ÖNSÖZ

İnsanı yaratan, Kur’an’ı indiren, İnsana edebi ve edebiyatı öğreten, Allah’a hamdolsun.

Kur’an’ın nasıl yaşanacağını kendi hayatıyla bize gösteren Rasülüne salâtü selâm olsun.

Onun eğitiminden geçen ve bize onun hayatını, söz ve yaşantılarıyla bize nakladen ailesine ve ashabına selâm olsun

Sekiz ciltte tamamlanan “ŞİFA TEFSİRİ” isimli eserimi, İstanbul,Cağaloğlunda Cezeri Kasım camiinin konferans salonunda konferans şeklinde vermeye başlaman önce, rivayet ve dirayet tefsirlerini temin ettim.

Ahmet Yesevi, Mevlâna, Yunus Emre, Şeyh Sadi, İbn-i Haldun gibi söz ve gönül sultanlarının eserlerini gözden geçirdim ve bunların eserlerinde geçen ayetleri tespit ettim.

Bu sinesi Sinâ olan söz sultanlarının dilinden güç alarak ayetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalıştım.

“Şifa Tefsiri” isimli esrimi önce konuşarak on senede tamamladım ve sekiz cilt halinde yayınlandı.

Tuttuğum notlar da kaybolmaması için

“Ahmet Yesevi’nin diliyle İslâm”

“Mevlâna’nın diliyle Kur’an tefsiri” isimli eserlerim yayınlandı.

İbn-i Haldun’un “Mukaddime” sinde geçen ve İbn-i Haldun’a yol gösteren ayetlerden bir çoğunu bu eserde okuyacak ve İbn-i Haldunun, birinci kaynağının Kur’an olduğunu göreceksiniz.

 

İBN_İ HALDUN

İbni Haldun (732/1332-808/1406) Tunusta doğmuş, Arap kökenli, Sahabeden Vail b. Hucr neslinden gelen, soylu, kahraman, alim ve amil bir ailede yetişmiştir.

Medreseden yetişmiş, devlet başkanlarına danışmanlık yapmış, Timur’un dikkatini üzerine çekmiş, Mısırda kadılık yapmış, o günün sanat dallarının hepsi hakkında bilgi sahibi olmuş ve “Mukaddime”siyle hala dünya düşünürlerinin dikkatlerini üzerine çekmeyi başarmış nadir insanlardan biridir.

Hz. Alinin : “Ünzur ilâ ma Kale, Velâ tenzur ilâ men kale= Söylenene bak, söyleyene değil” sözüne binaen ben, İbni Haldun’u tanıtmak yerine İbni Haldun’un “Mukaddime”sindeki görüşlerinde hangi ayetlerin etkisinde kaldığını sunacak ve ben yine dikkatinizi İbni HALDUN’UN sözlerinden ziyade Kur’an ayetlerine çekmeye çalışacağım.

Lokman hekim,  ibni Sina  ve çağdaş eczacılar  aynı tabiattan herkes kendi  çağının hastalıklarına ilaç bulduğu gibi,Kur’an ayetlerinden de her çağın alimleri kendi çağının ilacını bulması gerekir.

Kur’an ayetleri anne sütü gibidir. Bir günlük çocuğa, bir günlük gıdayı verir, altı aylık çocuğa altı aylıkken lazım olan gıdayı verir. Rektörün aynı ayetten anladığı ile dağdaki çobanın anladığı ayrı olacaktır. Altı milyar insan anlamak için gönlünü verirse Rabbimizin murat ettiğine yaklaşılır. Gıdaların tabii olanı daha iyi olduğu gibi, sözlerin ilahi olanı yani Allah’a ait olanı daha iyidir. Bu dünya yolculuğunda en ünlü hatipleri yaratan Allah’ın hitabına kulak verelim.

Hak ile batıl da Kur’an’ın adalet ölçüleri içinde belli olur. Kur’an’ı toplum hayatından çektiniz mi korkaklar kahraman, devleti soyanlar baba, kadın ticareti yapanlar vergi rekortmeni kutsal insan olup çıkıveriyor.

Güneş, hava, su, toprak ilk insandan son insana kadar herkese faydalı olarak yaratıldığı gibi Kur’an-ı Kerim de son insana kadar insanlığa yol göstermeye devam edecektir.

İbni HALDUN’UN hayatını okumak isteyenler Diyanet Vakfı Ansiklopedisinin ondokuzuncu cildin son maddesi ile yirminci cildin ilk maddesini okusunlar veya Süleyman Uludağ’ın Dergah yayınlarından çıkan Mukaddime tercemesinin birinci cildinin baş tarafını okusunlar.

     

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (1) (10/08/2001/Cuma)

Hocam, tarih okumak istiyorum,önce hangisini okuyayım?  diyenlere: “Önce Allah’ın kitabı Kur’an’ı Kerimi oku. Rabbimiz orada bizler ibret alsın diye, hayatımızda karşılaşabileceğimiz en önemli olayları yaşayan ve en doğru çıkış yolları bulan peygamberlerin hayatını vermiş;en güzel kıssaları en güzel şekilde bize bildirmiş. Kur’an’ı okuduktan sonra dilediğin tarih kitabını oku;şaşmazsın.Çünkü sende doğru bir tarih bilinci meydana gelmiştir. Tarih kitaplarını insanlar yazdığı için tarafsız olmaları mümkin değildir. Yüz sene önce yaşayan Sultan Abdülhamit han bir tarihçiye göre, “Kızıl sultan”dır, öbür tarihçiye göre de “Cennet mekân,ulu hakan, AbdülHamid han”dır. Şimdi sen hangisine güvenerek onu kaynak göstereceksin?demiştim.

İbn’i Haldun o meşhur “Mukaddime”sine tarih ilminin çok şerefli ve çok değerli bir ilim olduğunu,Peygamberlerin,kralların,hükümdarların,devlet başkanlarının hallerini tavırlarını ve takip ettikleri siyasetlerini bize bildirdiğini haber verir. Din ve Dünya işlerini düzene koymak için okunacak olan tarih,

Sağlam kaynaklara

Çeşitli bilgilere

Dikkatli incelemeye

Haberlerle olayları kıyaslamaya

Hikmeti üzerinde araştırmaya

Haberin,tabiat kanunlarına uyup uymadığını araştırmaya ihtiyaç olduğunu yazdıktan sonra tarih kitaplarının yazdığı fakat inanılması mümkin olmayan abartılardan örnekler verir.

Tarihçilerin,”Hz,Musa’nın ordusunda yirmi yaşın üzerinde altı yüz bin insan vardı” haberini hem biyoloji açısından hemde coğrafya açısından imkansızlığını ispat eder ve Tefsircilerle tarihçilerin yalnız rivayetlere dayanarak verdikleri hükmün yanlış olacağına dikkatimizi çektikten sonra bu tür abartılı haberlerin sebebini,

İnsan nefsinin garip haberlere düşkün olması,

Haddi aşan sözlerin dile kolay gelmesi,

Bir takipçi ve tarih kritikçisinin geleceğinden gaflet etmesi  olarak açıklıyor.

Hani günümüzde “Köpeğin adamı ısırması haber değildir, adamın köpeği ısırması haberdir” sözü, hepimizin acaip ve garip olaylara kulak verdiğimizin ifadesidir.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (2) (13/08/2001/pzrts

İbn’i Haldun, bu tür abartılı haberleri verenleri, nefis muhasebesi yapmamak,haberleri verirken ölçülü olamamak,araştırıp doğruyu bulmaya yönelememek,söz dizginlerini salıverip yalan otlağında otlamak,Allahın ayetlerini bile alaya almak ve insanları Allah’ın yolundan saptırmak için bilgisizce eğlendirici sözler satın almak olduğunu ifade eder ve şu iki ayeti verir:

Allah’ın âyetlerini oyuncak yerine almayın ve Allah’ın size olan nimetini ve kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırlayın. (Bakara 231)

İnsanlardan bir kısmı, Allah’ın yolundan sapıtmak için, bilgisizce eğlendirici sözler satın alır ve o (Allah’ın yoluyla) alay ederler. İşte onlar için alçaltıcı azap vardır. (Lokman 6)

 

Sonra tefsircilerin yanılgısına dikkatimizi çeker ve

Rabbin, Ad (kavmine) ne yaptığını görmedin mi?

Direkler sahibi İrem’e (halkına ne yaptığını),

Ki, ülkeler içinde benzeri yaratılmadı. (Fecr 6,7,8)

Ayetini tefsir ederken ayette ve hadislerde olmayan haberleri naklederek  Taberi, Sealibi ve Zemahşeri’nin de bu hatayı yaptığını söyler.

Yemen de duvarları altından, direkleri zebercet ve yakuttan ve çeşit çeşit meyveleri olan  İrem şehrini Allah’ın helak ettiğine dair hiç bir haber olmadığı gibi tarihi kalıntılardan da bir işaret bulunmadığını,bu tür haberlere inanılmamasını bildirir.

Her dönemde halkın tanıdığı, bildiği, varlığından haberdar olduğu insanlar hakkında halk arasında doğru veya yanlış haberler çabuk yayılır. Dostları abartılı iyilikler yayarken, düşmanları ise ağza alınmayacak iftiralar üretirler. Tarihçi veya tarih okuyanlar tuzağa düşmemeleri için dikkatli olmalılar. Bu gün yazılanlar gelecek nesillerin yazacağı tarihe malzeme olacaklar.

İbn’i Haldun bu konuda Harun Reşid’i örnek verir. Harun Reşid her gece yüz rekat nafile namaz kılan, bir sene hacca gidip bir sene gazaya çıkan, İmamı Malik seviyesinde ilme sahip oyduğu halde devlet görevi nedeniyle kitap yazamayacağını İmam Malik’e bildirip Sevgili peygamberimizin hadislerini ve Ashabın eserlerini toplamasını isteyen ve “Muvatta” isimli eserin yazılmasına sebep olan Harun Reşid hakkında yazılan yalanları reddederken Yusuf süresinde anlatılan ve Yusuf aleyhisselama yapılan zina teşebbüsü iftirasının açığa çıktığı  

(Kral, kadınlara ): “Yusuf’tan murat almak istediğinizde durumunuz neydi?” dedi. Kadınlar: “Haşa, Allah için biz, Onun hiç bir kötülüğünü bilmiyoruz” dediler. Aziz’in hanımı: “Şimdi gerçek ortaya çıktı, Ben,Ondan murat almak istemiştim;şüphesiz O, doğrulardandır.”dedi. (Yusuf 51) Ayetini verir .

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (3) (14/08/2001/Salı)

İbn’i Haldun,Bir gün yine gece namazı kılarken Yâsîn süresinin 22’inci ayetini “Ben, beni yaratana niçin ibadet etmeyeyim?”  okuyunca kendisini hep eğlendiren İbni Ebi Meryem : “Vallahi ben de bilmiyorum niçin ibadet etmiyorsun?” deyince Harun kendini tutamadı güldü. Namazdan sonra kızarak “Kur’an ve din konusunda şakadan kaçın. O ikisinin dışında dilediğini yap” der.(Mukaddime,giriş)

Siyasi nedenlerle uydurulan yalan haberlere örnek olarak Fatımiler devletini kuranlara karşı olan Abbasilerin etkisinde kalarak   Fatımilerin, Hz. Fatıma soyundan olmadıklarını, bunların Hz. peygamberin neslinden gelmediklerini ispat konusunda bir çok değerli ilim adamının da yanıldığını bildirir. Ve onlara “Fatımiler 270 yıl hüküm sürdüler. Sonra gelen yöneticilerin ilhat ve Rafızilikleri önce yaşayanların da kötü olduğunu ifade etmez. Onlar Hz. Fatıma’nın soyundandırlar” diyor ve Nuh aleyhisselamla babasına iman etmeyen oğlunu örnek veriyor ve:

 

(Allah) dedi ki: “Ey Nuh, (iman etmediği için) o, senin ailenden değildir. O yaramaz bir işdir. O halde hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Cahillerden olmayasın diye sana ben öğüt veriyorum.” (Hud 46) ayetini delil olarak getirir  ardından da Sevgili peygamberimizin kızı Fatıma’ya : “Fatıma, amel etmeye bak, Ben, Allah katında sana hiç bir şekilde faydalı olamam” hadisini de delil getirir. (Buhari,Şuara süresi tefsiri,Müslim,İman,hadis 206)

Nuh aleyhisselamın oğlunun kafir olması babasına bir eksiklik olmadığı gibi Hz.Fatıma annemizin Peygamber kızı olması onun Allaha ibadette kusur yapmasına sebep değildir.

İbn’i Haldun bu konuda Ahzab süresinin 4’üncü ayetini de delil getirir. Cahiliye döneminde bir kişi hanımına “Sen benim anamsın” dedimi hemen boş olurmuş veya bir adam,başka birinin çocuğunu evlatlık edindiği zaman hemen o adamın çocuğu gibi olurmuş. Rabbimiz bu konuda da düzenleme getiriyor ve söyleyivermekle kadının anne olmayacağı, başkasının çocuğunun onun çocuğu gibi olmayacağı açıklandıktan sonra

Allah doğruyu söyler. O doğru yola ulaştırır.  (Ahzab 4)buyurur.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (4) (15/08/2001/Çrşmb)

İbn’i Haldun, tarihçilerin her söylediğinin doğru olmayabileceğini hatırımızdan çıkarmamamız gerektiğine işaret eder.

İbn’i Haldun,tarihçilerin yanıldığı ve farkına bile varamadığı gizli yanlışlarından birinin de toplum hayatındaki değişimin ağır olduğudur. Günlerin geçmesi asırların değişmesiyle örfler,adetler,gelenekler,değerler ve değerli şeyler değişiyor. Ancak bu değişimlerin hepsini bir  insan göremediğinden kendi döneminin değerleri ile geçmişte meydana gelen olayları değerlendirmeye kalkıyor ve hata ediyor diyor. Örnek olarak “Haccac’ın babası öğretmendi” haberini tarihten okuyan biri Haccac’ı çok değerli birinin oğlu zanneder.Halbuki o dönemde öğretmenlerin hiç bir değeri yoktu”der.

Eh günümüzde de öyle değil mi? En fazla değer vermemiz gereken öğretmenlere  değer vermiyoruz ve ikinci bir iş yapma mecburiyetinde bırakıyoruz.

Bir başka örnek verir: “Filan, kadı/hakim idi” haberini tarihten okuyan kişi olayı kendi döneminin kadı/hakimleriyle kıyaslayarak değerlendirir. Halbuki o kadı/hakim o dönemde aynı zamanda ordunun da komutanı idi.

Çağların değişmesiyle değerlerin değişmesini bilmeli ve tarihi olayları kendi çağıyla değerlendirmeli der ve 

“Kulları hakkında Allah’ın geçerli yasası budur.” (Mü’min 85) ayetini delil getirir ve değişime işaret eder. (Mukaddime 35)

İbn’i Haldun,kendi eserini batıdaki devletler ve milletlerin durumlarına ayırdığını,doğu hakkında edindiği bilgilerin yeterli olmaması nedeniyle yazmadığını,o konuda Mesudi nin tarihinin önemli olduğunu, çünkü Mesudi, tarihini gezip görerek yazdığını ifade ettikten sonra

“Her ilim sahibinin üstünde daha alim biri vardır.” (Yusuf 76)

Ayetini verir ve “Bütün ilimler Allaha aittir.İnsan ise aciz ve kusurludur”der (Mukaddime 38)

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (5) (16/08/2001/Prşmb)

Medeni olmanın kendine özel kanunları olduğunu “Mukaddime”de bunları açıklayacağını,bu konuda daha önce kitap yazılmışsa bile bu güne kadar gelemediğini, Kıptilerin, Süryanilerin, Farsların yazmış olduğu kitapların elimize ulaşmadığını,Yunan’ın eserleri,Halife Me’mun’nun emriyle Arapça’ya terceme edilmesiyle onların eserlerine ulaşıldığını, İran kisrası Enuşirevan’ın veziri Mubezan’dan nakledilen “Ey yönetici, devletin gücü kanunladır, Allaha itaata devamladır;kanun, devletle ayakta durur; devlet adamlarla ayakta durur; devlet adamları malla ayakta durur.Memleketi medenileştirmek malladır; malı temin etmek ise adaletledir.”sözü ile Aristo’nun “Siyaset”isimli eserinde Mubezan’ınkine yakın sözler vardır ama sahasında müstakil bir eser yoktur dedikten sonra Fıkıh kitaplarında suç ve cezaların hikmet,illet ve sebeplerinin bildirildiği yerlerde “Medeniliğin Kanunları”na değinildiğini ifade eder ve:

“...Size ilimden pek az şey verilmiştir.” (İsra 85)

Ayetini verir ve Allahın ilmi karşısındaki aczimize dikkat çeker.

Mehmet Akif merhum çağının bilgileri hakkında epeyce bilgi sahibi idi. İnsanlık ailesinin elde ettiği ilim ışıkları göklere ulaştı ama Rabbimizin yarattığı günün ilk sahifesinin ilk satırına bile ulaşamadığını ifade etmek için:

“Ulûm-i şâhikadan fışkıran sütûn-i ziyâ

Dayandı göklere; lâkin yetişmiyor hâlâ,

Bülend nüsha-i îcâdın ilk sahîfesine.

Bu ilk sahîfe müebbed zalâm içinde yine!”

der.

Karıncalar üzerine araştırma yapanlar karıncanın belini veya beynini yaratmıyorlar. Rabbimizin binlerce yıl önce yarattığını Rabbimizin verdiği akılla araştırıyorlar. İşte onun için “...Size ilimden pek az şey verilmiştir.” (İsra 85) ayetini verir.

İbn’i Haldun,insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliklerin başında “Fikir” geldiğini,sonra birlikte yaşamak için adil,güçlü bir yöneticiye ihtiyaçları olduğunu ifade ettikten sonra bir yöneticinin karıncalar, çekirgeler gibi hayvanlarda da olduğunu fakat onlarınkinin Rabbin ilhamıyla olduğunu, insan gibi fikirle olmadığını arz ettikten sonra geçimini temin için çalışma ve yorulmaya yönelmesini, köyde veya şehirde birlikte yaşamanın da insana ait özellikler olduğunu vurguladıktan sonra  Taha süresinde Firavunun, Hz.Musa ile Hz.Haruna hitaben:”İkinizin Rabbi kimdir ey Musa?” sorusuna Hz.Musa’nın verdiği

(Musa): “Bizim Rabbimiz her şeye yaratılışını veren, sonra da yol gösterendir” dedi. (Taha 50)

cevabı, İbni Haldun  iktibas ederken insanla hayvan arasındaki farkı fark ettirir. O da Hayvanlar,Rabbin kendilerinin fıtratlarına verdiği ilham/içgüdüyle hareket ederler,İnsanlar ise hem yaratılışlarının gereğini yani tabiat kanunlarını hemde Rabbin gösterdiği yolu yani Kur’anın kurallarını uygular(Mukaddime 45,M.E.Bak. Terc, 1/82-97))

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (6) (17/08/2001/Cuma)

“İnsan tabiatı gereği medenidir” sözünü nakleder ve   toplu yaşama zorunluluğunu herkesin bildiği basit ama çok önemli örneklerle açıklar. İnsanın yaşaması için gıdaya ihtiyacı var.Buğday ekmeği için çiftçiye, harmancıya, değirmenciye, fırıncıya ihtiyaç var.

Bir insan buğday tanelerini yiyerek geçinecek olsa yinede çift sürmeye,harmanlamaya ihtiyacı var. Demirciye, marangoza, çömlekçiye ihtiyaç var. Bütün bunları bir kişi yapamayacağına göre birlikte yaşayıp yardımlaşma gerekir der.

Yardımlaşarak gıdasını elde eden insanların kendilerinden çok daha güçlü olan aslan,fil at gibi hayvanlara karşı Allah,insana da akıl ve el verdiğini,akılla elin işbirliğinden kendilerini koruyan silahlar edindiklerini açıkladıktan sonra insanları saldırgan insanlardan nasıl korunacağına çare düşünür ve eldeki silahların yetersiz olduğunu,çünkü iyi insanların elindeki silahın kötü insanlarda da olduğunu söyledikten sonra işte bu güvenliği sağlamak için bir araya gelip güçlü bir yöneticinin gerekliliğini ve insanın halife kılınışının hikmetini açıkladıktan sonra yine

(Musa): “Bizim Rabbimiz her şeye yaratılışını veren, sonra da yol gösterendir” dedi. (Taha 50)ayetini verir.

 

İbn’i Haldun bu ayeti vermekle zaten bir millet oluşturmak, şehirler kurmak, sanat eserleriyle şehirleri süslemek için Peygambere ihtiyaç olmadığına işaret etmiş oluyor. Çünkü Hz.Musa’nın karşısına dikilen ve kendi Rabliğini ilan eden Firavun’un güçlü bir devleti vardı.

Peygamberliğin hikmet ve faydalarını ileride ayrıca açıklıyor.

Mecusilerin sayısı ehli kitabın sayısından daha çok olduğunu ve büyük devletler kurduğunu söyler. (Mukaddime bab 3,fasıl 26)

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (7) (20/08/2001/Pzrts)

İbn’i Hadun İnsanların medeniyet kanunlarına geçmeden önce yerleşim yerleri hakkında bilgi verir.Dağlardan,denizlerden,ırmaklardan,ovalardan,çöllerden iklimlerden,iklimlerin insan üzerindeki etkilerinden,karakterine veya teninin rengine kadar bir çok etkiden bahseder. Coğrafya ve iklimler hakkındaki bilgiler o günün şartları içinde yazılmış bilgiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Bütün bu bilgileri verdikten sonra :

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde, akıl sahipleri için âyetler (ibretli deliller) vardır. (Al’i Imran 190)

Ayetini verir ve arkasından yerleşime en uygun yerler olarak Mısır,Şam,Irak,İran,Çin,Hindistan,Yunanistan,Roma/İtalya,Endülüs/İspanya,Fas,Tunus,Yemen,Arap yarımadası ve buralara yakın yerler olarak verilir ve arkasından

“Siz, insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten yasaklar, Allah’a iman edersiniz. Ehli kitap’da iman etse idi, onlar için daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır. Çoğunluk fasıktır.” (Al’i Imran 110)

ayetini verir ve bu güne kadar hiç bir tefsirde görmediğim bir yorumla verir.

Bütün peygamberler, havası, suyu, toprağı, güneşi ve her şeyiyle yerleşime uygun olan yerlerde gönderilmişlerdir.Bedenleri, yeyip içtikleri, yaşantıları güzeldir. Onun için en vahşi hayat yaşayanlara da örnek olacakları için  bu bölgelerde gönderilmişlerdir. (Mukaddime 79,M.E.Bak.Terc.1/193))

İklimleri,özelliklerini ve insan üzerindeki etkilerini ,yaşamaya en elverişli yerleri anlattıktan sonra bu güzel iklimlerin dışında yaşayan, dinden, ilimden, sanattan haberi olmayan, vahşi bir hayat yaşayan insanları da tanıttıktan sonra

“Atları, katırları ve merkepleri siz binesiniz ve zinetlenesiniz diye (yarattı). Daha bilmediklerinizi de yaratır.” (Nahl 8)

ayetini verir ve bizim bilmediğimiz daha başka yaratılanların da olabileceğine ufkumuzu açık tutar.

Bu ayeti bu kitabın altıncı bölümünün 31’inci faslında Felsefecilerin,materyalistler gibi “Maddenin dışında bir şey yoktur” demelerine karşılık “Allah,bilmediklerinizi de yaratır” ayetini verir ve uzunca felsefecilerin yanlışlarına dikkat çeker.(Mukaddime 80,515)

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ(8) (21/08/2001/Salı)

Medeniyetlerin mekanı olan şehirlerin oluşmasında suyun,havanın,toprağın,ulaşım kolaylığının veya zorluğunun zaruretine dikkatimizi çektiktin sonra, Toplum içinde onlara yol gösterecek yüce şahsiyetleri ve önemlerini anlatmaya Peygamberlerden başlıyor ve onların yükünün herkesten fazla olduğunu ifade etmek üzere

“Şüphesiz biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız.” (Müzzemmil 5) ayetiyle beraber Hz. Aişeden rivayet edilen “ Vahiy,çok soğuk bir günde indiği vakit Peygamberin alnından ter akardı” hadisini verir. (Buhari,Bed’ül vahiy 5,Müslim, Salat 448) (Mukaddime 90)

Kıyamete kadar gelecek insanların neyi nasıl yapacağını öğretmek üzere indirilen Kur’an ayetleri için Rabbimiz “Ağır söz”ifadesini kullanmış.

İbn’i Haldun,İlk nazil olan “Oku” emriyle başlayan beş ayetin indirilişinde Cebrailin sevgili peygamberimizi sıkmasını ve bunu üç defa tekrarlamasını,her vahiy gelişinde efendimizin terlemesini  Peygamberimizin o esnada zatının kendi zatından ayrılıp melekiyet ufkuna yükselişi olarak anlatır. Bu durum tedrici olarak devam eder ve Mekke’de ilk dönemlerde ayetler kısa kısa inerken Medine’de Tevbe süresi gibi uzun bir süre birden iner diye açıklar (Mukaddime 96,M.E.Bak.Terc.1/218))

İbn’i Haldun,toplum içinde halkın ilgisini çeken olaylardan olan “Gaybı bilme”olayına değinir ve Falcılar,Astrologlar,Medyumlar,Mecnunlar,Aynaya bakanlar,çakıl taşlarıyla ,kuma çizilen çizgilerle,uykuda görülen rüyalarla,kuşların uçuşundan mana çıkararak gayb hakkında bilgiler verenlerin metotlarını isabet edip etmediklerini bildirdikten sonra

“İşte sizler, haydi bildiğiniz şeylerde tartıştınız. Amma bilginiz olmayan şeylerde niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Al’i Imran 66) ayetini verir ve peygamberlerin verdikleri bilgilerin dışında gaybe dair verilen bütün bilgilerin kesin bilgiler olmadığına işaret eder.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (9) (22/08/2001/Çrşmb)

İbn’i Haldun,”Mukaddime”ninMukaddimesini bitirirken “Medeni olmanın kurallarını ben tesbit ettim. Benden sonra gelenler daha ileri götürecekler. Bir ilmi kuranın üzerine o ilmin her şeyini tespit etmek gerekmez. Daha sonra gelenler bir çok şey ilave ederek mükemmele doğru götürecekler” dedikten sonra

“Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Al’i Imran 66)  ayetini verir ve bir ismi de el-Alim olan Allah (c,c,)her şeyin en mükemmelini bildiğine dikkatimizi çeker.

İbn’i Haldun,çölde deve güderek deve eti yiyerek,deve sütü içerek,çadırda geceleyerek hayat süren bedevilerin,şehirliye göre daha dayanıklı,ve kendini savunma konusunda daha dikkatli olduğunu söyler. Hayat şartları onların öyle olmasını gerektirir.Bu şartlar bir gün gelir onların tabii haline gelir.Bir gün gelir şehirlinin rahatı ve refahı dağda ve çölde yaşayanı da kendine çeker.

Bedevi bir hayat yaşayan insan zamanla şehrin rahavetine kapılır ve eki hassasiyetini kaybeder,şehirde güvenliğini kalelere,hisarlara,polis teşkilatına havale ettiği için uyurken bile tetikte durma özelliğini kaybeder” der.

Gerçektende bu söyledikleri bizim hayatımızda görülen şeylerdir. Köyde yaşarken gündüz vakti dağda uyurken güneş iliklerimize kadar işler ama gökyüzünde uçan kartalın gölgesi üzerimize düşse uyanırdık. Ama şimdi İstanbul şehrinde çalar saatlar sabah namazına bizi uyandırmak için yırtınıyor.

Şehirli ile dağlı, dağda bir yolculuğa çıksalar,şehirli yol bilmede,yeme içmede,su kaynaklarını bulmada dağlıya muhtaçtır.dedikten sonra insanın çevresinden edindiği adet ve melekeler zamanla kişinin tabii haline dönüşür der ve “Allah dilediğini yaratır”. (Al-i Imran 47) ayetini vererek bütün bunların Allahın yaratma sıfatı içinde cereyan ettiğine dikkat çeker.(Mu 119,M.E.Bak.Terc. 1/314))

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (10) (23/08/2001/Prşmb)

İbni Haldun,şehirlere insan akınıyla beraber ilimlerin ve sanatların da buluşma yeri olduğunu,ilim pazarları,bilgi denizleri oluştuğunu anlatır. Allah rızası için veya malının müsaderesinden korkan insanların mallarını vakıf haline dönüştürerek,kendi çocuklarınıda mütevelli tayin ederek ilme hizmet etmeleri, vakıf gelirlerinin çok olması nedeniyle okumaya ve okutmaya rağbetin artması nedeniyle ilim ve sanatlar şehirlerde artar dedikten sonra

“Allah dilediğini yaratır”. (Al-i Imran 47) ayetini vererek bütün bunların Rabbin koyduğu kanunlar içinde cereyan ettiğini hatırlatır.(Mu kaddime 405,M.E.Bak.Terc. 2/452))

İbn-i Haldun, her insanın hem iyilik yapmaya hemde kötülük yapmaya sahip bir karakteri olduğunu ifade eder ve:

“Biz ona iki yol gösterdik.” (Beled 10)

“Ona günahıyla korunmasını ilham edene (yemin olsun ) “(Şems 8)  ayetlerini delil getirir.

“Bir insan din ile terbiye edilmezse, birinin malına göz dikerse eli de o mala uzanır,onu engelleyecek bir güç olmazsa onu alır” dedikten sonra  Medeni ülkelerde devlet ve yöneticilerin bu tür kötülüklere engel olma görevini yerine getirdiklerini ifade ettikten sonra “Ya kötülük yöneticiden gelirse?” işte o başka der ve  onun bir istisna olduğunu söyler ama o istisnai kötülükler günümüz dünyasında da çaresiz olarak devam eder.

Kabile halinde yaşayanlar da kendi kabilelerini kendileri korurlar der ve Yusuf aleyhisselamın kardeşleri,babalarına hitaben “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde, eğer, Onu kurt yerse o zaman biz   acizlerden oluruz.”(Yusuf 14) söylediklerini delil getiri ve kavimciliğin, kabileciliğin gücüne dikkat çekerken bu ayeti vermekle “Ya kötülük kabileden ve kardeşten gelirse?” sorusunun çaresizliğine de işaret etmiş oluyor.(Mu 121,M.E.Bak.Terc. 1/320)

Asabiyyetin, kabile gücünün üstünlüğüne örnek olarak İsrail oğullurını verir ve zamanla bu güçlerini kaybedip kendi peygamberlerini bile öldürmeye başladıklarını ve sonunda oradan araya sürülen ve hep sürgün hayatı yaşayan  bir millet haline geldiklerini yazdıktan sonra :

“Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu.” (Bakara 61) ayetini yazar ve yalnız akrabaların isimlerini bilmenin ve onlarla iftihar etmenin yeterli olmayacağını,akrabalığın gereği olan yardımlaşmayı yapanların sözünün geçeceğini söyledikten sonra İbn’i Rüşd’ün bu konuda düştüğü hatayı bildirir ve “Her şeyi en iyi bilen Allah’tır” der.(Bakara 282).(Mu 126,M.E.Bak.Terc.1/337)

 

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (11) (24/08/2001/Cuma)

İbn’i Haldun,bir kabileye veya bir millete katılan bir insanın asıl kabilesiyle olan bağının zamanla zayıflayacağına ve katıldığı toplumun bir ferdi olup oraya güç verdiği gibi oranın gücünden yaralanacağına dikkat çeker.

Abbasilerin içindeki Bermeki ailesinin gücünün Abbasilere katılmaktan geldiğini yoksa İranlı bir ateşperest olmaktan gelmediğini ifade ederken Sevgili peygamberimizin “Bir topluma sonradan katılan onlardandır” hadisini delil getirir.(Tirmizi,Zekat 657,EbuDavud,Zekat 1650)

Böylece günümüzde “Vatandaşlık” ve “Memurluk” müessesesinin önemine de dikkat çekilmiş oluyor. Amerika halkı, İspanyol, Portekiz,İngiliz, Hollanda, Alman ve diğer milletlerin birleşiminden meydana geliyor. İkinci Dünya savaşında Almanya’ya çıkartma yapan Amerika ordusunda bulunan Alman asıllı biri, Amerika ordusuna güç katmıştır. “Memurlar” da sahip oldukları makam ve rutbeleri oranında hizmet ettikleri millete  güç katarlar. dedikten sonra  “Allah katında en değerli olanınız, takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat 13) ayetini vererek iyiliğin haseple,neseple değil Allahın koyduğu kurallara uyumla olduğunu bildirir.

 

Madenler,bitkiler ve canlıların doğup büyüyüp ihtiyarlayıp öldüğü gibi Hasep/şan ve şerefin de  bir ailede nesiller boyu devam etmeyeceğini en fazla dört nesil devam edeceğini ve sonunda yok olacağını söyler.

Babanın kazandığı şan ve şerefi oğlunun devam ettirdiğini, onun çocuğunun  taklitle devam ettirdiğini, dördüncü çocuğun bu şerefin soydan geldiğini ve kendilerinden ayrılmayacağını zannederken dedesinin özel ve güzel faziletleri yerine neseb /soy üstünlüğü davasına kalkar,etrafındakileri aşağılar ve kendi kendini yok etmeye devam ederken çevresindekiler ondan ayrılarak bir başkasının etrafında birleşirler” der ve

“Eğer dilerse, sizi giderir ve yeni bir halk getirir.Allah’a göre bu güç bir iş değildir.”(Fâtır 16-17)

ayetini verir.

Ayette “dört nesil” ifadesi yoktur. Dört nesil ifadesine Sevgili peygaberimizin: “Kerim oğlu,kerim oğlu,kerim oğlu,kerim,ancak İbrahim oğlu,İshak oğlu,Yakub oğlu,Yusuf’tur” hadisinden çıkarır. (Buhari,Enbiya,hadis 3382,Tefsir,4688) Tabiiki hadiste de doğrudan dört nesle delalet yok,ancak İbn’i Haldun,hadisin işaret ettiğine işaret eder.(Mukaddime 128,M.E.Bak.Terc. 1/345)

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (12) (27/08/2001/Pzrts)

İbn’i Haldun,”Aslan ceylan gibi hayvanlar ormanda yakalanıp hayvanat bahçesine konulsalar,ormandaki arkadaşlarından daha fazla bakımlı olsalar bile çeviklikleri,cesaretleri,asaletleri ve güzellikleri yok olur.

İşte bedevilikten medeniliğe geçen insanlarda öyle olurlar. Çeşitli çok yemek yemekten,hareketsizlikten, hantallaşırken cesaretlerini kaybederler.

Ülke yönetimini elinde tutanlar refah ve arzularının esiri olunca henüz medenileşmemiş, taraftarı çok olan tarafından yönetimden alınır ve kendileri yönetimin başına geçerler” der ve

“Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer kısmıyla savmasaydı yeryüzü fesada uğrardı.” (Bakara 251)  ayetini delil getirir.(Mukaddime 130,M.E.Bak.Terc. 1/352))

 

Asabiyyet/kan bağı birliğinin iki şekilde yok olacağını bildirir.-Biz günümüzde asabiyyet yerine parti sözcüğünü koyarak düşünelim-

1-Yönetimi ele aldıktan sonra iktidarın nimetlerine dalarak,kendi işlerini kendisi değilde hizmetindeki insanlar görerek eski hassasiyetini kaybedip hantallaşma neticesinde bir başka güçlü biri gelir ve iktidardan götürür.

2-Zillete alışma,kölelikten zevk alır hale gelme,bir başkasından emir almanın zevkine varma.

Bunlara örnek olarak İsrail oğullarını verir. Hz.Musa,İsrail oğullarını Şam diyarında özgürce yaşamalarını temin için oraya girmelerini istediğinde : “Dediler ki: “Ey Musa, orada zorba bir kavim vardır. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya katiyyen girmeyiz. Eğer onlar oradan çıkarlarsa, biz gireriz.” (Maide 22)

“Ey Musa, onlar orada kaldıkça biz oraya hiçbir zaman girmeyiz. Sen ve Rabbin gidiniz ve onlarla harp ediniz. Biz burada oturacağız” (Maide 24) dediklerini haber verir.

Toplum hayatının güzel bir şekilde gitmesi için bir yönetime ihtiyaç olduğunu daha önce söylemişti. İnsanın devlet kurması ve siyasetle uğraşması da insan olmasından ileri  gelir.Çünkü bunlar insana mahsus özellik olup hayvanda yoktur.

“Siyaset ve devlet,halkın idaresini ve onları korumayı kendi üzerine almış bir kurumdur. Tanrının hüküm ve kanunlarını amelde tatbik eden ve Tanrının yeryüzündeki naibi yöneticiliktir.”

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (13) (28/08/2001/Salı)

“Şeriatlar tanıklık ettiği gibi Tanrının yaratıklarını ve kullarını idare etmek üzere koyduğu hüküm ve kanunları da insanlar için hayırdır, onların menfeat ve işlerine uygundur.”

“Çünkü yalnız beşeri olan hükümler bilgisizlikten ve şeytani olan arzu ve heveslere uymaktan ibarettir.”

.....................

“Bu açıklamadan anlaşılıyor ki asabiyyet/yakın çevre desteği ile beraber bir kimsede Tanrının hüküm ve emirlerini yarattıklarına tatbik edeceğini gösteren güzel ahlak,adalet vesaire gibi hayır belgeleri bulunur ise o kimse yeryüzünde Tanrının naibi olmaya hazırlanmış olur ve halkın idaresini üzerine alabilir.”

...................

“Bunun tersine olarak yöneticilerin devletlerinin yıkılması çağı geldiğini,Tanrı bunları yerilen işlere,rezaletlere katlandırır ve kötü yollara saptırır,onların siyasi meziyetleri büsbütün kaybolur,devlet ellerinden çıkıncaya kadar gittikçe meziyetleri azalır. Tanrının onlara bağışladığı devlet, kötülüklerinden dolayı  ellerinden alınır ve bu suç ve kötülüklerini aleme açıklamak üzere  Tanrı onları başkalarıyla değiştirir, hayrı başkalarının elinde toplar. Tanrı kitabında:

“Biz, bir ülkeyi helak etmek istediğimizde şımarık zenginlerine (itaatı) emrederiz, orada bozgunculuk çıkarırlar, oraya (azab) sözü hak olur, biz de orayı yerle bir ederiz.” (İsra 16)  (Mukaddime 134, M. E.Bak. tercümesi 1/366)

İbn’i Haldun bu ayeti kerimeyi Birinci kitabın,dördüncü bölümün 18 inci faslında ülkeyi yönetenler zevkü sefaya dalarlar,paralar yetmez olur vergileri artırırlar,yeme ve içmelerinde aşırı israfa girerler,zina ve homoseksüellik  yayılır, kanunlara karşı hileler geliştirilir,bahçelerine meyveli ağaç değil zakkum gibi selvi gibi meyvesiz ağaçlar dikilmeye başlar,çalışmak ayıp hale gelir işte böyle bir toplumun helaki nin geldiğini bildirir ve yukarıdaki ayeti verir. (Mumaddime 344,M.E.Bak.tercümesi 2/301) Ve bu bölümü

“Bir topluma (kötülükleri sebebiyle) azap istedi mi onu geri çevirecek yoktur. Onlar için Allah’dan başka yardımcı dost da yoktur. “(Ra’d 11)  ayetiyle sona erdirir.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (14) (29/08/2001/Çrşmb)

İbn’i Haldun ülkeleri ele geçirmede  tutunacak yeri olmayan,akrabalık bağları kuvvetli olan,kaybedecek bir şeyi bulunmayan insanların önemine dikkat çeker ve Hz. Ömer’in halife seçildiğinde yapmış olduğu şu konuşmayı verir: “Hicaz sizi geçindirecek bir yurt değildir.O, sizin için ancak otlaklar aramaya yarar,yani siz,Hicaz’da ancak göçebe bir hayat yaşayabilirsiniz.Hicaz ahalisi ancak bu yolda geçinebilir.Tanrının fethini va’dettiği yerlere gidecek olan,Tanrının kitabını okuyan bilgin sahabeler nerede? Haydi Tanrının varis olacağınızı va’dettiği topraklarda dolaşınız. Tanrı kitabında İslâmiyet’in bütün dinlere galebe çalacak bir din olduğunu buyurmuştur:

“O Allah ki, müşrikler istemese de bütün dinlere üstün çıkarmak için, Rasülü’nü hidâyet ve hak dinle gönderdi.” (Saff 9)

Alıp verdiğimiz her nefes bize hayat verirken Rabbimizin takdir ettiği ömrümüzden de alıp götürüyor. Gündüz ve gecede günümüzü gün ederken yine o gündüz ve gece sayılı günlerimizin tükenmesine sebep oluyor.

“Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder.”(Müzzemmil 20)

İbn’i Haldun,insanların ömrü olduğu gibi devletlerin de ömrü olduğunu söyler ve şöyle der:

“Doktor ve müneccimlerin iddialarına göre insanın tabii olan ömrü 120 yıldır.120 yıl ise, müneccimlere göre, en büyük kameri yıldır. Her neslin ömrü kıranlara (yıldız ve seyyarelerin birbirlerini yaklaşması ve birbirinin hizasında bulunmasının) nispetine ve bunun insanların hayatının tesirlerine göredir. Bu kıranlara göre, neslin ömrü uzun veyahut kısa olur. Bazı kıranlar vaktinde doğanların ömürleri tam yüz yıl olur, yıldızların bu kıranlarına bakanların bunlarda gördükleri delil ve eserlerin gösterdiğine göre, bazı kıranlar vaktinde doğanların ömürleri 50, 80 veyahut yetmiş olur. Tanrı elçisinin hadisinde de insanların ömürlerinin bu miktarda olduğu anılmaktadır.”

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (15) (30/08/2001/Prşmb)

İbn’i Haldun diyorki:”Nuh vakası gibi nadir haller müstesna olmak üzere insanlar, tabii ömür olan 120 yıldan fazla yaşamazlar. Devletlerin ömürleri kıranlardan dolayı her ne kadar çeşitli olur ise de, çoğunlukla ömürleri üç batnı/nesli geçmez. Batın (veyahut nesil) insan ömrünün ortasından ibarettir. İnsanın ise orta ömrü kırk yıldır. Kırk yıl ise insanın olgunlaşma devresidir. Böylece Tanrı:”İnsan en kuvvetli çağına erişerek kırk yaşına gelirse” der.(Ahkaf 15)  Biz bu delille bir insan ömrünün bir batın ömrü olduğunu söyledik. Bizim burada söylediklerimizin doğruluğunu Tih olayı ispat eder. Tih olayı anılırken kırk yıl tabiri bir batın (bir nesil) i ifade etmek üzere kullanılmıştır ki, kırk yıl içinde bir nesil yok olup gitmekte ve düşkünlüğün ne olduğunu bilmeyen yeni bir nesil yetişmektedir.(Maide 26) Bundan bir batnın ömrü  bir adamın ömrü olan kırk yıl olduğu anlaşılır. Devlet ömrünün çoğunlukla üç batın müddetini geçmeyeceğini kaydetmemizin sebebi şudur: Devleti kuran ilk nesil göçebelik kılık ve kabalığını, dar yaşayış, bahadırlık, atılganlık ve yırtıcı hayvan gibi saldırganlık, ululuk ve şeref gibi göçebelik alışkanlık tabiatın, yani asabiyyetin şiddet ve kudretini  muhafaza eder ve kılıçlarının çalım yerleri keskin olur, budan dolayı kavim ve uruğlarca korkunç tanınırlar. Diğer kavimler onlara yenilirler. İkinci batın (nesil) a gelince o batın devlet sahibi olmak ve bolluk ve refah içinde yaşamak  sonunda göçebelik halini bırakarak, yerleşik hayata alışır, darlıktan kurtularak bolluk ve genişliğe kavuşur, bu nesil ululuk ve şerefi ortaklaşmaktan mahrum edilerek ululuk ve şeref bir şahısta toplanır, bunun tesiri ile kalanları devleti korumak hususunda tembelleşirler. Bu nesil başkalarına el uzatarak galebe çalamaz ve hakir düşer. Bu değişikliklerin bir sonucu olarak asabiyetin şiddet ve kuvveti az çok kırılır.Onlar düşkünlüğe ve boyun eğmeye alışır. “

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (16) (31/08/2001/Cuma)

İbn’i Haldun devletlerin ömrünü belirlerken kendi çağının şartlarını ve devlet şekillerini göz önüne alarak fikir yürütüyordu. Biz verdiği rakamlardan ziyade devletlerin yıkılış sebepleri konusunda ona kulak verelim:”....Fakat bu nesil, devleti kuran ilk nesli idrak edip, onların hallerini, yücelik ve kudretlerini, ululuk için çalıştıklarını, korumak ve korunmak hususunda nelere katlanmış olduklarını ve atılganlıklarını gözleri ile gördükleri için bu özelliklerden bir kısmını kaybeder iseler de, asabiyyet ve şerefi büsbütün bırakamazlar. Bunlar hal ve durumun ilk nesil çağındaki şeklini alacağını ümit eder veyahut bu hal ve şerefin kendilerinde bulunduğunu zannederler. Üçüncü batın (nesil) a gelince bunlar göçebelik çağını ve kabalığı büsbütün unuturlar, hakirliğe katlanmaya, lezzet ve nimetler içinde yaşmaya alıştıkları ve bu hayatın en tekamül etmiş derecesine yükseldikleri için, çoluk çocuk derecesine inerek devletin korumasına ve terbiyesine muhtaç olurlar. Bunun üzerine asabiyyet büsbütün kaybolur. Korumak ve korunmak büsbütün unutulur. Bunlar giyim kuşamlarında, atlara binmek ve güzel süngü kullanmak hususlarında  askere benzer işler de bu bir zahiri gösterişten ibaret olup, gerçekten ise bunlar atların üzerinde kadınlardan da korkaktırlar. Düşman üzerlerine yürüdüğünde karşı koymaktan acizlerdir. Bundan dolayı devletin başında hükümdar şecaat sahibi olan değerleri sayesinde kudret kazanmak ister,kölelerini çoğaltır, kendisine az çok arka olacaklara bağışlarda bulunur. Tanrı büsbütün yıkılmasını irade edinceye kadar devlet bu hali üzere devam eder. Gördüğün bu üç neslin hali böyledir. Devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, aynı sebeplerin tesiri ile asalet ve şeref dördüncü nesilde sona erer ki, biz bunu yukarıda (ululuk ve asaletin dört nesile ereceğine dair) ayırdığımız bölümde anlatmıştık. Eserin bu bölümünde yukarı kısımlarında tespit ettiğimiz mukaddimelere dayanarak, davayı ispata yeter derecede kuvvetli olan tabii delillerle bunu sana da anlatmıştık. O sözlerimizi düşünür ve insaf ehlinden isen hak ve hakikatten yüz çevirmez ve bu sözlerimizin doğru olduğunu kabul edersin. Bu üç neslin ömrü, yukarıda, anlattığımız gibi, 120 yıldır, takriben bundan biraz daha az veyahut biraz daha çok olabilir ise de, çoğunlukla, devletlerin ömrü yüz yirmi yılı geçmez. Ancak diğer kuvvetler üzerine yürümemek ve dokunmamak gibi onu yıkacak durumlar arız olmadığı takdirde, devletin ihtiyarlama çağı gelmiş ise de, yıkacak kuvvet üzerine yürümediği için yaşayabilir. Fakat üzerine herhangi bir kuvvet saldırdığı takdirde devleti koruyacak ve karşı koyacak kuvvet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır. “Ecelleri geldiğinde ölümleri bir saat olsun gecikmez ve bu mukadder olan saatten bir saat olsun önce ölmez” (A’raf 34,Nahl 62)

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (17) (03/09/2001/Pzrts)

“Devletin bu tabii olan ömrü herhangi bir kimsenin ömrü gibi olup, duraklama çağına kadar artar, bundan sonra gerileme (sukut) veyahut alçalma çağı gelir. Bundan dolayıdır ki insanlar arasında ağızdan ağıza: “Devletin ömrü yüz yıldır” sözü nakledilir ve meşhurdur. Tabii ömrün nesep şecerelerindeki sayılarını bilmeden, yalnız ilk batnın başlandığı tarihi bilir isen, her yüz yıl içinde üç baba gelip geçmiş olduğunu hesap edersin şeceredeki babaların sayısı (beher yüzyıl içinde) üçü geçmez ise, şecere doğrudur, taksim edildiğinde  yıllar eksik çıkarsa, şecereye bir baba ilave edilerek şecere bozulmuş, taksimden sonra yıllar bu nispetten az olur ise, şecereye o nispette baba eklenmek suretiyle şecerede yanlışlık husule gelmiş olur. Bir kimsenin ata ve babalarının sayısı açık surette belli olup da zaman miktarı belirsiz olur ise, babalarının sayısı ile zaman tayini olunur, “Gece ve gündüzleri Tanrı takdir eder.”(Müzzemmil 20)(Mukaddime,M.E. Bak.Tercemesi 1/431-43

 

Kuyu kazılırsa su çıkar, koyun sağılırsa süt çıkar,ekin ekilirse ekmek yenir.Yani ekmek için ekmek şart. Rabbimiz tabiat kanunları gibi rızkın kanunlarını da koymuş. Biz onlara uyarsak kazançlı çıkarız. İbn’i Haldun’u okuyalım, ayetlerin ışığında bakalım neler yazmış:

“Bil ki insanlar, yaratılıştan,hayatlarının bütün devrelerinde olgunluk ve ihtiyarlık çağlarında dahi,tabiatlarının sevkiyle geçinme vasıtalarına  ve gıdaya muhtaçtırlar.Yüce ve her türlü noksandan münezzeh olan Tanrı:”Tanrının yardımına muhtaçsınız” der. (Muhammed 37) Yüce Tanrı dünyada olan her nesneyi insanların istifadesi için yarattı.Kitabının birçok ayetlerinde bunları kullarına bağışladığına işaret etti: “Denizleri sizlere müsahhar etti.” yani,size denizlerden istifade etmek üzere kudret ve kuvvet verdi istifadeyi kolaylaştırdı ve: “Gemileri size müsahhar etti” (İbrahim 32) yani, gemiler yapmak ve gemilerde sefer edebilmek kudretini verdi ve “Size hayvanları müsahhar kıldı”, yani, size boyun eğdirerek hayvanlardan istifadenizi kolaylaştırdı,gibi birçok ayetler (13:3, 14:37, 16:12, 29:61, 31:28, 33:14, 39:7, 45:12) de, varlıkları kişilerin istifadeleri için yaratmakla bağışlarının büyük olduğunu anlattı.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (18) (04/09/2001/Salı)

“Tanrı, kişileri yer yüzünde kendisinin halifesi yaparak onları bütün alemden ve alemdeki her varlıktan  istifade etmek kudretini verdi. Kişilerin elleri bu varlıklara uzanmış haldedir, varlıklar, kişiler arasında müşterektir, herkes ondan kudreti nispetinde istifade edecektir. İnsanın emek sarf ederek ele geçirdiği şey O’nun mülkü olup, başkaları ancak karşılığını vererek bundan istifade edebilir. Kişi zayıflık ve acizlik devresini geçirerek varlıklardan istifade edebilecek kadar kuvvet kesb ettikten sonra, geçinmesi için, kazanç temin etmeye başlar. Tanrı’nın kendisine olan bağışlarından istifadeye koyularak, ihtiyaçlarını temin etmek üzere, emek sarf eder. Yüce Tanrı kişilere bunu bir görev olarak yüklemiştir ki:”Tanrı’nın sizin için yarattıklarından geçinmenizi talep ve temin ediniz” der.(Ankebut 17) İnsan bazı varlıklardan emek sarf etmeden de istifade etmektedir. Bitki ve hayvanlar için faydalı olan yağmurlar ve başkası bu cümledendir. Fakat kişilerin emek sarf etmeden istifade ettikleri bu nesneler, ancak yardımcı kabilindendir. Bu yardımcılarla beraber geçinmesini temin edebilmek için insan emek sarf etmeye muhtaçtır ki, bunu aşağıda anlatacağız. İnsan bu suretle emek sarf edip, asgari olarak ihtiyaç ve geçinmesi için gereken ve zaruri olan nesneleri temin eder. Ve buna geçinme (veyahut geçinmelik) adı verilir. Zaruri olan ihtiyacından fazlasını temin ettiğinde onun bu kazancı “(servet) refah ve bolluk hali” adıyla anılır. Elde edilen veyahut toplanan bu madde ve paralar, insanın menfaat ve ihtiyaçlarına (yemek içmek giyinme... ve başkasına) sarf edilirse “rızk” adıyla anılır. Tanrı elçisi:  “Senin elindeki malından “mal” adı verilebileceği ancak yiyerek tükettiğinden, giyerek eskittiğin veyahut sadaka olarak verdiğindir.” (Müslim,Zühd,hadis 2958,Tirmizi,Tefsir,hadis 3301) Bu hadisten de anlaşıldığına göre, insanın elindeki malından kendi menfaatlerine, ihtiyaçlarına ve hayrat yoluna sarf edilmeyeni, sahibine nispetle “rızk” adıyla anılmaz. Tanrı, kulunun emek sarf ederek ele geçirdiği bu madde ve mallar, “kazanç” adiyle anılır. Bu mal, miras malına benzer ki, miras mallarına, ölen adama nispetle “rızk” denmez, “kazanç” denir. Çünkü miras olarak bırakan adam mallardan kendisi istifade etmemiştir, varislerine nispeten ise bu “rızk”tır. Ehlisünnet’e göre “rızk”ın mahiyeti işte budur. Mutezile’ye göre ise “rızk” olabilmek için o nesneyi mülk edinmenin caiz olması şarttır. Şer’an mülk edinilmesi caiz olmayan mal ve maddeler onlara göre “rızk” sayılmaz. Onlar gasp yoluyla elde edilen mal ve maddeleri ve haram nesneleri “rızk”tan saymazlar. Ehlisünnet’e göre Tanrı yağmacıyı da, zalimi de, mümin ve kafiri de besler, fakat hidayet yoluna sevk ederek “Rahmet ve merhametini kendi arzu ettiği kullarına tahsis eder.” (Al’i Imran 74) Mutezile, bu davalarını ispat etmek üzere, birtakım deliller ileri sürmüşlerdir. Fakat o delilleri anmanın yeri burası değildir.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (19) (05/09/2001/Çrşmb)

Kesp (kazanç) ancak toplamaya çalışmak ve emek sarf etmekle elde edilir. Rızk ise gerek taleb ve gerek sarf edildiği vakit çalışmayı emek sarfını icab ettirir.Kur’anda: Yüce Tanrı’da “rızklarınızı taleb ediniz” der.(Ankebut 17) Yani “rızk” için talep ve çalışmanın gerekliliğini anlatır. Çalışmak ve emek sarf etmek ise, ancak, Tanrı’nın kudret ve kuvvet vermesi ilhamıyla olur. Her şey Tanrı’dandır. Her kazanç ve mal kuvvet ve emek sarf etmekle elde edilir. Çünkü kazanç, hüner ve sanayi vasıtasıyla elde edilirse, bu kazancın emek sarf etmeyi icap ettirdiği  bellidir. Hayvandan, bitkiden ve madenlerden istifade suretiyle kazanç temin edilirse, bunun da insan kuvvetiyle ve emek sarf etmekle olacağı meydandadır. Emek sarf edilmeden bir şey elde edilmez ve faydalanmak imkanı hasıl olmaz. Bundan başka, Tanrı, madenlerden çıkartılan altın ve gümüşten ibaret olan iki taşı her mal ve madenin fiyat ve kıymeti olarak yaratmıştır. İnsanlar, zamanla bu iki maddeyi ihtiyaç için biriktirir ve toplarlar. Bazan bu iki maddeden başkası da toplanır fakat, bu maddeler ancak altın ile gümüşü elde etmeye bir vasıta olmak üzere toplanır. Altın ve gümüşten gayrısının kıymetleri bazan yükseldiği, bazan da ucuzladığı için: kıymetleri yükseldiğinde bunları pazarlara götürerek altın ve gümüş karşılığında satarlar. Altın ve gümüş daima revaçta olduğu için bütün kazanç ve hazinelerin asıl ve temelini bu iki madde teşkil eder.

Burada söylediklerimiz hatırda tutulur ise, kişilerin çalışarak ve emek sarf ederek ele geçirdikleri ve topladıkları para ve mal, zanaat ve saniyede çalışmak suretiyle  elde edilirse bu kazançların ve topladıkları mal ve paranın iş ve emeğinin kıymetinden ibaret olduğu meydandadır. Çünkü sanat ve hünerden maksat yalnız iş ve amel ihtiyaç vakti için muhafaza edilecek bir şey de değildir. Bazan hüner ve sanayide, iş ve çalışma ile birlikte diğer bazı unsurlarda bir araya toplanır. Marangozluk ve dokumacılık bunun bir örneğini teşkil eder. Burada emekle birlikte ağaç ve iplik de işe karışır. Fakat iş ve çalışmanın kıymeti, sarf edilen maddelerin kıymetinden yüksek olduğu için, elde edilen kazanç iş ve emeğin kıymeti sayılır. Kazanç ve fayda hüner ve sanat vasıtasıyla elde edilmeden (alışveriş gibi) vasıtalarla elde edilirse: bu kazanç ve kârda dahi iş ve emeğin payı olacağından şüphe yoktur. Çünkü emek sarf edilmediği takdirde kâr ve kazanç elde edilemezdi.”

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (20) (06/09/2001/Prşmb)

“Kâr ve kazançların çoğunda iş ve emeğin eser ve tesiri daha açık gözüktüğü için az veyahut çok nispette olsun kazanç ve kârdan iş ve emeğe hisse ayrılır. Pazarlarda satın alınan ve gıda maddesi olan hububatın kıymeti gibi hususlarda iş ve emeğin tesiri açık gözükmediği için bu cihet düşünülmez. Halbuki sarf edilen iş, emek ve masraflar hububatın kıymetine dahildir. Fakat bazı yurt ve bölgelerde ekin ekmek işi kolay olduğundan, çiftçilerden birçok kimseler iş ve emeklerinin ücret ve kıymetini düşünmezler. Bu açıklamamızdan anlaşılıyor ki, kazanç ve kâr ile elde edilen para ve malların hepsi veyahut çoğu kişilerin iş ve emeklerinin kıymetidir. insanlar arasında bölünen rızklar (Ehlisünnete göre) istifade edilen nesnelerden ibaret olup, helâl ve haram hep rızktır, bu açıklamamızdan kazanç ve rızkın mânası da anlaşılmıştır.

Bil ki, ülkede bayındırlığın eksilmesiyle iş ve çalışma azalır veyahut büsbütün durursa , Tanrı o ülkeden kazancı kaldırır. Nüfusu az olan şehirlerde kazancın az, geçinmenin zor, veyahut iç ve çalışma az olduğu için kâr ve kazanç temin edilmediğini görmüyor musun? Bunun tersine olarak bayındır olan yerlerin ahalisi bolluk ve refah içerisinde yaşar ki, yukarıda biz bunu anlatmıştık. Halk:”Bir yerin bayındırlığı giderse, oradan rızk ve kısmette gider” der. Bayındırlığın ve nüfusun azalmasının tesiri ile çöllerdeki kuyular bile kurur, çünkü çeşme ve kuyulardan su ta dibine kadar kazmakla çıkar ki, bu da ancak insan çalışmasıyla olur, kazılmadan kendi hali üzerine bırakılırsa, suları kesilir. Suyun kaynağının hali hayvanın memesindeki süte benzer. Sahipleri hayvanlarının memesini çektikçe süt aktığı gibi, suyun kaynağı kazıldıkça da su kaynayıp çıkar. Kaynaklar kazılmadan kendi haline bırakılırsa su yerin dibine çekilir, kaynaklar kurur, Sen, şehir bayındır iken çeşmelerinde sularının çokluğuna, bayındırlığını kaybettiğinde sularının hepsinin yerin dibine çekildiğine dikkat et ki, şehirler harap olduktan sonra kaynaklarında hiçbir vakit su bulunmamış gibi olur. “Gece ve gündüzleri (ve her şeyi) Tanrı takdir ve tayin eyler.” (Müzzemmil 20)(Mukaddime,Birinci kitap,beşinci bölüm,M.E.Bak,tercümesi 2/319-325)

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ   (21) (07/09/2001/Cuma)

“Devlet bir kavmin bir boyunun idaresinden çıkar ise, asabiyyet kaybolmadığı takdirde, o kavmin diğer bir boyunun idaresine geçeceğine dair.

İbn’i Haldun,bu başlık altında kendinden önce ve kendi döneminde yaşayan devletlerde kabilenin önemine dikkatimizi çekerken biz bu kabile kelimesinin yerine partileri koyarak okuyalım. İktidara gelen partilerin devler imkanları içinde zevki sefaya dalmaları,yandaşlarına koltuk çıkmaları,hazineyi hortumlamaları,muhalefeti hep kamçılamakta ve onları zinde tutmakta,sonuçta fazla atak olan muhalefet,iktidarda ihtiyarlama,hantallaşma emareleri gösteren partiyi devirmekte.

Tabiat kanunları gibi siyaset kanunları vardır.Tabiat kanunları önünde Müslüman’la kafir aynıdır. Soğuk ikisini de üşütür,sıcak ikisini de yakar.Rabbimizin tabiat kanununa uyan kazanır.

Siyasetin kuralının ahirette geçmeyeceğini ve ahiret yurdunun yalnız müttakilere ait olacağını ifade etmek için Zuhruf süresinin 35’inci ayetini delil getirir. Ben, verilen ayetin önünde geçen iki ayetle beraber verdikten sonra İbn’i Haldun’u okuyalım.

 

Zuhruf süresi 33- Eğer insanlar (inkârda) bir ümmet olmayacak olsalardı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler (asansörler) yapardık.

34-     Evlerine kapılar, yaslanacakları koltukları (gümüşten yapardık.)

35-     Ve nice altın süslemeler. Bütün bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Rabbin katında ahiret, müttakiler içindir.

 

Mukaddime, birinci kitap,ikinci bölüm,22’inci fasıl.

“Devlet bir kavmin bir boyunun idaresinden çıkar ise, asabiyyet kaybolmadığı takdirde, o kavmin diğer bir boyunun idaresine geçeceğine dair.

“Bunun sebebi şudur: Devlet idaresini ele geçirenler, ancak kahır ve şiddetle düşmanlarını yendikten ve diğer kavimler onlara boyun eğerek onların hakimiyetine baş eğdikten sonra, o devleti kurmuşlardır. Bundan sonra diğer uruğları yenen bu uruğ ve soyun fertleri arasında devletin başına geçerek onu idare ve devletin tahtını işgal edecek başkan seçilir. Çünkü o soya mensup olanların sayısı çok oluğu için, hepsinin de devletin idaresine iştirak etmeleri ve devletin başına geçmeleri imkansızdır. “

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (22) (10/09/2001/Pzrts)

“Bundan dolayı rütbe ve mevkiler elde etmek üzere çekişen ve el uzatanları bundan alıkoymak üzere gayret ve kuvvet sarf edileceği tabîi bir haldedir. Bu suretle aralarından bir kısmı devletin idaresini ele geçirdikten sonra onlar nimetler, refah ve bolluk içine dalarlar. Kendi boy ve uruğlarından olanları kendilerine köle edinirler, devletin idaresinden uzaklaştırılan ve ortaklaşmadan mahrum edilenler, o nesebe mensup oldukları için, o devletin gölgesi ve himayesi altında yaşarlar, bunlar refah içinde yaşayarak nimet ve zevkler içine dalmaktan uzak bulundukları için, ihtiyarlaşma çağından uzak bulunurlar, yani atılgan ve şecaatli olan bu kimseler devletin korunması için gereken kuvvetlerini, tabîi halinde korurlar. İdare başında bulunanlar ise, zamanın ve olayların darbesine maruz kalarak ihtiyarlaşma onların refahlı hayatlarını yok ettikten, devlet onları pişirdikten, zaman onları yedikten ve nimetlerini tamamıyla giderdikten ve zevk düşkünlüğü onların sularını tamamıyla çektikten ve bunlar insanların yükselebildiği medeniyetin ve siyasi üstünlüğün en yüksek derecesine eriştikten sonra zaman ve olayların darbeleri altında ezilirler. Bundan sonra aynı nesepten gelen, şecaat ve kudretleri lezzet ve nimetlerin tesiri ile za’fa uğramayan diğer boy onların yerine geçer.

Bunların hali ipek kurdunun haline benzer. İpek kurdu ağını örer, sonradan örgüsünün merkezinden başlayarak tersine bir hareketle örgüsünü yok eder.

Çünkü nimet ve lezzetlere dalmaktan mahrum edilenlerinin devletin idaresi ve korunması için gereken şecaat, atılganlık ve şiddet gibi üstünlük ve galebe için gereken meziyetleri tabîi halinde saklanmıştır. Bundan dolayı onların önce kendilerinden üstün ve kendi neseplerinden sülâle tarafından mahrum edildikleri devlete sahip olmak emel ve ümitleri artar. Bunların üstünlüğü belli olduğu için çekişmeler sona erer, bu suretle bu yeni soy devletin idaresi başına geçer. (Nimet ve lezzetler içine dalarak ihtiyarlama çağı geldiğinde) bunlar da ötekilerin katlandığı hallere katlanırlar. Devletin idaresini onların elinden çekip alır. O nesepten gelen uruğ ve boylar asabiyetlerini büsbütün kaybedinceye veyahut diğer boylar büsbütün yıkılıncaya kadar devlet o kavmin sığınağı olmaya devam eder. Tanrının dünya hayatına tatbik ettiği kaide ve kanun işte budur. “Ahrette Tanrı katında bahtiyar olmak ise, Tanrının sakıngan (takvalı) kullarına mahsustur.”(Zuhruf 35)

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ (23) (11/09/2001/Salı)

Bu halin arap kavimlerinde devam ede geldiğine dikkat et. Ad kavminin devleti yıkıldıktan sonra onların yerini kardeşleri olan Semûd kavmi, bunların devleti yıkıldıktan sonra, onların kardeşleri olan Amalika, devletin başına geçti, bunların devleti yıkıldıktan sonra Himyer’ler tarafından kurulan devletin ihtiyarlaşma çağı geldiğinde, onların kardeşleri olan Tebabia, bunların devletinden sonra da Ezva devleti doğdu. (İslamiyet'in doğuşundan sonra) devletin idaresi başına Muzar’lar geçti. Farslarda da aynı hal devam etti. Kiyanî’ler devleti yıkıldıktan sonra Sasaniler devleti kuruldu. İslâmiyet'in doğuşu ve galebesi ile bunların hepsi de yıkılıncaya kadar  bu hal devam etti. Yunanlıların durumu da böyledir.Yunan devleti yıkıldıktan sonra kardeşleri olan Romalılar onların yerine geçti. Mağrip (Batı Afrika) Berberlerinin hali de böyledir. Esik hükümdar olan Mağrave ve Ketame sülâleleri kudretini kaybettikten sonra Sinhace’ler, bunlar kudretlerini kaybettikten sonra Müslimin, bunlardan sonra Masadime, bunlardan sonra Zenataların diğer dalları devletin başına geçtiler. Tanrının kulları ve yaratıkları arasında tatbik etmekte olduğu kaide ve kanunu işte budur.

Bunlarını hepsinin temeli asabiyyet; yani bir nesilden gelenlerin bir araya toplanarak bir kuvvet, kudret ve üstünlük sahibi olmaları ve bir ideal etrafında toplanmalarıdır. Asabiyyet ise türlü çağ ve türlü kavimlerde başka başkadır. Zevkler ve nimetler içine dalma, devleti eskitmekte ve aşağıda anacağımız gibi tamamıyla ortadan kaldırmaktadır. Bir devlet yıkıldığında diğer bütün boylar ona boyun eğer ve bu özellik, üstünlük ve galebesiyle tanınmış olan aynı nesilden gelen diğer bir soy, devletin başına geçer. Bu özellikler bu boylarda bulunur. Çünkü asabiyyetler hükümet süren boy ve soya yakın veyahut uzak bir boydan gelmekle değişir. Alemde büyük bir değişiklik vukua gelerek bir kavmin değişmesi veyahut ma’murluğun yok olması ve Tanrının kudret ve iradesiyle diğer büyük olaylar oluncaya kadar bu hal sürer gider. Bu takdirde devlet Tanrının müsaadesiyle bu kavimden diğer bir kavmin idaresine geçer. Nitekim Muzar’lar uzun asırlar devletin idaresinden uzak bulunduktan sonra, kavimlere ve devletlere galebe çalarak, idareyi dünya milletlerinin ellerinden aldılar ve hükümet sürdüler.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (24) (12/09/2001/Çrşmb)

Mukaddime,birinci kitap,ikinci bölüm,23’üncü fasıl.

“Yenilmiş kavimlerin giyim ve kuşam, mezhep, diyanet ve başkaca  hal ve itiyadlarında kendilerini yenen kavim ve hükümdarları örnek edinmelerine dair.”

Bunun sebebi şudur: Nefis ve kalp daima kendi kavimlerine galebe çalmış ve kendi kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır. Bu da kendisine galebe çalanı ululamak, kalbinde yerleşmiş veyahut kendisinin ona boyun eğmesinin tabîi sebeplerden olmayarak kendisini yenen kimsenin kemal ve fazilet sahibi olmasından ileri gelmiş olduğu inanında olmasından ve bu hususta yanlış fikre kapılarak, buna inandıktan  sonra, bütün iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Yahut kendisine üstün gelen kimsenin galebesini asabiyyetten , şecaat ve kuvvetten ileri gelmeden onun alıştığı âdet, mezhep ve mesleğinden ileri geldiği  vehmine kapılır, bunu da galebesinin sebepleri ile karıştırır. Yenilgiye uğrayanın bu karıştırması bundan önceki karıştırması kabilindendir. İşte bu gibi sebeplerden dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam, hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hal ve işlerinde kendisini yeneni örnek edinir. Oğulların babalarına benzemeleri hususundaki hallerine dikkat eder isen, oğulların daima babalarını kendine örnek edinmekte olduğunu görürsün. Bu da oğulların babalarının olgunluk ve üstünlüklerine inanmalarından ileri gelmesidir. Bütün etraf ve ülkelere baktığında, ahalisinin giyim ve kuşamlarında çoğunlukla, kendilerini koruyanların ve hükümet askerinin giyim ve kuşamını kendilerine örnek edinmiş olduklarını görürsün. Çünkü onlar kendilerini yenmişlerdir. Bir kavim diğer bir kavimle komşu olup, o kavim komşusu olan diğer kavimden üstün ise bir ölçüde üstün olan kavme benzeme ve o kavmi kendilerine örnek etme hali görülür. O kavmin hali ve âdeti onlara sirayet etmektedir.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (25) (13/09/2001/Prşmb)

Bu hal çağımızda Endelüs’te de gözükmektedir. Bu ülkedeki Müslümanlar kendilerine galebe çalmakta olan Gal’leri kendileri için örnek edinmektedirler, giyim ve kuşamları, bir çok âdet ve halleri itibariyle onlara benzemeye çalışırlar, onlar gibi duvarlarına resim ve heykeller çizerler ve korlar, bunları gören bu hallerin istilâ belgesi olduğunu hikmet gözü ile görebilir. Hüküm ve iş Tanrının elindedir. Bu halleri gören: “Halk hükümdarın dinindedir” sözünün manasını anlar. Çünkü bunlar bu kabilden olan şeylerdir. Hükümdar idaresi altında bulunanlardan üstündür; tebaa, çocukların babaları ve öğrencilerin öğretmenleri hakkındaki insanlar gibi, hükümdarlarında olgunluk ve üstünlükler bulunduğunu inanırlar. Tanrı hikmet ve bilgi sahibidir, başarı her eksiklikten uzak olan Yüce Tanrının yardımiyledir.(Mukaddime,M.E.Bak.Tercümesi 1/374-76)

“Allah mülkü dilediğine verir. “(Bakara 247)

Onların (Evs ile Hazrec kabilelerinin) gönüllerini birleştirdi. Eğer sen yeryüzündekilerin hepsini harcasa idin onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların arasını birleştirdi. Şüphesiz O, Aziz’dir, Hakim’dir.(Enfal 63)

Mukaddime ,birinci kitap,üçüncü bölüm,dördüncü fasıl.

Birçok ülkeleri istilâ eden büyük bir peygambere iman veya herhangi bir hak mezhebe davet etme ve inan sayesinde devletlerini kurmaya muvaffak olduklarına dair.

“Çünkü, devlet ancak kuvvet, kudret ve galebe çalmak sonunda kurulur. Galebe çalmak işi ancak asabiyyet ve bir düşünce etrafında toplanarak onu tahakkuka azim ve kalpleri birbirine ülfet ettirmekle olur. Kalpler ise ancak insanların Tanrının dinini yaymak ve hâkim kılmak hususunda birbirine yardımlaşmaları ile telif edilebilir. Tanrı Elçisine hitap ederek: “Tanrının yardımı olmaya idi, sen yeryüzünün bütün servetlerini sarf ettiğin takdirde dahi, onların kalplerini birbirine ülfet ettirmezdin.” (Kur’an  Enfal 8 /64) diyor.

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (26) (14/09/2001/Cuma)

“İnanç birliği olmayanların parçalanma  sebebi şudur: “Kalpler batıl olan arzulara ve dünyayı sevmeye çağrılır ise, insanlar arasında birbiriyle çekişerek yarışma ve bunun bir sonucu olarak da aralarında anlaşmazlık baş gösterir. Kalpleri hak ve hakikate döner, dünya ve batılı bırakır, Tanrıyı razı etmek yoluna saparlar ise, onlar amaç ve hedeflerinde birleşirler, bu sayede çekişerek yarışmalar sona erer, anlaşmazlıklar azalır, birbirine yardım etmeye ve arka olmaya başlarlar, hüküm ve nüfuz daireleri genişler, Yüce ve her eksiklikten uzak olan Tanrı idare ederse, aşağıda anlatacağımız gibi devlet büyür ve kuvvet kazanır.”

Devletin din ve inana çağırması, kuvvetine üstelik bir kuvvet teşkil ettiğine ve devletin temelini sağlayacağına dair.

“Bunun sebebi yukarıda anlattığımız gibi, dine inanma ve boyun eğme asabiyyet sahibi olanlar arasındaki çekişip yarışmaları ve birbirlerini kıskanmaları durdurur ve sona erdirir. Hepsi de hak ve hakikat etrafında toplanırlar: din onları maslahat ve menfaatlerinde basiretle düşünmeye sevk eder, amaç ve hedefleri bir ve hepsi için de eşit bir derecede olduğu için maksatlarına ulaşmalarına kimse engel olamaz, çünkü bunlara bu amaca varmak için ölümü göze almışlardır. Üzerlerine yürüdükleri devletin askeri ve taraftarları, sayı bakımından bunlardan kat kat çok olduğu takdirde dahi, hakkın galebesi için savaşanlar onları yenilgiye uğratırlar.

“Görmüyorlar mı ki, biz yeryüzüne geliyoruz ve onu etrafından eksiltiyoruz. Allah hükmeder. O’nun hükmünün peşine düşecek (geri çevirecek) yoktur. O. hesabı sür’atli olandır.”(Ra’d 41)

+++++++++++++++++++++++++++++++++

İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ  (27)

08/07/2002/Pzrts/Milligazete

10/08/2001 tarihinden 14/09/2001 tarihine kadar yazdığım yirmi altı makalemi “İBN’i HALDUN’UN DİLİYLE KUR’AN AYETLERİNİN TEFSÎRİ”  başlığı altında sunmuştum. Ben bu yaz tatilimde yine İbni Haldunun Mukaddimesini okumaya ve Kur’an ayetlerinden etkilendiği bölümleri sizinle paylaşmaya devam edeceğim bu yazı serisi, geçen senenin devamı olacağından  bölüm 27 diye başladım.

Bazı okurlarımın bu türden yazıları kesip ciltlettiklerini haber vermeleri beni ayrıca sevindirmekte ve araştırmamın daha güzel olması için beni de gayrete getirmektedir.

İbni Haldun (732/1332-808/1406) Tunusta doğmuş,Arap kökenli, Sahabeden Vail b. Hucr neslinden gelen, soylu, kahraman, alim ve amil bir ailede yetişmiştir.

Medreseden yetişmiş, devlet başkanlarına danışmanlık yapmış, Timur’un dikkatini üzerine çekmiş, Mısırda kadılık yapmış, o günün sanat dallarının hepsi hakkında bilgi sahibi olmuş ve “Mukaddime”siyle hala dünya düşünürlerinin dikkatlerini üzerine çekmeyi başarmış nadir insanlardan biridir.

Hz. Alinin : “Ünzur ilâ ma Kale, Velâ tenzur ilâ men kale= Söylenene bak, söyleyene değil” sözüne binaen ben, İbni Haldun’u tanıtmak yerine İbni Haldun’un “Mukaddime”sindeki görüşlerinde hangi ayetlerin etkisinde kaldığını sunacak ve ben yine dikkatinizi İbni HALDUN’UN sözlerinden ziyade Kur’an ayetlerine çekmeye çalışacağım.

Lokman hekim,  ibni Sina  ve çağdaş eczacılar  aynı tabiattan herkes kendi  çağının hastalıklarına ilaç bulduğu gibi,Kur’an ayetlerinden de her çağın alimleri kendi çağının ilacını bulması gerekir.

Kur’an ayetleri anne sütü gibidir. Bir günlük çocuğa, bir günlük gıdayı verir, altı aylık çocuğa altı aylıkken lazım olan gıdayı verir. Rektörün aynı ayetten anladığı ile dağdaki çobanın anladığı ayrı olacaktır. Altı milyar insan anlamak için gönlünü verirse Rabbimizin murat ettiğine yaklaşılır. Gıdaların tabii olanı daha iyi olduğu gibi, sözlerin ilahi olanı yani Allah’a ait olanı daha iyidir. Bu dünya yolculuğunda en ünlü hatipleri yaratan Allah’ın hitabına kulak verelim.

Hak ile batıl da Kur’an’ın adalet ölçüleri içinde belli olur. Kur’an’ı toplum hayatından çektiniz mi korkaklar kahraman, devleti soyanlar baba, kadın ticareti yapanlar vergi rekortmeni kutsal insan olup çıkıveriyor.

Güneş, hava, su, toprak ilk insandan son insana kadar herkese faydalı olarak yaratıldığı gibi Kur’an-ı Kerim de son insana kadar insanlığa yol göstermeye devam edecektir.

İbni HALDUN’UN hayatını okumak isteyenler Diyanet Vakfı Ansiklopedisinin ondokuzuncu cildin son maddesi ile yirminci cildin ilk maddesini okusunlar veya Süleyman Uludağ’ın Dergah yayınlarından çıkan Mukaddime tercemesinin birinci cildinin baş tarafını okusunlar.