|
Felsefecilerin ahlâk ilmi sâhâsındaki bütün sözleri; nefsin sıfatları-
nı, ahlâkını açıklamak, bu sıfatların ve huyların çeşidlerini anlatmak, kötü
olanların düzeltilmesi için, îcâb eden tedbîrleri almak ve mücâhedede
bulunmak şeklinde özetlenebilir. Bu bilgileri, tesavvuf ehlinin sözlerinden
almışlardır. Tesavvuf ehli, kulluk vazîfesini tam yapan, Allahü teâlâyı
zikre devâm eden, nefsin isteklerine muhâlefet etmesini bilen, dünyâya
düşkün olmayan, Allahü teâlâya kavuşduran yolda ilerleyen kimselerdir.
Onlar, nefsleriyle mücâdelelerinde, nefsin ahlâkı, ayıp ve kusûrları kendilerine
ma’lûm olur. Bunları kitâblarında yazmışlardır. Felsefeciler de bu
bilgileri alıp, kendi sözlerine karışdırmışlardır. Gâyeleri, sözlerini hoşa gidecek
bir şekle sokarak, bâtıl fikrlerini kabûl etdirmekdir. O devrde, hattâ
bütün asrlarda, Allah adamlarından bir cemâ’at bulunmuşdur. Allahü
teâlâ dünyâyı onlarsız bırakmaz. Onlar, yeryüzünün ma’nevî büyükleri, evtâdı,
temel direkleridirler. Onların bereketiyle yeryüzünde yaşayanlara rahmet
yağar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde şöyle
buyurdu: (Onların (evliyânın) yüzü suyu hurmetine yağmur yağar, rızk
ihsân edilir. Eshâb-ı kehf bunlardan bir cemâ’at idi.)
Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere, tesavvuf ehli, Evliyâ zâtlar, önceki
ümmetler arasında da vardı. Felsefecilerin, Peygamberlere “aleyhimüsselâm”
ve Evliyâya âid sözleri alıp, kendi kitâblarına yazmalarından
dolayı iki âfet meydâna geldi. Birincisi, o sözleri kabûl edenlerle, ikincisi
de red edenlerle alâkalıdır. O sözleri red edenler ile alâkalı fenâlık büyükdür.
Çünki, câhil kimseler, felsefecilerin, Peygamberlerden ve Evliyâdan
alarak kendi bozuk sözleri arasına karışdırdıkları doğru sözleri de terk
etmek, okumamak îcâb eder. Onları anlatanlara i’tirâz etmek lâzımdır, dediler.
O sözleri ilk def’a felsefecilerden işitdikleri için, za’îf akllarına bâtı
l olduğu düşüncesi yerleşdi. Çünki, onları söyleyen felsefeciler olup, sözleri
bâtıl kimselerdir. Buna bir misâl verelim: Bir kimse, hıristiyan birinden
“Allahdan başka ilâh yokdur. Îsâ “aleyhisselâm” Allahın resûlüdür” sözünü
işitir ve kabûl etmez. Bu hıristiyan sözüdür der. Düşünmez ki, hıristiyan
bu söz ile mi kâfir oluyor. Yoksa, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğ
ini inkâr etdiği için mi müslimân değildir. Bunu düşünmez. Peygamber
efendimizi inkârından dolayı ise, küfrü îcâb etdiren bu sözü kabûl edilmez.
Fekat, küfrü gerekdirmeyen diğer sözleri doğru ise red etmek îcâb
etmez. Hak olan ve bâtıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini red
etmek, aklı za’îf olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar,
kişiyi hak ile değil. Akllı olan kimse, bu husûsda hazret-i Alînin “radıyallahü
anh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra
hak ehlini tanırsın.” O hâlde akllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen
söze bakar. O söz hak ise, kabûl eder. O sözü söyleyen, ister bozuk
düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hattâ akllı kimse, doğru olanı
sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünki bilir
ki, altının çıkdığı yer toprakdır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni oldu-
ğu müddetce, hâlis altını kalp [sahte] paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez.
Kalpazanla alış-verişde ancak köylü (sarraf olmayan) zarar
görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilmeyenlere
yasaklanır, mahâretli yüzücülere değil. Bunun gibi, yılana elini sür-
mekden çocuklar men’ edilir, cambazlar değil.
Ömrüme yemîn ederim ki, insanların çoğu hakkı bâtıldan, doğruyu
yanlışdan ayırd etmek husûsunda kendilerini çok akllı ve mahâretli sanırlar.
Bu sebeble mümkin olduğu kadar onları sapıkların kitâblarını okumakdan
men’ etmek, kapıyı kapatmak vâcib olmuşdur. Çünki bunlar, anlatdığı
m bu zarardan kendilerini korumuş olsalar bile, ilerde anlatacağım ikinci
âfetden kurtulamazlar.
İlmlerin mâhiyyetini iyi kavrayacak derecede yetişmemiş, kalb gözleri
mezheblerin yüksek gâyelerini anlayacak şeklde açılmamış ba’zı
kimseler (zümreler), din ilmlerinin ince sırlarına dâir yazdığım kitâbların
ba’zı kısmlarına i’tirâz etdiler. Onların eski felsefecilerin sözlerinden alınmı
ş olduğunu iddi’â etdiler. Hâlbuki, onların bir kısmı, kendi fikrlerimizdir.
“Arkadan gelen dahâ önce geçenin ayak izine basar” sözünde anlatı
ldığı gibi, bizim hâtırımıza gelen bir söz, önce başkasının da hâtırına gelebilir.
Felsefecilerin kitâblarında da aynı sözler bulunabilir. İ’tirâz edilen
o sözlerin ba’zısı, din kitâblarında, birçoğunun ma’nâsı da tesavvuf kitâbları
nda vardır. Kabûl edelim ki, bu sözler sâdece felsefecilerin kitâblarında
vardır. Bundan ne çıkar? Eğer o sözler akla uygun ve kesin delîller ile
isbât edilmişse, Kitâb ve sünnete muhâlif değilse, o sözlerin red edilmesi
lâzım gelmez. Eğer bu kapıyı açarsak, bir hakîkati dahâ önce bâtıl ehlinin
hâtırına gelmiş diye red etmeğe kalkışırsak, birçok hakîkati red etmemiz
gerekir. Hattâ Kur’ân-ı kerîm âyetlerinden, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîşerinden, selef-i sâlihînin nakllerinden, tesavvuf
ehlinin ve hükemânın sözlerinden pekçok şeyleri kabûl etmeyip,
terk etmemiz gerekir. Zîrâ, (İhvânüssafâ) adlı kitâbın sâhibi bu saydıkları
mızı kitâbına yazmışdır. Bunları kendi da’vâsına delîl göstermiş. Böylece,
kalbleri kendi bâtıl fikrlerine çekmeğe çalışmışdır. Böyle düşünmek,
bâtıl ehlinin, hakîkatleri kitâblarında kendi sözlerine karışdırarak, elimizden
almalarına sebeb olur. Âlim olan bir kimsenin en aşağı derecesi, câhil
halkdan farklı olmakdır. Balı hacamât şişesinde görse bile, baldan tiksinmez.
Bilir ki, hacamât şişesi balı bozmaz. Nefsin ondan tiksinmesi, câhillikden
ileri gelmekdedir. Aslında şişe, pis kan için yapılmışdır. Câhil zan
eder ki, kan, şişede bulunduğu için pis olmuşdur. Bilmez ki, kan, kendinde
bulunan bir sıfatdan dolayı pisdir. Balda bu sıfat bulunmadığına göre,
sâdece o şişenin içinde olması, pis olmasına sebeb olmaz. Bu bâtıl
bir vehîmedir. Halkın çoğunda bu durum hâkimdir. Bir sözü, kendilerinin
iyi bildiği bir kimseden nakl ederek söylesen, o söz bâtıl da olsa hemen
kabûl ederler. Değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakl
etsen red ederler. Hakkı dâimâ kişiyle ölçerler. Kişiyi hakla ölçmezler. Bu
durum, büyük bir dalâletdir. Buraya kadar anlatdığım kısm, felsefecilerin
kitâblarını okumayı red edenlerin âfetidir.
İkinci âfet ise, felsefecilerin kitâblarını okuyup, onların kendilerine
âid bozuk sözlerini kabûl etmekden doğan âfetdir. Felsefe ile alâkalı, (İh-
vânussafâ) ve benzeri gibi kitâbları okuyan kimse, o kitâblarda Peygamberin
“sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîşerinden alınmış hikmetleri
ve tesavvuf ehlinin sözlerini görür. Bu sebeble, ekseriyâ o kitâbları be-
ğenir ve kabûl eder. Onlara sevgi duyar. Okuduğu ve beğendiği sözlerden
dolayı iyi zanda bulunması sebebiyle, onların arasına karışdırılmış olan
bâtıl fikrleri de kabûl eder. İşte bu, bâtıl fikrleri bir çeşid telkîn demekdir.
Bu zarardan dolayı, o kitâbları okumayı men’ etmek lâzımdır. Çünki onları
okumakda büyük tehlüke vardır. Yüzmeyi iyi bilmeyenleri deniz kenârı
nda dolaşmakdan sakındırmak îcâb etdiği gibi, halkı da bu kitâbları
okumakdan sakındırmak îcâb eder. Çocukları yılanlara dokunmakdan
men’ etmek lâzım olduğu gibi, halkı da felsefecilerin bâtıl fikrlerle dolu sözlerini
dinlemekden sakındırmak lâzım olur. Efsûnlu kimse, cambaz, küçük
çocuğunun ben de babam gibi yaparım diyerek, kendisini taklîd
edeceğini anlarsa, onun yanında yılanla oynamamalıdır. Böylece çocu-
ğu yılanla oynamakdan sakındırmak îcâb eder. Hakîkî bir âlime böyle davranmak
yakışır. San’atında mâhir olan bir efsûnlunun yılanı tutup, zehrle
panzehri ayırarak, zehri yok etdikden sonra, panzehri ihtiyâcı olanlara
vermemesi doğru olmaz. Bunun gibi, bir sarrafın kalpazanın torbası-
na elini daldırarak, kalp paraları bir tarafa bırakıp, hâlis altını çıkardığında,
ihtiyâcı olanlar o altınları kabûl etmezlerse, arzû etdikleri fâideden mahrûm
kalırlar. Bu câhillikdir. Çünki sahte para ile altının aynı torbada birlikde
bulunması, altını sahte hâle sokmaz. Sahte parayı da altın yapmaz.
Bunun gibi, hak ile bâtılın bir ilmin içinde karışık olarak zikr edilmesi, bâtı
lı hak yapmaz. İşte felsefecilerin tehlîkeleri ve zararları hakkında söylemek
ve yazmak istediklerimiz bu kadardır. |
|