Taklit, düşünmeden bir başkasına uymak
demektir. Lügatta "falan işte onu taklit etti"
denilir. Yani düşünmeden ve incelemeden ona tabi oldu.
Şer'an ise taklit, bağlayıcı herhangi bir delil olmadan
başkasının sözü ile amel etmektir. İlim sahibi olmayan
bir kimsenin bir müctehidin sözü ile amel etmesi veya bir
müctehidin kendi gibi bir müctehidin sözü ile amel etmesi
birer taklittir. Akidede ise taklit caiz değildir. Çünkü
Allahu Teâla akidede taklit edenleri kınayarak şöyle
buyurmaktadır:
"Onlara
Allah'ın indirdiğine uyun denilince, hayır atalarımızı
yapar bulduğumuz şeye uyarız derler. Ya ataları bir şey
akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler"
"Onlara;
'Gelin Allah'ın indirdiği kitaba ve peygambere uyun'
denildiğinde, 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize
yeter' derler. Ya ataları bir şey bilmeyen doğru yolda
olmayan kimseler idiyseler"
Şer'i hükümlerde taklit ise şe'ran her
Müslüman için caizdir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır.
"Bilmiyorsanız
kitap ehline sorun"
Allahu Teâla, bilmeyen kimsenin ondan daha bilgili olan
kimseye sormasını emretmektedir. Her ne kadar ayet Rasülün
beşer olduğunu inkâr eden müşriklerin sözlerine red
olarak gelmişse de ayetin lafzı umumidir/geneldir. Bu
nedenle sebebin hususi olmasına değil lafızın umumiliğine
itibar edilir. Ayet belirli bir konuda değildir ki ayet bu
konuya aittir denilsin. Ayet bilmeyen kimsenin soruyu bilen
kimseye sormasını istemede geneldir. Öyleyse ayet müşriklerden
Allah'ın geçmiş ümmetlere insanoğlundan başka elçi
göndermediğini öğrenmeleri için ehli kitaba sormalarını
istemektedir. Bu haber müşriklerin cahili oldukları bir
konu olup onlardan bilen bir kimseye sormalarını
istemektedir. Ayette Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Ey Muhammed!
Doğrusu senden önce de kendilerine kitaplar ve belgelerle
vahyettiğimiz bir takım adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız
kitap ehline sorun"
Ayette geçen "sorun" kelimesi
genel olarak gelmiştir. Yani, Allah'ın geçmiş ümmetlere
beşerden başka bir kimseyi peygamber olarak göndermediğini
öğrenmeniz için sorun anlamını ifade etmektedir.
"Sorun" lafzı iman ile değil bilmekle
alakalıdır. Her ne kadar ayette geçen "zikir
ehli"nden maksat ehl-i kitap ise de ifade yine genel
olarak gelmiş olup bilgi sahibi olan herkesi kapsar. Müslümanlar
da "zikir ehli"nden sayılır. Çünkü Allahu
Teâla şöyle buyurmaktadır.
"Sana da
insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'an-ı
indirdik"
İster ictihad yoluyla olsun isterse
başkasından alarak olsun şer'i hükümleri bilen kimse de
ayette geçen zikir ehlinden sayılır. Mukallid ise bir
meselede veya birçok meselede Allah'ın hükmünü öğrenmek
için soran kimsedir. Bu nedenle ayet taklidin caiz olduğuna
delalet etmektedir.
Yine Cabir (r.a.)'dan
şöyle rivayet edilir.
"Adamın
birinin başına taş isabet etti ve onun başını yardı.
Daha sonra ise adam ihtilam oldu ve arkadaşlarına teyemmüm
yapabilmem için bana ruhsat var mıdır? diye sordu. Onlar:
Senin için teyemmüm yapabilme ruhsatı yoktur dediler. Adam
bu cevap üzerine o haliyle gusletti ve başındaki yaraya
suyun isabet etmesi nedeniyle öldü. Bu olayı duyan Nebi (s.a.v.);
"Onun teyemmüm
yapması yeterdi. Başını bir bez parçasıyla bağlar, onun
üzerini mesheder ve vücudunun diğer organlarını
yıkardı" dedi. Daha sonra
Nebi (s.a.v.); "Dikkat
edin! Bilmiyorsanız sorunuz. Zira cahilliğin şifası
sormaktır" dedi."
Hadisten de anlaşılacağı üzere Rasül şer'i hükmü öğrenmek
için onları sormaya yöneltti. Sahih olarak Şa'bi'den
rivayet edildiğine göre: "Rasulullah
(s.a.v.)'in ashabından
altı kişi insanlara fetva veriyordu. Bunlar: İbni Mesud,
Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Zeyd b. Sabit, Übey b.
Ka'b ve Ebu Musa El Eş'ari (Allah onlardan razı olsun). Üç
kişi sözlerini diğer üç kişiyi dayandırıyorlardı.
Abdullah b. Mesud Ömer'in sözüne, Ebu Musa Ali'nin
sözüne, Zeyd de Übey b. Ka'bın sözlerine dayandırıyordu."
Bu durum aynı zamanda Sahabenin Müslümanları taklit
ettiğine delalet etmektedir. Onlardan bir kısmı bir
kısmını taklit ediyordu.
Kur'an'da taklidi kınayan ayetlere
gelince: Bu ayetler, şer'i hükümleri alma hususunda değil
iman konusunda taklidi kınamaktadır. Çünkü ayetlerin
konusu imandır. Ayetlerin nassı herhangi bir şeyle
illetlendirilmiş olmaksızın yalnızca iman konusuna has
ayetlerdir. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi;
"Ey
Muhammed! Senden önce herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz
uyarıcıya o kasabanın şımarık varlıkları sadece:
"Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz
de onların izlerini izlemekteyiz" derlerdi. Gönderilen
uyarıcı; "Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz
dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana
uymazsınız?"
"Nitekim
kendilerine uyulanlar, azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklar
ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar: "Keş ki
bizim için dünyaya bir dönüş olsa da bizden
uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak"
derler. Böylece Allah onlara hasretini çekecekleri işlerini
gösterir. Onlar cehennemden çıkmayacaklardır"
"...Bu
tapınıp durduğunuz heykeller nedir? demişti.
Babalarımızı onlara tapar bulduk demişlerdi"
Bu ayetler genel olarak her şeyde değil
iman ve küfür konusunda nasstırlar. Bu ayetler herhangi bir
illetle de gelmiş değildir. Bir başka nassta da bu
ayetlerle ilgili herhangi bir illet yoktur. Bu nedenle sebebin
hususi olmasına değil lafzın umumiliğine itibar edilir
denilemez. Sebep açısından bu söz doğrudur. Fakat ayetin
nuzül sebebini oluşturan olay, ayetin konusu açısından böyle
bir kaidenin ayete uygulanmasına imkân vermez. Burada ayetin
konusuna bakılır. Bu nedenle genellik yalnızca ayetin
konusu ile sınırlıdır. Bu ise ayetin konu ettiği anlamın
kuşattığı her şeyde geçerlidir. Yoksa ayetin konu ettiği
anlamın kapsamına girmeyen her şey için geçerli değildir.
Yine burada ayet, kâfirler ve iman hakkında olmakla beraber,
hükmün verilmesinde illetin varlığına veya yokluğuna
itibar edileceği için ayette de herhangi bir illetin
bulunmaması nedeniyle, ayeti her konuda mukallidler yönünde
tevil etmek doğru olur da denilemez. Ayette herhangi bir
illet yoktur. Çünkü ayet, herhangi bir illeti kapsamına
almamaktadır. Ayrıca Kitap ve sünnetten ayeti
illetlendirecek herhangi bir nass da gelmemiştir. Bu nedenle
şer'i hükümlerde taklidi men edecek herhangi nass yoktur.
Aksine nasslar, Sahabe ve Rasulullah (s.a.v.) dönemindeki
Müslümanların hayatı, Sahabelerin hayatı gibi konuların
tamamı, şer'i hükümler konusunda taklidin caiz olduğuna
delalet etmektedirler.
Taklit, alim olan kimse için de cahil olan
kimse için de geçerlidir. Çünkü Allahu Teâla taklidi
ittiba olarak isimlendirerek ayette şöyle
demektedir.
"Nitekim
kendilerine uyulanlar uyanlardan uzaklaşacaklar.."
Kişinin benimsediği
şer'i hüküm ya kendisi tarafından istinbat edilmiştir ya
da başkasının istinbat ettiği bir şer'i hükümdür. Eğer
bizzat kendi istinbat etmişse o müctehiddir. Eğer
başkasının istinbat ettiği bir hükmü almışsa
başkasının görüşünü almış yani başkasının görüşüne
uymuş demektir. Başkasının görüşüne uymak ise başkasını
taklit etmek demektir. Bağlayıcı bir delili bilerek veya
bilmeyerek taklit etmesi fark etmez. Öyleyse başkasına uyan
kimse mukalliddir. İttiba/uymak demek, delili bilmeden, delil
hakkında herhangi bir muhakeme yürütmeden müctehidin
görüşüne bağlanmak demektir. Yani bir huccetle
bağlayıcı olmaksızın.
Eğer delil hakkında muhakeme yapar ve delilden hüküm
istinbat yönünü bilip, hüküm istinbat yönüne ve hükme
muvafakat edersen, hükmün dayandığı huccet senin için bağlayıcıdır
ve bu durumda senin görüşün müctehidin görüşü
gibidir. Dolayısıyla böyle bir halde sen tabi olan değil müctehid
sayılırsın. Burada ittiba taklit etmek demektir. Tabi olan
kimse delili bilse bile yine mukallid sayılır.
|