KÜFÜR CEPHESİNDE

YENİ BİR ŞEY YOK

 

Muhterem dinleyicilerim!

Batıdaki fikir hareketlerini en az on sene geriden takip eden ve onu kötü bir şekilde terceme ederek kalemine, daktilosuna bulaştıran Cağaloğlu’nun göbeğinde, size küfür cephesinde yeni bir şeyin olmadığını, fikir planında söylenen her şeyin daha önce söylendiğini, Kur’an’dan örnekler vererek konuşmayı bana lütfeden Allah (c.c.)’a hamd olsun.

“Küfür cephesinde yeni bir şey yok” diyoruz, aslında çok şey var ama yeni bir şey yok. Teknik sahadaki gelişmeler konumuzun dışında. İlk tekeri bulandan, elektroniğe geçinceye kadar çok şey değişti de; Hz. Adem’le Hz. Havva’yı kandıran ve onları çıplaklığa sevk eden, Allah’a isyan eden şeytanla, bugünün insanının düşüncesi arasında yeni bir değişim olmadı.

Kur’an-ı Kerim’de şeytanın, Kabil’in, Ad’ın, Semud’un, Firavun’un, Nemrut’un, Hama’nın, Karun’un yaptıkları ve söylediklerini okuyunca bugünkü duyduğumuz ve okuduğumuz fikir akımlarının yeni olmadığını, köklerinin çok eskilere dayandığını gördüm ve “Küfür cephesinde Yeni bir şey yok” adı altında bir konferans vermek üzere Kur’an’ı yeniden okumaya başladım.

Hazırlık safhasında konferansın adını duyan tarihçi dostum Emin bey: “Bu isimde bir roman var, adı: “Batı cephesinde yeni bir şey yok”. Konusu bir harbi anlatmaktadır” dedi. İsim benzerliği olacak ama konumuz ayrıdır.

7 Eylül 1989 yılının Perşembe günü Cağaloğlu’ndaki Cezeri Kasımpaşa Camii’nin altındaki konferans salonunda bir tefsir dersi başlatmıştım.

Camide başlatmayıp da salonda başlatmamızın sebebi: “Camiye girersem çarpılırım” diye korkanlar, ayakkabı çıkarmak istemeyenler, elbisesinin ütüsünün bozulmasından çekinenler de bu tefsir dersine devam etsinde diye burayı seçtik.

Allah’a hamd, olsun insanımız sağa sola gitse de, ilericilik adına zehir zıkkım içse de, çıkarları için bazı imansızlara çanak tutsa da mayası sağlamdır.

Yalnız Perşembe günlerinde yaptığımız bu tefsir derslerine rağbet artınca oturacak yer kalmadı, ayakta bir buçuk saat dinleyenler oldu. Bunun üzerine haftada iki güne çıkardık. Salı günleri de tefsir dersleri vermeye başladık. Günlerin uzayıp kısalmasıyla akşam namazları bazan tam dersin sonuna denk geliyordu. Biz de dersten sonra topluca yukarıya camiye çıkıp namazımızı kılıyorduk. Üç yüz kişiden ancak on beş yirmi kadarı camiye çıkmıyordu. Onların da acele yetişeceği yerleri olmalı. İnsanımızın mayası sağlam.

Televizyonun bütün kanallarından göz ve kulaklarımıza pislik akarken, çarşıda, dairede, dükkanda doğru söze gülen yüze hasret yaşarken, tefsir dersleri teselligâhımız oluyor ve bizi aşağılık kompleksinden kurtarıyordu.

Çünkü gazete, dergi ve diğer yayın organlarından çok orijinal fikirler okuyoruz. “Acaba bu insanlar bunları nasıl düşünebilmişler?” derken, Kur’an bize o sözün daha önce söylendiğini haber veriyor. Eğer söylenen o fikir zararlı ve kötü ise daha önceden şeytanın, Firavun’un, Nemrut’un, Hama’nın veya diğer kafirlerin onu söylediğini görüyoruz. Eğer söz güzel ve  faydalı ise daha önceden Rabbim veya Rabbimin gönderdiği peygamberler tarafından söylendiğini okuyoruz.

Bakara suresinin 118. ayetinde o dönemin kafirlerinin söylediklerinin de yeni olmadığını daha önce Nuh, İbrahim, Musa, İsa (s.a.v.)’ya inanmayan kafirlerin de aynı şeyleri söylediklerini; “Onlardan öncekiler de işte böyle, tıpkı onların dediği gibi demişti, kalpleri birbirine benzedi” Ayetiyle haber verir ve bunların kalplerinin de birbirine benzediğini söyler.

Mü’minun sûresinin seksen birinci ayetinde de bu kafirlerin yeni bir şey söylemediklerini, öncekilerin söylediklerini tekrarladıklarını söyle haber verir: “Hayır! Onlar daha öncekilerin söyledikleri gibi söylediler”

12 eylül 1980 askeri darbesinde ben Mersin’in Mut kazasında vaizdim. On bir Eylülde boş olan hapishaneyi iki günde doldurdular. Üç gün sonra hapishane almayınca yazlık sinemaya da doldurdular. Sağa bakan, sola bakan, dik yürüyen, herkesi aldılar ve kapıdan içeriye girişte “sağcı mısınız, solcu musunuz?” sorusuna göre bir kimlik verdiler ve hapishanedeki bölümlere ayırdılar.

Ben de bu aslı Müslüman nesli Müslüman insanlara iman ve İslam’ı öğretmek üzere görevlendirildim.

Sağcılar bölümünde tatlı tatlı dinlediler. Solcular bölümünde ise önceden hazırlık yapılmış. Dinlememekte kararlılar. Değerli müftümüz beni takdim ettikten sora bana “buyur konuş” dedi. Ben tam konuşacağım, dinleyenlerin hepsi birden ikişer ikişer konuşmaya başladılar.

Ben sustum. Suskunluğum iki-üç dakika devam edince onlarda sustu. İçlerinden biri alaylı bir ifade ile:

-“Konuşsana hocaaam!” dedi. Ben:

-“Bazan susmak konuşmaktan daha etkilidir. Bizi bu hale getirenler, sizi hapse itenler ve atanlar çok konuşanlardır. Müftü efendi haydi gidelim” dedim ve ayrıldık ileriki haftalarda dikkatle dinlediler. İçlerindeki küllenmiş imanın küllerini üflerken, çağdaşlık adına bu insanlara verilen zararlı düşüncelerin köklerinin çok eskilerde olduğunu göstermeye çalıştım.

Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, imanı anlattım. Sorularını cevaplandırdım. Bunlara imanın zaruretini anlattım kabul ettiler. Altıncı hafta da ahirete imanı tam anlatmaya başlayacağım ki, soygun yaparken yakalanan güçlü kuvvetli biri: “Hoca, bu dördüne inanırız ama ahirete inanmayız. Boşuna nefes tüketme” dedi.

- Neden? dedim.

-“Bak hoca bir insan denize düşse, onu balina yutsa, balinayı balıkçılar tutsa, yirmi bin parçaya bölse yirmi bin insan yese, bu insanların da biri denizde ölse, biri karada yansa duman olsa, biri toprağa gömülse ot olsa koyun yese et olsa...., bu denize düşen ilk insanı Allah nasıl toplayıp ta ahirette hesap soracak? Diye cevap verdi. Dedim ki:

-Bu düşünce tarzı da yeni değildir. Buradan çıkınca babanın okuduğu Kur’an’ı Kerim’i aç. Orada Yasin suresi vardır. O surenin son sahifesini açarsan, orada bir müşrik çürümüş bir kemiği eliyle ufalayarak; “bu çürümüş kemiği kim diriltecek....” diye Efendimize sorar. Efendimiz de Kur’an’la cevap verir:

-“Hiç yok iken kemiği o hale getiren kim ise dağılınca toplayacak olan da odur”

Sen dağılışı anlattın, ben de senin toplanışını anlatayım dedim. Siz bundan otuz beş sene önce hiç yoktunuz. Derken bir damlanın milyonlarcasından biri olarak ana rahmine düştün. Bu Allah o küçücük damlaya şekil verdi. Suya yazı yazılır mı? Allah dilerse o gözle görülmeyecek kadar küçük suya güzel göz, tatlı yüz, bal gibi söz verir. Dokuz ay sonra dünyaya geldin. O güne kadar musluğu kapalı olan ananın göğüslerinden süt akmaya başladı. Dişlerin çıkınca süt kesildi. Bu sefer Adana’nın domatesleri sana doğru yuvarlanıp geldi. Rize’nin çayı, Karaman’ın bulguru, Edremit’in zeytini, Trakya’nın ay çiçek yağı, Erzurum’un peyniri sana akmaya başladı. Ayrıca bunların oluşması için Afrika’nın lodosu, Kafkasların poyrazı geldi.

Yani sen o denizde düşen adamın dağıldığı yerlerden toplandın ve seksen kiloluk adam oldun. Ölümlü insanoğlu Ankara’dan yaptığı yayını bir düğmeye basarak televizyon ekranında resmini, sesini, rengini, toplayabiliyorsa insanı yaratan Allah toplayamaz mı? deyince “toplar hocam” demişti.

Sonra o bölümde güzel oldu ve güzel kitaplar okuyarak eski pisliklerinden temizlendiler.

 

Ahireti İnkar Cemiyeti

Bu isimde bir cemiyet yok. Türkiye’deki faaliyetleri ahireti inkar ettirmeye yöneliktir. Resmi adları İngilizce bir kelimeyle ifade edilir.

Binlerce yıl önce Hindistan’ın Ganj vadisinde yaşamış birinin fikirlerini yaymaya yöneliktir. Adı ise İngilizce’dir. Yani İngiliz diliyle yogi b.... yalıyorlar.

“Ahiret diye bir şey yok” diyorlar ama ölüm her çağda bütün insanları düşündürmüştür. “Ahiret yok” sözü kimseyi tatmin etmez. Bu sefer “öldükten sonra tekrar bu dünyaya geliş vardır. İyi adamsan daha iyi olarak gelirsin. Kötü adamsan daha kötü olarak mesela akrep, yılan, köpek olarak gelirsin” diyorlar.

Tefsir dersime devam eden bu cemiyetin üyelerinden birine

-“ilk insanın Adem olduğuna inanır mısın? Dedim. “evet” dedi. Hz. Adem ölünce yerine birisi geldi. O da ölünce bir başkası geldi. Kalıp değiştiriyorlar öylemi?

-Evet.

-O zaman nüfusun artmaması lazım. Bu gün dünyada beş milyar insan var deyince.

- Sormam lazım dedi ve tekrar tefsir dersine gelişinde: “Nüfus artışı, uzaylıların da dünyaya gelmesi, bir anne babadan doğması, ölenlerin bir kısmının uzaya gitmesiyle denge sağlanıyormuş” dedi

İnsanın bakış açısı, Kur’an’dan bir derecelik açıyla da olsa bir ayrılırsa, gittikçe çizgiler birbirinden tamamen uzaklaşır. Rabbimiz o türler için:

....“Onlar çok uzak bir sapıklığın içindedirler” buyurur.

Bu tiplerde yeni bir şey söylemiyorlar. “Ahiret yoktur. Biz bu dünyada ölür diriliriz” diyenler daha önceki kafirlerin:

“Hayat dünya hayatıdır. Biz ölür ve diriliriz. Biz ahirette dirilecek değiliz” (Mü’minun 37) dediklerini haber verir.

 

Ateistlik

1965’li yıllarda, sağcı bir gazetede, İstanbul Üniversitesinden bir profesör: “Ben laboratuarda göremediğime inanmam” dediğini yazmıştı.

Bu söz de yeni bir şey değil. Binlerce yıl önce firavun’un ateist eğitiminden geçmiş bir kısım insan Hz. Musa’ya;

“Ey Musa! Allah’ı apaçık şekilde görmedikçe biz sana iman etmeyeceğiz” (Bakara 55) dediler.

Ateistliğin, Anadolu diliyle gavurluğun temelleri çok eskilere dayanır. Demokrites, Epikür, Darvin, Marx çizgisiyle devam ettirilir. Her çağın mantığına uygun olarak kılık değiştirirler.

Allah ve ahireti inkar eden bu zümrenin kılık değiştirmediği tek yer vardır, o da hayvanlar gibi yaşamaya özenmek. İnkârın amacı bu. Haram ve helal koyucu Allah’ı devreden bir çıkardı mı anasıyla yatmak, güçlü olup zayıfları yutmak. Köşe dönmek için hırsızlık, namussuzluk yapmak adam öldürmek, dostları arkadan vurmak, dün komünist, bugün Kemalist, yarın kapitalist olmak kolaylaşır. Hayvanlardan daha aşağı dereceye düşen bu yaratıklar için Mehmet Akif merhum:

“Sabahleyin mütefelsif ikindi üstü fakih;

sular karardı mı pek yosma bir edibi nezih;

yarın müverrih; öbür gün siyasetin kurdu;

Bakarsın ertesi gün ictihada pey vurdu!...

Hulasa bukalemun suretinde zübbelerin elinde

Maskara olduk... deyin de hüküm verin.”

Tefsir dersimize katılanlardan biri -“Hocam bizim müdür muavini: Allah’a inanmıyor. Uzun münakaşalardan sonra “böyle deme çarpılırsın” dedim. O: Var ise çarpsın dedi. cevap veremedim” diye sordu.

“Allah yok” demeleri yeni olmadığı gibi “Varsa çarpsın” demeleri de yeni değildir.

Müşrikler: “Eğer bu ayetler doğruysa, senin tarafındansa, haydi bizim üzerimize gökten taş yağdır” demişlerdi. (Enfal 32)

Bunların korkmamaları cesaretlerinden değil cehaletlerindendir. İki yaşındaki çocuk elektrik prizine annesinin milini sokmaya çalışırken onu cesaretinden yapmaz. Elektriği bilmediğinden yapar. Anne ve babası süratle atılıp çocuğun elinden mili kaparlarken bunu yalnız korkularından değil şefkat ve elektrik hakkındaki bilgilerinden yaparlar. Kur’an-ı Kerim’de:

...“Allah’tan ancak alim kulları korkar” (Fatır 28) buyrulur. Mevlana bu ayeti tefsir ederken: Sinek aslanın başına konmuş: “Hani nerede ormanlar kralı karşıma çıksın, pençeyi bende görsün” dermiş, diye anlattıktan sonra: “Bre sinek, aslandan korkmak için ceylan olmak lazım. Senin gibi sinekler aslanı tanımaz ki, korksun” der.

Benim bu cevabı götürüp müdür muavininin anlatır. Bozulur. Cevapsız kalır. Bir ay sonra da odasını değiştirir. Çünkü havada bir sinek uçsa yanındakiler ateist müdür muavinine bakarlarmış.

 

Kartelleşme

Devlet başkanı olarak firavun, Hz. Musa’ya karşı mücadele verirken sermayenin sahibi Karun, kralı destekliyor, kralda maddi imkanları, devlet kredilerini Karun’a akıtıyordu.

Hz. Musa ve ona iman edenleri nasıl yok edeceklerini de bugünkü ifadeyle üniversitelerin başkanı Haman planlıyordu.

Firavunvari yönetimlerde söz sermayenindir. Onun için Allah (c.c.) Hz. Musa’ya karşı duran bu üçlü çeteden bahsederken; önce sermaye sahibi Karun’u, sonra kral Firavunu daha sonra ilim adamı Haman’ı zikreder (Ankebut 39) Biz Karun’un yolundan değil Harun’un (s.a.v.) yolundan gitmekle emrolunduk.

Günümüzde Karunların işaretiyle yönetime gelenler orta direği yok ederlerken üniversitenin ekonomi profesörlerini de devreye sokarak, sermayenin milyonlarca elde dağınık olmasının zararlı olduğunu, bunların ellerindekinin Karunlara transfer edilmesi gerektiğini, sermayesi elinden çıkanların da Karunların yanında ölmeyecek kadar maaşla çalışmasını öğütlerler.

Bu düşünce tarzı da yeni değil. Davut (s.a.v.) zamanında; doksan dokuz koyunu olan adam, tek koyuna sahip olan adamdan o tek koyununu da vermesini ister ve mantıki olarak haklılığını ispat eder. Hakem olması için Hz. Davud’a giderler ve O da; doksan dokuz koyunu olanın bu isteğinin zûlüm olduğunu, bu tür düşünceye sahip şirket sahiplerinin küçük ortaklarına zulmettiğini söyler (Sad 24)

Günümüzdeki anlayışın aynı olduğunu üstat Necip Fazıl Kısakürek:

“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul,

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul” diye ifade eder.

Karunlar ahirete inanmadıkları için yalnız dünya hayatını isterler. Harun (s.a.v.)’un yolundan giden Müslüman ise hem dünyayı hem ahireti isterleri. Neticede firavunun saltanatı, Karun’un mülkü Musa ile Harun (s.a.v.)’e inanlara kalır.

Günümüzde, sermaye sahipleriyle, ateistlik=gavurluk da beraber oldukları halde fakir oldukları için sermayeye düşman olan komünistlerden bir çoğunun eline, Karun’un dolarlarından veriliverince televizyon ekranlarından; eski komünistliklerinden vazgeçtiklerini ilan ettiler. Ahirete inanmayan dünyayı isteyen bu ateist, kapitalist, nihilist, sosyalist velhasıl bütün ...istlerin söylediğini Rabbimiz bize haber veriyor.

“Dünya hayatını isteyenler: Keşke Karun’a verilenlerin benzeri bize de verilseydi dediler. Gerçekten o büyük bir pay sahibi idi.” (Kasas 79)

 

Assimile

Amerika’nın eyalet valisi görevini yapan Ortadoğu’daki devlet başkanlarının da desteğiyle Basra Körfezine yerleşen Amerika “yeni bir dünya” sloganını bir defa söyleyince, yüzlerce taş yürekli yöneticilerde yankı buldu, yeni bir dünya, yeni bir dünya...! Yeni bir dünya...!

Hangi ülkenin pamuk tarlalarında çalışacağını, hangisinin madenci olacağını, hangisinin ziraatla uğraşacağını, hangisinin silah üreteceğini, hangisinin komilik yapacağını Amerika belirleyecek.

Düşünmemize gerek yok. Bundan sonra beynimizi eskitmeden kabirdeki kurtlara terütaze götüreceğiz.

Dediklerini tutup verdiklerini yutacağız.

Amerika’nın bu “yeni dünya” düzenlemesini savunan “neyi nasıl yapacağımız bize öğretecekler.

Biz yönetimden anlamıyoruz, diyen yarı aydın birine ben: “Peki şirketlerden devlete kadar yönetimi ele geçiren bu insanlar sana gelerek: Senin ürettiğin çocuklarda pek sıhhatli değil, bundan sonra senin yatakta biz yatacağız derlerse ne yaparsın?” diye sorduğumda “Hocam, bütün söylediklerimden vazgeçiyorum” diye cevap vermişti.

Adamlar “Bize teslim olun kurtulun” diyorlar.

Daha önce de ....“Yahudi veya Hıristiyan olun kurtulun” diyorlardı. (Bakara 135)

Millet olarak bu teklife “Evet” demedik ama yetmiş senedir hükümetlerin hepsi bu davete “Evet” dediler ama onlar halkı muhatap olarak aldıklarından yöneticilerin “evet”ine pek iltifat etmediler.

En son olarak Avrupa topluluğuna girebilmek için gidip gelen yetkililer: “Bakın sizin gibi yiyor içiyoruz. Sizin gibi giyiniyoruz. Hanımımın eteği sizin hanımların eteğinden daha da kısa niçin bizi almıyorsunuz?” dediklerinde onlar: “Anlaşmalar yetkililerle yapılmaz. halklarla yapılır. Reisi Cumhur, Başbakan, dışişleri bakanları ölürler, öldürülürler, azledilirler, istifa ederler ama millet devam eder. Siz bizim gibisiniz ama halkınız bizim gibi değil.

Halkınız otuz sene önce Avrupa’ya gelmeye başladı. İlkokul diploması bile olmayan bu insanları assimile etmek için sosyologlarımız, psikologlarımız bütün loglarımız çalıştı bir tek Müslüman Türkü Hıristiyan yapamadık. Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, Avusturya’da toplam dört bin cami açtılar.

Ona da bir şey demeyeceğiz ama günde beş vakitte kırk defa “....Gayrilmağdubi aleyhim veled-dallin = Allah’ım bize peygamberlerin yolunu ver. Şu Allah’ın gazabına uğramış Yahudilerle sapık Hıristiyanların yolunu verme” diye dua ettikten sonra;

“Ey kâfirler! Ben sizin taptığınıza tapmam yaptığınız kötü şeyler yapmam” diyorlar.

Biz bunları aramıza alarak günde kırk defa kâfir, kafir, kafir, sapık, sapık, sapık diye bizi tel’in sloganımı arttıralım, sen şimdi git bu kültür farkını ortadan kaldır o zaman gel” diyerek geri çevirirler.

Bir insan iman eder, imanı da elinde, dilinde, gözünde, gönlünde, görüşünde ve davranışlarında çiçek açarsa, o insan bir milyar kafirin içinde tek başına kalsa yinede assimile olmaz. Rabbimiz bunu şöyle haber verir:

“Kim iman ederek iyi işler yaparsa zulümden de korkmaz sindirilmekten de (assimile olmaktan) korkmaz. (Taha 112)

 

Atalarının İzinde Gidenler

Öndekinin izinden gidenler hiçbir zaman izinden yürüdüğünü geçemezler. Onun içindir ki, Allah (c.c.) insan aklının diğer insanlara hakimiyetini yasaklamış. Herkes Rabbine tabi olacak. Rabbe giden yolda da herkesi yarışa davet etmiş ve “Rabbinizin mağfiretine ve cennete doğru koşunuz” buyurmuş. (Hadid 21, Ali İmran 133)

Bu koşuda kimsenin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük koşuda gayret gösterenlerindir. Peygamber ve ona uyanlar bu yola basiretle çağırırlar. İnsanların körü körüne gelmesini istemezler.

 “De ki: İşte benim yolum budur. Basiretle Allah’a çağırırım. Ben ve bana uyanlar...” (Yusuf 108) Akıllarını kullanıp basiretle Allah’ın yolunda olamayanlar ise;

 “Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. (Bakara 170)

Babam rahmetli: “Oğlum köyde akıl gerekmez. Sabahleyin köylü tarlaya giderse sende tarlaya git. Bağa giderse bağa git” derdi. Köyde akılsız yaşamanın zararı az olur. Ama toplumsal olaylarda önde gidenler uçuruma doğru gitmişler, cehenneme düşmüşler geriye dönüp haberde verememişlerse.. İşte buna da işaret ediyor Rabbimiz ayetin devamında:

 “...Ya ataları bir şey düşünmeyen ve doğruyu bulamayan olsalar da mı?” Buyurur.

Atalarını izinde gidenler, Allah’ın yolundan gidenlere “yahu gel şu işi yapıverelim günahı bana olsun” diyorlar. Rabbimiz bu sözünde çok eskilere dayandığını haber verir (Ankebut 12)

Ya onların atalarının izinden gitmezsek ne olur?

O zaman yeni imansızlar, eski imansızların dediklerini tekrarlıyorlar.

“Ya bizim (dinsizlik) dinimize dönersiniz veya sizi yurdumuzdan çıkarırız” (İbrahim 19)

Geçmiş zamanlarda Nuh’u, başta oğlu olmak üzere kendi kavmi, ibneler Hz. Lut’u, Nemrut Hz. İbrahim’i, Firavun Hz. Musa’yı, Mekkeliler Hz. Peygamberi yurtlarından çıkarmışlar ama çok geçmeden bu peygamberler geri gelip müşriklerin yurtlarına sahip olmuşlar.

Bu ayetin devamında Rabbimiz: “Zalimleri helak edeceğiz ve sizi onların yurduna yerleştireceğiz” buyurur.

Bu oyunun en son İran’da oynandığını gördük. İmanı sebebiyle yurdundan sürülen İmam Humeyni aynı yurdun sahibi oldu.

Amerikalı ağabeylerinin dolar ve silah gücüne güvenerek biz galip geliriz” diyenler, düne kadar “Amerika defol” dediği halde bugün “Amerika aman gitme diye bağıranlar bilsinler ki, daha önce dünyanın tek hakimi firavunun gücüne bakarak;

 “Firavun’un gücüyle biz (Musa’ya) galip geleceğiz” (Şuara 44) diyenler mağlup oldular. “En güçlü biziz” (K.Kerim 27/33) “Ekonomik ve askeri güce en fazla biz sahibiz.” (K.Kerim 34/35) “Bizden daha güçlü kim var?” (K.Kerim, Fussilet 15) diyenlerin yurdunda İslam’ın sesi yükseldi.

Müslüman olduğu halde imanı zayıflardan bir kısmı “Amerikan askeri gücü karşısında bizim duracak dermanımız yok” diyorlar. Bunlar, kafir komutan Calut’un askerleri karşısındaki Müslüman komutan Talut’un askerleri arasındaki imanı zayıfların;

 “Bu gün Calut ve ordusuna karşı bizim dayanacak gücümüz yok” diyenlerin söylediğini tekrarlıyorlar. (Bakara 249)

Ama Kur’an-ı Kerimden öğrendiğimize göre; Talut o azıcık ordusuyla Allah’ın izniyle Calut’a galip gelmiştir.

Hz. İsa’nın getirdiği mesaj zalim Roma’nın ordularını Müslüman etmiştir. Bir avuç deve çobanı Arap, Müslüman olduktan sonra dünyanın iki imparatorluğuna (Pers ve Bizans) son verdiler. Kudüs’te ve Kadisiye’de ALLAHU EKBER=EN BÜYÜK ALLAH’TIR dediler. İnşallah Beyaz Saray’ın tepesinde Bilâl’lerden birinin ezan okuması da pek uzak değildir.

Burada hatırınıza “Bizim şu cılız gayretlerimizle mi?” sorusu gelebilir.

Arkadaşlar! Saatte yirmi kilometre hızla giden dozere, karşı yönden gelen ve saatte iki yüz kilometre hız yapan soyguncunun taksisi çarparsa, kendisini helak etmede birinci derecede kendisi yardım etmiştir.

1959 yılında Türkiye’ye gelen Amerikan reis-i cumhuru hava alanından köşke üstü açık bir Amerikan arabasıyla yol boyunca sevgi gösterileriyle gelmiş. Ara ara arabası durdurulmuş ve folklor ekipleri oyunlar sergilemiş.

Otuz iki sene sonra Amerikan reis-i Cumhuru Türkiye’ye geldiğinde birkaç tane yol güzergahı hazırlanmış, zırhlı arabalara başkanın benzerleri ayrı ayrı bindirilmiş, bin Amerikan polisi ve Türk polisi güvenliğini sağlamıştır.

Nereden nereye. Her geçen gün güven duygusunu artıracak yerde bütün kinleri üzerine çekmişler.

İtalya’daki futbol olimpiyatlarında Amerikan ve İngiliz kalelerine giren her top da seksen bin seyirci topu atan kim olursa olsun alkışlamıştır.

Halbuki Amerika, o seksen bin seyirciye kapılarını açıverse hepsi oraya koşacak. Hayranlıkla kin ve nefret bir arada.

Eskiden komünist olup da şimdi Amerikancı olanlar: “Amerikanın durumunu yeniden irdelemeliyiz. Altmışlı yılların sömürü anlayışı yok oldu. Bilgisayarlar, robotlar, teknoloji çıkalı alın teri sömürüsü yapılmıyor” diyorlar.

Müslüman birinci derecede şahsiyet sömürüsüne karşıdır. Madenler ve alın teri sömürüsü şahsiyet sömürüsünden sonra gelir. Adam çıkıyor: “Anayasalarınız benim yasaya ters düşmeyecek. Askerin nizamnamesi benden alınacak. Otelleriniz benim vatandaşımın rahat edeceği şekilde hazırlanacak. “Amerikan barı” olmayan otellere yıldızlı ruhsat verilmeyecek. İçki içmeyenler yönetici kadrolarına getirilmeyecek. İslam’ın devlet olması fikri öldürülecek” diye emirler veriyor.

Batının belirlediği açı doğrultusunda sanatsal ürünler verenler ödüllendirilecek, o açıdan sapanlar yok sayılacak. Kâfirlerle dost, Müslümanlarla düşman olunacak. Onun izin verdiği kadar çocuk yapılacak.

Yani bu adamlar binlerce yıl önce Firavun’un: “Sizin en yüce Rabbiniz (yaratıcı, yaşatıcı ve yöneticiniz) benim.” (Nazirat 24)

“Ben size kendi görüşümü gösteriyorum ve ben sizi doğru yola götürüyorum” (Mümin 29) dediğini tekrarlıyorlar.

Milyonlarca insanın görüşü değil, benim görüşüm. “Dediğim dedik. Çaldığım düdük” diyenler bilsin ki her Firavun’un bir Musa’sı mutlaka olmuştur, bundan sonrada olacaktır.

 

İbnelerle Çağ Atlanmaz

1985 yılının basın ve yayın organlarının en önemli haberlerinin birinci maddesi AİDS hastalığı olmuştur.

Batılılar kendi insanlarını bir taradılar, ibnelik parlamentodan orta okula kadar inmiş. AİDS hastalığı bu ortamda daha çok yayılıyor.

Afrika’da bir araştırma yaparlar, halkı Müslüman ülkelerde AİDS yok. Halkı Hıristiyan, komünist ülkelerde çok. Ar damarı çatlayan Batı biraz utanacak gibi oldu ama hemen Türkiye’deki dostları İstanbul’dan bir garip buldular ve bizde de AİDSLİ var, utanmaya gerek yok dediler. Allah’tan ki o garibin biraz parası varmış da Batılı laboratuarlarda kanını tahlil ettirerek hasta olmadığını ortaya koydu.

Derken Avrupa Topluluğuna gireceğiz, şu kadar ibnemiz olması gerekir diye bir zındık oğlu buldular, birkaç kişinin erkeklik organını kesip piyasaya sürdüler, ardından pür telaş bir film hazırlayıp televizyondan on kadarını gösterdiler.

Bakanlar kurulu da boş durmadı “Altsızlar, üstsüzler” kanununu çıkararak çağ atladılar. Hangi çağa? Yirmi bin sene geriye atladılar.

Allah’a hamdolsun bu milletin sağcısıyla, solcusuyla, golcüsüyle, futbolcusuyla mayası İslam’a göre ayarlandığından yöneticilerin gayretleri genellikle boşa çıkıyor. Çağdaşlık adına “altsız-üstsüz” kanununu çıkararak belirli yerlerde çıplak dolaşmayı teşvik edenler bilsinler ki, bunu ilk yapan şeytandır.

Tarihin en eski sapıklığı soyunmaktır.

Şeytanın, Hz. Ademle Hz. Havva’ya vesvese vermesinin sebebi her ikisini de soyundurtmak olduğunu Kur’an şöyle haber verir: “Kendilerinden gizlenen avret yerlerini, onlara açmak için şeytan onlara vesvese verdi...” (A’raf 20)

Ar damarı çatlayan birinin yapamayacağı yoktur. Şeytanda o yoldan yürümüştür. Çağdaş aveneleri de aynı yoldan yürüyorlar. Yeni bir şey getirmiyorlar.

Genelev açanlar ise tarihin en eski kadın ticaretini devam ettiriyorlar.

Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret ettikten sora nazil olan ayette, genelevinde çalışan kadınlara değil, onları zorlayanlara yönelik ayet nazil olur.

“Kızlarınızı fuhşa zorlamayınız” (Nur 33) İslam, suçu işleyenden daha çok suça iten sebepleri ortadan kaldırmıştır. O kadınları önce imani kültürden yoksun bırakıp, sonra ekonomik nedenlerle onları satışa çıkaranlar onları zorluyor demektir.

Yarı aydın yazarlarımızdan biri: “Hoca efendi, Amerikalı askerler geldiğinde ve diğer zamanlarda genelevler de görev yapıyor” dediğinde, ben, O saygı değmez misafirlerinizi kendi yakınlarınızla rahat ettirir misiniz? dediğimde yüzü kızarmıştı. Allah’a hamdolsun ki, ar damarı tamamen çatlamamış ki, yüzü kızardı.

Bizim peygamberimiz: “Kişi kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz” buyurur.

Bütün kadınları, kızları, anneleri kendi kadının, kızın, annen gibi değerli bilmedikçe mümin olamazsın.

Eşcinsel, beş cinsel, şeş cinsel, az bilen, lezbiyen, tabirlerini bir de Amerikan diliyle söylenişlerini kullandın mı çağdaş adam oldun çıktın.

Geçmişi dedikodularla dolu parlamenterlerle üniversite öğretim görevlileri bunları savunmaya geçtiler.

Ama iyi bilsinler ki, bunlar Lut Peygambere inanmayan ve neticede helak olan ibnelerin yirminci asırdaki devamıdırlar.

Bu pisliği ilk önce icat edenlerin Hz. Lut’a inanmayan kafirlerin olduğunu Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir. 

 “Lut’u kavmine peygamber gönderdik. Kavmine şöyle demişti: “Sizden önce alemlerden kimsenin yapmadığı fuhşu mu (icat edip) getiriyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi gidiyorsunuz?” (Araf 80-81)

Demek ki, bunlarda on binlerce yıl önceki kafirlerin kötü adetlerini canlandırıyorlar.

Kadının erkeğe laf atmasını savunan bir doçent bayan: “Erkeklerin kadınlara laf atması normal da, kadınların erkeklere laf atması niçin anormal olsun? Sorusunu sormuş, basın da bunu büyük puntolarla verdi.

Sayın bayan, erkeklerin kadınlara laf atması sizin yetiştiğiniz küllükte normal.Yoksa bizim güllüğümüzde kadının erkeğe, erkeğin kadına laf atması; elma yemek için elma ağacına, gül koklamak için gül dalına taş atarak yolmak gibidir.

Bizim itikadımızda “Kadınlarla erkekler bir dalda bitmiş iki çiçek gibidirler.”

Yüzünün kılları kirpiklerine kadar varan Anadolu’dan gelmiş solak bir yazara, berberi sorar: “Bugün feministlik üzerine konuşacakmışsın yahu bu neyin nesi?” der. O da: “valla ağabey böylece kadın uzuca mal oluyor. Konferanstan sonra birisi arabasıyla beni kaçırıyor” diyor. İşte onların küllüğünde kadının değeri bu.

Gelelim bize! İslam hukukuna göre dünya büyüklüğünde bir terazi olsa, terazinin bir tarafına kadının saçının teli demeyeyim, zülfünün telinden konsa, öbür tarafına da Amerika putunun doları, Batının siterlini, markı, dünyanın altını gümüşü konsa, o zülfün teli ağır basar. Erkeğin saçı da aynıdır.

Fazla araştırmaya gerek yok. Sultanahmet’teki adliyeye gidiniz, boşanma davalarını daha çok kimler açar kimler boşar görünüz.

Hanımını Allah’ın yarattığı en değerli varlık görenleri mahkeme önünde göremezsiniz veya çok azdırlar. Ama ateistler, Batıda tahsil yapanlar alıyorlar, salıyorlar, trampa yapıyorlar. Dokuz kocasında huzuru bulamayan Hürmüzler kadının adının olmadığını söylediler. O sizin küllükte yok, bizde daima var.

Yusuf aleyhisselam dünya güzeli bir insan. Mısır devlet başkanı yardımcısının hanımı Yusuf’u yatak odasına alır, bütün kapıları kilitler ve “Haydi gel” der. Yusuf aleyhisselam da: “Allah’a sığınırım” diye cevap verir.

Bu olay yüksek sosyete de duyulunca dedikodular başlar. Bunun üzerine başkan yardımcısının hanımı yüksek sosyeteyi evindeki bir ziyafete çağırır ve onlara Yusuf’u gösterir. “İşte!, beni hakkında ayıpladığınız kişi” der. (Bak. Yusuf suresi 23-32)

Bunu şunun için anlattım, binlerce yıl önce imansız kadınlar bir araya gelip, zina ettikleri veya edecekleri erkekler hakkında rahatça konuşuyorlar ve de tartışıyorlar.

Günümüzde İstanbul laleli’deki yabancı kadınlara ve de yerli savunucularına bakıp da ümitsizliğe düşenler, Kur’an okurlarsa ümit var olurlar.

Lut aleyhisselama inanmayan kafirler erkeklerle grup seks yapıyorlardı. (Bak K. Kerim, Ankebut 29)

Yusuf aleyhisselam zamanında yüksek sosyete bunları konuşuyorlardı. Ama peygamberler bu ahlaksızlığı önlediler. O peygamberlere inanan bizler de, o peygamberlerin yolunda yürürsek aynı şekilde bizde iyi sonuç alabiliriz.

Ahlaksızlığın içine düşenlerin; yazdıkları yazı, çizdikleri ahlaksız resim, verdikleri konferans, sempozyum, panel veya açık oturumlardan gelen sesleri, aynı zamanda “Ey ehli iman bizi kurtarın” anlamındadır.

Siz de Allah rızası için elinizi uzatın, kulaklarından tutmayın, gönüllerinden tutun ve kendinize çekin bunları.

Siz rahmet peygamberinin rahmet ümmetisiniz. Gökyüzünden rahmet yağarken ayırım yapmaz. “Ben bülbülün üstüne yağarım akrebin üstüne yağmam, güle yağarım dikene yağmam” demez. Hepsine yağar ve rahmet olur.

Rahmeti bol olan yerlerin akrebi insanı sokarsa öldürmez. Rahmeti bol olan güllerin dikeni de yumuşak olur.

Hazırladığım notların ayet numaralarından bir kısmını aşağıya vereyim. Kafirlerin çağdaş sözlerinin ve davranışlarının tarihi kökenlerini siz de araştırın.

Bakara suresi14, 88, 135, 170, 249, 275 - Nisa 77, 153- En’am 136, 29 - A’raf 77, 82 – Enfal 32 – Hûd 91- İbrahim 10 - Esra        79, 97 – Enbiya 68 – Şuara 71, 111, 167 – Neml 47, 49 – Ahzab 67- Sebe 35, 43 Mümin  25 Kamer 24

En iyisi siz araştırıcı bir gözle Kur’an-ı Kerim’in tamamını “Şifa Tefsiri”nden okuyunuz.