Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde etdiğ
im, delîle muhtâc olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyükdür
gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümîdsizliğe düşdüm.
Kendi kendime dedim ki: Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan
bilgilerden başka müşkilleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde
önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım. Böylece
duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerde yanılmakdan emîn oluşum
ve taklîde dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir. Yoksa pekçok
kimsenin şübhe götüren ve isbâtı gerekdiren bilgileri gibi midir.
Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şeklde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeble,
duyu organlarıyla bilinen ve zarûriyât, ya’nî açıkca bilinen bilgiler
üzerinde gâyet ciddî bir şeklde düşünmeye başladım. Kendimi bu bilgiler
husûsunda şübheye düşürmenin mümkin olup, olmayacağını araşdırdım.
Duyu organları ile elde etdiğim bilgiler hakkında şübhelerim artıp,
bunlarla da hatâ yapmanın mümkin olduğu kanâ’atine vardım. Devâmlı
artan şübhelerim üzerine, kendi kendime dedim ki: Duyu organlarının en
kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine
hükm verir. Hâlbuki bir müddet tecrîbeden sonra, gölgenin hareket etdi-
ği anlaşılır. Gölgenin hareketi fark edilecek şeklde olmayıp, yavaş yavaşdı
r. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yokdur. Yine göz, yıldızları bir altı
n lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilmleri ile, o
yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyâdan dahâ büyük olduğu anlaşılır. Göz
yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine
göre verdikleri hükmlerin yanlış olduğunu, akl, savunmaya imkân
bırakmayacak şeklde gösterir. Bunun üzerine, artık duyu organlarına
da güvenim sarsıldı. Son derece açık olan aklî ilmlerden başka bir şeye
güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyükdür. Bir şey hem var,
hem yok ve bir şey hem hâdis, ya’nî sonradan var olan, hem de kadîm,
başlangıcı olmayan olamaz. Her aklın tereddütsüz kabûl edeceği husûslarda
olduğu gibi, aklî ilmlere güvenilir, dedim.
Buna cevâb olarak mahsûsât, ya’nî duyu organları dedi ki: Aklî
ilmlere nasıl güvenebilirsin. Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun.
Akl hâkimi geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı.
Eğer akl olmasaydı, sen devâmlı olarak ve ısrârla bizi tasdîk
edecekdin. Şimdi muhtemeldir ki, aklın da ötesinde bir başka hâkim
vardır. O ortaya çıkarsa, aklın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklı
n yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilmemen,
onun yok olduğunu göstermez.
Bu cevâb karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şübheyi kuvvetlendirmek
için, şöyle dedi: Görmez misin ki, uykuda iken, rü’yâda ba’zı
şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakîkat
olduğunu kabûl ediyorsun. Uykuda iken, rü’yâda gördüklerin hakkında
bir şübheye düşmüyorsun. Fekat uyanınca, rü’yâda inandığın şeylerin hiçbirinin
aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin,
sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş
olmadığını nereden biliyorsun. Mümkindir ki, sende başka hâl meydâna
gelir de, rü’yâda gördüğünü uyanınca kabûl etmediğin gibi, aklınla anladığı
n şeylerin de aslı olmayan bir takım hayâller olduğunun farkına varırsı
n. Yâhud da, sana gelecek olan bu hâl, tesavvuf ehlinin hâli gibi olabilir.
Zîrâ, tesavvuf ehli, “Biz istigrak hâlinde [ma’nevî hâllere dalınca], duyu
organlarının te’sîrinden kurtulup, akl ile anlaşılamıyan hâlleri müşâhede
ederiz (görürüz),” demişlerdir. Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zîrâ,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanlar uykudadırlar, ölünce
uyanırlar) buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünyâ hayâtı, âhırete
nisbetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zemân, dünyâda göremediği bir takı
m şeyler ona zâhir olur. O hâlde iken ona şöyle hitâb edilir: (Bu günden
gaşetde idin. Şimdi senden perdeni açdık, artık bugün gözün keskindir.)
(Kaf sûresi, 22.ci âyet-i kerîmesinin meâli.)
Bu vesveseler kalbimde yer etdi. Bundan kurtulmak için, bir çâre
aradım. Fekat, mümkin olmadı. Çünki bu vesveseleri ancak delîl ile giderebilirdim.
Delîl de ancak apaçık anlaşılan bilgiler olabilirdi. Bu bilgiler,
sağlam olmayınca, onlara güvenilmeyince, delîl olarak kabûl edilemezdi.
Bu hâlden kurtulmak mümkin olmadı. İki ay kadar devâm etdi. Safsata
yoluna kapılmışdım. Fekat bundan kimseye bahsetmiyordum. Nihâyet
Allahü teâlâ, beni bu hâlden kurtardı. Eski hâlime döndüm. Zarûriyyâtı
n, ya’nî delîle muhtâc olmayan açık bilgilerin güvenilirliğine emîn
oldum. Bu hâle, delîller vâsıtasıyla ulaşmadım. Bu, Allahü teâlânın kalbime
ihsân etdiği bir nûr ile oldu. Bu nûr, pekçok ilmin kaynağıdır. Hakîkate
ulaşmanın sâdece delîller ile olduğunu zan edenler, Allahü teâlânı
n geniş rahmetini daraltmış olurlar. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu
ki: (Allah, kimi hidâyete erdirmek dilerse, onun göğsünü islâma
açar, gönlüne genişlik verir...) (En’âm sûresi 25). Bu âyet-i kerîmede
geçen açma ve genişletme ma’nâsındaki “şerh” kelimesinden murâdın
ne olduğu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorulunca: (O, Allahü
teâlânın kalbe akıtdığı bir nûrdur) buyurdu. Bunun alâmeti nedir diye
sorulunca da: (Fânî olan dünyâdan yüz çevirip, ebedî vatan olan
âhırete yönelmekdir) buyurdu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir başka hadîs-i şerîfinde,
bu nûr ile alâkalı olarak şöyle buyurdu: (Allahü teâlâ kullarını karanlık
içinde yaratdı. Sonra da onların üzerine kendi nûrundan serpdi.)
Ya’nî Allahü teâlâ, insanları ve cinleri, tabi’atlarını, zulmetli nefs-i emmârenin
hoşlanılmayacak hâlleri altında yaratdı. Sonra, üzerlerine ma’rifet
ve hidâyet nûru yaydı.
İşte hakîkatlere kavuşmayı bu nûrdan aramak lâzımdır. Bu nûr,
zemân zemân, Allahü teâlânın kereminden fışkırır. Buna kavuşmak için,
dikkatli olmak lâzımdır. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Hayâtınızın ba’zı günlerinde Rabbinizin lutşarı zuhûr eder,
onlara kavuşmak için, dikkatli ve uyanık olun) buyurdu.
Bunları anlatmakdan maksad, hakîkatı aramakda çok gayretli olmanı
n, hattâ araşdırılması îcâb etmiyen şeylere varıncaya kadar uzanan ciddî
bir çalışmanın lüzûmunu göstermekdir. Şübhesiz ki, çok olan şeyleri
araşdırmak îcâb etmez. Çünki onlar, hâzırdır. Apaçık olan şeyler araşdı-
rılınca, onlar kaybolur, gizlenir. Bir kimse, araşdırılması îcâb etmiyen
şeyleri araşdırdı diye, araşdırılması îcâb eden şeyleri araşdırmakda kusûr
etmekle suçlanamaz.