El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî)
 
 
 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm
Her kitâbın ve makâlenin başında, kendisine hamd ile başlanan Allahü
teâlâya hamd ederim. Risâlet ve nübüvvet sâhibi Muhammed Mustafâya
“sallallahü aleyhi ve sellem”, âline ve eshâbına “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” salât ve selâm olsun!
Ey din kardeşim! Benden ilmlerin gâyesini ve sırlarını, mezheblerin
insanı helâke götürenlerini ve özelliklerini açıklamamı istedin. Birbirine zıt
olan çeşidli fırkaların ve yolların arasından hakkı bulup, ortaya çıkarmak
için çekdiğim sıkıntıları, taklîdden kurtulup, doğru i’tikâda nasıl ulaşdığı-
mı bildirmemi istedin.
Önce kelâm ilminden fâidelendiğim noktaları, ikinci olarak hakîkate
ulaşmakda, sâdece ma’sûm kabûl etdikleri imâmlarını taklîd etmeyi kâfî
gören ehl-i ta’lîmin (İsmâ’îliyye, bâtıniyye fırkasının) yollarını nasıl bulduğ
umu soruyorsun. Üçüncü olarak da, hakîr ve hafîf gördüğüm felsefecilerin
yollarını soruyorsun. Netîce olarak tesavvuf yolunu beğenip,
kabûl etdiğimi, tesavvuf ehlinin sözlerini ve hâllerini incelediğimde, öğ-
rendiğim hakîkatlerin bende bırakdığı intibâları soruyorsun.
Yine Bağdâdda pekçok talebeye ders verip, ilmi yaymakda iken,
bundan niçin vazgeçdiğimi, uzun bir aradan sonra Nişâbura dönüp, tekrâr
ilm öğretmeğe başlamamın sebebini açıklamamı istedin.
Bunları sormakdaki samîmiyyetine inanarak, arzûnu yerine getirmek
için cevâbını yazıyorum. Bu husûsda Allahü teâlâdan yardım diler, ona tevekkül
ederim. Muvaffak etmesi için düâ ederim. Ona sığınarak derim ki:
Allahü teâlâ sizi doğru yolda bulunmağa, muvaffak etsin. Hakîkate
boyun eğmenizi kolaylaşdırsın. İnsanların, çeşidli din ve milletlerde bulunuşu
ve bir ümmetin çeşidli fırkalara ayrılması, bir çok insanın içinde bo-
ğulduğu derin bir denizdir. Çok az insan bu denizde boğulmakdan kurtulmuşdur.
Her fırka, kendinin doğru yolda olduğunu zan eder. [Mü’minûn
sûresi 53.cü] Âyet-i kerîmesinde meâlen: (Her fırka kendi din ve
mezhebine güveniyor, hak olduğuna inanıyor) buyuruldu. Bütün sözleri
hakîkat olan ve Peygamberlerin en üstünü olan Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, kendi ümmetinin de fırkalara ayrılacağını bildirmiş
ve (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan yalnız bir fırkası
kurtulacak) buyurmuşdur. Peygamber efendimizin haber verdiği gibi
oldu. [Eshâb-ı kirâm, kurtulan fırkanın kimler olduğunu sorunca, Peygamber
efendimiz, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve eshâbımın
gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurduğu gibi oldu.]
Gençliğimin ilk yıllarından ya’nî yirmi yaşımdan önceki bülûg çağı-
ma yakın bir zemândan beri ki, hep bu derin denizin dalgalarıyla mücâdele
ediyordum. Cesâretle derinliklerine dalıyordum. Her dürlü karmaşık
mes’elelerle uğraşıyordum. Bütün güçlükleri yenmeye çalışıyor, her uçuruma
atlıyordum. Her fırkanın i’tikâdını inceliyor, mezhebine âid sırları ortaya
çıkarmaya uğraşıyordum. Hangisinin hak, hangisinin bâtıl, hangisinin
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uygun ve hangisinin
bid’at üzerine kurulmuş olduğunu öğrenmeye çalışıyordum. Şimdi
elli yaşımı geçmiş bulunuyorum.
Bâtınîliğin bütün gizliliklerine varıncaya kadar inceledim. Zâhiriyyeye
mensûb olanların tutduğu yolun neden ibâret olduğunu araşdırdım. Her
felsefecinin felsefesinin iç yüzünü araşdırdım. Her kelâmcının sözünü ve
mücâdelesinin netîcesini anlamak için gayret etdim. Bir tesavvuf ehlinin
kalb temizliğine nasıl ulaşdığının sırrını anlamaya çalışdım. Bir âbidin çok
ibâdet etmesinin ona ne sağladığını araşdırdım. Allahü teâlâya inanmayan
bir zındıkın, bu inkâra cür’et etmesinin sebebini inceledim.
Gençliğimin ilk yıllarından beri, hakîkatleri kavramaya çok arzûlu olmam,
yaratılışımdan gelen bir âdetimdir. Bu benim elimde değildir. Allahü
teâlânın bana ihsân etdiği bir hâldir. Bu sâyede, i’tikâdda taklîdden kurtuldum.
Çocukluğumda örf ve âdete dayanan akîdeden sıyrıldım. Çünki,
hıristiyan çocuklarının hıristiyan, yehûdî çocuklarının yehûdî, müslimân
çocuklarının da müslimân olduğunu gördüm. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” bir hadîs-i şerîfde, (Bütün çocuklar müslimânlığa uygun
ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hı-
ristiyan, yehûdî ve mecûsî yapar) buyurdu.
Asl yaratılışın hakîkatını ve anneyi, babayı, hocayı taklîd etmekle elde
edilen akîdelerin, inançların esâsını araşdırmayı istedim. Bu taklîd ile
inanmanın başlangıcı telkîn ile idi. Telkîn ile başlayan bu taklîdleri birbirinden
ayırmak için, içime bir arzû düşdü. Hâlbuki bunların hangisinin hak,
hangisinin bâtıl olduğu husûsunda ihtilâşar vardı. Bunu nasıl yapabilirim
diye düşündüm. Dedim ki, benim asl arzûm, işlerin hakîkatini bilmekdir.
O hâlde, önce ilmin hakîkatini bilmem lâzımdır. Öyleyse ilmin hakîkati nedir?
Nihâyet ilmin hakîkati bana şöyle zâhir oldu. Yakîni sağlayan ilm öyle
bir ilmdir ki, onunla bilinen şeyler açıkca anlaşılır. Aslâ şübhe kalmaz.
O ilmde yanlışlık ve hatâ bulunmaz. Kalb böyle bir ihtimâle imkân bulamaz.
Hatâdan emîn olmak için, ilm öyle kuvvetli olmalıdır ki, birisi bu ilmin
bâtıl olduğunu iddi’â etse, da’vâsının doğruluğunu isbât için taşı altı
n, değneği yılan hâline getirse, bu durum o ilme sâhib olan kimseyi aslâ
şübheye düşürmez. Ben on sayısının üç sayısından büyük olduğunu
bildiğim hâlde, birisi üç sayısı on sayısından büyükdür. Bu sözüme inanman
için, değneği yılan hâline getireceğim dese, bunu yapsa, ben de görsem,
bu sebeble bilgimde bir şübhe meydâna gelmez. Ancak o kimsenin
bu işi nasıl yapdığına şaşarım.
Dahâ sonra anladım ki, bu şeklde kesin olarak bilmediğim ilme güvenilmez.
Şek ve şübhe bulunan ilm, kesin ilm (ilm-i yakîn) değildir.