İslâm’ın Ölçülü Olmaya Çağrısı ve Aşırılığa
Karşı Uyarısı
Korku
ve ümit (Arapçası, havf ve recâ), mü’minlerin Allah karşısındaki ruhî durumunu
belirleyen ve davranışlarını etkileyen iki duygudur. Bu duygular Allah’tan
korkmayı ve O’ndan ummayı belirtir.
Genel
anlamda korku (havf), insanın başına gelmesini istemediği bir şeye karşı
duyduğu endişe; umut (recâ) da, elde
edilmek istenilen şeye karşı kalbin ilgisidir. Her iki durum da geleceğe
yöneliktir ve insanın tutum ve davranışları üzerinde belirleyici bir rol oynar. Bu nedenle
mü’minin temel niteliklerinden birisi
korku, diğeri de umuttur. Ne var ki korkunun insanı umutsuzluğa (ye’s); umudun da kötülükleri
(günahları) önemsiz görmeye götürecek ölçüye ulaşmaması gerekir. Korku kavramı
Kur’an’da havf, haşyet, rahabe ve ittika gibi kelimelerle dile getirilir.
Kavramı içeren âyetler korkunun nedenini
ve amacını da açıklayıcı bir nitelik taşır. Buna göre mü’minler yalnız
Allah’tan, kıyâmet gününün dehşetinden, cehennemin azabından korkmalıdır [1]. Buna
karşılık, sözgelimi, insanlardan [2],
düşman eline geçmekten [3],
kâfirlerin hile ve düzenlerinden [4],
özetle Allah’tan başka hiçbir kimse ve nesneden [5] korkulmamalıdır.
Kur’an’ın öngördüğü bu korku, insanı pasifliğe hareketsizliğe itme amacı
gütmez. Tam tersine, insanı korkunun nedenlerini ortadan kaldıracak tutum ve
davranışlara yöneltmek amacı taşır. Örneğin Allah’ın gazabına, Cehennem azabına
neden olacak davranış ve eylemlerden sakındırır. Allah’ın emirlerine uymaya
yönlendirir. Bu yöneliş, kişiyi yalnızca korkuya neden olacak eylemlerden
uzaklaştırmakla kalmayacak, ona gerçek anlamda iyi ve olgun bir mü’min olmanın
yollarını açacaktır.[6]
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Hidâyet
ve rahmet, Rablerinden korkan kimselere mahsustur.” [7] “Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan
(insanlardan ve hiçbir şeyden)
korkmayın. Sadece Benden korkun!” [8]
“Ey
insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyâmet vaktinin depremi müthiş bir şeydir!
Onu gördüğünüz gün her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın
çocuğunu düşürür, insanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş
değillerdir; fakat Allah’ın azabı çok dehşetlidir.” [9]
“Onlar,
Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan
başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.”[10]
“Korkuyla
ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet etmek, gece teheccüd namazı kılmak
için), vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”
[11]
“Kulları içinden ancak âlimler Allah’tan
(gereğince) korkar.” [12]
“De
ki: Ben Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından
korkarım” [13]
“Rabbimiz
Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner; ‘korkmayın,
üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin!’ derler.”[14]
Mü’minler
Allah’tan korkmaları gerektiği gibi, O’ndan umut kesmemekle de yükümlüdürler:
“Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin”[15] “Rabbiniz bol rahmet sahibidir.” [16]
“Allah’tan
bağışlama dile, Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” [17]
“Ancak
tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır.
Zira Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve
çokça esirgeyenim.” [18] “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah
bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok
esirgeyendir.” [19] “Allah’ın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin. Zira Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit
keser.” [20]
Rasûlullah
(s.a.s.) korku ve ümit hakkında şöyle
buyurur:
“Ümmetim
adına yoldan çıkarıcı yöneticilerden korkarım/endişe ederim.” [21]
“Ben
Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim/Allah’tan
korkum, sizinkinden daha fazladır.” [22]
“Mü’min,
Allah’ın indindeki âkıbeti/azapları bilseydi, cennetten ümidini keserdi, eğer
kâfir Allah’ın rahmetini bilseydi, Cennetten ümidini kesmezdi.” [23]
“Hz.
Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ölmek üzere olan bir gencin yanına
girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” Hasta:
“Ey
Allah’ın Rasûlü, Allah’tan ümidim var; ancak günahlardan korkuyorum!” diye
cevap verdi. Rasûlullah (s.a.s.) de şu açıklamayı yaptı: “Bu durumda olan
bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleştimi Allah o kulun ümid ettiği şeyi
mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.”[24] “Eğer
siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız az güler, çok ağlardınız.” [25]
“İnsanların
amellerini yazan meleklere Allahu Teâlâ:
‘Kulum
bir kötülük yapmak isterse, onu yapmadan yazmayın. Kötülüğü işleyince ona bir
günah yazın. Benim için yani azabımdan korkarak
ve cennetimi umarak kötülükten
vazgeçer, onu yapmazsa ona iyi amel işlemiş gibi hasene (güzel amel sevabı)
yazın.” [26]
“Günahtan
tevbe eden kimse hiç günahı olmayan kimse gibidir.” [27]
“Allahu
Teâlâ, ümmetimden, hata, unutma ve zorlandıkları şeylerin günahlarını
kaldırmıştır.” [28]
Ebu Hureyre (r.a.)’nın rivâyetiyle Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah’a
yemin ederim ki siz, günah işlememiş olsanız, Allah sizi yok eder de günah
işleyen bir kavim getirir. Onlar, Allah’a (tevbe) istiğfar ederler, O da
kendilerini affeder.” [29]
Ebu
Hüreyre (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.) ‘Bir hadis-i kudsi’den şöyle rivâyet etti’
dedi:
“Dünyada
insanlar Benden korkar, günah işlemekten sakınırsa, âhirette onu bütün
korkulardan kurtarırım. Eğer dünyada Benden korkmadan günah işlerse, onu
âhirette korkuturum (onu cehenneme atarım).” [30]
Eska
oğlu Vasile (r.a.)’dan. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim
Allah’tan (gereği gibi) korkmazsa Allah onu her şeyden korkutur.” [31]
İnsan
Allah’tan başka şeylerden korkarsa, korktuğu şey çoğunlukla başına gelir. Allah
korktuğu şeyi veya kimseyi ona musallat eder. Bu, yanlış korkunun dünyadaki
zararlarındandır.
İnsan
psikolojisinde korku ve ümit duyguları
beraber vardır. İnsan bazı şeyler karşısında âciz (yetersiz) kaldığını bilir.
Ondan korkar ve sığınılacak bir yer arar. Bu
korku ve ümit çizgisi onun çalışmalarına ve hayatına bir yön verir.
Bu
duygular onu hayata bağlar. Kur’an insandaki bu yaratılışı göz önünde
bulundurur. Ondaki bütün lüzumsuz duyguları ayıklar. Korkulması gereken yerden
korkmayı, ümit etmesi gereken şeyden ümit etmeyi ona öğretir. İnsandaki korku hissi, iyi yönlendirilmezse veya asıl
korkulması gereken makam olan Allah’tan
hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulduğu gibi, bir sürü
sahte otoritenin önünde boyun eğmek zorunda kalır. İnsan, tarih boyunca
böylesine lüzumsuz korkular yüzünden sayısız tanrı bulmuştur. Doğa güçlerinden korkmuş,
ateşi, gökleri, karanlıkları; Firavunlardan ve diktatörlerden korkmuş, açlıktan korkmuş, yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş,
putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Bu lüzumsuz korkular yüzünden
insanoğlu, sığınılacak kucaklar (yerler) aramış, ancak çoğu zaman sığındığı
yerler, kendisi için tehlikeli ve zararlı olmuştur. Kur’an insan
yaratılışındaki korku ve ümit duygularını yine fıtrata (yaratılışa) en uygun
bir biçimde değerlendiriyor. Bu duygular, kulluk faâliyeti çerçevesinde insanı
en faydalı bir şekilde yönlendiriyor. Asıl korkulması gereken makamı gösteriyor
ve Allah olduğunu bildiriyor. [32]
Korku
herkeste mevcuttur, ancak bu insanın günlük yaşantısını aksatacak düzeye erişip normal işlemini engellediği
veya ruhsal bunalıma sevk edecek, dehşete düşürecek derecede olduğu zaman
anormal olur. Anormal korku sahiplerinin, ruhlarına korku sindiğinden bu gibi
kimseler, iyi ve güzel olan düşüncelerini harekete geçiremezler. Bundan dolayı
insanların korku zaafları zâlim ve cebbarlar için daima bir koz olmuş, [33] bunu
bir baskı aracı şeklinde kullanarak insanları hak yoldan engellemişlerdir.
“Firavun
ve kavminin kendilerine işkence etmesinden endişeye düşerek, kavminden bir grup
gençten başka kimse Mûsâ’ya iman etmedi.” [34]
İnsanlardan
korku da, insanların çoğu arasında yaygın olan korku çeşitlerindendir.
İnsanlardan bir çoğu kuvvetli nüfuz ve iktidar sahibi serkeş ve zâlim kişinin
kendilerine bulaşmalarından (zarar vermelerinden) korkarlar. Samimi iman sahibi
mü’min, insanlardan korkmaz. O, Allah’ın
takdirinde yoksa, insanların kendisine zarar veremeyeceklerini bilir.
Bunun kanıtı Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Abdullah İbn Abbas’a yönelik şu
beyanıdır: “İnsanların hepsi sana yardım hususunda bir araya gelseler, Allah’ın sana yazdığı
şeyden başka yardımda bulunamazlar. Eğer
sana zarar verme hususunda
birleşseler ancak Allah’ın aleyhinde yazdığı şeyden başka bir zarar
veremezler.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/293) [35] Bir
insana Allah dilemedikçe hiçbir şekilde ne bir fayda, ne bir zarar
dokunması mümkün değildir. [36]
“Öyleyse
siz onlardan (insanlardan veya herhangi bir şeyden) değil; Benden korkun, eğer
gerçek mü’minler iseniz.” [37]
Allah’tan
gereği gibi korkmayanlar, O’nun emirlerini yerine getirmeyip yasaklarından
sakınmayanlar gereksiz korkulara kapılırlar ve bundan dolayı da huzurları ve
rahatları kaçar. Bunlar dünya hayatına verdikleri önemi âhiret için vermezler.
Dünyevî, maddî şeylerle çok sevinirler. Ve bunlar için de çok üzülürler. Malı,
mülkü, parası, şanı, şöhreti ve elindeki tüm imkânların gideceğinden çok
korkarlar. Bu korkular, rahat ve mutlu yaşamaya mâni olur. Belki mutlu olduklarını
sanırlar, ama mutsuzdurlar. Devamlı bir korku içerisindedirler. Meselâ, çocuğu
okula veya herhangi bir yere gitse ve biraz geç kalsa hemen telaşlanırlar.
“Acaba çocuğuma ne oldu?” diye çeşitli korkulara kapılırlar. Bu gibi misalleri
çoğaltmak mümkündür. “Kim de Beni anmaktan (Bana kulluk yapmaktan) yüz
çevirirse şüphesiz ki onun için dar bir
geçim/sıkıntılı bir hayat vardır.” [38]
Allah’a kulluk yapmayı terk edenlerin mutsuz ve sıkıntılı bir yaşantıları
vardır. Bu sıkıntı, korku ve endişeyle de olmaktadır. Dünya ve âhirette mutlu
ve huzurlu olmak isteniyorsa, İslâm’a uygun bir hayat yaşanmasıyla mümkündür.
“Kim
Allah’tan korkarsa (İslâm’a uygun bir hayat yaşarsa) Allah ona bir çıkış yolu (mutluluk) ihsan
eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse; Allah
ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine
getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur, kim Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık
verir. Kim Allah’tan korkarsa; Allah onun kötülüklerini örter ve onun
mükâfatını artırır.” [39]
Mü’min,
korku ve ümit içerisinde hayatını sürdürmelidir.
Bazı
kişiler İslâm’a inandığı halde, İslâm’ın
emirlerini yerine getirmeseler de, yasaklarından (içki, kumar, zinâ,
haksızlık, ahlâksızlık, hırsızlık ve zulümlerden) sakınmasalar da, açık saçık
gezseler de, dansözlük yapsalar, sahnelerde çok açık giysilerle şarkılar
söyleseler ve ne kadar kötü, çirkin, haram işler yapsalar da yine de müslüman
olduklarını, âhirette cennete gideceklerini sanarak, yaşamlarını bu şekilde
sürdürmektedirler.
Bu tür insanlara “yaptığınız şeyler yanlıştır,
İslâm’a aykırıdır ve haramdır” denildiğinde “tamam da, ne biliyorsunuz, belki
bizler de cennete gireriz” diyerek yaptıklarının, İslâm’a aykırı şeylerin
zararını görmeyecekmiş gibi bir tavır sergiliyorlar. Bu tür rahat günah
işleyenlere “eğer siz Allah’a ve Rasûlü’ne inanıyorsanız, müslümansanız, ne
kadar çok günah işlerseniz işleyin, Allah sizi affeder, cennete girersiniz,
ümit içerisinde olunuz.” gibi sözler onların, İslâm’a aykırı,
rezil yaşantılarının devam etmesine katkı sağlar ki, bu da büyük bir hata,
büyük bir vebaldir. Allah korkusundan uzak olan, O’nun emir ve yasaklarına
itaat etmeyen kişilere:
“Korku
içerisinde değil de, ümit içerisinde olun” demek, Allah korkusunu gündeme getirmemek olur ki, bu da çok yanlış ve büyük
hatadır. Tebliğci olanlar, insanlara sadece “ümit içerisinde olun” gibi izlenim
kesinlikle vermemelidir. Çünkü nasıl olsa, Allah affeder diye her türlü günahı işlemeye sebep
olur. Korku ile ümit beraber olmalı, sadece korku ve sadece ümit yanlıştır.
Yanlışlar da yanlışa götürmektedir.
Çarşıya çıkıp etrafa bakınız, duraklarda,
yollarda ve çeşitli yerlerde müslüman olduğunu söyleyen fahişeler,
homoseksüeller ve çevrelerinde zinâ etmek için dolaşan kişiler görmek mümkündür.
Topluma
baktığımızda müslüman olduklarını söyleyen içkiciler, kumarcılar,
dolandırıcılar, soyguncular ve ahlâksızlar gazinolarda, pavyonlarda eğlenenler
ve açık saçık dansözler, şarkı söyleyen
bayanlar sokaklarda, caddelerde, çarşıda tesettürsüz gezen bayanlar mâlum, yani
bu kişiler İslâm’ın haram ettiği , yasakladığı şeyleri yapıyorlar ve rahat bir
şekilde müslüman olduklarını da
söyleyebiliyorlar.
Fakat
İslâm, yeryüzünden bütün ahlâksızlıkları, kötülükleri kaldırmak için gelmiştir ve bunları
yasaklamıştır. İslâm dini müslümanlara her türlü kötülükleri, haramları yapmayı
değil; yapmamayı emrediyor. Sadece, ‘ben de müslümanım, kalbim temiz’ diyerek
yaptığı kötülüklerin zararını görmeyeceğini sananlar, kendilerini
kandırmaktadırlar.
“İnsanlar
imtihana tâbi tutulmadan sadece iman ettik (biz de müslümanız) demeleriyle
bırakılacaklarını (kurtulacaklarını) mı
sandılar? Andolsun ki Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah elbette
(imanda) doğru olanları bilir, yalancıları da bilir. Yoksa kötülükleri yapanlar
bizden kaçabileceklerini (cezadan kurtulacaklarını) mi sandılar? Ne kadar kötü
(ne yanlış) hüküm veriyorlar!” [40] buyrulmaktadır. İman, teslimiyet ister, itaat ister.
İmanın gereği sâlih ameldir. Mü’minler imanın gereği olan sâlih amel işlemeli
ve onu bir davranış şekli olarak ortaya koymalıdırlar.
Her
türlü günahı, haramı işlediği halde “ben de müslümanım” demek, “ben de cennete
giderim” demek ahmaklıktır. Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Akıllı
kimse nefsini kontrol altına alıp (her türlü günahlardan korunmaya çalışarak)
ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan; Âciz
(aklını gereği gibi kullanmayan) insan da, nefsinin hevâsına (istek ve tutkularına, kötü
arzularına) uyup da Allah’tan (olmayacak
şeyleri ve cenneti) temenni eden kimselerdir.” [41]
Ebu
Hureyre (r.a.)’dan rivâyetle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Şüphesiz
ki Allah sizin sûretlerinize ve
mallarınıza (makam ve mevkilerinize) bakmaz. Lâkin kalplerinize ve
amellerinize bakar.” [42]
“İnsana
çalışmasından başkası yoktur.” [43]
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu
kötülüklere sürükleyen de ziyan etmiştir.”
[44]
Âyet
ve hadislerden de görüldüğü gibi, “ben müslümanım” demekle iş bitmiyor. Asıl o
zaman, İslâm’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmak gerekiyor.
Zaten İslâm’ın emirleri, amelî yönü müslüman olmayanlara değil, müslüman olan
kişileredir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Yoksa
kötülükleri yapan (İslâmî değerleri
çiğneyip, putlaşan arzularına göre yaşayan) kimseler, kendilerini hayatlarında
ve ölümlerinde, inanıp da iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı
sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar (Çok yanlış düşünüyorlar)! Bu sebeple herkes
(dünyada) yaptığının karşılığını görecek ve kimseye haksızlık edilmeyecektir.” [45]
“O
halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkup, emirlerine uygun yaşayın (emir
ve yasaklarını) dinleyin, itaat edin (gereği
ne ise yapın)” [46] buyrulmaktadır.
Müslüman
kişinin Allah’tan korkması, sadece büyük bir tehlikeden duyulan korku gibi
olmayıp, bununla birlikte, Allah’a karşı bir saygının da ifâdesidir. Korkan,
korktuğundan kaçar; fakat Allah’tan korkan, O’na yaklaşır ve O’nun lütfuna,
ikramına mazhar olur. “Allah katında
ikrama en lâyık olanınız, O’ndan en çok
korkanınızdır.” [47]
Allah’tan korkmak ise, O’nun emirlerine itaati ve yasaklarından kaçınmayı
gerektirir. İslâm’ı gereği gibi bilmeyenler veya İslâm’a karşı olanlar:
“Allah’tan
korkulmaz, Allah sevilir, Allah affedicidir” gibi sözlerle insanları Allah
korkusundan uzaklaştırmaya ve günah işlemeye sebep olmaktadırlar. Tabiî ki,
Allahu Teâlâ’nın rahmeti boldur, Allah “Gafûr”dur, günahları bağışlayıcıdır.
Fakat bununla beraber, Allah aynı zamanda “Kahhâr”dır. Küfür, şirk, isyan
içinde olanları, tevbe etmeyenleri cezalandırıcıdır. Allah Teâlâ, iman edip
sâlih amel işleyenleri mükâfat olarak cennete koyacaktır. Fakat Allah’ın emir
ve yasaklarını çiğneyenlere de ceza olarak cehenneme atacaktır. Dünya hayatı
imtihandan ibarettir, imtihanı kazananlar kurtuluşa erecektir. İmtihanı
kaybedenler perişan olacaklardır. İşte azaba, perişanlığa düşmekten korkmalı ve
Allah’ın emir ve yasaklarına uymada titizlik göstermeliyiz. Böylece Allah’tan
gereği gibi korkarak Allah’a iyi kul olmaya çalışmalıyız ki, korktuğumuz
Cehennemden kurtulalım, umduğumuz cennete nâil olalım.
Merhum
Mehmet Âkif Ersoy’da:
“Ne
irfandır ahlâka yükseklik veren, ne vicdandır;
Fazilet
hissi, insanda Allah korkusundandır.” diyerek Allah’tan korkmanın önemini
belirtmiştir.
“Şeytan
sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder.” [48] Şeytan, müslümanların apaçık bir düşmanı olduğundan, insanların
faydasına olanı değil, zararına olacak şeyleri aklına getirir. Birtakım
lüzumsuz, zararlı korkulara sürüklemeye çalışarak doğru şeyleri yapmaktan
alıkoymaya çalışır.
Dolayısıyla mü’min her aklına geleni değil,
doğru olan şeyi yapmalıdır. “Rasûlullah (s.a.s.):
“Allah’ım,
korkaklıktan Sana sığınırım” [49] diye dua ederek, lüzumsuz korkulara kapılmamak için,
mü’minlere bu şekilde dua etmesini öğretmiş oluyor.
Mü’minler
de birtakım korkulara kapılabilir. Fakat bu korkular, lüzumsuz/yersiz ise
bunlardan kendisini dua ederek kurtarmaya çalışmalıdır.
Fakat,
korku ile tedbiri birbirine karıştırmamalıdır. Korku, kalp ve duyularla
ilgilidir. Gerçek mü’minlerin Allah’tan başka hiç kimseden korkmayışları,
onların tedbirsiz olmalarını gerektirmez. Kendisine, mü’min kardeşine ve
onlardan daha önemli olan dâvâsına gelebilecek zarardan dolayı, tâğutlara,
müşrik ve kâfir egemen güçlere karşı tedbirli olmaya, gerekli konularda
gizliliğe son derece dikkat etmek, dâvâ adamının şiarıdır. Çünkü teşkilatlanma
ve cihadla ilgili gerekli durumlarda gizlilik ve tedbir Rasûlullah (s.a.s.)’in
sünneti ve ashâbın prensibidir. [50]
Rabbimiz
Allah Teâlâ mü’minlerin korku ve ümit içerisinde olmalarını beyan ediyor:
“(Rasûlüm!)
Kullarıma Benim çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver. Benim
azabımın da acıklı (şiddetli) azap olduğunu bildir.” [51]
Allah
Teâlâ’nın affı boldur. O, kullarını bağışlayıcıdır. Fakat Allah’ın ve
Rasûlü’nün emirlerine karşı çıkanlar, hemen yaşadığı çağı hatırlatıp İslâm’ın
emirlerini, hükümlerini reddedenler, İslâm’a göre değil de gayr-i İslâmî hevâ
ve heveslerine göre yaşayanlar, bu yaşamlarının devamı için, İslâm’a aykırı
yaşamdan yana olanlara ve küfür, şirk içinde kalanlara Allah (c.c.)’nün
beyanıyla:
“(Rasûlüm)
Benim azabımın acıklı (şiddetli) azap olduğunu bildir” [52] buyrulmaktadır.
“Ey insanlar! Rabbinizin emrine uygun yaşayın.
Babanın çocuğuna fayda veremeyeceği, çocuğun da babasına fayda veremeyeceği bir
günden korkun. Şüphesiz bilin ki Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya
hayatı sizi aldatmasın ve şeytan Allah’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın
(günaha sokmasın ve ibâdetten alıkoymasın).” [53] “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkup
emirlerine uygun yaşayın (emir ve yasaklarını) dinleyin, itaat edin.” [54]
Mü’min
bütün gayretiyle İslâm’ın prensiplerine uygun hareket etmeye çalışmalıdır. Buna
rağmen günah işlediğinde hemen tevbe ederek kendisine çeki düzen vermelidir. Ne
için tevbe etmişse bir daha onu yapmamaya çalışmalıdır. Allah affeder
düşüncesiyle kesinlikle günah işlememeli, günahtan sakınmalıdır. Rabbimiz
yukarıdaki âyet-i kerimede bizleri apaçık bir şekilde uyarmaktadır.
Günah
işlendiğinde Allah affetmez diyerek tevbeyi kesinlikle terk etmemeli, çünkü “Allah
tevbeleri kabul edicidir.”[55]
Fakat Allah günahları affediyor diye de bile bile kesinlikle günah işlememeli. “Artık
kim azgınlık etmişse ve (âhiret karşılığında) dünya hayatını tercih etmişse
işte muhakkak ki o alevli ateş (cehennem) onun varacağı tek yerdir. Ama kim de,
Rabbinin (huzurunda duracağı) makamdan korkup (gereğini yapar) nefsini de kötü
hevesten (günahlardan) men ederse, işte muhakkak ki cennet onun varacağı tek
yerdir.” [56] Mü’minler, korku
ve ümit içerisinde ölçülü ve dengeli olmalı, ifrat ve tefritten sakınmalıdır. [57]
İslâm,
her şeyde bir orta yoldur; düşüncede, inançta, kullukta, ibâdette, ahlâkta,
yaşayışta, muâmelâtta ve nihayet ana ilkelerde.
Bu
yol Allah’ın “doğru yol” diye adlandırdığı yoldur. Bu yol, “gazaba
uğramışların” yani İslâm’ın dışındaki din ve felsefe sahiplerinin yollarından
apayrı özelliklere sahip bir yoldur. Bu yol aynı şekilde sapmışların sınır
tanımaz ve aşırı yollarından da tamamen farklı bir yoldur. Orta yol; İslâm’ın
başta gelen özelliklerinden biridir. “Böylece sizi orta bir ümmet kıldık;
insanlara şahitlik etmeniz için” [58]
âyeti uyarınca Allah’ın bu ümmeti başkalarından ayırmak için koyduğu temel
işaretlerden biridir. Ve o İslâm toplumu ki tam anlamı ile bir adâlet ve denge
unsurudur. Dünyada ve âhirette dosdoğru orta çizgiden tüm sağa ve sola
sapmalara tanıklık eden, edecek olan bir İslâm toplumu. İslâmî naslar (Kur’an
ve sünnet) insanı dengeli olmaya çağırırken, ayrıca aşırılığa karşı da
uyarıyor. O aşırılık ki, din dilinde çeşitli
lafızlarla tanımlanmaktadır. Sınır tanımazlık, ileri gitmek, şiddet
göstermek bunlardan bazılarıdır. [59]
“Dinde
aşırılıktan sakınınız. Çünkü sizden öncekiler dinde kendilerini zorlayarak aşırılığa gittikleri için helâk olmuşlardır.” [60]
İslâm, ifrat (haddi aşma), tefrit (eksiltme ve
kısaltma) yönünden haddi aşmayı yasaklamıştır. Çünkü Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah
ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir kadın ve erkeğe o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse
apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [61]
“Bunlar,
Allah’ın (koyduğu) hudutları, sınırlarıdır. Kim Allah ve peygamberlerine itaat
ederse, Allah onu zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Orada devamlı
kalıcıdırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah ve Peygamberine karşı isyan
eder ve (koymuş olduğu) sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe
sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” [62]
Abdullah
İbn Mes’ud (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Taşkınlar,
aşırı gidenler (ince eleyip sık dokuyanlar
helâk oldu.” Bunu Rasûlullah
(s.a.s.) üç defa söyledi. [63]
Müslümanlar İslâm’ın koymuş olduğu ölçülere uymalıdır, asla gevşek davranmamalı
ve aşırıya gitmemelidir.
“Allah
sınırı (haddi) aşanları sevmez.” [64]
Enes b. Mâlik
(r.a.) anlatıyor:
“Üç
kişi Rasûlullah (s.a.s.)’in hanımlarının evlerine geldi de, Rasûlullah (s.a.s.)’in ibâdetinden soruyorlardı. Bunlara
Rasûlullah (s.a.s.)’in ibâdeti haber verilince kendileri bu ibâdeti azımsadılar
ve:
‘Biz
nerede, Rasûlullah (s.a.s.) nerede? Muhakkak ki Allah Rasûlünün geçmiş olan ve
gelecekte işlemesi muhtemel bulunan bütün günahlarını mağfiret etmiştir’
dediler. İçlerinden biri:
‘Bana
gelince, ben geceleri daima namaz kılacağım’ dedi. Diğeri de:
‘Ben,
her zaman oruç tutacağım ve oruçsuz
olmayacağım’ dedi. Üçüncüsü de:
‘Ben
de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim’ dedi. Onlar bu sözleri
söylerken Rasûlullah (s.a.s.) onların yanlarına çıkageldi de:
“Sizler
şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz. Dikkat edin! Allah’a yemin ederim ki ben
sizin Allah’tan en çok korkanınız ve en çok takvâlı olanınız bulunuyorum.
Bununla beraber ben, oruç tutarım, oruçsuz da bulunurum, nâfile namaz kılarım
(gecenin bir kısmında) uyurum, kadınlarla da evlenirim (işte benim
sünnetim,hayat yolum budur). Her kim benim sünnetimden (yaşam biçimimden) yüz
çevirirse, o benden değildir ” buyurdu.
[65]
Hadiste
de görüldüğü gibi aşırılık, haddi aşma yasaklanmıştır. İslâm, kolaylığı
getirmiştir, zorluğu değil. Dolayısıyla, zor olanı değil, doğru olanı yapmak
esastır. [66]
İslâm,
insan fıtratına uygun hükümler getirmiştir. “Allah (ağır yükleri)
sizden hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır.” [67]
“Allah
sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” [68] Allah Teâlâ insanlara zorluk dileseydi, insanlar kolay
bir şekilde yaşayamazlardı. Kâinat bu kadar denge içerisinde olmasaydı
yaşantımız zor olurdu. Meselâ havalar
devamlı sıcak olsa, sıcağa dayanmada
güçlük çekerdik veya havalar devamlı çok soğuk olsa soğuğa dayanmada güçlük
çekerdik. Beslenmek için yediğimiz sebzeler, meyveler bu kadar lezzetli ve
tatları bu kadar güzel olmasaydı bunları yemekte güçlük çekerdik. İçtiğimiz su
acı olabilirdi, içerken güçlük çekerdik. Veya, insan bu kadar iyi bir şekilde
yaratılmamış olsaydı, yine ihtiyaçlarını
rahat bir şekilde yerine getiremez, çok zorlanırdı. Meselâ, rahat
yürüyemez, elini, kolunu rahat oynatamaz, rahat göremez, duyamaz, konuşamaz ve
yaşamı çok zor olabilirdi. Bunun gibi misaller arttırılabilir. “(Çünkü)
Allah sizin (insanlar) için kolaylık ister, zorluk istemez.”
Allah’ın
insanlara vermiş olduğu kulluk görevleri (emir ve yasakları da) kolaydır. “Allah
kimseye (ibâdet ve itaatte) gücünün yettiğinin dışında teklif etmez.” [69]
“Din
hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” [70] İslâm’da insanların tabiatına aykırı düşen, fıtratını
zorlaştıran hiçbir güçlük yoktur. İbâdet ve yükümlülükler de bir azîmet (normal
şartlardaki genel hüküm) yanında bir de ruhsat yani mazereti sebebiyle kolaylık
vardır. Ayrıca günahlar için tevbe, keffâret vb. kurtuluş ve arınma yolları
açık tutulmuştur. [71] Dolayısıyla İslâm dini Allah tarafından
kolaylaştırılmıştır ve bunu iyi bir şekilde anlatmak gerekir.
Allah,
insan daha hayata adım atarken, onun yolunu kolaylaştırmış, anasının karnından
kolayca çıkmasını sağlamıştır. [72] Dünyada
rahat etmemiz, kolayca yaşayabilmemiz için sayısız nimetler ve imkâlar
vermiştir. Fıtrata uygun yaşamak, aslında hayatı kolaylaştırmak demektir.
Dünya hayatına, insanları, cahiliye
düzenleri ve cahiller zorlaştırmıştır. Bu konuda çözüm, takvâya sarılmaktır.
Takvâ, hem âhiret hem dünya işlerimizin kolaylaşması için, anahtar görevi
yapar. Din ve dünya işlerimizin Allah tarafından kolaylaştırılmasını
istiyorsak, takvâ sahibi olmalı, Allah’tan hakkıyla korkmalıyız. [73] “Andolsun
Biz Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Düşünüp, öğüt alan yok mudur?” [74]
Kulluk kitabımız olan Kur’ân-ı Kerim’i okuyup
anlamak ve gereğini yerine getirmek zor
değil, gayet kolaydır. Yeter ki gereği yapılmak istensin.
Rasûlullah (s.a.s.) de dinin kolay olduğunu
beyan etmiştir:
Şüphesiz
ki o din kolaylıktır. Her kim (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa altında kalır.
Onun için orta bir yol tutun ve dini en uygun biçimde
uygulayın.” [75]
“Allah,
koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği
gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da sever.” [76] Hz. Aişe (r.a.) şöyle diyor:
“Rasûlullah
(s.a.s.), biri zor biri kolay iki seçenekle karşılaştığında günah değilse,
muhakkak en kolay olanını tercih ederdi.”[77]
Çünkü İslâm’da ruhbanlık yoktur, tabiî ki, İslâm’ın emirlerini yerine getirmede
gevşeklik, umursamazlık da yoktur.
Rasûlullah
(s.a.s.):
“Müjdeleyin,
nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın” [78]
buyurmaktadır. Bu hadis; sadece tebliğ usûlüyle alâkalı olmayıp tüm yaşantımıza
da hitap etmektedir. Bir mü’min ne ile emrolunmuşsa, onu yerine getirmelidir.
Çünkü
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol! Beraberinde bulunan putperestliğe tevbe etmiş (müslüman
olmuş) kimseler de doğru hareket etsinler. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah
yaptıklarınızı görür.” [79]
“Rabbimiz
Allah’tır deyip de sonra (kulluk görevlerinde) dosdoğru olanlara, işte onlara
hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar cennet
ehlidir. Yapmış olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.” [80]
“Ya
Rasûlullah (s.a.s.) İslâm hakkında bana
öyle bir söz söyle ki onu senden sonra hiç kimseye sormayayım.” diye soran
Süfyan b. Abdullah es-Sakafi’ye Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle cevap verdi:
“Allah’a
iman ettim de, ondan sonra dosdoğru ol.” [81]
Abdullah
b. Mes’ud (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.)’den şunu naklediyor:
Hz.
Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve ‘Bu Allah yoludur’ dedi. Daha
sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek ‘Bunlar ise diğer
yollardır, her biri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır’ buyurdu. Arkasından da şu âyeti okudu:
“Bu
benim dosdoğru olan yolumdur. Şu hâlde ona uyun. Sizi, onun yolundan ayıracak
(başka) yollara uymayın.” [82][83]
“Doğru
olunuz, kurtuluşa erersiniz.” [84]
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk, hayra ve üstün
iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir.”[85] Mü’min, doğru dürüst olmalı, yaşantısının her alanında doğruluktan adaletten ayrılmamalıdır. “Şüphesiz Allah
size emânetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında
hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor.”[86]
“Allah adaletli olanı (âdil davrananı) sever.” [87]
İslâm’ın
prensipleri zor değil, gayet kolaydır. Fakat İslâm’ın gereklerini yerine
getirmek istemeyenlere tabiî ki, İslâm’ın kurallarına uymak zor gelir, çünkü
İslâm’ı yaşamaya gayretleri yoktur. İslâm’ı yaşamaya gayret edenler için,
gereğini yapmak kolaylaşır. “İslâm çok zor, yaşanmaz” demek, İslâm’a en büyük
iftiradır ve kişiyi küfre götürür.
Vabisa
(r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şölye buyurdu: “Her ne kadar müftüler sana
fetva verseler de sen kalbine danış.” [88]
Yani, ‘doğru ne ise ona göre hareket et’ denmektedir.
Rasûlullah
(s.a.s.), “Amellerin Allah’a en sevimlisi az da olsa devamlı olarak
yapılanıdır” [89]
buyurmuştur. İslâm dini kolaydır, zorlaştırılmamalıdır. Bid’at ve hurâfelerden
sakınmalıdır. İslâm, sadece takvâ sahibi elitlerin, âlim ve mücâhit
savaşçıların dini değil; aynı zamanda bedevilerin, ihtiyar kadınların, ortalama
kültür ve bilgiye sahip yığınların da dinidir.
Saçı
başı dağınık bedevi bir müslüman, Rasûlullah (s.a.s.)’e gelerek, Allah’ın
kendini yükümlü tuttuğu ibâdetleri sormuştu. Peygamberimiz (s.a.s.) de “Şehadet
kelimesi ve farz olan beş vakit namaz, ramazan orucu, her yıl zekât ve ömründe
bir kere hac” konusunu saymıştı. Adam:
“Sana
ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki, bu söylediklerinden fazla bir şey de
yapmam, eksik de bırakmam’ diyerek çekip gitmişti. Peygamberimiz (s.a.s.) de “şayet
dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur. (Cennete girer).” [90]
buyurdu.
Dinin
bütün hükümleri, beşerî ve askerî yapıda emirler ve yasaklar sıralaması halinde
değildir. Farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah sıralaması ve haram, tahrimen
mekruh, tenzihen mekruh, müfsid gibi merdiven vardır.
Yine,
azîmet ve ruhsat tercihi söz konusudur. Ruhsatlar İslâm’ın her şart ve ortamda
kolaylıkla yaşanabilmesi, yükümlülüklerden ağır yüklerin kaldırılması ve İslâmî
hükümlere henüz yeterince bağlı olmayanları onlara alıştırmak için başvurulan
kolaylıklardır. Müslümanlar hayatın akışı içerisinde çeşitli zorluklarla
karşılaşırlar. İbadetlerini yerine getirirken, kendilerinden kaynaklanmayan
zarûret durumuyla karşı karşıya gelirler. Bu gibi durumlarda ruhsatlar onların
önünü açabilir. İhtiyaç olduğu zaman ruhsatlardan herkes yararlanabilir. Bu
konuda ruhsat gündeme gelirse mü’minler azimetle amel etmeye zorlanamaz. Dileyen
azimetle, dileyen ruhsatla amel eder. Ruhsat ve kolaylığı kullanma da
Yaratıcı’nın kullarına verdiği bir hak olduğuna göre, bu haktan yararlanıp
yararlanmama meselesi, kulun tamamen serbest seçimine bırakılmıştır.
Nâfile
ibâdetler, sünnet olan sınır aşılmamak sûretiyle istenildiği kadar yapılabilir
ama başkalarına emredilemez. Bunlar dinin, olmazsa olmazları arasına sokulamaz.
Tebliğ
ve tavsiyede önceliği alamaz. Tevhidî hususlardan ve farzlardan daha önemli
gibi gösterilemez. Aksi takdirde din zorlaştırılmış, ölçü kaçırılıp ifrâta
gidilmiş olur.” [91]
Kur’an
ve sünnet çizgisinden sapma, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından her bid’atın
dalalet/sapıklık olduğunun belirtilmesine rağmen bazı bid’atlerin
“hasene/güzel” olduğu anlayışı ve bu düşüncenin sonucu “tamamlanmış din”e
ilâveler, dini zorlaştırma çizgisini başlatmıştır. Fazilet ve tavsiyeler farz
gibi görülmeye başlanmış, din ortalama insanın kaldıramayacağı zorluklarla
dolmuştur. Sakal bırakmanın bir müslüman için şart, kesmenin ise haram
olduğunu, müslüman kadının ev dışında mutlaka çarşaf giymesi gerektiğini, başka
türlü tesettür olmayacağını iddia etmek, dini zorlaştırmanın geleneksel ve
güncel örneklerindendir. [92]
Aynı şekilde günümüzde yapılan yanlışlardan
biri de şöyledir: “Bazı müslümanlar,
herhangi bir cemaate körü körüne bağlanarak taassup sergilemektedirler.
Cemaatin başındaki lider yanlış bir şey söylese dahi o cemaate bağlı kişiler
akıllarına yatmasa da ‘bir hikmeti vardır’ diyerek ‘doğru mu, yanlış mı?’ diye
düşünmeden, söyleneni yapmaya çalışırlar. O kişilere ‘size yapılması söylenen
şeyler yanlış’ denildiğinde onlar da ‘bize ne söylenirse biz ona itaat ederiz,
onu yaparız. Eğer yaptığımız şey yanlışsa günahı bize değildir’ derler.”
Yanlışlığı
emredenler, kendileri günah kazandığı gibi, ona uyanlar da günah kazanmaktadır.“Hiçbir
günahkâr başkasının günahını
yüklenemez.” [93]
“Ve
siz mutlaka (dünyada) yaptığınız şeylerden sorumlu tutulacaksınız.” [94]
Buna
göre emir ve tavsiye edilen sözler din
açısından meşrû, akıl açısından doğru ise yapmalı, yanlış ise kesinlikle terk
edilmelidir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“Allah’a
isyan konusunda hiç kimseye itaat yoktur. İtaat ancak meşrû (olan bir şey)
hususundadır.” [95] İslâm’a aykırı yanlış şeylerde kimseye itaat
edilmemelidir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onlara
‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dense ‘hayır biz atalarımızı (büyüklerimizi)
üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış (yanlış
düşünüyorlar)sa, doğruyu da bulamamış idiyseler (atalarının yanlış yoluna mı
uyacaklar)?” [96]
Herhangi
bir konuda, yanlış yapmış veya haktan ayrılmış liderlerin yolundan gidenlerin
âhiretteki pişmanlıkları şu şekilde belirtilmektedir: “Ey Rabbimiz biz
liderimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi (doğru) yoldan saptırdılar,
derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle
rahmetinden kov.” [97]
diyerek halk, saptıran kimselere karşı kızgınlığını dile getirecektir. Ayet-i
kerimeden açıkça anlaşılmaktadır ki, eğer liderler, atalar yanlış yolda iseler
veya herhangi bir yanlış şeyin yapılmasını istediklerinde onlara uyulmaması
gerekir. “Onlar (mü’minler) ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline
(doğrusuna) uyarlar.” [98]
Dinlediğimiz sözlerin en güzeline, en doğrusuna uymalıyız. Dinlediğimiz şeyler
Kur’an ve sünnete aykırı ise ve insanlara fayda değil; zarar getirecekse bu
sözü söyleyen, cemaatin lideri de olsa; kim olursa olsun kesinlikle ona
uyulmaması gerektiğini âyet ve hadisler açıkça göstermektedir.
Tabiî
ki, yapılacak şeyler doğruysa, o yapılır. Fakat yanlışsa yapılmamalıdır.
Yine
doğru olmayan ve dini zorlaştıran bir davranış biçimi de şudur: Tarikata bağlı
bazı kişiler, tarikata girmemiş müslümanların hemen tarikata girmeleri için
Beyazıd-ı Bestami’ye ait olan: “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.”[99]sözünü
hadis olmadığı halde bu sözün “hadis” olduğunu söyleyerek mutlaka bir an önce
“bir şeyhe bağlanmak lâzım” derler. Bir tarikata, bir şeyhe bağlanılması için
bu sözün hadis olarak delil gösterilmesi, çok yanlış ve cahilce bir
davranıştır.
Halil
Gönenç hoca, Fetvalar kitabında, şeyhe bağlanmak konusunda şunları
söylemektedir:
“Herkesin
(her müslümanın) mutlaka bir şeyhe intisab etmesi gerekir.” diye bir şart yoktur. Böyle olsaydı
mutlaka Kur’an ve sünnet bunu kesin olarak açıklar ve bu, İslâm’ın farzlarından
biri kabul edilirdi. [100]
Dolayısıyla
mutlaka her müslümanın “bir tarikata, bir şeyhe bağlanmak lâzım, başka kurtuluş
yolu yoktur” diyenler câhilce bir davranış içerisindedirler ve dini
zorlaştırmaktadırlar. Yaratılış gayemiz Allah’a iyi kul olmaktır. Onun için de
İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenip hayatımıza aktarmalıyız. Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor: “Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden (bilenden) sorun.” [101]
Tabiî ki, İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenmek için ilim ehli, Kur’an ve sünnete
bağlı sâlih kişilerin ilminden sohbetlerinden, nasihatlerinden ve kitaplarından
istifâde edilmelidir. Fakat “tarikata, şeyhe bağlanmadan İslâm’ı öğrenmek ve
yaşamak mümkün olmaz” demek câhilce bir davranıştır, dini zorlaştırmak ve aşırı
gitmektir. “Allah sınırı (haddi)
aşanları sevmez.” [102]
Yine
aynı şekilde zorlaştırılan bir konu da, “haremlik-selâmlık” konusudur. Tabiî
ki, dinimiz bir şeyi haram etmişse ona
götüren yolları da yasaklamıştır. İslâm dininde zinâ haramdır, ona götüren
yollar da haramdır. Meselâ, nâmahrem olan kadınla yalnız bir odada kalmak câiz
değildir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’a ve âhiret
gününe iman ediyorsa yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü bu takdirde üçüncüleri şeytandır.” [103]
“Yanında
mahremi olmayan kadınla kimse başbaşa kalmasın.” [104] Bu hadisler bir kimsenin eşi ve nikâh düşmeyen yakın
akraba ve hısımları dışında kadınlarla yalnız kalmasını haram kılmaktadır.
Böyle bir durum hem karşı
cins için tahrik edicidir. Hem
de dedikoduya sebep olabilmektedir. Dolayısıyla yabancı kadınlarla yalnız bir
arada kalmamaya özen gösterilmelidir. Fakat
kadın kocasının erkek kardeşi, dayısı, amcası, dayı ve amca çocukları ya
da daha uzak akrabalar gibi nâmahremler varsa kadın tam
tesettürüne, oturuşuna, kalkışına, gülüşüne, konuşmasına dikkat ederek, onların
yanında kokulanmamaya ve süslenmemeye onlarla
teke tek bir odada kalmamaya özen göstermek şartıyla bir arada
bulunabilir. Beraber yemek yiyebilirler, ancak bu durumda kadının tesettürlü
olması, göğüs, kalça gibi vücut hatlarını belirtecek elbiseler giymemesi
gerekmektedir.[105]
Yani, kadın dişiliği ile değil, kişiliği ile o ortamlarda olmalıdır. Fitneye ve
fesada sebep olmayacak şekilde kadınlar, erkekler yalnız kalmamak şartıyla bir
arada bulunabilirler.
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman da bu konuda şunları belirtmektedir:
İslâm,
kadın-erkek ilişkilerini sınırlamış olmakla beraber, kadını dört duvar arasında
hapsetmemiştir. İslâm’ın ilk devrinden beri müslüman kadınların savaşa
katıldıklarını biliyoruz. Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.)’in eşi Sevde’ye “Allah
ihtiyacınız için evden çıkmanıza izin vermiştir.” [106] Ve
ümmetine hitaben “Allah’ın kadın kullarını, Allah’ın mescidlerine gitmekten
men etmeyiniz.” [107]
buyurarak kadınların ilim, alış- veriş, düğün, ibâdet gibi meşrû sebeplerle
dışarı çıkabileceklerini ifâde buyurmuştur.
Kadın ve erkeklerin küçük yaştan itibaren
beraber bulunmaları ve serbest ilişki içinde yetişmelerinin saldırganlığı
azaltacağı birtakım komplekslerin doğmasını önleyeceği nazariyesi İslâmî
toplumlar için geçerli değildir. Diğer toplumlar arasında da gerçeğin hayale uymadığı âşikârdır. Bu sebeple İslâm,
kız- erkek beraberliğini serbest bırakmamış, kayıt ve şartlara tâbi kılmıştır
Bir
müslümanın evine akrabası dışında kalan dost ve arkadaşlarının da gelmesi doğaldır.
Bu durumda kadın ve erkeklerin beraber oturması ve evin kız ve kadının
misafirlerine hizmet etmesi söz konusu olabilir. Ashâbdan Ebû-Üseyd evlenirken,
düğün gecesi Hz. Peygamber ve dostlarını dâvet etmiş, fakat onlar için yemek
hazırlamamış, bir şey de ikram edememiştir. Ancak eşi, geceden bir taş kabın
içine hurma ıslatmış, Hz. Peygamber (s.a.s.) yemeğini bitirince bunu ezip
sulandırmış, şerbet yapmış ve misafirlere ikram etmiştir. [108] İbn
Hacer ve Aynî gibi Buhârî şârihlerinin işaret ettiği üzere bu hadisi şerif ve
benzerlerinden şu netice çıkarılmıştır: Kadın,
kocasının arkadaşlarına hizmet edebilir, ancak bu durumda tesettürüne
riayet etmesi, tarafların kötü duygulara kapılmaktan emin olmaları için tahrik
edici davranışlardan kaçınmaları şarttır. Evin dar olması, ancak bir odanın
ısıtılmış bulunması, bir büyüğünün sohbetinden kadınların da faydalanmalarını
sağlamak gibi durumlar da (gerektirdiğinde) şartlara riâyet edilerek kadınlar
erkeklerle beraber oturabileceklerdir. Bu durumların dışında ayrı oturmak
evlâdır.[109] Değerli âlimlerden Yusuf
el-Kardavî de bu konuda şöyle der: Kadın giysisinde, süsünde, konuşmasında ve
yürüyüşünde İslâm âdâbına uygun olduğu müddetçe kocasının (veya kendi
yakınlarının) huzurunda onun misafirlerine gereken hizmeti yapabilir. Bu
durumda kadın misafirleri, onlar da kadını görebilirler. [110]
Araştırmacı
yazar Ahmed Kalkan hoca da bu konuda şunları belirtmektedir: Müslüman bir aile,
evlerinde haremlik-selâmlık uygulayabilir. Ev sahibi erkek, bunun kendi hanım
veya kızları ve misâfir erkekler açısından daha ihtiyatlı olduğu anlayışında olabilir. Buna kimsenin bir şey
diyeceği olmaz. Ama bunu İslâm’ın emri olarak görüp göstermek istemesi önemli
bir yanlış ve dine bir iftiradır, hiçbir müslümanın buna hakkı yoktur.[111]
Bu
açıklamalardan da görüldüğü gibi, kadınlar tesettüre ve şartlara riayet
ettiklerinde nâmahrem de olsa, erkeklerle yalnız kalmamak şartıyla bir ortamda
bulunabilirler, konuşabilirler.
“Mü’min
erkeklerle, mü’min kadınlar da birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcıları)dır;
onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar.” [112]
İctimaî
şuur, fertlerin dinî ve ahlâkî kusurları ve kötülükleri karşısında da duyarlı olmak zorundadır.
Nitekim,
yukarıdaki âyette, kadın olsun erkek olsun mü’minlerin birbirlerine iyiliği
emredip kötülükten (günahlardan) alıkoymalarının aralarındaki velâyet bağı ve
kardeşliğin zarûrî bir sonucu olduğuna işaret edilmiştir. Bu görev ve yetki
(tebliğ), cinsiyet farkı gözetmeden İslâm toplumunun bütün fertlerine
verilmiştir. [113]
Mü’min
erkeklerle kadınlar birbirlerine İslâm’ı tebliğ yapmalıdır. Bu tebliği yapanlar
hakkında hemen art niyet aramamak lâzımdır. “Mü’minler ancak kardeştir.” [114]
Kardeşlik gereği kadınlara da maddî ve mânevî yardımlarda bulunmak gerekir.
Tabiî ki, kadınlara bu tebliği ve yardımı yaparken fitneye, fesada dedikoduya
sebep olmayacak tedbirler alınmalıdır.
“Mü’min,
insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse
değildir.” [115]
“Mü’min,
diğer mü’minlerin onun elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” [116]
Mü’min,
emin olunan (kimseye zarar vermeyen) kişidir. Dolayısıyla mü’min, kendisine çok
dikkat etmesi, müslümanlara zarar vermemek için elinden geleni yapması gerekir.
Yukarıdaki
izahlardan da açıkça anlaşıldığı gibi, nâmahrem olan kadın-erkek, yalnız kalmamak
şartıyla, dikkat etmesi gereken hususlara dikkat ederek bir arada olabilirler.
Buna rağmen bazı kişiler şöyle söylüyorlar:
“Kadın-erkek
bir arada kalabalık da olsa, tesettürlü de olsa ne şekilde olursa olsun, bir ortamda (bir arada) bulunmaları haramdır.”
Böyle söylemek çok yanlıştır, dini zorlaştırmaktır, aşırı gitmektir. “Allah
sınırı (haddi) aşanları sevmez.” [117]
Bu
hususlara çok dikkat etmek gerekir. Mü’minler Allah’ın sevdiği bir kul olmaya
çalışmalıdır. [118]
İnsan,
kendisine iyilik edeni sever. Allah, iyilik edenlerin başındadır. İnsana
varlığını, rızkını, sağlığını, sahip olduğu her şeyi veren Allah’tır. “Allah’ın
verdiği nimetleri sayacak olsanız sayıp bitiremezsiniz” [119]
buyrulmaktadır. Hatta, Allah’tan başkasının iyiliği de gerçekte, Allah’ın
iyiliğidir, O’nun nasip etmesiyledir. Çünkü başkalarının kalbini, birine iyilik
yapmaya yönelten O’dur. O’dur ki, kullarının birine onu sevdirmiş, böylece o
kimse kendisine iyilik etmiştir. Allah Teâlâ, müslümanları birbirine kardeş
yapmış, [120] birbirine iyilik ve
yardım etmeyi de emretmiştir. [121] Ve
bu şekilde de insanların birbirine iyilik ve yardım yapmasını sağlamıştır.
Demek
ki insanların birbirine yaptıkları iyilikler, gerçekte, Allah’ın iyiliğidir.
Rabbimiz Allah, bunu bildirmektedir: “Sana (insanlara) gelen her iyilik
(imkân) Allah’tandır (Allah’ın nasibi iledir).” [122]
“O
(Allah) ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” [123]
“Ve
sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” [124] Dolayısıyla “Mü’minler en çok Allah’ı severler” [125] Ve
sevmelidir. Rasûlullah (s.a.s) de şöyle buyurur:
“Kişi,
Allah ve Rasûlü’nü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok sevmedikçe
imanın tadını bulamaz.” [126] “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah
için buğzetmektir.” [127]
“Kim
Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu
alçaltır. Kim Allah’ı çok zikreder/anarsa (O’na kulluk yapmaya gayret ederse)
Allah onu sever” [128] buyrulmaktadır.
“De
ki: (Rasûlüm) Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın” [129]
Âyet ve hadislerden, Allah ve Rasûlü’nü her şeyden fazla sevmenin önemi
anlaşılmaktadır. “Allah ve Rasûlü’nü sevmek” Allahu Teâlâ’nın emrettiğini
yapıp yasaklarından sakınmakla mümkündür.
Mü’minler
İslâm’ın prensiplerine bağlı kalmalıdır.
İfrat ve tefritten sakınarak, “ümit ve korku” içerisinde “ölüm gelinceye
kadar Rabbine kulluk et” [130]
emrine uyarak yaşamlarını sürdürmelidir. Allah’a kulluk için yaratılmış olan insan, bu kulluk görevlerini
yerine getirip getirmediğinin tespit edilmesi için imtihana tâbi tutulmuştur.
Bu imtihanı kazanmak ve cehennemden kurtulup
cennete gitmek isteniyorsa Allah ve Rasûlü’nün gösterdiği hak yoldan gidilmesi,
yani Kur’an ve sünnete (İslâm’a) uyulması gerekir.
Dünya
ve âhirette huzur, saâdet ve mutluluk isteniyorsa bu böyledir! Başka çıkar yol
yoktur.
“Bunlar
Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse
(emirlerini yerine getirirse), Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere
koyacaktır, orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş (saadet ve
mutluluk) budur. Kim Allah’a ve peygamberine karşı isyan eder ve (koymuş
olduğu) sınırlarını aşarsa (emir ve yasaklarına uymazsa), Allah onu devamlı
kalacağı bir ateşe (cehenneme) sokar ve onun
için alçaltıcı azap vardır.” [131]
Hadis-i şerifte belirtilen şu duaları
tekrarlıyoruz;
“Allah’ım! Kötü ahlâklı olmaktan, çirkin
işler yapmaktan ve yanlış inançlara sapmaktan Sana sığınırım.” [132]
“Allah’ım!
Beni senin doğru yoluna ilet! Nefsimin şerrinden beni koru” [133]
“Allah’ım!
Beni doğru yola ilet ve o yolda başarılı kıl!” [134]
“Allah’ım!
Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi
sevmeyi bana nasip et ve Senin
sevgini bana kendimden, ailemden ve
(sıcak ve hararetli günde) soğuk sudan (her şeyden) bana daha sevimli kıl.” [135]
“Ey
Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik (mutluluk) ver, âhirette de iyilik (mutluluk)
ver. Bizi cehennem azabından koru.” [136]
“Ey
Rabbimiz! Hesap görülecek günde (âhirette) beni, anamı, babamı ve mü’minleri
bağışla.” [137]
[1] Bakara: 2/212; Âl-i İmrân: 3/175; Mâide: 5/57
[2] Ahzâb: 33/37
[3] Tâhâ: 20/77
[4] Tâhâ: 20/65-68
[5] Nahl: 16/51-52
[6] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 369
[7] A’râf: 7/154
[8] Âl-i İmran: 3/175
[9] Hac: 2/1-2
[10] Ahzâb: 33/39
[11] Secde: 2/16
[12] Fâtır: 35/28
[13] Zümer: 39/13
[14] Fussilet: 41/30
[15] Zümer: 39/53
[16] En’âm: 6/147
[17] Nisâ: 4/106
[18] Bakara: 2/160
[19] Zümer: 39/53; Not: Şirkten dolayı tevbe eden kişinin
tevbesi de kabul olunur. Bkz. Nisâ,
4/106, Nasr, 110/3
[20] Yusuf: 12/87
[21] Ebû Dâvud, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 51
[22] Buhârî, Edeb 72; Müslim, Fezâil 127-128
[23] Müslim, Tevbe, B. 23, Hds. 2755
[24] S. Tirmizî, Cenâiz, B. 11, Hds. 983; S. İbn Mâce,
Zühd, B. 31, Hds. 4261; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Terc. c. 6, s. 351
[25] Buhârî, Tefsiru Sûre 12; Müslim, Fezâil, 134
[26] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib Terc. c. 6, s.
357, Hds. 8, Buhârî ve Müslim’den
[27] İbn Mâce, Zühd, 30
[28] İbn Mâce, Talak, 16; İbn Kesir, Tefsir Terc. c. 3, s.
1142
[29] Müslim, Tevbe,
11; Tirmizî, Deavat 104; İbn Kesir, Tefsir, c. 13, 6943
[30] İmam Hafız
el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 6, s. 358, İbn Hıbban’dan
[31] A.g.e., c. 6, s. 366, Hds. 22, Ebu’ş-Şeyh’den
[32] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 665
[33] Bkz. A’râf, 7/88; Yâsin, 36/18
[34] Ahmed Kalkan, Kur’ân-ı Kerim Kavram Tefsiri, Korku
kavramı, K. No: 70, s. 1116-1117. Yunus: 10/83
[35] A.g.e., s. 1118
[36] .Bkz. Teğâbün: 64/11
[37] Âl-i İmrân: 3/175
[38] Tâhâ: 20/124
[39] Tâlâk: 65/2-5
[40] Ankebût: 29/2-4
[41] İbn Mâce, Zühd 31; Tirmizî, Kıyâmet 25
[42] Müslim, Birr 34; İbn Mâce, Zühd 9
[43] Necm: 27/39
[44] Şems: 91/9-10
[45] Câsiye: 45/21-22
[46] Teğâbûn: 64/16
[47] Hucurât: 49/13
[48] Bakara: 2/268
[49] Müslim, Zikir 50; Ebû Dâvud, Vitir 32; Nesâî, İstiâze
7
[50] Ahmed Kalkan, Kur’ân-ı Kerim Kavram Tefsiri, Korku
kavramı, kavram no: 70, s. 1130
[51] Hicr: 15/49-50
[52] Hicr: 15/50
[53] Lokman: 31/33
[54] Teğâbün: 64/16
[55] Bakara: 2/160
[56] Nâziât: 79/37-41
[57] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 488-499.
[58] Bakara: 2/143
[59] Yusuf Kardavî, İslâmî Uyanışın Problemleri, s. 22-23
[60] Nesâî, K. Hacc, B. 217, Hds. 3044
[61] Ahzâb: 33/36
[62] Nisâ: 4/13-14
[63] Müslim, İlim 7;
Ebû Dâvud, Sünnet 6; İbn Mâce, Menasık
63
[64] Mâide: 5/87
[65] S. Buhârî, K. Nikâh, B. 1, Hds. 1; S. Müslim, K.
Nikâh, B. 1, Hds. 5; S. Nesâî, K. Nikâh,
B. 4, Hds. 3203
[66] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 499-501.
[67] Nisâ: 4/28
[68] Bakara: 2/185
[69] Bakara: 2/286
[70] Hac: 22/78
[71] Prof. Dr.
Hayrettin Karaman vdğ. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, s. 340
[72] Abese: 80/17-20
[73] Ahmed Kalkan, Kur’ân-ı Kerim Kavram Tefsiri,
Yüsr/Kolaylık kavramı, Kavram no: 123, s. 3175. Talâk: 65/4
[74] Kamer: 54/17, 22, 32, 4
[75] Buhârî, İman 29; Nesâî, İman 28
[76] Ahmed bin Hanbel, c. 2, s. 108
[77] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 77; Ebû Dâvud, Edeb
5
[78] Buhârî, İlim 12; Müslim, Eşribe 70-71; Ebû Dâvud, Edeb
20
[79] Hûd: 11/112
[80] Ahkaf: 46/13-14
[81] Müslim, İman 62; Tirmizî, Zühd 47; İbn Mâce, Fiten 12;
Dârimî, Rikak 4
[82] En’am: 6/153
[83] İbn Mâce, Mukaddime 1; Darimi, Mukaddime 23
[84] İbn Mâce, Tahâre 4; Darîmî, Tahâre 2
[85] Buhârî, Edeb 63;
Müslim, Birr 103-105
[86] Nisâ: 4/58
[87] Mümtehine: 60/8
[88] İmam Suyuti, Cami’u’s-Sağir Muhtasarı, Terc. ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, vdğ. c. 1, s. 284,
Hds. 571 (991); Buna benzer bir hadis için bkz. Darîmî, Büyû’ 2
[89] Buhârî, Rikak 18; Müslim, Musafirîn 215; Ebû Dâvud,
Tatavvu 27; Nesaî, Leyl 17; İbn Mace,
Zühd 28
[90] Buhârî, Savm 1; Müslim, İman 9; Ebû Dâvud, Salât 1;
Nesaî, Salât 4; Dârimî, Salât 208
[91] Ahmed Kalkan, Kur’ân-ı Kerim Kavram Tefsiri, Kolaylık
Kavramı, s. 3180-3181
[92] Ahmed Kalkan, a.g.e., Kolaylık Kavramı, s. 3185
[93] Necm: 53/38
[94] Nahl: 16/93
[95] Müslim, İmâre 39; Ebû Dâvud, Cihad 87; Nesâî, Bey’at
34
[96] Bakara: 2/170
[97] Ahzâb: 33/67-68
[98] Zümer: 39/18
[99] Bkz. Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, Çev.
Süleyman Uludağ, s. 592
[100] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, c. 1, s.
257
[101] Nahl: 16/43
[102] Mâide:, 5/87.
Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2005: 501-508.
[103] Müslim, Hac 74; Tirmizî, Radâ 16; Ahmed b. Hanbel, 2
/222, 3/339
[104] Buhârî, Nikâh 111-112; Müslim, Hac 424
[105] Dr. Faruk Beşer, Hanımlara Özel Fetvalar, Seha Yay. c.
1, s. 78
[106] Buhârî, Nikâh 115
[107] Müslim, Salât 36; Buhârî, Cuma 13
[108] Buhârî, Nikâh 77; Müslim, Eşribe 86
[109] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Helâller-Haramlar, s. 109-111
[110] Yusuf el-Kardavî, İslâm’da Helaller-Haramlar, s. 175
[111] Ahmed Kalkan, Kur’ân-ı Kerim Kavram Tefsiri, s. 3230,
Kadın Kavramı, Kavram no: 124
[112] Tevbe: 9/71
[113] Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, vdğ. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, s. 197
[114] Hucurât: 49/10
[115] Tirmizî, Birr 48
[116] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2
[117] Mâide: 5/87
[118] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005: 508-512.
[119] Nahl: 16/18
[120] Bkz. Hucurât, 49/10
[121] Bkz. Bakara: 2/195; Bakara: 2/215; Bakara: 2/272
[122] Nisâ: 4/79
[123] Bakara: 2/29
[124] Mâide: 5/3
[125] Bakara: 2/105
[126] Bkz. S. Buhârî, K. İman, B. 8, Hds. 9; S. Müslim, K.
İman, B. 15, Hds. 67-68
[127] S. Ebû Dâvud, K. Sünnet, B. 3, Hds. 4599
[128] İbn Mâce, Zühd 16
[129] Âl-i İmran: 3/31
[130] Hicr: 15/99
[131] Nisâ: 4/13-14
[132] Tirmizî, Deavât 126
[133] Tirmizî, Deavât 70
[134] Müslim, Zikir 78; Ebû Dâvud, Hâtem 4
[135] Tirmizî, Deavât 72-73, TefsirÜ’l-Kur’an 39
[136] Bakara: 2/201
[137] İbrahim: 14/41. Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve
İslami Hayat, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005: 512-515.