ALİ
ŞERİATI
Çeviren: Alptekin Dursunoğlu
Söylem Yayınları
Mayıs
2002 ISBN 975-8530-l6-X
ALI
ŞERİATÎ
23
Kasım'1933'te Horasan eyaletine bağlı Sabzivar'ın Mezinen köyünde dünyaya gelir.
1950'de Meşhed'deki Öğretmen Koleji'ne girer. 1952'de Meş-hed'in yakınlarındaki
Ahmedabad köyünde öğretmenliğe başlar. 1955 yılında Mekteb-i Vasıta'yı yazar.
Ebu Zer-i Gifari'yi tercüme eder. 1956'da Meşhed Üniversitesi'ne girer.
"Ulusal Direniş Hareketine" üye olduğundan, babası ve diğer üyelerle
birlikte tutuklanır. 6 ay tutuklu kalır. 1959'da Alexis Carrel'den Dua'yı
tercüme eder. Üniversiteden başarıyla mezun olur. 1960'da Fransa'ya gönderilir,
orada sosyoloji ve dinler tarihi üzerine çalışır. Cezayir Kurtuluş Hareketi'ne
aktif olarak katılır. Bu faaliyetlerinden dolayı Paris'te tutuklanır. Bu arada
bir çok makale, konuşma ve çevirisi değişik dergilerde yayınlanır. Sosyoloji ve
dinler tarihi üzerinde doktorasını tamamlayarak, 1962'de İran'a döner ve
sınırda tutuklanır, aylarca hapiste kalır. Öğretmenlik ve Meşhed
Üniversitesi'nde asistanlık yapar. Meşhed, Hü-seyniye-i İrşad, Tahran
üniversiteleri ile diğer merkezlerde konferanslar vermeye başlar. Hüseyniye-i
İrşad 1973 Eylülünde kapatılır. Savak, Şeriatî'yi aramaya başlar. Kendisini
bulamayınca babasını tutuklar. Bir yıl kadar babası hapsedilir. Şeriati teslim
olur ve 18 ay hücrede kalır. 1975-77 arası Sa-vak'm takibinden sürekli kaçarak,
başkalarının evinde kalarak çalışmalarına devam eder. Sabahlara kadar süren
konuşmalar yapar. 16 Mayıs 1977'de Avrupa'ya hicret eder. 30 gün sonra İngiliz
istihbaratının da yardımıyla Savak tarafından şehit edilir.
4
Nehcü'l-Belaga'nın 32. Hutbesinin Tercümesi ve
Şerhi
Nasihat: Bâtıla Saldırmaksızın Hakkı Savunmak!
Risaletin ve Kurtuluşun Üç Düşmanı
Tarihte "Sahte Hilafet" Ya da
"Hilafeti Gaspetmenin" Esası
Ali'nin Takipçileri ve Çektikleri Sıkıntılar
Ali'nin Ölümünden Sonraki Verimli Hayatı
Bu neslin vicdanında hakperestliğe olan eğilim
ve buna duyulan ihtiyaç
Aynı kumaşın iki yüzü gibi olanlar
İMAMET VE ADALETİN TARİH VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ
ETKİSİ
Elinizdeki eser, Peygamber'in damadı olan
Ali'den bahsetmiyor, savaş kahramanı olan Ali'den bahsetmiyor, Peygamber'in
sahabesi olan Ali'den bahsetmiyor, dördüncü halife olan Ali'den bahsetmiyor,
ilk Şiî imamı olan Ali'den de bahsetmiyor.
Elinizdeki eser, tarihsel Sünnîliğin ve
tarihsel Şiîliğin anlatılmasını istediği Ali'yi anlatmıyor.
Kutsal, aşkın ve zihinsel olan mutlak insanî
erdemliliği, kendi şahsında somut, nesnel ve yaşayan bir gerçekliğe dönüştüren
bir insan olan Ali'den bahsediyor.
Yaşayan insana, bana, sana, bize,
Müslüman'a, tüm insanlığa lazım olan da zaten bu Ali değil midir?
Peygamber'in damadı olan, bir savaş
kahramanı olan, tarihsel dönem içerisinde halifelik makamının dördüncü şahsı
olan, cennetle müjdelendiği söylenen on kişiden biri olan, masum olan, zahit
olan Ali'nin, yaşamakta olan insanın pratiğine kattığı anlam nedir?
Tüm kutsal kişiler, azizler ve evliyalar
için de söz konusu edilebilecek olan soyut, kutsal ve zihinsel erdemlerin Ali
için de tekrar edilmesi ve övgü için araçsallaştırılması Ali'yi anlatmak mıdır?
Bu şekilde anlatılan Ali anlaşılmış mı olacaktır?
Merhum Şeriatî, bu eseriyle kutsal, aşkın ve
zihinsel olan mutlak insanî erdemliliği, kendi şahsında somut, nesnel ve
yaşayan bir gerçekliğe dönüştüren Ali'den bahsediyor. Kutsal, aşkın ve zihinsel
olan mutlak insanî erdemliliğin, Ali'nin şahsında somut ve nesnel bir varlık
kazanmış olmasından "imam" kavramına, buradan da "ümmefe yani
yaşayan insanın nesnel hayatına yöneliyor.
Merhum Şeriatî, bu yöntemle sadece Ali'nin
değil, Ali'nin şahsıyla doğal olarak gündeme gelen din, imam, ümmet, ideoloji,
adalet, siyaset, hareket, devrim, karşı devrim, muhafazakarlık, sınıf, sınıfsal
mücadele, vs, vs, kavramlarının da nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya
koyuyor.
Eserde Ali gibi dinî-tarihî bir şahıs konu
olarak alınmışsa, da anlatılanlar, izlenen yöntemin farklılığı yüzünden,
geleneksel dinî duyarlılıklara sahip olan kişileri rahatsız edebilir.
Geleneksel dindar bakış açısı, tarihsel olan
her şeyi ya da her şahsı, dinin kutsal ve dokunulmaz alanı içerisinde görmeye
eğilimlidir. Merhum Şeriatî, bu durumu belki de herkesten çok daha iyi bilen
biri olduğu halde, taassupları ve duyarlılıkları kışkırtma pahasına izlediği
yöntemden kaynaklanan "sert" üslubunu yumuşatma yoluna gitmemiştir.
Yöntemi ve üslubu yüzünden, yaşadığı dönemde
kendi toplumunda "Şia karşıtı" olarak suçlanmayı göze almıştır.
Kuşkusuz kahir ekseriyetini Sünnîlerin oluşturduğu Türkiye'de de bu kitabın
üslubundan ve yaklaşım biçiminden rahatsızlık duyanlar olacaktır.
Kitaptaki düşüncelerden yararlanmak yerine
üsluba takılıp peşin hükümlerle eseri mahkum edecek olanları dikkate almak
adına eserin üslubuna ya da eserdeki düşüncelere müdahale etme yetkisini
kendimde görmedim.
Kitabın tercümesi sırasında metne sadık
kalmayı temel ilke edindim. Maslahat adıfıa eserdeki düşünceleri değiştirecek
tarzda hiçbir ifade değişikliğine gitmedim. Eseri Farsça olarak
yayımlayan
yayınevinin kullandığı "( )" parantezlerle karışmaması için yaptığım
açıklamaların bana ait olduğunu belirtmek için köşeli parantez "[ ]"
kullandım. Binaenaleyh, metnin içerisinde yer alan köşeli parantez "[
]" içerisindeki cümleler bana aittir. Dipnotlarla açıklama yapılmasının
gerekli olduğu yerlerde de yine köşeli parantez içerisinde [çeviren] ifadesini
koyarak ifadelerin bana ait olduğunu göstermek istedim.
Eser, konferanslardan oluşmaktadır,
dolayısıyla konuşma üslubu eserin tümüne hâkimdir. Eserde sıkça karşılaşılacak
olan
iki çizgi - - arasında yer alan cümleleri Türkçe
cümle
kalıbı içerisinde eriterek ana cümleye başlamak gibi bir yol izlenebilirdi ve
bu sayede okuma kolaylığı da sağlanmış olabilirdi; fakat eserin orijinalinde bu
yöntemin ısrarla korunduğunu göz önünde bulundurarak herhangi bir müdahalede
bulunmadım, okunmayı zorlaştırma pahasına metne sâdık kalmayı tercih ettim.
Dinin kutsallarıyla tarihselliğin
kutsallarını, avamî hassasiyetlerle bilimsel hassasiyetleri ayırt edebilenlerin
bu eserden çok faydalanacağını söyleyebilirim.
Alptekin
Dursunoğlu 25 Nisan 2002
8
Elinizdeki eser, Şehit öğretmen Ali
Şeriatî'nin İmam Ali hakkındaki konuşmalarından ve kendi el yazısıyla kaleme
aldığı yazılarından oluşmaktadır. Eserde bir giriş, 9 ana bölüm ve tek bölümden
oluşan bir "ek" kısmı bulunmaktadır. Bu bölümler aşağıdaki şekilde
düzenlenmiştir:
Giriş: Nehcü'l- Belaga'nın 32. hutbesinin
tercümesi ve şerhidir. Bu iki sayfalık metin, o dönemlerde Hüseyniye-yi
İr-şad'da çalışan değerli bir kardeşimiz tarafından "biz"e verildi.
Kendisinin belirttiğine göre yukarıdaki metin, şehit öğretmen tarafından
önceden hazırlandı ve konuşmalarının birinde yazıldı ve okunmak üzere ona
verildi. El yazısıyla yazılmış hali elde mevcut değilse de bunun da Dr.
Şeriatî'ye ait olduğu kabul edilebilir.
1- "Efsanevî bir hakikat Ali"
15-16 İsfend 1347 [6-7 Kasım 1968] tarihinde Hüseyniye-yi İrşad salonunda bir
dizi halinde yaptığı konuşmasıdır. Şeriatî bu konuşmasını, daha önce Dr. Ali
Zamanî müstear ismini kullanarak "Tarihteki Efsane" adıyla yayınladı.
Fakat bu kitapta, son iki bölüm, -özellikle de ikinci bölüm- kasetin tümünü
içermemekteydi. Bu bölüm, Şeriatî'nin eserlerini tetkik edip yayınlayan büro
tarafından yeniden düzenlenerek bu kitaba kondu.
2- "Ali'nin Arayışı İçerisindeki
Çağımız" 3.6.1351 [6 Nisan 1972] tarihinde Hüseyniye-yi İrşad'da yapılmış
bir konuşma olan bu bölüm, "biz'im tarafımızdan [söz konusu büro]
11
metne
dönüştürüldü. "Numuneler..." bölümünde Dr. Şeriatî'nin konuşmaya
başlamadan önceki notlarını gösteren fotoğraflar, konuldu. (Numunelerin 1. ve
2. sayfaları)
3- "Ali Yalnızdır" 11.9.1348 [2
Aralık 1969] tarihinde Hüseyniye-yi İrşâd'da yapılmış bir başka konuşmadır. Bu
bölüm, bizatihi Dr. Şeriatî tarafından kasetten metne aktarılmış ve tashih
edilmiştir. Bu arada bu konuşmanın konusunun aynı bölümde "Yalnızlık ve
Ali" şeklinde adlandırılmış olduğunu hatırlatmak gerekmektedir.
4- "Ali'ye Niçin İhtiyaç Var?" Dr.
Şeriatî'nin 16.8.1350 [7 Kasım 1971] yılında Hüseyniye-yi İrşâd'da verdiği bir
başka konferansıdır. Bu bölüm daha önce, "Mekteb [Öğreti] için 23 Yıllık
Mücadele', "Vahdet için 25 Yıllık Sükut", "Adalet İçin 5 Yıl
Hükümet", "Ali, Mekteb [Öğreti], Vahdet, Adalet" adlarıyla
yayımlandı. Bu bölüm kasette "Mekteb [Öğreti] Uğrunda 23 Yıllık Fedakarlık"'
adıyla kayıtlı bulunmaktadır.
5- "Vahdetin Kurucusu Ali" -Bu
bölüm "biz"im [Söz konusu büro] tarafımızdan, düzenlenmiştir.-
kasette 19.8.1350 [10 Kasım 1971] tarihi zikredilmektedir. Ama Doktor,
"Ali'ye Niçin İhtiyaç Vardır" adlı kasette bu konuşmayı 19.8.1350
tarihinde yapamayacağına işaret etmiş ve bu konuşmayı 21.8.1350 [12 Kasım 1971]
tarihine bırakmıştır.
6- "Kâsıtîn, Mârıkîn, Nâkisîn"
7.8.1351 [29 Ekim 1972] tarihinde Hüseyniye-yi İrşâd'da yapılmış bir
-muhtemelen birkaç- konuşmadır. Bu bölüm daha sonra bizzat Şehit Doktor tarafından
genişletilmiş ve yaşadığı dönemde müstakil bir kitap olarak yayınlanmıştır.
Kitap olarak yayınlandıktan sonra bizzat kendisi tarafından yeniden gözden
geçirildiğini ve birkaç dipnotun çıkarıldığını belirtmek gerekmektedir.
7-"Ali'nin Takipçileri»ve Çektikleri
Sıkıntılar" 4.7.1351 [26 Eylül 1972] tarihinde Hüseyniye-yi İrşâd'da
yapılmıv ko-
nuşmalardır.
Bu bölüm, "Büro" tarafından düzenlenmiştir.
8- "Ali'nin Ölümünden Sonraki Verimli
Hayatı" 12,13.14 Azer ayı 1348 [3,4,5 Aralık 1969] tarihinde Hüseyniye-yi
İrşâd'da peş peşe yapılmış konuşmalardan oluşmaktadır. Bu bölüm, daha önce
"Ali'nin Ölümünden Sonraki hayatı", "Yenilgiden Sonraki
Zafer", -ve bu kitapta geçtiği üzere- "Yenilgideki Zafer" adlarıyla
meşhur olmuştur. Bu konuşmanın birinci ve üçüncü bölümleri bizatihi Doktor
tarafından, ikinci bölüm ise "biz"im [Büro] tarafımızdan
düzenlenmiştir. Bu konuyla ilgili ayrıca şu açıklamayı da yapmak gerekmektedir.
Bunun üçüncü bölümü, "Ali, Tam Bir İnsan" adıyla daha önce
yayımlanmıştır. Fakat bu ismin muhtevayla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.
"Ali, Tam Bir İnsan" tam metni, tüm eserlerinin oluşturduğu bütün
içerisinde 25 numarayla yayınlanmıştır.
9- "Ümmet ve İmamet" Bu bölüm,
11,12,13,14,15 Fer-verdîn 1348 [31 Mart, 1,2,3,4 Nisan 1969] yılında
Hüseyniye-yi İrşâd'da yapılmış konuşmalardan oluşmaktadır. Bu bölüm daha sonra
Şehit Öğretmen tarafından yazıya geçirilmiştir.
10- "Ek"
"Tarih ve Ali" Tarihi belli olmayan el yazılarıdır.
Fakat
bunun Şehit Şeriatî'nin ömrünün son dönemlerinde ka
leme
alındığı sanılmaktadır. Yazının üslubunun aslî metinle bir
dereceye
kadar farklılık gösteriyor olmasından dolayı "Ek"
bölümüne
konmuştur.
Ayrıca şu noktanın de değerli okuyucuların
dikkatine sunulması gerekmektedir. Şehit Öğretmenin Hüseyniye-yi İrşad
tarafından yayımlanan konuşmalarının ve yazılı eserlerinin listesinde İmam Ali
ile ilgili iki başlık daha göze çarpmaktadır.
1
"Ali Eğer Evet Deseydi" Bu konuşma, belirlenen günde
12
13
bilinmeyen
bir sebepten dolayı yapılmadı.
2- "Ali, Çok Boyutlu Bir Ruh" (Üç
Oturum) Bu konuşmanın yerine "Anne Baba Biz Suçluyuz" adlı konferans
düzenlendi.
Son
olarak şunları hatırlatmakta da yarar var:
1- Herhangi bir kelime ya da ifadenin
eklenmesinin zorunlu olduğu yerlerde
parantez () işareti kullanıldı.
2- Belirlenemeyen ya da tahmin dahi
edilemeyen yerlere "..." işareti konuldu.
Şehit
Dr. Ali Şeriatî'nin eserlerini düzenleme bürosu Aban ayı 1361 [Ekim/Kasım 1982]
*
Ey İnsanlar, inatçı ve kindar bir dönemde
bulunmaktayız. Bu dönemde iyi ve temiz insanlar kötü sayılmakta; zâlimler,
zulümlerini giderek arttırmaktadır.
Bildiklerimizden faydalanmıyoruz,
bilmediklerimizi sormuyoruz, her yeri kuşatan ezici musibetlerden bizim
başımıza gelmedikçe korkmuyoruz.
insanlar
dört kısımdır:
Bir kısmı kendisi güçsüz düşmedikçe, kılıcı
körleşmedikçe, elinde avucunda bir şey kalmadıkça yeryüzündeki kötülüklere
karşı durmaz.
Bir kısmı, kılıcını çekmiş, kötülüğünün
ateşini alevlendirmiş, atlılarını ve yayalarını seferber etmiştir; halkın
servetini yağmalamak, ordulara hükmetmek ve minbere çıkmak için kendini satmış
ve imanını kaybetmiştir.
Aşağılık dünyayı kendi kendinin değerinde
görmen ve onu Allah katında göreceğin eza karşılığında alman ne kötü bir
tutkudur.
Bir kısmı, din ameliyle dünyayı talep eder,
dünya ameliyle dini değil. Kendini sakin ve vakarlı gösterir, adımlarını yavaş
ve birbirine yakın atar, cübbesinin eteğini takvayla toplar kendini doğru iş
yapanlardan gösterir, Allah'ın kusurları örtüşünü, günah işlemeye ve kötü işler
yapmaya vesile kılar. (Tevhit hırkasının altında put saklar, gizlice içki içer)
Dördüncüsü
ise, kendi acizliği yüzünden güç elde edeme-
15
miştir,
zavallılığı yüzünden zavallılığa alışmıştır, buna rağmen kendini kanaatkarlık
görüntüsüyle bezer, zâhitlik giysisiyle süslenir, oysa ne evde, ne dışarıda, ne
kendi içinde ne de hayatta bu işin adamıdır.
Bu dönemde geriye kalan erlerse, dönecekleri
yeri anarak gözlerini yumar ve mahşer korkusuyla göz yaşı dökerler. Bunlar
toplum sahnesinden sürülmüş olanlardır. Kaygılı, kimsesiz, ağzı dikilmiş,
suskun, temiz davetçilerdir, yaslı ve acılıdırlar, dehşet ve katliam çağında
takıyeyle kaybolmuşlardır, unutulup gitmişlerdir, zillet ve zavallılık onları
kuşatmıştır.
Elem ve acı denizinde boğulmaktadırlar,
ağızları kapanmıştır, gönülleri yaralıdır, öğüt vermekten bitkin düşmüştürler,
halkı bilinçlendirme uğrunda yoruldular, bitkindirler; yenildikçe azaldılar,
öldürüldüler, sayıca azaldılar.
Öyleyse böylesi bir dünya sizlere deri
tabaklayıcılarının boyasını çıkardıkları ağaç posasından ve makaslanıp yere
düşen yünden daha değersiz gelmelidir.
Gelecek kuşaklar sizin yaşadıklarınızdan
ibret almadan önce, sizler daha öncekilerden ibret alın.
Bu yapışıp bırakmadığınız değersiz hayatı
bırakın, özgürlesin; zira o son derece değersiz ve kötüdür.
Nitekim o, [dünya] sizden önce kendisine
gönül bağlayıp aşk duyan dünyaperestleri bırakıp terk etti!
16
Bu geceki konuşmamın biraz sıkıcı olacağını
şimdiden itiraf ediyor ve hepinizden özür diliyorum. Bu sıkıcılık, ifadelerimin
her zamankinden daha fazla noksanlık taşıyabileceği ihtimalinden kaynaklanıyor;
çünkü konuşmamın konusu oldukça hassas ve karmaşıktır.
Ben böyle bir konu karşısında acizlik
duyuyorum. Burada bahsini edeceğim konuya ilişkin farklı bir bakış açısı ve
farklı bir yöntem kullanacağım.
Ali hakkında konuşmak hem çok önemli, hem de
oldukça zor bir iştir. Zira bana göre Ali, sadece tarihî bir şahsiyet veya bir
kahraman değildir. Ali'nin çeşitli boyutları ve yönleri üzerinde araştırma
yapan bir kimse, kendini sadece tarihte yer alan seçkin bir kişi karşısında
görmekle kalmaz; kendini bir mucize karşısında, bilimsel bir mesele karşısında,
"yaradılışın bilimsel bir muamması karşısında görür. Dolayısıyla Ali
hakkında konuşmak, ilk bakışta akla geldiği gibi salt büyük bir şahsiyet
hakkında konuşmak demek değildir asla. Aksine tarihte insan adında ve insan şeklinde
tecelli etmiş olan bir mucize hakkında konuşmaktır. Ali'yi farklı yönleriyle
incelemek ve çeşitli boyutlarıyla tanımak lazımdır. Ali'ye, öncelikle, Şiî
olduğumuz için, onun şahsiyeti, tarihte ifa ettiği rol ve bizim gözümüzde
edindiği yer hakkında sahip olduğumuz itikad açısından bakıyor, onu inceliyor
ve tanımak istiyoruz. (Bu tür bir yaklaşım, araştırmacının karşısına, kendine
özgü bir takım meseleler çıkarmaktadır. Ali'nin diğer boyutlarına oranla bu
boyutunun
daha iyi tanınmış olması sevindiricidir. Gerçi bu boyut da mutlak bir şekilde,
yani Ali'nin kendisiyle kıyaslandığında çok da tanınmış değildir.
Bazen de Ali'yi bir tarihçi olarak incelemek
istiyoruz. Yani Ali'nin, insanlık tarihinin, İslâm tarihinin hassas ve önemli
bir kesitinde ifa ettiği rolü araştırmak ve bilmek istiyoruz. Burada da yeni
bir takım meseleler karşımıza çıkmaktadır.
Peki Ali'nin sahip olduğu rolü, zaferleri ve
yenilgileri, yaşadığı toplumda sahip olduğu konumu, siyasal ve toplumsal
rehberliğinin niteliği, halkla ilişkileri, özgürlükçülüğü, siyasal ve toplumsal
kişiliği, siyasi rakipleriyle mukayesesi, İslam tarihi içerisinde gerek
yaşadığı dönemdeki hayatı ve gerekse öldükten sonra başlayan hayatı boyunca
sahip olduğu makam ve mevkisi... Bunlar, araştırmacının gündemine giren kendine
özgü hususlardır. Dolayısıyla özel bir şekilde etüt edilmesi gerekmektedir.
"AH"
ve "İnsan"
Ali'yi tanımak için var olan üçüncü bakış
açısı ise antropolojik bakış açısıdır. Ali'yi bir de bu bakış açısı ile
incelemek gerekir. Bu durumda biz, artık ne Ali'nin İslam tarihindeki
şahsiyetini ve rolünü ne de İslam tarihindeki makamını, bir Şiî olarak ele alıp
incelemiyoruz. Aksine başka bir bakış açısı ile insanlık dünyasında Ali adında
ilginç bir varlık görüyor ve onu tanımak istiyoruz, tanımaya çalışıyoruz.
Burada karşımıza çıkan konular ile, bir
tarihçi, bir Müslüman veya bir Şiî olarak Ali'yi incelemek istediğimizde
karşımıza çıkan konular birbirinden farklıdır. Bunlar psikoloji, felsefe ve
özellikle de antropoloji açısından incelenmesi gereken konulardır. İşte bu
yüzden şimdiye kadar ne yazık ki bu alan-
da
hiç bir çalışmanın yapılmamış olduğunu söylüyorum.
Bu yüzden tıpkı bir antropolog gibi, Ali
adındaki bir insanı, tüm ilginçlikleriyle, mucizevî yönleriyle ve şahsiyetinin karmaşık
boyutlarıyla ele alıp incelemek istiyorum. Binaenaleyh, bu büyük şahsiyeti,
insanlık tarihi ve insanlık rolü içerisinde ele alıp incelemek için uğraş
veriyorum.
Bu durumda incelememizin başlığı.
"Ali" ve "İnsan" olacaktır. İnsan, özellikleriyle,
idealleriyle, arzularıyla, manevî yapısının niteliğiyle bir takım özel
hasletlere sahiptir. Sahip olduğu özel bir takım arzularıyla, ümitleriyle ve
kendine özgü insanî hasletleriyle, bu büyük ve mucizevî şahsiyet, Ali adında
kendine özgü bir statüye sahip olmaktadır. Bu yüzden "Ali'nin insanlık
içindeki özel mevkii nedir?'' sorusuna cevap bulabilmek çok zordur. Zira
öncelikle Ali'yi tanımak gerekir. Halbuki Ali'yi tanımak konusu felsefî ve
bilimsel bir muammadır. Bu konu, bir biyografiden veya büyük bir insanın hayat
hikayesinden çok farklı bir şeydir. İkinci olarak Ali'yi tanımak, insan
adındaki meçhul ve karmaşık bir varlığı tanımaya bağlıdır. Nitekim bilimler
açısından da varlıklann en meçhulü insandır. Dolayısıyla ben bu Gadir-i Hum
bayramının, sadece Şiîlere veya Müslümanlara değil, "insana" kutlu
olmasını diliyorum.
Ben, burada konuyu temelde iki bölümde ele
almayı düşünüyorum. Bu durumda bahsi bir oturumda bitirmem gerekiyor. Yan yolda
bırakmaya mecburum. Burada söz konusu edeceğim bir dizi mesele, sonuç çıkarmaya
yöneliktir. Meselenin özüne giriş niteliğinde söz konusu ettiğim ikinci bahsimi
yarınki geceye bırakıyorum.
Dolayısıyla bu geceki konuşmamda sadece
"insan'ı ele alacağım, insanı tanıdıktan sonra yarın gece belli bir bakış
açısıyla, bir insan olarak Ali'nin bu insan karşısında nasıl bir makamının
olduğunu ve bu insan için nasıl bir rolünün bulundu-
18
ğunu
incelemeye çalışacağım. Ardından da nihaî bir sonuç olarak "İmam "in
anlamını inceleyeceğim.
İnsan, oldukça eski bir konu olabilir ve
benim de ilk bakışta oldukça açık bir konuyu ele aldığım sanılabilir. Halbuki
antropolojideki, beşerî bilimlerdeki hatta bütün bilimlerdeki tüm fenomenler
içinde en meçhul konu insandır. Aristo'dan günümüze, insan hakkında yapılan
tanımlamaları duyduğumuzda veya okuduğumuzda insanın farklı bilim dallarında
gerçekleştirdiği onca gelişmelere ve ilerlemelere rağmen çağdaş bilimin,
âlemdeki tüm fenomenleri insandan daha iyi tarif ettiğini ve tanımladığını
görüyoruz. Zira Alexis Carrel'in dediği gibi "insan şimdiye kadar her
zaman dış âleme yönelmiş, âlemi, eşyayı ve maddî fenomenleri tanımaya çalışmış;
ama hiçbir zaman dış âlemi tanımadan önce iç âlemi tanımak1 gerektiğini
anlayamamıştır."
Özellikle de son üç asırda eskiye oranla
bilimler daha fazla ilerlemiş; insan, bir ölçüde tabiat ve eşya hakkında
ayrıntılı ve doğru bir takım bilgiler edinmiştir. Ama John Dewey'in de itiraf
ettiği üzere "günümüz insanı, insanı geçmişe oranla daha az tanımaktadır.
Zira düşüncesini ve bilimsel çabalarını, daha çok dış âleme yöneltmiş
durumdadır." Çünkü eski bilimlerin, dinin ve felsefenin şiarı: (Gerçi tüm
filozoflar ve bilginler bu gerçeklere erişmiş değildi. Hatta belki de ne
filozoflar ne de bilginler erişemediler). İnsanın özelliklerini ve insanın bu
1-
"iç'ten sûfilikteki "iç"i (derun) kastetmiyorum, "iç'ten
maksadım "insan'dır. Zira her şeyden önce, her türlü medeniyeti vücuda
getirmeden önce, her kültürü ve her öğretiyi insan için ortaya koymadan önce
insanı tanımalıyız. Ama ne yazık ki insandan başka her şeyi tanıyoruz!
on
evrendeki
misyonunu tayin eden hayatın manasını ve âlemin hedefini tanıtmaktı. Evet eski
bilimin ve felsefenin şiarı buydu.
Ama son üç asırda Batı, Francis Bacorîa ait
yeni bir ideal belirledi ve şu ana kadar da bu idealini korumaktadır. Bu ideal
şuydu: Eski bilimler ve felsefeler sadece insanın, âlemin gerçekleri hakkında
daha fazla bilgi edinmesini amaçlıyordu. Ama günümüz bilimleri bu hedefi bir
kenara itmelidir. Bu misyonu atıp yeni bir misyon belirlemelidir. -Nitekim
görüldüğü kadarıyla da bu misyonu yüklenmiş durumdadır.- Bilimin diğer misyonu
ise iktidardır. Francis Bacon şunu ilan etti: "Sadece insana hayatta güç
kazandıran bilim ve felsefe gerçek ve kabul edilebilir bilim ve
felsefedir." Nitekim günümüzde hızla ilerleme kaydeden bilim, sadece
insanın güç kazanmasına yardımcı olmuştur. İnsanın güçlenmesinden maksat,
insanın doğaya hakim hale gelmesidir. Doğaya hakim olmak ise insanın
yeryüzündeki maddî nimetlerden daha iyi istifade etmesini sağlamaktır.
Bu
çalışmalar, bilim ve felsefe dallarının son üç asırda sadece insanı daha güçlü
kılmanın peşinde koşmasına neden oldu. Yani sanayi ve teknoloji ile sonuçlandı.
O halde eski bilimler ve felsefeler, insanın âlem hakkında bilgili (marifet
sahibi) olmasını sağlamak içindi. Ama günümüz biliminin hedefi, bilimi ve
bilimsel çalışmaları, teknolojiye dönüştürmektir. Zira bilimi insanın hayatında
güce dönüştürebilen tek araç teknolojidir.
Kadim zamanlarda bilgisi olan herkes, daha
birikim sahibi ve daha bilinçli idi; ama Bacon bunun bir değer ifade etmediğini
belirtiyor. Ona göre en bilgili insan, en güçlü olandır. Yani daha silahlı,
daha sermayedar ve daha zengindir. Bu açıdan bakıldığında, örneğin eskiden
Atina daha bilgili, ama Roma daha güçlüydü. Bugün bilginin yegane hedefi,
insanı yeryüzünde ve hayatta muktedir kılmaktır. Gerçi bu güç ve bu slo-
21
ALI
gan
kutsal bir slogandır; zira bilimin görevlerinden birisi, insanın maddî
nimetlerden daha fazla istifade etmesini sağlamaktır. Ama bilimin yalnızca
böylesi bir misyonla sınırlandırılması, bilime ve insana ihanet idi. Nitekim
bilimin ve insanî düşüncelerin bu şekilde sınırlandırılmasının kötü sonuçları,
ortaya çıkmış durumdadır. Çünkü insanın hayatta muktedir olmasından daha yüce
ve daha kutsal misyon, -elbette bu misyonu da bilim üstlenmelidir.- insanın
hayatta daha iyi olması misyonudur. Halbuki Bacon'a göre bilim sadece insanın
hayatta güçlenmesine ve tabiata hakim olmasına yardımcı olmaktadır. "İnsan
nasıl iyi olabilir?" sorusuna bir cevap vermeyi asla düşünmemiştir. Bu
yüzden bu çağın insanı, tarih boyunca tabiata en çok hâkim olan insandır; ama
insan kendine hâkim olma açısından kültür ve medeniyetin olduğu her dönemden
daha zayıf ve âcizdir.
Çağdaş insan, tabiatı geçmiş asırların
insanından daha iyi tanıyor; ama kendini tanımak açısından çağdaş insan, geçmiş
asırlardaki insandan daha geridedir. Eğer eski bir filozofa: "Hayat
nedir?7' diye soracak olsaydık veya "insan nedir ve bu âlem boş ve
hedefsiz bir şey midir?" diye soracak olsaydık en azından bir cevap
verebilirdi.
En azından insanın daima peşinde koşturduğu,
halledilmesi gereken ve bilim tarafından çözülmesi gereken bu temel meselelere
cevap vermenin, kendi misyonunun bir gereği olduğunu hissederdi. Ama bugün bir
bilim adamına soracak olursak şöyle der: "Biz asla bu meseleleri
halledemeyiz. Bunları kendi haline bırakmalı, düşünmemeliyiz. Ben sadece bir
fenomeni veya birden fazla fenomen arasındaki ilişkiyi keşfetmek istiyorum.
Böylece onu hizmete alarak teknolojiye çevirmeliyim. Onu üretmeli ve insanın
eşyadan daha fazla istifade etmesini sağlamalıyım."
O
halde insanın fikrî-manevî çabalarının tümünün hedefi
sanayileşmektir.
Teknolojinin ve sanayinin hedefi ise üretim ve tüketimdir. Yani insanın derin,
kutsal, manevî, aklî ve mantıksal tüm çabaları, daha fazla tüketim içindir. Bu
yüzden de günümüz medeniyeti, tüketim medeniyetidir. Tüketim ilkesi çağdaş
medeniyetin en bariz özelliğidir.
Dünyanın uygar ülkelerinde hangi hükümete ve
topluma bakarsanız bakın, tüketim ilkesinin, onlar açısından bilimsel bir dinî
öğreti haline geldiğini görürsünüz. Bu, hiç kimsenin şüphe etmediği bir
meseledir. Bu mesele, çağdaş insanı (manevî) anlamda eksiltmiş, küçültmüş,
(dünyevî anlamda ise) muktedir kılmış; ama kötü yapmıştır. Halbuki insan,
muktedir olmadan önce iyi olmalıdır.
iki terim var ki ele aldığım konunun daha
iyi anlaşılması için onları anlamlandırmam gerekmektedir. (Çünkü onlara özel
bir anlam veriyorum.) Bu iki kelime eşanlamlı olmadığı halde, halk dilinde
eşanlamlıymış gibi kullanılmaktadır. Birisi insana "hizmet", diğeri
insanı "ıslah" etmektir. Bu ikisinin iki ayrı anlamı vardır. Bunlar,
iki ayrı kategoriye girmektedir. Biz bazen bir kişiye veya bir topluma hizmet
ederiz. Örneğin bir şehrin yollarını asfalt yaparız. Veya bir insana yüz ya da
bin tümen para veririz. Ya da bir ev alırız. Bu bir kişiye veya topluma
hizmettir; ama ıslah değildir. Bu hizmet, ıslah olmadığından bazen ihanete de
sebep olabilir. Eğer insanı ıslah etmeden önce ona hizmet edersem, bu hizmetim
onun daha fazla sapmasına sebep olur. O halde insana hizmet etmeden önce onu
ıslah etmemiz gerekir.
Bilim, insana sadece hizmet etmektedir.
Bugün dünyada hangi bilim insanın ahlakî ıslahını üstlenmektedir. Hangi bilim,
insanın yücelmesini sağlamaktadır? Hiçbir bilim!
Tüm bilimler, insanı tabiat hakkında bilgili
kılmaktadır. İnsanı güçlendirmektedir. O halde bilim sadece insana hizmet
etmektedir. Halbuki bilimin en kutsal, en acil ve en öncelikli
22
23
misyonu,
insanı ıslah etmektir, insanı tanımaktır. Zira bir kişi için (her ne kadar
güzel ve lüks de olsa) ev yapmadan önce, bu evde yaşamak isteyen insanın nasıl
birisi olduğunu bilmek gerekir. Niçin burada yaşamak istemektedir? Nelere
duyarlıdır? Nasıl bir adamdır? Bunları bilmeden birine ev yapmanın hiçbir
anlamı yoktur. Ne yazık ki biz insanı tanımadan, insan ve hayat hakkında hiçbir
düşünce edinmeden önce medeniyet kurmaya, lüks bir hayat ve güç elde etmeye
çalıştık. Bütün bunlara rağmen medeniyetimizin bundan daha görkemli ve büyük
olması da mümkündür. Ama bu medeniyet insanın hayatını, misyonunu ve hayatının
anlamını bilmediği için tüm büyüklüğüne, görkemine ve önemine rağmen insanı
dejenere edebilir. Ben "edebilir' diyorum. Ama bugün böyle bir binada
yaşayan bir düşünür, "dejenere olmamış" veya "dejenere
olabilir" demez, "dejenere olmuştur" der.
Yazarların, sanatçıların ve modern
heykeltıraşların kahramanlarına bakacak olursanız, kahramanlarının dejenere
olduğunu görürsünüz. Bunların hepsi de tesadüf olamaz. Bu hususta Avrupa'yı
daha yeni, hem de uzaktan tanıyan bizler hüküm veremeyiz. Aksine bu medeniyet
ve bilim çevresinde yaşayan kimselere "kendini nasıl buluyorsun?"
veya " bu ortamda yaşayan insan, nasıl bir insandır?" diye sormak
gerekir.
Rotterdam2 şehrine gideniniz var mı
bilemiyorum; orada oldukça ilginç ve incelemeye değer bir heykel vardır. Bu
şehrin orta yerinde doğal olmayan, taştan bir heykel göze çarpmaktadır. Bu
heykel bir iskelettir. Heykelin bileği, ekleminin üzerinde değil de pazısının
ortasında yer almış, dolayısıyla ek-
lemi
de yoktur. Diğer kolu ve dizleri de keza böyledir. Ayak bileği de aynı
şekildedir ve tüm parmakları birbirinden ayrılmıştır. Boynu da başı da aynı
şekildedir. Öyle ki uzaktan bakınca insan, bu heykelin o anda yıkılıp
döküleceğini sanmaktadır.
Rotterdam heykeli çağdaş insanın heykelidir.
Bacon'un dediği gibi muktedir olmuş, savaş sonrası, modern insanı
göstermektedir. O kadar güçlenmiş ki taşlaşmış, bir taş gibi sertleşmiştir; ama
aynı zamanda da dökülmekte ve her an yıkılacak haldedir.
20. Yüzyılın en meşhur eserlerinden biri
olan J. P. Sartre'ın "Bulantı" adlı kitabı çağdaş insanın hayatını
betimlemektedir. Jean Isoulet'nin kahramanı, çağdaş insanın sembolüdür. Bir
prens olan bu kahraman altın, debdebe ve görkem içinde yaşamaktadır. Ama
dermanı olmayan bir derde müpteladır. Bizzat Jean Jsoulet bu kahramanı
yorumlarken şöyle diyor: "Bu kahraman Fransa'dır. Fransa, altının, gücün,
medeniyetin ülkesidir. Yani tüm hayatî nimetler içinde yüzmektedir. Denilebilir
ki F. Bacon'un bilim hakkında dedikleri gerçekleşmiştir. Ama öte yandan da
dermanı olmayan bir derde duçardır."
Jean Isoulet bu kahramanın
"Fransa" olduğunu söylüyor: ama bugün bu kahramanın "bütün bir
medeniyet" ve "medenî insan'' olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer bir kahraman da " Eliot
"ınkidir3 Eliot, çağdaş insanı, çağın güçlü insanını daha tatlı bir
şekilde tanıtmaktadır. Eli-ot'un romanının kahramanı olan "Tiresias"
eski Yunan tanrıçalarından biridir. Bu tanrıça hünsâ bir tanrıçadır. Yani hem
dişi ve hem erkektir. Bu kahraman, muktedir olan günümüz insanının sembolü
olup, dünkü insandan iki kat daha güçlü-
2-
Rotterdam ikinci Dünya Savaşında yerle bir edildikten sonra tamamen modern
mimarî ile inşa edilen bir bakıma modern mimarî müzesi denilebilecek bir
şehirdir. Yollar, caddeler, şehir Yapılaşması, parklar, kısaca her şey, modern
yapılaşmanın ürünüdür. Böyle bir şey sadece Rotterdam da
gerçekleştirilebilirdi. Çünkü şehir, savaşta tamamen yerle bir olmuştu.
3
Eliot (1888-1965) bugünkü ingiltere'nin en büyük şairi, yazarı, filozofu ve
edebiyat eleştirmenidir. Bugün İngiltere'deki en büyük edebî şahsiyetin Eliot
olduğundan kuşkum yok.
24
25
ALI
dür.
Ama bu nasıl bir iki kat büyüklüğe sahip olmaktır? Tıpkı bir hünsa gibidir. Normal
insanın iki katı olan bir hünsadır bu. Eski insanın iki katı olmuştur. Ama
kısır ve daha zayıf olan bir iki kat olmaktır bu. İnsanî açıdan bunun yansı
olan eski insandan daha düşük bir konumdadır. Bütün bunlar neden yapılmış?
Niçin medeniyet? Niçin bilim? Niçin bunca güce ve görkemli sanata sahip olan bu
deha, böyle bir insan betimledi? Rotterdam heykelini niçin yaptı? Niçin bu
görkemi, gücü ve nimetleriyle hayat bir "Bulantı" haline dönüştü?
Niçin bu büyük medeniyet Camus'nün deyimiyle "veba" hastalığına
tutulmuştur? Niçin eski insanın iki katı olan çağdaş insan, hünsadır,
etkisizdir? Bana göre bilim her şeyden önce insanı tanımalıydı. İnsanın
anlamını açıklamalıydı. Daha sonra da insanın ihtiyacı ve buradaki hayatında
sahip olduğu misyonu ile uyumlu bir şekilde medeniyete, teknolojiye, keşiflere
ve buluşlara koyulmalıydı. Ama bilim insanı asla tanımamış ve yeryüzündeki
insanı anlamlandıramamıştır. Durmadan bina üstüne bina yapmakta; ama bir defa
olsun orada yaşayacak olan insanın gerçek ihtiyaçlarının ne olduğunu
düşünmemektedir. Sürekli olarak önceki binadan daha modern, daha gelişmiş olan
binadan bahsetmektedir. Ama orada yaşayan insanın kim olduğunu soracak olursak
der ki: "Beni ilgilendirmez. Sorunuz, bu hususta düşüncelerini ifade eden
eski ilahî hikmet ile ilgilidir."
O da bir sonuç vermezse boş vermemiz mi
gerekir? O halde bu medeniyeti kimin için vücuda getiriyoruz? Aslında bir
medeniyet vücuda getirmeden, bilimsel bir yöntem belirtmeden ve bilim veya
felsefe için bir misyon tayin etmeden önce tüm gücümüzle insanın nasıl bir
varlık olduğunu ve ne kadar farklı, çeşitli boyutları olduğunu tespit etmeli ve
daha sonra da bu bilgi esasınca işleri programlamak, medeniyet vücuda
getirmeliyiz. Bu bilgi temelinde bilimin mis-
yonunu
tespit etmeliyiz.
Bu önbilgiden maksadım şudur: Tanımadan,
felsefeleri incelemeden, sanat hakkında hüküm vermeden, edebiyat hususunda
görüş belirtmeden, hayatı, hatta dini ve felsefeyi tanımadan önce insanı
tanımak gerek. Din, insanın kemali, kurtuluşu ve hayat yoludur. İnsanın en yüce
ve en derin ihtiyaçlarının cevabıdır; ama dini tanımadan önce insanı
tanımalıyız. Eğer insanı tanıyacak olursak, onun için en iyi dini de
seçebiliriz. Onca öğretiler ve ekoller arasında, çeşitli ihtiyaçları olan bu
insan denilen varlık için hangisinin daha uygun olduğunu anlarız.
Ben bu bölümde incelemelerimle,
görüşlerimle, başkalarının görüşlerinden edindiklerimle insandan ne anladığımı,
tarih boyunca insanın ihtiyaçlarının neler olduğunu, açıklamaya çalışacağım.
Daha sonra da bu insan ve bir insanın sahip olması gereken hayatı karşısında
Ali'nin kim olduğunu ve nasıl bir yeri olduğunu açıklayacağım.
İnsanı dinî açıdan özellikle de İslam dini
açısından tanımak için, her şeyden önce yaratılış felsefesini ele almalıyız. Büyük
dinlerin çoğunun insanın nasıl yaratıldığını izah eden yaratılış felsefesi
vardır. Bu yaratılış felsefelerinde din, daha çok insanın kim olduğunu
göstermeye çalışmıştır. Ben öyle inanıyorum ki (araştırma alanım da dinler
tarihi olduğundan) İslam'ın en güzel yönlerinden biri de ortaya koyduğu insanın
yaratılış felsefesidir. Ama ne yazık ki gördüğüm kadarıyla buna pek dikkat
edilmemiştir. Bu, insanı hayretler içerisinde bırakacak kadar büyük ve
görkemlidir. İnsanın yaratılış felsefesinde, insanı tanıyabilmek için, içinde
semboller saklı yüzlerce nokta
26
27
vardır.
Öyle ki bu sembolleri bilmek insanın tüm boyutlarıyla gerçek manasını bilmek
demektir.
Burada İslam'daki insanın felsefesini ele
alıp inceleye-mem. Zira geçen yıl bu konu hakkında yaptığım incelemelerde,
Âdem'in Kur'an'daki kıssası ile rivayetlerden, insanı tanımakla ilgili elliden
fazla husus buldum. Eğer ileride bir fırsatını bulursam bu konuyu gündeme
getirmeye çalışacağım. Ama burada hepimizin bildiği bir meseleyi ele alacağım.
İslam'a göre insan, zıtların toplandığı bir
varlıktır. Bir tarafta en düşük, pis ve değersiz bir öze sahiptir ki insan
dilinde "Salsalun Ke'1-Fehhar" ve "Hama'un mesnun "4
kelimelerinden daha düşük, aşağı ve değersiz bir kelime bulunamaz, (çamurdan,
balçıktan yaratılmıştır insan.) Bu insanın bir boyutudur; ama öte yandan
Allah'ın meydana getirip imal ettiği bu çamurun ve balçığın yanında insan
zihninde tasavvur edilmesi mümkün olan en yüce ve en mukaddes anlam vardır. Bu
anlam, insanın bâtınını, fıtratını ve ikinci boyutunu yaratmıştır. Bu da
"Allah'' veya 'Allah'ın ruhu'dur. Elbette, burada edebî bir tabir söz
konusudur. "Allah" veya "Allah'ın ruhu", "Allah'ın
eli" tabiri gibidir. Bu tabir edebî anlama sahiptir. Yani insanın zatî
yapısının bir yönü kokuşmuş balçık, diğer yönü ise kendine üfürülmüş ilahî bir
ruhtur. O halde insan iki bo1 yutlu bir varlıktır.
Bir
boyutu oldukça düşük, diğer boyutu ise oldukça yücedir. İnsana ve Âdem'e
üfürülmüş ilahî bir ruhtur bu. Bu tümel insandır, bu hakikî insandır. Dış
âlemde var olan nesnel insan-_
4
Bunlar, bilimsel anlamlarının dışındadır ve ayrı ayrı ele alınıp
incelenmelidir. Ben bu meseleyi ahlakî açıdan tahlil edeceğim.
dır.
-Yani biz, hepimiz- Tüm insanlar balçık ve toprak kutbu ile Allah ve Allah'ın
ruhu kutbu arasında hareket halindedir. Bu insanın yoludur, insanın hayat
yoludur. Bu, başlangıcı kokuşmuş balçık, alçaklık, zillet ve tortulaşmış toprak
olan bir yoldur. Bu yüzden insan hep tortulaşmaya, dibe çökmeye ve olduğu gibi
kalmaya meyillidir. Bir ucu ise Allah'ın mutlak ruhudur. O halde bu kıssada
hem-insanın hayatı, hem insanın yeryüzündeki misyonu ve hem de insanın anlamı
ifade edilmiştir. Bu nedenle insan "toprak'' ile "Allah"
arasındaki yolu kat etmekte olan bir varlıktır. Bu yolun adı "din'dir.
İnsanın hedefi de budur.
İslam'ın insan hakkındaki tarifi, insan için
olması mümkün olan en değerli ve büyük mânâyı ihtiva etmektedir. Hatta
Atina'dan günümüze kadar üç bin yıl içinde gelmiş geçmiş hiç bir hümanist
öğreti veya filozof, -ki bunlar insanı merkez almakta ve insanı temel kabul
etmektedirler- böylesine değerli, böylesine yüce bir anlama ulaşamamıştır. Bu
hümanist öğretilerden en meşhuru, bugün Sartre'ın veya Martin Heidegger'in öne
sürdüğü egzistansiyalizm öğretişidir. Eğer fırsat bulursam insanı esas alan
Sartre. Heidegger ve Marcel'in, insanı tabiattan ayrışmış gördüklerini, insanı
yaratılış (hilkat) âleminden ayrı bir şekilde dokunup işlenmiş kabul ettiklerini,
insanı tabiattan soyutladıklannı anlatmaya çalışacağım. Bunlar insanın
Vacib'ul-Vücud'a (Allah) bile ihtiyacı olmayacak derecede büyük ve görkemli
olduğuna inanıyorlar. Aslında bunlar, İslam'ın Âdem kıssasında insan için ifade
ettiği mânâdan daha aşağı bir mânaya inanmaktadırlar.
O halde İslam açısından insanın misyonu
budur. Gerek tarih, gerek insanın tarihteki psikolojisi, gerek beşerî
kültürler, gerekse insanın tarih boyunca ortaya koyduğu tüm edebiyat ve sanat,
bu mânâyı göstermektedir. Nasıl? İnsanın tüm hayat biçimlerinde, yani gerek
elbisesinin bulunmadığı, yerleşik ha-
28
ALI
yata
geçmemiş ve tarım hayatına başlamamış bulunduğu be-devî hayat döneminde ve
gerekse günümüzde, tüm medeniyetlerde, kültürlerde ve insanlık tarihi boyunca
var ola gelmiş dinler arasında ortak bir yön bulunduğunu göstermektedir. Bu
ortak yön şudur: İnsan, av, yemek, savaşmak vb. gibi günlük işlerini bitirip
bir köşede kendini ve âlemi düşününce büyük bir sarsıntı içine girmekte,
dağdağaya kapılmaktadır. Bu dağdağa ve sarsıntı, insanın tarih boyunca ortaya
koyduğu tüm sanat eserlerinde mevcuttur. Elimize ulaşan ilkel bedevi insana ait
edebiyata, resme, mimariye, düşünceye ve inanca dair eserlerde, bu insanların,
bu âlemin diğer türleri gibi olmadıklarını, ağaçlar gibi olmadıklarını, dağ
gibi olmadıklarını, hayvanlar ve kuşlar gibi olmadıklarını hissettiklerini
görüyoruz. Onlar, bütün bunlardan daha fazla yanlarının bulunduğunu
hissediyorlardı. Onlar, elde ettiklerinden başka, ama ne olduğunu bilmedikleri
bir şeylere ihtiyaç duyduklarını hissediyorlardı. Kendileri ile bu âlem
arasında hissettikleri bu yabancılık, onlarda sürekli bir dağdağa ve ıstırap
oluşturdu. Bu ıstırap, bir kötümserlik meydana getirdi, (her şeye, tüm maddî
hayata ve bu âleme yönelik bir kötümserlikti bu). Bu âleme ve bu hayata yönelik
duyduğu kötümserlik, fıtratının bir parçasıydı. Nitekim bu kötümserlik her
çağda var olagelmiştir. Tüm ırklarda mevcuttur. Hissedilir gerçeklere karşı
kötümser olmayan hiçbir kültür yoktur.5 İnsanın âlem karşısındaki kötümserlik
duygusu ve bu alemden üstün ve değerli olduğunu hissetmesi, fıtratının bir
parçası idi. Zira bu duygu her zaman var olagelmiştir. Gözünde her şey
küçüktür. Gerçi insan bir takım ihtiyaçlarının ne olduğunu bile bilmemektedir.
Ama bu hissedilir âlemin kendi ihtiyaçlarını tümüyle temin edemeyeceğini bilir.
Bu
inanç
insanda kötümserlik vücuda getirmiştir. Bu âlemde ya-
*
5-
Bu meseleyi daha önce belgeleriyle ve tarihi şahitleriyle detaylıca yazıp
yayınladım. Burada fırsatımız olmadığından sadece başlıkları söylemekle
yetiniyoruz.
bancı
olması olgusu ve âlem ile farklılığı (nâ-mütecanis) gerçeği, zatının bir
parçasıdır. Hatta bazı din dışı filozoflar, zihinlerinde "başka bir
yer" tasavvur etmişlerdir. "Ben buraya ait değilim, bu âlemde
yabancıyım, burası bana dar geliyor gibi düşüncelere ve duygulara; "bu
âlemden daha yüce bir âlem olmalı, ben oralıyım, ben oraya layığım,
ihtiyaçlarımı da o âlem temin edebilir" gibi tasavvurlara sahip
olmuşlardır. Bu yüzden kültürlerin tarihine baktığımızda, ilkel kültürleri
incelediğimizde, ilkel insanın zihninde yer eden ilk felsefî kuramın, iki
âlemin varlığına inanmak olduğunu görürüz. Milattan beş bin yıl önce, yani
Sümerlerden çok önceleri bile bu mânâda "hades" veya
"hudis" ismiyle başka bir dünyaya inancın varlığını görüyoruz.
Sümerler de bu kültürü, kimler olduğunu bilmediğimiz bir kavimden almışlardır.
Ama yaklaşık olarak yedi bin yıl önce Mezopotamya'da yaşayan bu kavim,
"burada olmayan", buranın ötesinde ve daha ötede bir yer anlamı
vererek (hades veya hudis) diye adlandırdığı bir âleme inanıyordu. Bizim
kültürel açıdan bedevî olan dönemlerdeki tarihimizde ve edebiyatımızda da bu
vardır. Bu da göstermektedir ki ilkel insanın zihninde yer eden ilk felsefî
kuram "başka âlem" kuramıdır. O "başka âlem"in ne olduğunu
bilmeseler de, o âlemi zihinlerinde tasavvur edemeseler de, bu âlemle ilgili
hissettikleri, bu âlemle mütecanis olmadıkları yönündeki duygulan ve bu âlemde
yoksunluk hissine kapılmış olmaları, onları, daha iyi, daha mütecanis oldukları
bir âlemin, daha yeterli olan başka bir âlemin varlığına inanmaya zorlamıştır.
Bu yüzden de ilk kuram "alemin ikiliği", yani iki âlemin varlığı
kuramıdır. Hatta her türlü medeniyet eserinden bile yoksun olan insan için bile
bu kuramın geçerli olduğunu görmekteyiz.
İkinci mesele ise elbisesi dahi olmayan, en
ilkel insanların duygularında bile varlığı görülen kutsallık meselesidir. Bu
kutsallık ya da kutsal olma meselesi, halk bilimi ile ilgili inceleme-
lerde
ve 16. yüzyıl ekolojisi ile ilgili yapılan araştırmalarda, özellikle de 18.
Yüzyılda Spencer ve Louis Braille tarafından yapılan araştırmalarda ortaya
konmuştur. Yani şunlar kutsal sayılanlar diğerleri ise profan olan, yani
normal, sıradan, maddî olan ve hiçbir saygınlığı bulunmayan varlıklardır. Şu
toprak, bu şekil veya bu renk kutsaldır. Niçin kutsaldır? Bunun nedeni belli
değildir. Her kabileye göre belli bir sebepten dolayı kutsaldır. Oldukça bedevî
ve ilkel bir sebeptir, dolayısıyla da bu sebep ortadan kalkmıştır. Ama ister
bedevî olsun isterse medenî olsun tüm kültürlerde bir üstün ve bir de düşük
olmak üzere iki âlemin var olduğuna dair bir inanç söz konusudur. Aynı şekilde
bu dünyada eşyanın bazısının kutsal, bazısının ise profan olduğuna dair bir
inanç mevcuttur. Bundan dolayı, bazı fenomenler kutsaldırlar, övgüye
layıktırlar, onlara yönelik herhangi bir saygısızlık yapılmamalıdır. Onlar için
bir tapınak yapılmalı ve o tapınak süslenmelidir. Orada tam bir saygı ile
merasim yapılmalı ve onlar yüceltilmelidir. Bütün bunlar, ilk insanın
duygularının ürünüdür ve bu duygu, kesinlikle bu âleme özgü bir şey değildir,
dolayısıyla daha yüce ve üstün bir âlem mevcuttur. İnsan fıtratının ve ruhunun
bu inancı, bu duygusu, diğer âleme olan eğilimi, gayba yönelik meyli, kendisini
ait görmediği buranın ötesindeki bir âleme ve kendisini ait görmekle birlikte
neresi olduğunu bilmediği, tüm ihtiyaçlarını karşılayacağına inandığı mutlak
bir âleme yönelik alakası, insanda âlemde kutsal ve soyut varlıkların mevcut
bulunduğuna dair bir inanç doğurmuştur. Bu da ilkel, bedevî dinlerin ilk şekli
sayılmaktadır.
Ama insanîn "varolan şeyler'e karşı olan
kötümserliği, tarih boyunca hiç değişmemiştir. -İnsan düşüncesinin ve ilminin
gelişimi ölçüsünde yalnızca telakkiler değişmiştir.- İnsan "var olan
şeyler'den kaçmaya meyillidir. "Var olan şeyler", insana az
gelmektedir. Bu gurbet duygusu, insanda belirsiz bir dert ve
kaygı
(sıradan tasa ve kaygılar değil) vücuda getirmiştir. Bu belirsiz dert ve kaygı,
tarih boyunca insandan ayrılmamış, tüm edebiyatlarda, irfânî ya da gayri irfânî
öğretilerde ve aşkın [müteal] sanatlarda kendini göstermiştir. Bu gam ve hüzün,
insanın daha bilinçli, daha derin ve daha insanî olan hallerinde daha fazla
görülmekte, duyulmaktadır. Biz bu gurbet feryadını bundan tam beş bin yıl önce
Sümerler arasında yaşayan Gılgamış adlı bir kahramanın ağzından duyuyoruz. Bu
kahraman, şöyle feryat ediyordu:6 "Ben buraya ait değilim. Ben şu toprağın
altında yabancıyım. Bu göklerde yabancıyım. Bu âlem bana dar geliyor. Ey
ilahlar beni oraya çekin. Bana yol gösterin ki oranın neresi olduğunu bileyim.
Buradan kurtulayım."
Bu kurtuluş, necat, felah ya da Buda'nın
deyimiyle "muk-şa" kelimesi insanlık tarihi boyunca tüm dinlerin ve
kültürlerin ortak arzusu olmuştur. Bu kurtuluş, şu inançtan doğmuştur: İnsan,
bu dar ve noksan âlemde mahpustur. Fakat öte yandan insan, bu âlemle akrabadır
ve ona muhtaçtır. Ama bilinçsizce de olsa var olan her şeyin bunlardan ibaret
olmadığını hissetmiştir. Varlığın bittiği yerde duygular devam etmekte; ama her
şey elinin altında olunca da gam ve keder kaplamaktadır her yanını.
Bu yüzden sınıfsal psikoloji, manevî-felsefî
kaygıların burjuvaya ait olduğunu söylüyor. (Bu oldukça anlamlı ve de
doğrudur.) Burjuva kimdir? Yani hayat açısından müreffeh olan ve maddî
imkanlardan yararlanan kimsedir. Ama o buna rağmen üzüntülüdür. Burjuva ve
eşraf takımına dayanan tüm öğretiler, tarih boyunca hep inzivacı, halvetçi,
kaygılı ve kötümser olmuştur. Niçin? Zira bunlar, âlemde var olan her şeye
sahip oldukları halde istekleri bitmemiş ve devam edip durmuştur.
6
Bu, yeni keşfedilmekle birlikte insanlık tarihinin en eski destanıdır.
33
ALI
Bu
dünya onlara az gelmiştir. Bu âlem onlann tüm isteklerine cevap vermekten
âcizdir. Bu yüzden refah içinde yüzen sınıfın gamı ve kederi daha fazladır.
Hissedilen âlem, onların ihtiyacına cevap verememektedir. Bu yüzden düşünsel
açıdan acıya ve inzivaya yakın, kötümser olan ve felsefî dert sahibi olan
sınıflar, hayattan daha fazla nasiplenen sınıflar olmuştur. Bu mesele oldukça
derindir. Bu da insanın tanıdığı, gördüğü ve hissettiği maddî anlamdaki
"var olan"' her şeyden, daha fazla olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla insan bu âlem karşısında kendisini her zaman daha aşkın [müteal]
hissetmiştir. Bu histen, karamsarlık, bu karamsarlıktan da acılar ve üzüntüler
meydana gelmiştir. Acı, üzüntü ve yoksunluk duygusu, kurtuluş ve neresi
olduğunu bilmediği bir yere ulaşma arzusunu doğurmuştur. Onda, bu âlemde
olmayan, burada elde edemediği ihtiyaçlar var etmiştir. Neresi olduğunu
bilmediğim yer neresidir? Bu âlemde bulamadığım ve ne olduğunu bilmediğim bu
ihtiyaçlarım nelerdir? İşte ilkel insandan en medenî insana kadar herkesin
sorduğu bu soruların cevabı çeşitli dinleri, edebiyatları, sanatları,
kültürleri vücuda getirmiştir. Bunlar, her dönemde ve her ırktan insanın
sorduğu sorulardır. Bu insan, ideallerini gerçekleştirebilmek, "var
olan"dan daha yüce arzularını, bu dünyada bulamadığı ihtiyaçlarını ve bu
dünyada hissettiği yoksunluğu, giderebilmek; neresi olduğunu bilmediği o yüce
âleme ulaşmak için. bu kutsal olmayan âlemde var olmayan o kutsallara ulaşmak
ve onları tanımak için, çeşitli yollara başvurmuştur. Bu duygudan ilkel dinler
ortaya çıkmıştır. Dinin fıtrî oluşunun anlamı da işte budur.
Fıtrat kelimesi Kur'an'da ne kadar da güzel
kullanılmıştır. Ben, dinin içgüdüsel bir şey olduğunun söylenmesine karşıyım,
içgüdü ve fıtrat birbirine oldukça yakın şeylerdir; ama aynı değildir. Fıtrat,
insanın«yapısını ifade eder: ama içgüdü, insanın fıtratına konmuş haller,
özellikler ve güçlerdir. İçgüdüler,
insanı
bilinç dışı olarak bir yerlere çekmektedir. Ama din böyle değildir. Din.
insandaki bilinçsiz ve kör bir iç güdü değildir. (Din iç güdü değildir). Din,
fıtrîdir, yani insanın zatına bilinçli bir şekilde yerleştirilmiştir. Bu
vesileyle insan, o kurtuluşa ermek için bir yol bulup onda ilerlemelidir.
Kurtuluşa ulaşmak için, neresi olduğunu bilmediği o mükemmel yere ulaşmak için
bir yol tutturmalıdır. Zira burası nakıstır. İnsan burada yoksunluk
hissetmektedir. İnsan öteki âleme aittir. Vatanı da orasıdır, burası onun için
gurbettir. İnsan için gurbet olan bu âlemde, biz bu iniltiyi, birbiriyle hiçbir
benzerliği olmayan insanların dilinden ve hançeresinden işitmekteyiz. Hatta
birbirine zıt insanlar bile bu ortak feryadı yükseltmişlerdir. Ben öyle
sanıyorum ki Gılgamış'ın hüzün dolu destanını7 yaratan Gılgamış'ın çığlığı da
bu gurbet aleminin çığlığıdır ve bu âlemden kurtulmak ve neresi olduğunu
bilmediği öteki âleme ulaşmak için yükseltilen bir çığlıktır. Ben Ali'nin
yücelikler ve güzellikler dolu ruhunda da aynı çığlığın mevcut olduğuna
inanıyorum.
İncil'de çok sevdiğim bir ayet vardır. Tüm
İncil tahrif olmuşsa da bu ayet, bir Peygamber sözünün kokusunu taşımaktadır.
Zira semavî bir kitabı tahrife kalkışan hiç bir insan, böyle bir cümle
kurabilecek şuura ve zevke sahip değildir.
Bu ayete şöyle deniyor: "Ey insanlar,
(büyük ve bağımsız bir insan inşa etmek istenmektedir) çoğu insanların gittiği
yoldan gitmeyin. Az insanın gittiği yoldan gidin. Zira tarih ve tekamül, yeni
bir yol seçenlerin ve halk kitlelerinin gitmediği bir yolda- ilerleyenlerin malıdır.
Takipçilerinin az olduğu bir yoldan gidin. Gidenlerinin çok olduğu yollardan
gitmeyin.'' Bi-
7
Sümer ve Bâbil kitabelerinde yer alan bu destanın tam metni, yakın dönemde ele
geçmiştir. Yazık ki insanlığa ait bir çok eşsiz güzellikler ve değerler, yok
olup gitmektedir.
34
ALI
zans
din adamları, bu ayete göre amel etmek adına caddelerden yürümez, sokaklardan
ya da ara yollardan giderlerdi.
Bu da, bazen bir güzelliğin, bir derinliğin
ve fikrî bir yüceliğin, bu yüceliği kavrama yeteneğine sahip olmayan
düşüncelerde nasıl komik bir şekilde tecelli ettiğini göstermektedir.
Ali, büyük şahsiyetlerden biridir hatta bana
göre, en büyük insanî şahsiyettir. (Burada özel bir risaleti olan Peygamberi
müstesna tutmak gerekir.) Ali, her zamankinden çok daha fazla bugün yabancıdır
ve tanınmamıştır. Keşke sadece tanınmamış olsaydı, aynı zamanda kötü
tanınmıştır. Keşke onun kim olduğunu dahi bilmeselerdi. Araştırmacılar da keşke
onu ilk defa tanımış olsalardı.
Ali'yi bazen savaşlarda kılıç sallayan bir
kahraman, şehirde aktif ve titiz bir siyasetçi, günlük hayatta oldukça müşfik
bir baba, çok özenli ve çok şefkatli bir eş; -kısacası tam bir hayat adamı-
olarak görürüz. -Tarihte yer aldığına göre- Gece yarıları Medine etrafındaki
hurmalıklara gidiyor ve kimsenin göremeyeceği, işitemeyeceği bir yerde, bir
kuyunun başında ağlayıp inliyordu. Ben, Medine'deki sorunların, Araplara, Arap
toplumuna, İslam toplumuna, hatta kendi dostlarına ait sıkıntıların bu yüce
ruhu, böylesine ağlatıp inletebileceğim asla kabul edemiyorum. Ali'nin derdi
çok daha büyüktü. Ali'nin o yüce ruhunu böylesine inciten o dert, çok daha
büyük bir dert olmalıydı. Bu dert, kendini bu dünyada mahpus gören insanın
derdidir. Kendini bu dünyadan yüce gören ve boğulur-casına sıkılan bir insanın
feryadıdır bu feryatlar. İnsan, ne kadar insanlaşırsa o kadar çok ihtiyaç
duygusuna kapılır. Zira insan, sahip olduğu şeyler nispetinde değil, ihtiyaç
duyduğu şeyler nispetinde insandır. Bu yüzden Ali, bu âlemde temin
edemeyeceğini bildiği bir takım ihtiyaç duyguları içinde kıvranıyordu. Ali,
herkesten çak daha fazla bu âlemde gurbet hissi içerisinde bulunuyordu.
Dolayısıyla da bu âlemde herkesten
daha
fazla feryat edip inliyordu. Ali'nin ruhunu böylesine perişan eden de bu
feryatlar ve iniltiler idi. Bu feryatları, bugün sadece metafiziğe inanmamakla
kalmayıp, Allah'ı ve metafiziği insan zihninden silmeye çalışan insanların
ağzından duymaktayız. Halbuki bunlar insanın sadece maddî yönünü dikkate almış,
metafiziği, manevî ve ilahî değerleri reddetmişlerdir.
Sartre işte böyle bir insandır. Tüm fikrî ve
felsefî çalışmalarında insanın sadece kendisini algılamasını ve bu hayattan
yüce bir hayatın olmadığına inanmasını istemektedir. Sartre'ın tüm felsefî
eserlerinde maddeye inanç göze çarpmaktadır. Tüm eserleri insandan ve bu maddî
âlemden bahsetmektedir. Onun tüm felsefesi, insandan ve bu maddî âlemden başka
hiçbir şeyin bulunmadığını ispat etmeye yöneliktir. Dolayısıyla böyle bir insan
kötümser değil, iyimser olmalıdır. Yani insanı bu âleme ait, bu âlemin bir parçası
olarak görmeli ve bu âleme denk bir varlık olarak kabul etmelidir. Bu sebeple
de bu âleme karşı iyimser bir insan olmalıdır. Gurbet iniltisi içinde olmayan
bir insan olmalıdır. Kurtuluş için onca ıstırap ve çırpınış içinde olmamalıdır.
Zira ona göre başka bir yer yoktur ki oraya gitmenin ıstırabı veya gidememenin
gamı ve hüznü içinde olunsun. Fakat felsefî eserlerinin aksine, edebî
eserlerinin tümünde kendisi de inlemektedir. Bu, gerçekten de çok güzel ve
estetik bir olgudur. Hayatı "bulantı" olarak nitelendiriyor. Bu
hayata alçak, ahmak ve akılsız demektedir. Niçin? Eğer tüm gerçekler bu
âlemdekilerden ibaret ise o halde hayat neden ahmak olsun? Bu âlemi ahmak diye
nitelemeye kimin hakkı vardır? Elbette ki daha bilgili, yüce, akıllı ve kutsal
bir âlemin varlığına inananların. Madem ki sen buna inanmıyorsun o halde bu
âlemin bir parçası olan ve bundan başka da bir şey olmayan insan için neden
inliyor, feryat ediyorsun? Sartre'ın tüm edebî eserleri, bu âlemin
noksanlığına, anlayış
36
ALI
ve
idrak sahibi olmayışına, insan ile aynı cinsten olmamasına ve insanın âlemin
tamamından daha üstün olduğuna dair inleyişlerle doludur. Egzistansiyalizm,
işte budur: Yani âlemin mahiyeti varlığından öncedir. Yani mesela biz şeker
kırmak için bir çekiç yapmak istiyorsak, öncelikle bu çekicin nasıllığı ve
mahiyeti zihnimizde mevcuttur. Biz, o mahiyete vücut [varlık] kazandırırız. Ama
insan farklıdır. İnsanın "egzistans'ı (existence), yani varlığı
mahiyetinden öncedir. Yani insan önce varlığa kavuştu. -Hiç değildi ama içsizdi
[boştu], hiçbir hasleti ve manası yoktu.- Bu insanî şahsiyetini ve mahiyetini,
daha sonra kendi varlığından, kendi eliyle yarattı; yaratmaya da devam
etmektedir.
Şu an bu sözün doğruluğunu ya da
yanlışlığını bir tarafa bırakıyorum. Fakat şunu söylüyorum: "Sen bu âlemin
dışında' başka bir yüce âlemin varlığına inanmıyorsun ve insanı, bu âlemde
mahpus olarak görmüyorsun; o halde neden edebî eserlerinde bu âlemden daha yüce
bir âlemin olduğuna inanan, insanın bu dünyada zindanda olduğunu kabul eden, madde
âleminin bir ahmaklık âlemi olduğuna, bu âlemin daha ötesinde mutlak şuurun,
mutlak duygunun, mutlak hayatın bulunduğu kutsal bir âlemin var olduğuna inanan
ve insanı bu âleme ait gören Ali ve benzeri insanlar gibi feryat
ediyorsun?" Sartre, felsefî eserlerinde insanı bu âleme denk saydığı ve
onunla aynı türden olduğunu söylediği halde, edebî kitaplarında insan için
feryat etmekte, inlemektedir. Sartre, ister egzistansiyalist olsun, isterse
diğerleri gibi materyalist biri olsun hiç fark etmez; ama şiir yazmak
istediğinde, kendini "ben" olarak hissetmek istediğinde, bunun eksik
olduğunu idrak ediyor. Dolayısıyla bu âlemden daha yüce ve kutsal bir âlemin
var olması gerektiğini hissediyor. Bu duygu ve bu inleyiş, tarih boyunca tüm
insanların hançeresinde var olagelmiştir. Bu gam
38
ve
hüzün, insanlığa ait tüm aşkın kültürlerde mevcuttur.
Aristo zamanından beri şu söz
söylenmektedir: Ressamlık, musiki ve heykeltıraşlık gibi sanat eserleri iki
çeşittir. Bu eserlerden bazıları düşük ve sıradan, bazıları ise aşkın [müteal],
insanî ve güzel eserler olan hüzün verici trajedilerdir. Niçin trajediler
aşkındır? Çünkü bunu yaratan insanî duygulardır. Trajediler, mevcut âlemin
noksanlığı ile insanın ait olduğunu hissettiği o meçhul âlemden uzak kalmaktan
doğan hüzünden kaynaklanmaktadır.
Bu ıstırap ve yoksunluk duygusu tarihte iki
şekilde tecelli etmiştir. Bunlardan birisi sanat, diğeri ise dindir. Sanat bu
noksan alemden mutlak mukaddes ve aşkın [müteal] âleme açılan penceredir. Din
ise o âleme açılan bir kapıdır. Yani insan içinde yaşadığı bu odanın kendine
layık bir yer olmadığını her zaman hissetmiştir. Bu odanın insanın bir çok
ihtiyaçlarını temin ettiği doğrudur; ama daima insanın zihninde daha büyük
âlem, daha yüce bir atmosfer ve daha açık bir ufuk var olagelmiştir.
İnsan, daima o âleme kavuşmanın heyecanı ve
bu âlemde kalmanın ıstırabı içinde yaşamıştır. İnsan, sürekli bu zindandan
kaçıp kurtulma gayreti içinde olmuştur. Tarih öncesinden bugüne her dönemde,
her insan, her ırk, her kabile, her din ile ilgili bu hususta birçok tanık,
belge ve eser mevcuttur elimizde. Elbette insan bu duygularını bazen sanat
kalıbında ifade etmeye çalışmıştır. Aslında sanat da buradan ortaya çıkmıştır.
Sanat, insanın âlemdeki yoksunluk duygusundan doğmuştur.
Sanat, yaratmaktan ibarettir. Her yaratış,
bu âlemde olmayan bir şeye duyulan ihtiyaçtan ve söz konusu yoksunluk
duygusundan doğmuştur. Zira eğer o şey âlemde var olsaydı, artık yaratmaya
ihtiyaç duyulmazdı. Biz, eğer her yerde senfonik sesler duysaydık, asla senfoniler
yapmazdık. Nitekim biz
3Q
ALI
hiç
bir zaman su yapmaya çalışmayız; zira su zaten vardır. Eğer güzellik olsaydı
biz güzelliği yaratmak için bunca çaba sarf etmezdik. O halde ben bu âlemde olmayan
güzelliklere muhtacım. Ama ben yaratışım sayesinde bir sanat yaratıyorum. Benim
günlük konuşmaların dışında bir konuşma biçimine ihtiyacım var. Dolayısıyla
günlük konuşmalarım tüm duygularımı ifade etmeye yetmediği için. şiir adında
özel bir dil yaratmaya kalkışıyorum. Bu âlemde var olan şekiller benim
güzelliğe ve estetiğe olan ihtiyacımı karşılayamadığı için, bu âlemde olmayan
bir takım güzellikleri yaratmaya çalışıyorum.
O halde sanat, şerefli insanı içinde
hapseden bu hakir evin, mutlak isteklerimizin mevcut olduğu ve neresi olduğunu
da bilmediğimiz yere açılan bir penceresidir. Niçin? Zira sanatın derin bir
felsefî temeli yoktur. Aksine duygusal bir temele dayalıdır sanat. Ben bu evde
mahpusum. Bu ev çirkindir. Bu ev görecelidir. Bu ev bana yoksunluk duygusu
veriyor. Bu ev, olması gereken güzelliklere sahip değildir. O halde ben
pencereyi açıp dışa yöneliyorum. Bu evden daha güzel, daha öte ve yüce bir
âleme... Din de insanı bu kötü toprak evden çıkarıp Allah'a doğru götürmek için
bir "kapı" açar. O halde din, benim için bir gurbet olan bu evden bir
kurtuluştur. Sanat ise bu evde karşılayamadığım ihtiyaçlarımı yalancıktan
gideren bir şeydir.
İnsan bu âlemde kendini zindanda
hissetmektedir. İnsanî yönü fazla olanlar, bu duyguyu daha fazla hissetmektedirler.
Zira Aristo'dan günümüze kadar daima trajediler ve hüzün veren sanat ve
edebiyat eserleri daima aşkın [müteal] eserler olarak görülmüştür. Bizler
sıradan günlük yaşantımızda dünyevî bir makama yaklaştığımız zaman seviniriz,
neşeleniriz; ayağımızı yere vurup oynamaya başlarız. Bu, çok sıradan bir durum
karşısında çok müptezel Suygudur. Fakat insanın içinde derin duygular, derin
düşünceler oluşunca üzüntü ve gam
meydana
gelir. Bu gam oldukça latif bir ıstırap ile iç - içedir. Bu yüzden hüzünlü
eserler aşkındır. Bu yüzden biz gamı severiz. İnsan yüceldikçe, aşkınlık
kazandıkça hüzün verici eserlerden hoşlanır. Niçin? Tüm piyesleri, tüm filmleri
ve tüm şiirleri müteal (aşkın-yüce) ve müptezel (düşük-bayağı) diye ayıracak
olursak, yüce, güzel, derin ve insanî olan eserlerin tümünün hüzün verici
eserler olduğunu görürüz. Ama tüm düşük ve müptezel eserlerin istisnasız tümü,
sevinç ve neşe verici eserlerdir. Biz neden hüzünlü şiirleri severiz? Niçin
yüce insanlar sevinç ve neşe verici eserleri değil de daha çok hüzün verici
şiirleri araştırma ve inceleme konusu yaparlar? Avrupa'da yapılan
istatistiklerin de ortaya koyduğuna göre komedi filmlerini daha çok kültür
seviyesi düşük insanlar seyrederken, hüzün verici filmleri kültür düzeyi yüksek
olan kişiler izlemektedir. Filmleri ülkelere ihraç etmek istediklerinde de
komedi filmlerini kültür düzeyi düşük ülkelere gönderiyorlar. Kültür düzeyi
yüksek ülkelere ise hüzün verici filmleri gönderiyorlar. Biz neden sonbaharı
severiz? Zira sonbahar mevsiminde bir "son" duygusuna kapılıyoruz.
Yani kurtuluşun daimi derdini gurûb vaktinde daha derinden duyuyoruz. Derin
duygular daha çok gurûb vakti ile dosttur.
Böylesi bir hal içindeki insan, kendini bu
zindanda-bir mahpus olarak hissetmektedir. Esaret altındayken bu mahpusluğun
derdini hafifletmek için de zindanı, kendi evi gibi süslemiştir ve buradan
sanat ortaya çıkmıştır. Bazen de insan, bu zindandan kaçmak için kapıyı açmak
istemiş ve kendi vatanına dönmek için çalışmıştır. Bu çaba ise dindir. O halde
din ve sanat, aynı fıtratın ve aynı duygunun ürünüdür. Bu yüzdendir ki tarih
boyunca sanatlar istisnasız olarak dinin kucağında olmuştur. Bu söz, bilim
tarihine ve sanat tarihine ait bir sözdür. Tüm sanatların istisnasız olarak
dinin bir parçası olduğunu sosyolojik açıdan ispat eden Durkheim olmuştur.
Binaların
40
ALI
düzenlenmesi
demek olan dekorasyon bile dine aittir. Dekorasyonun dine aidiyeti, insanın ev
sahibi olamadığı ilkel çağlara kadar uzanmaktadır. İnsan, bir eve sahip
değilken bile kutsal şeyleri, belli bir yere, örneğin bir mağara kovuğuna
koyuyor ve orayı süsleyip güzelleştiriyordu. Orada bir mihrap yapıyor, boyuyor,
tezyin ediyor ve oranın güzel görünmesine çalışıyordu.
Binaenaleyh mimarî ve binaların tezyin
edilmesi sanatı, insanın henüz bir eve bile sahip olmadan önce dinî
ihtiyaçlarını gidermek için, din vesilesiyle vücuda getirilmiş çalışmalardır.
Zira din ve sanat, birbirinin yakın akrabasıdır. Birisi, insanın derdini
azaltmak için aldatıcı bir takım cevaplar vermektedir. (Zindanını evinde kurmaktadır,
burası öyle bir evdir ki, ben oranın benim zindanım olduğunu biliyorum; ama
burası da bu şekilde olmalıdır) Birisi de insanın bu zindandan kurtuluşu için
çalışmaktadır ki bu da dindir.
İnsan tarih boyunca bu ihtiyacını karşılamak
için (daha önce de söylediğim gibi bu zindandan çıkmak için bir kapı açan dinin
dışında da bazı şeyler, insanın kurtuluşu için bir ana menzil göstermiştir. Bu
ana menzil farkında olsun ya da olmasın tarih boyunca daima insanı sarsmış ve
ona sönük bir kurtuluş vermiştir) ve bu âlemde hissettiği yoksunluğu gidermek
için -hatta zihinsel planda bile olsa- daima yapmaya ve yaratmaya yönelmiştir.
İnsanda tecellisini bulan buradan gitmenin ve burada hissettiği yoksunluğu
gidermenin yollarından biri, istenilenin mükemmel kılınmasıdır. İstenilenin
mükemmel kılınması ne demektir? Bu istenilen mükemmeli kendisi de tanımıyordu,
somut bir şekilde tasvir etmek için gerekli kültüre de sahip değildi. Ama
buraya ait olmayan ve bu alemin karşılamaktan aciz kaldığı bir takım aşkın ihtiyaçlarının
bulunduğu duygusu, insanın zihnin» ve düşüncesini, farazî bir istenilen
mükemmeller icat etmeye zorlamıştır. Bundan dolayı öyküler
42
ortaya
konmuştur. Öykü yaratmak, tarihin ilk çağlarından bu güne kadar hep var
olagelmiştir. İnsan niçin öykü yazmaktadır? Niçin ortaya konan öykülerde bu
âlemde var olması mümkün olmayan bir takım kahramanlar yaratılmakta, birtakım
olaylar ve ilişkiler meydana getirilmektedir? Zira insanı doyuran ve insanın
daima onun için çırpındığı ve arzusunu duyduğu şey "mutlak"tır.
Mutlak ne demektir? Güzellerin en güzeli, celallerin en celali, yücelerin en
yücesi ve ölümsüzlük, ebediyet... (İnsanın tüm çırpınışı bu mâna içindir)
Hiçbir kiri ve bulaşığı olmayan mutlak temiz aşk, mutlak derecesinde muhabbet
ve fedakarlık, yenilgisi olmayan kahramanlık, mutlak derecesinde yenilgisi
olmayan bir kahramanlık, hiçbir pisliğin ve zaafın bulaşması mümkün olmayan
mutlak takva (ko-runmuşluk), nihayetsiz olmak, mutlak olmak, mutlak kemalin en
yüksek kemal derecesi, -mutlak insan- olmak... Bütün bunlar, sürekli olarak
insana vesveseler veren, insanı bitkin düşüren, insanı kendisine ait gördüğü bu
mutlaklara ulaşma arzusuna yönelten mânâlar olagelmiştir. Ama insanın gördüğü
her şey kirlidir. Tattığı aşk kirlidir. Halbuki insan hiçbir kirliliğe
bulaşmamış bir aşka ihtiyaç duyar. Dolayısıyla öykü yazımına yönelir. Olmasını
istediği, ama gerçekte olmayan aşkı anlatır. Bunu gerçekleştirmenin yollarından
biri, onun ideal âlemini tasvir etmektir. En iyi şehir ya da toplum, ütopyada
yaratılır. Yani hayalî bir şehir kurar. Bu hayalî şehir kurma işi, Eflatun'un
zamanından günümüze kadar hep var olagelmiştir. İnsan, yeryüzünde kurulması
mümkün olmayan bir şehri zihninde kurar. Gerçekten de insan, tarih boyunca hep
hayalî bir şehir kurmaya çalışmıştır. Tüm insanî kültürlerde cennet var
olagelmiştir. Cennet ideal ve mutlak bir hayat olup tüm kültürlerde yer
almıştır. Aslında cennet inancı, insan fıtratının bir parçasıdır.
"Medine-yi Fâzıla "ya inanç, insan fıtratının bir parçasıdır. Fakat
bunun nasıl bir şey olduğuna ilişkin tasavvurlar, sahip olunan kültüre,
maneviyata ve kemale göre değişmek-
43
tedir.
Lakin buranın daha üstün bir yer olduğu ve insanın da buraya ait olduğu
konusunda hiç kimse şüphe etmemektedir.
İnsanın en büyük cilvesi, bu ruhun cilvesi
ve insanın zatî olarak fıtratında daima taşıdığı bu hususî duygular
efsanelerdir. Efsane, bir takım şahsiyetler, eserler, hayatlar, duygular,
bağlar, bağlantılar ve en yüce mertebedeki insanî ilişkiler bütünüdür.
Yeryüzünde efsanelerin olmadığı zamanlarda bile insan, bu ihtiyacını,
süreklilik arz eden vesveselerini, arzularını ve ıstıraplarını tatmin etmek
için zihninde üretiyor, sonra da bu sembollere, bu eserlere ve bu tanrıçalara
tapıyordu.
Aslında bu gece buraya kadar anlattıklarımdan
bir sonuç çıkarmak istiyordum. Ama ne yazık ki yarıda kesmem gerekiyor.
Devamını gelecek akşam ele almak istiyorum.
Ama şunu da ifade etmek gerekir ki bu
anlattıklarımız sadece belli bir din, belli bir kültür ve belli bir medeniyete
özgü bir şey değildir. İnsan ile ilgilidir. İnsan bu âlemde sürekli bir
yoksunluk içinde olmuştur. Bu yoksunluk duygusu da insanda yabancılık ve gurbet
duygularını vücuda getirmiştir. Bu yabancılık duygusu da insanda ıstırap ve gam
oluşturmuştur. Bu yoksunluk ve gurbet duygusu, insanda vatan ve gayb duygusunu
meydana getirmiştir. (Ben oraya aidim. Ama orası neresidir, bilemiyorum. Nasıl
bir yer olduğunu bilemiyorum. Ama şu kadarını biliyorum ki ben buraya ait
değilim.) Bu daimî ıstırap, evrende duyumsadığı eksiklik duygusunu tatmin etmek
üzere sanatı vücuda getirmiştir. Dinin rolü ve misyonu,-bu yoksunluğa cevap
vermek; insanı, tarih boyunca duyumsadığı gurbet ve yabancılık duygusundan
kurtarmak ve insanın bu gurbetten kaçıp vatanına dönmesini sağlamak için yol
göstericilik yapmak olmuştur. İnsanın daima hüzün ve ıstırap içinde oluşunun
göstergelerinden biri de varlık âleminde sürekli olarak bir yoksunluk duygusu
içinde olmasıdır. Bu duyguyu Sartre gibi Allah'a inanmayan kimseler bile taşır.
Keza herkes
Efsanevi
Bir Hakikat: Ali
kabul
eder ki insan bu âlemden büyüktür ve insan daima mutlak kemali sever,
"mutlak"a tapar. İnsan daima mutlak kemali elde etmek ve tüm manevî
boyutlarıyla "mutlak"a ulaşmak arzusu içinde olmuştur. İnsanın bu
duygusu tarih boyunca tüm kültürlerde, tüm dinlerde, sanatta, resimde ve
edebiyatta tecelli etmiştir. İnsanın sahip olduğu bu duygunun tecellilerinden
biri de efsanelerdir. Efsaneler, insanın bu dar ve nakıs âlemde duyduğu yaşama
acısını hafifletmek için, insanı mitolojik dünyanın tanrılarını ve muhtaç
olduğu maveraya ait yarı tanrıları övmeye ve onlara tapınmaya zorlamıştır.
Sonraki bölümde, dünyadaki tüm kültürlerin
ve ırkların, tüm insanlık tarihi boyunca -Gılgamış'tan Sartre'a, tarih öncesi
bedevî insandan, bugünün Avrupa medeniyetine kadar-nasıl sürekli olarak bir
efsane yaratmak peşinde koşturduğunu anlatacağım.Bu efsanenin insanın manevî
hayatındaki yeri nedir? Ve bu öyküde Ali kimdir? Bundan bahsedeceğim.
***
Bazı hanımların ve beylerin dün akşam burada
bulunmamış olabileceklerini düşündüğümden ve bu akşam bahsedeceğim konulann da
dünkü konulara bağlı olmasından dolayı dün akşamki konulan başlıklar halinde
kısaca tekrar ederek sözlerime devam edeceğim.
Konuşmamın konu başlığı, ilan edildiği üzere
"Efsanedeki hakikat Ali"dir. Yani insan efsanesinin bir hakikati
olarak Ali... Dün akşam da arz ettiğim gibi her araştırmacı Ali'yi tanımak için
muhtelif açılardan inceleme yapabilir: Birinci olarak Ali'nin eksenini teşkil
ettiği Şia mezhebi tarihi açısından, ikinci olarak bütün İslam mezheplerinin
Ali'nin ilk büyük İslâmî simalarından biri olduğu konusunda hemfikir
olduklarını
44
45
ALI
göz
önünde bulundurarak, İslam ve genel anlamda İslam tarihi açısından, üçüncü
olarak da insanlığın on dört asır gibi büyük bir bölümünü kapsayan ve
insanlığın en hassas ve en önemli tarihî dönemlerinden olan İslam tarihinde
sahip olduğu şahsiyeti ve rolü ile sonraki dönemlere bıraktığı tesir açısından
Ali incelenebilir.
Ancak ben, bu bakış açılarından hiç biriyle
konuyu ele alacak değilim. Ben antropolojik açıdan, insan bilimi ve insanın
tarih boyunca korunmuş zatî hasletleri ve hususiyetleri açısından, yani
Avrupa'da "insanın doğası", "insanın tümel gerçekliği" veya
"insanlar arasında var olan ortak insanlık" diye adlandırılan
hususlar açısından konuyu ele alacak ve Ali'nin şahsiyetini, bütünsel olarak
insanın özünde var olan özellikler, ihtiyaçlar ve hasletler çerçevesinde
inceleme konusu yapacağım.
Ben elimden geldiği kadar bu meseleyi
aydınlatmaya, insanlık açısından Ali'nin şahsiyetinin nasıl bir dereceye ve
makama sahip olduğunu ortaya koymaya çalışacağım. Arz ettiğim gibi bu konu hem
insanı hem de Ali'yi tanımaya bağlıdır. Tabii şunu da belirtmek gerekir ki her
ikisini tanımak çok daha güç bir iştir.
Geçen akşam insanın nasıl bir meçhul
olduğundan bahsetmiştim: Ali hem sürekli olarak ondan söz eden taraftarları
arasında meçhuldür, hem de tarihte; insan-bilim tarihinde-özellikle bilimin
süratle yayıldığı, hassaslaştığı, doğru hale geldiği, doğru metodu seçtiği ve
tabiatı tanımada, tabiatla, hayatla ve insanla ilgili muhtelif maddî ve manevî
konulan bilmede hayret verici ilerlemeler kaydettiği son devirlerde meçhuldür.
Bütün bu ilerlemelere rağmen bilimdeki en meçhul mesele, bizatihi insanın
kendisidir. John Devvey'in de belirttiği gibi. İnsan, tarih boyunca son üç
asırdaki kadar -son üç asır bilim asrıdır- meçhul olmamıştır. Dünya antropoloji
kutumu başkanı
(hem
Fransa'da hem Avrupa'da hem de Amerika'da) ve antropolojinin kurucusu Alexis
Carrel8in: "İnsan, bugünün biliminde ve bugünün insanı karşısında meçhul
bir varlıktır" demesi tesadüf değildir.
Bu nedenle insanı tanımak ve onun Ali'yi
tanımakla olan ilişkisi, insanı tanımaya ve bu karmaşık kelimeyi
anlamlandırmaya bağlı olduğu için çok güçtür. Bir önceki toplantıda da arz
ettiğim gibi, gerek genel anlamda tarih, gerek çeşitli kültürlerin ve
uygarlıkların tarihi, gerek sanat, gerek muhtelif sanat dallarının tarihi,
gerek dinler tarihi ve gerekse de felsefelerin tarihi ile birlikte insanın
yeryüzündeki serüveninin başlangıcından bugüne dek elde edilenler ve şüphesiz
benim burada zikrettiğim tüm meseleler, bu hakikatin şahididir.
Bu, insanın tarihin başlangıcından beri,
kendisi hakkında ve dünya hakkında kafa yoran, günlük meşgalelerinden
kurtulduğunda bir ıstıraba ve sıkıntıya düşen, ruhunu belirsiz bir üzüntü
kaplayan, gördüklerini eksik bulan, -bu durum bedevî insan için de geçerlidir-
ve bu tabiatta yoksunluk hissine kapılan bir varlık olduğunu gösteriyor.
İnsan, olgunlaştığı ölçüde bu yoksunluk hissi
ve âlemde olmayan şeye olan ihtiyacı daha da artıyor, kaçınılmaz ıstırabı ve
kötümserliği de fazlalaşıyordu. Ve insan, tüm varlıkların tamam olduğunu
görmesi durumunda da bu duyguyu taşımaya devam ediyor ve kendisinin, bu âleme
ve bu âleme özgü fenomenlere ait olmadığını; bilakis bu hissedilen madde
türünden daha aşkın bir fıtrata sahip olduğunu hissetmektedir. Bu
8-
Antropoloji biliminin kurucusudur. Fizyoloji, psikoloji, psikanaliz, sosyoloji,
sosyal psikoloji, gibi alanlarda çalışan araştırmacılar, bir heyet halinde
Alexis Car-rel'in başkanlığında toplanmışlardı, insanla ilgili en özlü
bilgilerin ortaya konduğu bu araştırmalar bütünü, onun incelemesinden
geçiyordu, insanı tanımak hedefiyle bütün bu bilgileri bir kitapta topladı ve
kitabın ismini "insan Denen Meçhul" koydu.
46
âlemdeki
eksiklik hissi ondaki ıstırabı açığa çıkıyor, bu ıstırap ve bu yoksunluk
duygusu, onda zindanda ve gurbette bulunduğu hissini doğruyor ve bu yoksunluk
ve gurbet hissi de ona vatanını hatırlatıyor: Benim ait olduğum bir yer vardır;
burası, hiçbir şeyin eksik olmadığı bir yer olmalı, benim istediğim ve fakat
burada olmayan her şeyin bulunduğu bir yer olmalı' türünden bir duygudur bu.
Bu hisler fıtrî olarak insanı, daha iyi bir
dünyanın, daha yüce ve yetkin bir evrenin bulunduğu düşüncesine yönetmiştir. O
dünya, istediğimiz her şeyin var olduğu bir dünyadır, o dünya, bu âlemde
olmayan ve bu âlemin bize sunmaktan âciz olduğu, her şeyin bulunduğu bir
dünyadır, o dünya, bütün fenomenleri insanla hemcins olan ve insan hayatına
yaraşır bir dünyadır.
Bu sebeptendir ki tarihin başlangıcında
insanın zihninde oluşan ilk fikir -tüm bedevî kültürler de bunu
göstermektedir-daha üstün bir evrenin bulunduğuna dair bir inanç ve âlemin,
"üstün dünya" ve "aşağı dünya" şeklinde taksim edilmesidir.
İki âlemin bulunduğuna dair bir taksimin
yapılmadığı hiç bir kültür mevcut değildir. Esasen tüm kültürler, tüm dinler ve
tüm felsefeler, varlığın ikiliği konusunda (aşağı varlık, eksik varlık, daha
kamil varlık, mutlak varlık, daha dolu, yaşanabilir, insanla mütecanis bir
dünya, kutsal bir dünya, güzel bir dünya) müşterektirler.
Bundan şu sonucu çıkarıyoruz: İnsan bu
yoksunluğunu bertaraf etmek ve kendisini zindanda ya da layık olmadığı bir
yerde yaşamaya mecbur görme duygusundan kaynaklanan acılarını hafifletmek için,
çeşitli çabalara girişiyordu. Özellikle burjuvazi psikolojisinden ve sınıflar
psikolojisinden örnekler de verdim; zira gerek birey olarak olsun, gerekse
toplumsal bir sınıf içerisinde ollun insan, hayatın günlük meşgalelerinden
uzaklaştığı ve maddî hayatın temel nimetlerinden daha
48
fazla
faydalandığı ölçüde, ıstırabı artmakta-, yüce âleme ondaki o semavî
güzelliklere, mânâlara ve zenginliklere ulaşma, onu tanıma ve elde etme hissi
daha da fazlalaşmaktadır.
Bu nedenle gam, ıstırap ve âleme karşı
kötümserlik, bugünün sosyoloji uzmanlarına göre müreffeh sınıfa özgüdür. Onlara
göre bu da proletaryanın ve müreffeh olmayan sınıfın, gerçekçi bir psikolojiye
sahip olduğunu göstermektedir. Yani onlara göre yalnızca duyu organlarıyla
hissedilenler, gerçekliğe sahiptir. Onlar, ihtiyaçlarının ve isteklerinin,
yalnızca yiyecek, giyecek, mesken, sağlık, para ve servetten ibaret olduğunu
düşünüyorlar. Fakat bütün bunlara sahip olanların bu âlemde olmayan başka
şeylere ihtiyaçları vardır ve daima içlerinde bu âlemde bulunmayan şeylere
duydukları ihtiyaçların ukdesini taşımaktadırlar. Bu, acı hissine sahip olan
insanı, gurbet sıkıntısı yaşayan insanı, varlık topluluğunda tutuklu olan
insanı -bu toplulukla ne bir yakınlığı vardır ne de onunla mütecanistir- çaba
göstermeye zorlamaktadır. Bu çabalara insanlık tarihi boyunca bir an olsun ara
verilmemiştir.
Bu çabalar insanın kurtuluşu içindir. Bu
kurtuluş kelimesi daha önce de belirttiğim gibi tüm eski dinlerin ve
felsefelerin özüdür, ruhudur ve bizatihi kendisi, insanın daha önce hissettiği,
daha iyi bir duruma kavuşma, kurtuluşa ulaşma duygularının temsilcisidir. Bu
yüzden de daima kurtuluş çabası içerisinde olmuştur. Nitekim aslında Arya, Çin
ve Hint felsefelerinin ruhu, "muşka'"dır. Yani o mutlak âlem
(nirvana) yönüne gitmek ve bu âlemden (samsara) kurtulmaktır. Bu âlem, ebedî
değildir, kötüdür ve meşakkat doludur. Nirvana ya gitmek ise sönmüş ateş,
mutlak ukdesizlik, ıstırapsızlık ve insan ruhunun tüm ihtiyaçlarının tatminidir.
"Veda" ve "Buda" felsefesinin esası Hint tarihine
dayanmaktadır. Atina kültüründe de böylesi bir çaba hep vardı: İnsanın gidip
tanrılar dünyasına kavuşması. Atinalılar daima, bulundukları yerden
"Montpar-
ALI
nasse"
zirvesine ulaşmak arzusundaydılar. Gerek Atinalılar, gerekse Atina'nın kültürü
ve medeniyeti 'Montparnasse'" tepesine yöneliktir.
"Montparnasse" tepesi, büyük tanrı Ze-us'un her biri güzelliklerin ve
güzel sanatların timsali olan dokuz kızıyla birlikte yaşadığı yerdir. Orası
neresidir? Yunan düşüncesine göre orası mutlaka olması gereken ve insana layık
olan bir yerdir. Ancak yeryüzünde mevcut değildir. Binaenaleyh, yeryüzünden
mutlaka kurtulmalı ve oraya, yani güzelliklerin ve iyiliklerin mutlak olarak
var olduğu "Montparnasse"a ulaşmalıyız.
İbrâhimî dinlerde de yine -Adem'den başlayıp
sonuncuya ve bu dinler silsilesinin en son ve mükemmel halkası olan İslam'a
kadar sürer- kurtuluş meselesinin, yani Allah'a dönüş ve bu madde âleminden
kurtuluş meselesinin en esaslı çaba ve en esaslı ilke olduğunu görmekteyiz.
Aynı şekilde bedevî kültürler üzerinde yapılan araştırmalar da göstermektedir
ki ilkel insan, -sekiz bin yıl, on bin yıl, yirmi bin yıl, otuz bin yıl hatta
İspanya'da yeni keşfedilen bir mağarada ortaya çıktığı üzere otuz üç bin yıl
önce yaşayan insanlar- bugün hâlâ bedevî hayat sürdürmekte olan -elbisesi bile
olmayan, yazısı olmayan, konuşma bilmeyen- insanlar bile bir şekilde o gayba
ulaşma çabasında olagelmişlerdir. Orası, buradan daha iyi bir yerdir. Orası
insana layık bir yerdir. İnsan mutlaka oraya ulaşmalıdır; zira burası keşmekeş
doludur, orada ise her şey mevcuttur. İşte bu nedenle cennet, insanın zihninde
ve dinlerde daima var olagelmiştir. Hatta din dışı felsefelerde de
"medine-yi fazıla" mevcuttur. Eflatun'un "Ütopya'sı mevcuttur.
Thomas Moore'un "Tanrının Şehri" mevcuttur, Jean Isoulet'nin
"Saint Site "si mevcuttur. Bunlar, cennetin ya da tabiat ötesinin
bahsini dahi etmeyen, hatta bunları inkar eden kimselerdir; fakat yine de bu
daimi ihtiyaç vfe bu âlemdeki ıstırap ve hafakan hissi, onları güzel ve mutlak
bir âlem yaratmaya ve tasavvur et-
meye,
bir Medine-yi fazıla, bir tanrı şehri ya da -Jean Isoulet gibi- bir kutsal
şehir inşa etmeye zorlamıştır.
Muhtelif çabalardan biri din idi. Din
kendisini bu darboğazda ve bu gurbette tutsak gören insanın bu ihtiyacına
cevaptır. Dinin insanın bu dar, eksik ve yoksul evden çıkması, kurtulması ve
insanın daima kavuşmayı arzuladığı o temiz, büyük ve kutsal saraya ulaşması
için bir kapı açtığını ve bir yol gösterdiğini söyledim. Sanat ise -sanatın her
türü ve bölümü- kendini bu evde esir bulan ve burada yaşamak zorunda olan
insanın çabasıdır. Burada yoksunluk içerisinde bulunmakta ve çirkinlikleri
hissetmektedir. İhtiyaç duyduğu güzellikleri ve aşkın-lığı bu evde
bulamamaktadır. Bu yüzden yaratmaya yönelmektedir. Sanat eseri yaratmaya, şiir
yaratmaya, resim yaratmaya, bu dünyada bulamadığı dekorları yaratmaya
yönelmektedir. Binaenaleyh, bütün bu sanatlar, bu âlemde var olmayan ama
insanın arzuladığı güzellikleri ve iyilikleri yaratma işinden ibarettir. Bir
sanat eseri ortaya koymaya çalışan insan, içinde taşıdığı belli bir yoksunluk
hissinden dolayı bu işe koyulmaktadır. Sonuç itibariyle insan güzel bir eser
yaratamıyorsa, ya sanatındaki güçsüzlüğünden dolayı bunu gerçekleştirememektedir
ya da düşünsel gücündeki zaaflardan dolayı bunu güzel bir şekilde tasavvur
edememektedir. Fakat her halükarda güzel bir şey yapmaya çalışan ya da bir
sanat eseri ortaya koymaya çalışan herkes, bu âlemde elde edemeyeceği bir takım
iyiliklere ve güzelliklere ihtiyaç duymaktadır. Bunun, dinî duyguların insanda
oluşturduğu ihtiyaçlar türünden bir ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Bunun öteki
âleme açılan bir pencere olduğunu söylemiştik. (Bu âlem, burada olmayan, ama
mutlaka olması gereken bir âlemdir.) Bu pencere, esiri ve tutsağı olduğumuz ve
kendi evimize gidemediğimiz bu yerden dışarıya açılmaktadır. Böylece en azından
zindanda olduğumuz hissini azaltmak ve kendimizi, tutsağı olduğumuz bu kötü
evin daimî
50
ALI
mukimi
olarak görmek duygusunu hafifletmek için onu, istediğimiz bütün güzellikleri
bulabileceğimiz evimize ait güzelliklerle süsleriz. Bu açıdan bakıldığında
sanatın en büyük misyonunun insanın bu âlemde taşıdığı gurbet hissini azaltmak,
içinde çirkinlikler hissettiği bu dünyayı güzelleştirmek ve içinde tutsak
bulunduğu bu sarayı mükemmelleştirmek olduğu söylenebilir. Bu âlem insanın tüm
ihtiyaçlarını gidermediği için, ihsan sanatsal yaratmalara yönelmiştir. Ancak
burada bu sanat dallarının tek tek her birinin tarihini açıklamak bu sanat
dallarından her birinin insanın bu âlemdeki yoksunluk hissinin nasıl temsilcisi
olduğunu izah etmek fırsatına sahip değilim.
İnsanın hep yaptığı ve daima da yapacağı,
-hatta şimdi bugünün maddeci insanı ve öteki hayata inanmayan mantıkçı
filozofları bile yapmaktadır- işlerden biri, örneklikleri, güzellikleri ve
olması gerektiği halde olmayan dünyayı yaratmaktır. Tasavvuru ve tahayyülü dahi
mevcut değilken bunu nasıl yapacaktır? İnsanın bu âlemde hissettiği yoksunluğu
gidermeye yönelik çabalarından biri efsane üretmektir. Efsaneler iki çeşittir.
Kimi efsanelerde tarihte yaşamış olan gerçek bir şahsiyet bulunmaktadır. Bu tür
efsanelerde kahraman, tarihte belli bir süre yaşamış kişidir, -otuz yıl, elli
yıl, altmış yıl yaşamıştır- fetihler yapmış, zaferler kazanmış, sonra
hastalanmış, ölmüş ya da öldürülmüştür. Daha sonra insan bu şahsı alıp,
mâ-veraî bir şahsiyete dönüştürmüştür; bu, olması gereken, ama gerçekte
olmayan, insanın olmasını istediği halde hiçbir zaman olmayacak bir
şahsiyettir. Binaenaleyh, sıradan tarihî kahraman alınmakta, daha sonra o,
zihinlerde büyük bir efsanevi kahramana dönüştürülmektedir. Bu kahraman, artık
var
olan
değil, olması gereken bir kişidir.
Bunun örneklerden biri Ebu Müslim'dir. Ebu
Müslim, Horasan'da kabadayılık yapan bir köleydi. Bir oraya bir buraya gider,
karnını doyurmak ve güce ulaşmak için fırsat kollardı. Onun için kime bağlı
olunacağının hiçbir önemi yoktu. -Bu, güçlü bir İranlı da olabilirdi, Arap da
olabilirdi, İslam olabilirdi, Şia olabilirdi, kısaca her şey ve herkes
olabilirdi, onun açısından bunların hiçbirinin farkı yoktu.- O, güç peşinde
maceracı bir insandı, liyakatliydi de. Güçlü bir askerî kabiliyete ve
komutanlık liyakatine sahipti. Abbasî hareketi gelişmiş, Benî Ümeyye saltanatı
zayıflamıştı. O gün artık rüzgarın Abbasilerden yana estiği malumdu ve gelecek
yıllarda iktidarın Abbasî-lerin eline geçeceği kesindi. Ebu Müslim, hükümette
olmasına rağmen oldukça zayıflamış Ümeyye oğullarına karşı, gittikçe güçlenen
Abbasîlerin yanında yer aldı. Onlara sayısız hizmetlerde bulunuyor, güç ve
makam elde etmek için sayısız cinayetler işliyordu. Nitekim bazı makamlara da
ulaştı. Abbasîler, onu işlerine yaradığı sürece yanlarında tuttular; fakat
[kendisiyle çıkar ilişkilerinin bittiği] bir gün Ebu Müslim, ücretini almak
isteyince, halifenin bir el işaretiyle perdenin arkasından çıkan askerler onu
öldürdüler, böylece mesele bitmiş oldu.
Ebu Müslim işte böyle bir adamdı. Ancak daha
sonraları gittiğimiz kütüphanelerde, kahvehanelerde ve işittiğimiz kıssaların
içinde öyle bir Ebu Müslim'le karşılaşıyoruz ki onun -bu işleri yapan ve sonra
da bu şekilde öldürülen- Ebu Müslim Ho-rasanî ile bir benzerliği bulunmadığı
gibi. tarih boyunca yaşamış diğer büyük insanlar ile de bir benzerliği
bulunmamaktadır. Bir kere bu Ebu Müslim asla ölmez, canlıdır, ölümsüzdür.
İkinci olarak Ebu Müslim, asla yenilmez; üçüncü olarak tekrar zuhur edip işine
devam edecektir. O her yerdedir, hem Türkiye'de, hem İran'da kısaca her yerde
ve her şehirdedir. Sonra onun hem çok büyük bir bilge, hem yüce bir ahlak
sahibi,
52
hem
çok büyük bir güç sahibi olduğunu görüyoruz. Öyle ki bunun artık tarihteki
gerçek Ebu Müslim ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır.
Diğer bir örnek de İskender'dir. Pur-Davud9
ona sitem etmiş ve ömrünün sonuna dek şöyle feryat etmişti: "Neden bu
melunu o kadar büyüttüler, o kadar kutsallaştırıp yücelttiler."
İskender Yunanlı bir gençti. İran'a
saldırmış, İran hükümetini devirmiş, Cemşid'in tahtını ateşe vermiş ve
Hahamenişle-rin10 tüm görkemini yok etmiştir. Kendisi ve halefleri uzun müddet
boyunca İran'da hükümetlerini sürdürdü ve İran milletinin güçlü ve görkemli
medeniyetini Yunan ordusunun ayakları altına serdi. Binaenaleyh onun İran'da
tarihin en menfur adamı olarak anılması ve kendisinden iblis ve melun diye
bahsedilmesi gerekiyordu. Ondan melun - bunu ben söylüyorum - diye söz
etmeseler de her halükârda o, batıdan İran'a saldırmış, Dârân'yı yok etmiş ve
Hahamenişleri ortadan kaldırmış bir askerdi. Önce kendisi, daha sonra da
halefleri İran'da bir müddet saltanat sürmüş ardından da yenilip gitmişlerdir.
Evet, İskender de tarihte var olan diğer
kahramanlar gibi bir kahramandı. Fakat efsanelerdeki İskender böyle değildir.
Tüm hüneri yakmak, yıkmak ve öldürmek olan bu Yunanlı
9- Pur, Farsça'da oğul, evlat anlamına
gelmektedir. Farsça'da Hz ibrahim için
Pur-Azer,
Hz. ismail için Pur-Hacer tamlamalarının kullanıldığı göz önünde bu
lundurulduğunda
Pur-Davud'un Hz. Süleyman olduğu sonucu çıkarılabilir. Fakat
Hz.
Süleyman'ın MÖ 970, iskender'in ise MÖ 356 tarihinde doğduğu düşünüldü
ğünde
Merhum Dr. Şeriatî'nin Pur-Davud ile başka birini kastetmiş olması da
mümkündür.
[Çevirmen]
10-
MÖ 550-330 yılları arasında iran'da hüküm sürmüş Pers hanedanıdır. Türkçe'de
Ahemeniler ve Akamanışlar diye de telaffuz edilmektedir. Farsça'da yaygın
kullanımı "Akhamenişler" biçiminde olmakla birlikte, merhum Dr.
Şeriatî'nin burada zikrettiği gibi "Hahemenişler=Hakhemenişler"
biçiminde de bir kullanım söz konusudur.[Çevirmen] .
11-
Dârâ isimli birçok Pers kralı vardır. Burada söz,konusu edilen, son Akheme-niş
kralı 3. Dâra'dır.[Çevirmen]
sapkın
ve zayıf gençten, ölümsüz, yenilmez ve insanlığın kurtuluşu için daha çocukken
kılıcını kuşanmış muvahhid bir şahsiyet yarattılar. O, Şiîlerin yazdığı
İskender-nameler12de Ali sevgisiyle dolu biridir ve Süleyman'ın sarayına gidip
orada Süleyman'a ve Süleyman'ın sarayındakilere Ali sevgisinden bahsetmiştir.
Tüm erdemlere sahiptir. Peki hangi erdemlere? İnsanların sahip olduğu erdemlere
değil, insanların sahip olmaları gereken ancak sahip olmadıkları ve asla da
sahip olmayacakları erdemlere! O asla ölmez, asla yenilmez, ona kılıç işlemez,
onda hiçbir ruhî ve ahlakî kusur yoktur. Onun misyonu sadece ve sadece insanın
kurtuluşudur. O, bu yüzden İran'a saldırmıştır. Tek hedefi insanlığın kurtuluşa
ermesi ve tevhid düşüncesinin dünyadaki tüm kalplere girmesidir. Mevcut
İskender'den işte böyle bir yarı tanrı ve büyük bir hayalî kahraman
yaratmışlardır.
Diğer bir mitoloji ya da efsane çeşidi daha
vardır ki bunun gerçekle hiçbir alakası yoktur. Bu tür mitolojilerde geçen
olaylar da kişiler de dünyada hiçbir zaman var olmamışlardır. Onlar tümüyle
hayal ürünüdür ve gerçek değildir. Onlar tanrıçalar ve yarı tannlardır. Yarı
tanrı nasıl yaratılıyor? Mesela insanda varolan hislerden biri de aşktır. Bir
ferdi ya da topluluğu tutkuyla, katıksız ve çıkarsız olarak sevmektir. Bu
insanî ihtiyaçta hiçbir çıkar güdülmemeli, onda bencillik, çıkarcılık gibi
kirler yer almamalıdır.
Ancak insan tüm aşklara bir şeylerin
bulaştığını, içine heveslerin karıştığını, kişisel çıkarların ve bencilliğin
bulaştığını ya da içinde zaaflar barındırdığını ve çabucak tükendiğini görünce,
bu ihtiyacını giderememektedir. İnsanın mutlak, temiz
12-
iskendernâme: Klasik edebiyatta iskender'in hayatını ve maceralarını anlatan
mesnevilerin genel adıdır. Sadece iran edebiyatında değil, Türk Divan
edebiyatında da İskendernâme yazmış birçok şair bulunmaktadır. Divan
Edebiyatında Ahmedî'nin yazdığı iskendernâme ünlüdür. [Çeviren]
54
55
ALI
ve
kutsal bir aşka ihtiyacı vardır ve böyle bir aşk ise yeryüzünde yaşayan, nefes
alan ve diğer binlerce tutkuya sahip olan insanın kalbinde oluşamaz ve devam
edemez. O halde ne yapmalı? Bu ihtiyacı nasıl gidermeli? Elbette ki aşk
tanrıları yaratarak. Bir duygu ve bir düşünce şahsiyet kazanıyor, dış dünyada
tecessüm ediyor ve bir puta, bir tanrıçaya ve bir hayali zata dönüşüyor.
İnsanı, tarih boyunca kendi toplumunda ya da
kendi döneminde mutlak derecesinde fedakârlığa sahip bir insan görmeye
muhtaçtır. Yani başkalarının menfaati söz konusu olduğunda, onun toplumuna,
halkına, insanlığa olan aşkı ve sevgisi ön plana çıkar. Artık onun için kendisi
yoktur, tüm istekleri ortadan kalkar, kişisel çıkarlarını ve beklentilerini
unutur ve diğerlerinin menfaati için kendisini kolayca feda eder. İnsan tarihe
bakıyor, yeryüzünde yaşayan insanları gözden geçiriyor ve bu dünyada yaşayan
insanın böyle bir duyguya ve böyle bir güce sahip olamayacağını görüyor. Hatta,
bu dünyada fedakârlık yapan ve toplum için kendisini feda etmeye hazır bulunan
insanları gördüğü zaman bile şöyle düşünüyor: Onun bu fedakârlığına bencillik
ya da şöhret arzusu karışmıştır. Çektiği kılıcın yüzde sekseni başkalarının
menfaati içinse de mutlaka yüzde yirmisi gösteriş içindir. Hatta canını ortaya
koyma durumlarında bile bazen bütünüyle bencillik göze çarpmaktadır. Gerçek
insanın en pâk ölümlerinde bile bazen bencilliğin ve gösterişin lekesi açıkça
görülebilmektedir.
Mevlânâ Mesnevî'de büyük bir mücahitten
bahsediyor ve diyor ki o kılıçlar çekti, cihatlar etti. Sıcak ve kanlı
savaşlardan muzaffer olarak döndü. O ömrünün sonlarına doğru oturdu, kılıç
çekip kinle ve kudretle kılıç vurmanın kendisine zevk verdiğini düşündü.
Kişisel ve bireysel tutkularından biri -bu, kendini göstermek biçirrtinde
olabilir ya da "ben büyüğüm ve ben bir kahramanım" şeklinde gösteriş
yapmak biçiminde
olabilir-
onun bu cesaretinde hatta fedakârlığında etkili oluyordu. Bunun üzerine adam
bir köşeye çekilir ve ibadetle meşgul olur. (Ben onun yaptığı bu işi savunmak
istemiyorum, bu örneği başka bir mesele için veriyorum.) Ağır ve zor oruçlar
tutar, çokça namaz kılar, zorlu zikirlere ve riyazetlere yönelir. Riyazet
halindeyken bir gün savaş davullarının seslerini ve kahramanların cihada
çağıran haykırışlarını duyar. Sokaklardan silahların, atların ve savaş
borazanlarının keskin sesleri gelmektedir. Savaş sahnesinin kurulmakta olduğu
ve cihadın başlayacağı açıktır. Bir ömür boyu savaşmış ve cihat etmiş bu adam,,
birden irkilip dışarı çıkar. Savaş sesleri ve savaşın isminin geçmesi onu
tahrik eder ve riyazet için inzivada bulunduğu yerden onu dışarı çıkarır. Sonra
birden kendine gelir ve der ki: "İşte bu 'ben'liktir, bu feda olmak ve
cihat ismiyle beni aldatmak isteyen "kendi" bencilliğimdir. Niçin?
Niçin sen, kendin? Şimdi "kalk savaşa git, inancın ve dinin uğrunda
kendini feda et" diyen sen, o zaman cihada çağırdıklarında beni inzivaya
yönlendirmemiş miydin? "Bu kez kal, yeteri kadar savaştın artık görevini
tamamladın, insan daha ne kadar savaşır ki..." dememiş miydin? O halde
neden şimdi beni savaşa sürüklüyorsun. Sen, aynı sensin, sen aynı adamsın. Sen
beni savaşta tehlikesi daha az olan yerlere götürmüyor muydun? Tehlikeli ve
ölümün kaçınılmaz olduğu yerlerden beni uzaklaştırmıyor muydun? Peki neden
şimdi ısrarla beni savaşmaya çağırıyorsun?
Neden olduğunu biliyorum. Çünkü sen
kendindeki "bencilliği" öldürmeğe karar vermişsin, (Yani "ben
"ligi, yani "nefs"i öldürmeğe) bunun başka bir çaresi yok
diyorsun. Eğer beni öldürmek istiyorsan neden kimsenin bilmediği ve görmediği
bu ıssız inziva köşesinde beni böylesine boğuyorsun? Burada öleceğime beni o
cephede öldür ki benim öldürüldüğümü ve feda olduğumu görsünler. Böylece en
azından bir mü-
56
£",7
cahit
olarak tanınayım. Beni neden bu köşede yavaş yavaş öldürüyor ve boğuyorsun? Bu durumda
hiç kimse beni anlamayacak ve yaptığım bu fedakârlığı bilemeyecek!
Bir Müslüman, Ebu Cehil'in göğsüne oturunca
o şöyle dedi: "Boğazımın şuradan aşağısını kes." Müslüman:
"Aşağıdan ya da yukarıdan kesilmesinin ne farkı var?" deyince o şöyle
dedi: "Başımı mızrağa takınca herkesten yukarıda dursun ve herkes, bu
başın Ebu Cehil'e ait olduğunu anlasın." Bu duygu az ya da çok herkeste
vardır. Fakat bazen o kadar zarif bir güce sahiptir ve o kadar latif perdelere,
tevillere ve yorumlara sahiptir ki insanın kendisi bile bunu anlayamamaktadır.
Benim hocalarımdan biri diyordu ki, bir
topluluğa girip yer olmadığı halde yukarılarda bir yerlere oturmak isteyen bir
kişi, kendisine zorla yer açmaya çalışır. Görenler, onun ne kadar bencil biri
olduğunu düşünür. Bazılarına ise yukanya buyurun diye ne kadar ısrar etseler
de: "Hayır biz yere, ayakkabılarımızın üstüne oturduk" derler, ikinci
defa davet edildiklerinde ise: "Teşekkür ederiz, burası çok rahat."
derler. İnsanlar, onlar hakkında ne kadar mütevazı insanlar diye düşünürler.
Halbuki hakkında böyle düşünülen insan, diğerlerinden daha bencil olabilir.
Yukarıda oturmak isteyen kişinin az bir bencilliği vardır ve: "Benim yerim
orası ben de oraya gitmek istiyorum, herkes benim yukarıda oturmaya layık olduğunu
anlasın" der. Ancak aşağıda oturmak isteyen ise demek istiyor ki:
"Benim yerim de orasıdır. Beni, siz oraya davet ediyorsunuz. Demek benim
yerimin yukarısı olduğunu anladınız. Bu durumda benim bencilliğimin derecesi de
en az onlarınki kadardır. Ancak ben şunu göstermiş oluyorum: Ben o kadar iyi
biriyim ki gördüğünüz gibi aslında yerim yukarıda olmasına rağmen, ben aşağıda
oturuyorum. İşte bu benim onlara göre sahip olduğum izafi bencilliktir."
Ruhsal
meseleler bazfen öyle bir şekilde tecelli eder ki onu
58
Efsanevî
Bir Hakikat: Ali
dikkatli
bir şekilde analiz edip yorumladığınızda, onun yüzündeki perdeyi
kaldırdığınızda zahiren güzel görüntüsünün altından "kişiliğinin",
"nefsinin" ve "çıkarlarının" mutlak hakikati ortaya çıkar.
Ancak insan, sevebileceği, kendisine
dayanabileceği, hatta tapınabileceği bir ruhunun olmasını ister. Ama o ruh.
mutlak derecede yüce bir fedakârlığa sahip olmalıdır. Yani onda hiçbir şekilde
bencilliğin, kişisel çıkarcılığın, hatta -gerçekten kendini feda edecek bile
olsa- "ben kendimi feda edebilecek bir adamım" gibisinden yapacağı
gösterişin lekeleri bulunmamalıdır. Böyle bir şey mümkün değildir. Kesinlikle
mümkün değildir. Ama ona ihtiyacımız var ve yaratıyoruz. Neyi? Pro-mete'yi.
Promete'yi yaratıyoruz. Promete, dünyadaki en meşhur yarı tanrılardan biridir.
Onu Atinalılar ve Yunanlılar yarattılar; fakat daha sonra Roma'ya oradan da tüm
dünyaya gitti. Promete tanrılar alemindeki Yunan tanrılarından biridir ve her
şeyle dopdoludur. (Güzelliğe, güce, iyiliğe, sevimliliğe, tanrıların sahip
olduğu mutluluğa, hayata, her şeye sahiptir; hiçbir şeye ve hiç kimseye
ihtiyacı yoktur.) Ancak o, heyecan verici bir eyleme kalkışıyor. Yani
kendisine, makamına, diğer tanrılara ve içinde mutlulukla yaşadığı dünyaya
karşı, insan için kıyam ediyor, gelip tanrılar âleminden ateşi çalarak, bunu
yeryüzünde soğukta ve karanlıkta yaşayan, ateşe muhtaç olan ve bu ihtiyacını
gideremeyen insana veriyor.
İnsan, aldığı bu ateşle ısınıyor, sonra
yemek pişiriyor, dünyası aydınlanıyor, karanlıktan ve soğuktan ıstırap çeken
insana ışık ve sıcaklık bahşediyor. Ateşe sahip olmayan insanlığa ateş
vermekten daha büyük bir hizmet olabilir mi? Promete işte bunu yapıyor ve diğer
tanrıları öfkelendiriyor. (Promete, bu akıbeti önceden göze almıştı.) Onlar
Promete'yi yakalayıp zincire vuruyorlar ve onu Kafkas dağlarındaki buzdan bir
tepeye hapsediyorlar. Sonra büyük ve keskin bir gagaya sahip korkunç bir
akbabayı, gagasıyla o karanlık, soğuk ve ıssız te-
59
pede
zincirlere vurulmuş Promete'nin ciğerlerini lime lime ederek yemesi için
görevlendiriyorlar. Sonra ciğerleri yenmiş olan Promete, bu daimi azaba
tahammül ediyor. Bu akbaba gökyüzüne biraz yükseldiğinde onun ciğerlerinin
tekrar oluştuğunu görüyor ve ikinci defa onun ciğerlerini yiyor. Ateşi
ilahların -kendisi de onlardan biridir- iradesine rağmen onlardan alıp büyük
bir fedakarlık yaparak insanlara verdiği günden beri Promete, Kafkas dağlarında
sadece o akbaba ile birliktedir. Promete zincire vurulmuştur, akbaba daima
gelip onun ciğerini yemekte, yenen ciğerler tekrar oluşmaktadır. Bu,
Promete'nin daimî kaderidir. Şimdi bile durum böyle.. (Kafkaslara gidenler,
bunu kesinlikle gördüler.) Bu kimdir? Böyle bir adam var mıydı? Böyle bir tanrı
mevcut muydu? Böylesine bir dünya var mıydı? Bu âlemde böyle bir şeyin olduğunu
kabul edecek hiç kimse kesinlikle yoktur. O halde ne oldu da böyle bir Promete
yaratıldı? İnsanın Promete ye ihtiyacı vardı; ancak Promete mevcut değildi. Bu
derecede bir fedakârlık numunesine insanın ihtiyacı vardı ancak tarihte ve
kendi zamanında böyle bir insan bulamamıştı. Mutlak mutluluk içerisinde,
tanrısal mutluluk içerisinde, tanrılar âlemi içerisinde -tüm maddî ve manevî
nimetlerin, güzelliklerin bulunduğu ve tüm ihtiyaçların giderildiği bir âlemdi-
yaşayan birinin, kendisiyle farklı cinsten bir varlık olan insan için kendisini
böyle bir azaba duçar etmesi, kendini tanrılar âleminden ve tanrılık makamından
mahrum bırakması ve Kafkas dağında korkunç bir akbabadan daimi olarak işkence
görmeyi göze alması ve bundan hiç pişman olmaması mümkün değildir!
Promete için yazılan pek çok destan vardır, hatta bugün bile
yazılmaktadır. "Zincire Vurulmuş Promete" destanı ise And-re Gide13
tarafından yazılmış en son destandır. O, yüzlerce
13-
Andre Gide. günümüz Fransa'sının en aydın yazarlarından biridir. Büyük bir
aydın olan Gide, birkaç yıl önce öldü.
60
Promete
destanının bulunmasına rağmen "Zincire Vurulmuş Promete "yi yazdı ve
hâlâ Promete tiyatrosu sahnelenmektedir. Neden? Çünkü insan Promete'ye ve bir
Promete'nin varlığına (Böylesine bir duyarlılığa ve böylesine büyük bir
fedakarlığa sahip birinin olmasına) muhtaçtır. Ancak bu, mevcut değildir.
Kendisini hastalıklar tehdit ettiği halde, ölüm kendisini kusurlu kıldığı halde
ve zaaflar, kendisini yok ettiği halde, insan yine de güzelliğe ihtiyaç
duyuyor. Fakat tüm güzellikler nispîdir, tüm güzellikler nakıstır, tüm
güzellikler, geçicidir, yapaydır. Buna rağmen o, mutlak güzelliğin peşindedir;
ama bu, yoktur. Bunun için insan, - bütün güzellikleri kendinde toplayan,
zaaflardan, kusurlardan ve zamanın etkilerinden uzak olan, mutlak güzelliğe
sahip olan- Venüs'ü yaratıyor. Neden? Çünkü aldatıcı da olsa insanın büyüklüğe
ve yüceliğe ihtiyacı var. (Pek çok ihtiyacımızı ruhsal bir aldatma ile gideren,
mesela çirkinliğimizi telafi eden bizler değil miyiz?) Tüm büyüklükler
nispîdir. Daha büyük var; ama en büyük yok. Büyüklüğe, ruhî yüceliğe ya da
mutlak fikre sahip olan, ebedî olan, kusur taşımayan ve bünyesinde hiçbir
sapkınlığı barındırmayan bir insan yok; ama, o bunu yaratıyor. İnsanın zamanla,
mekanla, bencillikle, çirkinlikle ve bozulmayla sınırlandırılamayacak bir
tarihe ihtiyacı vardır. Fakat gerek insanlık tarihi, gerek tüm kavimlerin ve
milletlerin tarihi ve gerekse tüm kahramanların tarihi, kusurlu, münharif ve
nispîdir. Bir yanında güzellikler, iyilikler, aşkınlık-lar ve kutsallıklar
bulunuyorsa da diğer yanında da kötülükler, zaaflar ve yenilgiler mevcuttur.
-Tarihin tüm kahramanları yenilgiye uğruyorlar, ölüyorlar ve zaaf taşıyorlar-
Tarih, kişisel istekleriyle, kişisel zaaflanyla, kendi zamanlarıyla, mekanlarıyla
ve muhitleriyle sınırlanmış olan gerçek insanların hayatlarının bütünüdür.
Ancak insanın olması gerektiği halde olmayan bu tarihe ihtiyacı vardır.
Efsaneler,
olması gerektiği halde var olmayan tarihten iba-
61
rettir.
Binaenaleyh, efsane yaratmak insanî bir ihtiyaçtır. Çünkü gerçek tarih
-gerçekliği olan ve gerçekleşmiş olan tarih-onu tatmin etmemektedir. Bu sebeple
o efsanelerin yalan olduğunu bildiği halde efsane yazıyor. Mesela Arya ırkının
kahramanı olacak bir kahraman istiyorum. Kime baksam görüyorum ki ya kusurlu,
ya bir savaşta yenilgiye uğramış ya da zaafa sahip olduğu için yok olmuştur. Bu
yüzden Sîstanlı bir pehlivan buluyorum ve onu Rüstem yapıyorum, onun üç yaşında
savaşa gittiğini söylüyorum, hiçbir zaman yenilmeyen Rüstem'i yenilgiye uğratmaya
mecbur kalsam bile kendi babası tarafından yenilgiye uğratıyorum ki her
halükârda o büyük bir imtiyaza sahip olsun. O, asla başkası tarafından
yenilgiye uğratılmamalıdır. O Sîmurg'la ve diğer kuşlarla yaşayan, onlarla
irtibatı olan biridir. O, oklar ve mızraklarla dolu olan çukura düşse bile atı
ile o kuyuda ilerleyebilen ve asla zaafa düşmeyen ölümsüz bir insandır. Rüstem,
şimdi bir köyde yaşıyor ve çiftçilikle uğraşıyor. Çünkü bu kahraman ölümsüz
olmalı, bu kahraman -bu insan- ölmesi için atıldığı çukurda sağ kalmalı ve
ölümsüz olmalı, hiçbir savaşta yenilgiye uğramamalı ve asla zaaf göstermemeli.
Hatta Rüstem, Turana -Efrasi-yab'ın diyarına- gittiğinde orada Tehmine'ye aşık
oluyor ve sonra destanda Tehmine'nin, Rüstem'in olduğunu görüyoruz. Burada
insan birden kahramanının bir fesada duçar olduğunu, bir hataya düştüğünü ve
şer'î olmayan bir aşka yöneldiğini görüyor. Bu şehvet düşkünlüğü, bizim yüce
kahramanımıza bir leke düşürüyor. Peki ne yapmalıyız? Aynı gece Firdevsi,
mubedin [Zerdüşt din adamı] yanına gidiyor, o da gelip, Rüstem'in oğlu gayri
meşru olmasın ve Rüstem'in hayatı, hikayenin aslı böyle olmakla birlikte o kara
lekeyle kirlenmesin diye Tehmine'yi Rüstem ile evlendiriyor. Neresinde kusur
varsa efsane bunu düzeltiyor, kahramanın öldüğü yerde efsane onu
ebedîleştiriyor, bir zaafa veya kötülüğe düştüğünde efsane onu temizliyor.
Sonra insan efsane adına bir tarih yazıyor.
h9
olması
gereken, olmayan ve olması mümkün olmayan bir tarihtir bu. Onun içinde öyle olaylar,
öyle ilişkiler ve öyle duygular vardır, ki, bunların olması gerekir; ama böyle
bir şey yoktur ve asla da olmayacaktır.
Bu tür ilişkilerin ve duyguların, insanın en
eski maceralarında da var olduğunu, -aslında efsaneler ilkel insana
aittir-bugün de var olmaya devam ettiğini görüyoruz. Christian'ın aşkına şimdi
baktığımızda yeryüzünde böyle bir aşkın var olmasının mümkün olmadığını
görüyoruz. İtalya'da küçük bir şehir olan Verona'da bir mezar vardır. Bu mezarı
bugünün dahi pek çok aydın, gençler, yazarlar, şairler, sanatkârlar, hatta
yaşlılar büyük bir arzuyla, aşkla ve neredeyse hayret verici dinî bir hürmetle
dolduruyorlar. Bu mezar -mabet- onlar için kutsalmış! Orada iki tane kabir yan
yana bulunuyor. O iki mezar kimlere ait? Romeo ve Juliet'e. Romeo ve Juliet
kim? Aslında hiç kimse ve hiçbir şey. O eskilere ait bir masal idi. Sonraları
Shakspeare adında bir yazar, bu hikayeyi tiyatro şekline dönüştürdü. -Tıpkı
Leyla ile Mecnun gibi.- Aslında gerçekte varlıkları yoktu; ama burada kabirleri
var! Bu iki kişinin kabrini, bir yazar evinde yarattı. Bu iki kişi Romeo ve
Juliet'tir. Onlar aslında yoktular ve hiçbir zaman da yaşamadılar. Yazarın
kendisi bile onların olmadıklarını söylemektedir.14 Yani böylesine bir duyguya
ve böylesine bir temizliğe o kadar ihtiyaç vardı ki, bizzat hikayede şöyle
deniyor: "Romeo ve Juliet birbirlerine kavuşamayacaklarını anlayınca
birbirinin kucağında ölebilmek için her ikisi de intihar ettiler." Onlar
kitapta öldüler; ama şimdi kabirleri var. Bu hadise bir efsane de değildir.
Bunun hikayesi on yedinci yüzyılda ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılda ise
onlar için kabir yaptılar. Bu kabri yapan-
14-
Firdevsi de diyor ki: "Rüstem, Sistan'da bir pehlivandı iran'ın,
iranlının, Rüs-tem'e sahip olmaya ihtiyacı vardı; ama o yoktu. Bunu, onun için
ortaya çıkardık.
lar
da oraya ziyaret için gelenler de bunun içinde kimsenin yatmadığını biliyor.
Pâk duygulara, âdeta münezzeh olma derecesindeki insanî ilişkilere duyulan
ihtiyaç o kadar fazladır. Psikolojide şöyle deniliyor; "İhtiyaç bazen
öylesine şiddetli oluyor ki haricî bir gerçeklik kazanıyor" Bu da haricî
bir gerçeklik kazanmaya ilişkin bir örnektir. Bu hârici gerçekliğin bir
yalandan ibaret olduğunu bilenler bile, böyle bir yere, böyle insanlara ve
böyle bir hikayeye olan ihtiyaçlarından dolayı bu hikayeyi yazmaktadırlar.
Bunun yalan olduğunu, aldatma olduğunu herkes bilir; ancak o yalana dahi
ihtiyacımız var. Pro-mete'nin büyüklüğüne, fedakârlığına -biliyoruz ki Promete
yok ve onu biz yarattık- ihtiyaç duyuyoruz. (Promete'yi, And-re Gide yarattı ve
tüm Avrupalılar da ondan tercüme ettiler. Fakat tiyatrolarda daima onu
görüyoruz.)
Binaenaleyh insan, Promete'ye sahip olmaya
muhtaçtır; ama Promete yoktur. Onu yaratıyor ve elimizle yarattığımıza
tapıyoruz. Onu seviyoruz. Bunun bizde bazı duyguların ortaya çıkmasına sebep
olduğunu ve daimi susuzluğumuzu bir ölçüde giderdiğini düşünüyoruz. Bu açıdan
bakıldığında tarih boyunca efsanelerin tarihle beraber olduğu, insanla beraber
olduğu görülür. Belli bir ismi olan, sıradan bir seçkinliğe sahip, normal
birini alıyor ve onu hayalindeki -muhtaç olduğu, olması gereken- insana
dönüştürüyor. Bunun dış gerçeklikte mevcut olmadığını bilmesine rağmen efsane
üretiyor. Efsaneler, her duygunun, her kutsallığın ve her maddî ve manevî
güzelliğin yüce numunesinin bir bütünüdür. Öyleyse insan, numuneler yaratıyor.
Ancak olanı değil, olması gerekeni yaratıyor. Büyüklüğün en yüce numunesi,
Çin'de ve Japonya'da tanrı "Rama" ve "Futu-şi Şi" şeklinde,
Roma'da ve Yunan'da ise tanrı "Zeus" ve [Mısır'da] "Osiris"
şeklinde ortaya konuyor.
İnsan, konuşurken ağzından mutlak güzelliğe
sahip kelimeler dökülen birini görmek istiyor. Bunlar, günlük hayatta
64
kullanılan
sıradan kelimeler olmamalı. Aksine güzel, aşkın ve kutsal olmalı. Böyle bir
insan yok. Zira konuşan herkes, sıradan meseleleri ifade etmek için söz
söylemektedir. Eğer buna bir güzellik veriyorsa bu, sıradan bir güzelliktir,
bir benzetmedir, bir kinayedir ya da içinde hakikat olmayan bir sözdür ve bu
yalanla, çıkarla ve gösteriş ile beraberdir. İçi doğrulukla dolu, dışıysa söz
güzellikleriyle dolu olan bir söz yoktur. Bunun için söz ustası,
"Demosthenes"15i yaratıyoruz. Sözün sembolü olan "Tîr"i
yaratıyoruz. Bu derecede büyük bir fedakârlık yok, onun için de Promete'yi
yaratıyoruz. İçinde hiçbir kötülüğün ve zaafın bulunmadığı insana duyulan aşk,
başkalarına duyulan muhabbet yok. İnsan için fedakarlık yapan tanrıları
yaratıyoruz, hiç yenilmeyen ve hiçbir yerde zaaf göstermeyen kahramanlar
yaratıyoruz. Çünkü bizim tüm kahramanlarımız yenilgiye uğruyorlar, tüm
kahramanlarımızın cesareti ve gücü belli durumlarla 'sınırlıdır ve bunlar
geçtiğinde her şey bitiyor. Kahramanlık da bitiyor. Tüm kahramanların yaptığı
savaşlar, kahramanlıkların tümü; güzelliğin, paklığın ve münezzehliğin en yüce
derecesinde değil. Bunun için "HerküFü yaratıyoruz, ya da -Hindistan'da-
"Rama"yı veya -Rusya'da ve Doğu Avrupa'da- "Lahas"ı
yaratıyoruz. Sevgi dolu, şefkatli kahramanlar yaratıyoruz. Her kültürde ve
dinde bütün hayatını sevmekle, aşkla, başkalarına sunduğu hayır ve bereketle geçiren
örnek insanlar yaratılmıştır. Çünkü bu olmalı, böyle bir insana ihtiyacımız
var; ama böyle bir insan yok. Hakikati uğruna, paklık uğruna ve insanın iyi ve
kutsal bildiği şeyler uğruna kendisini unutan, kendini ateşe atan, geleceğini
karartan ve akbabanın işkencelerine tahammül eden insanı seviyoruz. Ancak
tarihte böyle bir insan bulamıyoruz, bunun için onu yaratıyoruz. Bu efsaneler,
bu numune yaratıcılıkları, bu temiz
15-
MÖ 320 yıllarında yaşamış ünlü Atinalı hatip ve politikacı. [Çeviren]
65
ALI
ilişkiler,
insanların yarattıkları ve yaratmakta oldukları bu mutlak duygular, (bugün
romanlar, hikayeler, filmler ve tiyatrolar yapıyorlar, orada yalan ve aldatma
bulunuyor) olumsuz değil, olumlu eylemlerdir. Çünkü insanın yaşaması için,
daima yüce, aşkın [müteal] mutlak ve pak örneklere tapmaya, onları sevmeye ve
onları düşünmeye ihtiyacı var. Hatta efsanelerin hayali hikayelerinde yer alan
insanlığın en yüce, en kutsal ve en güzel derecesindeki numuneler, -gerçek
olmasalar bile- daima insan ruhunun ıslahına ve güzelleşmesine sebep oluyordu.
Promete ve benzeri kahramanları düşünmek
daima halkın ruhundaki fedakârlık ilhamından kaynaklanıyordu. Bu sebeple bugün
psikolojide, sosyal psikolojide ve özellikle de eğitim psikolojisinde her biri
bir güzelliğin, bir azametin ya da büyük bir fedakarlığın timsali olan bu
örneklere çok değer verilmekte ve bunlar, insan ruhunun ıslahı, gelişmesi,
eğitilmesi için en büyük örnekler olarak görülmektedir. Ancak insan daima, biri
güzellik tanrısı, biri kutsallık tanrısı, biri sevgi tanrısı, biri tahammül
tanrısı, biri cesaret tanrısı, biri güzel söz tanrısı ve biri de fedakarlık
tanrısı olan bu muhtelif örneklerin tümünün birinde toplanmasını istedi. Bu
çaba tüm efsanelerde göze çarpmaktadır. Niçin? Çünkü insan için fedakârlık
timsali olan o tanrı -Promete- bizim en yüksek derecedeki fedakârlığa,
görkemliliğe, güzelliğe olan tapma ihtiyacımızı bertaraf ediyor. Ancak o Herkül
gibi güçlü değil ya da "Heliodorus" gibi ruh güzelliğine sahip değil
ya da "Demosthenes" gibi konuşamaz ve diğer tanrılar karşısında
kendisini savunamaz. O, eziyet çekmektedir. Halbuki böyle bir kusurdan uzak
olmalıdır. Bu sebeptendir ki mitoloji tarihinde tanrılar giderek azalmakta ve
her tanrıda birkaç özellik birden toplanmaktadır. Söylediğimiz gibi, bu hayali
örnekler ve bu sahte, uydurma ve hayalî efsaneler, insanlığın duygu, düşünce
gelişiminin, ıslahının-ve eğitiminin ilham
66
kaynağı
olan tablolardı. Buna herkes inanmaktadır.
Ancak tarihte sahip olduğumuz tüm inançları
ve tüm taassupları bir kenara bırakarak baktığımızda, yeryüzünde insanda var
olması gerektiği halde var olmayan, insanın ihtiyaç duyduğu mutlaklık
derecesindeki azameti ve örnekliği kendisinde toplamış biriyle karşılaşıyoruz.
İnsanın tarih boyunca duyduğu ihtiyaçtan dolayı yarattığı cesaret, güç ve
yenilmezlik sembolü Herkül ya da Rama'yı bu tanrı, kendi şahsında gösterdi.
İnsanın sahip olmaya ihtiyaç duyduğu "Tîr" ve Demosthenes" gibi
-her dinde vardı- söz tanrılarını, o, insanın böylesine doğru ve o denli de
güzel konuşmaya güç yetireme-diği bu sıra dışı güzelliğe sahip olarak, söz
konusu duygunun, gücün ve yeteneğin kendi şahsında bulunduğunu gösterdi.
Muhtelif efsanelerde var olan savaşçılık gücünü -ki tüm efsanelerde,
milletlerde ve kültürlerde mevcuttur- kendi şahsında toplamıştır. Efsanelerdeki
değil, tarihteki çelişkili örneklikleri kendi şahsında ortaya koymuştur: Hem
konuşma, hem cesaret, hem de insanlar uğrundaki mutlak fedakârlık örnekliği.
Yani o, insanların mutluluğu için makamından, rahatından, huzurundan ve kendi
gücünden vazgeçiyor, kendisinin ve ailesinin yenilgisine başkalarının mutluluğu
için tahammül ediyor. Hatta Promete gibi zincire vurulmaya, akbabanın korkunç
işkencesine ve ciğerlerinin yenmesine dahi!
Ali. muhtelif yüceliklerin, kutsallıkların ve
güzelliklerin "tanrısf'dır.16 Öyle ki insan daima buna sahip olma ve tapma
16-
Burada kullanılan "tanrı" kelimesi, semavî dinlerdeki
"ilah" kelimesinden farklıdır. Mitolojilerde geçen bu
"tanrı" sözcüğü, Farsça'da "rebbunnov" kelimesiyle ifade
edilmektedir. Türkçe'de böyle bir ayrım olmadığı için mecburen bu kelimeyi de
"tanrı" olarak çevirmek zorunda kaldık. Bu ifâdeden dolayı, Merhum
Şeriatî'nin Hz. Ali'ye tanrılık atfettiğini düşünmek, ya art niyetle ya da
cehaletle izah edilebilir. [Çeviren]
ALI
arzusundaydı,
böyle birini hiç görmemişti ve yeryüzünde böyle birinin varolmasının mümkün
olmadığına, böyle bir şeyin insan kalıbında gerçekleşmesinin mümkün olmadığına
inanıyordu ve mecburen bunu kendisi yaratıyordu. Ali tarih boyunca insanları
hayali örnekler ve tanrılar yaratmaya iten ihtiyaçları elle tutulan somut bir
tarih olarak doyurmakta ve gidermektedir. Ali, insan ruhundaki fedakarlık
ihtiyacını karşılamak üzere üretilen efsanedeki Promete'yi, doğru etkili ve
güçlü söz söyleme ihtiyacını karşılamak üzere üretilen Demosthenes'i,
"Nus"' ve "Futuşi Şi" gibi ruh güzelliğini ve diğer
tanrılara ait çeşitli yücelikleri, yenilmezliği, paklığı, fedakarlığı, rikkati,
ruh bereketini kısaca tüm güzellikleri bir "tanrı"da toplamıştır.
Ali, tarih boyunca insanları hayalî
numuneler yaratmaya, farazî tanrılar ve tanrıçalar yaratmaya yönelten ihtiyacı,
gerçek tarih içerisinde gidermektedir. Bu tanrılar, insana her duygu ve
yeteneğin, bir ölçüye kadar rüşt kazanabileceğini gösterdi. Bunları bize, bir
numune olarak, ulaşmamız gereken bir şey olarak, hayatımıza örneklik teşkil
eden ve izlememiz gereken tekamül rotasını, bunlara göre belirlememizin
gerektiği yücelikler ve dereceler olarak gösteriyordu. Ali, tarihte
gösteriyordu, göstermişti. Hepsinden daha ilginç olanı, bizim efsanelerde ve
tanrılarda görmek zorunda kaldığımız tüm yetenekler -zira tüm bunların bir
tanrıda farazî dahi olsa toplanmasının mümkün olmadığını hissediyorduk- tek bir
gerçek bedende toplanmıştı. Savaşta, korkusuzluğunu ve şiddetli gücünü
gösteriyordu. -Tıpkı efsanevî bir "tanrı" gibi savaşıyordu- insandaki
kahramanlık ihtiyacını gideriyordu. Sokakta gördüğü bir yetim karşısında o
kadar zayıf, o kadar duygusal ve o kadar perişan oluyordu ki, böyle bir şey
rikkati ancak efsaneierdeki anneler gösterebilirdi. Savaşta düşmana karşı o
kadar korkusuz, g> kadar şiddetliydi ki, âdeta bir şiddet timsaliydi. Kılıcı
düşmana karşı galibiyetin ve kan dö-
kücülüğün
ve acımasızlığın timsaliydi.
Ev içerisinde ondan daha yumuşak, daha sabırlı
ve daha hoşgörülü kimse görülemezdi. Ali hakkını almak için kılıç çek-seydi,
İslâmî hilafet merkezini ve İslâmî güç merkezini darmadağın ederdi. Çaresiz
sabrediyordu. Çeyrek asır sabretti. Onun yaşadığı hayat şartları tam anlamıyla
zincire vurulmuş Promete'nin hayat şartlarıydı. Ancak o, insan için bu zinciri
kendi boynuna geçirmişti: On yaşında İslâmî harekete katılmış biri olarak
çeyrek asırlık suskunluktu bu.
Nehc'u-1 Belaga'nın güzel sözleri,
(hepinizin daha iyi bildiği ve gördüğü gibi) adeta söz güzelliğinin timsalidir.
İfadelerinin, algılayışının, açıklamalarının ve ruhunun güzelliğini
anlayabilmeniz için Ali'nin sekiz, on yaşlarındayken söylediği bir sözü
hatırlatmak istiyorum. Ali bir çocuktur, Peygamberin evindedir. Zaten
Peygamberin evinde yaşıyor. O, odaya girdiğinde Hatice'nin ve Peygamberin namaz
kıldığını görüyor. Bunların yaptığı, daha önce görmediği iş, ona çok ilginç
geliyor. Namaz bitince Ali onlara ne yaptıklarını soruyor. Peygamber şöyle
açıklıyor: "Ben Allah tarafından nübüvvet için görevlendirildim ve bu da
onun için kıldığımız namazdır. Seni tevhide ve kendi nübüvvetime çağırıyorum.''
Çok akıllı dahi olsa, sekiz, on yaşlarındaki bir çocuk bu durumda ne söyler? Ya
hiçbir şey söylemeden oradan kaçıp gider, ya da şöyle der; "Bu sözlerin ne
olduğunu ben nereden anlayayım?" Ancak Ali diyor ki; (Henüz İslam yok,
tarih yok, eğitim yok ve henüz o savaşlar ve tecrübeler yok. Ali tarih
açısından sadece sekiz ya da on yaşındaki bir çocuk, o kadar) "İzin verin
düşüneyim, babama danışayım. Sonra neticeyi size bildiririm."' O sabaha
dek uyumuyor ve bunu düşünüyor. Sabah olunca ise şöyle diyor: "Ben dün
gece düşündüm ve gördüm ki Allah beni yaratmak istediğinde babama danışmamıştı.
Şimdi ise ben ona tapmak istiyorum, o halde neden babama danışayım. Ne var-
68
69
sa
bana söyle, İslam'ı bana anlat.''
Hassas bir dönemde Ömer, -ona göre ashabın
en büyük şahsiyetlerinden biri olan- Abdurrahman bin Avf başkanlığında lakayt
bir şura kurmuştu. Ne olduğu belliydi. Ali'nin ve ailesinin tüm varlığı ve
kaderi sadece bir kelimeye, "Evet "e bağlıydı. Neye evet? O elini
Ali'nin eli üstüne koyuyor ve diyor ki; "Allah'ın kitabına ve şeyheynin
(Ebu Bekir ve Ömer) sünnetine gö/e hareket etmen şartıyla, ben Allah'ın
resulünün halifesi olarak sana biat edeceğim." Ali'nin cevabı ne kadar
hassas, ne kadar kesin ve ne kadar pak ve mütevazı idi. O diyor ki: "Kitap
ve Peygamberin sünnetine gücüm yettiğince evet; ancak şeyheynin sünnetine
hayır. Benim kendime özgü bir usulüm var." Ali belli bir siyasal biçim verilmiş
olan o şurada "Ben şeyheynin usulüne, Ömer ve Ebu Bekir'in sünnetine tabi
olmayacağım ve benim kendime özgü bir usulüm var" demenin neye mal
olacağını herkesten daha iyi biliyordu. Otuz yıllık süre içerisinde bir çok
olayda birlikte olduğu, Abdurrahman bin Avf'ı da diğerlerini de iyi tanıyordu.
Talha'yı da, Zübeyir'i de, Osman'ı da ve Sadi da tanıyordu. Neyin düzenlenmiş
olduğunu, niçin kendisine böyle bir şart getirildiğini, her şeyi biliyordu. O
da Ali'yi iyi tanıyordu ve böyle bir yalanı zahiren bile olsa -siyasette bundan
daha büyük yalanlar, aydınlar için de insancıl olanlar için de caiz
görülmektedir.- söylemeyeceğini iyi biliyordu.
Muaviye meselesine gelince... Halife
Medine'de duruma hâkim değil. Henüz durum düzelmemiş. En güçlü siyasî şahsiyetler
ona muhalifler. Şam tarafları Muaviye'nin elinde ve Şamlılar Peygamberin
akrabası olarak Muaviye'den ve Ebu Süfyan'dan başka kimseyi tanımıyorlar. Bu
durumda her sıradan ortalama siyasetçi duruma hâkim olmasını bilir. Önce iç
karışıklıklar yatıştırılmalı. rjakimler atanmalı ya da azledilmeli, güç ele
geçirilmeli ve sonra tüm sonraki halifelerin yaptığı gi-
bi
ilk uygun fırsatta duruma hâkim olunup düşman ortadan kaldırılmalıdır. Ancak
Ali Muaviye'nin hükümetine bir an bile tahammül etmiyor ve Muaviye'ye karşı
yaptığı bu muhalefetin savaş pahasına, kendisinin ve evlatlarının hükümetinin
ortadan kaldırılması pahasına ve İslam tarihinde -ki sonraları Muaviye'nin
eline, sonra Benî Umeyye'nin eline, sonra da Benî Abbas'ın eline geçiyor-
ailesinin yok edilmesi pahasına gerçekleşeceğini biliyor. İmamet ilmi ile
olmasa bile, siyaset ilmi ile de -o siyasî bir adamdır ve durumdan, düşmandan,
teşkilattan ve taraflardan tümüyle haberdardır ve on yaşından beri siyasetin ve
mücadelenin içinde olan birbiridir- o, bunun neye mal olacağını kesinlikle çok
iyi biliyordu. Duruma tamamen hâkimdi; ancak hak olmayan bir şeyi yapmamak
için, yenilgiyi kabul ediyordu. Neden? Çünkü Ali imamdır. Ben bu
"İmam" kelimesinden siyasî ya da toplumsal önderlik anlamını çıkarmıyorum.
Ben imam kelimesinden şunu anlıyorum: Tarih boyunca insanlık, bu dünyada
bulunmayan, bu dünyada göremediği fakat daima ihtiyaç duyduğu insanî erdemlerin
en yüce örneklerine sahip olmak için onları zihninde yaratıyordu ve bunları
kendisine örnek alıyor, onları seviyor ve onlara tapıyordu. Bunları, topraktan
ve gerçek insanlardan daha üstün ve yüce örnekler olarak görüyordu. Mitoloji
tarihindeki bu büyük kahramanların, insanların hayatı için, taklit edilip
izlenilecek birer erdemlilik örneği olarak görülmesi gibi, Ali de sadece o
dönemin Medine toplumuna, Arap toplumuna ya da İslam toplumuna özgü bir imam
sıfatıyla, siyasî ya da toplumsal bir önder değildir. O bir imamdır. Tarihe ve
insana şunu göstermek istiyor: Sizler kusursuz ve mutlak en yüce erdemlilik
numunelerine muhtaçtınız ve hayatınızın ideal örnekleri olsun diye zihninizde
seçkin mutlak kahramanlar yarattınız. Ben tüm bu numuneleri ve tüm bu erdemleri
bir insan ferdinde gerçekleştirdim. "Ben sizin önderinizim" değil,
"Ben konuşan kitabım" cümlesinin anlamı da işte budur. Çünkü sizin
70
"71
rehberiniz
yenilgiye uğramamalı, sapmamah, hayatında en küçük bir zaaf dahi görülmemeli,
hiçbir erdemliliğinde, hiçbir davranışında, hiçbir duygusunda ve düşüncesinde
en küçük bir kusur ve en küçük bir kötülük dahi bulunmamalıdır. O imamdır, yani
ideal erdemlerin ve insanî aşkınlığın çeşitli boyutlarında ideal bir örnektir.
Böylece insan da hayatını o me-dine-yi fâzılaya ve mutlak erdemlere"sahip
aşkın insana göre -bu âlemde yoktur ve bir fertte bulunması da imkansızdır-
kurabilir ve onun örnekliğini takip edebilir. Örnekler aşkındır, örnekler
mutlaktır. Ancak Ali'de gerçekleşmiştir. Binaenaleyh bir adalet örneği olarak
Ali, maslahat için bir zulmü kabul edemez. Zira maslahat kirletir hakikati.
Ali'nin maslahatı zaferi kazanması için Muaviye'ye tahammül etmesiydi. Neden?
Bir toplumun siyasî önderi için Muaviye'ye tahammül etmek caizdir. Ancak adalet
örneği olmak isteyen, hiçbir zaafı, hiçbir kusuru olmayan bir adalet örneği
olmak isteyen, bir zerre zulme ve bir zerre haksızlığa dahi tahammül edemeyen
biri için bu hiçbir şekilde caiz değildir. Çünkü bu onun için bir zaaftır,
kusurdur. (Ali Medine toplumunun ya da yedinci yüzyıldaki Arap toplumunun
lideri değildir.) Gelecekteki insanın numunesi olarak, âleme ve geleceğe göstermek
istiyor ki hak bildiğimiz bir ilkeyi, erdem bildiğimiz bir erdemi hiçbir
maslahat uğruna bir kötülüğe, zaafa ve ihanete asla kurban edemeyiz. Bu,
Promete'nin kaderi pahasına ya da kendi kaderim pahasına olsa da -ki çeyrek
asırlık bir azaba tahammül etmek demektir- en küçük bir zaafa ve kusura
tahammül etmemeliyim. Çünkü ben, insanların daima ona sahip olup örnek almak
için çalışıp çabaladığı; ama bu dünyada bulunmayan ideal insanî erdemlerin
tanrısıyım. Bu aşkın [müteal] efsanevî örnekler zaaf sahibi olmamalı ve
maslahatı için, kendi başarısı ve zaferi için kirlenmemelidir. *
Binaenaleyh
Ali örnektir, önder değildir. T) yol göstericidir
ve
imam-ı mübîndir. İmam-ı mübîn sadece toplumsal önder değildir. Bana rehberlik
edecek ve beni bir yere götürecek olan önder mağlup olmamalıdır. Mutlak
aşkınlık numunesi, böyle bir zaafa tahammül etmemeli. Görüyoruz ki Ali, aşkın
[müteal], pak, güzel söz söyleme kahramanıdır, savaşta aşkın bir cesaret ve
korkusuzluk örneğidir, tarih boyunca insanın farazi olarak yarattığı efsaneler
derecesinde ruh temizliği örneğidir, en yüksek derecede sevgi, rikkat ve
letafet örneğidir, kendi kardeşi Akîl'in bile tahammül edemediği keskin adalet
örneğidir, tahammül edememenin ihanet olduğu yerlerde en yüce tahammül
örneğidir. İnsanın daima muhtaç olup da sahip olmadığı tüm erdemlerin ve tüm
güzelliklerin en yüce örneğidir. Ali, işte bu anlamda imamdır.
İmam, olması gerektiği halde olmayan,
tarihin ve insanın daima yarata geldiği insandır. O, olması gerektiği halde
olmayan bir imamdır. Fakat tarihte sadece bir örnek vardır. Ali sadece imam
değildir, tarih boyunca hiçbir şahsiyetin sahip olmadığı şu imtiyaza sahiptir:
Onun ailesi de imam ailesidir, yani efsanevî bir ailedir, hem de öyle bir aile
ki;
Baba,
Alidir.
Anne,
Zehra'dır.
Bu
ailenin oğlu, Hüseyin'dir.
Bu
ailenin kızı da Zeynep'tir.
Ve's-Selam...
72
73
Adalete, insanlığa, aşka, erdeme ve inanca
inanan herkes için Ali'nin doğum gününü kutluyorum.
Onun doğum yıldönümünü Ali milletine ve bu
on dört asır boyunca adalet ve hakkı aramada Ali'ye sığınan, zulme ve zâlim
güçlere karşı Ali'nin velayetini kendisine şiar edinip, işkence ve kırbaç
altındayken "Ali, Ali!" diye seslenen tüm nesillere, Ali'ye her
zamankinden çok daha fazla muhtaç olan bugünkü nesle ve aynı zamanda şu anda
dünyanın dört bucağında adalet, hak ve inanç için savaşan insanlara mübarek
olmasını temenni ederim.
Keşke bu bölümde ele aldığım konuları
dünyanın başka bir köşesindeki insanlara aktarabilseydim, onlara Ali'den
bah-sedebilseydim. Keşke dünyanın her köşesindeki, uzak doğudaki, Latin
Amerika'daki ya da Asya'daki zihinsel geçmişlerinde tarihin, kültürün ve sahip
olunan inançların kötü telkinleri ve şüpheli kalıntıları bulunmayan gençlerin
oluşturduğu bir topluluk arasında Ali'den bahsedebilseydim. Onun hakkında ilk
kez bir şeyler duyan, onu tanımayan, ancak insanî değerleri tanıyan kimselere
onu anlatabilseydim. Zira daha rahat konuşabilirdim ve onlar da daha rahat
anlarlardı.
Yine de aynı fikirleri paylaştığım insanlara
Ali ile ilgili bir şeyler ifade edeceğimden dolayı mutluyum. Şu anki satırların
yazarının muhatabı olan okuyucular içerisinde, duygu ve düşüncelerini bize
Ali'nin şahsiyeti, hayatı, öğretisi, hükümeti ve velayeti diye öğretilen yanlış
bilgilerden, kötü miras ve telkin-
75
lerden
kurtarabilen kişilerin bulunuyor olmasından dolayı mutluyum. Her halükârda kör
dinî taassubu olmayan dindarların, kör din karşıtlığı taassubu olmayan
aydınların, insanî değerleri tanıma konusunda müşterek olan kimselerin
bulunuyor olmasından dolayı mutluyum. Her ne isme ve öğretiye sahip olurlarsa
olsunlar her yerde, Ali adlı bütünüyle güzel bir şahsiyetin, tamamen yeni bir
yolun ve öğretinin ve tamamen benzersiz değerlerin burada söz konusu ediliyor
olmasından, onun isminin, hatırasının ve aşkının bu muhitte tekrar ediliyor
oluşundan dolayı mutluyum.
Bize öyle bir eğitim verilmiştir ki, gece
gündüz "Ali, Ali!" diyip duran kimseler bile bu dünyada Ali'nin bir
kitabının var olduğunu düşünmemekte ve hiçbir zaman bu kitabın ardına
düşmemektedirler. Neden Ali'nin bunca fazileti ve üstünlüğü anlatılıp övgüsü
yapılıyor, bunlar her yerde yayınlanıyor da Ali'nin kendisi bizimle konuşmuyor.
Neden son dönemlerde yazılan kimi dinî kitaplar, resmî dinî kitabımız haline
getiriliyor ve sürekli olarak onlar okunuyor, ezberleniyor ve tekrarlanıyor da
Ali'nin Nehcü'l- Belaga'sı son yirmi otuz yılda yazılmış olan kitaplar kadar
söz konusu edilmiyor, evlerde bulunmuyor ve kimse onu tanımıyor?
Ali'yi niçin, nasıl ve ne derece
yücelttiklerini çok iyi biliyorlar; ama Ali'den bir kelime dahi etmiyorlar.
Son günlerde "Alevî Şiîliği ve Safevî
Şiîliği" 17ni yayına hazırlamak üzere yeniden gözden geçiriyordum.
Maalesef oradaki ilk konuşmada pek değinmediğimi fark ettiğim çok hassas, çok
ince ve çok karmaşık meselelerle karşılaştım. Özellikle bu kitaba yönelik
olarak gösterilen alışılmadık duyarlılık-
17-
Dr Şeriatî'nin bu kitabı, Türkçe'ce Yöneliş Yayınları tarafından "Ali
Şiası Safevî Şiası" adıyla tercüme edildi. Farsça'sı "Teşeyyu-e Alevî
ve Teşeyyu-e Safevî" olan kitabın isminin doğru Türkçe tercümesi
"Alevî Şiîliği ve Safevî Şiîliği" biçiminde olmalıdır. [Çeviren]
lardan
ve beklenmedik tepkilerden sonra aslında en can alıcı saldırı noktasının burası
olduğunu anladım bu yüzden bunun üzerinde daha fazla durmak gerekiyor. Güce,
aldatmaya ve gaspa daha baştan "hayır" diyen ve bin yıl boyunca halka
İslam diye yutturulan düzenleri reddeden18 Ali Şiîliğini ve Şiî mezhebini
saptırmak için büyük bir açık gözlülükle ne planların kurulmuş olduğunu
anladım.
"Hayır" diyen Şiîlik, itiraz eden
Şiîlik, gaspa karşı daima mücadele veren Şiilik, adalet ve özgürlük isteyen
Şiîlik, nasıl oldu da yerini değiştirip halkın arasından çıkarak daima
Sünnîliğin buluna geldiği o yere oturtulmak istemeye başlandı?
Defalarca dile getirdiğim gibi Sünnîlik,
hilafet İslam'ından, hükümet İslam'ından, hakimiyet İslam'ından ve resmî
İslam'dan; Şiîlik ise, halk İslam'ından, yani adalete, rehberliğe ve özgürlüğe
götürdüğü için İslam'a girmiş olan adalet talibi yığınların İslam'ından
ibarettir.
Nasıl oldu da Şiîlik aniden yerini değiştirdi
ve sonra egemen güce ve makama yönelmeye başladı? Ve nasıl oldu da daha
sonraları gaspçılara ve zalimlere "evet" demekle kalmayıp onların
koruyucu temeli ve yönlendiricisi oldu?
Neler yapıldı, ne bilinçli işler yapıldı ve
ne kadar başarılı olundu ki, üç asır sonra bile bizim bilimsel çevrelerimizde,
bizim yirminci yüzyıldaki bilinçli, uygar ve aydın halkımız arasında dahi hâlâ
kutsallığını muhafaza eden bu lakayt19
18-
Büyük Şiî önderleri, Şiî imamları, büyük Şia uleması, Şiî araştırmacılar,
fa-kihler, yazarlar, şairler ve sanatçılar, islam tarihinde bin yıl boyunca bir
an dahi zulme karşı cihadı terk etmemiştir. Şiîlik, mahkum edilmek istenen
halkın malıydı, hakkın, özgürlüğün ve adaletin koruyucusuydu. her aldatıcı
zorbanın ve servet sahibinin çenesine vurulan sıkı bir yumruktu.
19
Ali Şiîliği, mahiyet değiştirdi. Hepsi zulüm ile savaşmak uğrunda ya zehirlenen
ya da katledilen {Kasette "kati" kelimesi yerine "şehid"
kelimesi geçmektedir ki, bu doğru değildir.) {Farsça yayıncının notu} adalet ve
hak muhafızlığının timsali Şiî imamları üç asır önce bir anda egemen düzenin
açıklayıcısı olan birer araca dönüştürüldü.
76
hilekârlık
eleştirilemiyor.
Bu meseleyi iyice anladıktan ve buna
inandıktan sonra, aşkınızın ve inancınızın tüm içtenliği ile Ali'nin ailesine,
Ali'nin mektebine, Ali'nin değerlerine. Ali'nin dâvetine ve misyonuna bağlı
bulunan kişiler olarak size şunu arz etmek isterim: Eğer davranmazsak, son üç
yüz yılda -Safevîler döneminde-resmî olarak (daha önce de gayri resmî olarak)
bugünkü nesil ile kaynağını peygamber risaletinin ana gövdesinden alan,
İslam'la birlikte doğan ve bin yıl boyunca daima zulme ayrımcılığa ve ırkçılığa
kurban edilen halkın inanç ve ümit sığınağı olan Alevî Şiiliği arasında
oluşturulan bu kalın duvarı yıkmamız gerekiyor (bugünkü bizim Şiiliğimizle, Ali
Şiiliği arasındaki, Ali'nin kendisini ve mektebini tanıma arayışındaki nesil
arasındaki duvarı). Bu yolda -bu yol hakka inanmanın, adalet istemenin ve hakkı
tanımanın yoludur- karşılaşacağımız tüm sonuçlara katlanarak, fedakarca,
bilinçli bir şekilde ve yüklenilen ağır sorumluluğun farkında olarak bu duvarı
yıkmamız gerekiyor. Öyle bir duvar örülmüştür ki, bugün biz, Ali'nin o ilk
mektebinin berrak kaynağına doğrudan ulaşamamaktayız. Eğer inancın, bir yol
tercihinin ve bir hedefin arayışı içerisinde bulunan bugünün vicdanı için,
bugünkü kendi neslimizin vicdanı için (bu arayış engellenemez, çağımız
seçim/tercih çağıdır) günümüzden, Ali Şiiliğinin ilk berrak kaynağına giden bir
yol açmazsak, bu duvarı yıkarak doğrudan o hak mektebin berrak yüzünü görmezsek
ve bunu bu nesle göstermezsek, bizim inancımız, bizim kültürümüz ve Ali'nin
mektebi, sonraki nesle intikal etmeyecek.
Bazıları diyorlar ki "Allah, kendisinin
koruyucusudur. Allah'ın kendisi mektebini ve dinini korur. Hakikat yok olmaz.
"Şüphesiz böyledir! Şüphesiz hakikat için, Ali'nin mektebi için ve
"zikr" için endişe etmiyoruz. Çünkü "İnna nahnu nez-zelna'z-zikr"
ile Allah, Peygamberin risaletini, onun mektebi-
ni.
Kur'an'ı ve Ali'nin mensup olduğu hak yolu korumayı garanti etmiştir.
Binaenaleyh, onun sahibi ve koruyucusu var ve asla yok olup gitmeyecek. Biz
kendimiz için endişe ediyoruz. Şiddetle muhtaç olduğumuz halde ondan mahrum
kalan bizleriz. Sürekli olarak söylenen: "Ali'nin hakkı ayaklar altına
alındı." Sözü, eksik bir ifadedir. Aslında şöyle denilmelidir: Halkın
hakkı ayaklar altına alındı." Ali'nin kendisi halktır!
Tüm çabalarımız, hadiselerin gidişatı,
muhtelif hassasiyetler, yapılan eleştirilerin niteliği, tavır alma biçimleri,
tepkiler ve ayrıca daha fazla yapılan araştırmalar ve daha fazla gösterilen
çabalar, yavaş yavaş, kendiliğinden insanın yolunu belir-ginleştirir, hedefleri
muayyen kılar ve şiarları tayin eder. İnsan tam olarak nereye gitmesi
gerektiğini bilir, mücadelesinin keskin tarafının hangi yönde olması
gerektiğini, hangi tarafa hareket etmesi gerektiğini ve bir mektebe ve bir yola
inanan insanın görevinin ne olması gerektiğini bilir. Bunlar, yavaş yavaş
aydınlanır ve belirginleşir. Benim söylemek istediğim şu: Bizim gibi düşünenler
hem zamanlarının ihtiyaçlarını ve dertleri biliyorlar, bunun ıstırabı
içerisinde bulunuyorlar ve ona karşı sorumluluk hissediyorlar ve hem de, bu
dertlerin dermanı için, bu problemlerin çözümü için ve neslimizin muhtaç olduğu
iman ve akide silahlarının kuşanılması için en iyi fikrî, kültürel ve mektebi
donanımlara sahip olduklarına inanıyorlar.
Bilinçlilerin, aydınların, dindarların -ya da
ismini her ne koyarsak koyalım- misyonlarının en temel sorumluluğu, tek
kelimeyle şudur: Çağımızın ihtiyaçlarına cevap vermek için, toplumumuzu
bilinçlendirmek için, bizde yıpranmış halde bulunan imana hayat veren ruhun
ihyası için, aramızda solmuş, ölmüş ya da aşınmış mektebî hayatın tecdidi için,
bizim ile •manimiz arasında kesilmiş ve koparılmış olan bağın yeniden kurulması
için ve bugünkü âcil, fiilî ve hayatî ihtiyaçlarımızı ta-
nımak
için yapılması gereken şey: Bizim ile Ali arasından, bu nesil ile Ali Şiîliği
ve Ali İslam'ı arasından sahte, münharif, çıkar üzerine bina edilmiş Safevî
mollalığını kaldırmaktır.
Eğer kaldırırsak Ali'nin güneşinin ısısı
hepimizi ısıtır. Eğer bu mesafeyi kaldırırsak ve bu duvarı yıkarsak bizim bu
ölmüş, porsumuş bedenlerimiz Ali'nin Mesihî ruhunu bulacaktır. Ve bu karanlık
çağ ile hayatımızın ve yazgımızın gecesi, Ali'nin sinesinin ilahî ateşi ile
aydınlanacaktır. O, nasıl yaşayacağımızı, nasıl bakacağımızı, nasıl
tapacağımızı, nasıl bir ümmet kuracağımızı, toplumumuza, insanlığa ve zamana
karşı nasıl bir misyon üstleneceğimizi, kısaca nasıl Müslüman olacağımızı bize
söyleyecektir.
Ben bu bölümde konunun başlığında da
belirtildiği üzere meseleyi başka bir açıdan ele almayı istiyordum. Yani Şiî
bir toplumda yaşıyor olmamızdan dolayı, bu konunun doğal olarak, bir mezhep
tebliğcisi sıfatıyla, bir mezhep araştırmacısı sıfatıyla ve genellikle mezhebin
kendisi açısından, İslam tarihi açısından, İslam tarihinde söz konusu edilen
hilafet, imamet, Şiilik, Sünnilik, gasp, vesayet, Kur'an, hadis, sünnet gibi
meseleler açısından, tarihte ortaya çıkan akımlar ve meseleler açısından,
şahsiyetlerin değerlendirilmesi, Ali'nin, rakipleriyle ve hakkını gasp
edenlerle mukayesesi gibi meseleler açısından ele alınması adet olmuştur.
Ali'ye bu şekilde varılmakta ve Ali'nin çehresi, Ali'nin mektebi ve şahsiyeti,
hayatı ve değerleri ortaya konmakta ya da hakkı ispat edilmektedir. Ben ise
meseleye, başka bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Elbette bu bölümde söz konusu
edeceğim meseleler, doğal olarak burada daha önce söz konusu ettiğim Şiilik,
mezhep ve toplum hakkında çeşitli derslerimde ya da konferanslarımda söz konusu
ettiğim meselelerin bir devamı niteliğinde olacaktır. Bundan dolayı, bazı
tabirler* bazı işaretler ve bazı meseleler, kimi dinleyiciler tarafından
müphem, afılaşılmaz ya da mantıksız
80
bulunabilir.
Bu muhtemelen, burada daha önce söz konusu edilmiş olan bir çıkarıma ya da bir
görüşe işaret ediliyor olmaktan, bunların tekrarının yapılıyor oluşundan yani
bu konuların zihinlerde bir geçmişinin bulunuyor olmasından ve buna göre bir
dilin, terminolojinin ya da bakış açısının kullanılmasından kaynaklanmaktadır.
Benim burada Şiîlik ve Hz. Emir'in şahsı hakkında yalnızca ana başlıklannı söz
konusu ettiğim meseleler ve bu bölümde ele alacağım konu, onlann tamamlanmasına
yöneliktir. Daha önce bulunmayan ve o meseleleri duymamış olan dostlar, eğer
isterlerse, bu bahsi, aralarında zorunlu bir irtibat bulunan mantıksal
öncülleriyle birlikte takip edip anlayabilirler.
Burada üç dört yıl önce dört oturum halinde
bütünsel bir mesele olarak ele aldığım ilk mesele "ümmet ve imamet"
idi ve sosyolojik açıdan ele alınmıştı. Şiiliğin esaslı bir şekilde alt
yapısını teşkil eden "ümmet ve imamet", Alevî Şiiliğine ait bir
değerlendirme ve bir görüş olarak ortaya konmuştu.
Sonra, Şiî tarih görüşü ve değerlendirmesi
olan "Adem'in varisi Hüseyin" söz konusu edilmişti. Bu da Şiî bakış
açısına göre ele alınmış tarih felsefesiydi.
Bir başkası "İbrahimî dinlerde tarih
felsefesi" idi ki tarih felsefelerinin, -genel anlamıyla- İslâmî tarih
felsefesi ile muka-yesesiydi.
Dördüncüsü, "İtiraz Mezhebinin
Bekleyişi" idi. Yani Şiilikteki vaat edilen kurtarıcıya, vaat edilen
Mehdi'ye itikat mese-lesiydi. Ya da bunun Alevî Şiîliği açısından
değeriendirilmesiy-di.
Beşinci olarak, Hz. Emîr'in şahsına
ulaşılmıştı: Yani konu. "efsanevî bir hakikat olarak Ali "ydi...
İfade edilecek olanların konusu şudur: İnsanlık daima aşkın [müteal] ve mutlak
değerlerin arayışındaydi; ihtiyaç duyduğu bu değerleri objektif gerçeklik
içerisinde bulamadığı için, bu değerleri bir varlıkta bir
81
temele
oturtmak adına, hayalî ve efsanevî tanrılar yaratıyordu. Böylece, aslında var
olmayan şahısların, kahramanların ve bazen de objektif gerçekliği olan
kişilerin şahsında bu aşkın değerlere tapabilecekti. Ama Ali, efsanelerdeki
tanrılar gibi olan bir hakikattir. Yani bu aşkın ve mutlak değerleri bünyesinde
barındıran bir varlıktır. -Tıpkı mitoiojilerdeki tanrılar gibi- Ancak efsanevî
olan ve insanın ihtiyacının yarattığı tanrıların aksine, Ali tarihte somut bir
insan şeklinde tecessüm etmiş olan bir şahsiyettir.
Sonraki mesele "Eksiksiz insan Ali'dir.
Bu mesele de antropolojik açıdan, antropolojinin yeni görüşleri bağlamında ele
alınmıştır.
Diğer
bir konu başlığı "Ali Yalnızdır" adını taşımaktadır.
(Diğeri de "Ali'ye Niçin İhtiyaç Var"
meselesidir.) Bu Hz. Ali'nin hayatının tahlilidir. Hz. Ali Peygamberin risaleti
dönemi boyunca tam yirmi üç yıl onunla birlikteydi. Sorumluluk sahibi bir grup
ve değişim sağlayacak bir toplumsal düzen kurmak için birey inşa etme çabasının
sürdürüldüğü Mekke'de 13 yıl ve haricî düşmanla cihadın yapıldığı ve
(geçmişteki) topluma belli bir hattın kazandırıldığı Medine'de de 10 yıl
boyunca Peygamberle birlikteydi. Peygamberin davetine ilkin o, evet dedi ve
Peygamberin hayatının son noktasına kadar ondan bir an olsun ayrılmadı.
Ondan sonra yirmi beş yıl boyunca yani hicrî
11. yıldan, Osman'ın öldüğü hicrî 35 yılına kadar Peygamberin risaletini
aralıksız olarak devam ettirmesi gereken Ali, inzivadadır. Oysa eğer
Peygamberin ölümünden sonra halkın idaresini eline o alsaydı, Ömer'in de itiraf
ettiği gibi bu deveyi -hilafet ve hükümet devesini- doğru yolunda sürerdi ve
yirmi beş yıl boyunca su kuyusu yapıp, hurma ağacı dikeceğine ve çiftçilikle
uğraşacağın hakimlik ve rehberlik yapardı. Ve beş yıllık hükümeti ile birlikte
tam olarak otuz yıl, Peygamberden sonra sürekli
82
bir
şeklide rehberlik, Ali'nin elinde olurdu (ve muhtemelen hayatı da o şekilde
sona ermezdi.) Bu durumda İslam'ın kaderi daha farklı olurdu ve bugün daha
farklı bir İslam'a ve daha farklı Müslümanlara sahip olurduk. Henüz kendileri
İslam'ın ilk öncelikli derslerini öğrenmeye muhtaç olan kişilerin eliyle,
doğuya ve batıya asker sevk edip yağma yaparak ve fetihlere girişerek doğu ve
batı halklarına kılıç çekip onları Müslüman etmek ve onlara rehberlik etmek
yerine, insan inşa eden fâtih İslam'a sahip olurduk. Fâtih kılıçlara değil.
Böylece İslam kalplerde ve fikirlerde tıpkı kuru odunun üstüne düşen ateş gibi
rüşt kazanırdı. Ancak her halükârda kader değişti ve sonra öyle bir hale geldi
ki onun Şiasının kaderini bile değiştirdiler.
(Binaenaleyh) onun yirmi üç yılı Peygamber
ile beraber cihatlarda geçti, bu yirmi üç yılın şiarı iman ve öğreti idi. Bir
ideolojinin, bir ilahî akidenin ve imanın gelişmesi için ve bir itikadi güç
merkezinin kurulması için yapılan bir mücadeleydi. Yani toplumsal risaletin ve
İslam Peygamberinin manevî risa-letinin gerçekleştirilmesi için yapılan
düşünsel bir mücadeleydi. Ali başlangıçtan Peygamberin hayatının sonuna dek.
-bi'set döneminde- 13 Yıllık Mekke döneminde ve -özellikle de- 10 yıllık Medine
döneminde mücahitler cephesinin öncüsüydü. Buradaki yirmi üç yıllık cihat,
öğreti içindir.
Sonra ise İslam'ın kalbinde, Peygamberin
Medine'sinde Peygamber adına yapılan en çirkin tecavüzlerin, en kötü
manzaraların, en zorlu sıkıntıların ve en büyük kötülüklerin sahneye konulması
karşısında yirmi beş yıllık tahammül ve sükut... Bu dünya ve bu gökyüzü,
Ali'nin su kaynağı başında bir kaç devenin yularını elinde tuttuğuna, orada
kuyu açtığına, hurma ağacı diktiğine ve elleriyle toprağı sürüp işlediğine
şahit olurken; Kabul- Ahbar'ın İslam'ın yargıçlığı koltuğuna oturduğunu,
Mervanların yürütme gücünü ele geçirdiğini ve Osmanların, Sa'ad İbn Ebi
Vakkasların, Halid bin Velidlerin
de
Peygamberin yerine geçtiğini görüyordu. Ancak Ali'nin büyük misyonu, her
şehadetten ve cihattan daha büyüktü. Uhud'da, Bedirde, Hendek'te ve Huneyn'de
vurduğu kılıçlardan daha büyük olanı onun burada yediği kılıçlardı. O, İslam'ın
korunması için ağzını bile açmamıştı. Kendi tabiriyle; "Gözümde diken,
boğazımda kemik vardı." İslam ayakta kalabilsin diye 25 yıl suskun kaldı.
Tıpkı, annesi ile. annesi olduğunu iddia eden mütecaviz bir kadın arasında
kalmış çocuğun durumuna benzer bir durum söz konusuydu. Anne kavgaya ve mücadeleye
kalkışması durumunda kendisine ait olduğunu iddia eden yabancı kadının
kucağındaki kendi çocuğuna zarar geleceğini görüyordu. Böyle bir durumla
karşılaşmak, yalancı anneyi annelikten vazgeçmeye kesinlikle zorlamıyor. Bu
durumda başkasının kucağında da olsa çocuğu sağ kalsın diye kavgadan ve
annelikten vazgeçen yine gerçek anne oluyor.
Onun beş yıllık hükümeti, Osman'dan
sonradır. İslam'ın ve mektebin yayılması için yalnızca düşünsel ve toplumsal
bir cihadın yapıldığı ilk 23 yılın aksine vahdeti ve elinden alınmış bu küçük
çocuğunu korumak için (mutlak hak sahibi olmalarına rağmen) kendisinin ve
ailesinin hakkından vazgeçerek 25 yıl boyunca en büyük olgunluğu gösterip
tahammül etmesinin aksine hükümetin Ali'nin eline geçtiği bu beş yılda muhtelif
alanlarda gerçekleştirilen cihat, sadece adaletin yerleştirilmesi içindir. Bu
beş yıllık hükümet son derece incelenmeye değer olmasına rağmen yazık ki ondan
çok az söz edilmiştir.
Genellikle dünyadaki liderlerin iki
dönemleri vardır: Birincisi devrimci dönemdir. Bu dönemde egemen güce karşı
mücadele ederler, savaşırlar. Devrimci bir bakış açısına sahiptirler. İş başına
geldikleri diğer dönemde ise aksine az ya da çok muhafazakarlaşırlar. Kendi
deyimleriyle bu dönem, sakin bir hayat dönemidir, ulusal çıkarları düşünme
dönemidir. Ali ise
tersine,
hükümetin elinde bulunmadığı, hakkını gasp eden halifelerin iş başında olduğu
ve hatta İslâmî değerlerin, ilişkilerin ve disiplinin zahiren bile korunmadığı
Osman gibi birinin iş başında bulunduğu dönemde bile bu dönemde Ali -toplumsal
sorumluluk açısından- bir fert olan, gayrî resmî bir makamda bulunan, gücün
başkalarının elinde bulunduğu bir sırada azınlığın liderliğini yapan biri
olarak böylesi bir dönemde devrimci mücadeleye başvurmuyor ve vahdet bozulmasın
diye tahammül ediyor. Aksine iş başına gelip, hükümeti eline aldığı ve toplumun
resmî yöneticisi olduğu zaman, devrimci dönem başlıyor ve devrimlere girişiyor.
Muhtemelen o, insanlık tarihindeki elinde güç bulunmadığı bir dönemde toplumsal
gücü ve dış düşmana karşı bu imanı ve akideyi korumak için sükut eden; hükümeti
eline geçirip duruma hakim olduğunda ise devrimci olan ilk insandır. Ali'nin
hayatındaki beş yıllık devrimci dönem, onun hükümette bulunduğu dönemidir. Bu
Ge-orge Cordak'ın sözünden farklı bir şeydir. Cordak diyor ki: "Dünyanın
tüm liderleri (iş başına gelmeden önce) büyük, ilerici ve devrimci önderler
idiler, iş başına geldiklerinde ise muhafazakâr oldular. Ali ise onların aksine
hükümet elinde değilken de devrimciydi, hükümet eline geçince de devrimci
kaldı."
Bu söz doğru ama benim söylediğimden biraz
farklı. Hükümet elinde değilken gücün muhafazası için devrime girişmiyor ve
tahammül ediyor. Devrimci olmayı ve devrimi başlatmayı resmen hakim olup. gücü
eline geçirdiği zaman yürürlüğe sokuyor. Bir lider olarak Ali'nin hayatındaki
bes yıllık devrim dönemi, hükümete geçmeden önceki dönemi değil, hükümete
geçmiş olduğu dönemdir. Onun hayatındaki devrimci dönemin başlangıcı toplumsal
açıdan, iş başına gelmesinin başlangıcı da siyasî açıdandır.
Binaenaleyh
Ali'nin hayatı üç bölüme ayrılmaktadır: Yir-
84
85
mi
üç yıl mektep için cihat, yirmi beş yıl vahdet için tahammül ve sabır ve beş
yıl adalet için devrim. Bu,
bu
başlık altında burada ele aldığım meselelerden birinin konusudur. Orada
meseleler esaslı bir şekilde ortaya konmuştur.
Bunlar Hz. Ali'nin hayatının temel
boyutlarıdır. Önceki bö- ' lümlere işaret etmemin sebebi şudur: Ben sadece
sözleri nakletmek ya da bir bilgi aktarmak istemiyorum. Bunlar, Ali'nin
hayatında söz konusu olan temel meselelerdir. Açıklanması gerekli olan bu
meseleleri tekrar etmiş olmamak için bunları ana başlıklar altında ele
alıyorum.
Ali'nin hayatındaki diğer bir temel mesele
de şudur: Safe-vî Şiîliği, bugün söz konusu edilmiş ve Alevî Şiîliğinin yanında
kendisini göstermiş değildir. "Safevî Şiîliğf'nin sadece Safevî-ler
zamanında ortaya çıktığı ve ondan önce bulunmadığı anlaşılmamalıdır. Hayır,
aslında Safevî Şiîliği, Alevî Şiîliğinin oluştuğu dönemde kuruldu. Safevîler
döneminde bu Şiîlik, sadece resmiyet ve hâkimiyet kazandı.
Safevî Şiîliği, zahiren Alevî Şiîliği
şeklinde bir mezhep olarak kurulmuştur; ama içerik açısından Alevî Şiîliğinin
karşıtıdır. Ali Şiîliğinin oluşmaya başladığı sıralarda Ali'nin ve Ali'nin
gerçek Şiîlerinin karşısında Şiîlik sloganları -Ama Safevî Şiiliği sloganları-
atmaya başlayan ilk kişi Ebu Süfyan'dır. Ebu Sufyan, Ali'nin evinde oturup Ebu
Bekir'e biat etmemekle birlikte kılıç da çekmediği bir sırada20 heyecanla
Ali'nin ve Ab-
20Kendisi
Nehcü'l- Belaga'da şöyle buyuruyor: "Durum öyle bir hal almıştı ki
sessizce oturmaktan başka bir çarem olmadığını görüyordum." O itiraz
etmesine rağmen evde oturuyordu. Ancak o, her çeşit fiilî girişimin bir iç
patlamaya neden olacağını gören, Peygamberden hemen sonra Medine'nin kargaşaya
sürüklenmesini istemeyen bir itirazcıydı. Zira onun diğer rakipleri, Medine'nin
kargaşaya sürüklenmesiyle ilgilenmiyordu. Hükümet, o güçlerin ve o şebekenin
eline geçmezse, muhtemelen Medine'nin büsbütün elden çıkmasına bile
aldırmayacaklardı. Fakat Ali şöyle düşünüyorduk Eğer o an sahabeler Peygamberin
Medine'sinde birbirine kılıç çekecek olursa doğudaki ve kuzeydeki
imparatorluklar ile kinlerini inatla sürdüren içerideki düşman kabileler,
islam'ın merkezinin bir iç ihtilale
bas'ın
yanına'gelerek şöyle demişti: "Ey zeliller, ey zelilliğe tahammül edenler,
Temîm ve Adiyy kabileleri gelip size hakim olurken siz neden burada
oturacakmışsınız, neden hakkınızı istemeyecekmişsiniz? Bu hak size ait. Kalkın,
öne çıkın ve hakkınızı isteyin. Ben senin velayetini ve hükümetini müdafaa için
Medine'nin tüm köşelerini atlı ve yaya askerlerle doldururum."
Ali' nin velayeti karşısında, Ali karşıtı
bir velayet de mevcuttur; bu, Ali adına Ebu Süfyan'ın hançeresinden çıkan bir
velayetti. İlk Şiîlik gücü, Fâtıma'nın evinde ve acılı ve suskun Ali'nin
etrafında teşkil olduğu sırada -Tarihte Şiîliğin ilk tohumu atılmıştır- Ali
karşıtı ilk Şiîlik feryadı Ebu Süfyan'ın hançeresinden yükselmiştir. Bu feryat
daha sonra da Şiîliği çirkin-leştirip onu, İslam'ı reddetmek için bir araç
olarak kullanmak isteyenler tarafından yükseltildi21. Onu, yavaş yavaş açığa
vurdular, büyüttüler, içine yabancı unsurlar kattılar, çehresini değiştirdiler
ve bir sermayedar kadar zenginleştirdiler. Safevîler döneminde bilinçli bir
çaba ile düşünüp planlayarak tedvin edilmiş bir mektep haline getirdiler. Nasıl
İmam Sadık, Alevî öğretisini ilmî açıdan tesis ve tedvin ettiyse, o devirde
onlar da Safevî Şiîliği öğretisini tesis ve tedvin ettiler ve ona resmiyet
kazandırdılar. Safevî Şiîliği, Safevîlerden önce, ta o zamanlardan beri
mevcuttu.
Fakat Safevî Şiîliği, Safevîlerin ortaya
çıkmasından sonra resmiyet kazandı sözümüz, Safevîlerden sonra olan her şeyin
Safevî Şiiliğine ait olduğu anlamına gelmiyor. Söylediğimiz şey çok basittir.
Alevî Şiîliği ile Safevî Şiîliğinin, Ebu Süfyanî velayet ile Alevî velayetin
sahip olduğu özellikler, somut ve be-
maruz
kaldığını görerek onu bir lokmada yutmak isteyeceklerdi. O, bundan korktuğu
için sessiz kalıyordu.
21-
Eğer Ali Şiîliği, Ali'nin istediği gibi kalırsa sahip oldukları her şeyin
ellerinden gideceğini bildikleri için islam'dan ve Şiîlikten korkuyorlardı.
86
lirgindir.
Anlamları malumdur, ortaya konan uygulamalar son derece açıktır. Görüşleri,
eğilimleri, görevleri, toplumsal sorumlulukları, insanî ve ahlâkî değerleri açıkça
ortadadır. Bugün herkes bir görüşün, bir uygulamanın, bir düşünce tarzının,
Safevî Şiîliğine mi yoksa, Alevî Şiîliğine mi ait olduğunu kolayca teşhis
edebilir, sahip oldukları disiplinlere bakarak insanları, faaliyetleri, yapılan
işleri ve programları kolayca değerlendirip tanıyabilir. Safevî döneminden
bugüne kadar da hakikatin, özgürlüğün, doğru İslam'ın ve Ali'nin hak yolunun
gerçek muhafızları olan gerçek Şiî uleması, her zaman mevcuttu ve mevcut olmaya
da devam etmektedir. Onların yanında da Safevî Şiîliğinin ruhanîleri ve Safevî
Şiîliğine inananlar buluna gelmiştir. Binaenaleyh, Safevî döneminde Safevî
Şiîliği işbaşına geldiği ve resmiyet kazandığı yönündeki sözümüzden, Alevî
Şiîliğinin ortadan kalkmış olduğu gibi yanlış bir anlam çıkarılmamalıdır. Asla!
Tüm çalışmalara ve bilinçli çabalara rağmen Alevî Şiîliğin cazibesinin, yolunun
ve hakikatinin hâlâ canlı oluşu sevindiricidir. Ve yine sevindiricidir ki,
bizim ilmî çevrelerimizde ve gerçek din âlimlerimiz arasında Alevî Şiîliğinin
hâlâ hem gücü ve cazibesi, hem de muhafızı ve hâmisi bulunmaktadır.
Bu gece arz etmek istediklerim bir ders
şeklindeydi. Ancak ne yazık ki konu çok geniş, zaman ise oldukça az. Bu gece
Hz. Emîrin doğum yıldönümü olduğu için konunun bir ders biçiminde işlenmesine,
herkes dinleme mecali göstermeyebi-lir. Bu nedenle dersi, konuları ve resmî
delillendirmeleri kısa kesiyor ve bunu başka zamana bırakıyorum. Şimdi meseleyi
genel olarak ele alacağım.
Bu gece "Anne baba biz suçluyuz"
da, bundan dolayı itiraz eden, bu sebeplerden dolayı dinden kaçan (daha sonra
bazıları bana güya cevap da verdiler!) bir neslin temsilcisi olarak bahsettiğim
şeyleri, burada da, benimle aynı fikirleri, aynı ya-
şı,
aynı kültür düzeyini paylaştığım kesimlerin dilinden, günümüzde, İran'da, İran dışında,
İslam ülkelerinde ve üçüncü dünyada kısaca yirminci yüzyılda anlatmak
istiyorum. Meseleyi, belli bir mezhebe dayalı olmaksızın, dinî bir disiplin
içerisine sokmaksızın ve zaten var olan kelâmla, hadisle ve karmaşık düşünsel
ve itikadî ihtilaflarla uğraşmaksızın söz konusu etmek istiyorum.22
Bir
an için bizim, Latin Amerika'dan, Uzak doğudan, As-
22-
Ben, İslâmî vahdetin bozulmaması için bugün bu meseleleri söz konusu etmemek
gerekir diyen aydınlardan değilim. Hayır, İslâmî vahdete şiddetle inanıyor
olmakla birlikte, gerçeklerin araştırılıp ortaya konmasının, tarihî hadiselerin
taassuptan uzak bir şekilde, inceden inceye analiz edilmesinin bir an dahi terk
edilmemesi gerektiğine de inanıyorum. Benim, İslâmî toplumun vahdeti diye
inandığım vahdet, çeşitli İslâmî mezheplere mensup insanların ve halkların,
islam karşıtı düşmanlara birlikte karşı koymalarıdır. Emperyalizm ve Siyonizm
gibi dış düşmanlar karşısında Sünnî ve Şiî vahdeti, bir vahdettir. Şiîliğin ve
Sünnîliğin vahdeti anlamsızdır. Bu hem akla, hem de bilime aykırıdır. Aynı
zamanda mümkün de değildir, insanın zannettiğinin aksine, biz Şiîlik mektebini,
bilinçlice, mantıklıca ve bilimsel bir şekilde savunursak, araştırmalarımızı ve
tebliğimizi bu yönteme göre yaparsak ve Şiîliğin kendine özgü meselelerini
gündeme getirirsek, bu tefrikaya ve düşmanlığa sebep olmayacağı gibi, tersine
islam'ın muhtelif kutupları arasında anlaşmanın, dayanışmanın ve yakınlaşmanın
oluşmasına en büyük katkıyı sağlayacaktır. Örneğin mezhebî meseleleri kötü söz,
iftira, hakaret vb. gibi avamî bir şekiide söz konusu eden bizlerin aksine,
bizim gerçek büyük ulemamızın, Alevî Şiîliğinin ulemasının, bugün islam
dünyasında, Ehl-i Sünnet'in büyük uleması ile yüz yüze, Şiîliğin esaslarını
müdafaa ettiğini ve Müslümanlar arasındaki hüsnüniyete ve yakınlaşmaya en büyük
hizmeti verdiklerini görüyoruz. Bunun en iyi örneği merhum Seyyid Şerefuddin'ın
"e!-Müracaat" adlı kitabıdır. Kendisi asrımızın büyük Alevî Şiîliği
ulemasındandır ve Ehl-i Sünnet'in büyük alimlerinden olan Şeyh Selim ile kendi
mektebi ve mezhebi hakkında mü-bahese ve münazarada bulunmuştur. Seyyid
Şerefuddin'in, Seyyid Muhsin Emin'in ve Kâşif'ul Gıta'nın -bu şahsiyetler Alevî
Şiîliğinin büyük şahsiyetlerin-dendir- Şiîlik konusundaki savunuları ve Şiîlik
ile Sünnîlik arasındaki ihtilaflı konuların bu kalemler ve bu bilginler
tarafından ele alınması, hüsnüniyetin oluşmasında en büyük rolü oynamıştı ve
cehaletin, gericiliğin ve dış düşmanın yarattığı suizanlara ve tefrikaya karşı
verilen büyük bir mücadele olmuştu. Savunumuzu, Ah mektebinin esaslarına göre
yaptığımız zaman, Müslümanlar arasında yakınlaşmanın ve hüsnüniyetin sağlanması
yolunda gerçekten büyük bir adım atmış oluruz. Alevî Şiîlik, vahdet Şiîliğidir.
Safevî Şiîlik ise tefrika Şiîliğidir ve tefrika için oluşturulmuştur. Alevî
Şiîliğinden korkmayalım ve onu, onun yöntemleriyle müdafaa ettiğimiz zaman,
bunun ihtilafa sebep olacağını zannetmeyelim. Hayır, tam aksine. Burada
yaptığım bir başka konuşmamın adı, bazılarının sahip olduğu zihinsel tasavvurun
aksine "Vahdetin Kurucusu Ali'dir, islam toplumlarında ortaya konulanın
aksine, esasen İslâmî vahdet meselesini ilk kez söz konusu eden, İslâmî vahdet
yolunda ilk kurbanı veren ve kurban olan, sadece yüce ve aşkın bir
RR
89
ya'dan
ya da Afrika'dan entelektüel sınıfa mensup bir grup genç aydın olduğumuzu var
sayalım. "Onaya" değil, halkının ve neslinin yazgısı karşısında
sorumluluk hisseden genç nesli kastediyorum. İnandığı hakikatleri ve
öğretisiyle ideallerinin söz konusu ettiği şiarları yerleştirmek için mücadele
eden, mücadele cephesi somut olan ve kendi toplumundaki insanî
yükümlülüklerinin bilincinde olan genç nesil benim muhatabındır. Ben de onların
bir parçasıyım. Meselelerimizi beraberce ele almak istiyorum. Hangi meseleyi?
Kendi ihtiyaçlarımdan bahsetmek istiyorum. Latin Amerika'daki gencin ya da
üniversite öğrencisinin hayat standardı, toplumsal yaşamı, siyasî düzeni,
ekonomik düzeni, kültürü, tarihi, dini ve halkının toplumsal gelişimi, uzak
Asya'daki, kara Afrika'daki, kuzey Afrika'daki, Hindistan'daki, İran'daki,
Türkiye'deki, Yunanistan'daki veya doğu Avrupa'daki arkadaşlarımızınkinden
kesinlikle farklıdır. Her birinin muhtelif şartları bulunmaktadır, toplumsal
düzenleri, kültürleri, dilleri, kendilerine özgü iç sorunları, halkları,
toplumlarına egemen olan düzenler ve sınıfsal ilişkileri aynı değildir. Ancak
Frantz Fanon'un dediği gibi: "Üçüncü dünya iç ihtilaflarına rağmen,
kültürlerinin, dinlerinin, dillerinin, ekonomik gelişim modellerinin, üretim
biçimlerinin, Batı ile olan ilişkilerinin farklılığına rağmen, en temel
şiarlarda, en temel ekonomik dinamiklerde ve bir ideolojiyi yaratan ya da ona
şekil veren en temel dinamiklerde bir çok
insanın
ödeyebileceği en ağır bedeli İslâmî vahdetin gerçekleşmesi için ödeyen ilk
kişi, Ali'dir. İslâmî Vahdetin Kurucusu Ali. Bu bedel, halkın kendi asrında,
onun hükümetinden mahrum kalması ve onun halkın rehberliği hakkının gaspıdır.
O, Müslümanların vahdeti için bu bedeli ödemiştir. Geçmişte ve şu zamanda
hiçbir islam önderi, hiçbir İslam halifesi, hiçbir ilim ve fıkıh imamı ve
hiçbir İslâmî mezhep mensubu, İslâmî vahdet uğruna böylesine ağır bir bedel
ödememiştir. Ali, İslam tarihinde vahdet düşüncesinin mimarıdır ve hayatının
yirmi beş yılını vahdete kurban etmiştir. Binaenaleyh, Ali'nin hakikatine ve
şahsiyetine dayanmak, tefrika çıkarmaz. Aksine o, dış düşmana, içerideki Ebu
Süfyanlara ve döneminin doğu ve batr imparatorluklarına karşı vahdetin,
.beraberliğin ve hüsnüniyetin şiarıdır.
90
ortak
noktaya sahiptir." Binaenaleyh (bu Frantz Fanon'un sözüdür) "İster
Afrikalı, ister Latin Amerikalı isterse Asyalı olsun üçüncü dünyanın tüm
aydınları, toplumlarındaki aydın olma sorumluluğunu, üçüncü dünyanın en genel
şiarları, ortak idealleri ve beklentileri yönünde kanalize etmeye
çalışmalıdırlar. Yerel ve kişisel kalıplara hapsolup kendilerini sınırlandırmak
yerine, geniş bir dünya görüşüyle, yirminci yüzyılda tüm insanlığı kapsayacak
şekilde, geleceğe ilerleyen tarihsel zorunluluğun seyri içerisinde ve en temel
inanç dinamikleri ve üçüncü dünyanın müşterek olduğu hedefler istikametinde
öğretilerini tesis etmelidirler."
Binaenaleyh bir kara Afrikalı, bir Latin
Amerikalı ve bir Asyalı -batılı ya da doğulu- her halükârda üçüncü dünyaya
bağlıdır. (Ortak dertlere ve ortak hedeflere sahiptir.) Ayrıca bu insan, bu
genç ve bu bilinçli aydın, yirminci yüzyılda yaşamaktadır. Bundan dolayı,
üçüncü dünyanın pek çok toplumsal meselesini, birinci ve ikinci dünyadan
ayırıyoruz. Yirminci yüzyılın aydınları olmalarından dolayı, üçüncü dünyanın
bir parçası olmayan batıdaki bilinçli genç nesil de, üçüncü dünya aydını ile
müşterek bir şekilde sıkıntılan, yoklukları ve acıları giderecek hedeflerin ve
şiann arayışı içerisindedir.
Binaenaleyh şunu söylüyorum: Yirminci asrın tüm
aydınlarının ortak bir ihtiyacı vardır, tüm üçüncü dünya aydınlarının da benzer
ya da ortak hedefleri, dertleri ve inanç dinamikleri bulunmaktadır. Aynı
şekilde İslam dünyasının aydınlarının da ortak hedefleri, dertleri ve şiarları
vardır. İran'da ya da başka bir İslam ülkesindeki aydının, tüm İslam dünyasının
aydınları ile pek çok ortak yönü bulunurken tüm üçüncü dünyanın aydınları ile
daha az müşterek yönü ve yirminci asırda bir hedef ve bir yol aramakta olan ve
bugünün hakim kültürüne karşı isyana baş vuran tüm aydınlar ile daha
91
az
ortak hedefi ve ortak yönü vardır.
Bu durumda mesele üç alanda söz konusudur:
Yirminci yüzyıl aydını için küresel düzeyde, üçüncü dünya için daha sınırlı
düzeyde (üçüncü dünya daha önce de söylediğim gibi. Latin Amerika, Asya ve
Afrika'dır) ve İslam toplumu içinse daha da sınırlı bir düzeydedir.
Sınırlandırıldığı ölçüde ortak yönler artmaktadır. Zira sorunların birbirine
olan benzerliği fazladır. Binaenaleyh burada benim diğer İslam toplumlarındaki
Müslüman aydınlar ile ortak yönlerim ve ortak dertlerim daha fazlayken, üçüncü
dünya ülkeleri iie daha az, küresel düzeyde ise daha da az ortak yönlere
sahibim.
Bu nedenle bizlerin, tüm dünya aydınlannın
ve gençlerinin katıldığı bir kongrede bulunduğumuzu farz edelim. Orada üçüncü
dünyaya özgü kongrenin yapıldığı bir komisyon ve İslam dünyasının aydınlarına
ve gençlerine özgü kongrenin yapıldığı bir komisyon kurulduğunu var sayalım.
Her üç alanda, her üç sahnede çok hızlı bir şekilde daha önce zihnimizde hiçbir
geçmişi bulunmayan bir şahsiyetin, ideolojinin ve öğretinin ana hatlarıyla
görüntüsünü söz konusu etmek istiyoruz.
l)AIi,
İslam Devrimindeki İlk Nesil
Varlığı, vahyin ilk inişiyle birlikte, yani
devrimci hareketin başlangıcıyla birlikte başlayan İslam devrimindeki ilk
nesildir. Yani Peygamberin bi' setine kadar aralıksız olarak [onunla
birliktedir] ve bu fikrin kurucusu sıfatıyla kelime Peygamberin kalbine nazil
olduğu andan itibaren, ikinci nüzulü, onun kalbine olmuştur. Bu sırada o,
sekiz-on yaşlarındadır.
2)
Ali, Amca Oğlunun Evinde
Ne kadar ilginç ki, aile*vî taassupların çok
şiddetli olduğu o zamanın kabile toplumunda takdir eli, hazırlamakta olduğu
92
yazgı
için, Ebu Talip gibi çok şahsiyetli bir babası olan bu çocuğu, fakirlik
sebebiyle amcasının oğlunun evine çekiyor ve o. çok ilginç bir şeklide
aralarında ortak bir yazgının öngörüldüğü Fâtıma ile birlikte büyüyordu.
3) Peygamber ve Ali'nin Karşılıklı İlişkisi
Peygamber
ile Ali'nin ilişkisi, çok ilginç bir karşılıklı ilişki
dir.
Abdullah'ın oğlu, zengin ve şahsiyetli bir kişi olan Abdul-
muttalib'in
torunu Peygamber, yetim kaldıktan sonra o kadar
fakir
oluyor ki mecburen Ali'nin babası Ebu Tâlib'in evine gi
diyor
ve Ali'nin annesi Fâtıma onun bakıcısı oluyor. Peygam
ber,
Ali'nin anne ve babasının bakımı sayesinde büyüdükten
sonra
bu kez Ali'nin kendi ailesinde bir maddi sıkıntı söz ko
nusu
oluyor. Öyle ki sonra Ali -sanki cevabı veriliyormuşçası-
na-
yoksulluk sebebiyle Peygamberin evine geliyor ve Pey
gamber
ile Hatice tarafından büyütülüyor. Yani Peygamber
çocukluğunu
Ali'nin annesinin kucağında ve Ali'nin babasının
elinin
altında geçirirken Ali de bunun tam aksine çocukluğu
nu
Peygamberin ve Hatice'nin, yani Fâtıma'nın babasının ve
Fâtıma'nın
annesinin himayesinde geçiriyor. Bu önceden ya
zılmış
mükemmel bir plandır.
4) Ali, Cihadın Timsali ve Savaşın Önderi
Ali, cephede kılıcın timsali, cihadın gücü ve
savaş kahramanıdır. Bu. savaş kahramanlığından başka bir şeydir. O komutanlık timsalidir.
Uhud'da Hamza düşer düşmez Ali, hem en büyük kılıç ustası ve hem de en büyük
cephe lideri ve savaş komutanı olarak ortaya çıkmaktadır. Hamza'nın olduğu
dönemde, Hamza'nın daha büyük oluşu, kahramanlığı ve Sörkernli şahsiyeti söz
konusu idi. (Hamza Uhud'da "Vah-
93
şî'nin
suikastıyla öldürülüyor.)
Uhud, beş cephedir: Birinci cephede zafer
Müslümanların-dır. İkinci cephede ise Müslümanların hayret verici yenilgileri,
cephenin dağılması, komutan Mus'ab b. Umeyr'in öldürülmesi ve Peygamberin o çukur
bölgede düşüp yaralanması söz konusudur. Burada cephe dağıldıktan sonra Ali,
âdeta bir ruh hızıyla cephenin önüne geçiyor ve geri çeviriyor, Peygamberi
korumak için onun çevresini sarıyor ve hızla hendeğin önünde, kaçanları geri
döndürmek için barikat kuruyor. Bu hayret verici çaba ile her şeyin dağıldığı
bir sırada üçüncü cepheyi kuruyor ve tüm Medine'nin tehdit altında bulunduğu,
Peygamberin yok olmanın eşiğine geldiği sırada o, dağılan cepheyi bir savunma
cephesine dönüştürüyor. Bu durumda Ebu Sufyan, Uhud'daki savaşı yarıda
bırakarak dönmek zorunda kalıyor.
Burada Ali, Hamza'nın düşmesinden hemen
sonra Peygamberin mücahitleri arasında en büyük savaş komutanı olarak ortaya
çıkıyor. Ondan önce o bir kahraman, bir kılıç ustasıydı. Ancak savaşın en zorlu
döneminde ordu komutanı olarak burada kendini gösteriyor ve tarihe mal oluyor.
5) Siyaset Adamı ve Toplumsal Sorumluluk
Ali, kendi hakkını gasp eden halifeler
zamanında bile -onların dönemindeki durumdan büyük bir memnuniyetsizlik
duyuyordu- toplumsal sorumluluklarını unutmuyor. Ben çok fazla örnek
nakletmiyorum. Zira bu örnekler her zaman söz konusu edilmektedir. Burada
sadece ana başlıklar halinde değiniyorum.
6) Bir Çiftçi, Emek ufe Üretim Adamı
Şu
an Şiî olan ve Medine'de hurma çiftçiliği yapanların bu-
lunduğu
"Nehâvele", Hz. Emîr'in siyaset sahnesinden uzaklaştırıldıktan sonra
uğraştığı ilk işten yadigar olarak kaldı. O, orada hayret verici bir tarım
üreticiliği yapıyor ve hem Medine civarında Şecere Mescidi'nin yakınlarında
kuyular açıyor hem de Medine'nin uzağındaki Yenba'da bir tarım merkezi kuruyor
ve üretime geçiyor. Muhtemelen bu bölgede ilk kez biri böylesine özenli ve
böylesine güzel bir tarım faaliyeti başlatmıştı. Elbette Medine çevresindeki
hurmalıklarda kendiliğinden yetişmiş birçok hurma ağacı vardı; ancak kabile
dönemindeki en parlak meslek, ticaret ve besicilikti. Tek başına bedevi
şekliyle yapılan besiciliğin ve kervanlarla yapılan ticaret mesleğinin
çiftçilik üretimine dönüştürülmesinde kurucu rol oynayan ilk kişi Ali'dir.
7)
Nesirde ve Şiirde Örnek
Hz. Emîr'e ait olan şiir divanı, elimize
ulaşmıştır. Elbette ben ona fazla değinmeyeceğim. Üzerinde daha fazla durmak
istediğim konu nesirdir. Bu noktada pek dikkat edilmeyen bir husus var. Bugün
Nehcü'l Belaga'nın nesrini diğer metinlerin nesri ile mukayese ediyorlar ve:
"Şöylesine görkemli, şöylesine değerli" diyorlar. Oysa dönemin
etkenlerini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Nehcü'l- Belaga'nın tedvin
edildiği dönemde, esasen Arap nesir dili diye bir şey yoktu. Sadece çok sınırlı
bir seçkinliği olan Arap şiiri vardı. Ancak Arap »esri, birinci asırda metin
diye nitelendirilebilecek bir nesir de-Sildi. Birinci asırdan kalan bazı
mektuplara bakıldığında, bun-tann çok kuru bir kaç kelimeden ve düzensiz
kurulmuş cümlelerden ibaret olduğu görülmektedir. Halbuki Nehcü'l- Bela-9a: bir
dilin en yüksek edebiyat ürünlerinin verildiği ve yazarak dilinin bir
edebiyatta bulunabilecek en ince ve en üstün öreklerinin verildiği bir döneme
ait bir nesir olarak gözükmektir. Aslında henüz bir kitabın bile olmadığı ve
belki Ali'nin,
94
çevresindekilerin,
tüm halkın ve muhitinin, Kur'an'dan başka j bir kitap okumadıkları bir dönemde,
böyle birinin o bedevî i toplumda, bu düzeyde zarif, derin, ahenkli ve ifade
açısından \ zengin bir nesir yazması, bir icazdır. Bütün bunlar, ancak ede- f
biyat açısından çok gelişmiş bir insanda bulunabilecek latif f edebî ve
sanatsal halin göstergeleridir.
8) Hitabet ve Ediplik
İyi yazan insanların, iyi konuşamadıkları ve
iyi konuşan insanların da iyi bir yazar olmadığı yönünde yaygın bir kanaat
vardır. Her iki yeteneğin de zirvesinde olan çok az kimse vardır. Oysa Nehcü'l
Belaga'da Ali'nin hem sözü hem de kalemi vardır. Ve bu onun zamanında mümkün
olmayan en yüksek seviyededir. Elbette bunu üslup-bilim açısından söylüyorum.
9) Filozof Ali
Nehcü'l- Belaga'nın başlarına bir göz
gezdirirseniz, adetâ Antik Yunan ya da üçüncü ve dördüncü asırlardaki
İskenderiye'de konuşan usta bir filozofun beyninden süzülmüş metinlerle
karşılaşırsınız. Üslup-bilim açısından mukayese etmek isteyen biri için de, bir
insanın bu kadar derinlikli felsefî düşüncelere, bu genişlikteki dünya görüşüne
ve bu derecede sağlam aklî görüşlere ve mantıkî delillendirmelere sahip olması
beklenilecek bir şey değildir. Bu insan, bir işçidir, bir konuşmacı ya da
toplumsal bir hatiptir, bir kılıç ustası ve savaş komutanıdır.
10) AH, Çelişik Görüşlerin ve Boyutların Sembolü
İnsanî görüşler içinde irfânî görüş ile ciddi
ölçüde dünyeviliğe yakınlık eğilimi bulunan ayrıntıcılık ve toplumsalcılık, bir
biri ile çelişen iki görüştftr. Fakat bunlar. Alide ayrılması mümkün olmayacak
şekilde birbiriyle uyum içerisindedir. Bir
taraftan
maveranın doruklarında, ebediyette, mutlaklıkta ve soyutlukta gezinen bir bakış
açısına ve akletme biçimine; öte taraftan ayrıntıcı, objektif ve naturalist
eğilimlere sahiptir. O kadar ki insan, zat-ı müteal olan ve Allah ile ölüm
hakkında bu bakış açısına ve bu ifadelere sahip olan birinin, bir tabiat
manzarasının zarafetini ve güzelliğini, bir tavus ressamı gibi tasvir edenle aynı
kişi olduğuna inanamıyor. Bunlar bir insanda toplanamayacak yeteneklerdir. Zıt
ve farklı istidatları olan insanlar vardır; ancak birinde güçlü olsalar da,
diğer yeteneklerinde orta haldedirler. Ancak Ali bir taraftan sevgi ve aşkla
dolu hislerin odağıyken (bazen âdeta bir arifin ya da bir şâirin sevgisinde
olduğu gibi duygulan öylesine ince ve kalbi öylesine latiftir ki adetâ onda
sevgiden başka hiçbir şey yoktur) öte taraftan hak yolunda öylesine bir
sağlamlık, kesinlik ve sertlik gösteriyor ki kılıcıyla cepheden evine gelip
eşine: "Bu kılıcı yıka'' diyen bu insanın, öylesine zarif sevgilere ve
öylesine ince duygulara sahip olan o insanla aynı kişi olduğu tasavvur
edilemiyor.
İslam'da Haricîler, on iki bin kişiden oluşan
çok takvalı, âbid ve zahid insanlardı ve Müslümanlar arasında tanınan ve
bilinen bir gruptu. İbn-i Abbas onların nasıl insanlar olduğunu Şöyle
anlatıyor: "Onlann alınlan, uzun secdeler sebebiyle yara içinde kalmıştı,
elleri ise sıcak toprakta ve taşlık zeminde secdede kalmaktan dolayı devenin
ayağının altı gibi nasır bağlamıştı.'' (Onlar hakkında bunları söyleyen
Abdullah İbn Ab-bas'tır.) Onlar, Kur'an hafızı olan, gece boyunca ibadet eden,
gündüzü oruçla geçiren, mücahit ve marufu emredip münkerden sakındırmada
düşmanı bile hayrete düşürecek derecede fedakâr ve mutaassıp kimselerdi.
Haricîlerden birine, karşı taraftan bir mızrak atılmış ve mızrak onun bedenine
saplanmış-*•? O ise yaralı bedenini kendisini vurana doğru sürükleyerek Şöyle
feryat ediyordu: "Allah'ım, Allah'ım beni hemen alıp
96
rahmetine
dahil et, yaşamaya bırakma.'' Mızrağı atandan, kendisine bir mızrak daha
atmasını istiyordu. Muaviye, Haricilerden olan bu kişinin babasına: "Git
ve oğlunu getir ve ona bu işten vazgeçmesini söyle" diyerek onu oraya gönderdi.
O, oğlunun yanına gidip ona bu işten vazgeçmesi için yalvardı. Ancak mücahit ve
çok mutaassıp dindarlardan biri olan oğlu, bunu reddetti. Bunun üzerine o şöyle
dedi: "Senin kalbine merhamet gelsin ve benim de sana karşı neler
hissettiğimi bilesin diye gidip oğlunu -kendi torunumu-alıp önüne getireceğim/'
O ise şöyle dedi: "Şunu bil ki ben hak yolunda kılıç darbesi görmeği
oğlumun yüzünü görmekten daha çok arzuluyorum."
İşte Ali'yi tekfir edenler bunlardı. Bu
kimselere karşı kılıç çekmeye kim cesaret ederdi?
Ancak bu cephede görüyoruz ki o eman
bayrağını Eyyub el-Ensârî'nin eline veriyor ve: "Git ve bir köşede dur''
diyerek: "Her kim bu bayrağın altına gelirse güvendedir" diye ilan
ediyor. O konuştu, hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde her şeyi anlattı ve çok da
yumuşak davrandı, -gerçekten müthiş bir şey- Ancak kabul etmediler. Sonunda
onlardan sekiz bin kişi gelip katıldı ama dört bin kişi kaldı. Artık sıra
kılıçlara gelmişti. Bunların halkı sapık dindarhklarıyla yok etmek isteyen
hainler olduğunu ve tıpkı bir iltihaplı yara gibi ortadan kaldırılmaları
gerektiğini gördü. O kılıcıyla onların hakkından gelip hemen hemen tümünü
öldürdükten sonra kendi kendine şöyle diyor: "Bu, benden başka hiç
kimsenin yok etmeye cesaret edemediği bir fitneydi." Burada artık haysiyet
muhafazası, genel durumlar ve kamuoyu gibi şeyler mevcut değildir.
Ancak diğer bir taraftan o, bunun tam zıddı
olan bir durum sergiliyor. Bir ruh, bir varlık;-bir insan, tüm bu istidatları
bünyesinde nasıl barındırabiliyor insanı hayrete düşürmektedir. Adetâ o, tüm
dünyadan daha büyüktür. Haricîler sonun-
98
da
İŞ' ondan ayrılmaya vardıracak kadar şerefsizlik yaptılar, ardından o hakemlik
meselesini icat ettiler. Büyük bir şerefsizlikle ve zorla hakemlik meselesini
Hz. Ali'ye dayattılar. Malik Ester fethi gerçekleştirmek üzereydi, Ümeyye
oğulları yenilgiye uğruyordu ve Muaviye de gitmişti. Amr İbn As, Kur'an'ı
mızrakların ucuna taktı. (Amr İbn As, İslam tarihinde Kur'an'a karşı,
mızraklara Kur'an takma işini başlatan kişiydi.) Ali'nin ordusu muzaffer olmak
üzereydi. Ancak Haricîler birden bire şöyle bağırmaya başladılar: "Biz
Kur'an'a kılıç çekmeyiz. Bu Kur'an mukaddestir." Ali ise şöyle feryat
ediyordu; "Hangi Kur'an mukaddestir? Amr İbn Âs'ın mızrağı üzerindeki
kağıt ve yazıdan ibaret olan bu Kur'an mı? Kağıt ve yazı mukaddes değildir.
Mukaddes olan bu mânâdır. Bu Kur'an bir mesajdır, sözdür. Kur'an'ın mesajının,
Kur'an'ın sözünün, yolunun ve uygulamasının olduğu yerde Kur'an'ın kendisi de
vardır. Eğer yoksa kağıt, kalem ve mürekkepten ibarettir. Bunlarla savaşın,
bunlar bir aldatmacadır ve yalandır." (Bu sözler onlara etki etmedi)
Kur'an hakkında böyle konuşmaya kim cesaret edebilirdi? Kılıçlar Ali'ye döndü;
"Biz Kur'an'a kılıç çekmeyiz" dediler. O bunlara nasıl anlatabilirdi
ki; "Bu sözleri sana söyleyen kişi olarak ben, Kur'an'ı senden daha iyi
anlıyorum ve daha iyi biliyorum. Ben hem herkesin gözünde senden daha
bilgiliyim, hem de resulün vasisiyim. Ayrıca Kur'an'ı anlama konusundaki
icazetini, vesayetini, hilafetini her Şeyi bana Peygamberin kendisi verdi.
Peygamberin tüm ashabı da. düşmanları da benim Kur'an'ı herkesten daha iyi
anladığımı biliyor. Buna rağmen sen şimdi kalkmış benim karşımda içtihat
ediyor, dindarlık taslıyorsun. Bana saldırıyor, hakaretler ve küfürler
yağdırıyor ue benim hükümetimi korumak adına Kur'an'ı ezmek istediğimi
söylüyorsun. Böyle bir şey olabilir mi?" Onlar dediler ki: "Mâlik
c-şter'e söyle geri dönsün. Aksi taktirde Kur'an'a çekmemizi söylediğin
kılıçları sana çekeriz" Ali çaresizce Mâliki
99
ALI
çağırmak
zorunda kaldı. O da geri döndü. Amr İbn As muzaffer oldu. İlk Kur'anî komplo.
Kur'an'a karşı zafere ulaştı, Ali ise kurban oldu.
Sonra ona baskı yaptılar ve hakem olayı
gerçekleşti. Hakemlik İslâmî bir gelenektir. Hz. Ali tarafından seçilen bir
hakemle Ümeyye oğulları tarafından seçilen bir hakemin oturup müzakere etmesine
ve gösterilen her yolun taraflarca da kabul edilmesine karar verildi.
Haricîler: "Eğer hakemliği kabul etmezsen seni hemen burada
öldürürüz." dediler. Hz. Ali ise: "Ya Malik Eşter'i -üstün bir
komutan ve zulme boyun eğmeyen bir insandır- göndereyim ya da İbn Abbasi."
Dedi. -sonuçta o da bu aileden biridir ve aldatılması ya da satılması
imkansızdır. Onlarsa bunu kabul etmeyerek şöyle dediler: "Biri senin
komutanın, diğeriyse akraban" o halde kim olsun? Onlar tıpkı kendileri
gibi (Haricîler) tanınıp bilinen, muhterem, ak sakallı, dindar, bilinçsiz
birini, yani Ebu Musa'yı istediler. "Ondan başkasını kabul etmemiz mümkün
değil" dediler. Bunun üzerine Hz. Ali: "Madem öyle, siz bilirsiniz"
dedi. Karşı taraftan, tilki gibi biri olan Amr İbn As seçildi. O, Mekke
dönemindeki en iğrenç müşriklerden biriydi. Şimdi Muaviye'nin veziri olmuştu ve
Kur'an'la Ali'yi ortadan kaldırmak üzereydi! Bu uyanık kişinin karşısında yer
alacak olan kimdi: Ebu Musa! Ebu Musa, Hz. Emîr'in memuruydu ve Hz. Ali ondan
savaş için asker göndermesini istemiş o ise: "Göndermiyorum!"
demişti. (Çok ilginç bir hadise!) Hz. Ali ise imam Hasan'ı Am-mâr ile birlikte
onun yanına gönderip: "Sen bizim hâkimimiz ve memurumuzsun, niçin savaşta
bize yardım göndermiyor-sun?" diye sordurunca, o: "Bu ihtilaflar
Peygamberden sonra ortaya çıktı. Peygamber bana buyurmuştu ki: 'İhtilaf çıkınca
kendinizi kurtarın, tefrikayı körüklemeyin ve selameti ve takvayı koruyun. Ben
sizinle Muaviye arasında çıkan ihtilafta kimin haklı olduğunu anlamadım. Bu
sebeple bir karar vereme-
dim
ve tarafsız kaldım." Ammâr ise ona şöyle diyor: "Ey zavallı! Bu nasıl
bir vasiyet ki Peygamber bunu. sadece senin kulağına söyledi? Bu nasıl bir
vasiyet ki Peygamber sadece Ebu Musa'ya söyledi ve hiç kimse de bunu anlamadı?
İkinci olarak (su zekiliğe, bilince bakın, şu Ali şiîsine bakın) senin tarafsız
kalmaya ne hakkın var? Tarafsızlık da ne demek? Sen araştırmaya mecburdun.
Müslüman olduğun için bâtılın karşısında durmaya ve hakkı savunmaya mecbursun.
Tarafsız olmaya hakkın yok. Sen araştırmalıydın ve eğer Ali23 haklıysa, Muaviye
ile savaşmalı ve Ali'yi savunmalıydın. Ve eğer Muaviye haklıysa, onu savunmalı
ve Ali'ye karşı savaşmalıydın. Ancak tarafsız kalırsan mahkumsun. Tarafsızlık
da ne demek? Hak ve bâtıl karşısında neden tarafsızsın? Eğer anlamamışsan
araştırmalı ve bulmalısın. Bu tembelliğin ve bu dindarlığın ardına sığınarak
sorumluluğundan kaçamazsın!"
Hakemliği bir kaç ay ertelediler. Aradan
zaman geçmesini istediler. (Tabi bu da Ümeyye oğullarının işine yaradı.) (Bir
kaç ay geçti ve) Amr İbn As, Ebu Musa'yı sürekli aldatmaya çalıştı ve sonunda
ona şöyle dedi: "Ebu Musa! Sen Ali ile Muaviye arasındaki bu ihtilaflardan
bıkıp usanmadın mı? Gel Müslümanları bu ihtilaflardan kurtar. Allah için bir iş
yap." Ebu Musa: "İyi pekala ne yapayım" deyince Amr İbn As:
"Gel, Müslümanların vahdetinin korunması için ve Allah için seninle bir
sey yapalım. Ben Muaviye'den sen de Ali'den vazgeç ki Müslümanların önüne
üçüncü bir yol açılsın ve bu ihtilaflar ve kardeş katli ortadan kalksın."
Dedi. Ebu Musa: "Doğru söylüyorsun, ben buna razıyım, peki ne
yapalım?" deyince Amr söyle dedi: "Resmî temsilcileri ve hakemleri
olduğumuz Ali'yi ve Muaviye'yi halkın önünde azledelim, halk da başka birini
23
Burada birkaç defa 'Ali" yerine "ben" geçmektedir. Bu sözler.
Ammâr'dan nak-'edildiğine göre 'Ben" yerine "Aiı" olması daha
doğrudur. (Kitabın Farsça yayıncısının notu)
100
101
seçmeye
mecbur olsun. Muaviye'nin taraftarları da Ali'nin taraftarları da müşterek
olarak birini seçerler ve böylece vahdet gerçekleşir." Ebu Musa bunu kabul
edince Amr şöyle dedi: "Zaten böyle biri de var: Abdullah İbn Ömer. O çok
takvalı pak ve zahit bir adam." Ebu Musa: "Çok doğru söylüyorsun."
dedi. Amr şöyle devam etti: "Abdullah İbn Ömer'i aday yapalım, halk ona oy
verecektir. Eğer Ali de Muaviye de olmazsa Abdullah var, halk onu
seçecektir." Ebu Musa: "Hazırım" de-
Geldiler ve halkı topladılar. Ebu Musa:
"Pekala, önce sen git ve Muaviye'yi azlet" dedi.
O ise: "Ben mi? Aman estağfurullah Ben
buna nasıl cüret ederim, önce zat-ı aliniz buyurun." Ebu Musa:
"Pekala, olur| dedi. (Bu tür adamlar, öne çıkmaktan ve kendilerini
göstermekten çok hoşlanırlar. O kadar ki, onlara herhangi bir yer verirsen,
onlardan her şeylerini alabilirsin)
Ebu Musa yukarı çıktı ve: "Ey
Müslümanlar! ben ve Amr Müslümanları Ali ile Muaviye arasındaki bu ihtilaftan
kurtarmaya karar verdik. Uzun süren bu ihtilaf ve savaş bizi bir yere götürmez.
Müslüman kardeşler el ele verip birleşerek başka bir kişiyi imamete ve hilafete
seçsinler ki bu fitne dağılsın. (Sonra o parmağındaki yüzüğe işaret ederek) Bu
yüzüğü hü-' küm olarak parmağımdan çıkarıp Ali'yi hilafetten azlediyorum!
Vesselam!" diyerek aşağı indi.
Sonra Amr İbn As geldi ve şöyle dedi:
"Ey halk! Ebu Musa'nın (Ebu Musa ismini söyledikten sonra hakkında bir
sürü de övgü dolu söz söyledi, Peygamberin sahabesidir, muhacir- f lerdendir
vs...) sözlerini duydunuz. Ancak ben Muaviye'nin hükmü olarak bu yüzüğü
parmağımdan çıkarıp Muaviye'yi azlettim ve yüzüğü tekrar parmağıma takarak da
Muaviye'yi hilafete atadım." Salavanar getirildi ve mesele bitirilmiş
oldu!
Müthiş bir şekilde dolandırıldıklarını
anlayan (nihayet anla-102
dılar!)
Hâriciler: (sokaklara döküldüler) "ihanet etti vb..." diye bağırmaya
başladılar. Amr İbn As gidince de Ebu Musa'yı öldürmek istediler. O ise
Mekke'ye gitti ve hadise böylece kapandı.
Haricîler: "Hata ettik, rezillik ettik,
bizi bağışla" diyecekleri yerde Hz. Ali'nin yakasından tutup şöyle
dediler: "Biz böyle saçma bir laf ettik, hatalı davrandık ve Allah'ın
emrine karşı geldik de peki sen neden bize uydun ve bunu kabul ettin? Bu bir
günahtı. Biz günahlarımızdan dolayı tövbe edeceğiz sen de hemen şimdi tövbe et."
Hz. Ali "Niçin tövbe edeyim?" dedi. Onlar "Biz hakem olsun
dedik, sen de bunu kabul ettin. Her iki amel de günahtı. Artık günahkârız,
müşrik ve kâfir olduk (Hariciler günahı bağışlanmaz gören, günahkârı kâfir
kabul eden ve kanlarının dökülmesini mubah sayan insanlardı) Bu yüzden halkın
önünde resmen istiğfar etmelisin." dediler. Hz. Ali ise şöyle dedi:
"Peki ne için istiğfar edeyim? Eğer hakem olayı için tövbe etmemi
istiyorsanız, hakem meselesini ben söylemedim, ben savaşalım dedim. Sizler ise
beni tehdit ettiniz. Eğer Ebu Musa'nın seçilmesi hataydı ve günahtı diyorsanız,
onu da siz seçtiniz. O halde ne için tövbe edeyim?" Dediler ki:
"Hayır, hüküm Allah'ındır, biz ise Ebu Musa'yı hakem tayin ederek ve Amr
İbn Âsin hakem olmasına razı olarak iki günah işledik. Birincisi Allah'ın
yerine insanı hakem ettik ve ikincisi hakem olan Allah birdir, biz ise onu
ikiledik. Tövbe etmeliyiz." Ali dedi ki: "Hakemlik tümüyle şer'î ve
İslâmî bir meseledir. Meşru bir şeyden dolayı neden tövbe edeyim? Hakemliğin
kendisi gayrî meşru ve hatalı değildir. Peygamber zamanında da Beni Kurayze
olayında hakemliğe başvuruldu.
Sa'd İbn Muaz Peygamber tarafından Beni
Kurayze karşısında hakem tayin edildi. Hakemlik meşrudur. Tövbe etmeyeceğim.
Ancak Ebu Musa hatası, savaşın neden ertelendiği ve hakemliğe neden
başvurulduğu konusuna gelince bu sizin
103
bana
dayattığınız bir şeydi. O halde neden ben tövbe edenim?
yım
Bunun üzerine Haricîler: "Bizim
işlediğimiz hatadan dolayı kesinlikle tövbe etmelisin'' diye bağrışarak dışarı
çıktılar. Çok şiddetli bir taassuba sahip olan ve öldürmeyi ve ölmeyi yiyip
içmek gibi bir şey olarak gören Haricîler, daima karışıklık ve bozgunculuk
çıkarıyorlardı. Hz. Ali'ye o derece eziyet ; ediyorlardı ki Ali mescide gelip
(savaştan önce) halk onun arkasında namaz kıldığında onlardan bir grup,
mescidin bir köşesinde toplanıp müşriklerle ve dinden dönenlerle ilgili
ayetleri kinayeli bir şekilde okuyorlardı. Ali buna rağmen namaz kılıyordu.
Onlar ise bozgunculuk edip, ona sövüyor ve suçlamalarda bulunuyorlardı. Ancak
Ali, onlar ayetleri kinaye ile okudukları sırada Kur'an okunuyormuş gibi sükut
ediyor ve sonra namazına devam ediyordu. Sonra onlar diğer bir ayeti okuyor,
Ali ise yine sükut ediyor ve sonra namazına devam ediyordu ve bu böyle sürüp
gidiyordu. Kûfe'de, mescitte onların bu bozgunculukları, rezaleti, küfürleri ve
iftiraları karşısında Ali'nin tepkisi hep bu şekilde olmuştu. Bütün bunlardan
daha acayip olanı ise Ali'nin onlardan hiçbirini tehdit etmemesiydi, hiçbirini
durdurmadı, hiçbirini dövmedi ve hatta bir gün bile onlardan hiçbirinin
beytülmâldeki maaşını geciktirmedi. Hâricilerin tümü önceki gibi maaşlannı
beytülmâlden alıyorlardı. Onlar ise Ali'nin hükümetinde, Ali'yi kâfir ilan
etmekle kalmayarak Ali'yi tekfir etmek istemeyen insanlara da kâfir diyorlardı.
Ancak Ali, hepsinin hakkını veriyordu ve onlara karşı bu şekilde davranıyordu.
Ta ki onlar karışıklık çıkarıp Nehrevan savaşını başlatana dek.
Burada artık farklı bir Ali ortaya çıkıyor.
İşte o zaman kılıç devreye girince rivayete göre dört bin kişiden sadece dokuz
kişi (bunun dışındakiler yalandır) kalıyor. Bu Haricilerden biri gece çadırın
önünden ayrılıyor ve çok acıklı bir sesle Kur'an
104
okuyor,
münacâtta bulunuyor ve ağlıyor. (Oysa) o gecenin sabahında Ali ile savaşmak
istiyordu. Ali'nin ashabından biri, duygulanıyor, onun bu sesinden etkilenerek
Ali'ye diyor ki: Bu nasıl bir hal, bu nasıl bir yücelik?'' Ali ise diyor ki:
"Yarın onun halini sana söylerim." Ertesi gün Ali mızrakla onu
öldürüyor ve şöyle diyor: "Bu, dün gece o hale sahip olan kişi, yarını ise
bugünden daha kötü.'' Bu başka bir Ali, başka bir insan.
11)
Devrimci Züht ve İbadet; Adalete Dayanmak: (Ali) ibadet, yalnızlık ve inziva
timsaliydi. Öyle ki irfani düşüncenin, riyazet çekenlerin, sûfi silsilelerinin
ve tüm hayatlarını riyazet ve ibadetle geçiren kutupların kahramanı ve sembolü
Ali'dir. Bu başka bir boyuttur. Bu, kılıç vuran bir adamda bulunmayacak olan
bir boyuttur, siyasî mücadele veren birinde bulunmayacak bir boyuttur, bir
dilin imkanları dahilinde en güzel şekilde konuşabilen birinde bulunmayacak bir
boyuttur, en derin felsefî düşüncelere sahip olan birinde bulunmayacak olan bir
boyuttur. Riyazet, yalnızlık ve ibadet... Siz onun Allah ile beraber olduğu bir
köşedeki yalnızlığında ve sahip olduğu ruhanî ve ruhî miraçlarda -herkes, sahip
olduğu şuur ve duygu ölçüşünce nasıl bir hal içerisinde olduğunu tahmin
edebilir- nasıl bir hal içerisinde olduğunu işittiniz. Gecesini gündüzünü
savaşla, cihatla, mücadeleyle, düşünmekle, yazmakla, günlük toplumsal
sorumlulukları ile geçirmesinin yanı sıra, âdeta aile için yaratılmış bir eş ve
bir babadır. O ve Fâtıma evlerinin işlerini taksim etmişlerdi. "Dışarının
işleri bana içerinin işleri de sana ait" şeklinde değil. Ev içi işlerde
dahi ince bir iş bölümü yapmışlardı. Evde bütün bu süre içerisinde Ali kendi
işini yapıyordu, Fâtıma ise kendi işini... Aslında şunu söylemem yeterlidir:
Ali Fâtıma'nın eşidir, yetiştirdiği çocukların da kimler olduğu bilinmektedir.
Bu çocukların her biri Ali'nin bir
105
boyutuna
sahiptir. Bir imam olarak mutlaklığın doruğundadır-lar, her biri yüce. aşkın ve
ideal birer örnek olan: Zeynep, Hasan ve Hüseyin'dir.
Ali'nin zühdü, bizim tanıyamadığımız devrimci
bir zühttür. Biz ya fasit ve haris insanları tanıyoruz, ya da sadece zahit
oları insanları... Zahit olduğuna göre dünyada kendisini paradan puldan,
yiyecekten, lezzetlerden hatta meşru şeylerden bile mahrum eden biri olmalı!
Peki ne için? Tüm bunlar sadece kendisi için, kendi âhiretini elde etmesi
içindir. Peki halk için olan nedir? Hiç bir şey. Bunun halkla hiçbir ilgisi
yoktur. Orada çok yemek için, burada az yiyor. Peki bizim için olan nedir? Hiç
bir şey. Zira bunun toplumla bir ilgisi yoktur. Kendisinin, kendince yaptığı
bir pazarlıktır. Dünya malını kötülü-yor, lezzetleri kötülüyor, serveti kötülüyor,
zaten hiçbir şeyi de yok. İşte bu bir zahit; ancak Ali'nin zühdü devrimci bir
zühttür. Devrimci züht ne demektir? Ali'nin zühdü, fakirlikle mücadele için
fakirliğe tahammüldür. Açlıkla mücadele etmek için, açlığa tahammül etmektir.
Halka ekmek vermek için, ekmeğinden vazgeçmektir. Ayrıca bireysel hayat
açısından kanaatkar olmak, muhtaç olmamak, kendisini ve ailesini doyurmak da
kendi döneminin açlarını doyururken bireysel hayatında herhangi ağır bir yükün
olmaması içindir. Bu züht, henüz daha bir iki yılda borçtan harçtan dolayı
iğdiş olan "aydınların" yaptıklarıyla mücadele içindir. Kanaatkar
olması, halkın adaletinin temini ve ekonomik durumunun düzeltilmesi yolunda
kaybetmekten endişe duyacağı ve onu korumak uğruna muhafazakârlık yapacağı bir
şeyinin olmaması içindir. İnsan olmanın sigortası olan züht ve kanaat işte
budur. Sorumlulukları ve cihadı uğrundaki mücadelesinde sorumluluk sahibi insan
olmanın sigortası budur.
Abdurrahman bin Avf'J^r ve hatta Zübeyir'ler
ne için Ali ile birlikte gelmediler? Zübeyir kimdir? Ali'nin amcasının oğ-
106
lu.
Zübeyir, Peygamberin sevdiği bir kimseydi. Zübeyir, Safiye nin
-Abdulmuttaiib'in kızı- oğludur. O, hilafetin Sakife'de24 Ebu Bekir'in eline
düştüğü ve Ali'nin mahrum kaldığı bir sırada Ali nin evinde Ali'yi korumak için
bulunan bir kimsedir. O, Abdurrahman bin Avf'ın Osman'ı iş başına getirmek
istediği Ömer'in şûrasında Ali'ye meyletmiş bir insandır. O, Ali'nin yanında
Osman'la savaşmış bir kimsedir. Peki neden sonuna dek Ali ile kalamıyor? Çünkü
efendileri için çalışsınlar ve akşamdan akşama bir miktar dinar ve dirhemi
efendilerine versinler diye bin köle satın almıştı. Ali ile kalarak bunları
elde muhafaza etmek olmazdı.
Abdurrahman bin Avf, "Akik"te köşkü
olan ilk kişidir. Akik neresidir? Akik, Medine şehri dışında -şu an şehrin bir
parçası olmuştur- temiz suyu ve havası olan yaylalık bir noktadır. Peygamber
orada bağı olan ashabından birine misafir olarak gitmiş ve döndüğünde eşi
Aişe'ye: 'Orada bir odamız olsaydı bu çok hoşuma giderdi. Çok güzel havası ve suyu
var, çok da serin" demişti. O dönemde Peygamber, sıcak ve yakıcı havası
olan Medine'de kalabalık bir nüfusun ortasında büyüklüğü malum olan evlerde
yaşıyordu. Evinin avlusu ise mescitti ve orada da "Suffe ashabı"
adındaki bir topluluk yaşıyordu. Aişe dedi ki: "O halde oradan bir yer
alıp, yaptıralım." (Önemli olan yerdi, ev yapmak çok masraf isteyen bir
şey değildi. Peygamberin yapacağı ev topraktan basit bir ev olacaktı) Peygamber
ise şöyle buyurdu; "Oradaki tüm toprakları halk satın aldı artık boş bir
yer kalmadı ki biz orayı alıp bir oda yaptıralım. Hem bizim orayı alacak
paramız da yok." İşte Muham-
24-
Sakîfe, gölgelik, çardak anlamındadır. Peygamber'in vefatından sonra Muhacirden
ve Ensar'dan bazı kişiler, Sakîfetu'-I Benî Sâide [Benî Sâide'nin gölgeliği]
adlı bir yerde toplanarak Ebubekir'i hilafete seçmişlerdir. Okuyucunun bundan
sonra sıkça karşılaşacağı bu kelime, islam siyasî literatüründe ilk halifeyi
seçen mekanizma anlamında özel bir terim olarak kullanılmaktadır. [Çeviren]
107
med'in
(S) hayatı budur. O sırada Abdurrahman. Akîk'te bir köşk yaptırıyor ve işte bu
sebepten de şûrada reis oluyor ve Osman'ı iş başına getirebilmek için bin türlü
hokkabazlık yapıyor. (Çünkü) Ali iş başına gelirse, onun o köşkünü başına yı-;;
kardı. Herkes Ali'nin kim olduğunu biliyordu. Onu keşfeden insanlar sadece
bizler değildik. Onu, onlar bizden daha iyi ta-j nıyorlardı. Onun yanında yer
almak olmazdı.
Akil, Ali'nin büyük kardeşidir. Ali, Akîl'e
çok saygı gösteriyor, körlüğü ve fakirliği sebebiyle de ona çok acıyordu.
Hükümete geçtiğinde ise Akil, onun yanına geliyor ve kardeşi Ali'ye şöyle
diyor: "Bizim durumumuz ne oldu? Bizim eşimiz, çocuklarımız, ailemiz vs.
(var)." Ali onun eline bir parça ateş değdiriyor. O, birden: "Ne
yapıyorsun elim yandı" diye bağırıyor. Ali şöyle diyor: "Şaka yaptım,
neden bu kadar bağırıyorsun? Ben bu maşanın sadece bir tarafını ısıttım. Sen
şakayla da olsa bir parça sıcaklıktaki maşayı eline değdirdiğimde bu kadar
bağırıyorsun. Peki neden beni yakmak için hazırladığın ateşten, hem de yarın
Allah'ın gazabıyla alevlenecek olan ateşten dolayı feryat etmiyorsun?"
(Akil) bağırıyor ve oradan ayrılıyor,
dayanamıyor. Ali'nin hakikat yolundaki zühdüne ve keskin adaletine tahammül,
Ebu Tâlib'in evinde büyümüş Akil gibi insanlar için dahi zordu. Muaviye'nin Ali
ile savaş halinde olduğu sırada Akil, Mu-aviye'nin yanına gidiyor, o ise Akili
ayakta karşılıyor ve ne isterse ona veriyor. Bakınız kabilevi yakınlıkların çok
önemli olduğu o dönemlerde bir kimse kalkıp da Ali ye: "Ali kendi kardeşini
bile yanında tutamadı, kardeşi ise onun sertliğinden düşmana sığındı"
derse ona ne kadar zarar verirdi! Yoksa böyle bir insan zenginlikleri
nispetinde değere sahip olan kimseleri ve ashabı nasıl yanında tutardı?
Adalette böylesine sert ve şiddetli olan
Ali, toplumsal açıdan belli bir iradenin, belli bir cçphenin ve belli bir
kesimin
108
sembolüydü.
Sahip olduğu bakış açısrve itikadı birikimi, İslam m işaret ettiği belli bir
yönde ve belli bir anlayışta bulunuyordu.
12)
Harcamada eşitlik
Bunlar kendisinden hüküm çıkarıldığında ne
olduğu belli olan cüzî şeylerdir. Ben şuradan anlıyorum. Meysem-i Tem-mâr,
Ali'nin aziz bir arkadaşı ve dostudur25. Onun bir miktar hurması vardır ve
yolun bir köşesinde onları satmaktadır. O hurmaları iyiler ve kötüler olmak
üzere iki kısma taksim edip, iyileri 2 riyale kötüleri ise 1 riyale
satmaktadır. Bunu gören Ali onları öfkeyle birbirine karıştırarak şöyle diyor:
"Neden Allah'ın insanlarını yiyeceklerine göre ikiye ayırıyorsun? Onların
hepsini karıştır ve tümünü ortalama bir fiyatla sat" İmamın bu rivayetteki
tutumundan bir hüküm çıkarmak isteyen kişi nasıl bir hüküm çıkaracaktır? Son
derece açık: Tabii ki "harcamada eşitliği". Bu, bugünün dünyasının
sınıf karşıtı ekollerinde söz konusu edilen en ilerici yaklaşımdır. Hatta sınıf
karşıtı ekollerin pek çoğu "harcamada eşitliğe" tahammül
edememektedirler.
Ali, valisine şöyle bir mektup yazıyor:
"Ben falanca kişinin umumî maldan hırsızlık yaptığını duydum. Araştırır da
böyle bir şeyin doğru olduğunu görürsem, onun boynunu vururum." Ali' ye
göre toplumsal mallarda halkın ekonomik hayatına hıyanetin hükmü idamdır. Bu
fıkhî, ekonomik, hukukî ve toplumsal bir şeydir. (Ali'nin zamanında) harcamada
ve gelirlerde mutlak eşitlik vardı ve fertlerin beytülmâlde (devlet bütçesinde)
hisseleri bulunuyordu.
Ömer'in
zamanında ilk kez fertler, gelir düzeyine göre sı-
25
Konunun önemine binaen konuyu uzatmış bulunuyorum; ancak okuyucu konunun
tamamına vâkıf olduğunda benim bu davranışımı anlayacaktır umarım.
nıfiara
ayrıldı. Ömer, beytülmâlden maaş alan devlet memur-1 larının sınıflara
ayrılması geleneğinin kurucusudur. Ali daha o zaman itiraz etmişti: "Ne
zaman hilafete geçersem, adalete aykırı olan tüm bu sınıfsal ayrılıkları
ortadan kaldıracağım ve yıllar sonra bile olsa kim bu malı yemişse, bunu onun
gırtla-, ğından söküp alacağım." Gelirdeki mutlak eşitlik, herkesin
payının ve maaşının eşit olması değil, eşitliğin özenli bir şekilde
sağlanmasıdır.
Osman bin Hanîf (Ali'nin zamanında) yeni
yönetimden w ayın ilk maaşını almak için geliyor. Onun eşinin azat edilmiş i
kölesi gidiyor ve ona üç dirhem veriliyor. Hz. Ali'nin Ye-men'deki valisi ve
ashabın çok vefakâr komutanlarından ve çok seçkin şahsiyetlerinden olan Osman
da gidiyor ve kendisine de üç dirhem verildiğini görüyor. Bu miktardaki parayı
zenginler o dönemde en basit işleri için kullanıyorlardı. Ancak o, durumun
değiştiğini fark ediyor ve hiç sesini çıkarmadan kendisine verileni alıp
Yemen'e dönüyor.
13)
imam, Hakikatlerin ue Değerlerin Sembolü (Ali'nin hükümete geçmesinden sonra)
Zübeyir ve Talha umduklarını bulamayınca şöyle düşünüyorlar: "Bu geldi ve
hükümet onun eline geçti. Biz de hilafete adaydık, ancak Ali için hilafet
adaylığından vazgeçtik. Biz Osman ile mücadelede çok çaba harcadık ve onu
ortadan kaldırdık. Ali ise biz ve bizim gibilerin eliyle ve çabasıyla iş başına
geçti. Biz oturduk bekliyoruz; ama hâlâ elimize herhangi bir şey geçmedi/'
Onlar vakarlarını kaybetmemek için bir müddet sabrediyorlar. Ancak hiçbir şeyin
olmadığını görüyorlar. O da vakarını ve ağırlığını kaybetmiyor. ''Biz bir şey
söylemedikçe o da hiçbir şey söylemiyor." Diye düşünüyorlar. "Bizim
durumumuz ne olacak?" gibisinden beklentilerini, bir biçimde,Hz. Ali'ye
duyurmaya çalışıyorlar. Hazret diyor ki: "Allah'a hamt olsun durumunuz 110
iyidir."
Ardından onlar, meseleyi daha da açık bir şekilde ortaya koyarak diyorlar ki:
"Sonuçta biz burada bir iş yaptık ve zahmetler çektik. En azından memleket
işlerinde ve Müslümanların maslahatları konusunda bizimle meşveret et. Bunu
dinî açıdan söylüyoruz; yoksa şahsî bir şey rica etmiyoruz. Siz bizimle işler
konusunda meşveret etmek istemiyor musunuz?" Hz. Ali diyor ki:
"Onlara, kendileriyle meşveret etmemi gerektiren bir hadisenin ortaya
çıkmadığını söyleyin. İnşallah gerek olursa kendilerini de göz önünde bulunduracağım.
Ancak böyle bir ihtiyacın doğacağını sanmıyorum." Bakıyorlar ki yine
olmadı.
Onlar önceden de siyasî jestler görmüşlerdi
ve o hitabın Talha ve Zübeyir'i kastettiği belliydi. Daha önce de işittiğiniz
gibi, onlar beraberce beytülmâli teslim almak için gidiyorlar. Hz. Ali yeni
emir ve Talha ile Zübeyir de yeni bakanlar. Yeni rejim, iş başına geçtiği için
beytülmâli teslim alacaklar. Beytül-mâl komisyonu kuruluyor ve onlar oturup
konuşmaya başlayacakları sırada Ali, orada yanan ışığı söndürüyor. "Neden
ışığı söndürdün?" diyorlar, Ali diyor ki: "Biz nasıl olsa şu an
konuşacağız ve yazacağımız bir şey de yok. Sadece konuşmak istediğimize göre
ışığa gerek yok. Hem yanan bu ışık beytül-mâle ait. Hz. Ali bu noktada çok
dindarca tavırlar sergilemek istiyor değildi. Bu meselenin daha derin bir
anlamı vardı. Hz. Ali onlara demek istiyordu ki: "Beyler, boş yere
bekliyorsunuz gidin! Burada beytülmâlin mumunun bir damlası bile boşa yanmamak.
Bin köle senin için çalışıyor; ancak bu rejimde bunun yeri yok. Kendi işinin
başına dön. Elbette bize çok lü-tufta bulundun ve o Sakîfe boykotuna katıldın,
şûrada bize oy vermek istedin, aynı ailedeniz, sen benim güçlü yardımcılarımdan
oldun, ancak sizin burada işiniz yok." Onlar diyorlar k': "Öyleyse
bize izin ver, hac yolculuğuna çıkalım." Onlar hacca gitme bahanesiyle
Mekke'ye gidip Aişe'yi de yanlarına
alarak
Peygamber ailesine olan kinlerini ortaya koymak dü-şüncesindeydiler. Onların
tuğyan için gittikleri çok açıktı. Ancak henüz bir tuğyanda bulunmamışlardı.
Ali'ye karşı olsalar da yolculuğa çıkmaya, hac yolculuğuna çıkmaya hakları
vardı. Onları bu haktan mahrum etmek olmazdı. Onlar, gitme hakkına sahip iki
insandı.
(Talha ve Zübeyir) gidiyorlar ve Cemel
savaşını başlatıyorlar. Oysa Ali, onlann şehirden ayrılmalarını
engelleyebilirdi, böylece komplo önlenmiş olurdu. Ancak bu takdirde sadece iki
insan kurban edilmezdi. Eğer Ali_ onlara engel olsaydı bu-; rada sadece iki
insanın -Talha ve Zübeyir'in- hakları değil, in-i san hakları çiğnenmiş olurdu.
Ali ise bu hakların muhafazası-; nın timsaliydi. Ali, komploları engellemek,
hükümeti sürdür-, rnek ve düşmanı mahvetmek için gelmemişti. Ali'yi bu açılar-j
dan değerlendirecek olursak, tüm bunlar eleştiriye tabi tutulabilir. Ama onu,
örneklik açısından yani imamet açısından değerlendirecek olursak, Ali bunun
dışında bir davranışta bulunsaydı tarihte başarılı, güçlü, siyaset bilen bir
yönetici olarak te-f lakki edilirdi; ama bir imam olarak asla... Zira imam
yenilgiye uğrayabilir; ama üzerine leke bulaştıramaz. Onun ve hüküme-;! tinin
başarısı bir ferdin hakkının görmezlikten gelinmesine bağlıyken, aşkın
değerlerin mutlak âbidesi olarak imamın, tüm nesiller için bir örnek ve bir
sembol olması gerekmektedir. Bir kişinin hakkının korunması için, haksızlık
lekesine eli- ' ni bulaştırmamak için kendi yenilgisine, kendisinin ve
ailesinin ıstırabına tahammül etmelidir.
Değerlerin ve hakikatlerin timsali olarak
imam, zindanda tek başına ölüme terk edilse bile zayıf olmamalıdır. Ali, Mu-,
aviye'yi hemen azletmeyip onunla bir müddet iyi geçindikten sonra: "Tüm
valiler hac yolculuğuna çıksın" deseydi ve hacda da Muaviye'yi alıkoyup
Malik Ester gibi birini Sama gön-
110
derseydi.
Muaviye'ye karşı muzaffer olurdu. Böylece Ali tarihte çok karşılaştığımız
muzaffer siyasetçilerden biri olurdu. Ancak tarihte Ali'nin bir benzerine
rastlamıyoruz. Zira o, Ömer'in şûrasında halife adayı ve hatta şûra reisi
oluyor. Tüm şûra üyeleri, Allah'ın kitabına. Peygamberin sünnetine ve önceki
iki halifenin yönetim tarzına uyma şartını kabul ederse, ona biat edeceklerini
söylüyorlar. Ali üçüncü şartı kabul etmiyor. Ali bu şartı kabul etseydi,
Ömer'den sonra halife olurdu ve o büyük imparatorluk, onun ve ailesinin eline
geçerdi. Ama Mervân'ın ve Ka'bu'l Ahbâr'ın iğrenç idaresi altına girme
pahasına, Osman'ın hükümetine mahkum olma pahasına, Ebu Zerin tek başına
sürgüne gönderilmesi pahasına, yeniden Medine'de eve çekilme pahasına,
sürgündeki Ebu Zer'e el uzatamama pahasına ve kendisi ile ailesinin hilafetten
mahrum bırakılması pahasına hoşlanmadığı bir şeye "evet" demiyor ve
tüm bu bedellere rağmen "hayır" diyor. O bu ilkeler çerçevesinde
doğru yolu seçiyor, insanlığa daimî bir örneklik gösteriyor ve tüm insanlığa
örnek insanın nasıl olduğunu tanıtıyor. İşte bu, imamın ebedîlik ve ölümsüzlük
boyutundaki anlamıdır. O, yenilgiye uğramış, mahrum olmuş ve kendisini ve
ailesini belalara duçar kılmış bir yönetici de olsa bu şekilde imam oluyor. Bir
imam, yani her zamanda ve her durumda insanın hareket seyrinin nasıl olması
gerektiğini gösteren bir önder olduğu için, o, ölümünden sonra hemen yok olacak
muzaffer yönetici makamını seçmemiş, "hayır"' dedikten sonra yenilip
evine çekildiği imamlık makamını seçmiştir. Fakat öldükten sonra da hayatı
devam etmiştir. Onun "er gün daha da canlı olduğunu ve ona her zamankinden
daha çok ihtiyaç duyulduğunu görüyoruz. İnsanlık, özgürlük, adalet, temizlik
duygusu taşıyan kalpler, büyük ve güzel ruhlu msana saygı, övgü ve ihtiyaç
duyguları taşıyan kalpler, her-
113
keşten
çok ona ve onun imametine muhtaç durumdadır.
14)
Hakikat Uğruna Maslahatın Reddi, Şahsiyetin Reddi Bu ilginç bir meseledir. Taha
Hüseyin: "İnsanlığın dilinde] bundan daha büyük bir cümle ve ilke
yoktur" diyor. Cemel savaşında Talha ve Zübeyir bulunmaktadır. Talha
"Talhatu'l- j Hayr'dır. Yani hayır sahibi Talha... Hatta Peygamberden
şöy-j le bir rivayet nakledilmiştir: "Her kim yeryüzünde yürüyen ! canlı
bir şehit görmek isterse TalhatuTHayr'a baksın." Zübe-yir'in faziletlerine
de değindim. O Uhud'da Peygamberi bütün yüreğiyle müdafaa etmişti. Sâbikûn'dandı.
(Yani) ilk beş kişiden biriydi, Ali'den sonra Peygamberin bi'setinin ilk
yılında Peygambere iman etmiş ve onunla beraber 23 yıl boyunca cihat etmiş ilk
beş kişiden biriydi. Onlar kendileri için haysiyet, şeref, iftihar, millî ve
umumî övünç vesileleri kazandılar ve İs-« lamın mukaddes çehreleri, Peygamberin
yakınları ve dostları oldular. Onlar böyle adamlardı; ancak Ali'nin karşısına
geçtiler. Çünkü Basra hükümdarlığını istiyorlardı, Ali ise bunu onlara
vermemişti. Onlar, bundan böyle şahsiyetlerinden geçip bir "hiç"
olmaya tahammül edememekteydiler.
Aişe, Ümmü'l Müminîn, [Müminlerin annesi]
Talha ve Zübeyir ise Peygamberin iki aziz sahabesi ve dostudur. Ali'nin
ashabından biri şöyle diyor: "Eğer onlar barışa razı olmazlarsa ne
yapacaksın?" Ali: "Onlara kılıç çekeceğim" diyor. Adam diyor ki:
"Talha, Zübeyir ve Ümmü'l Mümininin bâtıl yolda olmaları hiç mümkün
mü?" Ali'nin burada verdiği buyruk bugün gerçekten tüm insanlık için bir
ders niteliğindedir. Diyor ki: "İnsanların değerini hakla mukayese etmek gerekir,
hakkın ve hakikatin değerini, kişiliklere, kişilerin celaline ve görkemine göre
değil." İnsanı, hakkı esas alarak değerlendir; hakkı insanı esas alarak
değerlendirme, hak ve bâtılın bilmen gereken esasları ve temelleri vardır.
İnsanların şahsiyetini, geçmişini
114
bir
tarafa bırak. Onları bu esasa göre değerlendir. Doğruysa doğrudur, değilse
"hayır" de ve uzaklaş. Bu, hakikatperestlik karşısında
şahsiyetperestlikten ve insanperestlikten kaçınmaktır.
15)
İnsancıllık
Ali'nin insancıllığı, tüm sözlerinden
öylesine açık ve belirgin bir şekilde ortadadır ki, Ali'yi dinî ve İslâmî
açıdan değil sadece insanî değerler açısından değerlendirmek isteyen biri için
de bu özellikler tasavvur edilemeyecek derecededir. O, bizim dinden olmadığı
halde İslâmî bir toplumda ve İslâmî bir düzen altında yaşayan insanlar hakkında
şöyle diyor: "Tüm insanların kanlan, tıpkı biz Müslümanların kanı gibidir
ve malları da tıpkı biz Müslümanların malları gibidir." Bu, savaş ve
düşmanlık ilişkisinin bulunmadığı durumlar için geçerlidir. Savaşın olduğu
durumlarda Ali'yi cihat meydanında görüyoruz. (Burada) insanî ilişkiler ve dinî
taassup adına var olanların reddi [gibi bir] mesele söz konusudur. Sonra diyor
ki: "İnsanlar iki sınıftır: Birincisi dinî açıdan senin kardeşindir. İkincisi
ise dinî açıdan seninle müşterek olmayan, ancak seninle aynı hamurdan, aynı
insanî soydan gelmesi bakımlarından senin benzerin olanlardır." Hatta o
bir valisine şöyle yazıyor: "Dinî açıdan seninle ortak olmayan, ancak bu
resmî dinî rejimde26 senin yöneticiliğin altında yaşayan azınlığın haklarına,
resmî dine mensup çoğunluğu oluşturan hâkim sınıfın haklarından daha fazla
riayet et. Hatta onlann senden haklarını talep etmesine fırsat vermeksizin sen
onların yanına giderek haklarını onlara ver."
Umeyye
oğullarının Ali'nin hükümet sahasına yaptıkları
f-6-
"Resmî dinî rejim insanlık dışı bir rejimdir" diyen bugünkü
Avrupa'nın aksine "unun, onların lâik rejimlerinden çok daha insanî
olduğunu görüyoruz.
115
ALI
saldırılardan
ve baskınlardan birinde Ali hükümetinin zimmetinde ve İslâmî hükümetin
mesuliyeti altında bulunan Yahudî bir kadın zarar görmüş ya da öldürülmüştü.
Ali, savunulması gerektiği halde savunulmadığı ve kendisi de düşman karşısında
onu savunamadığı için öylesine öfkelenmişti ki. mescitte yüksek sesle şöyle
haykırmıştı: "Eğer bir insan bu ayıptan ölürse kınanmaz".
Şimdi insan hakları bildirisinin tüm
hazırlayıcıları, 'insanlık zulmünün ve cinayetlerinin kurbanları" (J. Paul
Sartre. Yahudiler için böyle diyordu) ve çağımız için demokrasi, liberalizm,
hümanizm, Fransız Devrimi, insan hakları bildirgesi, Birleşmiş Milletler ve
benzeri şeyleri kurup düzenler, Müslümanlara ne şekilde davranıyorlar ve onları
nasıl ödüllendiriyorlar. Milyonlarca Müslüman'ı Yahudilerin cinayetleri,
bombaları ve silahları altında nasıl tutuyorlar! Bunu görüyoruz.
Binaenaleyh, dinî taassup ve şahsiyetçilik
meseleleri belli bir dinle ve belli bir grupla ilgili değildir. Meseleyi en
mutlak düzeyde ve en yüce insanî değerlere göre değerlendiriyorum.
Son olarak söylemek istediğim bir nokta var,
o da şu: Ali nin, tüm boyutlarda mutlak surette bir örnek olduğunu görüyoruz. O
elleriyle çalışan işçi sınıfından bir işçi abidesidir. Eğer bugün işçi ve
çiftçi sınıfı için (proleter) bir heykel dikmek istiyorlarsa mutlaka Ali'nin
heykelini dikmelidirler. Güzel nesirler yazdığı eliyle Medine'deki toprakları
kazıp oradan su çıkaran Ali'nin heykelini....
Vesselam!
*
116
Önce burada bulunan muhterem hanımlardan ve
beylerden özür dilemeliyim; buraya Ali'den bahsetmek için geldiysem de bundan
âciz ve mahcubum ayrıca ben bir konuşmacı ya da bir hatip değilim. Ben basit
bir öğretmenim ve ister istemez konuşma tarzım sınıftaki bir öğretmenin konuşma
tarzı gibidir. Binaenaleyh yapacağım konuşma böylesine gör kemli bir topluluk
ile mütenasip olmayabilir.
Ancak sanırım, bizler her şeyden çok
öğretime muhtacız ve hatta propagandadan önce bilgiye ve bilimselliği tanımaya
ihtiyaç duyuyoruz.
Pek çok aydının özellikle de geri kalmış
ülkelerdeki aydınların hatası, modern bilim ve teknikle, gelişmiş ve özgür bir
topluma sahip olunabileceğini sanmalarıdır. Oysa topluma hayat, hareket ve güç
veren bilinçlilik, itikadî bilgi ve ideolojidir. İnanca ve somut bir ideolojiye
sahip olmayan bir topluma bilim ve teknolojinin girmesi tıpkı uygun olmayan bir
yere, uygun olmayan bir zamanda büyük ve meyveli ağaçların dikilmesi gibidir.
Fakat bizim yoksun olduğumuz şeyler sadece
inançtan ve inancın gücünden ibaret değildir; inandığımız meseleler hakkında
doğru, mantıkî ve bilimsel bilgilerden de yoksun bulunmaktayız. Tarihte ve
bizim toplumumuzda söz konusu olan en büyük meselelerden biri, pek çoğumuzun
itikat beslediği İslam ve Şiadır-, fakat bunu doğru dürüst tanımıyoruz.
Hakkında doğru ve mantıklı bir aşinalığa sahip olmadığımız bir dine ina-
117
nıyoruz.
Mesela Ali'ye bir imam olarak, büyük bir insan ola-f rak, gerçek bir büyük
kahraman olarak, duygulanmızı, takdislerimizi ve yüceltilerimizi kendisine
yönelttiğimiz bir kişi ola* rak inanıyoruz. Milletimiz tarih boyunca daima
İslam'dan son-L ra en çok onu övme iftiharına sahip olmuştur. Ancak ne ya-1 zık
ki onu tanıması gerektiği şekilde tanımamıştır. Çünkü onu ] tanımakla değil,
daha çok övmekle meşgul olmuştur. İşte bu I sebeple bugün Ali'yi büyük bir
insan, bir rehber, bir imam ve bir örnek olarak anlatan kişiye daha fazla kulak
verelim.
İslam tarihinde Ali hakkında belki de
gerekli olduğu ölçüde övgü ve yüceltmelerde bulunulmuş olabilir. Nitekim
Ali'nin kerametleri ve menkıbeleri konusunda söylenip yazılan, onun Allah katındaki
yüce makamını konu edinen şiirlerden ve ma- [ kalelerden büyük kütüphaneler
oluşturabiliriz. Ancak ne yazık ki,
günümüzde ve Ali ülkesi olan bu memlekette benim bir öğrencim Ali'yi
tanımak için hangi kitabı okuyayım ve onun konuşmalarını, görüşlerini,
düşüncelerini ve tavırlarını iyi anlamam için hangi metinlere başvurayım?"
diye sorduğunda benim ona verecek doğru dürüst bir cevabım yok.
Ben sadece öğretmenlerin değil, tüm halkın
temsilcisi olarak bilginlerimize şöyle bir şikayette bulunmak istiyorum:
Siz, tüm hayatıyla, inancıyla ve kanıyla,
Ali yolunda ve Ali için mücadele eden bu Ali aşığı halka Ali'yi doğru tanıtmak
için ne yaptınız? Bu noktada bizim halkımızın hiç bir eksiği yok. Ama görevleri
Ali'yi tanıtmak olan bilginlerimizin bu konuda eksiği var. Yan tahsilli, yarı
okumuş, yarı aydın da olsa bir İranlı, Ali'yi herkesten daha iyi tanımalı ve
tanıtmalıdır. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir araştırmacı, Ali'yi
tanıyabileceği bir topluma gitmek istediği zaman gideceği toplum İran toplumu
olmalı, keza Ali hakkında bir eseri okumak istediğinde mutlaka bizim
kütüphanemize gelmeli ve bizim bilgin-
118
lerimizin
eserlerini seçmeliydi.
Bizim milletimiz Ali'yi ve onun evlatlarını
daima olması gerektiği ölçüde övmüştür. Bizler bu toplumun birer üyesi olarak
bilginlerimize şunu sormalıyız: Ali'yi bize neden doğru tanıtmadınız?''
"Hicr bin Adiyy'27 kitabının önsözünde
şu an yeri değil dedikleri bir "hakikat"i dile getirmiştim.
Şunu yazmıştım: Bir öğrenci
"Beethoven" -Alman bir müzisyendir ve Avrupa'da herkes onun müziğini
beğenmemektedir- hakkında bilgi sahibi olmak için benden kılavuzluk etmemi
istediği zaman, onu tanımanın bizim halkımız için o kadar da gerekli olmamasına
ve onun eserlerini birçok kimsenin beğenmemesine ve anlamamasına rağmen doğru,
derin, araştırmaya dayalı ve güzel en azından üç kitabın ve yazılmış yüzlerce
makalenin, verilmiş konferansların ve okunmaya değer bilimsel nitelikli
söyleşilerin bulunduğunu [söyleyebilirim].
Ancak Ali hakkında bu büyük insanı en azından
lise ve üniversite öğrencilerine, okuyan kesime ve aydınlara iyi bir şekilde
tanıttığını iddia edebilecek bir kitap bulunamamaktadır. Hepsi övgüyle,
methetmeyle ve şiirle doludur. Ancak bu kadar övdüğümüz bu insanın kim olduğu
ve ne dediği bilinmemektedir. Bu zorlu ve ağır geçen asırlar boyunca bir
milletin imanını ona vakfettiği, milletimizin uzun yıllar boyunca onun
sevgisini zindanlar ve işkenceler pahasına da olsa kalplerinde sakladığı,
nesilden nesle bu sevgiyi taşıdığı ve insanların onun için canlarından bile
geçtiği bu insan kim? Kalplerin kendisi için çarptığı, bu kadar yüceltilen bu
insan kim?
Bilmiyoruz!! Bu bir derttir. Ali için
yapılan her yüceltmeden, yazılan her şiirden ve övgüden, hatta ona yöneltilen
her
27
Bkz. M. A. 19 Ek bölümü (Farsça yayıncının notu)
119
sevgiden
önce çağımızın ihtiyacı olan şey, Ali'yi tanımaktır. Bilgisizce bir sevginin
değeri yoktur, tıpkı putperestlik gibidir. Onu herkesten daha fazla yücelten,
seven, büyük gören ve hatta peygamberin bile onun elçisi olduğuna inanan
Alialla-hî'lerin28 tüm o duygularının ve sevgilerinin niçin bir para edecek
kadar bile değeri yoktur?
Tüm milletler arasında var olan mabutlara,
peygamberlere, kahramanlara ve azizlere yönelik bu tür sevgilerin ve övgülerin
hiçbir değeri yoktur. Değerli olan tanımaktır.
Ali eğer bir önderse, bir imamsa ve bir
kurtarıcıysa, bir toplumun ruhuysa ve insan kemalinin ve hayatının göstergesi
ise onun öğretisini ve şahsiyetini tanımak gerekir, tanımadığımız bir kimseye
karşı sevgi beslememizin hiçbir değeri yoktur. Bilgisiz sevginin bir faydası
olsaydı, mutlaka büyük neticelere varırdık. Zira Ali'yi tanıyıp, doğru anlayan
bir toplumun geri kalmış toplumlara özgü mahrumiyetler ve ıstıraplar içinde
bulunmasının imkânı yoktur.
Ali'nin yolunda olan, onun için gözyaşı döken
ve kalbi Ali sevgisiyle çarpan bir kimsenin ve toplumunun yazgısı üzüntü
vericiyse, görünürde Şiî olsa da belli ki o Ali'yi tanımıyor ve Şiîliği
anlamıyordur.
Ali'yi tanımadan seviyorsak, bu sevgi, diğer
insanların herhangi birine beslediği sevgiyle aynıdır. Ali'nin kim olduğu, ne
dediği ve ne istediği bilinmiyorsa, Şiîliğin esasları, hedefi ve yolu
bilinmiyorsa -Bu Ali ve bu mezhep- insan, toplum ve hayat üzerindeki etkileri
açısından diğer herhangi bir şahıs ya da mezhep ile eşit konumdadır. Bilinmeyen
Ali, bilinmeyen herhangi bir insanla ve herhangi bir millî kahramanla eşittir.
Zira tek başına sevgi, insana kurtuluş bahşeden bir şey değildir.
28
Hz. Ali'nin ilah olduğuna inanan aşırı Şiî mezhebi. [Çeviren] ?*
120
Kurtarıcı
olacak olan bilgi ve tanımaktır.
Biz, zamanımızın İmamını tanımadan sevgi
duymakla değil, tanımakla görevliyiz. Kuşkusuz ben İmama olan sevgiyi
eleştirmek istemiyorum. Bir kimsenin Ali'yi tanıdıktan sonra ona âşık olmaması
ve onu övmemesi nasıl mümkün olabilir? Ancak bu sevgi, Ali'yi tanımaya, bir
ruhun muhteşem güzelliklerini, bir ruhun görkemini ve büyük bir insanın
yüceliğini ve temizliğini tanımaya bağlıdır. Bu irfana ve bu tanımaya bağlı
olan sevgi, kurtarıcıdır ve bir topluma hayat veren ruhudur. Fakat telkinle, yüceltiyle
ve şairane ve edebî cümlelerle nesilden nesle geçen ve çocukluktan itibaren
kalbimize yerleşen sevgi böyle değildir. Böyle bir sevginin bir faydası yoktur
ve ben Ali'nin böyle sevgilere değer vereceğini ve böyle aşıkları kabul
edeceğini sanmıyorum. Ali kendisini hayret verici ifadelerle öven bir
komutanına şöyle diyor: "Ben kalbinde olandan daha büyük ve dilinde
olandan daha küçüğüm." "Mi-lel ve'n- Nihel" isimli eserde
nakledildiği üzere Ali, ilk önce kendisine tapanlan ateşe atıp onların önderlerini
de kendisinden uzak tutuyor.
Normal bir insan için de bu, böyledir. Bir
insan kendisini tanımadan övenleri değil, ancak tanıyanları sevebilir.
Bazıları Ali sevgisinin ahirette şefaate
sebep olacağını düşünebilir. Ama bana göre cahilce bir sevgi ahirette de işe
yaramayacaktır. Zira ahiret, bu dünyanın makul ve mantıkî kanunlarıyla
kurulmuştur. Ahiret bu dünyayı kurmuş olan akıl ve iradenin eseridir. Nasıl
burada cehaletten doğan bir sevginin herhangi bir faydası yoksa orada da
olmayacaktır.
121
Ben
programım dahilindeki bu bir kaç gece içinde şu iki konu hakkında konuşacağım:
1-"Yalnızlık
ve Ali''
2-
"Yenilgideki zafer"
Biz hep zaferi zaferde görüyor ve tanıyoruz.
Ancak Ali bize çok büyük bir ders veriyor, o da yenilgideki zaferdir.
Bir imamın, bir rehberin, bir önderin bazen
başarı ve zaferle bazen yenilgiyi kabullenmekle, bazen konuşmakla ve bazen de
sükûtla ders vermesi nasıl olabilir?
Hz. Ali hakkında yazdığım bir makalede şuna
işaret etmiştim: Nehcü'l Belağa Kur'an'dan sonra bizim en önemli kita-bımızdır;
ancak onu okumuyor, bilmiyor ve tanımıyoruz. Kur'an'ı da aynı şekilde. Kur'an'ı
sadece övüyor, öpüyor ve teberrük ediyoruz.
O kadar yüceltip övüyoruz; ama bunun ne
faydası var. İçinde ne dendiğini bilmediğimiz kitabın ne etkisi olabilir?
Milletimizin, toplumumuzun ve gelecek neslin
kurtarıcısı olabilecek büyük şahsiyetler de böyledir.
O makalede Nehcü'l- Belaga'nın, bilginlerin,
yazarların, ediplerin hatta Şiî olmayan çağdaş Arap şâirlerinin çoğunluğunun da
kabul ettiği üzere en güzel Arap metni olduğunu söylemiştim. Sözleri edebî
açıdan güzelliğin doruğundadır, fikrî açıdan derinlikli bir boyuta ve ahlakî
açıdan da örnek bir niteliğe sahiptir. Her okuyucu, onda yer alan ifadelerin ve
tabirlerin, bir benzerinin bulunmadığını kabul etmektedir. Bunlar Ali'nin
sözleri ve ifadeleridir.
Ama ben, Ali'nin ömrü boyunca söylediği
sözlerin en akıcısının, en beliğinin, en güzelinin, en etkili ve öğretici
olanı-
* 122
nın,
onun "yirmi beş yıllık sükûtu" olduğuna inanıyorum.
...Ki burada tüm insanlara hitap
etmektedir.29 Ali'yi tanıyan herkese hitap etmektedir. Münzevî bir hayat
yaşayan bir insan için değil, bir rahip için değil, toplumsal anlamda faal olan
bir insan için bu yirmi beş yıllık sükut, bir cümledir, bir sözdür.
Binaenaleyh imam, bazen sözüyle konuşuyor,
bazen de sükutuyla, bazen zaferiyle ders veriyor, bazen de yenilgisiyle.
Onun bu hitabının bizim için ve misyonumuz
için ne anlama geldiği açıktır:
Bu
dersleri bilmek,
Bu
sözleri okumak,
Bu
sükutu dinlemek...
Burada değinmem gereken diğer bir mesele de,
bazı öğretilerin ve bazı dinlerin düşürüldüğü avamî düzeysizliktir.
Einstein" felsefesi, hiçbir zaman avamî
bir düzeysizliğe indirgenmez. Zira bu sadece bir kısım matematik ve fizik
uzmanlarının ilgili oldukları bir konudur. Matematik ve fizik uzmanları
Einstein'in dilini doğru anladıklan için onu değiştiremez ve tahrif edemezler.
Bu nedenle bu tür öğretiler ve felsefeler
avamî düzeysizlik hastalığından uzaktır ve sadece onu anlayabilecek düzeyde
bulunan bir kısım uzmanlar arasında saklı kalır. Ancak başka bazı bilimsel ve
toplumsal öğretiler ve dinler de vardır ki halk yığınlarına hitap etmeleri
nedeniyle onlara avamî düzeysizlik hastalığı çok çabuk sirayet eder. Bu hastalığın
etkilerinden biri de öğretinin aslî hakikatini ve mefhumunu kötü telakki
etmektir.
Avamî
düzeysizlik bir fikrin ya da insanın hakikatini başka-
29-
Kitabın aslında da buradaki cümle "..." (üç nokta) ile başlamaktadır.
123
laştıran
bir hastalıktır. Onu kendi dar düşünce kalıbına döker ve kendi şahsî
anlayışlarının, geleneklerinin, âdetlerinin, karakterinin ve eğitiminin
boyasını bu yeni öğretiye sürerek onu tamamıyla değiştirir. "İslam
elbisesini tersine giymek" işte budur.
Avamî düzeysizlik hastalığını anlamak için
verilebilecek örneklerden biri, dinimizdeki mevcut seçkin şahsiyetlere ve büyük
insanlara ilişkin telakkilerdir. Bir insanın gerçek değerlerini idrak
etmiyoruz. Mesela Ali'nin neden büyük olduğunu bilmiyoruz, sadece onun büyük
olduğunu, azametli olduğunu, bizden çok yüce olduğunu biliyoruz; onu övüyoruz
ve ona sevgi ve aşk besliyoruz.
Ama niçin büyüktür? Ne tür büyüklükleri ve
faziletleri var? Bilmiyoruz. Ali'nin ve onun öğretisinin verdiği delillere göre
onu tahlil etmiyor ve değerlendirmiyoruz. Zira zaten biz bu delilleri
bilmiyoruz.
Ali'yi ve onun öğretisini, eski
geleneklerimizde ve toplumumuzda kuşaktan kuşağa miras olarak intikal etmiş bir
ruhla tanıyoruz. Onun tüm faziletlerini, kerametleriyle, mucizele-riyle ve
yaptığı harikulade işleriyle sınırlandırıyor ve sadece mucizelerinin ve
kerametlerinin ardından gidiyoruz. Mesela Ali süt emme dönemindeyken şehre bir
engerek yılanı girip halka saldırıyor. Kundakta olan Ali ise ellerini kundaktan
çıkarıp bu yılanı öldürüyor, o halde Ali büyüktür. Böyle bir şeyin olduğunu ya
da olmadığını söylemek istemiyorum; ama siz Ali'nin imam olduğunu
söylüyorsunuz. Yani ben ona tâbi olursam kurtuluşa ererim. Diyorsunuz ki o
rehberdir, yani toplumumuz Ali'nin izinden giderse özgür, uygar ve ilerlemiş bir
toplum olacaktır. Ama ben kundakta iken bile engerek yılanını ortadan kaldıran
böyle bir adama ne şekilde uyayım da kurtuluşa ereyim? Ve toplumumuz bu ablama
nasıl uysun da uy-
124
gar
olsun? Ne şekilde, hangi yolla... Ben anlamıyorum.
Farz edelim ki Ali her gün bir kez böyle bir
mucizeyi gerçekleştirmiş olsun, ben Ali'yi överek onun dininden ve kazandığı bu
zaferden hareketle, toplumumun gelişmiş ve ileri bir toplum olması yönünde
nasıl istifade edebilirim?
Neden böyle yapıyorlar? Zira binlerce yıldır
insanın dinî yaklaşımı şu şekildeydi: Biz insanların üzerinde yaşadığı dünya
değersizdir, aşağıdır ve her şeyden daha kıymetsizdir; bu dünyadan sonra
yeryüzünün üstünde bulunan muhtelif gökler vardır. Bu gökler ise dünya üzerinde
yükseldikçe daha yüce ve daha aşkın olmaktadır. Buradan geçtikten sonra
melekler âlemine ulaşılmaktadır bu âlem dünya âleminden ve insandan da daha
üstün bir âlemdir. Melekler âleminden geçtikten sonra ise tanrılar ya da tanrı
alemine ulaşılır. Bu, tarih boyunca insan üstü büyük değerler açısından tüm
dinlerde var olan bir hiyerarşidir.
Binaenaleyh insan en aşağı mertebede yer
almakta, sonra melekler, sonra da tanrılar veya tanrı gelmektedir. Bu düşünce
tarzı, İslam a giriyor ve Ali'yi ve İslam'ı doğru değerlendirmeyi önlüyor.
Bizlerse bu mezhebin öncülerini ve düşünürlerini bu İslam karşıtı ölçüyle
tarttığımız, tahlil ettiğimiz ve sonra da tapıp methettiğimiz için bir netice
alamıyoruz.
Sosyoloji uzmanlarından -ve benim de
hocalarımdan biri olan- Gurvitch diyordu ki: "Ben yetmiş yıl sosyoloji
ekollerinden biri olan structuralisme ekolü ile yorulmaksızın mücadele ettim.
Ve sonra Larousse ansiklopedisinin benim hakkımda bilgi veren bölümünde şunları
okudum.- 'Gurvitch sosyolojide structuralisme ekolünün en önemli kurucularından
biridir.'
Bu her şeyi bitiriyor. Onun altına her ne
kadar Gurvitch büyük bir deha veya dünyanın en büyük sosyoloji uzmanı di-
125
ye
yazsalar da artık bunun bir faydası yok."
İslam'daki insanın yaratılış felsefesinde
görüyoruz ki Allah, büyük bir imtihan meclisi düzenliyor. Emanetini yere,
dağlara, meleklere ve hatta büyük meleklerine veriyor; ancak onların tümü kabul
etmezken insan bunu kabul ediyor. Allah, tüm meleklere ve hatta büyük meleklere
insan karşısında secde etmelerini emrediyor. Bu, İslam'da insanın melekten daha
büyük olduğunu ve Adem'in makamının, insanlık makamının, meleklerin makamından,
hatta büyük meleklerin makamından bile daha şerefli ve yüce olduğunu
göstermektedir.
Binaenaleyh İslâmî ölçüler içerisinde düşünmek
istersek ve İmamı hakkında konuşan bir Müslüman olarak Ali ile ilgili konuşmak
istersek, kısaca Ali hakkında İslâmî bir bakış açısıyla konuşursak, aşkın
[müteal] insanın ulaşmak istediği Ali'deki faziletlere yöneliriz. Zira böyle
bir insan, önünde meleklerin secde ettiği, tüm meleklerden daha yüce ve üstün
olan insandır.
Ancak bizde böyle bir idrak yoktur. Böyle
bir yaklaşım henüz bizim zihinlerimize yerleşmemiştir. Binaenaleyh
imamlarımızı, peygamberlerimizi ve kutsal bildiğimiz şeyleri en büyük övgü
olarak melek sıfatıyla nitelendiriyoruz ve imamı bir melek makamına
çıkardığımızda onu insan makamından üstün bir makama getirdiğimizi sanıyoruz.
Oysa tam tersine onu daha alt bir makama getirmiş olmaktayız.
Eğer meleklerle ilgili olan tüm bu yücelikleri
imamlarımıza atfeder ve imamlarımızı Allah'a en yakın melekler sınıfına
alırsak, Kur'an açısından onların makamını Adem'in makamından ve insanın
makamından daha alt bir makama indirmiş oluruz. İslam Peygamberinin fazileti,
gölgesinin olmamasında değildir. Zira ruhların, meleklerin ve gaybî varlıkların
gölgeleri yoktur. Bu İslam Peygamberi için bir fazilet değildir. Böyle bir şey
ve böyle bir nitelik Ali için de bir fazilet sayıl-
126
maz.
Zira böyle bir yücelik Ali'de olsa da, O melekler makamına erer. Ancak Ali'nin
makamı meleklerinkinden daha üstündür ve melekler onun önünde secde
etmişlerdir.
Bu nedenle onun şahsiyetinde meleklere özgü
değerleri değil, insanî değerleri aramalıyız. Ancak bizim yaklaşımımız İslam
karşıtı ve cahilî bir yaklaşım olduğu için ve Ali'ye bu gözle baktığımız için
Ali'den ve önderlerimizden öyle melekler yarattık ki bu şekilde onları bize
önderlik etmekten uzak bıraktık. Zira meleklere uyulmaz, tâbi olunmaz ve
melekler insan toplumunu kurtuluşa erdiremez. İnsanı kurtuluşa erdirecek olan
aşkın insandır ve aşkın insan Ali'dir. Ama Ali'nin insanî değerleri nelerdir?
Şimdiye dek onunla ilgili olarak söz konusu
edilmemiş olan, Ali'nin yalnızlığı meselesidir. Aslında insan yalnız bir
varlıktır. Tüm kıssalarda, insanla ilgili tüm mitolojilerde, tüm beşerî
dinlerde, insanın yalnızlığı tarih boyunca muhtelif şekillerde ve çeşitli
dillerde ifade edilmiştir: "Bu âlemde insana eziyet veren onun
yalnızlığıdır."
Bu
yalnızlık niçindir?
Erich Fromm: "Yalnızlık, aşktan ve
yabancılıktan doğar'' diyor, bu doğrudur. Bir mabuda, bir sevgiliye âşık olan
kimse, diğer tüm çehreler ile yabancılaşır ve ondan başka hiçbir şeyi
arzulamaz. O olmadığı zaman ister istemez yalnız kalır. Çevresindeki fertlerle,
eşyayla ve diğer şeylerle yabancı olan kimse, onlarla bütünlük kuramaz, onlarla
anlaşama sağlayamaz, yalnız kalır ve yalnızlık duyar. İnsan, insan olma
merhalesine yaklaştığı oranda daha fazla yalnızlık hisseder.
Daha derin olan, daha üstün ve daha seçkin
bir ruha sahip bulunan kişilerin, halk yığınlarının günübirlik heveslerinden ve
genel zevklerinden sıkıntı duymakta olduklarını görürüz. Veya ruhları yüceldiği
ve aşkın düşüncelere kapıldıkları oranda toplumla ve zamanla aralarına
mesafelerin girdiğini ve
127
zaman
içerisinde yalnız kaldıklarını görürüz.
Dahilerin biyografilerini okuduğumuzda
onların en belirgin sıfatlarından birinin kendi dönemlerindeki yalnızlıkları
olduğunu görürüz. Kendi dönemlerinde meçhuldürler, gariptirler ve yurtlarında
yabancıdırlar. Onları, onların eserlerini, sözlerini, düşünsel düzeylerini ve
sanatlarını gelecek kuşaklar daha iyi anlayabilmektedirler.
Tüm felsefelerde ve öğretilerde insan yalnız
bir varlıktır ve yalnızlıktan dolayı acı içindedir. İnsan, daha bir insan
olduğu ve tekamüle erdiği ölçüde genele hakim olan günübirlik sevgilere,
duygulara ve basitliklere iştirak etmekten uzak durur, gittikçe meçhulleşir.
İnsanı kendi toplumunda yalnızlaştıran
sebeplerden biri,; halkın tümünün tanıdıklarına, onun yabancı olması, halkın içip
tat aldığı su kaynağının kenarında onun susuz kalışı, her-, kesin iyice yiyip
doyduğu sofra başında onun aç kalışıdır. Ruh, tekamüle ulaştığı ve Kur'an'da
Adem'in kıssası diye bahsedilen aşkın insana erdiği ölçüde daha bir yalnız
kalır.
Kim yalnız değildir? Herkes ile aynı düzeyde
olan, zama-J nın rengini almış bulunan, herkesin rengini, kendi rengi edinen,
herkesle anlaşabilir olan ve her şekil ve boyutuyla varlıklara denk olan kimse.
Bu insan yalnız, tek ve meçhul olma hissine kapılmaz. Çünkü herkesle biridir.
O topluluk içindedir, toplulukla yer,
giyinir, zevk alır ve davranır. Boşluk hissi, bu toplumun, bu zamanın ve bu
günü- j, birlik basitliklerin duyuramadığı ruhlarla ilgili bir şeydir.
Kaçma hissi, yalnızlık hissi ve bu kaçışın
aksülameli olan ; aşk hissi, onu taptığı ve anlaştığı taraflara doğru çeker.
Yöneldiği yer, kendisine layık olan ve kişiliği ile uygunluk arz eden j yerdir.
Bir
ruhta yalnızlık ve aşk hissi, bu ruhun gelişmişliği ora-
4
128
nında
da güçlü, şiddetli ve daha ıstırap verici olur.
İnsanın
derdi, müteal insanın derdi, yalnızlık ve aşktır.
Tanıdığımız kadarıyla Ali'nin feryadının
eksik olmadığını oörüyoruz. Sükutu da dertlidir, sözü de dertlidir. Ali, bir
ömür lulıç sallamış, savaşlar yapmış, fedakârlıklarda bulunmuş ve toplumu gücü
ve cihadıyla ortaya çıkarmıştır. Bu hareket muzaffer olduğu vakit o, ashabı
arasında da yalnızdır. Ve sonra onun, karanlık gecelerde Medine'yi terk edip
kuyuların başında feryat ettiğini görüyoruz.30
Tüm o ashap, tüm silah arkadaşları ve oturup
kalktığı Peygamberin tüm ashabı, Ali'yi anlayamamaktaydı. Onların hiç-birisiyle
aynı düzeyde değildi. Derdini anlatmak, sözünü söylemek istiyor; ama kulak yok,
kalp yok, kendisinin dengi yok.
Yesrib'de, yani kendi kılıcıyla ve sözüyle
kurulmuş olan bu şehirde tanıdık hiç kimseyi görmüyor ve gece yarısı şehrin
etrafındaki hurmalıklara gidiyor, karanlık ve korkunç gece yansında kimse
görmesin diye de etrafına bakmıyor.
Kendi yüceliğinin ve şahsiyetinin, dar
fikirler kalıbında, kötü gözler ışığında ve kötü ve kirli ruhlarda yer
almasından büyük sıkıntı duymaktadır. Böyle bir ruh, bu bakışların, bu
anlayışların onu görüp, anlayıp, tanımasından korkmaktadır.
Bir
yazarın deyimiyle: "Aslan gündüz inlemez."
O, tilkilerin gözü önünde, kurtların gözü
önünde ve canavarların gözü önünde inlemez. En acı verici dertler karşısında
bile sükûtunu, vakarını ve büyüklüğünü kaybetmez. Aslan sadece geceleri inler.
O, gece yarısı hurmalıklara doğru gidiyor, orada hiç kimse yoktur, halk
istirahata çekilmiştir ve onları ge-
30-
Hz. Ali'nin içindeki derdi ve sırlarını kimseye anlatamadığını ve şehirden
uzaklaşarak bir kuyuya eğilip derdini kuyuya haykırdığını anlatan rivayete
işaret edilmektedir. [Çeviren]
129
ce
yarısı uykusuz bırakacak dertleri yoktur. Bu yalnız adam, kendisini bu dünyada
yalnız bulan bu insan, bu yere ve bu göğe yabancıdır, onu bu topluma ve bu
şehre sadece misyonu ve vazifesi bağlamaktadır.
Ancak kendisine geldiğinde yalnız olduğunu
görüyor. Hurmalığa gidiyor, birilerinin kendisini bu halde görmesinden
korkuyor; aslanı gece yalnız ağlar halde görmelerinden korkuyor.
Bu
inleyişin hiçbir kötü anlayan kulağa ve hiçbir kirli göze ulaşmaması için
başını kuyuya eğiyor ve ağlıyor. Bu ağlayış nedendir?
Yazık ki onun ağlayışı herkes için bir
muammadır. Hatta onun şiileri (taraftarları) bile Ali'nin neden ağladığını
bilmiyor. Hilafeti gasp edildiği için mi? Fedek arazileri elinden alındığı için
mi? Filan şahıs işbaşına geçtiği için mi? Şundan dolayı mı? Bundan dolayı
mı?... Gerçekten ürpertici.
Bu yalnız ruh, kendine yabancı olan dünyada,
her zaman içinde yaşadığı ama düzeyine inemediği kabile İslam'ı toplumunda
yalnızdır, düzenlerle, çekişmelerle, bencilliklerle ve Peygamber dostlarının
İslam'dan yüzeysel bir şekilde aldıkları idrak düzeyi ile uyuşamadığı için
toplumda yalnız kalmıştır ve feryat etmektedir.
Felsefelerde dendiği gibi Ali feryat ediyor
çünkü bir insandır, çünkü yalnızdır.
Söylediklerime hem dinler inanmaktadır hem
de "Sartre''
gibi
insanlar. Sartre'ın ne dine ve ne de Allah'a inancı bulun
mamaktadır
ve insanı ayrı dokunmuş bir varlık olarak kabul
etmekte:
Tüm varlıklar aynı şekilde yaratılmıştır. Önce onla
rın
mahiyetleri ve sonra da varlıkları yaratılmıştır. Ancak sa
dece
insanın önce varlığı sonra da mahiyeti düzenlenmiştir,
demektedir. *
Allah'a inanmamasına rağmen Sartre'ın da
şöyfe inandı-130
qını
görmekteyiz: İnsan maddî âlemden tümüyle seçilmiş bir unsurdur, ona yabancıdır
ve insan, hayvanı aşamalardan ve tabiatın ona dayattığı içgüdüsel ihtiyaçlardan
uzak kaldığı ölçüde tabiatta yalnız kalmakta, daha aç ve daha susuz olmaktadır.
Ali mutlak bir insandır.
Ali tarih boyunca hiçbir insanda toplanması
mümkün olmayacak muhtelif ve hatta zıt boyutları bünyesinde toplamış tek
kahramandır. O hem basit bir işçi gibi elinde hiçbir alet olmadan o sıcak
topraklarda elleriyle su kuyuları açan biridir, hem bir hakîm [filozof] gibi
düşünen biridir. Hem büyük bir âşık ve büyük bir arif gibi içinde aşk taşıyan
biridir, hem bir kahraman gibi kılıç sallayan biridir, hem bir siyasetçi gibi
önderlik eden biridir, hem bir ahlak muallimi gibi toplum için bir insanî erdem
timsalidir, hem bir babadır, hem çok vefalı bir dosttur ve hem de örnek bir
eştir.
Böyle bir insan dünyada tektir. Kendi
toplumunda bir ömür boyunca inançlan uğrunda çalışmış dostları ve silah
arkadaşları, Peygamber ile birlikte gönülden kılıç salladılar, Peygamberlerinin
inandığı şeylere iman ettiler; ancak imanlannın ve ihlaslannın zirvesindeyken
bile kabile İslam'ını unutmadılar, bencilliği unutmadılar, bilerek ya da bilmeyerek
makam hırsını zihinlerinden uzak tutamadılar, mutlak ihlas noktasında Ali gibi
olamadılar. O, uzun yıllar boyunca birlikte aynı fikir ve yol uğruna çalışıp
kılıç salladığı dostları arasında da yalnızdır. Ali, Peygamberin akrabası
oluşunun kurbanıdır. Zira kabileci Arap toplumunda kabile ilişkileri İslam'dan
daha kuvvetlidir. Toplum hem Peygamberin hem de onun vekilinin Beni Hâşim
kabilesinden olmasına tahammül edememekteydi. Bu taktirde Benî Temim, Benî
Adiyy ve Benî Zühre için bir şey kalmayacak ve böylece bu "Benî'ler ve
"Ebna 1ar ortadan kalkacaktı.
Bir
tarihçi ve bir sosyolog benim ne dediğimi anlar.
Binaenaleyh
Ali'nin kurban edilmesinin ve yalnız kalması-
131
nın
bir başka sebebi de onun Peygamber ile olan akrabalık bağıdır. Peygamberin
akrabası olmasaydı onun başarı için daha çok şansı olurdu. Ali, Medine toplumu
ile hiçbir bağı olmayan bir kimseydi; ancak hakikat için çektiği acılar, hak
için çektiği kılıçlar onu yalnız bıraktı. Nitekim Ali, Medine'de yalnızdır.
Bundan daha acı verici olansa Ali'nin
kendisine âşık olan taraftarları arasında bile yalnız olmasıdır. O, aşklarını,
hislerini, kültürlerini ve tarihlerini kendisine yönelten ümmeti arasında da
yalnız. Ona büyük bir kahraman, mitolojik bir tanrı gibi bakıyorlar; ama
tanımıyorlar, kim olduğunu, derdinin, sözünün ve ıstırabının ne olduğunu ve
neden sustuğunu bilmiyorlar.
Hâlâ halkın okuyabileceği bir Farsça Nehcü'l
Belağa yok. Bu yalnızlık değil de nedir?
Bretch gibi bir tiyatro yazarından Farsça'ya
güzel bir şekilde tercüme edilmiş en az beş eser zikredilebilir. Tüm dünya
yazarlarından pek çok eser, çok iyi bir tercüme ile yayınlanmıştır. Ancak
yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ Ali'nin sözlerinin Farsça tercümeleri mevcut
değil ve hâlâ tüm varlığını Ali aşkına feda eden milletimiz onun sözlerini
doğru dürüst tanımamaktadır.
Ali'nin taraftarlan arasında da yalnız
olması işte budur. Ali'nin kendisine yönelik yapılan onca övgü arasında meçhul
kalması işte burada aranmalıdır.
Ali'nin derdi iki türlüdür: Birincisi onun,
İbn Mülcem'in kılıcının zehrinden başında hissettiği dert, diğeri ise onu gece
yarıları yalnız, Medine civarındaki hurmalıklara çeken ve inleten derttir.
Biz
sadece onun İbn Mülcem'in kılıcından dolayı başında
*
132
hissettiği
derde, acıya ağlıyoruz.
Ama
Ali'nin derdi bu değildir.
Böylesine büyük bir ruhu inleten dert, bizim
tanışık olmadığımız "yalnızlıktır".
Biz,
bu derdi tanımalıyız, diğerini değil.
Ali kılıcın acısını hissetmemektedir, biz ise
Ali'nin derdini hissetmiyoruz.
Ali'ye
Niçin ihtiyaç Var?
Bu satırları yazdığım sırada Ali hakkında
konuşmaya uygun bir ruh halim yok. Bundan dolayı söze bir soruyu ele alarak
başlamak istiyorum: "Ali'ye niçin ihtiyaç var ve bugün Ali'yi tanımak
niçin gereklidir?"
Bu sorunun sadece Şiîler tarafından gündeme
getirilmediğini düşünüyorum. Zira Ali Şiî'si için -özellikle de günümüzdeki
Şiîler için- bu soru o kadar da ağırlıklı bir yer işgal etmeyebilir. Çünkü Ali
bir imamdır, bir rehberdir o halde mutlaka onu tanımalıyız, doğal olarak zaten
ona muhtacız.
Ben esasen genç neslin, aydınlarımızın, bu
asrın ve zamanın ruhunun bu soruyu -ya kendi kendilerine ya da Ali'den söz eden
kimselere - yönelttiklerini varsayıyorum ve ben şimdi bu soruya cevap vermek
istiyorum. Bu cevap, ne Şiî bakış açısıyla Ali'ye inananlara ve ne de Müslüman
olanlara yönelik değildir. Aksine, ister Şiî olsun, ister olmasın, ister
Müslüman olsun, ister gayrî Müslim olsun ve ister mümin olsun, ister gayrî
mümin olsun herkesedir. Ancak bir şartla, bu soruyu yönelten bugün insanlık
için, adalet için ve özgürlük için kendisinde sorumluluk duyan biri olmalı ve
dünyanın tüm aydınları ve özgürlükçüleri arasında müşterek olan bu ilkeye
inanan bir insan olmalıdır. "İster dindar olsun isterse dinsiz olsun özgür
olmalıdır'' Hatta Hz. Hüseyin düşmanlarına diyor ki: "Dininiz yoksa bile
en azından özgür olun."
Ben
tüm özgürlere ve insanî değerleri yücelten her özgür
ıiü
insana
tanımaya niçin ihtiyaç var'' sorusuna karşılık, özellikle bu insan İslâmî bir
toplumda ve doğuda yaşayan ve herhangi bir öğretiye ve inanca sahip bir
aydınsa. belli bir dine inanma-san da yine de Ali'yi tanımaya muhtaçsın derim.
Zira bugünün insanı ve özellikle İslâmî toplumlardaki sorumlu aydınlar, Ali'yi
tanımaya her zamankinden daha da muhtaçlar. "Ali büyük bir tarihî
şahsiyettir, geçmişe aittir ve bugün, insanın ihtiyacı, duyguları, hedefleri
değişmiştir. Bu nedenle onun şimdi yeniden söz konusu edilmesi
faydasızdır" diye düşünen aydınların söylediklerinin aksine ben de diyorum
ki, insanlık özellikle de İslâmî toplumlardaki aydınlar, hiçbir zaman bugünkü
kadar Ali adındaki bu insanı tanımaya muhtaç olmamıştı.
Defalarca söyledim ve yine tekrar ediyorum,
bugünün insanı Ali'ye aşk ve sevgi duymaya değil, Ali'yi tanımaya muhtaçtır.
Zira tanıma olmadan aşkın ve sevginin bir değeri olmadığı gibi böylesi bir şey,
oyalayıcı, gizleyici ve âtıl bırakıcı da olabilir. Ali sevgisi ve Ali aşkı
iddiasıyla ortaya çıkıp, onun sözünün, yolunun ve hedefinin doğru ve ince
anlamını bilmeksizin halkı oyalayan ve âtıl bırakan kimseler, sadece insanlığı,
adaleti ve özgürlüğü yok etmekle kalmıyor, bu aziz çehreleri de mahvediyorlar.
Ali'nin şahsiyetini bu faydasız övgüler altında meçhul bırakıyorlar ve böylece
de ömürlerinin sonuna dek Ali sevgisinde vefakâr kalan kimselerin onun
sözlerinden ve kılavuzluğundan uzak kalmalarına, duraklayıp sapmalarına da
sebep oluyorlar, biraz olsun bilinçli bir şekilde bugünün dünyasına aşina olan
kimselerin de bu türden faydasız bir Ali'yi ve bu neticesiz sevgiyi terk edip
diğer örnek şahsiyetlere ve önderlere yönelmelerine sebep oluyorlar.
Ali aşkı ve sevgisi, ancak onu tanıdıktan
sonra insanlığın kurtuluşu noktasında rol oynayabilir. Gerçi bazıları bu söz
üzerine dedikodu yapacak ve filan kişi "Ali aşkı ve sevgisi neti-
cesizdir
dedi" diyeceklerdir. Onlar benim sözümün devam eden kısmını atıyorlar. Bir
kitapta dediğim gibi "Ali olmasaydı. Ali'nin hükümeti olmasaydı, Ebu
Bekir'in ve Ömer'in siyasal ve sosyal rejimi -Hüsrevlerin ve Kayserlerin rejimi
ile kıyaslandığında- tarih boyunca ortaya çıkmış en iyi rejimler olarak tanınırdı.
Onların rejimlerini Ali'nin rejimi ile ve onların kendilerini de Ali'yle
karşılaştırdığımızda haklı olarak onların rejimlerini mahkum etmekteyiz."
Bu benim yazmış olduğum bir şeydi. Sonradan bazı toplantılarda şöyle dendiğini
duydum "Falanca, Ebu Bekir ve Ömer'in rejimi dünyadaki tüm rejimlerden
daha iyidir dedi." O toplantıda bulunanlar ise: "Böyle bir söz ettiği
için Allah ona lanet etsin!" demişler.
Neden hep ilmî meselelerden uzak bulunan
avamla konuşuyorlar ve onlann güçlü duygularını tahrik ediyorlar bilmiyorum. Bu
ilmî bir konudur. Ben yanlış yapıyorsam, bu bir tartışma ortamında ve ilmî bir
eleştiriyle düzeltilmelidir. "İslam-Şinasî"31 kitabımda şu konuyu ele
aldım: Tarihte, felsefe tarihinde, sosyoloji şu temel ilkelere dayanır:
1)
Şahsiyet ve rehber.
2)
Nâs, yani halk kitleleri.
3)
Gelenek, yani toplumsal ve tarihsel yasa.
4) Tesadüf, yani ortaya çıkan ve diğer
bilimsel yasaları doğuran sosyal şartlar.
Bu dört madde, tarihe hareket veren ve sosyal
hareketleri izah eden büyük etkenlerdir. Bu, doğru olmasa da bilimsel bir
konudur.
Ben daha sonra -Ali nakilcileri- kesiminden
birilerinin zavallı bir grup insanı "Ey millet filan kişi bu kitapta
yazmış ki
Türkçe'ye
İslam-Bilim adıyla tercüme edildi. [Çeviren]
tarihin,
toplumun, hayatın ve dinin esası Nâs'tır (uyuşturucu- ] dur)", kendileri
de zaten Afganistan'a yakın bir yerde bulunmaktadır32 diye tahrik etmiş
olduğunu Meşhed de duydum.
Ali'yi bugünün insanına tanıtan büyük insan
Dr. George Cordak İmam Ali; Savtu'l- Adaleti'!- Insaniyye (İmam Ali: İnsanî
Adaletin Sesi) adlı kitabında şöyle demektedir: "Ey-zaman! Keşke tüm
güçlerini ve ey tabiat keşke tüm istidatlarını bir insanın, bir dehanın ve
büyük bir kahramanın yaratılışında I toplasaydın ve bir kez daha dünyamıza bir
Ali verseydin."
Bu kitabın yazarı Hıristiyan bir tabiptir.
Bu da şunu göster- | mektedir: Ali sadece bir fırka çerçevesinde
değerlendirilmemektedir. Aslında insanî değerlere inanan her insan Ali'ye i
inanır ve bu değerlere inanan, bu hedefler yolunda mücadele eden her çağın ve
her hareketin Ali'yi tanımaya ihtiyacı var-dır. Onu tanıdığında da kesinlikle
ona âşık olur. Bu aşk. hare- * kete geçirici ve insana kurtuluş bahşedici en
büyük güç olur.
Bence Ali'nin hayatı, üç ana döneme
ayrılabilir. Elbette çocukluk dönemi bunun dışındadır. Zira her ne kadar
şahsiyetin oluşumunda bunun büyük bir önemi olsa da sosyolojik açı- i dan
dikkate değer bir ehemmiyeti yoktur.
Birbirinden ayrı ve tümüyle belirgin üç
dönem, Ali'nin ya-J samını oluşturmaktadır.
Bu dönemlerden ilki İslam Peygamberinin
bi'setinden iti-# baren başlamaktadır. Ali bi'setin başlangıcından Peygamberin
son nefesine dek onun yanında olmuştur ve Peygamber, Ali'nin kucağında can
vermiştir. O, Peygamberin evinde yaşadığı yıllarda ilk vahiy gelmiş ve o da bunu
kabul etmiştir. Bu dönem 23 yıldır. (13 yıl Mekke'de ve 10 yıl Medine'de) Mek-
32
Burada "nâs'tan kasıt madde-yi muheddirî [uyuşturucu madde] kelimesidir.
Bu tabir İran'ın doğusunda ve güneyinde ve Afganistan ile Hindistan'da
kullanılmaktadır. [Yani atılan bu iftira ile Şeriatî'nin dini afyon olarak
gören bir materyalist olduğu söylenmeye çalışılıyor.]
ke'deki
on üç yılda İslam düşünsel açıdan hedefini yerleştirmek, dinî şiarlarını ilan
etmek ve bireyi inşa etmek için mücadele etmiştir.
Bu konu 'acaba önce bireyleri inşa ederek
sağlıklı bir topluma mı kavuşalım, yoksa önce sağlıklı bir toplum inşa edelim
de sağlam bireylere mi sahip olalım?' tarzında bugün dahi bir hareket için söz
konusu edilmekte olan bir meseledir. Aslında bu konu her iki şekilde de
hatalıdır. Zira sağlıklı olmayan bireylerle nasıl sağlıklı bir toplum inşa
edilir? Diğer taraftan, tüm bireyleri sağlıklı kılmak istersek, bozuk toplum
bunu gerçekleştirmenin imkanını bize asla vermeyecektir. Zira oradaki toplumsal
güçler, bizim tek tek insanların inşası ile meşgul olmamız karşısında boş
durmayacaklardır.
Ancak öte yandan bu her iki düşünce de
doğrudur. Yani belli bir aşamada, bir öğreti, bir önder ve bir Peygamber, kendi
öğretisi doğrultusunda bireyler inşa edebilir. Bu öğretiye göre yetiştirilen ve
eğitilen bu bireyler toplumsal, düşünsel ve devrimci sorumluluk taşıyan bir
grubu teşkil ederler. Bu aşamada birey inşası dönemi biter. Sonraki aşamada bu
düşünsel, toplumsal ve itikadi grup, toplumu değiştirebilir ve yeni düzeni,
hedefi ve hükümeti kendi düşünceleri doğrultusunda toplumda yerleştirebilir.
İşte o zaman toplum, kendini inşa sürecini başlatır.
İslam'da, on üç yıl Mekke ve on yıl da Medine
olmak üzere var olan iki ayrı dönem, tümüyle planlıydı. Hicreti tesadüfler meydana
getirmemiştir. İlk on üç yıllık dönemde İslam fert fert Müslüman'ı, yani doğru
düşünen ve itikad sahibi insanı yetiştirmiştir. Muhacir olan bu azınlıksa
Medine'de ikinci aşamayı, yani sağlıklı toplumun inşasını başlatıyor.
Binaenaleyh İslam mektebinde Mekke, birey inşası, Medine ise toplum inşası
dönemidir.
Her
iki dönemde de, bi'setin başından Peygamberin son
ns
nefesine
kadar Ali, her an en ağır aşamalarda herkesin önündeydi. Ali'nin hayatının bu
özel dönemi, Peygamberin ölümüyle sona ermiştir. Bu dönem, mektebin inşası
olarak adlandırılabilir. Yani toplumun zihninde mektebin yerleştirilmesi, bu
mektep doğrultusunda toplumun eğitilmesi, mektebin zamanın vicdanında ihya
edilmesi, imanın ortaya konması, itikadı bir grubun teşkili ve belli bir hedef
uğruna mücadele...
Bu dönem Alinin hayatının ilk dönemidir.
Ali'nin hayatındaki ilk yirmi üç yıl, öğreti uğruna yapılan yirmi üç yıllık
mücadele yılıdır.
Peygamberin ölümünden hemen sonra durum ve
cepheleşmeler değişikliğe uğruyor ve önderlik değişiyor. Çekirdek kadro33
içinde sessizce bir köşede oturan ve bu öğreti uğruna mücadelede genellikle
kendilerini göstermemiş olan güçler ve saflar iş başına geçtiler, cenahlar
netleşti ve bu çekirdek kadro içindeki gizli güçler ortaya çıkmaya başladı.
Sonra da Ali'nin sükûtu başladı. Bu. feryat edememek anlamında bir sükuttu;
çünkü birdenbire İkrimelerin, Ebu Cehillerin ve Ebu Süfyanların değil, yıllarca
beraber olduğu, en samimi ve en yakın kişilerin, yirmi üç yıl Peygamberin
yanında öğreti uğruna mücadele etmiş olan Peygamber dostlarının karşısında yer
aldığını gördü. Onlar ile mücadele, o güne özgü şartlarda gücün ve İslâmî
vahdetin ellerinde billurlaştığı büyük şahsiyetlerin yok edilmesi demek
olacaktı.
İslam'ın ve Müslümanların içindeki
kutuplaşmalar, kabile ihtilafları ve iç güçler öylesine karmaşık bir örgü
oluşturmuş-
tu
ki Ali'nin karşısına geçen bu şahıslar bu örgüdeki düğümleri oluşturmaktaydı.
Ali onlara kılıç çekseydi, gerçi kendi hakkını çiğnemek isteyenlere karşı kılıç
çekmiş olacaktı-, ama Ali'nin ya da onların yok olması, genç İslam'ın vahdetine
ve İslam gücünün Medine'deki merkezine zarar vermiş olacaktı. Medine'de İslam
adıyla ortaya çıkmış olan tüm münafık kabilelerin, zâlim imparatorluk
güçlerinin ve İran ile Rum düzenlerinin gölgesi daha fazla uzayacak ve İslam
kendi içinden dağılacaktı. Büyük dış güçlerse bu hareketin aslî güçlerinin,
rehberlerinin ve öncü şahsiyetlerinin birbirlerine düştüklerini ve bunun da
merkeze hücum etmek için kendilerine iyi bir fırsat verdiğini göreceklerdi.
İslam, vahdeti kendi makamlarını korumak için
bu durumu istismar eden kimselerin elindeydi. Ali'nin sükûtu bu nedenle
başladı.
Yirmi beş yıl sessiz kalmak... Bu yirmi beş
yıllık sükut öyle bir sükûttur ki bu konuda hem Şiîler suskun kaldılar ve hem
de Ehl-i Sünnet araştırmacıları... Bu suskunluk ise Ali'nin değerinin,
büyüklüğünün, fedakârlığının ve haktan yana oluşunun halkın zihninde karanlıkta
kalmasına sebep oldu.
Bugün Ali'nin taraftarlarının bile, onun
Mekke'de Peygamberin yatağına yatmış34 olmasını tekrar edip yücelttiklerini
görüyoruz - bunun büyük bir fedakârlık olduğu doğrudur; ancak Ali için değil-
yine onun Hayber'in büyük kapısını yerinden söküp kendisine kalkan etmiş
olmasını Ali'nin cesaretinin sembolü olarak abartılı bir şekilde anlattıklarını
görüyoruz. Ancak Ali'nin en önemli dönemi ve en ağır misyonu olan
33-
Metnin orijinalinde parti anlamına gelen "hizb" kelimesi
kullanılmaktadır. Merhum Şeriatî meseleyi sosyolojik bir bakış açısıyla ele
aldığı için modern terminolojiden yararlanmakta o dönemdeki yapılanmaları
bugünün kavramlarıyla açıklamaktadır. Bununla birlikte parti kelimesinin bugün
özellikle Türkiyeli okuyucunun zihninde taşıdığı olumsuz çağrışımları göz
önünde bulundurarak "hizb" kelimesini "parti" olarak değil
"çekirdek kadro" olarak tercüme etmeyi uygun gördüm, [çeviren]
34-
Peygamber'in Medine'ye hicreti sırasında Hz. Ali Müslümanları takip etmekte
olan müşriklere Peygamber'in Mekke'de bulunduğu, yatağında yatıyor olduğu
9örüntüsünü vermek için Peygamber'in yatağına girip yatmış ve ona yönelik
yapılacak herhangi bir suikastı kendini feda etme pahasına önlemişti. Burada bu
olaya işaret edilmektedir. [Çeviren]
141
IdD
sükûtundan
hiç bahsetmiyorlar. İyi ki de bahsetmiyorlar; zira bundan bahsettiklerinde bu
sükûtu açıklamak için Ali'nin şahsiyetine ve büyüklüğüne en kötü iftirayı reva
görüyorlar ve diyorlar ki: "Bu sükût korkudandı! Neden biat etti?
Etmeseydi öldürürlerdi! Neden kılıç çekmedi? Korkuyordu! Zorladıkları için de
bâtıl hilafete oy verdi!"
Mektep [öğretinin yayılması] döneminin bitip
İslâmî toplum içersinde ihtilaflann ortaya çıktığı onuncu yılın sonundan ve on
birinci yılın başlangıcından itibaren Ali'nin sükûtu başlıyor ve bu sükût otuz
beşinci yıla, yani halkın Osman'a karşı devrim yapıp onu öldürdükleri yıla
kadar devam ediyor. Vahdet için yirmi beş yıl sükût...
Devrim yapanlar, otuz beşinci yılda, Ali'nin
çevresine toplanıyorlar ve adalet için -yani Osman'da bulamadıkları için kıyam ettikleri
şey- Ali'yi hükümete seçiyorlar. Ali'nin hükümet dönemi beş yıldır. Ali'nin
hayatındaki bu dönemin adı mektep [öğretinin yayılması] değildir. Zira tüm o
mümin ve münafık cenahlar, İslâmî şiarlara, inanç esaslarına ve bu öğretinin
aslî temellerine inanmaktalar. Hepsi tevhide, nübüvvete ve meada [ahiret
inancı], Kur'an'a ve Peygamberin risaletine inanmaktalar. Binaenaleyh bu dönem
"öğreti için mücadele dönemi" değildir. Öte yandan bu dönemin adı
"vahdet için sükût" da değildir. Zira Ali artık iş başındadır ve bir
yöneticidir. Ortak düşmanın menfaatine olmasın diye münafık ve çıkarcı
müttefikleri karşısında sükût edip ve tahammül gösterenler azınlıktadır. Artık
Ali hükümete gelmiştir ve artık en büyük misyonu vahdet değil adalettir.
Binaenaleyh bildiğiniz ve defalarca
duyduğunuz gibi Ali'nin tüm hayatı üç döneme ayrılır:
İlk yirmi üç yıllık dönem. Peygamber ile
beraber öğretiyi yerleştirmek için çalıştığı dönemdi* İkinci yirmi beş yıllık
dönem, iç muhalif cepheler karşısında vahdet için sükût ettiği 142
dönemdir.
Üçüncü beş yıllık dönem ise hükümette bulunduğu ve adaletin ikamesi için
çalıştığı dönemdir.
Siz. Ali'nin yirmi üç yıl öğretinin
yerleştirilmesi noktasında verdiği mücadeleyi bilmektesiniz. Onun savaştaki ve
cephelerdeki kararlılığını, öncülüğünü, hükümleri uygulayışını, Uhud, Huneyn,
Bedir, Hendek ve diğer tüm savaş sahnelerinde Peygamberin emri ile yaptığı
komutanlığı hepiniz duydunuz. Ali'nin kılıç darbelerini tanıyorsunuz, İslam'ın
içindeki düşman, daha sonra ondan ve onun ailesinden bu kılıç darbelerinin
intikamını aldı.
O, Hendek'te, Ebu Süfyan'a ve çetesine öyle
bir darbe indirmişti ki Peygamber bu darbeyi şöyle değerlendirmişti: Ali'nin bu
darbesi tüm varlıkların yani cinlerin ve insanların ibadetlerinden daha
değerlidir."
Bu
değerlendirme tümüyle doğru ve mantıklıdır. Zira her iki âlem halkının ibadeti,
tek tek bireyler için değerlidir. Ancak Ali'nin bu darbesi bir hareketin ve
insanlığın kaderini değiştiriyor. İşte bu sebeple "Cihat İslam'ı" her
iki âlemin "ibadet İslâmY'ndan daha değerlidir.
Yirmi üç yıl "öğreti için
mücadele" döneminden sonra onun sükût dönemi başlıyor. Bu, onun biat etmek
istemediği dönemdir, bu kendisinin, ailesinin, bundan da önemlisi adalet için
İslam'a yönelmiş halkın haklarının, içerideki cenahlar tarafından çiğnendiğini
gördüğü dönemdir. Bu gruplar çok güçlüdür. Tarihte açıkça görüldüğü üzere en
güçlü grup, sayısal açıdan küçük olmasına rağmen nitelik açısından çok güçlü
olan Ebu Bekir'in grubudur. Sa'ad İbn Ebi Vakkâs. Osman, Talha, Zübeyir ve Abdurrahman
bin Avf, bu grubun üyeleriydi. Bu beş kişi İslam'ın kendi zuhurunu ilan ettiği
Peygamberin bi'setinin ilk yılında Ebu Bekir ile birlikte Müslüman oluyor. I'k
Müslümanların, Müslüman oluş sırasına göre zikredildiği "Sire-i İbn
Hişâm" isimli kitapta şöyle deniyor: "Ebu Bekir'in
143
talimatıyla
bu beş kişi İslam'a girdi." Ebu Bekir'in tavsiyesiyle Müslüman olan bu beş
kişi yukarıda bizim zikrettiklerimizdi.
Yirmi üç yıl geçiyor, Peygamber gidiyor, Ebu
Bekir'in de iki yılı geçiyor ve Ömer'in on yıllık hükümeti de sona eriyor ve
Ömer, son nefesinde halifeli seçmesi için bir şûra tayin ediyor. Bu şûranın
üyelerine bakıyoruz: Seçimi gerçekleştirmek için olaya dahil edilen Ali
dışındaki diğer tüm üyeler hiç eksiksiz Ebu Bekir'in tavsiyesiyle Müslüman olan
o beş kişidir.
Aralarına sadece Ali'nin eklendiği bu
gruptan, o beş kişiden biri olan Osman öne çıkıyor.
Bu grubun tüm üyeleri, yaşadıkları süre
boyunca istisnasız bir şekilde Ali'nin karşısında oldular. Bunlar, İslam
hizbullahı-nın içerisinde Ali karşıtı cenahı oluşturuyordu. Ali'nin sükûtu
döneminde ise Osman, Ebu Bekir ve Abdurrahman bin Avf | gitti, Zübeyir, Talha
ve Sa'ad kaldı. Talha ve Zübeyir, Cemel savaşında Ali ile savaşıyor ve
ölüyorlar. Geriye ise bu grubun son üyesi olan Sa'ad İbn Ebi Vakkas kalıyor.
Tarihin büyük şahsiyetlerinden ve fatihlerinden biri olan, İran'ı fetheden ve
Ömer zamanında en büyük askerî makama sahip bulunan Sa'ad İbn Ebi Vakkas, Ali
zamanında, boykot ederek evine çekiliyor ve pasif mücadeleyi başlatıyor. Böylece
o mezkur grubun son üyesi olarak kalıyor. Beni Ümeyye ve Muaviye, Şam'da şöyle
bir söylenti çıkarıyor: "Ali Medine'ye zorla hâkim oldu. Onun seçilmesi de
hile ile ve kılıç zoruyla gerçekleşmiştir. Mısır ve Basra devrimcileri Osman'ı
öldürmek için saldırdılar ve onlann kılıçlarının zoruyla da Ali iş başına
geçti. Yoksa onu muhacir ve ensâr seçmedi."
Sonra Muaviye'nin bir elçisi Medine'ye
geliyor ve Sa'ad'dan Ali'yi, isteyerek seçip seçmediklerini ve Ali'nin oy
almamış olduğunun gerçek olup olmadığını soruyor. Sa'ad, gerçekte Beni
Ümeyye'ye muhalifti ve Peygamber zamanında yirmi üç yıl boyunca büyük savaşlar
yapmıştı, Ebu Bekir ve
144
Ömer
zamanında İslam için kılıç sallamış büyük bir şahsiyetti. Ali karşıtı grubun
son üyesi olduğu ve doğru söylerse bunun kendisiyle aynı safta yer alan Ali'nin
menfaatine olacağını bildiği için ortak düşman olan Muaviye ye yöneliyor ve
cevap vermek yerine sükût etmeyi tercih ediyor. Her türlü açıklamadan daha kötü
olan bu sükûtun, İslam'ın ve Ali'nin zararına, müşterek düşmanınsa faydasına
olacağını biliyor. Ancak eski kinler ve şahsî garazlar İslam'ın büyük fâtihi
olan, İslam için büyük hizmetlerde bulunan ve Peygamber zamanında yorulmaksızın
kılıç sallayan Sa'ad'ı, Ali karşıtı müşterek İslam düşmanlarının elinde bir
araç haline getiriyor.
Bu, -her zaman yaşanan acı olaylardan
biridir. Temiz ve dürüst olan bazı kimselerin kendileriyle aynı safta olan bir
kimseye karşı duyduğu kin sebebiyle müşterek düşmanların yararlandığı araçlar
haline geldiklerini görüyoruz. Bunlar amatör memurlardır, profesyonel
değildirler. Onlar hiçbir para ve ücret almaksızın düşmana hizmet ediyorlar;
gerçekten temiz oldukları ve düşmana bağlı olmadıkları için düşmana yaptıkları
hizmetler çok büyüktür.
Öğreti için yapılan yirmi üç yıllık mücadele
dönemi bitiyor ve bir başka döneme giriliyor. Ali, İslam'ın menfaati adı
altında kendilerinin önünü açacak zeminler yaratıp onun haklarını çiğneyen
gruplara karşı mukavemet etmesi durumunda Peygamberden sonra Medine'de bir
patlamanın gerçekleşeceğini görüyordu. Büyük İslâmî şahsiyetler arasındaki
çekişmeler ve ihtilaflar, düşman kabileler ile İran ve Rum imparatorlukları
için uygun bir fırsat oluşturacaktı. Zira onlar, bu büyük devrim merkezi olan
Medine'deki iç parçalanmayı görselerdi, bu hareketi dışarıdan vuracakları bir
darbeyle kolayca yok ederlerdi.
Ali'nin önünde bulunan ikinci seçenek ise
dahilî cenahla-r'n kinlerine ve muhalif siyasî cenahların fırsatçılığına taham-
145
mül
etmekti. Ne yazık ki bu dahilî cenah. İslam'ın kalbine yer-j leşmiş ve İslam
adıyla dünyada meşhur olmuştu. İslâmî güçler onların ellerindeydi. Ebu Ubeyde
b. Cerrah, Sa'ad İbn Ebî Vakkas ve Halid bin Velid gibi büyük şahsiyetler ve
İslâmî kah- , ramanlar onlarla birlikteydi. Ali'nin grubunda ise Meysem-i '
Temmâr (hurma satıcısı), İranlı bir yabancı olan Selman-î Fâ- ' risî, ne
Medineli ne de Mekkeli olan çölden gelmiş Ebu Zer Gıfârî ve bir köle olan Bilal
gibi kimseler vardı ve onların hiç "j birisinin orada herhangi bir nüfuzu
bulunmamaktaydı. Onla- I rın tüm sermayeleri insanlıkları, takvaları,
maneviyatları ve İs-1 lam yolundaki fedakârlıklarıydı. Toplumda nüfuzu olan
kimse-1 ler, Ali'nin muhalifi olan grubun elinden tutuyorlardı ve İslâmî ij
vahdet, gibi güçlü bir şiara dayanarak kendilerini işbaşına ge-1 tiriyorlardı.
Ali İslam vahdeti uğruna onların
hükümetlerine tahammül etti ve sustu. Bu yirmi beş yıl boyunca kılıcı savaş
sahnelerin- J de düşmanı yere seren ve vurduğu darbesi insanların ve cin- j
lerin ibadeti kadar değerli olan bu kahramanın sessiz kalması j gerekiyordu.
Hatta o evine saldırıldığı ve eşine hakaret edildi-ği zaman bile sükût
etmeliydi. O, bu sükûtunu çok derin bir ; cümle ile şöyle beyan etmiştir:
"Gözümde toprak boğazım- j da dikenle yirmi beş yıl bekledim."
Ve sonra üçüncü dönem olan, beş yıllık
adalet için hükü- | met dönemi başlamaktadır.
Ali daha ilk anda halka şunu ilan etmişti:
Artık ben bu hükümete ve size emirlik etmeye karşı isteksizim. Ancak düşündüm
ki bu gücü elime alırsam diz üstü çöken hakkı ayağa kaldırabilir veya ayakta
olan bâtılı diz üstü çökertebilirim. Bu, Ali'nin hayatının üçüncü döneminin
ilanıdır. Bu dönemde yaratılış mucizesi olan bu varlıktan başka bazı sözler,
şiarlar ve değerlerin yeni tecellileri söz konusu olmaktadır.
Bütün makamlar paylaşılmıştı. İran. Rum ve
Mısır gibi im-146
paratorlukların
hükümranlık alanları. Beni Ümeyye'nin. Osman'ın akrabalarının ve ashab-ı
kibarın eline geçmişti. Böylesi bir zamanda Ali gelmekte ve bu makamları, son
yirmi beş yıl boyunca en derinlere kök salan, din, cihat ve Allah adına herkesi
kendilerine itaat ettiren bu kişilerin elinden hemen almak istemektedir.
Osman'ın ve Muaviye'nin bahşişlerinin haberinin, dünyadaki tüm zenginleri bile
hayrete düşürdüğü bir dönemde Ali'nin gösterdiği tepki, sarsıcı, inanılmaz ve
tahammül edilemez bulunmuştu.
Talha ve Zübeyir kimdi? Zübeyir,
Abdulmuttalib kızı Safiye'nin oğlu, yani Peygamberin halasının oğludur. Talha,
İslam'da TalhatuT Hayr'dır. Bu iki şahıs daima Peygamber ve Ali ile birlikte
görünüyorlardı ve onlar İslam'ın mukaddes, seçkin ve nüfuzlu simalarındandır.
Ömer'in şûrasında Ali'ye ve Osman'a karşı halife adayı olmuşlardı. Şimdi ise
Ali gelmişti, onlar Ali'nin ne zorla ne de maslahat adına kimsenin hakkını
kimseye yedirmeyeceğini biliyorlardı. Gelip dediler ki: "Biz
Talhatu'l-Hayr'ız, biz Zübeyir'iz, biz falan kişiyiz... Halkın Peygamberin
ağzından duyduğu en büyük övgüler bizim hakkımızdadır. Biz üç halife döneminde
İslâmî toplumun en büyük şahsiyetlerinden ve önderlerindendik, hatta Osman'dan
önce İslâmî hilafet makamının adaylarındandık. Biz hilafet istemiyoruz; ama en
azından bize iki şehrin valiliğini ver." Ali ise lambaya üflüyor, işte bu
onların cevabıdır. Bu, şimdi bazılarının yaptığı gibi dindarlık taslamak adına
yapılan bir şey değildir.
Bir işyerinde reyhan ekilmiştir, işçilerden
biri: "Buranın yöneticisi çok dindar ve mümin bir insan" der.
Buradaki bazı işçi çocuklar ekmekleriyle yemek için o reyhanlardan oiraz
topladıklarında o hemen gidip reyhanları onların elinden çekip alır ve der ki:
"Bunlar ne sizin ne de benim ma-
147
timdir,
bunlar beytülmâlindir"
Bu tür kimseler sermayedarlığın ve zulmün
yanmaz kasalarıdır. Bu tür dindarlar, dindar olmayanların hizmetine girer ve
dindarlık oyunu oynarlar ve onların yanmaz kasaları oluverirler.
Ali dindarlık oyunu oynamıyor. O, lambayı
üfleyip "Biz ışık olmadan da sohbet edebiliriz" derken kuru dindarlık
oyunu oynamıyor. Aslında bu sözler. Talha'ya ve Zübeyir'e cevaptır. O. bu
sözüyle Osman'ın cömert ve zengin sofrasından faydalanarak servet ve kudret
elde etmiş tüm güç sahiplerine ve yağmacılara artık o dönemin bittiğini
anlatmak istiyor. Talha ve Zübeyir neler olduğunu ve kimlere ve nasıl bir
mesajın verildiğini anlıyorlar.
Osman. İslâmî hilafeti, Allah'ın hükümetini
ve Allah yolunda cihadı taahhüt etmiş olan kendi yardımcılarının mazharıy-dı.
Şimdi Ali gelmiş ve tıka basa yiyip doyan ve
en büyük güçlere sahip olan bu kimselere "halkın malından bir zerre dahi
karnınıza girmiş olsa bunu geri alacağım" diye ilan etmektedir.
Ali'nin beş yıllık mücadelesi adaletin
tahakkuku içindi. Zira öğreti için mücadele edilecek müşrik yoktu. Ancak
münafık, hilekâr ve aziz olmayan dindarlar vardı ve Ali onlarla Ce-mel'de.
Sıffîn'de ve Nehrevan'da savaşmalıydı. En zoru ise Cemel'di.
Sıffin'de Benî Ümeyye'nin tanınan kirli
simaları Ali'yle savaşmıştı, Nehrevan'da dindarlık taslayan tanınmamış simalar
onunla savaşıyor. Ancak Cemel'dekiler kim? Müminlerin annesi Aişe. Talhat'ul
Hayr ve Abdulmuttalib torunu Zübeyir... Yani en büyük İslâmî şahsiyetler.
Bu
mücadele onun için de onunfa birlikte savaşa gelen ta-
raftarları
için de tahammül edilemez bir savaştır. Ali'nin askerlerinden biri itiraz eder
bir tarzda diyor ki: "Sen nasihat edip onları barışa davet ettiğin halde
onlar, bunu kabul etmezlerse ne yapacaksın?" Ali: "Onlarla
savaşacağım" deyince asker hayretle: "Hatta Ümm'ü-l Mü'minîn'e, Talha
ve Zübeyir'e karşı da mı savaşacaksın? Onların bâtıl yolda olmaları hiç mümkün
mü?" diyor.
Ali'nin burada söylediği sözleri Taha
Hüseyin şöyle yorumluyor: "Konuşmaya başladığı andan itibaren insanın
dilinden bu büyüklükte bir söz çıkmamıştır." Bu söz şudur: "Sen hakkı
mı şahısla, yoksa şahsı mı hakla ölçüyorsun?" Yani sen hakikatleri mi
şahıslara göre belirtiyorsun, yoksa şahısları mı hakikatlere göre beliriiyorsun?
Hakkın kendine özgü ölçüleri vardır ve bu
ölçüler şahıslar ya da zahitler değildir. Hakkı belirlemek için bu ölçüler
kullanılmalı ve şahıslar bu ölçülerle ölçülmelidir.
Nehrevan'da düşmanlardan biri muhalif safta
keskin ve etkileyici bir sesle Kur'an okuyordu. Bu Kur'an sesi, Ali'nin
taraftarlarını çok etkiliyor ve onlardan biri Ali'ye şöyle diyor: "Böyle
bir hal içinde Kur'an okuyan, dua eden kimselerin bâtıl yolda olmaları nasıl
mümkün olabilir? Ali ise: "Bunu sana yarın göstereceğim." diyor.
Ertesi gün savaş başlıyor ve tüm bu zahit görünüşlüler ortadan kalkıyor. Ali
ise önceki gün kendisine bu soruyu yöneltmiş kişiyi yanına çağırıp mızrağıyla
birinin cesedini işaret ederek şöyle diyor: "İşte bu dün seni etkileyen ve
yarını bugünkünden daha kötü olan kişinin kaderidir" .
Hakikatin ölçüsü, vardır. Bu tür şeylere
aldanmamalıdır. Adaletin ne kadar zor olduğu işte burada ortaya çıkmaktadır.
Görüyoruz ki Ali her üç döneminde de mutlak bir kahramandır.
Mektep
konusunda mutlaktır: Hiç kimse o yirmi üç yılda
148
onun
rolünün benzeri bir role bile sahip olamadı.
Tahammül konusunda mutlaktır: Hiç kimse yirmi
beş yıl boyunca sükûta tahammül edemedi. Ne dostları ne de düşmanları hatta Ebu
Zer bile tahammül edemedi ve sonunda feryat etti.
Keskin adalet konusunda mutlaktır: Buna
sadece muhalifleri ve beytülmâlin yağmacıları değil, kendi öz kardeşi bile
tahammül edemedi.
Ömer'in, tüm adaletine rağmen maslahat
gerekçesiyle Muaviye'yi Şam valiliğine musallat ettiğini görüyoruz. Ebu Bekir
de yine maslahat gerekçesiyle işlediği cinayetten sonra Halid bin Velîd'i
bağışlıyor. Ancak Ali'nin adaletinde böyle bir maslahatın yeri yok.
Onun bildiği tek maslahat35 maslahatın
olmamasıdır. Onun için hakikat tek parçadır.
Belirttiğim gibi, Ali'nin adaleti öyle çetin
ve ağırdır ki hatta onun kardeşi Akil bile buna tahammül edemiyor. Akil
küçüklüğünden beri Ali ve Peygamber ailesiyle birlikte olmuş, Ebu Talibin oğlu
olan çok değerli bir insandı. O, Ali'nin hükümeti döneminde Muaviye ile savaşta
olan Ali'yi bırakıp Mu-aviye'nin yanına gidiyor. Bunlar şaka değildi.
Ömer'in öldürülmesinden sonra onun oğlu
Abdullah bin Ömer, İslam'ın hâkim olduğunu, artık hukukun ve mahkemenin
bulunduğu bir dönemde olduğunu unutuyor tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi
kan davası güdüyor. Zira cahiliye döneminde öldürülmüş babanın kanının
intikamını almak en büyük oğlun vazifesiydi. Abdullah şer'i bir mahkeme
kurulmadan. İslam kanunlarını ve kısas hükümlerini görmezlikten ge-
«-
35-
Maslahat kelimesini burada pragmatizm anlamında anlamak mümkündür. [Çeviren]
lerek
Ömer'in katili İranlı Ebu Lü'lü, Firûzân'ı ve onunla teması olan tüm İranlıları
kılıçtan geçiriyor. Osman ise iş başına geldikten iki gün sonra Ömer'in oğlu
olduğu için, zindanda bulunması maslahata uygun olmadığı için onu serbest
bırakıyor. Ancak hiçbir şahsî kini gütmeyen Ali. en büyük makamı yani Mısır
valiliğini Ebu Bekir'in oğluna bırakıyor ve onu oğlu olarak anıyor. Ali, daima
"Yargılanmadan vahşi Arap kabile yasalarına göre katliama tabi tutulan
Firûzân ve arkadaşlarının kanının hesabını soracağım" diyor.
Ali'nin hilafetinde almayı umdukları iki
şehrin valiliğini alamayacaklarını anlayan Talha ve Zübeyir, savaş açmak için
Ai-şe'nin yanına gidiyorlar. Yola çıkmadan önce ise şehirden çıkış izni almak
için Ali'nin yanına gidiyorlar. Ali onlara: "Nereye ve niçin gitmek
istediğinizi biliyorum; ama gidiniz" diyor.
Gerçekten çok ilginçtir! Bu iki zat şehirden
Ali'ye karşı silahlı bir ayaklanma başlatmak, ona karşı kılıç çekip o dönemdeki
en büyük komployu düzenlemek için ayrılıyorlar, Ali ise onlara
"gidiniz" diyor. Neden? Çünkü bu iki kişi birer insandır ve bir suç
işlemeden önce onlann şehirden çıkmaları engellenirse, seyahat özgürlüğü ve
mesken özgürlüğü gibi her insanın hakkı olan özgürlükler ortadan kaldırılmış
olacaktır. Eğer bu özgürlükler kaldırılırsa ortaya öyle bir kanun çıkacaktır ki
tarihin tüm zâlim ve zorbaları, bireylerin özgürlüklerini yok etmek için Ali'yi
kendilerine dayanak yapıp, bu davranışlarını ona istinat edecektirler.
George Cordak'ın deyimiyle: "İnsan
haklarını bütünüyle yalandan ibaret olan konuşmalarda, merasimlerde. Birleşmiş
Milletlerde ve UNESCO da değil, uygulamada görmek isteyen insan hakları
kuramcıları nerede?"
Dünyanın tüm devrimcileri için şu kanun
geçerlidir: Onlar devrimden ve adaletten yana olmalarına ve defalarca bu uğurca
canlarını bile tehlikeye atmalarına rağmen hükümete ge-
150
cince
muhafazakârlaşıyorlar. Şu an bile dünyada pek çok büyük devrimcinin, güce ve
refaha erişince profesyonel bir siyaset cambazı olduğunu görüyoruz.
(Bazılarıysa henüz refaha bile ermeden aç karnına siyaset cambazı olmakta).
Yine Geor-ge Cordak şöyle diyor: "Hem Peygamberin grubunda olup öğreti
için mücadele ettiği dönemde, hem güç elinde olmadığı yirmi beş yıllık
sükûtunda ve hem de tüm gücü elinde bulundurduğu beş yıllık hükümetinde
devrimci olan sadece ve sadece Ali'dir".
Ali hükümete geçince, yöneticisi olduğu
hükümete karşı adalet uğruna isyan eden ilk ve tek kişidir. O henüz tam
anlamıyla iş başına gelmeden ve henüz Medine'ye hâkim olmadan Muaviye'yi - yani
Ömer'in bile azledemeyip ona vergi verdiği ve "Şam lokması, Ebu Sufyan
oğullarının boğazı için olsun" dediği kimseyi- makamından azlediyor.
Muavi-ye'nin bu azle kulak asmayacağını ve bunu savaşı başlatmak için bir
bahane olarak kullanacağını herkes biliyordu. Ali ile Muaviye arasındaki
savaşın, tıpkı zayıf aydınlarla, mutaassıp şiddet örgütü arasındaki savaş gibi
olacağını ve yenilginin de Ali'nin saflarında gerçekleşeceğini herkes
biliyordu. Ancak Ali diyor ki "Eğer ben bu işi yapmaz ve bir an dahi olsa
Muavi-ye'nin görevinde kalmasına müsaade edersem, Muaviye'nin o an içerisinde
yapacağı tüm cinayetlere, bozgunculuğa ve zulmüne ortak olurum ve mesul
sayılırım. Ben ne pahasına olursa olsun böyle bir mesuliyeti kabul
edemem."
Ali yirmi üç yıl boyunca toplumunda bir iman
ve hedef yanında akidenin oluşması için mücadele etmiş ve yirmi beş yıl da bu
uğurda sabretmiş bir insandır. O, İslam vahdeti için kendisiyle aynı safta
olanların bencilliklerine, çıkarcılıklarına ve düzenlerine, müşterek
düşmanlarına karşı tahammül gösterip sükût etmiştir. Ve beş yıl boyunca da
adaletin tahakkuku, zalimden mazlumun intikamının alınması, insan haklarının
yer-
(estirilmesi
ve bâtılın yok edilmesi için hükümet sürmüştür. Ali bir hurma satıcısı olan
dostu Meysem'i hurmaları iyiler ve kötüler olmak üzere ikiye ayırıp onları
muhtelif iki fiyatla satması sebebiyle azarlıyor ve ona şöyle diyor:
"Neden Allah'ın kullarını taksim ediyorsun?" Ve sonra da elleriyle
tüm hurmaları karıştırıyor ve diyor ki: "Hepsini ortalama bir fiyatla
sat." Bu tüketim eşitliğidir. Yani dünyanın adalet talep eden tüm
öğre-tilerindeki adaletin esasıdır. Yirmi üç yıl öğreti, iman ve akide için
mücadele. Yirmi beş yıl yabancı düşman karşısında Müslümanların vahdeti için
fertlerin bencilliklerine ve uygunsuzluklarına tahammül. Ve beş yıl halk
kitleleri arasında adaletin ikamesi için hükümet sürme.
Bugün hangi mezhepten ve mektepten olursa
olsun İslam toplumunun aydınları özgür ve özgürlükçü oldukları ölçüde;
sömürüye, ayrımcılığa ve istibdada karşı oldukları ölçüde Ali'ye muhtaçtırlar.
Zira bugün İslam toplumu inancını kaybetti, hedefini terk etti, fikirlerindeki
itikadi hareketlilik öldü. Bu nedenle de öğretiye muhtaçtır.
İslam toplumu devrimci bir düşünsel ateşe,
"öğretiye" muhtaçtır. İslam toplumu sömürü karşısında
"vahdete" muhtaçtır. Müslüman kitleler ayrımcı düzende
"adalete" muhtaçtır. İşte bu nedenle Ali'ye ihtiyaç var.
ıw
153
Bu son birkaç oturumda içinde bulunulan
düşünsel durum ve düşünce biçimi dolayısıyla ele aldığım konuların çoğunluğu
Şiîlikle ilgili oldu. Şiîliğin bilimsel ve sosyolojik incelemesini yapmak
isteyen kişilerin, bunları benim ortaya koyduğum bakış açısıyla okumak
istemeleri durumunda, bunu kolayca gerçekleştirebilmeleri ve meselenin çeşitli
boyutlarını oluşturan bu konuların tamamını inceleyerek Şiîlik hakkında
bütünsel ve genel bir yargıya varabilmeleri için şimdi burada Şiîlikle ilgili
söz konusu ettiğim meseleleri önce ana başlıklar halinde arz edeceğim. (Elbette
benim sahip olduğum bakış açısıyla ve benim ölçülerime göre).
Geçen yıl, iki ya da üç oturum dahilinde bir
konferansta ele aldığım en önemli konu, siyasî felsefe ve ümmet ve imametin
sosyolojisi başlığını taşıyordu.
"Ümmet ve imametin sosyolojisi",
ümmet ile ilgili olarak, ümmetin ne anlama geldiği ile ilgili olarak ele alınan
sosyolojik bir konuydu. Muhtelif sosyoloji görüşleri karşısında ve toplumun
sahip olduğu muhtelif öğretilerde, dillerde ve kültürlerde "ideal
toplura" olan, "örnek İslâmî toplum'u oluşturan ümmet, nasıldır, ne
şekildedir ve hangi temellere dayanmaktadır?
Sonra doğal olarak şu sonuca vardım. Esasen
"ümmet "ten bahsedildiği vakit zorunlu olarak "imamet" de
söz konusu olu-
155
yor.
Yani "imamet", "ümmet" toplumuna özgü ve onunla ayrılmaz
bir şekilde birlikteliği bulunan toplumsal, siyasî ve fikrî bir rejimdir.
Müslüman toplum, içinde Müslümanların
yaşadığı toplum, demektir. Hangi rejime, hangi toplumsal ve ekonomik düze-ne
sahip olursa olsun Müslümanlar yaşıyorsa orası Müslüman toplum olmaktadır.
Nasıl Hıristiyanların bulunduğu toplum Hıristiyan toplumu, Budistlerin
bulunduğu toplum Budist toplumu ise Müslümanların toplumu da aynı şekildedir.
Ancak "İslam ümmeti" belli ölçüler
çerçevesindeki özel bir toplumdur, özel ilişkilere sahiptir, özel bir düzendir,
özel top- 1 lumsal boyutlara gruplaşmalarla, özel boyutlara ve şekillere
sahiptir. "İmamet", "ümmet" kelimesinden türemiştir. Bina-j
enaleyh, "imamet" şimdiye dek söz konusu edilen, zihinleri-mizdeki
konulardan farklı bir şeydir. Kendine özgü bir öğreti- ı ye dayanan, özel bir
toplumsal düzendir. Aristokrasi, demok- | rasi, oligarşi, monarşi ve
diktatörlük nasıl birer düzense, "imamet" de bir rejimdir, bir düzendir.
Bu, Şiîlik tarafından söz konusu edilmiştir ve Şiîliğin en belirgin çizgisidir.
Geçen yıl Hz. Emîr hakkında ele aldığım
konulardan biri de başlı başına Ali'yi ve Şiîliği inceleyen "Ali
Yalnızdır" başlık- ') h konudur. Nitekim İslam Peygamberini tanımak bizzat
İslam'ı tanımaktır. Diğer bir konu, "Efsanevî Bir Hakikat olarak Ali"
idi. Yani Ali, hakikat olmayan mitolojik kahramanlar gibidir; ama Ali bir
hakikattir.
Başka bir konferansta "Ali, Tam Bir
İnsan" konusunu ele aldım. Bütün bu bahisleri tamamlayan diğer bir bahis
ise, "İbrahim'i Dinlerde Tarih Felsefesi"dir. İbrahimî dinlerdeki bu
tarih felsefesi. Şiî imametine ve bütünüyle özel bir tarih felsefesi kuran Şiî
intizarına [Şiiliktekj Mehdi yi bekleyiş inancına-Çeviren] bağlanmaktadır. [Bu
tarih felsefesij dünyada mevcut bulunan Hegel'in, Marksın, Sartre'ın ya da
dinleri olan Buda 156
Vahdetin
Kurucusu Ali
ve
Zerdüşt'ün tarih felsefelerinin karşısında yer almaktadır.
Bu yıl da bu bahsi sürdürerek esaslı bir
mesele olan intizar felsefesini -genel anlamda- "İtiraz Mezhebinin
İntizarı" başlığı altında ele aldım.
Bugünkü toplantı gerçi umumî yas gününe denk
geldi; ama benim programım bugüne has idi. Buraya katılan hanımların ve
beylerin çoğu, bu tür konulara ilgi duyan kimselerdir ve bugün genel konuşmamın
son günü olması sebebiyle de bahislerin böyle eksik ve yarım kalmaması ve
sadece duygusal ve geçici bir etki bırakmaması için tüm bu konulara genel
olarak değinmek istedim. Buradaki birkaç bin kişi arasından bir iki kişinin bu
işin ardına düşüp burada ele alınan temel konuları araştırmaya ve incelemeye
devam etmesi, kalabalık ve ateşli yüzlerce toplantıdan daha değerli olacaktır.
"İtiraz Mezhebinin İntizarı [Mehdiyi
Bekleyişi]" yani, zi-hinlerimizdeki -hem müminimizin hem de kâfirimizin-
"intizar, teslim ve temkin felsefesidir, dolayısıyla da olumsuz bir
mezheptir" şeklindeki yerleşik kanâatin aksine intizar [bekleyiş], itiraz
mezhebidir. Bir olayın ya da bir insanın zuhurunu bekleyen insan mevcut olandan
memnun olmayan insandır. Aksi taktirde bir değişiklik bekliyor olmazdı. Hoşnut
olan insan değişiklik beklemez, sadece memnun olmayanlarda böyle bir beklenti
söz konusu olabilir. Binaenaleyh "intizara sahip olmak" doğal olarak
mevcut durum karşısında "itiraza sahip olmak" demektir. Şiî
mezhebinde söz konusu edilen intizar felsefesine ve intizar inancına ait tüm
meselelerden, ben sadece ve sadece onun sosyolojik, tarihsel ve sınıfsal
analizini yaptım. Bütün bu süre boyunca, bu konuların tamamını içine
157
alan
en kapsamlı bahis ise -hâlâ söylemek istediğim bazı şeyleri söylemeye fırsat
bulamamış olsam da- ''Alevî Şiiliği ve Sa-fevî Şiiliği"36 başlığını
taşıyan son konferansımdı. Orada Alevî Şiîliğindeki inanç esasları ve Safevî
Şiîliğindeki inanç esasları incelenmiş ve benzer isim ve kalıplara sahip olsalar
da her ikisinin de iki ayrı mezhep ve iki ayrı hareket olduğu belirtilmişti.
"Şiî Olmanın Sorumluluğu" konusunu
bir önceki konuş-1 mamda ele aldım. Şiî olma sorumluluğu, doğal olarak bu bakış
açısıyla algılanan Şiî olmak meselesini gündeme getirmektedir.
Son olarak, bir önceki bölümde ve ilk bölümde
'Ali'ye Niçin İhtiyaç Var?" konusunu ele aldım. Evvelki gece Ali'nin
hayatını bölümlere ayırdım. Birinci bölüm, yirmi üç yıl öğreti için mücadele.
İkinci bölüm, yirmi beş yıl vahdet için sükût. Üçüncü bölüm ise beş yıl adalet
için mücadeleden oluşuyor- : du. Binaenaleyh, Ali'nin tüm hayatında üç şiar
bulunmakta- i dır: Öğreti, vahdet ve adalet.
Bir önceki konumuz, tarihte mahrum
sınıfların bireysel bir yazgı olarak nasıl Şiîliğe yöneldiği meselesiydi. Bu
bölümde ele aldığım konu, aynı zamanda çok önemli bir meseleyi de gündeme
getirmektedir; o da şudur: Şiîlik bazen Şiî ve Sünnî ilişkileri noktasında çok
küçük bir alanda, bazen de çok geniş ufuklu olarak ve evrensel ölçekte söz
konusu olmaktadır.
Binaenaleyh bir fırkacı Şiîliğe bir de büyük
insan Şiîliğine sahibiz. Bu Şiîlik, insanın tarihiyle birlikte başlamakta ve
Ali'ye ulaşmaktadır. Bunun karşısında ise tarihî şahsiyetler arasındaki
çatışmadan dolayı zihinlerimizde oluşturduğumuz
36-
Bu konuya az ya da çok ilgi duyan herkesten benim düşüncelerime katılsalar da
katılmasalar da o konferansta söylediklerimi okunup incelemelerini rica
ediyorum.
158
bir
fırkacı Şiîlik yer almaktadır.
Bu bölümde ele alacağım konunun başlığı
"Vahdetin kurucusu Ali'dir.
Meseleye geçmeden önce şu açıklamayı yapmak
istiyorum. Bu başlıkların ve bu başlıklar altında söz konusu edilen meselelerin
çoğunda hemen hemen ortak olan bir şey var: Şiîlikte söz konusu olan
meselelerin çoğu, bugünkü Şiî toplumunun zihninde mevcut bulunmaktadır, burada
ele alınan bu başlıklar ve bu meseleler, onunla tam zıt istikamettedir. Bunu
pek çok kimseye söyledim; ama itiraz ederek bana şöyle dediler: "Neden
böyle bir zamanda yine Şiî, Sünnî, mezhep vb. gibi şeylerden bahsediyorsun?''
Benim zaten var olanlara ilmî ve mantıkî izahlar getirmek istediğimi
sanıyorlar. Onlara şu cevabı vermek durumundayım: Aslında bu dil ve
terminoloji, onun inandıklarıyla ve diğerlerine yaydıklarıyla hiçbir benzerlik
taşımıyor. Onun ayrı Şiîliğe, benim ayrı Şiîliğe inanmakta olduğumu söyleyecek
kadar bile insafa sahip değil. 0, sadece, miras olarak devraldığı ve kendi
inandığı Şiîliği biliyor. Bunun aksine görüşlere sahip olanı ise Şiî olarak
bile kabul etmiyor.
Arkadaşlardan biri çok dindar ve meşhur olan
bir zâtın söylediği şu sözü naklediyordu: "Filan kişi, kitabında genel Şiî
akaidi ile mütenasip olmayan bir cümleye yer vermiş. Su nedenle o zındıktır,
kâfirdir ve dehrîdir." Dedim ki am-nıa da şuurlu, bilgili, takvalı ve pâk
biriymiş! Eğer insan Şiî 'nançlarından birine inanmazsa çok çok Sünnî olur;
zındık ve dehrî olmaz ki!..
Gördüğümüz gibi bu meseleler, zihinlerde var
olandan tam a^si istikamettedir. Bu. konuşmamın başında söylediğim ilk s°zü
teyit ediyor. İslam dünyasındaki tüm mezheplerin şu an-kl 'üiî durumları,
önceki durumlarıyla tezat teşkil etmektedir. Mevcudunun hakikati ile meçhulünün
hakikati, farklılaşmak
159
bir
yana zıt hale gelmiştir. Ve İslam'da tüm fırkalar içinde en çok da Şiîliğin
şimdiki durumu ile önceki durumu arasında mesafe oluşmuştur. O kadar ki bu
mesafe küfür ile din arasın-daki mesafeden çok daha fazladır.
Bir ara tashih etmeye fırsat bulamadığım bir
kitabımı matbaaya verdim. Ancak yazılarımın değişmiş olduğunu gördüm "olur
"lar yerine "olmaz'lar, "olmaz'lar yerine "olur "lar
getirilmiş, cümledeki diğer kelimeler ise olduğu gibi bırakılmış. Şi- .1 ilik
de böyle bir değişikliğe uğratılmış, tüm "olurları "olmaz",
"olmaz "lan ise "olur" edilmiştir.
İntizar dönemi insanın sorumluluğunun en
ağır olduğu dönemdir; gaybet dönemi37 ise, tüm âlemin sorumluluğunun en \ ağır
olduğu dönemidir. Daha sonra bu sorumluluğun reddedil-diğj, insandan
sorumluluğun kaldırıldığı, her iş karşısında mut- i lak bir ümitsizliğin
duyulduğu ve hayırlı her amelin beyhude sayıldığı bir dönem başladı.
Bu simalardan biri bizim zihnimizde tam
tersi bir şekilde I gösterilmiştir. -Hem inançlı olan bizler için hem de inkar
edeM kimseler için bazı kimseler tezat oluşturabilir; zira inkar ederfH ler,
hakikatlerin çoğu değiştirildiği için inkar etmektedirler. KiM mileri ona
inanıyor, kimileri ise o hakikatlerin değiştirilmiş şeklini inkar ediyor. Her
ikisi de yanılgıdadır.- Bu durumda I hem biz bir şekilde inanmakta ve ikna
olmaktayız, hem de bi- i zim muhaliflerimiz... Onlar bizi: "Şiîliğin ortaya
çıkmasıyla İs-1 lam ümmeti arasında tefrika başladı" diye suçladılar ve
suçla-1 maya da devam etmektedirler. İslam tarihinde Şiî hareketinin I kurucusu
-ister bu hareketin kurucusu bizim inandığımız gibi i hak olsun, isterse
muhaliflerin inandığı gibi bâtıl olsun- İslâmî |
37-
Şiî inancına göre 12 imam Mehdinin fcıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkıp
adaleti ikame edeceği güne kadar Allah'ın taktir ettiğLbaşka bir boyuta
çekildiği ve yeryüzünde bulunmadığı döneme verilen isimdir. [Çeviren]
vahdette
tefrikanın kurucusuydu. Tarih bunu bize bu şekilde -hem inanan bizlere hem de
inanmayan muhaliflere- tanıttı: "Aslında Ali, Peygamberin ölümünden sonra
muhalefet ettiği. Müslümanların seçtiği halifeye itirazda bulunduğu, ona biat
etmediği ve onun karşısında hilafet iddiasında bulunduğu, hatta bu makamın
Peygamberin emri ve tavsiyesiyle kendisine ait olduğunu söylediği için bir
bütün halinde bulunan İslam'da ayrılığa sebep oldu.'' O halde biz Şiîler, bu
ayrılığa inanıyoruz, hakkın bâtıldan ayrılması gerektiğini söylüyoruz. Bu
ayrılığa inandıkları halde bize muhalif olan kimseler de bunun bâtılın haktan
ayrılması olduğunu söylüyorlar. Ancak her iki düşünce de şu temelde
birleşiyorlar: Ali bir ayrılığın, bölünmenin kurucusuydu. Şiîlik İslam
tarihindeki vahdetten ayrılışın sembolü olmuştur.
Şu an biz, Ehl-i Sünnet ve T cemaatin
söylediklerine muhalefet etmemiz gerektiğine inanıyoruz. Onlar da Ali Şiî'si
olan bizlerin Rafızî olduğumuza, yani reddedenler olduğumuza, İslâmî vahdeti ve
tüm Müslümanların ittifak ettikleri şeyi reddettiğimize, bu nedenle ayrılmış
bir grup olduğumuza inanıyorlar. Bu tarihî bir konudur, bunlar Hz. Emîr'in
İslam tarihindeki konumunun, onun Şiîlerinin ya da Şiîlerine karşı olanların
zihinlerinde nasıl algılandığına bağlıdır.
Ancak bugün İslâmî vahdet diye farklı bir
mesele söz konusudur. İslâmî vahdetle ilgili olarak kimileri, bu fikre
taraftardır, kimileri ise buna şiddetle karşıtıdır. Taraftar olanlar
"Şiîlik'' ve "Sünnîlik" arasında inanç esaslarıyla ve fıkhın
usulü ve fü-rûu ile ilgili ihtilaflı noktaları ortadan kaldırdıklarında bunları
birbirlerine yaklaştırabileceklerine inanmaktadırlar. Onlara göre siyasî açıdan
yani tarihî-siyasî açıdan, tarihî hadiselerin değerlendirilişi açısından, ve
bizimle Ehl-i Sünnet arasındaki usul ve fıkıh esasları açısından ihtilaflı olan
konular ortadan kaldırılırsa; tarihî, ilmî ve sosyolojik değerlendirmelerden
kay-
160
161
ALİ
naklanan
ihtilaflar ortadan kaldırılırsa, bunlar fikrî ve ilmî açıdan birbirlerine
yaklaşır ve benzer düşüncelere sahip olurlar. Bu gruptakiler genellikle İslam
toplumundaki aydınlardır ve genellikle belli bir mezhebe bağlı olmaktan çok
daha fazla İslâmî vahdet konusunda taassup gösterirler. Şiîler arasında bu tür
bir vahdete inanan kimseler, Şiî olmaktan daha çok Müslüman olmaktan
hoşlanmaktadırlar. Bir başka deyişle Şiî olmadan önce Müslüman olmak
gerektiğine inanmaktadırlar. Bunların bugünkü çağda ümmete yani dünyadaki
mevcut İslâmî güce olan fikrî ve duygusal bağlılıkları Şia'yı diğer fırkalardan
ayıran esaslara olan duygusal ve fikrî bağlılıklarından daha fazladır.
Bu gibi aydınlar ve taassubu az olan
kimseler diğer mezheplerde de vardır. Ehl-i Sünnet'in çeşitli gruplarına
mensup, hatta ehli Ehl-i Sünnet dışındaki -İsmailiye ve Zeydiye gibi-mezheplere
mensup yazarların, şâirlerin, düşünürlerin ve aydınların çoğu, İslam vahdeti
şiarını benimsemektedirler. Ve onların mezhebî taassupları daha zayıftır. Onlar
çoğunlukla bugünün atmosferinin etkisi altında bulunan, modern kültüre j daha
fazla âşinâ olan, bugüne yönelik incelemeleri ve birikimi daha fazla olan, daha
ziyade çağımızın vicdanına, zorunluluk-, larına ve mantığına göre yetişmiş olan
kimselerdir.
Öyle ki mesela bir Şiî olarak ben, buradan
Yemen'e, Mısır'a, Lübnan'a, Cezayir'e ya da Tunus'a gidip de bir Zeydî ile, bir
İsmailî ile bir Hanefî ile, bir Maliki ile, bir Hanbelî ve-ya bir Şafiî ile
görüştüğümde, o kişi genç nesilden, toplumsal eğilimleri fazla, sağduyulu
biriyse; günümüzün ulusal, sınıfsal ya da ideolojik anlayışlarına sahipse,
günümüzün küresel ve bölgesel kamplaşmalarının farkındaysa ve kendisini dış
güçlerin ve emperyalistlerin sömürüsü altında hissediyorsa, benimle
karşılaştığında, bir müttefikiyle, bir dindaşıyla ve bir fikirda-şıyla
konuştuğunu düşünecek ve farklı bir İslâmî fırkadan olan
beni.
adeta kendi mezhebine mensup biri gibi kabul edecek ve müşterek olduğumuz
konuları gündeme getirecektir. Onunla aramızda müşterek pek çok meselemiz var.
Toplumsal açıdan, ekonomik açıdan, küresel açıdan, sömürü açısından, kültürel,
dinî ve tarihî meseleler açısından ve bugünün dünyasında benzeri bir kaderi
paylaşıyor olmamız açısından bir çok ortak meseleye sahibiz. Bunlar, bugün
tahsil görmüş bir Şiî olarak benim ile tahsil görmüş diğer İslâmî fırkalara
mensup biri arasındaki ortak yanlardır. Müşterek yönlerimiz o kadar fazla, o
kadar hayatî ve o kadar âcildir ki mezhep ihtilafları, bunları bizim
halletmemizi gerektirecek kadar gündemimizi işgal etmiyor. Benim için de onun
için de buna fırsat bile yok. Afrika'da, Asya'da, doğuda ve dünyada, İslam'ın
meseleleri söz konusu olduğu vakit, hem ben hem de o, ihtilaflı mevzularımız
hakkında tartışmıyoruz. Mesela ne o bana: "Üzerine secde ettiğin mühür38,
o şekle sokulmuş bir puttur" diye saldırıyor; ne de ben ona: "Halının
üstüne secde ettiğin için namazın bâtıl oluyor" diye saldırıyorum. Böyle
mevzuları kesinlikle söz konusu etmiyoruz.
Bu söylediklerim, farazî birer örnek değil,
kişisel dene-yimlerimdir. Ancak Kuzey Afrika'da, Lübnan'da, Mısır'da, Yemende ya
da diğer bir İslam ülkesinde, eğer Zeydî, Hanefî, Malikî ya da İsmailî olan
eski dönemlerde tahsil görmüş birinin yanına gittiğimde, o beni kendisi gibi
bir Müslüman olarak görmeden önce bir Şiî olarak görecektir. Ve beni büyük
İslam toplumu içerisinde kendisiyle aynı kaderi ve aynı dertleri paylaşan bir
kimse olarak değil de bin üç yüz yıldan beri kavgalı olduğu biri olarak
değerlendirecektir. Onlara göre bu kavga hâlâ devam etmektedir, bu olumsuz du-
38~
Şia fıkhında namaz kılarken, toprak ya da toprak cinsinden bir şey üzerine
secde edilmesi gerekmektedir. Bu yüzden Şiîler namaz kılarken secde ettikleri
yere topraktan yapılma bir şey koyup onun üzerine secde ederler. Üzerine secde
edilen bu toprak parçasına mühür denir. [Çeviren]
162
163
rum
hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Bugünün Şiarı şudur: İslâmî vahdet taraftarı
olanlar fıkhî ve tarihî ihtilaf konularının ilmî oturumlarda ele alınarak
halledilmesi ve böylece ortak bir mezhebe varılması gerektiğine
inanmaktadırlar. İslâmî vahdet ancak bu şekilde gerçekleşecektir. Bu, sözünü
ettiğim aydınların görüşüdür. Çeşitli mezheplerinin resmî ilim makamı
niteliğindeki eski ilmî merkezlerde tahsil gören kişiler ya da âlimler, İslâmî
mezhepler -İs-mailî, İmâmî ya da Zeydî Şiîler ya da Ehl-i Sünnet'in muhtelif
kolları- arasında vahdetin imkanının olmadığına inanmaktadırlar -dikkat ediniz
bu onların şiarıdır-. Onlara göre böyle bir imkan olsa bile onunla mücadele
edilmelidir. Zira bu mezhepler arasında, düşmanlıktan, husumetten ve ilkesel
ihtilaflardan kaynaklanan mesafe, İslâmî bir mezhep ile gayrî İslâmî bir din
arasındaki mesafeden daha fazladır.
Öyle ki, bugün aynı yerde yaşayan çeşitli
İslâmî mezheplere mensup kişiler, birlikte yaşayamıyorlar. Bu iki kutup
ara-sında çatışma olmaması ve bu iki İslâmî mezhebin, bu iki Müslüman grubun,
birbirine düşmemesi için araya gayrî İslâmî bir kesimi, mesela Hıristiyanları
koyuyorlar.
lfid
164
Lübnan'da yürürlükte bulunan toplumsal düzen
bunu açık- ' ça ortaya koymaktadır.
Orada Şiîlerle ve Sünnîlerin temas kurmalarının, bir araya gelmelerinin, hatta
ekonomik ve top-lurnsal bir hayat kurmalarının imkanı bulunmamaktadır. Bu
iki \ gruba daima Hıristiyanlar
hükmediyorlar. Zira mutaassıp bir Sünnî, hakim olacak olursa -ya böyle bir
tecrübeleri var, ya da böyle hissediyorlar- Hıristiyanlardan çok Şiîlere karşı
düşman olacaktır. Çünkü bir Sünnî'nin Hıristiyanlara karşı tarihî kini ] ve nefreti yok; ama Şiî ye karşı var. Ona
göre Şiî. râfizîdir, ashabı reddetmiştir ve Peygamberin ashabı hakkında kötü
sözler söylemektedir. Halbuki Hıristiyan'ın böyle şeylerle işi yoktur, o
sevilebilecek bir düşmandır. Şiî ise düşmen bir akraba-
chr
ve kin duyulan bir kardeştir. Şiî de işbaşına geçse ve Hıristiyan ile Sünnî'yi
yönetimi altına alsa farklı dine inanan bir insan olarak Hıristiyan'a iyi
davranır: ama Sünnî'ye karşı toplumsal, tarihî ve dinî kinlerini ortaya koyar.
Binaenaleyh, haddi hesabı olmayan ihtilaflara
sahip Sünnî ile Hıristiyan ya da Şiî ile Hıristiyan birlikte yaşayabiliyor; ama
İslam dairesindeki Şiî ile Sünnî bir arada olamıyor. Artık bu bir toplumsal
yasa haline gelmiştir.
Onlar, İslâmî gruplar arasında vahdetin
mümkün olmadığına inanmaktadırlar, onlara göre böyle bir şey mümkün bile olsa
makûl değildir, bâtıldır, hakkın ve hakikatlerin çiğnenmesidir. Bu nedenle
onunla mücadele edilmelidir. Tüm ihtilaflı konuları halledelim diyen aydın39
kesimin yaklaşım biçiminin tam tersi bir noktada bulunan bu düşünce tarzına
göre: "İlmî ve fikrî konuların halledilmez oluşu bir yana, biz zaten
birlikte bile yaşayamayız. Hatta eğer tek başımıza onları ezmeğe gücümüz
yetmiyorsa, bir dış güçten yardım alarak bu İslam kardeşimizin dinî anlayışına
karşı mücadele etmeliyiz.
Ben, her iki tezin de yanlış ve eksik
olduğuna inanıyorum. Yani aydınların tezi hem bilimsel gerçeklere aykırıdır;
hem de toplumsal açıdan eksik ve imkansızdır. Ayrıca ne bilimseldir ne de
makuldür.
Bu grubun teorisi, İslâmî fırkalar arasındaki
kalıcı düşmanlıkların sürmesinden yana olanlara, içinde garaz ve maraz
[hastalık] bulunan malzemeler vermektedir. Onda ya maraz vardır, yani gerçekten
aklı yanlış düşünceler üretmektedir ya
39-
Aydınlar, yani entelektüeller, genel anlamda yani bugünün fikrî grupları olarak
kullanılmaktadır. Her zaman aydın düşünen insanları kastetmiyorum; çünkü onlar
arasında hem "aydın" düşünen kimselerin, hem de "karanlık"
düşünen kimselerin olması mümkündür. Ancak her halükârda bugün Farsça'da bu
toplumsal besime aydın ismi veriliyor.
da
kesinlikle garaz vardır ve yaptığını bilerek yapıyordur.
Daha çok bilimsel temellerden çok duygusal
bir yöne sahip olan böylesi bir "vahdet" ile İslâmî maslahatlara ve
gefl çekçiliğe değil, kine, garaza ve siyasî sebeplere dayanan bu
"tefrika" arasında bir üçüncü yol vardır. Bu üçüncü yol, iliç adımını
Ali'nin attığı bir yoldur. "İhtilaf" ve 'vahdet" arasındaki yol
hangi yoldur? Ali'nin yoludur.
Bu gerçekten çok müthiş bir meseledir. Bu
konu üzerinde çok duruyor olmamın iki sebebi vardır: Öncelikle şu an tüm!
İslâmî toplumlarda, İslâmî grupların ve fırkaların birliği mese-j leşi çok
şiddetli ya da çok zayıf bir şekilde söz konusu ediH mektedir. Son yüzyılda ve
halihazırda bu meselenin üzerinde çok daha fazla durulmaktadır. Bunun üzerinde
çok duruyor olmamın sebeplerinden biri budur. Bu sorun artık bütünüyle
çözülmelidir. İkincisi, -bu meseleyi fark etmiş olmam, şahsen be\ nim açımdan
çok heyecan verici bir şeydi- Ali ve onun uygu| lamaları, "İslâmî vahdeti
bozup tefrikaya sebep oldu" yönün-j de yapılan suçlamalardan -hatta biz
bile bu suçlamayı yapıyo-ı* ruz- temize çıkmakla kalmamakta, bu suçlamanın tam
aksine; Ali'nin, çeşitli inanç grupları arasında İslâmî vahdet fikrini ku-î ran
ve ilk uygulayan kişi olduğu görülmektedir.
~
Bu iki sebebin dışında diğer üçüncü bir
sebep de -burada şahsî meseleler söz konusu olmasa da belki de bu, şahsî bir; meseledir-
İslâmî vahdete inanıyor olmamdan dolayı aleyhimde pek çok sövgü ve iftira
kampanyasının başlatılmış olması-| dır. İslâmî vahdete inanıyor olmamdan dolayı
yapılan suçla-' malar, benim açımdan en tatlı suçlamalardır.
"Selman-ı Farisî" adlı kitabın
mukaddimesinde. İslâmî an-j layış biçimlerindeki çokluk başlıklı bir konuyu ele
almıştım, yani tüm insanlar, tek bir hakikat ola/ak anlamaları gereken İslam'ı,
tek bir şekilde anlamıyorlar, Zaten tek bir şekilde anlamaları da gerekmiyor.
Gıyabında kendisine yönelik sevgi bes-
1
C(L
lediğim
gerçekten temiz bilginlerden birinin benim hakkımda söyle bir eleştiride
bulunduğunu duydum: "Şimdi bir de iki tür Şiîlik icat edildi, demek bizim iki
çeşit Şiî'miz var. biri Alevî Şiî'si, diğeri de Safevî Şiî'si. Demek Şiîlik de
ikiye çıkmış!!" Halbuki ben orada sadece iki çeşidini söylemiştim. Yoksa
başka pek çok çeşidi de var; ama orada bunları söylemeye fırsat yoktu. Sizce
İslam'ın bile çeşitleri yok mu? Örneğin sen: 'Benim İslam'ım Alevî İslam'ı.
Caferi İslam'ı" diyorsun. O Malikî İslam'ı, o Hanefî İslam'ı, o İsmailî
İslam'ı, o Hanbelî İslam'ı... İslam, yetmiş iki fırka olabildiğine ve hepsinin
adında da İslam bulunduğuna göre, Şia neden olamasın? Ayrıca bu
sınıflandırmamda eğer bir hatam varsa itiraz etmeden önce benim ne dediğim
dinlenmelidir. Yapılan hatalardan biri de okuma ve eleştirme aşamalarının yer
değiştirmiş olmasıdır. Yani önce kalkıp eleştiriyorlar, sonra eğer fırsat
bulurlarsa kitabı okuyorlar. Bulmazlarsa da bunun bir gereği yoktur, bir kere
eleştirmişlerdir artık.40
Orada şunu demek istiyordum: Aslında ilmî
vahdet bir faciadır, ilmin ölümüdür. Hangi millette, hangi mezhepte, hangi
partide ve hangi toplumda olursa olsun ilmî ya da itikadi
40-
Bir bey, iki üç gece süren bir toplantıda bir kitaba yönelik olarak şiddetli
saldırılarda bulunmuştu: "Bu kitapta Hz. Zehra'nın hakkı tamamen ortadan
kaldırılmış" demiş, sonra da ayağa kalkarak yersiz bir şekilde, yanık bir
sesle Hz. Zehra'nın mersiyesini okumuştu! Arkadaşlardan biri ona: "Siz bu
kitabı okudunuz mu? Orada böyle bir şey yok kil." dedi. O ise hayır var
diye karşılık verdi. Kaçın-C| sayfada olduğunu sordu ve "Ben o kitabı on
defa okudum ve olmadığını biliyorum." dedi. Adam: "Hayır, var"
diye iddiasını sürdürdü. Bize iddia ettiği bölümü getirip göstereceğine söz
vermişti henüz gelmedi. Hatta telefonla onu aradıysam da bulamadım. Belki sonra
getirir. İslâmî vahdet meselesi çok hassas bir mesele olduğu için ben bu
meseleyi kılı kırk yararak ortaya koyuyorum. Bu sizler için yorucu olsa bile,
sizlerden bu yorgunluğa katlanmanızı rica ediyorum. Çünkü bu. Çok hassas bir
meseledir. Bu toplumda iki mesele çok hassastır, hem de çok hassas! Birincisi,
Siyonizm hakkında konuşulursa, nassasiyetler birden artar ve artık çok çeşitli
ağızlardan bombardımana tabi tutulursunuz. Diğeri de İslâmî vahdet meselesidir.
Bunda da insanı bağışlamıyorlar. Sizlerden, sözlerimi ve ifa-delerimdeki
kusurları dikkat ve sabır göstererek anlayışla karşılamanızı rica ediyorum.
167
vahdetin
gerçekleşmesi, o toplumun ya fikrî ve itikadi bir istibdadın esiri olduğunun ya
da düşünsel anlamda ölümün eşiğine geldiğinin göstergesidir. Bulardan başka bir
ihtimal yok-] tur.
Canlı toplum, tüm akılların düşündüğü, fikir
ürettiği top-1 lumdur. İnsanlık içerisinde her akıl, belli bir şekilde düşünür
ve belli bir hakikati, başkalarının telakkilerinden farklı bir şekilde algılar.
Örneğin ben belli bir hakikati belli bir şekilde anlıyorum ve sen de tıpkı
benim gibi bu hakikate inanıyorsun; fakat onu başka bir şekilde anlıyorsun.
Bizim bu tek hakikat konusundaki algılayış farklılığımız, benim ya da senin
bâtıl oluşumuza delil teşkil etmez. Her ikimiz de haklıyız. Ancak bu ha-kikat,
benim zihnî kalıplarımda ve senin zihnî kalıplarında zi-1 hinsel tasavvur ve
şekil açısından farklılık kazanmıştır. Her ikimiz de haklıyız. Ben Müslüman'ım,
İslam'ı bu şekilde anlıyorum ve sen de bunu başka bir şekilde anlayan bir
Müslüman- i sın. Ne ben kâfirim, ne de sen... Ben İmam-ı Zamanı [İmam Mehdî] bu
şekilde anlıyorum, sen ise o şekilde... ikimiz de ina-1 nıyoruz; ancak her
birimiz kendi zihnimizin ve şuurumuzun el verdiği düzeyde, kendi
anlayışlarımızın el verdiği derinlikte ve kendi ruhumuzun el verdiği renkte...
Kuşkusuz bunlar arasın-'? da farklılıklar vardır, hem de ne farklılıklar, ne
farklılıklar...! $
Bu mesele çok önemlidir, bunlar, bugünün
dünyasında bilimsel araştırmalar yapan kimseler için çok heyecan verici,
mucizevî şeylerdir. Bana göre İslam'da bilim ve bilimin ruhu hakkında bundan
daha büyük bir söz yoktur ve o da Peygamberin sözüdür. Ben ve sen. her ikimiz
de bir hakikati itiraf ediyoruz ve her ikimiz de hak üzereyiz. Ancak ben bu
hakikati, senin anladığının tam zıddı bir şekilde anlıyorum. Üstelik bu zıtlık,
küçük bir ayrılık da değil. Gördüğüm kadarıyla mesela sen Allah'a inanıyorsun.
Ali'ye inanıyorsun. Ben de bir kul olarak Allah'a ve bir Şiî olarak Ali'ye
inanıyouum. Ancak ben, 168
senin
Allah'a verdiğin anlamdan ve Ali konusundaki değerlendirmenden dolayı seni
mürted ve kâfir olarak telakki ediyorum ya da sen beni mürted ve kâfir olarak
telakki ediyorsun. Halbuki Peygamber: "Her ikisi de hak üzeredir"
diyor.
Görüş farklılığına ve bilimsel düzeyine
bakınız ki bu bey, İslam adına, tüm yaşamını, tüm bilimsel kişiliğini, tüm
gençliğini, saadetini, yaşlılığını, ailesini, kısaca her şeyini dinin hizmetine
adamış ve vakfetmiş bir kimseden söz ederken, onun küçücük bir hatasını -bu
gerçek bir hata da olmayabilir, sadece onun anlayışına ters düşen bir görüş
olabilir- bağışlamamakla kalmamakta, onun varlığına bile tahammül
edememektedir. Hatta onu eline geçirse: "Sen orada şöyle bir şey
söyledin" diye derisini yüzecektir.
Peygamber şöyle buyuruyor: "Eğer Ebu
Zer, Selman'ın kalbinde ne olduğunu bilse ya kâfir olurdu, ya da katil." Biri
Ebu Zer, diğeri Selman... Her ikisinin de Müslümanlığı konusunda kimse şüphe
edemez. Peygamber her ikisini de tıpkı iki gözü gibi sevmiş ve onlar hakkında
büyük övgülerde bulunmuştur. Onların şahsiyetleri malumdur. Birini diğeriyle
ölçüyor değildir ki biz onların iman konusunda ihtilafları var diyelim. Hayır,
her ikisi de imanın zirvesinde olan örnek birer Müslüman'dır. Ancak Ebu Zer'in
anladığı İslam ile Selman'ın zihninde, hislerinde ve idrakinde olan İslam
arasındaki farklılık -her ikisi de İslam'dır- o derecededir ki Ebu Zer,
Selman'ın İslam'ı nasıl anladığı, nübüvvete ne şekilde anlam verdiği ve Allah'ı
ne şekilde idrak ettiği hakkında bir haber alsa onu he-?nen tekfir eder veya
diğer bir rivayete göre onu kâfir ve mürted sayarak hemen öldürür. Ancak her
ikisi de, Ebu Zer de Selman da Müslüman'dır. Peki neden?.. Bu sözün [Peygamber
tarafından] söylenmesinin nedeni, hareket, ilerleme ve yaratıcılık alanındaki
tüm düşüncelere ve fikrî ve manevî gelişim alanındaki tüm akıllara özgürce
çalışma ve hareket etme imkanı vermek içindir. Peygamberin bizzat kendisi,
-bilimsel bir
169
meselede
değil, itikadî bir meselede bile- dinî bir hakikatin iki : ayrı zihinde kazandığı mesafenin, İslam
ile küfür arasındaki j mesafe kadar olabileceğini: ancak her ikisinin de İslam
olduğunu, her ikisinin de hak üzere bulunduğunu ve her ikisinin de büyük birer
Müslüman olduğunu ortaya koyuyor. Bu temel il- 1 kenin ortaya konması (düşünce
özgürlüğü ilkesi, araştırma öz- 1 gürlüğü ilkesi ve özgür ve bağımsız bir
anlayışa sahip olma il- ? keşi) düşünen her bilgin için, anlayış tekdüzeliğini
ve aklî takli-1 di önler. Bu. eğer Müslümanlar arasında devam edebilseydi, 1
biz bugünün uygarlığına üç yüzyıl önce değil, bin yıl önce sa- 1 hip olurduk.
Çünkü bugünün uygarlığı, ortaya çıktıktan, bilimı« de ilerlemeler kaydettikten,
icatlarda ve keşiflerde bulunduktaruH ve insana ve doğaya ait sır perdelerini
araladıktan sonra, orta-S çağın düşünceleri kalıplara sokan ve düşünceyi tek
düze haleM getiren zincirleri akıllardan
kaldırıldı, akıllar
özgürleştirici. I araştırma ve inceleme serbest bırakıldı. Herkese:
"Ilgilendiğinm her konu hakkında (dinden mikroba, atomdan insana,
beyinden, kemiğe, felsefeden akla gelen her şeye kadar) özgürce düşünebilirsin, kimseden
korkun olmasın, kimse 1 inançlarını denetleyerek seni ateşte yakamaz, mahkurnM edemez, seni günahkâr ve kâfir
göremez, kimse seni avamın eline bırakamaz, sen bu bilim dallarından her biri
hakkında inceleme yapma hakkına sahipsin, ulaştığın sonufU başka bilginlerin
vardıkları sonuca aykırı bile olsa, geçmişm alimlerin düşünce ve anlayış
tarzına aykırı bile olsa, ulaştığın bu sonucu açıklamaya hakkın var"
dediler. Sadece papanın ve çevresindeki kardinallerin düşündüğü diğer akıllara
ise j dikte edildiği41 ortaçağ devri işte bu şekilde son buldu.
Çatışmayan,
kendisine muhalif bulmayan akıl ve düşmanı
41-
Ortaçağda düşünen genel bir akıl vardı. Diğter akıllara ise bu aklın
düşünceleri dikte ediliyordu. Binaenaleyh ortaçağda sadece bir ya da birkaç
akıl düşünüyordu, bu akılların ne kadar ufuk açıcı olduğu da malumdur.
olmayan
fikir çürümüştür ve çürümektedir. Hayvanlar için geçerli olan yaşamak için
çatışmak kuralı fikirler için de geçerlidir. Eğer Allah tüm dünya halkını -bu
Kur'an'ın sözüdür - isteseydi tek [düze] bir ümmet olarak yaratırdı. Dünya
halkı, önceki hayvanî dönemlerinde tek düze idiler. Ancak Peygamberler gelince
düşünceleri coşturdular. Hz. Ali'nin sözüyle fıtrat hazinelerini ortaya
çıkardılar, her akıl tıpkı mezarından ve kendi kalıbından kalkan ceset gibi
uyandı. Akılların mahşerinden ve fikirlerin kıyametinden sonra hareket ortaya
çıktı, düşünsel ayrılıklar ortaya çıktı, çatışma meydana geldi. Bu çatışma güç
verdi, bâtılı yok etti. hakikatleri muzaffer kıldı ve sonra tekamül getirdi ve
beşerî maneviyatı ve kültürü bugüne ulaştırdı.
Öğrenciler ya da daha önce öğrencilik yapmış
olanlar için şöyle bir sınıf örneği vereyim: Bütün öğrenciler sandalyeden
ibarettirler. Mesela bir sınıfta kırk beş öğrenci ve kırk beş tane de sandalye
vardır. Öğrenciler öğretmenleri sınıfa (ki bu sınıf müdür muavinin çok
beğendiği bir sınıf olsun) girince tıpkı öğretmenin sınıfa attığı ilk adımla
hemen devreye giren bir yay gibi aynı anda kalkar, aynı anda oturur ve sonra
aynı şekilde ellerine kalem ve defter alırlar. Kendilerine ne söylenirse
yazarlar. Öğretmen verici, bunlarsa alıcıdırlar. Bu sınıfta sadece bir kişi
düşünmektedir. Aslında orası bir sınıf değildir. Orada fikirler ölmüştür ve
hafızaların tabutunda taşınan bir bilim leşi mevcuttur.
Ancak yaşayan, canlı bir sınıf, içinde
öğretmenlerin ve öğrencilerin düşünsel açıdan sürekli olarak birbiriyle
tartışma halinde olduklan sınıftır. Ancak böylesi bir sınıfta, on dersten,
yirmi dersten, otuz dersten sonra - öğretmen kalk deyince kendini kaybeden-
şimdi öğretmeniyle iki saat fikrî açıdan güreş tutabileceğini hissedebilen
öğrenci, yetişmiş, kişilik sahibi ve düşünce üretebilen bir öğretmen
olabilmiştir. Böylece bu kırk öğrenci, öğretmenleriyle birlikte kırk bir
kişilik bir düşü-
170
171
nür
kitlesi oluşturmuştur. Fakat diğer sınıfta sadece kendilerine verileni dikte
eden kırk öğrenci, kırk yıl sonra dahi içinde bir kişiden başka kimse
bulunmayan kırk kişiden ibarettir ve hepsi de sadece bir kişinin kopyası
niteliğindedir.
Diktatörlük neden kötüdür? Jean Jacques Rousseau'nun
deyimiyle ''Diktatörlük kötüdür; çünkü onda sadece bir kişi düşünür,
diğerlerininse düşünme hakkı yoktur." Bu şekilde bir toplum, tek bir beyin
için tek bir şahsa dönüşmüştür. Fakat düşünce ve kalem özgürlüğü varsa
'kişiler" kadar akıl vardır ve onlann çatışmasından kültür ve uygarlık
ortaya çıkar. Bu benim kişisel görüşüm değildir.
Bahsettiğim konu hakkında burada bana
eleştiri yönelttiler ve zikrettiğim rivayetin bu anlama gelmediğini söylediler.
Ben: Bu rivayet bu anlama gelmiyorsa bile onun mutlaka bir anlamı vardır,
biliyorsanız siz söyleyin dedim. "Biz, bilmiyoruz" dediler. İyi de
eğer bilmiyorsanız artık "'bilmiyorum." demeyin, zira bu bir iddia
değildir. "Eğer Ebu Zer, Selman'm kalbinde olan islam'ın ne şekilde
olduğunu anlasaydı Selman'ı öldürürdü" rivayetinin bundan başka ne anlamı
olabilir? O Selman'ın kâfir olduğunu mu söylemek istiyor? Ebu I Zer'in şuursuz
bir insan olduğunu, hiçbir şeyden anlamadığını! mı söylemek istiyor? Ebu Zer'in
bir şey bilmez bir câhil, SeM man'ın ise dâhi olduğunu mu söylemek istiyor?
Yoksa demek 1 istediği şu mu: İslam hakkında iki telakki vardır ve bu iki
telakki arasında belli bir mesafe ve uzaklık mevcuttur; ama her iki- 1 si de
İslam'dır. Bunun bundan başka bir anlamı olabilir mi?
Diğer pek çok mesele de bunu teyit
etmektedir. Şu emre 1 dikkat ediniz: "Ümmetimin ulemasının ihtilafı
rahmet- j tir. "42 (Bu bir musibettir demediği gibi, bunda herhangi bir
sa- j
42-
Bu rivayet -yedi sekiz- değişik şekilde Peygamberden nakledilmiştir. Hatta bir
rivayette "ulema" kelimesi bulunmamakta "Ümmetifrıin ihtilafı
rahmettir" şeklinde geçmektedir: fakat ben bu rivayetin sıhhatinin
olduğunu sanmıyorum. Rivayette "ulema" kelimesi mevcuttur.
172
kınca
yoktur da demiyor.) Bu, her hareketin ve her tekamülün etkeni olan çelişki
yasasıdır. Binaenaleyh seninle benim aramda farklı tezlere ve bahislere konu
olan bildiğimiz mezhep, dikte edilmiş bir mezhep olmamalı. Bu, her ne kadar
aydınların şiarı olsa da bilimsel değildir. Yani ben ve sen, birer âlim olarak
Sakîfe seçimini iki ayrı şekilde değerlendiriyoruz. Bu tarihî bir konudur. Ben
bir tarihçiyim ve sen de bir tarihçisin. Sen diyorsun ki Sakîfe'de herhangi bir
ihtilaf olmadı ve Ali de muhalefet etmedi. Ben de diyorum ki ihtilaf o kadar
fazlaydı ki Ali onları gâsıp sayıyordu. Her ikimizin de yanlış düşünüyor olması
mümkündür. Ben yarın görüşümü düzeltebilirim ya da sen görüşünü
değiştirebilirsin. Hatta bir diğerimizin fikrine bile inanabiliriz. Fakat her
ne olursa olsun her ikimiz de özgür olmalıyız ve özgür kalmalıyız ki bilimsel
ve mantıksal meselelere, dinî birikimlerimize ve din hakkındaki algılarımıza
bilimsel açıdan özgürce ve araştırarak varalım ve tekamül edip, ilerleyelim.
Sürekli yapılan itirazlardan biri de şudur:
Din bir hakikattir ve herkes kalkıp bir şey söyleyemez. Ben diyorum ki din bir
hakikattir; ama herkes bunu belli bir biçimde anlayabilir. Tabiat da bir
hakikat değil midir? Herkes onu neden belli bir şekilde anlıyor, halbuki tabiat
ortadadır? Kur'an varlığın bir parçasıdır, varlıktır, tıpkı bir manzume
gibidir. Binaenaleyh müfessir, Kur'an'ı kendi araştırması, yöntemi ve birikimi
doğrultusunda anlayıp, onu anladığı biçimde özgür bırakması gereken bir Kur'an
fizikçisidir.
(Biri diyor ki) "Ben Şiî İmamlarına
"imam" olarak inanıyorum. Çünkü Peygamberin vasisi olarak sadece ve
sadece Ali yi tanıyorum. Çünkü Peygamberin vasisi olarak Hüseyin'i tanıyorum ve
onu imamım olarak kabul ediyorum. (Sadece Hüseyin, Hüseyin olduğu için, onun
Ali'nin ve Zehra'nın oğlu olmasından ve Muhammed'in [S] torunu olmasından dola-
173
yi
değil.) Eğer Hüseyin başkasının oğlu olsaydı ve yine "Hüseyin"
olsaydı o, yine benim imamım olurdu ve annesi, babası ve dedesi başka kimseler
olsaydı bile benim için o. Peygamberin vasisi olurdu. Ya da bunun tersi olarak
eğer Hüseyin aynı ailede olsaydı ama "Hüseyin" olmasaydı, ben onu
Peygamberin ailesinden ve Ehl-i Beytinden biri olarak görmezdim (Tıpkı Nuh'un
oğlunu görmediğim gibi) ve onu Ehl-i Beyt'ten (Kur'an'da geçtiği anlamıyla
Ehl-i Beyt'ten saymazdım; çünkü Kur'an, Nuh'un oğlu için "o senin ehl-i
beytinden değildir" demektedir) biri olarak kabul etmezdim. O, o ailenin
bir üyesi olsa bile onu, o aileden biri olarak kabul etmezdim.
Başkası ise bundan farklı bir şey anlıyor ve
diyor ki: "Esasen onlar zürriyet ve zat itibariyle diğer tüm insanlardan
farklı özelliklere sahiptiler. Onlar yaratılış [hilkat] gerçekleşmeden önce
Adem'in sulbüne böyle geldiler. Onlar zat ve öz itibariyle diğerlerinden
farklıdırlar, Allah'ın nurlarıdır ve kendilerine özgü bir kadere sahiptirler.
" Yani sonuçta o, bunu farklı bir şekilde anlıyor. Ne senin beni kâfir
olarak görmeye hakkın var ne de benim seni mürteci olarak kabu| etmeye hakkım
var. Kesinlikle, sen de özgürsün ben de özgürüm. Her ikisi de hakikattir, her
ikisi de Şiîliktir ve her ikisi de İslam'dır.
43-
Usul-i din, tevhit, nübüvvet, maad [ahiret inancı] gibi dinin pratik alanıyla
ilgi-'|
li
olmayan inanç esasları, füruu-ı dîn is? dinin namaz, oruç, hacc vs. gibi prati
alanla
ilgili ilkeleridir. [Çeviren] *
174
Eğer bir gün bir merkez oluşturulsa ve tüm
mütefekkirle-! re ve âlimlere "hepiniz İslam'ın usulünü ve füru'unu43 bu
şe*m kilde anlayacaksınız ve hiç kimsenin hiçbir şekilde başka bira görüş
bildirmeye hakkı yoktur. İslam bir ilim olarak, biri mantık olarak ve bir
kültür olarak sabitleştirildi" şeklinde birj genelge yayınlansa bu şekilde
kurulacak bir vahdet, dinî fi- I
kirlerin
ölmesi anlamına gelecektir.
İslâmî kültürün gelişmesinin. Şiîliğin
gelişmesinin en önemli sebeplerinden biri âlimlerin önceden birbirleriyle çok
şiddetli tartışmalar yapmalarının bir gelenek olmasıydı. Bu tartışmalar ve
fıkhî, ilmî ve felsefî alandaki çeşitli öğretiler arasındaki mücadele, onların
birbirlerini takviye etmelerini, kendilerini daha donanımlı kılmalarını ve
sonra bu büyük kültürü oluşturmalarını sağladı. Eğer bizim fıkhımız, ilk
asırdaki gibi ölü olsaydı, düşüncemiz de orada duruyor olacaktı.
Dünyanın temeli tezattır. Konuşmalarımın
birinde söylediğim gibi insan binasının temeli tezat üstüne kurulmuştur;
[insan] Allah'tan ve şeytandan, ruhtan ve balçıktan yapılmıştır. Dünyanın ve
tarihin temeli tezattır. Tarihin başladığı anda Adem'in oğulları olan Hâbii ve
Kabil birbirlerine karşı savaşıyorlar ve bu savaş kıyamete kadar da devam
edecektir. Toplumun temeli tezattır: İki kesim ve iki grup arasındadır. Halk
kitleleri ve egemen unsurlar. Dinin temeli de tezattır, daima dine karşı din
savaşmaktadır. "Dine karşı Din' isimli konuşmalarımın birinde dedim ki;
tarihin tamamı dinin dine karşı savaşıdır. Dinin, dinsizliğe karşı savaşı
yoktur.
O halde bu şiara göre benden mensubu olduğum
Şiî mezhebinin ve ilmî inançların esasını, tarih ve toplum incelemelerim
sonunda Şiiliğin kendine özgü bir inanca sahip olduğuna dâir ulaştığım neticeyi
bir tarafa bırakmamın; ya da senden tüm tarih bilgilerini ve incelemelerini bir
tarafa bırakarak benim görüşlerimi kabul etmenin istenmesi, ne mümkündür ne de
mantıklıdır. Böylesi bir şey imkan dahilinde olsa bile bu bizim bilimsel
düşüncemizin ölümü anlamına gelecektir.44
Bizler
Şiîlikte kaldığımız halde "aklî" meselelerde mukallit
44~
On beş yirmi yıl önce Meşhed'de güçlü ve kalabalık bir dinî cemiyet vardı,
D|fçok faal üyesi bulunuyordu. Bizim cemiyet ise çok küçüktü, maddî sorunlar
sebebiyle bazen iki üç ay ara vermek zorunda kalıyorduk. Zira onlann üyeleri cömert
ve fedakâr insanlardı: ancak bizim küçük cemiyetimizdeki aydînlar bin tane
175
olduk!
Bu çok tuhaf. Halbuki taklit Şiîliğin en ileri ve en mantıklı esaslarından
biridir. Aslında taklit, insanî bir şeydir. Bir bilim dalında uzmanlığı olmayan
insan uzman olanı taklit eder. Fakat taklit fürunun füruudur.
Ancak taklit şimdi öyle bir noktaya geldi ki
müçtehitten şu soruluyor; "Beyefendi, biz ananas yiyelim mi yemeyelim
mi?'' Bu nasıl bir soru? Tıpkı "Beyefendi, mescit var, gidelim mi
gitmeyelim mi?" der gibi. Senin de aklın var ve bu meseleler aklî
meselelerdir. Yahut başka birinin bilimsel bir teorisi var gelip
"beyefendisine" şöyle soruyor.- "Beyefendi bu bilimsel teori
doğru mu yanlış mı?'' İyi de bunlar taklitle ilgili meseleler değildir ki. Aklî
meselelerde ve usûl-i dinde taklidin caiz olmaması, bizim Şiîliğimizin en temel
esaslarından biridir. Hatta usul-i dini taklit yoluyla benimsemiş olan birinin
dini de ibadetleri de sahih değildir.
Aklî
taklit öyle bir noktaya geliyor ki akılları ortadan kaldı-
eleştiri
yapmaya hazır, saatte elli, altmış, yetmiş teori sunabilen, ancak bu uğurda bir
riyal bile vermeyen kimselerdi. Her halükârda o döneme ve çevreye göre bizim
cemiyetimizin fikrî düzeyi oldukça yüksekti; ama onlarınki algılayış ve
bilimsellik düzeyi açısından düşüktü. Bunu onlar da biliyorlardı, biz de
biliyorduk. Ancak bize oranla onlann imkanları ve güçleri daha fazlaydı. Biz
ise onlara göre bir hiçtik.
İslâmî
vahdet konusunda aydınların önerisine benzer bir öneriyle, bir gün onların
tarafından bir elçi geldi. Önerisi düşünsel düzeyinin bir göstergesiydi. O
diyordu ki: "Sizin anlayış kabiliyetiniz çok yüksek, çok üstün düzeyde bir
algılayışınız var vs. Biz ise daha alt bir seviyedeyiz. Ancak biz el ele
vermeli ve müttefik olmalıyız. Çünkü bizim size, sizin de bize ihtiyacınız var.
ihtilafımızı giderebilmek için biz biraz yüksek seviyede düşünelim siz de biraz
düşük bir seviyede düşünün. Böylece ihtilafımız ve aramızdaki mesafe ortadan
kalkar ve vahdete ulaşmış oluruz."
Ona
dedik ki; "Senin biraz çaba, zahmet ve gayretle yukarıya çıkman mümkün;
ancak bu işin aşağı inişi yok. Bir Türk şair sevgilisine şöyle sesleniyor:
"Duyma!'' de, kulağımı sağır edeyim, "Yürüme!" de, ayaklarımı
topal edeyim, "Görme!" de, gözlerimi oyayım
Ama
"anlama!" deme; çünkü anlamamak için bir şey yapamam." Bu
anlayış biçimi ve anlama düzeyi öyle bir şeydir ki, akıl ve insan özgürse
ihtilaf vardır, çatışma vardır, savaş vardır ama bu savaş rahmettir.
176
nyor.
Yani insanlık topluluğunun genel aklına. İslâmî kültüre sermaye olarak konması
gereken akıllar bu şekilde bir kula dönüşmekte, bir iki kişi çıkıp aklî
meselelerde herkesin yerine düşünmekte ve diğerleri ise birer hiç olmaktadır.
Bazen de akıl birazcık izafî kalmaktadır. Onlar da istihare etmekte, başkaca
bir şey de yapmamaktadırlar. Bu arada biri çıkıp bütün bunları bir tarafa
bırakıp yeni bir şeyler söyleyecek olursa, yeni bir akıl yürütmede bulunacak
olursa kökü kazınacaktır. Halbuki bu son derece doğaldır. Bu, sadece caiz
değil, bizim teşvik ve davet edildiğimiz bir meseledir. Kur'an'da sürekli
olarak emredilen tefekkür ve akletme sadece bir gruba mı hitap etmektedir?
Hitap sadece belli bir makama ya da belli bir kesime midir yoksa Kur'an'ı
okuyan ve ona inanan herkese midir?
Düşüncede vahdet, araştırmada vahdet, inançta
vahdet, inancın ölümü, aklın durması ve düşüncenin çürümesidir. Bu son derece
açıktır. Binaenaleyh bu İslâmî vahdette "Şiîliğin" ve
"Sünnîliğin" vahdetinin imkanı yoktur. Eğer bir olmuş iseler ya zorla
bir olmuşlardır ya da ikisi de aslında hiçbir şey olmadığı için bir olmuştur.
Yani gerçekte ellerinde hiçbir aklî ölçü bulunmadığı için bilgi sahibi
olmadıkları şeylerden birbirlerine taviz vermekte ve: "Biz, sizin
çıkarınız için bu meseleyi bir tarafa bırakıyoruz; siz de bizim çıkarımız için
şu meseleden vazgeçin" diyerek pazarlığa tutuşmaktadırlar.
Düşünen bir insanın fikriyle, mantığıyla
keşfettiği ve seçtiği bir inanç esasını, vardığı (düşüncesini) bir kenara
bırakmasının imkanı yoktur. Bu, nasıl bir kenara atılabilir? O halde
pazartesiden itibaren artık farklı bir şekilde anlayacağız, daha az
anlayacağız, dostlarımızın anladığı ölçüde anlayacağız diye bir karar mı
alalım?!
"Düşüncede vahdet'' mahkum
[edilmelidir]. Ancak 'Şiî" ile "Sünnî" arasındaki vahdet sadece
mümkün ve makûl değil:
177
aynı
zamanda bizim için insanî bir görevdir. -Hatta bu görevden öte bir şeydir, en
âcil bölgesel görevimizdir, asrımızın en âcil görevidir, mezhebî görevimizdir.-
Binaenaleyh bir kez daha tekrar ediyorum: "Şiîlik" ile
"Sünnîlik" arasındaki vahdet mümkün ve makûl olmadığı gibi hem
Şiîlikteki hem de Sünnîlikteki bilimsel düşüncenin öldürülmesidir. Ancak
"Şiî" ile "Sünnî" arasındaki vahdet hem mümkündür, hem
makûldür, hem de bizim aslî sorumluluğumuzdur.
Düşünsel ihtilaflar, fikirlerin
çarpışmasını, harekete geçmesini, ilerlemeyi ve hakikate varmayı sağlar. Fakat
toplumsal ihtilaflar, parça parça olmaya, gücün dağılmasına ve düşman
tarafından lokma lokma yutulmaya sebep olur. Bunun ikisi aynı şey değildir.
(Çoğu kişi bu ikisinin aynı şey olduğuna kesin gözüyle bakıyor.) Bunlar tamamen
farklı iki alandır ve birbirlerinden ayrı olmaları bir yana, hatta aralarında
tezat da vardır. İslâmî vahdete, tüm Müslümanların İslam tarihine, İslâmî
şahsiyetlere, İslâmî hareketlere, eğilimlere ve cereyan eden olaylara aynı şekilde
inanmaları gerekir şeklinde bir anlam verilecek olursa, bu bilimsel düşüncenin,
bilimsel ve dinî anlayış ile içtihadın ölümünün ilan edilmesi demek olacaktır.
Böyle bir şey mümkün değildir ve böyle bir şeyi kesinlikle gerçekleştirmemek
gerekir. Böylesi bir vahdet (tek seslilik] ve böylesi bir merkezîlik
oluşturmamış olması Şianın en büyük iftiharlarından biridir. Her araştırmacıyı
araştırma yapmakta ve vardığı neticeyi açıklamakta özgür bırakan bu durumdan
ya-rarlanılmazsa maalesef doğunun ve kültürümüzün içine düşeceği genel bir
çöküş yaşanır.
İslam
toplumu, insanî bir güç olarak ortak inançlara, ortak hedeflere, ortak durumlara, ortak kadere,
hepsinden önemlisi ortak düşmana sahiptir. Bu toplumun beraberce bir
güç, bir bilek ve bir yumruk teşkil etmesi son derece doğaldır.
"Filistinliler yenilsin" diyen ve Filistinliler yenildiğinde bu-178
na
sevinen bir Şiî'ye "Peki neden Filistinlilerin yenilmesini
istiyorsun" diye sorulunca şöyle diyor: "Onlar Ehl-i Beytin
düş-manıydılar!" Beyefendi onlar ne zaman Ehl-i Beyt düşmanı oldular? Ehli
Beyt nerede onlar nerede, onlar ne kusur işlediler? Ayrıca senin Ehl-i Beyt'in,
intikamı Ben Gurion tarafından alınan Ehl-i Beyt midir?! Senin bu Şiîliğin
nasıl bir Şiîlik ki. intikamını Moşe Dayan ile Ben Gurion alıyor?! Müslüman
halklar bombardımana tâbi tutulurken, bunlar: "Onlar Peygamber ailesine
yapılan zulmün hesabını veriyorlar"45 diyor! Beyler, bu bilimsel bir
meseledir, tarihî bir meseledir ve benim ve mektebimin [sahip olduğum
öğretinin] fikrî meselesidir. Tarihî meseleleri neden bu şekilde toplumsal
meseleler haline getiriyorsunuz? Eğer sen Şiî isen bunun anlamı şu olmalıdır:
Sen, Ali'nin yolundan gitmelisin, onun savaştığı şey için savaşmak ve onun
hayatını feda ettiği şey için hayatını feda etmelisin. Yoksa bugün senin gibi
bedbaht olan kimseleri, ortak düşmanın ayaklarının altına atmak ya da onların
ezilmesinden hoşlanmak Ali'nin Şiası olmak demek değildir. Acaba Ali onlara
düşman mıdır? Bu beyin tarih yorumu yanlıştır. Bu, eğer filan halifeye
inanıyorsa Ehl-i Beyt'e düşman olduğu için değil, Peygamberin halifesi ve
Ali'nin dostu olduğu için o halifeye inanmaktadır. Bu durumda benim onu bu
hatadan çekip çıkarmam gerekir. Eğer mantığım varsa bu dostumu tarih
konusundaki yanılgısından kurtarmam gerekir. Benim çabam ve misyonum bu
olmalıdır. Vallahi onlar, Hz. Fâtıma'nın evine saldıranlara iştirak etmemiştir.
O bin dört yüz yıl sonra dünyaya gelmiştir. Bunu sen de biliyorsun.
Söylediklerinin kimin menfaatine olacağının da farkındasın.
İslam
toplumları arasındaki ayrılık, İslam gücünün doğu
45
Bu tür yaklaşımlara Türkiye'de de rastlamaktayız. Türkiye'de de bazılarına 9öre
Filistinliler, Osmanlıyı arkadan vuran Arapların işlediği suçun cezasını
ödemektedirler!! [Çeviren]
179
Avrupa'dan
İspanya sınırına dek dayandığı ve din adına doğu-yu yağmalamak isteyen
Hıristiyanların saldırılarının önünde set oluşturduğu vakit başladı.
Haçlılardan bu güne kadar tüm i İslam toplumlarını soyların, kavimlerin ve
kabilelerin ihyası adı altında lokma lokma etmek için ayrılık yarattılar.
Fran-jjj sa'da sunulan bir raporda: "Biz yeni bir şey keşfettik Ceza- |
yirliler iki kısımdır. Onların bazıları
'Berberî'dir, bazıları i da 'Arap'. Biz bu iki grup arasında ihtilaf
çıkarabiliriz" deniyordu. Bir "Arabizm" bir de Berberizim'
şeklinde iki görüş ortaya atıldı. Onlar birbirlerini yerken Fransa yıllarca
onlara hâkim oldu ve ikisini de sömürdü.
İslâmî vahdet içerisinde kavmî ayrılıklar
çıkardılar. Bu ayrı-1 lıklardan biri de mezhebî ayrılıklardır. Dış emperyalistler
neden daha çok mezhebî ayrılıklara dayanıyorlar? Çünkü kavmî duygular ve
ırkçılık İslam'da öylesine zayıfladı ki artık bunu ye- § niden diriltmek çok
güç ve halkın ruhunda artık yankı yapmı-1 yor. Bu yüzden daha çok mezhebî
ayrılıklara yöneliyorlar. Bu meseleler şu anki İslam toplumlarının kaderini
ilgilendiren en i temel meselelerdir. Bu, aynı zamanda bir tarihî meseledir.
Durumu açıklamak için birkaç örnek
zikredeceğim. Bu senenin yazında Mekke'ye ve Medine'ye gittim. Mekke'de halk- İ
tan birkaç kişi -ancak onlar aydın görüşlü insanlardı- beni ve m dostum Hâşimî'yi eve davet ettiler.
Evlerine gittik ve birlikte m sohbet
ettik. Onların fikirleri benim için gerçekten çok hayret J vericiydi. Onlardan
biri bir taksi şoförüydü ve öylesine mantıklı konuşuyordu ki ben ondan bilimsel
anlamda yararlan- I dım.46 Birçok
düşüncemiz hemen hemen birbiriyle örtüşüyor- I du, düşünsel ve ahlakî anlamda
karşılıklı bir anlayış oluştu. Daha sonra söyledikleri benim utançtan yüzümün
kızarması- m
46-
Herkesi aynı kefeye koymak ve bir milleti ve bir toplumu oraya hâkim olan
düzen
olarak telakki etmek bilimsel de değildir insaflı da değildir.
180
na
sebep oldu. O diyordu ki: "Artık durum daha düzeldi, halk aydınlandı,
meseleler aydınlandı, insanlar biraz daha açık görüşlü hale geldi, dünyayı
görüyorlar ve artık birbirlerini daha iyi tanıyabilirler. Halk. sürekli kin,
nefret ve ayrılık tohumları eken kimselere karşı bilinçlendi."
Ve o diyordu ki; "Geçen yıllarda -bu
sözü ya uydurup yaydılar ya da gerçekleştirdiler, hiç fark etmez- biz tavafa
gittiğimizde görüyorduk ki Şiîler iri kuru üzüm tanelerini açıp içine insan
dışkısı ve pisliği dolduruyor sonra onun ağzını kapatıp bir torbaya koyuyorlar
ve tavafa gelince bunları o kalabalık esnasında yerlere serpiyorlardı. Fakir
Araplarsa bunları çerez sanıp topluyor, çoluk çocuklarına götürüyor ya da orada
yiyorlardı. Onlarsa dinî kinlerini bu yolla gideriyorlar ve pisliklerimizi pis
Sünnîlerin gırtlaklarına dökerek dinimiz adına büyük bir hizmette bulunduk diye
seviniyorlardı."
Bu çok acayip bir şey. O böyle bir şeye
inanmaktaydı; çünkü bunu gözleriyle görmüştü. Siz de ben de biliyoruz ki,
düşmanlık sahibi de olsa hangi câhil ve iğrenç Şiî Kabe'de böyle bir şey yapar?
Böyle bir yaratığın olması mümkün mü? Kabe'de böyle bir şeyi Şiî adına
yapanlar, Şiîlerle Sünnîlerin arasını bir daha anlaşmalarına imkan bırakmayacak
şekilde açmak isteyenlerden başkası olamaz. İki insan arasında, iki ırk
arasında ve iki mezhep arasında anlaşma olması mümkün ama böyle bir düşmanlıkla
asla.
Öte yandan bu toplumda hâlâ, zahirde dindar
olan şahıslar kitaplarında Peygamber ailesinin düşmanı olan Nâsıbîlerin
inançlarına yer vermekte, bin bir zahmetle bu görüşleri toplayarak Şiilere:
"Tüm Ehl-i Sünnet halkının inancı tıpkı bun-larmki gibidir. Onlar Ali'nin
ve Peygamber ailesinin düşmanıdırlar" demektedirler. Tabii daha sonra bir
Şiî için: "Falan şahıs Şiî değil" demeleri yeterli olmaktadır. Yani o
kişi ar-
181
tık
Hz. Zehra'nın ve Peygamber ailesinin düşmanıdır.
Diğer taraftan bugün ehli Ehl-i Sünnet halkı
arasında "Bâtıniye" inancını, "İsmailiye" inancını,
"Ganûsiye" inancını ve^ önder, imam ve kutup hakkındaki
"Hinduizm" inancını, Şiî inancı adı altında yayıyorlar. Şiî olanlar
ya da Şiî olmayanlar arasında müşterek bir merasim olan hacc döneminde, aynı
aşkın, heyecanın ve hüsnüniyet duygusunun yaşandığı hacc günlerinde
"Hututu'l-Arize" adındaki kitabı bedava olarak dağıtıyorlardı. Bu
kitaplarda Ömer'e ya da Ebu Bekir'e ya da diğer ashaba söven Aliallahî47 vb.
görüşlere sahip kişilerin söz-jj lerini, tabii bu arada bizdeki tüm ulemanın
kendilerine karşı , olduğu bazı istisnaî mollaların sözlerini bir araya
toplayarak birlikte naklediyor ve bu kitapları "Tüm Şiîler bize,
Peygamberin aziz ashabına ve hatta Peygamberin namusuna bu söv-gülerde
bulunuyorlar'' diye şu an haccda dağıtıyorlar. Bu ne kadar büyük bir faciadır!
Medine'de bir fıkıh fakültesi, bir de
edebiyat fakültesi var. Orada Almanya'dan gelmiş bir Alman öğrenci ders
görüyordu. Ben onunla sohbet ettim ve burada Şia hakkında bir şey bilip
bilmediğini sordum. "Hayır" dedi. "İmam Cafer Sadık'ı da mı
tanımıyorsunuz?'' diye sorunca yine hayır diye cevap verdi. Dedim ki: Desene
allame-yi cihan olmuşsun; peki seni neden mezun
etmiyorlar?! İslâmî fıkıh fakültesinde imam Cafer-i Sadık'ın ismini hiç
duymadın öyle mi? Peki islam tarihinde ya da dünyada hiç Şia diye bir şey, bir
fırka, bir grup veya bir kimse işitmedin mi? Bu kez: "Ha, sakın iranlılar
olmasın?" dedi. Evet dedim.
"Tabii ki duydum" dedi. Peki neden sakın diyorsun? dedim. Dedi
ki: "Tek bildiğim onların Allah'ın resulünü, Allah'ın resulü olarak
*
47-
Hz. Ali'nin ilah olduğunu iddia eden aşırı görüşlü bir Alevî mezhebi. [Çeviren]
182
Vahdetin
Kurucusu Ali
kabul
etmedikleri... Sadece bu kadarını biliyorum!"
Mescidu'n Nebî'de bazı mollalar oturuyordu.
Biz onları görünce onların ilimle dopdolu olduğunu düşündük. -Ben Şia'nın
böylesi inanç esasları olduğunu ilk kez onlardan duydum. Bizler, hatta en
bilgisiz olanlarımız bile Şia'nın bu tür inanç esaslarına sahip olduğunu hiç duymamıştık.-
Onlara göre: "Şiî namazını
bitirdiğinde üç defa dizlerine vuruyor48 ve başını sağa sola çeviriyor".
Pekala bunun ne sakıncası var? "Siz onun ne söylediğini
bilmiyorsunuz" Doğru, gerçekten de ben bilmiyorum, peki ne söylüyorlar?
"Niyetlerini açıkça söylemiyorlar; çünkü, takiyye yapıyorlar. Peygambere
selam verdikten sonra -Şiî takiyye yaptığı için mecburen Peygambere selam
vermek durumunda kalıyor!- üç defa
'hân'el-emin, hân'el-emin, hân'el-emin' diyorlar." Peki 'hân'el-emin' ne
demek? Bunun anlamını da şöyle açıklıyorlar: "Şiilerin inancına göre
Cebrail Allah tarafından Tkra suresini ve sonra da Kur'an'ı Hz. Ali'ye
nazil etmek için görevlendiriliyor. Ancak o, bu emre uymayıp Kur'an'ı
Peygambere nazil ediyor." Onlara dedim ki "iyi de eğer Cebrail ilk
defasında böyle bir yanlış yaptıysa Allah görevini doğru dürüst yap diye ondan
bunun hesabını sorabilirdi, yani bu ne demek oluyor? Bu hata yirmi üç yıl
tekrarlandı da ona hiç kimse bir şey demedi mi? Onlara göre biz hep "hân
el- emin" di-yormuşuz yani sen ihanet ettin, ona torpil geçip Ali'mizin
yerine Muhammedi Peygamber ettin diye Cebrail'e sövüyor-muşuz. Bu onların
iddiası. Artık Mescidu'n- Nebide ya da Mekke'de hangi zavallı Şiî selam verse
ona bu gözle bakıp şöyle diyecekler: "Cebrail'in ihanet ettiğini söylüyor,
gelin
48-
Caferi fıkhında namazda tahiyat okunup selam verildikten sonra eller üç defa
kaldırılarak tekbir getirilir. Ellerini kaldırarak üç defa tekbir getiren
birinin, üç defa dizini dövdüğünü söylemek ancak art niyetle izah edilebilir.
[Çeviren]
hemen
derisini yüzüp ona cezasını verelim"
Diğer taraftan Yezidîlerin -Bir kısmı hâlâ
Suriye'de yaşıyorlar ve Beni Ümeyye taraftarıdırlar- Nasıbîlerin ve
Vehhabî-lerin tüm iftiralarını ve sövgülerini sanki bütün Müslümanların
görüşüymüş gibi Şiîler arasında yaydıklarını görüyoruz.
Ben burada diyorum ki şu an, evet şu an iki
mukaddes mekân olan Mısır'daki "Mescîd-i Re'su'l- Hüseyin'e ve
"Mescid -i Zeyneb "e -Şiîler arasında onun yerinin neresi olduğunu
bil-meyenfer var. bu tür Şiîler Zeyneb'i aşûra günü öğleden sonra kaybettiler
ve nereye gittiğini de kesinlikle bilmiyorlar- öy- I le bir değer veriliyor ki
Şiîler arasında bu yapılanların bir benzeri yok. Ayrıca İslâmî ülkelerde ve Şiî
olmayan yazarlar arasında son otuz kırk yıl içinde Ali konusunda Ömer'i,
Osman'ı ve Ebu Bekir'i şiddetle eleştiren yazılar ve düşünceler ortaya kondu.
Şiflerin Ali ile ilgili olarak inandıkları tüm övgüler onlar tarafından ispat
edildi. Müslümanlara ve Ali'ye karşı olan kincilerin Ali'ye attıkları tüm iftiraları
da onlar cevapladılar. Bu yazarların tek tek tüm Şiî İmamları hakkında, Hz.
Alinin taraftarı olan sahabeler hakkında, Şiî hareketleri hakkında, Şiî
düşüncesi ve kültürü hakkında, hatta Şiîlerin çevresinde yer , alan şahsiyetler
hakkında ve Şiîlik tarihi hakkında yaptıklan incelemelere biz hâlâ ulaşamadık.
Biz hep Ali'den söz ediyoruz; ancak onlann son yirmi yıl içinde Ali hakkında
yayınladıkları eserlerin binde birini bile biz İran'da gerçekleştiremedik.
Bir kadın -Aynu'ş-Şems üniversitesinin
hocalarından biri -kadın olduğu için Peygamber ailesinin tüm kadınları, Hz.
Ali'nin kızları ve Peygamberin kızları (Zeynep, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve İmam
Hüseyin'in kızı Sekine) hakkında ilk kez müstakil ve araştırmaya dayalı bir
kitap yazdı: ama henüz bizim aramızda böyle bir çalışma yapan yok.
Bizde ise sadece şu yakın zaman içinde
birkaç kitap yazılı 184
di.
Bunlardan biri de "Şerh-i
Zendegi-i Kamer-i Benî Haşini'49 adlı kitaptır. Kitabın içini açıyorsun. "Benî Hâşim'in Kameri" ya! kitabın yazarının
hayat hikayesini görüyorsun... Kapağında yazarın Ebevî [Babalık] Kütüphanesinde
çekildiği fotoğrafı... Sonra yazarın sayın vakıf muavini ile birlikte
fotoğrafı... Sonra da hazretin övgüsüne dâir bir şiir!.. İşte bu bizim
yazdığımız en yeni kitap! Bizim yazmış olduğumuz, belgesi, kaynağı olan ve
okuyucunun derdine derman olabilecek Hz. Zehra hakkında Farsça bir kitap
bulunamıyor. Hiçbir şeyi olmasa da bari en azından okunabilecek bir metni
olsun, doğru dürüst cümlelerle yazılmış olsun, anlamak için hem Arapça'yı, hem
Farsça'yı hem de diğer dilleri bilmek gerekmesin... Böyle bir kitap yok.. Hani
nerede?
Bizleri bu şekilde Peygamberin, Kur'an'ın ve
İslam'ın düşmanı olarak tanıtıp Şiîliği, muhaliflerin, düşmanların,
zındıkların, Maniheistlerin ve Zerdüştlerin tarih boyunca -ki Şiîliğin
içerisinde İslam'ın kökünü kazımak için İslam'a karşı kıyam ettiler- sığınağı
olarak gösterirlerken; onları da bize karşı Peygamber ailesinin düşmanı olarak
tanıtıyorlar. Oysa tüm varlıklarını ve kalemlerini Peygamber ailesinin
müdafaasına ve Peygamber ailesi hakkında araştırmalara adamış olan yazarlar
bulunmaktadır. Onlar öyle eserler vermektedirler ki eğer biz bu son on beş
yirmi yıl içerisinde bu eserleri Farsça'ya çevirmeyi başarabilirsek Şiîliğe çok
büyük bir hizmette buiurımuş oluruz.
Ebu Zer, Ali uğrunda kılıç sallayan. Ali'nin
ilk taraftarı olan, Peygamberin büyük sahabelerinden biridir. Osman döneminde
mevla aşkı, gerçek İslam ve Şiîlik uğruna şehit oldu.
49
Kitabın isminin Türkçe'si: Hâşim Oğulları Kamerinin (Ay) Hayat Hikayesidir.
Peygamberimizin mensubu olduğu soy Hâşim oğulları olduğu için Hz. Fâtı-ma'dan
bu soyun "kameri" (Ay) diye söz edilmiştir. [Çeviren]
185
ALİ
-Şiîlik
iddiasında olan bizler- Ona yönelik tüm sorumluluğumuza rağmen, bu Ebu Zer,
kimdir, neyin nesidir diye onla ilgili Farsça herhangi bir cümle yazdık mı? Ebu
Zer hakkında yazan ilk ve son kişi Abdulhamid Cevdet es-Sehhar'dır. Onun kitabı
yirmi yıl önce Farsça'ya tercüme edilmiştir. -Onu da bu muhterem beyler değil,
bir çocuk tercüme etti.- Ondan sonra hiç kimse hiçbir şey yapmadı.
"Selman'ı da "Massignon" yaz-di ve Sünnî olan Abdurrahman Bedevî
onu büyük bir zahmet ve sıkıntıyla tercüme etti. Bilal hakkında beş kitap
mevcuttur, onu da yakınlarda yayınladılar. Hz. Ali ve evlatları hakkında,
halasına mektup yazmayı bile beceremeyeceği halde kaleme sarılıp rezalete sebep
olan ne oldukları belli olmayan kişiler değil, "Taha Hüseyin",
"Sahhar", "Hamid Mansur" ve benzeri büyük yazarlar kitaplar
yazmışlardır.
Bu ihtilaflar, tam tersine olması gereken
şeylerdir. Yani düşüncelerimizde, bilimsel ürünlerimizde ve mantığımızda bizim
ile ehli Ehl-i Sünnet arasında mutlaka karşıtlıklar olmalı, mü- I nazara
olmalı, düşünsel tartışmalar olmalı, yeni ve bağımsız I araştırmalar, bağımsız içtihatlar ve düşünsel
karşıtlıklar olma- | hdır.
Tek
boyutlu bir şekilde düşünüyoruz, onları belli kalıplara dayalı olarak
değerlendiriyoruz ve ilmî açıdan da birbirimizden ! habersiziz. Oysa biz ilim konusunda tezat
içinde olmalıydık. Bunun tam aksine toplumsal açıdan ortak düşmanımız karşı- I
sında birlik oluşturmamız gerekirken ihtilaf içerisindeyiz, ara- ı miza ihtilaf
atılmaktadır. Düşünsel açıdan ölmüşüz, suskunluk, x düşman karşısında toplumsal hayatta parça
parça olmak, düşmana yaslanıp birbirimize karşı durmak bizlere hâkim olmuş!
Meseleyi istediğim şekilde inceleyip, netice alabileceğim vakte ne yazık ki
sahip değilim. Ancak şunu arz etmek istiyorum. Bizler Şiîliğin inanç esaslarını
vg inandığımız ve itiraz ettiğimiz esaslan muhafaza etmeliyiz. Ayrıca bizim düşünce
tar-
186
zımız
ve bilimsel görüşlerimiz ile karşıtlarımızın bilimsel görüşleri arasında daima
bir ihtilafın, tezadın ve mantık mücadelesinin her zaman var olması gerekiyor.
Fakat bizimle onlar arasında bir bedene ait iki kol ve bir aileye mensup iki
kardeş gibi bir vahdetin de mutlaka olması gerekiyor.
Üçüncü yol şudur: Şiîliğimizin inanç
esaslarını koruyarak, onlarla olan fikrî ve ilmî ihtilafımıza rağmen ortak
düşmana karşı onlarla beraber olabiliriz. Bu, tarihte ilk defa Ali İbn Ebu
Tâlib'in ortaya koyduğu bir şiar ve izlediği bir yoldur.
Ali evine çekiliyor, sükût ediyor,
muhalifine de kılıç çekmiyor. Çünkü muhalif dahilî bir muhaliftir. Sonra da
biat ediyor, onların arkasında namaz kılıyor, savaşlarda danışma mercii oluyor,
onların hayrını ve iyiliğini düşünüyor. Öyle ki İran savaşında Arap kuvvetleri
ve İslam kuvvetleri önce yenilgiye uğradığında Ömer şöyle dedi: "Bu kez
savaşa ben de gideceğim." Ancak Hz. Ali onu bundan men ederek şöyle dedi:
"Sen bu ordunun başısın, gidersen ve öldürülürsen ordu tümüyle dağılır.
Sen merkezde olmalısın ki eğer ordu yenilgiye uğrarsa düşman arkada
başkalarının olduğunu bilsin." Bu, hayırhah birinin yapıcı düşüncesidir.
Ali, onlarla daha sonra da iyi geçindi, onlarla dostluğu vardı ve bir an dahi
olsa ihtilaflarının genç vahdete zarar vermesine ve dahilî münafık cenahlarla
haricî düşmanın bundan faydalanmasına izin vermedi. Bununla birlikte o, asla
ömrünün sonuna dek inandığı esaslardan bir karış bile geri durmamıştır. Hatta
eleştirdiği meselelerin hiçbirisini bir tarafa bırakmamıştır. Şûrada iki
halifenin yolunu teyit etmeyerek hilafeti bir yana bırakmış, kendi mahvına imza
atmıştır. Bunun anlamı şudur: Ali kendine özgü mektebine, kendine özgü tavnna,
İslam'dan kendi algıladıklarına, kendisinin seçip yöneldiği somut bağımsız
yola, muhaliflerine itiraz ettiği hususlara, tavsiyelerine, toplumla ilgili
görüşlerine, planlarına, hedeflerine ve onu muhaliflerinden ayıran sınırla-
187
ra.
tüm bunlara her zaman ve her şartta ne pahasına olursa | olsun bağlı kalıyor. Ancak
ortak düşman karşısında elini bu muhaliflerin, kendi hakkını gasp edenlerin ve
ailesine hakaret edenlerin elinin üstüne koyuyor ve düşmana karşı tek bir
yumruk olarak dikiliyor. O kadar ki Medine topraklarını kendi tabiriyle
atlarının heybelerine koyup ülkelerine götürmeyi arzu eden Rumlar, İranlılar ve
her an her yerde bulunan büyük münafıklar, Medine içinde böylesine derin
ihtilafların olduğunu uzun bir süre anlamadılar. Ali gibi büyük bir şahsiye-»
tin hakkının çiğnendiğini ve onun evine çekildiğini bilmediler. | Bu azınlık
ise işi, Ebu Zer'i yiğit Ali'nin gözlerinin önünde sür-:« güne göndermeye
vardırdı. O "Rebeze'de tek başına öldü. Ali ise itirazını, ağır bir
eleştiriden öteye götürmedi. Çünkü ol dönemde İslam toplumu gelişip
genişlemekteydi ve Ali, karşı çıkarsa bu ateşe körükle gitmiş olacağını ve her
şeyin yok olall cağını görüyordu.
Bir Safevî Şiîliği ve bir de Alevî Şiîliği
vardır ki onların usulüne ve füruuna değindim. İslâmî vahdet ve tefrika
konusunda başka bir Şiîlik daha vardır. Biri Alevî Şiîliği olan vahdet
Şiîliğidir. (Şiîliktir aynı zamanda da vahdettir) ve diğeri ise EblM Süfyanî
Şiîliktir!
Hükümet Ali'den gasp edilip de Ali evine
çekildiğinde Ebu Sufyan onun yanına gidiyor ve şöyle diyor: "Ne
oturuyorsu-M nuz ey zelilleri" Abbas'a ve Ali'ye dönerek: "Siz burada
oturup kırbaç yiyorsunuz; onlar da sahip olduğunuz gücü ve hükümetinizi
elinizden alıyorlar. Ey zulüm altındaki zelili ler neden sessiz kalıyorsunuz.
Elini bana ver de sana biat edeyim. "5° Ali'ye: 'Sen emret, ben senin hakkını savun-
sa-
Ebu Sufyan yeni Müslüman olmuştu. Müslüman olmasının üzerinden iki ya da üç yıl
geçmişti. Kureyş'in büyük güçleri h^lâ onun arkasındaydı ve Mekke'nin fethinden
Peygamberin ölümüne dek hâlâ Arapların büyük şahsiyetlerinden biri olarak kabul
ediliyordu.
mak
ve sana ait olan hakkı geri almak için Medine'yi atlı ve yaya askerlerle
doldurayım" diyordu. Sonra Ali diyor ki: "Üzerine her şeyin
yüklendiği kabilenin eşeğinden başka hiç kimse zulme rıza göstermemekte, başına
vurdukları çivilerden başka hiç kimse onun için mersiye okumamakta-dır."
Daha sonra Ebu Süfyan'a dönerek: "Ey Ebu Sufyan, İslam'a duyduğun kini ne
kadar da uzattın. Buradan git, benim senin atlı ve yaya askerlerine ihtiyacım
yok" diyor.
Ali, İslam'ın bu iç ve dış düşmanlara karşı
bir bütünlüğe ve vahdete sahip olması için, içerde Ebu Süfyan'a, dışanda ise
"Sezarlar'a ve "Hüsrevler"e karşı bu yirmi beş yıllık işkence
kadar ağır ve acı verici sükûta tahammül ediyor.
Ben inanıyorum ki İslam, varlığını koruma
noktasında Ali'nin kılıcından ve cihâdından daha fazla onun sükûtuna ve
tahammülüne borçludur. Ali'nin kılıcı, İslam gücünün oluşturulmasına yönelikti;
ama onun sükûtu, İslam'ın mevcudiyetini korumasına yöneliktir. O, içerideki
muhaliflere karşı inanç farklılıklarımızı koruma düşüncesinin, dış düşmana
karşı ise toplumsal güçlerimizin vahdetini sağlama düşüncesinin kurucusudur.
Ali Şiîliği tefrika Şiîliği değil, vahdet
Şiîliğidir. Bu Şiîlik, toplumsal ve siyasî çıkarlar elde etmek için mantıksız
ve gayri ilmî uzlaşmalar uğruna aklî ve fikrî temelleri tümüyle görmezlikten
gelecek bir Şiîlik değildir.
Fakat bugün Sayın Belağî'nin, burada
-Hüseyniye-i İrşad-Siyonizm ve onun Müslümanlara yönelik cinayetleri hakkında
konuşup, Siyonizm'e karşı muhalefet sesini yükseltince, her kesimin saldırı
oklarına hedef olduğunu görüyoruz. Ben, Müslümanların Siyonizm'e ve
emperyalizme karşı vahdetinden -Şiîlik Sünnîlik vahdetinden değil- Şiîlik
çerçevesinde en çok bahseden ve yazan biri olarak bahsettiğimde, öyle şiddetli
bir
188
hassasiyet
gösterildi ki bu benim için inanılmazdı.
"İslam-Bilim" [adlı kitabımdaki]
bir şeyi bağışlamadılar. Bu- J nun nesi suçtur? Peygamber hasta yatağındadır,
(Bakın meseleye hangi noktalardan itiraz ediyorlar, bu dinî, ilmî ve eleştirel
bir meseledir) bir ara durumu biraz düzeliyor. Birkaç gündür namaz
kıldıramıyor, önceki günlerde olduğu gibi -yani yeni bir mesele değil-.
Peygamberin hasta olduğu günlerde namazı Ebu Bekir kıldırıyor. Öğle vakti
olunca, -dikkat edin o kadar hassasiyete, öfkeye ve sövgüye neden olan nokta
işte burası. Bir Müslüman, Müslümanların vahdet içerisinde olmasından bu kadar
dehşete düşebilir mi?- Peygamber, halkın kendisinin yokluğuna rağmen mescitte
birliklerini ve bütünlükleri-ni koruduğunu görüyor. Bunun üzerine yüzünde mutluluk
tebessümü beliriyor. İşte suç bu! Peygamberin suçu işte bu! Peki neden? Çünkü
orada tüm Müslümanlar Ebu Bekir ile namaz kılıyorlar. Pekala, hadi Ebu Bekir'in
namazı bâtıl olsun! Ama ben, Peygamber, namazı Ebu Bekir kıldırdığı için mutlu
l oldu demedim ki. Ben diyorum ki Peygamber, kendisi orada olmadığı halde
Müslümanların vahdetlerini ve bütünlüklerini korumalarından dolayı mutlu oldu.
Vahdet! Vahdet! Birileri \ bunu neden içine sindiremiyor? Çünkü o, bu grupların
parça parça olmasını, emperyalistler tarafından lokma lokma yutulmasını ve
emperyalistlerin onlara egemen olmasını istiyor.
Burası küçük bir köyse o buranın muhtarıdır;
ama burası şehir olunca o artık bir hiç olacak. O istiyor ki Müslümanlar namaz
imamlığı için birbirlerinin boğazını sıksınlar. Yani Peygamber penceresinin
perdesini aralayıp da mescidin her köşesinde sekiz, on imamın durduğunu ve
onların arkasında da yedi sekiz kişilik cemaatin namaz kıldığını görseydi,
bunların yüreği soğuyacaktı! O zaman daha iyi olacaktı! O zaman Peygamber mutlu
olacaktı!
Evet
işin içinde hile ve hokkabazlık vardj, -bunu o kitapta
belirttim-
Peygamber namazı kıldırması için Ali'yi gönder-rnek istiyordu. Sonra o ikisi
birleşti ve üçüncü bir kişiyle birlikte Peygamber'den görüş sordular. Peygamber
ise bir karar vermedi. Sonra Ebu Bekir namazı kıldırdı. Bu Aişe'nin de işin
içinde olduğu daha önce hazırlanmış bir tavır ve siyasetti. Onlar, böylece
Ali'nin hakkının orada çiğnenmesini, onun kenara itilmesini ve hiçbir şekilde
söz konusu edilmemesini istiyorlardı.
Ben bunları kabul ediyorum ve doğrudur da,
bunlar, orada da söz konusu edildi. Ancak Ali burada çok büyük bir ders
veriyor: Ben muhalif karşısında bu sahtekârlığa, hileye, hakkıma yapılan bu
saldırıya ve bu fırsatçılık siyasetine tahammül ediyorum; ama namaz imamlığı
için mescitte rakibimin yakasına yapışmıyorum ve gasp için yapılan bu
hilebazlığa Müslümanların vahdetini korumak için -sadece vahdetin sembolü olan
mescitte değil- buna toplum içerisinde tahammül ediyorum ve hakkımdan vazgeçip
öfkemi bastırıyorum.
Ali mescide gelip başka bir köşede arkasına
Ebuzer'i, Bi-lal'i, Suheyb'i vs. alıp namaz kılsaydı, daha sonra da aynı şeyi
başka birileri yapsaydı, bu hem Müslümanların gelişmemiş olduklarının bir
göstergesi olurdu, hem de onlann genel menfaatler yerine şahsî ve sınıfsal
menfaatleri tercih ettiklerini gösterirdi. Ali ise burada ortak dış düşmanlara
karşı vahdeti korumak için içerideki saldırgan karşısında kendi hakkından
vazgeçiyor.
Binaenaleyh "Ali vahdetin
Sembolüdür". Hangi vahdetin sembolüdür? Tüm dertlere, işkencelere,
hilekârlıklara, sahtekârlıklara ve ailesine ve dostlarına yapılan hakaretlere
tahammül ederek koruduğu vahdetin sembolüdür. Hatta Osman, işi öyle bir noktaya
vardırıyor ki Peygamberin sürgün ettiği Mer-van'ı baş veziri yapıyor, o, Ebu
Zer'i sürgüne gönderiyor ve sonra Ali, -ne onu destekliyor ne de ona karşı
kılıç çekiyor-
190
191
Ebu
Zer'i uğurlamaya gidiyor. Mervân gelip Ali'nin önüne geçip şöyle diyor:
"Emirü'l-Müminîn Ebu Zer'in uğurlanmasını men etmektedir!" Bunlarla
birlikte Ali tüm acılara ve ıstıraplara tahammül ediyor. Yirmi beş yıl sükût
neden? Çünkü yakın dostların tüm bu maslahat siyasetleri, tertipleri,
haksızlıkları olsa da bu güç ayakta kalmalı.
Bu tür dersler her zaman mevcuttur ve
herkes, her hareket ve her fikir, böyle husumetlere kapılmaktadır.
Öte yandan Ali, tüm bu tahammülüne, pek çok
konudaki işbirliğine ve hakkını gasp edenlere ve muhaliflere karşı yumuşak
davranmasına rağmen kendi inandığı esaslara -Şiîlik de zaten bu esaslardır-
öylesine bağlı ve vefalı kalıyor ki ne pahasına olursa olsun bir an dahi
onlardan vazgeçmeye yanaşmıyor. "Vahdetin kurucusu Ali'' işte budur ve o,
bu yolda herkesten çok fedakârlık etmiş ve emek vermiştir. Vahdetin kurucusu
olmak şu şiara dayanır: "Şiîlik ve Sünnîlik arasında vahdet mümkün
değildir; ancak Şiî ve Sünnî Müslümanların düşman karşısında vahdet oluşturması
farzdır."
Vesselam
AH'yi
tanımak "zihniyet"tir, Ali'yi sevmek "duygu"dur, Ama AH
Şiîliği "eylem"dir.
Ali Şiası olmak, insanın sırtına çok ağır
sorumluluklar yüklemektedir. Bu sorumluluklar özgürlükçü ve adaletçi
öğretilerin takipçilerine yüklediği tüm sorumluluklardan daha ağırdır.
"Şiî" olmak, sadece "Ali'yi
sevmek'' ya da "Ali'yi tanımak" anlamına gelmez. Çünkü "sevmek"
bir duygudur, "tanımak" ise zihinsel bir olgudur. Oysa
"Şiîlik", - takipçi olmak anlamında- aslında bir eylemdir, bir
harekettir. Binaenaleyh bir kişi, aşk derecesinde ve onu tanrı kadar yüceltecek
ölçüde Ali'yi sevebilir, ya da bir kişi tüm hayatını Alinin hayatını incelemeye
adamış büyük bir araştırmacı derecesinde Ali'yi tanıyabilir, yahut ömrü boyunca
Ali ile birlikte yaşamış bir kimse olabilir; ama bu kişinin "Ali'nin
Şiası" olmaması mümkündür. Zira -Şiî ilminden ve kültüründen başka- "Ali'nin
takipçisi olmak" Şia kelimesinde ve Şiîlik lafzında saklıdır. Elbette ki
Ali'nin takipçisi olmanın gereği, "Ali'yi tanımak "tır ve Ali'yi
tanımanın gereği de "Ali'yi sevmek'tir. Ancak Şiîliğin asıl mânâsı ve
Şiîliğin anlamına dış gerçekliğini kazandıran şey, Ali'nin düşüncesinin, yaşam
tarzının, eylem biçiminin, Ali'nin cihat şeklinin ve tahammülünün takipçisi
olmaktır.
Bizim
müptelası olduğumuz hususlardan biri. Ali'ye ve
192
193
Ali'nin
mektebine [öğretisine] mensup olma iftiharına sahip bir millet olmamızdı. Bu.
bizim milletimizin sahip olduğu eri büyük miras, övünülebilecek en büyük tarihî
onur ve bilince, < uyanışa, harekete ve kurtuluşa ulaşılabilecek en büyük
ümit sermayesidir. Bununla birlikte Ali'ye ve Ali'nin mektebine [öğ- ,!
retisine] yani "Ali aşkına" sahip olunmasına rağmen bütün 1 bunlardan
mahrum bulunulmaktadır. Bizler
"Ali'ye sevgi" i aşamasında kalmış ve 'Ali'yi tanıma" aşamasına
bile henüz erişememişiz!.. Oysa "Ali Şiî'si olmak" "Ali gibi
davranmak"' ile başlar ve bu, tanımaktan ve muhabbetten sonraki bir
aşamadır.
Binaenaleyh biz Ali'yi seven bir milletiz;
ama Ali'nin Şiası değiliz. Çünkü -dediğim gibi- Ali Şiası, Ali gibi olmak, Ali
gibi düşünmek, Ali gibi anlamaktır. Toplum karşısında Ali gibi
sorumluluklarının bilincinde olmak ve yerine getirmek. Allah ve halk karşısında
Ali gibi yaşamak, Ali gibi ibadet ve Ali gibi hizmet etmektir.
Ali'nin hayatındaki en görkemli ve en
öğretici boyutlardan
biri,
onun düşmanlarına karşı olan tutumudur. Hangi nesilde
ya
da çağda olursa olsun, Ali'nin takipçisi olmak isteyen bir
insanın,
sadece onun hakkında kitap yazarak, şiir söyleyerek,
onu
yüceltip methederek değil; pratikte -aradaki mesafe çok
olsa
da, elinden geldiği kadar onun gösterdiği yoldan- onu ta
kip
etmesi gerekir. Ayrıca Ali'nin hayatında tahammül ettiği
kadere
hiç tereddütsüz tahammül etmelidir. I
Eğer bir kişinin Ali'nin takipçisi olmak
gibi bir iddiası varsa, Ali'den bahsediyorsa ve kalbinde Ali sevgisi varsa, önce
düşünsel çizgisine bakmalıdır. Eğer
düşünsel çizgisinde ve yüklendiği toplumsal sorumluluklarının çizdiği
hatta, halkı, kendi çağı ve nesli için
tayin ettiği yolda (kendisi de o yolda olmalıdır) ve fikrî ya da toplumsal
açıdan çatışma halinde bulunduğu cephelerde Ali'nin sahip «olduğu dertlere,
sıkıntılara 194
ve
mücadeleye sahip değilse. Ali'nin savaştığı, saldırıya uğradığı ve darbe yediği
kutuplarla, taraflarla ve gruplarla savaşmıyor, onlann saldırısına uğramıyor ve
onlardan darbe yemi-yorsa veya Ali'nin hayatı boyunca -gerek Peygamberin
vefatından önceki döneminde, gerek Peygamberden sonraki" sükût ettiği
döneminde ve gerekse kendi hükümeti döneminde-Ali ile farklı şekillerde sürekli
mücadele içerisinde olanlar, onunla iyi anlaşıyorlarsa, ondan memnunlarsa ve
onunla iyi ilişkilere sahiplerse o kimse seçtiği tarzdan kesinlikle şüphe
etmelidir. Yani "Şiî oluş'undan!
Bazıları,
maslahatçı bir tavırla ve nasihat eder bir üslupla şöyle bir yol göstericilikte
ve eleştiride bulunuyorlar: "Sana yönelik tüm öfkelerin, kızgınlıkların,
sövgülerin ve suçlamaların sebebi, senin avamın taassuplarını körükleyen, bazı
seçkinlerin mevkilerini sarsan, menfaatleri tehdit eden ve duygulan yaralayan
konuşma tarzındır. Sözlerindeki sertliği, keskinliği, saldırganlığı,
eleştirelliği ve aşağılamayı bir kenara bırak; onun yerine aklı, ihtiyatı,
kapalılığı hatta bazen maslahat gereği, meddahça bir müsamahayı ve lutfu
göster. Kurnazlık ve hüner, sözünü kimsenin eline bir bahane vermeyecek şekilde
söylemektir; sözün ne güç odaklarını korkutsun, ne hilekârları kızdırsın, ne
mutaassıp halkı tahrik etsin ve ne de donuk beyinleri, kapalı ve gerici ruhları
yanlış anlamaya sevk etsin. Aynı zamanda da sen hak sözünü söylemiş ol. -İşte hüner
budur- aksi taktirde sözünü söylemene izin vermezler, ya ezerler ya da
sustururlar. Söz söyleyip onları kendine karşı kışkırtmak hüner değildir.
Yanlıştır, hamlıktır ve sonuçta seni tehdit ederler, tekfir ederler, bütün din
ve dünya görevlileri sana karşı birleşip tahrik ve komplolar
195
düzenleyerek
seni yok eder, akamete uğratırlar..."
Ancak onlar bilmelidirler ki eğer bir yol
olsaydı, eğer beşer dilinde bir söz söyleme tarzı olsaydı: eğer halkı
uyandırmak, zihinleri bilinçlendirmek, kötülüklerle, sapmalarla, nifaklarla ve
yalanlarla savaşmak için. hak peşindeki kabiliyetli ruhları hazırlamak, insanî
değerleri savunmak için, İslam'ın ruhunu ve hakikatini (ki, islam'ın can
düşmanları tarafından rayından çıkarılıp saptırılmıştır) korumak için bir yol
olsaydı; dafr mülayim, daha barışçı, daha iyi, daha akıllıca, daha baş
ağrıtmayan daha zekice yollar bulunsaydı ve eğer insanlık dilinde
"hak" söylendiğinde hakkı istemeyen kimselerin rencide olmayacakları
kelimeler ve tabirler bulunsaydı; şüphesiz herkesten daha önce tüm bu yolları,
'göğün yollarını yerin yollarından daha iyi bilen,"51 bir hitabet
kahramanı olan, sözü kendisine bir mum gibi râm eden, sözü seçiş, söyleyiş ve
yazış tarzının bir eşine daha rastlanmayan Ali keşfederdi. Ama görüyoruz ki
İslam'ın tarihe attığı ilk adımında İslam ile birlikte olan, İslam'ı ilk kabul
eden kişi olarak Peygamberin son nefesine dek savaşta, barışta, eğitimde ve
hatta özel hayatında onunla birlikte bulunan, Peygamberin evinde can bulan,
Peygamberin kendi eteğinde can verdiği, on yaşından beri tıpkı semender52 gibi
kendisini devrim ateşine atan, yirmi üç yıl İslam'ın yerleştirilmesi için
mücadele eden, Peygamberden sonra da yaşamın son anına dek
daima tüm düşünsel, duygusal, pratik yaşamını ve varlığını imanın ve sorumluluğun
hizmetine adayan ve İslam'a kılıcıyla, sözüyle, kalemiyle, tedbiriyle,
takvasıyla. bilinciyle ve liyakatiyle can veren Ali, gücüyle şekil verdiği
ümmet içerisinde yalnız kalıyor, suçlanıyor, mahkum ediliyor, darbe yiyor ve
herkes onun etrafından dağılıyor. Dost, düşman, hâin. mümin, kâfir, müşrik.
Müslüman.
51-
"innî a'lemu bi-turuku's- sema'" Ali t
52-
Semender, ateşte yaşayan efsanevî kuş. [çeviren] 196
sahabe,
gayri sahabe, muhacir, ensar, herkes ve herkes... Hepsi bir olup fiilen onun karşısına
dikiliyorlar. (O. İslam'ın ci-simleşmiş haliydi. İslam'ın öğreticisiydi.
Müslümanlar onu anlamadılar, yanlış anladılar, yalnız bıraktılar, itham
ettiler, tekfir ettiler ve öldürdüler.) Bunların hepsi hakkı savunduğu ve hakka
bağlı kaldığı içindi. "Hakikat" yolunda en küçük bir sapmaya,
gevşekliğe, ertelemeye ve hatta bir siyasete tahammül edemeyen biri için bundan
başka bir yol ve başka bir kader yoktur. Çünkü hakperesttir. Çünkü o.
Ali'dir,53 "hakikat-pe-restliği', "siyaset-bazlık'la,
"kurnazlıkla, "çıkar ve menfaat" uğruna 'uzlaşmacılık'la
karıştırmaz.
Bugün bir şekilde, başka bir gün başka bir
şekilde konuşmak, hem hak anlamı taşıyan hem de bâtıl anlamı taşıyan söz
söylemek, hem dostun, hem de düşmanın hoşuna gitsin, hem bir sorun yaratmasın ve
hem de ailevî ve meslekî hayat -elhamdülillah- iyiye gitsin, hem avam için
tümüyle "mukaddes" gözüksün, hem de seçkinler için
"mantıklı" ve açıklayıcı olsun, hem genele hitap etsin, hem de
düşünsel devrim yaratsın, hem hurafelerle savaşsın, hem de hurafelere
tapınanlar onunla savaşmasın, hem tevhidi ispat etsin, hem de müşrikler onu
sıkıntı ve yalnızlık döneminde esir ve mahkum etmesinler,54 hem Allah şiarı
söylensin hem de üç yüz altmış put,
53-
Elbette çoğu insan hakperesttir, bu insanın fıtratında vardır. Hakkı sevmeyen
insan yoktur, hakikati düşüncelerinde, duygularında ve yargılarında reddeden ve
aşkın insanî değerlerden yüz çeviren kimse yoktur. Herkes az çok
"hakkı", "hakikati" ve "erdemi" sever. Tüm dünya
tarafından övülen kahramanlara baktığımızda onlarda da birkaç aşkın insanî
erdem olduğunu görürüz. Bu nedenle tüm insanlar cesareti, hakperestliği,
hakikati, açıklığı, paklığı, bilinçliliği, insanlara hizmeti, inanç yolunda
ölüme hazır olmayı vb. sevmektedirler. Ancak Ali'yi ve onun benzeri birkaç kişiyi
insan tarihinden tümüyle ayıran ve herkesten farklı ve mümtaz kılan şey, bu
simaların hakperestlik şeklidir... ve Ali bu simalar arasında herkesten çok
belirmektedir. Hakikati, fazileti ve özgürlüğü herkes över, hatta bâtılın
orduları, rezalete bulaşanlar, esaretin ve istibdadın yardımcıları bile. Ölçü
şudur: Bu yola kendimizi ne ölçüde koyuyoruz, işte "Hüseyin Şiî'si"
ile "Hüseyin'in yasını tutan" arasındaki fark budur.
54-
Kureyş'in boykotu yüzünden Peygamberin ve ilk Müslümanların "Şa'b-i Ebî
Tâlib'de yaşadıkları üç yıllık mahpus hayatına işaret ediliyor
53-
197
ona
tapan câhil halk ve zâlim eşraf ile bir alıp veremeyeceği olmasın, hem
Kureyş'in düzenine karşı çıksın, hem de Mekke'den sürülmeye, Habeş'e ve
Yesrib'e hicret etmeye mahkum olmasın, hem Bilal'i özgürlüğe çağırsın hem de
onun sahibi Ümeyye bin Halefi incitmesin, hem dışarıdan Bedir ve Uhud'daki
eşraf ile, Hendek'teki Kureyş zorbalarının, Gata-fan câhillerinin içeriden de
Beni Nadîr Yahudilerinin hain Beni Kurayze Yahudilerinin ve beşinci kol
niteliğindeki Abdullah bin Ubeyy'in oluşturduğu koalisyon ile savaşsın; ayrıca
iç düşmanın aslî üssüne saldırıldığmda Mekke'de, dış düşmanın aslî üssüne
saldırıldığmda Hayber'de ve cahiliyenin son ümit sahnesi olan Huneyn'de, her
yerde... Özgürlük mesajının, hak Peygamberin, adalet ülküsünün ve hakikate
imanın ferman edildiği her yerde, Ali gibi kılıç sallasın, hem de bu hiç
kimsenin kalbinde kin uyandırmasın ve onun kılıcını tatmış olan zengin ve
nüfuzlu aileler, ondan razı olsunlar en azından ona kırgın olmasınlar ve
Sıffîn'de ve Kerbela'da ondan intikamlarını almasınlar, hem dindarlık etsin,
her şeyiyle sadece din için varolsun, hem de halkı hoş tutsun. Böylece
Sakife'de kazansın, her çeşit insan onu beğensin, hem zengin sınıf, hem de
fakir sınıf, hem köle sahibi, hem de kölelik eden, hem Bilal hem de Abdurrahman
bin Avf, hem Ammâr hem de Osman, hem Ebuzer hem de Kabul Ahbâr, hem mümin hem
de ka- ' fir... Herkes onun etrafında toplansın! Hem önceki halifelerin tarzına
muhalefet etsin, hem de Abdurrahman bin Avf, Osman'ı bırakıp ona biat etsin ve
o Şûrada yenilgiye uğramasın. Hem Muaviye'nin rejimine karşı çıkıp onun suçuna
ortak olmasın, hem de Sıffîn'e sürüklenmesin, hem hâinleri velayete musallat
etmesin ve şehir halkının kaderini mütecavizlerin eline bırakmasın, hem de
"Ümmü'l Müminin" [müminlerin annesi. Hz Aişe] ve "ashab-ı
kibar'ın [seçkin sahabeler. Talha ve Zübeyir] entrikasından güvende kalsın ve
Cemel fitnesinden uzak olsun, hem Zülfikâr gibi bir kalemle câhilin sinesini
açsın, hilekârın yüzündeki perdeyi yırtsın, yetimi okşasın. fa-198
kire
cesaret versin, mazluma adalet getirsin ve korunmasızların silahı olsun ve
Cebrail gibi bir dille mesaj getirsin, sükûtu bozsun, kışı yakıp kavursun,
"felak" gibi geceyi güneşle aydınlatsın ve tüm bunlarla kör
taassupları, cehalet muhafızlarını, uşak ruhları, hasta beyinleri, sapkın
düşünceleri, karanlık ruhları, züht gururlarını, sefih akılları, iğrenç
kompleksleri, aptal zekaları, art niyet tanrılarını ve özlerinde şerefsizlik,
cehalet ve. şuursuzluk olanları kendisinden hoşnut etsin ve tüm bunlar onun
Küfe mescidindeki sessiz dinleyicileri ve Nehcü'1-Belâ-ga'sının insaflı
okuyucuları olsun ve ayaklanmasınlar. Güneş doğsun; ama yarasalar rahatsız
olmasın, karanlığa alışmış gözler
güneşin şiddetli ışığından incinmesin, uyanma ve dirilme salası verilsin ve
uyumak isteyenler ve bu uykudan hoşnut olanlar ortaya kötülük saçmasınlar.
Cehaletinden ıstırap çeken, bilme ve öğrenme isteğinde olan -ki o en iyi ilim
mücahidi ve cehaletin en büyük düşmanıdır- bilinçli câhil için değil, cehalette
yetişen, zulmette şahsiyet kazanan, cehaletin yaratılışında, tabiatında,
aklında, hislerinde, imanında hatta gözünde ve kulağında mutlaklığa erdiği,
neticede kendisini mutlak ilim bilip bâtıllarını "salt hak" olarak
düşünen ve bu düşüncede katılığın, taassubun, gururun ve iddianın taşlaştırdığı
câhil için bir söz var mıdır ki bu cahilliği yakıp kavursun ve bu taşı kırsın
ve ondan fıtratın berrak kaynağını dışarı çıkarsın; ama bu sözün sahibi hutbe
minberinde üzüntü ve öfkeden kendi yüzüne vurmasın?55 Nehrevan savaşıyla
karşılaşmasın, Allah'ına ibadet ettiği mihrapta bu taş kafalıların zehirli
kılıçlarının ucunu başının içinde hissetmesin!
"Sen kendi hak sözünü söyle,
başkalarının bâtıl sözü ile uğraşma. "Doğru yol budur" de; ama
"o yollar sapkınlık yollarıdır." deme. Sen sadece ispat yönleriyle
uğraş, iptal etme-
55-
Ali, Küfe mescidinin minberinde konuşma yaptığı sırada çevresini sarmış olan
dış düşmanın çirkefliğine, iç dostların ihanetine ve mutaassıp halkın verdiği
zararlara dayanamayarak bir an kendi yüzüne vurmuş ve inlemiştir.
199
Kâsıtîn,
Mânkîn, Nâkisfn
yi
söz konusu etme!..." diyorlar.
Ben anlamıyorum, nasıl taharet konusundan
söz edilir de necaset konusuna değinilmez?
Ben sünnet -Peygamberin sözleri ve fiilleri-
konusunda üçüncü bir unsura da inanıyorum. Hatta bunun, o iki unsurdan daha
hassas, daha genel ve daha canlı olduğunu düşünüyorum. Biz tuvalete gitme
adabını, giysi modasını ve kendi süslenmemizi bile İslam'dan almaya, sünnetten
taklit etmeye çalışıyoruz; ancak toplumsal işlerdeki yöntemin, davranış
biçimlerinin ve fikrî-toplumsal mücadele stratejisinin, nasıl başlatılacağını,
nereden başlatılacağını ve "sünnetin üçüncü boyutu" niteliğindeki
topluma yönelik itikadı sorumlulukların yerine getirilmesinde, İslâmî hedeflerin gerçekleştirilmesinde
hangi yolların takip
edilmesi gerektiğini, Kur'an'dan
ve Kur'an'ın Peygamberinden öğrenmiyoruz. Risaletin ve hidayetin ana
gövdesinde yer alan bu en temel meseleyi "kişisel anlayışlara"
bırakmışız ve onu, kişisel çıkarsamalara dayalı bir nasihat, mirasa, geleneğe
ve ahlaka dair hükümler gibi birer kişisel öğüt şekline dönüştürmüşüz. Su içme
ve misvak kullanma âdabını şer'î bir hüküm olarak İslam'da arıyoruz; ama
toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesini, eylem biçimini, toplumsal
sorumlulukları yerine getirmede yol göstericilik yapacak olan önderliğin
şeklini, yani kısaca İslam'ın düşünsel, toplumsal ve pratik anlamdaki tahakkuk
biçimini, toplumun ak sakallılarından öğreniyoruz!
İyi ki İslam sadece akaid ve ahkâmdan ibaret
değildir. Bilakis "teori" olarak Kur'an, ve pratik olarak da sünnet
ve it-ret56 İslam'ı "strateji öğretimi" ve "itikadî ve toplumsal
işlerin
200
56-
itret ile Peygamberin soyundan gelen 12 Maskım imam kastedilmektedir. Şiîlikte
12 İmam'ın yani peygamberin itretinin sözleri ve davranışla/ı da tıpkı
peygamberin sünneti gibi dini açıdan bağlayıcıdır. [Çeviren]
tekniği
açılarından çok zenginleştirmiştir. Bugün dünya aydınları tarafından
"insanî ve toplumsal sorumluluk" diye ifade edilen şey, İslam'da açık
ve belirleyici bir ifadeyle ve "emr-i bil maruf ve nehy-i anil
münker"57 şeklinde ifade edilmiştir.
Bugünün dünyasındaki sorumluluk sahibi
aydınların, liderlerin ve gelişmiş halkçı öğretilerin kültüründe bir aydının ya
da bir partinin -bireysel ya da grupsal olarak- sorumluluğu meselesini hassas
bir şekilde ortaya koyan herhangi bir terim yoktur. Bunun sebebi de açıktır.
Bu, aydınların toplumsal hedeflerini ayrıntılı bir şekilde bilmemelerinden ya
da belirsiz ilerici toplumsal ideolojilere ve devrimci ülkülere sahip
olmalarından kaynaklanmıyor. Başka bir ifade ile sorumluluktan bahsediyorlar;
ama sorumluluklarının ne olduğu hakkında bilinç sahibi değiller. Aslında bu
belirsizlik, tam tersine onların sahip oldukları gerçekçi bilimsel bakış
açılarının ve toplumsal bilinçlerinin bir göstergesidir. Çünkü her belirleme
bir çeşit sınırlandırma ve özgü kılmadır. Ve aydın kendisini, toplumu
karşısında sorumlu kılan şeyin, toplumun hayatî ihtiyaçları ve ülküleri
olduğunun çok iyi bir şekilde bilincindedir. Bu ihtiyaçlar ve ülküler, bir
toplumsal düzendeki tarihin ve zamanın değişmesine göre de, tarih ve zaman
içerisindeki toplumsal düzenin değişmesine göre de değişkenlik ve farklılık arz
eder. Aydın, toplumsal sorumluluğunu tek bir toplumsal düzenle ve sabit bir
tarihsel zamanla sınırlamak; toplumsal ve insanî gerçeklerin zorunlu değişimi
ile birlikte hareket edebilmek için konu belirlemez. Tarihin ve toplumun zaman
içerisindeki ve tarihin
57-
iyiliği emredip kötülükten sakındırmak [Çevrien]
201
oluşumu
ftekvini] içerisindeki hareketini dikkate almayan siyasî, ekonomik, askerî,
çoğunlukla da ulusal öğretilerin mutaassıpları ve ahlak filozofları ile din
adamları, soyut ve zihinsel şe- \ killere, sabit hakikatler ve kesin şekiller olarak
inanıyor ve bunları ezelî, ebedî, kutsal ve tarih ötesi (Suprahistorique)
olarak kabul ediyorlar. Veya başlangıçta kendi toplumlarının ob-;, jektif
gerçekliğine doğru bir şekilde cevap vermiş olan dinî, felsefî ya da ahlâkî
hareketlere özgü hedefler, hükümler ve şiî arlar, kendi dönemlerinde ve kendi
toplumlarının beklentileri çerçevesinde doğru olabilir. Fakat toplumsal
gerçeklerin ve beklentilerin değişmesinden sonra bu şiarlar, hükümler ve
hedefler, toplumsal açıdan zaman ve mekan gerçekliği içerisinde temelsiz,
zihinsel ve soyut formlar şeklinde kalabiliyor. Etkili reçeteler şeklinde
hükümler buluyor; ama artık bunun hastası yoktur. Yahut vardır; ama hasta
değildir. Ya da vardır; ama artık hastalığı başkadır. O hastalık hastanın
yakasını bırakmıştır; ama o hastalığın uzman doktorunun bunun yakasını
bırakmaya niyeti yoktur!
Toplumsal sorumluluk, eğer hayalî bir şey
değilse, konusunu toplumsal gerçekliğin içinden ve toplumun objektif
ihtiyaçlarıyla ülkülerinden almışsa, sorumlu aydın için nispî bir şiar ya da
belli bir zamana ve mekana özgü sınırlı bir hedef olarak telakki edilmelidir.
Böyle olmaz da daima geçerli sabit bir kalıp olarak sorumluluğunu
şekillendirirse onu donuklaştırır. Bu şekilde ya zamana ve topluma musallat
olacak ve neticede zamanı hareketten alıkoyacak, toplumunu o sabit kalıba
dökerek durağanlığa ve geri kalmaya mahkum edecek ya da zaman onun kurduğu seti
aşıp, hareket edecek o da donuk mutaassıp bir şekilde zamanın gerisinde kalacak
ve topluma yabancılaşacaktır. Böylece
sorumluluklarını yerine getirmeye kadir olmayan bir sorumlu haline gelecektir.
Taahhüdünü gerçekleştirmesi olanaksız olan sorumlu bir kişinin yapabileceği
202
tek
iş. vaveyla koparmak ve toplumsal zaaflardan ve ümitsizlikten doğan felsefî ya
da dinî ümitsizliğe duçar olmaktır.
İslam'ın kendi takipçisi olan bireyin ya da
grubun toplumsal sorumluluğu meselesini, mutlak bir şekilde serbest bırakıp, en
azından yönünü belirleyen hiçbir sınır ve kural getirmeksizin onu mutlak bir
şekilde malum olmayan bir aydın duyarlılığına ve çıkarsamasına terk etmek
istemeyişi, son derece düşündürücüdür. Çünkü bu şekilde aydın olmanın da
mahiyetinin meçhul bir değişime ve dönüşüme açık olmasından dolayı, mutlak bir
tayinin olmayışı yüzünden her şeyin kaderinin, bir "laubali egzistansiyalizm"
içine yuvarlanmasından, anlamsızlıklara ve saçmalıklara saplanıp kalınmasından
korkulur. -Nitekim bunun belirtileri korkutucu bir hız ve şiddetle kendisini
göstermektedir.- Aynı şekilde İslam, toplumsal sorumlulukları, sabit kalıplara
döküp şekillendirmek ve değişken gerçeklere, değişmez donuk şekiller dayatarak,
neticede İslam toplumunun zamandan ve Müslüman'ın da toplumdan geri kalmasını
istememiştir. -Nitekim şu an, her ikisini de görmekteyiz.-Ne esaslı bir
incelik!
İslam, bireyin ya da grubun (ümmet)
toplumsal sorumluluğunu iki "tümel" tayin edilmemişlik olarak tayin
etmiştir!
İki tümel! İzafiliğin, zamanın, çevrenin,
düzenin ve toplumsal şartların ürünü olmayan bu iki tümel gerçeklik
"toplumsal gereklilikler"den doğmamıştır. Tersine, "insanî
tecellilerden" sayılır ve zatî cevhere, insan türünün yaratılmış somut
varlığına ve hakiki insanî şahsiyetine bağlıdır. (Essence, Existence
Authentique) hakiki varlığı ve zâtıyla ilgilidir yoksa itibarî toplumsal
haysiyeti ile ilgili değildir. (Situation Sociale).
Ben burada insanı kendi bütünselliğinden
kopuk, parçacı bir şekilde ele almak niyetinde değilim. İdealistler, arifler,
bazı filozoflar ya da individüalistlerin dediği gibi. insan ile toplumu ya da
insanî olanla toplumsal olanı birbirinden ayırmıyorum.
203
Bazen
bu ikisini bağımsız bir şekilde ele alıyorsam bu. yalnızca öğretici olmasından
ve açıklamaları uzatmamak istememden dolayıdır. Bunu. bilimsel ve gerçekçi
olduğundan dolayı değil, metodik ve pedagojik bulunmasından dolayı tercih ediyorum.
Çünkü onun ikisi de bir hakikatin iki tecellisidir.
Şurası
kesin ki. toplum tüm tecellilerinde ve ilişkilerinde değişkendir ve yine kesin
olan bir başka husus da toplumdaki tüm bu değişimlerde insandaki şeyler sabit
kalmaktadır. Bugün renkli televizyonu, uydu yoluyla haberleşmeyi, Mars'ın
resimlerini, uzaya yolculuğu şaşırtıcı bulmayan bizler ile, pişmiş toprakla ev
yapmayı yeni keşfeden ve bundan hayrete kapılan Sümerli bir insan arasında pek
çok benzerlikler ve ortak yönler vardır. Teknoloji, toplum yapısı ve toplumsal
yaşam açılarından benzerlikler, çok az olsa da, sanat, toplumun ruhu, hayat
kavramı gibi insanî cevherlere ve insan türünün fıtrî tecellilerine bağlı olan
şeyler açısından çok büyük benzerlikler ve yakılıklar bulunmaktadır. Biz önceki
insanların karşısına geçip çalıştığı ip eğirme makinesine bakarak onlarla
aramızdaki mesafenin çok fazla olduğunu düşünürüz; fakat eski bir dua metnini,
bir gazele ait mısraları ya da bir mersiyeyi okuduğumuzda aradaki bu mesafenin
ortadan kalktığını ve onlara çok yakın olduğumuzu görürüz. İslam, takipçisinin
bireyin ya da grubun 'toplumsal
sorumluluğu "nu bir ya da bir kaç toplumsal konuyla sâbitleyip
belirlememiştir. (Çünkü toplumsal konu, payidar olmayan, değişken bir
fenomendir.) İslam, bunu tarihsel dönemlerdeki akışa ve toplumsal şekillerdeki
değişime rağmen sabit kalan ve her devirdeki ve her sistemdeki insanda ortak ve
benzer olan iki 'insanî olgu" üzerine bina etmektedir ki bu da onun
"fıtrî oluş'unun açık bir göstergesidir. Onlardan biri "marufu
[iyiliği] emretmek" diğeriyse "münkerden [kötülükten) sakındırmak
"tır. Bu ikisinin, iki "insanî fıtrî çaba" olduğunu görmekteyiz.
İslam, bujıu takipçilerine iki 204
•farz
toplumsal çaba" olarak sunmuştur.
Maruf ve münker. iki formsuz mânâdır, ayrıntıları
tayin edilmemiş ve mânâları haricî bir ölçütle sınırlanıp belirlenmemiş iki
tümel kavramdır.
İslam, sadece onun haricî ölçütlerinin
tayininde ve toplumsal formlarının detaylarında, tıpkı günümüzün özgür düşünen
aydınları ve sosyologları gibi, bireysel ve toplumsal sorumlulukları ya da
kendi tarihsel dönemlerinin veya sistemlerinin sorumlu gruplarını, tahsis
etmekten [özele indirgemekten] kaçınıyor, ta ki böylece özgürlüğe, aydınların
içtihadına ve her şeyin zamandaki ve toplumdaki zorunlu değişiminin ahengine
riayet edebilsin.
Şüphesiz İslam, "maruf" ve
"münker" diye müşahhas konulardan bahsetmektedir. Fakat öncelikle bu
konular da fıtrî hükümlerdendir, ayrıca bu birkaç konunun zikredilmesi,
aydınların olumlu ve olumsuz sorumluluklarının tüm dönemler için belirlenmesi
anlamında değildir.
İçtihat, kendi ağırlıklı rolünü burada da
ortaya koymaktadır. Sözkonusu etmek istediğimiz diğer bir önemli mesele de
şudur: Sorumlulukların yerine getirilmesinin tarzı ve yöntemi, Kur'an'da ve
sünnette açık bir şekilde öğretilmiştir.
Marufu emredip münkerden sakındırmak genel
bir vazifedir ve bu sorumluluğun ulemanın tekelindeki bir makam veya unvan
olduğu sanılmamalıdır. (İslâm dışındaki dinler için de böyledir.)
Marufu emredip münkerden sakındırmak, tıpkı
namaz, oruç vb. dinî hükümler ile aynı kategoride yer almaktadır.58
58-
Şiîlikte tevhid, nübüvvet, imamet, adalet ve mead [ahiret inancı] gibi dinin
teorik alanıyla ilgili konular, usul-i din, namaz, oruç, hac, zekat, marufu
emredip münkerden sakındırmak ve cihad gibi dinin pratik alanıyla ilgili
konular da füru-ı din diye adlandırılmaktadır. [Çeviren]
Toplumun
ıslahına girişmenin, kendi ıslahından sonra gelen bir merhale olduğu
sanılmamalıdır. (Zahidane öğretilerde bu söz konusu ediliyor) Nitekim dinî açıdan
bir kız ya da oğlan, mükellef olma yaşına girdiğinde namaz ona nasıl hemen farz
oluyorsa, toplumsal emir ve sakındırma da aynı şekilde ona farz olur.
Bugün marufu emredip münkerden sakındırmanın
kapsamını öylesine daralttılar ki artık 'öğüt ve nasihat" ile eş anlamlı
hale geldi. Oysa gerçek İslam'ın bakış açısına göre hükümet ve toplumun siyasî
rehberliği meselesi onun ölçütlerinden biriyken, öte yandan aşura kıyamı da,
imamın tabiriyle onun şekillerinden biridir.
Üstelik amel etme biçimi açısından o ikisi
bir arada zikredilerek, yani emir ve sakındırma, beraberce ve tek bir hüküm
şeklinde öğretilerek, bâtılı reddetmeden hakikati gerçekleştirmenin, zulüm ile
mücadele etmeden adalet için çalışmanın, uykuyu doğuran unsurların kökünü
kazımadan halkı uyandırmanın, toplumsal alanda uygulanacak "İslâmî bir
yöntem" olmadığı ortaya konmaktadır. Peygamberin sünneti ve ıtret [Ehl-i
Beyt] de bu teorik dersi uygulamalı olarak öğretmektedir. İslam'ın, kendisini
bütünüyle anlatan tek bir cümleyle başlıyor olması ne kadar heyecan verici ve
öğreticidir. Bu, İslâmî hareketin bi'setin ilk üç yılında temel aldığı tevhit
şiarıdır: "Qûlû La ilahe illallah, tuflihû"
"Allah-tan
başka ilah yoktur deyin, kurtulun."
Bu şiarda ideal hedefi mutlak kurtuluş
olarak ifade etmiştir. Bu hedefin gerçekleşmesi için dayanılacak yer tevhittir.
Bu, İslam'ın bütünü ve risaletin hedefidir. Bunların tümü bu cümlede İslam'ın
şiarı olmuştur ve bu. İslam'ın kendisiyle başladığı ilk şiardır. Bu şiarın üç
temel boyutu vardır:
Birincisi:
İnanç= tevhit... *
ikincisi:
Amel, ve emir fiili ile başlamış olan sorumluluk. O
da
nesnel bir fiildir, "âmenû" gibi zihinsel değildir!
Üçüncüsü: Amelin nasıl olacağı ya da
kurtuluş ülküsüne ulaşmak için tevhidi gerçekleştirme yolunda sorumluluğu yerine
getirmenin tekniği. Yani "nereden başlayalım? "Ne ile ve nasıl
başlayalım?" gibi her zaman için geçerli olan soruların cevabı... Şiar,
açıkça kendi bünyesinde buna cevap vermekte ve bunun ancak "La"
[hayır, yoktur, değildir] ile olduğunu öğretmektedir.
Bu şiar iki temel unsurdan oluşur:
"La" ve "illâ"; önce "lâ" sonra "illâ"!
Allame İkbâl, burada bir düşünce öne sürüyor: "Biz 'Lâ'yı bıraktık ve
sadece illâ'da takılıp kıldık, hayatın esaretine ve dünyanın zilletine düştük.
Sosyalist devrimciler 'il-lâ'yı bırakarak ve sadece 'Lâ'da takılıp kalarak59
hayatın anlamını ve dünyanın ruhunu kaybettiler."
Biz şirke karşı koymadan tevhitten
bahsettik; "Esîm [günahkar] hükümeti" inkâr etmeden "Masum
imameti" ispat ettik; zulme zarar vermeyen bir adaleti dinimizin temeli
saydık, tüm içtenliğimizle ferec [kurtuluş] beklentisinde olduk; ama şiddetli
itirazlarımız olmaksızın ve vaat edilmiş kurtarıcının zuhurunun aciliyeti için
duyduğumuz şiddetli arzudan hiç bir zâlim ve müfsit zarar görmeksizin... Ne
diyeyim? Kurtuluş ve Kâim in60 hak ve adalet kıyamı hususunda öyle bir
iştiyakımız ve acelemiz vardı ki şiddet yaratan güçler ve haksızlar, kâsıtîn ve
zalimler de bize eşlik ettiler. Cuma günleri beyaz bir atı eyerleyip şehirdeki
mazlum yığınlarla dışarı çıkıyorlar ve adaleti tüm dünyayı kaplayacak olan
kurtarıcının zuhuru için biz-
59-
ikbal Fransız devriminin meşhur şiarlarına işaret etektedir: Onlar. 'Nl ROL Nl
LOI, Nl DIEU." Diyerek kiliseye, istibdatçı saltanata ve ortaçağ
kanunlarına karşı, "Lâ" kılıcını çektiler: "Krala hayır, kanuna
hayır, Allah'a hayır!" dediler; ama "il-la'sız bir şekilde. (Ancak
ikbal, bu şiarı yanlışlıkla Rusya'daki Ekim Devrimi'ne mal etmiştir.)
60-
Kâim, kıyam eden anlamında Hz. Mehdi için kullanılan bir isimdir. [Çeviren]
59-
59-
206
207
den
çok daha fazla acele ederek "Accelallahu Teala ferecehu" [Allahu
Teala Mehdî'nin zuhurunu çabuklaştırsın] duasını okuyorlardı. Ne biz, ne de
onlar, acaba bu kıyam hangi düzene karşıdır? Bu zuhur, hangi duruma karşıdır?
Kılıcıyla gelip adaletin istikrarını sağlayacak ve halkı kurtuluşa erdirecek bu
kıyam eri, kimlerin başını vurduracaktır? Nasıl olur da hem hâkimin hem
mahkumun, hem zâlimin hem mazlumun, hem esir edenin hem de esir olanın her
ikisi de zuhurun beklentisinde olur? diye sormuyoruz ve sormamışlardı.
Niçin?
Çünkü bizim "İllâ "mızın "Lâ'sı yok. O yeryüzüne adaleti
getirecek; ama zulme de bir zarar vermeyecek! Bizim tevhidimiz: "Allah, de
kurtuTdur ve bizim "Allah" ispatımız Kabe'de dikilip topluma musallat
olan "Lâf, "Uzza" ve "Me-naf üçlüsünü ve onun etrafındaki
üç yüz altmış putu inkar etmiyor. Biz sadece Allah'ı İbrahim'in Kabe'sine
-halkın evine-getirmeye uğraşıyoruz. Bizim, Kureyş aristokrasisine ve halkın
cahilliğine ait putların Kabe'yi işgal etmiş olmasıyla ne işimiz var?
Ancak bu şiarda felsefe yapmaktan ve tevhit
konusunda ilmî görüş bildirmekten söz edilmiyor. "Kurtuluşa ulaşmak
"tan, "sorumluluktan ve kurtuluş (tuflihu) için yapılacak
"amel"den söz ediliyor.
Kurtuluşa ulaştıran tevhit, tüm şirk
putlarının reddedilmesinden sonra gerçekleşir. Zira önce yıkmak (Lâ), sonra
inşa etmek (İlla) gerekir. "İlla'sız "Lâ" yıkıcılıktır,
anarşizmdir. "Lâ "sız "illâ" da hayalperestlik, Medine-yi
Fazıla yaratıcılığı ve idealizmdir.
Müslüman'ın tevhidi, filozofun tevhidi,
sûfînin tevhidi ve kelâmcının tevhidi yoktur. İbrahim'in tevhidi vardır ve onu
gerçekleştirmenin yolu:
Balta!
Musa'nın
tevhidi vardır ve onu garçekleştirmenin yolu:
Sürüyü
kurtlara karşı koruyan ve Firavun'un sihirbazlarının
208
sahte
yılanlarını yutan bir asa!
Ve
son İbrahimî Peygamberin tevhidi vardır ve onun vasisinin tevhidi vardır ve onu
gerçekleştirmenin yolu ise: Kılıç!
"Amenû" [iman ediniz] ve
"Câhedû" [cihat ediniz] tevhit müminine hitap eden birbirinden
ayrılmaz iki emir fiilidir. Onu gerçekleştirmenin yolunu, sünnette ve itrette
bulursunuz.
Bildiğiniz gibi Ali, Muhammed'in (S) omzuna
çıkıp üç yüz altmış şirk putunu kırdı ve Bilal Kabe'nin üstüne çıkıp tevhit
ezanını okudu...
Ve sonra tam yirmi üç yıl bir elde
"Kitap", diğer elde "Kılıç" işte bu kadar...
Hakkı esas alarak konuşup bâtılla
ilgilenmemek olmaz, bâtıl seninle ilgilenir. Ali'den söz edip Muaviye ile
ilgilenmemek olmaz, Muaviye, seninle ilgilenir. Hak ile bâtılı bir yerde
toplamak mümkün değildir. Şüphesiz bunu bir arada toplayanlar vardır; ancak
onlar arasında ne yazık ki hak yok olmaktadır! Hepimiz Ali'nin yolunu seviyoruz
ve onun şahsiyetine, tarzına, arzularına, dertlerine, inançlarına, vefasına ve
hislerine âşığız. Ancak tüm bunlara rağmen bizim hayatımızın yazgısı, şuurumuz,
fikrimiz, sosyal ilişkilerimiz, kültürümüz ve ekonomik yaşantımız, Ali'si
olmayan kimselerden ve milletlerden daha iyi değildir; çünkü biz sadece
"duygu" merhalesinde, onun hakka tapıcılığını bilme merhalesinde ve
nihayet onun değerlerini "övme" merhalesinde kalmış bulunuyoruz.
Ancak uygulamada "faydacılığa tapınmak", uzlaşmacılık ve dünya ile
ahireti birleştirmek, bir çeşit "kişilik evliliği" hastalığıdır. Yani
hem kendini istemek, hem de kendi haysiyetini inşa etmek, kendi mantığını ve
inancını, genelin zevkine ve anlayışına uydurmak, herkesin yürüdüğü yolda
yürümek. Hem yürümek hem "hakperest" olmak ve Ali'nin keskinliğini
övmek, şiir yazmak, savunmak, duygulanmak vs... Bunları birbiri içine
ona
katıp
karıştırdık. Bunlar birbirine karıştığı zaman hakkın yok olacağı ve zarar
göreceği açıkça ortadadır. Bu durumda hakikatler kitaplar arasında kalan
"kelimeler ve sözler", dudaklarda ve boşlukta kalan sesler ya da
kağıtlar üzerinde ve divanlarda kalan şiirler haline gelecektir. İşte o zaman
somut olarak gerçekleşecek olan şeyler, bu "uzlaşmacılıklar",
kötülüklere ve çirkinliklere "tahammüller", sapmalara "karşı
durmamalar", tüm yalanlara rağmen "feryat etmemeler" ve
"eleştirme-meler"dir. Bunlardan kaynaklanacak baş ağrılarına tahammül
edemediklerinden dolayı Ali ye" sevgi duymakla yetinmektedirler. Çünkü
"Ali'nin Şiîsi olmak" çok güç bir iştir.
Ali,
bize büyük ve şaşırtıcı bir ders daha veriyor ve bu ders, "Ali'nin, üretim
yapması, ekonomi ile uğraşması ve bir çiftçi gibi çiftçilik yapması"
derslerinden farklı bir derstir. Bu ders, halk yönetimi ve önderlik,
özgürlükçülük, zulme, sınıfsal ve toplumsal ayrımcılığa karşı savaşmayı öğretme
derslerinden farklı bir derstir. Bu ders, ihanetlere, taraf tutmalara,
öfkelere, haksızlıklara ve iç kötülüklere tahammül etme ve kendi hakkından ve
diğer pek çok haktan vazgeçip "en büyük hak'' olan İslam'ın ve
Müslümanların vahdetini, dıştaki güçlü imparatorluklara ve içteki gizli
düşmanlara karşı korumak dersinden farklı bir derstir. Bu ders, onun yirmi üç
yıl Peygamber ile birlikte İslam'ın yerleştirilmesi uğamdaki çabalarını
gösteren bir ders de değildir.
Ali'nin bize öğrettiği bu ders, düşman
karşısında, muhalif karşısında ve insanın önünde duran cepheler karşısında
nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine dair olan derstir.
Ali'nin sözünden, sükutundan,
uygulamalarından, cihadından, düşüncesinden, duygularındaVı ve sonsuz ruh
güzelliğinden öğrenebileceğimiz binlerce ders dışında üç ders daha var-210
dır.
bu çok değerli, öğretici ve her an canlı olan bir derstir.
Bu. doğrudan "Ali ailesi'nden
öğrenilmesi gereken bir derstir
Kendisinin bir baba, Fâtıma'nın bir anne,
Hüseyin'in bir oğul ve Zeynep'in bir kız evlat olarak verdikleri bir derstir.
Bunlardan meçhul kalanlar, doğrudan Alinin "dostlarının oluşturduğu cephe
"den yani Ebu Zerden, Selman'dan, Bi-ial'den, Meysem'den, Ammar'dan,
Hicriden vs. öğrenilmelidir. Yine bu ikisinden meçhul kalanlar, doğrudan
Ali'nin "düşmanlarının oluşturduğu cephe'den öğrenilmelidir!
Bu,
ne kadar büyük, derin ve bilinçlendirici bir derstir.
Ali'yi gerçekten tanımamız konusunda Ali'nin
dostlarının bize yardım ettiği oranda, Ali'nin düşmanları da öğretici
olmaktadır.
Onların kötü çehreleri, Ali'nin pak
çehresinin tarihte açıkça ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır.
Tıpkı siyahın beyazı, gecenin aydınlığı,
kışın ateşi ve câhi-liyenin İslam'ı ortaya çıkarması gibi.
Tevhidi, şirkin ne olduğunu bilen bir
kimsenin anlayabilmesi gibi.
Ali sadece varlığının sonsuz faziletlerinde
değil, ailesinin yüce insanî tüm boyutlarında...
Dostlarının ruhî yüceliğinde, berrak
ihlasında ve mükemmel kişiliğinde...
Hem "faziletlerin eksiksizliğf'nde hem
de insanda mümkün olan "faziletlerin kemalfnde kendisine özgü bir nitelik
taşımaktadır.
Düşmanlarının "eksiksizlik" ve
"kemal'' açısından sergiledikleri insanlık tarihindeki tüm rezilliklere
muhatap olması bakımından da kendisine özgüdür. Ali'nin, düşmanları karşısın-
da
mücessem bir hak olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Hakikatin, tarih içerisinde
farklı şekil ve biçimlerde düşmanları olmuştur ve bunlar, birçok cepheden ona
saldırmıştır. İşin tu-haf yanı. tüm şekilleri ve biçimleriyle bu düşmanlar, her
bir cepheden ona karşı saldırıya geçtiler.
Ben bu bölümde, bu sınırlı yerde düşmanları
karşısındaki Ali'yi inceleyip, onun pak çehresini daha iyi tanımak için onun
düşmanlarının kara çehrelerini tanıtmaya çalışacağım. Diyalektik terminolojiyi
şer'î görmeyecek olurlarsa, eskilerin Arapça'dan naklettikleri "eşya,
zıtları ile bilinir" şeklindeki tabirle "Ali'nin zıtlarından"
hareketle "Ali'yi" anlamaya çalışacağız.
Her şeyden önce şunu bilmeliyiz ki hakikati
bir şahıs olarak farz edip ona karşı yapılabilecek tüm düşmanlıkları zihnimizde
canlandırdığımızda bu şahsın üç cepheden saldırıya uğrayabileceği sonucuna
ulaşırız. Bunlar:
"Hakikatin açıkça düşmanı
olanlar", "hakikati tanımayan şuursuzlar" ve son olarak da
"hakkı tanıyan hâinler'dir.
Hakperestliğe
ve hakperest sorumluluğa karşı dördüncü bir düşman yoktur. Bu üç düşman
şunlardır: Kâsıtîn, Mânkîn, Nâkisîn
yiyicilerdir.
Mânkîn kuş61 yiyenlerdir, Nâkisîn ise Farsça'da da kullanıldığı şekliyle
alçaklar ve şerefsizlerdir.
Bunlar o kadar da uçuk tanımlamalar değil.
Konumuz da aşağı yukarı bu tiplerin etrafında cereyan edecektir.
İbn Ebi'l Hadid'in naklettiğine göre. bu üç
tâbiri ilk kez bizzat Peygamber kullanmıştır. O Ali'ye hitaben şöyle
buyurmuştur: "Ey Ali sen, Kâsıtîn, Mânkîn ve Nâkisîn gruplarıyla
savaşacaksın..." Ama kesin olan şu ki elimizdeki Nehcü'l Belağa metninde
Ali, savaştığı üç grubu Kâsıtîn, Mânkîn ve Nâkisîn diye zikrediyor.
Burada konunun anlaşılması için-bu üç
kelimenin anlamlarını açıklamak istiyorum.
"Kâsıtîn", "Kist"
kökünden gelmektedir ve anlamı da adalet ve eşitliktir. Arapça gramerinde bazen
kelimelerin kökü, başka bâblarda ya da kiplerde çekimlendiğinde tam zıt bir
anlam kazanır. Mesela "ucme", "müphem, belirsiz, dilsiz"
anlamındadır (acem de onunla aynı köktendir), ancak bu kelime, if al"
bâbıyla çekimlendiğinde "i'câm" olur ve anlamı da müphemliğin ortadan
kaldırılması olarak değişir.62
Diğer bir örnek de "nafaka"
kelimesidir. Bu kelime "çukur" ya da "mesafe" anlamındadır.
Bu kelime if"âl babıyla çekimlendiğinde "infak" oluyor ve anlamı
da "mesafeleri orta-
Konuşmama başlık olarak neden bu alışılmamış
üç kelimeyi seçtiğim sizin için merak konusu olabilir. Benim aydınca
komplekslerimin olmadığını, tıpkı halk gibi konuştuğumu bilirsiniz. Bildiğiniz
gibi konuşmalarımın ve yazılarımızın başlıkları herkesinkinden daha sadedir. O
halde bu alışılmadık üç ismin anlamı nedir?
Buraya gelmeden önce arkadaşlardan biri
bunlara şu şekilde bir anlam verdi: Kâsıtîn, halkı bedbaht eden- bu kist fhak]
212
61-
Farsça'da "morg" kuş demektir. Farsça'da "kat" harfleri
biraz yumuşatılarak "g" bazen de "ğ" gibi çıkarılır.
Marıkîn kelimesindeki "kaf" harfinin bu şekilde çıkarıldığı
düşünüldüğünde "marıgîn" şeklinde söylenen bu kelimenin, kuş anlamına
gelen "morg" kelimesiyle aynı kökten olduğu düşünülüp biraz da
esprili bir şekilde "kuş yiyenler" olarak anlamlandırılmış olmalı.
[Çeviren]
62-
Aynı şekilde 'b"nin "t" mi "s" mi, "p" mi ya
da "b" mi olduğu bilinemiyordu. Farsça'da önceden yazıda noktalar
yoktu ve bu nedenle halk okuyamıyordu, o zaman bu müphemlik söz konusuydu.
Mesela "r" harfinin, "j" mi ya da "z" mi olduğu
bilinmiyordu. Sonra noktalamanın bulunmasıyla bu sorun çözüldü. Bu işleme ise
"i'cam" adı verildi, yani müphemliğin giderilmesi, yani
"ucme"nin zıddı.
213
dan
kaldırmak" biçiminde değişiyor. İnfak etmek, "sınıfsal mesafeler ile
mücadele etmek" demektir. Burada da "kasıt" kelimesi,
"kıstın zıddı" olarak, zâlim, istismarcı ve adalet düşmanı
anlamındadır. Bu nedenle Kâsıtînden maksat, zâlimlerdir. Yani zâlim, cebbar,
cellat, halkın haklarının ve özgürlüklerinin düşmanı, servet ve güç düşkünü, zorba,
menfaatçi, mütecaviz ve müstebit olanlardır. Cepheleri, çehreleri, tavırları,
geçmişleri, tarzları, şiarları vs. tümüyle açık ve belirgindir. Halk da
tereddütsüz bir şekilde onların tümünü tanımaktadır.
Daha basit bir ifadeyle "kasıt",
yüz yüze olunan "dış düşman "dır.
Mârıkîn ise hata, kötü düşünce, yanlış
anlama, şuursuzluk, taassup, bilinçsizlik, kötü yolun seçilmesi, dış
propagandalar sebebiyle düşmana uygun ortamın hazırlanması, hâinlerin söylenti
üretmesi, garazlıların, sahtekârların ve münafıkların yanlış bilgilendirmesi,
iç ve dış düşmanların yarattığı sosyal şartlar ve zehirli fikir akımları,
kıskançlık kompleksi, şahsî kin, bencillik... vs neticesinde din yolundan ve
doğruluktan ayrılan, hakka karşı düşmanlığa girişen ve düşmanın oyuncağı olan
ücretsiz memurlar ve garazsız garazkarlardır!
Oysa daha önce din yolunda ve hak cephesinde
idiler. Ancak düşm-anın aleyhte propaganda yapıp zemin yaratmasından dolayı
-farkında olmadan- yavaş yavaş hakikat çizgisinden uzaklaştılar ve doğru yoldan
yüz çevirdiler. Sonuçta hak cephesinden saptılar ve ayrıldılar. Bununla
birlikte onlar, hak yolu seçtiklerini, doğru düşündüklerini ve doğru
yaptıklarını zannediyorlardı!..
"De ki: Size, yapıp ettiklerinde en
büyük kayba uğrayan kimseleri haber vereyim mi? Bunlar güzel işler yaptıklarını
zannettikleri halde, dünya hayatının peşinde tüm çaba ve koşuşturmaları eğri ve
çarpık olan kimseflerdir]" (18/Kehf
214
Suresi.
103-104).
Üçüncü grup. Nâkisîndir.63 Nâkisler.
dostlarını, dava arkadaşlarını, inanç arkadaşlarını yarı yolda bırakan, onları
sırtından hançerleyenlerdir.
Hak peşinde koşan, insanî ve insanî-ilâhî bir
ideal için mücadele veren dünyanın büyük önderleri, çoğunlukla tek cephede, en çok
da birinci cephede -yani Kâsıtîn ile- savaşmışlardır. İki ya da üç cephede
savaşmış olsalar da, bu üç cephe içerisinden Mârıkîn ve Nâkisîn cephelerine
karşı verdikleri savaş, birinci cephe ile olan savaşa göre düşmanlık şiddeti
açısından daha düşük bir seviyede olmuştur. Ancak bu insanlık dışı her üç
cepheyle birden savaşmak ve bu insanlık dışı cephelerin de üçünün birden hak
cephesinin önderine karşı birbirini aratmayacak şiddette savaşmış olması,
yalnızca Ali'nin kaderinde görülebilecek bir şeydir.
Bir çok önder, bir grup ya da cephe
oluşturarak haricî emperyalistler ile ya da toprakları işgal edip halkı esir
alan iç düş-
63-
Yüzde doksan dokuz, hatta daha da büyük bir ihtimalle nakis'deki "s"
harfi, Arapça'daki "sin" harfiyle yazılmamaktadır. Halkın İslâmî
kültüre, islam tarihine ve Ali'nin hayatına daha âşinâ olduğu eski dönemlerde,
kesinlikle noktalı "s" ile yazılan "nâkis" terimi yaygındı
ve Ali'ye ihanet etmiş hâinler söz konusu edildiğinde bu terim kullanılıyordu.
Bu şekilde bu kelime giderek Farsça'da da bir terim haline geldi. Ancak bu
terim Arapça kökenli olduğundan ve halkın çoğu da bunu bilmediğinden Farsça'da
ona benzer bir kelime olan "nâkes" kelimesini buldular ve bunu bir
terim olarak Farsçalaştırdılar. (Farsça'da bu terimin akıbetine uğrayan pek çok
kelime ya da terim mevcuttur) Bu nedenle bazıları bu kelimenin, "kimse
-şahsiyeti- olmayan adam" anlamında olduğunu sandı. [Farsça'da
"kes" kimse, kişi anlamlarına gelmektedir, "nâ" kelimesi de
olumsuzluk anlamı veren bir edattır. Bu durumda "nâkes", biraz da
anlam kaymasıyla kişiliksiz adam anlamına gelmektedir] Bununla birlikte
Farsça'da "kes" değil "kis" denmektedir. Çünkü şimdi bile
halk, bu kelimeyi "nâkes" biçiminde değil "nâkis" biçiminde
kullanmaktadır. Ayrıca bugün halk "nâkis" kelimesinden,
"şahsiyetsiz adam" anlamını değil, daha çok "kalleş, dostunu
yarı yolda bırakan, insanın arkasından dolap çeviren, insanı arkadan
hançerleyen, önce arkadaşıyla beraber olup daha sonra kişisel çıkarı sebebiyle
onu arkadan vuran adam" anlamlarını anlamaktadır. Zira insanı yarı yolda
bırakan bu tür bir arkadaş -nâkis-, şahsiyetsiz -nâkes- biri olmayabilir,
şahsiyetli saygın, ağır oturaklı biri de olabilir. Kısaca "nâkis"
["sin" harfiyle yazılmış] "nâkis "tir [noktalı "se"
harfiyle yazılmış]
215
man
-Kâsıtîn- ile savaşmıştı. Elbette bu
tür ortamlarda düş-man, husumetin, zulmün, vahşîliğin ve utanmazlığın doruk
noktasında bulunmaktaydı. Gerçi bazen iç cephede de bazılarının kendi
önderlerinin ardından düzen kurduğu, ayağının al- j tına sabun koyduğu ve onu
arkadan hançerlediği olmuştu. Bununla birlikte onlar, işi kendi önderlerine
karşı resmen şid- ] detli ve açık bir cephe açacak noktaya vardırmamıştı. Zira
ge- ] nellikle bu tür iç hâinler sonunda bir şekilde sindiriliyor ya da bir
yolla susturuluyorlar ve yok ediliyorlardı; ama kimi zaman • da onlar muvaffak oluyorlardı... Ancak her
halükarda öndere ve devrime karşı birleşen bu fertlerin sahip olduğu kuvvet,
emperyalizm karşıtı iç cephenin sahip olduğu kuvvet kadar yaygın ve şiddetli
değildi.
...Halkı64 bilinçlendirip uyandırmak ve
halkı harekete geçirmek için savaşan bir önderin daima karşılaştığı
sıkıntılardan biri de şudur: Halkın câhil, bilinçsiz ve doğruyu yanlıştan ayırt
edemeyen bir kesimi, düşmandan ve düşmanın propagandasından etkilenerek, onları
bilinçlendirip kurtarmak uğruna her şeyini hatta canını bile ortaya koyan bir
insana karşı, düşmana, -gerçekte kendi düşmanına- alet olmaktadır.
...Ya da avam o kadar dar görüşlü, dar
düşünceli ve o derece tahlil gücünden yoksundur ki önderin, onların gözlerini
açmak, akıllarını canlandırmak, ellerindeki ve ayaklarındaki bağı çözüp onları
özgürleştirebilmek için çok fazla çalışması gerekmektedir.
Böylesi bir durum, her aydının ve her
sorumluluk sahibi insanın karşılaşacağı en korkunç sıkıntıdır. Geri kalmış ve
çökmüş bir toplumda, geri kalmış halkın dirilmesi ve özgürlüğü için çalışan
ilerici ve sorumluluk sahibi her sorumlu insan bu
sıkıntıyı
yaşar, bir önder içinse bu daha da kaçınılmazdır...
Ancak... Ali, bağnaz, şuursuz, dar görüşlü ve
doğruyu yanlıştan ayırt edemeyen bu Haricîler cephesinden -Mârıkîn- dolayı o
kadar sıkıntı yaşadı, onlardan o kadar darbe yedi ve bu bağnaz cephe Ali
karşısında öyle bir güç ve şiddet sergiledi ki Ali'nin savaştığı toplumdan bile
daha geri toplumlarda yaşayan hiçbir önder, böylesine bir eziyet çekmedi, darbe
yemedi ve bu Mârıkîn cephesinin -Hâriciler- gücündeki bir cepheyi, karşısına
dikilmiş bulmadı.
Başlangıçta işaret ettiğim gibi ben bu
konuda şu neticeye vardım: Esasen hak cephesinde ve uyanışa, harekete ve donuk,
esir ve câhil halkın kurtuluşuna doğru ilerleyen her kervanda, kısaca hakça her
harekette, bu kervanla ya da hareketle savaşabilecek tüm gruplar, cepheler ve
güçler, her dönemde ve her mekanda bu üç gruptan -Kâsıtîn, Mârıkîn, Nâkisîn-
uzak değildirler. Daima bu gruplardan biri, ikisi ya da her üçü, hak cephesinin
karşısında var olacaktır, daha fazlası değil. Yani dördüncü bir gruba giren
herhangi bir hâin, hak karşıtı, insanlık düşmanı vb. tasavvur edilemez. Ben
dördüncü bir grup düşünemiyorum.
Bu üç grup hakkındaki konuya geçmeden önce
şunu belirtmeliyim ki bu konu, tümüyle sosyolojiktir ve araştırmaya dayalıdır,
bu, okuyucuyu heyecanlandırıp coşturmak için yapılan bir konuşma değildir. Bu
yüzden son derece öğretici ve bilimseldir. "Rum Suresi, Sorumlu Aydınlara
Umut Mesajı"65 isimli konuşmamda demiştim ki "Kur'an canlı bir
dildir" diyorsak bunun anlamı şudur: Zaman, ihtiyaçlar, sıkıntılar,
şiarlar ve istekler değişse bile Kur'an'ın mesajı, daima şu an bizim için, bize
nazil oluyormuşçasına doğrudan bir mesajdır. Bu hassas ve ilerici Şia inancı da
şunu söylüyor: "İmam her za-
64-
Metnin aslından da cümle üç nokta ile başlamaktadır. [Çevicen] 216
65-
"Aydınlara Umut Çağrısı" adıyla Türkçe'ye de tercüme edildi.
[Çeviren]
217
ALİ
man
imamdır. İster işinin başında olsun ister evinde otursun, ister canlı olsun
ister ölmüş olsun." İmam daima
canlıdır." Bu sözünün anlamı da söylediğim şekildedir yoksa onun ölmediği
ve yok olmadığı anlamında değildir. Zira kuşkusuz dünyadaki her dinin inancına
göre hiçbir insan bu anlamda ölerek ortadan kalkmış olmamaktadır. Hiç kimsenin
soluk alıp verişi durduktan ve bedeni soğuduktan sonra yok olmadığı açıktır.
Hatta bazıları, bu sözden "yalnızca imamların canlı kaldığı, diğer
insanların ise ortadan kalktığı" sonucunu çıkarmaktadırlar. İmam, daima
canlıdır; ama bu, şu anlamdadır: O, her zamanda ve mekanda yararlanabilecek dersler, değerler ve
hidayetler bütünü olan bir tablodur. Kuşkusuz Spartaküs gibi bir insan,
insanlık tarihinde, insanlığın özgürlük tarihi açısından çok büyük önderlerden
biridir. Bu, şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak onun rolü belirli ve sınırlı
bir şekildedir ve diğer zamanlarda ve mekanlarda, canlı bir önder olarak ondan
bilinç, teşhis, hayat ve cihat dersi öğrenilemez. Ancak Ali canlıdır, daima
hayattadır, -ister otururken olsun, ister ayaktayken, ister iş başındayken,
ister evindeyken, ister şehadetin-den önce ister şehadetinden sonra- bu anlamda
canlıdır ve bu anlamda imamdır.
Diğer bir ifadeyle imam, insanın gözünün
önündeki bir tablodur ve insan, nasıl olması ve nasıl yaşaması gerektiğini,
onun mükemmel varlığından, yapıcı ve ebedî hayatından öğrenmektedir. İmamın
daima canlı oluşu, ölmeyişi, "şahit" oluşu, "şehit" oluşu,
ebedî oluşu, her yerde ve her zaman "hayy" [diri] ve "hâzır"
oluşu ve bizim için her zaman imam oluşu bu anlamdadır. Zira bu tabirde imam
"lider" anlamında değildir, "yol gösterici" anlamındadır. O
"hâkim" [hükmeden, egemen olan] değildir, "hakkın örneği ve
timsali" anlamındadır. İmam rehberlik etmemekte, rehberlik ermeyi
öğretmektedir. Mü-218
kemmel
bir örnek ve ideal bir semboldür.66
Ali işte böyle bir imam örneğidir...
"Ali'nin konuşan Kur'an" oluşu ve bunun, Şia tarafından söz konusu
edilip "teori "de ve "pratik'te anlamlandırmaksızın, onun
derinliğinin ve kapsamının açıklanamayacak olması, işte buradadır.
Rum Sûresinin tefsirinde nasıl "Kur'an
canlı bir mesajdır" diyerek bir örnek verdiysem, burada da Ali'nin
kendisini "Konuşan Kur'an" olarak adlandırması hakkında (Bu son derece
açıktır; çünkü Kur'an gerçek muhtevası olmadan sadece kağıt ve mürekkepten
ibarettir, dış ölçütleri ve somut, pratik gerçekliği olmadan sadece birer
kelimeler topluluğudur.) diyorum ki: "Bu konuşan Kur'an daima
imamdır" ve her zaman canlı kalmalıdır. Zira onun kaderi, tavrı, tutumu,
düşmanı algılayış şekli, mücadelesi, rehberliği vs. hepsi sanki şu anda bizim
önümüzde, bizimle yüz yüze olan, sanki konuşan, bize kılavuzluk eden ve bize ne
yapmamız gerektiğini öğreten bir hidayettir.
Binaenaleyh, bizim şu an Ali hakkında sahip
olduğumuz tasavvurlarımızın tam aksine Ali, yalnızca "kutsal bir si-ma'dan
ibaret değildir ki, bizim ona karşı olan sorumluluğumuz yalnızca onu takdis
etmekten, övmekten, şiir, nesir ve menkıbeyle onu methetmekten ibaret olsun.
Ali'yi yüceltip kutsadığımız, şairane ve sûfiyane sözlerle onu abartarak
övdüğümüz oranda Şiî olduğumuzu sanmayalım. Halbuki Şiîlik,
66-
Elbette imam yalnızca bu ifadede bu anlamdadır, imamın her yerde sadece bu
anlamda olduğunu söylemek istemiyorum. Çünkü başka bir ifadede, imam aynı
zamanda bir "ümmetin" fiilî ve pratik rehberidir. Yani inanca dayalı
toplumu (ümmeti), onların itikadi mektebinin tayin ettiği -ki bu, ümmet
felsefesinin kurulmasıdır- hedeflerin tahakkukuna yönelten ve Peygamberin
"ümmet inşa etme" misyonunu, Peygamberden sonra da devam ettiren
(vesayet) bir tür yöneticidir. Bu anlamda imam, yöneticidir ve bu, onun
yaşadığı dönemle sınırlıdır, "ideal insan örneği" ve "mektebin
insan şeklindeki tecessümü" biçimindeki mutlak anlamıyla, mektebin
bizatihi kendisi gibi daimidir. Burada "imam", insanî varlık
şeklindeki bir "kitaptır" ("Ümmet ve İmamet" bölümüne
bakınız.)
219
yani
"Ali Şiası olmak" zihinsel bir mesele ve kelamı bir konu değil:
"fiilî bir hakikattir." Zira "Şiîlik" "takipçi
olmak" anlamındadır ve bu bir "eylem "dir. bir "amel'dir.
"yönü belli, somut, nesnel bir hareket'tir. Sanıldığı gibi bir
"duygu" ve "ikrar" değildir, "kelama ya da sevgiye
dayalı bir zihniyet" değildir.
Biz "Ali Şiîliğini" Ali
dalkavukluğu ile karıştırdık ve sabah akşam Ali'yi övüp, onun menkıbelerinden
bahsediyoruz: ama Ali, imdadımıza yetişmiyor, Ali'ye olan aşkımız, derdimize
derman olmuyor. Çünkü pratikte Şiîliği, sanki bizim Ali'ye ihtiyacımız varmış
gibi değil de Ali'nin bize ihtiyacı varmış gibi anladık. Sanki onun bizim
övgümüze, ağlayışımıza ve duygularımızı izhar etmemize ve onun keramet ve
mucizelerini, gökteki derecelerini, Allah katındaki derecesini, melekler,
cinler ve periler arasındaki makamını sabah akşam tekrar etmemize; örneğin gök
ehline gündüzü Ali'nin verdiğini, yeri ve göğü Ali'nin döndürdüğünü. Peygamber
miraca çıktığında nereye vardıysa kendinden önce Ali'yi orada hazır bulduğunu
söylememize ihtiyacı varmış gibi davranıyoruz. Bu övgüler ile onu razı
ettiğimizi, onun sevgisini kazandığımızı ve onun da bu övgüleri dizenlere
şefaatini bağışlayacağını sanıyoruz!
Halbuki Şiîlik, Ali'yi takipçilerine
"canlı bir imam" olarak tanıtıyor. "Takipçi olan insan"
övgüler dizen insan değil, araştıran, sorumlu, hedefi olan, kendisine ve
başkalarına düzen vermek isteyen, bu nedenle de yol ve çâre bulmak çabasında
olan, neticede "yüce bir örneğe", "bir yol göstericiye"
ihtiyaç duyan, dolayısıyla imama yani Ali'ye muhtaç olan insandır. Şiî.
kurtuluşa Ali'yi överek değil. Ali yolunda yürüyerek ulaşır. "Ali: Mektep
[öğreti]. Vahdet. Adalet" kitabında ve diğer pek çok kitapta bu konuya
işaret ettim. Bu üç boyutu anlamak için önce şu noktanın zihinlerde afiklığa
kavuşması gerekmektedir.- Ali'nin hayatında üç şiar vardır. Yani Ali'nin tüm
220 '
hayatı,
üç bölümden oluşmuştur. Yirmi üç yıl Peygamber ile birlikteydi ve cihat
ediyordu; Ebu Bekir. Ömer ve Osman'ın yirmi beş yıllık hilafeti döneminde hakkı
gasp edildi, herhangi bir siyasî ve toplumsal sorumluluk almaksızın evinde
oturdu, tahammül etti ve sustu; yaklaşık beş yıllık hükümeti döneminde de
adalet için devrim yaptı.
Peygamberle birlikte olduğu yirmi üç yıl
boyunca başından beri onunla birlikte "davet" için mücadele etti. Bu,
bir inanca, bir ideolojiye ve bir mektebe [öğretiye] davetti, düşüncenin
yaygınlaştırılması ve bir düzenin kurulması, itikadı, -siyasî-toplumsal bir
devrimin zafere ulaştırılması için bir davetti.
Sonraki yirmi beş yılda da ortak dış düşmana
karşı vahdeti ve devrimi koruyabilmek için iç cepheler karşısında sükut etti.
Siyasî rehberliği eline aldığı ömrünün son beş yılında ise devrimi, iç
düşmanın, sınıfsal ayrımcılığın ve istismarın pençesinden kurtarıp, adaleti
yerleştirmek için şiddetli ve zor bir iç mücadeleye girişti. Hükümeti
sırasındaki hayatının bu son savaşı, "iman'a davet için değildi. (Çünkü
ihtilaf, iman ve öğreti üzerinde değildi.) Durmak, tahammül etmek ve susmak
gibi bir yola da baş vurmadı; zira savaşıyordu. Adaleti yerleştirmek; Osman
zamanında canlanmaya başlayan sınıfsal ayrımcılığı ve aristokrasiyi ortadan
kaldırmak; eski ashabın, mücahitlerin, münafıkların ve gizlenmiş düşmanın
oluşturduğu yeni sınıfa ve birer zorbaya, para canlısına, sermayedara dönüşen
eski devrimcilerin genç ümmet içerisinde oluşturduğu "yeni aristokrasi
"ye karşı mücadele etmek; Osman tarafından kurulan yeni burjuvazi sınıfın
ve sınıfsal sapmaların kökünü kazımak; aristokratça asaletleri ve Bedirde,
Uhud'da, Hendek'te, fetihte başları ezildiği halde bugün Medine'de yeniden boy
göstermeye başlayan karşı devrimci gericileri uzaklaştırmak için savaşıyordu.
Binaenaleyh,
Ali'nin hayatındaki üç dönem, her zamanda-
221
ki
ve her mekandaki tüm insanlar için son derece önemli bi
rer
ders niteliğinde olan "mektep
[öğreti), vahdet ve ada-
let'ten
ibarettir. Bu üç şiar. bugün dahi dünya Müslümanları
nın,
emperyalizm, Siyonizm ve iç zulmün şiddetle ihtiyaç duy-
duğu
sınıfsal çelişkiler ile istismar karşısındaki düşünsel çökün
tüsünü
ve ideolojik yoksulluğunu67 ortadan kaldıracak niteliğe
sahiptir. İmamın canlı oluşunun, daima canlı kalışının ve
Ali'nin
daima imam oluşunun anlamı işte budur! W
Zira
bugün biz şu üç facianın kurbanıyız:
1)
İdeolojik yoksulluk
2)
Siyasî tefrika
3)
Sınıfsal çelişki
1)
İdeolojik Yoksulluk:
Bugün İslam toplumlarındaki tüm aydınlar, ister
Asya'da i isterse Ortadoğu'da ve Afrika'da, yaşıyor olsunlar, İslam üm- 1
metinin bir parçası olmalarından ve İslam dünyasını emperya- I lizmin ve
Siyonizm'in saldırılarına karşı savunma mücadelesi veriyor olmalarından dolayı,
dünya görüşlerinin, toplumsal görüşlerinin, ve mücadele cephelerinin
"Zeyd"in cenahında yer almaya ya da "Amr"ın tarafını
tutmaya, bu mahalleye ya da öteki mahalleye, bu mescide ya da öteki mescide
dayalı olmadığının, tersine bunun, uluslararası cephelere, güçlere ve bloklara
dayalı olduğunun bilincindedirler. Çok iyi biliyorlar ki düşünsel karmaşanın,
inanç gevşekliğinin, yolunu kaybetmiş-liğin ve fikrî ve ideolojik temellerde
sarsıntının yaşandığı İslam toplumları (Genç nesiller ya "başka
yollar" bulmaya çalışmak-
ta.
kültürünün temellerinden ve inancından kopmakta ya da hedefsizleşmekte.
sorumsuzlaşmakta ve her şeyini yitirmiş olmanın şaşkınlığı içerisinde
bulunmaktadır. Eski nesiller ise
devralınan donuk kalıplarda taşlaşmış68 ve toplumsal sorumluluklara ve zamanın
hareketine karşı ilgisiz kalmıştır.) tıpkı Ali nin hayatının o yirmi üç yıllık
dönemindeki gibi fedakârca ve sürekli bir mücadeleye muhtaçtır. ''Davet"
için; bilince davet, o ilk İslam'a davet, Ali'nin yirmi üç yıl Peygamberin
rehberliğinde muhtelif cephelerde uğrunda savaştığı şiarlara, Ali gibi cihat
etmeye, Muhammedi mesajın tebliği için düşünsel bir hareketi başlatmaya,
itikadi bir ortamı hazırlamaya, kitleleri ideolojiye ve uyanıklığa seferber
etmeye davet...
2)
Siyasî tefrika:
Tarih boyunca tefrika yaratanlar mevcut
olmuştur. Son yüz yıldaki tefrikalar ve bölünmeler, düşman eliyle yapılıp dost
eliyle icra edilen sömürü, kavmi savaşların, taassubun ve fırka çekişmelerinin
bereketiyle! bizi birbirimize düşüren emperyalizm, yazgımıza musallat oldu, tüm
servetimizi yağmaladı ve adı İslam ümmeti olan parça parça olmuş bedeni, yüz
yıldır, iki yüz yıldır kendi sofralarına nevale yaptılar ve yapmaya da devam
etmektedirler. Emperyalizmin saldırgan köpeği olarak Siyonizm, bize musallat
olmuş, gizli hilelerle ve gizleyip saklamanın binlerce tekniğini kullanarak
bunu kamuoyundan gizlemiştir ve maalesef kamuoyu bundan tamamen habersizdir.
Biz başka şeylerle oyalanmaktayız, yapay hassasiyetlerle, küçük ve zavallı
kinlerle ve nefretlerle... İlişkilerimizin derinliklerinde, düşüncelerimizde,
yargılarımızda, dedikodularımızda,
67
Türkçe'de yoksulluk ile yoksunluk bazen birbirine karıştırılır ve yanlış bir
şekilde birbirinin yerine kullanılır. Merhum Şeriatî'nin burada fakirlik
kelimesiyle eş anlamlı olan yoksunluk kelimesini kullandığına özellikle
dikkat/tmek gerekmektedir. [Çeviren]
222
68-
Mütehaccir, Arapça'da taş anlamına gelen "hacer" kelimesiyle aynı
köktendir. Düşünme yeteneğini kaybeden, zihinsel açıdan taşlaşan, bildik
şeyleri tekrar edip durmaktan başka bir şey üretemeyen kişiler için kullanılan
bir deyimdir. [Çeviren]
999
attığımız
iftiralarımızda, hatta görünürdeki dinî hassasiyetlerimizde vs. bu ellerin
izini görürüz, bunların tümü birden tesadüf olamaz! Bu hadiseler birbirinin
yanına konup oluş sırasına göre bakıldığında sebep sonuç ilişkisi
bulunabilmektedir.
Altı gün savaşlarından (1967 Arap-İsrail
savaşından) hemen sonra (evet tam olarak bu olaydan hemen sonra) ben Mekke'ye
peş peşe dört kez gittim. Bu her dört yolculukta da Mescidü'n- Nebide ya da Mescidül-
Haram'da -Mekke'de ya da Medine'de- elime aldığım her Kur'an'ın yanına
bedavadan bir kitapçığın bırakılmış olduğunu gördüm!? Bunları oralara kimin
koyduğu malumdur! Bu kitapçıkları oraya koyan malum elleri değil de onları bu
işle görevlendiren gizli elleri bulmak lazımdır.
Eskiden Mısır'daki ilmî "el-Ezher"
dergisinin yayın yönetmeni olan ve Şia düşmanlığıyla bilinen, "Hatib"
adlı bağnaz bir molla, tüm Şiî kitaplarına göz gezdirip bulduğu her tahrik
edici konuyu ya da -çoğu Şiî âlimi tarafından da kabul edilmeyen- istisnaî her
inancı ve görüşü, tüm Şiîlerin inançlarıymış ya da Şiî mezhebinin inanç
esaslarıymış gibi aktarıp Müslümanları aldatmıştı. Onun gibilerle aynı kafada
olanlar da bizim içimizde aynı şeyi yapıyorlar. Onlar da filan bağnaz Nâsi-bî'nin,
[Hz Ali'ye Ehl-i beyt'e düşman olan fırkaya mensup kişi] filan art niyetli
gericinin ya da kimler için çalıştıkları belli olmayan propagandistlerin Şia'ya
ya da Şia imamlarına karşı yazmış olduğu her zırvayı tüm Müslümanların
görüşüymüş gibi bizim bilgisiz halkımızın önüne koyuyorlar. Tek delilleri ise
yazarın ismini, kitabın adını ve sayfa numarasını gösteriyor olmalarıdır.69
Binaenaleyh, onlar da Şiî olmayan tüm Müslü-
69-
Bkz. "Doktor Ne Diyor" 2. sayı, Yazarı, Bay el-Fâzıl... [noktalı kısımlar ki
tabın
aslında yer almaktadır] 15. sayfada diyor ki: "Ehl-i Sünnetin Şiflere
izafe et
tiği
Hz. Ali hakkındaki abartılar, Şiîler tarafından iddia edilmemiştir. Herhangi
bir
kitapta
yazmamışlardır: ama onların kendileri dS Ebu Bekir hakkında "Ebu Be-
224
inanların
Peygamber ailesine düşman olduğunu ve Ali'ye karsı kin beslediği sonucuna
varıyorlar.
Bu Hatib bey de. bizim bazı kitaplarımızda
yer alan ve çağdaş alimlerimizin hiçbirisi tarafından kabul edilmeyen Kur'an'ın
tahrifiyle ilgili sapkın görüşleri ya da bazı ashabın kâfir olduğuna dair
sözleri ve onlara yönelik sövgü içeren ifadeleri -ki bunlar Şiî ahlakının
nefretle andığı şeylerdir ve bizim aramızda Hatib bey gibi tiplerin dışında
kimsenin kaleminden ve dilinden çıkmamıştır.- bir kitapta topluyor ve bunu Şia
mezhebinin inanç esasları diye ileri sürüyor. "Hayır sever" bir
tüccar da İslam'a ve Müslümanların hidayetine hizmet etmek için bu kitabı on
binlerce adet bastırıyor. "el-Hutût'ul Arîze" ve "Keyfe Ussise
Dinu'ş- Şia" [Şia dini nasıl kuruldu] adlı bu kitap, dünyanın dört bir
tarafından gelip hac mevsiminde Mekke'yi ve Medine'yi dolduran yüz binlerce
Müslüman'a ücretsiz olarak dağıtılıyor. Onlar İslam kardeşliği ruhundan ilham
alarak görkemli bir güce sahip oldukları geçmişlerini ve İsrail'in elinde
oyuncak haline geldikleri bu günlerini düşünmek yerine İslam dünyası için en
yakın tehlike olarak zavallı İranlıyı gösteriyorlar, Hac Şeyh Abbas Kummî'nin
Mefatihu'l-Cinân70ından korkuyorlar, Afrikalı ve Ortadoğulu Müslümanları
İsrailli Yahudi'ye ve casusluk şebekesinin fantomlarına karşı değil, namaz
mührüne71 karşı kışkırtıyorlar!
Her
halükârda... Bu, asırlar boyunca Şia'ya yapılmış ha-
kirin,
ashabın en bilgilisi olduğuna, Ali'nin, ilmi Ebu Bekir'den öğrendiğine, Ebu
Bekir'in isminin güneş sisteminin üstüne yazılmış olduğuna, Allah'ın, Ebu
Bekir'den haya ettiğine...!" inanmaktadırlar." Onlann içinde bulunan
aynı zihniyet mensuplarının da tahrik ve tefrika için neler yapabildiğini
görüyorsunuz. Hem tüm Müslümanlara çamur atıyorlar hem de Ali'yi, küçültüyorlar.
O kadar ki, adeta onun yüceliğini bizden başka herkes inkar etmektedir!
70-
içerisinde bir çok duayı barındıran kalın bir dua kitabıdır. [Çeviren]
71-
Şiî fıkhına göre namazda secde edilecek mekanın toprak ya da toprak cinsinden bir
şey olması gerekmektedir, halı ya da kumaş gibi şeyler üzerine secde etmek
namazı bozar. Bu yüzden Şiîler, namaz kılarken secde edecekleri yere mühür adı
verilen ve çoğunlukla da taberrük kastıyla Kerbela toprağından yapı-'an taş
gibi sıkıştırılmış küçük toprak parçalarını koyarlar. [Çeviren]
225
karetlerden
ibaret olan ve Şiiliği reddeden bir kitaptı. Şiîlere
çok
iğrenç iftiralar attılar, bizi gulat-ı şiaya, Aliallahîlere72. İs-
mailîlere,
hatta şu an tarihte mevcut olmayan (belki daha ön
ce
mevcuttu) gruplara ve kavimlere mensup olarak gösterdi
ler
vs. vs... Bütün bu sövgüleri bize yönelttiler, "şiayı tanıt
ma"!
adı altında on binlerce adet basılan bu kitapçıkları, hac
mevsiminde
-ki hacc günleri, Batı açısından ve düşman açısın
dan
tehlikeli bir dönemdir; çünkü Müslümanlar arasında yıllar
dan
beridir atılmış olan kin ve nefret tohumlarının, Müslü
manların
bu günleYde birbirleriyle yapacakları görüşmelerle
kuruması
mümkündür- yayınlayıp dağıtıyorlar. Buna
göre:
"Biz -Şiîler-
râfızîyiz, Peygamberin ashabının düşmanıyız,
Peygamberin
namusunun düşmanıyız, Kur'an'ın ve sünnetin
düşmanıyız... Allah'ın
Cebrail'i Ali'ye nazil ettiğine;
ama
onun
Ali'ye ihanet edip mesajı Muhammed'e verdiğine inanı
yoruz....
Güneşe tapıyoruz, puta tapıyoruz, kabirlere tapını
yoruz,
örneğin imamlarımızın türbelerini tavaf ediyoruz vs...."
Evet
tüm bu hakaretleri ve iftiraları biz Şiîlere yöneltiyor
lar
ve bunları o günlerde bilinci ve iyiyi kötüden ayırma yete
neği
olmayan oranın sıradan bedbaht halkı arasında dağıtı
yorlar.
Hatta devlete ait fıkıh fakültesinde okuyan ve birkaç yıl
sonra
fakih diye nitelendirilecek olan öğrenciye: "İmam Ca
fer-i
Sâdık'ı da okuyor musunuz?" diye soruyorum, "Şiîlik
hakkında
hiçbir şey bilmiyor musunuz?" diye soruyorum, ba
na
şu cevabı veriyor: "Hayır, yalnızca Şiilerin, Peygamberi ve
peygamberliği
kabul etmeyen bir taife olduğunu biliyorum."
Yahu
sen gençsin, medenîsin, dinî ve İslâmî ilimler talebesi-
sin,
büyük bir İslâmî mezhep hakkında bu ne biçim bir yargı
da
bulunmaktır, Peygamber ailesi hakkında nasıl bir bilgi edin
mektir?
İslam fıkhının en büyük imamı olan. Peygamber evla-
*
72-
Allah'ın Hz. Ali'ye hulul ettiğine inanan aşırı Şiî grubu [Çeviren] 226
dından
olan. İmam Cafer-i Sadık'a mensup Şiilerin, böyle bir inancı taşıdığını kim
söyledi? Çok rahat bir şekilde şöyle cevap veriyor: "Kelam dersindeki bey
buyurdu"!73
Bu "yalancı beylerin" herkesi
Greenu/ich'e74 göre kurup ayarlayarak bunun adını da din koyuşlarını görüyor
musunuz? Bu zavallı adamları öylesine kuruyorlar ki onlar, kendi bilecekleri
anlayacakları ya da bir an olsun bu "bey "den kuşkuya kapılacakları
kadar bile kitap okumuyor, araştırma yapmıyorlar.
Vahdetten, -defalarca tekrar etmiş olduğum
üzere- Şiîlik mezhebi ile Sünnîlik mezhebinin vahdetini, Şiîlikle Sünnîliğin
bir olmasını değil. Şiî olan ve Şiî olmayan Müslümanların emperyalizme ve
Siyonizm'e karşı vahdetini kastediyorum. Bundan -Şiîliğin ve Sünnîliğin
vahdetinden- söz eden birinin aslında ne Şiîlikten ve Sünnîlikten ne tarihten,
ne mezhepten ne de bilimsel ve mantıksal meselelerden haberinin olmadığı
bellidir.
Şiîlik, asla ve asla itikadî temellerinden
vazgeçmemelidir, bunları bir tarafa bırakmamalıdır. "Biz bugün Şiîlik
meselesini söz konusu etmemeliyiz" bile denmemelidir. Aksine eğer Şiîlik
meselelerini titiz, bilimsel ve insaflı bir şekilde -Bizzat Ali'nin bahsettiği
gibi, bizzat İmamların bize öğrettiği gibi- söz konusu edersek; bu, tefrikaya
ve düşmanlığa sebep olmayacağı gibi, yakınlaşmayı ve anlaşmayı da
sağlayacaktır. Bu çağda, daima Şia temellerine dayanan ve yalnızca Şiîliğin
gerçek esaslarını mantıklı bir şekilde ve araştırmaya dayalı olarak söz
?
3- Bu ilginç ve ibret verici sohbeti, Medine'de Müslüman olan genç bir Alman
öğrenciyle yapmıştım. Müslüman olduktan sonra dinî ilimler öğrenebilmek için
Medine'ye, İslam'ın merkezine! gelmişti ve Şeriat Külliyesinde öğrenim
görmekteydi.
74-
Greenvvich, meridyenlerin başlangıç noktası kabul edilen ingiltere'deki bir
şehir. Greenvvich vakti, aynı zamanda uluslararası saat sistemin de ölçüsü
kabul edilir. Merhum Şeriatî, bu ifadeyle keyfî bir şekilde her şeyi tek
tipleştiren zihniyetle alay etmektedir. [Çeviren]
227
konusu
eden Seyyid Şerafeddin. Seyyid Muhsin Cebel Âmilî ve Merhum KaşifuT Gıtâ gibi
büyük Şiî alimler, gerçek Sünnî âlimlerin sevgisini kazanmışlardır. İftiraların,
sövgülerin, hiçbir gereği yoktur. Şia, bu tür sözlerin yanına bile
yaklaşma-malıdır. Zira Şiîliğin şiarlarına nasıl yaslanılacağım ve bu hakkın
müdafaasında nasıl mantık yürütülmesi gerektiğini bize bizzat Ali,
göstermiştir. Böyle yapacak ve davranacak olursak, yani eğer Şiîliğimiz, Alevî
Şiîliği olursa ve eğer Şiîliğe daveti Ali'nin yaptığı gibi yapacak olursak bu
davetimiz, karşılıklı anlaşmanın ve vahdetin aracı olacaktır. Zira Ali, en
büyük vahdet kahramanıdır. Ali'nin en meçhul hakkı -hatta Şiîlerinin ekseriyeti
arasında bile- onun İslâmî vahdet konusundaki hakkıdır. Ali'nin vahdetin
kurbanı olduğu, çok az kimsenin aklına gelmektedir. Ali, en büyük hakkını,
vesayetini, imametini, velayetini, hayatını ve hatta ailesinin geleceğini,
vahdet bozui- ] masın diye Peygamberin
dostları onun ölümünden sonra diğer pek çok harekette ve devrimde olduğu gibi
güç paylaşımı yüzünden birbirlerine düşmesin diye, Peygamberin ve Ali'nin yirmi
üç yıllık çabaları ve cihatları ile can bulan genç ümmet, iç çekişmelerle ve
siyasî oyunlarla zayıflamasın diye, İslam'ı savunacak yalnızca bu birkaç bin
kişi, İslam'ın yeryüzündeki tek merkezi olan Medine, sinmiş bedevî kabileler
ile Rum ve İran emperyalizminin düzenleyeceği ani bir komployla dağıtılmasın
diye kurban etti. Ebu Sufyan, Ali'nin hakkını ve Ali'nin velayetini bahane
etmesin diye, bunu bir siyasî malzeme yapıp kendi deyimiyle "bu Temimli
adama (Ebu Bekir) karşı Ali'yi savunmak için Medine'yi atlı ve yaya askerlerle doldur
"masın diye, "Boğazımda kemik, gözümde diken olduğu halde sabrettim, kılıcıma dokunmadım" diye feryat eden
odur.
Ali'nin, İslâmî vahdetin kurucusu olduğu çok
az kimsenin aklına gelmektedir. Ali'nin iman dönemindeki cihadı yirmi üç 228
uıldır.
Adaletin gerçekleştirilmesi için rehberlik yaptığı dönem, dört yıl yedi aydır.
Müslümanların vahdetini korumak için sabır ve sükut gösterdiği dönem ise. yirmi
beş yıldır. Bu da otuz üç yaşından elli sekiz yaşına kadar olan ömrünün en
güzel yıllarıdır. Bu dönem boyunca kendisi için bir zevk olduğu halde ne kılıç
çekti ne de mücadele etti. Takdirin ümmete rehberlik ve insanlara imamet etme
elbisesini üzerine göre diktiği bu kahraman, yirmi beş yıl evinde oturdu, kuyu
kazdı, su çıkardı ve çiftçilik yaptı!
3)
Sınıfsal Çelişki
İslam ülkelerinin en büyük sıkıntılarından
olan feodalizm, burjuvazi (Aslında Batı kapitalizminin bir aracıdır) ve
dayatılan kapitalist gelişme, tevhidî toplumsal sınıfların temellerini gün
geçtikçe daha çok sarsmakta ve sınıfsal bileşimi ve formu sahte bir şekilde
değiştirerek daha vahşî ve daha hızlı bir sömürüye ve ayrımcılığa açık hale
getirmektedir. Binaenaleyh, -sınıfsal eşitliği sağlamak ve bireyin birey
tarafından, bir sınıfın, bir başka sınıf tarafından sömürülmesini, toplumsal,
ekonomik, hukukî vs. ayrımcılığı ve çelişkiyi ortadan kaldırmak anlamında-
adalet, İslam ülkelerinin en büyük ihtiyacıdır. Bu adalet, dünyadaki tüm
toplumların özellikle de üçüncü dünyanın ihtiyacıdır.
Ali nin hayatındaki üç döneminin üç şiarı
vardır: Mektep [öğreti], vahdet ve adalet.
Ancak Ali mektebinin iki temel Şiarı,
-"Ümmet ve İmametin Sosyolojisi'nde de belirttiğim gibi-
"adalet" ve "imamet "ten ibarettir.
İmamet, -genel anlamda- düşünsel bir öğreti
esasına dayalı bir ümmet inşa etmek için, halkın devrim önderliğinin en aslî
şey oluşundan ibarettir. -Tam bir hizip olarak Şia adlı konuş-
mamda
da bunu belirtmiştim-
Adalet ise. alt yapısını tevhidin, üst
yapısını küresel adaletin oluşturduğu bir düzene dayalı olarak, etnik eşitliğe,
insan haklarındaki eşitliğe ve sınıfsal eşitliğe dayanıyor olmaktan ibarettir.
Üçüncü dünyada hangi aydın bu ikisi dışında başka bir şiar arar?
Ali'nin tüm tavır ve davranışlarının bina
edilmiş olduğu âi-m ğer üç Şiar ise, bana göre Ömer'in şûrasında,
"şeyheynin [ilk iki halife] tarzına" karşı "benim tarzım"
şeklinde tabir ettiği şeylerdir. Yani özgürlük, adalet ve bilinç.
Kâsıtîn, "özgürlük" şiarı
karşısında, Nâkisîn, "adalet" şiarı karşısında, Mârıkîn ise
"bilinç ve şuur" şiarı karşısında ayak- j landılar. Diğer bir
ifadeyle "özgürlük" "adalet" ve "bilinç"ten j
oluşan bu üç şiar, Kâsıtîn. Nâkisîn ve Mârıkîn denilen o üç cepheyi ortaya
çıkardı. Bu üç şiar, doğru ve derin bir şekilde kavrandığında hem beş yıl
topluma yaptığı önderlikle anlamlandırdığı "Ali cephesi" ve hem de
"Ali karşıtı üç cephe" açıkça ortaya konmuş olur.
Muaviye ordusundan sükunet isteyen bir adam
-herkesle her durumda barış içerisinde yaşamak isteyen biriydi- öne çıkarak
şöyle bağırmaya başladı:
-Ali
nerede? Onunla konuşacaklarım var!
Ali
karşısına gelip durdu.
Adam
şöyle dedi:
-Ya
Ebu'l Hasan sen, sayısız faziletlere sahipsin. Sen Irak'a
230
dön,
biz de Şam'a dönelim Allah'ın hükmü ne ise o olsun!
Ali
son derece yumuşak bir şekilde şöyle cevap verdi:
"Kuşkusuz senin bu konuşman insanlara
olan şefkatinden ve içinin yanmasından kaynaklanmaktadır. Fakat Allah kendi
arzında birilerinin serkeşlik etmesini ve dostlarının da bunun karşısında
sessiz kalmasını kabul eder mi?
Daha
sonra da şöyle buyurdu:
"Ben kılıçlara sabrederim; ama
zincirlere karşı sabır göstermem!"
Kısaca Kâsıtîn cephesi, Peygamberin Mekke'de,
Medine'de, Huneyn'de, Bedirde, Hendek'te, Uhud'da vb. savaştığı dış cephenin
yüz değiştirmiş şeklidir.
Tarihte bir kural vardır: Eğer ben onu bu
tabirle ifade ede-bilirsem başlangıçtan şimdiye dek insanlığın tarihî seyrinin
anlaşılmasının anahtarı elde edilmiş olur. Bu, birçok karmaşık meselelerin ve
tarihin bizleri aldattığı pek çok nifak ve sapmanın anlaşılmasının mukaddimesi
olabilecek bir konudur.
O kural şudur: "Tarih hareketi, nifak
saçan gaspçı bir harekettir. " Esasen gaspa dayalı hilafet ya da hilafetin
gasp edilmesi, sadece Peygamberden sonraki hilafete mahsus değildir. Bu, insanlık
tarihinde bir gelenek haline gelmiştir. İlerleyen bölümlerde bunun şeklini
çizeceğim; sizden, sadece bu şekil üzerine dikkat buyurmanızı rica ediyorum.
Çünkü meselenin bütünüyle anlaşılmasının anahtarı işte buradadır. Artık birçok
mesele hakkında açıklama ve yorum yapmaya gerek kalmayacaktır. (238. sayfadaki
şekil taranacak)
"Adem'in
varisi Hüseyin'de de dediğim gibi aslında tarih
231
ALI 1
felsefesi,
sınıfsal ilişkiler açısından başlangıçtan şimdiye kadar iki zıt tarihsel ve
sınıfsal cereyan (bugün tarihsel diyalektik denilen ya da başka isimler verilen
şeyi ben orada Fırat ve Dicle sembolleriyle göstermiştim) sürdü ve sonuçta
Hüseyin-Ye-zid çelişkisi şekline dönüşmekte, oradan da şimdiye dek tüm
zamanlarda devam etmektedir. Diğer bir ifadeyle bu sınıfsal ve tarihsel
çelişki, ya da tarihsel diyalektik. Hâbil ve Kabil ile başladı ve kıyamete
kadar da devam edecektir. Ben bunu "gasp hilafetinin tarihsel eğrisi
[grafiği]" diye adlandırıyorum. Bu sadece İslam tarihine ve Şiîlik,
Sünnîlik gibi mezhebî meselelere özgü bir şey değildir; tüm insanlık tarihiyle
tarih felsefesiyle, tarihsel sosyolojiyle ilgili bir şeydir.
Hakim sınıf (egemen sınıf]75 hem toplumun
manevî gücünü yani, dini, resmî olarak ellerinde bulundurmaktadırlar, hem maddî
güce yani ekonomiye sahiptirler, hem de siyasî gücü oluşturmaktadırlar. Diğer
bir ifadeyle bir toplum üç temel güç üzerine kurulmuştur ve üç boyuta
sahiptir.- Maddiyat, maneviyat ve siyaset; ya da iktisat, kültür ve hükümet...
Tarih boyunca toplumlar fikrî ve kültürel açıdan dinî oldukları, ekonomik
açıdan ticarî feodal (klasik burjuvazi-bazar) düzene sahip bulundukları ve
siyasî açıdan da bireysel güce ve istibdada tâbi
?
75- "Hâkim sınıf, (Classe Dorninante) "heyet-i hâkime'den [yönetenler
grubu]
farklı
bir şeydir. Hükümet ya da devlet diye adlandırılan "heyet-i hâkime"
toplu
mun
siyasî idaresini elinde bulunduran kesimdir. Toplumda siyasî gücü elinde
bulundurur
ve genellikle de doğrudan ya da dolaylı olarak veya gizli ya da açık
bir
şekilde hâkim sınıfa bağlıdır. Bu sınıfın veya yasama, yürütme ve yargı gücü
nü
kendi çıkarlarına hizmet ettiren bir düzenin ya da grubun elinde bir araçtır.
Ya
sama
yoluyla, hile-yi serîye yoluyla -bunlar işe yaramazsa- zor kullanarak ege
men
sınıfı savunan bir gruptur. Sonuç itibariyle hâkim sınıfın siyasî aracı ya da
kullandığı
gücüdür. Ancak hakim sınıf, (grup, heyet ya da siyasi örgüt değil) top
lumsal
bir sınıftır. Güç açısından toplumun kaderine ve halkın hayatına tasallut
eden
kişiler topluluğudur. Üretim kaynaklarına, üretim araçlarına, paylaşıma ve
tüketime,
kısaca toplumun haklarına, yazgısına, maddî hayatını oluşturan her
şeyine,
hatta halkın kültürel hayatına bile egemen olan sınıftır, iş gücünün bir
kısmını
istihdam eden, genel tüketimin bir kısmını elinde bulunduran bir kapita
list,
siyasî bir unsur olmasa da hatta döneminin hükümetine muhalif olsa da hâ
kim
sınıfın bir üyesidir. *
232
oldukları
için toplumun bu üç boyutu, mülkiyet, ruhâniyet [din adamları] ve hükümet
şeklinde nitelendirilebilir.
Eski sınıfların şekil değiştirmiş olduğu
geleneksel olmayan veni toplumlarda da bu üç güç mevcuttur. Fakat bunların
formu değişmiştir. Mesela dinî olmayan toplumlarda, toplumun düşüncesine ve
kültürüne hâkim olan ruhanî sınıf yoktur. Bunun yerine orada felsefe, bilim,
edebiyat, sanat ve özellikle de ideoloji, dinin toplumsal rolünü ifa
etmektedir. "Entelektüel", "ruhanî'nin yerini almakta, ya da
istibdatçı saltanata dayalı siyasî düzen ortadan kalkıp anayasaya, parlamentoya,
seçimlere ve yazılı kanunlara dayalı bir düzenle, siyasî anlamda hükümet etme
gücü bir kişinin elinden çıkarak bir topluluğun eline geçmektedir. Bundan da
önemlisi "kanun" "zor'un
yerine geçmektedir. Daha anlaşılır bir ifadeyle zor, "silah"
şeklinden "kanun" şekline dönüşmekte ve form değiştirmektedir. Batı
demokrasilerinde egemen olan, elini halkın kafasının üzerinden kaldırıyor,
halkın "kafasının içine" sokuyor ve hükümetini "zor"la
değil, "oy'la halkın arasından çıkarıyor. Zira serbest kapitalist
hükümetlerde ve Batılı liberal burjuvazilerde sahte oyları seçmen sandıklarına
gizlice koymuyorlar, bilinçsiz seçmenlerin kafalarının içine koyuyorlar.
Ekonomik açıdan da insanlık tarihinde ilk
kez ortaya çıkan uzlaşmaya dayalı yeni kapitalist düzen, her zaman var olan rekabete
dayalı sermayedarlığın" yerini alıyor. (Marks, on dokuzuncu yüzyılda bunu
tahmin edemedi ve sonuçta Marksizm, yirminci yüzyılda her yerden ve her
zamankinden çok daha fazla Amerika ile orta ve batı Avrupa'ya yakın olmalıyken
her yerden ve her zamankinden çok daha uzak hale geliyor). Ekonomi, sınırsız
bireysel mülkiyetlerden ve rekabet ortamından çıkıp grup mülkiyetleri haline
geliyor, tröstler, karteller ve ortak pazarlar... Artık para değil, cadı
kazanları, savlar, rakamlar, semboller, krediler, hisseler, bütçeler, sembo-
lik
alış verişler, gizli sömürüler, yalancı refahlar, dayatılmış alım güçleri,
sahte mutluluklar... Artık mal transferi değil, sermaye transferi...
Sosyalizm benzeri düzenlere gelince... Her
üç güç de, birbirine karışmış halde egemenin eline düşmüştür! Geçmişte bu üç
toplumsal güç, ekonomide bireysel mülkiyet şeklinde, kültürde dinî ruhaniyet
[din adamları] şeklinde ve siyasette istib-datçı saltanat şeklinde tezahür
ediyordu; ama arazi sahipleri, köle sahipleri, ruhanîler, şehzadeler,
saraylılar ve komutanlar tek bir sınıf oluşturmaktaydı. "Zer" [altın]
da onların elindeydi "zor" da onlann elindeydi. Din ya da büyü
şeklindeki züht ile halkın düşüncesine, kültürüne, inancına ve duygularına
hükmediyorlardı.76
Bu şekilde ruhanîler sınıfı, dinî zihinleri
saptırmanın, mevcut durumu kabul edilebilir kılmanın ve egemen düzeni kutsal
göstermenin aracı haline getiriyorlardı. -Bu düzeni, dinî inanca ve dinî
hükümlere tatbik ediyorlardı- Devrim dönemlerinin istisnaî günleri ve bi'set dönemleri
hariç olmak üzere, gerek büyü gerekse din, gerek şirk gerekse tevhit, gerek hak
din gerekse bâtıl din, üçlü egemen sınıfın boyutlarından biri olan resmî ruhanî
sınıfın elinde olmuştur. Bunlar, ortak bir rol üstlenmiştirler. Örneğin Yahudi
hahamlar, firavunun büyücülerinin yaptıklarını yapıyorlar. "Zer"i
[parayı] ele geçiren bir sınıf olarak bunların ekonomik boyutunda kölelik
döneminin şekli, paryalık döneminin şekli, feodalite döneminin şekli ve
kapitalist dönemin şekli... tek bir gerçekliğe sahip olmuştur.
Bu sınıf siyasî boyutuyla "zor"u
ele geçiren egemenler ve hükümranlar olarak, muhtelif şekillerdeki monarşi,
aristokra-
si.
oligarşi, teknokrasi,77 ve bugünkü demokrasi biçimlerinde halk üzerinde siyasî
egemenlik kurmuştur. Her halükârda her üçü de. sınıfsal çıkarlarındaki ortaklık
ve toplumsal durumla-rındaki benzerlik dolayısıyla halk karşısında üç boyutlu
-teslis-tek bir sınıf oluşturmuşlardır. Söylediğim gibi bu teslis ya da dinî ve
semavî üç tanrı, gerçekte yeryüzünün her zamanki üç tanrısının izdüşümüdür.
Tarih boyunca tüm yeryüzündeki halklar, bir bedene ait üç kolun ve bir başa ait
üç çehrenin düşünsel, ekonomik ve siyasî esiridir. Tarih boyunca "hakim
resmî dini" elinde bulunduran sınıf, bu teslisi tevhide çağıran peygamberlerinden
hemen sonra tevhit dinine de sokmuşlardır.78 Daha önce de belirttiğim gibi
Zerdüşt dininde Ahura-mazda'nın üç "âzer"i [ateşi] vardır, Yunan'daki
"Hecate"nin, Veda dininde Vişnu'nun üç yüzü vardır, Roma
Hıristiyanlığında da İsa'nın üç yüzü vardır: Baba, oğul ve RuhuTKudüs'ten
oluşan tek bir tanrıdır. Hatta Peygamberden sonra hâkim olan "resmî
İslam"da Peygamberin İslamına bunu yapmak için üç çehre bulmuştur!
İslam'ın tevhidi son derece açık ve kesin temeller üzerine oturduğu için,
Allah'ı üç "veçheli" olarak gösteremediler. Bu üç veçhenin Allah'ın
tecelligahı olduğunu söylemenin herhangi bir sakıncası yoktur.
"Gasp hilafeti" şu anlamdadır: Bu
üç sınıf -birbiriyle el ele vermiş üç yüzlü bir sınıftır- toplumun üzerinde
onunla birlikte hareket halindedir. Hâkim sınıfın ayaklan altında bulunan
mahkum sınıf ise halktır.
Nitekim
tarihte bu mahkum katman ve o üç hâkim kat-
76-
Antik İran'da halka karşı olan bu üç boyut, el birliği edere£ yönetmekteydi.
Bunlar da "Husrev" [sultan, hükümdar] köylüler ve "mubed
"den [Zerdüşt din adamı] oluşmaktaydı.
77-
Cümlenin gelişinden merhum Şeriatî'nin burada teknokrasi yerine teokrasi
kavramını kullanmış olması gerekiyor, kitabın Farsça'sında geçen teknokrasi kelimesinin
tashih hatasıyla bu şekilde yazılmış olması muhtemeldir. [Çeviren]
78-
Bkz. "Şirkin sosyolojisi" 1350 yılında [Bu tarih iran'da kullanılan
hicrî şemsî takvime göredir. Bu tarih miladî takvimle 1971 yılına tekabül
etmektedir] Tahran Üniversitesindeki Edebiyat ve İnsanî Bilimler fakültelerinde
verilen konferanslar.
77-
77-
234
9-^
t;
man
beraberce asırlardır tek düze bir şekilde hareket etmektedir. Bir kesim, -şehit
HâbıTden doğan bir "rayet79", cellat Kabil den doğan ise üç
elamandır- halkın kafasına gönlüne ve midesine tasallut etmektedir. Her üçü de
bir "hannas" olarak "rabbu'n-nâs" [insanların rabbi]
olduklarını. "meliku/fmâli-kuj'rı-nâs [insanların sahibi, efendisi]
olduklarını ve "ilah'in-nâs" [insanların ilahı] olduklarını iddia
etmektedirler.
Mahrum sınıfla, nâs" [insanlar]
sınıfıyla olan ilişkileri de malumdur: İstibdat, istismar ve istihmar
[eşekleştirme] ilişkisidir!
Bir hareket, devrim, bi'set, öncü, rehber ya
da -İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed gibi- bir Peygamber: halkın kurtuluşu,
"hikmefin ve "kıst'ın yani bilincin ve adaletin yerleştirilmesi için
ortaya çıkıp cehaletle ve halkın "mustazaflığı'80 ile mücadeleye başlar
başlamaz bu teslis hükümetlerinin yolu kapanıyor ve bahsettiğim ilişkiler de
darmadağın oluyor.
İdeoloji, bir peygamberin ve devrimci bir
grubun "kurtuluşa" "davetiyle" (davet ve kurtuluş
kelimeleri, çok derin ve çok güzel kelimelerdir.) ve devrimci bir
"lâ" [hayır] ile "kesin bir red ile", açık ve güçlü bir
"emir ve neyih"le başlar. Zira hak Peygamberler arasında uzlaşmacı ve
"muhafazakâr" bir Peygamber yoktur. Tüm Peygamberler davetlerini
başlatırken bu "dâvet'le ve bu "darbe" ile başlamıştır.81 Musa
asasıyla başlı-
79-
Rayet: Buyruk altında yaşayan sıradan kişi. Türkçe'de daha ziyade bu kelimenin
çoğulu olan reaya kelimesi bilinir. [Çeviren]
80-
isti'zaf. zayıf düşürmek demektir, zayıf düşmüş değil, zayıf düşürülmüş olana
da mustaz'af denir. [Çeviren]
81- Nasihatçiler
diyorlardı ki 'Sen -Peygamber- bu putlarla niye uğraşıyorsun?...
Sadece
Allah'ını tanıt, o zaman halk yavaş yavaş bilinçlenir, aydınlanır! Ayrıca
sonuçta
bunlar da saygın putlardır ve senin tevhidinle yavaş yavaş kenara itile
cektirler.
O zaman halk sana karşı kışkırtılmış olmaz *e seni ansızın ortadan kal
dırmaya
çalışmaz. Habeşistan'a. Medine'ye hicret etmenin, işkence ve eziyet
çekmenin
ne faydası var? Öyle davran ki halk yavaş yavaş "gelsin" ve bilinçlen
sin.
O zaman çok uzun sürmeyecek. Yani şimdiye kadar geçen bin dört yüz yıl
236
yor.
İbrahim baltasıyla... İslam Peygamberi ise davetini "lâ" ile
başlatıyor.
Ali de Alevî Şiîliğinin esası ve temeli
olan "yöntemini"
şeyheynin" [Ebubekir ile Ömer] yöntemini inkar ile ispat ediyor ve Ömer'in
şurasında şura başkanının uzlaşmacı dâvetine açıkça ve dürüst bir şekilde
"hayır!" diyor.
...Tarihin akışı değişiyor, bu devrim,
sınıfsal ilişkileri değiştiriyor. Halk işbaşına geliyor ve "güç'lerin
elinin altında "esir" olan, onlara teslim olan, ümitsiz, hatta
duygulardan bile yoksun hale gelmiş kitleler arasında bilinç, isyan, kararlılık
ve hareket ortaya çıkıyor. Bu dönem devrim dönemidir ve bu devrimci dönemin on,
yirmi, otuz ya da elli yıl hatta daha fazla devam etmesi mümkündür. Lâkin tarih
yirmi, otuz ya da elli yılla başlamıyor. Aslında bir kaç nesillik bir süreci,
zamanın yatay hareketine bırakmak gerek... Bu dönem esnasında,
boyunca
halk hâlâ aydınlanmaya devam mı ediyor?! Sen, Allah'ına sarıl; ama "la
ilahe" ile uğraşma, ispatları ortaya koy, inkarlardan uzak dur, tevhitten
makul, mantıklı ve edepli bir dille bahset, ama şirke saldırma. Gördüğün gibi
halkın taassubu ve eşrafın gücü var ve ashabına eziyet etmektedirler. Sonunda
bir gün seni de Mekke'den kovacaklar. O zaman iyi mi olacak?" Ancak gördük
ki bu tedbirli ve şefkatli nasihatlere ne Peygamber ve ne de ondan sonra Ali
kulak astı. Hem islam, tevhit için şirke karşı "lâ" ile başladı, hem
de Şiîlik, imamet için hilafete karşı "lâ" ile başladı. Binaenaleyh
Ali'nin islam'ı hem açık şirke ve dış düşmana "hayır" demektir, hem
de gizli şirke ve iç düşmana, nifaka, yalana, imtiyaza, eşrafçılığa, hurafeye,
gaspa, bidate, zora ve islam'ın tahrifine "hayır" demektir. Yani
"Muhammed sünnetinin" islam'ı olan, "Ali'nin uygulamaları"
olan Şiilik, Allah'ın ve halkın düşmanlarına hayır demektir. Kısıtlı
imkanlarımız ölçüsünde islam'ı Peygamberin sünnetiyle ve ıtretin
uygulamalarıyla anlamaya, daveti ve hakikati tebliği islam'ın bu büyük
öğretmenlerinden öğrenmeye çalışan kişiler olarak bizlerin de hem islam'ın hem
de Şiîliğin kendisiyle başladığı bu "lâ'yı, kendimize şiar edinmemiz
gerekmektedir. Bunu, benim derslerimi, konuşmalarımı ve yazdıklarımı yayımlayan
İrşad Yayınlarının logosu olarak da seçtik.'Beni tanıyan ve böyle bir
önceliğimin olduğunu bilen sanatçı dostlarım, irşad yayınları tarafından
kitaplarımın kapağında gördüğünüz logoyu Konya'da Mevlânâ'nın mezarında bulunan
kûfî hatla yazılmış bir kitabeden aldılar.
Bu
"lâ", tevhidin şirk karşısındaki "lâ'sıdır ve Ali Şiîliğinin,
Nâkisînden bazılarının, kâsıtînin emriyle, mârıkîni yoldan saptırarak ondan bir
Ebubekir, bir Ömer ve iki de Osman çıkardığı şurada, Ebubekir'in. Ömer'in ve
Osman'ın yöntemini reddettiği "lâ"dır.
237
"bi
setin"82 - bu bi'set hakikati bulmak için kazı yapan içsel ve zihinsel bir
bi'set değildir. Tersine bu üç boyutu yok edinceye kadar yüz yüze mücadele eden
bir bi'settir- düşmanları, onu yok edinceye dek tüm güçleriyle onunla
savaşırlar. Ancak ilahî irade ve tarihsel cebir -Bunların ikisinin aynı şey
olduğunu söylemiştim- bu hareketi ve bu
bi'seti kesinlikle muzaffer kılıyor ve bu üçlü düşmanı yenilgiye uğratıyor,
-eski dini ellerinde bulunduran düşmanlar, halkın ekonomisini ve geçimini
ellerinde bulunduran düşmanlar, halkın yaşaması verecekleri emirlere bağlı olan
düşmanlar, bunun karşısında mağlup oluyor- Onlar artık yüz yüze savaşamadıkları
için teslim olup hareketin içine yöneliyorlar. Ancak onlar toplumsal güce,
"siyasî şebekelere'' sınıfsal
ilişkilere, ailevî itibara, ekonomik imkanlara, avam içerisinde sahip oldukları
nüfuza ve çoğunlukla da kişisel açıdan zihinsel, toplumsal ve bilimsel eğitime
sahip oldukları için (zira üst sınıfa mensuplardı, tahsil görmüşlerdi, daha
eğitimli, bilinçli ve uyanıklardı) bu hareket içerisinde sıradan birer fert
haline dönüşmüyorlar, eski güçlerini, itibarlarını, sınıfsal mevkilerini ve
seçkin [eşraf] olmaktan kaynaklanan
nüfuzlarını "zahiri kalıplar'' ardına saklayıp yeni inançlarını
koruyorlar! İşte bu noktada bu irticaî ve cahilî unsurlar, devrimin içine
sızdıktan sonra yüz yüze savaştıkları o devrimci gücü ellerine geçiriyorlar,
eski cahilî cephede kafalarına inen o silahı kapıyorlar, böylelikle de yeni
devrimci toplumun egemen gücü ve resmî savunucusu haline geliyorlar. Gerçekte
tek bir sınıf olan bu üç unsur ya da boyut, devrimin
82-
Burada da "bi'set" kelimesi devrim kelimesine göre daha iyi ve daha.
uygundur. Zira "bi'set" halkın durgun, uyumuş, ölmüş bilincini,
düşüncesini ve duygularını harekete geçiricidir. Ölümcül bir çağda, bütün
düşüncelerin, iradelerin, şahsiyetlerin, erdemlerin, kabiliyetlerin toprağa
gömüldüğü bu mezarlık diyarında, bi'set, israfil'in sûru gibi, bu mezarları
açıyor, ölü iskeletlere can veriyor, bir diriliş ve mahşer yaratıyor, adalet
terazisini, hesabı, mizanı, günahı ve sevabı, mükafatı ve cezayı, cenneti ve
ateşi... ve kıyameti başlatıyor.
238
zafere
ulaşmasından sonra -zahiren- yok olmaktadırlar. Ancak nifak maskesiyle
mücahitlerin ve inananların safında gizlenmekte ve kendilerini yavaş yavaş bu
devrime mirasçı yapmaktadırlar. -Hedefleri bu devrimi yok etmek olan- bu gerici
akım ve önceki sınıfsal ilişkiler, bu kez devrim döneminde sürdürülmektedir.
Hem de bu devrimin, bu yeni dinin, mektebin ve şiarın adıyla... Oradaki
isimleri mesela "müşrikler" idi ve Allah'ın dinine ve tevhide karşı
savaşıyorlardı; ancak burada isimleri "muvahhit'tir ve Allah'ın dini ve
tevhit için savaşıyorlar! Orada halkı, "ganimet" almak adına
yağmalıyorlardı; ancak burada "zekat' adına yağmalıyorlar. Orada
"Atina'yı, "Roma'yı "Taht-ı Cemşîd'i gurur, yağma ve güç için,
askerî ve kavmî gururlarını ve maddî hırslarını tatmin etmek için ateşe
veriyorlardı, burada ise Sumenat'ı83 hazinelerini yağmalamak, gücünü ve
şöhretini yıkmak, "cihat" adına "put haneyi ortadan kaldırıp onu
Allah'ın evine dönüştürmek... vs., vs... her halükârda görüyoruz ki
"ilişkiler'' aynı ilişkilerdir ve hiçbir fark yoktur. Binaenaleyh, daha
önce her üç cepheden devrime ve bisete karşı zer, zor ve tezvirle savaşan bu üç
irticaî boyut, şimdi hilafet ve resmî veraset elbisesinde devrimin adıyla ve
devrimin şiarıyla yine o tarih yasasını devam ettirmektedir. Yeni hilelerle ve
aldatıcı şiarlarla halk arasına çıkmaktadırlar. Devrimden önce onları çok iyi
tanıyan halkın, şimdi bunların o kişiler olduğunu yeniden anlaması için
yılların, asırların geçmesi gerekmektedir.
Yılların geçmesiyle yeni maskeleri ve yeni
düzenleriyle artık halkı aldatmaktan âciz kalan bu kişiler, şiddet, çelişki,
fesat, ve zulümle halkı patlama noktasına getirirler. Yeni bir
83-
Sumenat, Sume [ay] ve nat [sahip] kelimelerinin birleşimiyle oluşmuş
Sansk-ritçe bir kelimedir. Hindistan'daki eski Sumenat şehrinde Ay sahibi
(Tanrısı) ya da Ay Mabedi adlı büyük bir tapınak bulunmaktaydı. Sultan Gazneii
Mahmud, Hindistan'a seferinde orayı yıkmış ve oradaki büyük putu kırmıştı.
[Çeviren]
239
devrim
ve yeni bir bi'set gerçekleşir. Bu aynı sınıfa ait üç boyut, yine her üç
cephede yeni devrimci güçlerle çatışmaya başlar, direnir sonra yine yenilir,
teslim olur sonra bir kez daha devrim cephesinin içine sızar. Toplumsal
güçlerini ve ilişki ağlarını, devrimin kaderini ellerine geçirebilmek için
devrim saflarının içerisinde yine korurlar. Böylece bu devrimin mirasçısı
olarak, önceki üç boyutla varlıklarını sürdürürler. Bu nok- I tada tarihte şu
ilginç kuralı, -tarihin aldatıcılığı- görüyoruz.- I Birkaç asırda bir, bir
devrim gerçekleşmiş, önder ya da Peygamber, kıyam etmiş ve adalet, bilinç,
kurtuluş, kültür için ve zulümle savaşmak için halk isyanını başlatmıştır.
Fakat bu dev- I rimin, bi'setin ya da isyanın zafer kazanmasından sonra tek- I
rar bu "üç renkli" şerit devam etmekte, aynı şekilde ancak farklı şiarlar,
şekiller ve isimlerle varlığını sürdürmektedir.
İbrahim zamanından bugüne dek geçen zamanda
-en açık tarihsel dönemdir- çeşitli ilahî, tevhidî ya da insanî devrimle- i rin
ortaya çıktığını ve hepsinin de zafere ulaştığını görüyoruz. Yani tarih,
uygarlık, din vb. değişmiştir. Şirk düzeni yerini tev- | hide, Firavun Musa'ya,
Kayser İsa'ya ve Ebu Sufyan İslam Peygamberine bırakmıştır. Ancak her devrim,
zaferi ve bağımsızlığı kazandıktan sonra bu "üç renkli şerit" yine
mevcut olmuştur ve hiçbir şey fark etmemiştir!
Şimdi, akıllara "peki sorun
nerededir?" diye bir soru takılmaktadır. Bunun cevabı çok açıktır: Bu üç
güç ya da kişi, -Söylediğim gibi bunların heykelleri, Mina'dadır ve haccda
taş-lanmalıdır.- Peygamberle (Peygamberin dostlarıyla ya da peygamberin bi'seriyle)
savaştıkları zaman eğer kazanırlarsa bu taktirde bi'set ortadan kalkıyor ve o
üçü. güçlerini ve hükümetlerini devam ettiriyorlar. Ancak eğer yenilirierse
hemen onun "takipçisi", sonra da "halifesi" ve veliahdı
-ilmî, siyasî, mezhebi ya da dinî veliahdı- oluyorlar. Bu taktirde o eski
ilişkiler, isim, kılık ve dil değiştirerek kolaylıkla devam ettiriliyor. 240
Sonuçta,
arada feda edilen şey. o bi setin ruhu ve halkın bilinci, bakışı ve
hareketidir. Zira halkın bu üç boyutu tanıması, güçlerini liderlerine seferber
etmesi ve çetin savaşların ardından zafer kazanmış olması uzun bir zaman
almıştır. Fakat bu kalıpların, şiarların, görüntülerin, maskelerin ve isimlerin
değişmiş olması yüzünden halk, asırlardır hâlâ bunların onlar olduğunu
anlamamıştır!
Zavallı İranlı asırlar boyunca mubedin,
[Zerdüşt din adamı] husrevin [hükümdar/sultan] ve dehgânın [köy ağası/servet
sahibi] elinden sıkıntılar çekmiş, sömürülmüş; ama daha sonra bunların üçünün
de ellerini, bu zavallının tabağına daldırmış olduklarını anlamıştır. Medine'de
bir devrim yapılmış, ümmî bir kişi, yeryüzünün zavallılarına, mazlumlarına ve
mahkumlarına Allah'tan bir mesaj getirmiştir. Bütün güçlerle ve ayrımcılıklarla
savaş halindedir ve bütün duvarları yıkmak istemektedir. Bugün bu mesaj, mesajın
düşmanlarıyla savaştadır. Düşman kimdir? Düşman Bedirde, Uhud'da, Hendek'te,
Hay-ber'de, Kadisiye'de, Nihavend'de, Tebük'te ve Yermük'tedir ve son derece
nettir. Hendek iki cepheyi birbirinden ayırmıştır. Bir tarafta yeni mesajın
cephesi: Mesajı getiren ve o mesaja inananlar; diğer tarafta putperest
düşmanlar cephesi ve liderleri Ebu Sufyan. O, "Hubel" isimli putu
eline alıp "En büyük Hubel" diye yüksek sesle slogan atıyor. Bunlann
sloganı Allah, onlarınki Hubel, burada tevhit var. orada şirk. Bu tarafta
Muhammed (sav) ve Ali var. orada Ebu Cehil ve Ebu Sufyan... Bu taraftakiler
adaleti yerleştirmenin peşindeler, o taraftakiler ayrımcılığın devamı
peşinde... Bu cephedekiler tüm kabilelerin ve bireylerin eşitliğini sağlama
çabasındalar, o cephedekiler Kureyş eşrafçılığmın
[seçkinciliğinin/aristokrasisi-nin] korunması çabasında... Ancak bu
cepheleşmede Ali'nin bir darbe ile düşmanın en büyük kahramanını yere serdiğini
ve Ebu Sufyan m da kaçtığını görüyoruz. Hendek olayından
241
bir
müddet sonra Ebu Sufyan Medine'ye geliyor. O şimdi hendeğin bu yakasındadır
yani Müslüman'dır. Hubel'i bıraktı, Lâfı Taif'te elleriyle kırdı ve artık tam
bir muvahhit oldu! O Hevazin ve Sakif müşrikleri ile savaşmak için Peygamberle
Huneyn'e geldi. O kadar Müslüman oldu ki İslam'a karşı olanları, Peygamberin
hükümetini kabul etmeye zorladı, böylece iki bin taraftarı, İslam'a yani
"hendeğin bu tarafına" geçti.
Sıffîn, hendeğin "bu tarafında
"dır. Burada Ebu Süfyan'ın artık Hubel'i
bir kenara itmiş olduğunu ve onun yerine
"Kur'an"] mızrağının başına taktığını görüyoruz,84 Artık kimse onu
tanımamaktadır, nitekim Ali yeniliyor ve o da Peygamberin halifesi oluyor! Ali
ve ailesi o ilk nesilde -yaklaşık olarak H. 60 yılında- tümüyle yeniliyor ve
İslam devriminrn ve İslam'ın ilklerinden olan yetmiş küsur kişi, son
direnişlerinde de Neyneva'nın kızıl çölünde İslam'ın kılıcıyla ve Peygamber
halifesinin fetvasıyla katliama tâbi tutuluyor. Fâtihlerse şarap içip şirk
putlarına şükretmek yerine, Peygamberin hakiki varislerinin ve ailesinin
katliamından dolayı şükürlerini eda etmek için oruç tutuyorlar ve şehrin dört
bir tarafına mescit yaptırıyorlar. .. Şimdi hükümet, mescitler, tebligat,
fakihler, alimler, müfessirler, "Allahu Ekber kılıçları" kısaca
İslam'ın tüm gücü, hendeğin öbür tarafındakilerin elindedir. İslam'a karşı
Be-dir'de, Uhud'da, Huneyn'de, Mekke'de ve Taif'te savaşıp yenilen, şimdi de bu
tarafa geçip halife olan o diğer cephenin elindedir.
İbrahim geldi ve "put kırıcı "lığa
başladı... Putperestler onu ateşe attılar... Onlar İbrahim'in risaletine teslim
olup inanana kadar, o, bu şekilde yaklaşık bir asır putperestlerle savaş ha-
84-
Dr. Şeriatî, burada Ebu Süfyan'ı gerçek kimliği ile değil, sembolik kişiliği
ile kullanmaktadır. Yoksa Sıffîn'de Kur'an'ı mızrağa takan kişinin Ebu Sufyan
olmadığı ve yine Ebu Süfyan'ın hiçbir zaman halife olmadığı herkesçe
bilinmektedir.
242
Ündeydi.
Peki, İbrahim'in vârisleri kimler oldu? Karun, Yahudi. Belâm-Baura ve onun evinin
[Kabe] muhafızları olan ve bu kez İbrahim'in adıyla içini tekrar putlarla
dolduran Mekke'deki Kureyş
eşrafı"!
Musa "Firavuna",
"Karun'a" ve "Bel'âm-Baura'ya" -Aynı sınıfın üç boyutunun
temsilcilerine- karşı ayaklanıyor ve savaşıyor. Onlar tüm güçlerini Musa'yla
savaşmak için birleştiriyorlar. Musa, Firavun'u mahvetti, Be'lam-Baura'yı yok
etti ve Karun'u yerin dibine gönderdi ve nihayet İsrail Oğullarını
kurtarabildi; ama Musa'nın yerine kimler geçtiler? Yine Firavunların geçtiğini
görüyoruz. İsrail Oğullarının kralları.... ve Mo-şe Dayan adına! Musa'nın
düşmanı Karun'a karşı olanlar, bugün Karun'un düşmanı Musa'nın takipçisi olarak
birer dünya Karun'u oldular., Haham, Ahbar ve Ferisî adı altında
Belâm-Baura'nın takipçileri oldular. Firavunun sihirbazları, bugün seçkin bir
tevhidî kavme, Musa'nın kardeşi Harun'a ve Tevrat'a sahip, Yahudi din adamı
adını aldılar.
Ta
ki...
İsa'nın, bu hilafetin gasp hilafeti olduğunu
görmesine kadar... Aynı Firavun, Karun, Bel'am, Mele' [seçkinler] ve Mısır
sihirbazları, Musa'nın halefi olmuştur. O, ilk İbrahimî devrimci ve tevhidî
ruhu topluma geri getirebilmek için ilk mücadelesini bunlara karşı veriyor.
Halkı bu üç büyük nifaktan kurtarmak istiyor. Kayserle, iğrenç Roma senatörleri
ile, mevcut durumu ve "kayser'in gücünü kabullendirici izahlar getiren
Romalı filozoflarla ve bunların hemcinsi olan Yahudi din adamı Ferisiler ile
savaşmaya başlıyor. Ama sonunda... Onların hepsine galip geliyor; ama sonra...
Onun yerine kimler geçiyor? Sezarın adı Papa. Roma senatörlerinin adı
Kardinaller ve Roma konsülleri, konsül oluyor... "Allah'ın yeryüzündeki
saltanatının temsilcisi", gücü dünyayı tutan Roma imparatorudur. Kendi
dilini -Latince- "üstün ırkın" dili olarak tüm dünyaya da-
243
yatmak
isteyen Roma Kayseri. Şu anda İtalya'daki Papaya dönüşmüş. "Latince,
tanrımız Mesih'in ve İncil'in dilidir. Herkes bu dili öğrenmeli, okuyup
yazabilmelidir.'' diyor85...
Diğer bir ifadeyle Sezar, senatörler. Yahudi
ruhanîleri [din adamları] ve İsa'nın hareketine karşı savaşan Romalı
filozoflar, yenildikten sonra ona teslim oldular ve o zaman papa, kardinaller,
piskoposlar, kilise, İncil, ilahî dil Latince ve baba-oğul-kutsal ruh,
Hıristiyanlığın doğal üstünlüğü adına. Roma kilisesinin tüm milletlere,
kabilelere ve mezheplere saltanat ve velayet hakkının olduğunu öne sürdüler ve
Roma aristokrasisini ve hükümetini, yeryüzünde tanrı Mesih'in ilahî saltanatını
gerçekleştirme bahanesiyle İsa'nın hilafeti kisvesine bürünerek devam
ettirdiler. Onların İsa'nın katili melun kayserin haçını, kutsal bir sembol
olarak kabul etmeleri bunun en büyük delillerinden biridir!
Ta
ki...
İslam Peygamberi geldi, Kureyş
eşrafçılığıyla, İran, Roma, Mısır ve Yemen istibdadıyla, şair ve filozof
geçinenlerle, rahiplerle, ahbarla [Yahudi din adamları], mûbedlerle, [Zerdüşt
din adamı] azizlerle, keşişlerle vb. savaştı. Onlar yenildiler sonra da onun
halifesi oldular. Yani kayserler ve kisralar, Peygamber sarığını başlarına
takıp halife oldular, keşişler, ahbarlar, rahipler ve mûbedler, birer imam ve
fakih oldular, ellerini halifenin elinin üstüne koyup "zer'e [paraya] ve
"zor"a dayalı gü-
85-
"...Hiç kimsenin, Fransızca, ingilizce, Arapça, Farsça, Türkçe vs. okumaya
hakkı yoktur...!" Peki ortaçağın sonlarında ve Rönesans döneminde yapılan
işkenceler ne içindi. Papa diyordu ki: "Allah'ın dili Latince'dir"
Oysa Hz. Isa bir kelime bile Latince bilmiyordu. Zira o Filistin'deydi ve dili
ibrani'ce idi. Zaten Tevrat ve incil ibrânice indirilmiştir, ancak bu yok
edilip Latince'ye çevrilmiş, böylece Latince ilahî dil olmuş! Yani Mesih'in
katili Kayserin dili ve yazısı, Mesih'in tanrısının ve tanrı Mesih'in tek dili
oldu. isa döneminde, Roma imparatoru Kayserin, Filistinli Yahudileri aşağı
derecedeki reaya olarak kabul etmesi gibi, bugün de Mesih'in halifesi olan
Papa, kayserin gücünü, dünya saltanatını ve Roma ırkının üstünlüğünü Mesih
giysisiyle korumakta ve devam ektirmektedir. 244
cü
teville uğraştılar. Daha baştan. "Ebu Zer'in karışıklık çıkarmaya niyeti
var, ayetleri kötü yorumluyor. Hicr dinden çıktı. Hüseyin bin Ali. ilahî
hilafete baş kaldırdı diye fetva veren işte bu İslam âlimleriydi. Halifenin
şeyhi, Sebzivar mescidinde dünya sözü söyleyip sahabeye hakaret ediyor, Sultan
Sa'id, onu öldürmelidir. Suhreverdî kâfirdir, mumunu dikin; Şehid-i Evvel,
Şehid-i Sanî, Şehid-i Salis, Ulu'l-Emr'in hükümetini kabul etmiyor,
râfizîdirler, âsidirler, müşriktirler, Allah'ın ve resulünün hükmüyle hepsini
öldürün... Ta ki...
Şia'nın, Peygamberin halifelerinin eliyle ve
"İslam âlimleri ile fakihleri"nin fetvasıyla tüm mescitlerde İslam
adına tebliğ edilen şeyin İslâm ve onların da İslam'ın fakihleri ve âlimleri
olmadığını; önceki rollerinin gereği olarak hükümdarlarla, zer ve zor
sahipleriyle iş birliği yapıp bu kez İslam adına halk düşmanlığı yapan ve İslam
uleması ve fakihi kisvesine bürünen Yahudî Ka'bu'l- Ahbarlar, büyücüler,
mûbedler ve keşişler olduğunu anlayıncaya kadar... Evet Şia anladı ki
(Tarihteki kıyamı da bu noktada başladı) adı "Peygamberin halifesi"
olan bu kişi, gerçekte Ebu Süfyan'ın halifesidir, Kureyş eşrafçılığının
sürdürücüsü ve Peygamberin ve Müslümanlann kılıcıyla yok edilen kisra ile
kayserin mirasçısıdır. Evet Şia, bunların makamlarının aynı makam, rollerinin
aynı rol ve kılıçlarının İslam'dan önceki aynı kılıç olduğunu anladı. Bunlar,
aynı Ka-runlar, aynı kervan sahipleri, aynı tüccarlar ve bugün İslam adına
'Allah in emin kişileri, "halka iyilik yapanlar", "halkın
rızkına aracılık edenler" haline gelmiş olan aynı Kureyş eşrafıydı. Şia bu
yüzden direniş başlattı. -İslâmî hilafet ve ilahî hükümet adı altındaki- cahilî
teslis düzenine karşı kıyam etti. Hâkim hilafet İslam'ını" tüm fıkhi,
siyasî ve ruhanî boyutlarıyla reddedip edip "imamet İslam'ı "nı
-tarihteki mahkum İs-
245
lamı-
seçti. Bu Şia bi'setinde Ali en açık yol gösterici ve en güçlü kıyam rehberiydi.
Hüseyin ve dostları, en büyük muhalefeti ve zamanın durağan kokuşmuşluğunda,
nifakın ve yalanın ortasında insanî ve ilâhî ruhun en görkemli bi'setini
gerçekleştirdiler. İnsanlık tarihi, bu toplu şehadetten daha güzel bir ölüme
şahit olmadı. Onların ve sonraki şehitlerin hepsi, halkı uyandırmak için
zulümle, cehaletle, nifakla, hileyle, yalanla, "Kur'an'ı mızrakların ucuna
takmalar"la vs., savaştılar, bu kanın verasetinin gücüyle itiraz ettiler,
işkence gördüler ve şehit oldular. İslam tarihinde hakkın ve adaletin tahakkuku
yolundaki mücadelelerini, hakkın rehberliği ve halkın adaleti şeklindeki iki
şiarla bin yıl sürdürdüler.
...Bin yıllık işkence ve şehadetten sonra
yine o üç boyutu ve o üç rengi görüyoruz. Yine halifeler, yine kar peşindeki
tüccarlar, yine hilafete bağlı ulema -ki tarih boyunca fıkıhlan, fetvaları,
tefsirleri, kelamları, hadisleri, siretleri, İslam Tarihleri vs... tüm dinî
hükümleri, halifenin çıkan için ve mevcut durumu tevil etmek içindi- devam edip
geldiler; nihayet bu kez isimleri...86 Ne diyeyim?
Bu, tarihin hareketine özgü bir şekildir. Bu
üç kişi ya da üç güç, Peygamberle, imamla ya da hak önderle savaşıp galip
gelirse her zamanki seyrini aynı şekilde devam ettiriyor. Ancak âciz kalıp
yenilgiye uğrayarak ona teslim olduğunda bu kez o devrimin adıyla, -bu
hareketin ve dinin önderinin vârisi olarak- o devrimin ve o dinin en temel
değerlerini yok ediyor, ruhunu öldürüyor ve onun hakiki varislerini katliama
tabi tutuyor. Sonra da aynı ilişkileri, aynı rejimi, her zamanki cahilî
rolüne
uygun olarak tarihî seyir içerisinde bir kez daha devam ettiriyor.
Bu tarihin daimi geleneği olmuştur. Bir
Avrupa atasözünde de bu yansıtılmaktadır: "Devrim kendi samimi evlatlarını
yer."
Peygamber, ömrünün sonlarına doğru -tüm
yarımadaya hâkim olmuş, tüm düşmanları dize getirmişti- niçin endişe ve korku
içerisindeydi. Bu korku niçindi? Çünkü görünürde Müslüman olup pusuya yatmış,
Peygamberin ölmesini ve böylelikle ona vâris olmayı bekleyen güçler vardı. Evet
işte böyledir "gasp hilafeti" düzeni ve işte böyledir "dine
karşı din"! Peygamber dünyadan göçünce İslam, "İslanV'a karşı
ayaklanıyor. Ali'nin kanı dökülünce, Şiîlik, "Şiîliğe" karşı oluyor,
Ali, "Alf'ye, Hüseyin "Hüseyin"e, şehadet, "şehadef'e,
Aşurayı anma, "Aşurayı anma"ya, Mehdi'yi bekleyiş, "Mehdî'yi
bekleyiş'^ karşı oluyor. Bu şekilde halk asırlar boyunca aldatılıyor,
kırbaçlanıyor. "Özgürlük mesajı"na sahiptir ama... Bilmediği için
ondan hiçbir olumlu sonuç alamamaktadır. Sıkıntılardan, cihatlardan, kurban
vermelerden, şehadetlerden sonra, Ali'nin velayetini Safevîlerden sonra elde
ettiğine inanmaktadır; ama bunu zahiren elde ettiğini görmemektedir. Gerçekte,
bu önceki üçlünün yüzündeki yeni ve güzel bir maskeden ibarettir. Aslında bu,
her dönemdeki ve her yerdeki iğrenç yüzden ve örtülü cahiliyeden ibarettir.
86-
Kitabın orijinalinde, burada isim verilm*miş ve üç noktayla geçilmiştir. [Çevi
ren] ,
246
247
248
İdeolojinin
ve devrimin ortaya çıkışı işte bu "bi'set" dönemidir. Bu ideoloji ve devrim,
tarihe girdiği zaman, tarihsel gelenek, kültür, medeniyet, bilim vb. o devrimin
ve ideolojinin devamı şeklinde ortaya çıkıp yayılmaktadır; fakat devrimin ve
ideolojinin kendisi ortadan kalkmaktadır! Bir kültür ve bilim adamı olan Ebu
Ali Sina [İbn Sîna] ortaya çıkıyor; ancak -ideolojinin ve devrimin timsali
olan- "Ebu Zer" artık ortadan kalkıyor. İslam âleminin doğusunda ve
batısında büyük üniversiteler, ilmî havzalar ortaya çıkıyor, oralardan büyük
fakihler, tefsirciler, filozoflar ve kelamcılar yetişiyor; ama ikinci bir Ebu
Zer, hatta Ebu Zerin yarısı kadar dahi ikinci bir adam çıkmıyor. Çünkü bilim,
medeniyet ve kültür, ideolojinin, imanın ve devrimin yerini almıştır. Beni
Abbas döneminde İslam'ın kubbesi bilimin, medeniyetin ve kültürün merkezi oluyor;
ama İslam'ın kendisi -Peygamberin halifeleri ve onun sünnetinin ko-ruyuculan-
Harun'un, Me'mun'un, Mütevekkil'in ve Mu'ta-sınvın, yalanlarının oyuncağı
oluyor, Bağdat efsanevî sarayının ve bin bir gece masallarının elinde bir
oyuncak haline geliyor.
Bu halifelerin etrafında da çoğunlukla
fakihler, bilginler, müderrisler ve hadisçiler yer alıyor ve İslam'ı "bin
bir gece'' sarayının çıkarları doğrultusunda açıklıyorlardı. Halk ise ilahî
hükümete ve ulu'l- emre itaat adına açlığa, bedbahtlığa, kanaate, zillet ve
esarete terk ediliyordu. Bu her zaman böyle olmuştur cellat, şehidin vârisi
olmuştur; irtica, devrimin ve şirk de tevhit halifesinin vârisi olmuştur.
Sonuçta tarih, kültür ve tarihsel gelenek, ideolojinin ve devrimin yerini
almaktadır. Hatta katil de maktulün yasını tutanların yerini almaktadır.
Ali,
Hendek'te darbe indiriyor; ama Sıffin'de darbe yiyor!
Mutarraf bin Muğîre diyor ki: "Babam
akşamları geç vakte kadar Muaviye'nin yanında kalıyor ve gecenin sonunda
dönüyordu. O bir gece, her zamankinden çok daha geç bir sa-
249
atte
geldi, o kadar huzursuz ve sinirliydi ki biz onun işiyle ilgj. li bir
tehlikenin ya da çok ciddî bir sorunun ortaya çıktığını düşündük. Ondan
huzursuzluğunun sebebini sorunca; "Mesele başka, şu an dünyanın en sert
adamlarından birinin yanından geldiğimi söylemeliyim" dedi ve bunu şöyle
açıkladı: "Ben Muaviye'ye nasihatte bulunuyordum ve diyordum ki: 'Bugün
dünya senin elinde ve Benî Haşim'den de sana zarar verebilecek kimse kalmadı.
Artık onlara karşı yumuşak bir şekilde davranman yerinde olur. Böylece halk
arasında iyi bir adın olur ve övülürsün.' Ben tam bunu söylerken birden
sinirlenip köpürdü ve şöyle dedi: 'Ebu Bekir İslam yolunda büyük
fedakârlıklarda bulundu. Hilafeti döneminde de İslam ülkesine emniyet getirdi,
mürtetleri mağlup etti, peygamberlik iddiasında olanları ortadan kaidırdı ve
İslam toplumuna izzet ve iyi bir şöhret kazandırdı. Ancak kendi ölünce ismi de
öldü, ismi sadece ara sıra sohbet sırasında anılıyor. Ondan sonra Ömer on yıl
hilafet makamında oturdu. Büyük ülkeleri fethetti, büyük ve köklü medeniyetleri
mağlup etti Arap'ı, dünyanın yarısının efendisi kıldı ve ülkemizi servetle
doldurdu. Fakat ölünce, ismi ortadan kalktı, birilerinin konuşması sırasında
adı bazen yad ediliyor/ Osman'ı da bağışlayıcılığıyla ve efendiliğiyle bu
şekilde övdükten sonra şöyle dedi: 'Onun adı da ölmesiyle birlikte yok oldu;
ama Benî Haşimli bu adamın ismi gece gündüz beş defa, ezanlarda, mescitlerde,
Allah'ın adıyla birlikte azametle anılıyor!
Sen kalkmış ne diyorsun ey anasız!? Bu ismin
ölmesi ve ebediyen unutulması için yapılabilecek ne kaldı, onu söyle. "87
Ama nasıl!? Dost kılığında... "En büyük
Hubel" sloganı atan Ebu Sufyan şimdi "lâ ilahe illallah "m
bayraktarı oldu. İslam hilafeti adı altında, Arap milliyetçiliğini ve Kureyş
eşrafçı-
87-
"Kureyş'in Mü'mini Ebu Tâlib" kitabı, Abdullah Huneyzî, Suudî
Arabistanlı
çağdaş
Şiî yazar. e
250
hğmı
[aristokrasisini] Muhammed'in (sav) risaletine galip ve hâkim kıldı. İmam
Hüseyin'in kabrini sele veren Mütevekki.l. birden bire yürüyerek İmam Rıza'nın
kabrini ziyarete gidiyor, kabrin kubbesini altından yaptırıyor, mezarını,
"Tûs diyarının sultanının sarayı' haline getiriyor, orayı altınlarla ve
mücevherlerle donatıyor. Dua ediyor, zikir ediyor; ancak bu duaları ve zikirleri
de istismar ediyor, köle alıp satıyor, nifak tohumları saçıyor. Acem kavminin
ve Safevî saltanatının "Şiî velayeti" adına "Ali'nin imametine
ve adaletine" konması için halkı
bedbaht etmeye devam ediyor. Ehl-i Beyt âşığı olan halk, bin yıldır bu temiz
aşka sahip olma suçundan dolayı işkencelere maruz kalan Hüseyin'in
ziyaretçileri, -temel ihtilaf noktasını imamet ve hilafet oluşturduğu halde,
Şia'nın toplumsal, sınıfsal ve insanî hedeflerinden ve aslî şiarlarından
hiçbiri gerçekleşmediği halde- sadece kendilerine verilen imamları ziyaret
etme, onlan yüceltme özgürlüğünü ve Ehl-i Beyt'e olan duyguları ortaya
koyabilme ve onların tarihî düşmanlarına lanet etme iznini, Şiîliğin zaferi
sandılar ve halifelerin rejiminden daha kötü olan her hâkim düzeni, -sadece Ehl-i
Beyt'e olan sevgilerini gösterebilmelerinden dolayı- Şiî düzeni olarak telakki
ettiler. Çünkü İslam'ı "putperestlik"e muhalefet biçiminden,
"pufa muhalefet biçimine dönüştürdüler ve Şiîliği, "hilafefe
muhalefet biçiminden, "halife "ye muhalefet biçimine dönüştürdüler!
Tüm facia işte budur!
Bu şekildeki Şiîlikte, büyük Şiî
mücahitlerinin ve âlimlerinin "imamet" ve "adalet" şiarı
uğruna dökülen kanlarının semeresi, İsfahan'daki kırk sütunlu görkemli
sarayında ve Ali Kapu'da Şah Abbas'ın işine yarıyor! Tıpkı ondan önce
Peygamberin tüm emeklerinin, Ali'nin tüm cihatlarının ve Peygamber ile Ali'nin
dostlarının Bedirde, Uhud'da, Huneyn'de hak yolunda vurdukları kılıçların ve
onların dökülen kanlarının semeresinin, Şam'ın Yeşil Sarayında ve Bağdat'ın
DaruT Hi-
251
lafe'sinde
İslam'ın en açık düşmanına yani Benî Umeyye'ye beytülmâl olması gibi!..
İslam'la. Müslümanlarla, Peygamberin dostlarıyla ve ailesiyle her üç cephede de
-zer, zor. tezvir-savaşmış olan Benî Umeyye'ye, sonra da onlardan daha beter olan
Peygamber ailesinin hükümetini gasp etmiş olan Beni Abbas'a kalmış olması
gibi...
"Gasp
hilafeti'' bu şekilde tüm tarihin kaderidir.
Binaenaleyh kâsıtînin kimler olduğu açıkça
ortadadır. Kâ-sıtîn, yüz yüze bulunulan düşmanlardır, dünya halklarının kaderine
hâkim olan o tek güçtür, tarihin o üç boyutlu zâlim sınıfıdır. -İzah ettiğim
gibi- o üç boyut, tüm zamanlar boyunca, yeryüzünün her noktasında, her ne isim
altında olursa olsun, -gerek küfür, gerek şirk, gerekse tevhit- halkı
kırbaçlamaktaydı. Biri halkın beynine zincir vuruyor (Zor sahibi), diğeri
halkın cebini boşaltıyor (zer sahibi), üçüncüsü ise nûranî bir yüz ve muhabbet
dolu bir çehre takınarak sakin bir şekilde halka şöyle fısıldıyordu:
"Sabret kardeşim, iğrenç olan dünya malını ehline .bırak ve hep şükret. Bu
dünyadaki fakirlik, zayıflık ve bedbahtlık, Allah'ın sevdiği takvalı kullarına
bahşettiği bir nimettir. Allah mümine, ahirette rahat olabilsin diye bu dünyada
azap ediyor. Bu üç günlük ömrü, vefasız kirli dünyayı dışarıdaki kâfirlere ve
içerideki zalimlere bırak... Üstelik Peygamber buyurmaktadır ki:
'Sa'id [talihli] insan, anne karnında
sa'iddir, şakî [bedbaht] insan da, anne karnında şakidir.'' Dünyada aziz olan
da, zelil olan da onun mutlak iradesiyle olmaktadır. Allah, aziz olanı bu
dünyada zillet içerisinde istemektedir. Mümin kullar, başlarına her ne gelirse
gelsin, teslimiyetlerini ve razılıklarını korumalıdırlar. Zira itiraz etmek,
her durumda ezelde tayin edilmiş olan ilahî hikmete itiraz etmek demektir. Hz.
Rıza'nın hayatıyla ilgili şu rivayeti okumadın mı? Ondan hem dostları hem de
düşmanları razı olduğu için Allah ona Rıza lakabını verdi.
Gâsıp
Me'mun'u tard edip onun zulmünü def edecek gücü olduğu halde. halk. onun
imameti için Abbasî hilafetine karşı kıyam etmeye hazır olduğu halde böyle bir
şeye teşebbüs etmedi, elini onun elinin üzerine koydu [ona beyat etti]
sabretti, hatta Horasan halkı ona karşı kıyam ettiği halde Me'mun'un hayatını
kurtardı. Bu duruma şaşırıp: "halk arasında bu kadar gücün ve nüfuzun
olduğu halde niçin kendi ilahî hakkını geri almak için girişimde
bulunmadın" diye sorunca o şöyle buyurdu: "Sizin işiniz halkı
yönetmek, bizim işimiz de halifenin sağlığına dua etmektir...'!88
Ali, İslâm'ın açıkça düşmanı olan kâsıtînin
karşısına geçtiği her yerde, gerek Bedirde gerek Uhud'da, gerek Hu-neyn'de vs.
muzaffer oldu. Hatta İslam ordusu onlar karşısında yenilgiye uğrasa dahi Ali
galip geldi. Mesela beş cepheli olan Uhud savaşında Müslümanlar birinci cephede
yeniyorlar, ikinci cephede okçuların hatası yüzünden yenilgiye uğruyorlar,
diğer iki cephede ise İslam ordusu dağılıyor, Peygamber yaralanıyor ve daha
fazla zarar görmemesi için, bir çukurun içinde tutuluyor. Onun öldüğünü sanan
ashaptan bir grup, dağın eteklerine sığınıyor; bir grup kaçmaya başlıyor, bir grupsa
ümitsizlikten bir köşeye çekilip düşünüyor. Öte yandan Peygamberin öldüğüne
dâir bir söylenti yayılıyor. Peygamberi
88-
Ayetullah Şeyh Ali Ekber Nehavendî'nin "El-Aselu'l musaffa fi nekte
menâkı-bi âl-i Mustafa" ve "Es-Seb'a semanı fî menakıbi'l- Hasani'l-
evvel ile'l- Hasani's-Sani" adlı kitaplarında mevcut durumu nasıl tevil
etmekte olduğunu görüyoruz. Benî Ümeyye, İslam'da ilahî cebr düşüncesini,
hikmet, kelam, hadis ve tefsir adı altında gündeme getirdi. Benî Abbâs,
"adaleti halka şöyle tefsir etti: Allahjn yaptığı adalettir, kul
tarafından yapılan yer şeyi Allah yapmıştır; o halde her yapılan adalettir.
Alevî Şiîliği, cebre karşı çıktığı, adaleti "Allah yalnızca âdil olan şeyi
yapar" diye tefsir ettiği, egemen felsefeyle mücadele ettiği için en büyük
mektepti. Fakat Safevî Şiîliği, hâkim kelam olan Emevîlerin cebrini ve
Abbâsîlerin adaletini, yeniden ihya etti. Bu, açıkça ortaya koymaktadır ki,
tarih boyunca şirk, tevhit, küfür, islam, Şiî, Sünnî gibi zıt kisveler altında
da olsa, aslında tek bir güç ve tek bir düşünce el ele vermiştir, bu kisve ve
örtü değişiminin kurbanları ise halk ve ilk bi'setin, hareketin ve devrimin
kurucuları, mücahitleri, bu yolun gerçek vârisleri ve sürdürücüleri olmuştur.
252
253
cephede
ve komutanlık mevkiinde göremeyen Müslümanlar da Peygamberin öldürüldüğüne
inanıyorlar. Bu durumda düşman daha da vahşîleşmiş, tüm Uhud Vadisini
fethetmeye yönelmişti. Ali, bir sel gibi düşman askerlerinin önüne çıkıp onları
engelliyor, Peygamberin hayatını korumak için süratle savaş meydanından onun
yanına geliyor, kaçanları geri çevirip savaşa yönlendiriyor, sonra yine cepheye
dönüp düşmana kılıç vuruyor, sonra yine Peygamberin yanına gidiyor, sonra yine
dağılan dördüncü cepheyi toparlıyor...89
Ali, yenilgi sırasında bile, Müslümanların
yenilgiye uğradıkları cephede bile Kâsıtîne karşı muzaffer oldu. Ama aynı
kâsıtîn, maskesini ve şiarlarını değiştirip Ali'nin cephesine katılınca ve
Müslümanlar (!) putu atmak ile Kur'an'ı almak arasındaki farkı anlayamayınca
Ali, yenilgiye uğradı. Çünkü sıradan halk artık cepheleri ve yönleri
kaybetmiştir, İslam'ı küfürden, adaleti zulümden, Muaviye'yi Ali'den ve şirk
cephesini tevhit cephesinden ayırt edemiyor ve hatta Ali'yi savunacak-lan yerde
ona diyorlar ki: "Eğer Muaviye'nin bayrağına karşı kılıç çekersen Kur'an'a
hakaret etmiş olursun, bu durumda biz de sana kılıç çekeriz!.."
Çünkü kâsıtîn, Uhud da "Hubel"
putunu bayrak edinmişti; şimdi Sıffîn'de ise Kur'an'ı!.. Burada cephelerin
nasıl değiştiğini, toplumsal bilincin, halk bilincinin ve yargılarının nasıl
değişime uğradığını görüyoruz. Durum o kadar değişmiştir ki İslam'a iman eden
ve Ali'nin velayetine inanan sıradan halk, Ali'yi Kur'an'a hakaret etmekle
suçluyor ve hatta onu ölümle tehdit ediyor. Ancak Amr bin As'ı ve Muaviye'yi,
Kur'an'ı şiar edinen, Kur'an'ı ve Kur'an'ın saygınlığını koruyan ve ihti-
89-
Eğer Uhud savaşı askerî açıdan iyi incelenirse Ali'nin komutanlık gücünün
büyüklüğü
anlaşılmış olur. ,
254
lafı
önlemeye çalışan kişiler olarak görüyorlar.
Bunlar aslında şekil değiştirip dost
kisvesine bürünmüş düşmanlardır; dostu, gelip dost kılıcı ile öldürenlerdir.
Ali'nin başına inmiş olan kılıç, küfür ve şirk kılıcı değildi, o kılıç İslam ve
tevhit kılıcıydı! Sıffîn, Cemel ve Nehrevan savaşında Ali'nin karşısına geçen
cepheler, dahilî İslâmî cephelerdi. Her üç cephe de dindar bir çehreye sahipti,
kılıçları kâfirleri öldüren Müslüman kılıçlarıydı, bu kılıçları Ali'ye karşı
çekenler, onun kanını dökenler, sonraki nesilde -yirmi yıl sonra- onun
cephesini tamamen yok edenler, bunların ta kendisiydi. Uhud'da, Bedirde ve
Hendek'te Ali'nin şiarı ve Ali'nin kılıcı karşısında yenilgiye uğrayan o güç,
on üç yıl Mekke'de Peygamber ashabına işkence eden o cephe ve asırlar boyu
mustaz'af halkı kendi maddî çıkarlarının ve sınıfsal hakimiyetinin temini için
putperestlik, cehalet ve cahilî taassup içine hapsetmiş olan, halkı
komplolarına ve tahriklerine kurban eden o halk karşıtı zâlim güç, yeşil cüppe
giydi, Peygamberin sarığını başına koydu, Allah kılıcını eline aldı, İslâmî
şiarları, İslâmî hakikatleri yok etmek için kullandı, hakkı arzulayan,
zulümden, şirkten ve cehaletten kurtulmak için Kur'an'a sığınan Müslüman halkı
eşekleştirdi, İslam'ın ruhuna, Kur'an'ın misyonuna karşı savaş açtı, Kur'an'ın
cismini putlaştırıp, Kur'an'ın ruhunu bu kutsal araçla öldürdü!
Süfyânî düzen, dünyaya hâkim olan bir
düzendir. Bildiğimiz gibi bir gün mazlum insanlık, küresel adalet için kıyam
edecek ve Hakkın vaat ettiği muntakim [intikam alan] ve kâim, [kıyam eden]
kurtuluş önderliğini eline alacaktır. Okuduklarımıza göre bu kıyamda Süfyânî
bir kişinin hükümetine karşı savaşılacak, onun ve hükümetinin yenilmesi ile
yeryüzünde adalet gerçekleşecek. Şüphesiz bu, Süfyânî bir güç ve rejimdir, Ebu
Sufyan'in soyundan gelen bir fert değildir. Çünkü âhir zaman kâiminin kıyamı,
soya ve ırka dayalı bir savaş değildir.
255
En
parlak hakperest simalardan biri. Emevî hilafetine en büyük darbeyi vurarak
Muaviye ve Yezidin yani Süfyânî ailenin yüzündeki ihanet ve hile örtüsünü
yırtan Yezid bin Muaviye diye bilinen Yezidin oğlu Muaviye'dir. O Yezidin resmî
veliahdı idi. Babasının ölümünden sonra İslam hilafetinin başına geçti. Yezid
ve Muaviye Emevî rejimine muhalif en büyük güçleri yok etmişler, halk direniş
cephesini ve gerçek İslam'ı Ali'yi. Hasan'ı, Hüseyin'i katlederek ve Alevileri
katliama tabi tutarak yıkmışlardı. Ebu Bekir'in, Ömer'in, Talha'nın,
Zü-beyir'in, Abdurrahman'ın ve Emevî hilafeti karşısında engel teşkil eden ve
hilafet, nüfuz ve güç konusunda kendi adlarına iddia sahibi olan diğer
kişilerin ölümüyle, kolayca dünyanın en büyük imparatorluğunun vârisi
olmuşlardı. Yezid bin Muaviye, minberde binlerce kişiye hitaben hilafet ve
dünya saltanatı hutbesi okumak yerine açıkça şöyle dedi: "Bu makam
Peygamber ailesine mahsustur. Benim babalarım gâsıp hâinlerden başka bir şey
değillerdi. Ben, asla yalanla ve cinayetle ele geçirilmiş böyle bir makamın
vârisi değilim.'' Sonra hilafet sarığını başından çıkardı ve halktan
Muhammed'in ailesine yönelmelerini isteyerek minberden indi. Evine gidip bir
köşeye çekildi ve böylelikle, kendisini Süfyanîierin korkunç komplolarının tam
ortasına atmış oldu. O, Süfyânî ailenin hilafetine karşı en büyük ihaneti yapan
kişi olarak Süfyanîler tarafından boğuldu.
Şiî'ce tavır takınmanın, Peygamber ailesi
taraftarı olup Ebu Sufyan ailesine karşı olmak şeklindeki soya dayalı bir tavır
takınma olduğu sanılmamalıdır; aksine bu, yüzde yüz itikadı/toplumsal bir tavır
alıştır. Kana karşı kan tavrı değildir, bâtıla karşı hak tavrıdır. Bu noktada
adaletçi bazı Emeviler hak cephesine geçtiler, bâzı Alevîler ve Haşîmîler ise
bâtıl cephesinin ön saflarında yer aldılar. O "Süfyânî", insanî
adalet için yapılacak son kıyamda, hakkın v% adaletin rehberi tarafından
yenilgiye
uğratılacak ve onun zulüm hükümeti yeryüzünden silinecektir. Bu. "Süfyânî
bir rejim "dir. Süfyânî bir soy değildir. Süfyânî. bir Amerikalı da
olabilir, bir Rus da... Süfyânî güç, Muaviye gibi, Ebu Sufyan gibi, Firavun
gibi, halkın siyasî, ekonomik ve fikrî gücünü kendi hizmetine alan ve bunu
halka karşı kullanan Firavunî bir güçtür. Halka zor kullanır, "zer
"le istismar eder, dinle, ideolojiyle, kültürle, sanatla, felsefeyle vs.
yani inanç ve düşünceyle "istihmar "a [eşekleştirme] tabi tutar ve
aldatır. Bu, "gasp"ın tarihsel eğrisine [grafiğine] göre hakkı bâtıla,
tevhidi şirke, İslam'ı cahiliyeye, dönüştüren, her zamana ve zemine hakim olan
bütünsel bir güç ve daimî bir düzendir. Daima "nifak" elbisesine
bürünür, her devrimde, her bi'sette kovulur, yenilgiye uğrar; ama yeni bir
şiarla, yeni bir elbiseyle, yeni bir maskeyle ve halkın beğeneceği yeni bir
renkle geri döner; sahip olduğu güçlü büyücülerinin, din tüccarlarının, inanç
tüccarlarının, bilim tüccarlarının, yani işbirlikçi ulemanın, hâin aydınların,
yani Kur'an'ın en güzel şekilde tabir ettiği ve toplumsal rollerini açıklamak
üzere onları "Firavun sihirbazları" diye adlandırdığı kişilerin
yardımıyla, halkın düşüncelerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirir,
kendisine galip gelen yeni dini ve mektebi [öğretiyi] kendi menfaati
doğrultusunda kullanır ve mesajı getirenlerin, onların dostlarının ve gerçek
müminlerinin çabalarıyla, risaletleriy-le ve cihatlarıyla kalplerde doğan inanç
gücünü, toplumsal gücü, siyasî makamı ve hükümeti ele geçirerek, ondan eski
gücün tevili ve tahkimi doğrultusunda yararlanır. Nihayet önderlerinin ve mücahitlerinin
gücüyle ve düşüncesiyle doğan bu hareketi, kurban eder ve dış cephedeki
yenilgisini iç cephede telafi etmiş olur, kendi "kasıt" düzenini
"adalet veraseti" bayrağı altında gerçekleştirip devam ettirir.
Şu nokta son derece dikkate değerdir, Bedirde,
Uhud'da ve Hendek'te kaçan iğrenç güçler, aynı nesil içerisinde, aynı
256
asırda,
o sahnelere tanık olan aynı gözler önünde, yani otuz. otuz beş yıl sonra -hatta
başka bir görüşe göre bundan daha da kısa bir süre içerisinde- Sıffin'de geri
döndüler ve Hendek'te kader tayin edici ve durumu tersine çevirici darbeyi
başlarına indiren o bileği, aynı kılıçla ve aynı şiarla yendiler. Yarım asır
sonra da o büyük devrimden geriye kalan ve Bedir cephesini savunmak için kıyam
eden son gücü, kolayca katliama tâbi tuttular. Hatta büyük
"ilahî-halkçı" devrimin önderinin ailesini, hanımını, çocuklarını,
tıpkı kutsal İslâmî cihatta ele geçirilmiş birer kâfir esir gibi Kureyş gücünün
ayağına götürdüler, Bedirde indirilen bayrağı, devrim şehitlerinin cenazelerinin
üzerine diktiler. Sonuçta Bedirde "En büyük Hubel" "En büyük
Hubel" sloganının yerine burada "Allahu Ekber" "Allahu Azze
ve celi" sloganı attılar ve şükürlerini eda etmek için mescit yaptırıp
oruç tuttular...!
Kasıt düzen, Kâsıt'ın şer gücü
"Hannâs'dır. Hannâs, "giz-lemedlik'' anlamındadır. Bir şeyden haberi
olmayan halk yığınlarının içine vesvese sokar, bir şeyden haberi olmayanların
akıllarını ve bilinçlerini yer. Din, bilim ve düşünce adı altında halkın
zihnine, toplumun imanına, ahdine ve bağlılığına büyü yapan "neffâse'lerin
yardımıyla ve hak cephede bulundukları ve hakkın takipçisi oldukları halde
nefsî zaaflara sahip olanların "hasetlerinden faydalanarak tekrar geri
dönerler. Çünkü "hannâs"ın diğer bir anlamı da "gizlice geri
dönen yolcu "dur. Bu daima böyledir.
Şimdi bu "süfyanî'nin, bu
"hannas'ın ve "kâsıtîn"in gücünün ve hakimiyetinin hangi
yollardan faydalanarak ve hangi hilelere başvurarak tekrar geri dönebildiğine
bakılmalıdır...
1) Bu hakikati ya da başka hakikatleri
geçersiz kılmak için o hakikati söz konusu etmek ya da ona eğilim göstermek.
Kâsıtîn
grubu, o önceki cephede hak karşısında bâtılı -p^t.
258
[vlekke
ticareti, Kureyş eşrafçılığı vs.- tuttukları ve bunu şiar edindikleri için
yenildiler. Şimdi ise iç cephede hakka karşı hakkı tutuyor ve muzaffer
oluyorlar. Halk ise bir hakla meşgul edilerek başka bir haktan gafil
bırakılıyor.
Bir gün halk Ömer'in yakasını tutup ona
şöyle bir itirazda bulunuyor. "... Senin giysin diğerlerininkinden daha
uzun. Cihatta ganimet olarak aldığımız kumaşları eşit bir şekilde dağıttık. O
halde sen ganimetten daha çok pay aldın...''
İran'ı
ve Rum'u Müslümanlar için fethetmiş olan halife, sonunda oğlunu mescide
gönderip oğlu aracılığıyla halka şöyle bir açıklama yapmak zorunda kalıyor:
"...Ey halk! Boyumun uzun olmasından dolayı payıma düşen kumaştan bana
giysi çıkmadığı için oğlum Abdullah kendi payını bana verdi ve ben bu iki
paydan giydiğim giysiyi diktirdim..." Sonra halk onun yakasını bırakıyor.
Ancak iki asır sonra Peygamber'in diğer bir halifesi! Hasan Sehl'in kızı Buran
ile evlendiğinde düğün sofrasını İslam'ın "itibarının" korunması
adına öylesine donatıyor ve renklendiriyor ki o sofradan artan yemekler, Bağdat
dışında büyük bir tepe oluşturuyor. Bu bir gecelik sofranın artıklarını,
kuşlar, hayvanlar uzun müddet yemelerine rağmen bitiremiyorlar ve ondan yayılan
kötü koku Bağdat'ı hastalık tehdidi altında bırakıyor, daha sonra yüzlerce
işçi, Peygamber'in halifesinin bu bir gecelik yemeğinden arta kalan tepeyi
şehrin dışına götürüyorlar. Bütün bunlara rağmen aynı âlimler ve fakihler
ertesi gün "Emirü'l- Mü'minîn"i övüyorlar, Peygamber'den halifenin
kendisine kadar olan dönemi ilahî ve Kur anı hükümet olarak niteleyip ondan
öncekilerin ve ondan sonrakilerin "manevî bir silsile" oluşturduğunu
söylüyorlar, onun apaçık ihanetlerini sahte ve zahirî hizmetlerle gizliyorlar
ve halkın dinini ve aklını, gördüklerine indirgeyerek şöyle diyorlar:
"...Elhamdülillah ne büyük ilerlemeler kaydedildi, ne mescitler yapıldı,
Çin'den Endülüs'e kadar uzanan ne yollar
259
inşa
edildi. Geri kalmış Medine'ye kıyasla Bağdat dünyanın en gelişmiş en medenî
şehri haline geldi. Rum ve Konstanti-niyye kiliseleri ile Nevbahar ve Sumenat
puthaneleri karşısında Müslümanların utanmasına sebep olan Mescid'ün-Nebi'ye ve
Mescid-i Küba'ya karşılık, altınlarla donatılmış büyük ve görkemli Dımeşk ve
Elhamra mescitleri bina edildi... Büyük ticarethanelere, pazarlara,
Kızıldeniz'de ve Rum denizinde güçlü deniz kuvvetlerine sahip olduk. Allah'a
hamt olsun büyük İslam imparatorluğu Akdeniz'den Fars Körfezine, doğudan batıya
her tarafa yayıldı. Puthaneler yıkıldı, kiliseler ve ateşge-deler mescide
dönüştürüldü, tüm "ehl-i kitab", Arabistan yarımadasından sürüldü.
Zerdüştlerin boynuna "gayyar"90 bağlandı. İslam'a inanmayan, halifeye
boyun eğmeyen herkesin malı, canı ve namusu hiçe sayıldı. İslam kılıcı dünya
milletlerinin boyunlarının üstündedir, hak sünnet ve cemaat mezhebine itaat
etmeyen hiç kimse nefes bile alamamaktadır.
Tüm bunlara halifenin tedbiriyle ve
kılıcıyla sahip olduk. O, ihlas ve imanı dolayısıyla bir yıl haccda, bir yıl
cihatta yaşıyor. ..!"
Mescitler bina edildiği, Kur'an
çoğaltıldığı, kiliseler mescide dönüştürüldüğü vb. için her Müslüman mutlu
olur; ama tüm bunların gerçekleşmesi, halkın hakları olan 'hakkın
haklarının" ortadan kaldırılması içindi. Tüm bu "ilerlemeler" ve
gelişmeler, halkın şiarı olan "imametin" gündeme gelmemesi ve bunun
kökten yok edilmesi içindi. Halkın, "imamet" ve "adalet"
için değil; felsefî meseleler, fıkhî konular ve fırka ihtilafları için savaşması
istendi.
Mesela "ihtiyar"a [kişinin tercih
etme iradesine] inanan felsefelere, Allah'ın sıfatlarının zatından ayrı
olduğuna inanan
#
90-
Farklı dinden olanların Müslümanlardan ayırt edilebilmeleri için onların
elbiselerine bağlanan kumaş. [Çeviren]
260
veya
inanmayan kelamcılara. madenlerin üzerine secde etmeyi caiz görmeyen fakihlere.
Kur'an lafzının hadis (sonradan olma) ve yaratılmış olduğuna inanan veya buna
inanmayan müfessirlere, cismani ve ruhanî anlamda meada [öldükten sonra
dirilmeye] inanan hadisçilere, kıyamet gününde Allah'ın görme organı olan gözle
görülmeyeceğini söyleyen hakimlere (filozoflara) karşı savaşılsın... Evet
bunlara göre asıl meseleler, problemler ve tehlikeler bunlardır. Söz konusu
edilmesi gerekenler bunlardır. İslam'ı ve Müslümanları tehdit eden tehlikeler,
bidatler ve sapıklıklar anlatılmalı, halk bunlara karşı tahrik edilmeli ve
savaşa davet edilmelidir! Yoksa örneğin şu tür meseleler gündeme
getirilmemelidir: Bu Mütevekkil efendi nereden halife oldu? Neye dayanarak İslâmî
gücü eline geçirdi? Yönetme hakkı İmam Sadık'a mı aittir yoksa Mansur'a mı? Bu
saraylar, bu gösteriş, bu akşam yemekleri Peygamber'in sünnetine mi uygundur
yoksa kayserlerin kisralann sünnetine mi? Bu hizmetkarlıktan, zekilikten,
medenîlikten dem vuran Bermekî, Novbahtî ve Serahsî gibi İranlı hanedanlar, bu
efsanevî zenginliklerini ve servetlerini bu dereceye nasıl yükselttiler? İslam
hükümetindeki bu güçlerini ve nüfuzlarını nasıl elde ettiler, gerçek İslam
âlimlerini ve İmamlarını niçin geri bıraktılar, bu hacegan, hangi hakka
dayanarak yasamaya, bürokrasiye ve sermayeye malik oldu... İslam'daki her şeyi
nasıl değiştirebildiler, bütün bu altın kemerli uşakları hizmetçileri nasıl
elde ettiler, Afrika'dan, Ürdün'den, Samdan, İran'ın Huzistan'ından getirdikleri
bu kara derili kölelere niçin hayvanlardan daha kötü muamele ettiler, bu
köylüler niçin sömürülüyor, bunca zekat, fey. cizye, enfal vb. serî ve gayri
şer'î vergiler nereden geliyor ve nereye gidiyor?
Bunlar söylenince bu fakihler. zahitler, âlimler,
arifler, kâriler [Kur'an okuyucuları], müfessirler, muhaddisler. kelamcı-lar,
kadılar ve imamlar koro halinde şöyle itiraz ediyorlar:
261
ALİ m
Efendi!
Bunlar siyasettir, diyanet değildir, din ayrı. siyaset ayrıdır; bu ekonomidir, din
ayrı, dünya ayrıdır, mescitte dünya sözü etmek haramdır, bu sözler size
yakışmaz, bunlar, maddî ve dünyevî meselelerdir, bunları dünya ehline bırakın,
zahirî güç peşinde olanlar dünyanın süsüne, gösterişine aldanır. İlmî
meseleler, dinî ve İslâmî bahisler, bu ruhanî ilimler ve ilahiyattır ki bunlar
arasındaki farka değindik. Kısaca:
"Evin tabanından damına kadar, hepsi
benim" (dünyadır, değersizdir, aşağılıktır, bunları boş ver) "Damdan,
Süreyya yıldızına kadar senindir" (dindir, aşkındır [mütealj, mukaddestir,
onu al!)
Binaenaleyh "kâsıtîn", içeride
hakka ve hakikate karşı başka bir hak ve hakikat yerleştiriyor, İslâmî bir
hakikat olan "şûra "yi "vesayet ve imamet" gibi bir başka
İslâmî esası ortadan kaldırmak için söz konusu ediyorlar.91
Bu
hep böyle olmuştur, onlar bir hakikatle başka bir haki-
91-
Son zamanlarda farklı hançerelerden aynı ses şeklinde benim Şiî imametine
inanmadığım yönünde gürültüler koparılıyor. (Halbuki, tüm İslâmî, hatta
bilimsel, tarihsel, toplumsal dayanağım ve tüm eserlerim Şia üzerine
oturmaktadır.) Benim kendime özgü nazariyem, şu çerçevededir: Birbirlerinin
arkasından yüzyıllardır belli sabit kalıpları ve formülleri, basma kalıp
mezhebi nazariyeler ve deliller olarak bir birlerine karşı tekrar eden Şiî ve
Sünnî yazarların bir çoğunun aksine ben, Sakife rejimini tevil eden Ehl-i
sünnet nazariyesini reddedip Şiadaki İslâmî vesayet rejimini ispat etmeye
çalışan yeni bir nazariye ortaya koydum. Bunlardan biri de İsiam-Şinasî
[İslam-Bilimj kitabımda da yazdığım gibi "şûra" prensibidir. Benim
inancıma göre şûra, islam'ın ilkelerinden ve hakikatlerinden biridir. (Çünkü
Kur'an'daki iki ayet, bu ilkeyle ilgili olarak gelmiştir) Tıpkı "imamet ve
vesayet" ilkesinin islam'ın ilkelerinden ve hakikatlerinden biri olması
gibi... Ehl-i Sünnet, İslâmî bir ilke olan "şûra"yı, "vesayet ve
imamet" ilkesini reddetmek için söz konusu ediyor. Halbuki ben, her
ikisine de inanmakla birlikte "vesayet ve imamet" ilkesinin
"şûra" ilkesinden daha öncelikli olduğunu düşünüyorum, islam-Şinasî
kitabımda her ikisini de söz konusu etmiştim; şûra ilkesini birkaç satırda
(islam'ın dayanakları, bölümünde) Ali'nin (as) vesayeti ve velayeti ilkesini
ise birkaç sayfada (Geleceğin düşüncesi, Ebubekir'in grubu, Peygamber'in ashap
hakkındaki incelemesi, Demokrasinin reddi ve Ali'nin Gadir-i hum'daki velayeti,
bölümlerinde...) açıkladım. Ayrıca onlarca dersimde, konferanslarımda, birçok
kitabımda imamet öğretisini ve Şiîliğin esaslarını bin bir yolla ispat ettim.
"Ümmet ve imamet" diye müstakil bir kitap yazdım. Farffet kâsıtîn,
mârıkîni üzerime kışkırtmak için sadece bu birkaç satırı saptırarak benim tek
inancıînmış gibi yayımladı-
262
kati
ezdiler. Aksi taktirde bir hakikat karşısında halkı aldatmak ve onları rezil
bir bâtıla davet etmek mümkün olamazdı. Çünkü bunlara kulak veren olmazdı.
Halkı, gerçekten doğru ve mantıklı olan şeyden alıkoyabilmek için. zahiren ya
da gerçekten doğru ve mantıklı olan şeye davet ediyorlardı. Bu şekilde
"iğfal" etme, kâsıtînin yöntemidir. Esasen "istihmarın"
lar.
Aynı kitapta Gadîr mektebi [Peygamber'in velayeti Gadir-i Hum adlı bir mevkide
Hz. Ali'ye bırakması) ile ilgili sayfalarca bölümü görmezden geldiler. Şiîlik
tarihi içerisinde vesayet, ehl-i beyt, imamlar ve imametin aslî oluşu ile
ilgili birkaç ciltlik kitabımı görmezden geldiler. Bir örneği ya da eksik ve
bölünmüş bir cümleleri, doğru olmayan bazı nazariyeleri eleştirme adı altında
naklettiler. Sonuçta her zaman saf ve bağnaz olan ve ayırt etme yeteneği
bulunmayan mârıkîn de ne meselenin aslını okuyarak öğrenecek bir kitap okuyucusudur
ne de bu yeni nazariyenin, bir miras şeklinde devraldığı ve basmakalıp bir
şeklide kendisine tekrar edilen o nazariye ile olan farkını anlayabilecek bir
teşhis yeteneğine sahiptir. Doğru bir bilimsel yargıya varabilmek için şu
şartların bulunması gerekmektedir. 1-Okur-yazarlık [sevadj 2-Bilinç, [şuur]
3-Şeref, bunlardan herhangi biri aksayacak olursa yargı doğru olmaz. Eğer bir
toplumda bir "s" ve iki de "ş" [sevad, şuur ve şeref]
bulunmuyorsa ve buna bir de "dış etken" ilave oluyorsa (bunlar olsaydı
Ali karşıtı üç cephe olmazdı) artık vay haline o Ali Şiasının! Ali'nin
cephesini okuyanlar, hem Emevî Sünniliğini reddederler, hem Safevî Şiiliğini,
hem de nifak saçan, komplo kuran, bölüp parçalayan Ebu Sufyan velayetini. Bu
ülkede birkaç bin üniversiteli genç, herkesin gelip geçtiği büyük Şemiran
caddesinin yanı başındaki henüz kapısı, penceresi dahi olmayan, yarı
tamamlanmış [Hüseyniye-i] İrşad mescidinde cemaat halinde akşam namazı kılıyor,
bir "sarıklı şovmen" minbere çıkıp yalan yere tüm mercilerin [müçtehitierin]
sözüymüş gibi bunlar, ellerini bağlayarak namaz kılıyorlar diye haber veriyor.
Onu dinleyenler de ağlayıp lanetler yağdırıyor! Fakat şunu düşünemiyorlar ki,
bu meselenin araştırılması, fıkıh ve usul bilgisi gerektirmiyor, ne ilim ve
felsefe öğrenmeyi, ne anlaşılmaz sosyoloji konularına dalmayı, ne hasıl olmayan
irfanî işaretleri ve işrakı, ne Einstein'in izafiyet teorisini, ne Molla
Sadra'nın "hareket-i cevherî'sini bilmeyi gerektirmiyor; iki Riyal verip
otobüs bileti alırsın, gelip caddenin kenarında durursun, eğer kör değilsen,
imam-ı zaman'ın doğrudan temsilcisi olan dinî liderinin dürüstlüğünü ve
şerefini gözlerinle görürsün. Fakat bu dinleyici, ağlayıp lanet ediyor. Mümin
ve mutaassıp da oldukları için güçleri yeterse bu münkeri ortadan kaldırmak
için bıçak da çekebilirler. Halbuki yalnızca gelip bakmaları, anlamaları için
yeterlidir. Bu durumda onlara nasıl diyebilirim ki: Kardeşim! Ümmet ve imamet
kitabı, imamet nizamını sosyolojik açıdan ortaya koymuş, tarih içerisinde
demokrasiyle, devrimci rejimlerle, tek parti yönetimleriyle. aristokrasiyle,
lider esasına dayalı nazariyelerle vs. karşılaştırmış ve onun Şiî ve Sünnî
âlimlerin bilinen görüşlerinin aksine beyata ve şûraya aykırı olmadığını
göstermiştir. Tersine imamet bunlardan daha önce olmalıdır. Yani sakife,
imametten önce veya imamete karşı değil; imametten sonra olmalıydı. İslâmî
hilafetin gelişme içerisinde olduğu ve parlak dönemlerini yaşadığı ikinci,
üçüncü ve dördüncü asırlarda, ilmî, kelami, felsefî meselelerin, İslâmî teorik
ve kültürel konuların, toplumsal ve ekonomik ilerlemenin temelinde zihinleri
siyasî imamet ve siyasî adalet meselesinden saptırma düşüncesinin bulunduğunu
görmekteyiz.
263
[eşekleştirme]
en temel bölümlerinden biri de bu şekildeki "iğfal "dir. Yani halkı bir
hakikatle bir başka hakikatten iğfal etmek [gafil bırakmak]...
İmam Cafer Sadık'a (as) şöyle soruyorlar.-
"Hilafette Ebu-
bekir'in
ve Ömer'in muvaffak olmasına rağmen ne
Ali'nin,
ne de Osman'ın muvaffak olamamasının sebebi
nedir?" '>P
İmam, toplumsal açıdan son derece derin bir
analiz içeren şu cevabı veriyor: "Ali tümüyle hak üzere-, açık ve kesin
bir şekilde hak üzere yürüdü, Osman ise, tümüyle batıl üzere; açık ve kesin bir
şekilde batıl üzere yürüdü. Ancak şey-heyn [Ebubekir ve Ömer] o ikisini
birbirine karıştırıp yürüdüler. "
Yani
bir hakikatin bir başka hakikate karşı kullanılması! Oruç İslâmî bir
hakikattir. Bir başka hakikat olan cihat için emir verildiğinde mücahit, seferî
olmaktadır, bu yüzden de oruç tutmamalıdır. Ancak onlar yerlerinde oturup şöyle
derler: "Efendim, Ramazan ayı bereket ve rahmet ayıdır. Bu ayda ilahî
rahmet kapıları açılır, bu ayda mübarek kadir geceleri vardır... Biz bunları
bırakamayız, oruç tutmak istiyoruz.'' Böylece cihat, oruca kurban edilmiş olur!
Peygamber, Tebük savaşında tüm güçlerini
savaş meydanına göndermek için çok çalışmıştı. Zira bu, Rum imparatorluğu ile
yapılacak ilk savaştı. Zâhitlik taslayanlardan biri gelip şöyle dedi:
"Efendim ben gidemeyeceğim." Hazret-i Peygamber, bunun sebebini sorunca
şöyle cevap verdi: "Şunu açıkça itiraf etmeliyim ki, ben beyaz tenli ve
mavi gözlü güzel Rum kızları karşısında dayanamam, beni muaf tutun ve bırakın
dinimi koruyayım!" Gördüğümüz gibi bu adam doğru bir ipe sarılıyor. Zira
Batı. sonuçta insanı günaha düşürebilecek bir yerdir ve herkesin de ondan
sakınması gerekir. O da sakınıyor ve Medine'de kalıyor ve diyor ki: "Sizin
gönlünüz-sağlam, o hal-264
de
siz gidiniz." O, toplumsal sorumluluktan kaçmak için bu yola başvuruyor ve
cihadı kaldırmak için ahlaka sığınıyor. Pevgarnber. bu pis hilekârın
davranışından o kadar iğreniyor ve onu o kadar hakir görüyor ki onu azarlamak
ya da savaşa gitmeye mecbur etmek bir yana, ona "kal ve sahte dinini koru
ki sahte takvanın kötü kokusu mücahitlere bulaşmasın" bile demiyor.
"Sünnet'in "itret'e [Ehl-i Beyte]
ya da tersi bir şekilde karşı görülmesi de bu şekildedir.92 Bazıları sünnete
dayanarak, itreti bazıları da itrete dayanarak sünneti ortadan
kaldırmaktadırlar. Oysa bu ikisi birbirine zıt değildir, her ikisi de birer
temel ilkedir. Bir gün bir bey, bu kürsünün önüne gelip bize itiraz edip kendi
velayetini savunmak adına topluluğa hitaben şu eleştiride bulundu:
"...Bizde kesinlikle sünnet diye bir şey yok. Bizim sünneti izlememiz
gerektiğini kim söyledi? Bize sadece itreti söylediler. Her kim sünnet derse
Sünnî'dir ve velayetin düşmanıdır..." Halbuki Ali'nin tüm çabası sünneti
korumak ve bidati ortadan kaldırmak içindi. Ayrıca her ne kadar Kur'an'da itret
hakkında pek çok âyet nazil edilmişse de itreti isim, makam ve mevkileri ile açıkça
ümmete tanıtan sadece ve sadece sünnettir. Emirü'l- Müminin, İbn Abbasi
Haricîlerin yanına gönderirken ona şöyle diyor: "Onlara Kur'an ile delil
getirme; zira Kur'an'ın pek çok anlamı ve birçok yönü bulunmaktadır. Sen
söylersin, onlar da söyler. Onlarla sün-
92-
Ali Şiîliğinde Kur'an'a ve sünnete dayanıyor olmamızın sebebi, bizim başka bir
ikeye değil, sadece bu iki ilkeye sahip olmamızdır. (Gerçi Safevî Şiîliğinin
başka birçok ilkesi daha vardır.) itret de bizim için büyük ve kutsal bir
ilkedir: ancak üçüncü bir ilke değildir. Aksine ikinci ilke olan sünnetin bir
parçasıdır, itret, Kur'an ve sünnetin diyarına götüren tek güvenilir yoldur,
itret, Kur'an ve sünnetin gerçek ve güvenilir öğreticisidir. Zira bu yolun
dışında bahsedilen Kur'an ve sünnet. Muaviye'nin, ve taraftarlarının bahsettiği
kuran ve sünnettir. Bizim için en doğru ve en güvenilir Kur'an ve sünnet,
itret'in bahsettiği Kur'an ve sünnettir. O halde "itret" ilkesi,
izafî bir ilke değil, sünnetin içinde olan temel bir ilkedir.
265
netle
tartış, zira bundan kaçış yolu yoktur ve onlar kabul etmeye mecbur
kalacaklardır.'' Şimdi bu bey, Ali taraftan olarak kendi tabiriyle "Biz
velayetiyiz!" diyip, Velayetîler93 adına "İslam'ın hiçbir yerinde
sünneti izlemenin gerekli olduğu geçmemektedir" diyor; oysa Kur'an'da
açıkça şöyle buyuru-luyor: "Yakınlarıma sevgi dışında sizden hiçbir ücret
istemiyorum." (42/Şura Suresi, 23) O, bu âyeti sünneti bir kenara itecek
şekilde tefsir ediyor, "Resulün hayatında sizin için güzel örnekler vardır"
(33/Ahzab suresi, 21) şeklindeki açık ayeti ve Hz. Emir ile tüm Şiî imamlarının
Peygamber'in sünnetinin korunması ile ilgili yaptıkları onca vurguyu görmezden
geliyor ve Şiîlik ve velayet adına Peygambersiz bir İslam icat etmek istiyor!
Kur'an hakkında da "bu Kur'an, tahrif edilmiştir, asıl Kur'an gâib İmam'ın
elindedir. Kur an anlaşılabilir bir kitap değildir, bizim onu kendi aklımızla
ve bilgimizle tefsir etmeye hakkımız
yoktur" diyenler de çoğunlukla
bunlardır. Yani "Kur'ansız
İslam!", Safevî Şiîliği ve yeni velayet, "Kur'ansız ve sünnetsiz
İslam'ın" formülü olmuştur.
Sünnete dayanarak itreti ortadan kaldıranlar
da bir hak olan sünneti, bir başka hak olan itreti ortadan kaldırmak için araç
olarak kullananlardır.
2)
Hakikatlerin tahrifi için şiarların abartılması...
Emevîler, Abbasîler ve onlardan sonraki
halifeler döneminde İslâmî şiarlar Peygamber zamanındakinden daha süslü hale
geldi. Çünkü bu yolla hakikatlerin tahrifine girişmek istediler. Bazen bir
şahsın, bir fikrin ya da bir kitabın yüceltilmesi, o şahsın kişiliğinin, o
fikrin ve o kitabın içeriğinin tahrif
93-
iran'da Ehl-i Beytin velayetini savunma adına ortaya çıkmış dinî bir grup.
[Çeviren] .
266
edilmesi
yolunda kullanılıyor. En büyük aldatma
da budur. Sadr-ı İslâm'daki [İslam'ın ilk dönemlerindeki] Kur'an yazmaları ile
Moğollar dönemindeki nüshaları mukayese etmeniz yeterlidir. Bugün o nüshaların
her bir sayfasının bir milyon tümen değeri vardır. Ancak bu. Moğol Hanın
kutsanması için bir vesileydi ve Kur'an metninin süslenmesi, Kur'an ruhunun
meçhul bırakılmasına ve yok edilmesine yaramıştır. Bu çerçevede mescitlere,
cemaate, haccın karmaşık teşrifatına, namaz öncesinde yapılanlara ve
şartlarına, dinî matem törenlerine, dinî bayramlara bakınız. Baştan aşağı
altınlarla ve mücevherlerle süslü türbelere, ziyaretlerdeki ve dualardaki
teferruatlara bir bakınız ve onları, dünyalarını değiştirmiş olan imamların,
ashabın ve mücahitlerin sâde İslam'ı ile mukayese ediniz.
3) "Ismet"e karşı "hizmef'e
dayanmak ve bunu propaganda etmek.
Fütuhat
gücünü, İslâmî toprakların genişliğini, Müslümanların sayısını ve benzeri
şeyleri, kendilerine şiar ediniyorlar. Bazıları bunları önderlikteki
"ismet" (hatasızlık, masumiyet) şiarına karşı kullanmaktadır. Daha
açık bir ifadeyle mesela diyorlar ki "halifelerin bazı hataları olduğu
doğrudur; ancak onlar da nice fetihler yaptılar, İslam için nice iftiharlara
sebep oldular, nice... nice...!" Bu, İslam'ın mahiyetini ve Peygamberin
risaletini değiştiren büyük bir sapmadır ve "hizmet" kisvesinde
ihanette bulunmaktır. Bunun bir örneği Hâlid'dir. O savaşta haşin, heveste ise
laubali idi. Hatta Mâlik bin Nuvey-re'nin teslim oluşunu ve Müslümanlığını
kabul etmiyor ve Müzakere çadırı yanında korkuyla bekleyen güzel karısına sahip
olmak için onu öldürüyor. Ancak o, Mûte savaşında düşmanın kafasında dokuz
kılıç kırıyor. Ridde ayaklanmasını durdu-
267
ruyor,
peygamberlik iddiasında bulunanları yere seriyor ve İslam'ın yararına kâfirlere
darbeler indiriyor...94
4 ) İdeolojiyi ve sorumluluğu ortadan
kaldırmak için "bilimi ve kültürü" vurgulamak.
Bu, en korkunç ve en pratik hiledir.
Dördüncü, beşinci ve altıncı asırda "İslâmî ilimler" büyük ölçüde
ilerleyip gelişti ve zirveye çıktı; ama İslâmî bilinç, onun yüz katı kadar
ortadan kalktı. Müstakil bir konferansta belirttiğim gibi, düşüncelerin bilime
yöneltilmesi, tercümenin, edebiyatın, şiirin ve kelamî-felsefî bahislerin
yaygınlaştırılması, halkın siyasetten uzaklaştınlması (de-politisation) içindi.
Böylece düşünce duyarlılıkları, rehberlik ve toplumsal adalet meselesinden (hak
imameti ile gasp hilafeti) zihinsel meselelere sapacaktı, nitekim böyle de
oldu.
Çoğunlukla
geçmişte ve tüm toplumsal ve dinî hareketlerin geçmişinde, "inanca dayalı
bilincin" yani ideolojinin hareket eğrisi [grafiği], mücahit yetiştirir,
sorumluluk ve hedef koyar. "Bilim ve medeniyet bilincinin" yani
kültürün hareket eğrisi ise dünya yaratmakta, güç ve uygarlık meydana
getirmektedir. Bunların hareket çizgileri birbirlerinin tam aksi yönündedir.
Bir hareket önce bu "itikadı öğretinin" bünyesinden doğan iman,
hedef, sorumluluk ve cihattan ibarettir. -Kitleleri bilinçlendiren ve onları
seferber eden- "Akide" eğrisinin, ulaştığı en yüksek noktadan aşağıya
inmeye başlamasının ardından, kültür eğrisi, -ki felsefe, bilim, edebiyat ve
sanatın oluşturduğu bütündür ve havza-yı ilmiyelerin, medreselerin,
üniversitelerin dört duvarıyla ve buralara mensup âlimlerle, uzmanlarla
sınırlıdır. Kitleler,
94-
Fakat Ali. onu. "Allah'ın kılıcı" diye nitelendirilmesine rağmen,
kanunun icra
sından
muaf görmüyor. Yalnızca dürüst, niyeti (ilk isteği ve asli hedefi) temiz ki
şilerin
hizmetlerinin -hayır işlerinin- kabul edileceği İslâmî bir prensiptir.
Kur'an'da
şöyle
buyrulrnaktadır: "Allah saded takva sahiplerinden kabul eder."
(5/Maide
Suresi,
27) *
268
bunların
yüksek duvarlannın ve kapalı kapılarının ardında ondan mahrum kalır ve ona
yabancılaşır.- yükselip zirveye ulaştığı ölçüde, itikadî bilincin ve
"fikrî öğretinin" eğrisi inişe geçer. İslam da başlangıçta
"itikadî bir öğreti'ydi, "ilahîbir meram "di, toplumsal-beşerî
bir mesaj ve bir misyondu. Tüm dünyadaki halk kitlelerine hitap etmekteydi
(Li'n- Nâs-ı Kâffe). Benî Ab-bas zamanında bilimin, kültürün ve edebiyatın
gelişmesiyle, İran, Yunan ve Süryanî dillerinden tercümeler yaptılar, dinî ya
da din dışı ilimler, tasavvuf, felsefe, sanat, şiir, edebiyat, teknoloji,
medeniyet ve güç gelişti, ilerledi. Felsefe, fıkıh, kelam, tefsir, lügat,
tarih, coğrafya gibi muhtelif bilim dallarında büyük insanlar ortaya çıktı.
Büyük fakihler, büyük kelamcılar ve büyük filozoflar yetişti; ama büyük İslam
kültürü ve medeniyeti, medreseler, Nizamiyeler, Daru'l- Hikmeler, Dâru'l-
Ulûmlar, büyük ve görkemli camiler, Ebu Zer gibi şahsiyetler yetişmedi,
Hüseyin'ce dirilişler yaratmaktan âciz kaldı. Kur'an'daki "Bismillah
"in "b" harfinin altındaki nokta hakkında bir ramazan ayı
boyunca konuşma yapıyor, ciltler dolusu tefsir yazıyorlardı; ancak bu kitabın
misyonunun ne olduğunu ve mesajının kime hitap ettiğini, hangi grubun lehine ve
hangi grubjn aleyhine olduğunu bilen çok az kişi vardı. Ali hakkında onlarca
cilt şiir ve menkıbe kitabı yazabilecek, Nehcü'l- Belaga'daki her kelime ve her
işaret hakkında onlarca ilmî, edebî, kelami ve felsefi açıklamada bulunabilecek
pek çok kimse vardı; ama Ali'nin sözünün aslını anlayabilecek çok az kimse
vardı. İslâm, bir akide ve bir ideoloji biçiminden bir kültür biçimine dönüştü.
Havas âlim oldu, avam ise yobaz... Sorumlu Müslüman aydına gelince ??? Onun da
neslini tükettiler.
5)
Takvayı ortadan kaldırmak
için terakkiye dayanmak.
Fesadın
genelleştiği doğru; ama sonuçta İslam toplumu te-
rakki
etmiştir. Ashab zamanındaki Medine nerede, halifeler zamanının bin bir gece
sarayları, sayısız medreseleri, kütüphaneleri, şairleri, filozofları,
mühendisleri, hakîmleri [hikmetle uğraşan] ve din savaşlanndaki cihangir
subaylarıyla dolu Bağdat nerede?
6) içerikten gafil kılmak için "şekiV'e
yönelik aşırı ve doğal olmayan duyarlılıklar ve kuruntular oluşturmak.
Örneğin, Kabe etrafında dönmenin şekli, tarzı,
şartları ve âdabı diye binlerce fıkhi hükümle karmaşık bir tekniğe
dönüştürülmesi; faraziyelere, uzak hatta garip ve tuhaf ihtimallere,
gerçekleşmesi tahmin bile edilemeyecek kadar imkansız meseleler hakkında
içtihatlar, bahisler, tartışmalar, polemikler, ilmî, fıkhî, ve fikrî
araştırmalar... Örneğin ihram halinde abdest alıp odana girdikten ve çıktıktan
sonra "acaba odanda namaz mı kıldın, yoksa eşinle cima mı ettim!"
diye şüpheye düşersen ne yapman gerekir, bunun hükmü nedir? Çok zor ve belirsiz
bir durum. Çünkü birinci durumda, namazını eda etmişsin, sonraki namaz için de
abdestin vardır, bu durumda haccın da ihramın da geçerlidir. İkinci durumda ise
abdestin bozulmuştur, burası kesin, cenabet guslü de sana farz olmuştur, namaz
borcunu henüz eda etmiş sayılmazsın ve bir de kefaret boynunun borcudur!
Bugün "tavaf" teknolojisi, yani
Kabe etrafında yedi defa dönmek, Apollo'nun Ay etrafında dönmesinden ve uzay
laboratuarının dünyanın etrafında dönmesinden daha karmaşık ve anlaşılması daha
zor bir iştir. Ağır ve sayısız sorumluluklar altında, korku ve tedirginlik
içinde tüm dikkatini ihram elbisesine vererek dönen hacının durumu, Ay
etrafında astronot elbisesiyle dönen Conrad ile mukayese bile edilemez.
Ama Haccdaki tüm hükümleri, meseleleri,
farazî konuları, şartları, garip ve tuhaf ihtimalleri öğrettikleri bu hacıya bu
270
amellerin
anlamının ne olduğunu bir defa bile söylemediler! Hatta hacc ve menasik
kelimelerinin anlamlarını bile söylemediler. Bu şekildeki hacc algısının -fikrî
değil, fıkhî hac- aksine, başlangıçta onun fikrî içeriği o kadar derin,
devrimci, yapıcı ve eğiticiydi ki Peygamber ve imamlar ondan yararlanıyor ve
onun ruhî yüceliği ve anlam zenginliği karşısında kendilerini küçük görüyorlar
ve buna muhtaç olduklarını ortaya koyuyorlardı. Ayrıca bunun fıkhî şekli daha
önce öylesine sadeydi ki Peygamber, devesiyle Mescid'ü-1 Haram'a giriyor,
asasıyla Hacer'ül Esved'e dokunuyor yine aynı şekilde binek-li olarak tavaf
ediyor ve gidiyordu!
Dünkü namaz, açık kelimelerden ve sade
hareketlerden oluşuyordu, bu şekliyle kişiyi, bir örümcek ağı gibi saran maddî
hayatın bencilliğinden kurtarıyordu. Onu, güneşin karşısına konmuş bir ayna
gibi, Allah'ın karşısına koyuyordu. Bir topluluğu tevhit tanrısının karşısında,
vahdete erdiriyor, bireyselliği "muvahhid cemaat" içerisinde
"inanan kardeşler" kılıyordu. Aşkı, devrimi, ruhu, gücü, ihlası,
bilinci, sorumluluğu, özgürlüğü, fedakarlığı, bağlılığı öretiyordu. Şimdi
"Şekkiyat"95 bir "logaritma cetveli'nden ibarettir. O kadar ki
bir "hareketler ve zikirler bütünü" haline dönüşmüşmüş olan namazın
felsefesi ve mantıklı tarifi, namaz kılan her Müslüman için yalnızca hata
yapmamayı hedeflemekten ibaret olmuştur. Tıpkı bu cümleyi benden sonra
duraksamadan ve dili sürçmeden dört kez tekrar eden kazanıp ödül alacak"
denen bazı kelime yarışmalarında olduğu gibi..!
Kelimelerin okunması, seslerin çıkarılması
üzerinde ne kadar ciddiyetle durulduğunu ne kadar emek harcandığını görüyoruz..
Dünyadaki tüm Müslüman halkların, namazda okunan
95-
Şekkiyyat, Şiî fıkıh kitaplarında, namaz sırasında düşülen seklerin
(şüphelerin) çeşitlerini ve hangi sekte ne yapılması gerektiğini açıklayan
oldukça uzun ve karmaşık bir bölümdür. [Çeviren]
âyetleri
Arap ses sistemine göre çıkarabilmeleri için. ağızlarından ve gırtlaklarından çıkan
seslerin Arap hançeresine uygun olması için ne dinî faaliyetler, ne şer'i
sorumluluklar ihdas ediliyor. Bütün bunlar bir Müslüman'ın Allah'ın mesajını
okuması, Allah'la konuşması, Allah'tan bir şey istemesi ve Allah'a bir şey
sorması için midir? "Şekil İslam'ında", "fiilî İslam'da"
namazda Kur'an okumanın anlamı, Allah'ın Kur'an'da ne dediğini ya da kendisinin
namazda Allah'a ne dediğini anlaması değildir. Aksine onun seslerini Arapça
mahreçlere göre ve doğru olarak çıkarmaktır. Namaza durup da hamdı ve Allah'ına
hitaben Kur'an'dan bir sûreyi okuduğunda, ne söylediğinden tek bir kelime
anlamasan bile bunun bir önemi yoktur; ama eğer bir harfi bile tıpkı bir Hicaz
Arab'ı gibi mahrecine uygun olarak çıkaramadıysan namazın toptan bâtıl
olmuştur, Allah seni dinlemez, hatta haccın da bâtıldır, tavafın da bâtıldır.
Sonuçta da şer'i hanımın, annen, baban ve çocuk-lann sana haram olur, eğer
bekarsan evlenmek de sana haram olur.
Bu durumda yapman gereken tek şey, ne yapıp
ne edip Allah'a "doğru bir ses namazı" sunmandır. Eğer kendin
alıştırma yaparak, kıraat çalışması yaparak düzeltemiyorsan, eğer lehçeni
değiştiremiyorsan, "düzgün ses namazı "kılan, kıraati Arapça olan
birini kiralıyorsun. Yani namazın felsefesi, senin için meçhul olsa da kutsal
virtleri Arapça mahrece uygun olarak Allah'a sunmaktır. Eğer kendin
yapamıyorsan, senin yerine, sana vekaleten teknik bir namaz kılıp Allah'la
konuşması için parayla birini tutuyorsun!
Bazı dindar şahısların, taharetin karmaşık
tekniklerini iyi bilmemelerinden dolayı, para verip vekil tuttuklarını
işitmiş-tim. Kiralık taharet!.. Kendi taharetleri içlerine sinmiyor ya, işin
tekniğini bilervfcîrinin yanırla gidip ücretini ödüyorlar, ya da dostça bir
ricada bulunarak: "Bendenize vekaleten benim
272
adım
adıma yüz adet taharet-i kûsî alır mısınız'' diye rica ediyor. Taharet-i kûsî.
elin baştan sonuna kadar yarım daire çizdiği, taharet çeşitleri içerisindeki en
kâmil taharettir. Ya da "taharet-i çinî [çini, seramik] veya messî"
[bakır]... Bu taharetlerde temizlik öylesine aşırı yapılıyor ki, parmağınızı
sürdüğünüzde bakır ya da çini bir tabaktan çıkan sesi veriyor!
7) Vahşî
insan yetiştirmek için uygar toplum oluşturma
çabası.
Bunu, bugün batıda ve batıyı taklit eden
doğudaki geri kalmış toplumlarda açıkça görmekteyiz.
Meşhur oryantalist Lamennais, Muaviye'yi
savunup Ali'yi (as) eleştirirken şunları söylüyor: "Muaviye'nin terakki
isteyen, taassupsuz bir ruhu vardı, o islam'a dünya çapında büyük bir uygarlık
getirdi ve Arab'ı Rum ve Iran medeniyetinin vârisi kıldı. Ali ise islam'ın o
ilk sadeliğinde kalması için çalışıyordu."
8) Toplumsal
sorumluluğun zayıflatılması ya da mah
kum
edilmesi için saptırıcı bir şekilde "bireysel ahlaka" da
yanmak.
Bu da zâhitliğin yaygınlaştırılması yoluyla
yapılmaktadır. Örneğin Hace Rebi' gibi... Öyle ki Muaviye bile Ali'yi şöyle
uyarıyor: "Allah'tan kork, takvalı o!!''
9) Bir şey söylememek için her şeyi
söylemek...
Bu, gerçek cephenin yanı başında sapma
cephesinin yolunu açmak için yapay bir savaş başlatmak şeklinde oluyor. Grupsal
ve tarihsel şiarların söz konusu edilmesi, kelâmî tartışmaların
alevlendirilmesi, eskide kalmış meselelerin canlandırılması, küçük tehlikelerin büyütülmesi,
eski şahsiyetlere
273
karşı
taassupların körüklenmesi, eski dönemlerdeki olayların gündeme getirilmesi,
eski olayların ve geçmişte kalmış ihtilafların yeniden gündeme getirilmesi,
küçük düşmanların önemli gösterilmesi, aslî şiarları unutturmak için konu
dışında ya da teferruatta kalan meselelerle ilgili olarak savaşlar çıkarılması,
mücadeleler yapılması, bütün bunlar,
yaşanılan dönemden koparmak, yaşanılan zamandaki faciayı söz konusu etmemek,
zihinleri mevcut durumdan uzaklaştırmak ve gerçek tehlikenin tanınmasını
önlemek içindir.
Abbasîler
döneminde yapıldığı gibi halkı "gaspa dayalı hilafet" faciasından,
cahilî eşrafçılığın Müslümanlar üzerindeki tahakkümünden, Peygamber ailesinin
mazlumiyetinden, Peygamber ümmetine yapılan zulümden, halkın haklarının
çiğ-nenmesinden... gafil bırakmak, temel "imamet'' ve "adalet"
şiarını unutturmak, Ali'nin ve onun yolunu sürdürenlerin fer- i yadını duyurmamak, adalet isteyenleri
Rafızî ve zındık diye suçlayıp katliama tâbi tutmak için, kafirlerle savaşı,
sûfî ve filozof kavgalarını, kelami çekişmeleri, Kur'an'ın "hadis ' ya da
"kadîm" olduğunu söyleyenlerle mücadeleyi, "aşk" ve
"akıl" tartışmalarını... ortaya attılar ve lafzî, fıkhi ve felsefî
duyarlılıkları körüklediler.
Nitekim Altı Gün Savaşlarından ve Beytu'l-
Mukaddes'in İsrail tarafından gasp edilmesinden hemen sonra bin dört yüz yıllık
Şiî Sünnî ihtilaflarının alevlendirildiğine tanık olduk. Tarihî ve mezhebî
meselelerle Ehl-i Sünnet içerisinde yeni bir Şia karşıtı cephe açtılar. Şia'nın
İslam için en büyük tehlike olduğu yönünde propagandalar yapıp, halkı şirke ve
Rafızîliğe karşı kışkırttılar... Şiîlerin içerisinde de tekvinî velayet ile
teşriî velayet savaşı alevlendirildi, mezhebî ve tarihî bir konu olan
"Fedek'in gaspı" bugünün şiarı oldu! İftira makinesinin
çalıştırılmasıyla orada Râfızîlere burada ise Vahhabîler'e ve Sünnî-lere karşı
herkes ağzına geleni sfeyledi. Bütün bunlar olurken 274
Moşe
Dayan'ın ise -haşa- sol kaşının altında gözü yoktu!96
Her kuşakta uyanan veya uyandıran herkese,
her gruba, her kuruma karşı yapay bir savaş başlatabilmek için iftiralar,
suçlamalar, baskılar ve kışkırtmalar başlatılır. Halk artık bütün fitnelerin
tek nedeni olarak "onu", "onları" ya da "orayı"
görür. "Onun", "onların" ya da "oranın" ıslah
edilmesi durumunda her şeyin düzeleceğini, ak pak olacağını zanneder. Ama on
beş yıl boyunca "ona" "onlara" ya da "oraya"
karşı savaştıktan sonra "onun" "onların" ya da
"oranın" da bizim gibi olduklarını, bizimle aynı dertleri, kaderi ve
inançları paylaştığını gördük. Ama biz belayı def edip, komployu hallettikten
sonra ikimizin de ortaklaşa sahip olduğumuz "horoz "umuzu
götürdüklerini, her ikimizin de ceplerimizi boşalttıklarını yeni anladık.
Yaptığımız tüm savaşlarımız, savaş sahnesinde kaybolmamızla ve horozumuzu
unutmamızla sonuçlandı.
Niçin yabancı düşman cephesinden
Müslümanların kafasına darbe indirildiğinde, Müslümanların toprakları gasp
edildiğinde, İslam ümmetine mensup bir halk saldırıya uğradığında,
Müslümanların mukaddesatı çiğnendiğinde ve İslam'a karşı dünya çapında büyük
bir darbe vurulduğunda, biz hep bir birimize düşüyoruz? Halbuki Kudüs'ü alan
odur. Mescid-i Aksa'yı yakan odur. Müslümanların toprağını işgal eden odur.
Müslümanların evini başına yıkan odur. Savunmasız Müslümanların namusuna
tecavüz eden odur. Soyumuzun, imanımızın, kültürümüzün ve İslam'ın kökünü
kazıyan odur. Ama buna rağmen Nasrettin hocalar benim ve benden daha suç-
96-
Türkçe'de hiçbir suçu olmamak anlamında kullanılan "gözünün üstünde kaşı
olmak" deyimi, Farsça'da "Kaşının altında gözü olmak" biçiminde
kullanılır. Moşe Dayan, Altı Gün Savaşları sırasında israil Savunma bakanı
görevinde bulunuyordu. Bir gözü kör olduğu için, korsanların taktığı türden
siyah bir bant takardı. Merhum Dr. Şeriatî onun Siyonist devletin kurulmasından
beri oynadığı kanlı role ve gözüyle ilgili durumuna işaret etmektedir.
[Çevrien]
275
suz
insanların yakasına sarılarak örneğin. "Niçin 96. sayfada falan cümleyi
yazmadın?!" diye hesap sormaktalar.
Pekala kabul edelim ki "orada falan
cümleyi yazmamışım" ama bu iki cümle hakkında 2000 sayfa daha yazı yazmışım. Peki neden
sadece bu bir cümleyi (Ki güya o sayfada yazma-lıymışım ama yazmamışmışım.
Başka yerlerde ondan çok daha ağırını defalarca yazmıştım) Ayrıca bu kitap
yaklaşık beş yıl önce yayınlandığında herkes övüp, takdir etmemiş miydi? Hatta
tekfir edip yasaklayan, yakınları tahrik eden saygıdeğer din âlimi, bu
gelişmelerden önce kendi mübarek elleriyle bu kitabımı ilmî ve İslâmî bir eser
diye övüp, İran dışındaki hatiplere ve bilginlere de hediye olarak göndermemiş
miydi? Kısa ömrüne rağmen İran'daki hangi dinî kurum, [Hüseyniye-i] İrşad kadar
Şia'nın kendine özgü inançları hakkında bunca bi-[imsel ve düşünsel düzeyde
üretimde bulunmuştur, onun kadar çalışan başka bir kurum var mıdır? Burada altı
yıl içerisinde üç yüz elli ilmî ve dinî konuşma yapıldı. Bunlardan iki yüze
yakını Şiî mezhebinin tarihine, kendisine özgü şiarlarına, inançlarına ve Ehl-i
Beyt öğretisine, imamete ve vesayete dairdi. Yayınlarının yüzde doksanı Şia'ya
özgü meseleler hakkındadır. İran'da kısa bir ömür içerisinde bu kadar az
imkanlara rağmen Ali Şiîliğini benim kadar hangi yazar kendisine dayanak
yapmıştır? "Ebu Zer-i Gıfarî'den, "Kızıl Şiîlik ve Siyah Şiîlik'e
kadar yirmi yıl boyunca -ki tüm fikrî hayatımdır- Lise öğrenciliğinden
emekliliğe kadar -Kalemi her zaman Ali ailesine hizmet etmiş, her zaman Ali'nin
izinde gitmiş, her zaman Ali'nin ideallerine aşk beslemiş başka kim vardır?
Yaklaşık yüz kitap, risale, ders ve konferans arasında eserlerinin altmıştan
fazlası Şia hakkında olan başka kim var?
Tüm kurumlar arasından sadece [Hüseyniye-i-]
İrşad ve bütün yazarlar, konuşmacılar ve öğretim üyeleri arasından sadece ben,
özellikle de 1967«yılının Haziranından sonra yani 276
Şia
karşıtı dalganın yükselmesinden ve Ehl-i Sünnet arasında Müslüman safların
emperyalizme karşı birleşmesi gerektiğine inanan yazarlara ve kurumlara karşı
Rafızîlik suçlamalarının alevlendirilmesinden sonra birden bire "velayet
eksikliği" gibi rezilce bir suçlamaya maruz kalıyoruz.
Yargılarını
"hava'dan vermeyen, istihbaratlarını Bay ... "diyor ki" şeklinde
almayan kişiler için, özellikle de toplumsal meseleleri araştıran, toplumumuzun
çağımızdaki gelişmelerini bilimsel araştırmalara ve gerçekçi analizlere göre
inceleyen kişiler için, tarihler, eş zamanlılıklar, ilişkiler, ortaya çıkan
gelişmeler son derece anlamlı ve değerlidir. Şunu bilmeleri çok ilginç olacak:
1967-68 yıllarında [Hüseyniye-i] İrşad da İsrail meselesini ve Filistin'in gasp
edilmesini ve Filistinli Müslümanlara yardım edilmesi gerektiği söz konusu
edildi. Ondan sonra "İslam'ın ilahî bir ideoloji olarak" ortaya
konmasıyla bunalım daha da şiddetlendi. "Alevî Şiîliği" şiarından,
"ilerici din alimleri"nin muteber kabul edilmesinden ve
"İslam'ın yeni çağın vicdanında, genç kuşağın düşüncesinde, hayatın ve
zamanın içerisinde" gündeme gelmesinden sonra Kuçali'ler tasalanmaya
başladı, Nasreddin Hocalar lanetler yağdırmaya başladı. Dai Hüseyin de
Behmen-Abad'dan yollara düşmüş, "velayet" e yaklaşmış, "Ehl-i
Beyt" evinde yıllarca asılı duran gizlilik perdesi yukarı kalkmıştı.
İşte bundan sonra iftira, hakaret, uydurma,
tekfir, kitabın ve inancın tahrifi, dedikodu üretimi vs... başladı. Tüm
hayatımızı, aşkımızı, her şeyimizi adadığımız bir inanca, karşı olmakla
suçlandık!...
Kâsıtîn, -insanlık karşıtı, halk karşıtı,
İslam ve ümmet karşıtı apaçık, zâlim, düşman- dahilî cephenin içine girmekte,
dost kisvesiyle, imanı ve en güzel değerleri savunma adına, en mukaddes
mekanlarda en iyi şiarlarla eski düşmanlıklarını devam ettirmektedir. Dış
cephede zafer kazanıp başarıya ula-
şanlar,
iç cephede yenilgiye uğratılıp ayaklar altına alınmaktadır. Ali'nin kâsıtîni.
Benî Ümeyye'dir. Bedir, Uhud, Hendek ve Mekke cephelerinde şirk şiarlarıyla
İslam'a yenilen cahiliye döneminin güçlü eşrafı, kültürünü ve şiarını
değiştirdi, İslam maskesi taktı, Sıffin'de Kur'an'ı bayrak haline getirdi,
tevhid şiarıyla Kur'an'ı ve sünneti bir kılıç ve bir kalkan olarak kullandı,
İslam'ın içeriğine, İslam'ın toplumsal misyonuna, İslam'ın mücessem ruhuna
saldırdı. Gerçek devrimci İslam'ın merkezine geldi, tevhit kisvesi ve İslam
şiarı altında onu içeriden yıktı. Devrimin tüm kazanımlarının vârisi oldu.
Devrimin kurucularını ve evlatlarını devrimin kılıcıyla kurban etti.
Sınıf- , sal konumunu, toplumsal gücünü
ve tarihsel rolünü yeni siper içerisinde korudu.
Mesele şudur: Toplumsal, itikadi ve siyasî
her hareket, esasen açıkça ortada olan dış bir güce ya da düzene karşı ortaya
çıkar. Onunla olan çelişkileriyle şekillenir. Binaenaleyh tarafların
birbirlerine karşı tavır alışlarında söz konusu edilen etkenleri, fertleri ve
meseleleri tanımak kolaydır. Bunlar son derece açık ve belirgindir. -Daha önce
de belirttiğim gibi- yenildikten sonra şiarlarını değiştiriyor, maskesini
takarak hareketin içerisine adımını atıyor. Fakat "siyasî
tavırlarını" değiştirerek yeni devrimci hareketin içerisinde kendi
toplumsal-sınıfsal durumunu korumaya devam ediyor. Kendi toplumsal-sınıfsal
konumuna karşı olan devrimi, kendi sınıfının ideolojik üssü haline getiriyor ve
devrimin kılıcıyla devrimin gerçek evlatlan-nı kurban ediyor.
İlginç olan şudur: Hz. Emir, hareketin aslî
düşmanı olan bu gücü isimlendirmek için öyle bir sıfat seçmiştir ki bu sadece
onun hakikatinin ve özellikle toplumsal rolünün açıklayıcısı olmakla kalmıyor,
şu hakikati de ortaya koyuyordu: Bu gücün dinî, siyasî ve toplumsal her tavır
alışında -maskeli ya da maskesiz olarak- tek bir sıfatı ve daima tanınacağı bir
niteliği var-278
dır,
onu her zaman bu niteliği ile tanımak gerekir. Her halini her hareketini, her
tutumunu ve her şiarını buna göre yargılamak gerekmektedir. Bu sıfat 'kâşiftir.
Bir "imam" olan, bir peygamberin en
yakın ve aziz havarisi olan, bir mezhebin timsali olan ilahî, dînî, tarihî bir
sima olan -Onun bu sıfatlannı, ister Şiî, ister Sünnî, ister Müslüman, ister
gayrî Müslim, ister dindar, isterse dinsiz olsun tüm düşünürler, kabul
etmektedir- Ali gibi büyük bir insan, kendi aslî karşıtı olan bu cepheyi
niteleyecek bir isim bulurken verebileceği onca isim arasından "kâsıt'ı
tercih etti. Bu son derece düşündürücü, öğretici ve aydınlatıcıdır. Bu
öncelikle dinî bakış açısının, İslâmî misyonun ve Alevî İslam-Bilimin nasıl
olduğunu ve bizim gördüklerimizden ve bizim anladıklarımızdan ne gibi farklara
ve hatta zıtlıklara sahip olduğunu göstermektedir. İkinci olarak Ali'nin, onun
şiisi olduğunu ve onu tanıdığını iddia edenlerle arasında ne kadar mesafe
vardır? Zihnimizin ve gönlümüzün perdesine işlenmiş olan görüntüsü ona ne kadar
benzemektedir? Daha bakar bakmaz bizim beklentimizin tam aksine olduğunu
görüyoruz. İlahî bir insan olduğu, ruhanî bir varlığı bulunduğu, dinî eğitimin
doğrudan bir parçası olduğu, her türlü düşünsel ve ahlakî öğretiden, kültürden
ve medeniyetten uzak bulunduğu, çocukluğundan beri vahiy sağanağı altında
kaldığı, nübüvvet ailesinde büyüdüğü, kişiliği peygamberin ellerinde
şekillendiği, İslam'dan başka bir şey olmadığı, düşünen, konuşan, yaşayan,
savaşan bir semavî kitap olduğu halde, kendi mektebinin, hareketinin ve
cephesinin karşısına geçen aslî cepheyi nitelendirmek ve isimlendirmek için
tercih ettiği sıfat, dinî bir sıfat değildir, dinî bir terim değildir. Bizim ve
dünyadaki tüm dinlerin bildiği bir bakış açısıyla, dinî bir bakış açısıyla
isimlendirmeye gitmemektedir. Bilindiği gibi her hangi bir şeyin ya da her
hangi bir kimsenin isimlendirilmesi ve nitelendirilmesi aynı zamanda bir yargı
da içer-
9
ALI I
inektir.
Verilen isim ve yapılan nitelendirme, hem bu isimi ya da sıfatı seçen kişinin
düşünce tarzını ve duygularını ifade eder, hem de isimlendirdiği şey hakkındaki
telakki biçimini gösterir. Bu açık bir psikoloji kuralıdır. Çünkü her
isimlendirme ve niteleme, belli bir "temei'e göre şekil kazanır.
-Dinin ruhunun tecessüm etmiş hali- yüce
Ali'nin, mezhebinin/dininin aslî düşmanını isimlendirmek için seçtiği temel,
dinî bir temel değildir. Yani İslam karşıtı aslî cepheyi düşman olarak tanımlarken,
kâfir, müşrik, mülhid, Allah düşmanı, dinsiz, putperest, cehennemlik,
günahkâr... gibi kelimeler kullanmıyor, hatta fasit, müfsit, haramzade,
şarapçı, utanmaz, şerefsiz, kumarbaz, şehvetperest, namussuz gibi ahlakî
temellere göre de nitelendirmemektedir. Halbuki bunlar, onlar için "onur
verici" olan bu vasıflara sahiptiler. Ayrıca bu vasıflar dindar ve mümin
bir halk nazarında toplumsal açıdan daha kötü, daha olumsuz ve daha tahrik
ediciydi. Hatta çağımızda bile dinî bir çevrede bir yazar ya da konuşmacı,
bilim, şiir ya da din adına istibdadı över ya da onu tevil etmeye çalışırsa
kendisine yönelik olumsuz bir duyarlılığın oluşmasına sebep olur. Evinde ağzına
bir yudum bira bile alacak olsa kamuoyu nezdinde artık mezarının kazılmış
olduğunu, kendisinin iğrenç bir yaratık olarak görüldüğünü bilir. Bu ahlakî
açıdan böyledir. Dinî açıdan ise, dindar bir hacı efendi, önemli bir makama
oturmak için Avrupa'dan dönen, oğlunun para kazandıracak her makam için yanıp
tutuşmasından, her makama baş vurmasından, halkın teveccühünü kazanacak, uygun
bir zemin yaratacak her yalanı söylemesinden, her şeyi yapmasından, örneğin
milletvekili olacaksa, sahte oylar hazırlayıp, hile yapmasından rahatsız olmaz.
Hatta muhtemelen gözünün nuru olan oğlunun bütün bunları yapması hoşuna bile
gider, Allah'a kendisine böyle bir evlat ftahşettiği için şükür bile eder. Ama
dönen oğlu gidip bir muayenehane açmışsa, basit bir
280
mühendis
ya da sıradan bir öğretmen olarak hizmet ediyorsa, gidip Ermeni bir kadınla
evlenmişse, gelin hanım kâfir olduğundan ve bedeni necis olduğundan eline taşı
alıp çıngar çıkaracaktır!! Bu sıkıntı üstüne sıkıntı, necaset üstüne
necasettir! Kendisini mutlu hissettiği, Allah'ın lütfuna mazhar olarak gördüğü
ilk durumun aksine şimdi dünyada da ahirette de bedbaht olduğunu düşünmekte,
acı çekmekte, dinî vicdanının yaralanmış olduğunu hissetmektedir.
Dinî çevrelerden ne suçlamalarla, ne
sövgülerle ne saldırılarla karşılaşır. Bazı kişilere yönelik yapılan
karalamaların, onlara yönelik sergilenen nefretin kökenine indiğinizde onlarla
ilgili doğru ya da yanlış tüm suçlamaların temelinde iki nedenin bulunduğunu
görürsünüz. Birincisi dinî neden diğeri de ahlakî neden...
Ömrü boyunca dalkavukluk yaptığı için,
zulmettiği için, gerçekleri çarpıttığı için, halka ihanet ettiği için,
emperyalistlerle işbirliği yaptığı ve ecnebilere uşaklık ettiği için, insan
haklarını ihlal ettiği için, kamuoyunu saptırdığı, uyuşturduğu için,
hak.kisvesi altında dini kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda kullandığı
için, zulüm karşısında, istibdat güçleri karşısında ve Müslümanların başına
gelen facialar karşısında sustuğu için, insanların kınandığına çok az
rastlanmıştır.
Fakat Ali, büyük düşüncesiyle, adeta
ebediyeti gören, tüm tarihsel dönemlere ve çağlara bakan basiretiyle, yüksek
anlayışıyla, yeryüzündeki her şeyi görüş alanında tutan şahin bakışı ile
gizlilikler, örtüler, aldatmalar ve zahirler ardındaki gerçeği avlamaktadır.
Din ya da ahlak karşıtı olan tüm o isimlerin ve sıfatların yerine kendisinin ve
dininin düşmanları için toplum karşıtı bir sıfat seçiyor. Bu da
"kasıt'tır. Yani "adalet karşıtı", ondan daha önemlisi, daha
köklüsü ve daha derini
981
ALI M
"eşitlik
karşıtı"!
Ali
bu sıfatı seçerek şunu demek istiyor:
1) İslam sadece zihinsel bir inanç değil,
aynı zamanda nesnel bir gerçeklik ve pratik bir misyondur.
2) İslam sadece ruhanî, ahlakî ve bireysel
bir düzen değil, aynı zamanda toplumsal, ekonomik ve siyasî bir düzendir.
3) İslam'ın aslî hedefi, dolayısıyla da
Müslümanların aslî sorumluluğu, Kur'an'ın açıkça belirttiği üzere kist için
kıyam etmektir.97 Binaenaleyh İslam'ın ve Müslümanların aslî düşmanı kist
düşmanlarıdır, yani kâsıtîndir.
4) Bu
sıfat, İslam ve Ali karşıtı düşmanların zihinsel inan
cını,
dinî bağlılığını, düşünüş tarzını, ahlakî özelliğini, ruhsal
durumunu
ortaya koymuyor. Onların davranışlarını, daha
doğru
bir ifadeyle onların toplumsal rollerini ve sınıfsal duru
munu
ortaya koyuyor. Yani İslam'ın ve Ali'nin aslî düşmanla
rı
toplumda çelişkiye, aynmcılığa, imtiyaza, eşitsizliğe ve ada
letsizliğe
yol açan kimselerdir. Eğer adaletsizler ve toplumdan
çıkar
sağlayanlar, zihinsel inançlarını ve dinlerini değiştirdiler,
dinî
şiarlara ve ibâdî hükümlere ve İslam'ın inanç esaslarına
inandılar,
yani kısaca eski küfürlerinden, şirklerinden ve ahla
kî
fesatlarından vazgeçtiler, Müslüman oldular, Şiî oldular, na-
97-
Bu cümleden Hadid Sûresi [25.ayet]: "Risalet sahiplerimizi açık delillerle
gönderdik, onlara kitabı ve ölçüyü [mizan] indirdik, ta ki insanlar eşitliği ve
adaleti yerleştirmek için kıyam etsinler. Allah, kendisinin risalede
gönderdiklerine kimin silahla yardımcı olduğunu (Safî tefsiri) bilsin diye
kendisinde savaş gücü bulunan ve insanlara faydalı olan demiri indirdik..
Doğrusu Allah güç ve izzet sahibidir." Görüldüğü gibi, Allah, peygamberlerini
kitap ve ölçüyle [mizan] gönderdiğini açıkça belirtmektedir. Bu risalede de
hedefi, halkın kist için kıyam etmesidir. Bundan hemen sonra demirin söz konusu
edilmiş olması ve ardından da insanların sorumluluğu olarak Allah'a ve bu
risaletlerinde Allah'ın peygamberlerine onunla yardımcı olmaları gerektiğinin
belirtilmesi çok ilginçtir. Ayetin sonunda Allah için kullanılan her iki sıfat
da güç ve izzet^kavramlarını bünyesinde barındırmaktadır. Bütün bunlar, şu
büyük dersin öğretilmesi içindir: Kitabın ve ölçünün hedefi kist için kıyam
etmektir; ama bunun gerçekleştirilmesi, demire bağlıdır, iman. bilinç ve kanun
yeterli değildir.
282
maz
kıldılar, oruç tuttular, humus ve zekat verdiler, ziyaretlere ve hacca gittiler,
Ehl-i Beyte sevgi beslediler, onlar için yas tuttular, mersiye okudular,
ağladılar, mescide gittiler, kafirlerle cihat ettiler, imamın kabrini yürüyerek
ziyarete geldiler, İslam'ın bilinçli takipçileri oldular, gerçek anlamda
Ali'nin yolunda yürüyenlerden oldular ise, şunu bilmelidirler ki, aslî temel
"kısf'tır. Kâsıtîn ise her ne örtü ya da maske altında olursa olsun, ister
müşrik olsun, ister muvahhit, ister puta tapsın, ister Allah'a tapsın, ister
kâfir olsun ister Müslüman olsun, ister Şiî olsun ister Sünnî olsun... sınıfsal
konumunu ve "kist karşıtı" toplumsal mevkiini korudukça, İslam'ın
aslî düşmanıdır ve Ali'nin İslam'ı, onun tam karşısında yer almaktadır.
Hiçbir inançla, hiçbir duyguyla, hiçbir
dindarlık gösterisiyle, Ali'nin
saflarına katılamayacaktır. Zira, "kasıt" bir İslam karşıtıdır. Eğer
putperest olursa Bedir'de Ebu Süfyan'ın bayrağı altında, Muhammed'e (S) karşı
savaşır. Eğer Müslüman olursa, Sıffîn'de Muaviye bin Ebu Süfyan'ın bayrağı
altında Ali ile savaşır. Küfür ya da İslam, onlann zihinsel mahiyetini
değiştirmemiştir. Ne diyeyim?... Müslüman kasıt, kafir kasıttan daha kötüdür;
aynı şekilde kasıt Şiî de diğerlerinden....
Böylece Ali'nin, kendisinin karşıtı olan
aslî düşman cephesini, nesnel [objektif] toplumsal bir sıfat olan kâsıtîn
olarak nitelendiriyor, asıl İslam cephesine ve kendi gerçek takipçilerine,
Ali'nin imameti dönemindeki İslam-küfür savaşının, kelami, felsefî ve zihnî bir
savaş olmadığını, halk düşmanları ile halkın savaşı olduğunu, ayrımcılık ve
adaletsizlik ile eşitlik ve adaletin savaşı olduğunu göstermektedir. Ali'nin
dininin/mezhebinin aslî misyonu "kist için kıyam "dır ve doğal olarak
onun dininin aslî düşmanları ve onun gözündeki asıl müşrikler ve kâfirler de
kist düşmanlarıdır.
Kuşkusuz
Ali, İslam'ı bu şekilde anlamayı [İslam-Şinâsiyi],
ALI
kişisel
çıkarımlarından ve bireysel tercihlerinden hareketle ortaya koymadı. O itretin
timsalidir. Yani Kur'an'ı ve sünneti tanımak için Peygamber tarafından tavsiye
ve tayin edilmiş öğretmendir ve gerçek İslam, mutlaka ondan öğrenilmelidir. O
konuşan Kur'an'dır, insan şeklindeki Kur'an'dır. Kur'an, dini, İslam'ı ve tüm
peygamberlerin risaletini bu şekilde tefsir ve tahlil etmektedir. Sadece
-işaret ettiğimiz gibi- "Halk kist için kıyam etsin" diye Peygamberler
gönderdik, kitabı ve ölçüyü onlarla birlikte indirdik diyen Hadid suresinde
değil, Al-i İmran suresinde de açıkça şöyle ilan edilmektedir: "Allah'ın
mesajlarını inkar edenlere, peygamberi haksız yere öldürenlere ve adaleti
emreden insanların canına kıyanlara gelince, onlara acıklı azabı bildir."
(Al-i İmran/21) Yani Tevhid, peygamberlerin risaleti ve bir grup insanın adalet
ve eşitlik mücadelesine daveti, bunların üçü bir safı oluşturmaktadır; tevhidi
inkar edenler ve Peygamberler ile adalet isteyenleri öldürenler de diğer bir
safı oluşturmaktadır.
72. Sûrenin 14. ayetinde de şaşırtıcı bir
şekilde İslam'daki bu iki aslî cepheleşmeye, kist ile kâsıtin savaşına açıkça
değinilmektedir;
"Ve
enna minna 1 Muslimune ve minna-el kâsıtun"
(Ve
elbette bizlerden bazılarımız Müslüman'ız, bazılarımız
da
kâsıt'ız) bu kadar açık ve kesin bir şekilde ardından hemen
şu
açıklamayı yapıyor:
' femen esleme feulaike taharrev
raşaden" : İslam'a girenler, rüşdü elde etme çabasına girişenlerdir.
"Ve
emma'l kâsıtûne fekanû li cehenneme hataben' : Kâ
şifine
gelince, onların hepsi cehennemdedir.
(Cin/14-15) t
Ömer'in
teşkil ettiği şûrada, şûra baŞkanı olan Abdurrah-
pnan
bin Avf -eşraftan bir Müslüman ve meşhur bir sermayedardı- Ali nin elini
tutarak şu beyat önerisini getiriyor-. "Allah'ın kitabına, Peygamber'in
sünnetine ve şeyheynin [Ebube-kir ve Ömer'in] uygulama biçimine göre amel etmen
karşılığında sana biat ediyorum." deyince, Ali hemen şu cevabı veriyor:
"Hayır! Allah'ın kitabına ve
Peygamber'in sünnetine evet, ancak ilk iki halifenin uygulama biçimine hayır.
Benim kendi uygulama biçimim var."
"Ali'nin yöntemi" -Alevî Şiîliğinin
tüm felsefesini içinde saklamaktadır- nedir?
Bu sorunun cevabı, "imamet" ve
"hilafet" denilen iki rejim arasındaki ihtilafı, açıkça ortaya koymaktadır.
Önemli olan şudur -bu ihtilafı zihinsel bir inanç ve kelami bir mesele şeklinde
ortaya koyup saptırmak isteyenlerin söylediklerinin aksine-aslında tüm ihtilaf
iki uygulama biçimi üzerindedir.
Buradaki uygulama biçimi, tam olarak, rejimin
muadilidir. İmamet ve hilafet iki uygulama biçimidir: İslam'ın "itikadî
bir din" olarak kâfirler karşısında kalkındırılması, ya da "toplumsal
bir misyon" olarak kâsıtîn karşısında İslam önderliğinin yapılması.
Elbette bu toplumsal misyonun fikrî temelinde tevhit ve dinî dünya görüşü
bulunmaktadır.
Hilafetin -İslam elbisesi içerisindeki
kâsıtîn rejimidir- yüzyıllar boyunca tüm çabası, İslam'ı "zihinsel bir
din" şeklinde muhafaza etmekti. Toplumsal misyonları kıstı yerleştirmek
olduğu halde bundan kaçınıp, "Müslimîn-Kasıtîn" savaşını,
"Müs-lürrûn-kâfirîn" savaşı şekline dönüştürmekti.
Elbette "kafirler'den maksat da tarihte
sıradan dinî kültürlerde yorumlandığı şekliyle
"dinî inançları inkar" edendir;
284
285
yoksa
Kur'an'da şu şekilde açıklananlar değildir. "Eraeytellezî yukezzibu
bi'd-dîn" "Dini yalan sayanı gördün mü? "Fezalikellezi yedu'u-1
yetim" İşte yetimi itip kakan, odur. Vela yehuddu ala taâmi'l miskîn"
Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.
Okuyucu genel geçer dinî ruhun etkisi
altında kaldığı için yine zihinsel materyalistlerden, dehrîlerden,
inkarcılardan ve mülhitlerden söz edildiğini, bir din olarak İslam'a
inananlardan bahsedilmediğini sanmaktadır. Hemen ardından son derece vurucu bir
şiarla devam eden ayet "fe" ile başlamaktadır:
"Fe
veylun lil musallîn"
Vay
o namaz kılanlara!
(Niçin?
Hangi namaz kılanlar?)
"Ellezine
hum an salatihim sâhûn, ellezine hum yuraune"
Onlar ki namazın anlamından, hedeflerinden
ve sorumluluklarından gafil olan iki yüzlülerdir.
"
Ve Yemneunel maun"
(Dindardırlar, âbiddirler, zâhiddirler,
namaz ehlidirler; ama) hayırlı ameli, halka hizmeti, halk için atılacak her
adımı engellerler!
Ali Şiîliği iki esas üzerine kuruludur.
Tarihteki sıradan bakış açısına göre bu iki esastan hiçbiri, zahiren zihinsel
bir inanç ya da dinin ibâdî bir ameli değildir.
Birinci esas: İmamet, -İslam esasına göre-
toplum önderliğidir. Hangi yöne? Hangi ülkülerle? Hangi hedeflerin
gerçekleşmesi için?..
İkinci
esas ise: Adalettir.
Ali, yöneticilik felsefesini ve hilafeti
kabul edîşini açıklar-286
ken,
zihinsel meselelere ve bireysel ahlakçılığa dayanmamaktadır:
"Onun vesilesiyle mazlumun hakkını alıp
zâlimin tecavüzünün önüne geçmeseydim hilafet devesinin yularını boynuna atıp,
onu kendi haline bırakırdım."
Ondan
önce de şöyle feryat ediyordu:
"Eğer hilafet yönetimi elime geçerse,
onlar halkın hakkını kadınlarının üzerine tapulamış olsalar dahi alıp halka
geri vereceğim! "
Ali, toplumsal liderliği eline aldığında,
küfür diyarına fethe çıkıp gayrî müslimleri Müslüman yapmak yerine, Müslüman
toplumun içindeki sınıflarla mücadeleye başladı ve eşitliği sağlamak için
çalıştı. En iyi mücahitleri, genç Müslümanları toplayarak başka milletlere
saldırtıp Maverau'n- Nehr'den, Afrika'ya oradan İspanya, Mısır ve Rum'a kadar
onları cihangirâ-ne savaşlarla meşgul etmek, böylelikle onlara ya cennete gidin
ya da milletin hayatını cehenneme çevirin demek, güç ve servet toplayarak,
aldatıcı propagandalar yapıp "İslam bayrağını doğuda ve batıda dalgalandırdık,
diğerlerinin mabedlerini yıktık ya da mescide çevirdik, yüz binlerce kadını ve
kızı Müslümanlara câriye yaptık, pazarlarda sattık... Rum kilisesinin
kulesinden ezan okuttuk..." diyerek kamuoyunun zihnini iç meselelerden,
içerideki zulümlerden, hak gasplarından, siyasî entrikalardan uzak tutmak,
Ebuzerleri sürüp Mervanlan iş başına getirmek, İslam'dan önce de her şey olan
eşrafı, yeniden her şey haline getirmek, İslam'ı bir düşünsel ve toplumsal
devrimden çıkarıp askerî ve siyasî bir güce dönüştürmek, Muhammed'in evinin
viran olması. Fâtıma'nın feryadının kesilmesi, vefalı devrim önderlerinin
kenara çekilmesiyle, devrimin aslî düşmanlarının iş başına gelmeleri, ashabın
ve takvalı mücahitlerin değişerek yeni eşrafı ve yeni köle sahipleri sınıfını
teşkil etmeleri, yeni bir hakim sınıf oluşturmaları, zulüm
287
hükümetini
yeniden diriltmeleri, adalete ve halka dayalı imamet yerine, sınıf düzeninin
yerleştirilmesi, kist ve İslam kardeşliği yerine halk sömürüsünün
yerleştirilmesi... Bunların
farkındadırlar, iç faciaları, bu tür dış iftiharlarla gizlediler. Güce olan
eğilimlerini ve maddî refaha olan arzularını tatmin etmek üzere eski muhacir ve
ensar için binlerce siyasî, şer'î ve toplumsal makam icat etiler, feth edilen
ülkelerden Medine'ye zekat, cizye, fey', enfal ve ganimetler aktığını devrimci
halk arasında yaydılar, Müslümanların devrimci ruhlarını ve inançlarını Mısır
ve İran eşrafına ait saraylardaki cariyelerinin ve kölelerinin arasında Rey'den
Rum'a. Mısırdan Şam'a sürüklediler. İki esas olan siyasî önderliği ve sınıfsal
adaleti (imamet ve adi) İslam'dan kaldırdılar, milleti katledip yağmalayarak
paraya ve makama gark olmuş bir şekilde güç yaratmaya, lezzete tapınmaya, İslam
karşıtı bir şekilde zahire bakmaya, Rum ve Sâsânî düzenini, hayatını ve medeniyetini
taklide havası razı ettiler. Zihinsel meseleleri söz konusu ederek, ibâdî
merasimleri yücelterek, haccın ve namazın görkemiyle, dinin zahirî şiarlarının
yüceltilmesiyle, mescit yapımıyla, züht ve sûfî ruhunun yaygınlaştırılmasıyla,
dünyayı terk edip ahirete yönelme anlayışının yüceltilmesiyle, ölünün ilk
gecesinden, ahiret azabından ve bireysel günahlardan duyulan aşırı
korkularla... halkın geneli meşgul edildi.
Ama, yirmi beş yıl evinin bir köşesinde bu
hilelere ve sapmalara tanık olan İslam eri Ali, askerî iftiharların ve bu
hamasî fetihlerin arkasında. İslam'ın bir güce dönüştürüldüğünü ve adı İslam ve
halk olan iki temel prensibin gömüldüğünü görmekteydi.
Bu yüzden daha ilk adımda yönetim tarzının
nasıl olacağını ortaya koydu. Beytülmâli devralınca İslâmî hükümet
maka-mındakilerin, artık beytülmâlin onların elinden, halkın eline geçtiğini
bilmeleri için lambayı söndürdü. Sonra o ilk iş olarak
288
beytülmâli
hortumlayan ve bu makamlara eşrafa mensup olmaları ya da siyasî oyunlar
oynamaları yüzünden gelen memurları azletti. Herkesten önce, hem Kureyş
döneminde hem de İslam'dan sonra en büyük kabilelerden birinin reisi olan,
güçlü bir makamda bulunan, büyük bir fâtih olan Muaviye'yi azletti. Sonra da
halkın hakkını İslam adına yiyen zâlimlerden, bu hakları .hanımlarının üzerine
geçirmiş olsalar bile geri aldı. İslam'ın, gayrî Müslimleri Müslüman etme
hassasiyetinden önce eşrafa, köle-sahibi, halk karşıtı hâkim sınıfa mensup güç
peşindeki müminlere karşı, halkın kist için kıyam etmesi yönünde hassasiyeti
olan bir rejim başlattı.
Otuz beş yıldır Kur'an bayrağı ve tevhid
şiarı altında, tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi halkı sömürerek kendi
hâkimiyetlerini ve halkın mahkumiyetini perçinleyen kâsıtîn, sahip olduğu tüm gücüyle
Sıffîn savaşını başlattı.
Sıffîn, İslam'ın, İslam'a karşı savaşıdır!
Müslümanların, kasıtlarla savaşıdır! Sıffîn'de Ali, her devrimden sonra onun
gasp yoluyla vârisi olan ve yeni bir maskeyle her zaman yaptığı gibi ezmeyeye
devam eden hâkim sınıf ile savaşıyor. Ali Sıffîn'de adaleti tekrar getirebilmek
için, içinden adaleti kaldırılmış İslâm ile savaşıyor.
O
günden yirmi yi/ önce ölmek isterdim!
"Nekese" anlaşmayı bozmak, bizim
deyimimizle ise "ihanet" anlamına gelmektedir. Binaenaleyh burada söz
konusu olan dış düşman değildir, halkın ve halkın inancının karşısın-
289
da
yer alan bir sınıf söz konusu değildir. Burada söz konusu olan. kişisel
sebeplerden ve özel garazlardan dolayı müttefikini sırtından vuran dosttur.
Bunlar genelde şiar değiştirmiyorlar, düşman cephesine katılmıyorlar, kendi
inançlarından vazgeçmiyor ve halkın, hareketin ve hak öğretinin karşısına
dikilmiyorlar; ancak bir takım ruhî vesveseler, kişilik zayıflığı, tamah,
bencillik, haset, "müttefikin ve dostun büyüklüğü karşısında duyulan
küçüklük duygusu", kişilik yoksunluğu, inanç ya da irade zayıflığı, gücü
ve hareketin önderliğini elde etme temayülü, şöhret sevdası, eski yoldaşlara,
dava arkadaşlarına duyulan şahsî kinler, olayların gerisinde kalmak, siyasal ve
toplumsal açıdan gelişmemişlik, sorumluluk duygusunun zayıflığı, basiretsizlik,
alacağı tavrın doğuracağı olumsuz sonuçlan önceden görememek... kökleri ve
derinliği konusunda kendisinin bile farkında olmadığı daha pek çok karmaşık
kişisel etkenlerden dolayı ne yaptığının farkında değildir, ihanetini ve
gafletini tevil ediyor, hareketin önüne taş koyuyor, sapmaya ve bölünmeye sebep
oluyor, tefrika yaratıyor, cepheyi zayıflatıyor, ''ümmet" karşısındaki
toplumsal misyonuna rağmen, hareketin dış düşmanla çatışma halinde bulunmasına
rağmen, "kâsıtîn" tehlikesinin tehdidine rağmen içeride ihtilaf
çıkarıyor, kişisel meselelerini söz konusu ediyor, cephenin ön saflarındaki
güçleri, içeriye çekerek çıkar için hesaplaşmaya girişiyor, cenah çalışmalarıyla
cephe gerisini meşgul ediyor, dolaylı olarak düşman için uygun zemin
hazırlıyor, en iyi fırsatları, güçleri ve imkanları uygunsuz ve zamansız
yerlerde heder ediyor, inancın ve inanç cephesinin bedenine en büyük darbeleri
indiriyor, hak güçlerini parçalıyor ve hakka tapanları karalıyor, hak cephenin
en güçlü fikrî ve toplumsal şahsiyetlerini içerden felç ediyor ve onları bâtıl
ile savaş sahnesinden uzaklaştırıyor. Hareketin nüfuzlu, etkin ve sevilen
çehrelerinden oldukları, iftihar dolu bir gerinişe sahip bulundukları için halk
yığınları nezdinde hareketin inanılan, güvenilen ve etkili 290
şahsiyetlerinden
sayılmaktadırlar. Hakkı, kişilere göre belirleyen ve kişileri şöhretlerine göre
değerlendiren halkın gözünde güvenilir kimselerden sayıldıkları için halk arasında
büyük sapmalara ve en derin ayrılıklara sebep olabilirler. Düşünceleri
saptırabilir. akılları karıştırabilir ve halkı, hak adına kişisel çıkarları
doğrultusunda yönlendirebilirler. Çünkü bunlar, hususî temayüllerini,
kendilerine çıkar sağlayacak hedeflerini ve düşmanlıklarını tüm çıplaklığıyla
halka sunmuyor, onları en güzel ve en aldatıcı hakperest şiarlarla, itikadî ve
toplumsal izahlarla, ilahî tefsirlerle halkın gözünden gizliyorlar. Hem de
öylesine ustalıkla gizliyorlar ki hatta kendileri bile bunun etkisi altında
kalıyorlar! Bunlar nâkisînden olanlardır. -Tahmin ediyorum- anlam ve gramer
açısından, tarihteki ve Arapça'daki kaynağı bilinmediği için bu, halkımızın
dilinde kullanılan şekliyle bir ölçüde buna yaklaştırılmış ve Farsçadaki
"nakes" sanılmıştır.
Halbuki, öncelikle "kes"98 müstakil
bir kelime olarak kullanıldığında iki anlama gelmektedir. Birincisi: Ferttir.
Bu da mecazen, dost, kişinin yakını, arkadaşı anlamına gelmektedir. (Kes u kâri
nedârem") Diğer anlamı da şahsiyettir. Bu kelime her iki anlamıyla da
isimdir. İsim, "bî" ve "ba" ön ekleriyle olumlu ya da
olumsuz sıfat olmaktadır. 10° (Bî pû!=fakir [parasız], bâ fazl=fâzıl
[faziletli, erdemli]) Önüne "nâ'' ön eki getirilerek olumsuz yapılan
sıfatlarda ise (nâ reva [reva olmayan], nâ sâzgâr [uygun olmayan, yakışır
olmayan]) şöyle oldu-
98-
"Farsçadaki 'kes" kelimesi, Türkçe'ye de geçmiştir. Türkçe'de
kullandığımız "herkes" kelimesi bu cümledendir. [Çeviren]
99-
Merhum Dr. Şeraiti, kelimenin anlamını açıklamak için Farsça bir cümleyle örnek
veriyor, [hiç kimsem, hiçbir şeyim yok] [Çeviren]
100- Farsça'da "bî" ön eki Türkçe'deki
"-sız, -siz", "bâ" ön eki de Türkçe'deki "-Iİ,
-lı"
ekinin anlamını vermektedir. Bu durumda önüne "bî" getirilen bir isim
olum
suz,
"bâ" getirilen bir isim de olumlu anlam taşıyan sıfat olmaktadır.
Örneğin
"zen-i
bî hicab" [tesettürsüz kadın] "zen-i bâ hicab" [tesettürlü
kadın] [Çeviren]
291
ğunu
görüyoruz. Örneğin "sâmân" [düzen, rahat, afiyet) ya da
"hıred" [akıl] isimdirler ve bunlara getirilen "be" ile
sıfat olmakta ardından da "nâ" ön ekini almaktadırlar, (nâbesâman,
[düzensiz, karma karışık] nâbehıred [akıllı olmayan/akılsızlık]) Binaenaleyh,
eğer "kes" Farsça olsaydı, "bî" ön ekiyle olumsuz yapılması
gerekirdi. "Nâkes" (tıpkı nâ şahsiyet, nâ ehemmiyet gibi) yanlıştır.
Bunu bir tarafa bırakalım, halkın kullanmasını bildiği bu sıfatı Farsça
"kes" sözcüğünü ortadan kaldıracak anlamda kullanmayı istemesi olacak
şey değildir. Kaldı ki bu kelimeyle kastettikleri "şahsiyetsiz adam"
değil, "mayası bozuk adam'dır.101 Mayası bozuk adam, hilebazdır, arkadan
hançerler, güvenilir bir dost değildir, delikanlı değildir, aklına güvenilmez,
arkadaşlık bilmez, saman altından su yürütür, çıkarı için insanların güvenini
ve sevgisini suiistimal eder, yüzsüzdür, onun için dost da düşman da birdir,
çıkarı söz konusu olduğunda insanı tanımaz, yaptığı hiçbir anlaşmaya, verdiği
hiçbir söze sadık değildir...
Bu anlamlar, Farsça'daki "nâkes"
kelimesinde mevcut değildir. Kaldı ki, bu Farsça tamlama doğru olsa bile bu,
şahsiyetsiz adam anlamına gelmektedir. Yani, kimsenin değer verip dikkate
almadığı adam demektir. Halbuki bütün bu anlamlar, "nâkis"102
kelimesinin hem terim hem sözlük anlamayla tercümesinde yer almaktadır.
Benim bu tahminimi daha fazla teyit eden
diğer bir şey de şudur: "Kes" Farsça'da "kef" harfinin
fethasıyla yazılır. Oysa Farsça konuşanlar, "nâkes" kelimesini, tam
da fail veznine uygun olarak "kef" harfinin kesresiyle telaffuz
ediyorlar ki bu, Farsça'da mevcut değildir. Zira bu. "nekese"
mastarının ism-i
101-
Türkçe'de "şahsiyetsiz adam" ile "mayası bozuk adam"
ifadeleri bir birinin yerine kullanılabilecek kadar yakın anlamlara sfhiptir;
ama Farsça'da "âdem-i bî şahsiyet'' ile "âdem-i bed cins"
ifadeleri aynı şeyi ifade etmez.JÇeviren]
102-
"Nakis" kelimesi "sin" harfiyle değil, noktalı se" ile yazılmıştır. [Çeviren]
292
Kâsıtîn,
Mârıkîn, Nâkisîn
faili
olan "nâkîs'tir. Bana göre şimdikinin aksine geçmişteki Sia propaganda
sistemi -gece gündüz övgü menkıbe, şiir, gaybı mucize ve keramet nakli,
mazlumiyete ağlayıp sızlama, şeklî duygularla matem tutma yerine- daha çok
Şahsiyeti, düşünceyi, öğretici ve yapıcı bir tavır almaya sevk edecek macera
dolu hayatları, gerçek ahlakî, ilmî, İslâmî ve toplumsal değerleri, dostu ve
düşmanı tanımaya, Hazreti Ali'nin hayatındaki tarihî olayları tahlil etmeye ve
bizatihi Ali'yi tanımaya dayanıyordu. Halk, "nâkisîn" kavramına
aşinaydı, Farsça konuşma dilinde sürekli tekrarlandığından bu, etki bıraktı ve
bir terim olarak kullanıldı.
İslâm'ın ilk dönemlerindeki gelişmeler, -özellikle
Saki-fe'den Sıffin'e kadar- yaşananlar, Müslümanların çoğunun çözemeyeceği
karmaşık bir düğüm haline gelmiştir. Bu öyle bir kördüğümdür ki sadece bir avuç
akıl sahibinin, hakperestliğiy-le. cihadıyla, azınlıktaki aydın âlimlerin
içtihatlarıyla ve hakikatin ve adaletin peşindeki Şiî halkının eliyle
çözülmüştür. Bununla birlikte üzerinden on dört asır geçmesine, pek çok
meselenin halledilmesine ve karanlıkların aydınlanmasına rağmen, henüz tarihin
bu konuda kesin bir hüküm veremediğini, İslam'ın başlangıcından itibaren
araştırmacıların önünde açık duran dosyayı kapatamadığını ve bu davayı
sonuçlandıramadığını görmekteyiz!
Tarihin bu kördüğümü nedir? Bunu çözmenin
zorluğu nereden kaynaklanıyor?
Bu düğüm -Şia'nın temel meselesidir, mezhebî
ihtilafların temeli ve İslam'ın ve Müslümanların acılı tarihî maceraların aslî
kaynağıdır- tek cümleyle "Ali'nin (as) macerası "dır, Peygamber'den
sonra muhacir ve ensar arasındaydı, yani Peygamber'in ashabı ve İslam'ın ilk
asrındaki ilk kuşağı, hareketin ön saflarında Muhammed'le (sa) ve Ali'yle (as)
birlikte olan
293
şahsiyetlerin
karşısında yer alıyordu.
Ali'nin kaderinin doğru anlaşılması neden bu
kadar zorlaşmıştır?
Zira tarihî olaylara, toplumsal çatışmalara,
siyasî olaylara yüzeysel bir şekilde bakan, -Hz Ali'nin Cemel hadisesini
yaratanlar hakkındaki tabiriyle- kişileri hakka göre değil, hakkı kişilere göre
değerlendiren kimselerin gözünde Ali'nin hayatında bir arada bulunması mümkün
olmayan zıtlıklar bulunmaktadır. Çünkü Peygamber'den sonra Ali'nin yaşadıkları
ne inkâr edilebilir ve ne de inanılabilir niteliktedir!
İnkâr edilebilecek gibi değildir; zira
bunlar tarihin kesin ve somut hakikatleridir. İnanılacak gibi değildir; çünkü
baştan sona ilginçliklerle dolu bir dizi soru gündeme gelmektedir!
Adını
"Ali'nin (as) yazgısı" olarak koyduğum temel mesele şudur: Ali,
İslam'a inanan ilk kişidir, çocukluğundan beri Peygamber'in dizinin dibinde
yetişmiştir. Bedir, Uhud, Hendek, Hayber. Huneyn gibi kader tayin edici en
büyük savaşların kahramanıdır, Peygamber'in en aziz ve en yakın havarisi, onun
kardeşi, onun sevgili kızının eşi, onun zürriyetinin babası, itretinin
mahzarıdır... Onun en fedakâr, en zahit, Kur'an'ı ve İslam'ı en iyi bilen, en
iyi konuşan en mücahit sahabesidir. Tam yirmi üç yıl boyunca, davetinin ilk
gününden (yevmu'd-dâr) son genel hutbesine (Haccu'l- Veda ve Gadîr) ve
hayatının son günlerine kadar (kalem kağıt istemesi103, namaz için çağırması,
Rumlar ile yapılacak savaşa ileri gelenleri göndermesi ve onlara on dokuz
yaşındaki Üsâme'yi komutan olarak
103-
Peygamber'in hayatının son anlarında bazı tavsiyelerde bulunmak için kağıt,
kalem getirilmesini istediği, fakat Örrjer'in "Peygamber sayıklıyor, bize
Kur'an yeter" diyerek bu isteğe engel olduğu yönündeki rivayete işaret
edilmektedir. [Çeviren]
ataması104,
gelecek hakkında korkularını ve endişelerini izhar etmesi, vs.) Peygamber, her
yerde açıkça ve işaret yoluyla, sözüyle ve davranışlarıyla, ayetle ve
hadislerle, Ali'nin kendi halefi olması yönündeki isteğini belirtmiş ve onun
rehberliğini tavsiye etmişti.105 Ali'nin bu makama olan liyakatini de herkes
açıkça bilmekteydi. Bununla birlikte Peygamber başını yastığa koyduğu an ümmet
içindeki uyumuş ukdeler uyanıyor ve İslam'ın ileri gelen şahsiyetleri, hakikat
karşısında ayak diremeye başlıyorlar. Neticede Ali'nin hakkı gasp ediliyor,
onun faziletleri inkar ediliyor ve Peygamber'in sürgün ettiği Mervan bin Hakem,
İslam'ın sadrazamı olurken, Ali çeyrek asır işten uzaklaştırılıyor, elinde
belle tarlada ve su kaynaklarında işçilik yapmaya mahkum ediliyor.
Tüm bunlar inkar edilemez gerçeklerdir ve
Ali'nin hakkı gasp edilmiştir. Ancak inanılmaz olan şey, bu hak yemenin
İslam'da belli bir geçmişe sahip olan seçkin kimseler tarafından yapılmış
olmasıdır. Bunların, Peygamber güneşi etrafındaki parlak yıldızlar olmalandır,
Muhammed'in ve Ali'nin hemen yanı başında bulunmalardır, toplumun gözünde
hakperestlik örneği olmalarıdır. Anlatılması ve cevaplandırılması zor olan
hemen hücum edivermeleridir. Ebu Bekir mi? O, Peygamber'in ailesi dışında olup da
Peygamber'e ilk iman eden kişidir, Peygamber'in eşinin babasıdır, onun mağara
arkadaşı-
104-
Peygamber'in, hayatının son demlerinde Rumlarla yapılacak savaş için, içinde
Ebu Bekir ve Ömer'in de bulunmasını istediği Usame bin Zeyd komutanlığında bir
ordu teşkil ettiğine, fakat Peygamber'in tüm ısrarına rağmen bu ordunun,
Peygamber'in vefatını bekleyerek sefere çıkmadığına dair rivayete işaret
edilmektedir. Dr. Şeriatî, burada, tarihte Ebu Bekir ve Ömer için kullanılan
bir terim olan "şeyheyn" kelimesini değil şuyûh [şeyhler] kelimesini
kullanmıştır. Bu yüzden bu kelimeyi "ileri gelenler" şeklinde tercüme
ettik. [Çeviren]
105-
Bu meselenin tüm yönlerinin daha iyi kavranması için İslam-Şinasî [İslam-Bilim]
adı kitaba, yani "nakisîn'in velayeti inkar ettiği yönündeki suçlamalarına
muhatap olan kitaba bakılabilir.
104-
104-
294
295
dır106
onun en yakın dostlarından biridir. Ebu Bekir işkence, ölüm. sürgün ve
yalnızlık dışında hiçbir beklentisinin olmadığı bir zamanda Müslümanlığını
açıkça ilan etmişti. O. Peygamber'e iman ettiği sırada on yaşında bir çocuk
olan Ali dışında Peygamber'in ailesinden dahi hiç kimse Peygamber'e biat
etmemişti. O, Mekke'de müreffeh bir sermayedardı. Ancak
iman uğruna ve Peygamber'in davetiyle rahat hayatından ve servetinden vazgeçip
Medine'de fakir bir işçi gibi Yahudilere işçilik yaptı. Peygamber, Mekke'den
Medine'ye olan tehlikeli hicreti sırasında yanına sadece onu seçti. Hilafeti
döneminde de en küçük bir değişim göstermedi. Hatta o ağır hilafet sorumluluğu
yanında ekmeğini kazanabilmek için amelelik yaptı. O hilafetin, mârufu emredip
münkerden sakındırmak görevini yerine getirmek olduğuna bu yüzden de
beytülmalden maaş almaya hakkı olmadığına inanıyordu. Daha sonra "geçimini
sağlamak için yaptığın işe ayırdığın vakti, halkın işi için harca; kazandığın
maaş kadar da beytülmalden ücret al" diye onu ikna ettiler. Buna rağmen o,
ölüm döşeğinde iken aldığı tüm ücretin hesap edilmesini ve zırhının ve
bineğinin satılarak bu hesap üzerinden beytülmâle geri verilmesini vasiyet etti.
Oğlu, büyük bir şahsiyet olan Muhammed bin
Ebu Bekir'di babasının makamından dolayı herhangi bir makam ya da servet
kazanmadı. Ali'nin (as) vefalı ve sevgili bir dostuydu. Düşmanlıkların,
tehlikelerin ve ihanetlerin doruk noktaya ulaştığı Ali'nin hilafeti döneminde,
Ali'nin yaveri olarak kaldı ve Ce-mel savaşında Ali'nin yanında kız kardeşi
Aişe'ye karşı savaştı. Mısır'da Ali'nin memuru iken Ali'ye sadakat uğruna
canını verdi. Ali (as) onu öylesine severdi ki onu "Muhammed bin
106-
Mekke'den Medine'ye hicret sırasında Peygamber'in Ebu Bekir ile birlikte
müşriklerden
saklanmak için bir mağaraya sığındığına ilişkin rivayete işaret edil
mektedir.
[Çeviren] '
296
Kâsıtîn,
Mârıkîn, Nâkisfn
Ali"
diye anardı.
Böyle bir insan haksızlık yapabilir mi? Bencillik
uğruna hakikati inkar edebilir mi? Vesayeti reddedebilir mi? Ali'yi evde
oturmaya mahkum edebilir mi? Peygamber'in kızının feryatlarına nasıl kulak
asmaz? Şahsî makamı ve onuru için halkın inancını nasıl kötüye kullanabilir?
"Ömer"! O, Peygamber'in tamamı
otuz dokuz kişi olan ashabıyla birlikte henüz Erkâm'ın evinde gizlendiği,
dehşet, işkence ve tehlike altında yaşadığı bir sırada ona iman etmişti.
Peygamber'in tüm nübüvvet dönemi boyunca her yerde, Peygamber'in yanında idi ve
onun en yakın ashabından sayılıyordu. Peygamber onun kızıyla evlendi ve Ali.
kızını ona eş olarak verdi. O, İslam'ı dünya çapında büyük bir güce dönüştürdü,
doğudaki ve batıdaki en güçlü imparatorlukları yendi ve İslam'ı İran'a,
Mısır'a, Filistin'e... hâkim kıldı. O yeryüzündeki en büyük imparatorlukların
ve saltanatların vârisi oldu; ama yırtık elbiseli bir fakir gibi yaşadı. Hep
yaya idi ve toprak üstünde uyuyordu. Oğlu Mısır'da şarap içmekle suçlandığında
onu kendi eliyle kırbaçladı. Hem vuruyor hem de ağlıyordu. Hayretle "Neden
ağlıyorsun ve neden vuruyorsun" diye soranlara şöyle diyordu:
"Yargıç
olan Ömer vuruyor, baba olan Ömer ağlıyor." Ölüm döşeğinde iken de zühdü
ile meşhur olan oğlu Abdullah'ın halife seçimi için kurulan şûrada kendi yerine
seçilmemesini şart koştu.
Böyle bir insan nasıl haksızlık yapabilir?
Peygamber'in vesayetine karşı çıkabilir mi? Müslümanlara ihanet edebilir mi?
Peygamber ailesini mahrum edebilir mi? Ali'nin hakkını gasp edebilir mi?
Talha
ve Zübeyir mi?
Bu
iki kişi. İslam'ın zorlu ve sıkıntılı dönemlerinde Pey-
297
gamber'e
iman eden ilk beş altı kişi arasında yer almaktadır. Talha, Peygamber zamanında
"Talhatu'l -Hayr" lakabını aldı. Uhud savaşında, Peygamber'i korurken
öylesine büyük fedakarlıklar sergiledi ki Peygamber onu harikulade bir ifadeyle
övdü.
Zübeyir, Abdulmuttalib'in şahsiyetli kızı
Safiye'nin oğludur. O, Peygamber'in ve Ali'nin halasının oğludur. Zübeyir,
Peygamber'in ve Ali'nin yaptığı savaşların en meşhur savaşçılarından ve
mücahitlerinden biridir. O, Benî Hâşim'dendir, Ali'nin en vefalı
dostlarındandır. Ebu Bekir seçildiğinde o, Fâtıma'nın evine sığınan sayılı
kimselerden biriydi ve Ali'nin tarafını tutarak evden çıkıp kılıç çeken tek
kimseydi. Ömer'in şurasında, Osman'a karşı Ali'ye oy verdi.
Bu ikisi Osman'a karşı yapılan kıyamın
önderlerindendi. Ali'nin hükümeti için uygun zemin yaratan en önemli kişilerdi.
Ali, Bedir mücahitlerinin oyunu, hilafeti kabul etmesinin şartı olarak ileri
sürünce, bu ikisi, Bedir mücahidi ve Peygamber'in iki ünlü muhacir sahabesi
olarak Ali'ye oy verdiler ve Ali'nin hilafetini, düşmanlara ve münafıklara
karşı takviye ettiler.
Talha ve Zübeyir yaklaşık yarım asır,
bi'setin ilk yıllarından beri Peygamber'in en parlak ashabı ve İslam'ın en
seçkin mücahitleri olarak tanınıyorlardı.
Zorluk ve tehlike yıllarında hak uğrunda
çalışan, uzun yıllar bu hedefe vefalı kalan, iman ve hakikat yolunda yaşlanan,
hakkı iyi tanıyan, dostu ve düşmanı ayırabilen, ömürleri boyunca Ali'nin
yanında bulunup onun şahsiyetine, faziletine, imanına, İslam'ına ve takvasına
herkesten çok inanan, Ali'yi küçüklüğünden beri tanıyan bu iki insanın ihanet
edebileceğine inanılabilir mi? Haksızlık yapabileceklerine inanılabilir mi?
Tanıdıkları Ali'yi inkâr edebilirlar mi? Ona ait olduğunu bildikleri hakkı gasp
edebilirler mi? Saf taşları've yoldaşları olan 298
Ali'yi
kendilerine ve kendi yollarına karşı kin besleyen düşman karşısında nasıl felç
edip suçlayabilirler? Küfre ve onun gönüllü uşaklarına nasıl yol açabilirler,
şirkin nasıl oyuncağı haline gelebilirler, düşmanın kılıcıyla dostun boynunu
nasıl vurabilirler ve onu şirkin ve zulmün mabedinin eşiğinde nasıl kurban
edebilirler?
Böyle
bir şeye inanılabilir mi?
Böyle
bir şey nasıl mümkün olabilir?
Fakat ne yazık ki bu mümkündür, üzülerek de
olsa buna inanmak gerekiyor. Çünkü insanoğlunun karmaşık ve çelişkilerle dolu
ruhu, her halini, her anını, hayatının her an değişen aşamalarını, sabit
ölçütlerle, belirli kurallarla ve mantığa ve kıyasa dayalı basit formüllerle
açıklayabileceğimiz kadar açık ve belirgin değildir.
Hatta
tümevarım bile insan hayatı ve kişiliği için kesin olarak güvenilecek bir
yöntem değildir.
Bir kişinin davranışları, akide, iman, aşk,
yurtseverlik, makam ve mal düşkünlüğü, korku ya da cehalet gibi belirli ve açık
etkenlerin etkisinde olduğunda, onun davranışlarını, toplumda bıraktığı etkiyi
ve siyasetteki, hareketteki ve tarihteki etkinliğini anlamak kolaydır.
Mesela Ebu Süfyan'ın ve Ebu Leheb'in
kişilikleri, onların ortaya çıkan yeni durumlar karşısındaki tavır alış
biçimleri, davranışları, tepkileri, gerçeklikleri, tıpkı maddî unsurları,
canlıları ve tabiat olaylarını anlamak gibi kolaydır. Bedir, Hu-neyn, Hendek,
Hayber gibi olayları anlamak, bireysel içgüdülere hâkim genel mantıksal
ölçütlere, sabit formüllere, hayat düzenlerine ve toplumsal yapılara âşinâ olan
herkes için kolaydır.
Ancak çoğunluk için anlaşılması zor olan şey
şudur: Nasıl olur da zahit, gecelerini ibadetle geçiren, Kur'an hafızı, din-
299
dar.
müstehaplan terk etmeyen, dillerinden zikir düşmeyen, secdeden alınları nasır
bağlayan, inanç uğrunda ölmeye ve öldürmeye her zaman hazır olan. Benî
Ümeyye'ye düşman, Ali'ye taraftar olan kişiler, birden bire onu ilahî hükümlere
ve Kurana ihanet etmekle, hatta kâfir olmakla suçlayıp tüm güçleriyle ve dinî
taassuplarıyla ona karşı saldırıya geçerler.
Çoğunluk için inanılmaz olan şey, Müslüman
olmanın mükafatının ölümden, işkenceden, yoksulluktan, yurdundan
sürülmekten, hayattan vazgeçmekten
ibaret olduğu çok zor günlerde İslam'a ilk iman edenlerin, ömrünü hak uğrunda tüketenlerin,
hakkı ve batılı, Ali'yi ve Muaviye'yi çok iyi tanıyanların, Kureyş'in
saldırılarının zirveye çıktığı ve şirki yeniden diriltme tehlikesinin baş
gösterdiği bir dönemde, Ali'nin bu ezelî İslam karşıtı sınıfla olan çarpışması
sırasında Ali'ye ihanet etmeleri ve Benî Ümeyye gücünün lehinde Ali'yi
zayıflatmalarıdır! "Hizmet ehli olanların ihaneti", "hakperestin
haksızlığı", "dostun düşmanlığı', "gençliğini ve olgunluğunu
Allah'a itaatle geçirmiş yaşlının bencilliği"! İnanılır gibi değildir!
Fakat
elden ne gelir, bu inanılmaz olan şeyler gerçekleşmiştir ve hiçbirisi de inkâr
edilebilecek gibi değildir! İşte Şia'nın sorunu budur. "Bu. bugün de
Şiîlerin sorunudur!" Bu gruptakilerin teşhisi ve özellikle de onların
kişiliklerinin ve rollerinin doğru bir şekilde tahlili çok güçtür. Onlar,
oynadıkları gizli ve saptırıcı roller sebebiyle sadece kendi çağlarında ve
kendi toplumlarındaki sıradan halk kitleleri nezdinde tanınmamakla kalmadılar,
geçmiş olayları, özellikle toplumsal, düşünsel ve devrimci hareketleri
inceleyen tarihçiler tarafından da ya "tanınmamış" ya da "yanlış
tanınmış" durumdadırlar.
Özellikle bir hareket, düşünsel ya*da dinî
ise bu yanlış ta-300
Kâsıtîn,
Mârıkîn, Nâkisîn
nıma
çok daha fazladır. Çünkü ideoloji ya da din, tarih ya da sosyoloji uzmanları,
yazarlar ve bilginler çerçevesinde sınırlı kalmaz; halk kitleleri de onlar
karşısında aşırı bir duyarlılık gösterir, kendisini bu hareketle birlikte söz
konusu olan meseleler karşısında doğrudan doğruya sorumlu hisseder. Hatta
bilimsel bir bilgiye sahip olmadan, meseleleri araştırmadan ve bu hareketin
cephelerini ve kutuplarını doğru bir şekilde teşhis etmeden önce, tavır
takınmaya başlar, tüm şahsiyetlerle, hadiselerle ve şiarlarla ilgili yargılarda
bulunur ve kesin hükümler çıkarır. İkincisi, bu tavır alma ve genel yargılarda
bulunma daima taassupla iç içedir. Genele yönelik gösterilen mutaassıpça
yargıların diğer özelliği de şudur: "Tarihî olaylar", onlar
tarafından "bugünün olayları", "zihinsel meseleler" ise
"vakıalar ya da nesnel gerçekler" şeklinde telakki edilir.
Elbette bu doğal ve sıradan özellikleri,
herhangi bir toplumun dinle ve inançla ilgisi olmayan siyasî ve sınıfsal
etkenlerine yapay bir şekilde eklesek bile, halkın ve inancın söz konusu olduğu
her yerde inanç oyuncularıyla halk aldatıcıları her zaman var olacaktır.
Hareketin en önemli iç sorununu oluşturduğu
halde şahsiyetleri tanımayı ve bu grubun rollerini tahlil etmeyi güçleştiren
şey, halk kitlelerinin, hakkı ve düşünceyi kişileri ölçü alarak değerlendirmesi
ve hareketin belli bir geçmişe sahip olan şahsiyetlerine iman etmesidir.
Tarihçilerin ve araştırmacıların dahi yanlış
yapmalarına sebep olan şey, çoğunlukla insanı, toplumsal fenomenleri ve tarihî
olayları tıpkı maddî fenomenler ve doğal cereyanlar gibi sadece ve sadece
mantıksal açıklamalar ve aklî analizler ile incelemeye tâbi tutuyor
olmalarıdır. Oysa tarihsel, toplumsal, siyasî ve itikadi vakalar, onlardaki
aslî etkenin ya da temel etkenlerden birinin insan olmasından dolayı, tamamen
maddî vakalar gibi sabit formüller ve belirli bilimsel ve mantıksal ka-
301
ALI 1
ideler
içine alınamazlar. Karmaşık psikolojik meselelerin, rasyonelv yollarla
kavranamayacak ve tahmin edilemeyecek etkenlerin müdahalesi vardır. Her ne
kadar tarihin hareket seyri ve toplumsal değişim, bilimsel yasalarla ve somut
formüllerle açıklanabilir nitelikte olsa da, tarihi ve toplumu oluşturan
unsurlar insan bireyleridir ve her zaman bir molekül ya da hücre hükmünde
değildir. Tersine, onlann her biri belli bir harekete, tepkiye ve bireysel tercihlere
sahiptir. Bunlar, farklı bilinen ya da bilinmeyen sebeplerin neticesi oldukları
için bunları, farklı zeminlerde ve farklı ölçütler içerisinde incelemeye tâbi
tutmalıyız.
Bunların tümü bir yana genellikle herkes,
sadece halk değil bilginler bile, tarih ya da toplumda bir hadise içinde olan
her şahsiyeti tıpkı doğaya ait bir fenomen gibi sabit ve tayin edilmiş bir
mahiyet şeklinde telakki ediyor ve onu, o şahsiyetin bireysel ve toplumsal
hayatındaki birkaç ana çizgiye göre tanıyor ve her konuda bu tanımayı ölçüt
olarak kullanıyorlar. Ayrıca avam, şahsiyetler hakkında mutlak düşüncelere
sahiptir. Yani ya mutlak anlamda iyidirler ve bu yüzden de eleştiri-lemezler.
Öyle ki onlarda hiçbir zaman hiçbir zaaf söz konusu olamaz, hatta onların zatı
istisnaî ve aşkın bir yaratılışa sahiptir. Onlar doğuştan tüm faziletlere
sahiptir. Onlar daha doğmadan sahip oldukları üstünlükler annelerinin karnında
ve babalarının alnında tecelli etmektedir!! Bedenleriyle ilgili olarak güzellik
ve uyum açısından en küçük bir zaaf tasavvuruna dahi tahammül edilemez! Ya da
onlar mutlaka kötüdür. Bu durumda da onlarla ilgili en küçük bir olumlu vasfın
zikredilmesi -hatta bedensel özellikleriyle ilgili olsa bile- çok şiddetli
tepkilere ve itirazlara neden olur.
Elbette bu tür yargılar, avamın düşünce
şeklinden kaynaklanmaktadır. Fakat avamı aldatanlar da halkı uyandırmak ve
düşünceleri doğruya yöneltmek (Bu son defrece sıkıntılı ve ağır
302
bir
sorumluluk gerektiren bir iştir. Avamın miras olarak devraldığı geleneksel
eğilimlerinin, isteklerinin, hurafelerin, körü körüne bağlılıkların karşısında
durmayı gerektirir) yerine genellikle halkın kendi keyfine göre hareket
etmesini sağlamaya çalışırlar. Tashih etmek yerine tevil ederler, her hakkı ve
hakikati "takiye" bahanesiyle! -ya sükuta gömerler -bundan daha da
kötüsü- ya mezarı açıp onun ruhsuz ve çürümüş cesedini halka sunarlar, ya da
-daha da kötüsü- duruma hâkim olanın çıkarları doğrultusunda onu yanlış ve kötü
gösterirler. Mesela, hilafeti bırakıp bunun yerine halifeye saldırırlar,
imameti bırakıp bunun yerine sadece imam üzerinde dururlar, imamın yerine
imamın kabri, marifet yerine sadece ziyaret, takipçisi olmak yerine tapıcısı
olmak, Kur'an'ı tanımak ve tefsir etmek yerine takdis etmek, aşk ve mânâ yerine
lafız, içerik yerine kalıp, hakikatler yerine sloganlar, Şiîlik yerine
tevessül, akletmek yerine ibadete dalmak, tahkik yerine taklit, hakkı söylemek
yerine takiye, hakikat yerine maslahat, vesile yerine hedef, reddedici bir
takva yerine, züht takvası, itiraz ve "hazır olma" [Mehdi'yi]
bekleyişi yerine teslim "boş vermişlik" bekleyişi, yol demek olan
mezhep yerine mesire yeri demek olan mezhep, izzete dayanmak yerine zillete
dayanmak, yaşayanlar yerine ölüler, insanî özgürlük yerine ilahî cebir.
Kur'an'ın metni yerine Mefatih'in107 haşiyeleri, dünya ve âhiretin birbirinin
devamı olması yerine dünya ve âhiretin birbiriyle zıtlığı ve "meadın"
[ahiret] alt yapısı olan "maaş" [maddî geçim] yerine,
"meadı" yıkan "maaş", tekamüle yaklaşmak yerine
dalkavukluğa yaklaşmak, "kendi'ni "cemaafe katmak yerine,
"cemaat'ten "kendi'ne kaçmak, küfrün kapı komşusu olan fakirliği,
dinin kardeşi saymak, adaleti bu dünyadaki kendi vazifesi bilmek yerine, bunu
öte dünyada Allah'ın vazifesi olarak
107-
Mefatih'u- Cinan adlı dua kitabı [Çeviren]
303
görmek,
kendi zelil ve ölgün haline matem tutmak yerine, Hüseyin'in ölümsüz şehadetinin
aziz diriliğini bir ölüm matemine çevirmek. Kerbela nın kızıl [kanlı)
mektebinden. Hüseyin'in davetini, Zeyneb'in mesajını, kundaktakilerin
şehadetinin yürek yakan feryadını duyarak, kendini bilinçlendirme yolunda
dersler çıkarıp kendi hayatına diriltici bir yön ve hareket vererek özgürleşmek
yerine Kerbela kabristanında Zey-neb'i ağıt yakan bir kadın ve Hüseyin'i yardım
dileyen bir insan olarak tanıtmak, havanın sıcaklığından ve kılıç yarasından
feryat ve figân ederek susuzluktan kavrulan hazret-i Kasımın yalvarışlarıyla,
"İsrafil'in sûrunun" sesi gibi, yaşayan ölülerin kabirlerine ulaşıp
onları diriltmemek, bu mesajı "Cebrail dudaklarıyla" ve bu ayeti,
"Hira misali gırtlaklarla" bu ümmî ümmetin kalbine indirmemek ve
bunları zulüm ve cehalet kurbanlarına okumamak...
...Ne
söyleyeyim?...
Kandan
bahsetmek yetmez, bunu bir "afyon" yapıp, gece gündüz, her hafta, her
ay, her yıl, tüm çağlar boyunca nesilden nesle, beynin içine, fıtratın
derinliklerine, bilince, kişiliğe, idrake duygulara, vicdana bakışa, iradeye,
ülküye vs.... ümmetin tüm varlığına zerre zerre, zerk etmek... Ümmet "bu
mukaddes zehri" tüm gücüyle, aşkıyla, ateşiyle -ki bu, Hüseyin'in aşkı ve
ateşidir- öylesine büyük bir şevkle ve iştiyakla, emer, kendisinin tek hayat
kaynağıyla ölür, ruhu'I- kudüs'ün doğmasıyla, ihtiyacının masumiyetiyle,
imanının temizliğiyle duygularının el değmemişliğiyle "mesih" yerine
"yehuda" doğurur!!
Sonra
mı?
Ne
diyeyim, Ne diyeyim?
Avamın görüşünün özelliklerinden birinin de
mutlakçılık olduğunu söylemiştim. Ya "hep" ya da "hiç"!
Neticede düşünceler, etkiler ve şahıslar hakkındaki yargılar* daima tek yönlü,
304
kesin,
hüküm içeren, mutaassıpça, sevgi ya da nefretle karı-sık yoğun duygulardan,
kıyaslamalardan ve genellemelerden ibarettir.
Avam asla "şu açıdan böyledir" ve
"diğer açıdan böyle değildir", "bir açıdan iyidir, diğer bir
açıdan kötüdür" demez. İlahî adalet terazisinin aksine avamın yargı
terazisi "tek kefelidir!" Her kesin iyiliğini ve kötülüğünü birlikte
tartan, Allah'ın terazisidir. En muttaki müminin günahlarını da en fasit
kâfirin sevaplarını da bir "zerre" kadar da dahi olsa dikkate alır.
Allah insana iki göz, iki kulak ve bir dil
vermiştir. Bunun anlamı, herkesin - dostun da düşmanın da- hem kusurunu, hem de
iyiliğini görmek değil midir?
Başkasının sözünü işittiğin zaman hem ondaki
hakkı, hem de ondaki bâtılı duy; ama kendin bir söz söylediğinde yalnızca hakkı
söyle. Sözünü söyleyebilmen için sana tek bir organ verilmiştir; ama dost
konuştuğunda, onun bâtıl sözünü ve düşman konuştuğunda onun hak sözünü
duymazlıktan gelmeye-sin diye başkalarının sözünü duyman için sana iki organ
verilmiştir.
Bir yüzün ve iki gözün var. Yani bir yüzlü
olmalısın; ama başkalarının -gerek en kötü, gerekse en iyi- iki yüze sahip
olduğunu görmelisin. Bir Fransız atasözü şöyle der: "En sağlıklı insanlar
en eleştirilebilir insanlardır." Ancak avam bunu anlamaz, avamı aldatanlar
da hem anlamak istemez hem de bunun anlaşılmasına izin vermez.
Peygamber ashabı hakkındaki yargı. İslam
tarihindeki bu avamı yanlış düşüncenin en iyi örneğidir. Dikkate değer
şahsiyetleri "Nâkisîn" sayıyoruz.
Bir grup onları hizmetleri ya da
hayatlarındaki parlak noktaları sebebiyle, amel terazisinde bir zerre
ağırlığında dahi "kötü amel" olması mümkün olmayan şahsiyetler olarak
gö-
305
rüyor.
Diğer bir grupsa ihanetleri ve hayatlarındaki karanlık noktalar sebebiyle amel
terazilerinde bir zerre ağırlığında dahi "hayırlı amel" olması mümkün
olmayan şahsiyetler olarak görüyor.
Bu her iki cenahta da, halkın inanç
dizginini elinde bulunduranlar, çoğunlukla -evet çoğunlukla- kendi
avamlarındaki bu "mutlakçılığı" pekiştirmiştir. O cenahta bu ashabtan
"aşere-i mübeşşere-i bil-cenne"108 [cennetle müjdelenen on kişi]
uydurulmuştur. Yani henüz ölmeden ve imtihan ve sorumluluk dönemi sona ermeden
önce Allah'ın kendilerini cennete koyacağı kişiler... Yani imtihan sorularının
tümüne cevap vermeden yazılı kağıtları ellerinden alınıp düzeltilmiş ve her
birinin kağıdına tam not verilmiştir. Bu şekilde not vermek titiz ve insaflı
bir imtihan hocası için doğru değildir ve onun kendi değişmez yasalarına ve
kurallarına da aykırıdır. Sınavdan önce tam not alan bir öğrenci için de
problemler üzerinde düşünmenin doğru cevap vermeye çalışmanın, kendini zahmete
sokmanın ve kağıdı doldurmanın hiçbir anlamı yoktur. Hatta, öğrenci biraz
akıllı ise, canının istediğini kağıda yazar, sorulara cevap olarak canının
istediği tüm yanlışları kağıda geçirir. Omuzlarından sorumluluk kaldırılmıştır,
artık gözbebeğidir, sınav salonlarına değil, çalışma odasına buyur edilir, daha
ilk yıl belirlenmiştir, sınav başkanı söz vermiştir.
Bu cenahta ise, onların cennetle müjdelenmiş
kimseler olarak adlandırdıkları, zaten kâfir, fıtraten hâin, ve nutfeten
haramzade gösterilmiştir! O kadar ki onlar İslam'ın başından beri kâfir idiler
ve Yahudilerin Peygamber'in muzaffer
108-
Bunu sadece Sa'd bin Zeyd, Peygamber'den duymuştu: "Ebu Bekir, Ömer,
Osman, Ali, Talha, Zübeyir, Sa'ad, Said, Abdurrahman bin Avf ve Ebu Ubeyde
cennetliktir." Bu rivayet resmî bir lakap oldu. "Cennetle müjdelenen
on kişi"! (Görüldüğü gibi meşru olması için sadece Ali'yi bu gruba
katmışlardır. Ancak Am-mar, Ebuzer, Selman, Hamza, Cafer vs... onlar
arasında^yoktur!) 306
olacağını
ve gücü ele geçireceğini tahmininden yola çıkarak başlarına gelecekleri
anlayınca, yalandan Müslüman oldular Böylelikle onun ölümünden sonra halifesi
oldular ya da İslâmî gücü maddî ve siyasî anlamda suiistimal etti-/er!!l°9
Buna göre Ebu Bekir Ensar'dan değildi,
bilinenin aksine muhacirlerden de sayılmıyordu. Zira:
1. Medine'ye hicrette Ebu Bekir,
Peygamber'in hizmetçisi olarak Mekke'den ayrıldı. Eğer Peygamber'in yanında
bulunan kılavuzlar ve deve sahipleri, muhacir sayılsalardı, Ebu Bekir de
muhacir sayılırdı. Ve haza bâtıl, fezalike bâtıl!
2. Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
"Allah'a ve Resulüne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine
ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. " (Nisa/100)
"Ma" " değil, "ila"
lafzının kullanıldığı Kur'an nassına göre "muhacir, Allah'a ve Resulüne
hicret edendir". Oysa ki Ebu Bekir Resule doğru hicret etmedi, Resulle
birlikte idi. Resulün ardından gelen muhacir idi; ancak Ebu Bekir Resul ile
musahip [arkadaş] idi, ona muhacir
değildi.
3. Ebu Bekir'in, Ömer'in, Osman'ın ve daha
pek çok sahabenin hicret sebebi Fâtıma ile izdivaçtı. Rasullullah şöyle
buyurdu: "Ameller niyetlere göredir, ...her kim dünya elde etmek ya da
evlenmek için hicret ederse o, hicret ettiği şeyin muhaciridir.
4. Tarihçiler diyorlar ki Resulullah (Medine
yakınındaki) Küba'ya gelince Ebu Bekir o şehirdeki dostlarını görmek için
Peygamber'den izin alarak ayrıldı. O halde o dostlarını görmeye geldi, hicret
etmedi. O halde "Allah'a ve resulüne hic-
109-
Uydurmacı ve isimli kişi tarafından
imam Hasan Askerî'nin sözü di
ye
uydurulan rivayete dayandırıldı. [ olan
kısımlar, kitabın Farsça aslında yer
almaktadır.]
ret
etmek" cümlesi, onun için doğru değildir.
"Vellezîne amenu velem yuhaciru ma lehum
min velayeti
nim
min şeyin" ayeti ona uygundur. Yani Ebubekir. iman
eden;
ama Mekke'de kalıp. Medine'ye hicret etmek isteme
yen
kimselerdendi110. Ömer ise bu mantığa göre kabilesinin
ileri
gelenlerinden olmayıp sıradan bir cariyenin oğluydu.'111
İşte
bu mantık benim "İslam-Şinasî [Bilimjde söylediğim
söylediklerime reddiye olarak yürütülmüştü. Onlann Sakife
seçimlerinde,
siyaset dünyasında, çoğunluğun oyunu çekme
de,
Ali'yi uzaklaştırmada ve onu toplumda yalnız bırakmada
ki
başarılarının sebebi onlann İslâmî şahsiyetleri değil, cahilî
eşrafçılıkları
ve kabilevi nüfuzları idi. Onlann cahilî eşrafçılığı-
nı
ve kabilevi nüfuzlarını kabule yanaşmayan bay ... A., Ebu
Bekir'i seyyar
kumaş satıcısı, babasını
da Abdullah bin
Ce'dan'ın
evde durup milleti yemeğe çağırma işini yapan uşa
ğı
olarak tanıtıyor! Ömer'i de haramzade oğlu haramzade oğ
lu
haramzade olarak, bir eşek çobanı olarak, babasını ise çöl
de
odun toplayan biri olarak tanıtıyor. Ş
Onun Peygamberle ve Ali ile olan dinî,
toplumsal ve hatta ailevî ilişkilerine dikkat etmediği gibi, bunu dikkate değer
de bulmuyor. Bu soya, aileye ve namusa dayalı hakaretleri yaparken onu İslâmî
açıdan en yüksek düzeyde yüceltip büyüt-
110-
Kamil Behai. imaduddîn Taberi, c.1 s. 323
*-
Burada merhum Şeriatî'nin konunun anlaşılmasını ve muhatabı olan Şiî toplumun
genel anlayışını göz önünde bulundurarak aktardığı ve asılsız olduğunu da
üstüne basa basa söylediği bu rivayeti biz aktarmayı, gerek içerisinde
barındırdığı çirkin iddiaların açacağı yaralardan ve gerekse hiçbir ilmî
içeriğe sahip olmayıp salt karalama ve hakaret mantığı içermesinden ötürü doğru
bulmadık. Yayınevi olarak yazarın düşüncelerine müdahaleyi hiçbir şekilde
tasvip etmemekle birlikte, bu sözcüklerin çıkarılmasının ne kitabın yazarına
saygısızlık ne de tercüme ahlakına aykırı olmadığını düşünmekteyiz. Okuyucunun
bu durumu anlayışla karşılayacağını umut ediyoruz, (editör)
308
111-
Bunları bay M.A.... İslarn-Şinasî [Bilimje reddiye olarak naklediyor!
(Hüsey-niye-yi irşad tanıtım broşürü. Yayıncı, Bay, C... ve M. C... Muasır Şia
alimi bay A...) [Noktalı kısımlar kitabın Farsça aslında yer alıyor.]
tüğünün
farkına bile varmıyor. Zira kesin olan şey şu ki onlar muhacir ve ensarın
çoğunun oyunu elde edip güce ulaşmışlardır. Ancak ben diyorum ki onlar bu
konuma cahiliye döneminden sahiptiler, onların kabileye ve eşrafa dayalı
konumları vardı. Kendileri bunu reddetmekle onlann bu konumu daha sonra
İslam'la birlikte kazanmış olduklarını ve bu konumun itikadi ve İslâmî olduğunu
söylemiş oluyorlar. Zira odun toplayıcısının eşek çobanı olan oğlu, sadece
kişisel liyakati,'İslâmî değerleri ve İslam uğrundaki parlak hizmetleri ile
öyle bir şahsiyet olmuştur ki Sakife'deki oyları kendi lehine çevirip hatta
büyük Ali'yi bile geride bırakarak, Peygamber'in halifesi ol-muşıur.112
Seyit ... A. ve benzeri gibi Ömer'i cahiliye
döneminde yaşadığı sıkıntılardan dolayı tahkir etmeye çalışanlar, onun İslam'a
yaptığı değerli hizmetleri ve daha sonraki şahsiyetini İslam'la birlikte
kazandığını, İslam'ın ona bahşettiği şahsiyetle büyük muhacirinin ve ensarın
onun rehberliğini kabul ettiğini, dünyanın doğusunu ve batısını kırbacıyla
titrettiğini söylemiş oluyorlar. Abdullah bin Ömer, şunları naklediyor: 'Bir
gün babamla birlikte Mekke'de dolaşırken gözü dağın yamaçlarına takıldı ve bana
dönüp şöyle dedi: Babam Hattab ile
birlikte buralarda odun toplardık. Babam çok aksi ve sert bir adamdı. İyi
çalışsaydım bir bahane bulur bana küfrederdi, bir yanlış yapsaydım ya da az
çalışsaydım kıyameti koparır tekme tokat döverdi... Bizim hayatımız böyleydi,
bir de şimdiye bak, dünyanın doğusu ve batısı benim emrimin altında
bulunuyor."
Bazı
Şiîler, bu rivayeti büyük bir memnuniyetle naklediyor.
112-
Bilgisizce bir savunmanın ve bağnazca bir saldırının düşmana nasıl hizmet edip
dosta nasıl ihanet ettiğini görüyorsunuz. Gelin bağnazca yargıları, avamî
"lanet olsun'ları "aferin'leri bir tarafa bırakalım. Tarihsel ve
toplumsal şahsiyetlerden "cennetle müjdelenenler" ya da
'haramzadeler'' yaratanların yöntemini taklit etmek yerine yargı belirtme
yöntemini Allah'tan ve onlar hakkında vereceğimiz yargıları da Peygamber'in
sünnetinden ve Ali'nin uygulamalarından öğrenelim.
3D9
her
yerde gündeme getiriyor. Bu rivayeti nakleden Ömer'in oğlu Abdullah'tır, ayrıca
Ehl-i Sünnet hadisçileri de bu rivayeti kitaplarında naklederler. Onların bu
gibi rivayetleri nakletmekteki amaçları Ömer ve Ömer'in yönetimi ile ilgili
propaganda yapmaktı. Zira, on dört asır sonra bile câhiliyeden kalma eşrafa,
soya ve sınıfa dayalı değerleri hâlâ zihinlerinde taşıyan, Peygamber ailesini yüceltip
onun muhaliflerini cahilî ölçülere göre tahkir eden, örneğin İmam Seccâd, bir
tarafıyla Hâşim'in bir tarafıyla da Husrev'in torunudur, yani iki taraftan da
beyzadedir, hem Kureyş'tendir hem de Sâsânîlerden-dir! (Firdevsi'nin deyimiyle
İki taraflı da iyi bir nesebe sahiptir, Efrâsyâb'dan Keykavus'tan) ya da
Abdülmuttalib'in binlerce devesi ve yüzlerce kölesi vardı, bunun aksine
Ebubekir ve Ömer, birer odun toplayıcı ve hizmetçiydi...! diyen bay ... A. ve
benzerlerinin aksine, Müslümanların düşünce tarzları, özellikle de İslam'ın ilk
dönemlerinde eşrafçılığa karşıydı. Kur'an'ın, sünnetin, Peygamber ailesinin,
büyük sahabelerin ve gerçek âlimlerin, iğrenç cahilî asalete, soya, paranın,
kölenin çokluğuna, aile genişliğine ve kana dayalı gururlanmalara karşı
mücadeleleri o kadar şiddetli ve derin olmuştu ki, İslam toplumuna hâkim olan
ruh, -hatta Abbasî ve Emevî eşrafçılı-ğına dayalı rejimlerde bile- iktisadî
ruh, insanî değerler, takvaya, imana, ilme, İslam'a ve Müslüman halka hizmete
göreydi. Cahilî asrın aksine, şâirlerin, edîplerin, meddahların, egemen
aristokrat güce bağımlı ilmî şahsiyetlerin ya da milliyetçilikten
etkilenenlerin aksine, büyük siyasî ve toplumsal şahsiyetlerin çoğu. kamuoyunu
yanlarına çekmek, Müslüman kitlelerin sevgisini kazanmak için, kendilerine
eşrafçılık karşıtı İslâmî bir çehre kazandırmak için cahilî değerler açısından
onları küçük, köksüz ve temelsiz gösteren bu tür hikayeleri, aslı olsun ya da
olmasın bilerek yaymaktadır. Bu, bir çeşit siyasî propaganda ve toplumsal
açıdan uygun zemtn yaratma girişimiydi. Halbuki Ebubekir'in zengin birisi
olduğunu görüyoruz. Müslüman 310
Kâsıtîn,
Mârıkîn, Nâkisîn
olan
köleleri satın alıp azat etmiş ve peygamberin tavsiyesiyle para vermiştir. Hicret
sırasında Peygamber bineğini ondan satın almıştır. Mağarada saklandıkları
sırada çobanına iz sürenler takip edemesin diye izleri yok edebilmek için
sürüsünü yayması talimatını vermiştir. Keçileri, onlara süt verebilmesi için
"Sevr" civarında otlatması talimatını vermiş, Ebubekir ailesinden
gelip gidenler de bu zahirî bahane ile düşmanın onlar hakkındaki planlarını,
kendilerine rapor etmiştir.
Ben "İslam-Şinasî [Bilim]"
kitabında Ali'nin (as) cenahı ile Ebubekir'in cenahı arasındaki ihtilafı tahlil
etmek, bu cenahın konumunun ve nüfuzunun sebebinin, sahip oldukları sınıfsal
statüden kaynaklandığını ortaya koymak istedim. Ali cenahını oluşturanlar,
Bilal ve Selman gibi sınıfsal bir asalete ve eşraf çılıktan kaynaklanan bir
nüfuza sahip olmayan kişilerdi. Her ikisi de yabancıydı ve İslam'dan önce
köleydi. Meysem, hurma satıcısıydı, Ebuzer ise Rebeze çölündeki fakir bir
bede-vî kabilesindendi. Ebu Bekir cenahında ise anne tarafından Benî Hâşim'den
ve baba tarafından Benî Ümeyye'den olan Osman, Firdevsi'nin deyimiyle "iki
taraflı da iyi bir nesebe sahipti", İslam ümmetinin burjuvazisi olan
Abdurrahman b. Avf ve Sa'ad bin Ebî Vakkas, her ikisi de Benî Zühre eşrafından
idiler. Talha, Zübeyir, Halid bin Velid, Amr İbn As, Mervan... hepsi nüfuz sahibiydi,
hepsi Kureyş eşrafına mensup ailelerdendi, ailevî nüfuzlarını ve sınıfsal
statülerini cahiliye döneminde Araplar arasında muhafaza etmiş sermayedar
kimselerdi. Bu yüzden de Sakife'de Medineli Ensarın oylarını bile kendi
lehlerine çevirebildiler ve çoğunluğu Kureyş'ten olan muhacirlerin oylarını
kazandılar. Bu tür eşrafa özgü değerlere düşman bir genç olan Ali'yi -sadece
onun keskin adaletinde kaybedeceği herhangi bir şeyi bulunmayan kimseler
desteklediler- güç ve siyaset sahnesinden uzaklaştırdılar...
Ancak
hâlâ dini, eşrafçılığın meddahı ve hakim sınıfın
311
toplumsal
statüsünün koruyucusu olarak görenler var. Bunlar, hatta İslam'ı, hatta ve
hatta Şiîliği sermayedarlığı, nesebi, soyu öven. zorluk ve fakirlik
kurbanlarını yeren bir şey olarak görmektedirler. Kıyametler kopardılar! Ben
bunlar, eşraftan değillerdi diyerek, Bilal'i, Selman'ı ve Ebuzer'i tahkir
etmişim! Osman'a iki taraftan da iyi bir nesebe sahipti diyerek, Ali'nin
muhaliflerinin eşraftan olduğunu söylemişim. Avamı kışkırtmak için
eşraf(iyet)ın anlamının "şerefli olmak" demek olduğunu söyleyerek
beni şöyle demiş gibi gösterdiler:
'Bunların
hepsi
şerefli, Ebuzer, !!" (Hey
yarabbimü) Şu şerefsizliğe
bakın.
Şuursuzca el ele verip yaptıkları anlatılacak gibi değil, seyirlik!.. Memuriyet
olsa ancak bu kadar olur. Allah'a sığınmaktan başka yapacak bir şey yok.
"Min şerri ğasık, en nef-fâs, el hâsid" "El vesvasul hannâs,
ellezi yuvesvisu fi suduri'n-nas"
Benim sözlerimi reddetmek için bunların
İslam'dan önce fakir ve kimsesiz olduklarını, zengin olmadıklarını, emekçi
olduklarını ispat etmeye çalıştılar ve onları tahkir etmek için şu türden pek
çok hikaye naklettiler:
"Ömer'i babasıyla birlikte Mekke'deki
pazarda mal satmak için tellallık yaparken pek çok defa görmüşler!!..."
"Ömer'i ve babası Hattab'ı yalın ayak,
pantolonu dizlerinin üstüne çıkacak şekilde lif lif sökülmüş bir halde çölden
çalı çırpı toplayıp başlarının üstüne koyduklarını ve bir duvarın kenarında
durup müşteri beklediklerini pek çok defa görmüşler!"
Sonra da büyük bir övünçle bu rivayetleri
"onlardan" naklettiklerini söyleyerek: "Biz bu itirafları. Ehl-i
Sünnet kaynaklarından naklediyoruz, hatta bazı mutaassıp yazarlar ve Haz-ret-i
Emîr'e düşmanlıklarıyla ve halifelere olan taassuplarıyla ünlü nâsıbî
tarihçiler de bunları nakletmişlerdir!..."
Doğrudur! Bunlar, tarih, din, İslam, Şiîlik,
Sünnîlik, vela-312
yet,
hilafet vs. adına söylenenler yalnızca bu tür şeylerdir. Gerçekten de bunlar
senedi olan doğru rivayetler olabilir. Ben de bunu söylemek istiyorum. Kendi
lehlerine siyasî propaganda için bu hikayeleri -doğru da olabilir yalan da-
naklettiler sonra da bizzat Ehl-i Sünnet ve hatta Müslümanlar arasındaki
mutaassıplar, bunları İslam tarihinde yaydılar. Zira Şeyheynin [Ebubekir ve
Ömer] siyasî hilafetleri döneminde, (daha sonraki siyasî rejimlerden ve
kültürlerden farklıydı. Daha sonraki rejimlerde eşraflılık, ırka ve soya dayalı
üstünlük, hâkim siyasî propaganda sistemi açısından mahkum edilmek bir yana
makbul sayıldı ve cahilî nah, ikinci defa can kazanmış oldu) ilk yarım asırda
henüz İslam ruhu hâkimdi ve bunun için Ebu Bekir ve Ömer gibi kimselerin siyasî
ortam hazırlamak ve kendi lehlerinde propaganda yapmak için İslâmî değerlere
dayan-malan ve şahsiyetlerini sadece dinden, takvadan, İslam'dan ve
Peygamber'den kazandıklarını öne sürmeleri son derece doğaldı. Ve doğal olarak
o asrın halkı, az çok "vesayet'i reddedenin, Hz. Fâtıma'nın evinin
karşısında hayat bulanın, Sa-kife'de muzaffer olanın, Ali'yi şûrada kenara itip
diğer üç halifeyi ön plana çıkaranın, Halid b. Velid, Amr bin As, Sa'ad bin
Eb-î Vakkas, ve Muaviye bin Ebu Sufyan gibi eşraftan kişileri en büyük siyasî
ve idarî makamlara oturtup. Ebu Zer, Selman, Ammar gibi Peygamber'in gözbebeği
olan sahabeleri siyaset sahnesinden uzaklaştıranın ve onların liderleri olan Ali'yi,
Ömer'in tabiriyle Peygamber zamanında hiç kimseyle kıyaslanamayacak bir makama
sahip olan Ali'yi elinde belle su kuyusu açmaya gönderenin bu eşraflılık
olduğunu hissediyordu!
Şüphesiz bu meseleler o günlerde de cahiliye
eşraflılığı canlandı, bunlar, şimdi ashab, muhacir ve İslam eri adıyla tekrar
dönen Kureyşlilerdir" biçiminde söz konusu edilmekteydi. Halk durumun
değiştiğini, yavaş yavaş eskiye dönüldüğünü,
313
eski
tas eski hamam olmaya başladığını anlamakta, tehlikeyi hissetmekteydi.
"Onların kendilerinin itiraf ettiği ve
Ali düşmanı mutaassıp kişilerin de kitaplarında yer verdiği tüm bu
rivayetler" aslında karşı propaganda sisteminin komplosuydu. Bu şekilde
süratle yayılan ve her geçen gün doğruluğu daha da fazla ortaya çıkan bu yargıyı
kamuoyunun zihninden silebileceklerdi, Peygamber'in hilafeti konusundaki kendi
zaferlerini halka İslam'ın zaferi olarak göstereceklerdi, kendi cenahlarıyla
muhalifleri yani Ali'nin dostları arasında hissedilen mevcut sınıfsal çelişkiyi
gizleyebilecekleri. Kendilerini eşraflılığın temsilcileri, kişilikleri cahilî
düzende oluşmuş, güçlerini sınıfsal kökenlerinden ve Kureyş sermayedarlığından
kazanmış kimseler olarak değil, "yeni velayet" savunucusu Bay .... A.
gibilerinin inandığı hatta, Şia içerisinde yirminci yüzyılda propaganda ettiği
gibi, toplumsal nüfuz ve itibarlarını ve siyasî statülerini İslam'a ve
Peygamber'e hizmet sayesinde kazanmış şahsiyetler olarak tanıtabileceklerdi.
Bu son derece doğaldır. Profesör Shandel'in
deyimiyle: "Büyük Fransa devriminden ve özellikle Ekim devriminden önce
işçi ve çiftçi çocukları kendilerini yalandan mülk sahibi ve sermayedar olarak
tanıtıyordu. Devrimden sonra ise mülk sahipleri, iş yeri sahipleri,
sermayedarlar, eşraftan olanlar ve asiller "Biz köylüyüz, ekmeğimizi taştan
çıkardık. Biz işçi ve emekçi çocuklarıyız" diyorlardı.
Çünkü devrim değerleri değiştirmiştir.
Değerlerde ve övünülen şeylerde de devrim olmuştur. Zaten bir devrimin
doğruluğunun göstergesi, devrimi, kişilerin ve hükümetlerin üst yapılarındaki
ve zahirlerindeki değişimlerine, çatışmalarına ve tartışmalarına göre
tanıyabildiğimiz, gerçekten devrim oldu ve toplumsal yapı değişti
diyebildiğimiz bu "değerlerdeki dev-rirrTdir. Buna bu açıdan bakıldığında
öncelikle İslam'ın, doğ-
ru
bir toplumsal devrim olduğu ortaya çıkar. Yine bu açıdan bakarak ben, Şiîliği
ve Sünnîliği özellikle de "hilafet "i ve "vesayeti, "Ali'yi
ve "Ebubekir"i113 mezhebî ve kelâmı açıdan değil, bu
"değerler" açısından ele alıyorum. Ali'nin yenilgisini, Sakife ile
Şûra cenahındakilerin zaferini bu değerlerin yenilgisi ve eski değerlerin
diriltilmesi olarak görüyorum. Bu açıdan bakarak cahili değerlerin şeyheynin
hilafetinden sonra özellikle (Osman'dan başlayarak) Emevî ve Abbasî hilafetinde
"Peygamber'in sünneti" ambalajıyla ihya edilmesinde olduğu gibi bu
değerlerin Safevî saltanatından sonra da "Ali'nin velayeti"
ambalajıyla gizlenip tevil edildiğine inanıyorum. Ben onu, İslam adı altındaki
"Emevî Sünnîliği"; bunu da Ehl-i Beyt velayeti adı altındaki
"Safevî Şiîliği" olarak adlandırıyorum!
Zira İslam'ı ve Şiîliği, sloganlarda, duygu
gösterilerinde, dış görünüşlerde, tarihî sevgilerde ve nefretlerde değil,
anlayış biçimlerinde, algılayış biçimlerinde, dünya görüşünde, toplumsal
düzende, siyasî konumda, önderlik biçiminde, ekonomik alt yapıda, sınıfsal
tavırlarda ve nihayet toplumsal, insanî, tarihî ve ahlakî değerler sisteminde
aramalıdır. Bu yüzden genelde dinsizlerin/mezhepsizlerin114 -bir insan olarak-
dinin ruhuna din/mezhep bağnazlarının çoğundan daha yakın olduğunu söylüyorum.
Fransız bir Yahudi'nin kızı olan Madam Mişen
İsrail'den döndükten sonra yazdığı yazılarda ve verdiği konferanslarda
Siyonizm'i faşizmden sonraki en büyük facia olarak niteledi ve "Siyonizm
ile soydaş ve dindaş olmanın kefaretini vermek
113-
"Ebubekir'den kastım, içeride, muhacirinin içinde İslam'ın başından beri
kurulmuş olan ve yarım asır boyunca her yerde Ali'nin karşısında yer alan
siyasî-sınıfsal köklere sahip gizli grubun sembolü olan Ebubekir'dir.
114-
Mezhep kelimesi Farsça'da hem Türkçe'de kullanıldığı şekliyle mezhep anlamına
hem de din anlamına gelmektedir. Merhum Şeriatî, bu cümlesinde bu kelimeyi her
iki anlamda da kullanmış olabilir. [Çeviren]
113-
113-
314
315
ALİ
için
gidip hayatımı Filistinli Müslüman mültecilere adamalı-yım" dedi. O gerilla
elbisesini giyip gitti. Yıllar sonra bile Hitler İşgaline karşı Paris'teki
direniş hareketinin ve faşizm karşıtı mücadelenin kahramanı olarak ün yapan,
her yerde konuşulan, her yerde onun sözlerine yer verilen bu şahsiyet ve şöhret
gitti, ondan bir daha da haber alınamadı. Şimdi onun Müslümanların ülküleri
uğrunda Siyonizm'e karşı savaşırken arzuladığı şehadete ulaşıp ulaşmadığını ya
da hâlâ sağ olarak cihadı sürdürüp sürdürmediğini bilen yok.
Bu günlerde başında siyah sarığıyla,
çenesindeki ak sakalıyla, Peygamber minberine yaslanarak. "Ali'nin
velayetini koruma iddiasındaki bu "bey" bir Şiî Müslüman alim! adı
altında şöyle ilan etmektedir:
"İsrail, bizim için Filistin'den kat
kat daha iyidir. Çünkü bu Yahudiler Fedek'i Peygamber'e kendi nzalanyla
verdiler ve bu Sünnîler ise onu Peygamber'in Ehl-i Beyti nden zorla
aldılar."!
Şimdi ben: 'Bu Müslüman bey" Yahudfdir
ve o "Yahudi hanım" ise Müslüman'dır'' demişsem, bu yersiz midir?
İç düşmanın kolayca tanınmaması, tüm
hareketlerin temel sorunudur. Tarihteki tüm devrimler, dış cephede kazanmış,
ancak iç cephede yenilgiye uğramıştır.115 İç düşmanlar devrimin içini
kemirdiler, çürüttüler ve karşı devrimci unsurlar onun içini İslam'dan önceki
içeriğiyle doldurdular. Yeni ve mukaddes postun altında yıllar ve asırlar boyu
hayatlarına devam ettiler.
Kur'an, münafıklardan bu yüzden çok
korkmaktadır. Hem Kur'an'da hem de Peygamber'in sözlerinde nifak çok daha
115-
Benim tarih fakültesindeki sına\^sorularımdan biri şuydu: Muhammed (s) ve Aii
(a) aynı dönemdeki, aynı toplumdaki aynı hedefjeki ve aynı mektepteki benzer
şahsiyetlerdi. Muhammed, niçin zafer kazandı? Ali niçin yenildi? Bunun cevabı,
tek cümleyle işte budur.
316
tehlikeli
ve cok daha yıkıcı olarak tanıtılmıştır. Bununla birlikte şirke ve ilhada o
ölçüde saldırılmamıştır. "Nifak". bir açıdan bilimsel ve psikolojik,
bir açıdan da siyasî ve sosyolojik bir terimdir. "Kazarak yarmak" ve
"mesafe" anlamındadır. Münafık ise "oluşu ve
"görünüşü'" arasında mesafe olandır. Bu yüzden insanları yeni yüzü
ile aldatabilmektedir ve bu yüzden de tanınması zordur!
Bunlardan daha zor olan şey ise -Yani yeni
bir yüz takınmış olan dış düşmanlar, hareketin içine giriyorlar ve daha önce
sahip oldukları güç ve nüfuzu, devrimci toplum içerisinde de yeniden elde ediyorlar,
yavaş yavaş hassas mevkileri ele geçiriyorlar, devrimin sadık dostlarını ve
evlatlarını geriye itiyorlar ve bu şekilde devrimden intikam alıyorlar- evet
bunları tanımaktan daha zor olan şey ise, ömürlerinin bir kısmını bu öğretiye
hizmet ile geçiren, övünülecek şeyler yapan, şahsiyet kazanan; ama çeşitli
psikolojik etkenlerin ve kişisel komplekslerin kendileri farkında olsunlar ya
da olmasınlar, -bunlardan daha kötüsü ise yarı farkında olmak ya da yarı
farkında olmamaktır- onları ihanete zorladığı bu öğretinin mümin şahsiyetlerini
tanımaktır. Onlar, bu şekilde geçmişte kazandıkları tüm imanlarını, övünülecek
hizmetlerle dolu geçmişlerini, saf ve temiz insanların kendilerine duyduğu
inancı ve güveni, onları kendi ideallerinin sembolü, öncüsü ve koruyucusu
olarak gören ve öven müminleri harcamakta, ihanetlerine sermaye yapmakta ve
kişisel hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak kullanmaktadır.
İslam tarihinde "Nâkisîn",
böylesine yıkıcı bir rol oynayabilecek, Ali'yi ve Ali'nin üssünü -ki İslam'ın
düşünsel ve toplumsal muhtevasının tecessüm etmiş şeklidir- parçalayabilecek,
bir güce ulaşabilmiştir. Tüm dış cephelerde ölüm saçan kılıcını büyük güçlerin
başına indiren Ali gibi bir kahramanı yarının "nâkisîn "inin
gönlünden yükselen tekbir öylesine güç-
317
ALI
süz
kıldı ki, Ali. gücü ve zaferi kazanıp düşmanı yok ettikten sonra da yine garip
ve yalnız bir şekilde gece yarıları şehir dışındaki hurmalıklarda acıyla
inlerken, aslanın inleyişi tilkilerin kulağına gidip de onları memnun etmesin
diye başını kuyunun içine soktu. Öylesine çaresiz kalmıştı ki, kendi hükümeti
döneminde bile ve kendi Şiîleri arasında minberde konuşurken öfkesinden kendi
suratına vurmuştu!
Niçin? Çünkü güçlü Ali'yi böylesine güçsüz
ve çaresiz kılanlar ve ona tüm bu acıları çektirenler, taraftarlarının
tabiriyle "cennetle müjdelenenler''di, Peygamber'in temiz ve seçkin
ashabıydı. O halde Peygamber'den sonra Ali'nin kaderi niçin böyle olmuştur?
Onlann muhaliflerinin dediği gibi eğer onlar, İslam'dan önce bir avuç rezilden,
haramzadeden hiçbir şeyi olmayan kafirden, odun toplayıcıdan ve hizmetçiden
ibaret idiyse ve İslam'dan sonra da hiçbir şey yapmadılarsa, o zaman herkesi
nasıl aldatabildiler? Büyük muhacirlerin, fedakâr ensarın ve Bedir, Uhud,
Hendek ve Hayber mücahitlerinin oyunlarını nasıl aldılar? Ömer'in Peygamber'in
sünnetiyle açıkça çelişerek "Allah'ın resulü zamanında öyleydi; şimdi ben
böyle olacak diyorum!" şeklinde resmen görüş belirtebilmesine imkan veren
nüfuz nereden kaynaklanıyordu? O kadar ki daha sonra da insanlar bu konuda
temkin göstermiş, Ali yönetime geçip Ömer'in uygulamalarını kaldırıp
Peygamber'in sünnetine geri dönmek isteyince bir sürü gürültü koparmıştı.
Müstehap bir namazın bireysel olarak ya da cemaat halinde kılınması
meselesinin, içeride başka bir cephenin açılmasına sebep olmaması, içeride ve
dışarıda bayrak açmış olan düşmanlar karşısında İslam'ın varlığının tehlikeye
düşü-rülmemesi için Ali de mecburen onları kendi haline bırakmış, onlara teslim
olmuştu.
Meselenin aslı işte buydu:tBunlar Ebu
Sufyan, Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef, Utbe ve Şeybe değHlerdi ki halka onları
318
kolayca
tanıtabilmek mümkün olsun, fesatları, şirkleri ve geçmişleri halkın onlara
karşı tavır almasına yeterli olsun ve halk, onlar karşısında net bir şekilde
safını belirleyebilsin!
Bu insanlar, Ali, Ebuzer, Selman, Ammar gibi
parlak şahsiyetler karşısında saf oluşturarak, halkın fikrine ve inancına nüfuz
edip tarihin akışını saptırabilecek bir güce sahip olmayan kimseler de
değillerdi. Görüyoruz ki bunların zaaflarının ve saptırıcı rollerinin
kamuoyundan gizli kalması ve oynadıkları toplumsal rollerin toplumun çoğunluğu
tarafından derin ve doğru bir şekilde tahlil edilememesi meselesi, sadece kendi
çağlan için geçerli değildi, bugün bile Müslümanların çoğunluğu ister Ehl-i
Sünnet adına mutaassıpça onlann taraftarlığını yapanlar olsun, ister Şiî adıyla
onları şiddetle kınayanlar olsun onlann şahsiyetlerini dikkatli bir şekilde
tahlil edip incelemekten ve gerçekleri bilimsel bir şekilde açıklamaktan
âcizdirler. Zira onları kâfir, düşman, hakir, fakir, fasit vs. olarak
göstermekle mesele halledilmiş olmaz.
Birinci mesele, onların eşsiz şahsiyetler
olan Ali ve Peygamber ailesi karşısında nasıl zafer kazandıklarıdır.
İkinci olarak Peygamber'in yirmi üç yıllık
risaletinde her yerde onun yanında olan, bi'setin ilk günlerinden başlayarak
İslam'ın en zorlu zamanlarında İslam'a inanan ve son ana kadar hakkı itiraf
edip ona vefa gösteren bu kimseler, neden onun ölümünden sonra haksızlık
ettiler ve güç mücadelesine giriştiler?
Birinci soru, toplumsal/siyasî bir meseledir.
Buna daha önce yeri geldikçe cevap verdim. Bu cümleden İslam-Şinasî [Bilimjde
(Peygamberin ölümü bölümü) "Ali: Mekteb [öğreti], vahdet, adalef'te
"Alevî Şiîliği ve Safevî Şiîliği'' (2. Baskı)da, "Bir Kez Daha Ebuzer"de
ve başka yerlerde tek bir cümleyle dedim ki: "Ali ve Ebubekir iki
toplumsal kesime özgü tezahürlerdi ve -İslam'daki dinî/toplumsal hareketin
içinde yer alan
319
adaletin
ve eşraflılığın tecessüm etmiş şekilleri olan- iki güçtü. Bugünün tabiriyle sağcılar,
muhafazakarlar, toplumsal, sınıfsal, cahilî ve ailevî imtiyazlarla gücü ele
geçirmiş ve İslam, "adaleti önemsemeyen dinî inanç" olarak hilafet
rejiminde devam etmiştir. Ali "mazlum adalet "in timsali olarak zulüm
gören halkın hayatında, hilafete, eşraflılığa ve çelişkilere karşı mücadele
eden adalet ve özgürlük savaşçılarının vicdanında ve İslam'ın unutulan
risaletiyle insanın saygınlığına vefalı kalanların düşüncelerinde kaldı. Adı,
hâtırası ve yolu, İslam tarihindeki büyük ideallere, devrimlere ve hareketlere
ilham kaynağı oldu. "Alevî Şiîliği'" olarak bin yıl boyunca güçlü bir
şekilde tecelli etti. Şiî saltanatı olan Safevî Şiîliği gelip onun yerine
geçti; tıpkı Emevî ve Abbasî İslâmî hilafetinin, İslam'ın ve Peygamber'in
sünnetinin yerine geçmesi gibi.
İkinci soruya gelince, bunlar Peygamber'in
çevresindeki en yakın kişilerdi, halk, onları Peygamber'in yoldaşı ve dostu
olarak görürdü, savaşta, düşmanla müzakerede, faaliyetlerde, memuriyetlerde,
yolculukta, ikamet halinde, namazda vb. daima Peygamber'in yanı başında
olmuşlardı. Bu birkaç kişi ilk muhacirlerdendi. Ali de Muaviye'ye yazdığı
mektupta onların ilk muhacirlerden olduğunu söylemekte ve Ali'yle halifeler
arasındaki ihtilaftan söz edip halifelerle olan ihtilafı hakkında görüş
belirten ve taraf tutan Muaviye'ye öfkeyle şöyle demektedir: "Siz İslam'ın
azat ettiği esirler ve onların çocukları, size ne oluyor ki, ilk muhacirler
hakkında hüküm verip, onların dereceleri ve mertebeleri hakkında görüş
belirtiyorsunuz?
Ali ise Peygamber'in yanındadır. Peygamber'le
en samimi olan kişidir. Onların da bulunduğu safta yer almaktadır. Bunlar da
Kureyş eşrafının, Ebu Sufyan'in ve taifesinin -yani dış düşmanın- karşısında
yer almaktadırlar.
Peygamber, hayatının sonuoda risaletini
tamamlayarak ilan edip gidiyor... Yirmi üç yıl Peygamber'le birlikte olan, bu
320
müddet
boyunca Mekke'de hayatlarını bir tarafa bırakarak Peygamber'e vefa gösterip
onunla birlikte olma uğruna, Pey-qamber'in ve Ali'nin gittiği yol uğruna hicret
ettiler, hatta bazıları, Mekke'deki rahat ve düzenli hayatlarını bırakıp [suffe
ehli olarak] mescidin avlusunda kaldılar Yahudilere ya da eşraftan olmayan
sıradan Medinelilere amelelik ve işçilik yaptılar. Câhiliyede Mekke'nin
Kureyş'i bunları medenî insanlar olarak görmeyip küçümseyici bir gözle
bakarlardı. Hareketin çekirdeğinde yer alan, her türlü etkinlikte,
çekişmelerde, cihatta ve tehlikede bulunan, Peygamber'in en iyi dostları,
danışmanları, yardımcıları ve komutanları sayılan bu insanlar, Peygamber başını
koyar koymaz birden bire değişiyorlar... Gizlenen her şey aşikâr oluyor! Ölüm
döşeğindeki Peygamber'in tabiriyle "fitneler, karanlık bir gece gibi
birbiri ardınca yaklaşıyor."
Gizli olan şey neydi? Hangi güçler
gizlenmişti? Nasıl olur da yirmi üç yıl yan yana bulunan kimseler aniden
birbirlerinin karşısına geçerler? Nasıl oldu da bu yirmi üç yıl boyunca hem
Peygamber'in, hem halkın, hem de söz konusu kimselerin gözünde en sevilen ve en
aziz kişilerden biri olan Ali'nin ve onun az sayıdaki ashabının karşısına
geçildi? Peygamber'e en yakın, onun en çok sevdiği kişinin Ali olduğunu herkes
itiraf etmemiş miydi? Bizzat bunların naklettikleri rivayetler, bu gerçeği
teyit etmiyor muydu?116
İslâmî hareketin en vefalılarından, belli
bir geçmişi bulunan ve her zaman Peygamber'in yanında olan, İslam için çalışan,
fedakârlık eden kimseler nasıl olur da İslam'ın yararının ve Peygamber'in
görüşünün aksine davranırlar ve en lâyık olan
116-
Ömer şöyle nakletmektedir: "Peygamber: 'Ali'nin ümmete göre durumu, başın
vücuda göre durumu gibidir.' buyurdu" Yine şöyle demektedir:
"Allah'ın resulünün zamanında Ali'nin öyle bir makamı vardı ki, ben ona
ulaşmak için en iyi kızıl tüylü develerimi vermeye hazırdım." "Ali
olmasaydı, Ömer helak olurdu" "Eğer Ali önder olsaydı, siz insanlar,
istikamet üzere olurdunuz"...
321
kişiye
karşı cephe alırlar?
Mesele şu ki, evrensel cephede, iç cephede,
sınıfsal düzende ve toplumsal ve insanî meselelerde hak ve bâtıl tavır
alışlarda nesnel bir ölçüt olan mantıksal etkenlerin ve genel ilkesel
meselelerin dışında, başka bir takım gizli etkenler ve meseleler mevcuttur,
içerideki dinî, sınıfsal çekişmeleri ve güçleri, daha genel bir ifadeyle
toplumsal, siyasî ve tarihî hadiseleri incelerken bunlar da göz önünde
bulundurulmalıdır:
a- Psikolojik etkenler (Haset, bencillik,
şahsiyet zayıflığı, paraya tutkusu, makam ve şöhret düşkünlüğü...)
b- Özel çıkarlar (sınıfsal çıkarlar,
ekonomik çıkarlar, meslekî ya da grupsal çıkarlar...)
Yani, aynı cephede yer alan, aynı dünya
görüşüne, aynı Peygamber'e, aynı kitaba, aynı yola, aynı partiye sahip olan
kişiler arasında; ayrıca tek bir partinin, grubun ya da liderin yönetimi
altında bulunan ve ona inanan kişiler arasında, başka bazı etkenler de söz
konusudur. Bu etkenler söylediğim gibi psikolojik etkenler ve özel çıkarlardır.
Aynı cephede birlikte olan kişiler arasında
çatışma çıkaran ve dostun dosta zulmetmesine ya da hakkını çiğnemesine ve hatta
kendi hareketine ihanet etmesine sebep olan mevcut psikolojik etkenlerden biri
de şudur.- Bazen bir dostun sahip olduğu "büyüklükler" başka bir
dostta aşağılık duygusunun oluşmasına sebep olur. Artık o dostun;
"suçu", düşünce ayrılığı, ilke ayrılığı, slogan ayrılığı, yol ve
yöntem ayrılığı söz konusudur. Halbuki o zamana kadar düşünce birliği, ilke
birliği, slogan birliği yol ve yöntem birliği vardı. Bütün bunların tek sebebi,
yalnızca ve yalnızca "büyüklüklere sahip olmaktır. Zaten aşağılık duygusu
büyüklük karşısında hissedilir. Bu küçük nokta pek çok karanlık olayın ya da
İslam tarihindeki, özellikle de Ali'nin kaderindeki bilinmeyenleri aydınlatan
çok
322
önemli
bir noktadır.
Nefis, bir insanda var olan değerleri,
rakibin ya da rakiplerin değersizliğini -sadece toplumun gözünde değil,
kişilerin gözünde de- gündeme getirip ortaya döker. Bir şahsın bilinci, bilgisi
ve basireti, kendisine rakip olanlar için bilinçsizlik, bilgisizlik ve
basiretsizlik şeklinde ortaya koyulur. Bir insanın yüceliği ve büyüklüğü,
birlikte olduğu kişilere ve diğer insanlara küçültülerek gösterilir. Nitekim,
bazen bir insan, bir başkasını ona karşı tavır alarak, komplo kurarak, söverek,
vurarak, silah çekerek ezer; bazen de yoldaşı, saftaşı, fikirdaşı ve dertta-şı
olsa bile kendi nefsiyle "olarak"!. Bu noktada onun nefsiy-le
"olması" "suç'' olmaktadır. Bencilliğiyle başkalarını'
incitmektedir; çünkü onun varlığı başkalarının reddedilmesini gerektirmektedir!
Bir toplulukta, toplumda ya da harekette, hayret verici şahsiyetler doğup da
mevcut değerlerin limitini daha yüksek bir seviyeye çıkararak parlak simasıyla
bir etki alanı yaratınca öncüler, onun kendilerini geride bıraktıkları
duygusuna kapılmaktadır. Zira o olmasaydı şahsiyetler, tavırlar, davranışlar,
imkanlar ve şahsiyetlerindeki insanî değerler, hem kendileri için hem de
başkaları için yeterli gelecekti. Ama sırf o ortaya çıkıp geliştiği ve rüşt
kazandığı için, öteki düşüşe geçti ve değersizleşti. Ötekinin içine düştüğü bu
küçüklük duygusu, onun büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden içeride
saklanan kinler ve ukdeler bilerek ya da bilmeyerek kendiliğinden dolaylı
olarak çeşitli şekillerde ortaya dökülmektedir. (Bu, psikoloji ile ilgili
bilimsel bir gerçekliktir.) Bir kişi, bir topluluk içerisinde büyüklük, yücelik
ve görkemlilik açısından normal ölçülerin üzerine çıkıp da sürekli gündeme
gelmeye başlayınca, çevresinde yer alanlarda küçüklük duygusu harekete geçer.
Bu durumda sevilmek ve nefret edilmek o kişinin hayatında birlikte büyümeye
başlar.
İslam
Peygamberi'nin tüm değerleri ve yücelikleri ilahî
323
vahye
bağlı bulunduğu ve Allah tarafından olduğu için ondaki mevcut değerler ve yücelikler
diğerlerinde küçüklük duygusu doğurmuyordu. Zira onlardan bazıları her ne kadar
yaş, ailevî zenginlik, güç ve şairlik, okuryazarlık, oğul sahibi olma, dış
dünyayı tanıma gibi bazı insanî imtiyazlar açısından kendilerini Peygamber'den
üstün görseler de yüce bir insan olan ve değerlerini vahiy yoluyla almış
bulunan Peygamber karşısında aşağılık duygusuna kapılmaksızın ona saygı
duyuyorlardı. Zira Peygamber'in üstünlüğünün kabul edilmesi ve ilahî yüceliği
karşısında ona saygı göstermeleri, onları aşağılamıyordu.
Ancak şimdi Peygamber gitmekte ve Ali'nin
zamanı yaklaşmaktadır. Ali otuz üç yaşında bir gençtir ve hâlâ yaşlılığın ve
aksakallılığın tüm değerlerin üstünde bulunduğu117 bir toplumsal düzen vardır.
Böyle bir ortamda Ali sahip olduğu değerleri ve yücelikleri ile yirmi üç yıl
başkalarında aşağılık hissi uyandırmıştır. Bedirde, Uhud'da, Hendek'te,
Hayber'de, Hu-neyn'de vs. büyük Arap şahsiyetleri arasında, Kureyş'in büyük
eşrafı arasında, İslam'ın büyük muhacirleri arasında, Peygamber'in büyük
dostları ve yakınları arasında ve Evs ve Haz-rec'in büyük şahsiyetleri
arasında, - savaşta, barışta, mescitte, her yerde, düşünsel gücünü, hem manevî
önderliğiyle, hem komutanlık liyakatiyle hem de kılıçtaki ustalığıyla
göstermiştir-Ali ile rekabet eden herkes onun karşısında küçüklük duygusuna
kapılmıştır. (Onun karşısında küçüklük duygusuna kapılanlar, gerçekte küçük
olan kimseler değildi. Aslında büyük insanlardı; ama onun karşısında küçüklük
duygusuna kapılıyor-
uz-
o çağın kabile düzeninde, kabilenin reisi ölünce kabilenin en eşraftan olanını
ya da en güçlüsünü değil, en ak sakallısını [yaşlısını] reisliğe seçerlerdi.
Zira o dönem kabile düzeni, ak sakallıların hükümetinin geçerli olduğu kabile
düzeniydi. Bazen de saçları en ak olanı reisliğe seçerlerdi. Bu durum Afrika'da
ve Avustralya'da hâlâ geçerlidir. Kabilenin büyüğü ve reisi olarak Arapça'da
yaşlı anlamına gelen "şeyh" kelimesinin kullanılıyo* olması, bu
düzenin açık bir göstergesidir. Bizim tasavvufumuzda da önder anlamında hâlâ
>îr" kelimesi kullanılır.
lardı.
Kendilerini onun düzeyinde kahramanlar olarak görüyorlardı.) Zira yirmi, otuz
yaşlarındaki bu genç. büyük savaşlarda büyük zaferler kazanmış ve en umutsuz
ortamlarda, herkesin çaresiz kaldığı bir sırada savaşların kaderini İslam'ın
lehine değiştirmiştir. Bu yüzden bu yirmi üç yıl içinde Ali. -farkında olmadan-
daima, dostlarının içinde aşağılık kompleksinin ve şahsî kinlerin doğmasına
sebep olmuştur.
Hayber savaşında Peygamber Hayber kalesinin
fethi için önce Ebubekir'i gönderdi; ancak o buna muvaffak olamadı. Ertesi gün
de Ömer'i gönderdi o da yenilgiye uğrayıp geri dönünce. Peygamber şöyle dedi:
"Yarın Hayber'in fethi için öyle birini göndereceğim ki hem Allah ve
Resulü onu sevmekte, hem de o, Allah ve resulünü sevmektedir. Bu kalenin kapıları
onun eliyle açılacaktır."
Ertesi gün Ali gidiyor ve kaleyi fethediyor.
Ebubekir, Ömer ve zaferden sonra Hayber'den geri dönen diğer sahabeler, -açık
düşman olan- Yahudilerin Müslümanlar tarafından itaat altına alınmasından ve
İslam'ın Hayber boğazında Yahudi tehlikesinin tasallutundan kurtarılmasından
dolayı seviniyorlar. Hayber fatihini övüyorlar; ama muzaffer olan Ali'nin
övülmesi ve kazanılan bu zafer, içten içe farkında olmadan onlarda aşağılık
duygusu uyandırıyor. Ali'nin, Hayber'den Medine'ye zafer kazanmış ordunun
kalbinde taht kurarak dönmesi, büyük şahsiyetlerin yetersizliğini açıkça ortaya
koymuş oluyor.
Öte yandan Peygamber'in herhangi bir kişiye
yönelik en küçük bir müşfik bakışı, en küçük bir övgüsü ve ona verdiği en küçük
bir memuriyet, o şahıs için övünç kaynağı idi. Peygamber'in Ali hakkındaki
övgüleri ise hem nitelik hem de nicelik açısından diğerleri hakkındaki
övgüleriyle kıyaslanacak gibi değildi. Her kelimesinin ve tabirinin arkasında
bir anlam,
324
325
özel
bir duygu gizliydi.
Ben "İslam-Şinasî [bilim]"
kitabında Peygamber'in vefatından bir yıl öncesini ele aldım. "Peygamber
Ölüyor" bölümü, Peygamber'in hayatının son gecesine değil, son yılına
ayrılmıştır. Zira Peygamber'in hayatının ilk davet toplantısından son veda
toplantısına kadar olan kısmı bir tarafa bırakılacak olsa bile, bu açıdan
incelenmeye değer olan Peygamber'in hayatının son bir yıllık dönemi, özellikle
veda haccından sonraki davranışları, bakışı, ilgisi, kararları, şahıslara
verdiği siyasî ya da askerî görevler, özetle Peygamber'in tüm sükutu, sözleri
ve davranışları doğrudan ya da dolaylı olarak Ali'yi ve onun geleceğini söz
konusu eder nitelikteydi.
Hatta bazen bunları öyle bir şekilde ortaya
koyuyordu ki görünürde bunların Ali'yle ve onun geleceğiyle bir ilişkisi yok
gibi görünüyordu. Mesela Peygamber Rumlarla savaşına giden büyük İslam ordusuna
on sekiz yaşındaki Usame bin Zeyd'i komutan olarak atıyor. Çünkü o, genç ümmeti
arasında hâlâ kabile geleneklerinin yaşatıldığını ve yaşın, komutanlık ve
liderlik konusunda en büyük ölçü sayıldığını biliyordu. Bu anlayışa göre genç
olmak en büyük eksikliktir ve böylesi bir toplumsal makama getirilmesi
durumunda makam zaafa uğramış olur. Yaşlılar için, genç birinin liderliğini
kabullenmek oldukça zor görünüyordu. Peygamber, -Ebubekir ve Ömer gibi- büyük
şeyhlerin de içinde bir asker olarak yer aldığı İslam ordusundaki büyük bir
komutanlık makamına çocuk yaştaki Usame yi komutan olarak atamak şeklindeki
devrimci tutumuyla cahiliye geleneğinin yerine kendi sünnetini koyarak yarın
Ali'nin önderliği söz konusu olduğunda, kabile şeyhlerinin, gençliğini
liyakatsizliğinin gerekçesi olarak saymalarının önüne geçmek istedi. Daha
önceden onlara cevap vererek Usa-me'nin liyakati için getirdiği ve^ halifelerin
itirazlarını reddettiği deliller ile Ali'nin önderliği için bir ortam
hazırlayıp onun
muhaliflerinin
itirazlarını reddetmiş oldu. Ya da Tebük savaşında yaşı altmışı geçmekte olan
Peygamber, savaşa gidince Ali'yi ailesinin ve şehrin idaresini yürütmesi için
Medine'de bırakıyor. Şehirdeki münafıklar bu durumun Ali için küçültücü olduğu
şeklinde bir söylenti çıkarıyorlar. Yani savaş kahramanı Ali evde oturmakta,
meclis şeyhleri ise savaşa gitmekteydi, Ali, bununu kabullenemiyor, şehirden
çıkarak Peygamber'e yetişiyor ve ona bunun sebebini soruyor. İşte burada
Peygamber o çok meşhur sözü söylüyor: "Senin bana olan nispetinin,
Harun'un Musa'ya olan nispeti gibi olmasından razı değil misin? Şu farkla ki,
benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Ben seni bu yüzden geride bıraktım."
Özellikle Peygamber'in ömrünün son bir yılı
içerisinde ve veda haccı ile sonrasında doğrudan ya da dolaylı olarak Ali'nin
bu kadar söz konusu edilmiş olması, diğerlerinin Ali'nin sahip olduğu değerlere
inanıp, bunu ikrar etmeleri sonucunu doğurmuştu. Herkes, gerçekten Ali'nin o
değerlerin ve kemallerin sahibi olduğuna kalben inanıyordu. "Ali bunlara
sahiptir'' gerçeğini ikrar edenler, dolaylı olarak "Sen bunlara sahip
değilsin" gerçeğini de itiraf etmiş oluyordu. Profesör Shandel'in
deyimiyle: "Bazen bir kişi öylesine rüşt kazanır ki onun varlığı suç olur.
Bu durumda bunun bedelini hem dosta, hem de düşmana ödemek gerekir!"
Dostun ve düşmanın onu reddetmek için el ele verdiği nokta işte burasıdır.
Ölümle dans eden yirmi üç yıllık genç Zülfikar, "La feta illa..." ve
"La seyfe illa..." sedasını göğe yükseltip düşmanın başına ölüm
yağdırırken, arkasındaki dostların içinde ise küçüklük ukdesi bırakıyordu. İç
ilişkilerde, alınan tavırlarda ve çekişmelerde, bu ukde kendisini hakkın inkarı,
faziletin gizlenmesi, iftira, aşağılama, alay, hatta ihanet ve düşmanla iş
birliği yaparak arkadan hançerlemek şeklinde gösteriyordu ve ondan -farkında
olarak, farkında olmayarak ya da yarı yarıya
326
327
ALI
farkında
olarak- intikam alıyordu. Büyük sahabeler için, hatta Benî Ümeyye'ye düşman
olan. canını ve malını İslam'dan esirgemeyen mümin, mücahit ve zahit
şahsiyetler için bile Ali'ye tahammül etmek Muaviye ve hatta Yezid'e tahammül
etmekten daha zor olmuştur. Zira büyük tarihî şahsiyetlerin ve meşhur devrim
önderlerinin psikolojisi, tarihte inançları uğrunda kolayca canlarından geçtiği
halde bencilliğinden geçemeyen pek çok kişinin var olduğunu ortaya koymuştur.
En yiğit ve en kahraman mücahitler, defalarca ölümle burun buruna geldikleri,
korkunç tehditlerle karşılaştıkları, tamaha düşürücü kuruntularla yüz yüze
geldikleri halde, inançlarında, vefalarında ve sabırlarında en ufak bir gevşeme
olmamış ve hayatlarının sınavını, ihlas ve takvayla vermişlerdir; ama kendi dostları
arasından çıkan bir başka mücahidin üstünlüğünü itiraf etme noktasında
bencilliklerini, onlara "ihanet derecesine vardırmışlardır. Tecrübeler
göstermiştir ki, kendisi hareketin lideri olmak şartıyla hareket uğruna her
şeyini, hatta canını bile vermekten çekinmeyen az insan yoktur. Saf
düşünceliler, bunların inançsız olduklarını, münafık olduklarını, fayda elde
etmek istedikleri için kendilerini yalandan bu yolda gösterdiklerini,
sanmaktadırlar. Onların yargısına göre insanlar ya "hâ-dim"dirler ya
da ''hâinidirler. Ya mutlak mümindirler, ya da mutlak kâfirdirler. Halbuki
insan ruhu, bu iki basit disiplinle ölçülemeyecek kadar karmaşıktır. İnsanın
zatı, bu iki basit cevherle mutlak bir değerlendirmeye tâbi tutulamayacak kadar
komplikedir. Zira insanın atası, "balçık" ile
"Allah'ın ru-hu"ndan
terkip edilmiştir.
Muhammed ile Ebu Süfyân'ı, Ali ile
Muaviye'yi, Hüseyin ile Yezidi tanımak kolaydır. Talha'yı ve Zübeyir'i tanımak
zordur. Zira onlar İslam'daki elli yıllık parlak geçmişlerinden, iman, hicret,
cihat ve sahabe saygınlığı konularındaki iftihar dolu mazilerinden. Bedir ehli
olmalanndan.^üç yıl Peygam-
328
berin
sayılı dostları arasında yer alıyor olmaktan, yarım asır boyunca İslam'ın önde
gelenlerinden ve ümmetin ileri gelenlerinden sayılıyor olmaktan, hayatlarını.
İslam'ın hayatıyla başlattıktan, bütün ömrünü buna harcadıktan sonra İslam
yolunda ağarttıkları ak sakallarıyla Ali'ye karşı savaşa giriştiler. Fırsattan
yararlanıp gücü ele geçirmek isteyen Ali'nin gizli kışkırtmasıyla Mısır ve
Irak'tan Medine'ye dökülen yabancı isyancılar tarafından Peygamber'in mazlum
halifesinin katledilmiş olmasından ve büyük sahabeye, ileri gelenlere, eşrafa,
Muhacire, Ensar'a ve İslam halifesine küstahlık edilmesinden dolayı, Şeyheyn'in
yaptığı gibi kâfirlerle savaşıp, büyük fetihler sayesinde Müslümanlara güç,
servet ve rahatlık getirmek yerine ümmet içerisinde ihtilaf çıkarıp iç savaş
başlattığı, kardeş kanı döktüğü, ümmetin azizlerini zelil, zelillerini de aziz
ettiği için Ali'nin hükümetine karşı öfkeyle savaştılar. Hicaz halkından daha
kalabalık bir orduyla İslam'ın ve ilk Müslümanların istekleri için ayağa
kalkanlann önünde ise Peygamber'in aziz hanımı, halife Ebu Bekir'in kızı
Ümmü'l-Müminîn Aişe yer almaktadır. O Aişe ki, hakkında Peygamber'in şöyle
buyurduğu dillerde dolaşmaktadır: "Dinin üçte birini Aişe'den öğrenin,
hatta dinin tamamını"!!
Şimdi buna kim inanabilir? Bu yaşlı ve iyi
şöhret sahibi iki büyük sahabe ile liderleri Ümmü'i Müminîn, Ali'nin
Peygamber'in gözündeki büyüklüğünün ve Peygamber'in Ali'ye duyduğu sevginin
hayret verici parlaklığından dolayı içlerinde duydukları şahsî kızgınlığı ve
ruhî ukdeyi Cemel'de gösterdiler. Bu kıskançlık onları öylesine incitmekteydi
ki kan dışında bir şeyle teskin olmayacaklardı. Şimdi Ali hem ruh, ilim ve mânâ
dünyasında imam, timsal, örnek ve ölçü olmuştur, hem de güç, siyaset ve
liderlik dünyasında. O ikisi ise iftiharlarla dolu yarım asırdan sonra dinî
şahsiyetlerini maalesef siyasî basiretsizlikle yitirmiş ihtiyar birer emekli
haline gelmiştir. Os-
329
man
a karşı yapılan devrime katıldıktan, Ali'nin hükümeti için uygun zemin
hazırladıktan sonra şimdi ellerinde kalan şeyden dolayı dövünmelerini
gerektiren şey, adı sanı belli olmayan kişilerin Mısır, Yemen ve İran gibi
ülkeleri yönetiyor olmasıdır. İki şehrin valiliğini istediler, baş belası gibi
cevap aldılar. Peygamber'in bu iki zahit ve mücahit sahabesinin, sonradan
saraylarda oturan, eşrafa mensup birer büyük sermayedar olduğuna nasıl
inanılır? Zübeyir'in kendisi için çalışan bin kölesi vardır. Talha, günlük bin
dinar emlak gelirine sahiptir. Hanımının kolyesinin değeri Kuzey Afrika
vergileri kadar olan, yakınlarından birine bir şehrin haracının tümünü
bağışlayan cömert Osman'dan sonraki yeni devrimci rejimde, verilen aylık
maaşlar değişmişti. Osman bin Hanîf'in eski kölesine üç dinar verdiler; en
büyük siyasî makamda oturan ve Ali'nin en yakın dostlarından biri olan Osman
bin Hanîf ise kendisine üç dinar maaş aldı.
Bu
açıdan, dine ve millete hizmet etme yönü olan öncü şahsiyetlerin
sadakatsizliklerinin anlaşılması halk için güçtür. Bunu kavrayabilmek için
apaçık ortada olan düşmanları incelerken kullandığımız itikada dair hak ve
bâtıl mantığının ve ölçülerinin bir yana bırakmalı, bunun yerine aklî bir
mantıkla onların psikolojik tahlillerine, ahlâkî özelliklerine, bireysel
ilişkilerine, kıskançlıklarına, kızgınlıklarına, özel hayatlarına, maddî
çıkarlarına, gizli muhalefetlerine, bireysel ihtilaflarına, aralarındaki
gruplaşmalara yönelmeli, zaafları ve sadakatsizlikleri araştırılmalı,
şahsiyetlerine ve geçmişlerine kan-mamalı, avamî bir bakış açısıyla
hizmetlerinden dolayı ne on-lan cennetle müjdelenenler olarak görmeli ne de
yine avamî bir bakış açısıyla sadakatsizlikleri yüzünden onları haramzade ve
öteden beri kâfir saymalı, bunların yerine bir bilim adamı yaklaşımıyla iyi bir
geçmişe ve yaptığı hizmetlerle iyi bir isme sahip olan bir çok kişinin
oportünizmleji, zaafları ve masla-
330
hatcıhkları
yüzünden sadakatsizlik ettiklerini, edebileceklerini, başkasının üstünlüğünü,
başkasının haklılığını bildikleri halde bu hakkı çiğneyebileceklerini. onun
faziletlerini gizleyebilecekleri™, görmek gerekmektedir. Duygular ile
davranışlar, dünya ile din, hakperestlik ile bencillik, harekete inanç ile güce
ve şöhrete ulaşmak için maslahat gözetmek, birbirine karışmıştır. Bu grubun
insanî şahsiyetiyle toplumsal rollerini olduğu gibi tanımak gerekmektedir.
Bunlar ne bilerek düşmanlık eden, dış düşman olan kâşifindirler, ne tehlikeli,
câhil ve bağnaz müminler olan mârıkîndirler, ne de bütünüyle ihlas ve fedakarlıkla
dolu bilinçli ve hakperest mümindirler. Bunlar, kişisel sebeplerden dolayı
sadakatsizlik eden, bilinçli mümin dostlar olan nâkisîndirler.
Burada önemli olan nokta, Nâkisînin ortaya
çıkmasını sağlayan bu ukdelerin, nâkisîni, dış düşman olan kâşifinin elinde bir
oyuncak haline getirerek hak cephesinin karşısına dikme-sidir. Halbuki kâsıtîn,
sınıfsal ve toplumsal temellere sahiptir ve açık bir düşmandır. Ali'yle -hak
cephesinde- omuz omuza bulunan nâkisîn öyle bir davranış sergilemektedir ki, bu
tutumuyla kâsıtînin önünü açmakta ve onun eline silah vermektedir.
Burada konuya bir giriş oluşturması
açısından aşağıdaki birkaç noktaya işaret etmek istiyorum.
Arz edeceğim konuyu -İslam-Şinasî [Bilim]de
de zikretmiştim- Sire-i İbn Hişam'da (ilk Müslüman olanların listesinde)
buldum. Bu listeye baktığımızda şunu görüyoruz: İbn Hişâm diyor ki: "Ebu
Bekir'den sonra onun talimatı ve tavsiyesiyle Müslüman olanlar şunlardır: Sa'ad
bin Ebu Vakkas, Abdur-rahman bin Avf. Osman, Talha ve Zübeyir"
Bu beş kişi, tek tek ya da arka arkaya
değil, grup halinde dinlerini değiştirdiler ve Müslüman oldular. Binaenaleyh
bundan şu anlaşılmaktadır: Bu grubun üyeleri kalben birbirlerine
331
öylesine
yakınlardı ki, inançlarını bile birbirleriyle meşveret ederek, maslahat gözeterek
ve liderlerinin tavsiyesini gözeterek tayin ediyorlardı. Bu altı kişilik grup,
iç cephede daima Peygamber'in ve Ali'nin safında yer almıştı. Ancak onların her
biri yaşadığı süre içinde hem Ali'nin karşısında yer aldı hem de Peygamber'den
sonra ve Sakîfe'de zafere ulaştıktan sonra hilafetten, komutanlıklara ve büyük
şehirlerin valiliklerine kadar bir çok büyük makam bu grubun üyeleri arasında
paylaşıldı!
Bu
grubun üyelerinden olan
Abdurrahman bin Avf, Ömer'in hilafet şurasının reisi oluyor.
Yine bu grubun üyelerinden olan Sa'ad bin Ebu Vakkas, İran'ı fetheden ordunun
komutanıdır... Talha, Zübeyir,
Osman, Abdurrahman bin Avf... kısaca bu grubun tüm üyeleri,
sonradan bu gruba katılan Ömer tarafından hilafet şûrasına üye olarak seçiliyor
ve bir manevrayla Ali'yi işten uzaklaştırarak bu grubun bir üyesi olan Osman'ı
hilafete getiriyor. Bu şûrayı oluşturan üyeler, Sa'ad, Osman, Abdurrahman,
Talha, Zübeyir ve Ali'dir. (Şûranın toplumsal açıdan izahını yapabilmek için
seçimin maslahat icabı yapıldığı açıktır.) Otuz beş yıldır birlikte olan ve Ebu
Bekir'in başkanlığında İslam'a giren bu kişiler, otuz beş yıl boyunca daima
birlikte oldular.
Bu grubun başkanı olan Ebu Bekir'in,
Sakife'de bir "seçim darbesi" yaptığını görüyoruz. O kendi hilafetini,
beyat ve şûraya ya da halkın oyuna (demokrasi) dayandırdı. Ancak sonraki
halifenin seçilmesi ise kendi veliahdı ile ilgili olarak bir mektup yazması ve
Ömer'i -sonradan bu gruba katılmıştı- tayin edilmesi şeklinde oldu. Ömer ise
Ali'nin bu makama onlardan daha layık olduğunu itiraf edip "eğer hilafeti
ona bırakırsanız o sizi doğru yola götürecektir" demesine rağmen altı
kişiden oluşan bir şûra tayin etti. Şûrayı öylesine siyasî bir şekilde
oluşturmuş ki, bu şekilde hem Ömer'in müdahalesi ol-
332
maksızın
şeklen seçim gerçekleşmiş oluyordu, hem de Ali, azınlıkta kalıyordu ve bu
grubun üyesi olan Osman oyları toplamış oluyordu. Şûranın başına Abdurrahman'ı
getiriyor ve ona bir çeşit veto hakkı veriyor. Zira üyeler altı kişiydi ve çift
rakamlıydı. İki grubun eşit oy alması mümkündü. Yani Zübe-yir'in Ali ile
akrabalığından, Talha'nın ise Osman'ı pek tutmamasından dolayı, Ali'ye oy
vermesi muhtemeldi. Ali'nin kendi oyuyla birlikte üç edecekti. Ama
Abdurrahman'ın, Sa'ad'ın ve Osman'ın birlikte hareket edeceğinden ve Osman'ı
seçeceğinden şüphe yoktu. Sorunun halledilmesi için Abdurrah-man'a şu özel hak
verilmişti. Eğer şûradaki oylar, iki cenah arasında eşit paylaşıhrsa,
Abdurrahman'ın bulunduğu taraf kazanmış sayılacaktı. Yani Abdurrahman'ın oyu
iki sayılacaktı. Niçin Abdurrahman? Çünkü o, bir taraftan, şûranın diğer üyesi
olan Sa'ad'ın da mensubu olduğu Benî Zühre kabilesine mensuptur, öte taraftan
Osman'ın kız kardeşinin kocasıdır. Binaenaleyh, bu üçünün birlikte hareket
edeceği ve şüphe götürmez bir şekilde Ali'ye karşı olacakları daha önceden
bellidir. Talha ve Zübeyir, kendi gruplarına ihanet edecek olsa bile bu grup,
kazanan taraf olacaktır. Olayın tahmin edildiği gibi cereyan ettiğini
görüyoruz.
Osman zamanında Abdurrahman bin Avf ölüyor
ve bu gruptan geriye sadece Talha, Zübeyir ve Sa'ad kalıyor. Bunların her üçü
de Ali'nin karşısında yer almayı sürdürüyor. Talha ve Zübeyir Osman'dan sonra
Ali'ye oy verip onun taraftarlığını yapmalarına ve Benî Ümeyye karşısında yer
alıp en çok Kâsıtîn ile mücadele etmelerine rağmen, sonuçta Ali karşıtı grubun
üyesi oldukları için onun karşısına dikiliyorlar ve Cemel savaşını
başlatıyorlar. Her ikisi de bu savaşta ölüyor.
Şimdi artık Ali'nin hilafetinde Ebu Bekir'in
grubundan geriye sadece Sa ad bin Ebu Vakkas kalmıştır. O, Peygamber'in meşhur
sahabesidir, Ömer'in şurasının üyesi ve İran'ın büyük
fâtihidir.
Sa'd da tüm bu elli iki yıl boyunca Kureyş ile ve Benî Ümeyye ile savaşmış
kişilerden biriydi. Ancak o, Ali'nin Bedir'deki, Uhud'daki.
Hendekteki... kahramanlıklarından
dolayı elli küsur yıldır kalbinde taşıdığı komplekslerle onun karşısına geçiyor.
(Kendisi büyük bir komutandı. İran fâtihiydi, Ali'nin büyüklüğü karşısında
daima komplekse kapılıyordu). Ali mi seçilsin yoksa Muaviye mi şeklindeki
Muaviye referandumunda dolaylı olarak Ali'nin aleyhine ve Muaviye nin lehine oy
veriyor. Oysa ki Sa'ad tüm bu elli küsur yıl boyunca Ali'nin yanında ve Benî
Ümeyye'nin karşısındaydı. Fakat sonuçta nâkisînden oldu.
Bana göre nâkisîn sadece Talha ve
Zübeyir'den ibaret değildir. Bunlar, Peygamberle birlikte olmalarına rağmen,
bir çok üstünlüklere ve kahramanlıklara sahip olmalarına rağmen, Ali ile
birlikte olmalarına rağmen, iç meselelerde suçu sadece "büyüklükten'' ve "açıklıktan"
ibaret olan biri karşısında duydukları aşağılık kompleksinden dolayı ona karşı
çıkan ve onu arkadan hançerleyen bir gruptur.
Ali'yi biz Şiîlerden daha iyi tanıyan
"İnsanî Adaletin Sesi: İmam Ali" kitabının yazarı Hıristiyan tabip
Dr. George Cor-dak diyor ki: "Ali'nin çektiği tüm sıkıntılar, onun
yüceliklerinin bedeliydi."
Ali'nin şahsiyetinde olan ve ikinci türden
Nâkisîni yaratan bir diğer kompleks sebebi de, Ali'nin kesin tutumuydu. Ali'nin
adaleti uygulamadaki sertliği ve hiçbir esnemesi olmayan kesin tuturrUi,
Ali'nin haklılığına, adaletine, dürüstlüğüne, asaletine inanan ve bunu itiraf
eden kişileri dahi onun karşısına dikilmeye ve ona sadakatsizliğe mecbur
etmiştir. Mesela Talha ve Zübeyir. Ali döneminde elli yıldır Müslüman idiler, muhacirlerin
ilklerinden sayılıyorlardı, Ömer'in
hilafet şurasında üyeydiler, Peygamber hilafetinin adayları arasında yer
alıyorlardı. Peygamber'in yakınlardandılar. Peygamber'in övgüsü-334
nü
kazanmışlardı, Osman'a karşı mücadele etmişlerdi, Ali'nin hükümeti için uygun
zemin yaratmış, Ali'ye oy vermişlerdi. Yani Ali gibi hilafete aday gösterilen
İslam'ın tanınmış şahsiye derindendiler. Şimdi ondan bir şehrin valiliğini
istiyorlardı, Ali ise bunu vermiyor ve bu meselenin üzerinde çok fazla
durmuyor. Onlar, Rum'un, İran'ın ve Mısır'ın birer eyaleti haline geldiği büyük
bir dünya imparatorluğunun yönetimini elinde bulundurduğu halde, arpa ekmeği
yiyen, ayakkabılarını kendisi diken, ve: "Allah'a and olsun üzerimdeki
giysiyi yamaması için o kadar çok terziye götürdüm ki artık tekrar gitmeye
utanıyorum." diyen Ali'den nasıl
makam isteyebilirlerdi?
"...Abdurrahman bin Auf ölünce
torunlarına o kadar çok altın bıraktı ki onlar altınları kılıçla kırarak pay
ettiler, islam düşmanı olduğu ve daima islam ile savaştığı halde Muaviye şimdi
Şam'ın sahibi oldu ve Yeşil Sarayında mal mülk içinde yüzüyor, islam yolunda
elli yıl savaşmış olan bizlere ise Ali hiçbir şey vermiyor, hatta Basra'yı
bile!.. Ama, ibrahim ve Mâlik Ester vb. gibi tanınmamış kimselerle hükümetini sürdürüyor...
Artık buna tahammül edemiyoruz.... "
Tahammül
edemiyorlar, geri dönüp kılıçlarını alarak Ali'ye karşı hikayesini hepinizin
bildiği Cemel savaşını başlatıyorlar. .. Bunlar, -Nâkisîn- dostun büyüklüğü
karşısında duydukları kompleks sebebiyle ve hak ile adaletin tarafında yer alan
dostun kesinliği karşısında kapıldıkları zaafları sebebiyle dostlarına
sadakatsizlik eden kişilerdir. Ancak onlar açık düşmanın (Kâsıtîn) elinde
oyuncak olmuşlardır. Bunlar da Ali gibi kâsıtî-nin düşmanıdırlar ve elli yıl
boyunca onlarla savaşmıştırlar; ama kızgınlıkları, zaafları ve kişisel
çıkarlarını düşünmeleri sebebiyle hem kendilerinin hem de Ali'nin düşmanı olan
Kâsı-tîn'le dolaylı olarak elbirliği edip, Ali'yi arkadan hançerlemiş-lerdir.
Nâkisîn, bin bir çeşit komployla Ali'yi işten uzaklaştır-
335
ALI H
mış,
onu yirmi beş yıl boyunca sükuta mahkum etmiş ve son beş yıllık hükümetinde de
onu iç çekişmelerle ve savaşlarla meşgul etmiştirler. Sahip oldukları
geçmişleri itibariyle Ali'ye en büyük darbeyi indirmiş, halk arasında derin
sapmalara sebep olmuşlardır.
Nâkisîn cephesi, -Ali ile birlikte olan,
kişisel kızgınlıklan, maslahat yanlısı olmaları ve kendilerini öncelemeleri
nedeniyle harekete karşı vefasızlık göstermiş Peygamberin büyük sahabelerinden
olan kişilerdi- Cemel idi. Gerçi ben Nâkisîni sınıfsal yaklaşımlar ya da
kendilerini öncelemeleri sebebiyle İslâmî hareketin Ali'ye sadakatsizlik
gösteren tüm büyük şahsiyetleri olarak ele aldım. Binaenaleyh onların cephesini
Saki-fe'den Cemel'e kadar genişletmek gerekiyor. Ancak gerek Şiî literatüründe
ve gerekse Ali'nin kendi dilinde kullanılan özel anlamıyla Nâkisîn den maksat,
Ali'nin hilafete seçilmesinde ona beyat edip sonra da nâkislik ederek Cemel
savaşını başlatan Talha, Zübeyir ve yandaşlarıdır.
Bu savaş, Ali için çok acı bir savaştı. Yani
dostlara, kılıç çekmekti! Peygamber'in hanımına kılıç, çekmekti! Din için bu
din büyüklerinin sözlerine ram olmuş ve ona karşı savaşan binlerce kişiye kılıç
çekmekti!
Ali'nin ashabı için de bu, istenmeyen bir
savaştı. Yarı yolda ashabından biri Ali'ye: "Eğer onlar, senin davetinle
barışa razı olmazlarsa ne yapacaksın?" diye soruyor.
Ali:
"Savaş" diye cevap veriyor.
Ali Şiîsi olan o şahıs duyduklarına
inanamayarak diyor ki: "Talha'nın ve Zübeyir'in bâtıl yolda olması mümkün
mü?"
Ali ona Taha Hüseyin'in deyimiyle insanlık
tarihinde ondan daha büyüğü söylenmemiş olan şu sözle cevap veriyor:
"Sen
insanları mı hakka göre ölçüyorsun; yoksa hakkı
336
mı
insanlara göre ölçüyorsun? Kendi başına bir ölçü olan hakkı tanımak ve kişileri
de ona göre ölçmek gerekir."
Aişe'nin kararsızlığı ve iki büyük İslâmî
şahsiyetin hırsı karşısında Ali'nin barış yolundaki tüm çabaları neticesiz
kaldı. Savaş başladı. Mutaassıp şahıslar Aişe'nin devesinin yularını art arda
ellerine alıyor, düşenin yerine hemen bir diğeri geçiyordu. Talha öldürüldü.
Ali çok üzüldü. Kılıcını ona getirdiklerinde, geçmişte yaptığı hizmetleri
övmekten geri kalmayarak şöyle dedi: "Bu, pek çok defa Peygamber'in
yüzünden kederi kaldırmış bir kılıçtır."
Zübeyir, savaş esnasında Ali'nin yumuşak
sözleri, kardeşlik ve ihlas dolu maziye ve Peygamber'in olacaklar hakkında
önceden söylediklerine dair hatırlatmaları ile uyandı ve yalnız başına
Medine'ye doğru yürümeye başladı. Ali, savaştan kaçanların takip edilmemesi emrini
vermişti. Ancak Cemel safında olan ve savaşın kimin lehinde biteceğini
anlayarak savaştan kaçan İbn Cermuz kendisini iyi göstermek için Zübe-yir'i
öldürdü ve başını Ali'ye getirdi. Ali, kendisine getirilen dostunun
başıymışçasına üzüldü, onun katiline lanet ederek şöyle dedi: "Peygamber
buyurdu ki: "Zübeyir'in katili ateştedir. "
Ali, bu savaşta baş rol oynayan Aişe
hakkında şöyle dedi: "Onun saygınlığı kendi yerindedir ve hesabı da
Allah'a kalmıştır." Sonra Ali kendi ashabından olan Aişe'nin kardeşi
Muhammed bin Ebu Bekir'i Aişe'yi edep ve saygı ile Medine'ye götürmekle
görevlendirdi.
Cemel ehli, Ali'ye en büyük darbeyi
indirmişti. Onlar dostlarına sadakatsizlik eden ve Emirü 1 Müminine karşıt olan
kişiler oldukları halde Ali'nin onlara karşı tutumu sadece Ali'ye özgü bir
tutum olmuştur.
Cemel
cephesi -kadirşinas olmayan dostlar- ile
savaşı,
337
Ali'ye
çok ağır geldi. Sanki onlara inen her kılıç Ali'yi yaralamıştı. O savaştan
muzaffer olarak dönerken yolda acıyla şöyle diyordu: "Bundan yirmi yıl
önce ölmek isterdim."
Bana
güç veren tek şey fitnenin gözünü çıkarmak oldu Ali (as)
Mârıkîn'in kimler olduğu bilindiği için bu
konuyu çabuk geçeceğiz.
Mârıkîn hakem olayından sonra ortaya
çıktı... Mârıkîn, Ali Şiasıydı, çok mutaassıp, sert ve davalarına inanan
insanlardı. Ancak avamdan, câhil kişilerdi. Her ne kadar onların arasında fıkıh
ve hadis bilen kişiler bulunuyor idiyse de onlar da teşhis, temyiz, mantık,
meselele'ri değerlendirme, olayların tüm yönlerini dikkate alma, dost ile
düşman cephesini, hak ile bâtılı ayırt edebilme yeteneğine sahip değillerdi.
Onlar teşhis ve değerlendirme ehli olmadıkları gibi meseleleri teşhis- edip,
de-ğerlendirebilen ve bu noktadaki üstünlüğünü kanıtlamış kimseleri de tanıyıp,
ayırt edebilecek ve işleri ona bırakacak yeteneğe sahip değillerdi.
Bağnazlık, sertlik, art niyet, tahaccür
[zeka donukluğu] yanlış düşünme ve bilinçsizlik, "kılavuzun"
gösterdiği yolu dahi kabul etmelerine engel olmaktaydı. Bunlar, Haricîlerdi.
Onlar Ali'nin Şiî'siydiler, Allah, Kur'an, Peygamber'in risaleti ve din yolunda
savaştılar, canlarını feda ettiler. Kalplerinde zerre miktarı dahi kasten
düşmanlığa ve bilinçli olarak ihanete yer vermediler. Herhangi bir gruba
bağımlı değildiler. Kâsıtîn'in memuru ya da oyuncağı olmadılar, Nâkisîn'in
içinde de yer almadılar. Samimiydiler, gözü kara idiler, dinlerine aşıktılar,
fe-338
dakardılar...
ancak şuursuzdular.
Ve... maalesef "küfrün anası''
"şuursuzluk" olduğu halde şuursuzluğu küfrün bir parçası olarak
görmüyoruz.
Bunlar çabuk aklanıyorlardı, çabuk tahrik
oluyorlardı, söylentileri hemencecik kabul ediyorlardı, bir bu tarafa, bir o
tarafa çabucak dönebiliyorlardı, kısaca tehlikeli insanlardı.
Onlar hakkındaki en iyi ifadeyi Ali'nin
sözlerinde buluyoruz. Kümeyi ile ilmi taşıyanların sınıflandırılması konusunda
sohbet ederken şöyle buyuruyor: "Ya avamîdirler, akıllıdırlar, iyi
anlarlar; ama dürüst değildirler."
"Ya Hakkı sahibine teslim eden;
fakat hak açısından bakabilecek bir bakış açısına sahip olmayan kimselerdir ve
şüpheli bir durum ortaya çıkar çıkmaz, kalplerinde şüphe hemen yer
ediniverir."
Onlar Sıffin'de, Ali cephesinde çok iyi
savaşıyorlardı. Haz-reti Emir'in [Ali] komutanı Mâlik, Muaviye'nin çadırına
kadar ilerlemişti ve Muaviye'nin komutanlık merkezini düşürmek üzereydi ki
düşman, birden bire mızrakların ucuna Kur'an'la-rı takarak şöyle bağırmaya
başladı:
"...Eyvah, sizler Kur'an'a karşı kılıç
mı çekiyorsunuz? Allah'ın kitabı olan Kur'an'a kılıç mı çekiyorsunuz?... Her
ikimiz de aynı kitaba inanıyoruz. Gelin Allah'ın kitabı sizinle bizim aramızda
hakem olsun..."!!
Böyle de oldu, o şiddetle savaşmakta olan
Haricîler birden geri çekildiler, elleri titremeye başladı!... Ali'nin yanına
gelerek: "Biz Kur'an'a kılıç çekmeyiz" dediler. Ali şöyle feryat
etti: "Bu Kur'an'ı ben öğrettim, konuşan Kur'an benim. Kuran bu yoldur
yani zulmün, hilekarlığın ve servet düşkünlüğünün silinmesidir, onlar, bunun
timsalidir. Kur'an Muaviye'nin reddedilmesidir. Onlar şeytanî hedeflerine
ulaşmak için Kur'an'ı bahane ediyorlar. Onlar Kur'an'ı bir
339
"şey",
bir "şekil"... olarak, Kur'an ehlini de Kur'ani ciltleyen, öpen ve
çoğaltanlar olarak görüyorlar. Onlar Kur'an'ın ruhuna yabancıdırlar. Kur'an
cilt. kağıt, mürekkep ve isim değildir. Kuran ruh, hakikat, fikir, amel,
sorumluluk ve cihattır. Davranın kılıçlarınıza ve halkı kandırmak için çekilen
bu bayrakları indirin. Onlar zulme din elbisesi giydirdiler.
Ancak dinleri zahirde, şiarları ve akılları
gözlerinde olan bu yüzeysel avamı kesim, Ali Şiası içerisinde Benî Ümeyye'nin
en tehlikeli düşmanı olan bu mutaassıp güç. -Ali'den sonra da Benî Ümeyye'ye
düşman olarak kaldılar- Ali'nin karşısına geçti ve ateşkes ilan edip Maliki
geri çağırmadığı taktirde kendisini öldürecekleri tehdidinde bulundu. Çaresiz
kalan Ali Malik'ten geri çekilmesini istedi. Mâlik dedi ki: "...Bana çok
az bir mühlet ver ki..." Ali ise: "Beni sağ görmek istiyorsan geri
dön..." dedi. Mâlik onların Ali'yi öldürmelerinden korkarak geri döndü ve
hakem olayı böylece başlamış oldu. Ne de kutsal bir kandırmaca! Kur'an bayrak,
Allah da "'lâ hükme illallah (hüküm ancak Allahı'ndır)" doğrultusunda
hakem oldu.
Hakem olayını Ali'ye dayattılar. Ali hakem
oiarak kendisinin güvendiği zeki bir insan olan İbn Abbasi göndermek istedi.
Ancak onlar zayıf ve saf biri olan Ebu Musa Eş'arî adındaki bir şahsın hakem
olması konusunda direttiler. Zira ahmaklık derecesindeki safların
özelliklerinden biri de onların, bilen insandan kaçmaları ve ona güvenmemeleridir;
onlar zahiren iyi olan ancak zekî olmayan kimselere bel bağlarlar.
Ali mecburen bunu da kabul etti. Ancak karşı
taraftan Amr İbn As gibi kurnaz ve uyanık birisi gönderilmişti. Amr İbn As
Araplar arasında "dört deha" olarak anılan dört kişiden biriydi. Bu
şekilde kimin başına çorap örüleceği artık belli olmuştu. Gücün ve
düzenbazlığın savunuculuğunda uyanıklık timsali biri, imanın ve hakikatin
savunuculuğunda ise saflığın.
irade
ve bilinç zaafının, saflığın ve aptallığın timsali olan biri yer alıyordu!
Sonuçta Amr İbn As. hepinizin bildiği o
meşhur oyununu oynadı. İnsanı suya götürüp susuz getiren Amr İbn As, siyasî
müzakeredeki rakibinin Ebu Musa Eş'arî gibi. saf ve zavalh biri olduğunu
görünce, onu rahatlıkla bertaraf edebileceğini anlamıştı.
Bu tür insanlar saf ve bilinçsiz oldukları
kadar aynı zamanda hodbin, şöhreti seven insanlar oldukları için kendileri
hakkında birkaç övgü ve ihtişam dolu unvanın sarf edilmesi durumunda yola
getirilen kimselerdir. "Zat-ı âlileri nasıl uyguta görürlerse, cenab-ı
âlileri nasıl arzu ederlerse, önce zât-ı »âlileri buyursun, beyefendi ne
buyururlar" gibi sözlerle bunların dizginlerini ele alıp üstlerine binmek
oldukça kolaydır.
Ali'nin hayatı "bir insanın hayatı"
değil, "insan hayatıdır", bir tarihtir, her şeyi orada bulabiliriz.
En güzel şeyleri, en çirkin şeyleri, aşkın her türünü, kinin her türünü,
büyüklüğün her türünü, aşağılığın her türünü, hizmetin her türünü, ihanetin her
türünü, insan ruhunun her tür sıkıntısını, zulmün her tür rengini, oyunları, hileleri,
insanları, dostlukları, düşmanlıkları...
Bu yalnız devran adamının hayatında olmayan
hiç bir şeyi bulamazsınız!
Amr İbn As. Ebu Musa'ya musallat oluyor:
"Efendim siz Resulullah in büyük sahabesisiniz. (Zahit kılıklılar, esastan
çok ayrıntılara düşkündürler. Esasın ne olduğunu bilmiyor. Amr İbn As, bunu
biliyor). Efendim gelin bu savaşa ve Müslümanlar arasında kan dökülmesine son
verelim. Müslüman kanı daha ne zamana kadar dökülecek? Müslümanların namusları
daha ne zamana kadar sahipsiz kalacak? Benim düşüncem şu: Her ikimiz de Ali ve
Muaviye tarafından gönderilen tam yet-
340
341
kiyle
donatılmış hakemleriz. Tüm bu ihtilafların kaynağı ise bu iki kişidir. Gelin
her ikisini de işten uzaklaştıralım ve Müslümanları Ali için Muaviye ile savaştırmak
ya da Muaviye için Ali ile savaştırmak yerine bunların her ikisini de
azledelim, her iki tarafı da birleştirelim ve onları, iki tarafın da özgürce
seçip onayladıkları üçüncü bir kişiye davet edelim. Peygamber'in yüce ashabı
arasında her iki tarafın da üzerinde ittifak edebileceği zahit, muttakî ve
muhterem zatlar bulunmaktadır. Kulunuz olan benim düşüncem budur, zât-ı
âlileriniz ne buyurursunuz?"
Hangi bencil, muhterem ve zahit şahsiyet bu
sözler karşısında erimez de gönlündeki şeker suya kesmez?
Hazret-i Ebu Musa, bunu kabul buyuruyorlar.
İki hakem, ulaştıkları ortak görüşü ilan etmek üzere halkı çağırıyor.
İki hakem, taraflannı halkın önünde resmen
azletmek maksadıyla öne çıkıyorlar.
Ebu Musa, başlayacağı beklentisiyle Amr İbn
As'a bakıyor. Amr: "Aman efendim siz bendenizin başının tacısınız, önce
zât-ı âliniz buyurunuz, başlayınız."
İlk olma, önde olma davetine hangi
"mukaddes muhterem şahsiyet" direnebilir ki?
Ebu
Musa başlıyor: "Ey halk bu yüzüğü parmağımdan çıkarıp aldığım gibi Ali'yi
de hilafetten çıkarıp alıyorum." Kenara çekiliyor.
Amr İbn As başlıyor: "Ey halk, Ali'yi
azleden Ebu Musa'nın sözlerini duydunuz. Ben de bu yüzüğü parmağıma taktığım
gibi Muaviye'yi hilafete atıyorum. Salavat buyurun!"
Evet
bu kadar basit!
Dolandırıldıklarının yeni*farkına varan
Haricîler, Ali'nin başına üşüştüler ve şöyle bağırmaya başladılar:
"Pekala, biz 342
bilmiyoruz.
Peki sen neden bizim sözümüze kulak
verdin?"!!
"...Sen Allah'ın tarafında değil
miydin..? Senin hükümetin Allah'ın hükümeti değil miydi? O halde neden
hükümetini Benî Ümeyye ile hakemliğe bıraktın?... Bu şekilde hepimiz kâfir
olduk, büyük bir günah işledik. Sen de hakemlik konusunda tövbe
etmelisin...!"
Onlar, Ali'ye hakemliği büyük günah olarak
kabul etmesi konusunda baskı yapmaya başladılar. Evet, onlar Ali için fetva
çıkardılar. Ali: "Hakemlik bir bütün olarak günah değildir... Sizin
dayattığınız, bu hakemliğin bir hata ve ihanet olduğu doğrudur. Ancak şer'i
açıdan zâtı itibariyle hakemlik, din karşıtı bir davranış değildir... Siyasî
açıdan hakemliği gerektirecek herhangi bir şey de ortada yoktu. Ancak buna beni
siz zorladınız, beni tehdit ettiniz ve bunu dayattınız. Bu, küfür irtikap etmek
değil, siyasî bir hata idi. Sizin tehditlerinizden ve her şeyi kaybetme tehlikesiyle
yüz yüze kalmış olmaktan dolayı yapılan bir yanlış davranış, dinden çıkmak
anlamına gelmez, bu yüzden bunu dinî bir günah olarak görüp tövbe etmeye gerek
yok... Bunu kabul etmememiz yeterlidir, nitekim kabul etmiyoruz da!"
dediyse de onlar buna da razı olmadılar ve dediler ki: "Hayır, önce kâfir
olduğunu ikrar etmeli, sonra da resmen tövbe etmelisin"
Onlar baskılarını daha da arttırdılar,
iftiralara başladılar, Ali'nin mescidinde, Ali konuşma yaptığı sırada hakaret
dolu sözlerle ve sloganlarla onun konuşmasını kesip, cemaat namazını bozmak ve
kargaşa çıkarmak için bazı kimseleri görevlendirdiler. Tüm bunlar din içindi,
İslam içindi! Bir kimsenin değerini ve hizmetlerini bilmekten âciz olmak bir
yana, ona düşman olmak, bu kutsal eşeklerin özelliklerinden biridir.
Bir gün Ali'nin mescitte konuşma yaptığı
sırada biri ilmî bir mesele hakkında soru sordu. Ali bu sorunun cevabını ver-
di
ve o ikna oldu. Sonra diğer bir kimse itikadi bir soru sordu. Ali hemen ona da
cevap verdi. Bir diğer kimse fıkhî bir soru sordu. Ali onun cevabını da verdi
ve o ikna oldu. Bu esnada Haricîlerden biri kalkıp şöyle bağırdı: "Allah
onun canını alsın, o kadar da bilgili ki?"
Ali mescitte namaz kıldırdığı sırada mescidin
diğer bir köşesinde toplanıp Ali'den ayrı cemaat namazı kılması için bir grup
oluşturmuşlardı.118
Ali
namaza başlar, namaz sırasında, rükuda ya da secdede iken onlardan biri
mescidin diğer köşesinden Ali aleyhine slogan atardı hem de Kur'anî sloganlar.
Yani Ali'nin müşrik olduğu anlamına gelecek şekilde kinayeli olarak şu ayeti
okuyorlardı: "Velakad uhiye ileyke ve ilellezine min kablike, lein eşrakte
leyahbedanne ameluke ve letekunenne minel haşirin. Bu ayette peygambere hitab
edilmektedir: "Biz sana ve senden öncekilere vahiy gönderdik. Eğer onlar
şirke düşecek olurlarsa onlar için ne yapsan da boşunadır. Onlar hüsrana
uğrayanlardır." (39/Zümer suresi, 65)
Bununla şöyle demek istiyorlardı:
"Senin Ali olduğun doğrudur, daha önce seni, imam kabul edip senin
takipçin olduğumuz doğrudur, senin ilk Müslüman kişi oluşun, Peygamber'in
damadı ve gerçek halifesi oluşun da doğrudur; ama hakemleri kabul ettiğin için
müşrik oldun ve sahip olduğun tüm bu faziletler de yok olup gitti."!!119
Fakat
Ali'nin cevabına bakınız. Ali, Ve iza kuriel kuranu
118-
Ali'nin bu gruplara yönelik tavrından da ders çıkarmak gerekmektedir. Evet,
bir
imam olarak Ali, her zaman bizim için öğretici dersler vermektedir. Çektiği sı
kıntılarla,
davetiyle, tavır ve davranışlarıyla, cihadıyla canlı bir derstir. Ona âşık
olan
herkesin, onun yolunda adım atması gerekmektedir. Küçük bir adım dahi ol
sa
bu dersleri ondan öğrenmek gerekmekte, onun karşılaştığı sıkıntılarla karşı
laşmayı
beklemek ve bunu kabullenmek gerekmektedir. Zira Ali'nin şiası olup
Muaviye'nin
şiası gibi yaşamak olmaz. Sevgi gösterileriyle, nezirlerle Allah'ı kan
dırmak
olmaz. *
344
119-
Bunlar tuhaf insanlardır, örneğin, "filan cümleyi -yanlış söyledin veya
filan rivayete yanlış anlam verdin ya da falanca hususu söylemedin o halde sen
müş-
festemiulehu
ve ensıtu (Kuran okunduğu zaman ona kulak verin ve sesinizi kesip dinleyin)
(7/Araf suresi. 204) ayeti gereğince Kur'an'a saygısından susuyor, hem de
namazın ortasında... O ayetleri okuyan ayeti okuyup bitirinceye kadar susmaya
devam ediyor. Sonra namazı kıldırmak için tekrar devam ediyorken, mescidin
diğer köşesinden bir başkası, bu ayeti tekrar ediyor. Ali, o kişi ayeti
bitirinceye kadar tekrar susuyor. Bu durum Ali'ye namazı bitirmesine imkan
bırakmayacak kadar devam ettiriliyor. (Bu, bir hakikati ortadan kaldırmak için
bir başka hakikate başvurmanın bir örneğidir.) Ali, bu şekilde namazı
tamamlayamayacağını görüyor ve onlara fırsat vermeden hemen bu duruma son
derece uygun, derin ve anlamlı bir şekilde müşrikler ve onların engelleyici
propagandaları karşısında Peygamber'e hitap eden şu ayeti okuyor: Fasbir inne
va'dallahi hakkun vela yestehifennekellezine layu-kinun "Sabret, Allah'ın
vaadi haktır. Yakîn ehli olmayanlar, seni gevşekliğe düşürmesin'' (30/ Rum
suresi, 60)
Savaş
meydanlarında tüm gücünü kılıcına yönelten Ali, burada tahammülüne ve sükûtuna
yöneltiyor. Sükût ediyor, sabrediyor; çünkü burası dahilî cephedir ve kendisi
de bilinçli bir garazı olmayan muhaliflerle ve şuursuz müminlerle karşı
karşıyadır!
Ali kendisine bu kadar ihanet ve hakaret
eden, kendisini mescitte alaya alan, kendisine iftira eden, namazını bile
bozdurmaya çalışan kişilerden bir tekinin bile beytülmâlden alacağı maaşı
kesmemiştir... Bu, gerçekten hayret verici bir olaydır. Demokrasi, liberalizm
ve bugünün dünyasındaki insan haklan, Ali'nin bu tür davranışları karşısında
utanç duymakta-
rik
oldun, zındıksın!.." derler; fakat dinsiz, zındık, Şiî, Sünnî, Vehhabî vs.
gibi şeylerin birbirinden farklı olduğunu anlamazlar. Evvela bunlar birbirinden
ayrı şeylerdir ve birbiriyle de bağdaşmazlar, ikinci olarak yapılan her hatanın
sonucunda bunlar olunuyorsa bütün bu farklılıklar nasıl bir arada
toplanabiliyor? Onu da ancak kendileri biliyor.
345
dır...
Onlar Ali'nin rejimini ve hükümetini kabul etmedikleri gibi, kendi mescidinde
ve kendi yönetimi altında onu, kâfir olarak görüp aleyhinde propaganda
yapıyorlar. Buna rağmen Ali, onları Müslüman görüyor ve beytülmâlde hak sahibi
kişiler olarak kabul ediyor. Onların hiçbirine eziyet etmiyor, hiçbirini tutuklatmıyor,
hiçbirine en küçük bir hakarette bulunmuyor, hiçbirinin özgürlüğünü
kısıtlamıyor... Ama... Ama... Edebin, mantığın ve özgürlüğün anlamını
bilmeyenler, edebi, mantığı ve özgürlüğü, daima edebe, mantığa ve özgürlüğe,
bütün bunların timsali olan kişiye, bunlan onlara bağışlayana karşı
kullanıyorlar. Onlar bu şekilde Ali'nin safından resmen hariç oldular,
(Haricîler) başka birine biat ettiler ve sonuçta Nehrevan cephesini
oluşturdular.
...Böylece Ali'yi hak karşıtı üçüncü
cepheye, -dini olup aklı olmayan insanlann cephesine- sürüklediler. Aydınlık
bahşedenler için adalet ve özgürlüğü heybesinde taşıyan yeryüzü, tüm
sıkıntıları bu insanın omuzlanna yüklemiştir. Takdirin en talihli evladı olan
ve gökyüzünün tüm güzellikleri ve faziletleri kendisine bağışlamış olan kişi,
intikam alıp, zulmün karanlığında ve cahilliğin cehaletinde tanrısal ateşi
insan oğlunun yazgısına armağan etmiştir.
Din yolunda ölmek konusunda sabırsızlanan,
gece ibadet eden, Kur'an hafızı olan bu zahit kimseler, düşünsel düzeylerinin
düşük olmasından, teşhis ve temyiz yeteneğinden uzak olmalarından dolayı o
kadar düştüler ki Ali'yi, Muaviye'yi ve Amr İbn Ası aynı kefeye koyup her üçüne
de kâfir dediler. Teşhis ve temyiz gücüne bakınız ki kime, kimlerin yanında yer
veriyorlar?
Sonuçta Benî Ümeyye'nin memurları olan
dedikoducular, iftiracılar, entrikacılar ve fesat tertipçileri, Haricîler
arasında yer alan; ama Haricî olmayan bazı yakınları ile irtibata geçip Ali
aleyhinde dedikodular ve iftirafer çıkardıklarını gördük. Ali hakkında
iftiralar ve dedikodular uydurup bunları kışkırtılmış 346
mutaassıp
dindar avam -geç anlıyorlardı, çabuk hüküm veriyorlardı ve çabucak harekete
geçiyorlardı- arasında yayıyorlardı. Böylece Ali'nin geçmişini karalamaya, onun
şahsiyetini zayıflatmaya ve halkı ondan soğutmaya çalışıyorlardı. Öylesine Ali
karşıtı bir ortam yaratmışlardı ki, Benî Ümeyye'ye -Kâsıtîn, açık düşman- en
güçlü kılıçları indiren Haricîler, -avamî yığınlar ya da Mârıkîn- düşmanın
uyanıklığı ve dostun mümin olmakla birlikte temyiz yeteneğinden uzak oluşu
yüzünden aynı kılıcı Ali'nin tarafına indirdiler. Benî Ümeyye işte indirilen bu
kılıç sayesinde Ali'yi, kendi dostlarının ve düşmanlarının eliyle yollarının
üzerinden kaldırmaya muvaffak oldu.
Sonuçta her ikisi de mümin olan ve Ali
cephesinde yer alıp Kâsıtîn'e karşı savaşan Mârıkîn ve Nâkisîn, Kâsıtîn'in
hi-lesiyle dolaylı olarak, Kâsıtîn'in işbirlikçisi haline geldi ve Ali'ye karşı
çıktı. İşte Ali'nin macerası ve karşısında yer aldığı üç düşman cephe budur: 1.
Halk düşmanları 2. Sadakatsiz dostlar 3. Ahmak din bağnazları.
Kur'an
son iki suresinde bu üç serden bahsetmiyor mu? Hatta Peygamber'ini bu üç serden
korkutmuyor mu? Kul euzu bi rabb'i-1 felak
"De ki: "Sabahın rabbine
sığınırım, (Felak: Gece ile sabahın aynldığı nokta)
Min
şerri mâ halak
Yarattığı
şeylerin şerrinden.
Ve
min şerri ğâsıkîn iza vekab
Karanlığı
çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
Ve
min şerri neffessâti fi'l- ukad
Düğümlere, akitlere bağlılıklara üfüren
büyücülerin şerrinden,
Ve
min şerri hâsidin iza hased
Ve
haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden..." [Felâk sû-
347
resi]
Kâsıtîn! Gâsık! [Karanlık] Sel gibi. gece
gibi her şeyi kaplayan kara ve kötü güç!
"Neffessâ"sı, karanlık hükümetinde
entrika çeviren unsurlar, zehirli propagandalarıyla göz boyayıp "gâsıq"ın
menfaati için tefrika yaratıp karışıklık çıkaran kâsıtîn'in propaganda
görevlileri.
Ve... Nihayet hasetçi! Düşman değil, dost.
Kasitîn'in elamanı değil, kendi ahdinde marazîlik gösteren, Nâkis!
Peki mârıkîn nerede? Bunlar, dindar, mümin,
mutaassıp saf kişiler; ama körler ve şuursuzlar. Onlann şerri Nâkisîn'in,
Kâsıtîn'in ve onlann propaganda görevlilerinin şerrinden daha mı az? Kâsıtîn ve
Nâkisîn cephesinde muzaffer olan Ali'yi onlar öldürdüler. Onlar için müstakil
bir sûre var. Kur'an'ın son sûresi Allah'ın son mesajı:
Kul
eu'zu bi rabbi'n- nâs
"De
ki: "İnsanların rabbine sığınırım,
Melikin-
nâs
İnsanların
sultanına,
İlahi'n-nâs
İnsanların
ilahına,
Burada üç şerrin isminin yer aldığını
görüyor musunuz? Bunlar hangi serlerdir?
Min
şerri'l- vesvasi'l- hannâs
Gizli
olan, bir gidip bir gelen ve bir türlü yakayı bırakmayan akıl ve bilinç
hastalığının şerrinden. Ellezi yuvesvisu fî sudûri'n- nâs
İçeriden farkında olmadan gelen ve
ahmaklaştıran kuruntudan
Minel
cinneti ve'n-nâs [Nâs seresi]
Evet
serdir, dış düşmanın ve içerideki hâinlerin (kasıt ve
i/irı
nâkis)
şerrinden daha tehlikelidir: ama garaz değil, marazdır. Bunlar, üç tağutun
kurbanıdırlar. Onlar tıpkı uyanık düşman ve bilinçli hain tarafından kanlarına veba
mikrobu enjekte edilip toplumun başına bela edilen, herhangi bir suçu olmayan
fareler gibidir. Onlar, katliâm yapıyorlar; ama katil değiller. İşte bu yüzden
Ali herkesten çok onlardan zarar görüyor ve onların kurbanı oluyor. Onların
verdiği tüm sıkıntıların şuursuzluktan kaynaklandığını biliyor. Cehaletin
kurbanıdırlar, ihanetin ve hakkı çiğnemenin elinde bu nedenle oyuncak
oluyorlar. Yaptıkları işin sonunda kendileri de kurban oluyorlar. Bir araç
olarak kullanılmanın kurbanı oluyorlar. Ali bu yüzden onların tüm entrikaları,
iftiraları, sövgüleri, küstahlıkları, tefrikalan ve hakaretleri karşısında
sükût edip tahammül gösteriyor. Onları Müslümanlardan ve kendi takipçilerinden
ayrı görüp dışlamıyor. Büyüklük göstererek onlara tehlikeli bir delilik hastalığına
yakalanmış insan muamelesi yapıyor. Ancak yarattıkları tehlike ciddileşince
mecburen onların başına kılıcını indiriyor. Ama halka, Nehrevan'dan sonra
Haricîleri takip etmemelerini, onları incitmemelerini ve onları aydınlatması
için Allah'a dua etmelerini tavsiye ediyor.
Ali, İslam'a inanmayan Benî Ümeyye'yi
"Kasıt" olarak adlandırıyor, kendisine ve kendisinin hak hükümetine
kılıç çekmiş dostları "Nâkis" olarak adlandırıyor ama, bu aşırı dinî
taassup sahibi, zahit ve âbid kimseleri "Mârık" yani "dinden
çıkmışlar" olarak adlandırıyor. Bu dikkat edilmesi gereken bir noktadır.
Bu "münafık", "vefasız"
ve "mutaassıp' üç gücü tanıtırken sonunda zahiren basit gibi gözüken bir
noktaya işaret etmek istiyorum. Ancak bu, Ali'nin kendine özgü "dinî
görüşünü" ve "İslâmî mantığını" içermesi sebebiyle ciddî ve
düşündürücü bir konudur.
Kâsitîn
-rehberliğini Muaviye'nin şahsında Emeviler yap-
349
maktaydı-
Kureyş soyundandı ve cahiliye döneminde Arap toplumunun hâkim sınıfıydı.
-Cahiliye Araplarınm ekonomik alt yapısı basit çiftçiliğe ve hayvancılığa,
toplumsal düzenleri ise kabilevi ilişkilere Societe tribunale'e dayanıyordu.-
Bunlar 5. ve 6. asırda İran ve Rumlar arasındaki savaş sebebiyle batı ve doğu
arasındaki ticaret yolunun değişmesiyle, Mekke'nin ticaret yolunun üzerinde yer
alması yüzünden daha ileri bir aşama olan "açık ticarî ekonomi"
aşamasına geçmişlerdi. Bu durum yeni bir sınıf oluşturmuş ve bir çeşit
"tefeci bur-juvazi" sınıfı meydana getirmişti. Ote yandan Araplar
için geleneksel ve mukaddes bir şehir olan Mekke, bir ticaret merkezi haline de
gelmiş ve yeni bir ekonomik konum kazanmıştı. Kureyş, toplumun ekonomik
üstünlüğünü ve dinî önderliğini kendi tekelinde bulunduruyordu. Onlar için hem
ziyaretin hem de ticaretin kıblesi olan Kabe, Kureyş'in elinde hem din, hem de
dükkandı. Kabe hem rûhânî gücün sembolü, hem de bu kabilenin maddî gücünün
somut bir üssü sayılıyordu. Tüm Arap kabileleri tarafından bu eve konulmuş olan
360 put, onları, tüm Arapların mercii haline getiriyordu. Bu şekilde tüm
kabileler üzerindeki hakimiyetleri pekişmiş oluyordu. Dinî "şirk',
sınıfsal çokluğu, ırkî şirk, maddî hayat içerisindeki toplumsal yapıyı, çok
tanrılılık, manevî hayattaki dinî dünya görüşünü izah ediyordu.
Devrimci İslâm hareketi, "tevhit"
şianyla ve hiçbir tercih hakkı tanımaksızın Kureyş gücünün karşısına dikildi.
Zira bu "tevhit'' bugün yalnızca ulema ve hukema [filozoflar] havzalarında
felsefe, kelam ve tasavvuf derslerinde söz konusu edilen bir ders değildi.
Tevhit, tüm keskinliğiyle "toplumsal alt yapıya ", "sınıfsal
düzene" saldırıyordu. Bu yüzden doğal olarak buna karşı ilk önce
filozoflar ve sûfiler değil, efendiler, köleler, eşraf ve halk duyarlılık
gösterdi. Bir kısmı ümit besledi, bir kısmı korku duydu ve tavır aldı. Tevhit
şiarı açıkça ilan edilince
ilmî
ve felsefî tartışmalar yerine, Bedir, Uhud, Hendek savaşlarıyla [Mekke'nin]
fethinin sahnelendiğini görüyoruz. İslâm'ın tehdit ettiği tüm ekonomik
çıkarlarını, ticaret yollarının güvenliğini, sınıfsal konumlarını, eşraflılığa
dayalı değerlerini savunmak için, Kureyş'in Yahudi sermayedarlarıyla ve
tüccarla-rıyla el birliği ederek en büyük karşı devrimci güç olarak İslâm'ın
karşısına dikildiğini görüyoruz.
Ama tarihte geçerli olan gelenek gereğince
gasp düzeni yeniliyor; ama karşı devrimci iç unsurlar şekline bürünerek,
Kur'an'ın deyimiyle "nifak'la devrimin kazanımlarının mirasyedisi oluyor.
Hareketin yönünü değiştirerek, devrimin ideolojik içeriğini boşaltarak,
devrimin gerçek evlatlarını ve gerçek önderlerini kurban ederek yeni taktığı
İslâmî maske ile, halkı yeni ve güçlü pençesinde istihmar [eşekleştirme]
ameliyesine tâbi tutarak teslim alıyor, yönlendiriyor, önceki sınıfsal
statüsünü devrim sayesinde daha güçlü bir şekilde yeniden elde ediyor. Kureyş
eşrafı, maskesiz döneminde Bedir'de savaşıyor, gerici maskeyi taktığı dönemde
ise Sıffîn'de savaşıyor. Her iki cephenin de Ali ile savaşması işin ilginç
tarafıdır.
Ebu Sufyan liderliğindeki Kureyş gücü, İslam
karşısında yirmi yıl direndikten sonra Mekke'nin fethiyle kılıç zoruyla teslim
oldu, İslam'a girmedi.
Ancak Ali'nin bu İslam karşıtı güce İslam'a
inanmadıkları halde verdiği isim Kâsıtîn'dir. Bu, toplumsal, siyasî ve iktisadî
bir isimlendirmedir. Ali, dinî açıdan câhiliyenin, şirkin ve küfrün timsali
olan, ahlakî açıdan fesadın, fışkın ve günahın timsali olan bu gücü, sadece
toplumsal niteliğini ölçü alarak isimlendiriyor. Onların halk karşıtı
niteliklerini esas alıyor, onlarla ilgili olarak, İslam ya da küfür, şirk ya da
tevhit, fesat ya da ıslah gibi nitelikleri bir tarafa bırakıyor. Yani bunlar,
halk düşmanıdırlar, adaletin ve eşitliğin düşmanıdırlar, ister mızraklara put
assınlar, ister Kur'an assınlar.
350
351
ister
şarap içsinler, isterse oruç tutsunlar!
ikinci grup kişisel meseleler, maslahat,
diğer gamlığın olmayışı ve kızgınlık sebebiyle vefasızlık gösteren dostlardır.
Ali'ye kılıç çeken, beyatlarını haksız yere bozan, hükümetini devirmek için
silahlı ayaklanmaya kalkışan ve halkı askerî ayaklanmaya kışkırtan Talhalara,
Zübeyirlere, verdiği isim de yine dinî bir terim değildir. Onların toplumsal
davranışlarının ve siyasî rollerinin nitelendirilmesidir: Nâkisîn!
Üçüncü grup çok mutaassıp ve dindar avamî
halk kesimidir. Aşırı ve kör bir dinî bağnazlığa sahiptir. Onlar alınları uzun
secdelerden nasır tutmuş kimselerdi, gecelerini ibadetle geçirirler, sürekli
oruç tutar ve Kur'an okurlardı. Çok aşırı dinî ve fıkhî hassasiyetleri vardı.
Ameli, imanın bir parçası sayıyorlardı. Bir günah işleyen birini fâsık ve fasit
değil, kâfir sayıyorlardı, onlara göre kâfir, kanı dökülmesi helal olan ve
yaşama hakkı bulunmayan kimseydi.
Sıffîn'de Ali'nin ordusundan ayrıldıkları
için onlara Haricîler denmiştir. Kâsıtîn'in ve Nakisîn'in aksine onların
oynadıkları rol, sadece ve sadece dinî sebeplere dayanıyordu; en küçük bir
ihanet, küfür, çıkarcılık, kin ve şöhret düşkünlüğü mevcut değildi. Haricîler
"Nehrevan zahitleri" olarak da anılırdı. Hem imanda hem de amelde
dürüstlük, iman. İslâm, zâhitlik, paklık, dine duyulan aşk, Allah rızası
yolunda malı, canı ve varlığı feda etme, cehennem ateşinden korkma ve cennet
arzusuna sahip olma, onların düşmanlarının bile itiraf ettikleri sıfatlarıydı.
Onların Sıffîn'den Nehrevan'a kadar yaptıkları tüm itaatsizliklerin ve
savaşların, hakperestliğe, imana, İslam'a ve İslam ümmetine aşk gibi sebepleri
vardı. Onlar Neh-revan'da Ali'ye karşı, Sıffin'de de Muaviye'ye karşı bu
ülkülerle ve bu inançla kılıç salladjlar. Ali'nin sadece dinî taassup sahibi bu
gruba din karşıtı bir isim vermiş olması son derece il-
352
ginçtir:
"Mârıkîn", yani "dinden çıkmışlar"
Ali. dünya için. hak hükümeti. Müslüman
ümmeti ve iman cephesini dağıtan Talha ve Zübeyir'i din karşıtlığı ile itham
etmiyor. Kılıç zoruyla Müslüman olan, açıkça küfür içerisinde bulunan, müşrik
Benî Ümeyye'yi de din karşıtlığıyla itham etmiyor. Bu üç grup içerisinden
sadece Kur'an hafızı olan. mümin sıfatlı bu mutaassıp avamı dinden çıkmakla ve
Allah yolundan sapmakla itham ediyor!
Aman
Allah'ım! Bu Ali ne kadar da iyi biliyor!
Yahudilerle ve müşriklerle yapılan tüm
savaşlardan fetihle ve zaferle aynlan, güçlü Kâsıtîn ve tehlikeli Nâkisîn
cephesinden selametle çıkan büyük kahraman Ali'nin, sonunda bu Mârıkîn'e mensup
biri tarafından öldürüldüğünü gördük!
Ali cephesinin komutanı olan Mâlik Ester,
Sıffin'de Muaviye cephesine yaklaşıp, kesin zafere ulaşmak üzereyken Amr İbn
As'ın, avamı aldatan hilesiyle Ali cephesinin ön safların-daki bu kişilerin yüz
seksen derece dönerek Muaviye'yi mutlak çöküşün eşiğinden kurtarıp cepheyi terk
ettiklerini, taassup ateşini körüklediklerini, Allah'ın kitabına saygısızlık
yapmaktan çekinerek Allah'ın, kitabının ve meleklerin lanetini üzerlerine
çekerek kanlı kılıçlarını Ali'ye çevirdiklerini gördük. "Çabuk komutanın
Malik'e söyle geri çekilsin, biz Kur'an'a karşı kılıç çekmeyiz, çabuk ol, biz
buna tahammül edemeyiz!" dediler.
Ali, ayetle, hadisle, aklî ve mantıkî
delillerle bunun düşmanın bir hilesi olduğunu onlara anlatmaya çalıştı. Bunlar,
bizi birbirimize düşürmek için Kur'an'ı bayrak haline getiriyorlar. Kesin
yenilgiden kurtulmak için sizin kılıçlarınızı kendilerinden uzaklaştırıp benim
üzerime yöneltmek istiyorlar. Filistin'de... af edersiniz. Sıffîn'de, sizin
şuursuzluğunuz yüzünden, sizin saflığınız ve kör taassuplarınız yüzünden,
zahire aldanmanız, cahilliğiniz, benim velayetime inanan, benim imametimi ka-
353
bul
eden. Muaviye'nin düşmanı olduğunu. Ali'nin şiası olduğunu söyleyen siz
mutaassıpların hem de Kur'an ve din adına yarattığınız tefrikalarla bu facia
meydana geldi.
Fakat
bunlar, söylenenleri anlamak için dinler miydi?
İnneke la tusmiu'l mevta vela tusrniu's
summedduae iza vellev mudbirin
(Sen ölülere sesini duyuramazsın, davet
sesini sağırlara ulaştıramazsm, onlar bu sözü arkalarına atıp yüz çevirirler!!)
(27/Neml Suresi. 80)
Tahrik edilmiş dinî taassuplarıyla, savaş
için çektikleri kılıçlarıyla ne Ali'nin sözünü dinlediler, ne de Mâlikin işini
bitirmesi için ona mühlet verdiler. Mecburen kendisine kendi Şi-îlerinin
mutaassıp ve kutsal kılıçları dayattıklarının mesajı olarak Mâlike kılıç
gönderdi. Düşman çadırlarına birkaç adım mesafede bulunan Mâlik, hayret ve
öfkeden yerinde çakıldı. Muaviye'yi yakalamak için kendisine biraz mühlet
vermeleri için yalvardı: "Allah'ın ve halkın en korkunç düşmanı olan bu
hilebaz tilkiler bizim kılıç seslerimizden titremektedir. Bu kötülük yuvası
düşürülmek üzeredir. Birazcık mühlet verin, iş bitmek üzeredir!" Ama bir
an olsun mühlet vermediler. Adı din olarak konulan cehaletle bağnazlığın
birbirine karışmış şekli, Amr İbn Asların elinde böylece zehirli bir macuna
döndürüldü. Ali'nin, İslam'ın ve halkın kaderi malumdur! Ali, şu an bizim
anlamamızın bile imkansız olduğu sıkıntıların pençesindeydi. Malike: "Eğer
beni sağ görmek istiyorsan geri dön" diye mesaj gönderdi.
Bu kesimin yarattığı faciaya ve düşmanla
yapılan işbirliğine bakın. Bu "mukaddes eşeklerin" oluşturduğu kesim.
Kur'an, iman ve takva ile cihat kılıcının şirkin kafasına inmesine engel
oluyor, bu kılıcı tevhidirj ve dostun başına indiriyor. Maliki fethin eşiğinden
geri çeviriyorlar. Dinin ve hareketin yazgısını Ali'nin elinden alıp, saf Ebu
Musa Eş'arî'nin ve kafa-354
sında
kırk tilki dolaşan Amr İbn Asın eline veriyorlar.
Bu ince nokta İslam'ın uzun ve maceralarla
dolu tarihinde cok acı verici bir noktadır. Mâlik Esterin mühlet istediği
anlar, çok mühim anlardı. Zira İslam'ın kaderi, tarihin akışı ve her şeyin
geleceği o anlarda tayin ediliyordu. Eğer Mâlik'in istediği kısa mühlet ondan
alınmasaydı Benî Ümeyye ölmüştü, Benî Abbas olmazdı, Hasan yenilgiye uğramazdı,
Hüseyin şehit olmazdı... Biz de asırlardır nifak hilafetleri, yalan
saltanatları ile hile ve tahaccür mezhepleri yerine Peygamber ailesinin
imametinin devamı olan önderliğe ve Ali'nin adalet ve kist üzerine bina ettiği
topluma sahip olurduk!
İslam'ın, Müslümanların ve insanın
kurtuluşu. Mâlikin çok ihtiyaç duyduğu bu bir anlık mühlete bağlıydı. Mâlik'in
elinden bu bir anlık mühleti Bedir, Uhud vs. müşrikleri almadı. Beni Kureyze ve
Hayber Yahudileri almadı, Gatafan ve Hevazin bedevîleri almadı, İran ve Rum
emperyalistleri almadı, karşı devrimci güçler olan Kâsıtîn almadı, garaz sahibi
sadakatsiz dostlar olan Nâkisîn almadı, şirkin, Benî Ümeyye'nin, nifakın,
ihanetin ve fesadın düşmanı olan bu garazsız câhil Ali Şiîsi insanlar aldı.
Onlar Malike, insanlığa ve İslam'a bu mühleti vermediler. Cehalet ve taassup
onların aşkından, cihadından, cesaretinden ve imanından düşman için en uygun
aracı, dost için ise en tehlikeli faciayı yarattı.
Sıffîn'de
Şiîler Ali'nin rehberliğinde Allah'ın ve halkın düşmanı olan Muaviye
rehberliğindeki Kâsıtîn ile savaştılar. Ancak Ali, kendi mutaassıp
taraftarlarına yenildi. Mârıkîn!
Bu dindar, zahit, muvahhit. garazsız
müminler, ne kâsıtîn'in elamanıydı ne de hain dostların. Ama... Ali'yi bunlar
ortadan kaldırdı. Ali'yi bunlar günahkar, hatta kâfir diye suçladı. Düşman
üssünün düşüşüne bunlar engel oldu. Benî Ümeyye'nin İslam'ın yazgısına musallat
olması için bunlar uygun ze-
355
min
yarattı. Vs...
Nihayet, mazlum halkın, mahkum insanlığın ve
dünyadaki adaletçi devrimin son şansı olan Ali'yi bunlar öldürdü!
Allah'a samimiyetle ibadet eden onlar,
gönüllü "hannâs"ın oyuncağıdır. Onlar hakkın rızası için hakkı
öldürdüler. Küfrün onlardan daha fedakar bir yardımcısı yoktur.
Ali Şiî'siydiler; ama Ali'nin onlardan daha
beter bir düşmanı yoktu.
Mârıkîn!
Dinsiz
müminler!
Ah!
Allah'ım, Ali onlann elinden neler çekti?
Adaletin, dürüstlüğün ve bilincin timsali
olan Ali'nin düşmanları da zulmün, ihanetin ve cehaletin timsalidir.
Ali her şeyde imamdır, en yüce örnektir,
numunedir, mükemmeldir ve mutlak kemaldir.
Ali'yi sadece kendisinin ve dostlarının çehresinde
değil düşmanının da çehresinde tanımak gerekiyor. Ali'nin düşmanlarını tanımak,
bizim Ali'yi tanımamıza yardım eder. Tıpkı karanlığın aydınlığı tanıtması gibi.
Ali'nin düşmanlarını tanımak da derstir, öğreticidir. Ali hakkın ve hakikatin
timsalidir.
Tarihte şu üç cephe dışında savaş olmamıştır:
Kâsıtîn: Açıkça halk karşıtı olan güçler. Nâkisîn: Dost, ama hain unsurlar.
Mârıkîn: Cehalet kurbanı mutaassıplar, zulmün suçsuz oyuncakları!
Beraber yaptığımız tarihsel yolculuğun bu
son bölümünde
hitabım,
hiçbir garazı olmayan ve bilinçli bir şekilde ve âlimce
şu
şiara inanan tüm kimseleredir: *
Ali'nin
ve Ali ailesinin İslam'ı". Ali'nin
yolu ve tarzı",
356
Ali'nin
ve ailesinin dostlarına, dostluk, Ali'nin ve ailesinin düşmanlarına düşmanlık'
-toplumun yazgısına ve bir nesle ya da tarihe duyulan inancın karşısında bir
bireye ya da kuruma duyulan inancın en küçük bir değeri yoktur.- Bu şiarlara
bir aşk ve iman şeklinde inananlar bilirler: Düşmanın dedikoduları ve
iftiraları dost arasında oldukça fazla yaygındır ve düşmanın propagandası dünya
çapında o kadar fazladır ki en güçlü şahsiyetlere bile tesir etmektedir.120
Ayrıca Batı sömürgeciliğinin karanlık gücü, Hıristiyanların ve Yahudilerin -ki
onlar Hıristiyanlara göre İsa Mesih'in katilidir- dayanışmasını ilan
etmektedirler. (Onlann birliği karşısında biz Müslümanlar arasında her gün
artan ayrılıklar ve düşmanlıklar göze çarpmaktadır!!) Biz birbirimize düştükçe
Sayın Papa, Yahudilerin dosyasını iki bin yıldan sonra okuyup: "Hayır, Yahudiler
masumdur ve kesinlikle Mesih cinayetine onlar karışmamışlardır" fetvasını
vererek onları beraat ettirmektedir. Bizlerse ortak bir inanca, aşka, imana,
kadere ve acılara sahip olma-
120-
1961,1962 ve 1963 yıllarına kadar Fransa'da bulunduğum dönemlerde Batının, -en
azından Fransa'nın- en büyük toplumsal, siyasî, felsefî ve ideolojik şahsiyeti
olan ve zamanın kutbu, Hümanizmin ve Egzistansiyalizm'in peygamberi, bugünkü
dünya neslinin babası, en büyük çağdaş felsefî ekolün kurucusu ve en büyük
toplumsal, siyasî ve devrimci kişi olarak tanınan Jean Paul Sartre (ki,
Amerikalı devrimciler, onun öğrencisi olmakla iftihar ediyorlar ve onun
takipçisi olduklarını belirtiyorlar) Uluslar arası Siyonizm'in etkisi altında
kalmıştı ve düşüncelerinde, konuşmalarında, röportajlarında ve yazılarında
hiçbir ücret almaksızın Siyonizm'in ve Siyonist güçlerin savunuculuğunu
yapmaktaydı. Ondan, "Ortadoğu'daki sosyalizm tecrübesi", "Arap
ülkelerindeki Batı demokrasisi tecrübesi", "geleneksel ve bağnaz toplumlardaki
insanî liberalizm tecrübesi" olarak bahsediyordu. Oysa daha sonra birçok
Yahudi aydın, bunların en kötü faşistler olduğunu, Yahudi dininin ve milletinin
utancı olduğunu anlamıştı. Evet yıllar boyunca Siyonistler için bedavadan
propaganda yapmış, kalem oynatmış ve çalışmıştı. Çünkü düşman, düşünce ve
propaganda açısından bizim gibi değildir. Örneğin biz bir broşür yayınlamak
istesek parasını nereden alacağımızı bilemiyoruz, nerede satacağımızı
bilmiyoruz, olur mu, olmaz mı diye düşünüp duruyoruz. Halbuki dünyadaki birçok haber
ajansı Siyonistlerin elindedir. Manevî ve ilmî açıdan en büyük müsteşrikler
bunlardır. Maddî ve ekonomik açıdan da Batıyı parmaklarında oynatanların da
yine bunlar olduğunu görüyoruz. Böylesine bir şahsiyet bi-ıe onlann
propagandalarına aldanabiliyorsa, çocuk kandırmak kadar kolay olan S|radan
şahıslar bundan masun kalabilir mi?
357
miza
rağmen birbirimizi suçluyoruz. Yani onlann bu karanlık dayanışmaları da bizim
bu karanlık ayrılığımız, düşmanlığımız ve dedikodu üretmelerimiz de tesadüfi
değildir... Bu toplumda yaşayan ve tehlikeyi hisseden sıradan bir Müslüman
olarak bu halka şu ricada bulunmak istiyorum: Sartre gibi birinin bile bu
uluslar arası propagandalara aldanmasına sebep olan bu şartlar içerisinde,
yargı belirtirken, dünyayı sarsan, kamuoyu yaratan nesiller, kaderler hatta
bilimsel görüşler üzerinde etki bırakan gizli "hannâsların"
vesveselerine kapılmayalım. En azından bu basit işi yapalım.
Gelin, Bay "söylüyor" adlı iğrenç
ve hain şahsın halkın arasında yayınlanan tüm sözlerini, konuşmalarını ve
onunla ilgili tüm haberleri görmezlikten gelelim -Zaten bu Bay "söylüyordu
hiç kimse ne görmüştür, ne de tanımaktadır. Hiç kimse bu haberlerin nerelerde
hazırlandığını, nerelere ulaştırıldığını, hangi ağızlarla halka verildiğini, ve
bu yolla aynı inanca, aynı sıkıntılara sahip dostlar ve kardeşler arasında
nasıl bir kin ve olumsuz bakış açısı yarattığını da bilmemektedir- ve bunlara
karşı olumsuz bir bakış açısına sahip olalım.
Zira ben bu Bay "söylüyor "un
bilinçsiz halkı vesveselere düşüren, en büyük kötülük ateşlerini alevlendiren
"vesvas-ı hannâs" olduğunu biliyorum.
ikinci bir husus olarak şunu söylemek
istiyorum: Bizim mezhebimizle, şahsen benim mezhebimle ilgili suçlamalar ortaya
atıldıktan ve bizim sözlerimiz ve düşüncelerimiz metin halinde basılıp halka
ulaştıktan sonra her şey ortaya çıktı. Meselelerin farkında olan insanlar şunu
iyice anladılar: Daha lisenin dördüncü ve beşinci sınıfındayken kalemini ve
kağıdını, Kasitîne karşı Ebuzer'e vakfeden, şu an da "Fâtıma'ya" "Şiî
olmanın sorumluluğuna" ve "Ali'nin mektebine" vakfetmiş olan
(umarım ölünceye kadar da böyle olur) ben, suçlamalara hedef olan ilk kişiydim.
Onla* Şiî olmamakla suçladıkları kişi-358
nin.
yirmi yıl boyunca tüm eserleriyle, inancıyla ve kalemiyle, sadece Ali'nin hizmetinde
olan biri olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden başka bir terane tutturdular ve
bizim güya ilmî topluluğumuza, "gerçek" din âlimlerimize,
"temiz" havza-yı ilmiyemize121 ve "bilinçli" İslam
alimlerimize karşı olduğumuzu söylediler.
Önce velayete karşı olduğumuzu söylediler.
Daha sonra benim velayet hakkındaki milyonlarca kitabımın ve kasetimin halkın
elinde dolaştığını görünce bu defa hayır ruhaniyete122 karşıdır dediler.
Bu noktada şunu arz etmek istiyorum: (Bu
hatırlatmayı maslahat gereği olarak yapmıyorum -çünkü Allah da halk da biliyor
ki, şimdiye kadar maslahat gereği olarak hiç yalan söylemedim ve
söylemeyeceğim. Yazgım yalan söylemediğimi ortaya koyuyor- toplumsal
zorunluluk, sahip olduğum inancım ve düşünsel sorumluluğum bunu gerektiriyor).
Ben bu müddet boyunca her düzeyde -gerek Avrupa'da gerekse burada- çalışma,
konuşma yapma ve hizmet etme imkanı buldum. Taassup derecesinde samimi bir
şekilde inanarak "gerçek ve "ileri" ruhaniyeti, "asil ve
doğru" İslâmî ilmî topluluğu, her zaman savundum. Hatta burada bizzat size
dedim ki: Bu ilmî topluluğun savunucusu, gözeticisi ve taraftarı olmak, sadece
tüm Müslümanların değil, -Batı'nın kültür emperyalizmi saldırısı karşısında
ayakta duran tek ve son siper olduğu için-
121-
Şia dünyasında din alimlerinin ve müçtehitlerin yetiştiği öğretim kurumları,
üniversitelerden de devletten de ayrı ve tamamen bağımsız kurumlardır. Havzayı
ilmiye adı verilen bu kurumlardaki öğretim üyeleri, modern yüksek öğrenim
kurumlarındaki akademik kariyerlere benzer hiyerarşik unvanlara sahiptir.
Modern yüksek öğrenim kurumlarındaki "doktor" ve "profesör"
gibi akademik unvanlar yerine havza-yı ilmiyelerde "hüccetülislam" ve
"ayetullah" gibi unvanlar söz konusudur. Şia dünyasında tarihten beri
Lübnan'daki Cebel Amil, Irak'taki Necef ve iran'daki Kum havza-yı ilmiyeleri
birçok büyük alim yetiştirmiştir. [Çeviren]
122-
Ruhaniyet: Havza-yı ilmiyelere mensup din alimlerine verilen genel isim.
[Çeviren]
121-
359
dindar
olmasa dahi her sorumluluk sahibi aydının görevidir.
Daha önce de burada değindiğim gibi, 1339123
yılında Fransa'daki Avrupa Öğrenci Derneğinde bir oturum düzenlenmiş, sizin de
tanıdığınız (itibarlı bir aileye de mensuptur) meşhur bir bey orada konuşma
yapmıştı. Zât-ı âlileri buyurmuşlardı ki: "Ben islam'dan hoşlanmıyorum,
nerede bir molla görsem rahatım kaçıyor, bir minber ve kürsü görsem midem
bulanıyor... Din, sömürünün aracıdır. Mollalar da tarih boyunca daima sömürünün
aracı olmuşlardır... Ben kesinlikle dinden hoşlanmıyorum..." türünden
laflardı bunlar.
Orada kalktım dedim ki: "Sayın bay, sen
aş erdiği için kocasına nazlanıp ben ekşiden hoşlanıyorum, tatlıdan
hoşlanmıyorum, ondan hoşlanıyorum, bundan hoşlanmıyorum, canım mürdüm eriği,
lavaş ekmek istiyor, tatlı rahatımı kaçırıyor124...! diyen kadınlar gibi
konuşuyorsun. Sen, dinden, ideolojiden ve inançtan da "o şekilde"
bahsediyorsun! Din yamyam mıdır ki, hoşuna gitmek ya da gitmemek gibi
kriterlerle değerlendirilsin. Bir dini reddetmek ya da ispat etmek için delil
getirmek gerekir. Aklî ve bilimsel deliller gerekir, kişisel duygular değil.
Ben, branşı tarih ve toplumsal meseleler
olan biri olarak şunu iddia ediyorum: Geçen iki yüz yıl boyunca125 hiçbir
emperyalist anlaşmanın altında hiçbir Necef mollasının imzası bulunmamaktadır.
Oysa tüm emperyalist anlaşmaların altında Avrupa'da eğitim görmüş bir doktor
beyin, bir mühendis beyin imzası bulunmaktadır. (Bu utanç, ben-
123-
iran'da Nevruz günü olan 21 Mart'ın yıl başı olarak kabul edildiği hicrî şemsî
takvim kullanılmaktadır. Ay belirtilmediği için buradaki 1339 tarihi, miladî
takvimle 1959 da 1960 da olabilir. [Çeviren]
124-
Bunu açıklarken o şekildeki hadımlardan özür dilerim.
125-
Her biri birer oyun olan anlaşmalar. Batı sömürgeciliği ile başladı.
denize
ve zât-ı âlinize yeter!)
Bu, meselenin bir yanı. öte yanda ise bu
ülkelerdeki her anti-emperyalist hareketle birlikte olan gerçek İslam âlimleri,
özellikle de Şiî alimleri buluna gelmiştir. Tarihimizin derinliklerinde,
toplumumuzun vicdanının derinliklerinde kök salmış bulunan bu kültürel meyveleri
toplamak istediğinizde sorumluluk sahibi bir aydın olarak kültürel emperyalizm
karşısında kendi halkınıza ve kültürünüze dayanan bu temel yerine hangi temeli
koyacaksınız? Sevgilinin ya da şahısların övgüsünün yapıldığı birkaç Farsça
şiiri mi? Yoksa Batıdan tercüme edilmiş birkaç eseri mi? Bu köklü temele
dayanmak gerekmektedir. Eğer iman sahibiysen bu imanın hatırı için, iman sahibi
değilsen ama sorumluluk sahibi biriysen, sorumluluğunun hatırı için, hem imana
hem sorumluluğa sahipsen iki elini de sıkarım, eğer ikisine de sahip değilsen
zamane insanlannın hoşuna gitsin diye nutuk atıyorsun "tebbet yeda Ebu
Lehebun ve tebb" [Ebu leheb'in iki eli de kurusun] (Tebbet suresi) ne
kadar naziksin, nutuk atmaya devam et.
Bu benim inancımdır, Hüseyniye-i İrşad in
inancıdır ve -dersler, konuşmalar ve yazılar sayesinde az çok- bu yola doğrudan
aşina olan, bu yolda ilerleyen ve inancını, düşüncesini ve yargılarını bu
"bay "söylüyor'dan almayan herkesin inancıdır.
"Bu en önemli üsten, halk yığınlarını
bilinçlendirmesi, gerçek İslam'ı onlara göstermesi, kamuoyunu, özellikle de
bizim halkımızı uyandırması, kurtarıcı bir rol, oynaması İslâmî ruhu diriltip
İslam'ı harekete geçirmesi, beklenebilir. Bu "talebe" üssünden
havzaların bu dar ve tarihî odalarından Seyyid Ce-maleddînler [Afganî]
çıkmıştır, (çıkmaya da devam etmektedir.)"
Kendileri hakkında sonsuz bir saygı ve
hürmet duyduğumuz gerçek büyük ulemanın nâçiz kalemimle ve çabalarımla
360
361
her
zaman en samimi taraftarı ve savunucusu oldum ve olmaya da devam edeceğim.
Herkesin de böyle olması gerektiğine inanıyorum. Bu noktada küçücük bir şey arz
etmek istiyorum.
İlmî açıdan, fazilet açısından, havzadaki
geçmişleri ve İslâmî şahsiyetleri açısından ne oldukları, nasıl oldukları,
ruhani-yetten, ilimden, dinden hatta ahlaktan ne kadar uzak oldukları açıkça
ortada olan küçük bir grup sizinle en ufak bir benzerliği -iğrenç dillerinin ve
üsluplarının, Şiî bir Müslüman'ın, hatta sıradan bir insanın dili ve üslubuyla
hiçbir benzerliği bulunmamaktadır- bulunmadığı halde sizi savunma adına bizim
oluşturduğumuz gruba (bu grup, yeni, okumuş ve aydın kuşak arasında size derin
bir bağlılık duyan, sizinle aynı derdi ve aynı yazgıyı paylaşan ve her zaman
size daha fazla yaklaşmak, sizinle daha fazla birliktelik kurabilmek çabasında
olan tek gruptur) saldırıyorlar. Yalan söylüyorlar, sahtekarlık yapıyorlar,
dedikodu üretiyorlar, sövüyorlar, cümleleri tahrif ediyorlar, uydurma sözler
naklediyorlar, şunu kabul ediniz ki, biz bu "faciadan" duyduğumuz
kaygı ve endişe içerisinde kendi şahsiyetimizi savunmuyoruz. Kaygı ve endişeden
dinî ve toplumsal konumumuzu temize çıkaramıyoruz. Çünkü tüm bu saldırıların ve
sövgülerin semeresi, -sizin de görmekte olduğunuz gibi- bu aydın kuşağın
bilincini, sorumluluğunu ve bağlılığını daha da arttırdı. Her ne kadar kitapla,
sözle ve delille bir ilişkisi bulunmayan belli kesimlerin saldırıları, yanlış
anlamalara sebep oluyorsa da biz "ora'da ne tevil edici oluyoruz ne de
yönlendirmeye çalışıyoruz. Binaenaleyh, biz bu saldırılardan zarar görmedik tam
tersine düşüncelerimizi daha da fazla yayma imkanı elde ettik. İnsanlık dışı
iğrenç düşmanlıklara hedef oluyoruz; ama dünyadaki sömürü ilişkilerinin
tarihini, özellikle de İslam toplumlarındakini başlangıcından günümüze kadar
hassas, düzenli ve titiz bir şekilde inceleyen biri olarak ve size içten bir
sevgi duyan küçük bir mukallidiniz olarak benim şu
362
söylediklerimi
kabul ediniz: Yıllar boyunca sömürünün mücadelesi, sömürünün propagandası,
-bugün artık özellikle İslam ülkelerinde ayyuka çıkmıştır- pratikte şu genel
formülü kendisi için tartışmasız bir ilke haline getirmiştir. O da şudur:
"Bir
hakikati' tahrip etmek için
İyiyse,
ona saldırın,
Kötüyse
onu savunun" !
Vesselam
363
Bu gece, üstadım, babam -her ne isem ve her
neye sahip-sem hepsi ondandır- Ali ve onun yaşadığı sıkıntılar konusunda
konuşma yapmam kararlaştırılmıştı. Fakat dostlarım, ihya merasimlerine126
dakikaların kaldığı bu süre içerisinde benden konuşma yapmamı istediler. Fakat
bu kadar kısa süre içerisinde ve böylesi bir gecede ne söylemem gerektiğini
bilemiyorum. Bu gece konuşma yapmak benim için oldukça zor. Bu yüzden bu
gecenin konusu "Ali ve Çektiği Sıkıntılar'' olduğu halde, bunun yerine
Ali'nin takipçilerinden ve yaşadıkları sıkıntılardan söz etmek istiyorum.
Bir milletin Ali'nin âşığı olduğu halde
sonuçta Yezid'e sahip olmasından daha büyük bir sıkıntı olabilir mi? Maneviyat,
bilinç, mantık, ve insaf açısından hangi düzeyde olduklarını gördüğümüz
kişilerin Ali'den, Ali'nin mektebinden bahsedip, Ali'yi halka onların tanıtıyor
olmasından daha büyük bir sıkıntı olabilir mi? Bu dünyada, alın yazısına Ali
markası kazındığı halde, bir milletin ya da bir grubun fakirlikten, uykudan,
uyuş-
126-
ihya merasimi ya da ihya geceleri, ramazan ayının son on günündeki muayyen
gecelerdir. Peygamberimizin, kadir gecesinin ramazan ayının son on günü
içerisinde aranması gerektiğini bildiren hadisi doğrultusunda, ramazanın son on
günündeki muhtelif geceler Şiiler tarafından ihya geceleri olarak adlandırılır.
Bu gecelerde sabaha kadar ibadetle ve duayla meşgul olunur. Hazret-i Ali'nin
hançerlenmesi ve şehadeti de bu geceler içerisinde gerçekleşmiştir.[Çeviren]
musluktan,
tefrikadan, kıt fikirlilikten, bedbinlikten, zaaftan ve zilletten dolayı
ıstırap çekmesinden daha büyük bir sıkıntı olabilir mi? Ali'ye ve Ali'nin
mezhebine vefalı kalan eski neslin, üretkenliğini, hareket yeteneğini
kaybetmesinden, donukluğa düşmesinden, gelecek nesli, Ali nin tarihine,
kültürüne ve mezhebine bağlayamamasmdan, büyük Şiî şehitlerinin, büyük Şia
âlimlerinin, fedakâr ve Şia aşığı halkın bu nesle emanet ettiği halde eski
neslin bunu gelecek nesle intikal ettirememesinden daha büyük bir sıkıntı
olabilir mi?
Bu nesil eskiyor, aşınıyor ve yok oluşa doğru
gidiyor, ölüyor. Onun yerini manevî fakirlik, cehalet, geçmişle ve Ali ile
uzaklaşmışlık ve kopmuşluk alıyor.
Fırsatı kaçırıyoruz, gelecek nesil ile
geçmiş nesil arasında bizim ümidimiz ve sermayemiz olan bir nesil var. Bu
nesil, hâlâ dinlerini araştırmaktadır, hâlâ dinlerini tanıma arzusu
taşımaktadır, hâlâ Ali'yi ve onun dinini, yolunu ve mektebini tanımak
istemektedir. Fakat onlara sunulanlar, onlar için kabul edilebilir nitelikte
değildir. Bu ara nesil, geçmiş nesille gelecek nesil arasında bir vasıtadır.
Bizim dinî kültürümüz ve geleceğin sömürü kültürü arasında bir nesildir. Dinî
bir ruha bağlı olmakla birlikte, eğri büğrü yetişecektir. Yarın mevcuttur; ama
bu nesil her zaman mevcut olmayacaktır. Bu grup her zaman olmayacaktır.
Size şunu arz edeyim ki. bu ülkede on yıl,
on beş yıl, yirmi yıl daha Hüseyniye-i İrşad lar var olmaya devam ederse, var
olmaya bırakırlarsa ve gençler, tahsilliler ve üniversite öğrencileri için dinî
bir temele dayanan güzel programlar hazırlanırsa artık bugünkü gibi bir izdiham
olmayacaktır. Bugünkü gibi yoğun bir ilgiyle karşılanmayacaktır. Bugünkü gibi
binlerce öğrenci böylesine olumsuz koşullar altındaki dinî bir kurumda yedi
sekiz saat boyunca^ dinî konuşmalar dinlemek için gelmeyecektir. Eğer harekete
geçmezsek,*eğer bir şeyler yap-
mazsak
içlerdeki dinî arzu artık kalmayacaktır.
Bu tür çevrelere ve bu tür ortamlara hiçbir
zaman gelmemiş olan, sıradan bir dinleyici bile olmayan, kafasını bireysel
islerine, gündelik meşgalelere, bilimsel ya da meslekî çalışmalarına gömmüş,
ayda yılda bir bu tür gecelere gelen kişilerin, en çok da bu tür kişilerin
böylesi vakitlerde ve böylesi şartlarda bu mesajı her zamankinden çok daha
fazla dinlemesi gerekiyor. Bu mesajı, bir din aliminden, bir üstattan, bir
merci-den127 dinlemeyin, hatta tüm varlığında hisseden bir öğretmenden
dinleyin, her şeyi kaybetmek üzere olduğumuzu görün, bu nesilden başka bir
imkanımızın olmadığını görün. İşte bu yüzden bir şeyler yapmalıyız. Eğer
Ali'ye, onun öğretisine, dine, İslam'a ve bizim tüm mukaddesatımızı ve
inançlarımızı teşkil eden şeye gerçekten inanıyorsak, bunlara gerçekten
âşıksak, gerçekten iman ediyorsak süratle, şiddetle, fedakârlıkla, sabırla ve
tahammülle el ele verip çalışmalıyız.
Din, bilim, entelektüellik, din karşıtlığı ve
uygarlık adına bu şom ağızlıların propaganda ettikleri bu karamsarlıklarla,
dedikodularla ve yalanlarla bizi parça parça ediyorlar, aramızda mesafe
oluşturuyorlar, aynı yola ve aynı kadere sahip olanları birbirlerinden
ayırıyorlar, yan yana olması gerekenleri karşı karşıya getiriyorlar. Bu dünyada
bir avuç insandan oluşan kendi yazgısı için, kendi öğretisi ve dini için
çalışan bu küçük grubu, dağıtmak ve bölmek istiyorlar. Bu hayatî fırsatı
kaybetmemiz için, bizi. sürekli iç çatışma halinde, en iyi fırsatları birbirine
söverek tüketen, kaş çatarak birbirini tüketen, birbirini günahkar sayan,
birbirini tekfir eden kişiler haline getiriyorlar.
127-
Merci-i Taklit: Şia'da dinî hükümleri Kur'an'dan ve sünnetten çıkarabilecek
kadar bilgiye sahip olmayan insanların, taklit etmekle yükümlü oldukları
müçtehit âlimlere verilen isimdir. Müçtehit olmayan her Şiî'nin bir merci-i
taklidi taklit etmesi dinî bir zorunluluktur. Merci-i taklidi olmayan ve onu
tanımayan bir Şiî'nin dinî amellerinin tamamı bâtıldır. [Çeviren]
366
Açık
düşmanla karşı karşıya gelecek insanları, bir birinin karşısına dikiyorlar. Ne
yazık ki bunu başardıklarını da görüyoruz. Ne mutlu ki ne batının dayatmalarını
ve yeni kültürü ve ne de din adına kendilerine dayatılan eski ve porsumuş
kalıpları kabul eden bu ara nesil bulunmaktadır ve bu nesil bizim tek
ümidimizdir. Kendi dini ve inancı noktasında yeni şeylerin peşindedir.
Öncelikle dininin hakikatini tanımaya çalışmaktadır, bilinçlidir, tehlikeyi
hissetmektedir, ihtiyaçlarını tüm benliğiyle hissetmektedir, sorumluluk
duymaktadır. Beklentilerini karşılayacak cinsten nerede bir kitap görse, nerede
bir program, ders ve konuşma görse gidip katıldığını görmekteyiz. Buralara
âdeta hücum etmektedir, tüm inancıyla, tüm gücüyle ona aşk duymaktadır, onlara
vefalı kalmaktadır, bunlar karşısında sorumluluk duymaktadır. Bu grubun bir
parçası olmayan, ama dini, inancı, halkının geleceği, çocuklarının geleceği,
ülkesinin, halkının ve neslinin geleceği karşısında sorumluluk duyan herkes,
onları desteklemelidir -bu çağda bu din için bir yarına intikal eden şeyler
yapabilecek tek güç, tek odak onlardır. -Kalemle, davranışla, hatta sözle
onlara yardım edilmelidir. Düşünsel, zihinsel ve toplumsal açıdan onlann
önlerini açmak gerekmektedir. Dinlerinin hakikatini tanımak şeklindeki en büyük
arzularına ulaşabilmeleri için onları en iyi imkanlarla donatmak gerekmektedir.
Ali'nin takipçilerinin sıkıntıları, Ali'nin
kendi sıkıntılarından çok daha fazladır. Çünkü Ali'nin sıkıntıları,
takipçilerinin sıkıntılarından başka bir şey değildir. Ali kendi
sıkıntılarından dolayı acı çekmeyecek kadar büyüktür. Çünkü Ali'nin küfür, şirk
ve açık düşman karşısında, Uhud'da, Bedirde, Hu-neyn'de savaşırken tıpkı bir
aslan gibi kükrediğini; ama kendi takipçileri arasında, kendi şiîleri arasında,
halife olarak Küfe mescidinde bulunduğu sırada, Şilterinin etrafında halka
olduğu bir sırada Ali'nin feryat ettiğini ve ıstırapların baskısından
368
Ali'nin
Takipçileri ve Çektikleri Sıkıntılar
kaynaklanan
çaresizlik içerisinde öfkesinden kendi yüzüne vurduğunu görüyoruz!
Bu satırların yazıldığı an, Ali'nin
öldürüldüğü gecedir. Darbe yemiştir, zihinlerde başka bir yazgı, başka bir
hayat, başka bir var oluş canlanmaktadır. O öldürülme, o yenen darbe, onun
mektebinin geleceğinin, hayatının ve hareketinin sona ermesiydi, onun
takipçilerinin, onun kültürünün, ondan, ailesinden, aziz evlatlarından ve
takipçilerinden bize kalan değerler manzumesinin son bulmasıydı. Ali'nin en
büyük dertlerinden birisi şudur: Onun değerleri -zaman ve zeminle sınırlı
değildir- onu bizler elde etmeliyiz, bizler, onların gözeticisi olmalıyız,
bizler tanımak sorumluluğunu duymalıyız, ona göre davranmak sorumluluğunu
bizler duymalıyız, takipçisi olmak sorumluluğunu bizler duymalıyız, insanlığı
bilinçlendirmek sorumluluğunu duymalı, bu öğretiyle kurtuluş bulmalıyız. Bu en
büyük sıkıntıdır. Bu gece, çok büyük, yüce ve elem verici bir gecedir. Bu gece
öyle bir gecedir ki, Ali'nin hatırası, sadece bu büyük ruhun tüm dünyadan daha
büyük olan acılannı düşündürtmekle kalmamakta, insanlık tarihindeki tüm
musibete uğrayanların, tüm mazlumların ve tüm mahrumların acılarını da
düşündürtmektedir. Çünkü Ali, insanlık tarihindeki mazlum adaletin tecessüm
etmiş şeklidir. Ali sadece konuşan Kur'an değildir, konuşan özgürlüktür,
konuşan adalettir, konuşan aşkın [müteal] insanlıktır. İnsanlığın çektiği tüm
sıkıntılar, eziyetler, işkenceler, yediği kırbaçlar, verdiği şehitler,
insanlığın ruhunu ve vicdanını inciten tüm zulümler, perişanlıklar, hileler ve
ihanetler iniltisini Ali'nin çehresinde ve Ali'nin boğazında bulmaktadır.
Ali'nin ıstırabı budur. İşte bu yüzden kılıcı sırtında ve beyninde
hissettiğinde Ali'nin ilk sözü şu olmuştur: "Kabe'nin Rabbine and olsun ki
kurtuldum."
Ruh taşınır da, insan ruhuna sahip olunur da
Ali'yi bir âşık gibi övmemek, Ali'yi her şey olarak görmemek nasıl mümkün
369
olabilir?
Ali her yönüyle mükemmelliğin zirvesidir. Hem kendi yüce yaşantısı yönüyle, hem
de insana (Allah'ın halifesi olan ve meleklerin kendisine secde ettiği insan)
özgü yüce ve aşkın değerler yönüyle. Ali'nin düşmanları, cinayet ve
şeytanlıkta, tüm boyutlarıyla kötülüğün zirvesindedir; Ali'nin ailesi, bir
yücelik manzumesidir. Bu aile insan zihninin tasavvur edebileceği mutlak
âbidlik noktasında bulunmaktadır. Tüm bunlar bir çatı altında bir arada
toplanmıştır. İnsanlık tarihindeki tüm milletleri araştıran, her türden, her
değerden, her tipten üstün ve aşkın bir kahraman arayan bir yazar ya da bir
düşünür, örnek bir yüce kadın bulabilir, herhangi bir çağda, herhangi bir
millet içerisinde böylesi bir kadın bulabilir. Tarih içerisinde bir yücelik
örneği erkek, bir kahraman, bir şehit, aradığında, şehitler arasından,
özgürlükçüler arasından, insanların özgürlüğü için kendine esareti, insanların
yaşaması için kendisine ölümü seçen büyük insanlar arasından böylesi bir kişiyi
bulabilir. Yine tüm insanlık için örnek olabilecek bir yüce anne bulabilir.
Fakat bütün bunları aynı zaman içerisinde, aynı nesil içerisinde ve aynı evin
içerisinde bulmak mucizevî bir iştir. Doğanın ve tahminlerin aksine, Ali
böylesi bir eve sahiptir. Daha önce de söylediğim gibi, bu evin beyi Ali'dir,
hanımı Fâtı-ma'dır, oğlu Hüseyin'dir, kızı ise Zeynep'tir. Ali'nin kendisi,
yiğitçe cephede kılıç sallayan bir kahramanlık timsalidir. Güçlü, sorumlu ve
bilinçli yazarlık timsalidir. Kalemini, insan için büyük ilahi değerlerin
hizmetine vermiş biridir. Diğer konuşmacılar ya da hatipler gibi, sınıflarının,
eşrafın, kavmî değerlerin, gücün, sarayın, saltanat merkezlerinin hizmetinde
değil, insanlığın hizmetinde olan bir hatiptir. Ali bir hitabet timsalidir.
Sözleri, sorumlulukla söylenmiş, bilinçli, mantıklı, güzel, güçlü, etkileyici
ve değişim yaratıcıdır. En güzel ilahî lafızları yalnızca Ali'nin evinde
işitmek mümkündür. Bu sözler sadece bu ağızdan ve sadece bu hançereUen
çıkabilir. Ali, yüce dostu Muhammed karşısında vefakar bir dost timsalidir.
İslam 370
Peygamberinin
soğuk bedeni Ali'nin ellerinde bulunduğu sırada onun bedenine su dökerken
yüreğinde ateş vardı. Hemen yanı başında yazgısının değişmekte olduğunu, görüyordu.
Evin duvarlarının yanı başında her şeyin değiştiğini görüyordu. Ailesinin,
evlatlarının, zindanlarla, şehadetlerle ve musibetlerle geçecek yazgısını
görüyordu. Fakat dostuna olan aşkı, vefası, sevgisi, dostun cansız bedeni, onu,
her şeyi unutacak bir hale gark etmişti. Muhammed'in elinin altında bulunduğu
bir sırada siyasetten, güçten, maslahattan söz etmek ona utanç verici
geliyordu. O, bir fedakarlık timsalidir. Fedakarlığı tasavvur edilemeyecek bir
insandır. On yaşından beri tüm ömrünü tehlikeler içerisinde, savaş
meydanlarında geçirip devrimin içinde olgunlaşan bu insan, dosta yapılan ihanet
karşısında susmalıydı. Olgunluk gösterip, ortak düşman karşısında, aziz bir
miras olan İslam'ın korunması için tahammül ediyordu. Dile kolay yirmi beş yıl
(Otuz üç yaşından itibaren yirmi beş yıl, yani doğal bir insan hayatı için bir
ömür) boyunca su başlarında çiftçilik yapmış ya da evinde Kur'an'ı toplayarak
yazmakla vaktini geçirmişti. Bütün bunlar, evladı gibi aşk beslediği, kendi
kılıcıyla ve fedakarlığıyla büyüttüğü İslam'ın gâsıp bir annenin kucağında
kalmış olsa bile sağlam kalabilmesi içindi. Ali, şu an hâlâ bilemediğimiz
kendine özgü yüceliklerin timsaldir. Hükümete geldiğinde devrimci bir tavır
takınan ve bir devrimci olarak ölen tek insandır. Hâkim olduğu süre boyunca,
hükümette bulunduğu süre boyunca devrimci kalan tek insandı. Hiçbir şey
olmadığı ve bir kenara itildiği yirmi beş yıl boyunca muhafazakardı, büyük bir
imparatorluğun yönetimini elinde bulundurduğu gün ise devrimci olmuştu. Bu, diğer
tüm insanların tersini yaşadığı bir yazgıdır. Hepsi önce devrimcidirler, iş
başına gelince muhafazakarlaşırlar. Bir düşünür örneğidir. Büyük düşüncelere
sahip bir hakîmdir. Ruhu yer yüzeyinden ölüm gününe yükselir, tüm varlığı, tüm
fıtratı dolaşır, bu hal içerisinde onun duygu ve düşünce kuşu
kainatta
kanat çırpar. Vicdanı ve ruhu, kendi hükümetinde düşmanın zulmüne uğrayan zımmî
bir Yahudi kadının derdine yanar. İşçi sınıfının en üstün numunesidir. Dünyada
en üstün hikmet kavramlarını bu düşünce yaratmıştır, en güzel nesirleri ve
şiirleri bu parmaklar yaratmıştır ve bu eller, Medine'de taşlar ve kesekler
içerisinde su kuyuları kazmıştır. Çiftçilik yapmış, amelelik yapmış, yük
taşımıştır. İşçi sınıfı, tüm tarihte, hatta efsanelerde bile böylesine bir sembole
ve numuneye sahip olmamıştır.
İşte kendisi, işte ailesi ve işte
düşmanları. Düşmanları, tüm iğrençliğiyle saf bağlayıp karşısına dikilmiştir.
Ne nitelik açısından ne de nicelik açısından az değildirler. Tüm
utanmazlıkla-rıyla, ihanetleriyle, kötülükleriyle hak karşısına dikilenler
-farz edelim tüm tarih boyunca- bu üç cephenin dışında değildir. Ya tüm
silahlarını kuşanıp hakka karşı açıkça savaşan zâlimler ve canilerdir. Ya
zindanda oldukları halde zindancılarını öven câhil ve zavallı avamdırlar (herhalde
en büyük zavallılık ve kötülük, düşmanın hileleri, komploları ve vesveseleri
yüzünden dostun karşısına düşman olarak dikilen insanların kötülüğü ve
zavallılığıdır) ya da üçüncü grup olarak hakka, hakperestliğe ve bütün hayatını
hak için feda edenlere inanan, onun ne sıkıntılar içerisinde bulunduğunu bilen,
kimlerin ona düşmanlık etmekte olduğunu gören, bu kadar sıkıntıyı, bu kadar
acıyı bu kadar iftirayı niçin sineye çektiğini bilen, düşmanlarını tanıyan,
düşmanın gittiği yolu ve şahsiyetini çok iyi tanıyan; ama yarı yolda kişisel
çıkarlar yüzünden, bencillik yüzünden, öfke yüzünden, hakka daha fazla tahammül
edememe yüzünden ahitlerinde durmayan, vefasızlık eden dertdaşlar. yoldaşlar,
fi-kirdaşlar ve arkadaşlardır. Bunlar, sadakatsizdirler ve bir kenara
çekilirler.
Bu kenara çekilmenin binlerce türü vardır.
Ya kenara çekilir yeni bir yola başvururlar, ya kenara çekilir yeni engeller
ya-
ratırlar,
ya da kenara çekilir açık düşmanlara katılırlar. Beni Ümeyye. onun açık
düşmanıdır; Talha ve Zübeyir ise ona oy vermiştir, onun dostudur, Benî
Ümeyye'ye karşı onun cephesinde yer almaktadır; ama Ali'nin sert ve ağır
adaletini görünce yarı yolda kenara çekilirler. Fakat bu kenara çekiliş,
zahitçe bir dergaha çekilmek değildir. Ona karşı komplo kurarlar, ona düşmanmışlar
gibi komplo kurarlar, her şeyden kötüsü cehalettir. Saf insanlar, bilinçsiz
insanlar, bağnaz insanlar, tahlil edemeyen insanlar, tahkik edemeyen insanlar,
inceleyeme-yen insanlar, yalnızca söylentilere göre hüküm verirler. Dinlerini,
imanlarını, görüşlerini buna göre belirlerler. Tüm inançlarını, -düşmanın
yaydığı düşüncelerden, söylentilerden, görüşlerden ve yargılardan oluşan-
ortamdan alırlar. Teşhis ve temyiz güçleri yoktur, dost ve düşman cephesini
tanıyıp birbirinden ayırt edemezler. Çoban kılığına girmiş kurdun elinin
altındaki koyunlar gibi ram olmuşlardır. Hatta kendilerini kurtarmaya gelen
çobanın karşısına dikilirler: Haricîler.
Üç cephede savaştı: Sıffîn, Cemel ve
Nehrevan. Bu üç cephedeki güçler: Açıkça düşmanlık eden zâlimler ve caniler,
hâin dostlar ve bilinci olmayan bağnaz avam. Ali'nin nihayetinde bu üçüncü
grubun kılıcıyla öldürüldüğünü görüyoruz. Ali'nin ölümü bile bir derstir.
Ali'nin takipçilerine gelince... Ne kadar da
büyük bir musibettirler! İçlerinde hem Benî Ümeyye gibi olanlar vardır, hem
Nâkisîn gibi, Talha ve Zübeyir gibi olanlar vardır, hem de Haricîler gibi
-yönünü kaybetmiş bağnazlar- düşmanın sözünü söyleyenler vardır.
Şiî toplumu Ali için büyük bir sıkıntıdır.
Ali'nin ölümünden sonraki hayatı ölümünden önceki hayatından daha verimlidir.
Onun ölümünden sonraki sıkıntıları ve ıstırapları, ölümünden önce çektiği
sıkıntılardan ve ıstıraplardan
daha büyüktür.
373
-VT)
Onun
ölümünden sonraki sıkıntıları "bizler"iz. Ali saf, şuursuz, câhil ve
dış düşmanın oyuncağı olan o bağnazın kılıcıyla öldürüldü ve 'Kabe'nin rabbine
and olsun ki kurtuldum" dediyse de bizim verdiğimiz sıkıntılardan, bizim
ona, onun da bize mensup olmasından kaynaklanan sıkıntılardan henüz
kurtulamadı.
Onun bu sıkıntısı ve ıstırabı için bir
şeyler yapalım. Onun dertlerini hafifletmek için bir şeyler yapalım. Ne
yapılması gerektiğini biliyorsunuz. Bugün hâlâ "ne yapılması gerektiğini
bilmiyorum, nasıl bir hizmette bulunabileceğimi bilmiyorum" diyen biri
varsa o hem kendisine hem halka yalan söylemektedir. Çünkü herkes az çok ne
yapılması gerektiğini, neleri yapabileceğini bilmektedir.
Bu gece, elem verici bir gecedir, bu gece
matem doludur. -Ali'nin matemi değil, kendi matemimizdir- ıstırap doludur. Ruhu
tamamen yakıp kavuran bir hatırayla doludur. Binaenaleyh, başka meseleleri
düşünmeye mecal yoktur. Gönüllerde-ki ıstırap hâli, yanıp tutuşma hâli, onun
derdiyle dertlenen insanların simasında açıkça hissedilmektedir. Bu yüzden her
şeyden önce geliniz onun evlatlarından birinin dilinden, bizim önderlerimizden
biri olan İmam Seccâd'ın128 dilinden, onun yazgısını yaşayan biri olarak, onu
taklit ederek -daha önce de okunmuş olan- bir metni -bir yakarış olarak-
okuyalım. Bunu, onun üslubunda ve onun duadaki bilincini, aşkını ve cihadını
içeren bir yakarış felsefesi olarak ben yazmıştım.
Dua, tarih boyunca tüm dinlerde, sevgili,
mâbud, yüce görülen tanrı karşısında aşkın ve insanî ihtiyaçların tecellisi ol-
muştur.
Ama İslam'da, İslâmî dua metinlerinde buna üçüncü bir boyut daha eklenmiştir.
Bilinç, hikmet ve düşünce. Fakat İmam Seccâd, buna dördüncü129 boyutu ilave
etmiştir. Duada, halkın tüm dertlerinin yankısını bulduğu, cihat, mücadele ve
çatışma yer almaktadır. Bu dördüncü boyutun eklendiği duadır. Dua etmek için
böylesi bir mektebi [öğretiyi] ve böylesi bir dersi bize öğretmiştir. Böylesi
bir gecede ve böylesine hepimizin ihtiyaç duyduğumuz duygu atmosferinde izin
verirseniz bu metni okuyayım. Ben başka bir şey söyleyecek durumda değilim ve
sizlerin de başka şeyler duyacak halinizin olmadığını düşünüyorum...130
128-
Yazgısı tıpkı bizimkine benzeyen biri, ne savaşabilen.ve hatta ne de ölebi-len
biri, her türlü konuşma yapma, hatta ağlama ve inleme imkanı bile elinden
alınmış biri, o şehadetten sonra yalnız kalan*/e kendi şehrinde garip kalan
biri, tüm ukdelerini, tüm dertlerini, tüm duygularını ve tüm arzularını,
inleyerek arz edebileceği Allah'tan başka ne bir yolu ne de bir çaresi var.
374
129-
Kasette üçüncü geçmektedir; ama bu doğru gözükmemektedir. (Eserin Farsça
baskısını yapan yayın evi)
130-
Doktor, burada [başka bir eserinde] M. A. 80, s. 158 de yayımlanan dua metnini
okumaktadır. Yayın evimiz bunu ikinci defa yayılmayı gerekli görmemiştir.
(Eserin Farsça baskısını yapan yayın evi)
129-
Önceki bölümde Ali'nin yalnızlığı, daha
doğru bir ifadeyle Ali'nin yalnızlıkları konusuna değindim ve Ali'nin neden
yalnız olduğunu ve nerede yalnız olduğunu belirttim.
Bu başlık altında ise Ali'nin, ölümünden
sonra bizim tarihimizde, İslâmî toplumların tarihinde ve hatta insanlık
tarihinde çok verimli, etkili ve yapıcı bir hayata sahip olduğunu ifade etmeye
çalışacağım. Yani o, altmış küsur yıllık hayatını geçirdikten sonra manevî
hayatını devam ettirdi ve onun ölümünden sonraki hayatı başladı. Elbette
"Ali'' derken sadece bir fertten ve bir şahıstan bahsetmiyorum. Ali'yi bir
düşünce, bir inanç ve bir mezhep olarak kullanıyorum. Bu ifademin niteliğini
ilerleyen bölümlerde anlayacaksınız.
Burada, Ali'nin tıpkı diğer tüm yönlerinde
olduğu gibi özel bir seçkinliği vardır. O da şudur: Bu büyük insan, tüm insanî
yönleri ve özellikleriyle, gerek çocukluk döneminde gerekse hayatının diğer
dönemlerinde seçkin bir yere sahiptir. Onun evlatları da kendine özgüdür;
yaşantısı, yenilgisi, zaferi, savaşları, tahammülü, sükutu, sözleri, imanı ve
ıstırapları da kendine özgüdür, eşsizdir, benzersizdir. Ölümünden sonraki
hayatı da kendisine özgüdür. Tüm insanların, öldükten sonra öldüklerini
söylemiyorum. Hayır, tarihte öyle insanlar vardır ki onlar öldükten sonra da
hayatlarına devam etmiştirler. Bedenlerinin ölmesine rağmen, varlıkları,
şahsiyetleri ve fikirleri ölme-
377
miş,
yaşamaya devam etmiştir. Ancak Ali'nin büyük bir ayrıcalığı vardır ve o da
şudur: Onun ölümünden sonraki hayatı, ölümünden önceki kısa hayatından daha
etkili, daha derin, daha sürekli ve daha canlıdır. Zira insan toplumunun
tekamülü, düşüncenin ve kültürün tekamülü, Ali'nin dimdik duran şahsiyetinin
parlaklığı karşısında, bir engel oluşturmaktan çıkmıştır. Cahiliye döneminin
kabilesel özellikleri, bireysel husumet ve bencillikler vs...
Bunlar Ali'nin hayatını sınırlayan
engellerdi. Ancak onun ölümünden sonraki hayatı, çağdan çağa, nesilden nesle,
daha da yaygınlaşarak, etkisini ve derinliğini daha da arttırarak devam etti.
Çünkü İslam cahiliye Arapiarının kabilevî ve bedevi toplumunun sınırlı
çerçevesinden dışarı çıktı ve daha geniş kültürlere ve daha ileri uygarlıklara
sahip toplumların içine girdi. İslam'a giren milletler ve uygarlıklar Ali'nin
yüce insanî faziletlerini tanıma açısından daha fazla liyakate sahipti.
Bu
yüzden ölümünün üzerinden zaman geçtikçe, Ali daha da canlandı ve daha da
canlanacaktır. Zira insanlık, uygarlıkta, hayatta, iktisadî refahta, maddî ve
bilimsel güçte ilerlediği ölçüde maneviyattan uzaklaşmış ve mahrum kalmıştır.
Bu, bugün bu çağın insanının şiddetle hissettiği bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçlar
arttıkça ve bugünün insanı kendisini aşkın insana, manevî insana ve yüce
erdemlerin timsaline daha fazla ihtiyaç duyacaktır, Ali'yi tanımaya daha fazla
ihtiyaç duyacaktır ve cahiliye Arapiarının bedevi toplumlarında da sonraki
uygar toplumlarda da göremedikleri faziletleri, onun görkemli ruhunda ve
çehresinde tanıyabilecektir.
Ali, öldükten sonra hayata başladı derken,
İslam tarihinde onun adıyla anılan mezhebi, tarihte Ali adına, Ali'nin yolunda
tecelli eden zihinlerin ve gönüllerin başlattığı hareketi, İslam tarihinde,
özellikle de biz İranlıların tarihinde Ali'nin şahsiyetinin, Ali'nin yolunun,
etkisindeki Ali'nin ölümünden son-
378
ra
başlayan hayatını kastediyorum. Biz İranlılar, Şiilik ve Ali sevgisi konusunda
özel bir yere sahibiz.
Bu konuda birbiriyle çelişen iyinin ve
kötünün birbirine karıştığı birçok görüşler ve bir çok teoriler ortaya
atılmıştır. Bu noktada iyi olanları ve kötü olanları, birbirinden ayırt edip
tanıyabilmek, son derece zor olmakla birlikte son derece âcil, hayatî ve zarurî
bir iştir. Birçok Avrupalı araştırmacının ve birçok Ehl-i Sünnet âliminin
beraberce Şiîliğe yönelttikleri şöyle bir suçlama vardır: "Şiîlik,
İranlıların İslam adına ortaya koy-duklan bir mezhepten ibarettir. Şiîlik
kisvesi altında kendi ulusal geleneklerini korumak ve Şiîlik adına İslam'ı
ortadan kaldırmak istemektedirler." Binaenaleyh, onlara göre Şiîlik, İran
millî ve kavmî unsurlarının, İslam dininin ve Arapların saldırılarından
korunmak için sığındıkları bir şeydir. Ardından da şöyle bir sonuca vanyorlar:
Şiîlik, İranlıların, İslam karşısında ve İslam'ın içinden kendi inançlan ve
çıkarları doğrultusunda ürettikleri bir şeydir.
Bu son derece yaygın bir teoridir. Maalesef,
bizim avamî kesimimizin telakki biçimi ve Şiîliğin aramızdaki mevcut tecelli
şekli, Şiîliğe ve bize bu türden suçlamalar icat edenlerin eline bahaneler
vermektedir. Onları Şiîliğin, İranlılar tarafından üretilmiş, İranlıların kavmî
ve ırkî özelliklerini taşıyan, İran tarihinin bir ürünü olan ve İslam'la da
bağdaşmayan bir mezhep olduğu yönündeki kendi kurup dizdikleri sonuçlara
ulaştıracak deliller sunmaktadır. Bizim en âcil ihtiyaçlarımızdan birisi,
Şiîliği, kavmî ve ırkî unsurlardan ve eski dinlerimizden uzak bir şekilde
ortaya koymamızdır. Zira bu iki etken el ele vermekte ve ilk Şiîlikle hiçbir
benzerliği bulunmayan donuk ve taşlaşmış bir Şiîlik yaratmaktadır. Bugün gerçek
Şiîliği ve onun kurucusu olan Ali'yi titiz ve bilimsel bir şekilde tanımaya her
zamankinden çok daha muhtacız.
Bizi
ilk gerçek kaynağa tekrar ulaşmaktan alı koyan en
379
önemli
etken, gelenekçi, eskiye tapınan, donuk kesimlerin oluşturduğu grup ile genç.
aydın, okumuş, düşünür kesimin oluşturduğu gaip arasındaki sonu olmayan
savaştır. Maalesef bu savaş, bu toplumun tüm kesimlerini, yani tüm kültürlü ve
dindar kesimleri her yönüyle kuşatmıştır. Eski ve donuk kesim, çeşitli dinî
karışımların oluşturduğu inanç mirasından, bu cümleden İsrâilî dinlerden,
Zerdüştlükten, Yunan felsefesinden ve hatta Bâbil hurafelerinden oluşmuş bir
karışımla Şia adına taşlaşmış ve donuk bir fırka yarattı. Bundan bahsetmekte,
bunu savunmakta ve bu eski ve donuk düzmeceleri, asla kabul etmeyecek olan yeni
nesle dayatmak istemektedir. Onların bu dayatmalara boyun eğmediklerini görünce
de: "Bu nesil dinden yüz çevirdi! Bu gençler fasit oldu! Hakikatlere ve
faziletlere ilgi kalmadı!" diye feryat etmektedirler.
Ben, bu nesille doğrudan ve sürekli bir
teması olan bir kişi olarak hissediyorum, ikrar ediyorum ve elimdeki binlerce
delile dayanarak inanıyorum ki bizim genç neslimiz ve düşünürlerimiz o doğru
gerçeğe ulaşmaya ve dinlerinin tarih boyunca gizli kalmış hakikatini, yani
İslam'ı tanımaya hiçbir zaman bugünkü kadar susamamış ve yine suyu ilk
kaynağından içme konusunda hiçbir zaman bugünkü kadar iştiyak duymamıştır.
Bugün, İslam dini hakkında yeni bir söz söyleyen iyi bir dini bir kitap, diğer
tüm kitaplardan hatta -tüm dünyada tiraj açısından ilk sırada yer alan- cinsel
istekleri tahrik etmek için yazılan kitaplardan bile daha fazla okunmakta,
gençlerin ve aydınların ilgisini çekmektedir. "Vay İslam elden
gidiyor" feryadı, bu neslin ihtiyacı, düşünce ve algılayış niteliği
bilinmediği için yükselmektedir. Bugünün en moderp düşüncelerine az
çok
aşina olan, bir yandan felsefî öğretilerin saldırısına uğrayan, dünya çapında
çeşitli bilim dallarında yüksek tahsil gören bu nesil, miras alınan, donuk ve
taklidi bir dine indiriliyor. Genellikle bir büyük anne ya da bir büyük baba
tarafından çocuklara sunulan ve onları sadece ilk okul beşinci ya da altıncı
sınıfa kadar doyuran miras alınan deliller, bilimin çeşitli dallarında tahsil
gören üniversite öğrencilerini ikna etmeye yetmeyecektir. Zira onlara verilecek
dinî eğitimin de bugünün bilimsel düzeyinde olması gerekmektedir. Öğrencinin
bilimsel gelişiminin artmasına rağmen dinî düşüncesi ilkokul beşinci altıncı
sınıf seviyesinde kaldıkça, onun zihninde çelişkilerin oluşacağı açıktır. Bu
noktada o da düşük düzeyde olanı kurban etmek zorunda kalacaktır. Yeni neslin
itikadî temelleri ve dinî inancı zayıflamışsa, bunun sebebi yeni neslin dinsiz
olması ya da dine yabancılaşmış bir ruha sahip bulunması değildir. Tam aksine
ülkemizdeki genç nesil bugün her zamankinden çok daha fazla maneviyata ihtiyaç
duymaktadır. Ne yazık ki bu ihtiyaca yeterli bir cevap verilmemektedir. Ondan
kaynaklanan bu boşluk neticesinde yeni nesil bugünkü sıkıntılar ve
perişanlıklar içerisinde muzdarip olmaktadır. Gencin fesada ya da günaha
düşmesinin sebebi de budur. İşte bu ihtiyaç, düşünen ve neslini tanıyan
kimselerin sorumluluklarını da son derece ağırlaştırmaktadır.
Miras olarak devralınmış, donuk ve
geleneksel mezheplerini savunmak isteyen gurup, Ali adına, Şiîlik adına
belirsiz ve kabul edilemez şeyler öne sürüyorlar. Bunlar içerisinde imamlar
zihinsel varlıklar olarak tanıtılıyor. Bu anlayışa göre imamlar, insandan çok
üstün, Allah'tan biraz aşağı derecede varlıklardır, veraset yoluyla Ali'den
başlayarak son imama kadar gelip bu şekilde sona erdiği için onlarla olan
ilişkilerinde onlara karşı hiçbir sorumluluk duygusuna sahip değildirler.
Sadece onları sevmek, onları övmek, bedenlerindeki yaralar yüzün-
380
^.Q1
den
onlara ağlamak yeterlidir, bunun karşılığında da dünya ve ahiret saadetine
kavuşulacaktır! En büyük özelliği toplumsal ve insanî sorumluluklar olan
Şiîlik, bugün toplumsal sorumlulukları ortadan kaldırmanın aracı haline
getirilmiştir. Binaenaleyh, bunun, bugünün insanı ve yeni nesil için kabul
edilemez oluşu doğaldır. Toplumsal, manevî ve insanî faziletlerden oluşan bir
tablo olan Ali, büyük insanlık numunesi, bireysel ve toplumsal tekamül
noktasında sorumluluk duymanın ve çalışmanın örneği olarak insanlara ilham
verecek yerde bugün büyük bir pehlivan, (yoksullukla savaşmaksızın) fakirlere
yardım eden büyük bir yardımsever, Rüstem'in yerine geçecek iyi bir kılıç
ustası haline getirildi!
Aynı kumaşın iki yüzü gibi olanlar 131
Bizim toplumumuzda kendilerini Şiîliğe ve
İslam'a inanır gören bir grup bu düşünce tarzını savunmaya kalkmakta; diğer
grup ise insanlığı ve uygarlığı bugünün mantığı ve bugünün bilimi oluşturdu
diyerek dine ve İslam'a muhalefet etmektedir. Birbirleriyle şiddetli bir savaşa
girişen ve zahiren birbirleriyle zıtlaşan bu iki grup aslında bir kumaşın iki
yüzü gibidir.
Bu iki grubun düşünsel savaşı, Kur'an'da
geçen Ashab-ı Kehf kıssasını hatırlatacak cinstendir.
Ashab-ı Kehf kıssası şöyledir: Bir toplum.
Dakyanus yönetiminde zulme uğramaktadır. Bu toplumda Dakyanus, halkın
131-
Bu ifade Türkçe'de yaygın olarak kullanılan "aynı top kumaşın malı''
deyimiyle anlamca aynıdır. Çeviride orijinal metne sadık kalmak için bu cümleyi
aynen çevirmeyi uygun gördüm. [Çeviren]
382
kaderi
üzerinde tasallut kurmuştur ve halka nefes aldırma-maktadır. Halk hiçbir şey
yapamamaktadır. Ne ıslah edebilmektedirler ve ne de değiştirebilmektedirler.
Mecburen ona tahammül etmektedirler.
Bu duruma tahammül edemeyen yedi bilinçli
kişi Dakyanus'un istibdat sultasından kaçarlar. Onlar kendilerini kurtarabilmek
için Dakyanus'un gücünden ve egemenliğinden kaçarlar. Zira onlar eğer
kalırlarsa Dakyanus'un elinde birer araç olacaklarını, ellerini zulme ve günaha
bulaştıracaklarını bilmektedirler. İnsanlara zulmetmek istemediklerinden
kaçarlar. Dakyanus ise emrinde olan tüm güçlerle, sahip olduğu tüm imkanlarla
onları takip ettirir. Onlar bir mağaraya sığınırlar ve birden deprem olur ve
mağaranın ağzı büyük taşlarla kapanır. Böylece her yeri gözetim altında tutan
takipçiler, onların gizli sığınağını bulamaz. Bu grup, bu mağarada ne kadar
kaldıklarının farkında olmaksızın üç yüz yıl yatar. Üç yüz yıl sonra
uyandıklarında bir saat uyumuş olduklarını sanırlar. Acıkınca yiyecek bir
şeyler almak için şehre inerler. Şehre geldiklerinde her şeyin değişmiş
olduğunu görürler, tanıdıkları, ilişki içerisinde bulundukları insanları
göremezler. Başka bir dille, başka bir şehirle, başka bir nesille ve başka bir
manzarayla karşı karşıyadırlar. Yiyecek almak için bir dükkana girerler, satıcı
onların uzattığı parayı görünce hayretle "Bu parayı nerden aldınız? Yoksa
hazine mi buldunuz" diye sorar. Onlar, bu paranın kullanmakta oldukları
para olduğunu söyleyince satıcı: "Bu paralar üç yüz yıl öncesine aitti,
şimdi tedavülden kalktı" der.
Geleneksel mümin grubu, Kur'an'da geçen bu
kıssayı savunmaya koyulur. Onun neyini savunur? Allah'ın, bir insanı üç yüz yıl
uyutabilir olmasını, yedi kişinin üç yüz yıl uyumasını, Allah'ın emriyle dağda
deprem olmasını ve mağaranın ağzının kapanmasını, onları takip edenlerden
gizlemesini ve
uyandıklarında
ne kadar süre uyuduklarını anlamalarını...
Bu dinî hakikati savunmak isteyen kimsenin
sorunu As-hab-ı Kehf in üç yüz yıl uyumasını, depremin olmasını, düşen taşın
mağaranın ağzını kapatmasını ve bu yedi kişiyi, kendilerini takip edenlerden
gizlemesini ve daha sonra onlann ardından gelen ve Kur'an'da hayırla anılan
köpeğe verdikleri ismi insanlara ispat edebilmektir.
Ben bu olay gerçek değildir, üç yüz yıl
uyumak gerçek değildir, bu köpek gerçek değildir... demiyorum. Allah yapamaz
demiyorum. -Bundan Allah'a sığınırım!- Zira Allah'a inanan bir kimse asla böyle
şeyleri inkar edemez. Benim söylemek istediğim şey başka. Bu gruptakiler, İslam
dini adına ve Kur'an adına bugünün neslini bu olaya inandırmak istiyorlar. Ve
bugünün din karşıtı nesli, bugünün bilimini savunma adına İslam'a ve Kur'an'a
karşı çıkıyor, "üç yüz yıl uyumak fizyolojik açıdan mümkün değildir, bir
insan üç yüz yıl uyuyup sonra da canlı kalamaz ya da bir dağda bir anda depremin
olması ve taşın mağaranın ağzını kapatması fiziksel açıdan mümkün
değildir" diyorlar ve bunlara ilişkin deliller getiriyorlar.
Bu tartışmada unutulan şey Kur'an'ın
sözüdür; iki grubun da hiç gündeme getirmedikleri şey bu kıssanın sonucudur.
Birinci gruptakilerin, bizim bugünkü
hayatımız üzerinde hiçbir etkisi olmayan şeyleri savunduğunu, bu tür şeylere
Kur'an diye inandıklarını görüyoruz. Bunlar, benzerlerini her yerde
görebileceğimiz, geçmişte gerçekleşen ama düşüncemiz, eğitimimiz, ve toplumumuz
üzerinde hiçbir etkisi bulunmayan kerametleri, imanın özü ve İslam'ın esası
olarak görüyorlar. Diğer grupsa günümüz bilimi adına üç yüz yıl uyumak,
fizyolojik açısından mantıksızdır diyerek dine ve İslam'a karşı çıkıyor.
Bu iki grubun savaşında hiç söz konusu
edilmeyen şey ise 384
bizatihi
Kur'an'dır. Bu arada şu hatırlatmada bulunmam gerekiyor: Ben. Şiîlik ve İslam
konusundaki tüm görüşlerimin yüzde yüz doğru olduğunu söylemiyorum. Fakat kesin
olan şu ki. bugün İslam ve Şiîlik adına mevcut olan şeyler ne İslam'dır ne de
Şiîliktir. Zira onlann taraftarları kendilerini kurtaramamış-lardır. Bize
tanıtılan Ali, gerçekten tanınması durumunda toplumun yazgısını değiştirecek
olan Ali değildir. Ali'nin siması diye tanıdığımız sima, Ali'nin siması değil,
kendi çizdiğimiz bir simadır.
O hakikati tanımak için, onun gerçek simasını
tanımak için, tarihi değiştiren ve diğer insanlar arasında uygarlık, büyüklük,
efendilik ve övünç kazandıran durumu anlamak için herkesin çalışması
gerekmektedir. Söyledikleri doğru değilse, bir başkasının: "Senin sözünün
şurası doğru değil" diye söylemesi gerekmektedir. Eğer hiç kimse bir şey
söylemezse hepimiz uykuda kalmaya devam edeceğiz ve bundan da daha kötü
olacağız.
Bu kıssadan benim anladığım, böyle
olabileceğine inandığım ya da en azından buna benzer bir şey olabileceğini
bildiğim şey şudur: Ashab-ı Kehf kıssası, güç karşısında, bir kişinin mutlak
egemenliği karşısında, bir sınıf karşısında zaafa ve ümitsizliğe düşenlere,
toplumsal, siyasî, felsefî ve düşünsel anlamda ümitsizliğe kapılanlara ve tüm
bunları yılgınlık ve sorumsuzluk bahanesi olarak gösterenlere diyor ki: Dünya
hakka dayanmayan bir gücün elinde olsa da, tüm dünyada buna karşı çıkan altı
yedi kişiden başkası kalmasa da. tüm insanlar batılın peşinden gitse de. gelecekte
durumun değişeceğine dair hiçbir ümit olmasa da. durumun değişeceğine dair
hiçbir ihtimal kalmamış olsa da o altı yedi kişi ümitsizliğe kapılmamalı ve bu
zulmün ebedî olduğunu söylememelidir. Bu kıssa, bu dünyada yedi kişi bile
kalmış olsa, üzerlerinden sorumluluğun kalkmayacağını, tüm yollar kapanmış olsa
bile en azından
385
kendilerini
kurtarmak için bir şeyler yapmaları gerektiğini söylüyor.
Bu kıssa demek istiyor ki onların tasavvur ettiklerinin
aksine, sonuçta bu para tedavülden kalkmaktadır; zamana, tarihe ve mevcut
şartlara rağmen hakikati ve onun titrek alevini, dört bir yandan gelen
tufanlara karşı koruyabilen insanlar, kendi yazgılarını tayin'etmeyi
başarabilecektirler ve zafere ulaşacaktırlar. Zaman Dakyanus'un parasını
tedavülden kaldırıyor ve onun dönemine ait her türlü izi ortadan kaldıracak
kadar durumu değiştiriyor. Bu Allah'ın gücünden ve insanlık tarihinin ilahî
cebrinden başka neyle ifade edilebilir? Bu, kıssanın anlamıdır. Bu anlam, her
insana daima şu mesajı vermektedir: "Ey düşünenler ve hakikati
hissedenler, ister bir kişi olun ister yedi kişi, eğer zaman hakikate aykırıysa
sizin sorumluluklarınız bulunmaktadır, zulmün daimi olduğunu asla düşünmeyin.
Allah'ın tarihe koyduğu cebir sonunda her şeyi değiştirecektir. Silahsız,
güçsüz ve savunmasız yedi kişi özgürlüğü seçtikleri ve zulmü reddettikleri
için, tüm güçlerini onları takip etmek ve ortadan kaldırmak noktasında seferber
eden Dakyanus'a rağmen Allah, onlara sığınak olacak ve zamanın cebri
Dakya-nus'u ortadan kaldıracaktır. Bu insanlar, zorluk ve sıkıntı dönemlerini
uyku gibi bir misyona sahip olarak geçirecek ve Dakyanus'un korkunç rejimine
sağ kalarak ayak basacaktırlar.
Bu kıssanın bir benzerini Rûm sûresinin
başlarında görmekteyiz. O dönemde Rumlar, İranlılara yenilmişlerdir. Sayıları
150 ila 200 civarında olan Müslümanlar, Mekke'de son derece zayıf bir konumda
bulunmakta ve zor şartlar altında
132-
Bakınız M. A. 25 (Eseri Farsça olarak yayımlayan yayftı evi) 386
yaşamaktadır.
Dünya, o dönemde hem bilime ve tekniğe hem de silah ve ordu gücüne sahip olan
iki büyük gücün elinde bulunmaktadır. Bunlardan biri doğudaki İran. diğeri de
batıdaki Rûm İmparatorluğu'dur. Bu iki büyük güç arasında İslam Peygamberi,
okuması yazması olmayan, yiyecek ve giyecek temininde bile zorluk çeken yüz
yoksul Müslüman Arap a şöyle diyor: Biz evrensel bir misyona sahibiz. Siz
dünyanın doğusunda ve batısında hükümranlık etmelisiniz. İnsanlığı buna
çağırmak size düşüyor. Sizler, büyük güçleri, Yememin ve San'a'nın Beyaz
Sarayını ve kayserlerin ve kisraların görkemli köşklerini darmadağın
etmelisiniz.
Mekke civarında yaşayan aydınlar, o dönemin
İran'ını ve Rûm'unu tanımaktaydılar. Bugünkü tabirle yabancı ülke görmüş
kişilerdi. Siyasî durumdan haberdardılar. Onlar bu sözlerle dalga geçtiler.
Müslümanlar, birazcık güç kazanmış oldukları Medine'de Hendek savaşından dolayı
kuşatma altında bulunuyordu ve tuvalete gitmek bile bir cesaret işiydi. Bu
aydınlar, alay ederek: "şu Müslümanlara bakın, rahatça dolaşmaya bile güç
yetiremezlerken peygamberleri onlara siz dünyanın doğusunda ve batısında hâkim
olacaksınız, tüm güçleri elinize geçireceksiniz diyor" diyorlardı.
Rumlar İranlılara yenildikten sonra Kuranda
Rûm sûresinin başında "üç ila dokuz yıl içerisinde Rumlar gelip İranlıları
yeneceklerdir" diyor. Yani hiçbir şeye sahip olmayan ve şu an hiçbir
ağırlığı da bulunmayan biz Müslümanlar, mutlu olacağız ve rahat bir nefes
alacağız. Bu iki şeyin birbiriyle nasıl bir ilgisi olabilir? Rumlarla
Müslümanların bir bağı mı vardır ki, onlar İranlıları yenince bunlar kurtulacak
olsun?
Daha önce, genelde İslam'ın nasıl
savunulduğuna işaret etmiştim. Kur'an'ın Rumların İranlıları yeneceği
hakkındaki önceden bildirimde bulunmasının gerçekleşmiş olması yüzünden mutlu
oluyorlar. Zira tarih de birkaç yıl sonra Edna'l- Arzda
387
ALI
(yakın
doğu) bunun gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Ama kendi döneminde 6 yıl sonra
gerçekleşecek bir olayı önceden haber veren bir kitabın bugün bizim hangi
derdimize derman olacağını bilmek istiyoruz. Bu ön bildirimin büyüklüğü
karşısında herkes donup kalmaktadır. Çünkü Kur'an bir mucize yaratmış, gaipten
verdiği haberle herkesi şaşkına çevirmiştir.
Ama bu mucizenin bize ve gelecek nesillere nasıl
bir mesajı vardır?
Bana göre Kur'an burada önceden bildirerek
ve gaipten haber vererek göz boyamak istememektedir. Zira onun başka bir mesajı
vardır. Bu mesaj şudur: Ey alay edenler, siz Muhammed'in dünyadan haberi yok
diyorsunuz; ama bilmiyorsunuz ki, yetmiş bin silahlı askere ve en modern orduya
sahip olan Rumlar ve bir milyondan fazla silahlı askere ve mükemmel bir şekilde
donatılmış ordulara sahip olan İran, şu an dünyaya tasallut ediyor olabilir;
fakat bunlar birbirleriyle o kadar savaşmakta ve birbirleriyle o kadar çok
sonuç alamayacakları bir savaşa girmektedirler ki, bu sonu olmayan savaşlarda
tüm maddî ve manevî güçlerini tüketecekler, yıpranıp bitkin düşecekler ve
çıplak ama mümin, bilinçli ve kararlı Müslümanlar, büyük Rûm'u ve görkemli İran'ı
bir kılıç darbesiyle dize getirecekler.''
Nitekim birkaç yıl sonra, hatta
Peygamber'den iki yıl kadar hemen sonra Ebubekir zamanında Rûm'a saldırıldığını
ve on yıl sonra da Ömer zamanında tüm İran'ın alındığını görüyoruz. Yine bu
silahsız ve güçsüz müminlerin kılıcıyla dünyanın tepesinde dönen iki değirmen
taşının arasındaki buğday taneleri gibi esir olduklarını, her iki büyük dünya
gücünün de dize geldiğini görüyoruz. Yevmeizin yefrehuT Müminun (O gün
inananlar sevineceklerdir).
Bu. ölü bir ders değildir. Bir tarih
yasasından bahsetmektedir. Tüm insanlara şöyle demek istemektedir: Hakikate
giden yolu seçerseniz, inanıyorsunuzdtır. Hakikatin zayıf olduğunu, dünyanın ve
gücün sizin ve hakikatinizin elinde olmadığını gö-
388
rürseniz
ümitsizliğe kapılmayınız. Tarihe bakmaz mısınız. İran'da da Rûm'dan da daha
büyük olanlar bile yok olup gittiler. Nice az sayıdaki insanlar, çok sayıda
olanlara karşı galip geldiler." Hakikat yolunda olup da zayıf olanlara
teselli vermektedir. Onların zaferlerini tarihî bir zorunluluk olarak görmekte
ve hakka dayanmayan güçlerin mahkumiyetini müjdelemektedir.
Bu, insanlığa dünyanın durumu ve hali ile
ilgili yarı aydınca analizler yaparak sorumluluğu omzundan atmamak gerektiğini
tüm insanlığa gösteren tarihî zorunluluktur.
Fakat İslam'ı savunmak isteyenler, üç yüz yıl
uyuma meselesine takmıştır, -ki bu doğrudur-; diğer grup ise bugünkü bilime
göre üç yüz yıl uyumak imkansızdır deyip durmakta ve İslam'la ve dinle mücadele
etmektedir. Bu iki grubun savaşı kesinlikle İslam'ı ilgilendirmemektedir.
Meşhur tabirle bunların her ikisi de bir kumaşın iki yüzüdür [aynı top kumaşın
malıdır]. Biri yenilikçi, diğeri inanan... Bu kadar basit mi? Biri İslam'ı
tanımıyor, neyi savunacağını bilmiyor, diğeri de bugünün bilimi adına İslam'ı...
Yani tanımadığını reddediyor. Her ikisi de bilmeme ve tanımama konusunda eşit
seviyededir. Biri karşı olduğu şeyi bilmiyor, diğeri kabul ettiği şeyi
bilmiyor. Bilmemenin derecesi yoktur. Bilmemek, yokluktur (adem). Yoklukta da
hak ve bâtıl anlamsızdır. Her ikisi de aslında meseleyi söz konusu ediyor
değildir. Bugünkü fikrî savaşımız, eskicilerle yeniciler arasındadır. Her ikisi
de meseleyi olduğundan farklı anlıyor. Bizim bu yapay, yalancı, hurafe
savaşının düşünen kuşağın vaktini almasına izin vermememiz, samimiyetle ve
inançla hakikati tanımamız gerekmektedir.
Şimdi burada bir meseleyi gündeme getirmek
istiyorum, ancak bu meselenin benim ele aldığım biçimde olup olmadığını
bilmiyorum. Sizler bunu bir itiraz olarak değil, bir so-
389
ru
olarak dinleyin.
Biz çocuklarımıza dinden ve Şiîlikten
bahsederken onlara ne söylüyoruz? Şunu söylemiyor muyuz?: "İslam dininin
esası üçtür: Peygamber gönderilmiştir, ona gönderilen kitap Kur'an'dır ve tanrı
da Allah'tır. Dinin esası tevhid, nübüvvet ve meaddır [ahiret inancı]. Eğer
bunlara inanırsan Müslüman-sın. Şiî mezhebinin esası ise beş tanedir: Tevhid,
nübüvvet, mead. adalet ve imamet. Eğer o çocuk ya da herhangi bir Avrupalı bir
Müslüman: "Eğer gerçekten bu üç tanesi: Tevhid, nübüvvet ve mead, İslam
dininin esaslarıysa, o diğer iki esas da nedir? Eğer o iki esas da İslam
dininin esaslarına dâhilse neden İslam dininin beş esası vardır
demiyorsun?" derse, ona ne cevap verirsiniz? Kur'an'ın getirdiği İslam
dininin esası üç taneyse senin ona iki esas daha eklemeye ne hakkın var. İslam
Peygamberi'nin dinin esasları [usul-i din] adına sunduğu esaslara hiç kimsenin,
hatta Peygamber'in bile başka esaslar eklemeye hakkı yoktur. Bizim inancımız bu
değil midir? Binaenaleyh, sen bu sözlerinle "Şia, diğer unsurlarla
İranlıların ve Zerdüştlerin sözlerinin birbirine karışmış hâli olan bir
İslam'dan ibarettir'' diyenlerin ellerine bahane veriyorsun. Oysa nice kanlar
döküldü, bu bin dört yüz yılda nice işkencelere tahammül edildi ve nice büyük
insanlar halifelerin kırbacı altında, onlann zindanlarında can verdi. Şia,
İslam tarihinin başlangıcından beri daima işkence gören, katliama maruz kalan
ve evi yağmalanan bir azınlıktı. Büyük insanlar, "Şia "nin "İslam
"dan başka bir şey olmadığını anlatabilmek için asırlar boyunca tüm bu
musibetlere, tahammül ettiler.
"İslam" yani "Arap
dini", "İslam hükümeti" yani "Benim dinimin, sana hükmeden
hükümeti" diyen Arap karşısında, Şia dünyaya şu anlatmak istemektedir:
"Şiîlik", 'İslam'ı Arap'ın. ve hilafetin tekelinde görmeyen bir
eşitlikçiliktir. Şia İslam'a ne bir usul-i din ne de bir füru-ı -dîn eklememiş-
390
tir,
ekleyemez de.
Biz bu telakkimiz ile rakibimizin lehinde
şahitlik yapmış olmuyor muyuz? Onun Şia hakkındaki ithamını kendimiz itiraf
etmiş olmuyor muyuz? Biz, bu tür İslam ve Şia karşıtı telakkiler ile
imamlarımıza, rehberlerimize ve halkımıza işkence eden Benî Ümeyye'den, Benî
Abbas'tan, Sultan Mahmut'tan, Selçuklulardan, Moğollardan ve Gazneli Türklerden
ve bizi Rafızî, İslam karşıtı ve tefrikacı diye adlandıran Şianın dünkü ve
bugünkü düşmanlarından çok daha fazla, bizzat kendine ihanet etmiş olmuyor mu?
Vesselam
Bu gecenin konusu, geçen qece bahsettiğim
konunun devamıdır. Geçen gece Ali'nin ölümünden sonraki hayatını ele almış ve
Ali'nin öldükten sonra yaşayan insanlar arasında bu konuda da kendine özgü bir
seçkinliğe sahip olduğunu söylemiştim. Bu kendine özgü seçkinliğin anlamı
şudur: Ali'nin ölümünden sonraki hayatı, ölmeden önceki hayatına göre insanlık
tarihinde çok daha fazla etkili olmuştur. Bunun sebebini de arz etmiş ve
insanlık tarihinin, toplum tarihinin, kültür, maneviyat, uygarlık ve bilim
açısından ilerlediği ölçüde Ali'yi tanıma liyakati kazanmakta olduğunu
söylemiştim. Başka bir ifadeyle Ali, sağlığından çok daha fazla, ölümünden
sonra tanınmıştır.
Ali'nin öldükten sonraki hayatının
sağlığındaki hayatına göre daha etkili ve daha verimli olduğunu söylerken şunu
demek istiyoruz. İslam toplumlarının ve bilinçli Müslümanların
om
Ali'den
doğru ve açık bir şekilde öğrendikleri manalarla. Ali artık İslam tarihindeki
sıradan bir fert olmaktan çıkmıştır. Artık sadece bir şahıs. Peygamber'in bir
akrabası. Peygamber'in bir sahabesi ve İslam gücünün varolmasında payı olan
insanlar arasında yer alan büyük ve seçkin bir insan değildir. O, artık bir
mektep, bir kültür ve bir düşünce tarzı manasındadır. Bu tarih boyunca
"Şiîlik'' olarak adlandırılan bir düşünce tarzıdır. Bu açıdan bu konunun
başlığını İslam hakikatini belli bir şekilde algılama biçimi koymak istiyorum.
Dün gece İslam'ın. Allah'ın Peygamber'inin
getirdiği, vahye ve Allah'ın kitabına (Kur'an) dayanan bir din olduğunu
belirttim. Çeşitli fırkalar, mezhepler, araştırmacılar ve İslâmî şahsiyetler, tarih
boyunca İslam'ı algılayış ve tanıyış biçimlerine göre çeşitli gruplara
ayrılmıştır.
(Bu arada) Şiîlik, bugün genellikle
öğrettiğimizin aksine İslam'ın üç esasına iki esasın daha eklenmesinden ibaret
değildir. Normalde biz, İslam'daki "usul-i din "in şu üç esastan
oluştuğunu kabul ediyoruz: Tevhid, nübüvvet ve mead [ahiret]. Bu üç esası kabul
edenin Müslüman olduğuna; ama usul-i dini oluşturan bu üç esasa iki esas daha
ekleyen kimselerin ise Şiî olduğuna inanıyoruz. Binaenaleyh, avamın tasavvuru şöyledir:
Şiîlik, siyasî ya da toplumsal maslahatları için, Ali için ya da toplumun
maslahatı için, İslam adlı bu üç esasa iki esas daha eklemiştir. Bu iki esas da
imamet ve adalettir.
Önceki bölümde Şiîliğin, İslam'ı üç esastan
ibaret gördüğü halde, Şiîlik adına ona iki esas daha eklemek demek olmadığını
arz ettim. Şiîlik. İslam'ın beş esasa dayandığını kabul eden kimselerin
anlayışı, telakkisi ve düşüncesidir. Gerçek ve bilimsel Şiîlik. İslam'ı -Bu.
Muhammed'in getirdiği elindir ve bunlar, Kur'an'dan çıkarılan esaslardır- beş
esasa göre anlayan kimselerin Şiîliğidir. Ali Şiî'si dan ben. İslam'ı beş esasa
0
392
göre
anlıyorum: Tevhid, nübüvvet, mead. imamet ve adalet. İhtilaf ifadeden
kaynaklanmaktadır. Binaenaleyh, benim itiraz ettiğim şey şudur: Bizim "Dinin
üç esası, Şia mezhebinin de beş esası vardır'' dememiz bizim bileğimizi
bükmektedir. Yani bu durumda sen kim oluyorsun ki, -İslam'ın üç esası olduğunu
kabul ettiğin halde- buna iki tane daha ekliyorsun? Bizim böyle bir soruya
verebilecek bir cevabımız yoktur. Zira İslam'ımızın inancına göre hatta İslam
Peygamber'inin bile İslam'a bir esas eklemeye hakkı yoktur. Çünkü Peygamber'in
dini tebliğden başka bir sorumluluğu yoktur. Binaenaleyh, büyük Müslüman
araştırmacılar arasında tarihte Ali'nin takipçisi olarak tanınan bir grup,
(mezhepler arasında) İslam tarihinde Şiîlik olarak adlandırılan mezhep, İslam'ı
beş esasa sahip bir din olarak telakki etmektedir: Tevhid, nübüvvet, mead,
imamet ve adalet.
Bir kez daha tekrar ediyorum: İslam dininin
esası üç tanedir, Şianın kendine özgü esası ise iki tanedir, bu dinin üç esası
üzerine eklenerek mezhebin esaslarını oluşturmaktadır demek yanlıştır. Bu ifade
doğru bir ifade değildir. Biz İslam'a usul-i Şia diye iki esas daha eklemiş
değiliz. Şia İslam'dan, İslam'ın belli bir şekildeki telakkisinden ve beş esasa
sahip olma anlamındaki İslam'dan başka bir şey değildir.
Binaenaleyh Şiîlik, fikrî ve manevî açıdan.
Peygamber ashabından bir grubun. İmamların ve Peygamber ailesinin 'İslam sadece
tevhid, nübüvvet ve mead değildir; adalet ve imamet de Peygamber'in getirdiği
İslam'ın bünyesi içinde yer almaktadır" şeklindeki ifadeleriyle
başlamıştır. Biz bir ekleme yapmadık; biz İslam'dan bunu istinbat ettik. Şia
adalet ve imametin usul-i dine eklendiğine inanmıyor. Şia şuna inanıyor:
"Ben İslam'ı imamet ve adaletin de tıpkı tevhid, nübüvvet ve mead gibi
İslam'ın esasları içerisinde yer aldığı bir din olarak anlıyorum"
binaenaleyh Müslüman olan herkes.
393
adalete
ve imamete de inanmalıdır.
Şimdi benim konumun ana başlığı şudur:
Şiîlik, adalete ve imamete İslam'ın ve Kur'an'ın bir parçası olarak inanan
belli bir Müslüman grubun, İslam'ı farklı bir şekilde gören diğer Müslüman
gruptan ayrılması demektir.
İslam'dan bu şekilde bir istinbatta bulunmanın
ve Kur'an'ı, kitabı, sünneti ve vahyi -yani dini- bu şekilde anlamanın tarihte
büyük etkileri olmuştur: İslam tarihi, Müslüman kuşaklar ve toplumlar, hem
siyasî ve toplumsal açıdan hem de ahlâkî, ilmî ve kültürel açıdan daima bu iki
fikrin ve iki esasın yani adaletin ve imametin, yani İslam'ın Şiî telakkisinin,
yani Şiarım İslam'ı anlayış biçiminin etkisi altında idi.
Binaenaleyh, "Ali'nin ölümünden sonraki
hayatı" derken Şiîliği kastediyorum. Şiîlik derken de esasları içerisinde
adaletin ve imametin de yer aldığı İslam anlayışını kastediyorum.
İmamete ve adalete İslam'ın esasları
içerisinde yer veren inancın; toplumlar, İslam tarihi, İslam toplumlarının
kültür ve maneviyatı ve İslam siyaseti üzerinde ne gibi etkileri olmuştur? Bu,
bu bölümdeki ifadelerimin başlığıdır.
Burada, başka bir meseleyi de yeniden
belirtmem gerekiyor. -Geçen gece de arz ettiğim gibi- iki grup dini savunmak
adına ve dine muhalefet adına tanımadıkları bir şey hakkında konuşuyor. Savunan
taraf, ne olduğunu bilmediği bir şeye inanıyor, muhalefet eden taraf ise
tanımadığı bir şeyi inkâr ediyor. İslam'ın yalancıları ile İslam'ın karşıtları
olarak adlandırılan bu eskicilerle yeniciler arasındaki savaşın yanında şu anda
bir başka grupla daha karşı karşıya bulunmaktayız ki, bunlar, fikrî ve ilmî
açıdan, tahsilli kuşağın düşünce tarzı üzerinde son
394
derece
güçlü bir etkiye sahiptir. Fakat (bu etki) çok kötü bir eğitimdir. Bazı yeni
araştırmacılar ve bilginler, her şeyin esasını milliyette aramakta, İran'ın ve
İran sevgisinin esas alınması gerektiğini belirterek, İran kavmiyetine,
tarihine ve kültürüne dayanıyorlar. Onlar, İslâmî kültürü, uygarlığı ve
maneviyatı aşağıladığımız ve İslam'ın İran ırkı üzerindeki etkisini
küçümsediğimiz ölçüde İran milletinin asaletini pekiştirmiş olacağımıza
inanıyorlar.
Oysa tam tersidir. Bir anlamda kendi
kuyusunu kazmaktır. İran tarihini yazmak, araştırmak ve İranlıyı tanımak
istediğimizde, eğer İslam'ı reddedersek ve eğer "islam'ın ne uygarlığı ve
ne de maneviyatı yoktur, onun iranlılar üzerinde hiç bir etkisi
bulunmamaktadır, islam uygarlığı denen şey Arapların uygarlığıdır ki o da öyle
pek önemli ve parlak bir uygarlık değildir. İran'ın en parlak uygarlığı, antik
Iran uygarlığıdır. Sonra Araplar ve islam gelip onu yok etmiş-tir ve o da unutulmaya
yüz tutmuştur" dersek, biz bugünün dünyası karşısında ve bilim karşısında
kendimizi ve milletimizi savunmasız kılmış oluruz. Nasıl mı?
Tarih göstermektedir ki İran ırkı, bizim
bildiğimiz bin yıllık tarihi boyunca hiçbir dönemde İslâmî dönemde olduğu
kadar, yani birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı asırlardaki
kadar -askerî, siyasî, medenî, kültürel, toplumsal ve sanatsal yeteneklerinin
zirvede olduğu İslâmî dönemdeki kadar-kendine özgü yeteneklerin tecellisi
noktasında böylesi bir fırsata sahip olmadı.
Eğer biz İslam uygarlığını reddedersek.
İslam'ın İran tarihindeki yerini ve etkisini reddedersek, mecburen İran
kültürünün zenginliğini ve büyüklüğünü açıklamak için antik İran'a yönelmek
zorunda kalacağız. Yani kendisine ait belgelere sahip olmadığımız.
Bozorgmehr'den başka hiçbir şahsiyetini tanımadığımız, kendisine ait somut
bilimsel eserlere, mimarî
395
açıdan
son derece değerli birkaç harabeden, hiçbir bilimsel değeri olmayan Sâsânî
döneminin sonlarına ait birkaç yazılı metinden başka kültürel, sanatsal ve
felsefî eserlere sahip olmadığımız döneme yönelmeliyiz. Bu Pehlevîce yazılı
eserler, Farsça'dan önce Fransızca yayımlandı. Bunların hakkında birçok şey
söylemek mümkün. Sevindiricidir ki, bunlar Farsça olarak da yayımlandılar.
Fakat bunları okuduğunuzda büyük İran milletine ait diye övünebileceğiniz bir
şey bulamayacağınızı görürsünüz. Harap olmuş heykelleri, hayal ürünü
şahsiyetleri, efsanelere dayalı kahramanlıkları dayanak edinmek mümkün
değildir. Bugünün bilim, mantık, araştırma dünyasında dahilere ve harikulade
yeteneklere sahip olan milletler tanınmaktadır.
Fakat İslam tarihine baktığımızda büyük bir
mucize ile karşılaşıyoruz. Bu hangi mucizedir? Sâsânîler ve Eşkânîler döneminde
siyasî ve askerî şahsiyetlerden başka kimseyi tanımamamıza rağmen, hiçbir
dehanın, hiçbir büyük filozofun ve dünya çapında hiçbir bilginin adına
rastlamamamıza rağmen, (Yu-nan'da Aristo, Eflatun, Demokritos, Lusibus vb.
yüzlerce filozof ve sanatçı gösterebiliriz; ama bizde İslam'dan önce bir tane
bile gösteremeyiz.) Sâsânîlerin ve Eşkânîlerin İran'da bulunduğu dönemlerde bu
millet herhangi bir ilmî ya da felsefî dehanın adını bile hatırlamazken,
İslam'dan sonra, Araplara yenildiği dönemde, istiklalini kaybettiği dönemde ve
hatta Benî Ümeyye'nin İranlıları mevâli [köle] olarak aldığı, Araplardan aşağı
gördüğü dönemlerde -baskının son haddinde olduğu ve çöküşün yaşandığı dönemde-
felsefe, edebiyat, sanat, bilim, toplum, siyaset ve kültür alanlarında dünya
çapında büyük dehalar yetiştirmiştir. Bugün dünyaya tanıtabileceğimiz bu
kişilerin yaptıkları işlerin büyüklüğünü gösteren belgeler vardır, onların
eserleri elde mevcuttur. Dünya bu eserleri tanımaktadır.
Fizik,
kimya vb. gibi muhtelif alanlarda İbn Sina. Harezmi,
Firdevsi,
Kindî ve benzeri yüzlerce bilgin vardır. Işığın kırılması kanununu İbn Heysem
bulmuştur. Bugün hala Avrupa'da kullanılan "cebir'' kelimesi, İslam'dan
alınmıştır. Bu gün Avrupa, günümüzün büyük uygarlığını oluşturan temellerin
haçlı seferleri vesilesiyle İslam'dan alındığına inanmaktadır. Bugün Avrupalı
İslâmî kültürden beslendiğine inanmaktadır. Avrupalı: "İslam bize
nehirleri ve sahilleri değil denizleri geçmeyi öğretti. İslam bize siyasal
merkezliliği öğretti. İslam bize kilise köleliğinden çıkmayı, kiliseyi protesto
etmeyi ve Protestanlığı kurmayı öğretti. İslam geldi ve bizim donuk ortaçağ
anlayışımızı açık bir anlayışa, kilise zindanından kurtulmuş bir bilince
dönüştürdü" diye inanmaktadır.
Politzer'in Haçlı savaşları hakkındaki beş
ciltlik kitabını okuyunuz: Bu kişi, beş ciltlik eserinde şu sonuca varmaktadır:
Avrupalıyı ortaçağ uykusundan sarsarak uyandıran tüm etkenler, yeni bilimsel
kültürü ve uygarlığı oluşturan tüm unsurlar, istisnasız olarak tümüyle, Haçlı
seferlerinde Müslümanlarla temas sırasında Avrupa'ya gitmiştir. Dünyadaki tüm
kültür ve medeniyet tarihçileri, İslam kültür ve medeniyetinin, geçmişteki en
mükemmel, en kapsamlı ve en parlak medeniyet tarihi olduğunu itiraf etmektedir.
İranlı, insanlık tarihinin en büyük uygarlığının İslam uygarlığı olduğunu ikrar
ve itiraf ederek kendi ulusal gururunu da tatmin etmiş olur. Zira bu büyük ve
parlak uygarlığın oluşumunda bilim, sanat ve felsefe alanındaki İranlı
şahsiyetlerin ve dehaların payının, diğer tüm ırklardakilerin payından daha
fazla olduğunu görecektir. (Kültür ve toplum alanlarında İslam sayesinde
yetişen sayısız İranlı, eski İran efsanelerinin hayal ürünü karartılarına
nazaran onların gururlarını çok daha fazla tatmin eder.) Biz elimizde mevcut
olan yüzlerce belge, basılmış kitap ve tercümeler ile dünyaya şunu diyebiliriz:
"Biz böyleyiz, bizim böyle yeteneklerimiz, böyle bir geçmişimiz ve büyük
ilmî iftiharlarımız var."
396
W7
İran
İslam'la filizlenmiştir. Bu, sadece Avrupalıların itirafı değildir. Abdurrahman
Bedevi'den bir cümle nakledeyim. Kendisi, doğunun en büyük çağdaş düşünürüdür.
Bir egzistansiyalisttir ve Yunan uzmanıdır. Hem Avrupa hem de İslam uzmanıdır.
Büyük bir yazar ve büyük bir düşünürdür. Arapça'ya tercüme ettiği Pâk Selman'ın
önsözünde diyor ki: islam133 her şeyini "her yanı kabiliyetlerle dolu olan
İran ırkı"na borçludur. Bu ırk, İslam medeniyetini, manevî kültürü,
islam'a girmiş olan diğer tüm ırklardan çok daha fazla geliştirmiş ve içinde
sakladığı gizemliliğiyle çok boyutlu derin İslâmî düşünce tarzını diğer tüm
ırklardan çok daha fazla ileri götürmüştür.13^
Binaenaleyh
şunu arz etmek istiyorum: İslâmî ve dinî hassasiyeti olmayan sadece ulusal
hassasiyetleri olan İranlılar, İslam'ı ve İslam uygarlığını aşağılayarak değil,
İslam uygarlığını ve İslam tarihini yücelterek ve bunu tanıyarak İran ırkının
büyüklüğünü dünyaya gösterebilirler. Büyük ve ileri bir dinin savunuculuğu, onu
doğru tanımayanların eline geçince o din meçhul kalmakta ve değişime
uğramaktadır. Aynı şekilde bir milletin savunuculuğu da onu savunmaya liyakati
olmayan kimselerin eline geçince, bu tür kişiler milleti savunmak yerine tahkir
etmekte ve milletin haysiyetine en büyük darbeyi vurmaktadırlar. Ben İran
tarihinde, İslam'ı ve İslam uygarlığını aşağılayarak İran ırkının asaletini
savunmaya kalkışan bizim bu İran sever araştırmacılarımız ve bilginlerimiz
kadar hiç kimsenin ve hiçbir grubun bu milletin haysiyetine ve asaletine
133-
Buradaki maksadı, islam dini değil, islam medeniyetidir, islam medeniyeti, sadece
Araplara özgü olmadığı gibi sadece iranlılara özgü de değildir,
"islam" yani islam medeniyeti, yani islam tarihinde oluşan felsefe,
ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarda islam kültürü ve medeniyeti diye
bildiğimiz, bilim, mimarî, sanatlar, çeşitli kültürel ve toplumsal hareketler,
yani her şey.
134-
O, bir Arap düşünürüdür ve hiçbir ırkî ya da kavmi hassasiyeti de yoktur. Eğer
olsaydı iran karşıtı olurdu.
398
daha
büyük darbe vurmadığına inanıyorum. Neden? Onların anlatmak istedikleri şu:
İranlılar Müslüman olmadı, kendi geleneklerine, dinlerine, efsanelerine ve
köklerine sadık kaldılar ve İslam'ı kabul etmediler!
Soruyorum: O halde İran tarihinde olan İslam
neyin nesidir? İslam'ın İran'a nasıl geldiğini açıklar mısınız? Rica ediyorum
şu tiksindirici nefrete bakın. Onların savunuculuğunu sadece İslam adına değil
milliyetçilik adına da mahkum etmek gerekiyor. En çok da milliyetçilik adına
onların bu savunuculuğunu mahkum etmek gerekiyor. Bizi bu şekilde savunmalarını
istemiyoruz! Bu, bir millete yapılabilecek en büyük hakarettir. Tarihte
dünyanın en aşağılık milletine bile böylesi bir iftira atılmamıştır. Onlara
göre birinci sebep şuydu: İslam adına İran'a hükmeden Arap hükümetiydi, kılıcı
halkın boynuna dayadılar ve "Müslüman olmalısın" dediler;'onlar da
korkudan Müslüman oldu. İkincisi ise cizye. Yani: 'Gelin Müslüman olun Müslüman
olmayanlar vergi vermek zorundadır'' dediler ve İranlılar da vergi vermemek
için Müslüman oldular. Bu millet Müslüman olmamış, İslam'ı kabul etmemiştir;
ama Arap hükümeti onları vergiye bağlayınca vergi vermemek için Müslüman
olmuştur!
Pekala, şimdi sen İslam'ı mı mahkum
ediyorsun yoksa milleti mi? Vergi yüzünden dinini değiştiren bir milletin ne
değeri olabilir? Eğer devlet gelip dese ki: tüm halk ve memurlar dinini ve
milliyetini feda etmeli, hem dininden hem de milliyetinden vazgeçmeli -batıl
görmekte olduğunuz- yabancıların dinine, -fasit olarak gördüğünüz- yabancıların
hükümetine teslim olmalısınız. Eğer teslim olmazsanız kendi dininizi,
milliyetinizi ve şahsiyetinizi korumaya devarn ederseniz, maaşınızdan yüzde üç
oranında kesinti yapacağız Hangi ortalama insan bu vergiyi, dinine ve
milliyetine arız olan bu yüzde üçü ödemez ve "hayır biz dinimizi
değiştiriyo-
399
ruz
ve milliyetimizden de vazgeçiyoruz" der?!
Onlar demek istiyorlar ki "İran
milleti, İslam'ın hakikatlerinden dolayı, İslâmî düşüncenin güzelliğinden
dolayı, İslâmî Şiarlarda bulduğu kurtuluştan dolayı, Zerdüştlük.
Mani ve Mezdek dini yerine İslam'daki maneviyatı seçmesinden dolayı,
örneğin Ali'nin şahsiyeti ile Bozorgmehr'in şahsiyetini, İslam Peygamberinin
şahsiyeti ile Yezdgerd'in şahsiyetini kıyaslayarak, kendi ulusal şahsiyetleri
yerine İslam'daki ve Peygamber'in ashabındaki büyük şahsiyetleri örnek
almasından dolayı bu yeni dine geçmemiştir. Bu düşünce tarzının, kendi sahip
olduğu düşünce tarzından daha gerçek ve daha üstün olduğundan dolayı bu dini
kabul etmemiştir. Bunları asla düşünmemiştir. Bunları düşünmüş olsa bile hak
dinin Zerdüştlük olduğuna, hak toplumun Sâsânî toplumu olduğuna, şahsiyetinin,
büyüklüğünün, istiklalinin. Sâsânîler döneminde temin olduğuna ve İslâmî
hükümetin ise zulüm hükümetinden başka bir şey olmadığına inanmıştır; fakat tüm
bunları sırf vergi vermemek için kabul etmiştir!" Dünyada, sırf vergi
vermemek için dinini ve milliyetini değiştiren bir milletten daha aşağılık,
daha bayağı ve daha zelil başka bir millet var mıdır? Milletimize böyle bir
iftira atan birisi, İslam'ı mahkum etmeden önce kendi milletini mahkum etmiş
olmuyor mu? Milleti en çirkin iftiralarla suçlamış olmuyor mu? İranlı,
Sâsânîlerin son dönemlerinde bu ülkenin topraklarının yarısından fazlasının
Zerdüşt din adamlarının elinde bulunduğunu görmüştür. Onlann da şahzadelerle,
dönemin derebeyleriyle ve hanedanlarıyla el ele verdiklerini görmüştür. Egemenlerin
halkla ve milletle ilgilenmediklerini, mabedin Sâsânîlerin ve Hahamenişlerin
üssü olduğunu, halkın orada hiçbir yerinin bulunmadığını, halkın çeşitli
sınıflara bölünmüş olduğunu, hiç kimsenin kendisinden üstün bir sınıfa girme
hakkının bulunmadığını, asil ailelerin bulunduğunu ve onların asaletlerinin de
ebedî olduğunu, hal-
400
kın
ise okumaktan bile mahrum tutulduğunu gören İranlı, sonra birdenbire, herkesin
kardeşliği, herkesin eşitliği, öğrenim özgürlüğü, çalışma özgürlüğü,
şiarlarıyla tüm sınıfsal sınırları, tüm engelleri ve tüm duvarları kaldıran
İslam'la karşılaşmış ve bu hakikate yönelmiştir. En zorlu tarihî dönemlerde bir
hakikati fark ettiğini, çağlar ve nesiller boyunca alıştığı geleneklerine,
âdetlerine ve törelerine rağmen ona sunulan bir hakikati teşhis edip onu hemen
kabul ettiğini söylemek mi bir milleti savunmaktır; yoksa bu millet, kendi
dinine ve milliyetine vefalıdır ve bunlara inanmaktadır; ama yılda şu kadar
vergi vereceksin dedikleri ve onları ağır vergilere bağladıkları için dinini
bıraktı ve gidip Arap'ın kölesi oldu demek mi? Bu, bir millete yapılmış en
büyük hakarettir.
İranlı niçin Müslüman oldu? Bunun sebebini
İslam'ın kendisinde aramak gerekmektedir. Şimdi İslam'ın başlarına dönelim. O
sıralarda biz Sâsânîlerin son dönemlerinde yaşamaktayız. Enûşîrevan hükümetinin
son dönemleridir ve İslam Peygamberi yeni doğmuştur. (Birkaç yıl sonra -yirmi
yıl, otuz yıl sonra- bisetle görevlendirilmiştir.) Bir olay nakledeyim. Bunu.
Sâsânî döneminin savunucusu Firdevsi anlatmaktadır. Hikayenin adı:
'Ayakkabıcının oğlu'dur.
Enûşîrevan. İran'la Rûm İmparatorluğu
arasındaki hiçbir sonuç vermeyen sürekli savaşlardan dolayı, paraya ihtiyaç
duymaktadır. Halka yardım yapmaları konusunda duyuru yapar. Servet sahipleri,
yardımda bulunurlar. Bir ayakkabıcı gelir ve devlet görevlisine: "Benim
birçok servetim ve mülküm var, bunların hepsini vermeye hazırım; bunun
karşılığında bir istisna olarak çocuğumun tahsil görmesine izin verilmesini
istiyorum" der. (bu. Şehnamede geçmektedir. Enûşî-revân'ın hikayesine
bakınız). Haber Enuşîrevân'a ulaşır. Enûşîrevan, olgunluk, kültür ve adalet
açısından tarihte meşhurdur (nispî olarak söylüyorum). Paraya şiddetle ihtiyaç
duy-
401
makta
olan Enûşîrevân, benim toplumumda bir ayakkabıcı çocuğu tahsil yapamaz, gerekçesiyle
bunu reddeder ve der ki: "Ben ve şehzadelerim daima kâtiplere ihtiyaç
duyarız, (o dönemde kâtipler hem yazmanlık hem de bir anlamda danışmanlık
yaparlardı). Eğer bir ayakkabıcı çocuğu gidip öğrenim görecek olursa
derslerinde ilerleyebilir ve seçkin bir kâtip olabilir, şehzadeler ona ihtiyaç
duyduklarında padişaha ve şehzadelere kâtiplik yapabilir. Bu durumda Sâsânî
şehzadeleri, bir ayakkabıcı çocuğuna muhtaç olmuş olur. O zaman aşağı sınıfa,
kasta ve soya mensup biri asil biriyle aynı seviyeye gelmiş olur. Padişaha ve
şehzadelere danışmanlık yapacak olan kim olacak? Bir ayakkabıcı çocuğu. Hayır!
Paranı da istemiyorum, böyle bir izin de vermiyorum!"
Ben takip ettim: Bu çocuğu göz önünde
bulundurunuz. Bu, o dönemdeki tüm çocukların sembolüdür. İslam Peygamberi
Enûşîrevân döneminde doğar, Binaenaleyh, babası gelir, devletten tüm servetini
verme karşılığında çocuğuna eğitim izni ister; fakat devlet, tüm suçu bir
ayakkabıcı çocuğu olduğu için ona bu izni vermez ve "eğitim
görmemelidir" der. Bu çocuk hemen hemen İslam Peygamberiyle yaşıttır.
(Çünkü Peygamber Enûşîrevân döneminde doğmuştur ve 30, 40 yıl sonra
peygamberlikle görevlendirilmiştir. Firdevsi'nin Şehna-me'de sözünü ettiği
çocuk da 30, 40 yaşlarındadır.) Bu çocuğun babası, servet sahibidir ve büyük
bir fedakarlık göstererek çocuğunun okuyup ilerlemesi için tüm servetini
vermeyi göze almaktadır. Onun tek suçu bir ayakkabıcı çocuğu olmak olduğu için
eğitim görmesine izin vermezler. O, 30 yaşına geldiğinde İslam da dünyaya
sunulmuştur. İmkana sahip olmasına rağmen, tüm fedakarlıklara ve babasının
arzusuna rağmen, toplumda eğitim görmesine izin verilmediği ve câhil kaldığı
inancı taşımaktadır. Bu ukde -Firdevsi'nin Şehaamesi'nde ge-
402
çen-
bu ayakkabıcı çocuğunun gönlünde ve onunla aynı sınıftan olan diğer çocukların
gönlünde sürekli var olmuştur. Birden İslam'ın şiarları ve daveti kulaklara
ulaşır: Hepiniz birbiri-nizle eşitsiniz, kardeşsiniz, bir kökenden
geliyorsunuz, hiç kimse ırk yönünden diğer ırklardan üstün değildir. Hepimiz
topraktanız. Hepimiz aynı anne ve babadanız. Üstünlük, takvada, temizlikte ve
insanlıktadır, ırkta ve soyda değildir. Bunlar çıkıp Müslümanların arasına
geldiklerinde komutanla askerin, üstle astın, peygamberle sahabenin, köleyle
efendinin birbirlerine karşı hiçbir imtiyazlarının olmadığını görüyorlar.
Peygamberin, birer eşraflılık göstergesi olan tüm giyim biçimlerini ve süsleri
ortadan kaldırdığını görüyorlar. Birer eşraflılık göstergesi olan uzun
cüppelerinizi ve uzun yenlerinizi kısaltın, bir eşraflılık göstergesi olan uzun
sakalınızı kısaltın, bir tutamdan fazla olmasın, fazlası ateştedir! diye hücum
ettiğini görürler. Peygamber'in verdiği tüm bu emirler, bir kişinin diğer bir
kişiye ayrıcalığını ifade eden birer eşraflılık belirtisidir. Bu şekildeki
umumî eşitlik, Ebubekir zamanında da Ömer döneminde de korunmuştur. Bunlar,
işte bu ayakkabıcı çocuğunun kulağına gelmişti: "Hiç kimse, hiçbir haktan
mahrum değildir ve hiç kimsenin özel bir ayrıcalığı yoktur. Binaenaleyh, İslâmî
bir hükümette, İslam dininde, ayakkabıcı çocuğu olanlar öğrenim
görebilirler."
Öğrencilerimden birinden, bir araştırma için
-İslam tarihinde büyük ilmî, fikrî, ve felsefî şahsiyetler hakkında yazılmış-
rical kitaplarını toplamasını ve bu şahısların nasıl insanlar olduğunu ve hangi
millete mensup olduklarını çıkarmasını rica ettim. Böylece bunları sosyolojik
açıdan inceleme imkanına sahip olacağız.
Son derece zeki ve yetenekli öğrencilerimden
biri olan bay Hasanpûr. büyük bir zahmete katlandı. Elbette bunlar henüz
tamamen sonuçlandırılmadı; fakat şu önemli sonuç çıktı: (Ri-
4m
ca
ediyorum şu noktaya çok dikkat edin: Bu. tarih boyunca İslam'ın ve İslam
toplumunun en büyük övüncüdür. Birçok İs lâmî geleneğin ve kuralın ortadan kaldırıldığı.
İslam hükümetinde, ırkçı bir hükümetin diriltildiği Benî Umeyye döneminde bile
İslam'ın birazdan arz edeceğim son derece açık ve güçlü esasları bulunuyordu:)
Ebu Müslim gibi birçok büyük askerî deha. Fıkıh, kelam, felsefe, tefsir,
edebiyat alanlarındaki bir çok deha, ya büyük bir İslam âlimi olan, ya Kadıu'l-
Kudât [Baş kadı] makamına ulaşan ya da -Ebu Müslim örneğinde olduğu gibi- büyük
komutanlıklara gelen ve İslâmî fırkaların liderliğini yapan birçok büyük
şahsiyet, çoğunlukla mevâlî idi. Yani bunlar köle olarak alınmıştı. Benî
Ümeyye. bu İranlı gençleri köle olarak almıştı. Bunlar daha sonraları ya azat
edilmişlerdi ya da köle olarak yaşamaya devam etmişlerdi. (Bu tür insanlar) bu
şartlar altında, böylesi bir hükümette yaşamalarına rağmen, İslâmî bir toplumda
yaşıyor olmalarından dolayı, en yüksek ilmî makamlara gelebilmişler, en büyük
siyasî ve toplumsal şahsiyetler olabilmişlerdir. Yani köle olsun, azat olsun,
fakir olsun, zengin olsun yeteneği olan herkesin kendisini geliştirmesi noktasında
meydan tamamen açıktı. İslâmî medreseler şimdiye kadar hep böyle olagelmiştir.
Hoca nerededir? Kapıları kapalı, belli kişilerin tekelinde olan bir yerde
midir? Nerede ders vermektedir? Hoca mescide gidip oturur, köyünde ekmeğiyle
uğraşan her köylü çocuk, üstüne giyecek bir giysi bulan, yiyecek bir ekmeği
olan, hatta yiyecek ekmeği bile olmayan genç, bir oda tutar, eğitimi için
aldığı bursla, en büyük ilim ve felsefe hocalarının derslerine girer. En yüksek
doktora düzeyinde, içtihat düzeyinde bedavadan, hatta ev ve maaş ayrıcalığına
sahip olarak tahsil görür. İslam tarihindeki büyük dehaların, seçkin İslâmî
şahsiyetlerin çoğunlukla köylülerden, mevâlîlerden^ ekonomik açıdan zayıf ve
mahrum kesimlerden çıktığını görüyoruz. Çünkü İslam her kesimden, yeteneği olan
her sınıftan insanın rüşt kazanma 404
noktasında
önünü açan bir toplum yaratmıştır. Bu yüzden İslam tarihinde siyaset, toplum,
fıkıh, felsefe, imamlık, yargıçlık, gibi tüm toplumsal ve ilmî makamlarda
bulunan kişilerin mevâlîler olduğunu görüyoruz.
İçinde bu ukdeyi taşıyan ayakkabıcı çocuğu,
o ortamın kurbanı olmuştu. Bu, Müslüman oluyorduysa bunun için Müslüman
oluyordu. Şu anda da ben İslam'ı işte bunun için büyük bir hakikat olarak,
insanî kurtuluşa götüren büyük şiarlar manzumesi olarak, umumî eşitlik
bildirisi olarak, hiçbir duvarı olmayan bir toplumsal alan olarak, adalete,
eşitliğe, dayalı; her türlü sınıfsal, grupsal, ırksal ve ailevî engeli ve
duvarı yıkan bir toplumsal yapı olarak tanıtıyorum. Geçirdiği en zorlu, en
karmaşık, en belirsiz dönemlerinde sahip olduğu geleneklere ve âdetlere rağmen,
eski dinine ve porsumuş geleneklerine rağmen, bir aydın gibi, ölçüp tarttığı,
gördüğü, tanıdığı, seçtiği, mantıklı bir insan gibi İslam'ı teşhis edip onu
tercih ettiği için milletimi övüyorum. Ben, İslam'ı tanıdığım için milletimi
övüyorum; sen ise bu milletin hakikat kavramına, insanî güzelliklere, mantık ve
bilim ilkelerine aklı ermez, bu millet. Ali'nin Bozorgmehr'den, Peygamber'in.
Yezdgerd den ve Enuşîrevan'dan daha iyi olduğunu, Ebubekir'in, Ömer'in ve
Ali'nin hükümetinin, daha önceki hükümetten farklı olduğunu anlamaz diyorsun.
Peki sonuçta ne oldu? Hiç! "Eğer Müslüman olmazsan yılda şu kadar vergi
vereceksin" dediler, o da "peki Müslüman oluyorum" dedi! Bu, bir
millete yapılabilecek en büyük hakarettir.
Niçin Şiî olunduğuna gelince... Bir başka
gurup da şunu söz konusu ediyor: İranlılar Şiî oldular çünkü Müslüman kalmak
istemiyorlardı. İranlılar Şiîliğe inandılar ve Ali sevgisi adı altında Müslüman
olma yükü altına girmediler. Binaenaleyh Şiîliği İranlılar ortaya
çıkardılar". Bu. bazı İranlıların da yaptığı bir suçlamadır. Fakat bunu da
kendileri bulmuş değildir. On-
405
lar
Avrupalıların ve Avrupalı şarkiyatçıların taklitçileriydi; neden böyle
söyledikleri de malûmdu. Oysa pek çok delil ve pek çok açık belge bu meseleyi
yalanlamaktadır. Onlar diyorlar ki: "İranlıların Şiî olmasının
sebeplerinden biri şudur:
Yezd-gerd'in kızı Şehribanu, İmam Hüseyin'in eşi oldu. Bu yüzden
İranlılar Şia imamlarına karşı alaka duydular". Bu da bir millete karşı
yapılmış bir başka hakarettir. Bu millet, İmam Sadık'ın şahsiyetini anlamadı,
bu millet on iki, on beş Emevî ve Abbasî halifesi karşısında on iki Şiî İmamını
karşılaştırıp kendi iradesiyle Şiî olamayacak kadar bilinçsizdi. -Bu sözlerin
elle tutulur bir yanı yoktur- Peki niçin Şiî oldu? Çünkü İmam Hüseyin
İranlıların damadı olmuştu! Peki niçin Ali'nin tarafta-n oldu? Çünkü Ali de
Peygamber'in damadı olmuştu. İranlılar verasete ve aile bağlarına inandıkları
için, Ali de İslam Peygamberi 'nin damadı olduğu için ona inandılar! Eğer böyle
olsa İranlılar Ali'ye karşı duydukları sevginin iki katını Osman için
duymalıydı; zira Osman Peygamber'in iki kızını aldı, Ali ise bir kızını aldı.
Bu, bir milleti nasıl savunmaktır? Tarih, bize söylenenin tam aksine İranlıların
kesinlikle ilk başta Şiî olmadıklarını
göstermektedir. Tarihte karıştırdıkları ve
bizi onunla aldattıkları şey Irak'ın ve İran'ın daima Benî Ümeyye
karşıtı hareketlerin sığındığı bir üs olduğu hususudur, -bu doğrudur-. Benî
Ümeyye'ye karşı kıyam etmek isteyen kimseler, Irak ve İran taraflarına
gelmişlerdi. İmam Hüseyin'in Küfeye geldiğini görüyoruz, Muhtar Irak'ta kıyam
ediyor ve Tevvâbîn yine Irak'ta kıyam ediyor. Benî Ümeyye'ye karşı bir üs
oluşturmak ve Benî Ümeyye hükümetine karşı mücadele etmek isteyenlerin Irak ve
İran taraflarına gelmesinin sebebi. Iraklıların ve İranlıların Şiîlik taraftarı
ya da Ali taraftan olmalarından kaynaklanmıyordu, bu bölgenin jeo-politik
açıdan Dımeşk ve Şam'da bulunan zamanın İslâmî başkentine en uzak noktada yer
almasından kaynaklanıyordu. ,Bu bölgeye sadece Şiîler değil. -Ali'nin en büyük
düşmanları olan- Haricîler de gelmiş ve 406
İran'ı
kendileri için bir üs edinmişti. Nehrevân'a geliyorlar, Sîstân onlann
merkezleri oluyor. Burası, -Dımeşk'teki- askerî-siyasî merkeze en uzak noktada
yer almaktadır. Binaenaleyh, burası asker sevk edildiği zaman hem hazırlık
yapılabilecek hem de korunabilecek bir sığınaktı.
Mesele şudur: İslam'a ve Şiîliğe inanan
İran'ın, İslam'a niçin inanmışsa aynı sebeple Şiîliğe de inanmış olduğunu ispat
etmek istiyorum. Neden? İranlılar neden İslam'a inandılar? Dinlerin milletlere
nüfuz ediş tarihi, başlı başına bir bilim, araştırma ve metodoloji gerektirir.
Her dinin, her eğilimin ve her mezhebin birtakım esasları vardır. (Bu, benim
söylediklerimin temelini oluşturuyor.)
Şiîliği İranlıların ortaya çıkardıklarına
dair sunulan delillerden biri de Şiî ulemasının çoğunun İranlı olmasıdır. Bu
doğrudur. Fakat, onların Şiî oluşları İranlı oluşlarından kaynaklanmamaktadır.
Zira Ehl-i Sünnet âlimlerinin de çoğu İranlıdır. İşaret ettiğim bu araştırma
çok ilginç bir meseleyi ortaya koymaktadır: İranlılar ilk dönemlerde Şiîlikten
çok Sünnîliğe yönelmişlerdir. Yani "İlk Şiîler", ilk Sünnîlerin
aksine daha çok İranlı olmayanlardan oluşmaktadır. Ehl-i Sünnet mezhebinin
temelini oluşturan kitaplardan dördü, İranlılara aittir. Ehl-i Sünnet
mezhebinin kurucuları, fakihleri ve önderleri ya İranlıdır, ya da İranlılardan
eğitim almışlardır. Ehl-i Sünnete mensup filozofların, âlimlerin, sarf ve nahiv
bilginlerinin, tarihçilerinin, müfessirlerinin, fakihlerin ve kelamcıların çoğu
İranlıdır. Binaenaleyh, Şiî âlimlerinin çoğunun İranlı olması, onların İranlı
oldukları için Şiî oldukları anlamına gelmiyor; bu, İslam tarihinde ilmî ve
kültürel temellerin İranlılar tarafından atılmasından kaynaklanıyor. Çünkü daha
önce, belli bir uygarlığa, kültüre ve kültürel eğitime sahip olan bu ırk,
İslam'ı kabul ettiğinde İslam'ı diğer tüm ırklardan daha iyi anlamıştı. İslâmî
kültürü daha fazla geliştirebilmiş ve İslâmî kültürden daha faz-
407
la
yararlanabilmişti. Onun için Şiîlik ve Sünnîlik eşit idi. Hatta birçok İranlı
fakih ve filozof Sünnîliğe inandıktan sonra İranlıyı tahkir etmiştir. Hatta Ebu
Hanife gibi İranlı olan biri bile tahkir etmiştir.
Mukaddesi135 ''el-Mesâlik
ve1-Memâlik"de diyor ki: "İranlılar Sünnîlik konusunda
mutaassıptırlar. Tüm Horasan ve Maveraünnehir, İmam Ebu Hanife'nin
takipçisidir. İsfahan halkı, Muaviye ye karşı abartılı bir tutum içerisindedir,
bazılarının ona karşı taassupları vardır, bazıları ise onu Peygamber kabul
ediyor." (İsfahanlı arkadaşlardan özür dilerim!)
İlk başlarda İslam'ın karşısına dikilen,
İslam'ı kabul etmek istemeyen daha sonra da Şiîliği icat eden İranlı nerede?
Böyle bir şey nerede var? Buna ilişkin hiçbir örnek yok, bu İslâmî İran'dır.
Aynı kişi diyor ki.136 "Tüm İran halkı
Ehl-i Sünnet ve'l Ce-maat'e mensuptur ve hepsi de dört mezhebe bağlıdır. Sadece
Kum'da Şiîler vardır." (Orada Şiîler çoktur) Bu da İranlı olduklarından
dolayı değildir, Hz. Mâsûme orada olduğu için Irak'tan ve İran'dan Şiîler oraya
gelip toplanmışlardır. Burada milliyet meselesi söz konusu değildir, mekâna
özgü özel bir durum söz konusudur.
Aklıma gelen diğer bir mesele de tarihî
açıdan son derece düşündürücüdür ve böylesine bir suçlamanın (İranlılar, baştan
beri sahip oldukları ulusal bilinçten dolayı bilerek, Sünnîliğe ve İslam'a
karşı Şiîliği icat etmişlerdir) asılsızlığını ve tutarsızlığını ortaya
koymaktadır. Bildiğiniz gibi. hulefa-yı râsidînden
135-
Bu şahsın ismi bazı kaynaklarda Makdisî olarak da geçer. [Çeviren]
136-
Bu ve benzeri kişilerin sözleri, tarihçilerin sözlerine oranla daha belgesel
niteliklidir. Çünkü bunlar gezgindirler, kütüphanenin bir köşesinde oturup
ülkeler hakkında kitap okuyup bunları yazan insan(pr değildirler. İsfahan'a
Horasan'a vs. gitmişlerdir. Bu şahıs, bir gezgindir, tüm islam ülkelerini
gezmiş ve "el-Mesâlik ve'l Memâlikl yazmıştır.
sonra
hükümet Benî Ümeyye'nin eline geçti. Benî Ümeyye'nin siyasî rejiminin en önemli
özelliklerinden birisi ırkıyla övünmek ve Arapçılık konusunda taassup sahibi
olmaktır. Onlar acemleri -yani çoğunlukla da bizi- hakir görüyorlardı ve bizi
mevâlî diye nitelendiriyorlardı. Binaenaleyh, İranlıların Benî Ümeyye
dönemindeki ırk kompleksi diğer dönemlerden cok daha fazlaydı. Çünkü resmen
tahkir ediliyorlardı. Benî Ümeyye zayıflayınca İranlılar, -Horasanlılar- Ebu
Müslîm önderliğinde kıyam ederler ve gidip Benî Ümeyye hükümetini yerle bir
edip Benî Abbasi iş başına getirirler. İş başına gelen ve zulüm konusunda Benî
Ümeyye'den daha da kötü olan Benî Abbas'ın bir özelliği vardı. Arap âdetlerine
ve Arapçılığa dayanan Benî Ümeyye'nin aksine Benî Abbâs, İran âdetlerine,
geleneklerine ve törelerine dayanmaktadır. Benî Abbas'ın vezirleri İranlıdır,
İranlı âlimler Benî Abbas'ın sarayında yer almaktadır. Benî Abbâs halifeleri,
Sâsânî padişahlarının geleneğine uygun elbise giyiyordu, saray düzeni ve
merasimler Sâsânî geleneklerine uygundu. Benî Abbâs hilafeti ve Benî Abbâs
halifeleri, Sâsânî şahenşahlarının bir kopyasıydı. İran ırkı, Benî Abbâs döneminde
milliyet açısından büyük bir zafere ulaşmıştı. Zira İranlılar Benî Ümeyye'nin
Arap hilafetini devirip, büyük ölçüde İran ırkına dayanan bir hilafeti kendi
elleriyle kurmuştu. Kısaca Benî Abbas'ın beyni, İranlı beyniydi ve Benî Abbâs
halifeleri, İranlıların elinde bir araçtı. İran kavmiyetinin Benî Abbâs
döneminde diriltildiği herkesin kabul ettiği bir husustur.
Binaenaleyh eğer milliyet meselesi söz
konusu edilecekse İran milleti Benî Ümeyye döneminde ezilmiş yaralanmış ve
aşağılanmış bir haldedir; ama Benî Abbâs döneminde, kurtulmuştur, zafere
ulaşmıştır ve büyük başarılar kazanmıştır. Sadece halifeleri İranlılaşmamış.
etraflarını, Serahsîler. Bermekî-ler ve Novbahtîler gibi İranlı aileler ve
şahsiyetler çevreleme-
408
409
miş.
İranlılar siyasî bağımsızlığa bile sahip olmuştur. İranlılar, Benî Abbâs
döneminde Tâhirîler. Sâmânîler, Seffârîler ve Bu-veyhîler gibi idarelerle millî
yönetimlerine bile kavuşmuşturlar. Binaenaleyh. Abbasîler dönemi, İran ırkı
için hem hükümete girdikleri, hem iç bağımsızlıklarını elde ettikleri hem de
halifeyi parmaklarında oynattıkları bir zafer dönemi olmuştur.
Pekâla, fakat tarih, meseleyi tasavvur
ettiğimizin tersine naklediyor. Benî Umeyye'nin son dönemlerinde, Benî Abbâs
hareketinin başladığı sıralarda Benî Abbâs'tan yana olmalarının dışında
İranlıların, Benî Ümeyye hükümetine karşı gerçekleştirdiği herhangi bir kıyama
şahit olmuyoruz. İranlılar, Benî Ümeyye hükümeti dönemi boyunca İranlılar
-İranlılar olarak- hiçbir şekilde isyan etmiyorlar. Aksine Bâbek, Ustaz-sîs,
Afşin, Maziyâr, Mukni' vs. gibi İranlıların gerçekleştirdiği kıyamlar hep Benî
Abbâs döneminde olmuştur. Eğer milliyet meselesi söz konusu olsaydı, tersi
olması gerekirdi. Eğer toplumsal ve düşünsel sebepler, adalete susamışlık, bir
hakikate duyulan ihtiyaç gibi meseleler değil de sadece milliyet meselesi söz
konusu olsaydı İranlının, Benî Ümeyye döneminde Benî Ümeyye yönetimine karşı
savaşması, Benî Abbâs döneminde ise yerinde oturması gerekirdi. Oysa
İranlıların Benî Ümeyye döneminde tahkir edilmelerine rağmen sakin kalırlarken
Benî Abbâs döneminde yüceltilmelerine rağmen isyan etmektedirler. İranlıların
-yüzde yüz şekilde İranlıların- hilafete karşı kıyamlarının tümü Benî Abbâs
dönemindedir. Bu, İranlıyı susturan şeyin de, İranlıyı âsi kılan şeyin de,
İranlının eline silah veren şeyin de onun hakikate susamışlığından
kaynaklandığını göstermiyor mu? İranlı, Ebu Müslîm ile birlikte milliyetini
yaraladığı için ya da dinini ve kültürünü yok ettiği için Benî Ümeyye'ye karşı
savaşmıyor. Mesele şuydu: Benî Ümeyye İslam'a musallat olmuş ecnebilerdi. Ebu
Müslîm in ve ordusunun kıyam ederkenki şiarı ise "er-Rıza min âl-i Resul''
idi.
[Peygamber soyunun rızası] idi ki bu da millî bir şiar değil, yüzde yüz İslâmî
bir şiardır. Ebu Müslîm, -tarih açısından inancının doğru ya da yanlış olması
fark etmiyor- Horasanlıları Maveraunnehir'den harekete geçirdiği zaman,
Horasanlıları silaha sarılmaya ve fedakarlıkta bulunmaya ikna etmek için:
"Ey Horasanlılar, İran'ı ve milliyetinizi, Arap sultasından kurtarın, eski
bağımsızlığınıza ve eski dininize geri dönün'' gibi bir millî şiar yerine:
"Gelin, İslam adına yönetimde bulunan bu yalancı Benî Ümeyye hükümetini,
Müslüman olmayan bu hükümeti devirelim ve bizi yönetmek üzere hükümeti
Peygamber ailesine teslim edelim" demiştir. Benî Abbâs'ın henüz iş başında
bulunmadığı (sadece bir aile olduğu) bir zamanda, Caferi ve İsna Aşere Şiasının
(Alevî Şiasının) zayıf olduğu bir dönemde, yine Benî Umeyye'nin işbaşında
bulunuyor olmakla birlikte zayıf olduğu bir dönemde, İslam toplumunun yazgısını
tayin edecek güç, Horasanlıların eline geçmişti. Bununla birlikte Horasanlılar,
millî şiarları değil, yüzde yüz, İslâmî şiarları seçmişlerdi.
İşin ilginç tarafı şu: Horasan -Örneğin
Nîşâbûr- Osman zamanında feth olunmuştu. Hatta Maverâunnehir'in fethi, Benî
Umeyye'nin son dönemlerine kadar uzamıştı. Yani -şunu söylemek istiyorum- 125
ve 130 yılları arasındaki İslam'ın Horasan'a girişinden Ebu Müslim'in kıyamına
kadar olan süre, 40, 50, 60 yıldan fazla bir süre değildir. Horasanlı birçok
İranlı, Arapların gelip Horasan'ı ele geçirdiğini hâlâ hatırlamaktadır. Bir
nesil içerisinde tüm Horasanlıların kalbine böylesine nüfuz edebilen şey, nasıl
bir güce sahiptir ki 30. 40, 50 yıl sonra artık Arap'ın gücü ortadan kalkmış,
dün fâtih olanlar bugün yenilmiş, İslam'ı onlara sunan güç, zayıflamış: daha
önce yenilmiş olan Horasanlılar güç kazanmış olduğu halde. Horasanlılar, 30
yıl, 40 yıl, 50 yıl önce kendilerine gelen, -onların deyimiyle- kılıç ve cizye
zoruyla onlara dayatılan bu dini bir ta-
410
411
rafa
bırakmamış ve kendilerine kılıç ve cizye dayatanlar olmadığı halde, kılıç artık
kendi ellerinde bulunduğu halde "Hükümet,
Peygamberin ailesinin elinde
olmalıdır" diyebilmiştir.
Horasanlıların ve İranlıların, İslam ı
kabul edişleri, onların adalete olan
susamışlığından. İslam'dan önce İran'a egemen olan zulme, sınıfsal ayrımcılığa,
kast sistemine dayalı bir hükümet yerine âdil bir hükümet istiyor olmalarından
kaynaklanmıyor mu? Adaleti ve âdil bir hükümeti bünyesinde barındıran bir dine
ve düşünceye olan susamışlıklarından kaynaklanmıyor mu? Benî Ümeyye'ye de bu
yüzden savaştılar, kendi tanıdıkları İslamın -İran toplumunda adaleti, eşitliği
ve İslam kardeşliğini yerleştirir gördüğü için Müslüman olmuştur-Benî
Ümeyye'nin yönetimiyle uzaktan yakından alakasının olmadığını görür ve Benî
Ümeyye'yi ortadan kaldırdığında İslam'da bulduğu adaletin -kendisini İslam'a
yönelten adaletin-eşitliğin, eşitliğe dayalı sınıfsız toplumun -İslam'ın
öngördüğü şekilde- her türlü kişisel veya ailevî ayrımcılığın ortadan
kaldırılmasının Peygamber ailesinin eliyle gerçekleşeceğini düşünür. İranlı,
kılıç kendi elinde bulunduğu halde hükümeti Benî Abbâs'a verir. Fakat, Benî
Abbâs'ın da Benî Ümeyye'nin yolundan gittiğini görünce kıyam eder. Niçin?
Daha önce de belirttiğim gibi din
sosyolojisi, bir dinin, çeşitli felsefî, siyasî, ahlakî ve toplumsal şiarlara
sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat dinin belli bir toplumdaki ve belli
bir dönemdeki gelişimine dair olan sosyoloji, dinin gündeme getirdiği muhtelif
şiarların ve ilkelerin o toplumun ihtiyaçlarına bağlı olduğunu ve dinin, o
toplumun âcil ve hayatî ihtiyaçlarını giderdiği ölçüde gelişme kaydettiğini
söylemektedir. Örneğin İslam'da tevhit, nübüvvet, maad, adalet, imamet, hacc vb
gibi esaslar bulunmaktadır -bilimsel, toplumsal ve felsefî açılardan- İslam'ın
Afrika'daki zenciler arasında yayılma imkanı bulmasının en önemli sebebi. ırk
Eşitliğidir. Yani. ırk ayrım-
412
alığından
dolayı muzdarip olan. işkence gören siyah ırk. İslam'da ırk eşitliğinin
bulunduğunu görmekte ve İslam'a yönelmektedir. İslam'ın ırk eşitliği şiarı,
zencileri kendisine çeken en öncelikli şiardır.
İranlı. Sâsânîler döneminde sınıfsal
ayrımcılıktan muzda-ripti, zulümden muzdaripti. sınıfsal mahrumiyetlerden ve
sınırlamalardan muzdaripti. -İranlıların Sâsânîler döneminde ihtiyaç
duydukları- âdil yönetim, toplumsal adalet ve herkesin eşitliği şiarı, İslam'ın
diğer tüm şiarlarından çok daha fazla İranlıları İslam'a çekti. İranlı,
tevhidi, maadı yani genel anlamda İslam'ı kabul etmeden önce, kendisini İslam'a
çeken bu şiarla Müslüman oldu. Yani bir millet ve bir toplum, -muhtelif
esasları olan- bir mektebin öncelikle kendisinin en âcil ve en hayatî
ihtiyacını karşılayan şiarını kabul etmektedir. Sâsânîler dönemindeki bu
ayakkabıcının oğlu İranlı kitlelerin sembolüdür. Onun içinde kalan ukde nedir?
Sınıfsal mahrumiyetleri vardır. Bir ayakkabıcı çocuğu olduğu için sonsuza kadar
bu sınıfta ve bu kastta kalmalıdır, -bir deha bile olsa- daha yüksek bir sınıfa
girme hakkı yoktur. İşte İranlının ukdesi budur.
Enûşîrevân'a vatandaşın birinin evinin
duvarının arkasından, yasak olan bir yemeğin kokusunun geldiği rapor edilir. Bu
da ne demek oluyor? Yani şu demek oluyor: Bazı yemekler sadece Sâsânî sarayına
mahsustur. Büyük insanlar olsalar bile, başkalarının, evlerinde bu yemekleri
pişirmeye ve yemeğe hakları bulunmuyordu. Bu terbiyesiz adam evinde kazara
"ben de bu yemekten istiyorum" diyor ve evden yükselen bu yasak
yemeğin kokusunu duyanlar bu adam, yasak olan bu yemeği evinde kendisi için
pişirmiş diye rapor ediyorlar, o adam da sert bir şekilde uyarılıyor! İşte
İranlının ukdesi budur.
İslam in tarih sahnesine çıktığı dönemde,
Sâsânîlerde Karen ailesi kuşaklar boyunca komutanlık ve yöneticilik yapan en
büyük siyasî makama sahip ailedir. Yani sadece Bay Kâ-
ren'in
çocukları kuşaktan kuşağa komutanlık ve yöneticilik yapmalıdır. Mubedler -din
adamları- de aynı şekilde, Esvârân -şövalyeler- de aynı şekilde... Bunlar belli
ailelerin arka arkaya belli makamlarda bulunmasını ön gören bir sınıfsal yapıyı
oluştururlar. Bunlardan bazılarının Sâsânî sultanının karşısında oturma hakkı
vardır, bazısının oturma hakkı yoktur, sadece ayakta durabilir. Kimisi kılıç
ehlidir, kimisi kalem ehlidir, bunların tamamı da verasetle intikal eder.
Halkın içerisinden büyük bir kılıç ustası ve büyük bir kahraman çıksa bile
halktan biri olduğu için bunun, Karen ailesinden olan birinin yerine geçmesi
mümkün değildir, böyle bir şeye hakkı yoktur. Sâsâ-nîlerin son dönemde İslam
orduları karşısında niçin yenildiğini sanıyorsunuz? Adam mı yoktu? Hayır vardı.
İran'ın yok olmakla yüz yüze olduğu bir ortamda koskoca bir milletin
içerisinden bir kişi önderliğe seçilmek istenir de böyle bir kişi nasıl çıkmaz?
Fakat ille de tam Sâsânî ailesinden olması gereken kişi yoktur. Sanki ondan
başkası bu memleketi idare edeme-yecekmişçesine gidip tek özelliği Sâsânî
soyuna mensup olmak olan birini getirirler! O iki ay sonra esrarengiz bir
şekilde düşer ve ölür. Sonra doğumu da ölümü de uğursuzca olan bir başkasını
getirirler, o da öldükten sonra bir başkası gelir, altı ay idare eder, sonra
bir başkası gelir, bir hafta hükümette kalır, ondan sonra artık bulabilecekleri
kimse kalmamıştır. İran'ın Arap tehdidi altında bulunduğu bir ortam mevcuttur.
Huzistan'a giderler, Huzistanda Sâsânî ailesinden Azermi-duht adında bir
hanımın bulunduğu haberi gelir. Onu alıp getirir başa geçirirler, birkaç gün
sonra o da ortadan kalkar! İran'ın güçlü bir lidere ihtiyaç duyduğu bir
ortamda, böylesi bir adamdan niçin mahrum kalınmıştır? Çünkü bay Rüstem Ferahzad'ın,
bir başka subayın, ya da başka bir İranlı askerin, tahta çıkmaya liyakatli
olduğu halde böylesi özel bir makama geçmeye hakkı bulunmamaktadır. Bir asker,
Rüstem den daha iyi savaşıyor olsa bile askerlik mesleğinde yükselerek örne-414
ğin
Araplar karşısındaki İran ordusunun komutanı olmaya hak sahibi değildir.
İranlı bu durumu görmektedir. Arap elçi
Rüstem'in çadırına gelir, Rüstem, gendi kavmî adetleri gereğince, kılıcını
ortaya koyar ve Müslüman olan Arap elçiye görkemini, debdebesini, şaşaasını
göstermeye çalışır. Fakat dikkati pek yerinde olmadığından olsa gerek Müslüman
elçinin onun görkemiyle, debdebesiyle, şaşaasıyla pek ilgilenmediğini görür.
Kılıcı iki de bir öne çıkararak: "Bak nasıl mücevher işlemelerle dolu!
Bak, nasıl da sanatlı bir şekilde işlemişler! Bak nasıl da mücevherler
takmışlar! Bak şu kılıcın kınına, bu kın, milyonlarca tümen değerindedir!"
demek ister. Onun ise ya dikkati başka yerdedir, ya da bilerek bununla
ilgilenmemekte ve âdeta "ben senin ne yapmak istediğini anlamıyorum"
demek istemektedir. Nihayet bu da söz konusu edilir:
-Bu
kılıç senin mi? Kını da bu mu?
Kılıcını eski ve uyduruk bir şeyle beline
bağlamış olan elçi: "Evet" der.
-Şu
kılıca baksana, bunu gördün mü?
Bakar
ve "evet" der.
-Sen bir subaysın, böyle kın mı olur?
Kılıcın için nasıl bir kın taşıyorsun öyle?
Elçi: "Kılıç kınında değil savaş
meydanında belli olur" der, kalkar ve dışarı çıkar. Zeki bir adam olan
Rüstem: "Bizi yönetmekte olan mantık işte budur" diye sarsılır. Rüstem:
"Ben yıldızları toplarım, usturlabı137 tutarım, felek bize karşı
döner" diye inler. Peki neden? Çünkü, onlann söyleyecek sözü olduğunu
görmektedirler. Onların hepsinin eşit olduğunu görmektedirler, hepsi aynı
düşünce tarzına ve aynı inanca sahip ola-
137-
Gök cisimlerinin yüksekliklerini ölçmekte kullanılan araç. [çeviren]
rak
savaşırlar. Alt kim. üst kim belli değildir. Oysa bu tarafta rütbeden,
nişandan, gösterişten geçilmemektedir! Firdevsi. İslam ordusuna saldırarak
"çıplak ordu. çıplak ordu komutanı!" der. Oysa bu "çıplak
ordu" ve "çıplak ordu komutanı" "giyinik ordu'ya ve
"giyinik ordu komutanına" karşı zafer kazandı. Çıplak olduğu için
zafer kazandı!
Taberi naklediyor: (Bu çok hoştur!) İsfahan
savaşında üç bin Arap savaşçı, Arap komutanın liderliğinde İsfahan'daki
"Ci" kışlasına gelir. Burası Hemedan'dan sonraki en büyük askerî
birliktir ve İran'ın kalbini koruması
gerekmektedir. Araplar, İsfahan yakınlarına kadar gelirler Cî kışlasının komutanı
(Taberi "Padigan" [kışlajnın komutanın ismi olduğunu sanıyor!) oradan
çıkar. Atının yelesinden, kulaklarından, kuyruğundan, her bir tarafından
mücevherler saçılmaktadır. Cî kış-lasındaki askerlere güneş vurdukça silahlar
ve mücevherler parıldamaktadır. Diğer tarafta ise hiçbir şey yoktur! Sadece
gömlekleri ve yalın kılıçları vardır; yaya. atlı veya çıplak develerin üzerine
bulunmaktadırlar. Ama nasıl da savaşırlar? Arap komutan gelir ve der ki:
"Kendimizi ve bu zavallıları niçin öldürelim? İki kişi savaşalım kim
yenilirse yenildiğine dair anlaşmayı imzalasın, bu diğerine göre daha rahattır.
İsfahan kışlasının komutanı "hayır biz bunu yapmayız" demeye utanır.
Arap komutan: "Pekala önce ben mi vurayım yoksa sen mi vuracaksın"
der. İranlı komutan: "Göğüs göğse savaşta önce nesep açısından en soylu
olan vurmalıdır" der. Uzun uzun konuşurlar ve İsfahan birliğinin komutanı,
kendisinin nesep açısından daha soylu olduğunu kabul ettirir. Arap komutana:
"Sen neyin nesisin?" der. Arap komutan: "Ben hiçbir şey
değilim" diye cevap verir. Diğeri
ise sayıp dökmeye başlar. Adem'in oğlu Kabil'den bu zamana kadar soyunun hep
Karen ailesine dayandığını söyle*. Arap komutan: "İyi. pekala önce sen
vur" der. İranlı komutan, mızrağı sertçe vurur; ters
döner
atın eyerine çarpar, eyer eğilir ve İslam komutanı düşer. Fakat bir serçe gibi
tekrar atının üzerine atlar ve: "Şimdi sıra bende" der. Fakat İranlı
komutan: "Artık hayır, Cî kışlasına gidip oturalım ve müzakerelere
başlayalım" der! Giderler ve müzakerelere başlarlar. Müzakerenin sonucu
nedir? Askerlik tarihinin en utanç verici anlaşması imzalanmıştır. O Arap, bu
"efendi'ye şunları dayatmıştır:
-Biz Araplar sizin şehrinizi almak
istediğimizde atımız yoksa bize siz at vereceksiniz!
-Peki.
-Eğer
adamımız olmazsa bize adam da vereceksiniz.
-Tabii
ki, biz zaten bu iş için varız!
-Yaya bir Arap atlı bir İranlıyla
karşılaştığında at İranlının kendisine ait olsa bile İranlı inmeli ve Arap
binmelidir. Çünkü o, Arap'tır.
-Peki,
der (imza atar.)
Bu anlaşmadan daha da utanç verici olanı
şudur: Bir grup içerisinde eğer bir İranlının boynu daha yüksek olursa ya onun
boynu vurulacak ya da oradan gidecektir. Bunun gibi en kötü ve en aşağılayıcı
maddelerin altına imza atarlar.
Bunların baskısını omuzlarında hisseden bu
millet bu haberleri işitiyordu. O ukdeyi içinde taşıyan ayakkabıcı çocuğu,
adalete, eşitliğe ve âdil hükümete susamıştı, bunun için Müslüman oldu. Benî
Ümeyye yalan söyledi ve İslam adına onlara Arapçılığı dayattı. İranlılar kabul
etmedi. Benî Abbas, eşraf-lılığa dayalı hükümetleri İslam adına diriltti.
İranlı onların da Müslüman olmadığını anladı. İranlı, Müslüman kaldı. Ne tür
Müslüman? İlk anladığı anlamıyla ve kendisini İslam'a çeken cazibeyle Müslüman
oldu. İlk önce onda adaletin, eşitliğin ve hak ve adil hükümetin temininden
başka bir şey yoktu. Bu yüzden milliyetini bıraktı, dinini bıraktı,
geleneklerini bıraktı
416
417
ve
İslam'a yöneldi. Benî Ümeyye ve Benî Abbâs bu halka yalan söyledi ve şahsî,
ferdî ve ırkî hükümetini onlara dayattı. Onlar kabul etmediler. İranlı şimdi
bile Şiî olmamıştır. İranlı Müslüman kaldı. Peki bu ne demek? Yani o, adaleti
ve hak hükümeti İslam'da arıyordu, bu yüzden de İslam'a yöneldi. Ancak onların
hilafetinde bunu bulamadı ve görmedi. Hak için ve adaletin temini için yani
İslam için savaştı, işkence gördü, eziyet çekti ve Müslüman kaldı.
O. bu İslam'ı doğal olarak Ali'nin ve Ali
ailesinin çehresinde buldu. Zaten İslam da bundan başka bir şey değildi. O
sonra o Şiîliğe ulaştı ya da "Şiîliği ortaya çıkardı!" Aslında İran
halkının yöneldiği ilk İslam, Şiîlik adı taşımayan Şiîlik idi. Yani ondan hak
hükümetin ve adaletin yerleştirilmesini bekliyorlardı. Ancak İslam adı altında
hükmetmekte olanlann -gerek Benî Abbas, gerekse Benî Ümeyye- ne adaleti vardı
ne de hak hükümeti. Hak hükümet ve adalet için İslam'a inanan, ancak hak İslam'ı
ve âdil İslam'ı, ne Benî Ümeyye'de ne Benî Abbas'ta ne de onların etrafındaki
âlimlerde göremeyen İranlılar, kendiliklerinden Peygamber ailesinden veya
ashabından olan ve bu adaletin ve hakkın temsilcisi olan kişiye, kişilere ya da
şahıslara yönelmişlerdir.
İranlı diyor ki: "Ben. İslam bana
adaleti ve hak hükümeti getirsin diye İslam'a geldim ve İslam'ı kabul ettim;
ama onlar bunu getirmediler. Ben hakkı ve adaleti sadece İslam'ın bir parçası olarak
görmekle kalmıyorum, bunlar aynı zamanda benim İslam'ı kabul etmeme sebep olan
en önemli iki esastır." İran halkı başından beri bu iki esası, imameti
-yani gerçek İslâmî hükümet- ve adaleti -yani bireysel, toplumsal, evrensel ve
ilahî adaletin, eşitliğin ikrarı- İslam'ın bünyesinde ve İslam in adında
görüyordu. İslam'ı daha ilk baştan bu iki yönünden dolayı kabul etmişti. Daha
sonra İslam adına hükümet eden hiç kimsede bu iki esası bulamadı ve doğal
olarak hak-
/11Q
lu
adaleti ve gerçek İslâmî hükümeti savunmanın kurbanı olan Ali'ye, onun
evlatlarına ve dostlarına yöneldi; zulme, eş-raflılığa ve câhiliyeye dayalı
hükümetlerini İslam adına dayatmak isteyenlerin karşısına dikildi.
Şiîlik, İslam'ın içinde dışında kalmış olan
bir mezhep değildir. (Bunlar, benim Şiîliği tarif etmek istediğim son
cümlele-rimdir.) Şiîlik, İslam'ın başlangıcında, İslam onlara sunulduğu vakit
adaleti ve hak hükümeti bu dinin yerleştireceğini hisseden ve tanıyan mazlum
halkın eğilimidir. Onlar, gerçek hak önderliği olarak imameti ve eşitlik,
evrensel ve insanî toplumsal adalet anlamındaki adlî -ki bu Allah'ın
sıfatlarından biridir-İslam bünyesinde tanımıştırlar. "Adi, Allah'ın
sıfatlarından biridir" derken, bunun, tüm evrende, bu cümleden insan
toplumlarında tahakkuk etmesi gereken bir sıfat olduğunu söylüyoruz. Yani
adalet, sadece bir toplumda gerçekleşmesi gereken özel bir siyasî rejim
değildir. Şiî -yani Müslüman- adaletin, yaratılışın zatının bir parçası
olduğuna inanmaktadır. Zira Yaratılış Allah'ın varlığının bir yansımasıdır.
Allah'ın sıfatlarından -yani Allah'ın zatî özelliklerinden- biri de adidir.
Binaenaleyh, doğal toplum, adalet temeli üzerine yerleştirilen toplumdur.
İranlı, kendi hükümetinden muzdarip olduğu
için, adalet ve hak hükümet istediği için ve zulüm gördüğü için İslam'a
yöneldi. İslam'ı, ona iman ettiği ilk andan itibaren bazı esaslara dayalı
olarak tanıdı. Bunlardan biri "imamet yani gerçek ve hakiki hükümet,
diğeri ise "adalet" yani toplumsal eşitliğin sağlanması ve zulmün
ortadan kaldırılması idi. Sonraları bu iki esası, Benî Ümeyye'nin ve Benî
Abbâs'ın taraftarlığını yapan ve adle, hak hükümete -yani imamete- yabancı olan
mezheplerde bulamadı. Tevhidi buldu, nübüvveti buldu, meadı buldu;
Al
Q
ancak
kendisini İslam'a çeken adaleti ve doğru insanî önderliği, ne Benî Ümeyye'de ne
de Benî Abbâs'ta gördü. Doğal olarak bu iki esasa sahip olan İslam'ı. Ali'nin
ve Ali'nin evlatlarının ve dostlarının çehresinde gördü. Onları kendi
dönemlerinin halifeleri oları Benî Ümeyye ve Benî Abbâs halifeleri ile karşılaştırdı.
Onlar, ne Şia imamları oldukları için, ne Ali'nin evlatları oldukları için ve
ne de Ali, Peygamber'in damadı olduğu için, Ali'ye ve evlatlarına yönelmişti.
Tanıdıkları İslam'ı, (kendilerini138 İslam'a çeken şiarları) -bunlar gerçek
insanî önderlik ve adaletin gerçekleştirilmesidir- bu insanların çehresinde
gördü ve bu yüzden Ali'ye ve Ali'nin evlatlarına yöneldi. Şiîliğe, belli bir
mezhep olduğu için yönelmiş değildi. İranlı, o ilk İslam'ı ve hakkı, onlarda,
onların hayatlarında, onların siyasî konumlarında, onların ailelerinde ve
onların on iki nesil boyunca yaşadıkları ıstıraplarda ve işkencelerde buldu.
"İranlı Şiî oldu" sözü o anlamda
doğru değildir. İranlı adalet için, adil ve hak hükümete sahip olmak için
Müslüman oldu ve bu iki esası sadece Ali'nin hayatında gördü. Ali'nin ölümünden
sonraki hayatıyla daha verimli bir şekilde insanların gönlünde yaşamaya devam
ettiğini söylerken, şunu kastediyoruz: İran toplumu, adalet isteyen herkes, hak
hükümetin ve adaletin temini için İslam'a yönelen tüm insanlar, daha adımlarını
atar atmaz İslam'da aradıkları bu iki esası, somut olarak Ali'nin hükümet
sisteminde ve Ali'nin evlatlarının hayatında görüyordu. Binaenaleyh İranlılar,
Ali'nin evlatlarından birinin Yezdgerd'in kızının kocası olmasından ya da Şia
imamlarının onların evlatları olmasından dolayı Şiî olmuş değildirler.
İranlılar, birkaç İslâmî fırkayla aynı esasa inanmakla birlikte, şart-
138-
Burada bant kısa bir müddet silinmiştir. Bu kısımda geçen kelimeler tahminî
olarak yerleştirilmiştir. (Eseri Farsça olarak yayımlayan yayın evi)
420
lardan
ve maslahattan dolayı onlara -adi ve imamet adlı- iki esas daha ekleyerek Şiî
olmamıştır. Ali'nin. Peygamber'in damadı olmasından dolayı da Şiî olmuş
değildirler. Ali ve Ali'nin ailesi, iki esas olan adalet ve imameti, İslam'ın
en öncelikli iki ilkesi gördüğü için, zulüm gören ve adalet isteyen bu millet,
-bu iki esası kendisinin kurtarıcısı olarak görmüş ve İslam'a yönelmiştir- bu
iki esası, Ali'nin hayatında, Ali'nin dostlarının hayatında, ya zehirlenen ya da
katledilen bu büyük insanların hayatında gördüğü için onlara yönelmiştir.
Müslüman olmak ve Müslüman kalmak için Ali'ye yöneldiler. İslam'ın bir parçası
olarak gördükleri bu imamet ve adalet esasını, diğer fırkalarda ve diğer Arap
hükümetlerinde bulamadılar. Ali'nin hükümetini ve Ali'nin dostlarını tanıdılar
ve onlarda buldular. Ali'ye inandılar, Ali'yi sevmeye inandılar, Ali ve Şiîlik,
İslam'ın bu şekilde anlaşılmasıdır. Bizim toplumumuz, yıllarca Benî Ümeyye'nin
işkenceleri altında acı çekti, asırlarca Benî Ab-bâs'ın, Moğolların,
İlhanlıların, Emir Timurleng'in ve Atabeklerin zulümleri altında ezildi. Zulüm
ve baskı arttıkça, bu halkın Ali'ye olan temayülü ve İslam'daki adalet ve
imamet ilkesine olan aşkı daha da artıyordu. Nitekim İslam tarihi boyunca Şiîlik
ve Ali sevgisi, halkın Benî Ümeyye, Benî Abbâs, Moğollar ve Timurlular gibi
yönetimlere karşı isyanlarına her zaman kaynaklık teşkil etmiştir. Şiîlik ve
Ali sevgisi, her zaman adalet peşindeki hareketlere ilham vermiştir. İlk defa
Moğol-ları kovanlar Sebzevar'daki Serbedârân Şiîleriydi. Emir Timur zamanında
Timurlular yönetimine karşı en büyük hareketleri başlatanlar yine Şiîlerdi.
Zulmü kabul etmeyen, bu uğurda kurbanlar veren ve Benî Abbas'ı Rasulullah'ın
halifesi olarak kabul etmeyen Şiîler, zalim Benî Abbas yönetimine karşı çıktı.
İslam tarihi boyunca Allah'ın halifesi adı altında insanlara hükmetmek isteyen
Benî Ümeyye ve Benî Abbâs hanedanını ve onların destekçilerini rezil etmiş
olanlar yine Şiîlerdi. Onlann isimleri zalime çıkmıştı. Şiî olmasalar bile
temiz insanlar
421
onlarla
işbirliği yapmaktan kaçındılar.
Şimdi zikredeceğim rivayete dikkat ediniz.
Bu rivayette adalet isteyen İslam olarak, imamın önderliğinde toplumsal adaleti
gerçekleştirme taraftan olan Şiîlerin nasıl bir etki bıraktığını, halk arasında
ve âlimler arasında nasıl bir direniş yarattığını göreceksiniz. Bu direniş 800
yıl, 900 yıl boyunca var ola geldi. İmam Ahmed bin Hanbel'i tanıyorsunuz.
Hanbelî fırkasının önderidir. İmam Ahmed bin Hanbel'in Salih isimli bir oğlu
vardır.
Tarihte, Benî Abbâs yönetiminin yargıda ve
yönetimde birçok kişiye makam vermek istediği, ama bu kişilerin bundan kaçtığı
çokça rastlanan bir durumdur. Hatta Ebu Mûtî'nin evini başına yıkmış ve Belh
yargıçlığı görevini kabul etmeye zorlamışlardı. Ebu Mûtî, bunu kabul etmemek
için gece yarısı kaçmıştı. Bazıları, kendilerine önemli görevler vermesinler
diye kendilerini deliliğe vuruyorlardı. Salih bin Ahmed bin Hanbel'in hikayesi,
Tezkiretu'l- Evliya'da geçmektedir. O, gecelerini ibadetle gündüzlerini de oruçla
geçiren biriydi. Son derece zahid bir kişi olarak tanınırdı. İmam Ahmed bin
Hanbel'in oğlu olan Salih, İsfahan'da bir yıl kadılık yapmıştı. (Sadece bir yıl
için İsfahan'daki kadılık görevini kabul etmişti.) Bu bir yıl içerisinde evine
kapı konmaması talimatını vermişti. (Gece yattığı evin kapısı bulunmuyordu.)
Böylece ona işi düşecek olan kimseler gece de gelmiş olsalar kapıyı kapalı
görmeyeceklerdi. Salih bir yıl kadılık yaptı, daha sonra ayrıldı.
İmam Ahmed bin Hanbel'in evinde ekmek
pişiriyorlardı, bir ekmek getirdiler. Ahmed bin Hanbel: "Bu ekmek de neyin
nesi" dedi. "Hamurun mayasını oğlun Salih'in evinden getirdik"
dediler. Ahmed bin Hanbel: "Salih bir yıl Isfahanda hâkimlik yapmamış
mıydı?" dedi. "Evet." Dediler. Bunun üzerine o: "Bu ekmeği bırakın
hiçbiriniz de bundan yemeyin. Eğer bir dilenci gelirse ona verin ve dilenciye
ekmeğin maya-
sının
İsfahan'da bir yıl kadılık yapan Salih bin Ahmet'in evinden alındığını
söyleyin" dedi. Bu ekmekler, kırk gün boyunca Ahmet bin Hanbel'in evinde
kalıyor. Tek bir dilenci bile eve uğramıyor. (Ahmed Bin Hanbel'in evindeki
ekmeği yemek üzere bir tek dilenci bile gelmiyor. Çünkü hamurunun mayası
İsfahan'da bir yıl kadılık yapmak suçunu işlemiş olan Salih'in evinden
getirilmiştir.)
Bir müddet sonra İmam: "Ekmekleri ne
yaptınız?" diyor. "Çürüyüp koktukları için onları Dicle nehrine
attık" diyorlar. (Çünkü dilenciler de dahil olmak üzere hiç kimse bu
ekmeklerden yemeye yanaşmamıştır). Bunun üzerine İmam Hanbel ömrünün sonuna dek
Dicle nehrinden asla balık yemiyor. Buna bakanlar, bunun zühd ve takvayla ile
ilgili bir şey olduğunu düşünüyor.
Peki bu ne demek oluyor? Eğer bunlar
Resulullah'ın halifeleri ise onlarla işbirliği yapmak niçin günah sayılsın?
Resulullah'ın halifesini kim rezil eder? Tarih ve halk, onların yalancı
olduğunu söylemektedir. Şia, temelini "ümmet-imamet'' ve "adi"
esasları üzerine kurmuş olan İslam'ın takipçisidir. Ali'nin peşinden
gitmektedir; çünkü Ali Müslüman'dır ve İslam'ı, İslam'daki
"ümmet-imamet" ve "adi" temeli üzerine oturtmak istemektedir.
Yoksa üç İslâmî esasa "ümmet-imamet" ve "adi" adlı iki esas
daha eklemek değildir. İmamet ve adalet zaten iki temel ilkedir.
Abdurrahman Bedevî Şiîliği överek şöyle
diyor: "Bütün gözler Şiîliğin siyasî boyutuna yönelmiştir. Manevî
derinliği, fikrî olgunluğu, zarafeti ve Şia düşünce tarzının çok boyutluluğu.
Şiîliğin daha derin ve daha parlak boyutudur. Şia hareketi İslam'ın manevî
hareketidir. İslam düşüncesine derinlik ve hareketlilik kazandırmıştır.
İslam'ın maneviyatını Şia'ya borçluyuz. Buna dikkat edilmedi. Müslümanlar, Şia
hareketinin yalnızca siyasi boyutu olduğunu sandılar. Halbuki Şia'nın siya-
422
423
sî
yönü, onun manevî ve kültürel yönüne kıyasla daha küçüktür." Halbuki Şiaya
özgü siyasî yön. Abdurrahman Bedevi'nin basit gördüğü gibi asla değildir. Bunu
basit görenler, Şianın siyasî yönünden maksadın, hilafet meselesi üzerine
yapılan Şiîlik, Sünnîlik savaşından ibaret olduğunu sanıyorlar. Yani onlara
göre bütün mesele şundan ibaretti: Peygamber'den sonra hilafet konusunda 'Ali
mi haklıydı yoksa Ebubekir mi?", Bu mu olmalıydı o mu? Mesele iki kişi
arasındaki ihtilaftır ve bu da artık olup bitmiş bir meseledir. Halbuki Ali'den
bahsederken İslâmî açısından toplumu idare etmenin felsefesini ve İslam'ın
siyasî yönünü anlamaya çalışıyoruz. Toplumun nasıl idare edilmesi gerektiği ile
ilgili olarak İslam'ın ne dediğini anlamaya çalışıyoruz. Biz Ali'nin
ihtilafıyla, hilafet ve imamet meselesiyle Peygamberin yerine iki kişiden
hangisinin geçeceğini tartışmıyoruz. Böyle bir şey söz konusu ediliyorsa bile,
bunun amacı salt bu meseleyi konuşuyor olmak değildir. Bundan maksat, bu yolla
adalet ve imametin -yani İslâmî hükümetin- toplumda nasıl
yerleştirilebileceğinin tespitidir.
Binaenaleyh gerçek İslâmî yönetim olarak
imamet ve İslam'ın en temel ilkelerinden biri olarak da adalet, zulüm gören
halkları kendisine çekmiştir. Şiîlik, bundan başka bir şey değildir. İranlılar,
ilk defa İslam'a niçin eğilim gösterdilerse, Ali'ye ve Ali ailesine de o yüzden
eğilim gösterdiler. İslam'a yöneldikleri için Ali'nin takipçisi oldular. Yoksa
İslam'da ve Müslümanlar arasında Şiîlik adında bir fırka ortaya çıkarmadılar.
Bütün bunlar, İslam'ın hakikatine ulaşabilmek için gösterilen çabalardı.
Abdurrahman Bedevî'nin -Şia'nın siyasî yönü,
onun en zayıf yönüdür tarzında-söylediklerinin aksine, bu, diğer mezhepler
karşısında İslam'ın en somut yanını oluşturmaktadır. Aksi taktirde İslam,
Fransızların deyimiyle "Lettres mortes" harfleri ölmüştür, beyaz kağıt
lifleri üzerinde yoktur. İslam bir ide-424
oloji
olarak, bir düşünce tarzı ve bir anayasadır, (öğüt ve nasihatler manzumesi
değildir). Bu düşünce tarzına dayalı olarak adalet ilkesini gerçekleştirmek
için. ileri bir insan toplumu kurmak için, siyasî ve toplumsal sorumluluğu olan
bir önderliğe sahiptir. Şianın "imamet'' olarak ortaya koyduğu bu
toplumsal önderlik, Şiayı diğer fırkalardan ayıran en belirgin yön değil,
İslam'ı diğer dinlerden ayıran en belirgin yöndür.
Binaenaleyh, son cümle olarak şunu arz etmek
istiyorum: Şiîlik, İslam'ın esasları arasından iki esasın, adalet ve imametin,
İslam'ın temel esaslarından olduğuna inanmaktan ibarettir. Halkın, özellikle
İranlıların Şiîliğe ve Ali'ye olan temayülünün sebebi, milliyetlerini korumak
ya da İslam karşısında bir fırka oluşturmak değildir. İranlı, İslam'ın
kendisine niçin yö-nelmişse Şiîliğe de o sebepten yönelmiştir. Yani İranlı
İslam'ı, adalet ve hak temelinde toplumsal önderlik istediği için kabul etti.
-Çünkü mazlumdu ve adalete susamıştı.- Bu iki esası Ali'den, Ali'nin
yönetiminden ve Ali'nin dostlarından başka bir yerde göremedi. Nesiller boyunca
Benî Ümeyye, Benî Ab-bas, Moğollar, Timurlar ve İlhanlılar hükümetlerinde zulüm
arttıkça Ali sevgisinin kalplerde daha da alevlendiğine, zulüm korkunç boyutlara
ulaştıkça Ali'nin simasının düşüncelerde daha fazla tecelli ettiğine İran
tarihi şahittir. Zira çağrışım ilkeleri gereğince (zıtlıklar çağrışım
ilkelerinden biridir) zulüm acı-masızlaştıkça, adaletin timsali de daha fazla
tecelli etmektedir. Bu yüzden İlhanlılar döneminde Aliallahî'lerin139 ortaya
çıktığını görüyoruz. Nispî olan bir şeyin zıddı karşısında mutlaka dönüşmesi
bir mantık kuralıdır. Peygamber'in sahabelerinden ve İslam'ın imamlarından biri
olan Ali, İslâmî adaletin ve gerçek İslâmî yönetimin timsali olarak tecelli
etmektedir. Adalet ve hakikat için İslam'a yönelen; ancak kendisini mutlak
139-
Aliallahîlik, Hz. Ali'ye ilahlık isnat eden bir aşırı Şiî mezheptir. [Çeviren]'
425
zulmün
içerisinde gören halkın nazannda daha fazla tecelli ediyor. Zulüm arttıkça,
acımasızlastıkça Ali'nin büyüklüğü de daha fazla artıyor. Bu mazlum halkın
nazarında zulüm Ehrimen140 suretinde ortaya çıktığı için. Ali de Allah şeklinde
tezahür ediyor. İlhanlılar ve Moğollar döneminde "hak peşinde olanlar
"in ya da Aliallahîlerin. çektikleri zulümden dolayı tükenmiş ve adalete
susamış kişiler olduğunu görüyoruz. Ali onların gözünde bir ilah, bir tanrı,
bir Ahuramazda141, bir adalet ve hak hükümet tanrısı olarak canlanmaktadır. Bu
susa-mışlık, bu hayal ve bu arzu, onları İslam'a çekti, ancak İslâmî hükümet de
onları zulme uğrattı. Ama susadıkları, ihtiyaç duydukları, -onları İslam'a
çeken- adalet ve imametti. Onların İslâmî hükümette bulamadıkları şeyler, her
geçen gün Ali'nin ve Ali'nin ailesinin çehresinde daha fazla tecelli etti.
***
Buradaki üç gecelik programımda
"Ali'nin yalnızlığı":, "Ali'nin rolü" benim seçtiğim
tabirle "Ali'nin ölümünden sonraki hayatı" ve "Yenilgideki
zafer" konusunu ele almayı kararlaştırmıştım. Ali her zaman için büyük
derstir.
Ancak "Ali'nin Ölümünden Sonraki
Hayatı" başlığından maksadım, Şiîlik, Şiîliğin İslam ve İran tarihindeki
etkisi, Şiîliğin gerçek ve doğru anlamı ve avamın bu dinin esaslarını algılayış
biçiminin eleştirisi idi. Bu gece ele alacağım konu önceki iki gece ele aldığım
konuların devamı olmakla birlikte başlı başına müstakil bir konudur.
Önceki gecelerde Şiîliğin, ne İslam
karşısında yer alan ve ne de İslam'ı tamamlayan bir mezhep anlamına gelmediğini
140-
Ehrimen. Zerdüştlükte şeytana tekabül eden mutlak kötülüktür. [Çeviren]
141-
Ahuramazda, Zerdüştlükte Allah'a tekabül eden mutlak iyiliktir. [Çeviren]
426
söyledim.
Şiîlik.- bir çeşit İslâmî algılayış biçimidir, İslam hakikati üzerine bir çeşit
anlama biçimidir. Bu mezhebin esasları -olan adalet ve imamet- ne İslam'a eklenmiş
olan esaslar değildir, İslam'ın muhtelif toplumlarda örneğin İran'da
yayılmasının sebebi olan iki temel esasıdır.
Bugün "adalet" esasına "Allah
âdildir, zâlim değildir" şeklinde anlam veriyor ve geçiyoruz. Oysa
"adalet", Allah'ın sıfatlarından biri olduğu için aynı zamanda
yaratılışın da esaslarından biridir İslam'ın adalet temeli üzerine oturan
kendine özgü bir dünya görüşü vardır.
Adaletin Allah'ın sıfatlarından biri
olduğunu söylerken, adaletin varlığın ve insan hayatının temel ilkelerinden
biri olduğunu ifade ediyoruz. Binaenaleyh adaletin bizim toplumumuzun da temel
ilkelerinden biri olması gerekmektedir.
Eğer Şia'nın söylediği ve İslam'da söz
konusu olan adaleti doğru anlarsak ve bunun Allah'ın sıfatlarından biri olduğuna
inanırsak, onun tecellisini tüm kainatta ve bu cümleden insan toplumlarında
mutlaka görmeliyiz. Ama eğer adaleti sadece felsefî, kelâmî ve metafizik
bahislerde ararsak o zaman da bugün hepimizi meşgul eden içinden çıkılmaz
anlamı buluruz.
Adalet, Allah'ın zatî sıfatlarından biridir.
Yani yaratılışın esaslarından biridir ve tüm geçmişte ve gelecekte bizim
toplumsal dünya görüşümüzün özelliklerinden birini oluşturmaktadır.
Binaenaleyh, Şia'nın İslam'da inandığı adalet,
sadece ve sadece kelamcıların ilgilendiği Allah'ın sıfatları hakkındaki,
metafizik, felsefî, ve irfânî bahislerle sınırlı değildir. Tersine tıpkı
İslam'da öngörülen tüm esaslar gibi Allah'tan başlamak-
427
ta
ve tecelli ve hakimiyet alanı tüm yaratılışı bu cümleden insan toplumunu
kapsamaktadır.
O halde adaletten bahsederken, adaleti
İslam'ın esaslarından biri olarak ortaya koyup, buna inananların da Şiî
olduğunu söylerken, bu anlamı kastediyoruz, yoksa onun biiinen yaygın anlamını
kastetmiyoruz.
Şia mukaddes ve yüce bir esas olarak gördüğü
adaletin, doğal olarak toplumda ve beşerî hayatta tahakkuk etmesi gerektiğine
inanmaktadır. Binaenaleyh Allah'ın adaletine inanmak, her yerde ve her zamanda
adalete inanmaktır, yani sadece felsefede değil, sosyolojide de
"adaletçilikken bahsediyoruz.
"Ümmet ve imamet'' konusunda da dediğim
gibi "imamet", sadece on iki imamın mukaddes olduğuna dair zihinsel
bir inanç beslemek anlamında değildir. İslam, hedeflerini gerçekleştirmek, din
kurallarıyla insanı tekamüle ulaştırmak ve toplumda adaleti gerçekleştirmek
için toplumsal sorumluluklara sahip bir öğretidir. Bu açıdan ona bir düşünce,
toplum ve devrim önderi gereklidir.
İmamet ve adalet sadece İslam'ın bir parçası
değildir, bunlar, aynı zamanda İslam'ı diğer dinlerden ayıran esaslardır. İslam
dininin yedinci, sekizinci ve dokuzuncu asır toplumlarına hızla nüfuz etmesini
sağlayan da yine bu iki esastır. -Bu cümleden İranlılar--İslâmî
"adalet" ve "imamet" sebebiyle, İslam'a yönelmişlerdir.
İslam'daki "imamet'' ve "adalet''
esaslarından dolayı İranlılar hızla İslam'a inanmıştırlar. Zira
"tevhit", "nübüvvet" ve "mead" tüm hak dinlerin
esasları arasında yer almaktadır.
Ama
"adalet" ve "imamet" İslam'ın ortaya koyduğu esaslardır ve
İslam peygamberinin kendine has risaletinin bünyesinde yer almaktadır.
Dinlerden bahsederken, bir Müslüman olarak,
son dinin İslam olduğuna inanan, bunun temelini İbrahim Halil'in attığına
inanan, bu dinin İbrahim'den Muhammed'e kadar tüm nebilerine inanan biri olarak
konuşuyorum ve diğer dinler hakkında sizlerle aynı görüşteyim. Ama bir tarihçi
olarak dinleri tahlil ettiğim zaman artık onlann hak ya da bâtıl oluşlarıyla
ilgilenmiyorum.
Tarihçi ve sosyolog tarihte din olarak
tanınmış dinleri inceler. Yazılı bir şey getiren, belli bir din ya da mezheple
tarihte etki bırakan, halkın belli bir kısmının kendisine inanmasıy-la belli
bir kültür ve medeniyet kuran kimselerle ilgilenir. Tarihçinin ya da sosyologun
gözünde tüm bunlar dindir, onları getirenlerse peygamber ve nebidir. Bunların
hak ve batıl oluşları "din-bilimi"nin alanına girmektedir.
Burada bir sosyolog olarak sadece bu
dinlerin ve bu dinlerin peygamberlerinin tarih ve insan üzerindeki etkilerini
inceleyeceğiz, bu kadarla yetineceğiz.
Bir sosyolog olarak dinler tarihi üzerine
yaptığım araştırmada çok ilginç bir noktaya rastladım. Bu sosyoloji ve tarih
açılarından son derece şaşırtıcıydı. Bu sosyolojinin ve tarihin eşine çok az
rastlanan, istisnası olmayan, olsa bile çok az olan hususlardan biridir.
Doğunun ve batının tüm dinlerini, bu dinleri getirenleri ve İnsanlık tarihi
boyunca gelmiş olan ahlâkî ve manevî öğretilerin tüm kurucularını kağıt
üzerinde topladığımızda ve onların toplumsal sınıflarla ve kendi sınıfları ile
olan
428
429
ilişkilerini
incelediğimizde son derece önemli sonuçlara ulaşırız. Ahlâkî ve dinî
öğretilerin kuruculardan bazıları, toplumda nüfuz sahibi sınıflara, bazıları
ise açlık ve sıkıntı çeken mahrum sınıfa mensuptur.
Tüm beşerî toplumlar, yapılacak genel bir
sınıflandırmada tarih boyunca şu iki sınıfa142 ayrılmıştır:
Hâkim, müreffeh üst sınıf, toplumda maddî
nüfuza, dolayısıyla da manevî nüfuza sahiptir. Diğer sınıfın ise hiçbir şeyi
yoktur, çalışır, sıkıntı çeker. Bir bilim adamının deyimiyle bir yiyen ve
çalışmayan bir de çalışan ve yiyemeyen sınıf vardır.
Peygamberler ve dinler de bu iki esasa göre
taksim etmek mümkündür:
Bir. ilk sınıfa mensup olan peygamberler ve dinler,
bir de ikinci sınıfa mensup olan peygamberler ve dinler vardır. Sıkıntı çeken
ve mahrum sınıfa mensup peygamberlere baktığımızda istisnasız olarak bunların
tamamının işçi olduklarını, çoğunlukla da zanaatkarlık ve çobanlık yaptıklarını
görüyoruz. Toplumun üst sınıfına mensup peygamberler ise -Tüm Çin, Hint ve İran
peygamberleri, dünyadaki üç büyük ülkenin peygamberleri- eşrafa, ruhanîliğe ve
saraya mensuptur yani, toplumun müreffeh kesimindendirler.
Sire-i İbn Hişam'da Peygamber'den şöyle
naklediliyor: "Koyun gütmemiş hiçbir peygamber yoktur." Şüphesiz O,
bununla kendi inandığı peygamberleri kastediyordu. Bunlar İbrahim soyundan
gelen, tümü çobanlık yapan ve toplumun en mahrum sınıfında yer alan
peygamberlerdir.
Doğu
peygamberlerinin yani Çin, Hint ve İran peygam-
142-
Sınıf, muhtelif anlamlarda kullanılmaktadır: Kullanılan anlamlara göre
kimilerinin toplumu iki sınıfa, kimilerinin yedi, sekiz sınıfa ayırması
mümkündür. Fakat her halükarda toplumsal sınıf anlamında kullanılmaktadır.
Burada ben genel anlamıyla kullanıyorum.
A
on
herlerinin
tümünün üst sınıflara. İbrahimî peygamberlerin tümünün de mahrum sınıflara
mensup olduğu gerçeği bir sosyolog ve bir tarihçi için son derece düşündürücü
ve incelenmeğe değerdir. Bu durum, bu dinlerin aslî yönünü tanımada ona büyük
oranda yardımcı olacaktır.
Örneğin Konfüçyüs, soylu bir Çinli aileye
mensuptur. Babası Çin padişahlarından birinin hazinedarıdır. Kendisi önce
defterdardı, sonra eşraf muallimi sonra da "Lu" diyarının
vezirlerinden biri oldu. Hindistan'daki tüm peygamberler, hatta Hindu azizler,
"Ksatriyas (savaşçılar)'' sıngındandırlar. Bu sınıf şehzadelerin ve
mihracelerin sınıfıdır. Buda da "Sakya" kavminin şehzadesidir.
Mehavira, Ksatriyas (savaşçılar) sınıfından bir şehzadedir. İran'daki
Zerdüşt'ün babası büyük Muğ'dur. Yani toplumun en üst sınıflarından birine
mensuptur ve "Mit-raizm" ya da "Mehrperestî" dininin büyük
ruhanilerinden biridir. Annesi ise prensestir. Mani ise hem anne tarafından hem
de baba tarafından Eşkânî şehzadelerindendir. Eşkânîle-rin saltanatı döneminde
doğduğu için Mani, Eşkânî sarayında doğmuş ve sarayda yetişmiştir. Ortaya
koyduğu inançlarla büyük mülkiyetlere ve servetlere karşı çıkmasına rağmen
Maz-dek bile öylesine eşraflılığa dayalı bir anlayışa sahiptir ki, gökyüzünün katlarını
Sâsânîlerin idarî derecelerini taklit ederek açıklamaktadır. Birçok
şarkiyatçının, bu cümleden 'Edu/ard Brawn"ın ifadesine göre kendisi de
"Mehadaryâ" eşrafından-dır.
Bu peygamberlerin bi set tarzı da tamamen
ortadadır. Onların istisnasız tamamı, dinî risaletlerini ilan etmek ve halkla
konuşmak yerine bir padişahın sarayına gitmişlerdir.
Konfiçyus. "Lu" diyarının
padişahının sarayına gitmiştir. Azerbaycan'da peygamberliğini ilan eden
Zerdüşt, bir anda Belh'e gidip Geştâsib'in sarayına intisap ediyor ve ölünceye
kadar da orada kalıyor. Manî, Şâpûr'un taç takma hutbesini
okuyor
ve "ben Şâpûr'un hizmetinde Hindistan'a. Serandib'e vs. gittim'' diyor.
Manî nin eşrafçı görüşü, onun düşüncelerinde açıkça hissedilmektedir. O şöyle
demektedir: "Dünya iki yaratılış temelinden oluşmaktadır. Bunlardan birisi
nur, diğeri de zulmettir"" O, tüm eşyayı, dünyadaki tüm olayları iki
yaratılış temelinden ibaret kabul etmekte ve şöyle demektedir: "Yenen,
aydınlığın yaratılış temeline, yenilen ise karanlığın yaratılış temeline
mensuptur." Ona göre zayıf olmak ve yenilmek nefret verici bir şeydir ve
günahtır. Yenen ise nurdur.
Batıda ise genellikle ahlâk filozofları
(halk üzerinde etkisi olmasa da) kendi toplumlarında peygamberlik rolünü ifa
etmişlerdir. Örneğin, Sokrat, Eflatun, Aristo, Epikür, Revakiyun [stoacılar] ve
Roma'da Solondan oluşan ve Hukema-yı Seb*a diye bilinen filozofların tümü,
aristokratlara bağlıdır. Demokrasinin düşmanıdırlar, halkı aşağılarlar, seçkin
soyluları, kahramanları ve tanrıları överler.
Ancak sonuncuları İslam peygamberi olan
İbrahimî peygamberler, İslam peygamberinin dediği ve tarihin de bu sözü teyit
ettiği gibi çobanlık yapmışlardır. Yani onlar toplumun en mahrum sınıfına
mensupturlar. Onların biset tarzları da ilk sınıfta yer alan peygamberlerin tam
tersi istikamettedir.
İlk sınıfta yer alanlar, peygamber olunca
büyük güç sahiplerine bağlanmışlardır; bunlar ise, peygamberlikle
görevlendirildiklerinde dönemin mevcut güçlerinin karşısına dikilmişlerdir.
İbrahim peygamberlikle görevlendirilince
eline baltayı alıp putlara saldırmıştır.
Önceleri bir esir ve Benî İsrail denen
azınlığına mensup olan ve çobanlık yapan Musa, peygamber olunca elindeki çoban
asasını, Firavun'un ceberrut gücünün kafasına indiriyor ve âsî bir devrimci
olarak kıyam ediyor.
Ve İslam peygamberi, peygamberlikle
görevlendirilince tarihin belirttiği üzere köleleri, yabancıları Kur'an'ın
Kureyş
soylularının
dilinden naklettiği ifadeyle "erâzilu'n- nâs" yani elinde avucunda
hiçbir şeyi olmayanları, mahrum sınıfa mensup olanları, yani sıkıntı çeken,
çalışan ve yemeyen insanları etrafına topluyor. İslam peygamberinin tüm
savaşları da Taif-li bağ bahçe sahiplerine, Sakif'in köle sahiplerine ve
Kureyş'in tacirlerine, servet sahiplerine ve efendilerine karşı yapılmıştı.
Mekkeli Kureyşliler, ciğer parelerini yani
nam sahibi soylu-larılarını Bedir'de savaşa göndermişlerdi. Peygamber,
dostlarına: "Mekke'nin ciğer paresine vurun; onların peşlerinden
sürüklenen zavallıları görmezden gelinv dedi. Müslümanlar, vurmak için bu
eşraftan olanların peşine düştüler; çünkü savaş ve mücadele bu ikisi
arasındaydı.
İbrahimî peygamberlerin kitapları onların
kimlerin elinden acı çektiğini ve onlann karşısında kimlerin durduğunu
göstermektedir:
Bel'am-ı Baura, aşağılık din adamının.
Firavun, toplumsal ve siyasî iktidarın sahibinin ve Karun ise sermayedarlığın
sembolüdür.
Kur'an, bu üç sembolden "mütrefîn"
ve "mele'' olarak bahsedilmektedir.
"Mütref'in sözlük anlamı gücünden ve
parasından dolayı kendini müstağni gören ve hiçbir sorumluluk duymayan kişi
demektir. Mele ise güç ve iktidar sahibi anlamına gelmektedir.
İbrahimî peygamberlerin mücadelelerinin
karşısında daima mütrefîn ve mele bulunmaktaydı ve Karun. Bel'am-ı Baura ve
Firavun bunların sembolüydü. İslam'a kadar süren bu mücadele İslam'da en yüksek
noktaya ulaştı. İnsanlık tarihi boyunca Firavun. Bel'am-ı Baura ve Karun'dan
eziyet çeken mahrum sınıf, daimi hak hükümet ve adalet arzusunu taşıdı.
432
Bunlar,
İslam'da "adalet" ve "imamet'' adlı ilkeler olarak ortaya kondu.
Adalet ve imamet. İslam'ın iki davetidir.
Hitap, zulüm çeken, mahrumiyet yaşayan ve toplumda her haktan mahrum bırakılan
insanlaradır. İran toplumunu İslam'a çeken de bu davettir.
Hükümet
ve Sınıf
Tarihte bir başka ilke daha vardır, o da
şudur: Karunluğun, Bel'am-ı Bauralığm ve Firavunluğun kalıntılarının hâlâ canlı
ve güçlü olduğu bir toplumda bir fikir ya da ileri bir ilke, sürekliliğini
koruyamaz. Bu ileri ilkenin koruyucusu olan kimselerin de ya uzlaşması ya da
yenilgiye uğraması gerekmektedir. Ali'nin yenilmesinin sırrı işte budur.
Adalet ve imamet ilkesi, bu iki grubun
insanlık tarihi boyunca süren çekişmelerinin sonucudur. Bu iki ilke mazlum ve
mahrum sınıfların arzularının tecellisi olarak İslam'da sunulmuş ve kurtuluş
arzusunda olan insanları kendisine çekmiştir. Ancak kalıcı olamamıştır. Zira
peygamberin tedbiri ile başları ezilen cahiliye soyluluğunun zehirli yılanları,
peygamberin vefatından sonra ashabının bencilliğinin sıcaklığında uyandı ve
canlandı. On beş yıl sonra Osman'ın, Benî Ümeyye eşrafçılı-ğının ilk temsilcisi
olarak işbaşına geldiğini görüyoruz. Peygamberin yönetimi ile Benî Ümeyye
yönetimi arasında bir vasıta oldu ve binlerce yıllık köhne Arap cahiliyesinde
yerini aldı, böylece adaletin ve imametin ayaklar altına alındığını. Benî
Ümeyye'nin, Benî Abbas'ın ve onların yandaşlarının halka ve İslam, ümmetine
musallat olduğunu gördük.
Tevhidi, "Allah birdir, iki
değildir" şeklindeki özet anlamıyla korudular ve onu öyle bir şekle
getirdiler ki artık o, ne Ye-
zid'e
bir zararı verdi ve ne de Hüseyin'in işine yaradı.
Nübüvvet, İslam peygamberini ve diğer
peygamberleri kabul etmek. Mead ise Allah'ın hesabının olması şeklinde
özetlendi.
Bu üç ilkeye bu şekilde anlam verirsek bunun
bir tehlikesi yoktur. O halde Emevî ve Abbasî eşrafçılığı için, tarih boyunca
gelmiş geçmiş tüm eşrafçılıklar için her şeyden çok daha fazla tehlikeli olan
nedir? Adalet ve İmamet!
Bu iki ilke yok edilmeli, görmezlikten
gelinmeli, mahkum edilmeli, kenara itilmeli, halkın bunları anlamaması,
tanımaması sağlanmalıdır... -Nitekim anlamadılar, tanımadılar ve İslam'ın
esasları üç oldu: Tevhid, nübüvvet ve mead. Şiî bile bunu yuttu. Ancak halk,
İslam'ı adalet ve imamet ilkesiyle biliyordu ve diğer üç ilkeyi de dinin hak
ilkelerinden üç ilke olarak kabul ediyordu. Afrikalı Zenci sadece İslam'daki
eşitlikten dolayı Müslüman olmuş; daha sonra diğer İslâmî ilkeleri kabul
etmişti. Aynı zamanda yedinci asırda halkın akın akın İslam'a yönelişinin
sebebi de önderliğin doğru yapılması ve adaletin gerçekleştirilmesiydi. Onlar
tevhid, nübüvvet ve mead ilkelerini adalet ve imamet inancının temeli olarak
kabul ettiler.
İslam'a inanan biri, bir kişinin Müslüman
olup da adalete sahip olmamasını kabul edememekteydi. İslâmî bir toplumda
yaşandığı halde imamete sahip olunmamasına inanamamak-taydı.
Rum ve İran hükümetlerinin zulmünden İslam'a
sığınmış halk, birden kendisini Rum ve İran İmparatorlarının kopyası olan Benî
Ümeyye ve Benî Abbas hilafetlerinin karşısında gördü. Medine'deki. Şam'daki ve
İran'daki halkın ıstıraplarını ve arzularını şu sorular özetlemektedir:
"Nerede Adalet? Nerede İmamet? Nerede İslâmî hükümet?"
Çünkü
halk imamette kendilerine hükmeden istibdatçı re-
ALI :fj
jimlerin,
adalette ise kendi toplumlarına hâkim olan, sınıfsal eşitsizliğe ve sömürüye
dayalı düzenlerin yok oluşunu arıyordu.
Binaenaleyh adalet ve imametin onlara ifade
ettiği şey, açıkça biri yönetim, diğeri ise sınıf meselesiydi. Onları İslam'a
çeken de bu iki sebepti.
Halkın
Siyasetten Uzaklaştırılması
İslam'ın özelliklerinden biri de sokaktaki
halkın toplumsal meselelere olan hassasiyetidir. İslam tarihine baktığımızda ve
mescidin İslam'ın ilk dönemlerinde oynadığı rolü incelediğimizde bu hassasiyeti
açıkça görürüz.
Mesela Rum sınırından bir haber geldiğinde
mescit, sokaktaki insanlarla doluyordu, siyasetçilerle ve toplumun önderleri
ile değil. Esnaf, köleler, deve sahipleri, fakirler, zenginler, herkes
toplumlarına karşı sorumluluklarını yerine getirebilmek için mescide geliyordu.
Hepsi eşitti, herhangi bir sınıflandırma olmamıştı. Kimilerinin toplumsal
meselelerle ilgili görevlerinin bulunduğu kimilerinin ise böylesi bir görevinin
bulunmadığı bir toplumsal yapı yoktu. Hepsi aynı partinin üyeleriydi.
Ancak böyle bir halk ve böylesi bir
duyarlılık olduğu için, onlar İslam'daki adaleti ve imameti ortadan
kaldıramıyorlardı. Zira halkın tümü bu iki ilkenin peşindeydi.
O halde büyük bir toplumsal buluş
yapmalıydılar; yaptılar da... Ne kadar hassas ve derin çalıştılar, ne kadar iyi
bir sonuca ulaştılar: Bu halk, dünyayla ilgili meselelerle, kendi geleceği ile
ilgili meselelerle ilgilenmemeli, onları anlamamalı, kendi işiyle gücüyle
uğraşmalıdır. Bir haber duyunca mescide koşan, bir araya gelen, sorgulayan ve
birlikte hareket eden bu
Müslümanlar,
depolitize143 edilmelidir. Zira kendi kaderleri konusunda bu derece duyarlı
olan bu halk ile bir şey yapılamazdı.
Toplumsal hassasiyetlere sahip olan bir fert
ya da bir toplum ne şekilde depolitize edilir ve ondan bu hassasiyeti nasıl
alınır? Bunun cevabı açıktır.
Bugünkü sosyoloji diyor ki: "Önce o
toplumu tanımak, onların nasıl kişiler olduğunu bilmek ve nelere ilgi
duyduklarını belirlemek gerekmektedir. Hangi psikolojik ortamlardan
yararlanılması gerektiğine, hangi siyasetlerin uygulanması gerektiğine bakmak
lazımdır. Eğitim psikolojisi diyor ki: "Bir kalpteki herhangi bir
hassasiyetin ya da aşkın yok edilmesi için ona başka bir hassasiyet ya da aşk
aşılanır"
Bu, tarih boyunca defalarca denenmiştir. O
dönemin İslam toplumunda Benî Ümeyye ve Benî Abbas hükümetleri, bu kuralı iyi
öğrenmişti. Muaviye, ondan herkesten çok daha fazla yararlandı. Onun İslam adı
altında Ali'ye karşı muzaffer olması ve İslam ordusuyla Ali'ye ve Ali'nin
dostlarına karşı savaşmış olması bunun en önemli göstergesidir.
Allah'tan ki Benî Ümeyye bu konuda tamamen
başarı sağlayamadı. Erhevî hükümetinin tarihi boyunca, Müslüman halkın
ıstırabının, isyanının ve kıyamının her zarnan muhtelif şekillerde ortaya
çıktığını görüyoruz.
Örneğin Hicr bin Adiyy tek başına, İmam Hüseyin
bir grupla, Muhtar toplu kıyam şeklinde, Tevvabin halk ayaklanması şeklinde
kıyam etti.
Benî Ümeyye, halkın sürekli toplumsal
meseleler peşinde olmasından çok sıkıntı çekti. Kendisi için Yeşil Saray'ı
yaptırmak isteyen Muaviye, her gün yakasından tutup: "Ey Muavi-
143-
Depolitisation, sokaktaki halkın siyasetten uzaklaştırılması anlamında bugünkü
sosyolojinin tanıdığı bir kavramdır.
437
ye
eğer bu sarayı kendi paranla yaptırıyorsan israf; eğer halkın parasıyla
yaptırıyorsan ihanettir" diyen Ebu Zerle karşı karşıya geliyordu.
Benî Ümeyye kalplere nüfuz edebilecek bir
manevîyat yaratacak liyakate sahip değildi. Bu yüzden de doksan yıldan fazla
ayakta kalamadı. Çünkü halk daima o rejimde mevcut olmayan imametin ve adaletin
peşindeydi. Halk sürekli olarak "Bu nasıl adalet, bu nasıl imamet?"
diye sordu, onlar ise halkı bu sorulardan saptıramadı.
Ancak dindar yüzlü, zeki adamlara sahip olan
ve Peygamber soyuna mensup bulunan Abbasîler, İran halkını ve onlann zekasını
iyi tanıdıkları için halkı saptırmayı başarabildiler. Nasıl?
Benî Abbâs, İslam ümmetinin kalbinde başka
bir hassasiyete yer vermek gerektiğini anladı. Onlar dinî toplumun, İslam
peygamberine ve Kur'an'a çok büyük bir inanç beslediğini, Allah'a taptığını,
meada ve ahirete karşı taassup derecesinde inanç duyduğunu biliyordu. O halde
sürekli adalet ve imamet peşinde koştuğu için daima baş ağrısına sebep olan
halkın bu ilgisinin, Allah'ın sıfatlarına, ahiret mertebelerine, Kur'an
lafızlarına. Yunan felsefesine, meleklerin cinsiyetine, ruhun ölümsüzlüğüne,
cebr ve ihtiyar vb. meselelere çekilmesinden daha iyi bir çare olamazdı.
Ben de diğerleri gibi İslam'ın en önemli
ayrıcalığının, İslam tarihinin en büyük övüncünün İslam'ın parlak bilimi,
kültürü ve uygarlığı olduğuna inanıyorum. Fakat ne yazık ki, imamet ve adalet,
bu övüncün kurbanı oldu.
Yanlış anlaşılmasın. Ben Kur'an'ın lafzının,
anlamının ifadelerinin araştırılmasının kötü olduğunu söylemiyorum. Ben,
Kur'an'ın daha iyi anlaşılması için Arapça gramerinin hazırlanmasının kötü
olduğunu söylemiyorum. Ben ruhun ölümsüz olup olmadığı meselesiyle ilgili,
meleklerle ilgili, göğün katla-438
rıyla
ilgili, cehennemin dereceleriyle, cennetin yiyecekleriyle ilgili araştırma
yapmanın kötü olduğunu söylemiyorum. Ben de bunların İslâmî ilimlerin bir
parçası olduğuna ve onlann araştırılması gerektiğine inanıyorum. Ben de İslam
toplumunun dünya felsefesini anlaması gerektiğini, onların ne söylediklerini
bilmesi gerektiğini, İran ve Yunan kültürünü, Babil astronomisini, Mısır
tıbbini tanıması gerektiğini, söylüyorum bunların gerekli olduğuna inanıyorum.
Ali yönetici olsaydı, imamet tahakkuk
etseydi, İslam toplumunda tüm bu ilimlerin ortaya çıkacağına ve İslâmî kültürün
canlanacağına inanıyorum. Ancak Benî Abbas hükümetinde tüm bu çalışmalar,
felsefî ve ilmî hassasiyetleri, adalet ve imametin yerine koymak için
yapılıyordu. Doğru dürüst Farsça bilmeyen Gazneli Mahmud'un ve Fars edebiyatına
tamamen yabancı olan Selçuklu Sultanının, hiçbir edebî sanattan zevk almadığı
halde, gazelin teşbihlerinden hiçbirini bilmediği halde söylediği güzel bir
şiirden ya da güzel bir ifadeden dolayı falanca şâire yüzlerce at bağışladığını
görüyoruz.
Selçuklu ve Gazneli sultanları Türk
oldukları halde neden Farsça şiiri ve edebiyatı o kadar yayıyorlar? Gazneli
Sultan Mahmut, Farsça bilmediği halde neden kırk beş bin Fars şâiri sarayında
besliyor? Zira her şair sultan için şehirde ve halk arasında Türk sultanlarının
sevilmesi için bir propaganda aracıdır. Ferrûhî Sîstânî, Sultan Mahmud'a işaret
ederek Müslüman halka: "Eğer Rüstem istiyorsanız işte Rüstem, eğer büyük
fakih istiyorsanız işte fakih, eğer filozof istiyorsanız işte filozof..."
diyor.
Türk soyundan gelen sultanları İranlı
Müslüman halk arasında sevimli kılmanın uygun zeminini kim yaratacaktı? Şâir.
Fars şiirinin ve edebiyatının
geliştirilmesini değerli bir çaba olarak görüyorum, Ebu Said Ebu'l- Hayr ve
Baba Tahir-i Üryan gibi ariflere saygı duyuyorum, onlann yüce ruhları karşı-
439
sında
saygıyla eğiliyorum; ama Maveraünnehir'i kana buladı-ğı. geçtiği yerlerde
şehirleri yakıp halkı katliama tâbi tuttuğu, ulemanın derisini yüzdürüp,
ağızlarını kurşunla doldurduğu halde, Hemedan'dan geçerken atından inip Baba
Tâhir-i Ur-yan'ın çadırının önünde saygıyla diz çökerek "bana dua et"
diyen Tuğrul u görmezden gelemem.
Kendimi saflığa vuramıyorum ve niçin
Selçuklular döneminin diğer bir adının dergahlar dönemi olduğunu sormadan
edemiyorum. Selçuklular niçin bizim dergahlarımızı nezirleriy-le doldurup
oraları âbâd etmiş ve sayılarını arttırmıştır? Çünkü bu kutsallığı olan irfanı
İslam hikmetinin ve fıkhının yerine geçirmek istemişlerdir. Çünkü dünyadan
bıkmış kutsallık onların işine yaramaktadır.
Ben, İslam toplumunun Yunan kültürünü
tanımasını, İran'ın edebî eserlerinin Arapça'ya tercümesini, Eflatun'un
Aristo'nun eserlerinin tercüme edilmesini, Pehlevîce, Sürya-nîce ve Yunanca
eserlerin Arapça'ya tercüme edilmesini gerekli görüyorum İslam'da tıbbın,
felsefenin, sanatın, resmin, edebiyatın, dilbilgisinin, kelamın vs.,
gelişmesinden kıvanç duyuyorum. Bütün bunları, zengin İslam kültürünün birer
parçası sayıyorum: fakat Abbâsîlerin uygun ortam yaratma işini, âlimleri teşvik
etmesini, ilmî, edebî ve felsefî bir duyarlılık oluşturmasını, yapılan tüm bu
faaliyetleri halktaki imamet ve adalet arzusunu ortadan kaldırmak için
yaptığına inanıyorum.
Ben hepimizin tanıdığı Memun'un gönlünün
dinî ilimleri yayıp geliştirmek için yanıp tutuştuğuna, felsefe ve kelam
meclisleri açıp muhtelif alimleri dünya, ahiret, cebr, ruh ve madde hakkındaki
felsefî tartışmalara bu yüzden davet ettiğine inanamıyorum. Zira onun bu işleri
yapmaktaki hedefinin halkın zihnî meselelerdeki fikirlerini saptırmak ve
onların akıllarına aşağıdaki soruların gelmesini engellemek için yapıldığını
biliyorum:
Sen
necisin? Hangi hakla bu makama oturdun? Rasulul-
iah'ın
hilafetini ve halk üzerindeki imametini, babandan miras alıp oğluna miras mı
bırakacaksın?
Halkın yönetimini "Şûra "ya ve
"icma'ya göre mi yoksa "vesayet'e göre mi eline aldın?
Halk
şu soruları sormamalıydi:
"İslam'ın verdiği adalet nerede?
Müslüman ümmeti ile Kayser ve Kisra toplumunun arasındaki fark nedir?"
Tüm bunların yerine halkın en akıllıları, en
zekileri, gece gündüz zihnini keşfe ve şuhûd-ı derûna [içsel tanıklık]
saplayacaklar, ya da fizik ötesi meselelere yükselip, âlemin hadis ya da kadîm
oluşu ve Allah'ın sıfatı ile zatı arasındaki problemlerin halli gibi konularla
meşgul olacaklardı.
Abbasî halifesi Memun, yabancı dildeki bir
kitabı tercüme edip getirene o kitabın ağırlığı kadar saf altın verileceğini
ilan etmişti. Tercüme ve kitapla hiçbir ilgisi olmayan bir sahtekâr, o zamana
ait en kalın kağıtları seçerek Süryanîce'den bir sayfayı büyük harflerle bu
kağıtlara geçirdi ve bunu ben tercüme ettim diyerek götürdü. Kitabı teraziye
koydular, tartmakta olan şahıs kitaba bakınca içinde hiçbir şey yazılmadığını
gördü; bir sayfasına sadece "h" harfi diğerine ise yalnızca
"r" harfi yazılmıştı, kitabın sayfaları bütünüyle bu şekildeydi.
Görevli: "Bu adam bizi, dolandırıyor" deyince, ona şöyle cevap verdiler:
"Bu seni ne ilgilendirir, işini yap, tart ve onun ağırlığı kadar altın
ver! O bizi sadece bu kadar dolandırdı, bizse herkesi dolandırdık."
Me'mûn ilim yolunda bağışlar yapabilecek
kadar gerçekten bilim ve felsefe seven bir tip midir?
Muaviye dönemindeki tüm ihtilafların ve
tartışmaların beytülmâl üzerine olduğunu gördük. "Falanca kişiyi niçin
Mısır'a vali yaptın, o fasit bir adamdır, yaşantısı şöyledir," gibi
tartışmalar söz konusudur. Benî Umeyye dönemindeki
440
441
tüm
isyanlar toplumsal ve siyasî niteliklidir.
Mesela biri. halifenin yakasına yapışıyor
beytüimal konusunda onu hesaba çekiyor. Çünkü halife, beytülmalden Kur'an'ı
esas alarak "Allah'ın malı" diye bahsetmektedir. Ebu Zer gelip
"halkın malı de!" bağırır. Halife: "Hepimiz Allah'ın değil
miyiz?" der. Ebu Zer şöyle cevap verir: "Doğrudur; ama sen daha sonra
ben Allah'ın halifesiyim deyip bunu yemek için Allah'ın malı diyorsun.
Binaenaleyh, halkın malını Allah'ın malı diye adlandırmaya hakkın yok, halkın
malı demelisin". Tüm itirazlar ve tüm hassasiyetler bu türdendi. Fakat
halkın siyasetten uzaklaştırıldığı Benî Abbas döneminde tüm ihtilafların ve
tartışmaların şu tür şeyler üzerine olduğunu gördük: Bir grup "cebr"
vardır; diğer grup ise hayır "ihtiyar" (irade) vardır diyordu. Bir
grup ruhun bekasına, diğer grup ruhun fâniliğine inanıyordu, bir grup Kur'an'ın
mahluk olduğuna, diğeri mahluk olmadığına, bir başkası ise metninin mahluk
olmadığına yalnızca lafzının mahluk olduğuna inanıyordu.
Bunlar ne içindi? Halkı bu çeşit tartışmalarla
oyalamak ve onları birbirine düşürmek ve bu sayede katliamlar yapabilmek
içindi. Alimleri, gidip muhtelif Arap kabileleri arasında yaşayarak Arapça
lehçelerini araştırmaya teşvik ediyorlardı Onlar da gidiyorlar tüm ömürlerini
bu yolda sarf ediyorlardı.
Alimin biri yeni bir şey keşfetmişti:
"İnne"* her yere getirilebilirdi; ama gittiği bir kuyunun
başındakilerin "inne" yi her yere getirmediklerini gördü! Bu yeni
keşfini halifeye söylediğinde o kadar çok taltif görmüştü ki, şöhreti tüm
dünyayı kaplamıştı.
Tüm
bu teşvikler ve zemin hazırlamalar İslam'ı ve ümme-
ti,
kitaba, lafza ve tartışmaya ve felsefeye dayalı hassasiyetler düzeyinde tuttu
ve bu ileri eğilim parlak bir İslâmî uygarlık, kültür ve felsefe ortaya
çıkardı.
Ama
onun yanında adalet ve imamet kurban edildi.
Zira halkın işine yarayacak olan da adalet
ve imametti; halk düşmanlarını korkutan da adalet ve imametti.
*-
Arapça'da fiil-i muzari'yi nasbeden ve elbette anlamına gelen bir edat. Şeriatî
burada gramerin ayrıntılarını incelemeye hayatını adamış insanın en temel
insanî meseleleri ıskalamasına gönderme yapıyor (Söylem yy.)
442
443
Ümmet
ve imamet
Ümmet ve imamet İslam'ın en eski ve en
meşhur inanç esaslarındandır. Özellikle Şiîlikte inancın temel esasıdır. Binaenaleyh
bunun biz Müslümanların özellikle de Şiilerin en eski ve en meşhur inanç esası
olduğu söylenebilir. Fakat öte yandan en yeni konulardan biridir. Şimdiye kadar
âlimlerimizin birçoğu -gerek geçtiğimiz yüzyıllarda ve gerekse son yüzyılda-bu
meseleyi kelam, usûl ve felsefe alanına çekip salt bir inanç meselesi olarak,
bütünüyle bir metafizik mesele olarak bahse konu etti. Oysa ümmet ve imametin
yüzde yüz insan hayatıyla ilgili bir mesele olduğunu söyleyemesek bile en
azından bu bahsin ve bu ilkenin en ayırt edici yanının onun toplumsal özelliği
olduğunu, yani bu meselenin yeryüzüyle ve hayatla ilgili bir mesele olduğunu
söyleyebiliriz. Bu, mezhebin gündeme getirdiği hususlar içindeki en canlı ve en
pratik meseledir. Gün geçtikçe de bunu daha canlı ve daha hayatî bir mesele
olarak ele alıp, bunun üzerinde daha kapsamlı bir şekilde durmak gerekmektedir.
Daha önce bahsettiğim en ayırt edici özellik ifadesiyle "ümmet ve imamet
konusunun sosyolojiyi ilgilendiren yönünü" kastediyorum.
Bu yüzden tüm dinleyicilerden konuya biraz
daha fazla tahammül göstermelerini ve söylenenleri daha fazla dikkat göstererek
dinlemelerini rica ediyorum. Çünkü burada konunun toplumsal ve sosyolojik
yanlarına değineceğimden bu ilke çerçevesinde dinleyiciler, şimdi duyacakları tabirlerle,
daha önce inançla ilgili bahisleri dinlerken duydukları tabirler arasında bir
karşıtlık
görürlerse bunun sebebini konunun kendine özgü dilinde ve terminolojisinde
aramalıdırlar. Aykırılık inanç esaslarından değil, tercih edilen bakış açısından
ve yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.
Gerçi "Mirasyedi144 müminler ve bazı
"resmî din mütevellileri", dinî anlayıştaki en küçük bir değişime
tahammül etmemekte ve her türlü yeni anlayışı ve yaklaşımı dinî inançta küfür
saymaktadırlar. Tabiat gibi sabit olan "din hakikatini", tabiat
bilgisi=tabiat bilimleri gibi değişime ve tekamüle açık olan "din bilgisi
"yle aynı görmekte; sonuçta da "eski İslâmî ilimleri",
"İslam'ın ilk hakikatleri" saymaktadırlar. Binaenaleyh
"eskiler"inkiyle farklılık arz eden her yeni araştırmayı, her yeni
algıyı, yer yeni yorumu, hatta her yeni tabiri batıl saymakta, dinle ilgili
tabir, tebliğ ve tahkik tarzı yaratmayı bid'at görmektedirler. Dilden dile
aktarılan klişeleşmiş eski kavramları taklit, tekrar ve telkin etmekten başka bir
şey yapmayanların, bunlara tahammül edememeleri doğaldır. İnancın anlaşılmasına
dönük hiçbir araştırmayı ve hiçbir içtihadı, ne dinlerler ne de anlarlar.
Özellikle dini, avamın tekelinden çıkararak aydınların gündemine sokan, canlı
düşünceleri, yapıcı ve harekete geçirici ruhu onun hizmetine sunan yeni
düşünceleri, dinî yaklaşımlardaki değişimi ve dinî hayattaki tecdidi
kabullenemezler. Kısaca köy şehir olmuştur. Kahya bundan hoşlanmaz; çünkü...
"Şehir iyi değildir; şehirde günah çoğalır; halk, Allah'ı hatırlamaktan
gaflete düşer, reayanın gözü açılır. Artık Allah'tan ve akıbetinden korkmaz
olur. sınırları ve kayıtları bir kenara iter. Artık ağanın, mollanın ve
emniyetin bulunmadığı bir günden korkun. Bu durumda ne din kalmış-
tır.
ne dünya ne de emniyet! Artık benim de yapabileceğim bir şey yoktur... O zaman
artık velayetimizi kaybetmişizdir. Ehl-i Beytimiz perişan olmuştur..."!
Benim bu sözlerim, birilerinin bekçi
olabilmek adına köy haline getirdiği bu büyük "Medine "nin
yoksulluğunun ve geri kalmışlığının sıkıntısını, tüm benliğinde hisseden ve tüm
sami-miyetiyle, tüm aşkıyla bu köyü şehre dönüştürmek isteyen kişileredir.
Benim bu sözlerim, dini yalnızca "iman "dan ibaret gören; Fransız
kralı 14. Louis'nin "Ben Fransa'yım" demesi gibi, kendini dinle eş
anlamlı saymayıp, kendisini dinin sadece mümini olarak gören kimseleredir.
Mukaddime:
Rönesans'ın zemini Reformizm
Bu üç gece anlatacaklarımın daha iyi
anlaşılmasına yönelik bir giriş olması ve söyleyeceklerimi açıklığa
kavuşturması için şunları arz etmek istiyorum: Seyyid Cemalettin Esedabâ-dî ile
birlikte, -yüz küsur yıl önce- İslam'ın mevcut İslam olmadığını anladık ve
birçok şiar ve akidelerimizle ilgili konularda zihnimizde belirsizlik
bulunduğunu, bunların yabancı unsurlarla karıştığını, veya tümüyle bir
bilinmezlik söz konusu olduğunu, aslına uygun olmadığını kavradık. Bu son
yüzyılda Müslümanların köklü bir ıslaha ve doğru bir dinî düşünce tarzına
muhtaç olduğuna inandık. İslam'ın ihyasına ve on dört asır boyunca uzak
kaldığımız o berrak kaynağa dönmeye muhtacız. İslam'ın bizim gözümüze uzak ve
belirsiz bir şey olarak gözükmesinin sebebi işte budur.145
Bu
kesin olan bir meseledir; ama sadece üzüntü duyup ge-
144-
ifadenin Farsça'sı "Müminin-i ırsî"dir. Merhum Şeriatî, bu ifadeyle
inancını araştırmaksızın miras yoluyla atalarından devralan kişileri
kastetmektedir. Söz konusu ifadede alaycı bir yan da bulunduğu için bire bir
karşılamasa da bunu, "miras yedi müminler" şeklinde tercüme etmeyi
uygun gördüm.
145-
imam-ı zamanın yeni bir kitap ve yeni bir din getireceğine dair söylenenlerin
anlamı işte budur. O, islam'a ve Kur'an'a islam'ın ilk dönemlerinde taşıdıkları
anlamını kazandıracaktır. Şu an dinî havzalarımızda müstakil olarak Kur'an'ı
söz konusu eden birisi, yeni bir iş yapmış olmaz mı? Gerçek islam'dan
bahsedecek olsa dinde yeni bir şey söylemiş olmaz mı?
ALİ
çilecek
basit ve sıradan bir mesele değildir. O çok ağır bir sorumluluk yüklemektedir.
Özellikle de yazarlarımız, düşünürlerimiz ve âlimlerimiz için bu sorumluluk
daha da ağırdır.
Bizim
en önemli ve en hayatî sorumluluğumuz işte budur. İslam'ın berrak kaynağına
dönmek için dinî düşünce tarzının tasfiyesi, inanca ve dinî düşünce tarzına
karışmış yabancı unsurların dışarı atılması, uzaklaştırılması... İstibdada
dayalı düzenlerin ortaya çıkardığı unsurlar, eşraflılık kültürü, sınıfsal
çelişkiler, güç peşinde olanların, halkı kandıranların gurupsal çıkarları,
bunlar asırlar boyunca cehaletin verimli toprağında yetişen kötülük
tohumlarıdır.
Avrupa Hıristiyanlığının büyük reformcularının,
özellikle Luther ve Calvin'in kamuoyunu uyandırarak, ortaçağdaki donuk batı
toplumunun manevî yeteneklerini harekete geçirmedeki etkisi öylesine derin ve
öylesine kapsamlıdır ki, bana göre bunu, Avrupa daki bilimsel, düşünsel ve
toplumsal hareketin en önemli öncülü saymak ve yeni uygarlığın gelişimi
noktasında en önemli zemin hazırlayıcı etken olarak görmek gerekmektedir.
Reformizm olmasaydı birincisi Rönesans ertelenirdi; ikincisi böyle bir başarı
elde edemezdi ve üçüncüsü aydınlardan ve seçkin düşünürlerden ibaret sınırlı
bir kesim içerisinde haps olurdu.
Bilinenin ve genellikle batılı tarihçilerin
ve yazarların tekrar ettiklerinin aksine orta çağı yıkıp yeni çağı dolayısıyla
da bu günün hayret verici bilimini, teknolojisini ve toplumsal, siyasî ve hukukî
gücünü ortaya çıkaran etken, tek başına Rönesans değildi. Tersine bir dinî
ıslah hareketi olan Reformizm. "öncelikli düşünsel sebep" olarak
ortaçağın ruhunu sarstı, Katolik ruhaniliğinin sert ve güçlü sistemini, içerden
yönelttiği itiraz darbesi ile havaya uçurdu. Hıristiyanlığı "bireysel ve
toplumsal anlamda olumsuz ve engelleyici" bir güç olmaktan çıkarıp,
"bireysel ve toplumsal anlamda olumlu" bir itici güce
448
dönüştüren
şey, Protestanlıktı.146 Onun açık ve elle tutulur ilk
146-
Protestan ile Katolik'in en önemli farkı şudur: Katolik'te zahitçe bir ahlak,
ruhban hayatı, ahirete yönelmiş bir ruh vardır; Katolik, maddiyatı reddeder,
dünya için çalışmayı, nefsin lezzetler peşinde olmasını kınar. Allah'a
yakınlaşmayı dünyadan uzaklaşmaya bağlı görür. Protestan ise tersine maddî güce
sahip olmayı Allah'ın razılığı ve o nimetlerin şükrü sayar. Bu, benim zihinsel
ve düşünsel etkenleri, tüm toplumsal değişimlerin tek ve mutlak sebebi
saydığım, nesnel, maddî ya da toplumsal etkenleri görmezden geldiğim anlamına
gelmemektedir. Kari Marks maddî etkenleri, her tarihsel hareketin, her
toplumsal değişimin mutlak sebebi [illeti] sayar, insanı -iradeyi, inancı,
düşünceyi...- ise sonuç [malul] sayar. Max Weber ise bunun tersine, insanı
-düşünceyi ve inancı- sebep [illet], toplumsal düzeni ise sonuç [malul] olarak
görür. Bana göre ikisi de doğru söylemektedirler. Söylediklerinde yanlış olan
sebep sonuç bağıntısını toplumda da fizikte olduğu gibi tek taraflı kabul
etmeleridir. Nesnellik ve öznellik, insan ve çevre, tarihin cebri [zorunluluğu]
ve kişinin ihtiyarı [seçme özgürlüğü], düşünce ve madde, ekonomik altyapı ve
inanç üst yapısı, birbirini ve karşısındakini etkilemektedir. Aralarında iki
taraflı bir nedensellik [illiyet] ilişkisi vardır. Bu açıdan ne Kari Marks ne
Max Weber... Olsa olsa Marks VVeberL Ama bazı yüzeysel, aceleci ve şabloncu
aydınlar, -tıpkı karşı saftaki benzerleri gibi- kendi öğretilerine uygun bir
inancı bile bilmedikleri ya da farkında olmadıkları değişik yanıyla
gördüklerinde bunu tanıyamamakta, şiddetli bir şekilde bastırma eğilimi
taşıdıkları için, bunu da farkında olmadan ezmekte, bu düşünceyi tümüyle karşıt
saydıkları bir yazara isnat etmekte ve işte benim söylediğim budur
demektedirler. "Düşünce tarzı, inanç gücü, bazen tıpkı ekonomik etkenler
gibi -yani hayat tarzı, iş ve üretim biçimleri-toplumsal değişimlerde rol
oynamakta ve sınıfsal, grupsal ve maddî güçlere benzemektedir." Yani ben
şunu söylemek istiyormuşum: Eğer sermayedar, sermayedar olmuşsa bunun sebebi,
onun sermayedar gibi düşünmesidir, sermayedar olmaya karar vermiş ve sermayedar
olmuştur, işçi sınıfında ise birileri işçi olmaya karar vermiş, işçi olmuş ve
böyle inanmıştır...!? Ne büyük bir şarlatanlık... Tıpkı kurnaz mukaddesatçılara
benziyorlar. Onlar da halkı tahrik etmeye çalışırlar. Ama aydın müsveddeleri
kendi benzerleri kadar şanslı değildirler. Çünkü dindar müsveddeleri, kuyruklu
yalanlar söyleyip, fütursuzca iftiralar atabilirler. Yayınlanmış meşhur bir
kitaba bile iftira atabilirler, işlerine geldiğinde bir "Alialla-hî"yi,
soğuk kanlılıkla nasıbîliğe ya da Vehhabîliğe mensup biri olarak
gösterebilirler. Müşterilerini onlara karşı kışkırtabilirler. Çünkü
çevrelerindeki hiç kimsenin takvasızlık göstererek gidip suçlanan kitabın bir
sayfasını bile açmayacağından emindirler. Ya da gidip şu her zaman lanetler
yağdırdığım, ona karşı her hafta oturumlar düzenlediğim bu suçlanan kişinin
sözünü dinleyeyim demeyi gereksiz görürler. Hayır böyle bir tehlike söz konusu
değildir. Yüzlerce defa denenmiş ve görülmüştür ki, bunlardan biri kitabın bir
cümlesini ya yanlış anlamış, ya da dolduruşa gelip bir dedikodu malzemesi
yapmıştır. Daha sonra yıllar boyunca da bu yanlışlığı veya uydurmayı tekrar
edip durmuş, bunlar da ağızdan ağza nakledilmiştir. Çoğunlukla da bunları kendi
demlendirmeleri ve içtihatları olarak öne sürmüşlerdir! Fakat aydın
müsveddeleri, bu açıdan çok şanssızdır; çünkü entelektüellerin ve tahsillilerin
oluşturduğu çevrede -tam tersine- bir görüş ya da eser hakkında suçlama
yapıldığı görüldüğünde, gidip bizatihi dinlemek, okumak ve doğrudan temas
kurarak meseleyi gündeme getirmek konusunda daha fazla sorumluluk
duyulmaktadır. Üç yıl önce benim hakkımda toplu bir şekilde dedikodu,
449
belirtilerini
Max VVeber'in çizdiği Avrupa haritasında açıkça görebilmekteyiz. Buna göre Protestanların
çoğunlukta olduğu bölgelerde sermaye, endüstri ve maddî güç daha fazladır ve
daha ileridir, Katoliklerin yaşadığı yerlerde ise aksine geri kalmışlık ve
maddî durgunluk hâkimdir. Yani Protestanlıkla kapitalizmin, Katoliklik ile de
ekonomik yoksulluğun grafik eğrisi birbiriyle doğru orantılıdır. Dinî bir
toplumdaki dinî bir ıslah
iftira
ve uydurma bombardımanı başlatıldı. Bununla, dindarlar arsında Ali Şiîliğine,
aydınlar arasında da bilimsel sosyalizme karşı biri olarak tanıtılmam
hedefleniyordu. Şiî inancım konusunda uydurulanlar, bazı kapalı ve uzak dinî
çevrelerde hâlâ ağızdan ağza tekrar edilip yayılmaktadır. Ali aşkı benim için
bir tür yaşama biçimi, bir tür düşünce tarzı, özellikle de bir tür dünya görüşü
ve insanı anlama şeklidir. Ömrüm boyunca söylediğim ve yazdığım her kelime, bu
aşkı haykırmaktadır. Bana ait onlarca kitap, kaset, teksir, ders, konuşma,
tercüme, konferans, basılıp yayımlanmıştır. -Tarih boyunca gasptan ve hakikatin
ayaklar altına alınmasından dolayı çile çekmiş- Hiçbir insaflı mümin Şiî, bu
garb-zede Veh-habî sosyolog! hakkında düzenlenen oturumların birinde, bu
eserlerden herhangi birinin bir sayfasına tesadüfen şöyle bir göz atsa bütün bu
kinler yerini sevgiye bırakacak ve tüm bu dedikodular, uydurmalar, rezaletler bir
anda su üzerine yazılmış yazı gibi olacaktır. Ama şimdiye kadar böyle bir
tesadüf gerçekleşmedi. Dindar olsun ya da olmasın, mürit ya da mukallit olmayan
aydınlar ve okumuşlar ise, benim mürteci olduğum, feodalizm yanlısı olduğum,
bilime, tekniğe ve ilerlemeye karşı olduğum, bilimsel felsefeyi, tarihi, sınıf
mücadelesini, bilimsel sosyalizmi inkar ettiğim, şiddetli bir İslâmî bağnazlığa
sahip olduğum, İslam adı altında Osmanlı imparatorluğuna taraftarlık yaptığım
yönünde dedikodular çıkardılar. Fakat bunlar, daha ortaya atılır atılmaz sönüp
gitti. Çünkü bu söylentiler karşısında aydının ilk tepkisi şu oluyordu: Ya
gelip meseleyi bizzat bana açıyorlardı. "Sadık muhbirden ya da
"muhterem şahıs"tan dinlemek yerine gelip sözün sahibinden "bu
sözler nedir" diye soruyorlardı. Veya gidip bizatihi kitabı oluyorlar ve
İs-lam-Şinasî [İslam-Bilim] ikinci cildinin ilk cümlelerinde şunların yazılmış
olduğunu görüyorlardı: islam, eşrafçılık için üs olmuştu, [islam] Osmanlılar
için yapılanları izah etme aracıydı, halk kitlelerinin afyonuydu ve [böylesi
bir islam] ruhtan ve hareketten yoksundu." Aydın, ilk yarısını tahrif
ederek nakletmiş, ikinci yarısını ise çıkarmıştı! Kitapta benim bireysel
mülkiyeti insanlık tarihindeki kötülüklerin kaynağı olarak gördüğümü okumaktadırlar.
Hâbil ile Kabil arasındaki savaşın sınıf yapısından kaynaklandığını
söylediğimi, her şeyde, düşüncelerde ve şahıslarda bile sınıfsal analiz yapmayı
bilimsel inceleme saydığımı, dinleri ve peygamberleri bile sınıf ölçüsüne göre
taksim ettiğimi görüyorlar. Bu açıdan bana değil, benim görüşlerime karşı olan
aydınlar, aklı temel alarak sürekli tekrarlanıp duran "eleştirilerin, iki
zıt kutup tarafından, beraberce ve belli bir zamanda başlatıldığını
görmektedirler. Böylece ne tip insanlarla karşı karşıya olduklarını ve bütün bu
şamatanın niçin yapıldığını anlamaktadırlar. Bazar'da [Bazar denince
Tahran'da-ki zengin ve muhafazakar esnaf akla gelir. Çeviren] benim Şiî
olmadığımı, üniversitede ise sosyalist olmadığımı yaydılar. Fakat benim 18 yıl
önce yayımladığım ilk eserimin "Allah Perest Sosyalist Ebu Zer-i
Gıffarî" adını taşıdığını gördüklerinde bu gürültünün niçin ve kimler
tarafından çıkarıldığını anladılar.
450
hareketinin
gerekliliği açıkça ortadadır. -Bu hareket, çöküntü halindeki bir toplumu
uyandırmak, harekete geçirmek ve ilerletmek için uygun zemin yaratmakta ve
geleneksel, toplumsal ve psikolojik engelleri ortadan kaldırmaktadır.-
Bizim toplumumuzun gerçek aydınları arasında
-yabancıları model alarak aydın olan kimseler değil, yani nakilci ve ter-cümeci
aydınlar değil- yıllardır böyle bir hareketin zarureti hissedilmektedir. Bu
düşünce öylesine gelişmiştir ki bugün hatta gelenekçi minber ve mihrap
sahipleri bile dinî düşüncenin ıslahından, tebliğ tarzının değiştirilmesinden,
dinî düşüncenin sapmaya uğradığından, çöktüğünden ve İslam'ın çehresinin
çirkinieştirildiğinden, zamanla birlikte ilerlemek ve gençleri anlamak
gerektiğinden bahsediyorlar.
-Bu şiann İslam toplumlarında gündeme
getirildiği- Seyyid Cemaleddin'in, Muhammed Abduh'un, Kevakibî'nin, Reşit Rıza
nın ve onlarla aynı fikirleri paylaşanların zamanından günümüze kadar
karşılaştığımız her olay, bu ihtiyacı daha da şiddetlenmektedir. İlk İslam'a,
dinî inancın o berrak kaynağına dönebilmek için dinî düşünce tarzının tasfiyesi
ve ıslahı meselesi daha da âcillik kazanmaktadır. İslam'da, dinî ıslah, dinin
kendisinin gözden geçirilmesi değil, "dinî düşüncelerin ve yaklaşımların
gözden geçirilmesiydi". Yani "gerçek İslam'a dönmek", "ilk
İslam'ın gerçek ruhunu anlamak'' demekti.
Binaenaleyh, bizim tüm düşünürlerimizin ve
yazarlarımızın özellikle de bu ihtiyacı cok daha fazla hisseden günümüz
kuşağının düşüncedeki ve inançtaki şiarı, dinî düşüncenin ıslahıdır. Yani İslam
in da Şiîliğin de titiz ve bilimsel bir şekilde tanınmasıdır.
Ne yazık ki bu iş için adiliğinin ve
hayatîliğinin gerektirdiği ölçüde herhangi bir şey yapılmadı. Sadece bu
şiarların tek-rarlanmasıyla ve üzüntülerin bildirilmesi ile yetinildi.
Eğer
biz dinî anlayışımızı bugün sahip olduğumuz mantık-
451
la
uyumlu hale getiremezsek ve eğer harekete geçirici, sorumluluk yükleyici
İslam'ı olduğu şekliyle tanımazsak, peş peşe gelen güçlü saldırı dalgaları ve
bu çağın fikrî ve felsefî öğretilerinin toplumsal, itikadı ve ahlakî temelleri
sarsan tufanları -ki her bir yandan yeni aydın kuşağa saldırmaktadır-
muhtemelen iki, üç nesil sonra pek çok inanç esası kaybedilecek, gelecek
nesiller buna en küçük bir eğilim bile göstermeyecek ve artık onlar açısından
gerçek İslam ile hurafeci İslam'ın bir farkı kalmayacaktır. Böylece bunun
izlerini taşıyan bugünkü nesilden sonra toplumumuzun hayat bahşeden ve zengin
kaynaklarla irtibatını sağlayan tüm kökleri koparılmış olacaktır.
Ne
yapmalı?
Siyasî ve ideolojik sosyolojiye özgü
kavramlara aşinalığı olan aydınlar, benim burada "ıslah" kelimesini
"revolution" (devrim) karşısındaki "Reformizm" veya
"Evolution" anlamında kullandığımı sanmamalıdırlar. Zira dini
modernleştirmek için yapılan üst yapılardaki her türlü değişime, her türlü
"zihinsel kelime oyununa'' karşıyım. Islah burada siyasî ve ideolojik
sosyolojinin terminolojisinde yer alan devrim anlamında değil; İslâmî dildeki
ve kültürdeki anlamıyla kullanılmaktadır. İslam için kullandığım "dinî
ıslah" ifadesiyle dinî reformu değil; daha çok İslâmî rönesansı
kastediyorum. Hurafelerle, donuklaşmayla, istihmarla [eşekleştirme] irtica ile,
avamî kör taassuplarla, sınıfsal faydacılıkla ve grupsal çıkarlarla mücadele
ederek, İslam ve Şiîlik adına sınıfsal ve istibdatçı düzenin tevilini, halkın
uyuşturulmasını; mantığın, özgür düşüncenin, toplumsal sorumlulukların ve
gerçekçiliğin felç edilmesini: Allah'ın yemin etme. Kur'an'ın istihare,
imamların tevessül aracı haline getirilmesini; şahadeti ağlama vesilesi
yapmayı, İmam-ı Zaman ı [Mehdî] zulmün hakimiyetinin tevilcisi kılıp
452
adalet
için yapılan her türlü kıyamı, atılan her adımı mahkum etmeyi reddetmeyi
[kastediyorum]... Fikrî ve ruhanî istibdada karşı dini özgürleştirmek için
İslam devriminin aslî kaynağına dönmek ve Peygamber ailesinin iki şiarıyla
Kur'an'a ve sünnete dayalı Şiî bir fikrî ve toplumsal hareket yaratmayı
[kastediyorum]. Bu şiarlar, toplumsal önderlik ve sınıfsal adalettir. Kur'an'a
ve Peygamber'i, ailesini, seçkin ashabını ve İslam tarihini tanımaya dayalı bir
mantıkla İslâmî bilince sahip müçte-hitlerin ve gerçek ulemanın başlattığı bilimsel
ve devrimci bir harekettir. Tek bir cümleyle: "İslâmî hayatın tecdîdi'dir.
Bunun için ne yapılmalı? Ne mutlu ki, son
iki asır bize yapılması gerekeni göstermiştir. Herhangi bir meseleyi araştırma
noktasında, dehalardan, yetenekten, büyüklükten, inançtan, güçten, düşünsel
ukalalıktan kısaca her şeyden önce bilimsel yönteme muhtacız. Bugünün uygarlığı
dehalann fikirlerinden doğmuş değildir. Zira ortaçağlarda ve eski Yunan in
altın çağında da büyük dehalara sahiptik. Hatta onlar, son iki üç asırda yaşayanlardan
daha da zekiydi. Galileo, Copernic, Bacon, Newton, Edison, gibi şahısların
düşünce ve zeka gücü açısından Sokrat'tan, Eflatundan, Epikür'den,
Batlam-yus'tan, Saint Augustin'den, İbn Sîna'dan, Saint Eugene'den, Saint
Dakiyanas'tan daha üstün olduğunu kim iddia edebilir? Peki neden bin yıllık
ortaçağ boyunca bir ilerleme olmadı ve sadece bu son iki asırda kültür ve
uygarlık bu büyük noktaya ulaştı? Ne değişti? Bana göre sadece işin ve
araştırmanın yöntemi değişti.147
147-
Yöntemin değişmesi ve onun yeni uygarlığa etkileri konusunda daha fazla bilgi
için, edebiyat fakültesinde verdiğim derslere bakılabilir. Ayrıca İslam-Şınasî
[Bilimj'nin ilk bölümüne, Ticaret Yüksek Okulundaki "Bilim
metodolojisi" konferansıma, bakılabilir. Kabul etmekte olduğumuz sosyolojideki
karşılıklı nedensellik ilkesine göre, insan ile çevrenin, maddî zorunluluk
[cebr] ile manevî irade [ihtiyarinin ve öznellik ile nesnelliğin iki yönlü
oyununu, toplumsal değişimin etkeni olarak görüyorum. Şüphesiz yöntemin
değişmesi ve yeni araştırma yöntemi,
d^-3
Araştırma
Yöntemi
Kur'an -kendisinin de defalarca tekrar
ettiği gibi- tıpkı tabiat gibidir. Allah tabiat kanunları ile dünyayı tekvin
ettiği gibi, aynı şekilde bu tabiî kanunlara göre de bu ilahî kitabı tedvin
etmiştir.148
Binaenaleyh
Kur'an'ın düşüncelerini tanımak için özellikle
kendi
başına bir ilk sebep olamamaktadır. Ortaçağın sonlarına doğru, feodal düzende
burjuvazinin gelişmesi, bunun sınıfsal etkeni ya da maddî sebebidir. Fakat
burada kültürel yönden, skolastiklik karşısındaki düşünsel değişimden ve
bilimdeki yeni devrimci sıçrayıştan söz edilmektedir. Düşüncede böylesine zafer
kazanmış bir hareketin aslî sebebi olarak yöntemi saymaktayız.
148-
Kur'an'daki "vahiy" terimi çok özel, geniş ve derin anlamlarda
kullanılmıştır. Alimlerimizin zihnindekinin aksine -doğuda ve batıda, geçmişte
veya günümüzde, Müslümanlarda ya da Gayri Müslimlerde- ortaklaşa kullanılan bir
kelime olarak vahiy, Allah ile olan ilişkiyi belirtir. Bu ilişki, tabiata,
bitkiye, hayvana veya insana yönelik sözlü ya da fiilî ifadelerin tümünü
kapsar, ilk ilişki, tabiat kanunlarını ortaya çıkarmıştır, ikinci ilişki hayat
kanunlarını, üçüncü ilişki ise dini ve özel anlamıyla kitabı... Binaenaleyh
Kur'an, tıpkı tabiat ve hayat, -bu iki tekvînî kitap-gibi bir fenomendir. Aynı
şekilde kendine özgü tabii düzeni ve bilimsel kanunları vardır. Kur'an kelime
unsuruyla yapılmış olan bir tabiattır.
Canı
tecellide olanın yanında Tüm âlem, hak tealanın kitabıdır irab ve cevher harflerle
söylenir Mertebeler tıpkı ayetler gibi sabittir
Vahyin
böyle tabir edilmesinden doğan Kur'an'ın bu şekilde telakki edilmesi bir
düşünürü, alışılmışın dışında yeni ve derin düşünüşlere yönelmeğe zorlar.
Binaenaleyh, Kur'an -okumak, anlamak ve uygulamak için gönderilmiş bir kitap
olsa da- bir nesir kitabı olmamalı, mükemmel bir güneş sistemi gibi, tabiat
gibi yapısı ve bileşenleri açısından belli kurallara ve hesaplanmış somut,
muntazam ve bilimsel ilişkilere sahip olmalıdır. Hatta kelimeler arasındaki
ilişkiler, ahenk, boşluklar, ibarelerin uzunluğu, ve konular -düşünce,
söyleyiş, üslup ve gramer dışında-geometrik inceliklere, somut matematiksel
hesaplara ve bilimsel temellere dayalı olmalıdır. Son yıllardaki bu tür
çalışmalar az da olsa bu şaşırtıcı gerçeği ortaya koymaya başlamıştır. Bilimsel
bir yaklaşımla ve "methodique" üslupla Kur'an'ı inceleyenler,
(Öncelikle şu hatırlatmayı yapmam gerekiyor. Bilimsel yöntemden ve yeni
bilimsel yaklaşımdan maksadım günümüz müfessir ve araştırmacılarından Tantavî,
Dr. ismail Aziz Paşa, Sir Seyyid Ahmet han, Seyyid Habbeddin Şehristanî gibi
kimselerin Kur'an ayetlerini botanik, zooloji, astronomi vb gibi tabiî
bilimlere uyarlamaları, değildir.) Örneğin üstat Mühendis Mehdi Bazergan, eşsiz
bilimsel şaheserinde cümleler -ayetler- arasındaki uzunluk ilişkisini,
Kur'an'ın işlediği konuların ve yer verdiği anlamların iniş çıkış grafiğini
nüzul yıllarıyla birlikte titiz bir matematiksel dille ortaya koymuştur.
Yüzlerce ilginç formül ve mü-
454
kemmel
grafik elde etmiş ve bunlara göre de ayetlerin nüzul yıllarını tespit etmiştir.
Öyle ki söz konusu matematiksel formüllerle tespit edilen ayetlerin nüzul
zamanı ile tarihî rivayetlerle ve anlamların delaletiyle elimizde mevcut olan
nüzul zamanlan birbiriyle tam bir uyum içerisindedir. Hinning de, Kur'an'ın
ibareleri, lafızları ve harflerinin musikisi konusundaki araştırmasıyla, bu ses
ve ahenk bütününün, titiz bir şekilde hesaplanmış bir senfoni oluşturduğunu ve
bunun da onda ifade edilen anlamla uyum içerisinde olduğunu ortaya koymuştur.
Bu senfoninin notaları arasındaki ilişki ve notaların yeri, o kadar düzenli ve
hassastır ki yapılacak en küçük bir değişiklik ondaki ahengi ve ritmi açıkça
hissedilir tarzda bozacaktır.
Kur'an
beyan [belagat ilminin mecaz, kinaye teşbih vs. gibi bahislerini öğreten
kısmı], meanî [belagat tekniklerinden biri] söz güzelliği dışında kendisini
oluşturan aza ve unsurlar arasında da keşfedilmesi gereken hassas bir
hesaplılık bulunmaktadır. Eskiler de bunu biliyorlardı; ancak bilimsel
yöntemden yoksun oldukları için bu alandaki buluşları manevî değerler açısından
çok fazla dikkate değer değildir. Örneğin Ganûsî müfessirler ve düşünürlerle
gulat-ı şianın ve Hurû-fîlerin, harfler arasındaki ilişkiler, harflerin hesabı,
sembolik anlamlar, işaretler ve mukattaa harfleri ile ilgili elde ettikleri
sonuçlar, zekanın ve çileli bir düşünce inceliğinin şaheserleri olarak hayret
verici niteliktedir. (Bütün bunları bir gaz pahasına satın alsan bile
aldatılmış olursun)
Bir
örnek olarak teknik yöntem kullanarak bir Kur'an nüshası hazırlamış kişilerin
çalışmalarına bakabilirsiniz. Bu, zahiren çok küçük bir şeymiş gibi
gözükebilir. Fakat böylesi bir düzenlemenin aklen hiçbir kitap için mümkün
olmadığı göz önünde bulundurulduğunda bunun son derece düşündürücü ve şaşırtıcı
olduğu görülür. Bu nüshalarda, Kur'an'ın tüm metni, bir kalemle, yani araların,
harflerin ritminin ve uyumluluğunun ölçülerine göre yazılmıştır. O kadar ki,
kelimelerin belli şekillerde yerleştirilmesi ile ilgili en küçük bir çaba bile
göze çarpmamaktadır. Kitabın, metnin doğal bir şekilde yazıldığı ve tüm
satırların sonuna kadar sürdürüldüğü açıkça hissedilmektedir. Her sayfada 11
satır bulunmaktadır. Birinci ve 11. satır, ikinci ve aşağıdan ikinci satır,
aynı harfle başlamaktadır. Yukarıdan üçüncüyle aşağıdan üçüncü, yukarıdan
dördüncüyle, aşağıdan dördüncü, yukarıdan beşinciyle aşağıdan beşinci, aynı
harfle başlamaktadır. Satır sayısı tek rakamlı olduğu için bu düzenlemeye göre
ortadaki satır -altıncı satır- tek kalmaktadır. Fakat şaşırtıcı bir şekilde o
satır da karşı sayfada yalnız kalmış olan nazım açısından onunla benzer bir
duruma sahip olan satırla aynı harfle başlamaktadır. Bu düzen, hiçbir istisnaya
yer vermeksizin Kur'an'ın başından sonuna kadar korunmuştur. Bu şekilde
hazırlanmış iki nüsha biliyoruz. Bunlardan birisi, Meş-hed'deki Govherşâd
mescidinin kütüphanesinde, diğeri de Afganistan'dadır. Aziz dostum Bay
Hidivcem, onun fotoğrafını çekti ve "Asitân-ı Kuds-i Meşhed"
dergisinde tanıttı. Sebzivâr'ın meşhur hatiplerinden Bay Şeyh Sadık Sıddıkî
Mezina-nî, böylesi bir nüshanın kendi ailesinde de bulunduğunu; ama yazık ki
daha sonra kaybolduğunu söyledi. Bütün bunlar göstermektedir ki, bu türden
nüshaların sayısı fazladır ve Kur'an yazımında bu, yaygın olarak kullanılan bir
tarzdır. Muhtemelen bizim din adamlarımızın gafleti ve Kuran'ın bir kenara
bırakılması sonucu "incelenmek için" olan bir kitap bir
"teberrük nesnesine" dönüştürülmüş bu yüzden de bu tür muhtelif
düzenlemeler ortadan kalkmakla kalmamış Kur'an'ın konusu bile unutulmuştur.
Bu
eleştirinin yeniden bazı taassupları kışkırtması ve birilerinin yeniden ulemayı
savunma adına düşünsel eleştirilere iftira ve tehditle cevap vermeye kalkışması
mümkündür. Fakat eğer bunu bizim kendimiz söylemezsek düşman söyleyecek-
45
S
tir.
Eğer kendimiz bir çare düşünmezsek düşman bizi zavallı bir duruma getirecektir.
Bu kadar tecrübe yeterli değil mi? Kur'an'ın terk edildiğini, fıkhın ve usulün
-şu an için çok da işe varamamaktadır- akaitten, tefsirden ve siretten çok daha
fazla yaygın olduğunu gören kimseler, bugün dinî inançlar gündemde olduğu
halde, bunlara saldırıldığı halde tekfirden, avamın ve havassın taassubundan
korktukları için nefes bile almamakta ve hiçbir şey yapmamaktadırlar. Bu yüzden
öyle tavırlar takınmaktadırlar ki, sıradan insanlarla aralarında hiçbir fark
kalmamaktadır. Dindarlıklarını dinî inançlarından üstün sayan kişiler,
ekmeklerini ve isimlerini, hakikat uğrunda tehlikeye atmamaktadırlar. Hakkın
tahrifine, dinin çirkinleşmesine, inancın çöküşüne, kültürün, bilincin,
toplumun, halkın hayatının kurban edilmesine, suskunluklarıyla razılık
göstermektedirler. Suskun duran bir diğer aydın türü daha var ki, onlar da
propaganda tarzındaki eleştirilerle, toplumsal rollerini, düşünsel ve bilimsel
çalışmalarını dinî toplumun inancına ve pratiğine yöneltmiyorlar ve rahat ve
afiyet içerisinde şöhret sahibi olarak toplumda yaşıyorlar. Onlann
eleştirmemesi, ya ulemanın saygınlığına inanmadıklarından -zira bir çok defa
benim yüzüme karşı, eleştirir tarzda "ulema, her yerde, tüm dinlerde,
muhafazakar ve frenleyici bir irticaî güçtür" demişlerdir- ya onlara karşı
mücadele etmektedirler, ya da hâlâ onlara inanmakta olan yaşlı ve cahil avamî
kesimi bir kenara bırakıp tarihsel zorunluluğun, bilimsel gelişmelerin ve
toplumsal gelişmenin onları yavaş yavaş, sahneden uzaklaştırmasını
beklemektedirler. Zira onlara göre geçen zaman bu beklentinin doğruluğunu
ortaya koymuştur. Fakat benim gibi, kendisini meslekî çıkarlarla ve işiyle
ilgili menfaatlerle sınırlı görmeyen kimseler, hem havza-yı ilmiyelerin
saygınlığına ve aslî oluşuna inanmaktadırlar. Biz, mescidi, minberi ve
medreseyi, İslâmî kültürün, manevî istiklalin ve halk yığınlarının üssü olarak
görmekteyiz. İslâmî hareketin oluşturulması noktasında, düşünsel hareketin
başlatılması ve halkın uyandırılması noktasında, hatiplere ve [dini ilim tahsil
eden] talebelere, üniversite öğrencilerinden ve öğretim üyelerinden çok daha
fazla ümit bağlamaktayız. Samimi eleştiriler yöneltmekten sakınmamalıyız.
Gücümüz yettiğince, canımızı ve ismimizi feda etme pahasına, avamın üzerimize
kışkırtılması pahasına, hakaret etmeleri, görüşlerimizi çarpıtmaları pahasına
çalışmalıyız. Böylece öncelikle şaibeli tipleri, halkı kandıran kindarları ve
din tüccarlarını halka tanıtabileceğiz. Kur'an'ın deyimiyle: "Onlar,
halkın malını bâtıl yere yemekte, hak yolunun önünde engel oluşturmakta
Allah'ın kitabını çarpıtarak onun yerine kendi kuruntularını
yerleştirmektedirler..." Mukaddes din âlimi elbisesini giymekte, halkı
kandıran yapay tavırlarla karanlık işler yapanlara uygun ortamlar yaratmakta ve
bilinçli ve erdemli gerçek din âlimlerinin adını lekelemektedirler. Onlarla
halk arasında bir engel oluşturmaktadırlar. Aklı ve dini değil, cehaleti ve
şirki halka hükümran etmektedirler, ikinci olarak içtihat, ilim ve islam adına
değil, "nasihat" adına, sıkıntıyı dile getirme adına, halkın ve
toplumun ihtiyaçları, zamanın gerektirdikleri ve adalet adına, tehlikeyi haber
verme, ıslaha çalışma adına, din cephesinde hissedilen yoksunluk, uygunsuzluk
ve düzensizlik adına, yıllar önce dinî ve siyasî istibdadın, sınıfsal
düzenlerin, yabancı kültürlerin, içerideki art niyetlilerin, cahil yobazların
emperyalist komploların, düşüncelere ve inançlara yerleştirdikleri hurafelerin
ve yanlış eğitimin ortadan kaldırılması, bilimsel gerçekleri, mantıksal analizleri,
Kur'an'a, sünnete ve gerçek ıtrete dayalı dünya görüşünü yerleştirmek adına,
Muhammed? islam'ın uyandırıcı kültürü ve mektebi içerisinden Alevî şiasının
özgürlük bahşeden adaletçi ve ilerici ruhunu çıkaralım. Bu uğurda yenilikçi
aydın oyunu oynamayı bir tarafa bırakıp yana yakıla çalışalım ve hakla batılı
gözü kapalı ayırt edebilelim.
456
Kur'an'ın
"nazil" olmuş olma ve vahiy olma özelliğini tanımak için de tabiî
bilimlerde ve beşerî bilimlerde uyguladığımız ve büyük hakikatlere ulaştığımız
yöntemi, Kur'an ve İslam hakkındaki araştırmalarımızda da uygulamalıyız. Eğer
yöntemimiz değişirse -yani bilimsel yöntem olursa- sadece dehalar değil uzman
olmayan yazarlar ve düşünürler bile bizim dinimize, itikadımıza ve düşünce
tarzımıza girmiş yabancı unsurları tanıyabilir, İslam'ın hakiki çehresini ve
İslâmî hakikatlerin çoğunu teşhis edebilirler.
Vakit daraldığı için uzun bahislere girme
fırsatımız bulunmamaktadır. Burada, pek çok hakikatin anlaşılması için o kadar
da dehalara ve bilimsel ortamlara ihtiyaç olmadığını anlayabilmemiz açısından,
konuyu aydınlığa kavuşturmak üzere iki basit örnek vereceğim.
Edebiyat fakültesinde ders veriyordum.
Dersim "İslâm me-arifi" idi. O gün Kur'an hakkında konuşuyordum.
Öğretmen olarak sınıfa girdiğimde öğrencilerime İslâmî konuların -bu cümleden
Kur'an'ın- bugün hangi yöntemle incelenebileceğini göstermek istiyordum. İki
saat vaktimiz vardı ve önceden hiçbir hazırlık yapmamıştım. Onlara dedim ki
eğer doğru bir yönteme sahip olursak, geniş bir bilgiye sahip olmaksızın bile,
Kur'an'daki pek çok ince noktayı keşfedebiliriz. İster bir şiir divanı olsun,
ister felsefe kitabı olsun, isterse edebiyatla ve toplumsal bilimlerle ilgili
bir risale olsun hangi kitabı açarsak açalım, her şeyden önce kitabın adıyla ve
başlıklarıyla karşılaşırız. Örneğin bir şiir divanında kitabın adına,
şiirlerine ve başlıklara şöylesine bir göz gezdirerek bile kitapla ve şâirle
ilgili ön bilgiye sahip oluruz. Eğer şâir şiirlerinde "cesaret",
"kurban olma", 'özgürlük", "zincir", "kan",
"esir", "itiraz", "isyan" vb gibi kelimeler
kullanmışsa şâirin çok aşırı siyasî ve toplumsal eğilimlerinin olduğu
söylenebilir. Eğer "hicran", "vuslat",
"gözlerin", "bakışların", "zülüf",
"gönül", "o", "ah".
dS7
"vah"
vb gibi kelimeler kullanmışsa peşinen şâirin romantik ve duygusal biri olduğu
ve gazel tarzına ilgi duyduğu yönünde hüküm veririz. O halde şâiri, yazarı ve
"yarattıkları eseri" tanıma yönündeki bu ilk adımda, seçilen adın,
bölüm başlıklarının incelenmesi okuyucuya yardımcıdır. Fakat bu, kesinlikle
yeterli değildir. Bu bir denemedir, bir araştırmanın başlangıcıdır. Kitabın
bütünüyle incelenmesi ve bölüm bölüm tahlil edilmesi, bu başlangıcı sonuca
götürür. Kitabı inceleyerek ve analiz ederek ulaştığımız sonuç, eğer ilk
bakışta ulaşılan sonuçla, yani seçilen isim ve konulan bölüm başlıklarından
hareketle ulaştığımız sonuçla uygunluk arz ederse, verdiğimiz hükmü ya da
ulaştığımız sonucu daha fazla pekiştirmiş olur. Ancak şüphe götürmeyen bir ilke
olarak isim seçmeyi gösterebiliriz. (Çocukları için isim seçen kişi için de
durum aynıdır) İsim seçimi, ismi seçen kişinin düşünsel eğilimlerini, zevkini
ve yaklaşımını yansıtır. Şimdi Kur'an'ın sıradan bir kitap olduğunu farz edelim
ve bir araştırmacı titizliğiyle bu kapalı dünyaya giden yolu bulmaya çalışalım.
Atılacak ilk adım, kitabın ismine ve bölüm
başlıklarına bakmak ve eserin yaratıcısının niçin bu kelimelerin ve bu
başlıkların üzerinde daha fazla durduğunu ve niçin bunları seçtiğini sormaktır.
Kur'an yanımdaydı açtım ve öğrencilerimden
sûrelerin isimlerini tahtaya yazmalarını istedim. Fatiha'dan Nas'a kadar yüz on
dört kelime oldu, iki ismi olan sureleri de her iki ismiyle birlikte yazdık.
İki isimden fazla olanları yazmadık. Bazı sureler iki ayrı anlama gelen bir
isme sahiptir, bunların her ikisini de yazdık.149 Böylece yaklaşık olarak
toplam yüz yirmi
beş
mâna oldu. Bu isimleri tahtaya yazdık karşılarına da anlamlarını kaydettik. İlk
işimiz, yani malzemenin toplanması işi tamamlanmıştı.
İkinci aşama, malzemenin incelenmesi ve
tasnif edilmesiydi. Öğrencilerimden elde ettiğimiz yüz yirmi beş ismi
sınıflandırmalarını istedim. Örneğin Rad [şimşek]. Nemi (karınca), Nahl (bal
arısı), Nûr [ışık], Bakara [inek] gibi tabiatla ilgili olanları, tabiat
fenomenleri grubuna; örneğin Ahzab [hizipler] -ki Ahzab savaşıyla ilgilidir.-
Mü'minûn [müminler] Münafıkûn [Münafıklar], Şûra [şâirler], Nisa [kadın], gibi
isimleri, toplum ve siyaset bölümüne; Enbiya [Peygamberler], Al İmran [İmran
oğulları], Yusuf, Nuh, İbrahim, Rûm gibi isimleri tarih bölümünün içerisine;
Karia, Kadr, Kıyamet gibi isimleri, metafizik meseleler bölümüne, Enfal ve
zekatı ekonomiye; Abese. Hü-meze, Muttafifîn ve Mükezzibîn gibi isimleri de
bireysel ahlakî davranışlann içerisine yazdık.
Üçüncü aşama çözümleme, analiz etme ve
sonuca varma aşamasıdır. Bu aşamada öğrenciler hemen hemen benzer sonuçlara
vardılar. Şöyle bir takribî istatistik elde edildi:
1)
Maddî ve tabiî fenomenler, 22 sure,
%26.66
2)
Akide ve düşünsel öğreti, 29 sure, %24.14
3)
Toplum, toplumsal sınıflar ve siyaset, 27 sure, %22.5
4)
Tarih ve tarih felsefesi, 17 sure,
%14.14iso
5)
Ahlâk ve davranış, 4 sure, %3.3
1)
1)
149-
"Kaf ha ya ayın sad" ve "ya sin" gibi mukatta harflerin tam
olarak ne anlama geldiğini bilemediğimiz için bunları görmezden geliyoruz.
Bunların varacağımız sonuç üzerinde bir etkisi yoktur.
458
150
Tarihle ilgili olanları, toplumsal ve siyasî konular içerisinde düşünmek de
mümkündür. Eğer bu iki bölümü bir sütunda toplayacak olursak, toplumsal
hayatla, gruplarla, cenahlarla, toplumdaki insanî ilişkilerle alakalı olanların
en büyük yekunu tuttuğu görülecektir. Yani Kur'an her şeyden çok daha fazla
"Toplum ve Tarihle ilgilenmektedir.
459
6)
Mâlî meseleler, 4 sure, %3.3
7)
İbadetler, şiarlar ve dinî törenler. 2
sure, %1.7
Akıl, kıyas, kişisel anlayış, tahmin,
düşünsel yaklaşım gibi eski
âlimlere ve düşünürlere
özgü yöntemleri kullanarak Kur'an hakkında verdiğimiz bir
yargı ile, titiz bir bilimsel tüme varım yöntemiyle, çözümleme ve analizle elde
edilenlerin birbirinden ne kadar farklı ve hatta ne kadar zıt olduğunu
görüyoruz. Örneğin Kur'an semavî bir kitaptır, dinî bir kitaptır, halkın manevî
ve ahlakî hidayeti içindir, kalplerin Allah'la irtibatı içindir, düşünceleri
madde ötesi hayata, diğer dünyaya yöneltmek içindir. Binaenaleyh birinci derecede
ibadetlerin, ikinci derecede ahlakın, sonra toplumsal hayatın, en son olarak da
tabiatın ve maddî hayatın yer alması gerekiyor. Halbuki ibadetlerin yalnızca
iki tane olduğunu Secde ve Hacdan ibaret olduğunu görüyoruz! Haccın da
düşünsel, toplumsal ve ekonomik yönünün salt ibadî yönünden daha güçlü olduğunu
ya da en azından o düzeyde olduğunu biliyoruz. Elbette bu veriler yüzde yüz
doğru değildir; ancak verdiği oranlar ve kitabın ortaya koyduğu eğilim yüzde
yüz doğrudur. Böylece araştırmacının önüne küçücük de olsa bir kapı açılmış ve
ilk ölçüt elde edilmiştir.
Elde ettiğimiz yaklaşık doğruların tam
olarak kesinleşmesi için ikinci aşamaya geçmeli ve kitabın metnine ve içeriğine
yönelmeli ve parçadan bütüne yöntemini kullanarak ayetleri tek tek incelemeliyiz.
Joel La Boum -Bir Fransız'dır- 'Kur'an'ın
Sınıflandırılması"151 adlı eserinde ayetleri konularına göre sınıflandırıp
yazmıştır. Juel LaBoum'un tasnifine göre elde edilen -Kur'an'ın
ele
aldığı toplumsal, bireysel, ekonomik, siyasî, tarihî ve felsefî düşünsel
konular- değerler ile Kur'an sûrelerinin isimlerinin incelenmesiyle elde edilen
grafik arasında son derece büyük bir uygunluk bulunmaktadır.
Bu şekilde çok geniş bir bilgiye sahip
olmaksızın152 -ya da çok geniş bir bilgiye ihtiyaç duymaksızın- Kur'an'ın
muhtelif meselelerle ilgili genel yaklaşımını ortaya koyan şu sonuçlara vardık:
Öncelikle insan, yani düşünen ve inanan
[insan] inşa etmek istemektedir.
Hemen ardından insan toplumu ve hayatı
gelmektedir, ardından da tabiî fenomenlere değil insana yönelmektedir.
Bu, bütün dinî kitaplardan -hatta ahlakî,
felsefî, edebî, toplumsal ve ideolojik alanlardaki din dışı kitaplardan bile-
çok daha fazla tabiatla ve tabiata özgü fenomenlerle ilgilenen tek dinî
kitaptır. O kadar ki bu kitabın bölüm başlığı olarak seçtiği -karınca ya da
örümcek gibi- kelimeleri, özellikle geçmişteki en sıradan yazarlar bile seçmeye
yanaşmamışlardır. Yazarın ismi de kitabın ismi de birkaç satır yer kaplayan
bizim dinî kitaplarımızın tam aksi bir durum söz konusudur. Bizdeki dinî
kitaplar çok değersiz bile olsa yazarının ismi, ya da kitabın başlığı maşallah
mevcut olan ve olmayan tüm güzellikleri ve yücelikleri bünyesinde
banndırmaktadır! Tıpkı koyun bağırsağı gibi çektikçe uzuyor! Kur'an ise
bunların hiçbirine itina göstermeyerek -en itibarlı kelimelerin bile
değersizleştiği bu yaşadığımız dönemde- bizim için bile tasavvur edilmesi
oldukça zor olan bir tavır takınıyor. Özellikle de semavî kitaplarla
ilgili sahip olduğumuz
bu tasavvurlarımızla örneğin,
'inek"
151-
Classification de Coran 460
152-
Elbette diğer noktalarda çok geniş bir bilgiye ihtiyaç olduğunu bilmek
gerekmektedir. Bahsettiğim bu işte eğer yöntem sahibi olunursa ben ve benim
gibi bu konuda yetersiz kişiler bile bazı sonuçlara ulaşabilirler.
461
"örümcek",
"bal arısı", "karınca", "deprem",
"şimşek", "nûr", "güneş", "ay",
"yıldız", "burçlar", "dört ayaklılar",
"mâide" (yiyeceklerle dolu sofra) "incir",
"zeytin", "pıhtılaş-mış kan ya da "sülük" gibi isimlerin
konulmasını hayretle karşılıyoruz. Bu incelemeden sonra öğrencilerden, Kur'an'a
başka bir açıdan yaklaşarak kitabın hangi kelimeyle başlayıp hangi kelimeyle
bittiğine bakmalarını istedim.
Şâirler ve yazarlar bütün sanat güçlerini
kullanarak eserlerini güzelliğin doruklarına ulaştırmak için başlangıca ve sona
en güzel kelimeleri koymazlar mı? Bugün de sanat eserlerinin büyüklüğü,
başlangıcının nasıl olduğuna ve sonunun nasıl sarsıcı ve harekete geçirici
cümlelerle bittiğine göre değerlendirilmez mi? Bu açıdan da Kur'an'ın tavrı
açıktır: Fatiha Sûre-si'nde "Allah'ın adıyla'' (Bismillah) diye başlamakta
ve halkın adıyla (en-Nâs) bitmektedir. Yani Kur'an, Allah'ın adıyla başlayıp,
halkın adıyla biten bir kitaptır. Allah'a yakarışta ve övgüde bulunuyoruz, onun
tüm âlemlerin sahibi olduğunu ikrar ediyoruz, ben sadece ve sadece sana taparım
ve sadece ve sadece senden yardım dilerim diye itiraf ve ikrarda bulunuyoruz,
sonra da şu duayı ediyoruz: Beni nimet verdiğin ve hidayete erdirdiğin
kişilerin yoluna ilet, sapmışların yoluna değil. Kur'an, böyle başlıyor. Eserin
başlangıcı böyle... Bitirirken de Allah'a sığınan insan ve halk bulunmaktadır,
"min şerri'l ves-vasi'l hannâs elleziyu vesvisu fi suduri'n-nâs. Mine'l
cinneti ve'n-nâs" Açık ve gizli unsurların şerrinden, beyin yıkayan el ya
da ellerin şerrinden yani beyin kirliliğinin şerrinden, halkın düşüncesini,
inancını, hedefini, değerlerini, bilincini, temiz insanî duygularını
saptıranların ve gönüllere uğursuz propagandalarla vesvese verenlerin, yaptıkları
propagandalarla insanları kültürden uzaklaştırıp yozlaştıranlarm şerrinden,
"han-nâs"ın tehlikesinden insanların sahibine [sığınılıyor].
Böylece
bu kitabın dinî bir kitap olduğu ortaya çıkmakta-
dır.
Yani yol yordam göstermektedir. Bu. bir ucunda Allah'ın diğer ucunda ise halkın
bulunduğu bir yoldur. Zaten İslâmî dünya görüşüne göre, insanlar Allah'tan
gelip yine Allah'a dönmüyorlar mı? Zaten toplumda Allah, halkın düşmanlarına
karşı halkın yanında değil midir? Kitabı açıp bir başına bir de sonuna şöylesine
bir baktığımızda bile aslında İslam'ın bütünüyle "Allah" ve hangi
renkten, ırktan, şekilden ve sınıftan olduğuna bakmaksızın "insan"
kelimesine dayandığını görmekteyiz.
Öyleyse yol bellidir. Bu yol, insandan
Allah'a ve Allah'tan insana giden bir yoldur. Bu yol, başlangıcı ve hedefi
tamamen açık ve belli olan bir yoldur: Allah ve insan.
Yanıldım! İnsan mı? Hayır "halk"!
Kur'an burada "el-in-san" değil "en-nâs" demektedir. Niçin
böyle olduğunu şimdi anladım. İnsan, zihinsel [öznel] bir varlıktır. Bir türün
adıdır, bunun içerisine rahmetli ! Çombe153 de girer! Bunun içerisine şeytan da
Allah da girer. Shandel'in deyimiyle İnsan? Ne demek? Kim olduğunu sor, ne
olduğunu söyleyeyim! "En-nâs" (halk) nesneldir. Dış gerçekliğe sahip
olan insandır. Fel-sefe-yi Ûlâ ile ilgili felsefî bir bahis, zihinsel bir
mesele ve metafizik bir hakikat, değildir. Ben, sen. bizleriz... Yeryüzünü,
sokakları, evleri dolduran gerçek ve nesnel tüm insanlardır. Allah'ın muhatabı
bunlardır, peygamberlerin mesajı iletme misyonları, hakîmlerin, filozofların ve
ediplerinki gibi seçkinlere, eşrafa, ilmî, siyasî ve ruhanî topluluğa değil,
bunlara yöneliktir.
Allah da Kur'an'ın bu son sûresinde Allah'la
halk arasındaki bu özel ilişkiyi açıkça ve defalarca vurguluyor: "Halkın
153-
Moiz Çombe Zaireli politikacı, (1919-1969) Afrika'da sömürgeciliğe direnişin
simgesi haline gelen Partice Lumumba'nın birlik yanlısı tezlerine karşı çıkmış
ve onu öldürtmüştür, [çeviren]
462
463
sahibidir,
halkın sultanıdır, halkın tanrısıdır..." (Halka egemen olan bu üç
iktisadî, siyasî ve rûhânî gücü reddediyor)
Kitabın metnine yöneldiğimizde de yine nas
ve Allah kelimelerini görüyoruz. İlk edindiklerimiz teyit ediliyor. -Bir başka
yerde de bu nazariyeden bahsetmiş olduğum üzere- toplumsal meselelerde (felsefe
ve inançla ilgili değil) Allah kelimesinin geçtiği her yere "en-nâs"
kelimesinin konulabildiğini görüyoruz. Mesela "Allah yolunda infak"
yani halk yolunda in-faktır. Veya "Allah'a güzel bir borç
verirseniz..." Güzel bir borç istemekte olan halktır.
Beşer dilindeki tüm kelimeler arasından bu
kitaba ad olarak öyle bir kelime konmuştur ki, son derece basit gözükmektedir;
ama derinine indiğimizde insan hayatı için Kur'an'dan daha şerefli ve
Kur'an'dan daha yararlı bir başka kelime bulamamaktayız. Son derece basit:
"Okunabilen"!
Bu, "mürekkeb"e, "kalem'e,
yazıya and içen, adını Kur'an olarak koyan, bölümlerinin (sûre) yarısından
fazlasını düşünce şekline, itikâdî meselelere, ayıran bir kitaptır. (75 veya 76
sûre)
Şimdi bakış açımız genişlemiştir. Öyle bir
dinle ve öyle bir kitapla karşı karşıyayız ki, bu din ve bu kitap, insanı,
Allah'a götürmekte ve Allah'ı da insana getirmektedir. Onu şah damarından daha
yakın göstermektedir. Tarihe dayanarak bugünü geçmişle anlamlı kılıyor, bunu
bir mantığa bağlıyor ve ondan gelecek için bir akım vücuda getiriyor. Bireyi,
ruhbanlıktan ve zühtçülükten, çıkararak, toplumun, siyasî meselelerin,
toplumsal kuralların154 ve hareketin içine çekiyor. Maddenin ayrıntılarını ve
tabiat fenomenlerini -tıpkı bilimde oldu-
154-
Metinde Farsça'da gelenek anlamına gelen sünnet kelimesi geçmektedir. Cümlenin
anlamı bütünsel olarak düşünüldüğünde burada sünnet kelimesiyle geleneğin
değil, "sünnetullah" kelimesindeki anlamıyla yasa ya da kural
anlamının kastedildiği görülmektedir. [Çeviren]
ğu
gibi- gözler önüne seriyor, onlara yemin ederek, madde dünyasındaki her
fenomenden ve her hareketten maveraya bir pencere açıyor, maddeden Allah'a,
halktan da Allah'a yol açıyor...! Bu mukaddimeyi yöntemin değiştirilmesinin
gereğini hissettirmek için yaptım. Artık aydınlarımız ve okumuşlarımız bu büyük
hayatî misyonu, -ki "bu dünya" hayatıyla biz de doğrudan ilişki
içerisindeyiz- sadece havassın ve bazı belli şahısların omzuna bırakılmış bir
şey olarak görmesinler. Herkesin doğru düşünebileceğini, yazabileceğini,
araştırabileceğini bilmeli ve bu yola inandığı ölçüde, düşünebildiği ölçüde bu
işin sorumluluğunu kendi omzunda hissetmelidir. Şüphesiz en iyi işi herkesten
çok ilmi liyakati olan kimseler yapacaktır. Ancak bu, aydının sorumluluğunu azaltmaz.
Bizler havastan bir ya da birkaç kişinin bir şeyler yapmasını bekleyemeyiz
-beklememeliyiz-. Kendimizde, dinimiz konusunda bilimsel ve mantıkî bir bakış
açısına sahip olma sorumluluğu hissetmeliyiz. İnancımız ve liyakatimiz
ölçüsünde dinimizi bilimsel mantıkla donatmalıyız. Çünkü -muhtelif inançların
ve düşüncelerin saldırısı altında bulunan- şimdiki ve gelecek nesil, bu
düşünsel saldırılara karşı büyük bir direnme gücüne muhtaçtır ve bu direniş
gücü de bu nesiller tarafından bulunmalıdır. Böyle bir nesil kendini
yetiştirebilir ve yeniden doğar. Düşünsel alışkanlıkları, zihinsel kalıpları,
itikâdî putları, ahlakî tabuları, geleneksel bağları, miras kalmış yöntemleri,
-düşüncelerimizin, duygularımızın eline ayağına dolanmış, akledişimizi boğmuş,
bakış açımızı, dünya görüşümüzü, inancımızı ve mantığımızı felç etmiştir-
içimizden söküp atabilir, özgürleşebilir, zihniyetini yeniden gözden
geçirebilir, şüphe yeteneğini yani imanı yaratma gücünü, kazanabilir, seçme
gücünü, bunun sonucu olarak da bilinçli bir şekilde direniş imkanını bulabilir.
464
465
Ümmet
ve İmamet
İtiraf edeyim ki bundan önce imametle,
imamın esas oluşuyla, değeriyle ve imama inanmayla ilgili duyduklarım ve Şiî
kitaplarında okuduklarım bana çok belirsiz geliyordu.
Benim için o kadar belirsizdi ki, hiçbir
zaman imamet hakkında konuşma yapmaya ya da bir şeyler yazmaya yanaşmadım.
Çünkü benim için açık değildi, hazmedememiştim, ne olduğunu anlayamamıştım. Bu
konuda okuduklarım ve duyduklarım bugünün mantığıyla, toplumsal anlayışıyla ve
hatta özgürlükçülükle ve insancıllık ruhuyla bağdaşır şeyler değildi. Fakat bir
anda, bir keşif şeklinde, bir mukaşefe şeklinde, mutlak şekilde yabancısı
olduğum o yepyeni dünyaya beni götürecek küçük bir kapı açıldı. Ümmet ve
imametle ilgili araştırma yöntemiyle ilgilenirken, bu küçük kapı açıldı ve ben
bu yepyeni dünyaya giden yolu buldum. O zaman, felsefî ve kelami yollarla benim
açımdan kabul edilebilir bir şey olmadığını gördüğüm imamet meselesini,
bilimsel bir gözle ve siyasî sosyolojiyle incelediğimde, bu meselenin
büyüklüğünü, derinliğini, insan ve toplum için ne kadar hayatî bir zorunluluk
olduğunu fark ettim. O kadar ki şimdiye kadar hiçbir mesele benim açımdan bu
kadar kesinlik ve netlik arz etmemişti. Bu yönelişten sonra, -bu, gerçekten bir
tür ilham ve bir tür ilahî yardımdı, şu an bütünüyle bu yeni yönelişin etkisi
altındayım. -söz konusu edilemez denen bir çok mesele -muhtemelen benimsemezler
ve duymazlıktan gelirler, özellikle bugünün gençleri ve aydınları, yanlış
algılarlar- bile benim açımdan yüzde yüz bir bilimsel anlam kazanmıştır.
Bu birkaç gecelik fırsatta bulduklarımı size
aktarmayı ümit ediyorum. Ayrıca şunu söylemeye de mecburum: Ben bir din âlimi
olarak değil, -herkesin hissettiği sorumluluk kadar- dinî meseleleri anlamak
için sorumluluk hisseden ve araştırmalar
466
yapan
sıradan bir araştırmacı olarak konuşuyorum. Bu yüzden söylediklerim,
"doğrusu budur, bundan başkası değildir" seklinde bir anlam
taşımamaktadır. Aksine, bugün İslam adına toplumda var olanların ıslah edilmesi
gerektiğini, dinimizin ilk ve aslî kaynağına döndürülmesi gerektiğini, bizim
açımızdan kesinlik arz eden şeylerin bunlar olduğunu söylemek istiyorum. O
halde yeni sözlere tahammül etmeli ve kendimizi bunları kabul etmeye değil,
duymaya ve anlamaya hazırlamalıyız. -Kabul etmek sonraki iştir.- Bu alanda
düşünen ve araştırmalar yapan araştırmacıların yeni sözlerini, yeni
tabirlerini, yeni açıklamalarını ve yeni demlendirmelerini işitmeye [hazır
olmalıyız].
Benim söylediklerim kesinlikle yenidir,
doğru olması da mümkündür, (yanlış olması da). Binaenaleyh söylediklerim bir
nazariyedir, kesin değildir. Sadece düşünmeye davet etmektedir.
Bu incelemede bazı sonuçlara ulaştım; ama
söylediklerime yüzde yüz doğru şeyler olarak bakılmaması gerekiyor. Çünkü ben
de söylediklerimin yüzde yüz doğru şeyler olduğunu söylemiyorum.
Dinleyecekleriniz, benim uzmanlık alanım olan sosyoloji bilimi çerçevesinde
yaptığım araştırmalardır. Sizler daha fazla düşünerek, araştırarak ve bilimsel
çevrelerde sorgulayarak bu meselelerin yerli yerine oturmasını ve
olgunlaşmasını sağlamalısınız. Bu hatırlatmaları, tüm konuşmalarımın ve
yazılarımın mukaddimesi olarak kabul edin. Bu seferki konuşmam daha ziyade
öğretmen üslubuyla olacağından daha yorucu olacak. Bahsimizi bilimsel bir bakış
açısıyla ele alacağımız için. sıkıcı gelebilecek bu konuya daha fazla tahammül
göstermenizi istirham ediyorum.
Ümmet
M. Watt adlı İslam bilimcisinin
"ümmet" kelimesi üzerindeki açıklamasını genişleterek, ümmet bahsinde
onu eksen alıp
dfi7
sosyolojik
analizini yaptım. Ancak benim en çok üzerinde durduğum şey, ümmet ile imametin
aynı kökten gelmesidir. 155 Bu son derece büyük bir anlama sahiptir. Ben. başı
sonu kaybolmuş karma karışık imamet yumağının ucunu burada buldum.
Aslında bir esere seçilen isim. sahibinin
eserle ilgili anlayışının göstergesidir. Aynı şekilde bir ailedeki çocukların
isimleri, o isimleri koyanların inancını ve zevkini yansıtır. Toplumsal
meselelerde de o isimlerin niçin seçildikleri incelenmeye değerdir. Bu isimlerin
ve terimlerin anlamlarını titiz bir şekilde ele almamız gerekmektedir.
Özellikle sosyolojik bir araştırma yapıyorsak, sosyolojide, özellikle de tarih,
kültür ve inanç sosyolojisinde, dilbilime, etimolojiye, kelimelerin köklerini,
isimlerin, sıfatların ve terimlerin türevlerini, bunların nasıl ortaya çıkıp
geliştiklerini, nasıl değiştiklerini, yıprandıklarını, yaşlandıklarını ve
öldüklerini bilmeye şiddetle ihtiyaç vardır. Çünkü bir kelimenin kökünü
ayırdığında, onun ortasındaki güneşini görmen mümkündür, bir ismin kökünün seni
bir düşüncenin köklerine götürmesi mümkündür. Bilimsel bir ilkeyi bulmak, bir
kelimeyi bilinçli bir şekilde izlemek, seni uzak ve meçhul diyarlara götürür
ki, bu son derece heyecan verici bir şeydir.
M. Watt, insanların tarih boyunca belli
coğrafyalarda topluluklar halinde yaşadıklarına dikkati çekmektedir.
Topluluklar oluşturan ve orada yaşayan bu bireyler, oluşturdukları bu
toplulukları neyle isimlendirdiler? Bunların kendi toplulukları için
belirledikleri isim, onların toplumsal hayat anlayışlarını ve topluluklarının
gerçekte ne anlama geldiği hak-
kındaki
yaklaşımlarını gösterir.
Bu isimler oldukça fazladır. Ben şimdi
okuyucuların bu terimleri İslâmî bir terim olan "ümmet" ile mukayese
edebilmesi için Avrupa dillerinde, Arapça'da ve Farsça'da bir toplum ve bir
insan grubu için bugün de kullanılan kelimeleri söz konusu edeceğim. Her
birinin, grubun "isimlendirme yönünü" gösteren sözlük anlamını ve
onlara ilk anlamını veren köklerini, inceleyeceğim.
1- Nasyon:
(Nation) Bizim "millet" olarak tercüme ettiği
miz
kelimedir. Nasyon, doğmak demek olan Naitre mastarın-
dandır.
O halde onlar, bir grubun bireylerini birbirine bağla
yan
gerçek, doğal ve kutsal bağı oluşturan aslî kriterden ve
topluluktan
akrabalığı, birlikte doğmuş olmayı ve aynı ırktan
olmayı
anlıyorlar. Bu, onlar açısından, insanları bir gruba ve
birbirine
yakınlaştıran en kutsal bağdır. Avrupalı, "nasyon"156
ve
"nasyonalizm" kelimesini seçerek, aynı yerde doğmuş ol
mak
bağını esas aldığını vurgulamış oluyor ki bu şimdi de çok
revaçtadır.
Bunun, kendi kabilesinin bireylerini aynı
büyük atanın çocukları sayan kabile anlayışından ibaret olduğunu görüyoruz.
Temim oğulları, Ümmeyye oğulları, Neccar oğulları gibi...
2- Kabile:
En eski kelimelerden biri kabiledir. -Nasyondan
da
daha eskidir- Kabile, hayatları için bir maksat, bir "kıble"
seçmiş
ve bütünüyle ona yönelmiş insanlardır. Bu toplulukta
bireyleri
birbirlerine bağlayan en sağlam bağ, onların ortak bir
"kıble
"ye (maksat) sahip oluşlarıdır. Hedefte ve maksatta bu
luşma
yeri genellikle otlaklardır. Çünkü her kabilenin otlağı,
yaylası,
kışlağı vardır. Geniş ovaya baktığınızda her toplulu-
155
-Peygamber'in en bariz olumlu sıfatlarından biri olan- "ümmf'nin de bu
ikisiyle aynı kökten geldiğini düşünüyorum.
468
156-
Millet, yanlış bir tercümedir. Millet, din anlamındadır. (Millet-i ibrahim)
veya "Milel ve Nihal'' ve "islam Milleti..." [örneklerinde
olduğu gibi] [Millet kelimesinin] Meşrutiyet döneminde, dönemin gazetecileri ve
siyasetçileri tarafından, nasyon kelimesine karşılık olarak seçildiğini
düşünüyorum.
469
ğun
(kabile) bir kıbleye yöneldiğini görürsünüz.
O halde kabile, ortak kıbleye sahip olan
bireyler topluluğudur.
3- Kavim: Bu toplulukta birlikte yaşama
"bir grup insanın bir eylemi gerçekleştirmede ortak " kıyam 'larına
dayanır. Yani biz -bir kavmin fertleri- yeryüzünün bu köşesinde birlikte,
ortaklaşa bir eylemi gerçekleştirmek için ayağa kalkmış, kıyam etmiş
insanlarız,
4- Şa'ab: Şa'ab kelimesiyle -Farsça'da da
var olan- şube ve inşaab kelimeleriyle aynı köktendir. Yani yeryüzünde şubelere
kollara ayrılmış insanlar topluluğudur. Yani Her şube, bir şa'abdır. Yani diğer
kollardan aynlan bir koldur, toplum, beşeriyetten munşeab olan [ayrılan] bir şubedir.
5- Tabaka [Sınıf]: Yaşantı, iş ve gelir
açısından aynı ya da benzer olan insanlar, bir sınıfı teşkil ederler. Bir
sınıfta yer alan bireyler çalışma ve yaşama biçimi ve toplumdan yararlanma
ölçüsü açısından birbirleriyle benzer durumdadırlar. Onlar bir birimi ve bir
grubu teşkil ederler. Bir "Sociale Clas-se" [toplumsal sınıf
oluştururlar]. O halde onlar arasındaki bağ, iş ve gelirdeki ortalık; ya da
yaşantıdaki ve özellikle de toplumsal durumdaki ve statüdeki benzerliktir.
6- İçtima ya da camia [toplum]: Bu kelime şu
an halkın da kullandığı bilimsel bir terimdir. Camia [toplum] (Societe), hem
Avrupa'da hem de bizde bir yerde toplanmış insan topluluğu demektir.
Binaenaleyh, bu grubun en önemli bağı, temeli ve bu ilişkinin temel anlamı
"Onların bir yerde toplanmış olmalarıdır"
7- Taife: Bir eksen etrafında ve belli bir
özel bir bölgede tavafta ya da harekette olan insan grubudur. Çölde her grup.
bir su kuyusu etrafında dönüp durur ve kendilerine ait olan bir otlakta, bir
meydanda ve bir dairede gezerler.
8- Nejad (Race) [ırk]: -Şekil, renk, endam
gibi- bedensel 470
özelikler
açısından birbirlerine benzer olan insanlardır.
9- Tudeh
(Masse) [kitle]: Bir noktada birikmiş insanlar top
luluğudur.
10- Peuple:
Belli bir yerde ikamet eden insan topluluğu
dur.
Vatandaşlar.
Ayrıca grup (groupement, groupe), hizb
(parti), aşiret (elan, tribu) da bu türdendir.
Ancak İslam, kendi teşkil ettiği insanlar
grubunu isimlendirmek için bu terimler yerine "ümmet" kelimesini
seçmiştir.
İslam'ın kendine özgü anlayışı burada da
açıkça ortaya çıkmakta ve ilginç bir şekilde "hareket" esasına
dayanmaktadır. Ama bu belli ve sabit bir yöne harekettir. İslam, sürekli
değişimi ve sürekli sabitliği bu şekilde birleştirmiştir. İslâmî dünya görüşü
bunun üzerine oturmaktadır. İslam, bu ilkeyi, Kabe'nin tavafında ifade
etmektedir.
Tavaf: Ebedî harekettir, (yedi kez)
Durmaksızın, sapmaksı-zın; ama sabit bir eksen etrafında...
İslâm kültüründe -bir başka yerde de işaret
ettiğim gibi- dini isimlendirmek için -muhtelif telakkilerde- kullanılan tüm
terimler, yol anlamındadır. Bu yaklaşımı, temel dinî terimlerin çoğunda
görüyoruz: Mezhep (yol), suluk (yol), şeriat (suyolu), tarik ve tarikat (yol),
sebilillah (Allah yolu), sırat (mabet yolu), Hac (Bir şeye doğru yönelmek, bire
yere gitmeye kastetmek), ric'at (varlıktaki insan), hicret (Peygamber'in doğumu
yerine İslam'ın başlangıcı, Mekke'nin fethi, hatta Peygamber'in bi'seti).
Kendi toplumuna da bu anlayışla bakması ve
onu isimlendirmek için bu dinamik kavramı seçmiş olması son derece doğaldır. O
kelime "ümmet "tir. İşte bana yeni ve geniş bir ufuk açan, yüzlerce
yeni anlamın karşımda fışkırmasını sağlayan bu ümmet kelimesidir. Bu kavram
İslâmî kültürümüzde mev-
471
cuttur:
ancak bugün öyle bir şekilde söz konusu edilmektedir ki. bu kavram bana
belirsiz, hatta akıl dışı gelmekteydi. Fakat bu yeni yaklaşım biçimiyle
baktığımda, bunları sadece makul ve mantıklı bulmakla kalmadım; bunların son
derece canlı, bugüne ait, ilerici, bir toplumsal devrimci gerçeklik olduğunu
gördüm. Bu yeni geniş ufuklar önümde ansızın açılıverince, "imamet"
kelimesinin "ümmet" kelimesiyle aynı kökten geldiğini fark ettim,
"ümmî" sıfatının da aynı şekilde olduğunu düşünüyorum.
Ümmet kelimesi "ümm"157
kökündendir. Yani ahenk, kastetmek ve yola çıkmak [azimet etmek] manasındadır.
Bu, "Hareket", "hedef" ve "bilinçli karar'ın
birleşmesiyle oluşmuş bir anlamdır. "Ümm" kelimesinin kökünde
"ileri, öne ilerleme" kavramı da saklı olduğundan bu birleşik anlamı
oluşturan dört unsur bulunmaktadır:
1-Seçim,
2-Hareket, 3-İierleme, 4-Maksat.
Bütün bu anlamları içinde saklayan
"ümmet" kelimesi, -aslında- "et-tarîku'l- Vazıh":
açıklayıcı yol anlamındadır.
Yani
yol anlamındaki insan grubu ve toplum!
O halde, bu kelimede rehberlik etmek,
rehberlik edilmek ve yol almak saklıdır. Öyleyse İslam, insanları birbirine
bağlayan kutsal ve temel bağ olarak, aynı kandan olmayı, toprağı, topluluğu,
amaç ortaklığını, iş ve iş araçlarındaki ortaklığı. ırk benzerliğini, toplumsal
statüyü ve hayat tarzını görmüyor. Pe-
ki
İslam'a göre tüm bunlardan daha kutsal ve daha aslî olan bağ nedir?
"Gitmektir"! Yani gitmek için bir yol seçen insanlar grubudur!
Bu kelimenin nasyon. kavim, kabile, şaab vb.
kelimelere karşı üstünlüğü son derece açıktır. Çünkü onlann hiçbirinde insanî
ilerleme [müterakki] anlamı yoktur. Ancak beşerin kendi topluluğu için seçtiği
en iyi terim olan kabile hariç. Yani insanların kıble ve hedefteki ortaklığı...
Bu ayrıcalığa ümmet de sahiptir. Zira yol kat etmek, önderlik ve ortak bir
önderlik altındaki bireylerin ortaklığı derken, önderliğin olduğu ve herkesin
yöneldiği belli bir kıbleye ve hedefe doğru hareket söz konusu edilmektedir.
Kabile karşısında şu imtiyaza da sahiptir158: [Ümmet de] tıpkı kabile gibi
kıble ortaklığını, insanları birbirine bağlayan bir ölçü, gerçek ve manevî
yakınlık ve bir yerde toplanma sebebi olarak görmektedir. Kabilede hedef
ortaklığı vardır; ama hareketin kendisi hedefe yönelik değildir. Zira insan
bireylerinin bir hedeflerinin olması ve bir kıbleye inanmaları mümkündür; fakat
ona doğru gitmek için hiçbir yükümlülük hissetmiyor olabilirler; yani, yalnızca
aynı hedefe ve aynı inanca sahip olmakla yetinebilirler. (Yalnızca zihinsel ve
duygusal bir ilgi olarak) Tıpkı bizim Müslüman toplumumuzda olduğu gibi...
Bizim Müslüman toplumumuz da. ortak bir hedefe ve ideale sahiptir; ama ona
doğru adım atmıyor. İnandıkları hedef ile, yönelip hareket ettikleri hedef
başkadır! Ancak ümmette ortak kıbleye doğru hareket, temel düşüncedir.
İnsanlardan
oluşan toplumsal bir grubu ifade eden tüm bu
157-
Çeşitli anlamları bulunan bu köke ait türevler, bizim açımızdan
"ümmet" kelimesinin anlamını, daha da zenginleştirmekte, daha fazla
açığa çıkarmakta ve bir çok boyutunun aydınlanmasını sağlamaktadır. Öncü, art
veya arkanın zıt anlamlısı (emam); beynin yer aldığı katanın bir bölümü
(ümmü'r-râs); ileride olan, öncü, iktida ve kıyadet, numune, misal, yolu
aydınlatan, binanın doğru olması için çekilen çekül çizgisi, doğru bina etmek
(imam); özel kurumları, mülkleri ve malları millileştirmek, nasyonalize etmek,
sosyalize etmek, ortaklığa açmak, yani özel mülkiyeti genelleştirmek, toplumsal
mülkiyete açmak ve ümmeti de onun mâliki bilmek (tamim)
472
158-
Burada sosyolojiyle ilgili değil, dilbilimle ilgili bir mesele söz konusudur.
Kelimelerin köklerini ve her terimin isime konu olma yönünü tahlil ediyorum.
Ben kabilenin bu açıdan bunların tümünden daha ilerici olduğunu söylediğimde
yine o heyecanlı aydınlardan biri, benim toplumsal hayat noktasında kabilenin,
uygar milletten ve toplumdan daha iyi bir düzen olduğunu söylediğimi öne
sürerek eleştiri yapmaya ve uygar toplumla milletin, kabileden daha iyi
olduğunu ispatlamak için bir sürü deliller sıralamaya kalkışmasın!
473
terimler,
formu, şekli, ve mekanın özelliklerini ve kapasitesini gösteriyor. Yani onların
tümü statiktir; sadece ümmet dinamiktir.
"Taife" ve 'kavm'in de dinamik
olduğu söylenebilir. Kavim kıyamdır (hareket). Fakat ortak bir davranış olan
toplu yaşamak içindir. Bu da hareketlilik değil, sabitliktir. Durgunlukta
harekettir. Kalmak ve durmak için hareket etmektedir. Sabitleşmek ve durmak
için kıyam etmektedir. Nitekim "kıyam", her zaman "hareket"
değildir. Hareket ise, bir noktadan bir başka noktaya intikal etmektir. Veya
bir tür ve bir nitelikten, bir başka tür ve niteliğe dönüşmektir. O halde
hareket ya "gitmek"tir ya da "olmak'tır [şoden]; kıyam ise ayağa
kalkmaktır, yani sükunun şekil değiştirmesidir. Oturan [kişi], bir iş için
bulunduğu yerden kalkıyor; ama gitmiyor, yola koyulmuyor. Kıyam,
"-imek" !59 [bûden] şeklinin değişimidir, cinsin ya da yerin değişimi
değildir! Ne afakî ne enfusî hicrete sahip değildir. Ama ümmet bir muhacir
toplumudur. Bu terimde (sadece ümmetin tahlil edilmesiyle elde edilen) şu
kavramlar bulunmaktadır:
1-Hedef
ve kıblede ortaklık.
2-Kıble
ve hedef yönünde gitmek.
3-Ortak
önderliğin ve yönlendirmenin gerekliliği.
O
halde bu kelimede var olan tüm anlamlarla yapılacak bir
159-
Farsça'daki "şoden" kelimesi, Türkçe'deki "olmak"
kelimesiyle tam olarak aynı anlama gelmektedir. Türkçe'ye bazen mecburen
"olmak" olarak tercüme edilen "bûden" kelimesi ise, aslında
bugünkü Türkçe'deki "-imek" ek fiiline tekabül etmektedir. Eski
Türkçe'de müstakil bir fiil olarak kullanılmakla birlikte bugün
"-imek" fiili, yalnızca isim soylu kelimelerin yüklem olarak
çekimlenmesini sağlayan bir ek fiil olarak varlığını sürdürmektedir. Türkçe'de
"-imek" ek fiili, yalnızca dili (görülen) geçmiş zaman, miş'li
(öğrenilen) geçmiş zaman, geniş zaman ve şart kipleriyle çekimlenebilmektedir.
iki kelime arasındaki farkı di'li (görülen) geçmiş zaman kipiyle
çekimleyeceğimiz birer örnekle açıklamakta fayda var. Örneğin "Ben
öğretmen oldum" /Farsça'sı "men muallim şodem" cümlesinde
"şoden" fiilini kullanmamız gerekmektedir. Eğer cümleyi
"-imek" ek fiiliyle söyleyeceksek, cümleyi Türkçe olarak "Ben
öğretmen idim", Farsça olarak ise "Men muallim bû-dem" şeklinde
kurmamız gerekecektir. [Çeviren]
474
tarife
göre ümmet şudur: "Tüm bireyleri ortak bir hedefe sahip olan insan
topluluğudur. Ortak bir önderlik altında bir araya toplanıp kendi idealleri
yönünde hareket eden insan toplumudur. " O halde bireyler arasındaki
yakınlık - (Şaab kelimesinin anlamında da var olduğu üzere bir başka gruba
karşı) toprak, kan, ortak iş, ortak yazgı, ortak hedef ve bir iş ya da bir grup
için birlikte kıyam, birlikte hareket yerine- ortak bir kıbleye doğru hareket
etme yükümlülüğü duyan insanların oluşturduğu ve bu insanların tümünün
ortaklaşa kabul ettiği bir toplumda, ortak bir önderliğe inanmaktan ibarettir.
İmamet
Bu, İslam'ın, bir din ve öğreti olarak yol
ve kıble gösterme görevini üstlenmiş olduğu özel bir İslam toplumudur. Kelâmî
ve mezhebi meselelere, tarihî metinlere girmeksizin başka bir inanç esası elde
etmekteyiz.
Ümmetin anlamından da, lafzından da imamet
çıkmaktadır. Binaenaleyh imamet, ümmetin hedefe yönlendirilmesinden ibarettir.
Bu açıdan imamet, ümmet terimi içerisinde mutlak surette zorunlu olarak saklı
bulunmaktadır. Toplum [camia], kabile, topluluk [içtima], kavim ve nasyon
kelimelerinde böyle bir şey saklı değildir. Ümmet, imametsiz olmaz. Bir fert,
ümmetin üyesi olduğunda, toplumsal önderliğe karşı yükümlülük ve teslimiyet
içerisinde olur; ama kuşkusuz bu teslimiyet, kişinin özgür iradesiyle seçtiği
bir teslimiyettir.
Ümmetteki fert, topluma karşı yükümlülük
duyan bir itikadi hayata sahiptir. Toplum, "ideolojfye veya "inanç'a
karşı yükümlüdür; ideoloji de ideallerin gerçekleştirilmesi ve hedefe
475
ulaşma
noktasında yükümlüdür.
Burada iki farklı mesele ortaya çıkmaktadır:
(Biri) "ima-met'in niteliği ya da "ümmet" diye adlandırdığımız
İslam toplumunun önderliği meselesidir. Şimdilik buna işaret etmekle
yetiniyorum, son derece hassas olan bu meselenin ayrıntılarını daha sonra ele
alacağım.
Siyasî sosyolojide söz konusu olan en önemli
mesele şudur: -Tüm rejimlerde, siyasî hayatın tüm şekillerinde- toplum,
önderlik, yönlendirme ve halk idaresi noktasında iki felsefeden, iki yaklaşım
biçiminden, iki düşünce tarzından fazlası bulunmamaktadır:
1-Toplumun
idaresi.
2-Toplumun
yönlendirilmesi.
Bu
iki düşünce tarzı ilk bakışta birbirine benzer gözükse de, -veya karşıtlıkları
hissedilmese de- bunlar, birbiriyle zıt iki yaklaşımdır. Birinin hedefi
insanların istedikleri, hoşlandıkları ve özgürlüklerden faydalanarak -mutlak
veya nispî olarak- yaşayabilecekleri bir yönetim kurmaktır. Burada hedef,
refahtır, özgürlüktür, yani mutluluktur. Bu tür bir yönetim, tarih boyunca en
iyi yönetim olarak algılanmıştır. Fakat bugün özellikle son yarım yüzyılda,
özellikle Asya, Afrika ülkeleriyle ve geri kalmış milletlerle ilgilenen
sosyolojide tereddütle karşılanmaktadır. Zira en iyi şekilde idare etme
meselesiyle "toplumun hızla ilerlemesi" ilkesi, birbiriyle
çelişmektedir. Ya halkın iyi yaşamasını ve huzur içerisinde olmasını seçip,
bunu hükümetin sloganı yapmak, ya da toplumu en hızlı ve en çabuk şekilde
ilerletmeyi tercih etmek gerekmektedir. Sonuçta bu ikisi arasında çelişki
vardır. Yani çocuğu her açıdan en iyi şekilde
yetiştirmeleri,
değiştirmeleri ve geliştirmeleri için ya bir anaokuluna veririz ya da onun
değişmesi ve gelişmesi için değil, birkaç saat güzel vakit geçirmesi için bir
çocuk bahçesine götürürüz. Hedef çocuğun iyiliğidir; ama burada çocuğun
geliştirilmesi söz konusu değildir.
Bu iki yaklaşım, tarihte resmen söz konusu
edilmeksizin ve düşünürler tarafından bu ikisi arasındaki karşıtlığa işaret
edilmeksizin, farkında olunmadan -muhtemelen- birer terim olarak söz konusu
edilmiştir.
Siyaset kelimesinin Yunan dilindeki -bugün
tüm Avrupa dillerinde ve tüm metinlerde tekrar edilir- karşılığı politika (po-litique)dır.
Politika, şehir anlamına gelen "polis" kelimesinden türemiştir.
O halde işi politika olan hükümetin -yani
şehrin en iyi şekilde idaresi- ülkedeki görevi, bir anlamda belediyenin
şehirdeki görevi gibidir. Bir şehirdeki belediyecilik sisteminin, halkın
anlayışını ıslah etmek, genç neslin en iyi şekilde düşünmesini ve bir önceki
neslin, çocuklarını daha iyi eğitmesini sağlayarak onların dinî düşüncelerini
geliştirmek, onları daha dindar ya da daha dinsiz yapmak ve onlara bir ahlak
anlayışı sunmak gibi bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Bunlar bir kurum olarak
belediyenin ve şahıs olarak da belediye başkanının sorumluluk alanı içerisinde
değildir. Zira belediye ve belediye başkanı, yalnızca şehir halkının rahat
yaşamasını ve şehirdeki düzeni sağlamakla görevlidir. Yönetimdeki hükümetin de
ülke sınırları içerisindeki görevi budur. Yani toplumu korumak ve ülkedeki
insanların rahat yaşaması için gerekli imkanları sağlamaktır. Bütün bunlar,
"ülke işlerinin idaresi" yani politikay-
476
477
di.
Bunun sebebi Yunanistan'daki her şehrin bir ülke olması ve kendine özgü
müstakil bir devlete sahip bulunmasıydı (Ci-te-etat). Mesela Atina şehri, bir
ülkeydi ve bir hükümeti vardı. O halde polis "şehir-devlet"tir. Doğal
olarak da belediyecilik ile ülke yönetimi ve belediye başkanı ile ülke
yöneticisi eş anlamlıydı. Bu açıdan şehir idaresi olan politika, hükümet ve
devlet işlerinin alanında yer alan sorumluluklar bütününe tekabül etmektedir.
Ancak doğuda (toplumun ve ülkenin idaresi
demek olan) politika yerine, "siyaset" kelimesi kullanılmıştır. Bunun
anlamı, halkın korunması ve ülke ya da toplumun idare edilmes değildir.
Siyaset, sözlük anlamı itibariyle "vahşî atı terbiye etmek" demektir.
Binaenaleyh, siyasette değişim, terbiye ve tekamül söz konusudur. Böylesi bir
hükümetin görevi, halkın mevcut ruhî, ahlakî, fikrî ve toplumsal durumunu,
olması gereken ruhî, ahlakî, fikrî ve toplumsal duruma intikal ettirmektir.
O halde hükümet için iki tür felsefe ve
sorumluluk söz konusudur: Ya halka önderlik etmeyi ve halkın eğitimini belli
bir öğretiye göre en iyi şekilde yerine getirmelidir; çünkü halkın önderi ve
muallimidir (siyaset); ya da toplumun müdürü [idare edicisi], gözeticisi ve
koruyucusudur (politika)!
Ya "ıslahçıdır" ya da "hizmetkâr"!
Küçük bir dikkatle bu iki kavramın aynı olmadığını bazen farklılık taşıdığını
ve hatta karşıt olduğunu fark edebiliriz.
Hizmet, hizmet edilene istediği, ihtiyaç
duyduğu ve zevk aldığı işte yardımcı olan davranıştır. Islah ise, ona istemesi
ve hissetmesi gereken şeylerde kendisini kemale götürerek yardım eder. Bir
sevgiliye kavuşmak, bir makama ulaşmak ya da
478
bir
dükkan açmak isteyen birinin yardıma ihtiyacı vardır. Kim böyle birine yardım
ederse, ona hizmet etmiş olur. Ama -istediği şey saptırıcı ise- onu değiştiren,
uyandıran, bu arzusundan ve bu çabasından vazgeçiren kişi, onu ıslah etmiş
olur. Hizmet kişinin (iş, eylem, yenilik vs.) -yapmasına- [bûden] yardım
etmektir. Islah ise (daha iyi, güzel, muttaki, devrimci vs.)
"olmak"ına [şoden] yardım etmektir. Hizmette mutlu kılma yönü vardır;
ıslahta ise, tekamül verme yönü bulunmaktadır. Batı medeniyetinde Pasteur bir
hizmetkardır, Mesih ise bir ıslahçıdır. Doktor hizmetkâr, yazar ıslahçıdır.
Mucitler ve kâşifler, insanlığın hizmetkârları; peygamberler ve aydınlar ise
ıs-lahçılandır. Ebu Ali Sînalar [İbn Sina] Müslümanların kültürüne ve
uygarlığına hizmet etmiştir; Ebu Zerler ise onları ıslah etmiştir. Öğretim
hizmettir, eğitim ise ıslahtır. Bilim hizmet, din ise ıslahtır. Bilim adamları
hizmetkârdır, aydınlar ise ıslahçıdır. Bu yüzden -ıslahsız- hizmet, bazen
ihanete dönüşür. Sarhoş bir serserinin eline keskin bir bıçak vermek olur. Onun
eline keskin bir bıçak vermiş olan hiç kuşkusuz ona hizmet etmiş olur!
O halde şöyle bir genel ilke kabul edebiliriz:
Her ıslah bir hizmettir; ancak her hizmet zorunlu olarak ıslah demek değildir.
Bu farklılık görüldüğünde hayat içerisindeki bir çok toplumsal, siyasî, insanî
ve tarihî mesele aydınlatmakta ve bir çok yargı değişmektedir.
Binaenaleyh şöyle bir sonuca varılabilir:
"Siyaset", toplumun -imek [bûden] sorumluluğunu değil, olmak [şoden]
sorumluluğunu üstlenen devlet felsefedir. Siyaset -kelimenin tam anlamıyla-
ilerici ve dinamik bir felsefedir. "Siyaset" felsefesinde devletin
hedefi, kurumları, kuruluşları, toplumsal ilişkileri,
479
hatta
toplumun görüşlerini, inancını, kültürünü, ahlakını, yaklaşımını,
geleneklerini, zevklerini, isteklerini, bütünüyle değerlerini "devrimci
bir öğretiye [mektep]" göre "ıslahçı bir ideolojiye" göre
değiştirmektir. İdeallerin, isteklerin, değerlerin gerçekleştirilmesine
yönelir. Mükemmelliğe, yönelir; saadete [mutluluğa]160, iyiliğe, rahata değil,
yüceliğe ve kemale yönelir. Hizmete değil, ıslaha; refaha değil, ileriliğe,
güce değil, hayra, realiteye değil, hakikate "hoşça'" kalmaya değil,
"yükseğe" gitmeye vs... kısaca halkı idare etmeye değil halkı inşa
etmeye yönelir.
Aksine "hükümet felsefesinin"
Batıdaki muadili olan politika, "inşa etme" esasına dayanmaz;
"sahip olma" esasına dayanır. Zira kelimenin kökünün de, tarihsel
kökeninin de işaret ettiği üzere hedefi "ülke sahibi olmak'tır; ama
"devrimci bir ideolojiye" dayalı olarak değil, "genelin
beklentilerine" dayalı olarak. "Erdemin geliştirilmesi'' için değil,
"râzılık kazanarak'' halkın hoş yaşamasını sağlamak için halka hizmet
etmektir. Halkın iyi yaşamasını sağlamak için ıslah etmek değildir.
Bu iki anlayış karşılaştırıldığında siyasete
dayanan devlet felsefesinin, politikaya dayanan felsefeden daha ileri olduğu
yargısına varılabilir.
Fakat "her hakikat ne derece yüceyse
ondaki düşüş ve sapma da o ölçüde ağır ve o ölçüde zarar vericidir"
kuralını göz önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz: "Siyaset" kalp
krizi geçirdiğinde, "politikaya" oranla halkı daha fazla aldatacak ve
toplum açısından daha fazla tehlike yaratacaktır.
Nitekim
teorik olarak kabul edebileceğimiz ve pratikte de
gördüğümüz
gibi siyaset, politikaya oranla diktatör tarafından daha kolay ve daha çabuk
bir şekilde, istibdatçı rejimin izahı yönünde bir felsefeye dönüştürülebilir.
Çünkü zahiren öğretmen, hemşireden çok daha fazla polise benzemektedir. Tarih
boyunca kendi istibdat rejimini "halkı ıslah siyaseti'' olarak
adlandırmayan hiçbir diktatör yoktur. -Uyandırma anlamında-"azarlama"
ve -terbiye etme anlamında- "siyaset" kelimelerinin istibdat
literatüründe çok yaygın olması da bundan dolayıdır. Bu yüzden peygamberce bir
misyonu bünyesinde barındıran bu iki yüce kelime, zihnimizde falakaya
yatırmayı, kırbaçlamayı ve işkence etmeyi çağnştınr. *
Bu iki siyaset yaklaşımı, Doğu'da siyaset
(halk inşası), Batı'da politika (ülke yönetimi) şeklinde kendini
göstermektedir. Batı'da siyasî özgürlükler gelişmekte, bireyselcilik
(indivüdi-alizm) için zemin oluşmakta, düşünce özgürlüğü (liberalizm) ve halk
yönetimi (demokrasi) gelişmektedir. Bunun aksine Doğu'da "en-nâs ala din-i
mulûkihim" [insanlar yöneticilerinin dini üzeredir] ilkesi daha güçlüdür.
Kolektif ruh, devletin hakimiyeti, düşünsel istibdat daha fazla hakimdir.
(Alevî Şiasının amel ettiği) takiyye, artık bir taktik olmaktan çıkıp bir
"alışkanlığa" bir "erdenr'e dönüşmüştür. Bağımsız görüş sahibi
olmak, bireyin genel örfe, mevcut duruma ve avamın kabullerine karşı düşünce
belirtmesi, ayıp karşılanmaktadır. Akıl ve şahsiyet sahibi olmak,
"cemaatle hemrenk olmak" olmakta, böylece akıl inkar edilmekte ve
şahsiyet yok edilmektedir.
Batıda gücün kaynağı daha ziyade yeryüzü
hükümetidir, halkın iradesine dayanır, ya da en azından öyle görünür. Do-
160-
Mutluluktan, gayrî İslâmî anlamdaki mutluluğu kastediyorum. Farsça'da
"hoşbahtî" [memnuniyet] "hoşvaktî" [hoşça vakit geçirmek]
kullanılır. Avrupa'da Le bonheur, "hoşbahtî'nin sözlük anlamıyla
tercümesidir. Bir batılı filozofun tarifiyle sağlık, servet, toplumsal onur,
iyi bir eş ve çocuklar, yeterli bir gelir ve güvenli bir gelecek sahibi
olmak." Oysa İslâmî tarife göre "saadet" "şekavet'in
[zulüm, kötülük, eşkıya kelimesi şekavetle aynı köktendir] zıddıdır.
*-
Siyaset kelimesinin Osmanlı imparatorluğunda da "siyaseten kati"
(yani hukuk dışı, yargılamaksızın, tamamen padişahın inisiyatifiyle öldürme,
şeriatın değil de idarenin maslahatını gerektiren kriterleri ölçü alarak
öldürmek) ve "siyaset etmek" (öldürmek, idam etmek, katletmek)
anlamında kullanıldığını göz önüne alırsak merhum Şeriatî'nin ne denli haklı
olduğunu anlarız. (Söylem Yayınları!
480
481
ğuda
ise daha çok semavîdir, ilahî iradeye dayalıdır ya da öyle görünür. Muhtemelen
"siyaset felsefesinde" rehberliğin diktatörlüğe hızla dönüşmesi
imkanından dolayı, en derin, en büyük ve en sürekli şeklini doğu tarihinde
görüyoruz. Doğu'nun tarihinde hem "nübüvvet" hem de
"saltanat" bulunmaktadır.
Bu yüzden istibdatçı güçler ya Allah'ın
temsilcisi olarak sultandılar ya Peygamber'in vekili olarak halifeydiler ya da
her ikisinin, de varisi olarak din adamıydılar.
Batı'da ne dinin bu kadar derinliği ne de
hükümetin bu kadar iktidarı bulunmaktadır.
Bugün Doğu'da proletarya diktatörlüğü adı
altındaki devrimci liderler tarafından öne sürülen tek parti yönetimi, yükümlü
demokrasi, ömür boyu cumhur başkanı tayini161, -ki siyaset ilkesine olan
eğilimi ifade etmektedir.- gibi öneriler, geleneksel bireysel diktatörlüklerin
bünyesinde oluşup şekil kazanmaktadır.
Oysa Batı'da Marksizm'in bile -Batı
düşüncesinin bir ürünüdür, serbest Batı demokrasisine ve liberalizme karşı
devrimci bir yaklaşıma sahiptir, çoğunluğun oyuna değil, devrimci bir şekilde
işçi sınıfının yönetimine inanır- tedricen bir siyasî partiye dönüştüğünü,
devrim düşüncesini bir kenara bıraktığını, Batılı bir liberalist ve sendikalist
karakter kazandığını, devrim seferberliği yerine seçim seferberliği yaptığını,
siyasî ve demokratik oyunlara yöneldiğini, solla, sağla, içle, dışla,
milliyetle, burjuvaziyle, bireysel özgürlüklerle, genelin refahıyla,
"politik" flörtlere girişerek oy toplamaya çalıştığını, sendika
yoluyla sınıfsal isteklerine, sandık yoluyla da hükümete ulaşma-
161
-Yükümlü ya da rehberlik edilen demokrasi ile devrim ve bağımsızlık
kahramanının ömür boyu cumhurbaşkanlığına getirilmesi planı- gibi iki esasın
Ban-dung Konferansında gündeme getirilmesinin en önemli sebebi muhtemelen bu
konferansa katılanların çoğunluğunu Doğuluların oluşturmasından
kaynaklanmaktadır.
ya
çalıştığını görmekteyiz!
Burada şu hatırlatmayı yapmam gerekiyor.
Hâlâ 19. yüzyıl kafasıyla düşünen ve hâlâ liberalizm ve Batı demokrasisi
havasında olan bazı klasik aydınlar, demokrasiyi şiddetle mahkum ettiğim,
ideolojik yükümlülüğe sahip rehberliği şiddötle savunduğum için -yıllardır
bundan bahsediyorum, aydınlara ve özgürlükçülere hâkim olan anlayışa rağmen
açıkça bunu dile getiriyorum- beni küçümsüyorlar ve söylediklerimin sloganı
özgür oylar ve serbest seçimler olan cepheyi zayıflattığını, bireysel istibdadı
ve demokrasi dışı düzenleri tevil ettiğini belirtiyorlar.
Ancak serbest seçim isteğinin içine düştüğü
durum, bu hakirin iddialarındaki doğruluğun açık bir ispatıdır. İkinci olarak
bu slogan, koltuk sevdalısı olup özel ve tüzel açıdan söz konusu edilmesinde
bir sakınca bulunmayan hesaplı sözler söyleyen müreffeh özgürlükçü aydınlara
aittir. Onlar bununla konuşma hakkı ve yazma özgürlüğü elde etmeye
çalışıyorlar. Fakat asırlarca istizaf [zayıf bırakılma, ezilme] ve istismarın
[sömürü] ağır yükünü omuzlarında taşıyan, boğulmak üzere olan, açlıktan ve
sıkıntıdan ölen sınıflar, isteklerine meclisin ütülü elbiseli mücadeleci
aydınlarının cevap vermesini bekleyecek, zihinsel liberallerin
parlamentarizmine gönül bağlayacak, cennetleri Avrupa, ütopyaları Amerika olan
bir toplum arzusu duyacak durumda değildir.
Hele diktatörlük, ekonomik sistemin ya da
sömürünün zorunlu sonucu olan siyasî bir düzendir ve ne bendenizin ne de zât-ı
âlilerinin sözüyle değişir. Bu zorunlu sonuç, kurnazca yapılan faydacı
yorumlarla değil, yalnızca başka zorunluluklarla değişir.
Gerçek olan dış görünüş değil, iç
hakikattir. Diktatörlüğü mahkum etmek için demokrasi sloganına ümit bağlamak
safdilliktir. Demokrasiyle diktatörlüğün zahiren benzerlik taşıma-
482
483
masından
dolayı "ideolojik rehberlikten' söz etmezsek, bunun sebebi yalnızca
diktatörlüğün kendisini, rehberlik şeklinde gösterebilmesidir. Diktatörlük,
yüzüne hiçbir maske takama-mış olsa bile, toplumsal icaplar var oldukça var
olabilen bir gerçekliktir. Zaten demokrasi de yüzüne taktığı bir maske değil
midir?
Maskeleri bir kenara bırakıp yüzlere
bakalım. Rehberliği diktatörlükten ayıran şey form değildir, içeriktir. Açık ve
hissedilen toplumsal gerçekliklerdir.162 Güçlerin varlığıdır; rejimlerin doğumu
ve ölümü, kurumlar, toplumsal ilişkiler, sınıfsal durum, siyasî tavırlar,
ideolojik yön, dilin, kültürün, hayatın, üretimin, dağılımın, şartların,
imkanlann, faydalanılanların, hatta dilin, kültürün hayatın vs. vekili olan
"adamların", hatta "başka adamların" mevcudiyetidir.
Anayasa kitaplannda yazılı olanlar değildir.
Burada imamet kavramı tümüyle aydınlatıcı
bir işleve sahiptir. Aynı şekilde ümmet, sübut ve hareketin oluşturduğu iki
ilke ve iki seçenek arasından (Sübut, halkın huzurunu ve rahatını sağlayan,
onları tehlikeden, zarardan ve hastalıklardan koruyan toplum idaresi
anlayışıdır. Hareket ise ilerleme ilkesiyle düşünsel, toplumsal ve itikadı
ilişkileri değiştirmek, toplumu, toplumun ruhunu ve beynini kemale doğru
sürüklemektir) ikinci şıkkı seçer. O halde ümmet, bireylerin onda rahatlık ve
durağan bir mutluluk hissedecekleri bir toplum değildir. So-
162-
İslam-Şinasî [Bilim] kitabında (Peygamber Oluyor bölümü) Sakife seçiminin,
halifenin demokratik esasa göre seçilmesinin reddedilmesi ve bu şartlarda
vesayet esasının ispatı çerçevesinde geniş açıklamalarda bulunmuştum. Fakat
aynı bölümde Sakife seçiminin ve halifenin demokratik esasa göre (beyat ve
ic-ma) seçilmesinin ispatının yapıldığını ve vesayet esasının reddedildiğini
söyleyerek câhil ve mutaassıp avam arasında benim hakkımda dedikodu
çıkarmışlardı. Ne şamatalar yapılmış ne entrikalar çevrilmişti. Düşmanın nerelere
kadar nüfuz ettiğine ve zihinlere ve gönüllere hükmedecek kadar nasıl güç
kazandığına bakın. Sadece avam değil, havastan bazıları da bu işin
içerisindeydi. (Toplumdaki düşünsel çöküşün sebebini bulmaya çalışan
araştırmacı aydınların dikkatine!)
484
rumsuzluğu,
başı boşluğu, rahatlığı, huzuru, tüketim düşkünlüğünü, refahı, hedefsizce kof
bir güzel hayatı, hayatın ölçüsü yapmaz. Rehberin -imamın, imamet ve rehberlik
ilkesinin-hedefi, yalnızca halkı korumak, gözetmek, halka özgürlük ve rahatlık
duygusu hissettirmek değildir. Birey, ümmetin içerisine girdiği an, birlikte
yolculuk yapacağı bir gruba katılmış olur. Hareket, bu terimin bünyesinde ve
ruhunda vardır. İkinci olarak onun ümmet içerisindeki hayatı, özgür ve rahat
bir hayat değil, yükümlülükle ve sorumlulukla dolu bir hayattır. Üçüncü olarak
birey, kendisini ümmetin üyesi olarak kabul ettiği an, bu ümmetin imametini de
kabul etmelidir. (Önce tanımalı, sonra kabul etmelidir). İmamet de toplumu
durağanlık içerisinde tutup idare etmez. Onun ilk ve en önemli sorumluluğu,
-yani imamet şeklindeki siyasî felsefesi- hükümet esasına dayanarak, toplumun
hızla kemale doğru sürüklenmesi sırasında bireyler rahatsızlık ve huzursuzluk
duysa bile, toplumun en hızlı şekilde ilerlemesini, değişmesini ve tekamülünü
sağlamaktan ibarettir. Durgun, sıradan mutlu bir hayatı, o hareketten ve
tekamülden daha çok beğenen bazı kimseler çıksa da bu tür kişilerin
tercihlerinin herhangi bir yeri olmayacaktır. Çünkü İmamet, hedefini, avamın
beğenisine ya da havasın faydasına göre belirlemez. Misyonunu, hedefini
"maslahata" göre değil, hakikate göre, "olması gerekene"
göre belirler. Peki hangi hakikate göre? Ümmetin bireylerinin inanmakta olduğu
ideolojinin ve öğretinin [mektep] gösterdiği hakikate göre. Bu esasa göre
burada bireylerin hedefi "-imek" [bûden] değil; "olmak"
[şodenjtır. Ümmet, hür ve hoş kalmak değildir. Doğru ve hızlı "gitmek'tir.
İyi yaşamak değil, iyi hayattır.163 Ekonomi, amaç değil, araçtır; özgürlük
ideal değil,
163-
"iyi yaşamak" ve "iyi hayat" ifadelerinin Türkçe açısından
anlamsız ve zorlama bir tercüme gibi gözüktüğünün farkındayım. Bu açıdan
cümlelerin Farsça asılları üzerinde şu açıklamayı yapmam gerekiyor: Dr.
Şeriatî, birinci cümlede "hub zisten nist" [iyi yaşamak değil] derken
"zisten" [yaşamak] kelimesini fiil,
idealin
gerçekleşmesi için gerekli olan bir araçtır. Ümmet, yeryüzünün hiçbir yerinde
yerleşik halde değildir. Ümmet, hiçbir kan ve toprak bağına dayanmayan bir
toplumdur. Ümmet hiçbir iş, hayat tarzı ve gelir düzeyine göre oluşmamış olan
bir toplumdur. Ümmet, bireylerinin büyük ve aşkın bir önderliğin rehberliğinde
bireyin ve toplumun kemalini ve ilerleme sorumluluğunu kanında, hayatında ve
inancında hisseden bir toplumdan ibarettir. Hayatta rahat "olmak"
[bûden] [-imek]la değil, sonsuza "gitmek'le, mutlak kemale, mutlak bilgiye
ve mutlak bilince gitmekle, aşkın değerleri sürekli bir şekilde yaratıp
keşfetmekle, hiçbir durakta, hiçbir şekil ve kalıp içerisinde kalmamakla,
olmakla [şoden], daima insanî tekamül içerisinde olmakla [şoden], hicretle, daima
"olduğumuz yerden" "olduğumuz şeye" hicretle, insan
fıtratının derinliklerinde gizli yetenekleri daima filizlendirmekle, tüm beşerî
boyutlardaki filizlenmeyi algılamakla mükelleftir. Ardından da:
1-
Mutlak kemaller istikametinde "olmak" [şoden]
2-
Aşkın değerler istikametine "gitmek"
Anlama kapasitemizin164 çerçevesince
genişliğe sahip olan bu iki derin ve devrimci şiarın anlamı işte budur:
"Ela ilallahi tesiru'l- umur'' [Dikkat
edin bütün işler sonunda Allah'a döner] (Şûrâ:53) "ve ilallahi'l-mesîr"
[Dönüş Allah'adır] (Fatır:18, Al-i İmrân:28) İşte bizim "oluş"umuz
[şoden] Allah'a doğrudur. "İnna lillahi ve inna ileyhi râciun" Biz
"hub"
[iyi] kelimesini de zarf olarak kullanmıştır, ikinci cümlede ise "zisten-i
hub est" diyerek "zisten" [yaşamak] kelimesini isim,
"hub" [iyi] kelimesini ise sıfat olarak kullanmaktadır. Yaşamak
fiilinin Türkçe'de isim olarak karşılığı ise "hayaftır. Bu yüzden bu
cümleyi "iyi hayat" olarak çevirdim. [Çeviren] 164- Maalesef bu
şiarların mütevellisi olan kimselerin anlama kapasitesi "mikro-mini"
dar bir etektir! [kapasite olarak çevirdiğimiz Farsça'daki "dâmene"
kelimesi, "etek" kelimesiyle aynı köktendir. Dr. Şeriatî, burada ince
bir espriyle söz konusu ettiği kişilerin anlama kapasitelerini mini eteğe
benzetmektedir.] Bu yüzden hayat ve hareket bahşeden derin ve devrimci
şiarları, şehirden kabristana götürmüş, ölülere vakfetmiş ve sevabını da
ruhlara çelenk yapmışlar. Onlardan ölüm kokusu yayılıyor, aydınlar ise bunun
karşısında burunlarını tutup kaçıyorlar.
486
Allah'tanız ve Allah'a döneceğiz.
Allah ne demek? Yani. mutlak kemal, mutlak
ebediyet, sonsuzluk, ilim, yaratıcılık, bilinç, bilinç, güzellik, güç, hayır,
cömertlik, lütuf, avf, adi, azamet... Sonsuzsuzluk, sınırsızlık: "Tehluku
bi ahlakillah" [Allah'ın ahlakıyla ahlaklanın] Bizim gidişimiz ve oluş
[şoden]imiz ona doğrudur. Vahdet-i vücutçu sû-fîlerin dedikleri gibi
"onda" değildir. "İleyhi "dir, "fîhi" değildir.
İnsan kendi güzergahında Allah'a ulaşamaz.
Allah'ta ko-naklayamaz. Denize varan, onda yok olan, kendinde fânî, onda baki
"kalan" bir ırmak gibi değildir. Allah, sabit bir yer değildir. Belli
bir sınırdan başlamamaktadır, sınırlı bir zâtı yoktur. Allah, tekamül
istikametinin bütünüdür. Neresidir? Allah, Allah'a kadar ne demektir? Yani ebediyete
kadar, mutlaka kadar, yani durmaksızın sonsuza kadar tekamüle gitmektir.
Ümmet, aşkın mutlak yönünde ebedî bir
"olmak" [şoden] ve "gitmek" hali içerisinde olan bir
toplumdur. "Ümmef'i tanıdığımız zaman, "imamef'i ve onun toplumsal
konumunu kolay ve açık bir şekilde anlayabiliriz.
Binaenaleyh, "imamet" ümmeti bu
yolda yönlendiren, bu yolda götüren rejimdir.
Dün gece, ümmet kavramının dinimizdeki belli
bir sosyolojik yaklaşımdan kaynaklandığını söylemiş ve benzerleriyle -camia
[toplum], taife, kabile, kavim, millet, nasyon- kıyaslayarak yeni, ilerici,
dinamik, devrimci, bilimsel ve insanî bir kavram olduğunu belirtmiştim.
"Tarih Şiiri" kitabının yazarı
Emrinof, teorik tarih ile ilgili çok ilginç bir tanımlama yaparak "Tarih
(tarihî olaylar değil), bilim veya felsefe değil, bir sanat ve tekniktir"
demektedir.
487
Ama
maalesef biz, "tarihî vakalarla ilgili gerçekleri" daima "tarih
ilmi'nin yerine koyuyoruz. Oysa bunlar birbirinden tamamen farklıdır. Bunlardan
birisi, geçmişte meydana gelmiş olaylar bütünüdür ve bunun hakkında
bildiklerimiz, tarihle ilgili malumatı oluşturmaktadır. Diğeri ise tarihî
geçmişin dışında bulunan, tarih adlı bir bilimdir. Yer ve yer bilimi, gökyüzü
ve gök bilimi, tabiat ve tabiat bilimleri, birbirinden farklı iki olgudur.
Birinde tabiat olayları vardır, tabiatla ilgili fenomenler ve tabiat adlı bir
gerçeklik söz konusudur. Diğeri ise bu olayları ve bu fenomenleri tanıma
işidir. Ama zihnimizde bu iki farklı kavram için özel terimler bulunmadığı için
tarih bilimiyle tarihî olayları aynı anlamda alıyoruz; halbuki böyle değildir.
Zira tarih bilimi, diğer tüm bilimler gibi bilimsel kurallara sahiptir ve
geçmişten bu güne kadar olan toplumsal olaylar arasındaki nedenleri ve
ilişkileri açıklar. Tarihî olaylar ise geçmişte meydana gelmiş olaylardır ve
tarih biliminin konusudur. Tıpkı tıbbın konusu olan hastalıklar gibi.
Emrinof'un tarihi bir sanat ve teknik olarak
tanımlaması bir dereceye kadar doğrudur. Zira bilim olmalıdır; ama henüz insan
tanınmadığı için, henüz zaman ve toplum tanınmadığı için, tarih bilimi, şu an
bir sanat şeklindedir. Marks, insanın geçmişe ilişkin yönlerinden birini
izleyebilir, geçmiş asırlardan bu güne kadar, insan hayatının boyutlarından
birini inceleyebilir ve bundan bir yasa ve bir ilke çıkarabilir. Max VVeber,
insan hayatının bir başka boyutunu, Hegel, bir başka tarihsel cereyanı,
Toynbee, bir başkasını, David Hume, bir başkasını bulabilir. Bu yüzden Romain
Rolland diyor ki: "Tarih, her tarihçinin elindeki haritaya göre gidip taş
yonttuğu dağlık bir bölge gibidir."
Bağlar
Buna dayanarak ben tarihi -tüm boyutlan ve
tüm yönleriyle değil, yeryüzünde insanın topluluk yatanının başlangıcından,
itibaren bir anlamda insanî bağları konu alan tarihin en temel ve en öne çıkan
yanını- insan bireylerinin birbiriyle olan bağlarının değişiminden ve
tekamülünden ibaret kabul ediyorum. Binaenaleyh, insan yaklaşık olarak son elli
bin yıl boyunca -tür açısından- günümüzdeki şekliyle yasaya gelmiştir. Bu süre
boyunca güç koyucular, kültürler, dinler, gelenekler yani hayatın muhtelif
şekilleri, kendisiyle beraber olmuştur. Bireyler arasındaki bağlar ya da başka
bir ifadeyle insanların birbiriyle olan toplumsal ilişkileri, muhtelif
şekillerde bu güne kadar tekamül etmiştir. Yani topluluk içerisindeki bir
insan, başka biriyle -ya da diğerleriyle- ilişkisi bulunduğunu hissettiğinde,
kendisiyle başkaları arasında farklı bir bağ bulmuştur. Bu bağın şekli, manevî
niteliği ve onun toplumsal hayatı algılayış şekli, varlığını anlamlı kılmıştır.
Tarih boyunca165 insan, hayatının çeşitli
yönlerinde tekamül geçirmiştir. İnsanın tekamül yönleri içerisinde en fazla öne
çıkanı, insanî bağlarındaki ve bireyin diğerleriyle olan toplumsal
ilişkilerindeki tekamülüdür.
"Ben" ve "biz" konusu,
sosyolojide ve toplumsal psikolojide söz konusu edilen en önemli ve en hassas
konulardandır.
"Ben"
(Le moi) dediğimiz zaman, diğerinden ve diğerlerin-
488
165-
Terim anlamıyla söylemiyorum, yani çizginin başlangıcından bugüne kadar tarihin
iki anlamı vardır: Biri çizginin [tarih çizgisinin] başlangıcıyla
başlamaktadır, diğeri ise insanla. Benim burada tarihten kastettiğim, tarih
öncesini de kapsamaktadır.
den
bağımsız olarak bireyin varlığını kastediyoruz. Diğerleri, (L'autrui) ve
'biz" dediğimizde ise "ben" ile diğerleri arasındaki ilişkiyi ya
da "biz "den ve diğer "bizlerden bağımsız olarak diğerlerini,
göz önünde bulunduruyoruz. Öğretmen olan ben, diğer öğretmenlerle birlikte
"biz"i oluşturuyoruz. (Öğrenciler, kamu memurları, subaylar, gazeteciler...
gibi başka "biz'ier oluşturanlar karşısında) Diğer İranlılarla birlikte
bir "biz" oluşturuyoruz. (Hintliler, Araplar, Türkler ve Avrupalılar
karşısında). Benim diğer Müslümanlarla ilişkim, bir "biz Müslümanlar"
oluşturmaktadır. Doğulularla olan bağım, bir "biz doğulular"
oluşturmaktadır vs... Binaenaleyh, her "ben" bir diğeri veya
diğerleriyle ilişki içerisindedir ve bu ilişki ortak yönlere dayalı bir tür
"biz" ortaya çıkarmaktadır. Bu çeşitli ortak yönler, insanın
yeryüzündeki hayatı boyunca tekamül geçirmiştir.
İzninizle burada dilimizdeki en mazlum
kelimeden biraz bahsetmek istiyorum. Bu, "taassup" kelimesidir. Batı,
bize karşı gücüyle, teknolojisiyle, tüketim mallarıyla saldırıya geçmek için
kültürümüzü değiştirip alt üst etmek zorunda kaldı. Bizle Batı arasındaki
ilişki çeşitli yönlerden ele alınıp tahlil edildi; ama Batı'nın Doğu ile,
özellikle de biz Müslümanlarla olan ilişkisinin en hassas ve en önemli yönü
maalesef kapalı kaldı. Bu en önemli ve en kapalı yön, Batı'nın bizim kültürümüze
karşı olan kültürel saldırışıdır, kültürel baskını, talanı ve maneviyatı ve
kültürü (culture) kirletmesidir.
Batı, bir millete boyun eğdirmek, onu
aşağılamak ve köleleştirmek için her şeyden önce onun kültürünü elinden almak
gerektiğini biliyordu. - ve bilmektedir- Zira kültürsüz insan, zelil, eksik ve
yarı vahşî bir insandır. Böyle bir insana egemen olmak çok kolay ve çok
basittir. Onu saldırgan kültürün mo-490
deUerine
[numunelerine] göre şekillendirmek son derece kolaydır.
Batı kültürünün, kültürümüze karşı saldırı
biçimlerinden birisi, kullandığımız terimlerin yok edilmesi veya
çirkinleştiril-mesidir. Çünkü bir terim veya bir kelime, inancımızı,
yaklaşımımızı içeren bir niteliğe sahiptir, kültürümüzün, inancımızın ve
maneviyatımızın mayasıdır. Binaenaleyh, bir kelime veya terim -esaslı ve hassas
terimler- çirkinleştirildiğinde, değiştirildiğinde, yıpratıldığında,
ezildiğinde, o kelimenin içerisinde mevcut bulunan düşünce ve maya,
kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Anlam bir kez yere düşünce de kelime,
cazibesini, onurunu, itibarını, etkisini, ruhunu, duygusunu, intikal ve inkılap
büyüsünün gücünü, yitirir; kof, boş, ölü, iğrenç, ve nefret verici bir sözcüğe
dönüşür. "Taassup" kelimesinin kaderi de bu cümledendir. Batı, Asya'nın
ve Afrika'nın bu güçlü duvarına belki de en şiddetli saldırısını başlattı. Bu,
düşman saldırısı karşısında ayakta kalmış olan, Doğu'yu koruyan, kırılmaz ve
ele geçirilmez görünen bir siperdi.
"Taassup" muhafızının ardında
yaşayan halk, şahsiyetlidir, kendine, kendi aslî kültürünün köklerine
dayanmaktadır. Bu duvar yıkılmadıkça, bu halkı kuşatıp değiştirmek imkansız
gözükmektedir. Bu yüzden Batı, gücünü bir noktada yoğunlaştırarak bu sağlam
hisarı, Doğunun etrafını saran bu dayanıklı kaleyi yıkmaya yöneldi. Onu, sözde
ilericilik, sözde aydınlık [entelektüellik] hür düşünce, hümanizm,
enternasyonalizm, bilimsel mantık, aklî görüş, geniş meşreplilik, modern
sûfizm, üslerinden [hareket ederek] farmasonluk ruhuyla, kolaycılıkla kısaca
boş vermişlikle yıktı.
Hedef, duvarın yıkılmasıdır. Ama nasıl?
"aydınlık" [entelektüellik] iyi bir çâredir. "Evrensel
insan" adı altında taassup sınırlarını kırarız, -kendi güçlü kültürlerine
büyük bir aşkla bağlı olan ve kendi aslî değerlerini koruyan- Asya'yı ve Afri-
491
ka'yı,
boyun eğmiş bir sürü haline getiririz. Sürü yabanî ve ürkek olmamalı,
yabancıdan korkup düşmandan kaçmamalı, aksi halde dört tane kurt, çakal veya
sırtlan onların peşine düşünce birbirine kenetlenirler, bir hisara, kaleye,
dağa, bir ağıla ya da bir yerleşim merkezine sığınırlar. Tersine, açık bir
yüzle, davetkar bir tebessümle, "hiçbir şey yapmaksızın" ahlaklı bir
nezaketle, toplumsal bir nezaketle, "aydınca bir asaletle'' centilmence
bir tavırla, ürkmeden öne çıksınlar, birbirlerinden ayrılsınlar, dışan çıksınlar,
bu yırtıcılar karşısında sakin ve rahat bir şekilde Kelile ve Dimne'deki kurt,
tilki ve deve hikayesindeki gibi büyüklük göstererek, güvenle onlara
katılsınlar, onlan da kendileri gibi birer dört ayaklı görsünler, hatta
kendilerinden üstün kabul etsinler, Mirza Mülkim Han'ın deyimiyle: Yabancı ülkelerden ve yabancılardan bu kadar
korkmasınlar, oradan gelen her şey yumuşaktır, onlan ne-cis166 saymasınlar,
onlar çok daha fazla temizdir, onla asıl kendilerine baksınlar, gözlerini ve
kulaklarını birazcık açsınlar, Frenklerin bizden daha temiz olduklarını -gül
kokusu yaydık-lannı- görsünler, onlar daha yeteneklidirler, daha
"ahlaklı'dır-lar, daha doğru ve daha dürüsttürler, daha "efendi
"dirler, daha müşfiktirler, daha vefalıdırlar, daha zekidirler, hakka ve
hakikate daha çok riayet ederler, aslında daha Müslüman'dırlar! Gerçek
Müslümanlar işte bu kâfirlerdir. (Özel bir edebî sanat) yabancılara uşaklık
etmek Müslümanlara ve İranlılara efendi olmaktan daha şereflidir! İnsan hakkı
söylemelidir, bugünün dünyasından habersiz, kendilerini adam sanan, kendi
geçmiş ahlaklannı, dinlerini, hayatlannı daha iyi zanneden köhnelik düşkünü
eski adamlar gibi taassup göstermemelidirler. Meşrutiyet hükümetinde birkaç defa şehit edilecekken, ansızın
166-
Şia fıkhında kafir de tıpkı kan, irin, domuz vs. gibi necistir. Örnecjin kâfir
biriyle tokalaşma sırasında eline kâfirin teri bulaşan bir Müslüman'ın elini
daha sonra yıkaması gerekir. [Çeviren]
492
Londra'ya
gidip oradan dönerken şunları söyleyen na-mer-hum Allame Takizâde'nin
ifadesiyle: "Ben bu taassup çağında Frenklere teslimiyet bombasını
patlatıyorum ve diyorum ki biz tepeden tırnağa Frenkler gibi olmadıkça adam
olamayız"' Onurlu "taassup" duvarını yıkıp geçerek Doğu'ya hücum
ediyoruz. Büyük İslam kültürünü, Doğu'nun büyük kültürünü ve maneviyatını inşa
edenleri, kof aydın müsveddelerine dönüştürmeliyiz ki, onlar yalnızca bizim
ürettiklerimizin tüketicisi olsunlar.
Dönüştürdüler
ve dönüştük!
Gerçi konumuzla ilgili değildir; ama
birbirine tamamen aykırı ve yabancı kavramlar olan "teceddüt"
[yenilenme] ve "temeddün" [medenîleşme] kavramlarının, tamamen aynı
şeyler haline getirilip yerlerinin değiştirilmesi meselesine değinmek
gerekmekteydi.
Kendi imalatlan olan Batı ürünü aydınların
-kendini yetiştirmiş Doğu aydını değil- kalıplannı Avrupa'dan getirdiklerini
biliyoruz. Burada kalıba aldılar, aydın adlı bir mevki yarattılar, üreticiyi
tüketici yapmak için, onlara "teceddüf'ü "temeddün" anlamında
kullanmayı öğrettiler.
Frenkler, bize aydın demiyorlar. Bizi
"asimile" (Assimiles) diye adlandınyorlar. Çünkü aydın, Avrupalı
tahsillilerden ibarettir. Onlar Ortaçağın durgunluğuna ve hurafelerine karşı üç
yüz yıl düşünmüş, çalışmış ve mücadele etmiş, üç yüz yıl bilimle mantıklı bir
aşinalık kurarak aydın olmuştur. Ama biz, toplumumuzun derinliklerinde böyle
bir harekete sahip değildik bu durumda nasıl aydın olabiliriz?
Jean Paul Sartre, Frantz Fanon'un eseri olan
Les dam-nes de la terre (Yeryüzünün Lanetlileri) nin önsözünde Batı'nın Doğu
için nasıl aydın imalatı yaptığını, bunun nasıl hazırlandığını ve nasıl
kullanıldığını göstermekte ve şöyle de-
493
mektedir:
"Biz, Asyalı ve Afrikalı bir grup genci, birkaç aylığına Amsterdam'a
Paris'e Londra'ya, Brüksel'e vs. getirip gezdiriyoruz, birkaç gün Avrupalı
elbiseler giydiriyoruz, ağızlarına Avrupaî terimleri veriyoruz ve kendi
kültürlerinin içini boşaltıyoruz. Bunlar, birer kof hoparlör haline geldikten
sonra, onları ülkelerine geri göndermemiz gerekiyor. Artık biz mors sinyali
gönderdikçe bunlar da tıpkı bir vadi (yankı yaparak) gibi biz ne söylesek
anlamını anlamaksızın onu tekrar ediyorlar, biz ne yaparsak onu yerine
getiriyorlar ve söyleyenin ve yapanın kendileri olduğunu sanıyorlar. Bunlar
asimiledirler."
Avrupalılar, bizim burada aydın diye
adlandırılanlara aydın veya entelektüel demiyorlar, asimile diyorlar. Yani
aydına benzeyen, [aydın müsveddesi] Avrupalıya benzeyen [Avrupalı müsveddesi]
yani Avrupalılık edasında olan kişi...
Bu asimilelerin -ya da aydın müsveddelerinin-
görevi, Avrupalılara benzedikten sonra ülkelerine geri dönmek ve bizim onlara
yüklediğimiz misyonu, bizim içeri girmemize yol açacak şekilde yerine
getirmektir. Asimilasyondan sonra -tam olarak Peygamber'in sözünde olduğu gibi:
"men teşebbehe bi kavmin fehuve minhunY' [Kim kendini bir kavme benzetirse
o da onlardandır]- bu asimileler, kendilerini Batılıya benzetenler, Doğu'ya,
vatanlarına -özellikle de- İslam ülkelerine geri döndüler, misyonları yalnızca
taassubu ortadan kaldırmaktı. Taassubu ortadan kaldırmak için nasıl da mücadele
ettiklerini gördük. O kadar ki, bugün güzel ve doğru düşünen birine bile
"sözlerinden -ya da duygularından- taassup seziliyor" dersek hemen
alevlenir, kendini hakarete uğramış sayar ve bundan temize çıkmaya çalışır. Oysa
taassup insanı hayvandan ayıran en önemli ve en değerli özelliktir.
"Taassup"167,
topluluk ve grup anlamına gelen asebe ke-
167-
Yapılan hokkabazlık, cehaletin taassubun yerine geçirilmesidir. Taassubun en
üstün şekli Ali'de görülür. Düşmanın kendi hâkimiyeti içerisindeki, islam top-
limesinden
gelmektedir. Taassup, kişiyi kendi grubunu desteklemesi ve ondan yana olması
için kendi grubuna bağlayan bağdır. Bu, insanı hayvandan gerçek anlamda ayıran
bir özelliktir.
Hayvanın taassubu yoktur, bir topluluk
içerisinde yaşıyor olsa bile bu, fertlerin oluşturduğu bir topluluktan
ibarettir. İnsan psikolojik, insanî ve fikrî açıdan tekamül ettikçe, ondaki
taassup da daha güçlü ve daha açık bir şekilde onun hayatında etkili olmaya
başlar. Yani bireyin grupla (asebe) olan irtibat duygusu, hakikatteki,
hedefteki ve ilkedeki ortaklık duygusudur.
Bu yüzdendir ki tüm milletler, hatta
Avrupalılar bile, taassuptan, topluluk ruhu, grup vicdanı, sosyalizm, partiye
bağlılık, vatanseverlik, yurttaşlık, insancıllık... ve prensip diye söz
ederler. Yani [taassup sahibi insan] bir ilkeye inanan, ona sağlam bir inanç
besleyen, inancında sarsılma ve tereddüt bulunmayan, inandığı o ilkeden ve o
inançtan hiçbir şekilde ayrılmayan insandır.
Bizim dilimizde ve kültürümüzde taassup
anlamında bu şekilde kullanılan bu kelime, "prensip"ten daha açık ve
daha ince bir anlama sahiptir. Taassup, "tahazzübdür" [bir hizbe ait
olma] yani indüvidualist [bireyselci] olmayan insanın duygusudur. O, kendisini
yalnız ve müstakil bir "ben" olarak hissetmez, tersine kendi
yazgısını, duygusunu ve inancını, aynı derdi, aynı yazgıyı, aynı düşünceyi
taşıyan diğerleriyle birlikte görür, birlikte hisseder. Bu, insanı hayvandan
ayıran
lumunun
zimmeti altında bulunan Yahudi bir kadını incittiğini görünce acıyla şöyle feryat
eder: "Eğer birisi bu dertten ölürse kınanmaz!'* Fakat onlar genellikle
bilinçsiz dindarların aptalca davranışlarını taassup diye anarlar. Bilinçsiz
dindarlar. Avrupalıyı evlerine sokmazlar; ama toplumlarına girmesine ses
çıkarmazlar. Ellerini abgoşt [İran'a özgü bir sulu yemek] tabağına uzatmalarına
izin vermez; ama ülkesinin yer altı kaynaklarını kazıdıklarını, ülkesinin
kaderini yazdıklarını gördüğü halde gıkını bile çıkarmaz. Tıpkı irec Mirza'nın
tasvir ettiği tesettürlü kadında olduğu gibi!
494
495
en
büyük insanî erdemdir.
Binaenaleyh Aristo'nun müphem ve çok da
anlamlı olmayan "insan konuşan hayvandır" sözü yerine daha açık ve
daha anlamlı bir şekilde "insan, mutaassıp hayvandır" demek gerekir.
İnsan tarih boyunca kendini bağımsız ve sorumluluktan
azade bir "ben" olarak görmemiştir. Tersine kendisiyle diğerleri
arasında bir bağın olduğunu hissetmiştir. Bu bağ da "taassup" idi ve
hâlâ da öyledir.
İnsanın var olduğu andan itibaren tarih,
taassupların tekamülünden yani "ben" ile diğeri ve diğerleri
arasındaki bağın tekamülünden ibaret olmuştur.
Bu bağ, bazen kan esasına dayalıdır. Yani
ben, diğerlerine bağlıyım; çünkü hepimiz "Temim" oğullarına,
"Uday" oğulla-nna ...vs mensubuz. Hepimiz aynı soydan ve aynı aileden
geliyoruz. Taassup bu esasa göre oluşmuştur ve tarih boyunca da hep varola
gelmiştir.
Bazen bu bağ, toprak esasına dayalıdır. Yani
aynı toprak üzerinde ve aynı sınırlar içerisinde ortak bir hayat yaşayan
bizler, birlikteyiz, beraberiz.
Bazen bağ millîliktir, -bu, "kana"
ve "toprağa" dayalı bağa göre daha üstün bir bağdır- bu, bireyin
ortak bir geçmişe, ortak bir dile, ortak bir kültüre ve ortak bir ırka sahip
olan diğer insan bireyleriyle kurduğu bağdır.
Bir başkası ırk bağıdır -genel anlamda- yani
siyahların, beyazların, kızıl derililerin ve sarıların bağıdır. Irkî
özelliklerdeki bu ortaklık, bireyler arasında özel bir bağın kurulmasına sebep
olmuştur. "Aryalar", "Samiler" beyaz derililer, bu
cümledendir. Bunlardan her biri de kendine özgü taassuba sahiptir. Derilerinin
rengi konusunda taassup gösterenler sadece beyazlar değildir, siyalar da
renklerini savunan bir taassup gös-
496
terirler.
Bayan bir zenci şairin sözünde olduğu gibi:
'Allah'a minnettarım ki beni siyah olarak
yarattı; çünkü siyah ebediyetin, beyaz ise ârızîliğin ve geçiciliğin
rengidir..."
Burada "biz siyah derili "ler
mevcuttur, orada "biz beyaz derili"ler, bir başka yerde de
"biz... "ler mevcuttur.
Ama bugün -19. yüzyılda ilan edildi- en önemli
ve en üstün iki bağ bulunmaktadır: Bunlardan biri hümanistler tarafından -hatta
18. yüzyılda ilan edilen- insanî bağdır. Yani "biz aynı topraktan
olanlar", "biz aynı kanı taşıyanlar"', "biz aynı kavimden
olanlar", "biz siyahlar", "biz beyazlar" vs. yerine
"biz insanlar" diyeceğiz. Binaenaleyh, insanları birbirine bağlayan
en değerli bağ, insan bireylerinin, insan olmalarıdır. Bu bağın esas alınması,
"hümanizm"i yani insanı esas alan muhtelif ekolleri meydana
getirmiştir. Aydınlar, tarih boyuncavar olan diğer bağları zayıflatmalı,
ortadan kaldırmalı ve mahkum etmelidir, bunun yerine herkes, bir insan bireyi
olduğunu, asıl toplumun, insanı o topluma ve o toplumun diğer bireylerine
bağlayan insanlar toplumu olduğunu hissetmelidir. "İnsanın esas oluşu"
en kutsal bağdır ve bu konuda taassup göstermek gerekir. Binaenaleyh,
"hümanizm", bireylerin, insan topluluğu, insan toplumu, insanlık ve
"insanlığın esas oluşu" konusunda taassup göstermesidir.
Bu öğreti karşısında, 19. yüzyıldan itibaren
sınıfsal bağ, resmen ilan edilmiştir ki bu, çelişkili, soyut ve gerçek dışı
Hümanizm'den daha kutsaldır. İnsan ya sıkıntı çekendir ya sıkıntı verendir; ya
zulüm görendir ya da zulmedendir. Kimi çalışmadan yemektedir, kimi ise yemeden
çalışmaktadır. Bunlar iki zıt sınıftır. Birbirinin karşısında yer alan bu iki
sınıf, hümanizm sloganı ile bir arada yaşayamazlar. Bu kutsal bağda esas olan,
aynı dili konuşmak ya da aynı şekle sahip olmak değil, aynı dertlere ve aynı
yazgıya sahip olmaktır.
"Biz'ler
içerisinden, bizim herkesle olan bağımıza delil
497
teşkil
eden kutsal bir "biz'e sahip olmamız ve kendimizi "insan toplumu'nun
bir üyesi olarak görmemiz, tamamen kuruntuya dayalı bir 'insan toplumu"
oluşturmaktadır; çünkü sıkıntıya sebep olan, sıkıntı çekenin kardeşi olamaz. Bu
yüzden sıkıntı verenler kendi aralarında, sıkıntı çekenler de yine kendi
aralarında bir bütün oluştururlar. Her birinin kendine özgü bir sınıfı vardır.
Bütün hayatı, mahrumiyet, çalışma ve açlık
içinde geçen birine, bu kaderi sana dayatanlarla ve senin gördüğün zarardan
fayda sağlayanlarla bir ve. beraber ol denemez. Tersine şöyle denilmesi
gerekir: Senin yerin, tıpkı senin gibi sıkıntı çeken, çalışan ve açlık çeken
kişilerin yanıdır. O bilim adamının sözüyle: "Millet, ortak dertler
hisseden insanlar topluluğudur. "
Bu iki toplum arasında -şekil ortaklığına
dayalı toplumla, dert ortaklığına dayalı toplum yanında- bilim adamları,
düşünce ortaklığına dayalı üçüncü bir toplumdan daha bahsetmekte ve bunun,
diğer ikisinden daha üstün olduğunu söylemektedirler. Benim görüşüm de bu
yöndeydi.
Yeryüzünde yaşayan ve insan adıyla
tanınanlar, yüz ve şekil benzerliğinden başka gerçek bir ortaklığa sahip
değildirler. Bir sınıf ve mevki oluşturanlar, salt aynı sınıftan oldukları için
gerçek bir toplum kurmuş olmazlar; çünkü her biri ayrı bir düşünceye sahiptir.
Mahrum sınıf içerisinde, zillet içerisinde yaşayan, bu zilleti bir alışkanlık
haline getirmiş bulunan, öyle kalmak isteyen ve hatta düşmanla işbirliği
yapanlar bulunduğu gibi, zilleti ve aşağılanmayı kabul etmeyen ve bununla
mücadele eden kişiler de bulunmaktadır. Aynı sınıfta yer alıyor olsalar bile,
bunun ikisi nasıl aynı görülebilir?
O halde aynı düşüncede ve aynı inançta
bulunan kişiler, gerçek bir toplum, topluluk ve millet meydana getirebilirler.
Binaenaleyh, insanın diğerleri ile olan en yüce ve en üstün
498
ilişkisi,
ırk, toprak, kan, akrabalık, sınıf ve türdeşlik ilişkisi değil; ortak düşünce
ve ortak inanç ilişkisidir.
Ben, benim gibi düşünen, benim gibi inanan ve
benimle aynı inanca ve yaklaşıma sahip olan kimseleri kendime yakın ve samimi
buluyorum. Dünyayı benim gibi görürler, hayatı benimki gibi anlamlandırırlar,
yaşamak için benimle ortak hedeflere sahiptirler, dünyayı ve insanı benim
gördüğüm gibi görürler.
Binaenaleyh, insanlar arasındaki en yüce
ilişki, düşüncede ve inançta ortaklık ilişkisidir. Doğrudur da. Bu ilişkinin
dışında kabul edilebilir gibi gözüken tek ilişki, sınıfsal ilişkidir. Ama aynı
sınıfta yer aldıkları halde zillete ve aşağılanmaya alışmış ve hatta bunun bir
aracı haline gelmiş olanla tüm benliğiyle ona karşı savaşan kişiler arasında ne
kadar büyük bir farkın bulunduğunu gördük. Bunların ikisinin de aynı sınıfta
yer alıyor olmasının hiçbir anlamı bulunmamaktadır.
Tersine özgür düşünebilmesi durumunda bir
insanın, kendi sınıfı aleyhine karşıtı olan sınıfa hizmet etmesi ve mahrum
sınıfın yanında yer alması da mümkündür. Çağdaş sosyalist devrimlerdeki devrim
önderlerinin bir çoğu, üst sınıfa -soylu, feodal, eşraf ve sermayedar sınıfına-
mensup bulunuyordu.
İnsanla ilgili tümel, öznel, gerçek dışı ve
soyut bir şey olan hümanizm, yalnızca düşüncede, edebiyatta ve felsefede
mevcuttur. Oysa insan tümel ve öznel değildir. Nesnel ve reeldir. Nesnel bir
gerçekliği bulunan insanların her biri, birbiriyle mesafesi bulunan farklı yerlere
sahiptir. Yeryüzündeki başka hiçbir varlığın türdeşleriyle olan mesafesi bu
mesafeler kadar fazla değildir. Örneğin - fiyatları üç bin tümenle elli bin
tümen arasında olan- güzel bir at ile -daha kötüsünü bulamayacağımız birkaç yüz
tümenlik- kötü bir at arasındaki mesafe o kadar da fazla değildir. Ama aynı
mesafeyi insan bireyleri arasında düşünecek olursak birbiriyle kıyaslanamayacak
uzaklıklar ve boyutlar görürüz: Biri kötülük, çirkinlik, ve aşağılık, di-
499
geri,
yücelik, büyüklük ve şeref timsalidir; biri milleti kurtarmak için tüm
saadetini yakmış, insanlığı kurtarmak için kendini ateşe atmış, diğeri
"Neron gibi" "ateşin acımasız alevlen içerisinde haykıran
insanları" izleyerek resim yapıp şiir söylemek için Roma'yı ateşe vermiştir.
Bunların her ikisi de insandır. Tümel olarak
aynı yere sahiptir; ama gerçekte aralarında -bedensel benzerlik dışında-nasıl
bir benzerlik bulunmaktadır? Bu ikisinden nasıl bir "biz insanlar"
kurulabilecektir?
Tabiî bilimlerde, zoolojide ve felsefede bir
anlama sahip olan insan, toplumda, gerçek hayatta, tamamen anlamsızdır, mevcut
değildir, "kim" olduğunu söylemelisin ki "ne" olduğunu
söyleyeyim.
"Hemfikir"
olmaktan daha üstün
Aynı düşünceye ve aynı inanca sahip olmaya
dayalı bağ, en üstün ve en kutsal bağdır. Yani ben, bana en yakın kişinin benim
gibi düşünen, benim gibi inanan kişiler olduğunu hissediyorum. Diğer bağlarla
kıyaslandığında en doğrusu da budur. Ama "ümmet" kelimesinde
"taassup"a vardım, veya [başka bir deyişle] "biz hemfikir
olanlar" bağından daha yüce bir bağa yani inanç akrabalığına. Bir ümmette
yaşayanlar, salt düşünsel akrabalığa -kaldı ki çok daha derin ve çok daha güçlü
bir bağdır- sahip değildirler, "aynı sınıftan, aynı meslekten, aynı
kandan, aynı topraktan, aynı renkten" olmak tümüyle boş şeylerdir,
bilimsel gerçekliğe sahip değildir. Aynı düşünceden ve aynı inançtan olmak
gerçi bunların en yücesidir; ama onlar hiç değildir. Sartre'ın deyimiyle esasen
"mevcut" değildir; çünkü "pratiğe" dökülmemiştir.
"Ben
böyle düşünüyorum", "ben şu inanca sahibim", "ben
500
iyi
bir insanım", "ben kötü bir adamım", -bu ve benzeri şeyler- boş
ve öznel şeylerdir. Bunlar, bir "varlık" yani bir gerçeklik ve anlam
taşıyınca bilimsel bir gerçeklik kazanırlar.
Binaenaleyh, "ben iyiyim" ile
"ben kötüyüm'ün her ikisi de eşittir. "Ben senin gibi
düşünüyorum", "hepimiz aynı fikirdeyiz", "hepimiz aynı
fikirde değiliz" bunların hepsi eşittir; çünkü hiçbiri yoktur. Biz iki
kişi aynı düşünüyoruz, aynı düşünceye ve aynı inanca sahibiz; ama insan henüz
vücuda gelmiş değildir. Ancak vücuda geldiğinde "kötülük" veya
"iyilik", "çirkinlik" veya "güzellik",
"hizmet" veya "ihanet", pratikte hayat bulacaktır.
Binaenaleyh, hemfikir olanlar, potansiyel bir öznel varlığa sahiptir; henüz
fiilî bir nesnel varlık kazanmamıştır. Yalnızca iki felsefî mahiyete sahiptir,
bir varlık kazandığı zaman bir yargıya konu olabilir ve pratiğe geçebilir.
Gördüğümüz gibi yalnızca ortak bir düşünceye
ve inanca sahip olmanın herhangi bir değeri yoktur, yani bireyin hayatını etkilememektedir,
insanın varlığına da herhangi bir etkide bulunmamaktadır. Bu gönül birliği,
inanç birliğine ve hemdert olmaya dönüşürse yargıya konu olur ve pratiğe geçer.
Bu yüzden Şia âlimleri dini, "kalple iman etmek, dille ikrar etmek ve
organlarla da amel etmek" biçiminde tanımlamıştırlar.
"Ümmet", sadece aynı düşünceye
sahip olan değil, ortak bir pratiği de olan aynı fikre, aynı inanca, aynı dine
ve aynı yola sahip insan toplumudur.
Ümmetin bir ferdi -her renkten, her kandan,
her topraktan ve her ırktan- aynı şekilde düşünür, aynı inanca sahiptir ve aynı
zamanda ortak bir toplumsal liderlik altında tekamüle doğru hareket etme
yükümlülüğü taşır, toplumu "saadete" değil, "kemale"
götürür. Çok defa söylediğim gibi, ümmet, "hoşça vakit geçirmek" ile
"kemale doğru gitmek" ilkelerinden ikincisini seçer.
Ümmetin
önderliğinin (imamet), Amerikan başkanı gibi,
501
ya
da "siz ve radyo" programının yöneticisi gibi müşterilerin zevkine
göre davranmak gibi bir sorumluluğu yoktur. Toplumunun bireylerini sadece -en
yüksek derecede- mutluluğa ulaştırmak gibi bir yükümlülüğü yoktur. Tersine en
doğrudan yollarla, en hızlı bir şekilde ve en sağlıklı hareket şekliyle
toplumun tekamülüne rehberlik etme yükümlülüğü vardır. Hatta bu tekamül
toplumdaki bireylere sıkıntı verecek olsa da, böyledir. Elbette bu sıkıntı
onlara dayatılan değil, çoğunluğun gönül rızasıyla kabullendikleri bir
sıkıntıdır. Buna göre imamet, toplumu ve bireyleri "var olan "dan,
"olması gereken'e yönlendirmek şeklindeki ağır rehberlik misyonundan ibarettir.
Ama bu "imamın kişisel isteğine" göre değil, herkesten çok imamın
kendisinin tâbi olmasını ve sorumluluk duymasını gerektiren sabit ideolojiye
göredir. İmameti diktatörlükten ayıran yan, işte budur. Devrimci düşünce
rehberi ile bireysel istibdat önderi birbirine zıttır.
"Ümmef'i ve "imamet"i
tanıdıktan ve sağlıklı, devrimci ve
mütekamil
bir rehbere inandıktan sonra, şimdi, rehberliğin
şekline
geçelim. Rehberin özelliklerini ve inanç rehberiyle
(imam)
halk liderliği yapan diğer şahıslar arasındaki farkları
ele
alalım. ^^
Birkaç çeşit rehberliğin olduğunu biliyoruz,
tarih boyunca çeşitli kültürlerde çeşitli rehberlik şekilleri var ola
gelmiştir. Bunlara tek tek değineceğiz. Bunlardan biri, toplumun mutlak siyasî
rehberidir.
Daha önce de söylediğim gibi rehberlik,
efendilikten, ağalıktan, koruyucu ve gözetici olmaktan farklı bir şeydir. Bu
iki yaklaşım tarih boyunca var ola gelmiştir -varlığını sürdürmek-
502
tedir-
gözeticiliğin, toplumun ve bireylerin korunması ve idare edilmesi yaklaşımının
taraftarları, hâkimi müdür olarak görür. Diğer yaklaşım sahipleri ise tekamül
ettirmeye, toplumu ve bireyleri ileriye götürmeye ve terakki ettirmeye inanır.
Bu iki yaklaşımın varlığı "siyaset" ve "politika"
terimlerini meydana getirmiştir.
Daha önce de söylediğim gibi, politique
[politika] şehir anlamına gelen polis kelimesinden türemiştir. Bu, Yunan ve
Batı düşünce tarzının hükümet davranışıdır. Tıpkı belediyenin şehri idare
etmesi gibi bunda da hükümet, memleketi idare eder. "Siyaset" ise
hükümette ayrı bir anlama sahiptir. Burada hükümetin davranışı idare etmek
değildir, Halkın gözeticisi olmadığı için, rahatı, mutluluğu ve mutlak anlamda
bireysel özgürlüğü sağlamaya çalışmaz.
Ayrıca siyasetin hedefi, toplumda bireysel
hakları tümüyle gerçekleştirmek de değildir. Tersine onların eğitimini ve
tekamülünü sağlamaktır. Bu yüzden "siyaset", bizim düşünce tarzımıza
özgü bir ifadedir. Yani hükümet, toplumun ve ülkenin idaresiyle uğraşmamakta,
bireyin ve toplumun tekamülüne ve eğitimine hizmet etmektedir.
Siyaset kelimesinin sözlük anlamı terbiye
etmektir. Sıkıntı vermek ve sıkıntı çekmek anlamındadır, veya tasfiye ve
tezkiye etmektir. Bir hedef için var edilen bir varlığı, o hedefe ram etmek ve
hazırlamaktır. Binaenaleyh, ümmet ve imamette var olan bu düşünce tarzında
yalnızca ümmetin korunması, gözetilmesi ve idare edilmesi söz konusu değildir.
İnsanın, bireyin ve toplumun ilerletilmesi ve tekamülü söz konusudur.
O halde burada insanlar üzerinde efendilik
değil, önderlik ya da insanın siyaseti meselesi söz konusudur. Korumak ve
gözetmek değil, terbiye ve tekamül... Bir cümleyle, halkın rehberliği, insanın
ve toplumun yaratıldığı gayeye ve ni-
503
hai
maksada götürmektir.
Rehberlik
ve diktatörlük
Şüphesiz tarih boyunca bu anlamda bir çok
olumsuz şekil, olumsuz telakki ve suiistimal olmuştur. Özellikle de rehberliğe,
toplumun terbiyesine, bireylerin ahlakını, ruhunu ve düşünce tarzını
değiştirmeye dayalı siyaset kavramı, politika kavramından daha gelişkin olması
itibariyle suiistimal edilmeye daha elverişlidir. Çünkü zahiren istibdada
benzemektedir, daha doğru bir ifadeyle, istibdat, ona benzemektedir. Yani
diktatörlük, kendi tutumunu rahatlıkla "rehberlik" ya da
"toplumun terbiyesi" şeklinde gösterebilir. Örneğin halkı
kırbaçlayıp, "öğretmenin sopası baba şefkatinden daha iyidir"
diyebilir. Bu yüzden Yunan'da, Roma'da ve bugünkü Batı'da, politika anlayışına
dayalı hükümet felsefesi geçerli olduğu için ona uygun olan demokrasi ortaya
çıkmıştır. Doğu'da iki zıt fakat zahiren de benzer iki tecelli vardır:
Bunlardan biri diktatörlük, diğeri de peygamberliktir. Bu halka rehberlik edip,
halkı yetiştirir, o ise halkı yetiştirme ve halka rehberlik etme iddiasında
bulunur. Asi ve özgür bir taya eziyet ve kırbaçla boyun eğdirip onu soylu bir binek
hayvanı haline getirmek, öğretmenliğe ne kadar benzemektedir!!
Önderlikli
Önderlik, insanların rehberlik liyakati
taşıdığına ve onları mevcut kötü durumdan arzu ettikleri hedefe
götürebileceğine
inandıkları
kişidir.
Bir dönemdeki -herhangi bir yerde- bireyler,
bir şahsa yöneliyorlar ve o şahısta bir kahramanlık ya da siyasetleri için bir
rehberlik özelliği buluyorlar; onun aracılığıyla ve onun izlenmesi suretiyle
hedeflerine ulaşabileceklerine inanıyorlar.
Burada bu rehber, toplumun yönetimini ve
yazgısını gerçekten ele alabilecek biri olsa da olmasa da kendisine itaat
edilen ve bir grubun inandığı bir kahramandır. Burada kahraman ve önder,
önderlik öznesidir, diğerlerinin onunla kurduğu bir irtibat öznesidir, bu şahsa
olan bakışları, bu anlamı barındırmaktadır. Bu şahıs, bu grubu ümit
bağladıkları zafere fiilen ulaştırmakla yükümlüdür.
Bir kahraman önderdir. -Siyasî hayatın
önderidir, bağımsızlık önderidir- Halk, her durumda karşılaştığı her sorunda,
en layık kişidir diye ona başvurmaktadır. Bu siyasî kahraman, millî kahraman,
ırkî kahraman, dinî kahraman, toplumsal kahraman, hükümeti elde etmiş olsun ya
da etmemiş olsun, halkın yazgısını eline almış olsun ya da olmasın hedefi,
halkın yönetimini ele geçirmektir, mevcut kötü durumdan, arzu ettikleri daha
iyi duruma geçmeye bırakmamışlardır.
Üçüncü
tür
Bana göre bizim inancımızdaki ve
telakkimizdeki imamete en çok benzeyen türdür. -Sonsuz derecede hassas ve
önemli olduğundan çok daha fazla dikkat gerektirmektedir.- İnsandaki istenen
tüm mükemmelliklerin gerçekleşmesi için kişilerin
168-
Farsça'da "rehber" ile "önder" kelimeleri çoğunlukla
birbiriyle eş anlamlı olarak kullanılır. Bu açıdan biz de kitabın buraya kadar
olan kısmında kimi zaman "rehber" kelimesini "önder"
şeklinde tercüme ettik. Fakat Dr. Şeriatî, burada "reh-
ber"
kelimesini değil, "pişva" [öncü/önder] kelimesini kullanarak bu
bölümde "rehber" ile "önder" kelimelerini farklı
kullanmaktadır. Bu sebeple kitabın bundan sonraki kısmında Farsça "pîşva"
geçen yerlerde "önder", "rehber" geçen yerlerde de
"rehber" kelimesini kullanacağız. [Çeviren]
504
505
ideal
arzularının tecellilerinden ibarettir.
"Efsanevî bir hakikat olarak Ali"
konusunda demiştik ki: İnsan daima gördüğü hayattan, tabiattan tabii
varlıklardan ve fenomenlerden daha büyük, daha değerli, daha yüce ve hatta var
olandan daha aşkın [müteal] -aşkın olması da gereken-bir yerin olduğunu
hissetmiştir. Çevresinde bulunan herkesin eksiklik taşıdığını, olması gerektiği
şekliyle bir insanın mevcut bulunmadığını hissetmiş ve bu yoksunluk hissi, onu
-azlığın ve noksanlığın bulunmadığı kemal dünyası olan- tabiat ötesine
yöneltmiştir. Olması gerektiğine inandığı insanın olmaması, onu daima kâmil bir
insana muhtaç kılmıştır. Bu kâmil insanlar, tanrılaştırmalar, yarı
tanrılaştırmalar, kişiye tapınmalar şeklinde kendini göstermiştir. İnsanın
ihtiyaçlarına daima kâmil insanlar -insanlarda olmayan fakat bulunması gereken
tüm insanî kemallere ve erdemlere sahip olan insanlar- cevap vermiştir. İnsanın
"kemale" ulaşma yönündeki çabası, on dokuzuncu yüzyılda bilimsel
şekilde sosyolojide bugün de hâlâ sürmektedir.
Toplum tekamül etmektedir, toplumsal ve
kültürel ilişkiler, kültür, medeniyet, teknoloji ve bilim tekamül etmektedir;
ama insan çeşitli boyutlarını kaybetmekte ve "tek
boyutlu"laşmak-tadır. Birçok manevî erdemleri ve ruhî güçleri
zayıflamakta, azalmakta ve kaybolmaktadır.
Alinasyon
(Alienation) [Yabancılaşma]
Bu, günümüz medeniyetindeki insanla ilgili
bir konudur. Makineyle, makineleşmiş düzenle insan ruhuna dayatılan
me-kaniklikle ilgili bir konudur Bu dayatma, insanı hor, hakir, kusurlu ve tek
boyutlu kılmaktadır. Alinasyon, tabiî erdemlere, çeşitli ruhsal bağlılıklara,
duygu ve idrak güçlerine sahip olan
insanın,
toplumsal örgütlülük açısından makineleşmesi, yapay bir toplum haline gelmesi,
her şeyini kaybedip gittikçe kendisine yabancılaşmasıdır. Birçok insanî duygu
ve güç, kullanılmamaktan dolayı zayıflamakta ve yok olmaktadır. İş türünün
gerektirdiği yönleri göreceli olarak gelişmekte, diğer yönleri âtıl
kalmaktadır. Bundan daha da önemlisi, insan, insanlığını kaybetme tehdidiyle
karşı karşıyadır. Böylece makine karşısında makinenin şahsiyeti, kendi
şahsiyetinin önüne geçmektedir. Bir müddet sonra, kendini "ben"
olarak değil, makine araçlarından bir araç olarak hissetmeye başlamaktadır.
Levi _trausse'un deyimiyle bir banka kuruluşunda ya da binlerce gişenin
bulunduğu bir dairedeki garip ve karmaşık ilişkiler yüzünden, giderek kendini
Muhammed Takî'nin oğlu bay Muhammed Ali şeklinde bir "ben" olarak
değil, bay "üçüncü gişe" olarak hisseder. Arabasının lastiği
patladığında "ben patladım" der. Kendini başkalarından ayıran somut
insanî özellikleriyle değil, falanca yerin başkanı ya da falanca yerdeki memur
olarak tanır.
"Aline olmak" "cin
çarpması" hali gibidir. Aradaki fark şudur: Orada cin insanın şahsiyetine
girmiştir, burada ise makine ve "bugünün kurumsal örgütlenme"
girmiştir. Artık herkes hayatın mecnunudur, kurumsal ilişkilerin mecnunudur,
hepimiz, bugünün cinlerinin cin çarpmışlarıyız. Bu, tamamen bilimsel bir
meseledir.
Bu yüzden günümüz sosyolojisi -özellikle de
psikoloji- şiddetle kâmil insan arayışı içerisindedir. Özellikle de toplum,
bireyi tekamül ettirdikçe, onu kâmil insandan uzaklaştırmaktadır.
Bizdeki irfan, bu insanı "kâmil
insan" olarak adlandırıyor. Muhtemelen bu terimi ilk kullanan kişi
Fârâbî'dir. Fakat bu, tüm dinlerde ve kültürlerde var olan bir kavramdır ve
insan, dâima kâmil insanın arayışı içerisinde olmuştur. "Kâmil insan"
506
Çf>7
-tarih
boyunca- tüm insanların fıtrî ve iç güdüsel bir ihtiyacı olmuştur. Onu
yaratmak, övmek, tapınmak, inanmak ve ona tevessül etmek için çalışmıştır.
Dün
şeyh elinde kandille gezdi tüm şehri
Devden
ve yırtıcılardan usandım insandır arzum [dedi]
Dedim:
Bulunur olmaz, aradık biz
Dedi:
Bulunur olmayan da arzulanır.
Kâmil insanı bazen öte alemlerde ve yarı
tanrılarda, bazen efsane kahramanlarında ve bazen de mevcut olanlardan daha çok
ve daha yüce erdemlere sahip insanlarda -arayıp da bulamadıkları erdemler-
aramıştır.
Bundan daha önemlisi -bu konuyu açıklar
niteliktedir- irfani Hint dinlerinde -ben ve şahsiyet kavramlannı bünyesinde
barındırmaktadır- ve hatta somut olarak Tann kavramını söz konusu etmeyen Buda
dininde bile kâmil insan bulma çabası görmekteyiz. Bizatihi Buda'nın kendisi,
Nirvana insanı olarak, beşeriyetin muradı olan bir kurtarıcı olarak telakki
edilmekte ve mabut kılınmaktadır. Tüm doğu dinleri ve kültürleri,
"kutb"un "âbdâF'ın "murad'ın ve "pîr'in övgüsü esasına
dayanmaktadır.
Tarih boyunca tüm dinler, kurtarıcı bir
kahraman arzusunda olmuştur. Tüm dinler, üstün insana, kâmil insana ve
kurtarıcı insana sahiptir. Hepsi onu över. Kendi kâmil insanlarının inancını ve
beğenisini, ya gelecekte, ya geçmişte ya da bu âlemden daha üstün olan bir
âlemde aramışlardır. Binaenaleyh insanın en hassas ve en derin psikolojik
çabası, mutlak ya da aşkın insanı -yani "kâmil insanı"- yaratmak ve
kazanmak olmuştur.
Peki
ama insanı "kâmil insan" aramaya zorlayan ihtiyaç ne-
dir?
Öncelikle her zaman noksan olan insanlardan ve kendi noksanlıklarından duyduğu
bıkkınlıktır, ikincisi maneviyatı, erdemi, kutsallığı ve yüceliği, somut ve
nesnel bir şekilde hissedip tanıma yönünde duyduğu fıtrî ihtiyacıdır, üçüncüsü
ise -bu daha çok benim söz konusu ettiğim rehberlik meselesiyle ilgilidir- şu
tür sorulara cevap bulma ihtiyacından kaynaklanmaktadır: İçine düştüğüm
şeylerden bıkmış olan, kurtulmayı isteyen, kemale ve aşkın erdemliliğe ulaşmak
isteyen ben nasıl düşüneyim? Nasıl olayım? Nasıl kurtulayım?... Üstün insan
olmak istiyorum, kim gibi? Örneğim nerde? Kâmil insanın -onun aşk beslediği
insanın- siması bütün bunların cevabındadır.
Bundan önce dediğim gibi ideal İslam
toplumu, ne nasyonalist bir grup veya topluluk (societe)dir, ne dil, kültür,
kan ve tarih birlikteliğidir, ne hayat tarzı benzerliğidir, ne de iş şekli ve
bireylerin üretim sırasında oynadığı rol benzerliğidir, bireylerin, ortak bir
rehberin etrafında toplanmaya inanan bireylerin oluşturduğu bir toplumdur.
Hayatın sakin bir saadet değil, hareketli bir saadet olduğuna inanırlar,
"yapmak"ta huzura değil, "olmak"ta kemale inanırlar,
kemalin yüce ve aşkın merhalelerine ulaşmaya inanırlar. Binaenaleyh, İslam
toplumunda söz konusu olan en önemli mesele, "imamet", rehberlik ve
İslam toplumunun önderliği meselesidir.
Şimdi
şu iki soruya: 1-Ümmetin rehberliği nasıl olmalıdır? 2-Rehber, nasıl tayin
edilmelidir? Cevap arayalım.
Ümmette rehberlik meselesini açıklayabilmek
için imamı tanımak gerekmektedir. İslam nasıl camia, nasyon, kabile, millet, şa'b,
taife vb. gibi terimler karşısında özel bir terime sahipse, bu toplumun, yani
ümmetin rehberliği konusunda da
508
509
özel
bir terime sahiptir. Hâkim, hükümran, önder, Seyyid, zâ-im, reis, azim, padişah,
kayser, cumhurbaşkanı, komutan vs. terimleri yerine "imam" terimi
bulunmaktadır. "Ümmet'te var olan anlam çeşitliliği ve zenginliği, bu
terimde de vardır; ümmet teriminde bulunan üstünlük ve onda saklı olan
yaklaşım, çeşitli telakkilerde, kültürlerde, toplumsal, siyasî ve bilimsel
öğretilerdeki benzerlerine kıyasla "imam" teriminde bulunmaktadır.
Binaenaleyh, imamı tanımak, müslüman insan
için İslam toplumunda, yani "ümmet"te söz konusu olan en öncelikli ve
en zarurî meseledir. Ne mutlu ki İslam tarihinin oluşmaya başladığı ilk andan
itibaren, düşünürler, önderler, bilim adamları, hatta İslam'ın ilk dönemlerinde
sahabe, imametin hassasiyetini ve büyüklüğünü kavramıştır. İmam Sadık, Usul-i
Kâfî'nin üçte ikisini kaplayan ve bu kitabın en önemli ve en dikkate değer
kısmı olan hüccet babında, ashabından birine hitaben imamet ve İslam'daki
rehberlik ilkesinin değeri hakkında şu örneği veriyor:
"İmamını tanımayan insan, çobanını
kaybetmiş koyun gibidir, bu insan Allah'a tapınan biri olsa da, muvahhit ve
Müslüman biri olsa da, tüm İslâmî ilkeleri dikkatle tanıyan ve bunlara inanan
biri olsa da ve tüm hükümlerle amel etse de hayatında imamı tanımıyorsa,
sürüsünü kaybetmiş bir koyun gibidir. Bu sürüyü kendi kaybetmiştir, bu koyun
âvâredir; gece gündüz, çöllerde, ovalarda,
kırlarda, çiftliklerde, sürüsüne rastlayıncaya kadar başıboş ve âvâre
olarak gezer durur. Uzun bir müddet sürüyü bulmaya çalışır ve bir çobanın
rehberliğine dâhil olur. Bu çobanın onu yabancı bir otlağa, yabancı bir köye
götürdüğünü görür. Bir müddet sonra uyanır, bu çobanın kendi çobanı olmadığını,
bu sürünün kendi sürüsü olmadığını anlar, onlardan ayrılır, kendi sürüsünü ve
kendi çobanını bulmak için dağ bayır, dere tepe yollara düşer. Bir başka çobana
510
ve
bir başka sürüye rastlayıncaya kadar başı boş gezer durur. Yine yabancı bir
çobana ve yabancı bir sürüye aldanır ve yine acı ve üzüntü içerisinde bu
çobanın kendi çobanı, bu sürünün de kendi sürüsü olmadığını anlar. Bunlar onu
kendi yuvasına götürmeyecektir. Tekrar ümitsizce bu sürüden ve bu çobandan
ayrılır, kendi sürüsünü ve kendi çobanını bulmak için çöllerde gezmeye başlar
ve sonunda kurdun tuzağına düşer..."
Bu misal son derece derin, anlamlı ve üzüntü
vericidir. Tarih boyunca insanın kaderinde de buna tanık olunmuştur, uzak
geçmişten bugüne kadar insanın başından geçen macera da tıpkı bu yalnız ve
âvâre koyunun macerası gibi olmuştur. O sürüden bu sürüye, o çobandan bu çobana
hep aldan-mış, başı boş ve perişan bir halde kurda yem olmuştur.
Mac-hiavelli'nin açıkça söylediği gibi "ya aslanın ağzına ya da tilkinin
tuzağına"169 düşmüşlerdir. Burada şu açıklamayı yapmam gerekiyor: Bir kişi
Allah inancına sahip olsa da, doğru bir dinî inanca sahip olsa da, akaidini
tamsa da, eğer imamını tanımıyorsa, rehberini tayin etmemişse, yolunu
kaybetmiştir, yani akaidi ve imanı, onun hayatı için bir yön
oluşturmamaktadır. "Hür" İslam
tarihindeki tüm büyük simalar arasında tümüyle ayrı ve özel bir simaya
sahiptir. Hikayesi oldukça güzeldir. O Kerbela'da en çirkin ve en canice; ama
aynı zamanda da en güzel ve büyük bir rolü oynamıştır. O cinayet ile hizmet
arasındaki mesafeyi, Yezid'in oyuncağı olmak [-imek/bûden] ile Hüseyin'in
sahabesi olmak [şoden] arasındaki mesafeyi, şirretlik ile şehadet arasındaki
mesafeyi, celladın iğrenç ve canavar memuru olmakla büyük, özgür ve yüce insan
olmak arasındaki mesafeyi, yarım günde bir "seçim" ile belirleyip kat
etti.
Bu
adam Aşura sabahı Yezid ordusunun komutanlarından
169-
Şehzade (Le prince) Machiavelli'nin eseri
511
biriydi,
bir kaç saat sonra ise İmam Hüseyin'in en aziz yardımcılarından ve onun safında
kurban edilenlerden biri oldu. Böylesine büyük bir mesafeyi bir kaç saatlik bir
süre içerisinde nasıl kat etti? Onun felsefi inançları araştırma ve telkin
neticesinde mi değişti? Onun dinî ve itikadî anlayışı mı değişikliğe uğradı?
Amel etmekte olduğu fıkhi hükümler mi değişti?...
Aşura günündeki "Hür" ile Tasua170
günündeki "Hür" aynıydı, değişen rehberlikti. Böylesine büyük bir
değişimde sadece ve sadece rehberlik değişmişti. Sadece rehberliğin değişimi,
böylesine büyük bir cânîyi, insanın hayatında sahip olabileceği en yüce makama
ulaştırabilir. Rehberliğin değişmesi, tarihin ebedî lanetine uğrayacak olan bir
kimseyi, tarihe şeref, fedakarlık ve insanlık ilhamı bahşeden bir sima haline
getirdi.
Hürün hikayesi rehberliğin değişmesinin ve
rehberi doğru bir şekilde tanımanın, insan üzerinde nasıl bir etki
bırakabileceğini anlatıyor.
Hür'ün hikayesi, tüm insanlar ve tüm
toplumlar için imam tanıma konusunda çok iyi bir örnektir.
Bir kahramana, seçkin bir insana ve insanlar
için örnek olacak bir insana olan inancın muhtelif örnekleri varolmuştur. Zira
insan daima mutlak olanı arzu eden bir varlıktır. Eğer insan mutlak olanı
bulamazsa onu hayalinde yaratır. Çünkü onun ruhu daima -sonsuza dek- mutlak
erdemlere ve maveraya özgü güzellikleri övme ve tapınma çabasındadır. İnsanın
yaşamak için olan psikolojik ihtiyaçlarından biri de büyük insanları tanımak ve
onları yüceltmektir.
İnsan
daima imamı sevmiş ve daima onu bulma ve ona sa-
hip
olma çabasında olmuştur. Tarihte sahip olduğu -ya da hayalinde yarattığı- imamı
ya da imamları yüceltmemiş hiçbir insan yoktur. İmama olan ihtiyaç kahraman
sevme, yarı tanrıya tapınma, kişiye tapınma şeklinde -olumlu ya da olumsuz,
doğru ya da sapkın biçimlerde- tarih boyunca, tüm kültürlerde ve dinlerde
mevcuttu ve hâlâ da mevcuttur.
İnsanın en önemli psikolojik yönlerinden
biri de soyut manaları somutlaştırmak ve onları cisimleştirmektir.171
İnsan, "büyük olmak",
"fedakar olmak", "canını ortaya koymak" "şerefli
olmak" vs yerine, büyüklüğü, fedakarlığı, ca-nını ortaya koymayı ve
şerefliliği, büyük, fedakar, canını ortaya koyan ve şerefli tek bir şahsiyette
görmeyi ister. Böylece hem soyut anlamları hissedebilir, hem de bu anlam nesnel
bir gerçeklik kazanarak onun ruhunda çok şiddetli bir etki yaratır.
-Bir eğitim psikologu olan- Adler diyor ki:
Büyük insanî erdemler yolunda insanı aşağı merhalelerden yüce merhalelere
ulaştıran insan ruhunun en önemli eğitim mayası, onun seçkin ve aşkın
yaratıklara ya da insanlara -üstün insanlara- olan inancıdır. İnsanlar,
"üstün insanlar"ı düşünüp onlara aşk besleyerek ve onların
şahsiyetini överek kendi ruhunu taltif etmekte ve bu anlama alışkanlık
kazanmaktadır.
Adler'in söz ettiği mayalardan biri, hayali
tanrılardır. İmama sahip olmayan -ya da sahip olup da elde edemeyen- insan,
böylesine seçkin şahsiyetlere ihtiyaç duymuş ve kendine model alabilmek ve onun
özelliklerine sahip olabilmek için onları tanıma zorunluluğu hissetmiştir. Bu
erdem tanrıları, insanlık tarihinin kahramanlarıdırlar, erdemliliğe ilham
verenlerdir. Doğru da olsa yalan da olsa, bu erdemlere layık olsa da olmasa da
-ki değildiler- insanın ihtiyacı, tarih boyunca bu
170-
Tasua, Arapça'da dokuzuncu demektir. Kerbela olayının onuncu günü olan
"aşura"dan bir gün öncesini ifade eder. [Çeviren]
171-
Personnification de L'idee
512
kahramanların
sahip olmadıkları erdemlerin onlara yakışrırıl-masına neden olmuştur. Böylece
insan, hayalinde yarattığı kahramanı övmeye ve ona tapınmaya başlamıştır.
Efsanevî ve tarihî kahramanlar her millette
ve her kültürde mevcuttu. Bu kahramanlar, her kültürde ve dinde nesiller
boyunca halklar, milletler ve kavimler için büyük insanî anlamların ilham kaynağı
idiler. Bu kahramanlar bir açıdan iki kısma ayrılmaktadır.
Daha önce söylediğim gibi insanın model
almaya olan ihtiyacı, tüm erdemlerin timsali olan birine duyduğu tapınma
ihtiyacı ya da onu taklit etme isteği, bugün tarih boyunca tüm kültürleri ikiye
ayırmamıza neden olmaktadır. Bunlardan biri, Hint ya da Arya kültürü, diğeri
ise Sami ve Ârâmî kültürüdür.
Sâmî dinlerinin en önemli özelliklerinden
biri şudur.- Bu dinlerde insan, gelip kendisini kurtaracak seçkin şahsiyetler
beklemektedir. Zira kurtuluş düşüncesi, insanın şimdiye kadar olan en eski
düşüncesidir.
Bu inancı, Mezopotamya da yedi bin yıl önce
yazılmış metinlerde de, Albert Camus'nün eserlerinde de insanın en önemli
ihtiyacı olarak görüyoruz. Sâmî düşüncesi, insanı kurtuluş için beklemede
bırakmaktadır. Seçkin bir şahsın, insan ötesi büyük bir kurtarıcının, insan
üstü birinin ya da üstün bir insanın gelip onun elinden tutacağına veya
kurtuluş yolunu ona göstereceğine dair bir davette bulunmuştur. Bu yüzden
dinler, insanı bu büyük insanların zaferlerine ve gelip kendilerini bu hoşnut
olunmayan esaret ortamından kurtaracak bu büyük kurtarıcılara tevessül etmeye
davet eder. Zilletten, aşağılıktan, maddiyattan, yabanîlikten, zulümden,
cehaletten, kö-
lelikten.
yozlaşmadan, kötü yaşantıdan, özgürlüğe, kurtuluşa erdemlere, mükemmelliklere
yani dinî anlamıyla cennete [götürecektir].
Hint dinlerinde ise durum tersinedir. Bu
dinlerin davetinde ise dışarıdan bir beklenti yoktur, dışarıdan bir kurtarıcı
beklenmeyecektir. Sizi kurtarmak için gaipten bir el uzanmayacak-tır. Kurtuluş
yolu kendi içindedir. Kendini riyazetle geliştirmeli ve yetiştirmelisin.
Kendini öylesine yetiştirmelisin ki kurtuluşa layık olmalısın. Başka bir
ifadeyle kendi içinden başlayan kurtuluş yolunu, kendine dalarak ve kendinde
arayarak bulmalısın. Binaenaleyh, Hint dinleri, bekleyişe, insanî erdemlilik
konusunda model alınacak bir şahsa veya - kurtuluş yolunu göstermesi ve bizi
kurtuluşa çağırması için beklemekte olduğumuz- büyük şahsiyetlere davet
etmemekte, tersine kişiyi kendine yöneltmektedir. Ama bu dinler insana şöyle
demektedir: "Herhangi bir kişi beklentisinde olma, kurtarıcıya muhtaç
değilsin, taklit ettiğin ve yücelttiğin kâmil insana muhtaç değilsin, kendi
kendini yetiştirmeli ve kendini kurtarmalısın.'' Kişiye tapınmanın, bizim
dinlerimizden çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Hint dinleri, özellikle de
Buda dini, Tanrıyı somut bir şekilde söz konusu etmemektedir. Bizim dinimizde
Allah somut bir varlık olarak mevcuttur ve biz ona inanmaktayız. Biz büyük bir
kurtarıcı kahraman beklemekte ve onu övmekteyiz. Bununla birlikte onlar bizden
çok daha fazla kişiye tapınıcıdır. Her Budist, ibadet sırasında önüne bir Buda
putu koyarak ona tapınır. -Biz, imamı taklit ettiğimiz, peygambere ve bu
dünyanın ötesinde tüm varlıkların hayatları için muhtaç bulunduğu, Allah adlı
aşkın bir varlığa muhtaç olduğumuza inandığımız halde- bizim mabetlerimizde
hiçbir şahıs ya da hiçbir suret bulunmamaktadır. Ama kişiyi kendi içine
çağıran, Allah'a, peygambere ve kurtarıcı imama dair bir beklentisi
olmayanların mabetlerinde Buda'nın ya da başka aaz-
514
515
lerin
resimleriyle doludur. Niçin?
Hint dinleri, herkesin kendi kurtuluşundan
sorumlu olması ve kurtarıcı bir rehbere muhtaç olmaması esasına dayanmaktadır;
fakat kişinin kurtuluşu, "mürşid'e, "murad"a, "kutb'a,
"pîr'e, "âbdâl'a bağlıdır. Hintli birinin önünde, onu bu dünyadan
"karma" ve "samsara" dünyasından -maddî ve aşağı dünyadır-
aşkın dünyaya, "nirvana" dünyasına, kurtuluş, özgürlük ve sükunet
dünyasına götürecek bir dizi şahsiyetten oluşan uzun bir silsile bulunmaktadır.
"Samsara" dünyasından ya da "karma" denilen bu dünyadan,
"mukşa'ya (kurtuluşa) ve "nirvana" dünyasına ulaşmak için
kurtancıya, kurtuluş konusunda örnek ve model olacak büyük şahsiyetlerin
yardımına ihtiyaç yoktur, yalnızca kendisine yönelmesi gerekmektedir; ama
birçok delalet edici şahıs vardır. Bildiğiniz gibi bu düşünce tarzı İslam'a
girince, sûfî kişi tapınıcılığını ve tasavvufun mertebelerini ve makamlarını
meydana getirdi. Bu yüzden tasavvuf, diğer tüm fırkalarımızdan çok daha fazla
kişi tapınıcısıdır. O kadar ki, Mevlânâ gibi büyük bir şahsiyet bile bu tür bir
duygu ve algılayışla Şems-i Tebrizî'ye "şems-i men, hoda-ye men/ benim
şemsim [güneşim] benim tanrım" diyecek kadar aşk beslemiştir. Güneşi,
Şems'in* kölesi görmekte, Şemsi sadece bir kurtarıcı olarak değil, kendisinin
yaratıcısı, yetiştiricisi ve tanrısı olarak görmektedir. Hafız, bu düşünce
tarzını taklit ederek şöyle demektedir: "be mey seccade rengin kon geret
pîr-i mugan gûyed" / seccadeni şaraba boya, sana pîr-i mugan derse"
Yani insan, mürşit karşısında, rehberi karşısında öylesine bir teslimiyet
içerisinde olmalıdır ki, eğer mürşidi, en çirkin ve en aşağılık günaha davet
etse bile aklını ve yargılarını bir tarafa bırakarak onun emrini yerine
getirmelidir. Hatta eğer mürşit, bir Müslüman'a: "seccadeni
*
- Şems de Arapça'da güneş anlamına gelmektedir. (Söylem yy) 516
şarapla
boya" dese bile bunu yerine getirmelidir: çünkü bunu mürşit söylemiştir.
Burada şahsın aklı. iradesi ve kararı, tamamen gereksizdir. Bu tür aşırı ve
sapkın haller, -özellikle de kendine davet eden dinlerde- belli bir insan
tarafından kurulmuş olmaktan kaynaklanmakta; ama bunlar da insanı bir sembole
ihtiyaçsız hale getirmemektedir. Eğer gerçek bir model ya da örnek yoksa, zihni
sapmaya ve kuruntuya dayalı bir model üretmektedir. Halktan bir numunesinin
olmamasını istesek de, kendisi bir numune üretecektir, sıradan insanlar olan
Şems-i Tebrizî'den ya da Ebu Yûsuf'tan tanrı yaratacaktır. Çünkü insan,
kendisine hayatın yönünü tayin edecek birine -ya da birilerine- muhtaçtır.
Kendi hayatının haritasını onların yüzlerinde okur, kendi hayatını tayin
edeceği yönü onların hayatlarında bulur. Kendi var oluşunu [-imek/ bûden
onların var oluşlarına [-imek/ bûden] dayandırır. Kendi "oluş"unu
[şoden] onlara bakarak şekillendirir.
İnsan niçin kahraman arayışındadır ve
kahramana tapınır? Psikologlar bu konuda birçok psikolojik tahlilde
bulunmuşlardır. Bunlardan biri de Adler'in son derece somut ve önemli teorisidir.
-Bu, kahramanlara inanmakta olan Nietszche'nin, Schiller'in ve Hegel'in
teorisine benzemektedir- O diyor ki: 172"İnsan her zaman bir kahraman
peşinde olmuş, kahramanları övmüştür, bu onun güce olan aşkından ve
ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Kendini zayıf gördüğü ve aşağılık duygusuna
kapıldığı için, bu zayıflığını ve aşağılığını, gücün ve görkemin timsali olan
bu kahramanlarla gidermeye çalışmıştır. Binaenaleyh, tarih boyunca tüm dinlerde
ve kültürlerde insanın daima kahraman arayışı içerisinde olması ve kahrama-
172-
Eserin orijinalinde burada açılan bu tırnak, unutkanlık sonucu kapatılmamıştır;
dolayısıyla Adler'in sözünün nereye kadar devam ettiği belirsiz kalmıştır.
Paragraf bütünlüğünü göz önünde bulundurularak kapatılan ikinci tırnak, benim
tarafımdan konulmuştur. [Çeviren]
S17
nı
övmesi zayıflık ve aşağılık duygusundan kaynaklanmaktadır.
Ben tarih boyunca birçok numuneye sahip
olduğumuza da inanıyorum. Hatta tüm tarih ve kültürler, benim görüşümün ispatı
noktasında bir örnektir. İnsan güçten ve maddî hayattan önce koyduğu değerleri,
kutsalı, güzelliği, yüceliği, mutlağı ve temizliği düşünmüştür."
Maddî hayat üzerine yapılan ilk sınıflamada,
Louis Braille, Spencer ve benzerleri, bedevî insanlar, -elbisesi yoktur, dil
yerine seslerle ve işaretlerle anlaşır- ve kabileler üzerine yaptıkları
araştırma doğrultusunda, dünyayı kutsal ve kutsal olmayan, eşyayı da maddî
(profan) ve kutsal (Le Sacre) diye ikiye ayırmışlardır. Durkheim da tüm
dinlerin ve tüm toplulukların kökeninin kutsala tapınmak olduğunu
söylemektedir.
Bu, kutsala yönelmenin, kutsalı, kutsal
simaları, kutsal fenomenleri ve kutsal dünyayı övmenin en önemli nedenidir.
Binaenaleyh, insan sadece zayıflık duyup güce ihtiyaç hissetmekle ve güçlü
kahramanlara inanıp onları överek kendi zayıflığını gidermeye çalışmakla
kalmamıştır. Asla sadece böyle değildir. İnsan daima kutsala, güzelliğe,
maveraya özgü mutlak yüceliğe ve görkeme ulaşma çabası içerisinde olmuştur. Bu
çaba, kişiyi bu kutsal insanları ya da insan dışı varlıkları överek, tanıyarak,
onlara yakınlaşıp tevessül ederek, kendi yoksunluğunu telafi etmeye
götürmektedir. Veya kendini bu kutsal olmayan ya da nispî olan, noksan ya da
zayıf olan, aşağı ya da kötü olan bu hayattan, kâmil, görkemli ve övülmeye
değer maveraya özgü hayata ulaştırmaktadır. Benim teorimi ispat eden en önemli
delil şudur: Öncelikle tüm mabutlar, tüm şahsiyetler ve tüm [mitolojik]
tanrılar, bir güç timsali değildir. Çoğunlukla zarafet ve güzellik vs.
timsalidir. İkinci olarak dinlerde ve efsanelerde tanrılar için söz konusu
edilen isimler, daha ziyade aşk, güzellik, görkem, baba şefkati, büyüklük,
hida-
Ümmet
ve İmamet
yet,
ümit ve kutsallık sıfatlarından kaynaklanmaktadır.
Aslî faktör budur ve bu aslî faktör, insanın
daima böylesi büyük simaları tanıma ve onlara sahip olma ihtiyacı duymasına
sebep olmuştur. Sahip olduğu güç ve mantık ölçüsünde, kültürünün, düşüncesinin
ve kavrayışının gücü ölçüsünde, beğenisine uygun mutlak kahramanlar yaratmış,
tanımış, bunlara tapınmış ya da sahip olmuştur. Binaenaleyh, sadece bedevî
kavimlerde değil, sadece geçmiş medeniyetlerde değil, sadece tüm dinlerde
değil, -hatta Budizm gibi kahramanları reddeden dinlerde bile- günümüz
dünyasındaki filozoflarda ve düşünürlerde bile kahraman ihtiyacı, kahramana
tapınma, düşünsel ve psikolojik açıdan kahramana inanma, hâlâ mevcudiyetini ve
canlılığını korumaktadır. 19. Yüzyılın en büyük düşünürleri kimlerdir? Hegel,
Nietzsche, Schiller, Adler, Cariyle, Romain Rolland vs. Bütün bu kişiler, büyük
insanlar peşindedirler ve büyük insan, iyi yaşayan insandır, demektedirler.
Çünkü, aşağılığa alışmış ve ona kani olmuş olan insanlar, büyüklüğe ve görkeme
ulaşmak için "büyük insana" yani, "sü-permen "e sahip
olmalıdır. Yani üstün insan, kutsallığın aşkın-lığın timsali olmalıdır ki, bu
rehberlere ve bu büyük insanlara tevessül ederek, kendi hayatlannı, zillet,
zayıflık, aşağılık ve kötülüğe alışmışlık aşamasından, -büyük insanların yer
aldığı-aşkınlık aşamasına ulaştırabilsinler.
Bu, modern çağın en büyük düşünürlerinin
inancıdır. Cariyle şöyle diyor: "Bana söyleyin tarih nedir? Ben tarihin ne
olduğunu bilmiyorum; ama şunu biliyorum ki, birer araç olan ve kendi başlarına
birer hiç olan insanlar arasından büyük insanlar ortaya çıkınca sıradan
ortalama insanlar tarihi, tarih yaratmaya zorlarlar. Binaenaleyh tarih,
kahramanların eğer kendileri olmasa birer hayvan gibi tek düze bir hayat
yaşayacak olan ortalama insanlar aracılığıy-
518
519
la
yarattıkları şeyden ibarettir."
Ben, bunun doğru bir söz olduğunu söylemek
istemiyorum. Zira faşizmin de benzeri bir akıl yürütmenin sonucu olduğunun
farkındayım. Ben faşizmin düşmanıyım -bunun doğru olmadığını daha sonra
göstereceğim- fakat şunu söylemek istiyorum: Hâlâ kahramana ihtiyaç vardır,
hâlâ kahramanı övme ve kahramana tapınma insanın ruhsal ve düşünsel
ihtiyacıdır. Hatta modern yazarlar ve düşünürler, bu meselenin üzerinde
dikkatle ve ciddiyetle durmaktadırlar.
Şunu söylemek istiyorum, bugün büyük
şahsiyetlerin değerine inanan büyük düşünürlerin sayısı oldukça fazladır.
"Emerson", Carlyle'ın "Kahramanlar ve kahramanların övgüsü"
kitabındaki yazdığı düşüncelere paralel olarak kahramanların hayatları
olmaksızın tarihin hiçbir şey olmadığını söylüyor. Onun seçtiği kahramanlardan
biri de Ali ile birlikte İslam Peygamberidir. O, şöyle diyor: "O küçük
elin, diğer büyük elin üzerine konduğu o anda (Peygamber'in davetini ilan
ettiği ve Ali'nin de ona beyat ettiği an) insanlık tarihinin seyri
değişmiştir."
Emerson'un Les Representantes de L'humanite
adlı bir kitabı vardır. Yani İnsan ya da insanlık türünün tarif edicileri,
temsilcileri ve ayırt edicileri. Bu kitapta anlatılanlar, benim imam hakkındaki
düşüncelerime çok benzemektedir.
Yani insanlar, -insan bireyleri- tarif
edicilere sahiptir, modellere sahiptir, -"adam"- insan o demektir.
Başkaları o düzeyde değildir. Bu modelleri taklit ederek, kendini hayvana yakın
aşağılık merhalesinden tarif edicilerin, ayırt edicilerin (Representantes)
merhalesine ulaştırmaya çalışmaktadır. Emerson diyor ki: Representantes, yani
insanı Represente (temsil) eden kişiler, insanlığı ortaya çıkarırlar.
İnsanların ayırt edicileri ya da temsilcileri demiyor, insanlığın tarif
edicileri diyor. Yani insan olmak, büyük, aşkın ideal erdemler bütünü merha-
520
leşidir.
Bu merhale ve bu büyük insanî erdemler, tarih boyunca bazı insanların
simalarında ortaya çıkmaktadır. Diğer insanların hiçbiri bu merhalede değildir.
Hiçbiri, -nicelik açısından değil, nitelik açısından- bu kadar erdeme sahip
değildir. Fakat hepsi bu merhaleye, bu Representantlara, bu tarif edicilere
tevessül etmek arzusundadırlar. Onları severek ve onları överek, kendilerini
insanlığın aşağı tabakalarından, insanlığın doruklarına ulaştırmaya çalışırlar.
Binaenaleyh insanlık vehme dayalı değildir, vehme dayalı olan insanlardır.
İnsanlık, bazı insanların simalarında gerçeklik kazanır. Bu tarif ediciler,
tıpkı yollardaki işaretler gibidir, tıpkı nihayeti, maksadı ve ideal yurdu
onlara gösteren bayraklar gibidir. İnsan bireyleri, onlann vesilesiyle
izleyecekleri rotayı teşhis ederler, onları tanıyıp överek, onların ahlaklarını
kazanırlar.
Bu düşünce tarzı ve teori, Emerson'a aittir.
Ama acaba akletme, bakış açısı sahibi olma ve bilimsellik açılarından büyük bir
güce ulaşmış olan bugünün insanının gerçekten bu tür modellere, bu tür
Representantlara ihtiyacı var mıdır? Bu kadar güçlü bir mantığa sahip olan
günümüz insanı, ona göre kendisini yetiştirebilmesi için bir modele muhtaçtır.
Eğer aklımız, sadece gözümüzdeyse, bugünün insanının hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını
söyleriz. Çünkü Doğudan Batı'ya baktığımızda Batı insanının hiçbir şeye
ihtiyacı olmadığını düşünürüz. Bu büyüklükteki binalarla, bu büyüklükteki
teknikle, sanatla, teknolojik güçle, hiçbir şeye ihtiyaç duymadıklarını
düşünürüz. Ama eğer Batı'da yaşayan ve oraya içeriden bakan ve bu büyüklüğün ve
görkemin yaratıcısı olan keskin görüşlü bir düşünürün gözüyle bu büyük
binalara, yeni medeniyete ve bugüne bakarsak bugünün insanının, geçmiş
dönemlerdeki insanlardan çok daha fazla insan olma modeline muhtaç olduğunu
görürüz. Muhtaç olunan kişi, insan böyledir, yani budur der.
Niçin?
Hangi yeni durum buna sebep olmuştur? Yeni me-
521
deniyetin
sıkıntısı ve perişanlığı, hayatı için bir modele, maneviyat modeline, insanlık
modeline, Emersonun deyimiyle, insan olmanın tarif edicisine sahip olmamasıdır
dersem mübalağa etmemiş olmakla kalmam, Avrupa'nın tüm manevî özelliklerini,
acılarını, sıkıntılarını, perişanlığını, bilimsel bir şekilde açıklamış da
olurum.
Yaşadığımız çağda bugünün insanını, her
zamankinden çok daha fazla bir modele muhtaç kılan üç mesele vardır. Zira
bugünün insanının tüm perişanlığı bir modele sahip olmamasından
kaynaklanmaktadır. Bu sözleri kim söylüyor? Günümüz Fransa'sının en büyük
düşünürlerinden biri olan Guenon söylüyor: Bugünün insanının derdi bir
kahramana sahip olmamasıdır.173 Tabii bugünkü anlamıyla kahramana... Her
dönemdeki kahraman, kendi dönemiyle ilgilidir. Her kültürün ve her milletin
kahramanı, o kültürün kendi düzeyine, yaklaşımına, beğenisine ve ihtiyacına
uygundur. Bugünün insanının derdi nedir? Sıkıntısı nedir? Nasıl olması
gerektiğini bilme-mesidir. Nasıl olduğunu bilememesi değildir. Çünkü bugünün
insanı, önceki dönemlerdeki tüm insanlardan çok daha fazla, güce sahiptir. Ama
nasıl olması gerektiğini bilmemektedir. Je-an Isoulet şöyle diyor:174
"Bugün Avrupa silah, altın ve güç
içinde yüzdüğü halde dermanı olmayan bir dertten dolayı inleyen büyük bir prens
gibidir."
Bugünün Avrupa'sı "nasıl olmak"
gücüne ve yeterliliğine sahiptir, bugünün medenî insanı, nasıl olmayı bilmekle
hemen bir yanılgı içerisine düşmemelidir. Bugünün insanının sıkıntısı
173- Brecht, "Gaüle'nin Hayatı" adlı
eserinde: "Kahramana muhtaç bir milletin
vay
haline" diye feryat ediyor. Onun bu feryadı, milletlerin kahramana muhtaç
milletlere
dâirse de faşizm ve nazizmdeki çarpık kahraman kavramına da yöne
liktir.
174- Jean Isoulet, La Sainte Çite
şudur:
Her zamankinden çok daha fazla muktedirdir, kendini istediği gibi inşa
edebilir; ama bunun nasıl olduğunu bilmemektedir. Zira Jhon Devvey'in deyimiyle
bugünün insanı, her yönüyle tüm tarihsel dönemlere göre çok daha fazla
muktedirdir. Bu doğrudur, ama onun deyimiyle "ahlak", bana göre ise
hatta ahlak bilimi, her zamankinden çok daha perişan durumdadır.
Ahlak bilimi, insanın "nasıl olması
gerek'tiğinin bilimidir. Bunu bilmiyor. Hatta en temel, en açık ahlakî
erdemler, kuşkuyla ve tereddütle karşılanmaktadır. Sartre gibi biri bile, her
zaman inandığımız en yüce, en kutsal insanî ve ahlakî meselelere bunlar
mantıksal analize tabi tutulmaya elverişli değildir diye saldırmaktadır. Duvar
(Le Mur) adlı eserinde hapiste olan bir karakterden söz ediyor. Söz konusu
karakter, şöyle düşünür: "Ben niçin arkadaşlarımı ihbar etmeyecekmişim,
niçin mutsuzluk ve perişanlık içerisinde burada kalacakmı-şım? Niçin bu çileleri,
acıları ve felaketleri yaşayacakmı-şım? Ne için? Kimin için? Ne uğruna?
Başkalarının özgürlüğü ve huzuru için mi? Niye böyle olsun?" derken,
uydurma bir adres vermek, örneğin şehir mezarlığını adres olarak göstermek
noktasına gelir. [Polisler] oraya giderler ve tesadüfen örgütün liderini orada
ele geçirirler. Arkadaşının yakalandığını görünce kahkaha atmaya başlar. Bu
kahkahalar altında ona: "Buyurun siz dışarı çıkabilirsiniz" derler.
Niçin? Çünkü bugün insanlık için böylesine
büyük bir fedakarlıkta bulunmanın bile hiçbir şekilde "mantıklı bir
izahı'" bulunmamaktadır. Hatta insanın başkalarıyla dost olmak ve
başkaları için fedakarlıkta bulunmak gibi en açık ve kutsal insanî ilkelere
olan inancı bile sarsıntı geçirmektedir. İnsan, bu şekilde olmanın ve bu
şekilde yaşamanın gerçekten mantıklı olup olmadığını bilmemektedir.
Çağımızın
en ünlü ve en büyük Fransız yazarlarından biri
522
523
olan
Albert Camus, üç kitabında: Yabancı (L'Etranger), Veba (La Peşte) ve
Başkaldıran İnsan (L'Homme Revolte) dört. beş tür ahlak tavsiye etmektedir.
Bir yerde sadece yiyip içen. uyuyan,
eğlenen, kendine tapınan, bireysel zevklerinden ve dürtülerinden başka bir şey
düşünmeyen, başkalarını boş ve değersiz gören bir kahramanı över. Ahlakî ve
felsefî yaşantı açısından ahlakî ve manevî meselelerin tümünün temelsiz ve
kuruntuya dayalı bir laftan ibaret olduğu noktasına varır. Ona göre gerçek olan
şudur: Ben devranın (tarihin) saldırısı altında bulunduğum için, o istesem de
istemesem de beni yok edecektir. O halde -olmaktan yok olmaya kadar- benim
kesinleşmiş kaderim olan bu kısa süre içerisinde ben artık bir daha var
olmayacağım, ben olmayınca benim için hiçbir şey de var olmayacaktır. O halde
benim için en iyi, hatta tek akılcı yol, hızla tarihe av olacağım bu kısa süre
içerisinde dünyadan olabildiğince zevk almaktır. Hâfız'ın deyimiyle: Vakti
ganimet "bilebilirim"; zira her şey "yok olmaktadır".
Gerçekten her şey yok olmaktadır ve yok olacaktır. Dünya da başı, sonu, hesabı
olmayan boş bir şeydir.175 Semada da kimse bulunmamaktadır, varlık şuursuz ve
duygusuzdur. Dostoyevski'nin deyimiyle -ki Sartre da düşüncesini ona
dayandırmakta ve bunu kabul etmektedir- "Doğada Tanrı olmazsa her şey
mubahtır". İhanet ile hizmet, başkaları için fedakarlık etmek ile başkalarını
kendine feda etmek, eşit olacaktır. Niçin? Niçin olmasın? Aksi yönde hiçbir
delilimiz yok. Artık niçin ve hangi sebeple olduğu ispat edilemez. Ben bir
insana, diğerleri rahat ve mutlu olsun diye sen kendini mahrum et, feda et,
yak, şehit et diye nasıl mantıklı bir şekilde kabul ettireyim. Ben bu sözleri,
ona
175-
Felek böyle başı sonu olmayan anlamsız bir durumda olursa
Her
hevesin başında sâkî. elde de öncelikle şarap [olur]
524
hangi
delilleri ileri sürerek açıklayayım ve o, hangi mantıkla bu sözlere göre davransın?
Fedakarlık ilkesinin manevî ve mâveraî bir
izahı yoksa, bilinçsiz bir toplumsal izahı olacaktır. Bu ilkeyi
"kutsal" diye bireye dayatan yalnızca toplumdur; çünkü buna ihtiyaç
duymaktadır. Ama birey bilinçli bir akla ulaştığında ve bu ahlakî ilkenin
kutsallığının toplumun zaruretinden ve ihtiyacından kaynaklandığını anlayınca
ona isyan eder. Onu kutsal görmez, ya doğal bir psikolojik içgüdü ya toplumsal,
dinî ve geleneksel bir telkin ya da kendi bekasını ve menfaatini sağlamak için
bireyi kendi uğrunda feda olmaya zorlayan, toplum ruhundan kaynaklanmış bir
maslahat ve nispî bir fenomen olarak görür.
Fakat
bu kahraman bir başka yerde düşünce tarzını değiştirir. Veba adlı kitaba
bakalım, şöyle diyor: Dünyanın boş olduğu, hayatın abes olduğu ve benim tarihin
savunmasız kurbanı olduğum doğrudur; ama tarihin benden başka da bir çok
kurbanı bulunmaktadır. O halde bu dünya gurbetinde, yeryüzünün yalnızlığı
içerisinde, tüm insanlan bir araya toplayan, ezip geçen, yutan tarihin acımasız
saldırısı karşısında artık hiçbir şey yoktur. Ortak kader, aynı kaderi
paylaşmakta olan bu insanları, zamanın bu acılı mazlumlarını, bir araya
getirmeli, birbirine sığınak kılmalı, insanlar ortak tehlike karşısında birlik
oluşturarak, bir savunma üssü, en azından benzer bir tepki ortaya koymalıdır.
Bu yüzden bireyler birbirleriyle bağ kurmakta, diğerleri karşısında sorumluluk
duymakta ve yükümlülükler bu şekilde ortaya çıkmaktadır.
Albert Camus'nün, kaleminin ve
düşüncelerinin gücüyle yaratılmış olan bu ahlakî ilkelerle bilinç sahibi bir
insanı, en azından akıllı bir insanı, "isâr'da bulunmaya zorlamak
mümkündür. "İsâr ", kişinin menfaatiyle başkasının menfaatinin
çeliştiği bir sırada, kişinin
başkasının menfaatini tercih edip,
K
onu
kendisinden önde tutarak, kendisini mahrum bırakmasıdır. Mantıklı bir insanın
şöyle demesi mümkün olabilir mi? "Kardeşim, hepimiz tarihin kurbanı
oluyoruz, tarih, hepimize ortak bir kader tayin etmektedir. Bu ortak yön, seni
başkalarına karşı sorumlu kılmaktadır. O halde hayatını, aileni, zevklerini,
ideallerini, hatta canını başkalarının uğrunda feda et!'' Bu felsefî izah ne
ahlakîdir, ne de fedakarlığı ve şehadeti açıklayabilecek durumdadır. Çünkü
fedakarlıktan kaçmak için de yüzlerce felsefî izah mevcuttur. Böyle olmasa bile
bulunmasının imkanı vardır.
Bu yüzden ilahî dünya görüşü ortadan kalkar
ve inanç reddedilirse, ahlak, ayaklar altında kalacaktır. Bu yüzden bugünün
düşünürlerinin tümü, ahlakî bir alt yapıya ulaşmak istemekte; ama hepsi kendi
koydukları ahlakî ilkeleri, yazdıkları ikinci kitapta reddetmektedir. Bir
ilkeye sahip olmamak, tüm bu ahlakî perişanlıkların sebebidir. Hangi ilke?
Nasıl olmalıyım! "Nasıl olmalıyırrTdan kaynaklanan bu perişanlık, insanı
her zamankinden çok daha fazla güçlü, her zamankinden çok daha fazla perişan,
her zamankinden çok daha fazla acı içinde bırakmıştır. Çünkü karşısında imam,
yani nasıl olması, nasıl yaşaması gerektiği konusunda bir örnek, bir model
yoktur. Prof. Shandel'in deyimiyle, kendimizi onları överek tekamül
ettirdiğimiz geçmiş kahramanların hepsini yendik, her zaman onlara yakın olmak
istediğimiz, her zaman kurtuluş ümidimiz olan, kendilerine tevessül ederek,
kendilerine aşk duyarak, kendilerine tapınarak erdemlere sahip olabildiğimiz,
kendimi-,a bu değerlere ve erdemlere alıştırdığımız (çünkü bu değerler bütününü
övdüğümüz zaman, o ölçülere yaklaşmak, ve o ölçülere göre düşünmek ve onları
kendimde geliştirmek istemekteyim) bu kahramanların hepsini şimdi yendik. Onlar
artık yoklar, artık onlara inanmıyoruz. Bugünün kültürü, onların yerine bugünün
insanının bilincine, ihtiyacına ve inancına yaraşır yeni kahramanlar da
getirmemektedir. Yani geçmişin bu
görevlendirilmiş
çobanlarını unutmuşuz. Onlardan yüz çevirmişiz. İnsanlar için model olan,
düşüncemizin, kültürümüzün, ahlakımızın, medeniyetimizin, hayatımızın,
bilimimizin, aklımızın, zevkimizin ve duygularımızın rotasını belirleyen
kişileri bir kenara bırakmışız. Kadîm insanın, "nasıl yaşamak'' ve
"nasıl olmak" yolunun kenarındaki işaret levhalarını kaldırdılar,
veya kaldırdık. Ama bunun yerine başka işaret levhaları da koyamadık.
Düşünürlerimizin tümü, Sartre, Camus, Nietzsche, Hegel, bunlardan da önce
Rousseau, VValter, Didero vs. işaret levhası koymak istedi; fakat hâlâ bir
işaret levhası koyamadılar ve buna olan inançlarını yitirdiler. Kitabın ikinci
baskısında yol göstericiliklerine ilişkin kendi önerdikleri tüm talimatları,
tüm işaret levhalarını ve trafik ışıklarını değiştirdiler. Ya kendileri
değişmişti, ya bu işaret levhaları göze çarpmıyordu, ya bu işaretler yolun
yarısında bitiyordu, ya da bu işaret levhaları çok belirsiz ve şüpheliydi.
İnsanın tarih boyunca kemale ulaşma
yolculuğunda at ve eşek gibi binekler yerine çok daha üstün araçlara sahip
olduğunu; ama yol göstericilerinin bulunmadığını, yolunun belli olmadığını
gördük. -İşaretleri kaldırdılar, kim gibi olayım, kendisi gibi olabileceğim hiç
kimse yok demek istiyorlar. Nereye gitmem gerektiğini söyleyip yol göstericilik
yapacak kimse yok. Gitmek istediği yolu belirleyecek, hiçbir işaret yok. İnsan
bir muhacirdir. Bir yolcu eğer gitmezse, kalırsa, ölmüştür. İnsan değildir.
Bugünün yolcusu, her zamankinden çok daha fazla servete sahiptir, her
zamankinden çok daha fazla gitmeye gücü vardır. Ama gitmeyi bilmemektedir. Bu
perişanlık kahramandan kaynaklanmaktadır. Kabilenin öncüsünün, örnekliğin,
modelin olmamasından kaynaklanmaktadır.176 Bir
176-
Faşizmde ya da tarih yazıcılarının literatüründe söz konusu-edilen halk karşıtı
"kahraman" ile karıştırılmaması için bu kelimeleri defalarca
tekrarlıyorum. -Zira faşizm öğretisinde kahraman, bu dilde kişi ve lider
tapınıcılığıdır.- Tasavvuftaki mürşit, kutup vb. de kişi tapınıcılığıdır.
526
527
psikolog,
tüm ülkelerdeki, tüm İslam ülkelerindeki gençlerin niçin perişan bir halde
bulunduğunu, özgürlüğü elde eden kadınların bu özgürlükten niçin güzel bir
şekilde yararlanamadığını, bunca perişanlığın, bunca sıkıntının, bunca acının,
bunca sapmanın niçin var olmaya devam ettiğini, hiç kimsenin var olan
özgürlüklerden olması gerektiği şekilde niçin yararlanamadığını, genç kuşağın
niçin bunca perişanlık, acı ve sıkıntı içerisinde bulunduğunu sormakta ve şöyle
demektedir: Çünkü, henüz yeni kültürde yeni bir kahraman ve yeni bir model
oluşmuş değildir.
Eski nesiller, tevessül etmeleri durumunda
kendileri gibi olamasalar bile kendileri gibi olmalarının gerekli olduğunu
bildikleri kahramanlara sahiptiler. Bu, onlara ruhî bir sükunet, bir inanç ve
manevî bir eminlik vermekte ve onlara izleyecekleri rotayı göstermekteydi.
Örneğin geçmişte kadınlar için kahraman olarak Zeyneb vardı. Bir kahraman olarak,
aşkın bir insan numunesi olarak karşılarında duruyordu. Onun varlığı ve onun
modeli, kendilerine bir anlam ve bir yön vermekteydi. Bu kahramanı genç kuşağın
elinden aldık; ama "işte şimdi yenilikçi oldunuz, bugüne ait oldunuz
Zeyneb'in yerine işte size falan hanımı örnek olarak gösteriyoruz"
diyebileceğimiz birini koyamadık. Hatta romanda bile olsa ismini
verebileceğimiz biri yok. Genç nesil, Peygamber, Ali ya da bazı sahabeler gibi
-eski nesiller, nasıl olmaları, nasıl yaşamaları gerektiğini gösteren bu
örneklere, en azından öyle olmaları gerektiğini bildikleri, övecekleri, tutkunu
olacakları böylesi değerlere sahiptiler- aşkın ve ideal örneklere sahip
değildirler.
Bugün gözümüze çarpan çelişkilerin sebebi
budur. Genç nesil, mantığının ve çağında sahip olduğu bilimin, sahip olduğu
bakış açısının daha güçlü olmasına rağmen, sapkınlık, kişilik çöküntüsü, ve
düşünsel perişanlık açısından eski nesillerden daha kötü durumdadır. Bu durum
açık ve net bir şe-
kilde
ortadadır.
Tarihte ya da öğretilerde ismi geçen
kahramanlara ilgi ve inanç bulunmamaktadır. İnsanlar arsında, insanın bilimsel
ve toplumsal ihtiyacının bir göstergesi olarak sapkın şekillerde dahi olsa
inanç kalmamıştır. İmamlardan söz ettiğimiz zaman, onların tarih boyunca
kahraman, önder, kutup, yarı tanrı vs. adıyla mevcut bulunan şahıslar gibi,
"insan üstü" birer varlık olduğunu söylemek istemiyoruz. Şunu
söylemek istiyoruz: O. "insan üstüdür", ahlakî, fikrî, psikolojik
açıdan, toplumsal ve bireysel hayat açısından, insandaki o kahramanları, o
örnek büyük şahsiyetleri, tanıma ve övme ihtiyacına cevap vermektedir. Tarih
boyunca kişilerin eğitilmesi ve insandaki ruhî ve düşünsel inceliğin sağlanması
rolünü, imam üstlenmiştir. Böylesi bir role sahip olduğu için diğer tüm
şahsiyetlerden farklıdır.
Bu kelimenin kendi anlamı, bizim
imamlarımızın hayat tarzları ve imam teriminin hatta peygamberler (İbrahim) ve
bizim peygamberimiz için de kullanıldığı göz önünde bulundurulduğunda, imam teriminin
siyasî rehberden daha kapsamlı olduğu görülür. İmam, toplum gözeticisinden ve
koruyucusundan daha geniş kapsamlıdır; İmam, kendi döneminde toplumunu
sürükleyen, onlara emirlik, bakıcılık, hükümdarlık, hatta rehberlik eden
kahramanlardan ya da büyük önderlerden daha kapsamlıdır. "İmam,
varlığıyla, ruhuyla, ahlakıyla, hayat tarzıyla, nasıl olmaları ve nasıl
yaşamaları gerektiğini gösteren insandır." Eğitim açısından insanlar için,
tarih boyunca sürekli olarak önderlerin, kahramanların, hatta kuruntuya dayalı
efsanevî yarı tanrıların, oynadıkları bu role imamlar sahiptirler. İmam, bir
öğretinin davet ettiği ve insanları kendi ilkelerine göre yetiştirmek istediği
inançla ilgili tüm değerlerin, gerçekleşmesi gereken tüm insanî düşünsel
kavramların, somut ve hissedilir örneklerin nesnel olarak tecessüm etmiş
halidir.
528
529
Onun
varlığında bir ideoloji gerçeklik ve nesnellik kazanmış, ete kemiğe
bürünmüştür. Yani onda değerler, idealler, sorumluluklar, ete. kemiğe
bürünmekte ve yaşamaktadır.
Binaenaleyh imam, kendi var oluşu ile [-imek/bûden] kendi
düşünüşüyle, kendi konuşmasıyla, kendi
hayat tarzıyla, hangi noktaya varabileceklerini göstermekte, bu merhaleye kadar
yükselebilirsiniz, bu rotayı izlemeli, bu şekilde kendinizi inşa etmelisiniz,
kendi hayatınıza ve hareketinize, bu işaretlerle yön verip İmam Sadık'ın
bahsettiği koyunun yazgısına düşmekten, perişanlıktan ve yolunu kaybetmişlikten
korunun [demektedir]. Binaenaleyh imam, sadece siyasî, ekonomik, toplumsal
ilişki boyutuyla sınırlı bir zaman için insanlara rehberlik eden bir kişi
değildir, (kaldı ki bu anlamda bir rehberdir, kendi yaşadığı dönem itibariyle
aynı zamanda halife ve emirdir.) İmam, kendi insanî boyutlarının tüm yönleriyle
insana örneklik teşkil eder. (imamın her yerde ve her zaman var oluşunun, şahit
oluşunun, canlı ve ebedî oluşunun anlamı budur). Yanılgıya düşülmemelidir, imam
"insan üstü" değil, ''üstün insandır". İnsan üstü biri bir
"usvetun hasene" olmaz.177 Böylesi biri örnek olmaz, eğer melek
olursa, biz bir meleği taklit edemeyiz. Bunu da bir tarafa bırakalım, böylesi
bir makama ulaşan insan, Kur'an'ın açık tabiriyle Allah'ın mukarreb
meleklerinden daha üstündür. Melekler, insana secde ettirilmiştir. Çünkü o,
böyle yaratılmamıştır, tersine, kendi liyakatiyle ve çabasıyla mertebelere
yükselmektedir.
Binaenaleyh, biz imamla aynı
türdeniz, beşeriz; ama aşağı dereceden insanız, aşağı ve orta dereceden
insanız. Kendimizi tüm insanî ahlakî, toplumsal ve bireysel hayat
boyutlarıyla178 yenilgi ya da zafer sırasındaki tutumuyla, çekilen sıkıntılar
karşısındaki tutumuyla
177-
Güzel örnek: "Lekum fî resulullahi usvetun hasene/ Allah'ın resulünde
güzel örnekler vardır" (Kuran)
178-
O düzeyde değil.
530
o
üstün insana ulaştırabiliriz. (Usûl-i Kâfî'de birçok yerde geçtiği üzere) İmam
şöyle açıklıyor: "Biz. söylediklerinin aksine halkı kendi kullarımız
olarak görmüyoruz." İmam Rıza. ashabından bazılarına bir çok defa öfkeyle
şöyle seslenmiştir: "Biz, halkı kendimize tapınmaya davet etmiyoruz!"
Böyle bir sözü ne ben söyledim ne de ecdadımdan işittiniz. Aksine "Biz
halkı, bizim aracılığımızla kulluğa çağırıyoruz". Yani sen Allah'a
tapıyorsan, sen dindarsan, bu şekilde yüce insan olmalısın, bu şekilde yüce
insan olabilirsin. Biz, nesnel ve pratik örnekleriz. Kendi varlığımızla ve
kendi hayatımızla bu örnekliği size veriyoruz. İmamın hayat konusunda çok büyük
bir rolü bulunmaktadır. Düşünürlerin, bilginlerin, özellikle toplumsal
konularda araştırma yapanların, toplumun geleceği ve yönlendirilmesi üzerine
kafa yoranların hayatlarında imam son derece büyük ve hassas bir anlama
sahiptir. Düşünürler, daima ütopyalar ve Medine-yi fâzılalar kurarlar. Niçin?
Çünkü yönlendirme, ilerleme ve tekamül insanın daimî içsel ihtiyacıdır. İnsan
dâima ideal bir topluma sahip olmak istemiştir. Orada saadet ve mükemmellik
içerisinde üstün bir hayat yaşamak istemiştir. Sağlıklı ve kutsal ilişkilere
sahip olmak istemiştir. Orada ideal bir hayata, ideal bir şehre, ideal bir
topluma sahip olmak istemiştir. Nasıl? Herkesin bir yolu vardır. Eflatun
döneminden beri, hatta Eflatun'dan çok daha önce düşünürlerimiz, her zaman
farazî şehirler kurmuşlardır. (Bunlardan biri Eflatun'un "ütopya"sı
(Medine-yi fâzıla)dır. Biri, Thomas More "Tanrı Şehri'dir, bir diğeri Jean
Isoulet'nin "La Sainte Cite"sidir (kutsal Şehir). Hepsi hayalî bir
toplum kurmuştur. Hatta Marks da hayalî
bir toplum kurmuştur, sınıfsız toplum... Bugün yapılan, gelecekte olan bir
toplumdur, hayalî bir şehirdir. Daima (tarihte) insanların, "olması gereken
o gerçek toplum, sahip olmamız gereken o gerçek hayat tarzı, olması gereken o
aşkın örnek insanlar, bizler değiliz. Bunlar hangi toplumdur?" türünden
sorularına yönelik olarak
531
bilginler,
kitaplarında bireyleri bu şekilde olan bu tür hayalî toplumlar ve bu tür
şehirler kurarak cevap vermeye çalışmıştır. Konfüçyüs de böylesi bir toplum
kurmuştur: Bu şekilde sınıfları vardır, birbirlerine karşı bu şekilde
davranırlar, aralarında böyle bir ilişki vardır, hâkimi bu şekildedir, mahkumu
şu şekildedir, kadın şöyledir, çocuk böyledir, aile böyledir, siyaset şöyledir,
diyanet böyledir, sanat şöyledir, kültür şöyledir, bunlar insanın, "sızın
arzuladığınız ve olması gereken ideal toplum budur, elde etmeniz için gitmeniz
gereken yön budur" diye diğer insanlara tanıttığı önerileri ve
arzularıdır. Pekala din de böyle söylüyor. Şu şekilde olmalıyız, şu şekilde
sa-vaşmalıyız, şu şekilde yaşamalıyız, şu şekilde barış yapmalıyız, şu şekilde
mücadele etmeliyiz, nefsi ve kötülükleri şöyle düzeltmeliyiz, toplumsal
ilişkileri şu şekilde kurmalıyız, şu şekilde bir topluma sahip olmalıyız, şu
şekilde sınıflara sahip olmalıyız, bunları din de söylüyor.
Peki niçin din tarih yaratmış, din kültür
meydana getirmiş, din nesiller boyunca insanları az ya da çok istediği şekilde
terbiye etmiştir; ama Medine-yi fâzıla, tarih boyunca (sosyologların söylediği,
tarihçilerin de bildiği üzere) Eflatun zamanından bugüne kadar, hatta
Mezopotamya uygarlığından bu güne kadar, tasarlandığı şekliyle meydana
gelmemiştir. Hatta kendi kurduğu Medine-yi fâzıla gibi, kendi hayalindeki
Medine-yi fâzıladaki adamlar gibi kendi yazarını terbiye edememiştir. Niçin?
Çünkü Medine-yi fâzıla, imamı olmayan bir dinden ibarettir. Dışarıda nesnel bir
şekilde gerçekleşme imkanı bulunmayan düşüncelerden ve önerilerden ibarettir.
İyidir, çok güzeldir; ama nasıl gösterilecektir, bu belli değildir. İnsanın
Herkül gibi yenilmez olması. Venüs gibi güzel olması, Prome-te gibi fedakar
olması, çok iyidir; ama nasıl olunabilir, belli değildir. İmkansızdır.
Binaenaleyh, Medine-yi fâzılalar, hayalî cennetler, farazî toplumlar olmaktan
ibarettir. Bu Medine-yi
532
fâzılalann
yeri kütüphaneler ve nesih hattıyla yazılmış eserlerdir. Bazı nüsha yazarları,
el yazmacılar, oraya gidip bunları tashih ederler, ya da bilgisi olan birileri
milattan dört yüz yıl önce yaşamış olan yazarı ne demiş diye okur ve araştırma
yapar; fakat bundan zerre kadar etkilenip düzelen ya da değişen insan yoktur.
Niçin? Çünkü, ideal bir toplum kurmuş ve bunu öneren biri olarak, aşkın bir
insan olarak, insanın hayatı, ahlakı, niteliği için ben bunu öneriyorum, bu
önerilerim gerçekten uygulanabilir denilerek bunlar, tarihe ve insana ispat
edilmiş değildir. Fakat dindeki imam, bu sorulara cevap vermektedir.
Getirdiğim179 bu Kur'an, bu kitap, bu din, sizin kurtuluşunuz için, bizi
vahşîlikten, zevkten, aşağılıktan ve kölelikten, özgürlüğe, büyüklüğe, ruh
yüceliğine, insan onuruna, şefkate, fedakarlığa, yükseltir. Gerçekleşebilir,
pratiğe dökülebilir bir ilimdir. Örneği de imamdır.
Ümmetin
İmamla İlişkisi
Şimdi bahsedilmeden kalan diğer bir konu
şudur: Toplumun imam karşısında nasıl bir yükümlülüğü vardır. Bunu bir tarafa
bırakalım, toplumdaki fertlerin, ümmetin, imamla nasıl bir ilişkisi vardır, son
olarak da imamı nasıl tayin ederler?
İslâmî metinler incelendiğinde, özellikle
Şiî eserleri ve bu cümleden,bizim en meşhur kadîm eserimiz olan Kâfî (kitab-ı
hüccet bölümü) incelendiğinde ilk Müslümanlarda imamın, "insan üstü"
değil, "üstün insan" olarak algılandığı görülmektedir. (İnsan üstülük
bugün bizim zihinlerimizde varlığını sürdürmektedir, imamın insan üstü
oluşundan onun sudan topraktan değil, ayrı bir türden oluşu anlaşılmaktadır).
Eğer böy-
179-
imam. Peygamberleri de kapsayan geniş bir kavramdır.
533
le
olsaydı insanın önderi, örnekliği ve modeli olamazdı. Zira model, insanın kendi
türünden olmalıdır.
İslam'da öncelikle Peygamber'in bizim gibi
bir insan olduğu vurgulanmaktadır. "Onun "kul" oluşu, resul
oluşunun önündedir" İslâmî şiarıyla, İslam'dan önce var olan bu düşünce
tarzına (yani, kişilerin tanrılar, yan tanrılar ve melekler makamına yücelmesine)
karşı şiddetle mücadele edilmiştir. -Bizim zannettiğimizin aksine- Kur'an'da
yer alan, meleklerin insana secde etmesi meselesinin anlamı şudur: Allah'ın
mukarreb [yakınlaştırılmış] melekleri bile tabiat ötesinin insandan daha üstün
yaratıkları değildir. Bu konu, özellikle insanın yaratılışı kıssasında açık bir
şekilde ortaya konmaktadır.
Allah, burada hem meleklere, hem insana
(elbette onun hakiki muhatabı insandır) açıkça şöyle belirtiyor: İnsan, sahip
olduğu zaaflara, rağmen, mayasının ve zatının düşüklüğüne rağmen, -varlıkların
en aşağısı olan balçıktan yaratılmıştır- sahip olduğu marifetten dolayı, sahip
olduğu iradeden dolayı ya da eşyanın isimlerine dâir bilgisinden dolayı onun
makamı, meleklerden, hatta mukarreb meleklerden daha üstündür. İnsanın makamı o
kadar üstündür ki, melekler insana secde etmiştir. Melekler, insanın
ayaklarının önünde yere kapanmalıdır. (Meleklerin aşkın insan karşısındaki
saygısının bir ifadesi olarak). Binaenaleyh potansiyel insan, yani Allah'ın
kendisine verdiği yeteneklerden dolayı bu faziletlere sahip olan insan,
yaratıkların en şereflisidir. Allah tüm kainat içinden, tüm yaratıklar içinden
onu seçmiş ve kendi halifesi kılmıştır. Bazı rivayetlerde geçtiği üzere onu
"kendi suretinde yaratmıştır."180 Elbette bunlar sembolik
anlatımlardır. Yani insan, Allah'ın sahip olduğu bir çok ahlakî fazilete
sahiptir. "Allah'ın ahlakıyla ahlaklarım". İnsan kendisini, kokuşmuş
bir balçıktan, iğrenç
bir
topraktan, Allah'ın en zirvede yer alan sıfatlarına, yani kemalin en yüksek
derecelerine ulaştırabilecek yeteneklere sahiptir. İradesi olduğu için,
kavrayışı olduğu için. bu yolu geçebilir de geçemeyebilir de. Eğer geçmişse, bu
onun yaratılışının zorunlu gereği değildir. Tersine bu yolu, kendi tercihiyle,
iradesiyle ve kararıyla geçmiştir. Binaenaleyh, insan, meleklerin sahip
olmadığı faziletlere sahiptir -iyilik ve fazilet, Allah'ın meleklerin fıtratına
koyduğu özelliklerdir. Onlar mecburen böyle olmak durumundadırlar.- Tarih
boyunca insanlar arasında var olan insanların aşağı, tabiat ötesi varlıkların
ise insandan daha üstün olduğu yönündeki inancın aksine, Allah, İslam'da
insanın Allah'ın dışındaki tüm varlıklardan daha üstün olabileceğini
göstermektedir. Bu noktaya kadar tekamül edebilecek olan bir varlığın, zorunlu
olarak bir örneğe, bir modele sahip olması gerekmektedir. Böylece bu modeli, bu
önderi örnek alıp izleyebilecek, bu modelden, hem ahlak yani nasıl olunacağı,
hem hayatını aydınlatmak, yani nasıl yaşanacağı konusunda ona tâbi olacaktır.
Binaenaleyh, bu yolda ilerlemek için, bu zirveye varmak için, kendini bu
faziletlerin timsali kılabilmek için seçkin kamil insan örneklerine ihtiyaç
vardır. Babamın tabiriyle:181
Kendimizi hallerine, hareketlerine,
davranışlarına ve ahlakî faziletlerine göre yetiştirdiğimiz modellerin, bizimle
aynı türden olması gerekmektedir; eğer bizimle aynı türden olmazlarsa, bizim
imamımız ve önderimiz olamazlar. Biz, meleklerden birini taklit edemeyiz.
"Velev cealnahu meleken le-caalnahu raculen" yani eğer peygamberi
melek olarak yarat-saydık, onun görünüşünü insan olarak yaratırdık, yani halka
180-
Halakallahu âdeme ala sûretihi, ev ala sûreti'r- rahman 534
181-
Hz. Ali, Basra valisi Osman bin Hanîf'e yazdığı bir mektupta şöyle buyuruyor:
"Dikkat edin, her takipçinin, kendisine tâbi olup bilgisinin ışığında
aydınlık aradığı bir önder vardır."
ALİ
insan
olarak gözükürlerdi.
Meleklerin sahip olduğu faziletler, insan
tarafından taklit edilip uyulabilecek şeyler değildir. Tarih boyunca insanlar
gaybi varlıklara karşı, meleklere karşı bir tür ilahî saygı duyup onlara
tapınmıştır. Ancak İslam'ın onlara insandan daha aşağı bir makam verdiğini
gösteren birçok rivayet vardır. Onlar, Allah'ın hizmetkarlarıdırlar ve onun
emirlerine zorunlu olarak itaat ederler, Allah'ın emirlerine karşı çıkamazlar.
Binaenaleyh, onların fazileti, iradelerinden ve kendi marifetlerinden
kaynaklanmamaktadır. İradeleri, kendilerini yaratan Allah'ın elindedir. Ama
kendini yetiştirmekle sorumlu olan insanın, kendisini yetiştirmekten sorumlu
olan ve insana insanî erdemler konusunda, ahlak, maneviyat ve ruh yüceliği
konusunda hangi noktalara ulaşılabileceğini, nerelere kadar yükseltebileceğini
gösterecek birini taklit etmesi gerekmektedir. Binaenaleyh imam, insan üstü bir
varlık değildir. Bizim imamın makamını insan üstü bir makama çıkarmamız, onu
başka bir türden farz etmemiz, eski ve soyut zihinsel düşünce tarzının
ürünüdür. Bu, İslam öncesi sıradan insanın görüşüdür. O, bizim gibi varlıkları,
tabiat ötesi, insan ötesi varlıklar olarak övmek suretiyle üstün kılar. Halbuki
eğer doğru bir İslâmî bakış açısına sahip olursak, imamı, insan üstü bir varlık
olarak değil, üstün bir insan olarak görürüz. Bu bakir konu, İslâmî metinlerde
açıkça ortaya konmuştur: (İmam diyor ki) Biz, yapı olarak diğer insanlarla
aynıyız-, ama maneviyat, ahlak ve yaşantı açısından onlardan farklıyız. Bu
farklılık şundan kaynaklanmaktadır: Biz. insanların bizleri esas almaları
durumunda onların kemal ve maneviyat rotalarını tayin eden numuneleriz.
Hatta Kur'an, sahip olunan söz konusu
düşünce tarzını reddetmektedir. Peygamberlerin yaratılışını, zatını, hatta
bedenlerini tabiat üstü, insan üstü ve metafizik bir şey sayıyoruz.
Ümmet
ve İmamet
bu
tür metafizik nitelendirmeleri, yabancı dinlerden ve mitolojilerden almış
bulunuyoruz. İnsanî değerler, diğer tüm metafizik değerlerden üstündür.
(Meleklerin tümünün Adem'e secde etmesinin anlamı da budur.) İslam, peygamberin
sadece vahiy alan bir insan olduğunu açıkça ortaya koymakta ve vurgulamaktadır:
"De ki ben de sizin gibi bir insanım; yalnızca bana vahyedilmektedir",
"Peygamberleri onlara dediler ki, biz de başka bir şey değil, sizler gibi
birer insanız."^82
Binaenaleyh, (önceki bölümde de söylediğim
gibi) imamın makamı ve imamın var oluş felsefesi, (eğitimdeki rolü açısından
insan psikolojisine ve insanın eğitimine yaptığı etki açısından) kutsal insan
kültürüyle, seçkin sembollerin makamıy-la ve statüsüyle benzerlik arz
etmektedir. İnsanın (nasıl olayım) ihtiyacından dolayı yarattığı efsanevî
kahramanlarla, mükem-melleştirici ve yüceltici tarihsel kahramanlarla183
benzerlik arz
182-
"De ki ben de sizin gibi bir insanım; yalnızca bana
vahyedilmektedir." (Kehf:110)- (Fussilet:6) "Peygamberleri onlara
dediler ki, biz de başka bir şey değil, sizler gibi birer insanız."
(ibrahim:11) Bu iki ayette dile âşinâ olan kişiler, Kur'an'ın "tekit"
ettiğini göstermek için sahip olduğu tüm imkanları kullandığını bilmektedirler.
Böylece yanlış ve sapkın düşünceli kişi tapınıcılarının sapkın tevillerinin ve
tefsirlerinin önü kapatılmaktadır. Peygamberin melek kılınması durumunda
makamlarının yüceleceği zannedilmemelidir. Muhammed bin Abdullah'ın (S)
değerinin yüceliği, "bizim gibi insan olmasında ve risalet sahibi
bulunmasın-dadır" altın olarak yaratılmış bir madenin altın olmaması
durumunda ne değeri kalacaktır? (Kıymeti değil, değeri) Halk tarafından niye
övülecek, Allah tarafından niye mükafatlandırılacaktır?
183-
Tıpkı insan iradesinin sembolü olan ve Zeus'a karşı Dünya tabiatının sultanına
karşı, yani tabiatın zorunlu saltanatına ve sultasına karşı yaratılan Promete gibi.
Ya da millet karşıtı iç ve dış güçlere (Mazenderan'ın beyaz devine ve
Türkistan'ın Efrasyab'ına) karşı millet iradesinin sembolü olan Rüstem gibi.
-Sîstan-lı bir pehlivandı, Firdevsi onu kahraman Rüstem haline getirdi. Çin'de,
Hindistan'da, Yunanistan'da birçok şahıs, peygamberler, azizler, dinî önderler,
milli kahramanlar, atalar ve kabile büyükleri gibi şahıslar, tanrı ya da yarı
tanrı haline getirilmiştir. İslâmî anlayışın ve kültürün en önemli ayrıcalığı
şudur: Büyük şahsiyetleri süratle tabiat ötesi varlıklara dönüştüren ve
tanrılaştııan diğer milletlerin tarihlerinin, kültürlerinin ve dinlerinin
aksine, burada gerçekçilik (realizm ve hümanizm) söz konusudur. Bir taraftan
ilahî yüceltme ve teşbih, diğer taraftan en büyük şahsiyetlerin, kutsal ve dinî
kahramanların bile daima toprağa ait bir insan olarak kalması söz konusudur.
Hem tarihî geçmişinin uzunluğu açısından, hem kavmî ve dinî açıdan, Arapların
ve Yahudilerin en eski atası olan, peygamberle-
182-
182-
536
537
etmektedir.
Onları överek, kendi hayatını ve ruhunu taltif ve terbiye etmekte, tekamül
ettirmektedir. İmamın ruhları etkilemedeki, kalpleri terbiye etmedeki, topluma
rehberlik etmedeki rolü, bu kahramanların, bu sembollerin, bu büyük insanî
faziletlerin timsali olan şahısların rolü gibidir. Ama imamın varlığı onlarla
aynı cinsten değildir ne yaratılmış bir efsanedir ne de uydurulmuş bir tarihî
kahramandır. İmam, tıpkı diğer insanlar gibi, doğal bir insandır. Nasıl
tabiattaki tüm varlıkların "numune"leri mevcutsa ve yine nasıl kendi
türünün tüm sıfatlarını hilkatin kendisi için taktir ettiği son noktaya kadar
bünyesinde barındırmasından dolayı, kendi türünün bireyleri bunların en
mükemmeli sayılıyorsa ve bunlar kendi türüne özgü sıfatların en mükemmel
şahidiyse184 imam da nesnel ve doğal insanî değerlerin en seçkin numunesi ve
temsilcisidir.
Bildiğimiz gibi "tümel", zihinsel
bir hakikattir. Örneğin tümel olarak ağaç, kuş, bilim, iyilik, güzellik ve
insan, bir türe özgü değerler ve sıfatlar bütünüdür. Onların nesnel ve haricî
karşılıkları (Tikel olarak: Örneğin falan ağaç ya da falan insan) nicelik, daha
çok da nitelik açısından bu sıfatlan, değerleri ve farklı nispetleri bünyesinde
taşır. Örneğin çiçek, bitkinin en renkli, en güzel en kokulu ve en latif kısmı
olarak tomurcuk
rin
atası ve tevhidin kurucusu olan İbrahim gibi bir şahsiyet bile, en yüce
dereceleri ve merhaleleri geçmesine rağmen yüz yaşında, tıpkı sıradan yaşlı bir
adam gibi bir erkek çocuğu arzusuna kapılır! Eski ve yeni hanımı arasında
çekişmeler yaşar, son derece sıradan ve normal nesnel hayata ait meselelerin
sıkıntılarını çeker. Yani her ne kadar İbrahim de olsa, gerçek bir insan gibi
yaşar ve toprağa özgü kalır.
Bana
göre "şehidin" anlamlarından biri de işte budur. Kendi varlığıyla,
kendi davranışıyla insan olmaya şehadet eden biridir. Bu ayet, "Ve
kezaiike ce'alnakum ümmeten vasaten litekunu şuhedae alennâsi ve yekunerresulu
aleykum setliden" (Bakara:142) şu anlamdadır: Siz dünya halkı için örnek
bir toplum olun ve peygamber de sizin için bir örnek olsun. "Usve"
[örnek] Kur'an'da Peygamber için kullanılmaktadır. "Lekum fî resulillahi
usvetun hasenetun" Peygamberin böyle bir rolü vardır. Usve, örnek, model
demektir. Emerson'un Representant diye adlandırdığı şey, bir anlamda tam olarak
"Şehid'in eş karşılığıdır. 184- İslam-Şinasî [Bilim]. 3. Bölüm.
olarak
açtıktan sonra çoğunlukla meyveyi yetiştiren bir rahim olur. Fakat hariçte bir
dalda açan her çiçek, tümel olarak çiçeğin tarifinde var olan ölçüde kokuya,
güzelliğe, renge ve la-tifliğe sahip değildir. Realitede185 var olan bir çiçek,
"hakikî çiçek" olduğu ölçüde çiçektir, gördüğümüz kuşlar, bir ölçüye
kadar kuştur.
Kartalın da deve kuşunun da kuş olduğu
doğrudur. Kartaldan daha çok ve daha yüksek uçan başka bir "kuş"
olmadığı halde kartalın bile uçma gücü ve uçma yüksekliği sınırlıdır.
"Hakiki kuş", "hakiki çiçek" kendi türünün tüm sıfatlarını
en çok bünyesinde barındıranı ve en mükemmel olanıdır. Dış âlemde
"reel" olarak var olan her çiçek ve her kuş, tümel hakikatine yaklaştığı
ölçüde mükemmeldir. Kendi türünün sıfatlarını bünyesinde en fazla barındıran,
kendi türüne ait değerlerin şahidi ve kendi türünün seçkin numunesi sayılır.
Bireylerin aşağı, orta ve yüce diye sınıflandırılması da bu esasa göredir, her
türün "tümel hakikatinin" değerlerine göredir. Her türe ait bireyin,
kendi tümel hakikatine yaklaştığı ölçüde -yani yüceldiği ve mükemmelleştiği
ölçüde- sayısının azaldığı görülmektedir. Her çiçeğin belli bir ölçüye kadar
çiçek olduğunu kabul ettiğimizde, zihinsel hakikî çiçeğin reel ve nesnel şahidi
olan ve çiçeğin kimyasını tecessüm ettiren bireylerin, "çiçeklerin
imamı" olduklarını söyleyebiliriz. Çiçek yetiştirme sanatı, diğer
çiçekleri, "usve" ve "şehîd" olan çiçeklere aşılayarak,
onları hakikî çiçeğe yaklaştırmaktan ve ona benzetmekten başka bir şey
değildir.
İnsan
da tümeldir, yaşayan doğal bir varlıktır, maddî bir zâ-
185-
"Hakikat" ve "vaqıyet" kelimeleri ne yazık ki, Türkçe'de
sadece "gerçek" kelimesiyle ifade edilebilmektedir. Gerçek kelimesi,
her iki kelimenin anlamını da tam olarak karşılamadığı için "hakikat"
kelimesini olduğu şekliyle kullanıp, "vaqı-yet" kelimesinin yerine de
"realite" kelimesini kullanmayı uygun gördüm. [Çeviren]
538
539
ta
sahiptir. İdealist hayalciliklere kapılmamamız ve tüm filozofların, özellikle
de dinlerin, hakimlerin (filozofların) ve ariflerin yaptığı üzere metafizik
felsefelere dalmamamız için: "yüzeysel maddecilikten", "göze ve
kulağa" dayalı sınırlı akıldan, "Batı natüralizmfnin dar
yaklaşımlarından, Allah'ı reddetmeye zorlayan bugünkü sığ, saçma ve kof abesçiliğe
dayalı dünya görüşünden kaçarken, insanı, realiteyi, tabiatı reddedip garip ve
tuhaf bir dünyaya, sûfî zihinselciliğine, filozofça hayallere kapılarak
kuruntular âlemine dalmamamız için, Kur'an, defalarca tekrar ederek ve çeşitli
tabirlerle vurgulayarak şunu açıkça ortaya koymaktadır:
Adem'i ve insanı -her ikisini de-
"turab"dan (topraktan) yarattık, "tıyn"den
(kilden/balçıktan), "su'dan "(çömlekçilerin kullandığına benzer bir)
çamur tortusundan", "kokuşmuş balçıktan = lecen'den... [yarattık].
Bu toprağa özgü maddî öze "kendi
ruhundan üflemis ", bu balçıktan, çamurdan doğan varlığa "isimleri
öğretmiş", "kendi özel emanetini ona bırakmış", "ona tüm
dünyanın ilahî saltanatını bahşetmiş ve yücelik vermiştir."
Bütün bu büyüklüğe, üstünlüğe, ilahî misyona
sahip olan bu varlık, tabiatta tabiî ve maddî bir varlık olarak
bulunmaktadır.186 Ama aynı zamanda tıpkı diğer tabiat varlıkları gibi, tıpkı
diğer varlıklar gibi türüne özgü tümel bir hakikate sahiptir.
186-
İslam-Şinâsî [8üim]de (irşad dersleri- Tevhit: Dünya görüşü, antropoloji,
felsefe, tarih ve sosyoloji) söylediğim gibi, âlemin, tabiat ve tabiat ötesi,
madde ve mâna, cisim ve ruh, din ve dünya şeklinde ayrılması, herkesin zihnine
hakim olan bir sınıflandırmadır. Fakat bu ikici yaklaşım, tevhide ve genel ve
derinlikli anlamda islam'a aykırıdır, islam, dünyayı, "gayb" ve
"şehadet" diye ayırıyor. Bu ayırma bile nispî bir ayırmadır. Yani
insana göre, insanın bakış açısına göredir. 'Emr" ve "halk" yani
Creation, Orientation (hükümet ve tedbir [çekip çevirme, düzenleme], dünyayı ve
dünyaya özgü fenomenleri idare etmek ve onları yaratmak) aynı şekildedir;
"ayet" ve "sünnet" yani Phenomenes (fenomenler) ve
"pratik yasa" ya da bu fenomenler arasındaki bilimsel ilişkiler
(determinizm) aynı şekildedir: yine "kader" ve "kaza" yani
irade ve hareket veya değiştirici etken ve iki sabit sıfatın sınırı
(determinizm) aynı şekildedir...
540
Bu
hakikat de kendisine meleklerin secde ettiği, Allah'ın tabiattaki
halifesi" olan. Allah'ın sırlarını bilen. Allah'ın özel emanetçisi olan,
huy ve ahlak alan. "Allah'ın ruhu "na sahip olan irade, özgürlük ve
sorumluluk sahibi olan. kendi yazgısını yaratan, göze, bilince, kavrayışa,
iradeye yaratıcılığa, rüşte, güzelliğe, tedbire sahip olan, kendi
sorumluluğunun, kendi zamanının, kendi toplumunun, kendi inancının, kültürünün,
tarihinin, halkının, ve geleceğinin sahibi olan Adem'dir. Bu hakikî insandır,
Adem'dir187 ve beşer olan herkes, bir ölçüye kadar "insan'dır. Hepimiz
"Benî Adem'iz, adem [adam] değiliz. Bu tümel zihinsel sıfatlar bütünü,
herkesin belli oranda sahip olduğu "aklî bir hakikati"
oluşturmaktadır. Kim bu sıfatları kendinde daha fazla ve daha iyi geliştirirse,
daha fazla insan daha fazla adem [adam] olur.
Tabiî bilimler, iki ayak üstünde yürüyen,
bedeninde kılı, tüyü olmayan, gevezelik edebilen, memeli olan, çocuk sahibi
olan, kuyruğu düşmüş ya da hiç çıkmamış olan her hayvanı insan olarak
adlandırmaktadır. Elbette fizyolojik ölçüler esas alınarak bakıldığında tabiî
bilimler haklıdır. Ancak insanî ilimlerde, insan, belli bir şekle sahip bir
hayvan değildir. İnsan, özel bir ilâhî sıfata sahiptir; şekil değildir,
muhtevadır; isim değildir, sıfattır; beşer türünün tüm bireylerinin, insana
nispeti vardır, yani insana yakındır. Tabiî bilimlerin beşer adlandırması, onun
insan olma yeteneğinin bulunması anlamında doğrudur. İnsanın tekamülü de tıpkı
diğer türlerde olduğu gibi, tümel hakikî gerçeklik ya da kendini yüceltme
istikametindedir. Beşer türünün bireyleri, kendi tümeline yakınlaştığı ya da
benzediği ölçüde nitelik açısından mükemmelleşmekte, nicelik
187-
Türkçe'de kullandığımız "adam" kelimesinin de "âdem"
kelimesinden geldiği düşünülecek olursa buradaki "Adem" kelimesini
"adam" şeklinde okumak da mümkündür, [çeviren]
.541
açısından
ise azalmaktadır. -Adem'de tanıdığımız- İnsan türünün özelliklerini kendi
varlığında somut olarak tecessüm ettiren bireyler, yani nesnel haricî
gerçekliği bulunan reel insanlar, "hakikî insan'dırlar, "imam'dırlar.
Çünkü insandaki rüşt ve tekamül de insanların hareketi de tümel hakikat
istikame-tinedir. Binaenaleyh, insanın yetiştirilmesi, -din, ahlak, talim,
terbiye- tüm insanları bu seçkin örneklere bağlamaktan -yani "usve"
olanları örnek almaktan, "şehid" olanlara bakmaktan-"hakikî
insanlara", yani "insanî hakikatlere" yaklaştırmaktan başka bir
şey değildir.
Binaenaleyh, "imam" -burada
numune, temsilci, model, usve188, örnek, insanlığın şehidi, Emerson'un
deyimiyle " Representant de L'humanite " anlamındadır- kültürel ve
manevî açıdan, aşkın değerleri yaşatıp geliştirmek açısından, insanın üstün ve
mutlakçı istekleri açısından yarı tanrılar ve tanrılar gibi efsanevî
sembollerle ve tarihte oluşturulmuş kahramanlarla kıyaslanabilir niteliktedir.
Fakat imamlar, zatî açıdan bunların aksine reel, nesnel ve tabiî
şahsiyetlerdir. Hem bizim gibi tabiîdirler hem de bizim muhtaç olduğumuz ve
düşündüğümüz gibidirler.
Bugün Şiî imamları adına abartılı şeyler
okumuş ya da duymuş olan ve bunlara inanan kişiler açısından imam tabiî bir
insandır, sadece "bir numunedir", "hakikî insandır",
"aşkın hakikatlerin nesnel olarak tecessüm ettiği insandır" gibi
ifadelerin, zayıf nitelemeler olarak gözükmesi, hatta küçültücü bulunması
mümkündür. Onlara hak vermek gerekiyor; çünkü sıradan bir dindarın ya da kadîm
felsefenin gözünde hissedilen dünyayla ve tabiatla ilişkili olan şeyler, aşağı;
tabiat ötesiyle ve gaybla ilgili olan şeyler ise yüce ve kutsaldır.
Binaenaleyh, bu
188-
Lekum fî resulillahi usvetun hasene [Allah'ın resulü sizin için güzel örnektir]
(Kur'an)
görüş
açısından imamın makamının yüce olması demek, "imamın ya da
peygamberin" örneğin gölgesinin bulunmamasıdır, cinlerin dilini
bilmeleridir, hayvanların, sorunlarını onlara sormalarıdır, annelerinin
böğründen doğmuş olmalarıdır, hatta def-i hacetlerinin mis gibi kokmasıdır"
vs. İnsanı da mevcut beşer olarak tasavvur ettikleri için "imam örnek
insandır" tabirini, bir anlamda nefisle kıyaslamak olarak algılamakta ve
imamın makamının küçültüldüğünü sanmaktadırlar. Fakat Kur'an'ın yaklaşımı,
bunun aksinedir. Allah'tan sonra, kâmil insandan daha üstün, daha yüce, daha
kutsal ve daha aziz hiçbir şey yoktur. Adem'in kıssasında bütün meleklerin,
hatta mukarreb meleklerin onun ayaklarına kapandığını, ona secde ettiğini,
Adem'in ilahî makamını inkar eden tek meleğin şeytan olduğunu görüyoruz.
Binaenaleyh, İslâmî dünya görüşünde
peygamberi ya da imamı insan dışı bir zat ya da makam olarak telakki etmenin
imkanı yoktur. Zira insandan üstün sayarsak, otomatikman tanrı saymış oluruz.
İnsandan daha aşağı görürsek, cehalete düşmüş oluruz. Bu yüzden, imam ne
tanrıdır, ne metafizik bir varlıktır, ne de melektir; imam bir insandır
diyoruz. Zihinsel insanın nesnel tecessümüdür, tek bir cümleyle "'imam,
insan üstü'' değil, "üstün insan "dır. Ben insan yüceliğini ve mucize-vîliğini
bulduğum ve gördüğüm Ali hakkında -meleklerin de Adem'e secde etmesi
gerektiğine göre- bir şeyler yazacak olduğumda kelimeler yetersiz kaldı, onu
nitelemekte yetersiz kaldı, ifadedeki ve nitelemedeki yetersizliği telafi etmek
için benzetme yaptım; benzetme yapmak da çok zordur; ama şöyle dedim:
"Mevlânâ'nın Şems'idir. Dante'nin Virgili-us'udur, Firdevsi'nin
Rüstem'idir..." Fakat olmadığını, tatsız ve zayıf kaldıklarını gördüm.
Açıkça kelime bulamıyordum, öylece kaldım. Sonra şöyle dedim: "Ali'den söz
etmesi için sükuta kulak vereyim, o Ali'yi çok daha iyi tanır." Ali'yi dü-
542
543
şündüğüm
uzun bir sessizlik sırasında zihnime kendimden olmadığını hissettiğim bir cümle
takıldı. Bir ilhamın sadeliğine ve görkemine sahipti:
Ali:
"Olması gereken; ama olmayan insandır"
Bu.
imamın doğru tarifidir.
İmam, olması gerektiği halde var olmayan
insanlar gibi olan. ama var olan insandır. Böyle bir insanın olması gerekir,
peki nasıl? İmam gibi. Binaenaleyh imam, insanların daima tanımak istedikleri
ve muhtaç oldukları bir insandır. İnsanlar tarih boyunca bunu bulamadıkları ya
da buna sahip olamadıkları için zihinlerinde tasavvur etmişler, zihinlerinde
var olmayan hayalî ve vehme dayalı imamlar yaratmışlardır. İnsanlar, böylesi
aşkın ve üstün insanların olmasını istemekteydi, onlara muhtaçtı; fakat
bunların dış alemde nesnel bir gerçeklikleri yoktu. Bunlar gerçekte var olmayan
efsanevî faziletler bütünüydü. İmamın da böylesi bir konumu, böylesi bir makamı
ve böylesi faziletleri vardır; ama onlar, olması gereken, insanların tanımaya,
sahip olmaya, övmeye ve kendileri gibi olmaya muhtaç oldukları "ideal
insan'lardır. Yani insanda bulunması gereken, ama tam ve mükemmel olarak
bulunmayan bu faziletler, bazı kişilerde nesnel bir gerçekliğe sahiptir. Yani
insanın büyük bir aşk ve arzu duyduğu ideal erdemler bütünü, insana şunu
göstermek için birkaç şahısta nesnel bir gerçeklik kazanır:
"Bizim tarif edicileri olduğumuz bu
din. Medine-yi fâzılalar gibi gerçekleşemeye elverişli olmayan bir din
değildir. Yalnızca hayallerde yaratılabilecek olan ya da sadece göklerde
bulunabilecek olan aşkın insanların övücüsü olan bir din değildir. Tersine,
yeryüzünde gerçekleşebilecek bir Medine-yi fâzıladır. İnsanı, daima arzusunu
duyduğu ideal insan haline getirebilecek bir öğretidir. İmam da -sözlük anlamı
itibariyle önder, ön-
544
cü,
göz önü, karşı yön demektir.- onun numunesidir."
Bir kez daha tekrar edelim: İmam. 'insan
üstü değildir" var olan bir "üstün insan "dır. Ondan başka
-tarih boyunca- olması gerektiği halde onun gibi olan başka hiç kimse yoktur.
"İmam'ı bu şekilde tarif edip
algıladıktan sonra şimdi, (Şia'nın düşündüğü şekliyle) İslam'da imamın imamete
nasıl tayin edildiği meselesini incelememiz gerekmektedir.
İmamın (Sultan, halife, imparator, hâkim,
zâim, kahraman, cumhur başkanı, devlet başkanı, başbakan, ideolog, pîr, mürşit,
kutup, vs. gibi benzeri unvanlardan farklıdır) kendine özgü kavramsal
niteliğini ve istisnaî sorumluluğu dikkate alınarak, imamın bu makama tayini,
hangi esaslara ve kurala göre yapılacaktır? Tarihte, muhtelif düzenlerde,
toplumsal geleneklerde, anayasalarda yer alan ölçüler, genellikle şunlardır:
Atama, veraset, seçim, galebe [zorla ele geçirme] devrim, darbe, öneri
(adaylık).
"Makam tayini" ile ilgili bu
ölçüler dikkatle incelenirse bunlardan iki ya da üç tanesinin genel bir ölçünün
parçaları veya aynı ilke ve düzenin, değişik şekilleri olduğu görülür. Yani bu
ölçülerden bazıları, diğer esasın fer'î şekilleridir. Benim burada onlardan
"müstakil" olarak bahsetmemin ve "onları müstakil bir başlık
altında" ele almamın sebebi, onlann tüm boyutlarına değinebilmek içindir.
Örneğin adaylık, yönetim makamının seçim
esasına dayandığı sistemlerde bulunmaktadır. Burada aslî tayin edici halktır
veya "genel seçim'le seçilmiş olan halkın belli bir kesimidir.
Bu
siyasî sistemde önceki meclis, parti, lider, hâkim ya da
545
herhangi
bir makam, sonraki lider ya da makam olmak için aday olur. kendi tayinini halka
önerir.
Atamaya dayalı sistemlerde de kişi ya da kişilerin
bir kurul tarafından aday gösterilmesi mümkündür. Örneğin resmî din adamları
topluluğu, saltanat şurası ya da Roma senatosu gibi resmî meclisler, bir ya da
iki kişiyi bu makam için aday gösterir. Yani bu makama atama yetkisini elinde
bulunduran kişi ya da kurul, adaylardan birini bu makama seçer. Her iki şekilde
de adaylık, atama ya da seçim esasının bir mukaddimesi ya da bir merhalesidir.
Fakat kendisi bir tür makam, seçkin ve önemli bir unvan olduğu için bundan
müstakil olarak bahsettim. Diğer taraftan bu esaslardan her biri birkaç fer'î
şekle sahiptir. Zira özellikler, şartlar, uygulama biçimleri, kayıtlar,
sınırlar, sıfatlar, tayin edilen kişinin imtiyazları, sorumluluklar, onun tayin
edilme hedefi ve onun atamaya dayalı makamının niteliği, özellikle de tayin
edici güç, farklıdır. Tanrı mı? Önceki hâkim mi? Saltanat ailesi mi? Saltanat
şurası mı ? Bir grup mu ? Parti mi? Din adamları kurulu mu? Eşraf mı? Şeyhler
mi? Ak sakallılar mı? Feodaller mi? Resmî meclis (Atanmış üyelerden ya da sahip
oldukları özel bir takım imtiyazlara sahip olan müstakil şahıslardan
oluşmuştur. Her halükarda halk tarafından seçilmemektedirler. Tıpkı imparatoru
seçen Roma senatosu ya da papayı seçen kardinaller kurulu gibi) mi? Bunlar,
hükümet sistemlerindeki atama şeklini ortaya çıkarırlar. Örneğin teokrasi
(Theochratie) monarşi (Monarchie), oligarşi (Oligarchie), aristokrasi,
(Aristocratie), kayser rejimi (Sezarın Arapçalaşmış şekli=Roma İmparatoru)
Kisrevî ya da Kisraî, (Husrev'in Arapçalaşmışıdır= İran şehinşahlığı) veya
sır.-ı vs da grup diktatörlüğüne dayanan tek parti rejimi vs gibi...
Burada "makam tayini" ile ilgili
sıraladığım ölçülerin -bunlardan başka ölçü bulunduğunu pek sanmıyorum- tek tek
anlamlarını vereceğim ve daha sonra da "imamın makamı" olan
imameti
bunlarla karşılaştırarak şu an sadece dinî şekli ve boyutuyla söz konusu edilen
imameti, mantıksal ve bilimsel açıdan incelemeye çalışacağım.
Burada öncelikle şu hassas meselenin
hatırlatılması gerekmektedir: "Makam tayini'nin muhtelif şekillerini incelerken
iki meselenin ele alınması gerekiyor:
Birincisi, her türlü makam tayini, tayinin
muhtelif şekilleri ile ilgili bir çeşit güç olduğu için, gücün kendine özgü
yönünü de bünyesinde barındırmaktadır. Belli bir şeklin kabul edilmesi, onun
ortaya çıkardığı felsefenin de kabul edilmesi anlamına gelmektedir.
İkincisi, makam tayini ile ilgili her
şekilde, bu gücü ortaya çıkaran tayin edici etken yer almaktadır. Başka bir
ifadeyle, bu sıfatın yaratıcısı, onun tayin olunmuş bir şahsa intisabı, bu
salahiyetin ortaya çıkarıcısı, makam, derece, unvan, tayin edici tarafından
yapılan tayinde etkendir.
Bu girişten sonra şimdi tayinin muhtelif
şekillerini inceleyelim. Şu an rehber makamının, hâkimin ve bir düzenin
toplumsal ya da siyasal yöneticisinin kendine özgü tayininden bahsediyorsak da
bu, makam tayininin ve yöneticilik yükümlülüğünün her şeklini kapsamaktadır.
İster cumhurbaşkanı olsun, ister sınıfın öğretmeni olsun, ister bir dairedeki
memur olsun, ister bir şehirdeki belediye başkanı olsun, ister bir spordaki bir
şampiyon olsun konunun bu kadar kapsamlı olmasından dolayı imamet konusunu da
içermektedir.189
1-Darbe
(Coup d'Etat): Kelimenin sözlük anlamı, bu teri-
139-
Bazı din büyükleri de genel bir ilke olarak, özellikle benim yaptığım işin ve
yine özellikle bu imam ve imamet konusunun eleştirisi çerçevesinde şöyle
buyurmaktadırlar: "Bu tür konular, ibadet ilkeleriyle, kalbî ve ruhî
konularla işrâkî ve manevî hakikatlerle ilgilidir. Bu konular, mantıksal
demlendirmelerle, sebep sonuç ilişkileriyle, aklî, bilimsel ve toplumsal
analizlerle ele alınmaz. Bunun islam'da ve Şiîlikte olduğuna sadece kesin
olarak inanmak gerekmektedir, islam'ın
546
547
min
anlaşılmasına yardım etmektedir: Coup: Darbe. Etat da hükümet anlamına
gelmektedir. Burada uygulamaya dönük olması ve ansızın gerçekleşmesi söz
konusudur. Hâkim, ansızın gerçekleşen şiddetli bir darbeyle uzaklaştırılmakta
ve darbeyi yapanlar onun yerine geçmektedir.
Bu her ne kadar sık tekrarlanan bir şey olsa
da başarılı olduktan sonra resmen tanınmakta ve darbeyi yapan şahsın hâkimiyeti
ve rejimi yasal bir şekil almaktadır. Fakat bu şekildeki makam tayini yasal
olmadığı ve sadece zor yoluyla başarı elde eden bir yönetici söz konusu olduğu
için bahsimizin dışındadır.
Zira darbeyi yapana hâkimiyet hakkı veren
tek sebep ve darbeyi, toplum yönetimi makamının tayininde etken kılan tek
mantık, yönetimi zorla ele geçirmiş olmaktır. Yapabildiği tek şey, yönetimi ele
geçirmektir. Onun hakimiyete geçmiş olmasının, zorla ele geçirmiş olmasından
başka hiçbir kanıtı yoktur. Hükümeti ele geçirmiş olmak, onun hâkimiyetinin tek
delilidir.
2-Galebe: Bundan, yabancı saldırgan bir
gücün, askerî fetihle toplumun yazgısına musallat olmasını kastediyorum. Burada
da hükümetin siyasî felsefesi ve mantığı, darbede ifade ettiğimle aynıdır. Bu
ikisi arasındaki tek fark birinin içeriden ve ansızın, diğerinin ise dışarıdan
ve açıkça yapılmasıdır; yoksa ikisinden de tek ölçü zora başvurulmasıdır.
3-Veraset:
Veraset esasının -tarih boyunca en yaygın ola-
ilahî
din, Şianın da hak Caferi mezhebi olduğu, kişide kesinlik kazanmışsa Kur'an'da,
sünnette ve masum imamlardan yapılan rivayetlerde geçen her şeyin hak olduğuna,
vahyin beyanı olduğuna inanmak gerekmektedir. Kur'an'ın: "zali-ke'l kitabu
la reybe fihi huden lıl muttakin" ilahî buyruğuna ve nebevi hadislerin de
Kur'an'la aynı kökten geldiğine, Peygamber'in Allah'ın diliyle konuştuğuna
"ve ma yentıku anil heva", temiz imamların da tıpkı peygamber gibi
masum olduğuna ve gaybı bildiğine inanmak gerekmektedir. Binaenaleyh, kesin
olan şey, araştırmaya ihtiyacın olmadığıdır. Hazret-i Hak'tan kaynaklanan
hakikatleri ispata çalışmak abesle uğraşmaktır."
rak
görülen siyasî sistemlerden biridir.- toplumsal ve felsefî bir izahı vardır.
Burada kişi. kendi hükümetini, milletin ya da toplumun ruhunun tecellisi olarak
telakki etmektedir. Topluluk ruhu (Esprit Social) ya da toplumun kolektif
vicdanı (Cons-cience Collective) birbirine bağlı ve sonsuz bir varlık olduğu
için nesillerin gelip gitmesine, kişilerin doğup ölmesine rağmen, "biz"
adlı sabit vicdan baki kalmakta ve hep var olmaktadır. Binaenaleyh hâkim
-milletin ya da kabilenin ölümsüz ruhunun tecellisidir- her zaman var olmalı ve
ebedî kalmalıdır. Hâkim de -bir fert olarak- ölümlü olduğu için, hâkim ferdin
ötesindeki [mâverasındaki] unsurlar baki kalmakta ve hâkim fertlerin tümünde
mevcut bulunmaktadır. Topluluk ruhu, hâkimin âilesidir, değişken ve ölümlü
fertlerde sabit ve ölümsüz olarak kalan varlık bu "soy'dur. O halde soy
unsuru, ırk unsurunun, topluluk ruhunun ya da kabilenin, toplumun veya milletin
ölümsüz ve ebedî vicdanının sembolüdür. Bir ailenin kuşaklar boyunca olan
soyuna bakıldığında, bu kutsal ve ölümsüz soya devamlılık bahşeden, onu ölümün
pençesinden alıp bir sonraki hayatın eline teslim eden bir şecere olduğu
görülür. Veraset esasının kutsallık kazanması, toplumun ölümsüzlüğünün
koruyucusu olması, aslî unsurların ve kavmin ezelî varlığının devamlılığını
sağlaması işte bu noktadadır. Sonuçta tabii ölçü ve kendi kendinelik bir
sonraki hâkimi tayin etmektedir.
Diğer taraftan, kabilenin, hatta toplumun ve
milletin ölümsüzlüğe olan içgüdüsel eğilimi, hem kan bağı şeceresinin
koruyucusu kılınarak, hem de birlik sembolleri ve kabilenin topluluk ruhunun
tecellisi kutsanıp hatta ona tapınılarak gerçekleştiriliyor.
Bu yüzden kabilenin tüm fertleri, öncelikle
kendini "kabilenin yüce atasfna mensup kılıyor. Araplarda tüm kabilelerin,
kendilerini ilk atalarının adıyla -kabilenin tüm fertlerinin, aile-
548
c,4Q
lerinin,
aşiretlerinin, kollarının ve taifelerinin ortak yanıdır-adlandırdıklarını
görüyoruz. (Gıfar, Evs, Hazrec, Gatafan vs..) Ya da kabileyi "falanca
oğulları'' (ortak ata) adıyla adlandırmaktadırlar (Benî Ümeyye, Benî Hâşim,
Benî Abdu'l Menaf vs..). Binaenaleyh kabilenin tüm fertleri, ortak babada birleşmektedir.
"Ortak soy'daki topluluk ruhu, hâkim ailesinin peş peşe gelen nesillerinin
oluşturduğu zincirin birbirine bağlı halkaları arasında kendi ölümsüzlüğünü ve
sabitliğini görür.
Bazen de kabilenin yüce atasının ruhu bir
hayvan türüne de hulul eder, o hayvan türü var oldukça kabilenin ortak atasının
ruhu da her zaman o hayvanda yaşar. Kabileyle temastadır ve evinin etrafında
döner, bu hayvan kabilenin totemidir. Kabilenin tüm fertleri, bu hayvana
tapınır, ona saygı gösterir, bu hayvanı öldürmek ya da onu yemek bu kabilenin
fertlerine haramdır. Daha sonraları, din adamları sınıfı, resmî bir sınıf, din
de diğer toplumsal güçler gibi belirgin bir güç oldu. Bir toplumda iki tür
hâkimiyet izah edilebilir bir şey değildi. Çünkü toplum daima birliğin peşindeydi.
Dünyada tevhit, toplumda totemcilik ve tarihte tek bir kökene (yüce ataya)
bağlılık... Ortaya çıkan ayrılığı izah etme zorunluluğu yüzünden dünya da kendi
tevhidini kaybetti ve şirk halkın dünya görüşüne girmiş oldu. Fakat aynı
zamanda kaynağını yükseklerden alan hâkim gücün tek bir izaha sahip olması
gerekiyordu. Hâkimiyet [siyasal iktidar] ve ruhaniyet [din adamlarıjin
oluşturduğu iki kutup, kendi ikiliklerini tek bir köke bağlamaya çalıştılar ve
bunu buldular: Her ikisi de kabilenin ortak tannsının, dünyanın tek tanrısının
sembolüydü. Fransız edebiyat tarihçisi Lan-son diyor ki: "Saltanatın ilahî
bir hediye olduğu teorisi ilk kez Bossuet190 tarafından 17. yüzyılda
Fransa'daki Louis
190-
Jacques Benigne Bossuet, hitabetiyle ünlü Fransız papaz ve yazar. [Çeviren]
550
Ümmet
ve İmamet
hanedanı
için söz konusu edildi." Onun saraya mensup güçlü bir din hatibi olduğunu
biliyoruz. Fakat bu teori ondan çok daha eskidir. Eski İran'daki Fereh-i Izedî
[tanrısal bereket, güzellik], Çin'de ve Japonya'da krallar için kullanılan
göğün ve güneş tanrısının oğlu, hatta beş bin yıl önceki kitabesinde ıslahat,
kanun koyuculuk ve çöküşe sebep olan etkenlerle mücadele adına (Babil'in
tapınak sahibi din adamlarını oldukça sınırlamaktadır) kendisinin tanrı
tarafından görevlendirildiğini bildiren Babil'in ünlü kralı Hammurâbî,
hükümetin tanrısallıkla izah edilmesi düşüncesinin çok eskilere dayandığını
göstermektedir. Bana göre dünyevî hükümetin dinî bir şekilde kutsanması,
-hükümet için tanrısal bir kök buluyorlar ve bu vesileyle onu kutsal, ebedî,
zorunlu ve ilahî iradeye dayalı gösteriyorlardı- hâkimiyet ve ruhaniyet
kutupları arasında semavî ve ilahî bir kardeşlik ya da akrabalık kurmak için
yapılmış bir izahtı. Böylece bu onun gücüne dayanacaktı, o da toplumda dinî bir
izah aracı kılacaktı.
Bu noktada veraset esasının son derece
hassas ve derin bir konuma sahip olduğunu görüyoruz. Bu, kaynağını tanrıdan
alan, bir şeceredeki sabit bir soyla nesilden nesle, kutsal şerefi, tanrısal
armağanı, tanrısal bereketi, nuru ya da Ahûraî gölgeyi [iyilik tanrısının
gölgesi] bünyesinde taşıyan birbirine eklenmiş bir zincirin halkalarıyla o
kutsal tanrısal unsura hareket vermektir. Bütün bunlar, veraset esasını, hak
bir ölçü ve hak bir veraset kılmaktadır. Bu nedenle birçok dinde din adamlarının
da veraset esasına dayandığını görmekteyiz.
4-Devrim (Revolution) "Toplumsal
altyapının" (Structure Sociale) değişmesi demek olan sosyolojideki
anlamının dışında, onun siyasî anlamı, egemen olanın siyasî yapısının, gücünün,
düzeninin ve sembollerinin değişmesidir, toplumun çoğunluğunun davranışıdır.
Devrim, toplumsal iradenin tecellisi olarak -kendi kaderi üzerinde söz sahibi
olma hakkı- bir ferdi,
551
bir
rejimi ya da bir grubu -halk karşıtı azınlığın iradesinin te-cellisidir- güç ve
baskı kullanarak uzaklaştırıp toplumun yönetimini eline almaktır.
Burada da darbedeki gibi ya da fetih ve
işgal yoluyla gerçekleştirilen dış galebedeki gibi, hareket güç kullanılarak
gerçekleştirilmektedir; fakat zor kullanmak değil, hak kullanmaktır. Hak sahibi
mahrumların, haksız gâsıplara karşı güç [kudret] kullanmasıdır.
Burada
tayin meselesinin iki cephesi bulunmaktadır:
a- Hakimiyet gücünün öncekinden sonrakine
intikali devrimci bir şekilde davranarak, şiddet ve baskı kullanarak
gerçekleştirilmektedir.
b- Belli bir kişi, devrim önderliğine ya da
hükümet yöneticiliğine devrimden sonra, devrim tarafından tayin edilir. Artık
baskı yoktur, tersine devrimcilerin ve halkın hoşnutluğu ve kabulü vardır.
Burada devrim önderi ile hükümet
yöneticisinin farklı kişiler olması da aynı kişiler olması da mümkündür. Gandi
devrim önderi; Nehru ise yöneticiydi. Lenin ise hem devrim önderi hem de
devrimci hükümetin yöneticisiydi.
Bu noktada son derece karmaşık bir mesele
ortaya çıkmaktadır. Öncelikle bir devrimdeki üç karakteri somut olarak
birbirinden ayırmak gerekmektedir.
1-Devrimin ideologu ya da düşünsel öğretinin
kurucusu ve devrim ideolojisinin tasarımcısı.
2-Devrim
önderi ya da kahramanı
İdeolog ya da devrimin düşünsel anlamda yol göstericisi
olan kişi ne tayin edilir ne de seçilir. Ona oy verilmez, onun bu makama
getirilmesi için ona tâbi olunmaz, ona inanılır. Çağrısı, mesajının asaletini
ve düşüncesinin hakikatini yansı-
tan
mantığından dolayı kabul edilir. Herkes, fikrî rehberin iktidarının her
aşamasında onu reddedebilir, dâvetine cevap vermeyebilir. Bütün halk ona karşı
el birliği etse de hiç kimsenin onu mahkum etmeye hakkı yoktur. Bütün insanlar
onu inkar etse de, bir tek o, ona inansa da hiçbir yükümlülük kabul etmez. Kişiler,
bir düşünce önderi karşısında, tıpkı bilimsel bir görüş ya da felsefî ve dinî
bir öğreti karşısındaki gibidir. Kişi onun düşüncesinin doğruluğuyla,
öğretisinin haklığıyla, bilimsel, ahlakî ve pratik değerleriyle bilinç ve
tanıma ilişkisi kurar, sonuçta ona inanır, sonra onu sever, taassup gösterir,
onun yolunda yükümlülükler üstlenir, fedakarlıklar yapar vs...
Ama devrimden sonraki hükümet yöneticisi,
diğer tüm siyasî yöneticiler gibidir, Onun tayin şekli, devrimle ortaya konan
belli siyasî düzene bağlıdır. Yani önder tarafından, devrim komitesi tarafından
ya da egemen devrimci parti tarafından atanması da mümkündür, aday olan
kişilerin halk tarafından seçilmesi de mümkündür. Atama ve seçim meselesi de
somut ve kesin bir şekilde birbirinden ayrılmış değildir. Bunlar, nispî
kavramlardır, yani seçime dayalı bir makam, aynı zamanda atamaya da dayalıdır.
Başka bir ifadeyle bir şahıs, seçim makamına atama yoluyla getirilebilmektedir.
Örneğin Roma senatörleri ya da Vatikan'daki Hıristiyan kardinalleri (Romanın
siyasî, toplumsal hatta geleneksel putperest düzeninin vârisidir) sezan ya da
papayı tüm üyelerin açık oyuyla ve oy çokluğuyla seçmektedir.
Bu seçim onların imparatorluk ve ruhanîlik
makamını atamalarına dönük bir harekettir. Belli bir resmî kurul ile ilgili bir
seçim, halkın geneliyle ilgili bir atama olmaktadır.191
Binaenaleyh,
devrimden ve önceki siyasî düzenin değiş-
191-
Unutulmamalıdır ki olması gerekenden, hatta normalde olandan bahsetmiyoruz.
Mümkün olandan bahsediyoruz. Yani ne inançla ilgili bir şeyden bahsediyoruz, ne
de gerçekçilikten. Burada yalnızca meseleyi soyut, tümel olarak aklî ve
552
553
meşinden
sonraki siyasi hükümetin yöneticisi, anayasaya ya da devrimin siyasî
manifestosuna göre tayin edilir. Bunun şekli de atamaya, seçime, seçilenlerin
atamasına ve verasete dayalı olabilir. Fakat büyük Fransız Devrimi'nden sonra
devrimlerin genel eğilimi, (atamaya dayalı seçimler karşısında, yani atamaya
dayalı makamın şûralar, özellikle de belli bir aileye, gruba, sınıfa, ırka ve
partiye dayalı, özel meclisler tarafından seçilmesi192 karşısında) demokratik
seçimler istikametinde oldu. Ekim Devriminden sonra, yirminci yüzyılın ilk
çeyreğinde, özellikle emperyalizm karşıtı devrimci hareketlerin ortaya
çıkmasından sonra eski üçüncü dünyada (bugünkü ikinci dünya) ve bu çağın son
çeyreğinde proletarya diktatörlüğü teorisinin gündeme gelmesiyle birlikte
yönetici tayininin şeklinde demokrasiden uzaklaşıldı. Siyasî rejim, koruma ve
devam şeklinde veya önderin tayini şeklinde ya da devrimden sonraki devrimci
önderin atamasıyla belirlendi.
Devrimci hareketin diğer bir karakteri,
devrim kahramanıdır. Bu, ideologla siyasetçi arasında yer alan bir karakterdir.
Devrimci ideolojiye dayalı bir şahsiyet olan birinci karakter, bir toplumda
devrimi projelendirir. Devrim stratejisini, mücadele taktiklerini, güçlerin
seferber edilmesi işini, cepheleşmeyi ve pratik sloganları tayin eder. Güçleri
titiz bir şekilde değerlendirerek ortamı, imkanları, şartları ve cenahları
düzene sokar. Devrimi çıkmazlardan, tehlikelerden ve uçurumlardan
bilimsel
yanıyla söz konusu ediyoruz. Yani ortaya çıkması mümkün olan sorunları ele
alıyoruz.
192-
Burada kastedilen, hâkimi seçen, ama kendileri seçilmiş olmayan kurullardır.
Roma Senatosu, Eski iran'daki şehzadeler ve ruhanîler şûrası, ya da halktan
vekalet almaksızın halk için yönetici makam seçen Ömer'in altı kişilik şûrası
gibi şûralarda, yönetici, doğrudan halk tarafından seçilmemektedir. Demokratik
sistemlerde yöneticinin doğrudan halk tarafından değil, bir meclis tarafından seçilmesi
de mümkündür; ama bu meclis, halk iradesinin ve arzusunun tecellisi olduğu için
meclisin seçimi, halkın seçimi olacaktır. (Doğrudan demokrasi, dolaylı
demokrasi)
kurtarır.
Pratik zekası ve harikulade rehberlik yeteneğiyle onları zafere yöneltir. Devrimi
pratiğin potasında eritir, saflaştı-nr ve birçok tecrübelerle su verilmiş
çeliğe dönüştürür. Yenilgilere, zorluklara ve darbelere tahammül ederek kendini
keşfeder. İnsanlık fıtratının derinliklerindeki bilinmeyen güçleri ortaya
çıkarır. Onun sabrını biler, inancını güçlü kılar, onun devrimci zühdüne,
kanaatine, (Puritanisme Revolutionnaire) ruhî tevekkülüne ve pratik
yaratıcılığına devrimci bir mahiyet bahşeder. "Cihat ve akide"
bağında doğar ve yaşar: Aşkta kendini reddederek ispat olur. Halk arayışında
kendini kaybederek kendini bulur, dokunur. Uygulamada bilince, yenilgide
zafere, kendini terkte, kendinden hicrette halka ve insana ulaşır, orada
kendini bulur. Ateşlerde başka bir "kendi" olur, toplumunun kaderini
yaratırken kendi kaderini yaratır. Yarattığı her şeyde kendi yaratılmış olur.
Yetiştirdiği her şeyde kendini yetiştirir. Gündelik sıkıntılar, onu darmadağın
edemez, boşluklar onu gevşetemez, yaşanan ve hissedilen dünyada aşağılığın ve
dar görüşlülüğün kurbanı olmaz. "İnsan oluş"unu hevese tapınmanın,
tüketime tapınmanın, paraya tapınmanın, kendine tapınmanın, güce tapınmanın,
puta tapınmanın vahşî ve haris pençesinde ve dişleri arasında kirletip
parçalatmaz. Temizlenir, berraklaşır, saflaşır; saflık asalet, bir ruh, bir
aşk, bir söz, bir yol, bir tavır vs... rüşt kazanır, anbean, lahza lahza,
tekamül bulur ve keşfedilir. Yaratılır, büyür, daha da büyür, "var
oluş'unun [-imek/bûden] bedeni, "veraset "in kısa ve dar elbisesini
yırtar. Büyür, daha da büyür, "çevre "nin dar ve karanlık hisarları, etrafında
dağılıp dökülür; kendisini, sonuçta da kendi zamanını, kendi toplumunu, kendi
milletinin tarihî kaderini kuşatır, kendi çağını fetheder... Böyle bir kahraman
olur. Hasmına karşı muzaffer olan bir kahraman olur, devrimi zafere ulaştırır,
onu en yüce ideallere yönlendirir.
Şimdi
devrim kahramanı, devrim önderi "mütefekkir "den
554
555
sonra,
"siyasetçfden önce doğan193 güçlü bir karakterdir. Öğretinin [mekteb]
kelimelerine kanıyla can veren odur, güç ve hareket veren, onun düşünceleridir.
Öğreti sahibi ideoloji, onun varlığında ete ve kemiğe bürünür. -Devrimci
ideolojide bir kitap olan- İnanç, akide, bilinç, hakikat, sorumluluk, değer,
ideal, aşk, onda bir "insan" olmuştur. O "devrimin konuşan
kitabı7' olmuştur, bir fikrin insan şeklindeki tecessümüdür, "zihinsel bir
mânevîliğin" "nesnel gerçekliği" ve "olması gerekenin
"var olan'ı olmuştur, "söz'ü "davranış" kılan odur.
"Öğreti'yi "hareket" kılan odur. Devrimi "kalem'den
"adım'a, "kütüphane'den "sokak'a, "iç"ten
"dış"a, "akidemden "cihadda, "kuvve'den "fiil
"e, çekmiştir. Halka hak hükümeti, devrimden sonraki rejimin siyasetçisine
hakimiyet hakkını veren odur.
Böylesine doğan, böylesine yetişen,
böylesine inşa edilmiş olan ve böylesine olan [şoden] bir unsur, acaba
"atama"yla mıdır? "seçim'le midir? "veraset'le midir? Ya da
"adayhk'la mıdır?
***
Şimdi söz konusu edilecek olan mesele şudur:
Acaba imam, "atama" ile mi tayin edilmelidir, yoksa "seçim'le mi
tayin edilmelidir. Ya da peygamber veya imam, daha önceden aday mı olmalıdır?
Bana göre bu üçü için de cevap olumsuzdur.
Çünkü makamlar iki türlüdür. Bunlardan biri
ilişki fiiliyle, bir dış etkenle gerçeklik kazanan makamlardır. Örneğin birinin
bir daire başkanlığına, üst bir makam tarafından "atama" fiiliyle
getirilmesi, ya da meclis vekaletinin "seçimle" ve ço-
ğunluğun
oyuyla gerçekleştirilmesi.
Buradaki bu iki konu da anlaşılabilir
niteliktedir; zira başkanlık ya da vekalet [millet vekilliği] atama ya da seçim
fiilleriyle ortaya çıkan makamlardır. Eğer bu iki fiil olmazsa başkanlık ya da
milletvekilliği için makam olmayacaktır.
Fakat insanlar arasında başka türden öyle
dereceler ve makamlar bulunmaktadır ki, onlar ne atamayla, ne seçimle ne de
adaylıkla açıklanabilmektedir. Zira bu şekillerden her birinde, gücü vermenin kökenini
"tayin" ve tayin hakkı şahsın dışındadır. Atamada yukarıdan,
demokraside aşağıdan (halk) ve verasette ise "babanın ardından: Soydan,
anne karnından: Bâtın-dan"dır. Ama burada hakkın kökeni, kişinin kendi
şahsıdır.
Örneğin bir deha, bir zahit, bir şâir ya da
yazar, büyük bir kâşif ya da mucit, bir ideolog ya da öğreti sahibi, bir devrim
kahramanı, bir ulusal kahraman, hatta bir sporcu kahraman, [açısından
bakıldığında] vücut güzelliği, ağırlık, ömür, boy uzunluğu... onun zatının
parçası olan sıfatlardır. Ne seçimle tayin edilir, ne de onunla ilgili olarak
atama ve adaylık bir anlam taşır. Atansa da adanmasa da, halk tarafından
seçilse de seçilmese de, ikisi birden olsa da, hiçbiri olmasa da bu şahıs, bir
dehadır. Dünyadaki hiç kimse onun dehasının farkında olmasa da, hiçbir kişi ya
da makam onu teyit etmese de, onu bu makama atamış olmasa da [bu böyledir.]
Hegel'in felsefe dehası olması, Beethoven'in musikî dehası olması, Marks'ın
bilimsel sosyalizmin kurucusu olması, Gandi'nin Hint maneviyatının, kültürünün
ve ruhunun tecessüm etmiş hali olması, Muhammed Ali Clay'ın dünya boks
şampiyonu olması. Khu-ruşçev'in194 Sovyetlerin başkanı olmasından, Nehru'nun
Hin-
193-
Burada doğmak kelimesi, güneşin doğması anlamındadır. [Çeviren] 556
194-
Sovyetler Birliği'nin Brejnev'den önceki lideridir. Türkçe'de Kuruşçev diye
söylenmektedir. [Çeviren]
557
distan
başbakanı olmasından. Bay Husrevânî'nin beden terbiyesi başkanı olmasından
farklıdır. Bu, şuna benzer: Niyagara, dünyanın en büyük şelalesidir. Demavend
tepesi İran'ın en yüksek tepesidir; aslan yeryüzündeki en güçlü, kartal en
yüksek ucan. insan ise mükemmel canlı yaratıktır. Aynen bu anlamda, aynen bu
şekilde ve aynen bu telakkiyle Ali, "imam'dır.
Binaenaleyh imam, zatî bir haktır. Menşei
imamın bizzat kendisi olan şahsî niteliğinden kaynaklanmaktadır.
"Seçim" ve "atama" gibi dış etkenler söz konusu değildir.
Atanmış olsa da olmasa da, halk tarafından seçilse de seçilmese de imamdır.
Çünkü bu faziletlere sahiptir. İster Mütevekkilin zindanında olsun, ister
Peygamber'in minberinde bulunsun, ister tüm ümmeti elinin altında toplasın,
ister toplamasın, isterse yedi sekiz kişiden başka onun değerini kimse bilmesin
[o imamdır.]
Vücut güzelliği şampiyonu değildir ki resmî
bir müsabakadaki jüri kurulu tarafından tayin edilmiş olsun, olimpiyatta
kazanmış olsun, beden terbiyesi teşkilatı onun için resmi bir yazı çıkarmış
olsun, bir ülkenin, bir kıtanın tüm halkı, ya da tüm dünya resmî bir seçimde
ona oy vermiş ve onu herkesten üstün saymış olsun. Halk cahillik yüzünden
vücudu düzgün olmayan birini seçip onun üzerinde ittifak etmiş olsa da, jüri
kumlu çelimsiz birini kazanan kişi olarak ilan etse de, beden terbiyesi
teşkilatı, kasıtlı olarak çelimsiz ve hastalıklı birine resmî belge verip,
törenle ödül takdim etmiş olsa da o, vücudu en muntazam, pazuları en güçlü
olandır. Muhammed Ali Clay'ı askerlik yapmayı reddettiği için dünya
şampiyonluğundan mahrum ettiler. Fakat bu karar, ne onun dünyanın en güçlü
boksörü olduğu gerçeğini değiştirdi ne de ikinci bir kişiyi gerçekten dünya
boks şampiyonu kıldı. Çünkü onun şampiyonluğu atamayla olmamıştı ki şimdi onu
azledebilsinler. O halde
olimpiyat
müsabakasında jürinin ona verdiği resmî şampiyonluk unvanının pratikte ne
anlamı vardır? Onun şampiyonluk makamını kesinleştir[mekten başka bir işe
yaramayan] bu fiil ile örneğin başkanlık makamına Roosvelt in seçilmesi ya da
ikinci dünya savaşında Amerikan ordusunun komutanlığına General Eisenhou/er'ın
atanması fiili arasında ne fark vardır? Bu iki konuda, şahsa "hakkın verilmesi"
veya bu makama "şahsın tayini" meselesi söz konusudur. Diğerinde ise
bu hakkın sahibi olarak "şahsın ilanı" ve şahısta "bu hakkın
açıkça görülmesi" durumu söz konusudur.
Bir toplumda -kendilerini tedavi etmek
üzere- kalp hastalıkları uzmanını ya da sinir hastalıkları uzmanını halk
seçecek olursa; bu, kalp uzmanı olarak yapılmış bir seçim olmaz. Binaenaleyh,
burada atama ya da seçim, bir "tayin" faktörü değil bir "tanıyıp
ayırt etme" faktörüdür. Burada uzman makamın ve tabibin şahsının ilişkisi
değil; uzmanın, başvuranla ve ihtiyaç sahibi ile ilişkisi söz konusudur.
Mesele, onun halk tarafından tanınmasıdır, halkın onun özel makamını ve onun
istisnaî şahsiyetini itiraf edip onu hastalara göstermesidir. Ara-dıklan şahıs
odur, bırakılacak sorumluluk onun hakkıdır; bu, tıpkı dünya şampiyonluğu
hakkına sahip olanı, dünya şampiyonluğu kürsüsüne çıkarmak gibidir. Zira dünya
şampiyonluğu kürsüsüne çıkarılan herkes, dünya şampiyonu değildir. Tersine
dünya şampiyonu olanın, dünya şampiyonluğu kürsüsüne çıkarılması gerekmektedir.
Buraya kadar olan kısımda tayinin muhtelif
ölçülerinin hiçbirinin (beşer toplumunda, muhtelif siyasî sistemlerde uygulanan
ve uygulanmakta olan şeyler) imamın imamete tayininde geçerli olmadığı ortaya
çıkmış oldu. Zira imamet, tayinle olan değil, onun hakkında söz konusu olandır.
Mesele teşhis" [tanıyıp ayırt etmek]tir. Yani demokraside gücün menşei
olan halkın imamla ilişkisi, halkın "hükümetle ilişkisi değildir. Hal-
558
559
kın
imamla ilişkisi, halkın "gerçeklik/realite" ile ilişkisidir. Halk, tayin edici değil,
teşhis edicidir.
Şianın "imamet makamı" dediği şey.
''nübüvvet makamı" gibi bir şeydir. Bu, siyaset sosyolojisi açısından da
mantıklı ve bilimsel tahlili yapılabilecek bir şeydir. Halk peygamber
karşısında mümin ve kâfir diye sınıflandırılır. Bu sınıflandırma,
"teşhis'e göredir. Halkın nübüvvet karşısında demokratik yönetimde olduğu
gibi peygamberi bu makama seçme ya da seçmeme noktasında yasal bir iradesi
bulunmamaktadır. Burada seçimden, çoğunluğun oyundan ya da iradesinden
bahsetmek anlamsızdır. Burada söz konusu edilebilecek olan tanımak ya da
tanımamaktır, iman veya inkardır, tasdik veya tekziptir. Yani "nebiyi
nübüvvete seçmek" değil, "nebide nübüvveti teşhis etmek'' söz konusudur.
Hicrî 10. yüzyılda tüm Arap halkı, hatta tüm
dünya halkı, gelip o dönemde peygamberliğini ilan eden Muhammed bin Abdullah,
Tuleyha, Esved Unsî ve Museyleme adlı kişilere oy kullanacak olsaydı,
Museyleme, Arapların çoğunluğuna yakınının oyunu alırken, Muhammed bin
Abdullah, bir oy bile alamazdı. Günümüzün en liberal, en demokrat aydını bile
benden bu oylara değer vermemi bekleyemez. Bu mesele sadece halkla peygamberin
ilişkisine münhasır bir mesele değildir. Bu, bir yazar, bir aydın, bir inanç
önderi ve iyi bir öğretmen için de geçerlidir. Ben çağımızın Ali'yi en iyi
tanıyan yazarı olarak George Çordaki görmekte haklıyım. -Oysa kendisi Müslüman
bile değildir- Bununla birlikte Ali'yi en iyi tanıyan şahıs kimdir diye İranlı
Şiîler arasında bir oylama yapılacak olsa muhtemelen Bay ,..195 [seçilirdi] af edersiniz!
Binaenaleyh,
burada veraset, atama, seçim, galebe ve
195-
Eserin Farsça'sında "..." yer almakta ve herhangi bir isim
belirtilmemektedir. [Çeviren]
adaylık
hiçbir anlam taşımamaktadır. İmamın "var oluşu" [-imek. bûden]
imamettir. Tıpkı peygamberliğin peygambere, dahiliğin dehaya, az bulunurluğun,
güzelliğin, değerin ve pahalılığın elmasa özgü olması gibi.
Bugün
söz konusu olan şudur: Halk.
1-Genel olarak, bilimsel açıdan elması
tanımalı, onun değerini, ne işe yaradığını ve diğer madenlerle, diğer taşlarla
olan farkını bilmelidir. Yine -kendi işi ve kendi doğası olan-gerçek elması,
kristal camdan ve bir el sanatı işi olan sahte ve yapay elmastan (gelenek,
eşraflılık, hileli seçimler, anlamsız fazilet gösterilen, reklam, dış maslahat
etkenleri vesilesiyle yapılan resmî tayin) ayırt edebilmelidir.
2- Elmasın mevcut bulunan nesnel varlığının
"bilincinde olup" onu aramalı, bulmalı ve "işte budur" diye
bilmelidir.
3-Cehalet veya kasıt yüzünden sahte camlarla,
renkli taşlarla ve sıradan mücevherlerle karıştırılan elması, madenlerin
derinliklerinden, yıkıntıların içinden, ayırt edip çıkarmalı ve "yüzüğe
kaş" yapmalıdır.
Görüldüğü gibi bu, son derece ince bir
meseledir. Burada tayin, atama ve seçim bulunmamaktadır, bir başka yönden ise
hepsi bulunmaktadır. Tayin, atama ve seçimin elmasın elmas oluşuyla bir ilgisi
yoktur, yüzüğe kaş olarak koymakla ilgisi vardır.
Bu noktada bilimsel ve sosyolojik bir bakış
açısıyla tarihe girmenin yeri gelmiştir. İslam tarihindeki en hatırı sayılır
itikadi, tarihî ve insanî meseleler, her şeyin kaderini tayin eden meseleler,
tarihte. İslam tarihinde söz konusu olmuştur.
Eğer benim delillendirmelerime
katılıyorsanız ve buraya kadar benimle aynı görüşteyseniz burada artık imam ve
ümmetten değil, halkın imamı teşhis etmesi görevinden, bu teşhis karşısındaki
sorumluluğundan ve peygamberin bu önemli
560
561
mesele
karşısındaki misyonundan bahsetmemiz gerektiğini kabul edersiniz.
***
Peygamber'in hayatının son günlerinde
haleflik meselesinin, karmaşık bir bunalıma dönüştüğünü görmekteyiz, önde
gelenler, ashabın seçkinleri, yarının siyasetinin aslî görevlileri arasındaki
ilişki, hatta bunların Peygamber'in şahsıyla olan ilişkisi, bu bunalımı ortaya
koymaktadır. Bu bunalım, Peygamber'in ölümünden sonra doğrudan bir patlama
şeklinde ortaya çıktı ve hızla şekillendi. O kadar ki Ömer'in halefini tayin
sırasında bile seçim altı kişilik bir şûra içerisinden yapılacak olduğu halde,
fiilen iki kişiden fazla aday bulunmamaktaydı. Bu altı kişilik kurulun
çalışması üç gün sürmüştü, çünkü bu sınırlı süre içerisinde karar vermek
zorundaydılar, Bu süreyi Ömer'in kendisi tayin etmişti. Bu süre içerisinde
karar verememeleri durumunda ölüme mahkum idiler. Oysa Peygamber'den sonra bu sınırlamaların
hiçbiri yoktu. Zahiren, hiçbir kanun, proje ya da sınır mevcut değildi. Ne
sınırlı sayıdaki oy verecekler vardı ve ne de görünürde belirli adaylar
bulunuyordu ve birkaç saatten fazla sürmedi.
Burada o dönemle ilgili tarihsel analizler
yapmak istemiyoruz. Bu konuyu Meşhed'deki Edebiyat Fakültesinde verdiğim İslam
tarihi derslerinde ayrıntılı olarak ele almıştım. Burada meseleyi sadece fikrî
ve nazarî yanıyla ele alıyorum. İmamet öğretisinin siyasî felsefesini ve
sosyolojisini ve onun ümmetle olan ilişkisini aydınlığa kavuşturmak için
ideolojik bir temele dayanıyorum.
Burada itikâdî açıdan söz konusu edilen
görüşlerden biri, atamaya inanan Şiî görüş, diğeri de seçime, yani yaygın İslâ-
562
mî
literatürle şûra, beyat ve icmaya inanan Sünnî görüştür.
Şimdi üstün insanî özelliklere sahip olan,
bir yol gösterici. bir insan modeli olarak alınması gereken ve alınan imam, -bu
hak, onun kendi hakikatinden kaynaklanmaktadır- halk tarafından tanınırken,
yani halk bu özellikleri ve bu şahsiyeti teşhis ederken Allah ya da Peygamber
buna müdahale etmeli midir, etmemeli midir? Halkın imam karşısındaki kaderi,
halkın oylanna mı bırakılmalıdır? Peygamber burada hiçbir müdahalede bulunmaz
mı, bulunmamalı mı?
Burada çeşitli meseleler gündeme
gelmektedir: Birinci mesele, üstün bir insanın bu seçkin ve aşkın sıfatlara
sahip olması anlamındaki imamet meselesidir. Yani imam, bir "usve",
"şehid", "numune", "timsal", "pratik
örnek" ve "öğretinin somut tecessümü"dür. Sonsuz ve ölümsüz bir
makamdır, süre açısından "sınırsız"dır, imam, zindanda da olsa özgür
de olsa, yenilse de muzaffer de olsa, hâkim de olsa mahkum da olsa, evinde de
otursa yönetici de olsa, bilinse de bilinmese de imamdır.
İmamın bu sınırlı süre içerisinde toplumun
rehberi olması gerektiğine göre, siyasî ve toplumsal devamlılık için hareketin
fiilî yöneticiliğini kendi hayatı içerisinde kendi eline alması gerektiğine
göre ve halkın da kendi geleceğini, siyasal ve toplumsal hayatını imamın eline bırakması
gerektiğine göre ne yapmak gerekmektedir? Kendi yazgısını imamın eline bırakmak
için, imamın kim olduğunu tanımak için, hangi ilkeler söz konusudur? Seçilecek
yol hangisidir?
Burada şu meselenin de zihinlere takılması
mümkündür: -nitekim takılmaktadır da- Bu mesele, "imamet" ile
"hilafet" makamı arasındaki ayrımdır. İmamet, manevî yöndür ve
peygamber risaletinin ilahî verasetidir. Hilafet, siyasî ve toplumsal haleflik
yönüdür ve peygamber hükümetinin bu dünyadaki verasetidir. Yani Peygamber, hükümet
ve nübüvvet diye iki
563
makama
sahip olduğu için, risaletinin devamı, birbirinden ayrı iki koldan cereyan
etmiştir. Bunlardan biri hilafet, diğeri de imamettir.
Bu nazariyeye insaflı ve mutedil birçok
Ehl-i Sünnet düşünürü inanmaktadır, aynı şekilde görüş sahibi birçok çağdaş Şiî
de bunu söz konusu etmiştir. En azından İslam tarihinde nesnel siyasî güç ile
manevî imametin resmen ayrı olduğunu kabul etmeseler ve Ebu Bekir'in, Ömer'in
ve Osman'ın hilafetini Ali'nin imametine aykırı görmeseler de en azından teorik
olarak halifelerin Ali'nin ve evladının imamet makamını inkar ettiklerine veya
bunu gasp ettiklerine, yani kendilerine ait kıldıklarına inanmaktadırlar.
Bu nazariye, Şiîlerle Sünnîlerin, kendi
inanç esaslarından taviz vermeksizin -zaten imkansızdır- birbirlerini anlamak
ve birbirlerine yaklaşmak noktasında son derece güzel bir yorum olarak
değerlendirilebilir. Kuşkusuz eğer bu ikisini birbirinden ayırırsak, hilafeti
Ehl-i Beytin hakkını gasp etmiş olmaktan berat ettirmiş ve Şia imamlarının imametini
de Ehl-i Sünnet e resmen kabul ettirmiş oluruz.
Kişi eğer "bilimsel hakikatlere"
ulaşıncaya dek daha çok "siyasî maslahatları" eksen alacak olursa,
kuşkusuz bu nazariyeyi sorgusuz sualsiz kabul edecek ve onu fazlasıyla heyecan
verici bulacaktır.
Ben nifaktan, tefrikadan ve Müslümanlar
arasına grupçuluk tohumları ekilmesinden her zaman nefret ve korku duydum.
Bunu, İslam'ın büyük düşmanları -olan emperyalizm ve Siyonizm- tarafından
yapılan bir iş olarak gördüğüm için daima buna karşı mücadele içinde oldum. Bu
yüzden en fazla komploya, kışkırtmaya ve iftiraya burada [Hüseyniye-i İrşad)
uğradım. Her zaman İslam dünyasının yeni güçlerinin, ortak hedeflerine ulaşması
ve grupsal düşmanlıktan, zayıflıktan ve zilletten kurtulması için düşman
karşısında safların ve cenah-
Ümmet
ve İmamet
ların
birleştirilmesine çalışmaktayım. Bununla birlikte faydacı yaklaşımlara ve
Sianın temel meselelerinin red ya da inkar edilmesine karşıyım. Bunu ne faydalı
ne de mümkün görüyorum. Tersine, dürüst ve derin bir hüsn-i niyetin oluşması
gerektiğine, İslâmî kültürün ve yaklaşımın tekamülünde özgür düşünce, araştırma
ve içtihat ilkesinin gerekli olduğuna, İslam'ın temel meselelerinin, mantıklı
tasarılarla, özgür tahlillerle, kinden, garazdan ve taassuptan uzak bir şekilde
ele alınması gerektiğine inanıyorum. İhtilafa sebep olan şeyler, grupçuluktan
beslenen câhilce bağnazlıklar, hileler ve profesyonel komplolardır. Kendileri
ağa olsunlar diye, toplumu küçük gruplar halinde bölmeye, İslam ümmetini
binlerce parçaya ayırmaya çalışmaktadırlar. Yoksa bilimsel, düşünsel ve
araştırmaya dayalı bahisler, asla kin ve tefrika yaratmaz.196 Nitekim dini ve
bilimi avam kandırmacasına, avam hayatına, art niyetli ve sapkın siyasetlere
alet etmeyen Ehl-i Sünnet ve Şia'nın büyük çağdaş âlimleri ve yazarları,
kalemleriyle ve düşünceleriyle bunlara karşı mücadele veren kimselerin gözünde
son derece saygın ve değerlidir. Lübnanlı ilerici Şiî rehberi Seyyid Muhsin
Cebelamilî, Lübnanlı büyük Şiî araştırmacısı Seyyid Şerefuddîn, Iraklı seçkin
yazar KâşifuT Gıta, İranlı büyük Şiî müftü merhum Burucerdi. el-Gadîr [adlı
eserin] sahibi Merhum Eminî. gibi şahıslar, -halifelere karşı sert
eleştirilerde bulunmalarına rağmen- Ehl-i Sünnete ait ilmî çevrelerde saygın ve
değerli kişiler olarak kabul edilirler. Keza Şiî âlimleri nezdinde de Taha
Hüseyin, Cevdet es-Sehhâr, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Abbâs Akkâd. Bintu'ş-
Şâtî, Gazzâlî ve
196-
Benim bu konudaki nazariyem "Şiiliğin de Sünnîliğin de hiçbir anlamı
yoktur bunlar bir tarafa bırakmak gerekir" şeklinde çok entelektüelce bir
şey de değildir, her şeyi hatta sömürüyü bile bir tarafa bırakarak grupsal
kinleri ve Şiî-Sünnî s'avaşlarını dirilten gerici bir nazariye de değildir.
Benim sloganım şudur: Şiîliğin ve Sünnîliğin vahdeti imkansız; Şiîlerin ve Sünnîlerin
vahdeti ise hayatîdir.
564
565
daha
bir çok kişi, aynı şekilde görülür.
Binaenaleyh, ihtilafların bilimsel olarak
gündeme getirilmesinden korkmamak ve maslahat adına hakikatleri çarpıtmamak
gerekmektedir.
Örneğin ben, imametin hilafetten ayrı
olduğuna inananların mütefekkir kişiliklerini itiraf etmekle birlikte bu
nazariyeyi şu şekilde anlamıyorum:
Bu nazariye farklı bir şeydir. Siyasetin
ruhaniyetten [dinin siyasetten] ayrımı noktasında İslam'ın ruhuna âşinâ olan ve
dünyadan biraz haberi olan birinin, bu görüşün İslam'dan kaynaklanmadığını, bu
görüşün nereden gelmiş olduğunu, niçin gündeme sokulmuş olduğunu ve niçin
birilerinin buna inandıklarını bilmediğini sanmıyorum.
Peygamberin, biri nübüvvet, diğeri de
yöneticilik, yani hükümet yönüne sahip olduğu görüşü, İslam'dan daha çok
İsevîliği, ifade etmektedir. Maneviyat-maddiyat, ahlak-ekonomi,
risalet-siyaset, dünya-âhiret, tabiat-tabiat ötesi vs. gibi ikilikler İslam
düşüncesinde mevcut değildir ve bu da İslam'ın bir özelliğidir. Peygamber,
Kureyş kervanlarına varıp onu ele geçirdiği zaman da mescitte halka namaz
kıldırdığı zamanki sorumluluğunu yerine getirmektedir. Ulemanın bir sınıf,
ümeranın [emirler/yöneticiler] bir sınıf oluşturmaları, İslam diniyle değil,
İslam tarihiyle ilgili bir meseledir. Bu nazariye ile ortaya çıkan görüntü,
Müslümanların var olduğu bir toplumdaki bir "ruhanî", bir "din
âlimi", bir "dinî merci" simasına sahip olan imamın görüntüsüne
benzemektedir. Oysa İmam, tıpkı peygambere benzer bir şahıs olmalıdır. Ali,
Hasan, Hüseyin, giyim, ata binme, kılıç kuşanma, yönetim, örgütlenme, siyasî
rapor verme konularındaki sadelik, yalınlık ve doğallığı, dinî eğitimde, halkın
yönlendirilmesinde, ahlakta ve'ibadette de gösteriyordu.
İslam'ın, fıkhî açıdan da örneğin cihadı ve
zekatı da ibadet-566
lerin
bir parçası saydığını görüyoruz. Bu şu anlama geliyor: Bizim felsefî, dinî ve
geleneksel anlayışımızda birbirinden ayrı olan bu müstakil olgular, İslâmî
görüşte birbiriyle iç içedir. Hepsi, bizim alışageldik mantığımızla kolayca
anlayamadığımız şeyler olarak, risalette ve İslam'da aynı kabı doldurmaktadır.
Bunu kavrayamasak bile kavramamız ve bu büyük dersi İslam'dan öğrenmemiz
gerekmektedir.
Bu, hiçbir bilimsel nazariyeyi kendini
peşinen inkar ya da ispatla yükümlü görmeyen, gerçeğin peşindeki özgür
düşünceli bir araştırmacıyı düşünmeye zorlamaktadır. [Araştırmacı] Onu imametle
hilafetin ayrımı noktasında bir karine olarak algılamaktadır. Bizatihi
imamların, imamlar, özellikle de Hazret-i Emir'in dayanağı, mâneviyet makamı,
ilim, İslâmî bilinç, halkı yönlendirmedeki sorumlulukları, hakikatlerin
öğretilmesi ve Peygamber'in manevî verasetidir. Bu, meselenin bir yanını
oluşturmaktadır. Öte yandan ise hükümet gücünü, riyaset makamını, yöneticiliğe
atanmayı, Osman'ın katledilmesinden sonra hilafet makamını kabul etmesi için
halkın yaptığı aşağılayıcı öneriyi aşağılaması söz konusudur.
Nehcü'l- Belaga'da Ehl-i Beytin manevî
makamını ve ilmini en yüce sözlerle övüp, daha ziyade Peygamber'in manevî
verasetine, kendi özelliği olan hidayet ve imamet makamına vurgu yaparken, halk
üzerindeki mevcut riyaset ve emirlik makamından en aşağılayıcı ifadelerle
bahsetmekte ve bu çerçevede İbn Abbas'a söylediği gibi onu "birkaç defa
yama vurduğu yırtık ayakkabısı gibi değersiz" görmektedir.
(Nehcü'l-Belaga, Abduh, s.445)
Yine 135, 267,274. sayfalarda ve özellikle
de Şıkşıkıye hutbesinde bu gerçeği.açık bir şekilde ifade etmektedir.
Bana göre bu iki çelişen algılayış
biçiminden, hilafetle imametin ayrı olduğu sonucunu çıkarmak o kadar da kolay
değildir. Zira bu kavramlar, o dönemde bugün bizim algıladığımız
.567
şekilde
değil, çok daha yalın bir şekilde algılanmamaktaydı. Hazret-i Emir, burada
hükümet meselesini şahsî açıdan bir güç. toplumsal makam ve seçkinlik olarak
algılıyor -ki bu. kişinin bencilliğini tatmin etmekte, kişinin hâkimiyet, güç
tutkusu ve şöhret güdülerine cevap vermekte, bu yönüyle herkesi vesveseye
düşürmekte ve herkesi onu elde etme çabasına itmektedir- bu yüzden de:
"Ben riyasete, güç ve makam ihtiyacından dolayı hilafete, zerre kadar
değer vermiyorum, bana göre onun değeri keçinin sümüğünden bile azdır. Onu elde
etmeğe yönelik olarak gördüğünüz çabam ve şu an onu kabul edişim, halkın
hidayeti noktasında Allah karşısında duyduğum sorumluluktan kaynaklanmaktadır.
Hedefim halife olmak değildir, hilafet benim için "mazlumun feryadına
koşmak" noktasında bir araçtır'' diyor. Bu konuşma tarzı, son derece
doğal, açık ve yalındır. Fakat biz Kur'an'dan, Peygamber'den ya da imamlardan
bir söz duyduğumuzda onu "sıra dışı bir söz" olarak görmeye
alıştığımız için bunun "sıra dışı" bir söz olduğunu zannediyor ve
sonuçta ondan sıra dışı şeyler çıkarıyoruz. Bu yüzden okunduğunda herkesin
rahatlıkla anlayabileceği açık ayetleri ya da rivayetleri, müfessirler ya da
şerhçiler, o kadar karmaşıklaştırır ve onlardan o kadar garip ve tuhaf anlamlar
çıkarırlar ki, okuyucu yolunu kaybeder. Ayeti ya da rivayeti ya
anlamsızlaştırırlar, ya da faydasızlaştıracak kadar anlamla doldururlar!
Örneğin "bismillah'taki be harfinin noktasından yedi bin yedi yüz yetmiş
bir anlam çıkarırlar. Buna bir ömür verirler, sonuçta da hiçbir yere
varamazlar. Ne kendileri o tahayyüllerden ve tevillerden bir şey anlar, ne de
halk, ondan dinleri adına bir şey elde eder.
Ben de burada bir öğretmen olarak konuşuyorum,
en küçük bir belirsizlik olmaksızın herkes benim ne söylediğimi anlıyor ve
kimse beni çelişkiye düşmekle suçlamıyor veya birbirinden ayrı iki olguyu
çıkarmıyor. Mesela ben de şöyle diyo-
rum:
Bana dünyanın liderliğini teklif etseler de. Onasis'in hazinelerini verseler
de. Takizade'nin ömrünü, mevkisini ve şöhretini miras bıraksalar da, Meşhed
Edebiyat Fakültesinde bir günlük öğretmenliği, yolun kenarında durup öğrencimle
meseleler üzerinde tartışma yapmayı, tüm bu makamlara ve üstünlüklere değişmem.
Eğer kişi iyi bir öğretmense, başka bir iş yapmakla ihanet etmiş olur; çünkü
öğretmenlik peygamberlik makamıdır. Öğretmenlik ilahî bir makamdır. Allah'ın
son gönderdiği elçiye ilk mesajı, -ümmî biri olduğu halde-okuma emridir.
Kendini daha sonra tanıtmaktadır. Önce yaratmak, hemen ardından kalemle
eğitmek! İkinci makamda, kendini insanı kalemle eğiten olarak
vasıflandırmaktadır. Kendini "rabbi ekrem" olarak adlandırmaktadır.
Yani eğitim ke-rimliği, yaratma kerimliğinden üstündür.197 Öğretmenlik, insanı
inşa etmek ve yetiştirmektir, hangi endüstriyel üretim ya da çiftçilik bundan
daha şereflidir?
Örneğin öğretmenlik mesleğini benden
alıyorlar, hocalık derecemi indiriyorlar, resmî üniversite unvanımı ve hocalık
kariyerimi benden alıyorlar veya zaten hiç vermiyorlar. Ben de diyorum ki: Ey
İbn Ziyad!198 Benim için tek bir "Zer sigarası" üniversitede hocalık
yapmaktan daha değerlidir. Benim için Cevâdiye'de bir odada oturan, cuma
ikindileri benim gayri resmî derslerime katılabilmek için buraya dört otobüsle
gelip dört otobüsle geri dönen, ders teksirlerini bir ya da iki tümene aldığı
için cuma akşamları yemek yemeyen o sıradan
197-
ilginç olan şu ki, yukarıdaki ayette Allah için eğitme sıfatı kullanıldığında,
ekrem sıfatıyla nitelendirilmektedir; fakat Allah için halk [yaratma], seviye,
ta'dil, tasvir ve terkib sıfatları kullanıldığında kerim sıfatıyla
nitelendirilmektedir. "Ey insan, seni engin kerem sahibi rabbine karşı ne
aldatıp isyana sürükledi, o ki seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim
verdi, dilediği surette seni terkib etti." (Babam, üstad Muhammed fakî
Şeriatî'nin hatırlatması)
198-
İbn Ziyad, Yezid Ordusunun Kerbela'daki komutanlarındandır. Merhum Şeriatî çok
değer verdiği hocalık görevinden kendisini uzaklaştıranlara yönelik bir hakaret
olmak üzere bu ifadeyi kullanıyor. [Çeviren]
197-
197-
568
569
öğrencim,
bütün o debdebeli unvanlar taşıyan saygıdeğer hocalardan, allamelerden,
araştırmacılardan çok daha azizdir. Ben onu daha değerli ve daha kıvanç verici
buluyorum. Hocalığın her on rütbesini on kuruşa satsam yarım riyal
dolandırılmış olurum!
Şimdi sıradan bir akıl ve düz bir mantık,
benim bu sözlerimi duyacak olursa, birbirinden ayrı iki makamdan ve iki olgudan
bahsettiğim yargısını verir. Halbuki bu aynı olgudur; ama iki yönü bulunmaktadır.
Bu iki yönden biri, şahsî bir makam olma itibarına, diğeri ise toplumsal
sorumluluk niteliği taşıma itibarına sahiptir.
"Servef'ten bazen, "nimet",
"Allah'ın lutfu", "mâruf" hatta "hayır" olarak
bazen de "dünya", "fitne" ve azap olarak bahseden bizzat
Kur'an değil midir?
Burada söz konusu olan iki ayrı şey
değildir, aynı konu üzerindeki iki ayrı telakkidir.
Ama hilafetin hükümet anlamıyla, her yönüyle
ve her bakımdan imametle eş anlamlı olduğunu söylemek istemiyorum. Şüphesiz imamet,
çok daha fazla boyuta, özelliğe, karmaşık sorumluluklara ve derinliğe sahiptir.
Her şeyden öte imamet, tıpkı nübüvvet gibi belli kişilerle sınırlıdır. Ama
hükümet, belli bir zamanla, sistemle ve kişiyle sınırlı değildir. Örneğin Şia
tarih felsefesinde gaybet-i kübra199 döneminde imam gaiptir, işlerin yönetimi
ve halkın toplumsal ve siyasal rehberliği doğrudan onun elinde bulunmamaktadır.
Fakat bu sorum-
199-
Şiî inanışına göre 12. imam olan Mehdi'nin bir kısa süreli bir de uzun süreli
olarak diğer insanlardan ayrılması söz konusudur. Gözlerden bu kısa süreli
uzaklaşma sırasında imam Mehdi, insanlarla sefirleri aracılığıyla temas
kurmuştur. Buna Gaybet-i sugra [kısa süreli uzaklaşma] denir, imam Mehdi'nin,
bir de "gaybet", ya da "gaybubet-i kübra'sı bulunmaktadır.
Gözlerden uzun süreli olarak uzaklaşma anlamına gelen "gaybet-i
kübra"da imam Mehdi, kıyametten önce tekrar zuhur edip dünyada adaleti
hâkim kılacağı ana kadar, Allah'ın taktir ettiği bir yerde gözlerden uzak
yaşamaktadır. [Çeviren]
luluğun
imamın dışındaki başka kişi, ya da kişilerce yerine getirilmesi gerekmektedir.
Hatta Hazret-i Emîr, açıkça şöyle demektedir: "Temiz olsun ya da olmasın
her kavmin zorunlu olarak bir emirinin bulunması gerekir." Zira İslam,
hiçbir dönemde mutlak anarşizme yönelemez. Bazılarına göre gaybet döneminde
-imamın zuhuruna kadar olan ve şu an da yaşamakta olduğumuz dönemde- hükümet
sorumluluğu Şia'dan kalkmış bulunmaktadır. Şiîlerin tek yapması gereken şey,
oturup beklemektir. Bazı güçler, bu görüşü Şiîlik adına söz konusu ettiler.
Bununla halkın toplumsal sorumluluklarını ortadan kaldırmakta, onları siyasete
karışmaktan sakındırmakta ve toplumlarının kaderi konusunda düşünmekten
alıkoymaktadırlar. Zira hükümetle bir ilgisi olmayan halka yönelik bir hükümet,
binicilikle ilgisi olmayan bir at binicisi gibidir. Rahat, emin, sakin ve baş
ağrısı ihtimali olmayan...
Burada eklemek istediğim diğer bir konu da
şudur: İmametin hilafetten ayrı olduğu tezinde daha önce de söylediğim gibi.
imamın karakteri ve imamın toplumsal rolü, din bilginliği ve rûhanîlikle eşit
tutulmakta, dolayısıyla da imamet, hilafetten ve hükümetten ayn tasavvur
edilmektedir. Öte yandan halifenin karakteri ve hilafet sorumluluğu da,
toplumda hükümet sorumluluğuyla ve hâkimin karakteriyle eşit tutulmakta ve
dolayısıyla imametten ayrı telakki edilmektedir. Yani hem İslâmî hilafeti hem
de imameti küçültmektedirler. Yarattıkları dar "rûhaniyet" ve
"siyaset" kalıplarında, bunlar zorunlu olarak birbirinden ayn
düşmekte ve birbirinden ayrı iki hâkimiyet alanı olarak gözükmektedir. Zira bir
din aliminin, bir ruhanî merciin sorumluluk alanında siyaset, ekonomi, işlerin
yönetimi, dünya çapındaki çatışmalar, bilim, teknik, sanat, medeniyet, savaş,
cepheleşme ve daha yüzlerce toplumsal sorumluluk artık bir rol olarak ortaya
çıkmamaktadır. Ahlakla, nefsin temizlenmesiyle, takvayla, eğitimle, ibadetle,
Allah'la, gele-
570
571
çekle
yani genel anlamda tüm uhrevî işlerle ve dinî konularla uğraşan kişilerin
düşünsel atmosferinin dışındadır! Aksine aslında bu işler, maddî hayatla ve
dünyevî işlerle uğraşan kişilerin dışındadır. Fakat İslam, meseleye bu açıdan
bakmamaktadır. Komplo tezgahlamakla meşgul olan bir topluluğa baskın yaparak,
onları gafil avlamakla görevlendirilmiş bir askerî timin komutanı, hiç kimse bunların
iki farklı "iş" olduğunu hissetmeksizin, son derece doğal bir şekilde
ezan okununca Allah'a yönelir, Allah'a ibadet eder, rabbini teşbih eder ve
namaz sırasında cemaat imamlığı yapar. Cemaat imamlığının bağımsız bir meslekî
sorumluluk olarak ortaya çıkması, bu tür ayrımların yapılmasından, akaitte
profesyonelleşmeye gidilmesinden, işlerin sınıflandırılmasından, Bizans
Mesihi'nin [Bi-zanslılaştırılan Hz. İsa'nın] Allah'ın işini Allah'a, kayserin
işini de kaysere bırakın şeklindeki tavsiyesinin yaygınlık kazanmasından sonra
olmuştur.
Binaenaleyh ben, hükümet anlamındaki hilafet
ile üstün insan, aşkın bir model, öğretinin nesnel tecessümü, tam insan,
peygamber misyonunun sürdürücüsü anlamındaki imamet arasında yalnızca şöyle bir
fark olduğuna inanabilirim: Hükümet, tarihteki sınırsız soaımluluktur, imamet
ise sınırlı bir sorumluluktur. Burada "sınırlılıktan", zamanın
sınırlılığını ve insanın sınırlılığını kastediyorum. İmamet, imamın şahsıyla
sınıflıdır; imamlar belirli ve istisnaî örneklerdir. Şahıs belirli olunca,
zaman da şahsın varlığıyla sınırlı bir hale gelmektedir. Oysa hükümet, daimî ve
toplumun her yerine yayılmış bir kurum (institution)dur. Yoksa imametle
hilafetin ikisi de aynı sorumluluktur. Netice itibariyle bu sınırlılık
nedeniyle, halife (hâkim) ile imam. her zaman aynı olmamaktadır. Bu noktada
ortaya çıkan ya da çıkmış bulunan iki husus, cevaplandırılması gereken iki ayrı
soruyu gündeme getirmektedir.
Birincisi
şudur: İmamın mevcut olduğu bir dönemde hükü-
met
işini, imamın dışındaki biri üstlenebilir mi ve bu durum, imamın imametiyle
çelişir mi?
Benim imametle hükümetin eş anlamlı
olduğuyla ilgili tezimi -İslâmî akidede iki genel kavram olarak (burada,
tarihte gerçekleşen şeyleri bir tarafa bırakalım)- kabul etmediğinizi, her
birinin sorumluluk alanını ayrı gördüğünüzü, birini peygamberin siyaset ve
emirlik yönünün vârisi, diğerini de peygamberin nübüvvet ve ruhaniyet yönünün
vârisi saydığınızı var sayalım. Bu durumda şöyle bir soru sorulabilir: İmam,
hükümleri icra etmekten, toplumsal işleri yönetmekten, halkın günlük
yaşantısını idare etmekten, savaşı ve barışı belirlemekten, şiarları yüceltip,
sünneti ihya etmekten ve korunacak şeyleri korumaktan sorumlu olan siyasî
makamı, halkın çoğunluğunun belirleyeceği, bir başka şahsa bırakmak isterse,
böyle bir şey kabul edilebilir mi? Eğer halk, vefası, inancı, sadakati ve
liyakati konusunda hiçbir şüphenin bulunmadığı böylesi bir şahsı, toplumsal,
askerî ve siyasî işlerini yönetmesi, yönetmesi için seçip, imamı da bir düşünce
önderi, bir inanç öğretmeni, Allah'ın ve peygamberin resmî sözcülüğünü yapan
dinî bir merci, Kur'an'ın aslî ve hakikî müfessiri, İslâmî hakikatlere özgü
hükümlerin açıklayıcısı ve bir ahlak, ilim ve takva sembolü olarak kabul edecek
olursa, onunla halife arasındaki ilişkiyi, Gandi ile Nehru arasındaki ilişki
gibi ya da ideolog veya düşünce önderi ile siyasetçi veya toplumsal önder
ilişkisi gibi telakki edecek olursa, böyle bir şeyin ne sakıncası vardır? Bu
aynı zamanda doğaldır, bu iki işin ayrıştırılması sonucu, imamın ilmî ve manevî
saygınlığı, kutsiyeti ve asaleti daha da korunmuş olur. O, siyasî lekelerden,
iç ihtilaf ve çekişmelerden, her halükarda ekonomiyle ve siyasetle teması olan
her idarî ve icrâî sistemde görülebilecek yolsuzluklardan, hizipsel
gu-ruplaşmaların ve çatışmaların yo! açtığı ihanetlerden, eleştirilerden ve
yenilgilerden, korunmuş olur. İmam, imamet maka-
572
573
minin
bir gereği olan harîm-i ismette [dokunulmazlık alanında] herkesin inandığı ve
üzerinde ittifak ettiği bir makam olarak, tüm bu kirli ve bayağı ilişkilerin,
çatışmaların ve olayların üzerinde tutulmuş olur. Eğer hükümet de imamın
manevî, fikrî ve ilmî gücünden, yönlendiriciliğinden ve tavsiyelerinden
istifade ederse böyle bir düzen niçin ideal İslâmî düzen olmasın?
Kuşkusuz böylesi bir düzen, ideal toplumsal
düzendir; ama bu tavsifi gösterebilecek bir imam tasvirine sahip olmamız
şartıyla. Fakat bu tasvir bir ideolog tasviridir. Bu, bir din ya da parti
düzenindeki büyük bir dinî müftünün tasviridir. Daha çok Gandi'ye, Marks'a,
papaya, Ezher şeyhine ve ayetullaha benzemektedir.
Ama imam, yürütme gücünün kenarında yer
almamaktadır. Yönetimle müttefik ve yönetime bağlı değildir. Egemen siyasetle
birlikteliği yoktur. O, toplumsal siyasî sorumluluğa doğrudan kendi başına
sahiptir. Ekonomi, ordu, kültür, dış politika, iç işleri doğrudan onun
rehberliği iledir. Şiada İmamlar, "es-sâdetu'l vilad ve sâsetu'l ibâd ve
erkânu'l- bilâd ve kâ-detu'I- umem (insanların efendileri, kulların
siyasetçileri, toplumun rehberi ve milletlerin liderleri) "dirler.
Yani imam hem hükümet başkanıdır
(siyasetçi), hem devlet başkanıdır, hem toplumun rehberidir (rükn-i içtima),
hem düşünce önderidir, hem de hidayet rehberidir. (Mealimu't- tarîk: Yol
bulmaya yarayan işaretlerdir)
Eğer peygamberin nasıl bir
"şahsiyet" olduğunu unutmazsak, üstlendiği çeşitli sorumlulukların
risaletinin bünyesi içerisinde bulunduğuna, kendine özgü zatından
kaynaklandığına inanırsak, peygamberdi, artı siyasetçiydi, artı ordu
komutanıydı demezsek, imamın da peygamberin çok boyutlu özel misyonunun devam
ettiricisi olduğunu, imametin, nübüvvetin devamı olduğunu ve bu hareketin
tarihî sorumluluğunun ta-
574
mamlayıcısı
olduğunu unutmazsak, nihayet imamı İslam peygamberine ve imameti de İslam'ın
risaletine benzetirsek, gayri İslâmî düzenlerdeki benzeri makamlara
benzetmezsek, bu soruya açık bir cevap verebiliriz. Zira imamın istisnaî
şahsiyetini, imamın rolünün şeklini ve içeriğini, doğru bir İslâmî bakış
açısıyla görebilirsek, İslam'a özgü bir akılla, duyguyla ve mantıkla
anlayabilirsek, İslâmî meselelere, İslam'ın kendisiyle bakabilirsek, her şey
açıklığa kavuşmuş olur. Tüm belirsizlikler, çelişkiler ve sorunlar ortadan
kalkar, her şeyin doğru, yerli yerinde, uyumlu, kabul edilebilir, sağlam
olduğu; düşünsel açıdan kabul edilebilir, bilimsel açıdan da uygulanabilir
olduğu görülür.
Bu yüzden imam varken başka bir şahsı
hilafete ya da toplumsal ve siyasal rehberliğe tayin etmek, peygamberin olduğu
dönemde, onu Mesih gibi bir peygamber olarak kabul edip Arapları ya da
Müslümanları yönetmek üzere bir başkasını İs-lam imparatoru olarak seçmek
gibidir. Sonuçta kayser de İsevî olduğuna göre Jüstinyen gibi birini getirip
daha sonra şöyle bir akıl yürütmeye benzer: Peygamberin ilahî vahyi ilan etmek,
ayetleri tefsir etmek, düşüncelere hidayet vermek, ahlakı tezkiye etmek, halkın
maneviyatını sağlamak, câhil halk kitlelerini terbiye etmek, dinî havza-yı
ilmiyeler kurup dinî ilimleri geliştirmek ve manevî medeniyet duygusunu ve
bilincini en yüksek düzeye çıkarmak yerine tüm vaktini, ordu teşkil etmekle,
aylar boyunca kervan başlarında hırsız ve eşkıya takip etmekle, güneyde
Huneyn'de, kuzeyde Tebükte savaşmakla, Hendek'te siper başın aylarca
beklemekle, Taif'i kuşatmakla. Bedir, Uhud. Hayber çatışmalarına katılmakla, tüm
risalet dönemini kaplayan on yıl boyunca altmış beş kez ordu sevk etmekle,
sürekli olarak siyasî haberlerle, askerî raporlarla meşgul olmakla, gece gündüz
komploları savuşturmakla, halkın gündelik işleriyle, hatta kişilerin özel
meseleleriyle, aile sorun-
575
larıyla,
karı koca kavgalarıyla uğraşarak vaktini telef etmesi, peygambere yazıktır.
Büyük işlerin yapılması, hakikatlerin çok daha fazla öğretilmesi, hadis,
tefsir, fıkıh, hikmet, ahlak, ve ilahî maarif ile ilgili kitapların tedvini
yarı bırakılmış olmaktadır!
Görünen o ki. Peygamber'e bu türden yol
göstericiliklerde bulunmak çok Müslümanlık ister! Ayrıca bu, ne kadar aydın
olunduğunun ve İslam'ın ne kadar çok anlaşıldığının bir göstergesi oluyor! Bana
göre imamın imametine inanıldığı halde imamın kendi döneminde, -fikrî
rehberlikten ayrılmış soyut-bir siyasî rehber olarak başka birinin
getirilebileceğini doğal karşılamak, böylesi bir aydınca yaklaşımın ürünüdür.
(!)
Bu durumda imam varken bir başkasının
peygamberlik hilafetine getirilmesi, bir başkasının halkın önderliğini fiilen
ele alması durumunda, -hilafet, imametle eş anlamlıdır ve İslam Peygamberinin
nübüvvetinin devamıdır-200 evinde oturan bir imamın imameti söz konusu olur. O
zaman böyle birisi nasıl imam olmuş olur?
Bu noktada imametin bir mansıp [resmî makam]
değil, bir haslet olduğunu hatırlatmam gerekiyor. Evinde oturan ve imamlık
yapmayan biri[nin imam olabileceğine inanmak], pamuk bir pehlivanın dünya
şampiyonunun yerine dünya şampiyonu olarak anılmasına, ona madalya takılıp, onun
şampiyonluk kürsüsüne çıkarılmasına benzer. Bundan daha büyük bir facia
olabilir mi?
Bu, günümüzdeki en yaygın düşünsel
yanlışlıklardan biridir. Biz: 'Ali'nin hakkı çiğnenmiştir, Peygamber ailesinin
hakkı ortadan kaldırılmıştır" derken ne söylemiş oluyoruz? Ali'nin
200-
"Peygamber" değil "islam Peygamberi" dememin sebebi şudur:
Peygamber hilafeti, nübüvvetin veraseti ya da sürdürülmesi, eğer islam
Peygamberi dışında da olursa durum değişir. O zaman imametin anlamı, benim
kabul etmediğim analizlere uygun bir hal almış olur.
bizatihi
kendisi haktır, Ali'nin bizatihi ailesi bir haktır. Burada çiğnenen halkın
hakkıdır.
Bir milletin en büyük yazarını, bir şeyler
yazmaya bırakmadıklarında yazarlık ondan giderilmiş olmamaktadır, bu millet ve
çağ, en büyük yazarının eserlerini okumaktan ve onlara sahip olmaktan mahrum
bırakılmış olmaktadır. Bir halkın ve bir çağın hakkı ortadan kaldırılmış
olmaktadır.
Ali'nin hükümeti, Ali ailesinin aşkın
değerleri, yani halkın sahip olduğu bir hak, yani tarihe ait olan bir hak,
tarihten ve halktan alınmıştır. İmamet Ali olmaktır ve Ehl-i Beyt, bir evde
toplanmış bulunan efsanevî hakikatler ve mitolojilerdeki (üstün insan ya da
yarı) tanrılar gibi insanlardır.
Ali'yi hiç kimse Ali olmaktan mahrum
etmemiştir. Halk, Ali'ye sahip olmaktan mahrum kalmıştır.
Zahiren farklılık, ifadededir; fakat
ifadedeki bu farklılık, yaklaşımdaki farklılığı yansıtmaktadır.
Yolunu kaybetmiş, uzun ve eğri yollara
sapmış insanlara içi yanarak ve acıyarak: "Ah, o düzgün ve kısa yolun hakkı
çiğnendi, hakkından mahrum kaldı, hakkına zulmedildi" diyen birisinin bu
ifadesi, bu kişinin tersinden düşündüğünü, meseleyi yanlış anlamış olduğunu,
kendisinin de yanlış yolda olmakla kalmayıp, gittiği yolda da ters istikametten
gittiğini göstermiyor mu? Bu, yolunu kaybetmekten daha da kötüdür. Çünkü doğru
yolda olduğunu sanmaktadır, bu duygu onda kesin bir inanca ve taassuba
dönüşmüştür, kendine gelecek gibi de değildir. "Anne Baba Biz
Suçluyuz"da dediğim gibi:
Yanlış yolda olanın doğru yola gelme ve bir
yere ulaşma şansı, (doğru) yolda yanlış yürüyenden daha fazladır.
Ali'nin hakkını kimse gasp etmedi, edemez
de; halkın hakkını gasp ettiler, bunu yapabildiler. Ali evinde oturmakta ve
Osman halkın yazgısına hükmetmekteyken, Ebu Zer, Medi-
576
577
neden
Rebeze'ye sürülüp, Mervan sürgünden Medine'ye dönerek vezir olurken, adalet
isteyen halkın, zulüm gören aç halkın hakkı gasp edilmekteydi.
Otuz yıl boyunca İslam devrimi için çile çeken,
cihat eden, devrimi gerçekleştiren, câhiliyeden. şirkten kurtulup Rum ve İran
imparatorluklarını yenen halkın hakkı, Ali'nin fetva vermesi olduğu halde,
şimdi Yahudî Kab'u-1 Ahbar, fetva vermektedir. Burada kimin hakkı çiğnenmiştir?
Nasıl Ebu Zer, Ebu Zerse, imam da imamdır.
Ne diyeyim? Ali, sadece metruk ve münzevî evinde değil, şehit edildiği mihrapta
da, kanlı mezarında da imamdır. Muhammed (S) Safa tepesinde yalnız kaldığında,
tüm sövgücüler ve alay ediciler etrafından uzaklaştığında da peygamber idi, on
bin kişilik orduyla Mekke'yi fethettiğinde de peygamberdi. Vefatının üzerinden
bin dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen bugün de peygamberdir. Her üç dönemde
de aynı ölçüde peygamberdir.
Aynı
durumdaki imam da hükümet etmeyen imamdır.
Halk hakkından mahrum edildi, Ali'nin hakkı
çiğnenmedi, tarzındaki sözüm, "Ali'nin hakkı çiğnendi'' tarzında söylenen
sıradan söze karşılık söylenmiş yeni bir edebî ifade değildir. Bu iki ifade,
iki ayrı yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.201
Daha
önce de söylediğim gibi, söz konusu edilen imamın
tayini
meselesi, imamın imamete tayini değildir. Tıpkı bir dehanın, dahiliğe tayini
gibidir, böyle bir sey burada anlamsızdır. İmamın şahsının imametle olan
ilişkisinde, tayin, atama, seçim gibi hususlar söz konusu değildir. İmamın
halkla ilişkisinde, imamın konumunun anlamını ve değerini tanımak, imamı imam
yapan özellikleri teşhis etmek, imamı şahıs olarak bulmak ve toplumun
yönetimini, ümmetin toplumsal sorumluluğunu imama bırakmak bulunmaktadır. Bir
başka ifadeyle, ona tâbi olmak, onun yolunu izlemek, onun bilincinin ışığını
görmek, onun örnekliğini tanımak yani velayettir.
Bu yüzden imamet, imamın evinde oturmasıyla
çiğnenmiş olur, iptal edilmiş olur, bu imam olmak değil, memum [imama tabi
olan] olmak demektir. Devrim yenildi, tarihin seyri değişti, önceki yola
dönüldü, halk gerisin geri döndü, ileri gitmek yerine geri gitti, yoksa hak,
bâtıl olmazdı. Adalet, zulüm olmazdı, Kur'an mahrum bırakılmazdı, imam,
uzaklaştırılmış olmazdı, Ali Osman'a benzetilmezdi. Burada batıla düşmüş
bulunan bir hak taliplisi söz konusudur. Zulüm gören adalet talibi, Kur'an'ı
anlamayan okuyucu, rehbersiz kaldığı için egemenlerin esiri ve mahkumu olan
insan ve nihayet Ali'ye sahip olmak yerine -hakları ve ihtiyaçlarıydı- Osman'a
ve daha son-
201
Burada üstad Muhammed Takî Şeriatî (babam ve mürşidim) Benim bu ifademi kabul
etmedi ve ona bir haşiye yazdı. Onun meseleyi söz konusu ediş biçimi açısından
bunun doğru olduğuna inanıyorum. Fakat meseleyi toplumsal açıdan ele alarak
ortaya koyduğum bana ait bakış açısının da hakikatten uzak olmadığını
düşünüyorum. Okuyucunun her iki görüşü de -zahiren farklı olsalar da birbirine
aykırı olmadığını düşünüyorum- değerlendirebilmesi için kendisinin sözünü aynen
aktarmak istiyorum:
"Liyakat
sahibi bir yönetici, hükümet koltuğundan uzaklaştırılıp eline bir kürek
verilmişse veya üst düzey bir yargıç, yargıçlıktan alınıp eline bir kazma
verilerek kuyu ve kanal kazmaya zorlanmışsa. halkın hakkı çiğnendiği gibi, o
liyakat sahibi yöneticiye veya yargıca da zulmedilmiştir. Bu iki makam, gasp
edilmiş bir haktır ve hak sahibi mahrum ve mazlum bırakılmıştır. Örneğin
kıyamet gününde birkaç
şeyin
Allah'a şikayette bulunacağına dair birçok rivayet vardır: 1-Evde bulunmasına
rağmen, o evdeki kimsenin okumadığı Kur'an. 2-Bir mahallede metruk halde
bırakılan ve kimsenin gitmediği mescit. 3-Halkın meseleleri sormadığı âlim. Bu
noktada ne Kur'an, Kur'anlığından, ne mescit mescitliğinden, ne de âlim,
âlimliğinden uzaklaşmış olmamaktadır. Ama saygı gösterilen ve okunan bir
Kur'an'la terk edilen ve okunmayan bir Kur'an'ın, ibadet edenlerle dolup taşan
bir mescitle, terk edilip unutulmuş bir mescidin ya da saygı gösterilip
yüceltilen bir âlimle, kıymeti bilinmeyen bir alimin farkı yok mudur? işte bu
yüzden Nehcü'l-Belaga'nın tamamında, imam Ali'nin mazlumiyetine ve hakkının
gasp edilmesine dair sözler yer almaktadır. Hazret-i Zehra'nın ve diğer
imamların sözleri, bu tür ifadelerle doludur. Bu noktada imam, imametinden
azledilmiş değildir: fakat hükümetten uzaklaştırılmış ve reaya düzeyine
indirgenerek halifelerin hükmüne mahkum edilmiştir. Bu onlara yapılmış büyük
bir zulümdür. Onlardan gasp edilmiş bir hak söz konusudur. Bu arada halka da
zulmedilmiş ve halkın hakkı gasp edilmiştir."
578
579
ra
daha da beterlerine mahkum olan halk, söz konusudur. Realiteye hakikat
penceresinden bakıldığında her ne kadar başlangıçta kısa bir müddet, zorunlu
seyir birbirinden uzaklaşma istikametinde bir harekete sahipse de bu tarihte
bir ilkedir ve İslam tarihinde ilkelerin ilkesidir.
Burada akıllara iki husus takılmaktadır:
Biri imamet olarak imamın makamı, yani "önderlik" makamına sahip
bulunmak ve insan için bir model olmak makamı, bir dönemle sınırlı değildir,
kendi dönemiyle ve kendi hayatıyla sınırlı değildir. Ali'nin, imam -yani Kur'an'ın
somut bir örneği ve modeli, yani kitabın insan şeklindeki tecessümü, dinin
insan şeklindeki tecessümü- olarak imameti, sadece Peygamber'in vefatından
kendi vefatına kadar olan sürede değildir. O, tüm tarih için imam, tüm nesiller
için modeldir. İşte bu yüzden ne atamayla olan bir makamdır, ne de seçimle olan
bir makamdır.
İkinci meseleye gelince... Bu, zamanın
sınırlılığı meselesidir. İmamın toplumda var olduğu dönemle, yani imamın
yaşadığı dönemle ilgili olarak şu mesele gündeme gelmektedir: Bu meseleyi
imamın hükümete ya da hilafete tayini olarak adlandırabiliriz. Halk, kendi
yazgısını en seçkin insana yani kendi dönemlerinde yaşayan imama bırakacaktır;
ama bu hangi şekilde gerçekleşecektir?
Acaba Allah ya da peygamber mi, bu ilişkiyi
tayin etmeli ve halka siyasî rehber olarak imamı atamalıdır? Yoksa halk onu
seçimle mi tayin etmelidir? Burada "ilahî atama" ve "5c-ma-ı
ümmet" kavramları söz konusu olmaktadır. Ben burada meseleyi sadece
sosyolojik açıdan ele almak istiyorum. Meselenin diğer boyutları, o konuda
yeterliliği bulunan kişiler tarafından ele alınmalıdır. Bu mesele hem dinin
bünyesine ve İslam'ın ruhuna bağlıdır ve ilahî köklere sahiptir, hem de somut
olarak toplumsal ve siyasî bir mesele özelliği taşımaktadır. Be-
580
nim
sosyolojik boyuttan yaptığım analiz şudur: Toplumsal rehberlik ve hükümet
sorumluluğu boyutunu taşıyan ikinci anlamıyla imamet, zamanla sınırlıdır.
İmamet, imamın halkla ilişkisi noktasında da toplumsal önderlik makamıdır. Bu
noktada imamın yukarıdan atanması mı yoksa halk kitleleri tarafından seçilmesi
mi İslam'ın ruhuna daha uygundur? Sorusu gündeme gelmektedir. Sosyoloji
açısından, bir sosyolog açısından ilerici bir aydın açısından devrimin zafere
ulaşmasında ve adaletin gerçekleştirilmesinde, toplumun ilerletilmesinde ve
tekamülünde hangisi daha faydalıdır. İki hükümet tarzı mevcuttur. Bunlardan
biri tarih boyunca var olagelen istibdada dayalı hükümet tarzıdır. Bu hükümet
tarzında bir kişi, aile veya eşrafa mensup bir grup, halkın oylarına
başvurmaksızın, Allah'ın temsilcisi olarak, ırk, kan ya da aile üstünlüğüne
dayalı bir eş-raflılığa sahip olarak, kendinde hükümet hakkını görmekte halka
güç kullanarak hükmetmektedir. Bunun karşısında, demokrasi adlı bir başka
hükümet tarzı daha vardır. Demokrasinin, eski Yunandan bu güne kadar muhtelif
şekilleri olmuştur. Bu, halk bireylerinin (demos) hükümetidir. Bunda halk,
kendi oylarıyla kendisini yönetmesi için bir grubu ya da halkı seçer. Bir
ferdin ya da grubun yönetimi elde edebilmedeki tek ölçüsü, toplum fertlerinin
tek tek oylarının sayısıdır. Halkın fertlerinin (demos) en çok oyunu kim
alırsa, liderlik makamına geçme niteliği kazanmakta ve hükümete sahip olma
hakkını elde etmektedir.
Günümüzde halen yürürlükte olan muhtelif
şekillerdeki demokrasi idareleri, düşünce özgürlüğü çağı olan ve bireysel
özgürlüklere tapınılan 18. yüzyılın başlarından beri tüm aydınların ideal
hükümeti olmuştur. Bireylerin insanî özgürlüğünün (liberalizm) hâkim olduğu ve
insancılık (hümanizm) ile birey haklarının esas olduğuna inanmanın (İnsan
hakları evrensel
tül
bildirgesi)202
birlikte bulunduğu bir çağda, bir hükümet tarzı olan demokrasi, halkın
çoğunluğunun oylarına dayalı olması ve devletin siyasî gücünün kökeni olarak
insanı kabul etmesi yönüyle, hilafeti tayin etmekle meşhur olan 'icma-ı
ümmet" ilkesiyle ya da Medinelilerin veya "ehl-i hal ve'l- akd'in
icma-sı ilkesiyle aynı şeydir. Halkın icmasından ister muhaciriyle, ensanyla
Medine halkını ve kendi tabirleriyle ehl-i hal ve'l akdi anlayalım, isterse tüm
halkı anlayalım, yapılan iş, şûra, ic-ma ve beyat esasına dayanmaktadır, yani
demokrasidir. Beyat oy vermek, icma toplanıp görüş birliğine varmak demektir.
Bu noktada ihtilaf, demokrasinin ve onun türlerinin algılanış biçimi
üzerinedir.
Ehl-i Sünnet kardeşler, Ebubekir'in hilafete
tayinini, bu esasa dayandırmakta ve demokrasiye yönelmektedirler. Sonuç
itibariyle de hükümetin yukarıdan bir güç tarafından atanmasını ve tayin
edilmesini reddetmekte ve Sakife'yi Ebubekir'in demokratik seçimle oyları
topladığı bir mahal olarak görmektedirler.
Burada gündeme gelen konulardan birincisi
şudur: Kişilerin kendini yönetecek şahsı seçmesini, yani demokrasiyi ilerici
bir ilke olarak kabul ettiğimizi var saysak bile acaba Ebubekir'in seçilmesi,
doğru bir demokratik seçim midir? İkincisi, kitlelerin bağımsız olarak oy
vermelerine dayalı olan demokrasi, sosyolojik olarak o günün Arap toplumunda
mümkün müdür? Üçüncüsü, acaba demokrasi yönetimi, insanlık toplumu için en
üstün yönetim biçimi midir? Dördüncüsü, demokrasinin insanlık toplumu için en
üstün yönetim biçimi olduğunu var saysak bile toplumların ilk tekamül evreleri
düşünüldüğünde bu tez doğru mudur, medenî olan ve medenî olmayan
202-
Bu bildirge tüm maddeleriyle bireysel hakların korunmasını esas almaktadır.
Toplumsal hukukun ruhu onda yansıtılmamaktadır.
Ümmet
ve İmamet
toplumların,
kabilevi toplumların, feodaliteye, burjuvaziye, sömürüye, özgürlüğe,
devrimciliğe ya da hukukun üstünlüğüne dayalı toplumların hiçbir farkı yok
mudur? Beşinci olarak da acaba demokrasi her yerde, yığınların, mahrum, geri
kalmış ve esir sınıfların faydasına mıdır?
Özellikle 1954'teki Bandung Konferansı'nda
bir çok Asya ve Afrika ülkesi liderleri tarafından yapılan eleştiriler ve
bağımsızlığını yeni kazanmış, bir devrim gerçekleştirmiş, yeni kurtulmuş gelişmekte
olan ülkelere mensup sosyologların ve düşünürlerin gündeme getirdiği günümüzün
en yeni ve en hassas siyasî ve sosyolojik konusu demokrasi ilkesinin sosyolojik
açıdan ikinci defa söz konusu edilmesi meselesidir. Demokrasi yönetiminin tüm
erdemlerini biliyor olmamıza rağmen, şu mesele gündeme gelmiştir:
"İlerlemeye'' dayalı bir toplumsal düzeni ve siyasal önderliği, bilinçsiz
ve durağan bir topluma bırakırsak, tek tek bireylerin oyunu ölçü almak,
önderlik ilkesine ve ilerlemeye engel teşkil etmeyecek midir? Bu toplumun,
mevcut durumun dışına çıkarılması, bu toplumun halihazırdaki çökmüş toplumsal
ilişkilerinin değiştirilmesi esas alındığında, toplumun sahip olduğu düşünce
tarzını değiştirmesi gerekmektedir, dilini ve dinini değiştirmesi gerekmektedir,
kültürünü geliştirmesi gerekmektedir, taşıdığı inançların ve hurafelerin
ortadan kaldırılması gerekmektedir. Devrimci bir şekilde dönüştürülmesi,
değiştirilmesi gerekmektedir, bu merhaleden, daha yüksek merhalelere
sıçrarcasına yükselmesi gerekmektedir. Bu porsumuş geleneklerin kökünün
kazınması gerekmektedir. Eğer siyasette ve hükümete önderlik ve ilerleme
ilkesini, yani toplumun devrimci bir şekilde değiştirilmesini şiar edinmişsek,
bu önderliğin toplumdaki bu kişiler tarafından seçilmesinin imkanı yoktur. Zira
toplumdaki bireyler, o toplumda yaşayanların geleneklerine, adetlerine,
inançlarına ve hayat tarzına muhalif olan, bunların kökünü kurutmak.
582
583
geleneğe
tapan insanların geleneklerini değiştirip bunların yerine halkın henüz tanımadığı
ve kabullenmediği ilerici gelenekler koymak isteyen, birine oy vermezler.
Böylesi bir kişi. böylesi bir önder, değişmesi gereken bir halkın çoğunluğunun
oyunu alamaz. Ama eğer hükümeti, hareket ve eğitim (siyaset) esasına değil
sabitliğe yani politika esasına göre yerleştirecek olursak, Yani hükümete Yunan
yaklaşımında olduğu gibi halkın korunması, gözetilmesi, geleneklerinin ve
mevcut mukaddesatının korunması görevini verirsek; hükümeti, onlann yerleşik
toplumsal ilişkilerini koruyan, halkın sadece ve sadece mutluluğunu, refahını
sağlayan bir şey olarak görürsek, hükümeti yalnızca toplumun gözeticisi,
toplumun mevcut şeklinin koruyucusu yani mevcut durumun muhafızı olma ilkesine
dayandırırsak, "statik" bir hükümete sahip olacağız demektir. Burada
bizim sorumluluğumuz, rehberlik değil, idaredir. Değişim, ilerleme, kurtarma ve
devrimci bir şekilde dönüştürme değildir. Durumu korumak ve mevcut yapıyı
tahkim etmektir. Kuşkusuz en yüce ve en kutsal siyasî hükümet şekli, bu hedef
için ve bu esasa göre demokrasidir. Zira halk, beğendiği kişiye oy verecektir.
Yani bu kişi, halk ile aynı görüşte ve beklentide olan, çoğunlukla aynı inancı
paylaşan, kendini bu geleneklere dayandıran, onları koruyan, herkesin ya da
çoğunluğun gittiği yoldan giden biri olacaktır. Fakat bir toplumda aydın
bireylerden oluşan bir grup yer alıyorsa ve bu grup, toplumun mevcut durumuna
karşıysa, toplumun mevcut görüşlerinde, zevklerinde, inançlarında ve
geleneklerinde hızlı ve devrimci bir değişim gerçekleştirmek istiyorsa, bunlar
toplumun çoğunluğunu oluşturmayacaktır. Toplumun çoğunluğunu oluşturanlar,
mevcut durumu koruyanlardır. Binaenaleyh, halkın çoğunluğunun oylarıyla
seçilecek bir hükümet, halkın çoğunluğunun görüşlerinin koruyucusu olacaktır.
Çocuklar,
kendilerini serbest bırakan, kendilerini hoş tutan
bir
bakıcıyı, kendilerine sert davranan, kendilerini titiz bir disiplin altına
alan, kendilerine sürekli olarak yeni dersler, yeni şeyler öğretip onları yeni
adımlar atmaya zorlayan bakıcıdan daha fazla severler. Böylesi kişiler, çocuklardan
kesinlikle oy alamayacaktır. Bir yazar şöyle diyor: "Ben çocukluğumda
anneme hep kızardım; çünkü beni çamaşır yıkamaya, ev süpürmeye ve yemek yapmaya
zorlardı, birazcık dinlenmek istesem, hemen git dersine çalış, problem çöz,
kitap oku' derdi. Fakat son derece sevecen bir teyzem vardı, beni annemin
gözünün önünden ne zaman uzaklaşmış görse, gezmeye götürürdü, oyun oynamamı
sağlardı, bana tatlı alırdı, teyzemin evine gittiğimde orada kendimi mutlak
anlamda özgür hissederdim, teyzemi her zaman över, anneme ise her zaman
kızardım; ama büyüdükten sonra şimdi hep annemi övdüğüm halde teyzemden hiç söz
etmiyorum."
Toplum hangi şartlarda kendi rehberini,
önderini ve önderlik düzenini seçmelidir? Bu rehberin seçiminin en iyi olması
için onu kimlerin seçmesi gerekmektedir? Kuşkusuz rehberliği en iyi tanıyan
kişilerin seçmesi gerekir. Acaba şimdiye kadar herhangi bir toplumda halkın
çoğunluğu insanlar için en iyi rehber olacak kişiyi teşhis edebilmiş midir?
Hangi sosyolog, bedevî, yarı vahşî ve tarihî
toplumlarda, hatta Büyük Fransız devriminden sonraki Avrupa toplumlarında,
halkın çoğunluğunun milyonlarca kişi arasından, meşhur siyasî simalar olarak
söz konusu edilen kişiler arasından en iyi rehberi teşhis edebileceğini ve bu
toplumun rehberliğinin ve tekamül yolunun ne olduğunu bilebileceğini
söyleyebilir.
Binaenaleyh bugün demokraside söz konusu
olan mesele şudur: Eğer hükümetin temelini, "saadet, sükunet ve
durgunluk", "bireylere karşı kayıtsızlık duygusu" ve mevcut
geleneklerin korunması üzerine kurarsak, yani -Yunan siyasî anlayı-
584
585
şında
denildiği gibi- ülke yönetimini, şehir yönetiminin, yani belediyeciliğin bir
devamı olarak görürsek, kuşkusuz en iyi hükümet, tüm bireyler tarafından seçilen
hükümet olacaktır. Zira bu hükümet, halkın oyunu almış, binaenaleyh, halkın
hoşnutluğunu kazanmıştır. Böyle bir hükümet, halkı en iyi duruma getirmeye,
mevcut toplumsal ilişkileri ve gelenekleri en iyi duruma gelecek şekilde
değiştirmeye ve onları tekamül ettirmeye çalışmamakta; sadece halktan gördüğü
teveccühü korumak için uğraşmaktadır.
Halkın çoğunluğunun oyunu ve teveccühünü
kimler kazanır? Kuşkusuz halkın tümüyle aynı dili konuşan, herkesin, beğeneceği
işleri yapan, tüm halkın gittiği yoldan giden, halkın inandığı yoldan gitmeye
inanan kimseler kazanır.
Bugün Hindistan'da üç yüz küsur dil, birçok
da din bulunmaktadır. Bu yüzden burada hükümet için iki ölçü söz konusudur. Ya
onların çoğunluğunun görüşünü ölçü alıp üç yüz küsur dili koruyacaktır, ya da
bu milletin değiştirilmesini, hayatın, ekonominin ve kültürün hızlı bir şekilde
tekamülünü ölçü olarak alıp öncelikle bu dilleri bire indirmek ve onlar için
bir ulusal dil belirlemek gerekecektir. Onlara tek bir ulusal dil dayatmak
istersek, onları tek bir dil konuşmaya zorlarsak, bu halkın üçte ikisini
kaybederiz. Zira hepsi kendi putlarına, hepsi kendi lehçesine, hayat biçimine,
yerel ve kabilevi geleneklerine tapınmaktadır. Binaenaleyh, tüm bireylerin
oyuyla iş başına gelecek bir hükümetin, halkın isteklerini gözetmesi
gerekmektedir. Gidilmesi gereken yöne gidecek olduğunda kendisiyle halkın
beğenisi arasındaki irtibat kopmakta, halkın teveccühünü kaybetmektedir. Bu
yönüyle tüm toplumlarda halkın genelinin, ilerici düşüncelere sahip kişilere pek
fazla teveccüh göstermediğini ve onları teşhis edemediklerini görüyoruz.
Demokrasi yönetimi ilkesi -bu kelimenin bünyesinde barındırdığı heyecan
vericiliğin ve kutsallığın aksine- devrimci
bir
değişim ve ilerleme ilkesine aykırıdır. Eğer bir toplumda siyasi önderlik,
somut bir ideolojiye ve porsumuş gelenekleri ve çökmüş fikirleri değiştirme
şiarına dayanıyorsa, önder kendini, avamın oylarının sonucunda, bu çökmüş
kitlelerin bünyesinden çıkmış biri olarak göremez.
Binaenaleyh, burada şu mesele gündeme
gelmektedir: bir toplumda, demokrasiyle bağdaşmayan özel bir merhale
bulunmaktadır.
Bu mesele niçin Bandung konferansında söz
konusu edildi? Niçin üçüncü dünya ülkeleri üzerine düşünen sosyologlar,
gelişmekte olan ülkelere, Afrika, Latin Amerika, ve Asya ülkelerine mensup
sosyologlar bu meseleyi söz konusu etmiştir? Çünkü gelişmekte olan toplumların,
eski geleneklerini değiştirmekte olan toplumların, bu durgun merhaleyi
değiştirmeye ihtiyaç duyan toplumların isteklerinin ve beklentilerinin,
sıçrarcasına değişmesi gerekmektedir. Kendi maslahatlarını ve kendi
geleceklerini belirleyemeyen bireylerin oluşturduğu bir toplumlarda, devrimci
önderlik eğer bu bireylerin oyuyla gelecek olursa, önderin kendisi de onlarla
aynı cinsten biri olacaktır. Binaenaleyh, toplumun koruyucusu olacaktır.
Kabilevi ve bedevi bir toplumda, ilerlemeyi ve tekamülü başlatmak için bu
kabilenin öncelikle yerleşik hayata geçirilmesi gerekmektedir -medeniyetin ilk
alt yapısı olan- tarım ancak bu şekilde başlatılabilir. Çadırda yaşama ve hayvancılık
geleneğinin koruyucusu olan ve bu hayat tarzının sürdürülmesi gerektiğine
inanan biri ile halkın yerleşik hayata geçmesini, tarıma ve medeni hayata
başlamasını isteyen biri arasında seçim yapılacak olsa, şüphesiz göçebe halk,
göçebe toplumun seçkin, nüfuzlu, önde gelen şahsiyetleri, -bunlar geleneğe en
fazla tapınan ve en fazla muhafazakar olanlardır- göçebeliği, aynı hayat
tarzını, aynı toplumsal ilişkileri ve aynı göçebe geleneklerini sürdürmekten
yana olana oy verirken, bu hayat tarzına,
586
587
bu
geleneklere ve bu kabile yaşantısına inanmayan ve bu konuda bir devrim yapmak
isteyen kişiye kesinlikle oy vermeyecektir. Niçin bağımsızlığını yeni kazanmış
ülkelerde. (Afrika'daki tarihî ya da bedevî toplumlar ile Asya, Güney Amerika
ülkelerini ve Doğu Bloğu ülkelerini yani üçüncü dünyayı kastediyorum. Bunlar
hızla durgun ekonomik durumlarını ve çökmüş toplumsal yapılarını terk
etmelidir, istibdattan ve sömürüden hızla uzaklaşmalıdır; bunların,
psikolojilerinin, düşünce tarzlarının, ahlaklarının, eğitim biçimlerinin,
kültürlerinin, dinlerinin, ekonomilerinin, siyasetlerinin, toplumsal
ilişkilerinin üzerindeki uğursuz izlerini ortadan kaldırmalıdır, güvenilmez ve
tehlikeli iç unsurların kökünü kazımahdır, kendisinde üretim gücü, maddî ve manevî
savunma gücü yaratmalıdır) bugün niçin demokrasi, liberalizm, bireysel
özgürlükler ve tek tek bireylerin haklanna özgü değerler konusunda şüphe
oluşmuştur.
Hanry Martinet diyor ki: Bağımsızlığını yeni
kazanmış olan Çad'a gittim. (O dönemde bağımsızlığını kazanalı henüz bir yıl
olmuştu) orada kabilelerle, köylülerle, işçilerle hatta işçiden de kötü durumda
olan kişilerle203 konuştum. Onlarla temas kurup yavaş yavaş tanıştıkça
özellikle toplumsal kesimlerin yabancılara -özellikle de Avrupalılara- karşı
takındıkları muhafazakar ve ürkek tavır, yerini samimiyete bıraktı. Benimle
senli benli oldular, içlerindeki her şeyi benimle paylaştılar. Bir gün yavaşça,
başkalarının (kendi devletlerindeki bağımsızlık yanlısı siyasî kişilerin ya da
görevlilerin) görmemesine dikkat ederek, derin bir üzüntü ve bıkkınlıkla
karışık bir merakla bana şöyle dediler: "Sizler bu tür sözlere
âşinasınızdır, bir yıldan fazla bir süredir gelmiş bulunan bu bağımsızlık daha
ne zamana kadar sürecek? Bu sürekli mi olacak: yoksa bir gün
203-
Bir işçiden daha alt düzeyde bulunan, dilenci hayatı yaşayan, boş vermiş ve
berduş kişiler, Sous Proletariat
bitecek
mi?" Bu şekilde düşündükten sonra bu ülkeyi ve bu halkı bağımsız kılmak,
halkı özgürleştirmek isteyen bir düşünce karşısında onun oyunun nasıl bir
değeri olabilir? Tutmuş bağımsızlığının ortadan kalkmasını istiyor ve
sabırsızlanarak bu bağımsızlık belası acaba sürekli midir yoksa bir gün bitecek
midir, sonunda bir gün elini bizim başımızın üstünden kaldıracak mı diye
soruyor. İşte bu düzendeki halkın bu düzeydeki oyu...
Ömer zamanında (Peygamber'in hükümetinden
sonra, Ebubekir'in hükümetinden sonra, Ömer halife olmuş hacca gitmektedir.
(İran'ı ve Rum imparatorluğunu yenmiştir). Yaşlı bir adam, genç biriyle
beraber, şer'î bir meseleyi sormak için halifenin huzuruna gelmiştir. Yaşlı
adam: "Bu genç benim kervancımdır. Benim gelirim azdır, ona verdiğim
ücret, onun iki kişilik ailesini geçindirecek kadar değildir, üstelik kendisi
genç olduğu için evlenmeye de ihtiyacı vardır. Binaenaleyh, sahip olduğumuz
geleneğe uyarak kendi hanımımı bir geceliğine bu gence bırakıyorum. Bunun şer'î
açıdan bir sakıncası yok değil mi?!" diye sorar.
İslam gelmiştir, İslam'ın tüm dünyaya
yayıldığı Ömer döneminde bulunulmaktadır ve Mekke civarında yaşayan bir Arap,
böylesine bir şer'î meseleyi halifeden sormaktadır! Onun şer'î ve İslâmî
yaklaşımı budur! Bu tür adamların oyuna başvurulması gerektiğine inanmak,
Peygamber'in kendi toplumunun geleceğini tayin etmesi gerektiğine inanmaktan
daha mı ilericidir? Burada demokrasinin olabileceği söylenebilir mi? Ya da
demokrasi ideal bir düzen olarak sayılabilir mi?
Bu yönüyle bu tür ülkelerin özellikle de
bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerin sosyolojisi göz önünde bulundurulduğunda
demokrasi zayıf, hatta tehlikeli ve karşı devrimci bir mesele olarak söz konusu
edilmektedir.
Fransa'da
General De Gaulle geldikten sonra kabarelerde
588
589
son
derece iğrenç bir şekilde dans edenlere karşı mahrem yerlerini örtecek küçük bir
bez cache-sex (avuç içi ya da bir yaprak kadar olan küçük bir bez) alıp
oralarına koymaları talimatını verdi. Bunun üzerine "onun bu insanların
bireysel özgürlüklerini ortadan kaldırmaya ne hakkı var" diye özgürlük
feryatları yükseltildi. Liberalizme ve demokrasiye göre her insanın canının
istediği gibi dansetme özgürlüğü yok muydu? Batılı liberal demokrat ülkelerin
yaşadığı çöküntü, bu sistemin halkı yönlendirmedeki zaafının bir göstergesidir.
Profesör Shandel'in dediği gibi:
Demokrasinin ve özgürlüğün en büyük düşmanı, batılı şekliyle demokrasinin,
liberalizmin ve bireysel özgürlüklerin bizatihi kendisidir." Bugün Fransa
gibi liberalizm ve özgürlükçülük geleneği olan bir ülkeye gittiğiniz zaman üç
dört kişinin geceleri umumî tuvaletlerde, sokak ortasında, yattıklarını
görürsünüz, "clochard"lar her yere yayılmıştır, bütün caddelerde,
bütün sokaklarda, yabancıların gözlerinin önünde rastlanan bu görüntüler,
Fransa halkı için son derece onur kırıcıdır. "Clochard'lar herkesin
içinde, gelip geçene küfrederler. Genellikle ellerinde içki şişeleri bulunur,
üstleri başları pislik içerisindedir, içki içerler ve önlerine gelene
sataşırlar, para isterler, kötü konuşurlar, küfrederler. Bazen herkesin gözü
önünde son derece iğrenç ve sapıkça cinsel ilişkilere girdikleri görülür.
Kabareler ve fesat yuvaları, nitelik ve nicelik olarak o kadar artmaktadır ki,
toplumun iyiliğini düşünen insanlar bu durum karşısında bu ülke hızla çöküşe
gidiyor diye kaygı duymaktadır.
1962 yılında Saint Michael caddesiyle Saint
Germain-Des-Pares caddelerini birbirine bağlayan bir kavşakta, bir yıl
içerisinde bin yedi yüz cinayet (erime) işlendi. Sadece Saint Michael ve Saint
Germain-Des-Pares kavşağında bunca bıçaklama, dayak, hırsızlık ve tecavüz...
Niçin? Çünkü her bireyin, her şekilde toplumda canının istediği gibi
yaşayabileceği-
ne
inanılmaktadır. Bu durum, kapitalizmin, kendini geliştirebilmek ve daha çok
kazanabilmek için her türlü iyileştirmeyi, her türlü toplumsal erdemi ve ahlakı
gidererek her türlü fesadı meşru ve serbest kılması sonucunu doğurmuştur.
Bu özgürlükten, bu bireysel özgürlüklerden
kimler yararlanmaktadır? Hangi gerçek menfaat sağlanmaktadır? Güzel
düşünebilecek olanlar mı? Asla! Bunların karşısında kimin daha fazla istifade
etme gücü varsa, yani kimin daha fazla sui istifade etme gücü varsa, o istifade
etmektedir. Bir Avrupa şehrine gidip batı demokrasisinin ve liberalizminin
kimler için para, güç, mevki, makam, nüfuz ve servet getirdiğini görün. Acaba
Fransa'nın en büyük ulusal direniş kahramanlarından ve en büyük manevî
şahsiyetlerinden biri olan Verqueur gibi kişilere mi getiriyor? Kendisi, Paris
in en eski semtlerinden birindeki iki katlı harabe ve izbe bir evde
yaşamaktadır. Kendisini bilip tanımasanız, yaşadığı hayata bakarak onun bu
ülkenin en zavallı insanı olduğunu zannedersiniz.
O, Hitler'in Paris'i işgali sırasında
Fransız halkının şanlı direnişine önderlik etmiş biridir. O, bu büyük milletin
siyasal ve ulusal övüncüdür, günümüz Fransa'sının hatta Avrupa'sının ilerici ve
özgürlükçü güçleri, onu sınıflar ve partiler üstü bir ulusal kahraman olarak
görür ve ona saygı duyarlar. Paris'te oluşturulan ve komünistlerin,
Katoliklerin ve egzistansiyalistlerin rakip cenahlar olarak birbirlerine
girdikleri yıllık "Marksist Düşünce Haftası'' kongresinde Verqueur
başkanlık görevini üstlenmiştir. Onun üstün kişiliği, bunların tümüne kendini
kabul ettirecek kadar yüksek düzeydedir. Fakat bunca büyüklüğe sahip olan bu
insanı kim tanımaktadır? "Halk" arasındaki yeri nedir? Hangi güce ve
nüfuza sahiptir? Fransız toplumunun önderliği konusunda hangi paya sahiptir?
Fransız toplumunun tek tek tüm bireylerinin,
Verqueur'u ya da Verqueur dışındaki bir başka şahsı seçme konusunda
c;an
özgür
olduğu doğrudur. Fakat bu özgürlükten, en güçlü olanlar, oy yaratanlar! özgür oy
yaratanlar! faydalanmaktadır.
Bu oy yaratma bilinen şekliyle bir oy
yaratma değildir. Yani birkaç görevlinin, onlarca sahte seçmeni sandık başına
getirip, on binlerce sahte ismi seçmen listesine eklemesiyle ve bir gece yarısı
gelip sandığı açarak oyları değiştirmesiyle olmuyor. Halkın her canının
istediğine oy vermesi, canının istediği bir ismi yazıp sandığa atması, okumakla
görevli olanların, olması gereken her ismi okuyacaklara şekilde özgür olması,
oyları yazanların, canlarının istediğine oyları yazacakları şekilde özgür
olması, daha sonra canlarının istediği kişiyi en çok oyu alan şahıs olarak ilan
etmeleri, devletin de oyların ilan edilmesinden ve adayların belirlenmesinden
sonra, canının istediğini telgrafla meclise taşıması biçimindeki mutlak bir
özgürlükle de olmuyor!
Hayır, bu tür oy yaratma biçimi, Batılı
demokrasi işinde henüz acemi olan, yüzsüz aydınların ve aptalca davranışlarıyla
maskara olan bürokratların Batılı demokrasi iddialarında bulunduğu geri kalmış
ülkelere özgüdür. Bu, ekonomideki, üretimdeki! hayat tarzındaki,
şehircilikteki, mimarideki, toplumsal örgütlenmelerdeki, idarî kuruluşlardaki,
hatta halkla konuşma biçimlerindeki, siyasî nutuklarındaki ve daha bir çok
şeydeki yenilikçilik, ilerleme, Avrupalılaşma, uygarlık ve çağdaşlık
iddialarına benzemektedir, sahtekarcadır, yapaydır ve yasa dışıdır.204
Batı'da böyle yapmıyorlar. Onlar
"asil'dirler, nasıl olgunca hareket edileceğini bilirler, nasıl gizli
işler yapılacağını, en iğ-
204-
Tıpkı gıda maddelerinde yaptıkları sahtekarlıklar gibidir. Biz, ölmüş tavuğu ya
da karga etini piliç eti diye halka yedirmekle ya da inek ya da koyun sütüne
beceriksizce su katmakla sahtekarlık yapıyoruz; onlarsa pilice ya da ineğe
yaptıkları iğne ile sahtekarlık yapıyorlar. Doğal ve yasal sahtekarlıkla yapay
ve yasa dışı sahtekarlığın anlamı işte budur.
592
renç
insanlık karşıtı işleri, nasıl en yüce işlermiş gibi göstereceklerini, onları
nasıl en güzel ve en aldatıcı perdeler altında gizleyeceklerini bilirler. Onlar
sahte oyları seçim sandıklarına gece yarılarında gizlice atmıyorlar. Onlar,
sahte oyları gece gündüz, açıkça, ama daha bilimsel bir şekilde ve daha
beceriklice "oy yaratma" sandıklarına yani beyinlere ve kalplere
sandığın sahibinin haberi bile olmadan atıyorlar. İşte gerçek ve fiilî demokrasi
ve liberalizm burada başlıyor. Yani ondan sonra birey gerçekten özgürdür, her
kimi "canı istiyorsa'', aklından kimi geçiriyorsa, hafızasında kim yer
etmişse, gönlünden kime inanıyorsa, kimin hayatını, faziletlerini, kişiliğini
dikkate alıyorsa, ona oy vermektedir. Oyu sandıkta tam bir güven içerisindedir,
sapasağlam ve el değmemiş bir şekilde dışa-n çıkar, hızla ve dikkatle
hesaplanır, bu şekilde halkın zihninde düşündüğü, gönlünden geçirdiği kişiler,
ulusal meclislere gider.
"Doğal
ve yasal sahtekarlık'' işte budur!
Seçim yaklaşınca, yüzlerce makale, onlarca
kitap, film, tiyatro, çeşitli biçimlerde, çeşitli şekillerde rengarenk binlerce
doğrudan ya da dolaylı reklam, görürsünüz. Biyografilerden, resimlere ve
isimlere kadar her şey kalçalarda, göğüslerde ve seçimle ve demokrasiyle ilgili
diğer hassas bölgelerde yayımlanır. Mankenler, dansözler, ünlü ve sevilen
sanatçılar, sinemalarda, diskolarda, sokaklarda, parklarda cumhurbaşkanı
adaylarından biri ile ilgili olarak halkın karşısına çıkar.
Halkın bilgisi, görüşü ve duyguları böyle mi
şekillendirilir? Toplumsal meselelerde, özellikle de siyasî meselelerde
çoğunluğa sahip olan sıradan halk kitlelerinin, çoğunluk oylarını (demokraside
ve liberalizmde hükümeti ve lideri tayin eden yalnızca sayısal çoğunluktur)
bilimsel bir şekilde incelemek suretiyle bir kanaate vararak ve belli felsefî
düşüncelere ya da sosyolojik incelemelere dayalı olarak adaylar ya da aday
olma-
593
yanlar
üzerinde yaptığı derin araştırmalarla belirlediğini ve evinden sandık başına bu
şekilde giderek kendi belirlediği birine oy verdiğini var saymak büyük bir
saflık olacaktır. Eğer böyleyse seçim organizatörleri, seçim propagandaları
için niçin boşu boşuna kırk milyon dolar harcasın ve binlerce propaganda
yöntemi geliştirsin?
Eğer böyleyse, eğer halkın çoğunluğu
Gaulleist ise niçin De Gaulle'ü düşürdü? Eğer çoğunluğa sahip değildiyse niçin
tüm kişiliğini, nüfuzunu ve siyasî yönünü De Gaulle'den alan ve kendisi de ünlü
bir Gaulleist olan vekilini seçti?
Fransa'da geçen yıl -1967- gerçekleşen
gençlik isyanında sadece Frang'ın değil Dolar'ın da tüm Fransızların oylarını,
sadece sağcıların, geleneğe tapınanların ve kapitalistlerin değil; solcuların,
okumuş gençlerin ve üniversite öğrencilerinin de oylarını el altından
belirlediğini gördük. Amerikan başkanlarının, Fransız cumhurbaşkanlarının ya da
İngiliz başbakanlarının seçim mücadeleleri sırasında ve seçim konuşmaları
sırasında sıradan halk kitlelerinin tarafını tutmak yerine, özenle, büyük bir
yağcılık ve dalkavuklukla, bankerlerin, büyük sermaye sahiplerinin,
Yahudilerin, kabare ve kumarhane sahiplerinin ve ırkçıların meselelerini
gündeme getirmesi, kendi siyasî misyonları olarak bunları ortaya koyması boşuna
değildir. Zira Amerika'daki bir kaçakçı ya da gangster, başkanı belirleyecek oy
toplama noktasında bir yazardan ve bir düşünürden yüz kat daha etkilidir. Zira
onlann elinde çok daha fazla oy vardır.
Robert Kennedy gibi birinin seçim
konuşmalarında dünya kamuoyunun kendisinden beklediğinin ve tüm Kennedylerin
sahip olduğu iddia edilen siyasî çizginin aksine İsrail yanlısı bir tavır
takınması, mafya gangsterlerinin yardımıyla Amerika'nın siyasî geleceğini tayin
eden Nevv York'taki eşek kadar zengin Yahudilere yalakalık yapması, "para,
cinsellik ve ta-
bancayla"
oy toplayarak şerefini bir tarafa bırakması tesadüfi değildir. Bunları
yapmasaydı seçilemezdi.
Şüphesiz günümüzün tüm mevcut propaganda
araçlarını kullanarak, toplumsal, sanatsal ve edebî imkanları kullanarak
yaratılan oylar, para ve güç sayesinde olmaktadır. Evet, "oy verme"
konusunda özgürdürler; fakat "oy yaratma'nın köle-sidirler. Zira oyunu
beynine parayla yerleştirmiş sonra da onu kime isterse ona oy verme konusunda
özgür bırakmıştırlar.
Amerika'nın ve Avrupa'nın günümüzdeki siyasi
durumuna bakarak "çoğunluğunun oyuyla" seçilen kişilerin, bu
toplumların en seçkin ve en layık kişiler olduğunu, günümüz uygarlığının ve
insanlık düşüncesinin numuneleri olduğunu söylersek, bu Avrupa toplumuna da
insanlığa da büyük bir hakaret olur.
Fransa'nın en büyük matematikçilerinden ve
Avrupa'nın en büyük düşünürlerinden biri olan Schu/artz gibi bir insan, ne
kapitalizme (kapitalizmin en büyük muhaliflerinden biri olduğu için Fransa'nın
en güçlü oy üreticileri onun için hiçbir şey yapmamaktadır) ne de komünizme
bağlı olmamasından dolayı, seçim mücadelesinde, kendisinin ve fikirdaşlarının
propaganda ilanlarını bastıracak parası olmadığı için belediyede bu iş için
tahsis edilmiş özel bütçeden para almaya mecbur kalmıştır. Özgürlük vardır; ama
bu şekildedir. Oy verme özgürlüğü vardır; ama oylar özgür değildir. Oyları
üretip ondan sonra halkı oy kullanması için özgür bırakmaktadırlar. Zira
kapitalist toplumda siyaset bürokratları ve toplumun geleceğini kuranlar ve oy
üretenler, istediği kişiye oy verme özgürlüğüne sahip olsa da bu halktan
emindirler. Çünkü bu oyları geri getirebileceklerdir, bunlar, halka bunu
yutturabileceklerdir. Herkesin özgürce koşabildiği bu özgür meydanda, daima
yayalar geri kalacak ve atlılar kazanacaktır. Binaenaleyh 18. ve 19.
yüzyıllarda Avrupa'da söz konusu edilen bu özgürlük, burjuva
594
ve
sermayedarlar tarafından söz konusu edildi. Avrupa'nın gerçek özgürlükçüleri
bunlardır. Peki niçin? Ekonomik kayıtları kaldırsınlar, sınırlar açık
bırakılsın, gümrük kanunları, mali yönetmelikler, yatırım şartları vs. engel
olmaktan çıkarılsın; iş alanları, yatırım, teşebbüs, artı değer vs. tamamen
açık bırakılsın, ta ki böylece herkes, her istediği şekilde, istediği ölçüde
hareket edebilsin. Böylesi bir meydanda "herkes'in kimler olduğu açıkça
ortadadır. Herkes sadece akılla değil, görerek, duyarak ve dokunarak da bu
özgürlüklerin, sermayedarın yüz Tümen parayla, hiçbir kayıt ve sınırlama
olmaksızın -hiçbir hukukî kurala, ekonomik, toplumsal ve insanî sınıra, riayet
etmeksizin- her türlü aracı kullanarak, çıkarına uygun gördüğü her türlü
yöntemle bir yıl içerisinde on bin tümen kazanması için olduğunu fark edebilir.
Gerek Avrupa'da gerekse Avrupa dışında, "bırakınız geçsinler, bırakınız
yapsınlar" (La-issez faire, laissez passer) sloganı kime aittir? Kim
geçecek? kim yapacak? Nereye gidecek? Ne yapacak? Bu soruların cevabı açıktır.
Son iki asırdaki kapitalizmden, son iki asırdaki sömürüden, son iki asırdaki
acımasız istismardan daha açık cevap olabilir mi? Kim geçecek? Kim yapacak?
Şüphesiz parası olanlar, sermayesi olanlar, gümrükten dönen malı olanlar.
Yıllardır aydınları, dünya insan hakları
savunucularını, özellikle de geri kalmış ülkelere mensup aydınları ve
reformcuları etkisi altına almış olan, onlar için heyecan verici birer ilahî
kelime olan bu liberalizm ve bireysel özgürlükler, insanî değil, ekonomik
liberalizmdir. İnsan haklarından yana olan biz saf kişiler, bunu insanî sanıp
övüyoruz, onun için fedakarlıklar yapıp şehitler verdik, en temiz
kahramanlarımızın pak kanlarını onun uğrunda toprağa döktük. Bu iğrenç bir
zaferdi, onun sancağı, Avrupalı işçilerin sömürüsü, Asyalı, Afrikalı, Güney
Amerikalı insanların sömürüsü üzerine dikildi. Biz saf doğulular, bu
liberalizmle sadece çağdaş olduk. Batılı burjuva-
lar
ise kapitalist oldular. Avrupa'daki insancılların demokrasi, liberalizm,
bireysel özgürlükler ve insan hakları sloganı attıkları, hümanizmin
hararetlendiği bir sırada, bu güzel sözlerin ve bu heyecan verici sloganların,
kitap, müzik, tiyatro, resim vs. alanındaki şaheserlerde işlendiği bir sırada,
bu manzaranın saf ve temiz insancıl aydınlarının gözlerini yaşarttığı bir
sırada, Fransa'daki büyük devrimden sonra çoğunluğun oyuyla iş başına gelmiş
olan liberal demokrat hükümet, resmî bir bildiri yayınlayarak şunları
söylüyordu: "Bayanlar, baylar, Fransa halkı... Cezayir'in -Cezayir'in
başkenti- bombalanmasını yakından izlemek isteyen herkes, falan yılın falan
ayının falan gününde... Fransız ordusunun izleyiciler için tahsis ettiği belirli
yerlerden yer ayırtabilir ve ordunun operasyonlarını yakından
izleyebilir"!
Evet demokrasinin ürünü olan bu liberal
hükümet, büyük bir şehri bombalayacağını ve zayıflıktan başka bir suçu olmayan
bir halkı katliama tabi tutacağını duyuruyor. Büyük Fransız devriminin kültürel
vârisi olan aynı liberal demokrat hükümet, Madagaskar'da bir gün içerisinde 45
bin kişiyi katliama tâbi tutuyor. Bu cinayetler, orta çağda ya da Versaille
sarayında oturan Luis'ler döneminde işlenmedi. Avrupalı olmayanların halklarını,
kültürlerini, zenginliklerini, tarihlerini, ve uygarlıklarını yok eden
emperyalizm, demokrasiyi meydana getiren devletleri meydana getirdi.
Liberalizme inanan devletleri meydana getirdi. Bu cinayetler, ne papazların, ne
engizisyonun, ne de Sezarların eliyle değil. Batı demokrasisinin ve
liberalizminin eliyle işlendi. Ne zaman? On dokuzuncu ve yirminci asırda yani.
liberalizmin, demokrasinin, özgürlükçülüğün, insancıllığın ve insan
kardeşliğinin yalnızca Avrupalıların bildiği birer kelime olarak dünyaya ilan
edildiği yıllarda; keza, güçlü ve etkili bir dalganın modern sanatı, edebiyatı,
şiiri, kültürü ve felsefeyi kapladığı ve yağmalanan, perişan haldeki doğulu ay-
596
597
dınların
-bu sahte ve aldatıcı kelimelerin en bilinçsiz, en savunmasız ve en mazlum
kurbanları bizatihi bu aydınlardı- bunları heyecanla haykırdığı yıllarda...
Avrupa burjuva demokrasisinin ve tüccar
liberalizminin kurbanı olanlar sadece Asya'da. Afrika'da ve Latin Amerika daki
bizler değiliz, bizden önce Avrupalı yığınlar, sermayedarların bu aldatıcı
yağmalarıyla ve sinsice baskınlarıyla yere serilmiştir. Emperyalist sülükler,
güzel ve renkli özgürlük perdesi altında onların kanlarını emdi, bizim her
şeyimizi, bugünümüzü, yarınımızı, hatta geçmişimizi tarihimizi, yok etti,
çir-kinleştirdi, alaya aldı. Bu özgürlük içerisinde, bu demokrasi rejimleri
içerisinde, Avrupa halkları, kapitalizmin kölesi oldu. Biz ise "ikinci sınıf" insanlar, "yarı
insanlar", vahşî taşralılar, yan vahşîler, yamyamlar, yeteneksizler,
tembeller, kıt akıllılar, geri kalmışlar, okuma yazma bilmez, kültürsüz,
mantıksız insanlar, taşralılar, ve fareler olduk! Kapitalizme ve sömürüye
-şimdi üstüne demokrasi elbisesi giymiş, yüzüne de liberalizm örtüsü örtmüştür-
özgü böylesi bir ateşin tüm dünyayı sardığı böylesi bir dönemde, savunmasız
Müslümanların, Hinduların, sarı ve siyah derili halkların yağmalandığı böylesi
bir dönemde hangi insancıl, hangi düşünür, hangi Avrupalı sosyalist ve hatta
hangi Avrupalı komünist itiraz etmektedir?
Victor Hugo, "Sefillerde heyecan, duygu
yükü ve insanî incelik dolu bir şaheser meydana getirmiştir; ama böylesi bir
eserin yazıldığı dönemde bizlerin dünyanın bu köşesinde kalleşçe katliama
tutuluşumuzu, yağmalanışımızı ve yok edilişimizi unutabilmemiz mümkün değildir.
Ben Marks'ı. Engels'i, Prodhon'u ve diğer
sosyalistlerle devrimcileri asla bağışlamıyorum; biz, Doğuda yağmalanırken,
onlar Batı'da sermayedarlarla işçiler arasında adilce bir paylaşıma gidebilmek
için yapılan kavganın adını işçi hakla-598
Ümmet
ve İmamet
rı
koyuyorlardı.
Marks kapitalizmi Batı mallarını biriktirme
işi olarak tanımlıyordu, ben ise bir Asyalı olarak, cinayet ve hırsızlıkla
bi-riktirildiğini görüyorum. 19. yüzyılda yüz binlerce Fransız ve İngiliz işçi,
imza toplayarak, grev yaparak, Mısır'daki, Kuzey Afrika'daki, Hindistan'daki
vs. askerleri geri çekmeyin, bu malların oralara dayatılması ve oraların
yağmalanması sayesinde bizim ücretlerimiz yükseliyor diye hükümetlerine baskı
yaptılar. İngiltere'nin demokrat yönetimi, yüz binlerce kişilik İngiliz
işçisinin oylarına sahip olmak için askerlerinin Afrika'dan dönmesine izin
vermedi ve onlara şu uygun cevabı verdi: Ben de sizin oylarınıza ve
görüşlerinize uyarak bu şekilde hareket ediyorum.
Yüzde yüzü okur yazar olan, asırlar boyunca
toplumsal ve siyasal kalkınmışlığa sahip olan, her Fransız'ın ortalama olarak
günde 250 sayfalık kitap okuyarak toplumsal ve siyasal kalkınmışlığa sahip
olduğu böylesi bir Avrupa ülkesi, bu tür bir geleneğe sahip bulunuyorsa, siz
Evs, Hazrec, Gatafan ve He-vazin, kabilelerinden, Peygamber'in toplumlarının
siyasî geleceğine müdahale etmesine ihtiyaç bırakmayacak şekilde bir siyasî
gelişmişliğe sahip olmasını nasıl beklersiniz?205
Burada söz konusu olan bir diğer mesele de,
iki tür demokrasinin bulunuyor olmasıdır: Serbest demokrasi ve yönlendirilmiş
(yükümlü) demokrasi (Democratie dirigee ya da Democratie Engagee)
Yükümlü olmayan demokrasi, sadece halkın
oyuyla iş başına gelen ve halkı geleneklerine ve taşıdığı özelliklere göre
205-
Bu mesele ile ilgili ayrıntıları İslam-Şinasî [bilim] kitabımda ele aldım. Bu
konuyu aynı cümlelerle ifade ettim. Toplumda resmî din unvanlarına ve ününe
sahip kişiler, [Hüseyniye-yi] irşad aleyhinde yazdıkları bildiride şöyle
dediler: "Ebu-bekir'in hükümetini demokrasi olarak gören ve demokrasi,
halkı kendi geleceğini tayin etme noktasında peygamberin müdahalesine muhtaç
olmaktan çıkardı diyen bu kirli kaleme Allah lanet etsin!!
599
ALI
yönetmekten
başka bir yükümlülüğe sahip bulunmayan hükümettir.
Yükümlü demokrasi ise ilerici ve devrimci
bir program doğrultusunda kişilerin görüşünü, halkın kültürünü, dilini,
toplumsal ilişkilerini ve toplumun şeklini değiştirmek, ona en iyi şekli vermek
isteyen yönetimdir. Bu iş için bir ideolojiye sahiptir, somut bir düşünsel
öğretiye sahiptir, titiz bir planlamaya sahiptir, hedefi, tek tek bireylerin
beklentilerine ve oylarına uygun gözükmek değildir. Hedefi, toplumu bu öğreti
doğrultusunda, yüce noktalara yükseltecek ve devrimci amaçlarını
gerçekleştirecek makamlara ve derecelere ulaştırmaktır. Bir kısım insanlar bu
yola inanmıyorsa, davranışları ve oyları, toplumun durağanlaşmasına ve
bozulmasına sebep oluyorsa, gücüyle ve parasıyla bu özgürlükten kötü yönde
yararlananlar olursa, insanı durağanlaştıran bir toplumsal yapı ve gelenekler
mevcutsa, o gelenekleri ortadan kaldırmak gerekmektedir, o düşünce tarzını
mahkum etmek gerekmektedir, -her ne şekilde olursa olsun- bu toplumu kendisini
taşlaştıran kalıplardan kurtarmak gerekmektedir. Ancak bu yükümlü demokrasi ve
ancak bu yükümlü önderlik, toplumu, geleneklerine göre değil, kendi devrimci
programına göre ilerici düşünsel ve toplumsal hedeflere ulaştırabilir.
Kuşkusuz İslam, yükümlü bir hükümettir.
Peygamber, yükümlü bir rehberdir. Rodinson'un -Peygamberimiz hakkındaki-
deyimiyle "silahlı peygamberdir!" O, bunu kinayeli olarak
söylemektedir; ama biz de itiraf etmeliyiz ki bizim peygamberimiz gerçekten
silahlı peygamberdir. Zira vahyi bildirip ondan sonra suskun kalan bir
peygamber değildir. O, şiarları ve mesajı ileten, bu mesajı gerçekleştirmek
için çaba harcayan, çile çeken, kılıç sallayan, kılıç darbeleri alan. dünyadaki
bütün hükümetleri: "Ya teslim olun ya da, mesajımı halka iletirken yoluma
çıkmayın, kim buna engel olursa kılıcımla karşılaşır."
diye
uyaran silahlı bir peygamberdir. Çünkü yükümlülüğü olan bir peygamberdir. O,
halkı hoşça vakit geçirsin diye kendi haline bırakan biri değildir. Bir
ıslahatçıdır, bir değiştiricidir, bir toplum dönüştürücüsüdür. Eğer oy [görüş]
bozuksa [fâsid] seçimin ana ölçüsü, inançların ve yolun temel belirleyicisi
olarak görmemektedir. Tersine, onun inancı ve çizgisi, bu oyu değiştirmekle
yükümlüdür. Risaleti ve işinin özü budur.
Binaenaleyh, bugün bir ülkede rehberliği
elde etmiş bulunan yükümlülük sahibi bir siyasî hükümet, özellikle durağan
ülkelerde, özellikle porsumuş gelenekler yüzünden sıkıntı çeken bir ülkede,
ilişkileri çökmüş olan bir ülkede, kültürü zayıf, toplumsal ilişkileri sağlıklı
olmayan bir ülkede, ihtilafların, zulmün, kirliliğin yaygın olduğu, yanlış
görüşlerin, cehaletin, yabancı unsurların bulunduğu bir ülkede, bu yükümlülük
sahibi grup, -dindar olmasa bile sorumluluk sahibi ise- devrimin kaderini satın
alınmış, cehaletin hurafelerin ve garazın oyuncağı olmuş değersiz oylar
demokrasisine bırakmamalıdır. Devrimi yürütmekle, önderlik etmekle ve hedefe
doğru yöneltmekle yükümlüdür. Sosyoloji açısından bunlara "yükümlülük
sahibi olanlar" diyoruz. Siyasal sosyoloji açısından bu grup, bireylerin
oylarının çokluğuna dayanan insanlar değildirler, idealleri, inançları ve
düşünceleri gerçekleştirerek, bireylerin düşünsel çizgisini değiştirmekle
yükümlüdürler. Toplumsal ilişkilerde, kültürün ve teknolojinin tekamülünde ve
devrimci hareketin gelişmesinde kendi ideolojisine dayanır. Binaenaleyh, bu
yükümlülük sahibi grubun siyasî önderliği, toplumun kaderini eline alınca tüm
hedefi, toplumu kendi devrimci öğretisine göre yetiştirmektir. Toplumsal düzeni
ideolojinin gerektirdiği şekilde yeniden yapılandırır, halkın kültürünü,
ahlakını, inancını, görüşünü, devrimci bir şekilde değiştirir. Hatta bunu oy
sayısına rağmen yapar. Niçin bu aşamada demokrasiye itina gösterilmemeli,
liyakat sahibi bir önderliğe ve devrimci bir ön-
600
601
dere
dayanılmalıdır? Çünkü halk oyları henüz, en liyakatliyi seçebilecek durumda
değildir. Hâlâ çöküntü halinde olan kitleler, en liyakatli önderi belirleyecek
niteliğe sahip değildir. Binaenaleyh, bir yandan çöküntü halindeki geri kalmış
bir toplum, bir yandan da devrimci, ideoloji sahibi ilerici bir rejim söz
konusudur.
Devrimin siyasî zaferi hızlı olduğu ölçüde,
toplumun düşünsel olarak yetiştirilmesi ve devrimci yapılanma, uzun bir döneme
ihtiyaç gösterir. Öncelikle düşünsel temizliği sağlamak ve ahlakı iyileştirerek
toplumdaki devrimci yapılanmayı tamamlamak için Lenin'e, göre yarım asra
ihtiyaç vardır, Çin devrimci kültürüne göre ise bu, sürekli yapılmalıdır,
ikinci olarak gerici ruhun yenilenmeye gideceği, cahilî ve karşı devrimci
unsurların yeniden dirilebileceği göz önünde bulundurulmaktadır. Stalin,
-birbirinden ayrı ve birbirini takip eden iki aşama olarak- komünizmle
sosyalizm arasında şu ayrımı yapmaktadır: Bolşevik devriminden sonra, sosyalizm
aşamasından, nihaî aşama olan komünizm aşamasına geçebilmek için devrimci
çalışmanın nesiller boyunca sürdürülmesi gerekmektedir. Oysa 1917'de iş başına
gelen devrimci rejim, komünist rejimdi. Komünizmin devrimci yapılanmasını bir
misyon olarak üstlenmesi gereken siyasî sistem, demokrasi değil
"proletarya diktatörlüğü "dür. Tüm çağdaş devrimler, devrimci rejimin
iş başına gelmesini ve gerici rejimin devrilmesini, devrimin zaferi olarak
gören geçmiştekilerin aksine şuna inanmaktadır: Devrimin yapılmasından yıllar
geçmiş olmasına rağmen karşı devrimci unsurların ve eli kesilmiş düşmanın
tehlikesi geçici olarak tilki uykusuna yatmıştır, darbe vurulan yılan bayılmıştır;
ama hâla canlıdır ve mevcut bulunmaktadır. Devrimden sonraki sükunet döneminde
ansızın ortaya çıkmak, düzeni içeriden çökertmek için fırsat kollamaktadır. Bu
sükunet dönemi de çoğunlukla ilk devrimci neslin, özellikle de devrim
rehberinin
ölümünden sonra ortaya çıkmaktadır. Oluşan fetretin ortaya çıkardığı siyasal
boşluk içerisinde, devrimcilerin gitmesiyle profesyonel siyasetçiler ve halkı
kandıranlar gelmekte ve yeni önderler ortaya çıkmaktadır. Resmî formaliteler,
bürokratik ve siyasî protokoller, demokratik kandırmaca-lar, içeriği
boşaltılmış taklide dayalı sloganlar, aşkın, sadakatin, hakperestliğin ve
devrimci samimiyetin yerini almaya başlar. O kadar ki, tartışmasız bir kişiliği
bulunan kurucunun ölümünden sonra, partisel ve sınıfsal çekişmeler, siyasî
gruplaşmalar, gizli ya da açık başka bir takım sebeplerle oluşturulan seçim
ittifakları ve gruplaşmaları, devrim önderinden sonraki ilk kişiyi demokratik
bir yolla seçebilmek adına halkın birleşik devrimci cephesini darmadağın eder,
devrimcileri iç savaşa sürükler. Bazıları diplomatik oyunlarla yabancı güçlere
bile yakınlaşmaya başlar. (Yabancı güçler, devrim dışı güçler olabileceği gibi,
ülke dışı güçler de olabilir)
Devrimin ezici gücüyle ve devrimin ilk
önderinin önlemleriyle tilki uykusuna yatmış olan yüzlerce korkunç yaratık ve
toplumun kanında hâlâ mevcut bulunan binlerce hastalık mikrobu, sonraki
nesilde206 ortaya çıkan uygun ortamda -genellikle rehberin ölümünden sonra
ortaya çıkan- iç çekişmelerin, havayı ısırmasıyla, yavaş yavaş ya da ansızın
canlanır. Kendini göstermeye başlar, devrimi içeriden kemirir, takındığı yeni
çehreyle eski câhiliyeyi diriltir, halkçılık adına halkı yok eder. Devrimin
kendilerine karşı yapıldığı bu egemen sınıf, bu güçler ve bu kişiler, daha önce
devrime karşı savaşıp yenilmiş olmalarına rağmen, para sayesinde, toplumda daha
önceki dö-
206-
Hatta belki de ilk nesilde, ama önderden sonra... Bunun en iyi örneği
islam'dır. Hulefa-yı râşidîn'in tümü, islam devriminin ilk neslindendi, hepsi Peygamber'e
yakındı. Fakat daha sonra yapılan "Sakife" seçimiyle, devrimin ilk
rehberinin, ya da öğretinin kurucusunun (Peygamber) yerine geçecek kişinin,
yani hilafetin tayini noktasında "beyat ve şura" ya da
"icma" sloganının öne çıkarıldığını görüyoruz.
602
603
nemde
sahip oldukları nüfuz, güç ve imkanlar sayesinde, seçim sandıklarından
çıkarlar. Ekonomik ve toplumsal güçlerinin değişmesiyle, manevî güce, genel
gidişata, reklam, yeteneklerin istihdamı, dinî ve millî şahsiyetlerin celp
edilmesi yoluyla sızarak, aldatıcı oyunlarla hızla renk değiştirerek, eski
devrimcilerden çok daha sert ve ateşli gözüküp onları geçerek, kendi
liyakatlerini ve itibarlarını hakim devrimin emrine vererek, güç kazanmak için
iç savaş başlatmış olan cenahlardan birine yaklaşarak, kendilerini devrime
vâris kılarlar. Artık geçmişin canavarları, bugünün adliyecileri olmuştur.
İstibdat sultanının vekili sıfatıyla -meşrutiyet devriminin hatibi- Mul-kü'l-
Mütekellim'in kafasını kesen, Millî meclis tarafından seçilmiş başbakan, senato
başkanı ve Şah Muhemmed Ali Mirza bahçesinin celladı Aynu'd- Devle'yi,
Meşrutiyetin kurulmasından sonra halk hükümetinin millet vekili sıfatıyla
Mulkü'l-Mütekellim'in heykelini diken kişi olarak görüyoruz. Maske takınmış
düşmanın yüzünü açıkça ortaya koyan düşmandan daha tehlikeli olduğunu bilmeyen
kimdir? Diktatörlük, markalı şişe içerisindeki zehirdir, onu bir günde
içirirler, demokrasi ise içine zehir karıştırılmış tatlı bir lokmadır; ama onu
çöküntü halindeki bir topluma, yüzlerce minnet içinde bahşederler. Sen binlerce
ümit ve yalvarıp yakarma ile düşmana el avuç açarsın, onlar bunu bile bedava
vermezler! Bu, kör bir hastanın katilinin eliyle değil, ilaç şişesi içerisinde
doktorunun eliyle aldığı zehirdir. Fakat tuhaf olan şu ki, zavallı hasta, zehirlendiği
halde, felç olduğu halde, ölecek duruma geldiği halde şarkılar söyler ve bu
olayın yıldönümlerini kutlar.
Bu yüzden yeni devrimci rejimler, henüz işin
başı demek olan siyasî zaferden sonra devrimin kaderini demokrasinin titreyen
ellerine asla bırakmazlar. Henüz bir oya sahip olmayan, oya sahip olsa bile
oyları gerici bir nitelik taşıyan halk çoğunluğuna bırakmazlar. Çünkü geri
kalmış geleneksel bir toplum-
da
gerçekleşmiş bir devrim söz konusudur. Burada aileye, kabileye, kavme dayalı
topluluk ruhu (Durkheimci sosyalizm) bireysel özgürlüğe (Durkheimci
indüvidualizm) musallat olmuş durumdadır. Böylesi bir toplumsal aşamada her
topluluk -aile ya da kabile- bir oya sahiptir. Zira bir kabile bir şahıstır ve
bir "oy'dur. Diğerleri ise sadece birer "baş" olmaktan ibarettir
[kelle sayısıdır] demokrasi ise "oy" ile "baş" arasında
fark gözetmemektedir. Siyaset sosyolojisinde "oy" sayısı ile
"kelle" sayısının birbirine denk olduğu [aynı şey olduğu] görülmemiştir.
Hatta Fransız devriminin üzerinden iki asır geçmiş olmasına rağmen bugünkü
Batı'da da durum böyledir.
Bana göre Sakife'deki oy sayısı beş taneden
daha fazla değildi. İki kabile olan Evs ve Hazrec, Ensar'ı yani Medineli
Müslümanları oluşturuyordu. Bunlar iki oya sahipti. Evs'in reisi (Sa'd bin Muaz)
ölmüş olduğu için doğal olarak Hazrec'in reisi Sa'd bin Ubade, Mekkeli olan
Muhacirler ve Kureyş kabilesi karşısında Medinelilerin temsilcisi olmaktaydı,
dolayısıyla Evslilerin de oyuna sahipti. Pratikte de böyle olduğunu görüyoruz.
Her iki kabile Sakife'de toplandılar, hepsi bir oya sahipti o da Sa'd bin Ubade
idi. İki ayrı kabile olan bu kabileler, iki oya sahipti yani reislerinin oyuna
[sahipti]. Diğer üç oy ise bağımsız siyasî olgunluğa erişmiş, ne yaptığının ve
ne yapması gerektiğinin bilincine varmış olan Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde bin
Cerrahtan oluşuyordu. Sakife demokratik seçiminde, şûrasında ve icmasında
birkaç bin eli Ebubekir'in elinin üstüne koyduran o iki kabile, iki oydan
ibaretti, yani iki oy çarpı birkaç bin oy. Binaenaleyh. Şia ile Ehl-i Sünnet
arasında vesayet, imameti tayin, şûra, beyat, hilafet ve icma gibi ihtilafları
bir kenara bırakalım. Bugün yükümlülük sahibi önderlik ve devrim açısından,
bozuk ve çökmüş bir toplumda bir devrim yapılmıştır; ama cahilî kökler ve
sapkın unsurlar, onun derinliklerinde hâlâ çok güçlüdür. Yüzlerce müzmin
hastalık
604
605
mikrobu
halkın vicdanlarında hâlâ gizlice varlığını sürdürmektedir. Gerici unsurlar,
devrimle silahlarını bıraktılar; ama tehlikeli bir güce ve nüfuza hâlâ sahip
bulunmaktadır. Her zaman işin içinde var olan güçlü ve becerikli dış eller,
içerideki yüzlerce el ile elbirliği etmektedir. Bu eller henüz kesilmemiştir.
Yeni ideolojiye katılan güçler, devrime inanmakta hatta bu konuda taassjup
göstermektedir; ama henüz devrimci bir vicdana kavuşmamıştırlar, Akide
açısından değişmiş olsalar da görüş, ruh, davranış ve ahlak hâlâ eski cahiliye
üzerinedir. -Bu, hareketi içeriden tehdit edip bozan en büyük tehlikedir-
Devrimci güç, topluma hızla egemen olduğu için tüm güçler, cenahlar, sınıflar,
ve şahsiyetler, bunun karşısında temkin gösterdiler. Ama hepsi birbirine
yabancıdır, ya münafıktır, ya, fiilen sinmiş düşmandır, hepsi siyasî
önderlikteki, en küçük bir zaafı kollamaktadır. -Böylesi bir durumda- Devrim
önderinin ve öğretinin kurucusunun, süratle elde edilmiş olan bu konumdan
dolayı gurura kapılmaya, devrimin tehlikeden kurtulmuş olduğunu sanmaya hakkı
yoktur. Toplumun yazgısını ve hareketin sorumluluğunu kendi haline bırakmaya,
kendi ölümünden sonra rehberliğin sonunun ne olacağını düşünmeme-ye hakkı
yoktur. Batı liberalizmi kuruntularına kapılarak devrimi böylesine bir toplumda
"kelle sayısı demokrasisine" teslim etmeye hakkı yoktur. Hareketi,
öğretiyi ve devrimin tüm kazanımlarını, siyasî komplolara, iç çekişmelere,
siyasetçilerin, maceraperestlerin, avam aldatanların, cenah kuklacılarının,
para büyüsünün, hilelerin ve dış düşmanın eline bırakmaya hakkı yoktur.
Oylarını bir binek, ya da bir tabak ab-goşt207 karşılığında önüne çıkan herkese
hediye eden köle ruhlu, taklitçi cahil avamî yığınlara bırakmaya hakkı yoktur.
Bunlar, oyları yeni özgür olanlardır. Bir de sahipleri tarafından belirle-
207-
Geleneksel bir iran yemeği [çeviren] 606
nen
esir koyunların oyları vardır. Onların beyinlerinde olanın değeri,
işkembelerinde olanın değerinin yanında hiçbir şeydir. Ab-goştçu özgür oylardan
ve bu esir koyun oylarından başka bir de büyülenmişlerin ve
eşekleştirilmişlerin oyları vardır. Onlar da Kuranın deyimiyle ruhanî-perest
[din adamına tapınan] olanlardır. Ahbarlarını, ruhbanlarını, büyücülerini, ve
avam aldatanları, kendi akılları, idrakleri, fikirleri, duyguları haline
getirdiler. Hatta onlar karşısında o kadar aciz kaldılar ki onların büyüleri
karşısında -her canlının- sahip olduğu işitme gücünü bile kaybettiler.
Elektriğin, basın yayının, radyonun,
sinemanın, daha bir çok kitle iletişim aracının bulunduğu, dünya görüşlerinin
geliştiği, bilimin yaygınlaştığı yirminci yüzyılın medenî toplumlarında bile,
sadece akılla ilgili şeylerde değil, duyularla ilgili şeylerde bile hâlâ yalana,
uydurmaya ve suçlamaya başvurulabiliyor. Var olan ve yaşayan, gözler önünde
olan, işitilebilen, genelin çok kolayca açık bir şekilde görebileceği şeylerde
bile, sadece bir tek kulağın ya da bir tek gözün yeterli olduğu, birkaç
sokaklık ya da caddelik mesafede bulunan, araştırması için beş dakikanın
yettiği, iki riyallik bir telefon ya da otobüs parasının yeterli olduğu
durumlarda bile bir borazan haline getirdikleri büyülenmiş müritlere,
küstahlıkla ve kesin bir güvenle bu son derece açık gerçekleri ters yüz ederek
gösterebilirler. Bu büyülenmiş kullar ise bu gerçekliği görmek ya da işitmek
gibi bir çaba içerisine girmemekte, tesadüfen görseler, işitseler ya da yalan
olduğunu hissetseler bile "rab'lerinin suçlamaları ve çarpıtmaları
karşısında, bu gerçeği gözleriyle, kulaklarıyla, hatta zihinleriyle tasdik
edecek cesarete sahip değildirler.
Uzun bir süredir birileri,
"Hüseyniye-yi İrşada gidenler eli bağlı namaz kılıyorlar, Hüseyniye nin
duvarlarına Sünnîci şiirler yazmışlar, Hüseyniye'den hoparlörlerle okunan ve
Tah-
ran'ın
geniş bir kesiminde yankılanan ezanda eşhedu enne Aliyyen veliyullah' ifadesi
bulunmamaktadır'' diye yazdılar, çizdiler, bunu her verde defalarca tekrar
ettiler.
Bunlar tarafından büyülenmiş olan bedevi
avam, Tahran'da yaşadığı halde, birkaç yıldır da bu tür şeyleri dinleyip,
öfkeyle, ah vah edip lanetler yağdırdığı halde, bunlardan bir tanesi bile oraya
şöyle bir uğrayıp birkaç dakika durup dinlemenin yeterli olduğunu
anlayamamaktadır. Çünkü beyin gücü böylesi bir muammayı çözebilecek yeterliliğe
sahip değildir!
Beyni ancak ilkel neandertal adamlar kadar
gelişme gösterebilmiş birinden, saptırıcı propaganda sağanağı, acımasız
suçlama, sövgü, uydurma, çarpıtma, dalkavukluk, 'yaşasın ve kahrolsun' bombardımanı
arasında, profesyonel kötü eğitim, düşmanın derin komploları, siyasetin göz
boyama oyuncuları, kukla gösterisi yönetmenleri, halkı aldatmak için yapılan el
birliği, bilinçli düşmanla bencil dostun işbirliği, saptırıcı kışkırtmalar,
zihinsel karışıklıklar, teknik dedikodu üretimi... arasında meçhul kalmış
hakkı, garip kalmış hakikati, kendi döneminin mazlum sanığını keşfedebilmesi
nasıl beklenebilir? Haricîlerin aldatıcı dindarlıklarının ve taassuplarının,
Benî Ümey-ye'nin paraya ve güce dayalı komplolarının ve kışkırtmalarının, Talha
ve Zübeyir'in dikkate değer kişiliklerinin ve güzel isimlerinin, kavmin
şeyhlerinin şanlı geçmişlerinin, nüfuzlarının ve itibarlarının, eski
münafıkların ürettikleri dedikoduların, gizli vesveselerin ve yeni Yahudilerin
büyülü üfürüklerinin etkisi altında kalmayarak, hak coşkusuyla, hakkın
timsalini teşhis edebilmesi, doğru bir şekilde teşhis ettikten sonra özgürce
ona beyat edebilmesi, kendi seçimiyle, devrimi binlerce tehlikeden kurtarması,
onu aslî rotası üzerinde yönlendirme sorumluluğunu üstlenmesi, öğretinin derin
ruhunu ve doğru yönünü, kendi düşüncesi ve vicdanıyla kavraması, peygamber gibi
bir şahsiyeti, onun hilafetine getirmesi ve bu ağır misyo-
nu
yerine getirirken ona yardımcı olması nasıl beklenebilir?
Bu. hareketi kesinlikle ölmüş ve kesinlikle
sapmış bir şekilde ikinci nesle aktaran tehlikeli bir hayalperestlik ve ölümcül
bir romantikliktir.
Bu yüzden yeni toplumda devrimci yapılanmayı
gerçekleştirmek için nispeten uzun sayılabilecek bir dönemde, asrın son
çeyreğinde, özellikle üçüncü dünyadaki sınıf ve sömürü karşıtı ilerici
devrimlerden sonra (Özellikle Afrika'da ve Latin Amerika'da) proletarya
diktatörlüğü tezinden sonra, yönlendirilmiş ya da yükümlülük sahibi demokrasi
tezi, devrim liderliğindeki tek parti yönetimi, hatta devrim liderinin ömrü
boyunca bu göreve seçilmesi, (Bandung'da teklif edildi, Sukarno ve Tito için de
uygulandı) tüm aydınlar için bundan çok daha fazla heyecan verici olan Batı
liberalizminden ve serbest demokrasisinden çok daha fazla yaygınlaştı. Devrim
çağında demokrasinin, devrimi ani bir çöküşe, iç sapmaya ve karşı devrimci
cahilî yasaların tekrar diriltilmesine sürükleyeceği değerlendirmesi yapıldı.
Siyasî liderin, "devrimin inşası dönemi" boyunca halkın tam ve kesin
bağımsızlığını korumak ve toplumu siyasî bilince ve olgunluğa ulaştırmak için
devrim liderliğini kendi tekelinde tutması gerektiği belirtildi. Atamanın
yukarıdan yapılması gerektiği, profesyonel siyasetçilere yolun kapatılması
gerektiği, öğretiyi ve hareketi başlatan toplumsal ve düşünsel anlamda yükümlük
sahibi önderliğin hükümet gücünün temelini teşkil etmesi gerektiği ifade
edildi. Yıkıcı ve bozguncu unsurların kökü kazınıncaya kadar, iç tehlike
ortadan kaldırılıncaya kadar, beyinler yıkanmalı, toplumsal ilişkiler
temizlenmeli, toplumun karakteri sağlıklı ve güçlü kılınmalı, "oy
"ların sayısı "kelle'' sayısına ulaşıncaya ve oradaki tüm halk.
toplumsal ve siyasal önderliği teşhis edebilecek bir oy hakkına sahip oluncaya
kadar zayıflığı sürdürmek isteyen iç unsurlara ve tehlikeli dış unsurlara karşı
düşünsel ve toplum-
608
609
sal
güçler savunulmalıdır, böylesi bir duruma kavuşuluncaya kadar, belirli ve
değiştirilip yenilenmeyecek bir liderle, aynı önderlik sonraki nesillerde devam
ettirilmeli, toplum "oy demokrasisi "ne layık olacak bir noktaya
ulaşıncaya kadar toplumun geleceği ve yazgısı, "oy demokrasisfne
bırakılmamalıdır denildi. Zira eğer çökmüş toplumlardaki, hatta bugünün modern
toplumlarındaki "oy" sayısının, "kelle" sayısından daha az
olduğunu kabul edecek olursak, bazen bir oyun binlerce kelleyi peşinden
sürüklediği ve bu şekilde oy yaratıldığı, halkın, geleceğini eski, cahilî,
kabilevi "geleneklere" göre belirlediği gerçeğini görürüz. Toplumsal
hayatın bu özel aşamasında, tarihî devrim döneminde, demokrasi ve kayıtsız
şartsız bireysel özgürlükler, demokrasinin ve insanın gerçek özgürlüğünün
düşmanıdır. Şunu kabul etmeliyiz ki, toplumu gerçek "oy demokrasisi
"ne ulaştırmak için, yeni bir toplum yaratan, devrimci ve ideolojik bir hareket
başlatan, yeni toplumu yeni öğretiye göre kuran bir grup, toplum gerçek oy
demokrasisine dayalı bir hükümete layık bulunacağı bir aşamaya gelinceye,
ideolojik, kültürel ve devrimci topluluk yapısını gerçekleştirin-ceye, kitleler
siyasî olgunluğa ve düşünsel bağımsızlığa ulaşıncaya kadar, toplumun maddî,
manevî, siyasî ve ideolojik önderliğini kendi elinde tutmalı onu olayların
akışına ve tesadüflere bırakmamalıdır. Devrimin ve ideolojik eğitimin pişip
olgunlaşması ve saflaşması sürecinde nesiller boyunca toplumsal önderliği
demokratik yönetime göre değil, devrimin aslî rehberinin yöntemlerine göre
yapmalıdır. Devrimci hareketin ve öğretinin kurucusu, birkaç nesil boyunca
devam edebilir.
Şia
kültüründe imam iki anlama sahiptir:
A- "Numune", "ideal tip",
"şehid", "usve" "yol gösteren",
"hüccet", "model", "üstün insan" (insan üstü
değil) "İslam'ın
610
nesnel
tecessümü", "Dinin zihinsel kavramlar şeklinde ilettiği inanç ve
ahlakî erdemler bütünü", "görülen ve hissedilen İslam",
"insan şekline girmiş iman"
Bu anlamlarıyla imam, ister hayatta olsun,
ister ölmüş olsun, ister hâkim olsun, ister mahkum olsun, ister zafer kazansın,
ister mağlup olsun, her zaman canlıdır, her zaman imamdır.
Bu anlamıyla imamın imam olmaya tayini
anlamsızdır, ne atamayladır, ne seçimledir, ne adaylıkladır, ne de
verasetledir.
B- Rehber, önder, lider, ümmetin
yönlendirilmesinden sorumlu kişi, tekamül yolunda öğretiye dayalı yöneticilik,
rehberlik.
Bu yüzden, Kur'anî anlamıyla imamet, genel
anlamda nübüvvetten üstündür, nübüvvet, mesaj getirmektir, imamet ise mesajı
uygulamaktan sorumludur, nebi, yalnızca öğretiyi iletmektedir; fakat aynı
zamanda imamsa, (tıpkı yıllarca süren nübüvvetten sonra imamete seçilen İbrahim
gibi) toplumu inşa etmelidir. Topluma rehberlik eder, toplumsal yöneticiliği
elde eder, siyaseti de nübüvvetle birlikte uhdesine alır.
Mesih [Hz. İsa] yalnızca peygamber idi;
Muhammed ise hem peygamber hem de rehber (imam)dı.
Hatemiyet [peygamberliğin sona ermesi] onun
imametiyle değil, nübüvvetiyle ilgilidir. İmametin, onu takip eden birkaç nesil
boyunca devam etmesi gerekmektedir.
Bu noktada Şianın imameti gündeme
gelmektedir. Hem ilk anlamıyla, yani öğretinin aşkın numunesi olması, örnek
insan olması anlamıyla, hem de özel anlamıyla yani, nübüvvetin devamı olması,
nübüvveti sona eren ama imameti "ıtret'le [ehl-i beyt] başlayıp sona eren
Muhammed'in imametinin devamı anlamıyla...
İmamet
ile hilafet arasındaki ayrım, yeni Batılı düşünce ta-
611
rafından
sokulmuştur. İslam'da siyaset ve din. dünya ve ahiret, birbirinden ayrı
değildir. İmamet. Peygamber'in ümmeti kurmak şeklindeki toplumsal misyonunun
devamıdır.
Ümmet, hareketli, muhacir ve ideal sahibi
bir toplumdur, -her iki anlamıyla da- imamet, ümmetin ayrılmaz bir
gerekliliğidir.
Aynı zamanda bir "ideoloji" olan
İslam, -hem aşkın insan yaratmaktadır, hem de "tüm dünya halklarına örnek
olmak üzere vasat bir toplum" yaratmaktadır- aynı zamanda sınıfsız, özgür,
"kist"a ve "adalet "e dayalı bilinçli bireylerden oluşan
özgür ve sorumluluk sahibi bir toplum kurmak için yapılmış toplumsal bir
devrimdir.
İdeolojinin gerçekleştirilmesi demek olan
Nübüvvet misyonu (iletme) kurucunun ya da peygamberin hayatı süresinde kemale
ulaşır. Kur'an'ın da açıkça belirttiği gibi din tamamlanmış, mükemmelleşmiştir.
Fakat ümmetin gerçekleştirilmesi için olan imamet misyonu, yani devrimci
ideolojinin toplumsal tahakkuku, bir nesil içerisinde gerçekleşemez. Devrimci
bir nesil yalnızca iş başına gelir, galip gelir, toplumsal yönetimi ve önderlik
gücünü ele geçirir; fakat devrimci bir dönem içerisinde devrimci bir toplumun
inşası için birkaç nesle ihtiyaç vardır. Kurucu önderliğin, misyonu geniş bir
şekilde devrimci yöntemlerle, (devrimin ilk önderinin iktidarı ele alış biçiminde
olduğu gibi) -demokratik şekilde değil- toplum siyasî ve fikrî açıdan olgunluk
aşamasına gelinceye, devrimci ve ideolojik eğitim geneli kapsayacak mükemmel
bir noktaya erişince-ye kadar devam ettirilmelidir. Oyların sayısı, kişilerin
sayısı ile eşit olunca, toplum kendi sosyal ve siyasal bağımsızlık gücünü
elinde tutabilir ve sorumluluğu hareketin rotasında devam ettirerek kendi
geleceğini doğrudan tayin edebilir.
Toplum,
bu noktada demokrasinin eşiğine gelmiştir. Bizim en hassas mezhebî ve tarihî
meselelerimiz, Şiîlikle 612
Sünnîlik
arasındaki en esaslı ihtilaf işte buradadır. Birinde "vesayet",
diğerinde "beyat" ilkesi vardır.
Şiî, beyat ve şûra ilkesini kabul
etmemekte208 bunun yerine vesayete dayanmaktadır, Sünnî ise bunun tam tersi
olarak vesayeti reddetmekte ve şûra ve hilafet ilkelerine dayanmaktadır.
Halbuki bu ilkelerden hiçbiri, birbirine aykırı değildir. Hiçbiri uydurma ya da
gayri İslâmî değildir. Şûra, icma, beyat, yani demokrasi, İslâmî bir ilkedir ve
Kur'an'da açıkça yer almaktadır.
Aynı
şekilde hiçbir insaf sahibi tarihçi, Peygamber'in Ali hakkındaki
"vesayef'ini görmezden gelemez.
Vesayet, ne atama, ne seçim, ne veraset ne
de adaylıktır. Zira imamet, bu siyasî ölçülerin hiçbirinin ürünü değildir.
Ali'nin imam oluşu, Demavend tepesinin yüksek oluşu gibi bir şeydir.
Demavend'in en yüksek tepe oluşu, ne devlet
ilanıyla, ne dağcılık kurumunun ya da ülkedeki coğrafî kurumların hükmüyle,
olmuş değildir. Ne halkın çoğunluğunun oyunun ne de onun en yüksek tepe olmaya
adaylığının bir anlamı yoktur.
Hiç kimsenin, en yüksek tepe olarak Tuçal
tepesine oy vermek gibi bir hakkı bulunmadığı gibi, İran halkının ya da
Tahranlıların, başka bir tepeyi en yüksek tepe olarak seçmelerinin Demavend'in
en yüksek tepe oluşu üzerinde hiçbir etkisi yoktur.
Ama, dağlan ve tepeleri tanımayan sokaktaki
ya da çöller-deki bilgisiz halk bunu tanıyamaz, hangi tepenin en yüksek tepe
olduğunu tanıyıp gösterebilecek, bilinmeyen bir hakikati açıklayacak insanlara
ihtiyaç vardır. Bu tıpkı, bilgili ve dürüst
208-
Şianın beyat ve şûra ilkesini kabul etmemesi sadece on iki masum imamın hayatta
olduğu ve toplum içerisinde bizatihi var olduğu dönem için geçerlidir.
[Çeviren]
ALI
insanların
ve kalp hastalarının en büyük kalp uzmanının kim olduğunu bilmesi gibidir.
Vesayet
budur.
Halkın bu vesayete göre hareket etmesi
gerekmektedir. Halkın kendi yönetimini onun (vasî) eline bırakması
gerekmektedir. Yoksa yolunu kaybetmiş olur. Halbuki adaylıkta, halkın aday olan
birine oy vermeme hakkı vardır.
Adaylık, bir makama yönelik olarak bir
kişiyi aday kabul etme noktasında şahsî görüşünü belirtmektir. Halbuki vesayet,
varlığın dışındaki bir hakikati ortaya koymaktır.
Vesayet, somut devrimci dönemin siyaset
felsefesidir. Toplumsal ve düşünsel hareketin kurucusunun toplumsal misyonunun
devam ettiricisi olarak, devrim rehberinin toplumu inşa etme misyonunun
tamamlanması sorumluluğu demek olan imamet rejiminin devrimci dayanağı olarak,
birkaç nesil boyunca, toplum kendi ayaklan üzerinde duruncaya kadar devam eder.
"İmametin ya da vesayet döneminin bitmesinden" sonra (somut devrimci
inşa dönemi) beyat, şûra, icma ya da demokrasi dönemi başlar. Bu, sürekli ve
sınırsız sıradan toplum lideri içindir.
Bu yüzden, Şia imamlarının ya da Peygamber
vasilerinin sayısı, 12'dir, daha fazla değildir. Halbuki, Peygamberden sonra
tarihteki toplum liderlerinin sayısı sınırsızdır.
Eğer vesayet ihlal edilmeseydi ve
Peygamber'den sonra ümmetin rehberliğini halifelerin yerine vasiler, yani
imamlar yürütseydi, kuşkusuz sonuncu imamın gaybeti de gerçekleşmeyecekti. Zira
bizim için gaybetin felsefesinin ne olduğu bellidir. Son vasi de tıpkı
diğerleri gibi yaşayıp, rehberlik sorumluluğunu devam ettirerek sona
erdirecekti.
O zaman 250 yılında imamın gaybeti yerine
imametin ha-temiyetiyle [sona ermesiyle] karşılaşmış olacaktık. Ümmetin
250
yıllık rehberliği. Arap halifelerinin ve sultanlarının yerine Ali'nin, Hasanın
Hüseyin'in... elinde olsaydı, şûra ilkesine göre. en layık kişiyi teşhis edip
koltuğa oturtacak ve Muhammed'in misyonunu sürdürebilecek yeterliliğe sahip bir
ümmet inşa edilmiş olacaktı.
Vesayet
açık bir ilkedir.
"Şûra", -beyat, icma ve halk oyu-
da İslâmî bir ilkedir. Vesayet hakkı, istisnaî bir ilkedir, şûra ve beyat ise
normal ve doğal bir ilkedir.
Vesayet,
şûra ilkesinin üstünde olan bir ilkedir.
Peygamber'den sonra vesayete ve imamete göre
hareket etmek gerekmektedir. Peygamberin ümmet inşa etme misyonu
sürdürülmelidir.
Son vasinin ardından devrimci imamet
döneminin bitmesiyle şûra ilkesini esas almak gerekmektedir.
Ancak Sakife'de ortaya çıkan facia, İslam'ın
kaderini, İslam tarihini saptırdı, bir hakka dayanılarak bir başka hak ayaklar
altına alındı, hep böyle olmuştur, başarılı olmaları da bu yüzdendir.
Eğer Sakife, 11. yılda değil de 250. yılda
gerçekleşseydi, tarihin akışı başka türlü olurdu.
Ama olmadı, demokrasiye ve şûra ilkesine
dayandılar, halbuki zaman vesayet, yani devrimci önderlik zamanıydı.
Bu yüzden demokrasi de ortadan kalktı, şûra
da ebediyen yok oldu.
Oysa Peygamber'den sonra vesayete ve
devrimci önderliğe göre hareket edilseydi, imamet döneminden sonra şûraya da
demokrasiye de sahip olacaktık.
Zira Shandel'in deyimiyle: "Devrimci
bir önderliğe ve yönlendiriciye ihtiyaç duyulan bilinçsiz ve geri kalmış bir
toplum-
614
615
daki
demokrasi, demokrasinin düşmanıdır."
Bu yüzden halk, Peygamber'den sonra hem
devrimci önderlikten, vesayetten ve imametten mahrum kaldı hem de demokratik
liderlikten, şûradan ve beyattan...
Sonuçta tarih. İslam'ın planladığı rotanın
aksi yönünde devam etti.
İslâmî beyat hilafeti, verasete dayalı Arap
saltanatına dönüştü. İki buçuk asırlık cihattan ve şehadetten sonra, gaybet-le
sonuçlandı ve tarih felsefesi değişti. Bu "İtiraz Mezhebinin İntizarı,
[bekleyişi]" başlıklı konuşmamda bahsettiğim felsefedir. 209
209- Bkz. M.A. 19. Eseri Farsça olarak yayınlayan
yayın evinin notu. 616
Ey
tarih!
Bir adam bin üç yüz yıl önce gece yarısı tek
başına şehirden çıkıp hurmalıklara giderek ağlıyordu, feryadını içine gömdüğü
için boğazında düğümleniyordu. Nefesi tutuluyordu, aşağılık kulakların
duyabileceği korkusuyla başını kuyuya daldırıyor, içindeki ukdeleri orada
açıyor, dertlerini kuyuya döküyor, rahatlıyordu, hafifliyordu. Yuvasına ve
yavrularına dönen bir kuş gibi, boş kursağına dert taneleri toplayarak
halifenin şehrine dönüyordu, hâlâ yalnızdı.
Göğün tepesinden dertsizce ve ruhsuzca
Medine hurmalıklarını izleyen ay, adama soğuk ve aldırışsız gözlerle bakıyordu.
İnsanların başında bir değirmen taşı gibi dönen gök, daha büyük ve daha diri
her taneyi vahşice ve hızla öğütüyor, öğütüyordu. Öylece bakıyor, öylece
dönüyor, Ali'yi tarih hurmalığında, bağ yollarında, her şehrin bağında, her yıl
öylece yalnız görüyordu.
Şimdi kimse Ali'ye sövmüyor, ismini
minarelerde Allah'ın ve Peygamberin ismiyle birlikte anıyor, her zaman
minareden halifenin ezan sesini duyan Ali, şimdi her sabah, her öğle, her akşam
kendi isminin minarelerin ağzından işitildiğini görüyor.
Tarih, gözünü hayretle bu minarelere dikiyor,
inanamıyor, şehrin göbeğinde yer alan halifenin pençesindeki mescit
minarelerinden masmavi gök kubbeye nasıl olur da yürekten çı-
617
ALI
kan
şu feryat yayılır: "Ben tanıklık ederim ki Ali benim meulamdır, benim önderimdir,
Allah'ın hüccetidir, iman sahiplerinin hak önderidir." Acaba Ali muzaffer
olmuş mudur?
Tarih! Niçin dudaklarını hayıflanarak
ısırıyorsun? Yüzünü niçin ansızın ağır bir üzüntü gölgesi kapladı? Yoksa
mescidin sesini işitmiyor musun? Her sabah, her gün, her akşam, her gece
mabedin minarelerinin dudaklarının Ali'nin ismiyle açıldığını görmüyor musun?
Müezzinin Ali'nin ismini mescidi, mescidin duvarlarını titretircesine nasıl da
yürekten haykırdığını görmüyor musun? Mescidin mihrabının derinliklerinden
yükselen, minarelerin boğazından kıvrılarak fezaya yayılan Ali'nin ismini
işitmiyor musun?
Ama
sen tereddüt içerisindesin tarih!
Söyle! sen söyle, bu acı macerayı herkesten
çok daha iyi bilen sensin!
Tarih! Ali tıpkı Sokrat gibi, dünyayı her zaman
adalet arayışında ve hakikat peşinde sandı. Sokrat diyor ki: Bu dünyadan daha
önceki öteki dünyada, ruhlar tıpkı bir elma gibiydi, tanrılar elmaları ortadan
ikiye böldüler, sonra da elmaların yansını o taraftan bu dünyaya, yeryüzüne
doldurdular. Yarım elmalar, yeryüzüne dağıldılar, her an eksiklik hisseden her
yarım, kaybettiği diğer yarısını aramaktadır. Kendi yarısını buluncaya dek
sükuna ermemektedir, muzdaripçe bir arayış içerisinde her yere tırmanmakta,
sayısız diğer yarımlar içinden kendi diğer yarısını bulmaya ve ona katılmaya
çalışmakta ve tıpkı önceki dünyadaki gibi bir bütün olmak istemektedir. Böylece
iki yarım bir olacak, noksan kemalle, ıstırap tatminle, endişe razılıkla,
susuzluk doygunlukla ve nihayet hareket sükunla noktalanacaktır.
Ali, kendini elmanın bir yarısı, kendi
hakkını da diğer yansı olarak görmekteydi ve şuna kesin olarak inanmaktaydı ki,
618
bir
elmanın iki yarısı, bu dünyada tamamlanacaktı. Ali herkesi yarım elma olarak
kabul ediyordu, elmanın diğer yarısı kendi layığını arıyordu. Sokrat'ın
inandığı bu arayış, doğanın yasası, hilkatin büyük kanunudur, bu yüzden
kuşkusuz diğer yarıyı bulacaktır.
Ali kendini elmanın bir yarısı, velayeti de
(hak üzere hükümet, dostluk, bakıcılık, anlamlarındadır, gasp ederek tasallut
eden hilafet rejiminin yerine Ali'nin hükümeti için bir terim olarak
kullanılır) elmanın diğer yarısı olarak görmektedir. Buna doğal olarak
ulaşılacak daha önce var olan bir elma, olması gerektiği şekilde görünecektir.
Ama, Sokrat'ın elma hikayesinin, ve bu elma
felsefesiyle ilgili olarak söylenen sözlerin boş bulunarak söylenmiş, olmayacak
sözler olduğunu gördük.
Abbâs, Ali'nin evde Peygamber'in cenazesiyle
meşgul olduğu ve inancın hararetiyle düşüncelere gark olduğu için kendi hakkını
düşünemez bir halde bulunduğu bir sırada elini tutup şöyle diyor: Birtakım
ellerin hilafeti ele geçirmek için uzandığını görüyorum. Korkarım ki seni, sana
ait olan şeyden uzaklaştıracaklar. Uzat elini sana beyat edeyim ve resulün
hilafetinin ve bu ümmete velayetin senin hakkın olduğuna tanıklık etmiş olayım.
Ali, kendinden emin bir şekilde: "Yoksa başkaları bu işe tamah mı
etmiştir?" der ve sonra tekrar inancının ve düşüncelerinin güçlü
dalgalarına gömülür. Kendi elmasının yarısını arayıp bulacağından son derece emindir.
Aramadığını ve bulmadığını gördük, belki de
aradı ama bulamadı. Muhacirlerden ve Ensar'dan oluşan bir grup sahabenin,
Ali'yi aramakta olan o yarım elmanın peşinde olduklarını gördük. O, evinde
kendi işlerine gark olmuş bir halde bulunan Ali'yi bulamadı, onu büyük bir
hızla ve el çabukluğuyla Sakife'ye götürerek gasp ettiler. Ali'nin yarısı,
Ebubekir'le halife adlı bir elma oluşturmuştu. Fakat onunla uyuşmadığı daha
619
ALI
baştan
belliydi. Zaman geçtikçe bu daha da fazla ortaya çıktı. Ümmetin yazgısının nasıl
değiştiğini, İslam'ın işinin nasıl bitirildiğini, Kur'an'ın nasıl
donuklaştığını, vahiy penceresinin nasıl kapandığını, her geçen gün yeni
filizler veren an be an gelişip büyüyen yemyeşil genç fidanın, daha meyve
vermeden nasıl sararıp solduğunu gördük.
Ali nelerin olduğunu gördü, Herkes,
"Beni Sâide'nin Saki-fe"sine bağlanan elmanın sadece bir elmanın iki
yarısından biri olmakla kalmayıp, aynı zamanda o yarının Ali'nin yarısı
olduğunu da gördü. Bu elma, bir patatesle bütünleştirilmişti, ona bakan herkes,
zavallı Sokrat'ın saflığına ve çocuksuluğu-na gülüyordu.
Ali şimdi ne yapar? Birkaç menfaatçi ve
kurnaz siyasetçinin hile ve el çabukluğuyla "bir" yaptıkları bu
elmayı kılıçla ayırır mı, Sakife'de yapılan gâsıpça bütünleştirmeyi alıp
götürür mü, kılıç çekerek, savaşlarda düşman saflarını darmadağın eden Zülfikâr
gücüyle kendi yarısını parçalar mı. Hayır sabreder, katlanıp izleyerek evde
oturmayı tercih eder, siyaseti ve hayatı kendi haline terk edip, İslam'ı
halifelerin eline bırakarak yalnız başına hurmalıklarda dolaşır, susar,
gülümser, sakince durur, dertleri delirmişçesine taşarak, Ali'nin çelikten
sabrını bile kırınca, perişan bir şekilde kendini şehirden uzak bir kuyunun
başına atar ve içindeki dertleri kuyuya döker. Sabrına boyun eğen içindeki tufanı
söyleyip tutarak tekrar şehre dönüp, gidip beyata razı bile olacaktır. İslam
üzerindeki hilafete, sanki İslam bir yarım elma. halife ise bir yarım patates
değilmiş de, Sakife'de baş başa vererek yaptıkları bir el-maymış gibi bakmak
ister; bu, sanki daha önceki dünyada var olan bir elmaymış gibi bakar! Bir
yarım patatesle birleşen kendi yarısını inkar eder. Adeta tanımıyormuşçasına,
âdeta böyle bir şey yokmuşçasına, olmamışçasına... Yani kesinlikle anlamadım,
hiçbir şey olmamıştı, kötü değildi, ağızdan kaçırı-
620
lan
sözler, uzak sözler... Bu elmaların tarifi çok ciddî, çok sıradan.
Fakat ne kadar zordur! Gerçekten Ali ne
yapmalıdır? Kılıç mı, yoksa sabır mı?
Ama Ali sabretti, Ali niçin sabretti? Niçin
kılıcıyla kendi yarısını, Allah'ın ve resulün ona ait olduğunu söylediği
yarısını, Sakife'de [bir başka şeye] yapıştırılan diğer yarısından ayırmadı?
Ayırmadığı gibi, o gölgeliğin altında [Sakife] siyasetçilerin eliyle
gerçekleştirilen "oldu bittfden Ali'nin haberi olmadığı halde, Muhacirler
ve resulün dostları orada bulunmadığı halde üstelik bir de ona tâbi oldu.
Beyat ve Ali'nin sabrı olayını ne güzel bir
örnekle açıklamışlardır: Kadının biri bir annenin çocuğunu kaçırır, anne,
hakime başvurur, anne ve kadın mahkemeye gelirler, çocuk hakimin önüne konur.
Hâkim, zekice şöyle der: "Cellat, bu çocuğu ortadan ikiye ayır, her bir
parçasını bu iki kadına ver ta ki böylece hiçbiri mahrum kalmamış ve adalet de
gerçekleşmiş olsun." Kadın, sesini çıkarmaz; ama anne, feryat eder,
kendini çocuğun önüne atar ve onu mahkeme huzurunda gâ-sıp kadına verir ve
acılı bir sesle: "Hayır bu çocuk benim değil, bu kadınındır'' der!
Eğer Ali, İslam'ı halifenin pençesinden
kılıçla kesseydi, halifeye karşı silahlı ayaklanmaya başvursaydı, Sakife bağını
kılıçla koparsaydı, İslam'da ayaklar altına alınmış olacaktı. Osman, Daru'l-
Hilafe'den sürülmüş olacaktı; ama Ali de onun yerine geçemeyecek, var olan her
şey havaya gidecekti. Bu, titiz bir sosyolog, tarihçi ve siyaset bilimci
gözüyle bakan herkesin görebileceği bir hakikattir. Nitekim tarihin de tanıklık
ettiği üzere hatta Abdullah İbn Sebe gibi Ali'nin uluhiyetine inanan aşırı,
Şiîler ve mutaassıp haricîler bile, Ali'yi sabrından, sükutundan,
teslimiyetinden ve evinde oturmasından dolayı şiddetle kınayarak hataya düşmüşlerdir.
Allah'ın aslanı, Bedir,
621
Uhud
Hayber gibi kanlı ve ölümcül savaşlarda tarihin tabiriyle: "Yüklü develer
gibi her yere saldırıp coşmakta" düşmanın sıkı saflarına bir buğday
tarlasına girercesine iki uçlu kılıcıyla girip darmadağın ederek ilerlemekteydi,
şehadete susamıştı, cihattan döndükten sonra nasibinde ölüm olmadığı için
tasalanıyor, Peygamber'in karşısına gelip bu yüzden yakınıyordu, Peygamber'e
kendisi için verdiği şehadet müjdesinin gerçekleşmesi için istekte bulunuyor,
Peygamber de ona teselli veriyor, ümitvar ve mutmain kılıyor, kanlı bir ölümden
mahrum kalma korkusunu o yüce gönlünden gideriyordu. Onlar, savaşlarda yetişmiş
böylesine ölüm sevdalısı birini, hakkını gasp edenlere karşı gösterdiği
sabrından dolayı korkak ve iradesiz olarak niteliyorlardı. İnsaftan çok
uzaktılar ve Ali'yi çok incitiyorlardı. O kendisini dirayetsiz ve zulme rıza
gösteren biri olmakla suçlayan birine sözlere, hallere, anlamlara, sıkıntılara
ve öykülere sığmayacak şu cevabı veriyor:
"Şu iki zelilden başka hiç kimse zulmü
kabul etmez: Bunlardan biri kabilenin eşeği210, diğeri de uzun çividir."
Herhangi bir şeyi bağlamak için çiviyi
çıkarıp kafasına vurarak çakarlar, çivinin ise buna karşılık elinden hiçbir şey
gelmez. Nasıl olur da tüm ömrünü düşmanla yaptığı ölümcül mücadeleler içinde
geçiren, halkın hakları uğrunda ölümü hiçe sayan birinin kendi hakkını almak
konusunda halifeden korktuğu düşünülebilir, sabır ve sükut gösterip evinde
oturması, kendi canını kurtarmanın, zaafını ve korkusunu gizlemenin bahanesi
sanılabilir? Ali hakkında varılacak böylesi bir yargı insaftan uzak değil
midir?
İlginç
bir tesadüf! Ali Ebubekir'in hilafetine beyat etti, sa-
210-
Cahiliye dönemindeki bir âdete göre biri ölünce, sahibine can versin diye ölen
kişinin mezarına onun merkebini de gömerlerdi. Kabilenin eşeğinin diğer bir
anlamı da şudur: Hareket eden kabilelerin sürüsünün içinde bir de eşek bulunurr
du, canı isteyen sırtına yükünü vurur, o da mecburen bu yükü taşırdı.
Ek:
Tarih ve Ali
bir
ve sükut ile evine çekildi, ta ki Osman öldürülünceye kadar. İslam gâsıp
hilafetten kurtuldu ve hak, hakiki sahibine ulaştı, Sokrat'ın deyimiyle,
"yarım elma" kaybettiği diğer yarısını buldu. Bu, hilkatin
başlangıcındaki elmayla aynı şekle, tada, kokuya ve güzelliğe sahipti. Her şey
yenilendi, 23 yıllık tüm batıllar sona erdi!
Peygamber, hicrî 11 yılında vefat etti. O
yıl Ali'nin hakkı, Benî Sâide'nin gölgeliğinin [Sakife] altında, el
çabukluğuyla, ansızın ve belirsiz bir şekilde halifeler tarafından gasp edildi.
Ali, hicrî 12. yılda beyat etti. Olup bitmiş bir iş karşısında kendini çaresiz
gördü, gaspı ortadan kaldırıp kendi hakkını elde etmek için kıyama ve kılıca
başvurmayı yarasız gördü, İslam'ın kurtuluşunun ve hakkı olan velayet ve
hükümetin, kanla, savaşla ve perişanlıkla sağlanamayacağını biliyordu, İslam'ın
kaderi bu şekilde çok daha kötü olacak, Ali de çok daha fazla mahrum kalacaktı.
Artık çok geç olduğunu gördü ve çaresiz beyata razı oldu. Halifenin hükümetine
tahammül etti, evine çekildi, Ali'nin hilafetin kendi hakkına yönelik tasallutu
karşısındaki sabır ve sükut gösterdiği dönem, Osman'ın feci bir şekilde
katledilmesiyle son buldu. Bu olay, hicrî 35 yılında gerçekleşti. Ali, 23
yıllık ev yalnızlığından, sükuttan ve gaspa beyattan sonra dışarı çıktı, İslam,
kendini onun eteğine astı, 23 yıllık sıkıntılı, kara ve hafakan dolu
bekleyişten sonra 'Ali'nin hükümeti'' tahakkuk etti. Gözüne toz kaçmış
ümitsizlik içindeki tarih, 23 yıldan sonra bir şimşekle aydınlandı, Ali'yi ve
İslam'ı birbirinin yanında gördü, Ali'nin 23 yıl boyunca evinde oturduğu, kendi
hakkını gasp edenlere karşı dayanılmaz bir sabır ve derin bir sükut gösterdiği
Medine, şimdi İslam'ı kendi kucağında görüyordu. Gâsıp hilafet zindanında
yaşayan ve Ali'yi özgür bir şekilde görmekten mahrum olan İslam 25 yıldan sonra
şimdi Ali'yi kucaklıyordu. Bu iki "yarım" birbirini bulmuş,
"bir" olmuştu. 23 yıl boyunca bir şehir-
622
623
de,
bir yerde olmaktan, birbirini daima bir arada görmekten, her an bir arada
olmaktan, birlikte konuşmaktan, birlikte bakmaktan mahrum etmişlerdi. Şimdi
halife kendi yatağında kan içinde uyumaktadır, iki mahpus kurtulmuştur, Benî
Sâide'nin gölgeliği yıkılmıştır, "Gasp hilafeti" yerine "hak
velayetfnin Medine'ye gölgesi düşmektedir. Bu gölge altında Ali ile İslam, el
ele tutmuştur. Halife'nin casuslarının, muhbirlerinin ve et-rafındakilerin
-Yahudî asıllı Ka'b'u-1 Ahbar, Mervan Hımar211 (ne kadar münasip bir isim)
Kumfuz (Halife'nin uşağı) ve diğerleri- gözlerinden kaygılanmaksızın, gözlerini
birbirlerinin gözlerine dikmiş, şimdi bir anda tatlılaşan o eski acı
hatıraları, zevkle birbirlerine fısıldamaktadırlar. Çeyrek asır boyunca
ümitsizlik toprağının altında gömülü kalan gelecek arzularının insanı kendinden
geçirici balı şimdi önlerinde durmaktadır. Adeta gömülmüş ümitlerin kıyameti
kopmuştur. Gamlı şehid isteklerine ve kabirlere İsrafil sûru üfürülmüştür.
Canlarında koşan doğal sıcak lezzetleri canlarının arzusuyla tatmış, ona gönül
vermiştirler, beyinde yeni açılmış çiçeklerin gönül alıcı kokusu, hatırlarına
gelir, içlerindeki latif ve samimi parmaklar yorgun ve çileli ruhu şefkat,
yumuşaklık ve neşe içinde okşar ve esrarengiz bir gönül alıcı sükunet
damarlarından içeri girer. .. Ah, tarih yıllardır kendi acı kaderlerinin
ateşinde yanan ve şimdi yolun sonunda birbirlerini bulmuş olan bu iki şefkatli
dostu, nehrin denize karıştığı yerin kenarına; nehrin alnını yumuşakça denizin
dudağına teslim ettiği yere emanet ediyor.
İlginçtir, Şia niçin Nehcu'l- Belaga'yı
okumuyor? Ali'nin divan şiirlerinin olduğu da doğrudur, hem bilgili bir
hatiptir, hem de güçlü bir şairdir. Ben, Ali'ye isnat edilen mevcut şiirleri
kabul etmeyen ve bu kıtaları Ali'nin kendine özgü makamına ve şahsiyetine
yaraşır görmeyen birçok araştırmacının aksine bu
211-
Hımar Arapça'da eşek demektir [Çeviren] 624
şiirlerin
tümünün Ali'ye ait olduğuna inanıyorum ve onları Ali'nin şahsiyetinden uzak
görmüyorum212 Böyle düşünenler, Ali'nin renkli kişiliğini ve çok boyutluluğunu
görmemektedirler. Zaten onu tüm boyutlarıyla görebilen kim vardır ki? Hatta her
zaman Ali ile birlikte olan, Ali'yi düşünen, onu kendi cebini tanıdığı gibi
tanıyan ve Ali'ye ilahlık makamı veren, Allah'ın Ali'nin çehresinde zuhur
ettiğine, bu insan bedeninin altında ilahî bir ruhun olduğuna inanan ve ben
bunu keşfettim diyen adamın zırvalarından Ali perişan olmuştur. Şehrista-nî'nin
el-Milel Ve'n-Nihal adlı eserinde ve diğer İslâmî gruplara mensup tarihçilerin
de kendi eserlerinde naklettikleri üzere Ali, onu azarlamış ve ateşe
artırmıştır. Hatta Abdullah İbn Sebe, Ali'nin kendisi için yaktırdığı ateşi
görünce: "Subhahallah! Bu, senin Kur'an'da Muhammed'e bildirdiğin ateştir,
şimdi bu konudaki inancım daha da kesinleşti" diye haykırır ve Ali'nin
karşısına geçerek ona secde eder, ardından da hızla kendini ateşin içine atar!
Fakat bana göre Ali, onu Medaîn'e sürdü (bunu tarihçiler de söylemektedir) O,
Aliallahî fırkasının ilk kurucusudur. Ali'ye tapınma ateşini içinde
alevlendiren Ali'nin imanının sıcaklığıydı, öğreti uğrundaki cihadıydı, onda
olanı, onun söylediklerini, onun hissettiklerini düşünmüyordu. Kendini ilk Ali
uzmanı, ilk Ali tapınıcısı sayan Abdullah İbn Se-be'yi, kendi dünyasında
yarattığı kendi denizinde boğulmaktan hiçbir şey çekip kurtaramadı. Sözleri ve
davranışları onu çok incitiyordu, bazen tahkir ediyordu, bazen tanımazlıktan
212-
Ona ait olan bir Divan şu an elde mevcut bulunmaktadır. Bunu Şerif Razî bir
araya getirmiştir. Mısır'da ve Irak'ta defalarca basılmıştır. Iraklı bir bilgin
olan Muhammed Hâşim Cevad, onları yeniden tashih etmiş ve yeni tarzla
yayınlamıştır. Fakat birçok alim ve edebiyatçı, bunların Hazret-i Emir'e
aidiyeti konusunda şüphe taşımaktadır. Fakat ben Ali gibi ciddi, zahit ve
mücahit bir adamın şiirle ve şairlikle uğraşmayacağı yönündeki bir
demlendirmeyi geçerli görmüyorum. Ömrünü ilimle, takvayla, düşünceyle ve cihatla
geçiren ve son derece aklî, mantıkî ve ciddî olan bir çok kişinin şiirle
uğraştığını ve kitap yazdığını biliyoruz. Şahza-de-yi Efser, Behar, Dehhoda vs.
şiir yazmadılar mı?
geliyordu,
bazen ondan uzaklaşıyor, kaçıyordu, böylece ona hata içerisinde olduğunu
gösteriyordu. Ali'yi tanımıyordu, ta-nıyamayacaktı, Ali ile ilgili
hissettikleri, organ olarak gözle tanıma değildir, ruhtaki bir coşmadır, kör
bir deliliktir, boş ve neticesizdir. Medine'den uzaklaştırılan İbn Sebe, Ali'yi
terk etmek zorunda kaldı, Medaîn'e sürüldü ve kendini denize attı... ve
boğuldu.
En
kara gölgelikler... Korkunç rüzgarlar bu gölgelikten esmekte ve tüm
gölgeliklerin altına ulaşmaktadır ve... Offffffff buraya ne kadar çok söz
yığılmış?! Kalbimi sıkıyor Artık yazmak mümkün değil.
Şianın Şiiliğin aslî kaynaklarından
uzaklaşması, çok kötü sonuçları de beraberinde getirmiştir. Şia'nın, Ali'yi
daha ilk baştan beri tanıdığı ve İslam'ın yazgısını anladığı, doğrudur. Sakife
seçimini bilmektedir, İslam'ın saklanan hakikatlerini, Alinin haklılığını ve
erdemlerini, onun ruhuyla İslam arasındaki gizli, esrarengiz, manevî bağı
görmüştür, bir an oturmamış, Ali aşkını, en zor, en tehlikeli tarih
dönemlerinde, en kanlı çekişmelerde ve olaylarda gönlünden çıkarmamıştır. Hicrî 11. yılda Peygamber
gitmiş ve İslam, Ali'nin bulunmadığı Sakife'de Ebubekir'in eline geçmiştir.
Selman, son derece anlamlı bir şekilde ve acıyla seçimi düzenleyenlere hitaben
şöyle diyor:
"Yaptınız
ve yapmadınız"!
Şia, bu andan itibaren gaspı hissetti ve 33 yıl213
olaylarla ve kahramanlıklarla dolu bir hayat yaşayan bu kişiye inandı.