve heveslerine
göre hayat sürmelerinden, gayr-i İslâmî tutum ve davranışlarını
sürdürmelerinden ötürü helâk olmuşlardır.
Günümüzde de bu sayılan hususlar ve bunları
kolaylaştıran bâtıl icatlar, fazlasıyla olmaktadır. Bu kötü gidişata devam eden
toplulukların başlarına her an bir musibet gelebilir.
Başımıza gelen âfetler (seller, depremler)
musibetler günahlardan dolayı da olabilir. Dolayısıyla kendimize dikkat
etmeliyiz. Bu âfetlerden veya herhangi musibet ve üzücü olaylardan ibret
almalı, İslâm’a uygun olanı yapmalı, İslâm’a aykırı olan şeylerden ise
sakınmalıyız. Çünkü, dünya ve âhirette huzur ve mutluluk yalnız İslâm’dadır. [133]
[1] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 635
[2] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Hikmet Neşriyat, c. 3,
s. 157
[3] Nisâ: 4/116
[4] Kehf: 18/15
[5] Lokman: 31/13
[6] Zümer: 39/65
[7] Kehf: 18/110
[8] Yusuf el-Kardavi, Tevhidin Hakikati, Terc. Mustafa
Özel, s. 39-40
[9] Nisâ: 4/48
[10] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 635
[11] Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, c. 1, s. 107
[12] Ankebût: 29/61-63
[13] Mehmet Alagaş, 20. yy’da Tevhid ve Şirk, s. 11-12
[14] Elmalı H.Yazır,
Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay., c. 2, s. 94-95
[15] Prof. Dr. Hayreddin
Karaman, vdğ., İlmihal, c.
1, s. 78. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği
Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 249-251.
[16] Mehmet Alagaş, 20. Y.Y.’da Tevhid ve Şirk, s. 23-24
[17] Cavit Yalçın,
Şirk, s. 48-49
[18] Tevbe: 9/6
[19] Bakara: 2/171
[20] Furkan: 25/43
[21] Kasas: 28/50
[22] Nâziât: 79/24
[23] Zuhruf: 43/51
[24] Ahmet Kalkan, İslâm Akaidi, s. 265
[25] Bakara: 2/170
[26] Mâide: 5/104
[27] Tevbe: 9/24
[28] Bakara: 2/165
[29] Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay.
c. 1, s. 472
[30] Adiyy b. Hatem (r.a.) anlatıyor: Boynumda altından bir
haç olduğu halde Rasûlullah (s.a.s.)’e geldim, Rasûlullah (s.a.s.): “Ya
Adiyy, bu putu üstünden at” buyurdu. Kendisinin Tevbe Sûresinden: “Onlar,
Allah’ı bırakıp bilginlerini (hocalarını) ve rahiplerini rabler (ilâhlar)
edindiler.” (Tevbe: 9/31) âyetini okuduğunu işittim. Buyurdu ki “Gerçi
onlar, bunlara ibâdet etmiyorlardı. Fakat bunlar, herhangi bir şeyi onlara
helâl kıldıkları vakit onu helâl kabul ediyorlar ve herhangi bir şeyi haram
kıldıkları vakit onu haram kabul ediyorlardı.” (S.Tirmizî, K.
Tefsiru’l-Kur’an, B. 10, Hds. 329; İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri
Terc. c. 7, s. 3456
[31] Dilaver Selvi, Temel İnanç Esasları, s. 126-127.
Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2005: 251-255.
[32] Zümer: 39/3
[33] Zuhruf: 43/23
[34] Doç. Dr. A. Lütfi Kazancı, İslâm Akaidi, s. 55-57
[35] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri Terc. c.
8, s. 4148
[36] A.g.e., c. 8, s. 4148
[37] Tirmizî, Tefsir 19
[38] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı
Tercüme ve Şerhi, c. 7, s. 305
[39] Nisâ: 4/142
[40] S. Müslim, K. Zühd, B. 5, Hds. 46
[41] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 255-259.
[42] İhlâs: 112/1-4
[43] Hüseyin K. Ece, İslâm’n Temel Kavramları, s. 640-641.
Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2005: 252-60.
[44] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 349
[45] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 373
[46] Hasan Akay, İslâmî Terimler Sözlüğü, s. 260
[47] Bkz. Nisâ: 4/116. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve
İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 260- 271.
[48] Yunus: 10/18
[49] Zümer: 39/43-44
[50] Enbiyâ: 21/26-28
[51] “Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine
işittirir. Elbette sen kabirlerdekilere (ölülere) işittiremezsin.” (Fâtır: 35/22)
“Ben (İsa) onlara ancak
bana emrettiğini söyledim: benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a
kulluk edin. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni
vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi
hakkıyla görensin.” (Mâide: 5/117)
[52] “Hiçbir şey O’nun dengi ( vb.) değildir.”
(İhlâs: 112/4)
[53] Muhammed Kutup,
Tevhid, s. 149-151
[54] Enbiyâ: 21/28
[55] Bakara: 2/255
[56] Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay.
c. 2, s. 155-156
[57]S. Müslim, K. İman B. 86, Hds. 338; S. Buhârî, K.
Tevhid, B. 32, Hds. 100; S. Tirmizî, K. Daavat, B. 12, Hds. 3834; S. İbn Mâce,
K. Zühd, B. 37, Hds. 4307
[58] S. Tirmizî, K. Kıyame, B. 11, Hds. 2552; S. Ebû Dâvud,
K. Sünnet, B. 23, Hds. 4310; S. İbn Mâce, K. Zühd, B. 37, Hds. 4310
[59] İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, s. 58
[60] Nisâ: 4/116
[61] Sebe’: 34/40
[62] Tevbe: 9/30-31
[63] Kehf; 18/110
[64] Buhârî, Enbiya 48; Darimî, Rikak 68; Buhârî, Tecrid-i
Sarih Terc. c. 9, s. 181
[65] Nuh: 71/21-23
[66] İbn Kesir Tefsiri, Çevr. B. Karlığa, B. Çetiner, c.
14, s. 8119; Bkz. Buhârî, Tefsir 1
[67] Günümüzde insanların bazıları Allah’a iyi kul olmaya
sebep olacağını düşünerek bir tarikata, şeyhe bağlanıyorlar. Fakat bazıları
ise, bağlandığı o şeyhi (kişiyi) aşırı bir şekilde gözünde büyüterek onun
sözlerini ve düşüncelerini tartışmasız kabul ederler. Söz ve davranışları,
Kur’an ve sünnete aykırı olsa dahi, bir hikmeti vardır diye düşünürler. Bu
şekilde düşünmeleri onların Allah’a yaklaşmasına değil, Allah’tan uzaklaşmasına
sebep olur. Tevhidden uzaklaşıldığında Allah’a kulluk değil, şeytana kulluk
yapılmış olur. Burada değerli âlimlerden, zatlardan istifade edilmez anlamı
çıkmaz. Tabiî ki, bu sâlih insanların ilminden, nasihatlerinden ve
kitaplarından istifade etmeli. Bizim söylemek istediğimiz, aşırıya gidilmemeli,
şirke götüren aşırı yüceltme, tazimden sakınılmasıdır.
[68] Bakara: 2/165
[69] Ma’bûd; “Kendisine ibâdet edinilen, tapınılan varlık”
demektir
[70] Âl-i İmrân, 3/31
[71] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay., c.
1, s. 472-473
[72] Meryem: 19/81
[73] Doç. Dr. Nedim Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s. 86-87
[74] Bkz. Nisa: 4/116
[75] Enbiya: 21/52-71
[76] Zuhruf: 43/19-20
[77] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Mekke Devri, Şamil Yay.,
s. 146-147
[78] İsra: 17/81
[79] Sebe: 34/49
[80] Sahih-i Buhari, K. Megazi, B. 50, Hds. 294; Sahih-i
Müslüm, K. Cihad ve Siyer, B. 32, Hds. 87
[81] En’âm: 6/151
[82] M. Zahit Kotku, Ana- Baba Hakları, s. 3 – 4. Süleyman
Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005:
260-271.
[83] Mehmet Alagaş, 20. Y.Y’da Tevhid ve Şirk, s. 43-44
[84] Kasas: 28/38
[85] Şûrâ: 26/29
[86]Bkz. A’râf: 7/127
[87] Ahmed Kalkan, Müslümanın Akaidi, s. 164
[88] Doç. Dr. Nedim Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s. 100
[89] Bu zâlimler insanlara nasıl zulmettiler ve sömürdüler?
Geniş bilgi için bkz. Burhan Bozgeyik, Meşhur Zâlimler, Erhan Yay.; Prof. Dr.
İhsan Süreyya Sırma, Nasıl Sömürüldük?, Beyan Yay.; İhsan Işık, Sömürgeciliğin
Çağdaş Boyutları, Beyan Yay.
[90] A’râf: 7/44
[91] Mâide: 5/45
[92] Hûd: 11/113
[93] Nisâ: 4/117
[94] Afrodit: Yunan mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçası
olarak adlandırılmıştır. Günümüzde bazı kadınlara ‘Afrodit’ yakıştırması
yapmaktalar. Bir kadın televizyona çıkıyor, artist olduğunu söylüyor ve övünüp
gururlanarak ‘Bana Afrodit diyorlar (güzellik tanrıçası) ne kadar mutlu
oluyorum’ diyor. Tabiî ki, bununla sınırlı değil, bunu söyleyen erkekler ve
söyleten kadınlar çok. Kadını ilâhlaştıran, “sana tapıyorum” diyen erkekler
olduğu gibi, kendi câzibeli güzelliği ile erkekleri peşinden koşturan ve ‘bana
tapıyorlar’ diye övünen bayanların olduğunu basından, tv.’den de görmekteyiz.
[95] Doç. Dr. Nadim Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s. 98-99
[96] .T.C. Anayasası 1982,
Kurtiş Matbaası, İst.1 983, Madde, 28, s. 30-31
[97] Sanat hakkında
geniş bilgi için bkz. Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, DengeYay.
[98] En’âm: 6/162
[99] Bakara: 2/165
[100] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 271-276.
[101] Nahl: 16/53-55
[102] Mehmet Alagaş, 20. Y.Y.’da Tevhid ve Şirk, s. 49-52
[103] Yunus: 10/107
[104] En’âm: 6/17
[105] Misâ: 4/79
[106] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 276-278.
[107] Doç. Dr. Nadim Macit, Şirk ve Müşrik Toplum, s.
105-109
[108] Fussilet: 41/37
[109] Mehmet Emin Gerger, 17 Ağustos Büyük Marmara Depremi ve
Alınması Gereken Tedbirler, s. 3-4
[110] Nahl: 16/40
[111] Nisâ: 4/79
[112] Yunus: 10/44
[113] Tevbe: 9/70
[114] Prof. Dr. Hayreddin Karaman ve Diğerleri, Kur’ân-ı
Kerim ve Açıklamalı Meâli, s. 197
[115] Ankebût: 29/40
[116] Geniş bilgi için
bkz. Cavit Yalçın, Kavimlerin Helâkı, Vural Yay.; M. Solmaz, İsmail
Lütfü Çakan, Kur’ân-ı Kerime Göre Tevhid Mücadelesi c. 1; Kur’ân’da
Peygamberler ve Peygamberimiz, Hayatlarından Hisseler, Dersler ve İbretler;
Afif Abdülfettah Tabbara, Terc. Ali Rıza Temel-Yahya Alkın, Gonca Yay.
[117] Yusuf: 12/111
[118] Rum: 30/42
[119] Kur’an Mesajı Meal Tefsir, Muhammed Esed, Çev. Cahit
Koytak-Ahmet Ertürk, c. 2, s. 830
[120] Rûm: 30/43-47
[121] Cavit Yalçın, Kavimlerin Helâkı, s. 134. Süleyman
Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005:
278-283.
[122] Enbiyâ: 21/128
[123] Rûm: 30/41
[124] Bakara: 2/155
[125] Sahih-i Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. D.İ.B.Y., c. 12,
s. 61
[126] S. Müslim, K. Zühd ve’r-Rekaik, B. 13, Hds. 64; S. Dârimî, K. Rikak, B. 61, Hds. 2780
[127] S. Ebû Dâvud, K. Cenâiz, B. 15, Hds. 3111; S. Buhârî,
K. Ezan, B. 32, Hds. 48; S. Müslim, K. İmâre, B. 51, Hds. 164-165; S. İbn Mâce,
K. Cihad, B. 17, Hds. 2803; S. Nesâî, K. Cihad, B. 36, Hds. 3149
[128] Zümer: 39/65
[129] Sünen-i Ebû Dâvud, Kitabu’l-Cihad, B. 14, Hds. 2499
[130] Kul Sadi Yüksel, Kelime-i Tevhid Dâvâsı, s. 199-200
[131] Depremin nasıl olduğunu jeoloji (yer bilimi) uzmanları
izah etmekte; Geniş bilgi için bkz. Yeni Hayat Ansiklopedisi, c. 1, s. 1014;
diğer ansiklopedilerin de deprem bölümlerine bakabilirsiniz.
[132] İbn Mâce, Fiten 20; Ebû Dâvud, Melâhim 17
[133] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 282-286.