NEFSİN, ŞEYTANIN İNSANLARA OLAN ZARARLARI VE BU ZARARLARDAN
KORUNMANIN YOLLARI
Şeytanın Günahları Süslü Göstermesi
Şeytanın, Müslümanların Arasını Açması
Şeytanın Karı-Koca Arasını Açması
Şeytanın Ana-Baba İle Çocukların Arasını Açması
İnsanların
kötülüklerinin, ahlâksızlıklarının, günahlarının kaynağı nefis ve şeytandır.
İnsanın zayıf bir yerini bulup, o kişiye kötülük yaptırmaya, başını derde
sokmaya, günahlara götürmeye ve böylece onu çok kötü bir duruma düşürmeye
uğraşır.
Kişilerin
kâfir, müşrik, münâfık, fâsık veya zâlim olmasında nefs-i emmârenin
ve şeytanın çok büyük katkısı vardır.
Yanlışlıkların,
huzursuzlukların, kavgaların, cinayetlerin ve bütün kötülüklerin yapılmasında
nefis ve şeytanın rolü vardır. İnsanlara
maddî ve mânevî çok büyük zararlar vermekte ve böylece dünya ve âhirette
insanların perişan olmalarına sebep olmaktadır. Nasıl ki yaşadığımız toplumda,
insanın bir düşmanı olduğunda onun vereceği zarardan korunmak için tedbir almak
gerekir. Düşmanı olduğunu bilmiyorsa o zaman tedbir almaya
ihtiyaç hissetmez. Fakat düşmanı varsa, düşmanın tedbirsiz olan kişiye
zarar vermesi çok kolay olur.
Dolayısıyla nefis ve şeytan, insanlara zarar veren düşman olduğuna göre,
onların da zararlarından korunmak için tedbir almak gerekmez mi? Tabiî ki
gerekir. Tedbir almak da onların nasıl zarar verdiklerini öğrenip gereğini
yapmakla mümkündür.
Nefs;
sözlükte, bir şeyin zâtı ve kendisi demektir. Can, ruh, kalp mânâsına da gelir.
Şeriat ilminde ise şehvet (cinsel ve her
türlü aşırı arzu, istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan insanın içindeki mânevî kuvvete de nefs denir.[1] Nefse
“içgüdü” de denmektedir.
Nefs-i
Emmâre; Dünya lezzetlerine meyletmesi, şiddetle istemesidir. “Emmare” tâbiri,
fazlasıyla emreden, ısrarla isteyen demektir. Cinsî arzular, yemek, içmek,
giyinmek, süslenmek, gezmek, eğlenmek gibi vücudun bütün isteklerine şâmildir.
Kur’ân-ı Kerim’de nefs-i emmâre hakkında şöyle
buyurulmuştur:
“Muhakkak
nefis, olanca şiddetiyle daima kötülüğü
emreder...” [2]
Nefs-i Emâre, haram-helâl gözetmeden gördüğü
ve istediği şeylerden hoşuna giden şeylerin hemen elde edilmesini, isteklerinin
ve arzularının derhal yerine getirilmesini ister. Hiçbir sınır (haram-helâl)
tanımadan her istediğine kavuşmak ister. İşte kötülenen nefis, insanın amansız
düşmanı olan bu nefs-i emmâredir.
Allah
Teâlâ, insanların yaşayabilmesi, kendilerini koruyabilmesi ve asıl imtihan için
insanda nefis (şehvet ve öfke kuvveti) yaratmış, ayrıca şeytanı da insana
musallat eylemiştir. Elbette bunda büyük hikmetler vardır.
İnsanoğluna
akıl, fikir vermiş böylece insanı imtihana tâbi tutmuştur:
“O Allah ki; hanginizin daha güzel, iyi
amel ve davranışlarda bulunacağınızı imtihan etmek için, ölümü ve hayatı
yarattı.” [3]
buyrulmaktadır.
Nefis
insanda bütün kötü arzularının ve isteklerinin
hemen tatbikini isteyen, kötülükleri yapmasını emreden, günah olan
şeyleri yapması için kolaylık ve hafiflik, sevap olan şeyleri de yapmaması için
ağırlık ve zorluk veren; benlik (kendini üstün görme), şöhret, hırs, kin,
kibir, gurur, haset duygusu ve arzusu veren bir iç yönelimi ve bir istekler ve
arzular manzumesidir.
İşte
onun içindir ki; nefis insanın en tehlikeli düşmanıdır. Nefsin düşmanlığı
şeytandan daha şiddetlidir ve tehlikesi ondan daha çoktur. Çünkü nefis insanın
en şiddetli düşmanı olduğu halde sahibi tarafından sevilmektedir. Nefis
içeriden öyle bir hırsızdır ki, evi soyar da kimseye belli etmez. Öyle bir
düşmandır ki, ölünceye kadar insandan ayrılmaz. Çok kere şeytana yataklık eder,
onunla birleşerek insanı felâketlere, günahlara götürür.[4]
Bundan dolayı İslâm’da, nefsin kötü arzularından korunmak için nefisle mücadele
vardır. Fakat nefsi öldürmek diye bir şey yoktur. İnsan, ölünceye kadar nefsin kötü arzuları[5] ve
şeytanın düşmanlığı devam eder.[6] Allah
Teâlâ şöyle buyurur: “Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” [7] İnsan
ölünceye kadar, nefs-i emmâre ve şeytan, insanların Allah’a kulluk görevlerini
yerine getirmeye mâni olmaya çalışır. Bu sebeple ölüm gelinceye kadar, nefsin
kötü isteklerine ve şeytanın aldatmasına karşı dikkatli olmak gerekir. Hevâdan
(kötü arzulardan) korunmanın önemini Allah Teâlâ şöyle bildirmektedir:
“Nefsini
kötülüklerden arındıran (koruyan) kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de
ziyana uğramıştır.” [8]
‘Nefs’,
tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî
güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani
isteklerin merkezidir.
İnsan,
şekil yani cisim (beden) ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın
ruhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere
ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendirdiği ve çıktığı yerdir. Nefsin
istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak
nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. [9]
İşte
dünya hayatı bir imtihan yeri olduğundan, bunu iyi bir şekilde anlayıp, Allah
ve Rasûlü’nün emirlerini dinleyerek, nefsin kötü arzularına, şeytanın
aldatmasına kapılmadan kendisine verilmiş olan şehvet ve öfke kuvvetini insan,
aklının ve mantığının ışığı altında meşrû şekilde kullanmalıdır.
Rasûlullah
(s.a.s.) bir sahâbîye hitâben:
“Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Müsafirin de
senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin
senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver ” [10] buyurmuştur.
İnsan
nefsini İslâm’ın yasaklamadığı, serbest ettiği şeylerde tatmin etmeli. Eğer
nefsin istekleri ve arzuları İslâm’a uygunsa bu yerine getirilebilir, fakat bu
istekler İslâm’a aykırı ise kesinlikle yerine getirilmemeli, nefsin kötü
istekleriyle mücadele etmeli ki, imtihanı kazanmak mümkün olsun.
Rasûlullah
(s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde: “Allah’ım, huşû duymaz bir kalpten, kabul
olmayan duâdan, faydası olmayan ilimden, doymak bilmeyen nefisten Sana
sığınırım” [11] diye duâda bulunmuştur.
Nefis
Allah’ın kendisine helâl kıldığı şeylerle yetinmeyip, iyi, kötü, haram, günah
olan şeyleri de arzu ederek doymak bilmeyen bir arayış içindedir. Bu şekilde
kişiyi günahlara götürmektedir. Dolayısıyla, kişi her aklına geleni, nefsinin
her istediğini değil; helâl, câiz olanı yapmalıdır.
“Hele
şu günahı işleyeyim, nefsim doysun, bir daha gerek duymam” düşüncesi, şeytanî
bir düşüncedir. Çünkü nefis doymaz, günah işledikçe, zevk aldıkça, tekrar
tekrar ister. “Nefsin kötü istekleri, öyle bir canavardır ki, ona isteklerini
verdikçe doyacak yerde daha da acıkır.” Çare nefsin İslâm’a aykırı isteklerine
karşı mücadele ederek onu yerine getirmemektir.
Nefis
insanın en büyük ve sinsi düşmanıdır, kişiyi her türlü ahlâksızlığa ve günah olan şeylere götürerek,
maddî- mânevî çok büyük zararlar vermektedir. Rabbimiz Allah (c.c.) bu gerçeği
şöyle bildirmektedir:
“Sana
gelen her kötülük kendi nefsindendir
(onun kötü arzusuna ve isteklerine uymandandır).” [12] Nefsinden dolayı, basit, gereksiz şeyleri bahane
eden, kavga çıkaran ve hatta cinayet
işleyen nice insan vardır.
Başa
gelen belâların, üzücü olayların çoğu, nefsin kötü isteklerinin yerine getirilmesinden
kaynaklanmaktadır.
Nefsin
içki, kumar, zina, hırsızlık, ahlâksızlık, haset, kin, gurur, kibir gibi
isteklerine uymasından dolayı dünya ve âhirette insan perişan olmaktadır.
Bir
hadis-i şerifte:
“Bir
şeye olan aşırı sevgin seni kör ve sağır yapar.” [13]
buyrulmuştur. İnsan bir şeye aşırı sevgi duyarsa ondaki hatayı, kusuru göremez,
yanlışlıklarını söyleyenlere de aldırmaz, duymaz olur. Aynı şekilde insan
nefsini çok severse o zaman, kendi hatalarını, yanlışlıklarını görmez, nasihat
edilse de anlamaz. Görüldüğü gibi kişi nefisini çok sever, isteklerine çok önem
verip, her istediğini yerine getirmeye
çalışırsa o zaman yanlışlıkları devam eder, gider.
Yine
bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Allah
zevkine (keyfine) çok düşkün olan erkek ve kadını sevmez.” [14]
Fakat
kişi nefisinin kötü isteklerini yerine getirdiğinde kendine zarar verdiğini
anlamalı. Kişi zevkine, keyfine çok düşkün olmamalıdır. sadece câiz olan istekleri
yerine getirilebilir. Câiz olmayan isteklerin ise, yerine getirmemesi
gerekir.
Nefsin
meşrû olan isteklerini yapıp, meşrû olmayan isteklerinden korunmak için de
nefisle mücadele etmek gerekir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Mücahid
nefsine karşı cihad edendir.” [15]
Mücahid,
nefsin İslâm’a aykırı isteklerine karşı mücadele ederek ona galip gelen ve
İslâm’a uygun olanı yapan kişidir. Bu uygunluk, hem nefis ve şeytanla mücadele,
hem de İslâm’ın yaşanmasına karşı çıkan İslâm düşmanlarıyla mücadele şeklinde
olur. Bu, hem İslâm’ın kendine hâkim
olması için mücadele, hem de İslâm’ın topluma yayılıp hâkim olması için
mücadeledir.
Kur’ân-ı
Kerim’de nefis, kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmekle birlikte, terbiye
edilecek güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline
getirilebileceğine de işaret edilmekte ve bu tavsiye edilmektedir [16]
Nefis
mücadelesinde önemli olan şey, ölçüyü kaçırmamaktır.
Câiz olan şeyler, sanki câiz değilmiş gibi
kendini zorlamak doğru değildir. Çünkü “Allah
sizin için kolaylık ister, zorluk istemez” [17]
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” [18]
buyrulmaktadır. Ölçülü olup, aşırıya gitmemek gerekir. Rabbimiz Allah şöyle
buyuruyor:
“Ey
iman edenler, Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram
kılmayın ve haddi aşmayın. Doğrusu Allah haddi aşanları sevmez.” [19] Bu
ayette, Hz. Peygamberin (s.a.s.) ashâbından bir topluluk hakkında nâzil
olmuştur.
İbn
Abbas (r.a.)’dan rivâyet olunmuştur, o der ki:
Hz.
Peygamber (s.a.s.)’in ashâbından bir grup, gündüzleri oruç tutacaklarını,
geceleri de ibâdetle geçirip yatakta uyumayacakları, et ve yağ yemeyip sadece
kendilerine yetecek kadar yemek yiyecekleri, eski elbiseler giyecekleri,
erkekliklerini giderip kadınlara yaklaşmayacaklarını, yeryüzünde dolaşacakları
ve kendilerini tamamen ibâdete verebilmek için her şeyden el etek çekecekleri hususunda
aralarında anlaşıp görüş birliğine vardılar. Derhal bu haber Rasûlullah
(s.a.s.)’e erişmiş, bundan dolayı onlara:
“İyi
bilin ki, Allah’tan en çok korkanınız benim. (ben böyle emrolunmadım). Ancak
ben hem oruç tutar hem iftar ederim, hem namaz kılar hem uyurum ve kadınlarla
da evlenirim. O halde, kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” Bir müddet sonra yukarıdaki âyet nâzil oldu.[20]
Görüldüğü gibi Allah’a iyi kulluk yapayım diyerek helâl olan şeyleri
kendilerine yasaklamalarının çok yanlış olduğu açıklanmaktadır. Aşırıya
gidilmemeli ve câiz olanı değil, caiz olmayan şeyleri terk etmeli, yani ifrat
ve tefritten sakınmalı, doğru olan şeyleri yapmalı, doğru olmayan, İslâm’a
aykırı şeylerden de uzak durmalıyız.
Nefsin
kötü isteklerinin, şeytandan daha şiddetli ve tehlikeli olduğunu bilerek ona
göre mücadeleye hazırlanmamız lâzımdır. Zira nefisle mücadele etmek, şeytanla
mücadele etmekten daha zordur. Çünkü nefis öyle bir iç düşmandır ki, ölünceye
kadar insandan ayrılmaz. Şeytan eûzü besmele ile insanlardan biraz olsun
ayrılabilir, fakat nefis eûzü besmele ile de ayrılmaz. Sonra insanın şeytanın
tuzağına düşmesine çok kere nefis sebep olur; eğer nefsin arzusu ve aşırı
isteği olmazsa şeytan bir zarar veremez. İnsanın şeytandan gelen vesveseye kapılmasına,
aldatılmasına ve onun dediğini yapmasına nefis olanca kuvvetiyle uğraşır. Çünkü
şeytanın yaptırmak istediği şey, nefsin çok hoşlandığı ve şiddetli arzu ettiği
şeydir. Eğer insanı, yani nefis kendi sahibini biraz sözüne baktırabilirse, her
dediğini yaptırabilirse o zaman şeytanın
işi de kolaylaşır. [21]
İnsanın dünya ve âhirette zor duruma düşmesi
ve perişan olmasına sebep olan nefis ve şeytan olduğuna göre buna karşı iyi bir
şekilde mücadele etmeliyiz. Bu da, bu mücadele
nasıl olması lâzımsa, onu öğrenip gereğini yapmakla olur. Fakat gereğini
yapmak için de sabır gerekir. Ancak sabırla nefsin kötü isteklerine mâni olmak
mümkündür. Yani nefisle mücadeledeki başarı, bu bilgiyi elde etmek ve sabır
göstermekle mümkündür.
“Nefsini
kötülüklerden arındıran, kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen (sokan) da
ziyan etmiştir.” [22]
“Ama
kim de, Rabbinin (huzurunda duracağı) makamından korkup (gereğini yapar)
nefsini de kötü arzu ve hevesten men ederse işte muhakkak ki, cennet onun
varacağı tek yerdir.” [23]
Şeytan,
azgınlıkta şer ve kötülükte fevkalade bir yükselişle kendi sınıf ve
benzerlerinin dışına çıkmış, kötü, inatçı mânâsında bir cins isimdir. Şeytan
kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan, cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü
ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla
kötü ruhla alâkası olan, görülen
veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve insanları saptıran şeylere şeytan
ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta
gizlenen kötülük görülmez; eserleriyle belli olur. Bundan dolayı şeytan
isminden gizli ve kötü bir kuvvet, kötü bir ruh anlaşılır. İnsan ve şeytanı,
cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins bir tek fert ile
başlamış olduğundan, şeytan denilince bu cinsin babası olan, ilk fert, yani
İblis akla gelir. Şeytanın diğer bir
ismi de İblistir. Dil bilginlerinin açıklamasına göre şeytan kelimesi uzaklık
ve uzak demektir. Gerçekten de şeytan haktan (ve hakikatten) uzaktır. Onun için
şeytandan da uzaklaşmak, (şerrinden korunmak) gereklidir. [24]
Şeytan;
Allah Teâlâ’nın Âdem’e secde etmesi konusundaki emrine karşı çıkıp isyan ettiğinden ötürü rahmet-i İlâhî’den
kovulan, cinlerden olan, görünmeyen, gizli bir varlıktır. İblis, şeytanların
ilki olduğundan onların atasıdır. “Hani
Biz meleklere: ‘Âdem’e secde edin.’ demiştik. İblis hâriç olmak üzere, onlar
hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı.”
[25]
“Andolsun
ki, sizi Yarattık, sonra şekil verdik, sonra da meleklere Âdem’e secde edin!
diye emrettik, İblisin dışındakiler
secde ettiler. O, secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: ‘Ben sana
emretmişken, seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ İblis: ‘Ben ondan daha
üstünüm, çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın’ dedi. Allah ona:
‘İn oradan, orada büyüklük taslamak sana düşmez; defol, sen alçağın birisin!’
İblis:
‘Beni azdırdığın için, andolsun ki, Senin doğru yolun üzerinde olanlara karşı
duracağım; sonra önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından onlara
sokulacağım; çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın’ dedi.
Allah
buyurdu: ‘Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun ki, onlardan
kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.” [26]
“Şüphesiz
şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman bilin. O, kendi taraftarlarını
ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.” [27]
Şeytan
bizim apaçık bir düşmanımız olduğuna göre, biz de onu bir düşman bilmeliyiz ve
ona karşı tedbirli olmalıyız ki, onun kötülüklerinden korunmak mümkün olsun.
Enes
b. Malik (r.a.)’dan rivayetle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Şeytan
insanın vücudunda, damarlarda kanın dolaştığı gibi dolaşır.” [28] Âlimlerin beyanına göre şeytanın aldatması insan
farkına varmadan gerçekleşir. Nasıl ki kanın
damarlarda, insanın farkında olmadan dolaştığı gibi veya insanın hayatta
olduğu sürece, kanın damarlarda dolaştığı gibi şeytan da insandan, yaşadığı
sürece ayrılmaz, ona vesvese vererek aldatmaya günahlara sokmaya çalışır.
Yine
bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Her
insanın bir şeytanı vardır, şeytanı olmayan kimse yoktur.” [29] Her
insanın şeytanı olduğuna göre, her insan, dünya ve âhirette perişan olmasına
çalışan, büyük bir düşmanı olduğunu iyi
bilmelidir.
“Ey
insanlar yeryüzündeki temiz (helâl) şeylerden yiyiniz. Şeytanın (ve onun
peşinden gidenlerin) yoluna gitmeyin. Çünkü şeytan sizin için apaçık bir düşmandır. O size ancak bir
kötülüğü, hayasızlığı (ahlâksızlığı) ve Allah’a
karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” [30]
Yine
bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“İnsanoğluna
şeytanın vesvesesi (olduğu gibi) meleğin de ilhamı vardır. Şeytanın vesvesesi
şer aşılamak ve hakkı yalanlamaktır. Meleğin ilhamı ise hayrı (iyi şeyleri)
öğütlemek ve hakkı doğrulamaktır. Her kim kalbinde hayır (iyilik duyguları)
hissederse bunun (melek aracılığıyla) Allah’tan geldiğini bilsin ve ona
şükretsin. Şer, kötülük (günah)
hissederse bunu da şeytandan bilsin ve
ondan Allah’a sığınsın (ve onu yapmamaya çalışsın).” Allah’ın Rasûlü daha sonra şu âyeti okudu:
“Şeytan
size fakirlik duygusunu aşılar. (Sizi yardım etmekten alıkoymak ister) ve sizi fahşâya (dinin, olgun aklın ve
bilimin çirkin bulduklarını yapmaya) yöneltir. Allah ise bağışlama ve lütuf
vaad ediyor. Şüphesiz Allah lütfu geniştir ve O (kulunun ne yaptığını) bilendir.” [31] İnsanın
aklına gelen iyi duygular melektendir,
kötü duygular ise şeytandandır.
Allah
(c.c.) her insana doğru yolu gösteren melekle yardım ettiği gibi; ona vesvese
veren bir de şeytan vermiştir. Mü’mine düşen görev, şeytandan gelen vesveselere
(günah olan şeylere) değil, meleğe (ondan gelen, doğru olan şeylere) uymaktır.
Allahu Teâlâ, insanlara hak ve bâtılı
bildirmiş, nefis ve şeytana da onları hak yoldan ayıracak şekilde fırsat
vererek insanları imtihana tâbi tutmuştur. Tabiî ki, insanlara nefis ve
şeytanın kandırmasına karşı koyabilecek güç de verilmiş, insanlar bu gücünü
kullanarak nefsin kötü arzularına ve şeytanın aldatmasına kanmayabilir. Ona bu
irade verilmiş; tercih onun; ister nefis ve şeytana uyar, isterse uymaz.
“Ve
de ki: Hak Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Biz
zâlimlere (onlara) öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini
çepeçevre kuşatmıştır. İman edip de (nefis ve şeytana uymayıp) güzel
davranışlarda bulunanlar (bilmelidirler ki) Biz güzel işler yapanların
mükâfatını zâyi etmeyiz (veririz).” [32] buyrulmaktadır. Dileyen İslâm’a inanır, hak yoldan
gider; dileyen de İslâm’a karşı çıkar, şeytanın yolundan gider. Bu, kişinin
tercihine kalmış bir şeydir. Fakat şeytanın yolundan gidenlerin sonu cehennemdir. Bazı kişiler kötü işler yapıyor,
günah işliyor “niye bunu yaptın?” diye
sorulduğunda “ne yapayım, şeytana uydum, şeytan
beni kandırdı” diyerek kendini savunmaya çalışıyorlar. Tabiî ki, bu
mazeret değil, çünkü şeytan sadece kötü şeylerin yapılmasını ister ve kötülükleri aklına getirir,
günahların işlenmesine çalışır. Fakat şeytan başarılı olabilir de, olmayabilir
de.
Bu,
kişinin elinde. “Şeytan, insanlara aldatmaktan başka bir şey vaad etmez.
Şurası muhakkak ki, benim ihlâslı (samimi, emirlerime bağlı) kullarım üzerinde
senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. (Onları) Koruyucu olarak Allah yeter.”
[33]
Yeter ki, insan nefsin ve şeytanın
kötülüklerinden korunmak istesin. Allah
ona yardım eder. O kötü arzu ve isteklerinden korunur. Peygamberimiz (s.a.s.)
şöyle bildirir:
“Kim
kendini sabra zorlarsa, Allah ona sabır
verir.” [34] Kişi
yeter ki, günah olan şeyleri yapmamaya gayret etsin. Allah ona yardım eder, o
da günahlardan korunur. [35]
Şeytan
gururundan, kibrinden dolayı, Allah’ın emri olan Âdem’e secde etmeyerek Allah’a
isyan etmiştir. Bundan dolayı da Allah’ın rahmetinden kovulmuştur.
“Şeytan
‘İnsanların tekrar dirilecekleri (kıyâmet) gününe kadar bana mühlet (yaşama
fırsatı) ver’ dedi. Allah ‘Sen mühlet verilenlerdensin” [36] buyurarak isteğini kabul etmiştir. Şeytan da Âdem ve
ondan gelen nesle yapacağı korkunç planları şu şekilde belirtmiştir:
“(Şeytan)
Madem ki beni azgın bıraktın
(Rahmetinden kovdun); andolsun ki ben de
insanları saptırmak için, Senin doğru
yoluna oturacağım. Sonra onların önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından (her yönden saldırmak için) kendilerine gelip sokulacağım (vesvese vereceğim) sen de
onların çoğunu şükredenlerden (kulluk görevlerini yerine getirenlerden) bulamayacaksın’ dedi.” [37]
“(şeytan) O (kendisine dost ola)nlara söz verir ve
onları boş umutlara düşürür. Şeytanın onlara söz verdiği şeyler, bir
aldatmadan başka bir şey değildir. İşte
onların (o şeytan ile onun dostlarının, ona tâbi olanların) varacakları yer
cehennemdir.”[38]
Âyetlerden de anlaşılacağı gibi şeytan kıyâmet gününe kadar insanları Allah’a
itaatten, kulluktan alıkoymak için elinden geleni yapacaktır. Kim ona kanar ve
onun yolundan giderse, cehennemi boylayacaktır. Şeytanın yolundan gitmek
istemeyenler; onun, insanları nerelerde, nasıl, ne şekilde kandırdığını
öğrenmeli ki şeytanın tuzağına düşmekten korunması kolay olsun. [39]
Şeytanın
korkunç planlarından birisinin de, günahları süslü, çekici göstermesi olduğunu
ve bu şekilde insanları kandırdığını
Kur’ân-ı Kerim bildirmektedir:
“(İblis)
dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık
ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim (hoş göstereceğim) ve
onların hepsini mutlaka azdıracağım.” [40]
“(Ey
Muhammed) Allah’a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) gönderdik,
şeytan onlara kötü işleri, günahları süsleyip kendilerine hoş gösterdi. İşte o,
bu gün de onların (yani inkârcıların) dostudur. Onlar için acıklı bir azap
vardır.” [41]
“Şüphesiz
senden önceki ümmetlere de peygamberler
gönderdik (fakat dinlemeyip âsi oldular, tevbe edip Bize) yalvarsınlar
diye onları ansızın (kıtlık ve hastalık) gibi darlık ve sıkıntıyla yakalayıp
cezalandırdık. Hiç olmazsa (sıkıntı ve felâket gibi) azâbımız geldiği zaman
yalvarsalardı. Fakat kalpleri katılaştı, şeytan da yapmakta oldukları
(günahları)nı kendilerini süsleyip hoş gösterdi.” [42]
Rabbimiz Allah şeytanın amelleri süslediğini,
günah olan şeyleri iyi, hoş ve câzip göstererek çoğu insanları bu şekilde
kandırdığını belirtmektedir. [43]
Şeytan,
müslümanların apaçık bir düşmanı olduğu için onların birlik beraberlik
içerisinde olmalarını istemez. Onun için aralarını açmaya, birbirlerinden
uzaklaştırmaya çalışır. Rasûlullah (s.a.s.) bu gerçeği şu şekilde
belirtmektedir:
“Şeytan
insanlar arasında onları birbirlerine karşı kışkırtır! (Aralarının açılmasına
uğraşır).” [44] Çünkü
“Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” [45]
Şeytan
bundan dolayı müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde olmaması için
birbirleriyle uğraştırır ve aralarını açmaya çalışır. Mü’minlerin birlik,
beraberlik, kardeşlik içerisinde olmalarından şeytan rahatsız olmaktadır.
Mü’minler, şeytanın oyununa gelmemeli, birtakım bahanelerle aralarının
açılmasına fırsat vermemelidirler. Çünkü “Mü’minler ancak kardeştirler.
Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının.
Umulur ki bağışlanırsınız.” [46]
buyrulmaktadır. Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivâyetle Rasûlullah (s.a.s.), bütün
ümmetine şöyle seslenmektedir:
“Birbirinize
karşı kin doğuracak hareketlerde bulunmayın. Dünya menfaatine rağbet edip de
aranızda fesat çıkarmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun! ” [47]
Nasıl ki, bir ana ve babadan meydana gelen
kardeşler birbirlerine sahip çıkıyorlarsa, birbirlerinin dertleriyle
dertleniyorlarsa; Aynı şekilde Allah Teâlâ bütün müslümanları kardeş ilan
ederek, birbirlerimize karşı ne kadar yakın olmamız gerektiğini iyi anlamamızı
istiyor. Evdeki kardeşimize ne kadar yakınsak müslüman kardeşlerimize de en az
o kadar yakın olmalı ve birbirimize hava atmaya değil; gerektiğinde yardım
yapmaya çalışmalıyız.
Tabiî ki,
şunu da belirtmek gerekiyor, evdeki kardeşlerden biri müşrik ve kâfir
ise müslüman o kişiyi kardeş, dost edinemez. “Mü’minler ancak kardeştir.”
İslâm dinindeki kardeşlik düşüncesi, kan bağı ile değildir. Din bağı iledir. Bu
kardeşliği en iyi şekilde yerine getirmek gerekir. Küskünlüğe sebep olacak
tartışmalara girmemek lâzımdır. Peygamberimiz (s.a.s.) dargınlığa sebep olmamak
için bizleri uyarmaktadır:
“Haklı
da olsa, sürtüşme ve münakaşayı terk eden kişiye cennetin çevresinde bir köşk
verilecektir” [48]
buyurarak müslümanların birbirleriyle iyi geçinmelerinin önemini belirtmiştir.
Yine
bir hadis-i şerifte:
“Siz
iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe (tam) iman etmiş
olmazsınız. Birbirinizi sevdirecek şeyi size haber vereyim; selâmı aranızda
yayınız.” [49]
Abdullah
b. Ömer (r.a.)’dan rivayetle, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Müslüman
müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez. Müslüman, müslümanı
tehlike ve musibette de terk etmez. Her kim, müslüman kardeşinin ihtiyacını
karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını
yerine getirir. Her kim, bir müslümandan bir keder (bir darlık) giderip
onu ferahlatırsa, Allah da onun kıyâmet gününün kederlerinden bir
kederini giderip ferahlatır. Her kim, bir müslümanı(n
ayıbını) örterse, Allah da onu kıyâmet gününde örter.” [50]
Enes
b. Malik (r.a.)’dan rivâyetle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Hiç
biriniz kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için arzu etmedikçe
(kemâliyle) iman etmiş olmazsınız.” [51] Yine hadis-i şerifte: “Sizden her kim din
kardeşine bir fayda verebilirse bunu
hemen yapsın (terk etmesin).” [52]
Ebu
Eyyub Halid b. Zeyd (r.a.)’dan rivayetle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Bir
kimsenin din kardeşini üç günden fazla küskün bırakması helâl olmaz. Öyle bir
küskünlük ki, iki mü’min birbirleriyle
karşılaştıkları zaman birisi yüzünü şu tarafa çevirir, öbürü de öteki tarafa
çevirir. Halbuki iki mü’minin hayırlısı, şu önce selâm vermeye (barışmaya)
başlayandır.” [53]
Rabbimiz
Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Hepiniz
Allah’ın ipine (Kur’an’a ve İslâm’a) sımsıkı sarılın. Dağılıp, ayrılmayın.” [54]
Âyet ve hadislerden görüldüğü gibi
müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde olmaları ve birbirlerine yardım etmeleri, kardeşlik bilinci içerisinde
yaşamaları, şeytanın oyununa, tuzağına düşmeden, İslâm kardeşliğini gerçekleştirmeleri istenmektedir.
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurur:
“Kişiye
kötülük (günah) namına, müslüman kardeşini
tahkir etmesi (küçük görmesi) kâfidir” [55] Tabiî,
ki, müslüman kişi, kendisinde olan birtakım imkânlardan dolayı gururlanıp,
müslüman kardeşini asla küçük görmemelidir. Gurur, kibir, haset gibi birtakım
bahanelerle şeytan müslümanların arasını
bozmaktadır. Buna fırsat vermemeli. Âyet ve hadislerde belirtilen gerçek
kardeşliği yerine getirmeliyiz. Her hususta imtihana tâbi tutulduğmuz gibi, kardeşlik konusunda da imtihana tâbi
tutulduğumuzu unutmayalım. Şeytanın oyununa gelip imtihanı kaybedenlerden
olmayalım. Aklımızı iyi kullanıp, İslâm’ın gereklerini yerine getirelim ki,
kurtuluşa erenlerden olalım. [56]
Aile
yuvasının temelini oluşturan karı-kocadır. İslam dini barış, esenlik, mutluluk
dini olduğundan fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin mutlu, huzurlu
olmasının yolunu göstermiş ve bu huzurun
korunmasını belirtmiştir.
Bir
hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
“Sizin
en hayırlınız ailesine iyi davranandır.” [57] Bir başka hadis-i şerifte ise:
“Hiçbir
mü’min, hanımına (aşırı) kızmasın. Onun bir huyunu beğenmezse bile beğendiği
başka huyları olabilir.” [58]
“Herhangi
bir kadın, kocası kendisinden memnun
olduğu halde ölürse cennete girer.” [59]
“Hanımlarınızla
güzel geçinin.” [60]
“Şüphesiz
ki, yumuşak davranmak bir şeyde bulunursa, onu güzelleştir Bir şeyden de
alınırsa, onur çirkinleştirir.” [61]
Yine
bir hadis-i şerifte:
“Yumuşaklık
ev halkına hayır ve menfaat sağlar.” [62] buyrularak
aile içerisinde iyi geçinmenin önemi belirtilmektedir. Ev içerisinde de yumuşak
olmalı; sert, kaba olmamalı. Ufak tefek şeylerden dolayı bağırıp, çağırmamalı.
Sakin, yumuşak bir şekilde davranarak problemleri çözmeli. Ailede önemli olan
husus, sorun çıkarmak değil, sorunu en iyi şekilde çözmektir. Tabiî ki, şeytan
müslümanların düşmanı olduğuna göre,
karı- kocayı birbirine kışkırtarak sorun varmış gibi kavga çıkartmaya çalışır.
Böylece evdeki huzurun bozulmasını sağlar ve yuvanın yıkılması, aile
fertlerinin perişan olmasını ister. Bu da en büyük arzularından biridir.
Rasûlullah (s.a.s.) bunu bildirmektedir:
“İblis
tahtını su üzerine kurar. Sonra bölük bölük askerlerini gönderir. Askerlerinin
derece ve makamca kendine en yakını, fitnesi en büyük olanıdır. Yardımcılarının biri gelir de:‘şöyle şöyle
işler yaptım’ der. İblis ona: ‘Senin yaptığın çok önemli bir şey değil’ der.
Sonra onlardan bir diğeri gelir ve o: ‘Karı ile kocanın arasını iyice
ayırıncaya (boşanıncaya) kadar peşini bırakmadım’ der. Bu ifade üzerine İblis o
yardımcısını kendisine yaklaştırır ve sen ne güzel bir iş yapmışsın !’ diyerek
onu takdir eder (ödüllendirir).” [63]
Görüldüğü
gibi şeytanın en büyük gayelerinden biri
de karı- koca arasında geçimsizliğin çıkması ve sonuçta birbirinden
ayrılmasıdır. Böylece aile yuvasını yıkarak ailenin perişan olmasına sebep
olmaktır. Çocukların mağdur olması, kadının zor duruma düşmesi gibi zararlar
vermektedir. Dolayısıyla mü’minlerin uyanık olması gerekir. Evde ufak tefek
sebeplerden dolayı bağırmamalı, evin huzurunu bozucu her türlü
yanlışlıklara karı- koca olarak çok dikkat etmeli, bunun
için de anlayışlı olmalıdır. Şeytanın birbirlerini kışkırttığını
unutmamalı, o, en ufak şeylerden dolayı öfkelendirip karşılıklı münakaşalara
sürüklemektedir. Burada dikkat edilecek
en önemli husus öfkelenmemeye çalışmak ve buna dikkat etmektir. Eğer
öfkelenirsek ne yapmalıyız? Bunu Rasûlullah (s.a.s.) şöyle bildirmektedir:
“Öfke
şeytandandır. Şeytan ateşten yaratılmıştır, Ateş ise su ile söndürülür. Öyleyse biriniz
öfkelenince (kızınca) hemen kalkıp abdest alsın.” [64]
Süleyman
(r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.)’in yanında iki kişi birbirlerine sövmeye
başladılar. Birinin yüzünde (diğerine karşı) öfkesi gözüküyordu. Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ben bir kelime biliyorum. Eğer onu söyleyecek olsa
kendisinde oluşan öfke giderdi: “Eûzü billâhi mineşşeytânirracîm; (Ya Rabbi,
kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığınırım)” buyurdu. [65]
Yine
bir hadis-i şerifte:
“Sizden
biriniz ayakta iken öfkelenirse o hemen otursun, öfkesi geçerse ne âlâ,
geçmezse yatsın.” [66] buyruluyor. Ayakta
duran kişi öfkelendiği zaman elinden kaza çıkması söz konusudur.
Oturunca ayaktakine nispetle hareket
çabukluğu azalmış olur. Yattığı zaman ise vücut baskısı ile gerilen damarlarda
bir gevşeme görülür. Bu hadis-i şerife uyanlar bir çoktehlikeden korunmuş
olurlar. Rabbimiz Allah, öfkeyi tutmanın ve öfkeli olunduğu zaman nefsine hâkim
olmanın önemini Kur’ân-ı Kerim’de bildirmektedir:
“Onlar
bollukta ve darlıkta (Allah rızası için) harcarlar. Öfkelerini yenerler.
İnsanların kusurlarını affederler. Allah
iyilik yapanları sever.”[67]
Abdullah
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.):
“Aranızda pehlivan kime dersiniz?” diye sordu. Biz:
‘Kendisini
erkeklerin yenemediği kimseye, cevabını verdik. “O değildir! Lâkin pehlivan,
kızgınlık anında nefsine hâkim olan kimsedir” buyurdular. [68]
Ebu
Hureyre (r.a.)’dan rivayetle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Asıl
pehlivan, rakibini yenen değil, kendini kızdırıcı durumlarda nefsine (kendine)
hâkim olup öfkelenmeyen (kızmayan)dir.”[69]
Marifet, herhangi bir oyunda rakibini yenmek değil, nefsini yenmektir:
“Güçlü
kimse insanları yenen değildir, asıl güçlü nefsini yenendir (Kötü arzularına
karşı mücadele ederek onu yerine getirmeyendir).” [70]
“Kullarıma
söyle: sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar (açar).
Çünkü şeytan, insanın apaçık
düşmanıdır.” [71]
Evde
hanım ve bey, birbirlerini üzecek, kızdıracak şeyler değil, birbirini
sevindirecek, memnun edecek sözler söylemeli ve
işler yapmalıdır. Mü’min bir aile, mutluluğa engel olacak her türlü
şeyden sakınmalı ve buna çok dikkat
etmelidir. [72]
Ana-baba
hakkının çok önemli olduğunu ana-babaya
karşı vazifeler bölümünde
belirttik:
“Ana-babana
‘öf’ bile deme, onları azarlama (bağırıp, çağırma). İkisiyle de güzel
konuş.” [73] Ana-babanın
kalplerinin kırılmaması gerekir. “Kullarıma söyle, sözün en güzelini
söylesinler. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın
apaçık düşmanıdır.” [74]
Abdullah İbn Mesud (r.a.) der ki:
Rasûlullah
(s.a.s.)’e ‘hangi iş ve davranış Allah’a daha sevimlidir?’ diye sordum. O da:
“Vaktinde
kılınan namazdır” dedi. ‘Sona
hangisi?’
“Ana-babaya
iyilik etmek (onlara iyi davranmak). ‘Sonra hangisi?’ “Allah yolunda cihad etmektir”
buyurdu. [75]
Amr oğlu Abdullah (r.a.) Rasûlullah
(s.a.s.)’in“Allah’ın rızasını kazanmak, ana-babanın rızasını kazanmakla
olur. Allah’ın gazaba gelmesi ise ana-babanın öfkelenmesine bağlıdır (onları
kızdırmak Allah’ı gazaplandırmaktır)” dediğini rivayet etti. [76]
Peygamberimiz (s.a.s.) büyük günahları sayarken; “Allah’a şirk koşmak, anne-babaya âsi olmak (karşı gelmek)tır” diye
buyurmuştur. [77] Yine “Ey Allah’ın Rasûlü
kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye soruldu. Rasûlullah
(s.a.s.)
“Annen,
sonra annen daha sonra, yine annen, sonra babandır” diye cevap verdi. [78] Âyet ve hadislerden görüldüğü gibi anne ve
babaya iyi davranılması, onlara karşı gelinmemesi gerekmektedir. Şeytan da bu
önemden dolayı çocukları ana-babaya karşı kışkırtarak onlara itaat ettirmemeye
çalışıp büyük günaha götürmektedir. Şeytanın
bu tuzağına düşmemek için önce anne-babalar çocuklarını İslâmî terbiye ile
yetiştirmeli ve kendileri de dikkat ederek, çocuklarına iyi davranarak,
çocuklarını kendilerine karşı gelecek bir
duruma getirmemeli. Hem kendileri, hem de çocukları kendine düşen
görevleri yaparak birbirlerinden memnun olmak sûretiyle şeytanın oyununa
gelmekten sakınmış olurlar.
Şeytan
aynı şekilde kardeşlerin, akrabaların,
komşuların, arkadaşların ve iş ortaklarının birbirleriyle dargınlığa sebep
olacak kışkırtmalara (birbirleri hakkında aslı olmayan kötü düşüncelere)
götürmektedir. Müslümanlar, şeytanın insanların birbirleriyle iyi geçinmesini
istemediğini, bunun için aralarının açılması için kışkırttığını düşünerek
birbirlerini uyarmalıdırlar. Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Bu düşman
müslümanların dünya ve âhirette perişan olmasına çalışmaktadır. Bu çalışma
içerisinde şeytanın insan dostları ve yardımcıları da vardır. Rabbimiz Allah
şöyle buyuruyor:
“Şeytan
onları etkisi altına aldı da, kendilerine Allah’ı hatırlatmayı (O’na kulluğu)
unutturdu. İşte onlar (unutanlar) şeytanın taraftarlarıdır (onun yolundan
gidenlerdir). İyi bilin ki şeytanın taraftarları (yardımcıları) hüsrâna
uğrayanların ta kendileridir.” [79]
“O
(küfre sapanlar) âhirete karşılık dünya hayatını tercih edenler, (insanları)
Allah’ın yolundan (İslam’dan) alıkoyanlar ve onu eğri (ilerlemeye engel tutucu)
göstermeye çalışırlar, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler.” [80]
İşte
bu emperyalist güçler, dünya hayatını
âhirete tercih edip, haktan sapıp, bâtılı esas
olarak yaşamaları, kendilerine
zarar verdikleri gibi başka insanlara da zarar veriyorlar,
zulmediyorlar. “Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkartmayın (bozgunculuk
yapmayın)’ dendiği zaman, ‘Bizler sadece düzeltenleriz’ derler. İyi bilin ki,
onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat bunu
düşünmezler.” [81] Niye
düşünmezler? Çünkü menfaatlerine dokunacağı için, işlerine gelmez. Sömürü
düzenlerinin sona ermesini istemezler. Bundan dolayı sömürücüler, bâtıl
düzenlerinin devamı için birtakım sözlerle insanları aldatmaya çalışıyorlar.
"Globalleşme,
barış, özgürlük, insan hakları, çağdaşlık, ilericilik, yeni dünya düzeni” gibi
laflarla zulümlerini gizlemeye
çalışıyorlar. Fakat 1991 yılındaki
Körfez Savaşı bütün şiddetiyle Batının
çirkin yüzünü bir kez daha
göstermiş oldu. Bosna, Çeçenistan, Filistin gibi İslâm topraklarındaki
zulümleri, bu emperyalist şer güçler yapmaktadır. Avrupa’sı ve Amerika’sıyla
bugün artık “Batı” denilen âlemi meydana getiren bu bâtıl şer güçler,
zulümlerine hâlâ devam ediyorlar. 11 Eylül 2001’de A.B.D.’de ikiz kulelere
yapılan saldırıyı bahane ederek, A.B.D. 7 Ekim 2001’de de Afganistan’a
saldırarak savaş başlatmış ve mâsum halkı bombalamıştır. Bunu yaparken de
terörün kökünü kazımak için yaptıklarını söylüyorlar. Kendilerinin yaptıkları
terörü terör saymıyorlar ve A.B.D.
müttefikleri de bu zulümlere destek oluyorlar. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle
buyurulmaktadır: “Ey İman edenler!
Yahudileri ve hristiyanları (yani Batılıları) dost edinmeyin. Zira onlar
birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost
tutanlar (onların zulümlerine destek olanlar) onlardandır. Şüphesiz Allah
zulmeden toplumu doğru yola eriştirmez.” [82]
Rabbimiz
Allah şöyle buyuruyor:
“İnsanlar
içerisinde müslümanlara düşmanlık bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile
şirk koşanları bulacaksın (göreceksin).”
[83]
Tarih boyu yahudiler müslümanlara çeşitli
şekillerde düşmanlıklarından dolayı zulüm yapıyorlar. İsrail yahudileri
yıllardır Filistin’li müslümanlara zulüm yapmaktadır. Dünyanın her yerinde
ekonomisiyle, siyasetiyle her şeyiyle yahudiler, hıristiyanlarla da yardımlaşarak Müslümanlara
düşmanlıklarını sürdürmektedirler. Tabiî ki, hıristiyanların müslümanlara karşı
düşmanlıkları yahudilerden pek geride değildirler. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle
bildiriliyor:
“Yahudiler
ve Hıristiyanlar, birbirinin dostudurlar (Fesat ve savaş konusunda da)
birbirlerinin yardımcılarıdır.” [84] Tarihte
hıristiyanlar, müslümanlara karşı haçlı seferleri düzenleyerek düşmanlıklarını
göstermiştir. 1096-1270 yıllarında, yani 174 yıl süren haçlı seferleriyle
müslümanlara büyük zulümler yapmışlardır. Tarihten gelen bu haçlı zihniyet hâlâ
devam ettirilmek isteniyor. 11 Eylül 2001’de A.B.D.’deki ikiz kulelere yapılan
saldırılardan sonra A.B.D.’nin başkanı Bush, yaptığı konuşmada “Bu bir haçlı
seferidir” diyerek, Afganistan’a karşı savaş başlatmıştır. Zaten haçlı
zihniyetini çeşitli şekillerde gösteriyorlardı ve emperyalist egemenliklerini
sürdürmeye çalışıyorlardı. Fakat açık olarak “haçlı seferleri” denmesi, başta
A.B.D. ve Batının, kendi iç yüzünü göstermiş olması açısından hayli
önemlidir.
Teröre
karşı saldırı diyerek, terör yapan A.B.D. ve müttefikleri Afganistan’a karşı
Usame Bin Laden’i bahane ederek 7 Ekim 2001’de savaşı başlattı. Bu savaşı,
teröre karşı bir savaş olarak gösterdiler.
Peki,
Afgan halkı da mı terörist? Bu saldırıda bombalardan esas onlar zarar
görmüştür. “Biz terörist kamplarını bombalıyoruz” diyerek Afgan halkının
ölümüne sebep olmuşlardır. Bundan da bir üzüntü dahi duymuyorlar. Aynı şekilde
Nisan 2003’de A.B.D., Irak’ı işgal etti.
Uzun lafın kısası İslam’ın ve müslümanların düşmanları birtakım bahaneler
gösterseler de düşmanlıkları, yaptıklarından belli olmaktadır. Hak-bâtıl
mücadelesi tarih boyu devam etmektedir. Hakkı, İslâm’ı savunanlar birlik,
beraberlik içerisinde olup, güçlerini birleştirip arttırmadıkça bu bâtılı
savunanlardan zaman zaman zarar görmek
mümkün. Çünkü şeytan ve dostları müslümanların
açık düşmanıdır. Rabbimiz Allah (c.c.):
“Düşmanlara
karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın” [85] buyurmaktadır.
Bu
âyet-i kerimede düşmanlara karşı kuvvet hazırlamamız emredilmektedir. Tabiî ki,
bu kuvvetten maksat, savaşta düşmana galip gelecek her çeşit vasıtadır. Kara,
hava ve deniz kuvvetlerine ait bütün vasıta ve silahlar, kara ve deniz yolları,
ekonomik güç ve savaş tekniği vs. şeyler bu kuvvet anlamındadır. Düşmana karşı
gereken kuvvet hazırlanmalıdır. Çünkü güvenlik için bu şarttır.
Tabiî
ki, kötülüğe sürükleyen nefis ve şeytana
galip gelmek için de kuvvetli olmamız gerekiyor. Bu kuvvet iman ve sâlih
ameldir, yani şirkten, küfürden uzak bir iman ve ihlâslı ameller yapmaktır. Bu
da İslam’ı doğru öğrenip doğru yaşamakla mümkündür. Şeytan, ilk önce insanların, Allah’ı, Peygamberi veya İslam’ın
herhangi bir hükmünü inkâr ederek açıkça kâfir olmasını ister. Bunda başarılı
olamazsa şirke sokmaya çalışır, bunda da başarılı olamazsa münâfık yapmaya
çalışır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bunların varacağı yer, ebedî
cehennemdir.
Bunlarda da başarılı olamazsa kişiyi
haramlara, günahlara sokmaya çalışır, yani şeytan küfür, şirk, isyan ve
haramlara, günahlara sürükleyerek kişinin, imtihanı kaybetmesi için elinden geleni yapar. En büyük günahtan, en
küçük günaha kadar, tüm suçları insanlara işletmek için peşini bırakmaz. Bu
nedenle, ne günah işletirse, ne yaptırırsa onun için kâr odur. Rabbimiz Allah
(c.c.) bizleri uyararak “Dünya hayatı sizi aldatmasın, Allah’ın affına
güvendirerek şeytan sizi kandırmasın” [86]
buyurarak şeytanın aldatmasına karşı dikkatli olmamızı buyuruyor.
Şeytan, bütün insanların kendisi gibi
imtihanı kaybedip cehenneme girmesini
istemektedir. Bunun için ne gerekiyorsa yapıyor. Mü’minler de imtihanı kazanmak
için nefsine ve şeytana uymamalıdır. İnsanların yaratılış gayesi Allah’a kulluk
olduğuna göre, dünyada en önemli şey, Allah’a iyi bir şekilde kulluk yapmak, imtihanı
kazanmanın, cehennemden kurtulup cennete gitmenin yolu budur. İnsanlar
kendilerine düşmanlık yapmak istemiyorsa, kendini düşünüyorsa yapacağı şey;
Allah’a gerçek kul olmaktır. Bu da İslâm’ın emirlerini yerine getirip
yasaklarından sakınmakla mümkündür. Buna mâni olmaya çalışan nefis ve şeytana karşı da gereken
mücadele yapılmalıdır. [87] Ne
mutlu Allah’a iyi kul olmaya gayret edene!.. [88]
[1] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay. c. 1, s. 203
[2] Yusuf: 12/53
[3] Mülk: 67/2
[4] Mehmet Hulusi
İşler, Nefis ve Şeytan, s. 22-24
[5] Bkz. Yusuf: 12/18, 53; Tahrim: 66/6; Mâide: 5/105;
A’râf: 7/35
[6] Hicr: 15/39; Nahl: 16/63; Fâtır: 35/6
[7] Hicr: 15/99
[8] Şems: 91/9-10
[9] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 493
[10] Buhârî, Savm 51-55; Müslim, Sıyâm, 181-187
[11]Tirmizî, Deavât 69 (3478); Nesâî, İstiâze, 2 (8, 255);
Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte
Muhtasarı, c. 7, s. 107, Hds. 1876
[12] Nisâ: 4/79
[13] S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 125; Hds. 5130; Prof. Dr.
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, c. 7, s. 242, Hds. 1969
[14] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim
Yay, c. 8, s. 105; Ayrıca Bkz. Âlûsî,
Rûhu’l-Meânî, s. 14, 132
[15] S. Tirmizî, K. Cihad, B. 2, Hds. 1671; S. İbn Mâce,
Cihad, B. 7, Hds. 2767
[16] Bkz. Şems: 91/7-10
[17] Bakara: 2/185
[18] S. Buhârî, K. İlim, B. 12, Hds. 11; Müslim, K. Cihad,
B. 3, Hds. 6; S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B.
20, Hds. 4835
[19] Mâide: 5/87
[20] Abdulfettah el-Kadi, Esbab-ı Nüzul, Terc. Doç. Dr.
Salih Akdemir, s. 165-166; İbn Kesir Tefsiri, Terc. c. 5, s. 2439-2443
[21] Mehmet Hulusi İşler, Nefis ve Şeytan, s. 37
[22] Şems: 91/9-10
[23] Nâziât: 79/40-41. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve
İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 465-472.
[24] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Azim Yay., c. 1, s. 214-215
[25] Kehf: 18/50
[26] A’râf: 7/11-18
[27] Fâtır: 35/6
[28] S. Ebû Dâvud, K. Sünnet, B. 18, Hds. 4719
[29] S. Müslim, K. Sıfati’l-Kıyâme ve’l-Cenne Ve’n-Nâr, B.
16, Hds. 69-70
[30] Bakara: 2/168-169
[31] S. Tirmizî, K. Tefsiru’l-Kur’an, B. 3, Hds. 3172; İbn
Kesir Tefsiri, Terc. c. 3, s. 1051. Bakara: 2/68
[32] Kehf: 18/29-30
[33] İsrâ:17/64-65
[34] Buhârî, Zekât 51; Müslim, Zekât 124; Ebû Dâvud, Zekât
28; Nesâî, Zekât 85
[35] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 472-476.
[36] Bkz. Bakara: 2 /11-15
[37] A’râf: 7/16-17
[38] Nisâ: 4/118-21
[39] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 476-477.
[40] Hicr: 15/39
[41] Nahl: 16/63
[42] En’âm: 6/42-43
[43] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 477.
[44] S. Müslim, K. Sıfatil-Kıyâme vel-Cenne ve’n-Nâr, B.
16, Hds. 65
[45] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, c. 6, s. 440;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 278 ve 375
[46] Hucurât: 49/10
[47] S. Müslim, K. Birri ve’s-Sıla, B. 9, Hds. 31
[48] Ebû Dâvud, Edeb 7; Terğib ve Terhib Terc. c. 5, s.
260, Hds. 15
[49] Müslim, İman, 93-94; Ebû Dâvud, Edeb 142; Tirmizî,
Âdab 1; İbn Mâce, Mukaddime 9
[50]S. Buhârî, K. Mezâlim ve’l-Gasb, B. 3, Hds. 3; S.
Müslim, K. Birr-i ve’s-Sıla, B. 10, Hds. 32; S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 46, Hds.
4893; S. Tirmizî, K. Hudûd, B. 3, Hds. 1449
[51] S. Buhârî, K. İman, B. 6, Hds. 6; S. Müslim, K. İman,
B. 17, Hds. 71; S. İbn Mâce, Mukaddime,
B. 9, Hds. 66; S. Nesâî, K. İman, B. 19, Hds. 4983; S. Tirmizî, K. Kıyâme, B.
22, Hds. 2634
[52] S. Müslim, K. Selâm, B. 21, Hds. 61-63
[53] S. Buhârî, K. Edeb, B. 62, Hds. 103 ve 102; S. Müslim, K. Biri ve’s-Sıla, B. 8, Hds.
25-27; S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 55,
Hds. 4910; S. Tirmizî, K. Birri
ve’s-Sıla, B. 21, Hds. 1997
[54] Âl-i İmran: 3/103
[55] S. Müslim, K. Birri ve’s-Sıla, B. 10, Hds. 32; S.
Tirmizî, K. Birri ve’s-Sıla, B. 18, Hds.
1998; S. İbn Mâce, K. Zühd, B. 23, Hds. 4213; S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 40,
Hds. 4282
[56] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 477-480.
[57] Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 15; Müslim, Birr
149; İbn Mâce, Nikâh 50
[58] Müslim, Radâ 61; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve
Terhib, c. 4, s. 212, Hds. 9
[59] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
[60] A.g.e. c. 4, s. 211, Hds.8, Buhârî, Müslim ve
diğerleri rivayet etmişlerdir.
[61] Müslim, Birr 78; Ebû Dâvud, Cihad 1, Edeb 11
[62] Ahmd b. Hanbel,
Müsned, c. 6, s. 71, 104, 1 05; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5,
s. 276, Hds. 9
[63] S. Müslim,
Kitabu sıfati’l Kıyame
ve’l-Cenne Ve’n-nar, B. 16, Hds.
65
[64] S Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 4,
Hds. 4784; Ahmed b. Hanbel c. 4,s.
226
[65] S. Buhârî, K. Edeb, B. 76, H. 140; S. Müslim, K. Birr,
B. 30, Hds. 109; S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 4, Hds. 4780; S.Tirmizî, K. Deavat,
B. 52, Hds. 3678
[66] S. Ebû Dâvud, K. Edeb, B. 4, Hds. 4782; İmam Hafız
el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s.
333, Hds, 16
[67] Âl-i İmrân: 3/134
[68] Müslim, Birr 30; Ebû Dâvud, Edeb 3; Terğib ve Terhib,
c. 5, s. 329, Hds. 9
[69] Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr, 107-108; Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, c. 12, s. 294, Hds. 2
[70] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, Terc. c. 5,
s. 329, Hds. 8; İbn Hibban, Sahih’inde rivâyet etti.
[71] İsrâ: 17/53
[72] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 480-483.
[73] İsrâ: 17/23
[74] İsrâ: 17/53
[75] Buhârî, Salât 5; Müslim, İman 137-139; Tirmizî, Salât
127; Ebû Dâvud, Salât 9
[76] Tirmizî, Birr
3; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib
ve Terhib, c. 5, s. 127, Hds. 30
[77] Buhârî, Şehâdât
10; Müslim, İman 143; Tirmizî, Birr 4
[78] Buhârî, Edeb 1;
Müslim, Birr 1; Ebû Dâvud ,Edeb 129
[79] Mücadele: 58/19
[80] İbrahim: 14/3
[81] Bakara: 2/11-12
[82] Mâide: 5/51
[83] Mâide: 5/82
[84] Bkz. Mâide: 5/51; Enfâl: 8/73
[85] Bkz. Enfâl: 8/60
[86] Lokman: 31/33
[87] Geniş bilgi için bkz. Ebû Abdurrahman es-Sülemî,
Nefsin Ayıpları; İbn’ul-Cevzi, Şeytanın Hileleri, Terc. M. Ali Kayabağlar,
Kahraman Yay.
[88] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 484-487.