İSLÂM DEVLETİ
İslâm Devleti, şeriatın uygulayıcısı
olan Halifet’ten ibarettir. Devlet, İslâm’ın hükümlerinin
uygulanması noktasında yürütmeyi sağlayan, İslâm mesajını bir
risalet olarak tüm insanlığa davet ve cihat yolu ile taşıyan
fiili ve siyasi bir varlıktır. Devlet, toplumsal hayatta İslâm’ın
hayata ilişkin hükümlerinin uygulanması ve yürürlükte
kalabilmesi için, İslâm’ın öngördüğü tek ve alternatifsiz
metoddur. Kısaca devlet, İslâmi hayatın temel direğidir.
Devletsiz İslâm, toplumsal hayat için bir düşünce ve metod bütünlüğü
özelliğinden ve yönetim nizamı olmaktan çıkar, sadece ruhanî
bir kutsiyet, kuru ayinler ve ahlaki düsturlar haline gelir. Bu
sebeple, İslâm Devleti her hangi bir zaman dilimine hitap eden bir
kurum değil, sonsuza kadar
geçerli bir kurumdur.
İslâm
Devleti ancak temelini oluşturan İslâm akidesi üzerine kurulur, hiç
bir şekilde bu akideden ayrılması da caiz değildir. Allah Rasulu Medine'de otoriteyi ele alıp, yönetimi bizzat yüklendiğinde,
ilk günden itibaren devletin temellerini İslâm akidesine dayandırdı.
Halbuki, o anda hüküm ayetleri henüz inmeye başlamamıştı.
Rasul;”Allah’tan başka ilah
yoktur, Muhammed (s.a.v.) Allah’ın elçisidir” kelime-i şehadetini (akidesini) Müslümanların
aralarındaki ilişkilerinin, haksızlıklarla mücadelenin, anlaşmazlıkları
çözmenin, kısacası tüm hayatın ve yönetimin esası ilan etti.
Bununla da yetinmeyip, bu akideyi insanlara ulaştırmaları için
cihadı Müslümanlara farz kıldı. Müslim ve Buhari, Abdullah b. Ömer'den,
Rasulullah 'in şu hadisini rivayet etmektedirler: "Ben insanlarla "La ilahe illallah
Muhammedun Rasulullah” deyinceye kadar savaşmakla emrolundum.
Eğer, bunu yerine getirirlerse kanlarını ve mallarını benden
korumuş olurlar. Ancak onun hakkı (yani şer’î bir gerekçe ile
bunlara el uzatma gereği hali) ile olması müstesnadır. Hesapları
da Allah’a aittir.”
Rasul, İslâm akidesinin devlet için temel bir esas olarak
korunmasını da Müslümanlara farz kıldı. Rasul, İslâm akidesi yönetim
ve otoritenin esası olmaktan çıkıp, açık küfür hakim olduğunda
idareciye kılıç çekmeyi ve onunla savaşmayı da emretti. Nitekim,
Rasulullah 'e zalim yöneticilerle ilgili olarak onlara karşı kılıçla
savaşalım mı? diye sorulduğunda buyurdu ki: "Aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe
hayır.” Yine,
Rasul (s.a.v.) açık bir
küfür görmedikleri müddetçe Müslümanlara yöneticiye (ulu'l
emre) karşı çıkılmamasını biat şartı olarak koymuştur. Müslim’in,
Avf b. Malik'den imamların şerlileri ile ilgili olarak rivayet ettiği
hadiste: "Onlara karşı kılıçla
savaşmayalım mı, ya Rasulullah? diye sorulduğunda Rasul
şu cevabı verdi: “Aranızda namazı ikame ettikleri sürece hayır.”
Buhari’nin,
Ubade b. es-Samit'ten rivayet ettiği Biatla ilgili hadis ise şöyledir:
"Yanınızda, yöneticinin
açık küfrüne dair Allah katında
delil olarak göstereceğiniz bir delil olmadıkça
yöneticiyle çekişmeyeceğimize...” Aynı rivayeti İmam et-Taberani
de "açık küfür" ibaresi ile nakletmiştir. Tüm aktarılanlar,
İslâm Devletinin temelinde İslâm akidesinin bulunduğuna delil oluşturur.
İşte Allah Rasulü (s.a.v.)'de bu sebeple yönetimi İslâm akidesi üzerine kurmuş ve bu
esas üzere yönetimin devamı için güç kullanmayı ve İslâm
akidesi uğrunda Cihadı emretmiştir.
Bu noktadan sonra, İslâm
Devletinde İslâm akidesinden çıkmayan herhangi bir fikir, kavram,
yönetim şekli ya da ölçünün bulunması caiz değildir. Devletin
ismen yahut sözde İslâm Akidesi üzerine kurulması birşey ifade
etmez. Bilakis İslâm akidesi temelinin İslâm Devleti ile ilgili
her alanda, büyük küçük denmeksizin her işte uygulanması mutlak
anlamda bir gerekliliktir. Yönetim ve toplumsal hayata ilişkin
konularda devlet bünyesinde İslâm akidesinden kaynaklanmayan hiçbir
kavramın bulunmaması gerekir. Özü itibari ile İslâm akidesinden
kaynaklanmayan hatta İslâmi kavramlara ters düşen "demokrasi"
kavramının İslâmi yönetim
anlayışını etkilemesine asla müsamaha gösterilmemesi de bu
hassasiyetin bir sonucudur. İslâm Devleti'nde "milliyetçilik"
kavramının da bir değeri yoktur. Zira, bu kavram esasta İslâm
akidesinden kaynaklanmadığı gibi, bu kavram ve açılımı olan
inançlar İslâmca yerilmiş, yasaklanmış ve tehlikeleri beyan
edilmiştir.
İslâm,
"Vatancılık" kavramını da aynı yaklaşımla algılamış
ve İslâm Devletinin bünyesini bu düşüncenin sakıncalarından korumuştur. İslâm Devletinde demokratik literatürdeki bakanlıklara yer
verilmemesi de aynı sebepledir. Kendi özgülüğünden
kaynaklanarak İslâmi yönetim sistemi, İslâm akidesinden çıkmayan
hatta onunla ters düşen, imparatorluk, Krallık ve Cumhuriyetçilik
kavramlarını da reddeder. Yine İslâm Devletinde, fert, kitle ve
belli hareketlerce Devletin muhasebe edilmesi fiilinin, İslâmi
olmayan yöntemlerle gerçekleştirilmesi de yasaklanmıştır.
İslâm
Devleti bünyesinde İslâm akidesini temel almayan hiç bir hareket,
kitle ya da partiye izin verilmez. Tüm bu verdiğimiz örneklerin
gerekçesi, İslâm akidesinin
devletin özünü teşkil etmesinden kaynaklanır. Bütün bunlar
devletin İslâm akidesi üzerine kurulmasının gereğidir ve bu
nedenle yöneticilere ve devletin yönettiği tebaya ayrıca farz kılınmıştır.
İslâm Akidesinin İslâm Devleti’nin özünü oluşturması
beraberinde devletin anayasasının ve diğer kanunlarının Allah'ın
Kitabı ve Rasulünün Sünnetinden alınmasını zorunlu kılar.
Nitekim Allah, sulta sahibi yöneticiye Allah tarafından Rasule
indirilen hükümlerle hükmetmesini
emretmiştir. Allah'ın indirdiğinin dışındaki hükümlere
inanarak hükmedenler ise kafir sayılmıştır.
Eğer, yönetici, Allah'ın indirdiğinin dışındaki hükümlerle
onlara inanmadığı halde yönetiyorsa ona da zalim ve fasık denmiştir.
Allah'ın sulta sahibi yöneticiye Allah'ın indirdiği hükümler ile
hükmetmesi (yönetmesi) emri Kur'an ve Sünnet ile sabittir. Allahu
Teâla şöyle buyurmaktadır: "Rabbine
andolsun ki aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça
iman etmiş sayılmazlar."
"Aralarında
Allah'ın indirdikleri ile hükmet..."
Allahu Teâla bu
ve benzeri ayetlerle devletin yasama yetkisini kendi
indirdiği ile sınırlandırmış ve yöneticileri Allah'ın
indirmedikleri ile yani küfür hükümleri ile, hükmetmemesi noktasında uyarmıştır. Allahu Teâla şöyle
buyurmuştur: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte
onlar; kafirlerdir."
Allah
Rasulü (s.a.v.) de şöyle demiştir: "Bizim işimizin dayandığı esasa uymayan her
iş reddedilir.”
Tüm bu deliller İslâm Devletinin tüm kanunları ve
anayasasının sadece İslâm Akidesinden kaynaklanan şer'i hükümlerden alınması
gerektiğine işaret ediyor. Yönetime ilişkin hükümleri, Allah'ın
Rasulüne indirdiği Kitap ve Sünnetten, Kitap ve Sünnetin meşru
kabul ettiği kıyastan ve sahabenin icmaındaki hükümlerden alınması
Müslümanlardan istenmektedir.
Ayrıca, Şari’in
(hüküm koyucunun) hitabı, kulların fiilleri ile alakalıdır ve tüm
insanların fiillerinde kendisine uyması için gönderilmiştir. İslâm
şeriatı, Allahu Teâla’dan insan fiillerinin ve insan ilişkilerinin
tümü -bu ilişkiler ister Allah ile ilişkisi, ister kendi nefsi ile
ilişkisi, isterse diğer insanlarla olan ilişkileri olsun- ile
alakalı olarak gelmiştir. İslâm’ın bu kuşatıcılığından
dolayı insanların ilişkilerinin düzenlenmesi için, kanunların
insan tarafından belirlenmesinin İslâm’da yeri yoktur. Zira, bu noktada,
tüm insanlık şer'i hüküme tabi olmakla kayıtlanmışlardır.
Allahu Teâla bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Rasul
size neyi getirdiyse onu alın, sizi neden yasakladıysa onu terk edin." "Allah ve Rasulü bir hususta hükmettiği
zaman mü'min erkek ve kadın için işlerinde serbestiyet yoktur."
Rasulullah
(s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır: "Allah size bir takım şeyleri farz kıldı, Allah'ın farzlarını
iptal etmeyiniz. Allah'ın size çizdiği sınırları da aşmayınız.
Bazı şeylerden de sizi men etti, onları da çiğnemeyiniz. Bazı
hususlarda ise birşey söylemedi. Bunu unuttuğu için değil, sizin
için bir ruhsat olması için yaptı. Dolayısıyla bunları araştırmayınız.”
Müslim, Aişe
(r.anha)'dan şu hadisi rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.)
şöyle dedi: "Kim
bizim işimizden olmayan birşeyi ortaya koyarsa O reddedilmiştir.”
Özetle hükümleri
koyan Allah’tır, yönetici değil. İlişkilerinde ve davranışlarında
insanları ve yöneticileri bu hükümlere uymaya mecbur kılan ve bu
hükümlerden başkasına tabi olmayı yasaklayan da Allahu Teâla’dır.
Bu
sebeple İslâm Devleti’nde insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek
için hükümler koymakta, anayasa ve kanunlar koyma noktasında insanın
yetkisi yoktur. Ayrıca, İslâm Devleti'nde insanlar arasındaki
ilişkileri tanzim noktasında, beşer tarafından koyulmuş hükümlere
uyulması için, otorite sahibinin insanları zorlama ya da serbest bırakma
yetkisi de yoktur.
Rasul (s.a.v.), Medine-i Münevvere'de
kendine has esasları, kuralları, kurumları, yönetim organları,
ordusu, iç ve dış ilişkileriyle Allah'ın şeriatına bağlı
kalarak İslâm Devletini kurdu. Peygamber (s.a.v.), Medine’ye
gittikten sonra Müslümanları yönetmeye başlamış, onların işlerini
idare etmiş, problemlerini çözmüş, İslâmî bir toplum oluşturmuş,
Yahudilerle ardından Beni Damra ve Beni Müdlec ile, sonra Kureyş,
Eyle, Cerba ve Ezrah kabileleri ile anlaşmalar imzalamış ve
haccetmek için gelecek kimseleri Kabe'yi haccetmekten mahrum etmeyeceğine,
haram aylarda kimse ile savaşmayacağına
dair insanlara garantiler vermişti. Aynı zamanda, Kureyş’le savaşmak
için Hamza b. Abdulmuttalib, Ubeyde b. el Haris ve Saad b. Ebi
Vakkas gibi komutanların komutasında çeşitli seriyyeler
göndermiştir. Öte yandan Zeyd b. Harise'yi, Cafer b. Ebi
Talib'i ve Abdullah b. Revaha'yı Rumlara, Dümet-ül Cendel'e de
Halid b. Velid'i savaşa göndermişti. Bizzat Peygamber (s.a.v.),
ordu komutanı olarak birçok çetin savaşa komuta etmişti. Yine, yönetimin
başında iken bölgelere vali, beldelere de yöneticiler tayin etmişti.
Mesela, Mekke'nin fethinden sonra, oraya Attâb b. Esid'i vali olarak
atamış, Müslüman olunca Bazan b. Sasan'ı Yemene, Hazrec'ten Muaz
b. Cebel'i Cened'e, Halid b. Said b. el-As'ı idareci olarak San'a'ya,
Ziyad b. Lebid b. Salebe el-Ensari'yi Hadramevt'e, Ebu Musa el-Eş'ari'yi
Zebid ve Aden'e, Amr b. el-As'ı Umman'a vali olarak atamıştı. Ebu
Dücane de kendisinin Medine'deki vekili idi.
Valilerin tayininde, adayların kabiliyet ve becerilerine bakıyor,
insanları imana sokacak olanları seçiyor ve aynı zamanda Allah'a
olan bağlılıklarını da araştırıyordu. ilaveten adaylara, hükmederken
hangi yolu izleyeceklerini soruyordu. Nitekim, Hazrecli Muaz b.
Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken, ona
“Ne ile hükmedeceksin?”
dedi, Muaz: “Allah'ın Kitabıyla” dedi.
“Eğer kitapta bulunmazsan?” “Allah Rasulü’nün Sünnetiyle.”
“Eğer
onda da bulamazsan?”
Hiç durmam, reyimle içtihad ederim"
dedi. Bunun üzerine, Rasul (s.a.v.), şöyle buyurdu: “Allah
ve Rasulü’nün hoşnut oldukları şeye,
Peygamberin elçisini muvaffak kılan Allah'a
hamd olsun.”
İbni Sa’d, Amr b. Avf yoluyla şu hadisi rivayet eder: “Rasulullah (s.a.v.) Eban b. Said'i
Bahreyn'e tayin ederken de şöyle dedi:” "Abdi Kays
kabilesine hayrı tavsiye et ve ileri gelenlerine ikramda bulun."
Rasulullah
(s.a.v.), İslâm’a girenlerin en seçkin olanlarını vali tayin
ediyor, görevi kabul edenlere de halka dini telkin etmelerini ve zekâtı
almalarını emrediyordu. Bir çok yerde zekâtı alma işini valilere
havale ediyor, halka hayrı müjdelemelerini, onlara
Kur'an ve fıkıh öğretmelerini emrediyordu. Hak konusunda halka
yumuşak davranmayı ve zulme engel olmalarını tembih ediyordu. Bir
kargaşa çıktığında insanları kabile ve aşiretlerine çağırmaktan
alıkoyup sadece tek ve ortağı olmayan Allah'a çağırmayı
emretmelerini tavsiye ediyordu. Ganimetlerin beşte birini ve Müslümanlara
farz olan zekâtı almalarını emrediyordu. Yahudi ve Hıristiyanlardan, kendiliğinden ihlasla İslâm’a girenleri,
İslâm dinini din olarak kabul edenlerin mümin olacaklarını
ve diğer Müslümanların sahip olduğu sorumluluk ve haklara sahip
olacaklarını bildiriyordu. Hıristiyan ya da Yahudi olarak kalmak
isteyenleri ise zorlamamalarını emrediyordu.
Müslim ve
Buhari, İbni Abbas'tan şu hadisi rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.)
Yemen'e Muaz b. Cebel'i gönderirken ona söyle dedi: “Sen kitap ehli olan bir topluma gidiyorsun,
kendilerini ilk davet ettiğin şey Allah'a ibadet olsun. Allah'ı tanıdıkları
takdirde, Allah'ın onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını
onlara bildir. Bunu yaparlarsa, Allah'ın zenginlerden alınıp,
fakirlere verilmek üzere zekâtı farz kıldığını onlara bildir.
Eğer kabul ve itaat ederlerse onlardan al, en iyi mallarını
almaktan kaçın.”
İkinci bir
rivayette, bu iki uyarıya ilave olarak şu ifade yer almaktadır: "Mazlumun duasından kaçın!
Çünkü onun duası ile Allah arasında herhangi bir perde yoktur.”
Bazı
durumlarda ise vali yerine sadece mali işleri yürütmek üzere bazı
kişileri görevlendirirdi. Her yıl meyvelerin sayımını yapmak
ve İslâm Devleti’nin hakkı olanı toplamak üzere, Abdullah b.
Revaha'yı Hayber Yahudilerine gönderirdi. Bu konuda
Muvatta'da şu rivayet yer almaktadır: "Rasulullah (s.a.v.) Abdullah b. Revaha'yı meyvelerin tahminini
yapmak üzere gönderirdi. Abdullah meyvelerin tahminini yapar ve şöyle
derdi: (Bunlar) dilerseniz sizin olsun, dilerseniz benim olsun, derdi.
Onlar da (ayrılanı) alırlardı.”
“Süleyman b. Yesar'dan: Yahudiler bir kadının
altın kolyesini ıüşvet olarak Abdullah'a teklif ettiler ve “Bu
senin olsun, buna karşılık yükümüzü biraz hafiflet, payımızı
artır” dediler. Abdullah; “Ey Yahudiler! Bana göre yeryüzünün
buğz edilmeye en layık insanlarısınız. Ancak, bu beni size
zulmetmeye götürmez. Sizin bana teklif ettiğiniz ıüşvet haramdır ve biz rüşvet almayız” dedi. Bunun üzerine,
Yahudiler: “İşte gökyüzü ve yeryüzü bununla (adaletle) ayakta
duruyor, dediler.”
Rasulullah,
atadığı vali ve idarecilerin durumlarını teftiş ediyor ve
onlarla ilgili gelen haberleri dinliyordu. Bahreyn'e idareci olarak
tayin ettiği Ala b. el-Hadrami'yi, Abdi Kays kabilesinin şikayeti üzerine
görevinden azletmişti. İbni Sa'd şöyle dedi: “Muhammed b. Ömer bize haber verdi ve şöyle
dedi: “Bize.... den, Âmir b. Lüey’lilerin antlaşmalısı Amr b.
Avf anlattı: Halif Beni Amir Lüey'den: Rasulullah (s.a.v.) Ala b. el-Hadrami'yi Bahreyn'e gönderdi, daha
sonra da onu azletti. Onun yerine Ebban b. Saîd'i idareci olarak gönderdi.
Muhammed b. Ömer şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v.) Âla b. el-Hadrami'ye bir mektup yazarak Kays
kabilesinden yirmi kişiyi göndermesini istedi. Başlarında Abdullah
b. Avf el-Eşec olmak üzere yirmi kişilik bir grup Medine'ye geldi....
Gelen heyet Âla b. el-Hadrami'den şikayetçi oldu. Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v.)
onu azlederek, yerine Ebban b. Saîd'i idareci olarak görevlendirdi
ve ona şöyle dedi: "Abdi Kays kabilesine hayrı tavsiye et
ve ileri gelenlerine ikramda bulun." Mali işlerle ilgili atadığı idarecilerden hesapları
tam olarak alır, gelir-gider hesabı yapardı.
Buhari ve Müslim,
Ebu Humeyd es-Sâidî'den şunu rivayet eder:
"Nebî (s.a.v.), İbn el-Lütbiyye'yi Süleym oğullarının zekâtlarını
toplamak üzere görevlendirmişti. İbn el-Lütbiyye, Rasulullah (s.a.v.)'e
geldiğinde onu denetledi. Bunun üzerine adam: Bu sizin, bu da bana
hediye edilendir deyince, Rasulullah (s.a.v.): “Annenin ve babanın evinde otursaydın
hediyen sana gelir miydi?” Daha sonra ayağa kalkıp Allah'a
hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi: “Ben sizden birini,
Allah'ın bana tevdî ettiği bir işte
istihdam ederim. Sonra o gelir: Bu size aittir, şu da bana hediye
edilendir! der. Bu adam babasının veya anasının evinde otursaydı
da eğer doğru sözlüyse hediyesi ayağına gelseydi ya! Vallahi
sizden kim haksız bir şey alırsa mutlaka onu boynunda taşır olduğu
halde kıyamet günü Allah'a gelecektir. Dikkat edin! Kim böyle
yaparsa Allah'a, böğüren bir deve, meleyen bir sığır veya
meleyen bir koyun ile (onu yüklenmiş) olarak gelecek. Sonra
ellerini kaldırdı, o kadar ki koltuk altındaki
beyazlık gözüktü. Allah'ım tebliğ ettim mi?”
Ebu Davud,
Büreyde aracılığı ile Nebî (s.a.v.)'in şöyle dediğini rivayet
eder: "Ücretini vererek bir
işe bir kimseyi tayin edersek, onun fazla olarak aldığı şeyler hıyanettir.”
Yemen halkı
Muaz'ın namazı uzun tuttuğunu Rasulullah'a şikayet edince,
Rasulullah Muaz'ı azarladı. Buhari ve Müslim, İbni Mes'ud el-Ensari'den
şu hadisi rivayet eder: "Bir adam Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek; “Ya Rasulullah! Falan kişinin
namazı çok uzatmasından dolayı neredeyse namazı yarıda bırakmak
zorunda kalıyorum.” Rasulullah (s.a.v.)'in bu konuşmasından
daha sert konuşmasını görmemiştim. Şöyle dedi: “Ey insanlar! Şüphesiz ki nefret ettiriyorsunuz. İnsanlara imamlık yapan
kimse namazı hafif kıldırsın. Zira içlerinde hasta, zayıf ve
ihtiyacı olanlar vardır.”
Müslim’in, Cabir yoluyla yaptığı
rivayette ise şu ifade geçmektedir: “...Ey
Muaz! Sen fitneci misin? Sen fitneci misin?..”
Rasulullah
(s.a.v.), halk arasındaki anlaşmazlıkları gidermek için kâdılar
da tayin ediyordu. Kâdı olarak Ali'yi Yemen'e, Abdullah b. Nevfel'i
Medine'ye, Muaz b. Cebel ile Ebu Musa el-Eşari'yi Yemen'e Kâdı
olarak atarken onlara şöyle demişti: "Siz ne ile hükmedeceksiniz? Onlar: “Eğer Kitap ve Sünnette
hükmü bulamazsak bir konuyu bir başka konu ile kıyas ederiz. Böylelikle
hakka hangisi daha yakınsa onunla amel ederiz” dediler. Rasulullah (s.a.v.)'de
onların bu sözlerini tasdik etti.” Bu olay bize Rasulullah'ın
kaza (yargı) ve hüküm konusunda kâdıları serbest bıraktığına
ve yargıda uygulayacakları metodu tespit ettiğine delildir.
Rasulullah
(s.a.v.), aynı zamanda halkın idaresini de yüklenmişti. Bu işlerin
takibinde idarî katipler tayin ediyordu. Bunlar daire müdürleri
konumundaydılar. Ali b. Ebi Talib anlaşma yapıldığı zaman anlaşmaları,
barış yapıldığı zaman da barış şartlarını yazmakla görevli
iken Muaykıb b. Ebi Fatıma ganimet mallarını yazmaya, Huzeyfe b.
el-Yemen Hicaz bölgesinde yetişip toplanan mahsulü yazmaya, Zubeyr
b. el-Avvam zekât ve sadaka mallarını yazmaya, Muğire b. Şube borç
ve mali kayıtları yazmaya memur edilmişti. Şürahbil b. Hasene ise
Krallara mektup yazıp gönderme işini üstlenmişti. Rasulullah (s.a.v.),
görüldüğü üzere devletle alakalı her iş için bir kâtip, yani
maslahatlar için müdürler tayin ediyordu. Rasulullah (s.a.v.),
ashabı ile çokça müşavere ederdi. Rey ve basiret ehli ile müşaverede
bulunmaktan hiç bir zaman kaçınmazdı. Akıl ve fazilet sahibi ve
İslâm Devletinin işlemesi noktasında büyük yardımlarını gördüğü
Ensardan yedi, Muhacirlerden de yedi kişiyle müşavere etmekten hiç
bir zaman geri kalmazdı. Bu kişiler:
Hamza, Ebu Bekir, Cafer, Ömer Ali, İbni Mesud, Selman, Ammar,
Huzeyfe, Ebu Zer, Mikdad,
Bilal gibi sahabelerdi. Ahmed b. Hanbel, Ali (r.a.)'den şunu rivayet
eder: Rasulullah (s.a.v.)'i şöyle derken işittim "Benden önceki her Nebî'nin
seçkin kişilerden oluşan yedi nakibi ve yardımcısı vardı. Bana
ise yedi tanesi Kureyş’ten, yedi tanesi de Muhacirlerden olmak üzere
on dört kişi nakib ve yardımcı olarak verildi.”
Yine, Ahmed
b. Hanbel'in Ali'den yaptığı bir başka rivayette şu isimler belirtilmektedir: "...Hamza, Cafer,
Ali, Hasan, Hüseyin, Ebu
Bekir, Ömer, Mikdad, Abdullah b. Mes'ud, Ebu Zerr, Huzeyfe, Selman,
Ammar ve Bilal.” Bunlar dışındaki
kimselerle de istişare ettiği olurdu. Ancak, daha çok bu sayılan kimseleri tercih
ederdi. Zaten bu kişiler bir nevi şûra meclisi üyeleri vasfında
idiler.
Rasulullah (s.a.v.), Müslüman
ve Müslüman olmayanların arazi, meyve ve hayvanlarına yönelik bir
takım mali yükümlülükler belirlemişti. Bu yükümlülükler zekât,
öşür, fey (savaşsız ganimet) harac ve cizyeden ibaretti. Ganimet
gelirleri Beytülmale aitti. Zekât, Kur'an’da belirtilen
sekiz sınıfa dağıtılırdı. Bunların dışındakilere verilmezdi
ve zekât geliri ile herhangi bir devlet işi görülmezdi. Halkın işi
söz konusu olduğunda haraç, cizye ve fey türü gelirlerden harcama
yapılırdı. Bu kaynaklar devlet idaresi ile ordunun teçhizatlanmasına
yetiyordu. Devlet, bu gelirler dışında her hangi bir mali kaynağa
gerek hissetmiyordu.
Anlatıldığı
üzere, İslâm Devletinin teşkilat yapısını bizzat Rasulullah (s.a.v.) kurup,
hayatta iken onu tamamlamıştır.
Rasulullah (s.a.v.)'in
kurduğu devlet; bir başkan, ona ait yardımcılar, valiler, kâdılar,
ordu, daire ve daire müdürleri, şûra meclisi gibi
organlardan oluşmuştu. Devletin bu şekilde kurulup yönetilmesi (işletilmesi)
icmâli olarak tevatürle sabit olduğundan uyulması vacip
hususlardandır. Rasulullah (s.a.v.), Medine’ye geldiği günden
vefatına kadar devlet işlerini bizzat kendisi idare etti. Ebu Bekir
ve Ömer onun yardımcıları idiler. Peygamberin vefatından sonra
risalet ve nübüvvette değil, yalnız devletin idaresi noktasında
Peygambere Halife olarak bir devlet başkanının varlığı noktasında
sahabe icma etmiştir. Zira, risalet ve nübüvvet onunla son bulmuştur.
Kısacası Rasulullah (s.a.v.) hayatta iken devlet teşkilatını tam
anlamı ile kurmuş, hükmetme şekli ile devlet teşkilatının biçimini
açık ve anlaşılır bir durumda kendinden sonrakilere teslim etmiştir.
|