İslamı
Anlamak
Objektif
Yayınları
"Kur'an'ı
bilimsel anlamda tam olarak anlamanın iki yolu vardır. İlki Kur 'an'ı, Islamî
öğretinin bir kitabı olarak görmek ve anlamak, ikinci yol olarak da, İslam da,
İslam tarihini tüm gelişim evreleriyle birlikte doğru olarak kavramaktır.
Eğer
bugün müslümanlar gittikleri camilerin tamamını bir sosyal hareket merkezi
haline getirebilirlerse ve Kur'an'ın iki ilkesini ve O'nun tarihini iyi
kavrayabilirlerse, bu ana temel üzerine bina edecekleri sağlam bir eğitim
sistemini oluşturabilirlerse, o zaman işte İslam düşüncesi anlamında, büyük bir
değişim kıvılcımını çakmış olacaklardır.
İslam'ı
anlamak
yaşamaktır."
için
en iyi
metod Ö'nu
İÇİNDEKİLER
Takdim
/ 7
Önsöz
/ 9
ÎSLAMI
ANLAMAK / 11
Kur'an/27
Ve
İnsan / 39
Yaratılış
/ 45
'Ve
Adem'e isimlerin hepsini öğretti..." (Kuran:
2/31)
islam'ı
Anlamak... Ali Şeriatı bu küçük hacimli eserinde İslam'ı nasıl anladığını ve
anlaşılması gerektiğini anlatıyor.
İslam'a özgürce, birey olarak gidebilmek,
benliğin, çevrenin, toplumun ve tarihin etkisinden ve yanlışlarından
ayıklanarak ulaşabilmek. Bunun tek yolu Kur'an'dır. Kur'an'a
Özellikle Tarih'in etkilerinden uzak bir yaklaşım, Kur'ani kavranılan
Önyargılardan uzak, doğru algılamamızı sağlayacaktır.
Şeriati
İslam'ın diğer din-ideoloji ve görüşlerin aksine insana verdiği değeri, insanı
yüceltmesini, kişiye şahsiyet kazandırmasını anlatmaktadır.
İslam
inancıyla, insan kimliğinin -fıtratının- ayrılmazlığını, insan'ın sahip olduğu
özgür iradeyle iki boyuttan birini (eşref-i mahlukat-Esfeli's-safilin)
seçebilecek yeteneğinin bulunmasını ve bu iradeyi doğru yönde kullanabilmesi
için önüne çıkartılacak engellerin kaldırılması gerektiğini vurguluyor.
7
Dr.
Şeriati tüm Ömrü boyunca bunun için mücadele etmiştir. Zamanın şartlarına ve
güçlerine vakıf olduğundan dolayı, toplumun özellikle gençliğin aydınlanmasında
büyük katkıları olmuştur. Gençliğe, gerçek şahsiyetlerini bulabilmeleri,
çürümüş bütün sosyal kurumlarla-güçlerle savaşabilmeleri için büyük bir
gayretle Kur'an'ı ve îslam tarihini yeniden öğretmeye çalıştı.
Elinizdeki
bu eser de bu çalışmalardan bir parçadır. Üç bölümden oluşan kitabın aslı
konferans olduğu için yer yer tekrar intibası uyandırmakla birlikte Şeriati'nin
akıcı üslubu bunu telafi etmektedir.
Yaymevimizin
7. kitabı olarak okuyucularımıza sunduğumuz bu eserin islam'ın doğru
anlaşılması yolunda küçük bir katkısı olması dileğimizdir.
ObjektifYayınları
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1968
yılında Tahran Hüseyniyye-i İrşad'da verdiği bu konferansında, Merhum Ali
Şeriatı "gerçek" İslam'ın anlaşılmasına doğru bir giriş yapmıştır.
Herhangi
bir planın ötesinde, bizim bir oryantasyon'a, bir
yaklaşım denemesine ihtiyacımız var. Bu yaklaşımın temelinde halk var.
Şeriati'nin sesinin ve hareketinin temel dayanağı müslümanlardır. Bu yaklaşımda
temel olarak anlaşılması gereken dinamik, temel seçim İslam olmalıdır. İslam
çok boyutlu yaklaşımıyla bu harekete, daha derin bir dinamik kazandırır, seçme
ve çözümleme gücünü artırır. Şeriati'nin metodolojisinin
tipolojisi budur işte.
"Biz
Öncelikle Allah kavramı üzerinde çalışmalıyız, zaten İslam da bunu kendi içinde
değerlendirmektedir. İkinci adım olarak da Kur'an'ı bilmek önümüze gelir...
Üçüncü
adım da İslam'ı bilmek olarak önümüze çıkar. İslam'ı bilmek, Hz. Muhammed'i(s)
bilmektir. Abdullah'ın oğlu, bu dinin peygamberi olan insanı bilmektir.
Dördüncü
adım olarak önümüze, islam'ın peygamberinin ortaya çıkışı ile ilgili çalışma
gelecektir.
İslam'ın
bilinmesinde beşinci adım olarak önümüze, kişinin yapısı
.gelecektir. Bireyin şekli bütünlüğü, ruhsal bütünlüğü ve kişinin insan
oluşu önümüze gelecektir.
Merhum
Şeriati'nin verdiği bu konferansların üzerinden yıllar geçmiş bulunuyor.
Şeriati'nin metodu henüz tamamlanmış bulunuyor. Tüm umudumuz şudur ki, bu
konferansların diğer dillerdeki baskılarını okuyan her türden ilgili insanlar,
ister öğrenci olsunlar, isterse halktan kişiler olsunlar bu metoddan iki sonuç
çıkaracaklardır, eğer doğru okunmuşsa: birincisi, kendini bilmek, ikincisi ise
şu anda ve gelecekte ümmetin yapısının kültürel köklerini bilmektir. Tüm çaba
ümmetin kendisine ilişkin yapılanmayı doğru kavramasıyla ilgili olduğu da
görülecektir.
EDİTÖR
(*)
İngilizce Baskının Önsözü
10
Konferansımın
başlıca konularından biri İslamî yaklaşım, İslam'ın anlaşılması üzerinedir.
Bilimsel olarak bir yaklaşımda bulunmanın bir çok
boyutu vardır. Bir konu üzerinde çalışırken, bu konuya değişik açılardan
yaklaşmanın metodlan vardır. Bizim yaklaşmak istediğimiz kavram-ise islam'ı
anlamak üzerinedir. Bir probleme yaklaşımda Önemli olan şey, o probleme ne
kadar bilimsel me-todla yaklaşıldığıdır. Bazı durumların keşfinde doğru bir
metoda sahip olabilmek felsefeden, bilimden veya diğer yeteneklerden daha
önemlidir.
Biz
biliyoruz ki bin yıl süren ortaçağ boyunca Avrupa durgundu- Bu durgunluk
döneminin sonunda meydana gelen devrimci bir yapılanmayla bilimsel alanda,
sosyal alanda, siyasal alanda ve insani olan tüm alanlarda sıçra-malı bir
düşünsel gelişim yaşandı. Bu düşüncede yaşanan devrim bugünkü dünya kültürü ve
dünya uygarlığının da temellerini oluşturdu. İşte burada durup kendimize şu
soruyu sormalıyız: Avrupa bunu nasıl gerçekleştirdi? Bin yıl
11
boyunca durağan bir
ortaçağ yaşayan Avrupa birden nasıl değişip gerçek, bilgiyi yakalama becerisi
gösterebildi? Üstelik de, bu olay iki yada bilemediniz
üç yüz yılda gerçekleşti.
Bu
önemli bir sorudur ve belki de bilimsel olarak bu soruya cevap verebilmek
soruyu sormaktan daha da güç olsa gerek.
Öncelikle
şu söylenebilir ki, şüphesiz bu olayda bir çok faktör
rol oynamıştır. Avrupa'nın ortaçağ boyunca yaşamış olduğu durgunluğu çözecek bir çok faktörün varlığından söz edilebilir. Bir başka
yönden de şunu ifade edebiliriz ki uyuyan Avrupanın uyanışına aynca neden
olacak faktörler de vardır, işte tüm bunlar bir araya gelince, oluşturdukları
dinamik Avrupanın uyanışını sağlamıştır.
Bir
noktada size şunu hatırlatmak isterim ki, Avrupa'nın bin yıl süren ortaçağ
boyunca uykuda olmasının en temel sebebi, uygarlığında ve düşüncesindeki
uyuşukluğun asıl sebebi bu dönemde kullanılan Aristoteles'in an-lojik
metodudur. .
Değişen
dünyaya, sosyal problemlere, bilime bu açıdan bakıldığında tüm problemler bu
bakış açısına göre değişim geçirir. Biz burada bu gün yalnızca kültür, düşünce
ve bilimsel gelişmeyi konu edineceğiz.
Bu
hareketin ana faktörü araştinldığında bunun temel olarak değişim olduğunu
görürüz. Sosyolojik bakış açısına göre değişimin nedeni feodalizimden
burjuvaziye giden hareketliliktir. Bu hareket ise, Islamî doğu ve Hıristiyan
bati arasındaki duvarı oluşturduğunu biliyoruz.
Çöküşle
ilerleme arasındaki ilişkiye çok dikkat etmek gerekir ki, bu ikisi arasındaki
ilişki, hassas bir ilişkidir.
Bir
problemin ağırlığının ölçümünde nedenler sadece bireysel değildir, bu nedenler
durgunluk, ilgisizlik ve
12
kıpırdanma, ilerleme olarak
belirlenebilir.
Ama
herşeyden önce izlenen metodoloji önem taşır. M. Ö 5.
ve. 6. y. y daki büyük yeteneklerin varlığı tabiidir ki M. S. 15 ve 16. y.y/daki büyük yeteneklerin varlığı ile
karşılaştırılamaz. Şüphesizdir ki Aristo, Francis Bacon'dan ve Plato da Roger
Bacon'dan daha yeteneklidir, daha büyük dehalardır, fakat diğerleri için aynı
şey söylenemez. Ama bunlar nasıl insanlardı? Kimdi bu insanlar? Aristoteles
gibi bir adamdan daha aşağı düzeyde fikri gelişim seviyesi olan bu adamlar
kimlerdi ki aynı zamanda arkalarında fikri gelişimin temellerini bırakıp
gittiler? Bunlar aynı zamanda dünyada yaşanan sığ düşünce düzleminin de
nedenini nasıl oluşturabildiler?
İkinci
türden olanlar düşünce ve metodolojide doğru bir yol
tutturabilmiş insanlardı. Bunlar doğru metod ve yöntemleri bulmuşlardı ama
önemli bir özellik olarak da Şunu ifade edelim ki, kendi buldukları yolu,
yöntemi kendi bilimsel gelişimleri için kullanamamışlardı, ya da kullansalar
bile etkili olarak kullanamamışlardı. M. Ö. 5. ve 6. y. y da Antik Yunan'da bir çok büyük yeteneğin olduğunu görebiliyoruz. Bunların
yetenekleri insanlık tarihini etkiledi. Bu yeteneklerin hepsi de Atina'da
toplanmıştı. Ama çarklar orada herkes için eşit işlemiyordu. Bu günün
Avrupasmda bile bir çok icadı olan teknik adamlara
Aristo adı bir şey söylememektedir.
Bunun
en iyi örneklemesini Thomas Edison 'da görebiliriz. Edison n'lozofik kapasite
olarak belki de Aristo'nun üçüncü sınıf bir öğrencisinin yarısına eşitti.
Edison bir mu-cid olarak belki binlerce icadı
kayıtlara geçirtmiştir, yaptığı icadlar doğada ve endüstriyel alanda yapının
değişmesine neden olmuştur ve ilginç yanı Aristonun en son öğrencisinden 2400
yıl sonra yaşamıştır.
13
Düşünce
hakkı, yürüme hakkı gibi doğal bir haktır. Örneğin bir insan topaldır ve
yürüyüş hızı yavaştır. Ama eğer bir düz ve engelsiz yolda yürüyorsa, taşlı bir
yolda yürüyen ve şampiyon olmuş bir atletten daha hızlı olabilir. Bir şampiyon
hiç bir yardım almadan taşlı bir yolda koşabilir koşmasına ama seçtiği yol
yapısına, koşma düzenine ters olduğu için normaldeki hızı mutlaka düşecektir.
Oysa topal olan bir insan yürüyeceği yolu eğer doğru seçmişse bir koşucudan
daha yavaş olmasına rağmen hedefine daha hızlı ulaşacaktır.
Burada
önemli olan, söylemeye çalıştığım şey bir insanın düşüncesi ne kadar çeşit
ihtiva ederse etsin önemli olan onun düşünce için seçtiği metod olacaktır.
Psikolojiye, topluma, edebiyata bakış açısı Önemli olacaktır aslında. Burada
bir araştırmacı, bir bilim adamı için ilk görev, en iyi metodu seçebilmesi
olacaktır ya da araştırmasına en doğru yaklaşımı bulması önemli olacaktır. Biz
geçmişin bize miras bıraktığı bir deneyimler süresi devraldık ki, bu da İslam
tarihimizin bir bölümünü oluşturuyor. Bu tarihin büyük bir bölümü bizim için
deneyim kaynağıdır, islam dininin takipçilerini ve kendimize ilişkin olanları
bilmek zorundayız ve İslamı doğru, metodik olarak anlamak zorundayız. Çağımız
bilmediğimiz şeylere tapınma çağı değil. Bu saydıklarımız için tek gerçeğin
araştırılması ve bulunmasının yolu eğitimdir. Dini olan ile yüz yüze
gelindiğinde ise, hele bu îslam dini olduğunda, sorumluluk daha da artmaktadır.
Bu sadece İslami bir görev olmanın ötesinde islam'ı tem ve doğru anlayabilmenin
bilimsel ve en insani tarafıdır da. Bir kişinin dengede olması, inandığı şeyi
nekadar bildiğiyle orantılıdır. İman, inanç, sadece faziletlerin toplamı
değildir. Şayet biz bazı şeylere inanıyorsak ve inandığımız şey konusunda
bilgimiz yoksa bu bir değer ifade etmez, çünkü
14
inandığımızın değeri onu
bilmekle doğru orantılıdır. Biz İslam'a inanıyoruz, bu nedenle O'nu iyi bilmeye
mecburuz. İslam'a doğru şekilde yaklaşmaya mecburuz. Şimdi sorun İslam'ı en iyi
şekilde ne türden bir yaklaşımla irdeleyeceğiz noktasında toplanıyor. ,
İslam'ın
gerçeklerini bulma yolunda ilerlerken biz Avrupa'nın kullandığı yöntemleri
kullanamayız, bir biyoloji, psikoloji, sosyoloji temelinden yola çıkamayız. Ama
bir yaklaşım denemesinde bulunmamız gerekir. Şu kesindir ki, Avrupa'nın
bilimsel yöntemlerini bilmemiz gerekir. Ama tüm bunları kendi yaklaşımımızda
kullanamayız.
Artık
bu gün tüm bilimsel yaklaşımlar bilimin her alanında değişime uğramıştır. Onlar
artık yeni bir bakış açısı kazanmış durumdadır. Ama şu unutulmamalıdır kî, dinin gerçekleri aynı kalmak zorundadır. Şurası açıktır
ki, İslam'ın emirlerini bilmek, bu emirler arasında birini diğerine yeğlemeyi
gerektirmez ve böyle bir tercih hakkı tanımaz, çünkü İslam tek boyutu olan bir
din değildir. İslam, insan varlığının bilinen duyularla kavranabileceğini temel
alan ya da Allah ve kul arasındaki ilişkilerin sınırları olacağına inanan bir
din değildir. Tüm bunlar îslamın boyutlarından sadece birini oluşturur Bu
boyutları bilmek bizi felsefi bir metoda doğru götürür. Çünkü insan ve Allah
arasındaki ilişki bu düşünsel alanın sadece bir boyutunu oluşturmaktadır.
Bu
inancın bir başka boyutu da dünya ve dünya üzerinde yaşayan insanın onunla
ilişkisi üzerinedir. İşte bu boyutların tümünün gerçekliğini bilebilmek için
biz bu günün felsefi ve tarihsel metodlarına baş vurmalıyız.
Böylece
eğer biz İslam'a bakarken kristal bir kürenin yalnız bir yüzüyle bakarsak, tüm
bu boyutları değil sadece onların içinden birini görebiliriz. Ama bakış açımız
doğru
15
ise, doğru bakabilirsek gerçeği tüm
boyutlarıyla kavrayabiliriz. Şu gerçeği de belirtmek gerekir ki islam'ı tüm
gerçeği ile kavramamız mümkün değildir. Kur'an'ın kendisi bile çok boyutlu bir
örnek teşkil eder. Bir çok bilim adamı ve sanatçı tarih boyunca Kur'an'ın lafzî mi, edebî mi yorumlanması gerektiğini tartışmışlardır.
İslam'ın bir başka boyutu da O'nun felsefi öğretisini oluşturmaktadır. Bu günün
felsefecileri bu konu üzerinde araştırmalarda bulunmaktadır.
Kur'an'ın
en önemli boyutlarından birisi de -ki az bilinen bir boyutudur-insanın sosyal,
tarihi, psikolojik olan tüm boyutlarıyla tanıtıldığı tarafıdır. Bu boyutunun
bilin-memesinin nedeni olarak ileri sürülebilecek sonuçlardan birisi şu
olabilir ki: sosyoloji, psikoloji ve genel anlamda insan bilimleri diğer
tarihsel çalışmalardan ve araştırmalardan farklıdır, ayrıca bu tür'ün arasında
yazılı olarak, bu türden kayrvak hiç olmamıştır. Çeşitli kabileler arasında
geçen tarihi olaylar ve farklı ulusların aralarındaki ilişkiler ve
gerileyişlerinin nedenleri Kur'an'da zikredilmiştir. Bir tarihçi tarih
biliminin bakış açısıyla onlar üzerinde çalışmalar yapabilir. Bir sosyolog bu
olaylara sosyoloji biliminin metodunu kullanarak bakabilir. Doğa fenomenini ve doğal bilimlere ilişkin problemleri
tartışabilmek ve anlamak için doğal bir metod gereklidir.
Benim
Özel anlamda ilgi alanım tarih ve sosyolojidir. Ben kendimi olaylara ve
kavramlara doğru anlamlarıyla yaklaşma metoduna verdim. Sorun; olayların ve
kavramların kendilerinden öte bizim onlara yaklaşmada izlediğimiz yöntemin
doğruluğu olarak algılanmalıdır. Ben araştırmalarımda iki türden yöntem
üzerinde durdum insan bilimlerine tarihsel ve sosyal bakış açısının metodları
oldu bunlar.
Büyük
şahsiyetleri tanımanın ancak iki türlü yolu
16
vardır. Bu iki yol bize büyük şahsiyetleri
hakkıyla tanımanın anahtarını verir. Birini ya da bir şeyi iyi anlayabilmek
demek, onunla veya o şeyle ilgili olan düşünceleri, yazıları, araştırmaları,
konuşmaları, makaleleri ve tüm kitapları taramayı gerektirir, bilimsel yöntem
de budur. Bir bireyin nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu bilmek demek, onun
düşüncelerini, ideallerini, mantığını da bilmeyi gerektirir demektir. Ama bir
araştırma için tek başına tüm bunlar yeterli değildir, çünkü bir şahsın yaşamı
içinde çok değişik perspektifler olabilmektedir ve tüm bunların tamamı
yazılarına ve konuşmalarına yansımayabilir. Tüm bunlar görünebilir
yansımalardır ama her zaman gerçeği yansıtmayabilir.
ikinci bir yöntem de, bir bireyi tamamıyla
bilmeye yönelik çalışmalardır, ki onun aile yapısı, nasıl bir çevrede
yetiştiği, nerede doğduğu, ulusal kimliği gençliği ve çocukluğunu bilmeyi
içerir. Onun yetişme koşulları, büyüdüğü çevre, eğitimine katkıda bulunanlar,
yaşamı boyunca yüz yüze geldiği olaylar, başarıları, başarısızlıkları da buna dahildir. Bir bireyi tüm yönleriyle, köktenci olarak tanımak
için biri diğerini takip eden iki yol vardır. Bunlardan birincisi o kişinin
düşünce yapısına yönelik çalışma yolu,,ikincisi ise
başlangıcından incelendiği güne kadar olan yaşama çizgisi,
Dini
de böyle bir bireye benzetebiliriz. Dinin işlevi ve tarzı sanki bir okul kitabı
formundadır, muhatap olduğu insanları kazanmaya yönelik bir kitap gibi de
düşünülebilir. Dinin tanıtımı ve biyografisi onun tarihini şekillendirir.
Günümüzde
hakkıyla İslam'ı detaylı ve usulüne uygun olarak bilebilmenin iki yöntemi
vardır. Birincisi Kur'an'ı bilmek, kendini müslüman olarak adlandıran bir
bireyin yaşamına ve düşünce biçimine yön veren tüma-
17
.—-
-*--
dunların toplamını
oluşturan kitaptır. İkincisi ise İslam tarihi üzerine yapılan çalışmalardır ki,
bu da peygamberi öğretinin başlangıcından günümüze gelene değin geçirdiği tüm
evrimi anlatabilecek kaynaktır. Tarih boyunca meydana gelen ve gelecek olan tüm
değişimlerin anahtarı niteliğindedir.
Yöntem
budur, bu olmalıdır ama islam'a ve Kur'an'a ilişkin çalışmalara baktığımızda
görürüz ki tüm bu çalışmalar zayıf ve yetersiz kalmaktadır.
Tüm
bu çalışmalar İslam'ın araştırılması konusunda bilimsel metodun ancak haşiyesi
olabilirler. Şükürler olsun ki, bu gün İslam toplumlarının uyanışlarıyla
Müslümanların Kur'an'ın içeriğini anlamaya doğru yaptıkları çalışmalar ve İslam
tarihinin analizi çabaları gün be gün araş kaydetmektedir.
Ferhad
Abbas," Emperyalizm'in Gecesi" adlı kitabının girişinde der ki:
"Fas, Tunus, Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkelerinin sosyal uyanışında en
önemli etken Şeyh Mu-hammed Abduh'un Kuzey Afrika'ya
gelişi olmuştur. Ab-duh Kur'an'ın tercümesini öğretmeye başladı ve bu Öğretim
metodu klasik dini öğretimin dışındaydı."
Kitaba
baktığımızda görürüz ki yazarın kendisi aslında dindar birisi değildir ama
Kuzey Afrika ülkelerinin uyanışı üzerine yaptığı çalışmasında görmüştür ki
müslümanlar ve din alimleri diğer dini araştırmalarını
bir yana bırakıp Kur'an'ı temel alan bir yapılanmaya gittiklerinde ve ana
araştırma kaynağı olarak Kur'an'ı aldıklarında toplumda anlayış farkı ortaya
çıkmış ve sosyal uyanış başlamıştır. Burada önem verilen nokta toplumu
oluşturan bireylerin asıl kaynağa dönünce ve doğru metodla çalışmaya başlayınca
gösterdiği değişimdir.
Kur'an'ı
bilimsel anlamda tam ve doğru anlamanın iki
18
yolu vardır. İlki Kur'an'ı îslami
öğretinin bir kitabı olarak görmek ve anlamak, ikinci yol olarak da İslam
tarihini tüm gelişim evreleriyle birlikte doğru olarak kavramaktır.
Eğer
bugün İran müslümanları gittikleri^camilerin tamamını bir sosyal hareket
merkezi haline getirebilirlerse ve Kur'an'ın iki ilkesini ve O'nun tarihini iyi
kavrayabilirlerse, bu ana temel üzerine bina edecekleri sağlam bir eğitim
sistemini oluşturabilirlerse, o zaman işte İslam düşüncesi anlamında büyük bir
değişimin kıvılcımını çakmış olacaklardır.
İslamı
anlamak için en iyi metod O'nu yaşamaktır. Bu tipoloji olarak bilinen bir
metoddur. Bir çok sosyolog bu gün inanmaktadır ki, bu
metod sosyolojik problemlerin çözümünde izlenebilecek en iyi metoddur. Bu
anlayış bir ekolden diğerine aktarılarak taraftar bulmaktadır. İslam'ı anlamak
için benim hali hazırda kullandığım bîr metod var; bu
metod Avrupa'da halihazırda İnsani bilimler için yapılan araştırmalarda
kullanılan bir metoddur. Bu kullandığım yöntem, tüm dini araştırmalar için
kullanılabilir bir yöntemdir.
Bu
yöntemin ana teması bir dinin beş temel cephesini bilmek ya da beş önemli
tavrını bilmekle ilgilidir. Bu beşli diziyi şöyle sıralayabiliriz:
1.
Her dîne ilişkin ilahlar veya ilah, kî her dinin
takipçileri, inananları bu ilahlara taparlar.
2.
Bir hukuk kurucusu olarak dine ait kitap, ki dinler bu
kitaplarla insanları inanışa ve inandıklarını yaşamaya davet edilirler.
3.
Peygamberler, ki her din kendini peygamberler
vasıtasıyla açıklar ve dinin misyonunu anlatır.
4.
Dinlerin görünüşteki şekli ve hali, bunlarda bir din tarafından ortaya konulur.
Her peygamber kendi dini
19
misyonunu farklı olan
yollardan ortaya koyar. Halktan birine hitap etmekle asil birine hitap etmek
arasında, bilginlere ve felsefecilere hitap etmekle seçkin insanlara hitap
etmek arasında mutlaka farklılıklar olacaktır. Bazan bir peygamberin şahsi gücü
üstün olarak görünebilir, bazen de bu durum değişir ve vücut gücü üstün olarak
görünebilir.
5.
Her dinin içinde örnek olabilecek kişiler ve seçkin şahsiyetler halkın
arasından çıkar ve dinin yaygınlık kazanması için çalışırlar, bunlar topluma ve
tarihe de hizmet etmiş olurlar.
Her
dinin seçkinleri ve örnek şahsiyetlerinin halk içinde yaptıkları çalışmaları ve
topluma sundukları tebliğ çalışması, o dinin tarihsel anlamda toplam birikimini
oluşturur.
Bir
fabrikanın çalışmasını Öğrenebilmek, ya da bir ülkede yapılan tarımsal
çalışmanın niteliğini öğrenebilmek için bu türden yapılan çalışmaların işleyiş
yöntemine bakarız. Fabrikalarda üretilen mamul maîlar yada
tarımsal ürünler ihraç edilerek ülkeye gelir getirir, bu çalışmalar gelir
arttıkça daha kaliteli olmaya doğru gider, bunları üreten insanlar yetkinlik
kazanır. İşte bir dini anlamak da böyledir. Araştırma konusu olan din üzerinde
insanlar çalıştıkça, onun ilkelerini başkalarına anlattıkça, giderek
çalıştıkları din üzerinde yetkinleşir, onu en iyi aktarabilen insanlar haline
gelirler. Dolayısıyla bireylerde kendilerini geliştirme ve aşma olanağı
bulurlar.
İşte
islam da böyle anlatılmak, anlaşılmak zorundadır. Öncelikle Uk aşamada Allah'ı
bilmek zorundayız. Bu bilmenin çok çeşitli yöntemleri vardır. Allah'ı
bilebilmek için felsefe ve onun düşünceye ilişkin tüm yöntemleri
kullanılabildiği gibi, ruha ilişkin çalışmalarda bu alanda kullanılabilecek
türden yöntemlerdir. Ayrıca yine çok çeşitli ayrıntılar-
da bu konuda çalışmak isteyen insan
için hazır olarak beklemektedir.
Ama
benim size sunmaya çalıştığım metod bu alanda bir tipoloji oluşturacak bir
metoddur.
Bu
metodun ilk aşamasında Allah'ın sıfatı, orjini, kavramı ve şahsi, zati olan
sıfatlarına ilişkin çalışmadır, ki islam dini bu
konuları belli bir saygı çevresinde ve önem atfederek işler.
Burada
genel olarak Rahmet kavramı nedir, Rahman kavramı nedir, Azze ve Celle kavramı
nedir? İşte Allah kavramı üzerinde durmanın başlıca soruları bunlardır.
Tüm
bu kavramlara ilişkin tek ve doğru yanıtları bulabileceğimiz yer ve kaynak ise
şunlar olarak sıralanır: öncelikle Kur'an, daha sonra Peygamberin dilinden,
O'nun sözlerinden aldıklarımız, tüm bunların ardından da Peygamberin
izleyicilerinden bize nakledilenler olarak sıralanmaktadır. Bu kavranılan
Öncelikle çıkarabileceğimiz yer ya Kur'an'ın bizzat kendisi olacaktır, ya da
Peygamberin bu konuya ilişkin söylediği sözlere baş vurmamız
gerekecektir.
İşte
tüm bu kavramları incelediğimizde görürüz ki, Kur'an'daki Allah kavramıyla
diğer dinlerin "yehova", "ahuramazda", "zeus"
adlı tanrıları ile Kur'an'ın vaazettiği Allah kavramı birbirinden farklı
içeriktedirler.
Kur'an'ı
anlamakta ikinci adım ise, O'nun ne türden bir kitap olduğunu anlamaktan geçer.
Kur'an'ın içeriğinde neler var? Bu kitap dünya hayatına ilişkin, ahiret
hayatına" ilişkin bize neler söylemektedir? Kitap ahlaki, sosyal ve
bireysel yaşama ilişkin neler söylemekte ve nasıl bir yol çizmektedir?
Tüm
bunların ışığı altında şu sözün anlamı üzerinde çok derin düşünmek gerekmektedir:Kendini bilen Rabbini
21
bilir.
İşte
meseleye böyle yaklaştığımızda şunu görürüz ki Kur'an diğer din kitaplarından,
Muharref İncil'den ve-da'dan, Avesta'dan farklı bir kitaptır.
Üçüncü
adıma geldiğimizde ise, karşımıza Hz. Mu-hammed çıkar,
bu dinin peygamberi, Abdullah'ın oğlu olan kişi. İslam'ın peygamberini bilmek
tarihsel açıdan önemlidir. Çünkü hiç bir insanın gözü olaylara, kavramlara
O'nun baktığı gibi bakmamıştır. İslam'ın peygamberi diğer insanlardan farklı
bir konumda olduğu için ve taşıdığı ilahi güç nedeniyle olaylara ve kavramlara
diğer insanlardan farklı bakması kaçınılmaz olacaktır.
İslam
peygamberinin şahsiyeti hakkında konuştuğumuz zaman şunu da görürüz ki, O'nun
insan oluşuyla birlikte Allah ile arasındaki bağ, ilişki (vahiy) diğer normal
in-' sanlardan çok büyük farklılıklar göstermektedir. O'nun insanlığı ve
taşıdığı misyon nedeniyle oluşan farklı boyutu bizi
O'nun üzerinde başka bir gözle durmaya zorlayacaktır.
Peygamberin
insani olan boyutu denilince biz şöyle bir çalışma yapmak zorunda kalırız:
O'nun uyuması nasıldı, yürüyüşü, konuşması, insanlarla, dostlarıyla,
düşmanlarıyla ve ailesiyle ilişkileri nasıldı?
İşte
O'nun insani boyutunu araştırırsak karşımıza üzerinde çalışacağımız bu türden
şıklar çıkar. Ayrıca O'nun sosyal problemler karşısındaki tutumu ve reaksiyon
biçimi de önem kazanır. Bu türden çalışma gerçeğe ulaşmada birinci yöntemdir.
Gerçek,
İslam'ın en başta gelen ve temel gerçeği, O'nun peygamberinin nasıl ve nice
olduğunu bilmektir de.. Ve O'nun diğer dinlerin
kurucuları ve peygamberleri ile olan ortak ve karşıt yönlerini de bilmekten
geçer. Örneğin Hz.
22
Musa,
Hz. tsa, Zeus, Zerdüşt gibi bir dinin kurucusu yada
peygamberi olan insanlarla arasındaki ortak ve farklılıkları bulmak gerekir.
Dördüncü
adımda İslam'ın peygamberinin görünüşü ve kalitesi hakkında çalışma
gelmektedir.
Herhangi
bir ön şart olmaksızın O'nun görünümü nasıldı? insanların
O'ndan beklentisi ne idi? Peygamberi misyonunu nasıl kavramıştı?
Aniden
ilahi bir güç O'na geldi ve O'nun konuşmasından yaşama biçimine kadar herşeyini
değiştirdi. Bu O'nun için taşınması çok ağır bir görevdi. Peki
tüm bunlar olduğunda O'nun görünüşünde ne gibi bir değişiklik meydana geldi?
Hangi sınıfa mensup bir insandı? Hangi sınıflarla direnişini örgütledi?
İşte
tüm bu sorulara verilecek yanıtlar bize İslamın peygamberini en iyi şekilde
tanıtacak bilgileri vermekte yardımcı olacak cevaplardır. Alacağımız her doğru
cevap bize O'nun manifestosunu anlamanın anahtarı olacaktır.
Tüm
bunların yanıtları bize islam'ın peygamberiyle diğer peygamberler ve din
kurucuları arasındaki ortak ve ortak olmayan ip uçlarını
da verir. Örneğin Hz. İbrahim, Hz. Musa, Zerdüşt, Konfüçyus, Buda gibi.
Hz.
İbrahim'in, İbrahimi çizginin tüm pey.amberleri daima
ilahi bir gücün koruyuculuğunda ve bu ilahi gücün verdiği eğitim içinda
peygamberi misyonlarını ifa etmişlerdir, îşte İbrahimi çizginin sürdürücüsü
olan İslam'ın peygamberi de aynı misyonu bu gücün koruyuculuğu ve öğretisi
altında gerçekleştirmişlerdir.
Hz.
İbrahim, peygamberliğinin daha başında teker teker tüm putları kırarak köktenci
bir misyonun başlangıcındabulunmuştur. En büyük putu
kırdıktan sonra baltasını diğer putun boynuna asarak çok tanrılı misyonu yok
23
etmiştir.
Hz.
Musa, ilk hareket olarak çoban elbiseleri giyindi ve yanına yardımcılarını
alarak firavunun mahkemesine çıktı. O'nun muhalefeti halkının birliği için, bu
birliği yok etmeye çalışan firavuna karşı direnmekten geçiyordu.
Hz.
İsa'nın mücadelesi ise, yahudi tefecilerin varlıklarına karşı çıkmaktı. Çünkü
bu tefeciler fakir halkı borçlandırarak tüm insanları Roma'nın kölesi haline
getiriyorlardı.
Hz.
Muhammed'in(s) mücadelesi ise, kendisine peygamberi misyon
verildiği andan başlayarak, aristokratlar, Taifli kabile reisleri ve Kureyş'in
tüccarlarına karşı idi.
Bu
türden mukayeseler bize bu dinlerin yönetimini, ruhunu, gerçeğini bilmek
konusunda yardımcı olur.
İslam'ı
anlama yolunda beşinci adım ise bireyin ne olduğunu anlamaktır. Bireyin yapısı,
insan olarak var oluşu konusunu incelemek, bu adımlardan birisidir.
Eğer
biz Yahudi geleneğinden Hz. Harun, Hıristiyan geleneğinden St. Paul, İslami
gelenekten ise Hz. Ali veya Hz. Hüseyin üzerine çalışmayı seçecek olursak, bu
örneklerin her birisi de bize bu dinler üzerinde, bu dinleri anlayabilmenin
yolunu gösterir.
Bu
insanları açık seçik bilmek, bilimsel olarak bu insanlar üzerinde çalışmak,
belkide bir fabrikada yapılan üretim aşamalarını takip etmek gibi olur, çünkü
nasıl bir fabrika mal, mamul madde üretiyorsa dinler de kendi misyonlarına uygun insan üretimiyle fabrikaya benzerler.
Bu
konferansımda örnek şahsiyet olarak ele alacağım kişi Hz. Hüseyin dir, çünkü
İslam imanının kafi, vazıh bir örneğidir. Bir insanın
inandığı Allah nedir, peygamber nedir, Kur'an nedir, özellikle de Hz. Hüseyn'in
anladığı anlamda bu kavramların karşılığı nedir? Hz. Hüseyn'in
24
yaşamı çok açıktır.
Hz.
Hüseyn'in ilkeleri kat'idir ve O'nun sosyal problemlere duyarlılığı, insanların
akıbetlerine karşı olan duyguları açıktır. Tüm bunlar O'nun yaptığı işlerden ve
kendini kurban edişinden de çıkarılabilir. Açıktör ki tüm insani olan ilişkiler
yıkıldığında bile amacı ve gayesi açık olan insan yıkılmadan ayakta kalabilir.
Hz. Hüseyin'in yaşamını, düşüncesini ve
değerini anlayabilmek için bir karşılaştırma yapabiliriz, ikiside müslüman olan
İbn-i Sina, Hallac-ı Mansur türünden iki şahsiyet ki, bunlardan biri felsefe
alanında, diğeri sufizm alanında İran'ın düşünce dünyasına etkileri olmuştur,
işte bu ikisiyle Hz. Hüseyin arasında bir mukayese yapacak olursak
felsefe-sufizm-Islam arasındaki farklar ortaya çıkar.
İbn-i
Sina büyük bir felsefeci ve bilim adamıdır. İslam'ın bilimselliği ve felsefesi
konularında çok gurur verecek çalışmalarda bulunmuştur. Ama bu büyük insan ne
yazık ki kendisini sadece felsefe ve bilim alanına kapatmış diğer alanlarla
gereği kadar ilgilenmemiştir. Kendi bildiği her şeyi halkına hizmet için açık
tutarken, toplumu ve bu toplumun tüm akıbetine gözlerini kapatıp hiç bir
reaksiyon göstermemiştir. Toplumunun akıbeti ile kendisini hiçbir zaman bağımlı
hissetmemiş, bu türden akibetin ne kendisine uyan, ne de diğerlerine ait olan
taraflarıyla ilgilenmiştir. O'nun işi sadece kendi alanında bilimsel
problemleri çözmek olmuştur. Yaşadığı dönem boyunca da başkaca hiç bir işle
uğraşmamıştır. Zamanında ilgi gösterebileceği tüm konulara tarafsız kalarak
ilgi göstermemiştir. Bu konulara ilişkin Özgün bir görüşü de olmamıştır.
Hallac-ı
Mansur'a gelince: Bu tutuklanan ve dara gerilen insan sadece kendisi için
gerçek olabilecek bir doğruyu,
25
kendi doğrusunu haykırdığı için bu cezaya
çarptırılmıştır. Suçu neydi Hallac'ın? iki elinin
arasında tuttuğu sevginin Allah aşkı olduğunu bilmesiydi sadece. Evet tüm suçu buydu Hallac'ın. O Bağdat sokaklarında
gezerken şöyle bağırıyordu: "Ben kendimden geçmişim, ben ben değilim, ben
hiçim, ben Hakk'ım"
işte Hallac'ı dara gerdiren suç buydu ve
O bunu sadece ve sadece Allah aşkı ile yapıyordu.
Şu
anda da İran sokaklarında bağırarak dolaşan 25 milyon insanın her biri bir
Hallaç değilmi? "Haydi çabucak bizi Öldürün,
öldürün bizi" diye zulme karşı bağıran insanların herbiri bir Hallacdır.
Eğer
bir toplumun tüm insanları bir Hz. Hüseyn veya bir Abu Zerr olabilirse işte
orada, o toplumda hayat vardır, yaşam vardır, özgürlük vardır. Bilgi ve öğrenme
varsa güç ve denge de vardır ve böyle bir denge kurulduğunda düşman yıkılacak,
Allah'ın aşkı galip gelecektir.
26
Bu
konferansıma başlamadan önce birkaç noktaya, benim için Önemli olan bir kaç
noktaya temas etmeden geçe-miyeceğim. Gerçi bu değineceğim konular direkt
olarak konferansımın temelini oluşturmuyor ama bunlardan da mutlaka bahsetmem
gerektiğine inanıyorum.
Bundan
birkaç yıl Önce entellektüel insanlar bir karar aldılar ve bizim
konuşmalarımızın gereksiz olduğunu bildirdiler. Çünkü şimdiye kadar onlarla
konuştuk. Bizim için artık zaman önemlidir. Herkes çevresinde ve ailesinde
gerekli olan değişiklikleri yapabilecek aktiviteye ulaşmalıdır.
Kanaatime
göre şimdiye kadar her konuda konuştuk, ama bu konferansımda özel olarak
kayıtsızlık konusuna değinmek isterim. Konuşmadığımız konulardan biri de
tahammül etme, direnme konusudur. Bu konunun ne bilimsel olarak analizini
yaptık ve ne de üzerinde konuşabildik, Bu konuda ne kadar ah vah etsek
haklıyız. Şimdiye kadar sosyolojik ve psikolojik acılarımızın üzerinde
gereğince
27
durmadık. Yanlış da olsa
direnmeyi tanıyabiliriz ama şunu itiraf etmeliyim ki biz bu acıların tümünü
tanımadık.
Tüm
bunlar pratik ve belli tecrübeler yaşadıktan sonra anlaşılabilecek türden
zahmetler ve güçlüklerdir, ama şu da unutulmamalıdır ki şimdi aktüel olarak
Önümüzde bu türden yaşamamız gereken zahmetler durmaktadır. Çekilen acılar ve
zahmetler üzerine çok az konuşulmuştur, belki de hiç konuşulmamıştır. Biz
yalnızca ideolojimiz, düşünce ekolümüz, dinimiz konusunda değil tüm bu sayılan
acılar, tecrübeler, deneyimler, ahlaki bozukluklar hakkında da şimdiye kadar
doğru dürüst bir konuşma, bir değerlendirme yapmış değiliz.
Çekilen
adlar ve zahmetler hakkında kafi miktarda
konuşulduğunu nasıl söyleyebiliriz ki? Biz dinine bağlı bir toplumuz. Dinimiz
bizim bilimimizin temelini oluşturmaktadır, ama biz dinimizi bile şimdilik kafi derecede bilmiyoruz.
Öğrencilerim
bana, öğretmenleri olarak bazı kitaplar-daki problemler hakkında sorular
yönelttiği zaman, eğer ben onların sorularının doğru karşılığını verememişsem
öğrencilerimin önünde utanç duyuyorum. Utanç verici olan şey kitaplarda bu
problemlere ilişkin bir çözüm hiç bir zaman gösterilmemektedir.
Bizim
ulusumuz yüzyıllardır, imam Ali'nin ve İslam'ın
Caferi
okulunun onurlu mensuplarıdır. İran, hicri ilk birinci yüzyılda islam'ı kabul
etmiş bir ulustur, îran eski dinini islam ile değiştirdi. Eski dini ye'rine
islam'ı kabul etti. Hz. Ali okulunun takipçisi oldu. Olabildiğince O'nun
koyduğu düsturlar çerçevesinde hükmetmeye, işlevlerini O'nun izinden giderek
yerine getirmeye çalıştı.
Ama
bugün bir öğrenci îmam Ali ve ilk yüz yıllarda O'nun
takipçileri hakkında, İslam'ın Şia ekolü hakkında bir
28
araştırma yapmak istese çok
fazla güçlüklerle karşılaşacaktır. Çünkü hiç bir kitapta o döneme ilişkin
kaynak yok, o döneme ilişkin kitap yok.
Bazı
kaynaklar var, bunu biliyoruz, evet var ama sadece adını biliyoruz. Bunun
dışında yararlanmak isteyenler için tavsiye edebileceğimiz bir kaynak yok.
Bu
Hz. Ali'nin takipçisi olan bir ulus için taşınması zor bir ayıbı.oluşturur,
O'nun hakkında yazılmış, O'nun mücadelesi hakkında yazılmış bir tek iyi
kaliteli kitap bile yok. Utanılacak bir şey ki, bize Hz. Ali'yi anlatan Georges
Jour-daq adh bir hıristiyanın 14. y. y'da yazdığı kitap olmuştur. Bu kişi Ebu
Zer'i anlatan bir monografi de kaleme almıştır.
Selman-ı
Farisi islam'ı ilk kabul eden İranlıdır. Bu onurlu şahısın Aryanlar ve
İranlılar arasında özel bir yeri vardır. Selm,an
Peygamberin ilgisine mazhar olmuş büyük bîr insandır. O peygamberin o kadar
yakın çevresindeydi ki sanki O yüce ailenin bir ferdi olmuştu. O'nun hakkında
yazılan kitapların hemen hemen hepsinde Selman'ın dinine ve ulusuna ilişkin
yaptığı çalışmalarıyla İran ulusunun onuru, abidesi haline geldiği yazılmıştır.
Evet O'nun hakkında bu kadar övücü
sözler yazılmıştır, ama kim tarafından? Bir Fransız
tarafından.
Hareket
hakkında, aktivite hakkında, bildiklerimi ve düşündüklerimi nasıl aktaracağımı
bilmiyorum. Her türden aktivitenin, her türden birlikteliğin şimdi, şu anda
beraber yürüyeceğini söylemek istemiyorum- En azından zaman olarak o aşamaya
gelindiğini sanmıyorum. Hazret-i Peygamber'in hayatına bakıyorum: O hayatını
hiç bir zaman iki parçaya ayırmamış, nasıl ayırmamış? Şöyle ki bir bölümü
konuşma ile sınırlı olan, diğeri ise aktivite için ayrılan bölüm. O'nun yaşamı tek, yekpare bir bütünlük içinde.
29
İşte
bizim örneğimiz de bu olmalıdır. Çalışmalarımızın temeli olan iş, inancımızın
okulumuz olduğudur. Bizim akti-vitemiz, bizim düşünsel boyutumuz bizim
ekolümüzdür. İmam Ali'nin ne türden bir insan olduğunu bilmeliyiz, Sel-man'ın
Ebu Zer'in, Hz, Alî'nin ve Resul-i Ekrem'in nasıl
insanlar olduğunu bilmeliyiz.
Ne
yazık ki bu insanların hakkında yazılmış okunacak ve Onların değerini
anlatacak, dine ilişkin bakış açılarım öğrenebileceğimiz, insani bakış.açılarını öğrenebileceğimiz herhangi bir kaynağa sahip
değiliz. Tüm bunlarla ilgili olan kitaplar Farsçaya çeviri yoluyla girmiştir.
Daha biz bunlara ilişkin tek bir telif eser kaleme alabilmiş değiliz.
Şimdilerde Kur'an'ı bilenler sanki ayrı bir insan gibidir, alim
değiller belki ama yine de ayrı bir insan gibidirler. Alim
olmak daha sonra gelir. Ayırıcı özellikleri şuradadır ki Kur'an'ı bilenler
Hazreti Peygamberi bilir, O'nun mücadelesini bilirler, İslam tarihini bilirler.
Kur'an'ı tam manasıyla kavrayabilme güçleri vardır, Kur'an'dan örnek
çıkarabilme ve bu örneklemeyi hayata geçirebilme gücüne sahiptirler. Eğer Hz. Mu-hammed(s)'e, Hz. AH'ye Ebu Zer'e ve İslam'ın diğer
Önemli şahsiyetlerine bakacak olursak aynı tavrı görürüz, bu sayılan kişiler
alim değildi.
Şimdi
ben şuna inanıyorum ki, yapacağımız en önemli iş, görev, kendimize ilişkin
dertleri konuşmaya gereken önemi vermeliyiz, bunu bilimsel anlamda yapmamız
gerekiyor.
Tüm
bu çabaları harcamadan îslami olan bir toplumda reform yapma çabaları beyhude
gayret sarf etmek olacak ve meydana getireceği değişiklik de buna oranla küçük
çapta kalacaktır.
Eğer
bir harekete kalkıştığınızda neye ihtiyacınız olduğunu bilmeden harekete
geçecek olursanız, başarısız-
30
lıkla
karşı karşıya gelme oranı sizin için yüzde yüz olur. Öyleyse önce ne
istediğimizi, niçin istediğimizi ve nasıl istememiz gerektiğini bilecek, sonra
da bunu isteyeceğiz. Başta gereken şart ne istediğimizin bilinmesine
ilişkindir.
O
halde önce ilk görev olarak dinimizi bileceğiz, buna bağlı olarak düşünce
okullarını tanıyacağız. Çünkü dinimizle aramızdaki bağ yüz yıllardır kopmuş
durumda bu kopukluğun giderilmesi gerekiyor. Bu Önümüzdeki aşama için yapmamız
gereken iştir.
Bu
ikinci konferansımda İslam'ı anlamaya değişik bir açıdan da bakılabileceğini
anlatmaya çalışıyorum. Bu anlamanın ilk aşamalarından biri de, Allah'ı kavram
olarak, yaratıcı olarak, küll olarak bilmekten geçiyor.
Başka
bir açıdan şöyle de söylenebilir ki, Kur'an'ı diğer kitaplardan ayıran özellik
nedir, farklılığı nerededir, bunun tam olarak anlaşılması gerekiyor.
İslam'ın
peygamberi üzerinde de çalışmak gerekir/ O'nun şahsiyeti, diğer kişilerden O'nu
ayıran farklı özellikleri, insanlığın uzun tarihi boyunca ortaya çıkan
reformistlerden O'nu ayıran farklı özellikler nelerdir? Tüm bunların bilinmesi
gerekiyor. Ayrıca diğer bireylerin iman gücü ile
O'nun
iman gücü arasındaki farklılığı iyi kavramak gerekiyor.
Bu
günün entellektüelleri islam'ı anlarken insanlık tarihinin meydana getirdiği
değişik düşünce akımlarından birini anladıkları gibi anlama yanlışına
düşüyorlar. Oysa İslamın misyonu direkt olarak
insanlığın geleceğine yöneliktir. Dolayısıyla İslam ne sadece bireye yönelik
bir dindir ve nede sadece topluma yönelik bir dindir, İslam hem bireyi ve hem
de toplumu kapsayan bir dindir. İşte entellektüelle-rin görmesi gereken en
önemli boyut budur, îşte entellek-
31
tüellerin
görmesi gereken ve üzerinde çalışmaları gereken en Önemli vazife bu boyutta
toplanıyor. Entellektüel insanlar bu konu üzerinde ve bu din üzerinde daha iyi
bir bakış açısı edinmek zorundadırlar. Onlar bireysel olarak yürüttükleri
çalışmalarında da böyle bir bakış açısı kazana-bilirlerse eğer araştırma
yaptıkları alanlarda daha farklı sonuçlara ulaşabilirler. İslam birbirinden
farklı bir çok boyutu olan, birbirinden farklı birçok
reddi olan bir dindir. Bunu iyi gözlemlemek gerekir. Çünkü İslam'ın bu
veçhesini görebilenler, bir çok alanda yeni yeni
sonuçlara ulaşabilirler, bu ulaşma sadece toplumsal çalışma alanlarında değil,
ama sübjektif çalışma alanlarında da yeni açılımlar sağlayabilir.
Benim
çalışmalarım dîn sosyolojisi üzerinedir. İslam'ı temel
alan din sosyolojisinin çeşitli kavramları üzerine kendimi yoğunlaştırmaya
çalışıyorum ve bu çalışmalarımda hem kavramsal olarak ve hemde aktivite olarak
Kur'an'ın içeriğinden yararlanıyorum, Bu çalışmalarım sırasında gördüğüm bir
noktayı vurgulamak isterim, umduğum şekilde birbirine müsavi, biribirinin aynı
olan hiç bir imajla karşılaşmadım. Ben sanırdım ki Kur'anda geçen imajlar hep
biribirinin aynıdır. Ama düşündüğüm gibi çıkmadı. Örneğin Peygamberin giysisi
konusunda tarih ve sosyolojik olarak her hangi bir bilimsel telkinde bulunulmadığını
keşfettim. Bu Kur'an'ı analiz ederken ve bilimsel olarak Kur'an'a yakın olmaya
çalışırken karşılaştığım bir zıtlıktı. Bizim bu günün bilmini ve siyasetini
Peygamber'in siyaseti ile anlamaya çalışmamız gerekiyor, çünkü O tüm bunları bu
günde kullanabilmemiz için koymuştur. Problem burada değil, problemimiz başka.
Çalışmalarım süresince Kur'an'da zımnen bahsedilen nice yeni tarih ve
sosyolojik problemlerle karşılaştım, Kur'an ve İslam bana yeni bir
32
düşünce boyutu getirdi ve
ben yeni, çok değişik temalar buldum, insan bilimleri alanında
kullanabileceğim, tarih alanında kullanabileceğim, sosyoloji alanında
kullanabileceğim. Bu nedenle araştırmalarımın başına yeniden döndüğümde artık
kesin birtakım şeyleri gerçekleştirebilecek durumdaydım.
Kur'an'ın
yardımıyla yaptığım çalışmalar neticesinde, bu günün insani bilimlerinde
kullanılabilecek ve yeni açılımlar sağlayabilecek, daha önce hiç bahis mevzuu
olmamış nice önemli noktalar buldum.
Bu
en Önemli sorunlardan biri de "hicret" kavramına ilişkin vardığım neticelerdi.
"Muhammed, Mührü
Nübüvvet" adlı çalışmamın girişinde de belirtmeye ve çözümlemeye
çalıştığım gibi, göç yada "hicret" kavramı
sadece bir mekandan diğer bir mekana seyahat etmek ve yer değiştirmek değildir.
Hicret, müslümanların o dönem içinde yapabilecekleri en iyi, en uygun ve en
yerinde bir muhalefet hareketiydi. Kur'an'da hicret ile ilgili olan bölümlere
baktığımızda da görürüz ki, Peygamberin yanında Mekke'den Medine'ye hicret
edenlerle birlikte hem peygamberin hayatında, hem de hicret edenlerin hayatında
İslam daha farklı bir yere varmıştır. Tabir yerindeyse, İslam
"hicret" olgusuyla hayat bulmuştur.
Bu
tam anlamıyla bir tarihi olay ya da olgu olarak alınamaz. Müslümanların
arasından bir grup insan yine Mekke'de müşriklerin zulmünden kurtulabilmek için
Peygamberin emriyle Etopya'ya gönderilmişlerdir. Bu da bir nevi hicret olarak
değerlendirilmelidir. Hicret denildiğinde, tarihsel bir terim olarak, küçük bir
grubun karşılaştıkları güçlükler nedeniyle bir yerden diğer bir yere taşınmasını
ifade etmektedir. Bu göçün nedeni, ya coğrafi veya tarihsel nedenler ile ilgili
olabilir, islam tarihindeki Hicret olgusunun
33
içinde ise bu nedenler içinde baskı
altındaki bir grubun karşılaştığı güçlükler nedeniyle bu güçlüğün etkilerinden
kurtulabilmek amacıyla yapılan bir güçlükler yatar.
Hicret,
derin felsefi ve sosyolojik bağlamları olan bir kavramdır. Tarih bilminin
açıklamalarına göre, ki benim referans olarak
kullandığım kaynaklarda aynı olgu üzerinde durmaktadır, hicret kavramı son
derece önemli ve muhteşem sonuçları olan bir ilke, bir kavram olarak
anılmaktadır. Tarihe bakıldığında da görülebilir ki bu ilke, bu kavram o kadar
kolay uygulanabilir bir kavram değil, aksine bir çok
güçlüğü içinde taşıyan bir kavramdır da. Tüm tarih felsefecileri çalışmalarının
büyük bir bölümünü tarih olayları arasında hicret etmek olgusuna ayırmışlardır.
İşte
tüm bu anılan gerçekler karşısında hicretin etkisi üzerine ne söylemem
gerekiyorsa onu anlatmaya çalıştım.
Tarih
boyunca kurulduğu belirtilen yirmiyedi uygarlığın hepsinin kökeninde de hicret
önemli bir netice olarak görülmektedir. Küçük bir grup halinde hicret edenler
gittikleri beldelerde yaptıkları çalışmalar nedeniyle büyük bir uygarlık
kurmayı başarmış ve kurdukları bu uygarlıkları sürekli hale getirmiş toplumlara
dönüşmüşlerdir. Demek ki hicret çoğu kere alınması güç olan kararlara rağmen
verdiği neticeleriyle çok olumlu sonuçlar doğurabilen bir olgu olmuştur.
Şimdi
gelelim benim bu sonuçlara nasıl ulaştığıma. Ben ulaştığım bu sonuçların
hepsini de tarih biliminin perspektifinden değil ama Kur'an çalışmalarım
sonucunda elde etmiş bulunuyorum. Referansımın tek göstergesi Kur'an oluyor.
Hicret konusunu ele aldım ve bu konuda Kur'an'ın ne söylediğini araştırdım ve
gördüm ki Kur'an, benim aradığım tüm sorulara karşılık verebilecek bir referans
bir
34
kaynak olmaktadır. Dünyanın tüm
uygarlıkları, en son kurulan Amerikan uygarlığından tutun da ilk kurulduğu
söylenen Sümer uygarlığına kadar bir hicrete bağlı olarak kurulmuşlardır. Bunun
anlamı şu olabilir; eğer bir küçük grup kendi mekanı
içinde sıkışıp kalmışsa bu kendi mekanı içinde kendini yeniden üretebilme
imkanı, çok az, hatta hiç yoktur. O halde söylenebilecek şeylerin başında şu
gelir ki bir küçük grup öncelikle bir ülkeye yerleşiyor ve kendine ait bir
uygarlığı kurmak için araştırma yapmak zorunda kalıyor, çünkü buna ihtiyacı
var. Bundan çıkarabileceğimiz sonuçta şu olabilir ki, tüm büyük uygarlıkların
temelinde ilkel ve küçük grupların yaptıkları hicret yatmaktadır.
Ben
çalışmalarımı Kur'an ağırlıklı olarak yürütmeye başladığımda birçok sorularla
karşı karşıya geldim. Ama tüm sorunlarıma sağlıklı ve doğru olan cevapları ve
net sonuçları Kur'an'ın sağladığı ışıklı yol sayesinde yakalayabildim.
Bu
çalışmalarımın neticesinde birçok sosyolojik ve tarihsel probleme ilişkin en
doğru cevapları alabilmemin nedeni de Kur'an'ın bana açtığı sağlıklı yol oldu.
Böylece yeni ve sağlıklı bir metoda ulaştım ki bu da Kur'an'ın özel terimleri
kullanılarak ulaşılan bir metod olmaktadır. İşte bu kullanılan yöntem sadece sosyolojik
değil ama diğer yeni bilimler ve insan bilimleri açısından da kullanılabilecek
yöntem olmaktadır. Tarihin ve sosyolojinin ve özel olarak da İslam
sosyolojisinin karşılaştığı en büyük problem olarak karşımıza toplumların
değişiminin ana nedenleri gelmektedir. Bir toplumu birden değiştiren,
dönüştüren, onu bir başka toplum haline getiren ana etken ne olabilir? Öyle bir
pozitif motivasyon ki bir toplumun tüm değerlerini
olabilecek en iyi yönde ve o toplumun tüm ana değerler kuralını bir ya da iki
yüz yıl içinde bir başka toplum haline getir-
35
mek
üzere ve ayrıca bireysel ve toplumsal olan ilişkilerin yönlerini de tamamen
yeniden değiştirecek güç ne olabilir?
Bu
problem, bu sorun yüz yıldır devam ederek soruluyor. Aşağı yukarı bu konular
üzerinde yüz on yıldır tarihi ve sosyolojik araştırmalar devam ediyor. Ama
halen sorulan soruların başında şu geliyor: însan topluluklarında değişim ve transformasyon için temel faktör ve tarihi motor
güç nedir?
Tabiidir
ki burada her felsefe ve sosyoloji ekolünün kendi düşünce doğrultusuna göre
verdiği bazı yanıtları var. Bu okullardan bazıları tarihi tamamen silip, onu
geçmişte kalan olayların bir birikimi adı alanda değerlendiriyorlar. Tarihi bu
konularda cevap veremeyecek bir bilim dalı olarak değerlendirmeye tabi tutarak,
kendilerini tarih-selciliğin olumsuzluğundan kurtarıyorlar. Yine bu gruplar
sosyoloji içinde standart bir yasa veya olgu kabul veiyorlar. Dünyada bilimsel
anlamda bir anarşist görüş hüküm sürüyor. Bu görüşün yanlıları tüm felsefe,
sosyoloji ve insan bilimlerine şüpheci bakış açısına göre bir değer izafe
ediyorlar.
Bunlara
göre yapılarda meydana gelen değişikliklerin nedeni mutasyon ve devrimdir.
Süregelen bir değişiklik değil, ani ve sıçramah bir değişim söz konusu
edilebilir.
Bunu
şöyle Örneklendirmek mümkün, Araplar iran'a saldırdı ve İran kendini savundu.
Bu olay İran halkının müslüman olmasına neden oldu. Daha sonra Cengiz Han
İran'a saldırdı ye İran, İslam dünyası içinde yalnız kaldı. Bu hareket
neticesinde ise, İran kendine özgü bir yol oluşturdu. Bu değişimin temelinde
sıçramah gelişen olaylar vardır. İşte temel tez, bu fikrin savunucularına göre
budur.
36
Diğer
bir grup ise/ materyalist dünya görüşüne bağlı olanların görüşüdür. Bunlar da
tarihe total (bütüncü) açıdan bakan tarih olaylarının toplamından anlam çıkaran
felsefe ekolüdür. Bu gruba göre başlangıcından şimdiye kadar tarih ve toplum
bir ağaç gibidir, birbirinin içine geçmiş durumdadır. Nasıl ki bir ağaç önce
tohum olarak toprağa düşer, kendine uygun koşulları bulunca canlanır, önce kökleriyle
toprağa yer tutar, sonra filiz olarak çıkar, daha sonra dalları ve yaprakları
oluşursa toplum ve tarih de biri-birleri için aynı görevi görür. Toplumların ve
toplumların meydana getirdiği tarihlerin birbirleriyle olan ilişkileri determinizm ilişkisidir. Toplum, bireylerin özel gayretleri
değil, kendine özgü doğal kanunları ile ayakta durur ve kendim idame ettirir.
Üçüncü
olarak bahsedeceğimiz grup ise faşist, nazist olan gruptur. Bunların en önde
gelen temsilcilerinden biri olan Carlyle'in 'İslam'ın Peygamberi" adlı bir
çalışması da vardır. Bu grup için diğer önemli bir isim de Emerson'dur.
Faşistlere göre insanlığın tarihi, bu tarih içinde toplumların kaderini
ellerinde tutan bir kaç güçlü adama bağlıdır. Bir üst insan yada
insan grubu bunlardan daha aşağı durumda olan yada öyle varsayılan grubu
idaresi altına alarak onları yönlendirir. Toplumlardaki değişim ve
transformasyonunda tek belirleyici bu güç sahibi olan insan yada
insan gruplarıdır. Emerson şöyle söylüyor: "Bana on tane güçlü insan
verin, ben hiçbir kitap okumadan size insanlığın tarihini an-latayım."
İslam'ın
peygamberi çalışmama girerken aynı zamanda peygamberi tanıdıkça İslam tarihini
de öğrenmiş oldum. Napoleon hakkındaki çalışmalarım bana modern Avru-panında
tarihini öğretti.
37
Bugünkü
medeniyet, inancını, insanın soyluluğu anlamına gelen "hümanizm"
üzerine kurduğundan dolayı günümüzde insan probleminin büyük bir önemi vardır.
Problemin temeli, eski inanç ve dinlerden etkilenen insan şahsiyetinin
alçaltısında ve kaybedilmesinde yatmaktadır. Geçmiş dönemlerdeki dinler, Tanrı
iradesi yanında insan iradesinin acizliğini göstermek için ferdin kendisini
Tanrıya kurban etmeye zorladığına, dualar, ibadetler ve yakar-malarlarla
insanın Tanrı'dan sürekli istekte bulunduğuna inanılırdı. Böylesi bir durum
karşısında giderek kabaran tepkinin sonucunda, Avrupa'da bilimsel devrimle
birlikte Hümanizm, "Kutsal güç" ve "Metafizik" üzerine
kurulan "Tanrı lnançlan"na karşı çıktı. Atina'da ortaya çıkan fakat
enternasyonal bir hüviyet kazanan bu hümanizm mannğı, içtenlikle ve soyluluğun
esaslarını insanlığa yeniden kazandırmaktı. Ama bugünkü batı medeniyetinin
temelini oluşturan hümanizm ise orta çağın hristiyanlık ve skolastik
inancına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
39
Burada
üzerinde durulacak konu, islam'ın insancıl)
görüşüdür.
İslam,
insanı, Allah'ın veya ilahların önünde bir başarısızlık ve acizlikten başka bir
şey olmayan çok zayıf bir yaratık olarak mı görüyor? İnsanın, güçsüz ve
zayıflığını mı savunuyor? İnsanın soyluluğuna saygı duymayıp, onu tamamen inkar mı ediyor? Yoksa bunun tam aksini mi ileri sürüyor?
Gerçek İslam'a inanmak; insana soyluluk kazandırmak, insani değerlerine ve
üstün niteliklerine saygı duymak demektir. İşte işlenecek konu da bu olacaktır.
Bu
bakımdan konuyu daha iyi anlayabilmek için yapılacak en iyi şey çeşitli
yaratılış felsefelerini incelemektir. Bu felsefi görüş sayıca çok olmasına
rağmen, biz burada Hz. Musa Cas) Hz. Isa (a.) ve Hz
İbrahim'in tebliğ ettikleri din ile bunların tamamlayıcısı olan îslam dinin
konuyu ele alışına değineceğiz.
Hz.
İbrahim (as)'nın tebliğ etiği din ile onun tamamlanmış şekli olan İslam dini ve
onun İlahi kitabında, insanın yaratılışı nasıl tasvir edilmiştir. Bu Kur'an-ı
tasvirlerden ve Peygamberimizin Muhammed (as)'in hadislerinden insanın yerini
ve değerini ortaya çıkarmak mümkün müdür? Bunun için; Kur'an'da insan(lığ)m
sembolü olan Adem (as)'in yaradılışını tekrar gözden
geçirmekle, İslam'ın insanın yaradılış telakkisini nasıl tanımladığını
anlayabiliriz.
Önce,
inançların ve peygamberlerin özellikle müslümanlann inandıkları Sami dinlerinin
kullandıkları dillerin "sembolik" olduğunu zikretmek gerekir.
Sembolik dil anlamı gizemli bir üslupla anlatır; buna rağmen en mükemmel, en
iyi dil olma özelliğine sahiptir. Anlamların gizemden yoksun olduğu sembolik
olmayan dile nisbeten daha değerli ve daha ölümsüzdür. Anlatmak istediğini
40
aracısız olarak düz ve
yalın biçimde anlatan dillerin öğretilmesi daha kolay ve faydalı olabilir ama
niçin süreklilikten yoksundur? Abdurrahman Bedevinin iddia ettiği gibi bütün
gerçekleri ve anlamları sembolik olmayan, basit bir dille tasvire karışan bir
inanç veya ekolün mensupları; tip, sınıf, eğitim durumu, nesil, tarih, görüş
noktası, vakıf olma ve bilgi açılarından farklı olduğu için, dil canlılığını
koruyamaz. Aynca; bir inancın dili her döneme uygulanabilmesi gerekli
olduğundan çok yönlü olmalıdır. Aksi taktirde, özü
sadece bir nesli kapsayacak sonraki nesiller onu anlamsız bulacaktır.
Bu
bakımdan dil, tarihi süreç içerisinde her dönemi kuşatabilecek ve her dönemin
farklı bilgi ve kültür yapısı değişik bakış açısı ve değerlendirmesi olan
kişiler tarafından aynı özgünlükle anlaşılmalı ve canlılığım korumalıdır. Bu da
dilin sembolik bir anlatıma sahip olmasına bağlıdır.
Sembolik
dili kullanan bütün edebi eserler bu nedenle hala canlılığını korumaktadır.
Örneğin, Hafız'ı her okuyuşunda insan ilgi, bilgi ve düşünce seviyesine bağlı
olarak, yeni bir şeyler öğrenir. Diğer taraftan aynı şey "Beyhaki" ve
"Sadi" için geçerli değildir. Zira,
Gülistan'ı okuduğnuz zaman anlamın gayet açık olduğu görülür. Edebi yönden
zevkli olabilir ama anlam olarak eskimiştir. Buna karşılık gizemli bir dil
kullanan Hafız'ı okuduğunuzda her kelime kişinin istek ve anlayışına bağlı
olarak yeni bir vukuf ve anlam kazanır. Bu nedenle farklı nesillere hitap eden
dinler, imajlarla anlatılan ve gizemli kelimelerden kurulmuş sembolik dil
kullanmalıdır. Buna rağmen gerçekler ve gerçek anlamlar okuyucular tarafından
kendi anlayışlarına göre ortaya çıkacaktır.
Hz.
Adem (as) yaratılışı ile ilgili kıssadan 15 asır
sonra,
41
bugünkü beşeri ve tabii
bilimlerdeki ilerlemeye rağmen Kur'an'aki insanın yaratılışının ifade tarzı
hala incelenmeğe değer.
Evet,
İslam'a göre insan nasıl yaratılmıştır?
Allah,
yeryüzünde temsilcini yaratmak istediğinde meleklere şöyle hitapeder:
"Muhakkak,
ben yeryüzünde (benim emirlerimi tebliğe ve infaza memur) bir vekil
yaratacağım," (Kur'an 11; 30)
İşte
burada, İslam'da insana gösterilen büyük saygıya dikkat ediniz. Hatta Avrupa ve
bilimsel devrim sonrası hümanizmi bile insana böyle yüce bir nitelik ve değer
vermedi. İslami görüş noktasına göre en büyük, en yüce yarab-cı ve en üstün ve
her şeyin hükümdarı olan Allah, meleklerle konuşurken, insanı Kendisinin
yeryüzündeki vekili olarak gösteriyor. Bu hitapda aynı zamanda insanın görevi
açıklanıyor: Allah'ın yeryüzündeki vekili olmak!...
Melekler
şöyle karşılık verdi:
"Biz
seni hamd ile teşbih ve seni takdis (ayıplardan, eş koşmaktan, eksikliklerden
tenzih) edip dururken, (yerde) orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse
mi yaratacaksın?" (Kur'an 11; 30) Kıssadaki imajlar ve sembolik ifadeler
bu noktadan sonra başlamaktadır. Meleklerin verdiği cevapla öyle görülüyor ki
Hz. Adem (as)'den önce suç ve günah işleyip,
fesatlıkta bulunan birileri vardı. Melekler, yeni bir insan yaratılırsa, onun
da aynı şeyleri yapacağını, Allah'a söylemek istiyorlardı. Allah onlara şöyle
cevap verdi: "Sizin bilemeyeceğinizi elbette ben bilirim. " (Kur'an
11; 30)
Allah,
insanı yaratmaya karar verdi. Kişi, bu noktada insan ekolojisi
içerisinde, anlaşılması güç özelliklerin saklı olduğu sembolleri ve imajları
inceleyebilir.
42
Allah,
kendi vekilini yaratmaya karar verdiğine göre, yeryüzündeki en temiz ve değerli
madeyi seçmiş olabilirdi, ama tam tersini yaptı. En adil şeyi yani
"çamur"u (balçığı) seçti'. İnsanın yaratılış menşe'i ile ilgili
Kur'an'da üç ayrı ifade vardır. Bunlar; kuru balçık (salsalin kelfahhar)
"O insanı testi gibi yanmış kuru balçıktan yaratmıştır11 (Rahman 14)
ifadesi ikincisi, Kara balçık veya kokulu toprak (hamein-mesnun) "balçıktan,
işlenebilir, topraktan" (Hicr 12) yaratıldığı belirtilmektedir. Son olarak
da basit toprak (tin) ifadesi kullanılmaktadır. Sonra Allah, kendi ruhundan ona
üflemiştir. Ve insanın yaradılışı böyle tamamlanmıştır.
Çağdaş
dilde kötülük ve adilik için en ryi tasvir ve sembol "çamur"dur. Ve
her varlığın en temiz ve en yüce kısmı ruhudur. Allah, insana kendi ruhundan
üflemiştir. Bu sebeple Allah'ın temsilcisi Adem (as)
insanı tahaylül edebile- > ceği en
büyük şeyden yaratılmıştır. Bu nedenle diğer yaratıklar sadece bir boyuta
sahipken insan, iki boyutlu bir yaratıktır. Bir yönüyle adiliği takip eder,
çamura batar, durgun ve Ölü, bir nehir kenarında taşkın sudan sonra geride
kalan çamur tortusu (clay) katmanı gibi çökelir. Bu kayıtsız olmayı arzulayan
insanın bir bölümüdür. Fakat insanın diğer boyutu, içine üflenen ruhla
gelişmek, yükselmek ve mümkün olan en üst seviyeye yani Allah'ın ruhuna ve
Allah'ın kendisine kavuşmak istediği yönüdür.
Balçık ve Ruh. . . îşte insan, bu iki zıt unsurdan yaratılmıştır. İnsanın
soyluluğu ve önemi, yönünü aşağıya doğru çevirip çamura batmasını veya yukarıya
doğru döndürüp Kadir-i Mutlak Allah'a yaklaşmasını tesbit eden güçte yani
iradesindedir. İnsan yolunu tesbit edinceye kadar bu iki zıt kutup arasında
devamlı mücadele eder gider.
ilk insan olan Hz. Adem (as)'ın böylece
yaratılması-
43
ndan
sonra; "Allah Adem'e bütün isimleri öğretti"
(Kur'an 11,31)
Bu
ayet-i kerime'deki "isimler'le kastedilen husus açık değildir. Muhtelif
tefsirciler onu değişik şekilde yoru-lamışlardır ama,
bununla eğitimin kastedildiğinde şüphe yoktur. Melekler o zaman şikayette bulunup şöyle dediler: "İnsan çamurdan
yaratılmışken biz dumansız ateşten yaratıldık. Onaböyle üstün bir nitelik
vermenin sebebi nedir?" (Kur'an 11; 30) Bunun üzerine Allah:"Sizin
bilmediğinizi ben bilirim. " buyurdu. İblis hariç bütün melekler Allah'ın
emrine uydular. 'İblis secde etmemiş dayatmış ve kibirlenmiş ti. O kafirlerden olmuştu. " (Kur'an 11-34)
Yukarıda
anlatılanlar gerçek hümanizmin ne demek olduğunu açıkça göstermektedir, insana
uygun görülen şeref ve değere bakılıyor. Menşe olarak, insanlar çamurdan,
melekler nurdan yaratılmış olmasına ve soy olarak meleklerin insandan üstün
olmasına rağmen, melekler insanın Önünde secde etmişlerdir.
Melekler,
Allah'ın emirlerine itiraz edince Allah onlara "isimleri" sorarak
imtihan etti. Onlar cevap veremediler, ama Hz. Adem
(as) cevapladı. "İsimleri" bilmekle Adem
(as) soy ve menşe olarak kendisinden üstün olan meleklere •karşı üstünlüğünü ve
şahsiyetini te'yid etti. Bu insanın İsla-mi açıdan şahsiyetini tayin
etmektedir; o meleklerin bilmediği şeyleri bilmektedir. Melekler ve şeytanın
üstünlüğü açıkça görüldüğü halde insan saygıdeğerdir. Bütün bunlardan sonra
insan şu neticeye varabilir: İnsanın üstünlüğü ve soyluluğu soyundan ve
menşe'inden değil bilgisinden kaynaklanmaktadır.
44
Havva'nın
Adem (as)'m kaburga kemiğinden yaratıldığı iddia
edilmiştir. Halbuki, İbranice ve Arapça'da gerçek
anlamı "tabiat "mizaç" olan "kaburga kemiği" tabiri
zayıf bir tercümedir. Bu sebeple Havva (kadın) Adem'in
tabiatından yaratılmıştır, kaburga kemiğinden değil.
Nietzsche
(MS. 1844-1900) "erkek
ve kadının başlangıçta farklı iki yaratıktan olduğunu sonra onların birbirine
benzer olup senelerce bir arada yaşadıklarını" söylemektedir. Başka bir
ifadeyle menşe olarak iki farklı soydan gelmişlerdir. Halbuki;
çoğu bilim adamı ve felsefeciler ise erkek ve kadının müşterek bir menşe'i
olduklarını iddia etmekte ve daima erkeğin kadından üstün olduğunu
düşünmektedirler. Diğer taraftan Kur'an'da kadın ve erkeğin aynı menşe'den
oldukları gerçeğini gösteren şu ayet bulunmaktadır.
"Ey
insanlar, hakikat, biz sizi bir erkekle bir dişiden (bir çiftten)
yarattık." (Kur'an 49-13)
Diğer
bir husus ta Allah, (canlı, cansız bitki, hayvan, in-
45
san)
bütün yaratıkları bir araya toplayıp, onlara hitap ederek: "Yer, gök,
dağlar ve hayvanlar hepinize, emanet olarak üstlenmeniz için bir şey
vereceğim." (Kur'an 33-72) dediğinde insandan
başka hepsi onun teklifini kabul etmeye yanaşmadılar. Açıkça görüldüğü gibi,
işte bu sebeple insana daha yüce bir nitelik bahşedildi. İnsan, Yüce Allah'ın
bütün kainatı sunduğu ama kimsenin kabul etmediği
emanete talip olmakla Allah'ın yeryüzündeki vekili olmayı kabul etti. Bu
demektir ki, insan, Allah'ın sadece vekili değil aynı zamanda emanetçisidir.
Öyleyse emanet nedir? Bu konuda çeşitli açıklamalar vardır. Mevlana
Celaleddin'e göre insan "irade" ve "otorite"sidir. Bu ise
doğru bir yorum olarak görünmektedir.
Diğer
yaratıklara nisbeten insanın ayına niteliği iradesidir.İçgüdüsel
isteklerine ve yaratılışına karşı hareket edebilen sadece insandır. Diğer
bitkiler ve hayvanlar bunu yapamaz. İsteklerine ve fizyolojik ihtiyaçlarına
karşı durabilen iyi ya da kötü yolu takip eden, aklına uyan ya da uymayan
yalnız insandır. Ve çamura doğru alçalan veya Allah'a doğru yükselen yine
yalnız insandır.
Herşeyi
dilediği gibi yapabilen Mutlak irade sahibi Yüce Allah, bu yeteneği yalnız
insana vermiştir. Allah, insana kendi ruhundan üflemiştir. Bu bakımdan insan da
bir dereceye kadar hürdür, insan kendisine verilen bu imtiyazla (hürriyette)
iyilik ve kötülük yapmakta, itaat veya isyan etmekte hürdür.
İşte
bu özellikler nedeniyle İslam'ın insanın yaratılışı konusundaki görüşlerinden
şu netice çıkarabilmemiz mümkündür:
l- Bütün insanlar eşit değildir ama
kardeştirler. Eşitlik ve kardeşlik arasında bir fark vardır. Eşitlik medeni ve
yasal bir terimdir. Ama kardeşlik, bütün insanların ortak tabi-
atını kabul eden bir terimdir. Deri ve
renkleri ne olursa olsun soylar aynı kökendendir.
2-
Erkek ve kadın eşitliği demek, her iki cinsin de aynı menşe'den oluşu ve aynı
zamanda aynı Yaratıcı tarafından yaratılışı demektir. Her bakımdan aynı
kalıtımla (zihni ve bedensel özelliklere sahiptirler.
Bir soydan ve aynı ebeveyne (anne-babaya) sahip kardeş gibidirler.
3-
Bilgisi ve bilimsel niteliği sebebiyle insan(bk) meleklerden üstündür. Zira, insan bütün meleklerin kendisine secde etmeğe mecbur
oldukları "isimler"i öğrenmiştir.
4-
İnsanın balçık ile Allah'ın ruhundan yaratılmış olması ve on aözgür İrade
verilmesi her iki kutubu seçme özgürlüğünü kazandırmıştır. İrade sahibi olmak
onu Özgür fakat sorumlu yapar. Bu sebeple İslami görüş noktasından hareket
edildiğinde, insan kaderinden sorumlu tek yaratıktır. Bu dünyada Allah'ın
verdiği görevi başarıp/ yeryüzündeki temsilcisi olmalıdır. "îsimler"i
insan bilir. Bence, Allah'ın isimleri öğretmesi, insanın gelişen bilimsel
gerçekleri anlayıp idrak etmesi demektir.
insan gerçekleri öğrenebildiğine göre
bunu gerçekleştirmesinde kendi sorumluluğ udahilindedir. insan
kendi akibetini kendi şekillendirir. Bu sırasıyla toplumun bir üyesi ve ferdi
olarak kaderinde ve akıbetinde kendisi sorumlu olur. Çünkü,
ayet-i kerime'de: "Onlar birer ümmetti-gelip-geçti. O ümmetlerin
kazandıktan kendilerinin, sizin kazandığınız da sizedir." (Kur'an 11-141) Şimdi, bir de şu konuya değinelim: Tarih büyük bir
trajediye tanık olmuştur. O da insanın iki boyutlu olarak tanınmayışı... Diğer
dinlerde Tanrı ve Şeytan insan ruhunda mevcut olup iki güç olarak devamlı
mücadele ederken/islam'da bunun zıddı, Kadir-i mutlak Allah olarak, sadece tek
bir güç vardır. Bu şeytan'ın Allah
46
47
ve insanla mücadele ettiği yerde,
insan ruhundadır.
Bizim
inandığımız din olan islam'a göre şeytan, insanın içindeki, insan'm Allah'a
meyleden yönüyle karşı karşıyadır. Allah'la değil. Bu nedenle, insanın jki
boyutlu olması özelliğinden dolayı, insan "çamur"u ve "Allah'ı
her ikisini de ihtiyaç duyarak arar. Öyleyse; hayatın temelini tesis için
seçtiği ideoloji ve inanç tipi her iki isteği (dünya ve ahiret) tatmin edecek
bir şekilde olmalıdır.
Ne
yazık ki tarih, yukarıda anlatılan tezle uyuşmuyor. Kimi toplumların dünyevi
meseleler peşinde koştuklarını -başlıca güzellik ve eğlenceyle
ilgilendiklerini- kimi toplumların da dünya ile ilişkilerini kesip inzivaya
çekildiklerini göstermektedir. Örneğin Çin, eğlenceler ve maddi zevklerin hakim olduğu hayat tarzını sergiliyordu. Sonra ünlü Çin
felsefecisi Lao Tsa geldi ve insanın karşılıklı ihtiyaçlarının vungulandığı
münzevi (din uğruna dünya zevklerini feda eden) bir inancı yaygınlaştırdı.
Halkın birçoğu etkilenerek müzevi veya sofi oldular. Ve daha sonra Konfüçyüs felsefesi
insanları tekrar materyalizme, dünyanın
zevkli yaşamına yöneltti.
Mahavira
vedai ve Butha'run dininin hükümran olduğu Rajalar ülkesi hindistan'da doğruluk
ve zahittik yaygındı. Sofiler ve münaviler sayıca çoğaldı. Bu sebeple
Hindistan, çivilerden yataklarda yatarak acı çeken ve bir hurma yiyerek kırk
gün aç duran, zevk ve sefayı reddeden sofiler ülkesi olarak düşünülmektedir.
Avrupa'da
Romalılar suç ve cinayet işleyerek, Avrupa ve Asya'daki doğal kaynaklara hakim olmaya çalışıyorlardı. Servetlerini artırıp eğlenceye
daldılar. Lüks bir şekilde yaşadılar ve gladyatörleri oynadılar. Fakat daha
sonra İsa geldi, toplumu sevgiye, şefkate ve zabitliğe sevketti.Ro-ma
cismanilikten zahitliğe geçti. Bu durum insanların köle
48
gibi alınıp satıldığı, sık sık
savaşların yapıldığı ve askeri gücün hakim olduğu ülkenin; manastır yaşamı
ülkesine dönüştüğü ortaçağa zemin hazırladı. Daha sonra ortaya çıkan fesatlar
ve bunlara alternatif olarak gelişen akımlarla bilimsel devrim geldi ve
Avrupayı tekrar materyalizm ve cismaniliğe şevketi. Bu gün insan, batı
medeniyetinin materyalist, bozuk ve bencil olduğunu müşahade edebilir. Büyük
bir çağdaş sosyolog olan Prof. Shandel'in söylediği gibi güümüz dünyası, ev
eşyası üretimine çok zaman harcamaktadır. Bu, bugünkü insan felsefesinin
aptallığını ve amaçsız teknolojinin saçmalığım göstermektedir.
İnsani-yetperverlik ve o kadar yoldan çıkmış ve materyalizme o kadar bağlı ki
bir başka İsa'nın gelmesi gerekli!..
Bütün
bunların sonunda, islam'ın dünyaya bakış açısından anlaşılacağı üzere, iki
boyutlu bir yapıya sahip olan insan, iki boyutlu bir dine sahip olmalıdır. Ve
biı din, daimi olarak ve her iki zıt boyutta da sürekli bir dengeyi
bulabilmelidir. İşte insan için gerekli olan bu din İslam'i dr... Niçin? Çünkü, bir dini tanımak için onun ilahını, kitabını,
peygamberini ve o inançla terbiye edilmiş en iyi örnek insanları tanımak ve
öğrenmek gerekir. Bunlara kısaca bakarsak:
l- İslam'a göre ilah iki boyutludur.
Birincisi, Yahudilerin Tanrısı Yahova gib idünya işleri ile ilgilenmesi (despot , ve şiddetli cezalar vermesi gibi) aynı zamanda
diğer bir yönüyle de isa'nın Tanrısı gibi müşfik ve merhametli olmasıdır. Bütün
buna benzer özellikle, Kur'an'da Kadir-i Mutlak Allah'a atfedilmiyor mu? (1)
(1)
Yazarın bu 4 maddede açıklamak istediği şudur. Nasıl ti insan iki boyutlu
olarak balçık ıx ruh gibi birbirine zıt iki unsurdan yaratılmışsa, bu insanın
inandığı Hak, kihtp, peygamber ve O'nun terbiye ettiği insanlar da, birbirine
zıt olan İki boyutlu özelliklere sahip olmalıdır.
1.
maddedeki Uah inancından yazarm kasdettiği, müslümanların inandığı Allah
49
Pı
- Vallahi seriu'l-hisab
- InneaUahe şedidü'1-ıkab
- Innehu
huve't-tevabu'r-rahim
2-
Kur'an'da bir taraftan Tevrat gibi -tahrif edilmemiş-sosyal, politik ve askeri
meselelerden bahseder. Hatta esir alma, esirleri serbest bırakma kişinin
hayatim ıslah etme, düşmana karşı çıkma ve kötülüğe karşı koymayı bile açıklar.
Diğer taraftan incil gibi -tahrif edilmemiş- insanı, nefsini temizlemeğe
ibadete, dindarlığa ve doğruluğa davet
eder.
3-
Peygamberimiz Muhammed (as) iki özelliğe sahip bir insandı. Yani bir yandan
medeniyet kurmak için düşmanlar ve kötülüğe karşı askeri ve siyasi bir savaş
sürdürerek savaş meydanlanndaydı. Aynı zamanda da özel bir gayesi olan bir
lider, sadık ve doğru bir ibadet
adamı idi.
4-
Hz. Peygamberin tebliğ ettiği inanç ve terbiye ile yetişen insanlar ise (Hz.
Ali, Hz. Ebu Zer, Hz. Selman) hem siyasetçi, asker ve daha iyi bir hayat için
mücadele eden kişilerdi. Hem de eğitim işlerine, bilimsel tartışmalara iştirak
eden ve doğunun ve batinin mistik ve münzevilerinden daha fazla bir inanç
sahibi insanlardı. Örneğin Hz. Ebu Zer hem Hz. Osman (ra.) zamanında toplumun
fakirlikten kurtarması için büyük çaba sarf etmiş, hem de ibadet adamıdır.
O'nun Allah'ı taruma ve inanma yolunda yaptiğ araştırma ve düşüncesi, Kur'an'ı
ve islam'ı anlamak için iyi bir örnek ve anahtar oluşturmaktadır. Peygamberin
bütün sahabelere yahudi ve hristiyanların inandıkları ilahları, birbirine
benzetmek değildir. Ancak sözkonusu İki dinin de ilahının tek boyutlu olmasına
rağmen islam inancında. Allah'ın ifcî yönünün mevcut olmasıdır. Halbuki, yahudüerin ilahı yalnız şiddet taraftarı,
hristiyanlarınki şefkatten yanadır. Ama islam'da Allah iki zıt özelliğe birden
sahiptir. Bir Taraftan Allah Müntekan 'dır,
Cebbar'dır, Kahhar'dır. Buna karşılıkaynı Allah diğer yönden de Rahman'dır, Rahim'dir, Gaffar'dır.
(çevirenin
Notu)
50
rine
şöyle bir bakın: Hepsi kılıç insanlarıydılar, daha iyi ve temiz toplum için mücadele
ettiler, adaleti tesis ettiler ve aynı zamanda da geniş dünyalara sahip büyük
düşünür ve şefkat insanlarıydılar.
Netice
olarak şu söylenebilir: İslam'a göre insan, Allah'ın temsilcisi dostu ve
yeryüzündeki emanetçisi olduğundan dolayı, insan Allah Önünde aciz değildir,
insan bilme kabiliyetine sahiptir. Bu nedenle, bütün melekler ona secde etmek
zorunda kaldılar. Böylesine büyük bir sorumluluğu olan iki boyutlu bir insan,
kendisini ne tam zabitliğe ne de tam bir materyalizme sevkeden dine değil, ancak
dengeli bir duruma getiren bir dine muhtaçtır. Kabul ettiği büyük sorumluluğu
ifa edecek iki boyut arasında dengeyi sağlayacak ve bu özelliğe sahip bir dine
muhtaçtır.
Bu
da islam'dır...
51