(el-Münkız mine'd-Dalâl)
Tercüme: Ali Kaya
Semerkand
Yayıncılık
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ..... 9
GİRİŞ..... 25
Şüphe Yolu ve İlimleri İnkâr ..... 34
Gerçeği Arayanların Sınıfları ..... 46
1. KELÂM İLMİ .... 49
Maksadı ve Kazandırdıkları ..... 49
2. FELSEFE ...... 55
A) Felsefecilerin
Sınıfları ve Küfür İçeren Yönleri .. 59
1. Dehrîler: Ateistler, Tanrı Tanımazlar .... 60
2. Tabiatçılık: Natüralizm ....... 61
3.
İlâhiyatçılar.......................................61
B) Felsefî İlimlerin Tehlikeleri......................68
1. Matematik İlminin Tehlikesi ..............68
2. Mantık İlminin Tehlikesi ....................74
3. Tabiat İlimleri ....................................78
4. İlahiyat ..............................................80
5. Siyasî İlimler......................................84
6. Ahlâkî İlimler......................................84
a) Reddetmenin Tehlikesi ................86
b) Halkın Tutması Gereken Yol........90
c) Kabul Etmenin Tehlikesi..............95
d) Yanlış Görüşler Doğrulara Karıştırılarak Sunulmuş Olabilir....96
e) Âlimin Görevi: Halkı Korumak......97
f) Halkın Görevi: Âlimlere Uymak ....98
3. BÂTINÎLİK VE TEHLİKESİ....................101
1. Bâtınîliği Neden İnceledim?............102
2. Bâtınîlik Hakkında Öğrendiğim Bilgilerin Kaynağı .. 106
3. Batınîler'le Mücadelede Yapılan Yanlışlar .... 107
4. Bâtınîler'e Karşı İzlenmesi Gereken Yol .... 109
5. Bâtınîler'in İtirazlarına Cevaplar .... 110
6. Bâtınîler'in Kısmî Başarılarının Sebebi .... 124
7. Bâtınîler Hakkında Yazdıklarım ... 126
8. Bâtınîlik Hakkında Son Söz .... 128
9. Bâtınîler'in Bilgilerinin Kaynağı .... 129
4. TASAVVUF YOLU ...... 133
1. Tasavvuf Nasıl Bir Yoldur? .... 134
2. İç Muhasebe ...... 137
3. Tasavvufî Hayata Giriş ..... 143
4. Yolların En Güzeli ..... 146
5. Tasavvuf
Yaşayarak Bilmektir .... 148
6. İlim, Zevk ve İman .... 151
5. NÜBÜVVET NEDİR, NÜBÜVVETE İHTİYAÇ VAR MIDIR? .. 153
1. Nübüvvet Aklen Mümkün mü? .... 157
2. Nübüvvet Hakkındaki Şüpheler .... 159
3. Nübüvveti Tam Olarak Tanıma Yolu ... 161
4. Peygamberler Nasıl Tanınabilir? ....163
5. Mucize Herkes İçin Kesin Delil midir? .... 165
6. Güçlü İmanın Kaynağı Nedir? ... 166
6. TEKRAR HOCALIĞA DÖNÜŞ .... 169
1. Uzlet Hayatında Öğrendiklerim ...... 169
2. İbadetlerdeki Hikmetler ..... 172
3. İbadetlerin Kalbe Etkisi ... 173
4. İman ve Ameldeki Gevşeklik .... 175
5. Gevşekliğin Mazeretleri .... 176
6. Hocalığa Dönüş Gerekçem .... 183
7. Gerçek İlim ..... 190
8. İmanı Zayıflatan Etkenlerden Kurtuluş Yolları .... 192
9. Felsefî Delillerin Çürüklüğü .... 195
10. Âlimlerin Kötü Tutumlarını Tedavi Yolu ..... 210
ÖNSÖZ
Allah'a hamd ve Resûlü'ne salât ve selâm ederek söze başlarız.
Yazdığı eserleri ve geliştirdiği düşünceleriyle İslâm âlemine sağladığı katkı ve
bunların toplum üzerinde bıraktığı izler göz önüne alındığında İmam Gazâlî
hazretlerinin İslâm medeniyetini her yönüyle temsil eden önemli bir âlim olduğu
görülür.
Bu bakımdan İslâm âleminde Hüccetü'l-İs-lâm, yani İslâm'ın sağlam delili unvanı
ile yâd edilen İmam Gazâlî hazretleri, eşsiz değere sahip çok sayıda eser vermiş
rabbânî âlimlerin başında gelir.
İmam Gazâlî, orta halli bir ailenin çocuğu olarak Tûs'ta dünyaya geldi.
Olağanüstü bir zekâ ve hafızaya sahipti. Babası, vefatından önce kendisi ve
kardeşi Ahmed'in eğitimini sûfî bir dostuna emanet etmişti. Bu sebeple küçük
yaşta tasavvufla tanışmış oldu.
Genç yaşta temel İslâmî ilimleri tahsil etti. Devrinin büyük âlimlerinden
İmâmü'l-Hare-meyn el-Cüveynî'nin talebesi oldu. Kısa sürede onunla birlikte
dersler vermeye başladı.
Selçuklu Veziri Nizâmülmülk'ün dikkatini çekerek Bağdat'a davet edildi ve
Nizamiye Med-resesi'ne müderris olarak görevlendirildi. Burada halifenin de
yoğun ilgi ve desteğini gördü.
Nizamiye Medresesi'nde yaptığı dört yıllık müderrislik, hayatının en verimli
yıllarını oluşturdu. Bu dönem eser telifi bakımından da oldukça verimli geçmiş,
yirmi beş civarında eseri bu yıllarda yazmaya muvaffak olmuştu.
İmam Gazâlî'nin yaşadığı 5. ve 6. asırda müslümanların toplum yapısı oldukça
bozuktu ve ıslaha muhtaçtı. Ancak bu ıslah hareketi,
10
başka medeniyetlerden ve kültürlerden alınan bilgilerle sağlanamazdı. İslâm
toplumunun ıslahı için gerekli olan her şey yine İslâm medeniyetinden
alınmalıydı. Çünkü müslümanların ıslahı için gerekli olan bilgi ve birikim İslâm
medeniyetinde bulunmaktaydı.
Ancak ıslah için gereken çalışma kafa karıştırıcı teorik bilgilerden ibaret
olmamalıydı. Islah hareketinin başarılı olabilmesi için toplum hayatının bütün
yönlerinde gerçekleştirilmeliydi. Yani bu ıslah inanç, ibadet, ahlâk alanlarını,
kısacası maddî ve ruhî hayatın bütün yönlerini kuşatıcı olmalıydı. Bunun kaynağı
da, önceki dönemlerde yaşamış müslümanlardan devralınan kültür mirası içinde
bulunmaktaydı.
Yaptığı derin araştırmalar ve edindiği tecrübeler sonucunda ıslah ve ihya
hareketi için en uygun yolun tasavvuf yolu olduğuna kanaat getirdi.
11
Onun ulaştığı sonuç, aslında kendi yaşadığı hayat tecrübesinden çıkardığı bir
gerçektir. Ancak bu önemli sonuç uzun yıllar süren bir tecrübe sonucunda
kazanılmıştır. Elinizdeki bu kitap, onun gerçeği arama yolunda geçirdiği
aşamaları, çektiği sıkıntıları ve ulaştığı sonuçları dile getirmesi bakımından
İmam Gazâlî'nin hayat hikâyesi niteliğindedir.
İmam Gazâlî, gerçeği arayanları sınıflandırırken bunların şu dört kesimden
oluştuğunu söyler:
1. Kelâmcılar,
2. Felsefeciler,
3. Bâtınîler,
4. Sûfîler.
Bu tesbiti yaptıktan sonra ciddi bir şekilde kolları sıvayarak bunları
incelemeye koyuldu. Bunlar arasından öncelikle "kelâmcılar’ı ele alarak
inceledi.
12
Ancak yaptığı inceleme sonunda, hakikati arama yolunda bunların derdine deva
olmadığını anladı. Çünkü onların yöntemi muarızların çelişkilerini ortaya
koymaktan ibaret idi.
Bundan sonra "felsefe" konusunu ele aldı. Zaten İmam Gazâlî Bağdat'ta, bir
yandan içlerinde tanınmış âlimlerin de bulunduğu 300'e yakın öğrenciye ders
veriyor ve kitap yazma faaliyetine devam ediyor, öte yandan felsefe üzerine de
incelemeler yapıyordu.
Bu sayede felsefecilerin görüşlerini yakından tanıma fırsatı elde etti. Bundan
sonra bir yıl süreyle, felsefe hakkında edindiği bilgileri gözden geçirdi. Bu
değerlendirme sonucunda, filozofların nerelerde yanıldıklarını şüpheye yer
bırakmayacak şekilde tesbit etti.
Ardından "Bâtınîlik" hakkında incelemeler yapmaya koyuldu. Ancak bu sapık akım
hakkında eleştirilere girişmeden önce, onların düşünce ve temel ilkeleri
hakkında derli toplu bilgiler
13
verdi. Bâtınîlik hakkında verdiği bilgiler öylesine güzel düzenlenmişti ki,
taraftarları bile kendi görüşlerini daha önce bu kadar güzel tasnif edip bir
araya getirememişlerdi.
Hatta bazı kesimler İmam Gazâlî'nin bu yöntemini eleştirerek, bunun bir bakıma
Bâtınîliğin işine yaradığını ileri sürmüşlerdi. Ancak İmam Gazâlî, bir düşünceyi
yeterince tanımadan ve onlar hakkında tarafsız bilgi vermeden onu eleştirmeyi,
kendi ilim anlayışına uygun bulmuyordu.
İmam Gazâlî, hakikati arama yolundaki araştırmasının dördüncü durağında
"tasavvuf" konusunu ele alır.
Aslında onun tasavvuf ile ilgisinin buradaki sıralamaya göre olduğunu düşünmek
yanlış olur. Çünkü, henüz çocuk yaşta iken himayesine verildiği baba dostu kişi
bir sûfî idi. Gençlik yıllarında Yusuf en-Nessâc ve Ebû Ali el-Fârmedî gibi
tasavvuf önderleriyle ilişkisi, daha o
14
dönemde tasavvufa temayülünün bulunduğunu göstermekteydi. Bazıları Ebû Ali
el-Fârmedî'yi onun ilk şeyhi olarak kabul ederler.
Ancak tasavvuf konusu üzerinde bu sefer gerçekleştirmeyi düşündüğü çok daha
farklı idi. Fakat bu kez, hakikati arama kararının bir gereği olarak tasavvuf
konusunu ilmî ve tenkitçi bir gözle araştırmak ve incelemek istiyordu.
Bu maksatla İmam Kuşeyrî'nin er-Risâle'sini, Haris el-Muhâsibî'nin er-Riâye ve
diğer eserlerini, Ebû Tâlib el-Mekkî'nin Kûtü'l-Kulûb'ünü, Cüneyd-i Bağdadî, Ebû
Bekir eş-Şiblî ve Bâyezîd-i Bistâmî gibi önemli zatlardan aktarılan tasavvuf
mirasını inceledi.
Bu incelemeleri sayesinde, kendisinden önce yaşamış tasavvuf büyüklerinin
düşüncelerini mükemmel biçimde kavradı ve onları bütün esasları ile öğrendi.
Ancak bu incelemeleri sonucunda; tasavvufun derin ve gizli konularına ulaşmanın,
kitaplara dayalı nazarî öğretimle
15
değil, bunları bizzat yaşayarak (seyrü sülük ile), nefsin kötü sıfatlarını
iyileri ile değiştirmekle mümkün olabileceği kanaatine ulaştı.
İmam Gazâlî'nin kelâm, felsefe, Bâtınîlik ve tasavvuf konuları üzerinde yaptığı
son araştırmalar ve bu alanlarda vardığı sonuç, zihin ve ruh dünyasında tam bir
bunalım yaşamasına yol açtı.
Bu sırada Bağdat Nizamiye Medresesi'nde çok sayıdaki seçkin öğrenciye ders veren
müderris konumundaydı. Şöhret ve saygınlığı sultan ve vezirleri geride bırakacak
düzeye gelmişti. Dışarıdan bakıldığında çok başarılı ve mutlu bir hayatı vardı.
Çünkü sahip olduğu makam, ulemânın dünyada ulaşabilecekleri makamların zirve
noktası olarak görülüyordu.
Ancak dışarıya yansıyan bu görüntünün aksine, gerçekte gün geçtikçe için için
büyüyen şüpheler ve fikrî bunalımlarla iç dünyası alt üst olmaktaydı. Gerçi o,
şüpheciliğin ve gerçeği
16
arama merakının genç yaşından beri sahip olduğu bir özellik olduğunu
belirtmekteydi.
Dört yıllık müderrislik dönemi sonunda tasavvuf konusunda temelden kavramış
olduğu gerçekler, ondaki bu hakikati arama aşkını yeniden ateşlemiş, bu özelliği
daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştı.
• Yaşadığı şüpheler sadece fizik ötesi ve bilginin kaynağı gibi problemler
değildi. Ahlâkî bakımdan da kendini sorgulamaktaydı. Bu sorgulaması neticesinde
dünya işleri içinde boğulduğunu gördü.
Faaliyetlerinin en güzeli olan eğitim ve öğretim çalışmalarında bile hiç önemi
olmayan, âhiret yurdu için fayda vermeyecek ilimlere yönelmiş olduğunu; bunları
öğretmekteki niyetinin tam olarak Allah rızası için olmadığını, az da olsa makam
ve şöhret arzusunun amellerine karıştığını farketti.
17
Bu düşüncelerle defalarca Bağdat'tan ayrılmaya niyet etti. Ancak sahip olduğu
ününü ve mevkiini terketmeye yanaşmayan nefsi ile altı ay mücadele etmek zorunda
kaldı. Yaşadığı bu şüphecilik krizi artık tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Bu
şüphecilik krizi sonunda psikolojik depresyona girmesine ve fizyolojik
bozukluklar yaşamasına yol açtı. Ders anlatamaz duruma gelmişti. Bir şey yiyip
içemiyor, yediklerini de hazmedemiyordu. Gittikçe takatten düşüyordu. Doktorlar,
bir süre kendisini tedavi etmeye uğraştılar, ancak ilâçla tedavinin sonuç
vermediğini görünce hastalığın sebebinin psikolojik olduğuna karar verdiler.
Psikolojik sebeplere dayanan hastalığın tedavisinin de aynı yöntemle yapılması
gerekiyordu.
Sonunda duası kabul edilmiş; makam, mal, evlât ve dostlardan ayrılmaya nefsi
razı olmuştu. Bunun üzerine Bağdat ile olan bütün ilişkilerini kesmeye karar
verdi. Ailesine yetecek kadar
18
mal ayırdı ve geriye kalan malının tamamını ihtiyaç sahiplerine dağıttı.
Niyeti Şam taraflarına gitmekti. Ancak bu niyetini öğrenen halife ve dostlarının
Bağdat'tan ayrılmalarına izin vermeyeceklerini düşündüğünden, onlara Mekke'ye
gideceğini söyledi. Bağdat'taki görevini kardeşi Ahmed Gazâlî'ye bırakarak 488
yılı Zilkade ayında (Aralık 1095) buradan ayrıldı.
İmam Gazâlî'nin Bağdat'tan ayrılması İslâm coğrafyasında değişik yankılara ve
yorumlara sebep oldu. Hilâfete uzak yerlerde yaşayanlar, bu ayrılmanın
yöneticilerden kaynaklandığını düşünüyorlardı.
Yönetime yakın yerlerde yaşayanlar ve İmam Gazâlî'nin kalması için ne denli
ısrar edildiğini bilenler ise, İslâm'a ve müslüman âlimlere nazar değmiş
olabileceğini düşünüyorlardı. Bu değerlendirmelerin İmam Gazâlî'nin gerçek
durumuyla elbette hiçbir ilgisi yoktu.
19
Bağdat'tan ayrıldıktan sonra Şam'a gitti. Burada iki yıl kaldı. Bu süre içinde
Emeviyye Camii'nde inzivaya çekildi. Nefsini terbiye etmek, ahlâkını
güzelleştirmek ve kalbini arındırmak maksadıyla riyazet ve mücâhede ile meşgul
oldu. Buradan Kudüs'e geçerek orada da bir süre inziva hayatını sürdürdü.
İmam Gazâlî, en önemli eseri olan İhyâü Ulûmi'ddîn'i bu uzlet ve inziva
dönemlerinde yazdı. Buradan sonra, hac görevini yerine getirmek, Mekke ve
Medine'nin feyzinden nasiplenmek ve Resûl-i Ekrem'in (s.a.v) mübarek kabrini
ziyaret etmek maksadıyla Hicaz'a doğru yola çıktı.
Bu ziyaretini tamamladıktan sonra ailesinin bulunduğu Tûs şehrine döndü. Tûs'ta
evinin yanında bir medrese ile bir tekke yaptırdı. Ömrünün son yıllarını ilim
öğreterek ve sûfîlerle tasavvuf sohbetleri yaparak geçirdi.
Gazâlî el-Münkız'da, uzlet ve halvet hayatının on yıl sürdüğünü, bu süre içinde
sayılamayacak kadar durumu keşfetme imkânına kavuştuğunu belirtir. Yaşadığı bu
derin tecrübenin sonucunda kesin olarak şu kanaate varır:
Allah'a giden yolda en önde olanlar özellikle sûfîlerdir. Yaşantıları en
mükemmel ve yolları en doğru olan, en güzel ahlâka sahip olanlar da yine
sûfîlerdir. Çünkü onların bu hali nübüvvet kandilinin nurundan alınmıştır.
Nübüvvet nurundan öte daha güçlü bir aydınlık kaynağı da bulunmamaktadır.
Bu tasavvufî hayattan sonra bütün çabasını tasavvufu müslümanların gözünde
meşrulaştırmak ve yüceltmek için harcadı. Kendisinin eriştiği yüce hakikatlere
din kardeşlerinin de erişmesini istiyordu, bunu başardı.
Onun, tasavvufî fikirlerin ve tasavvufî hayatın İslâm'a uygunluğunu gösterme
çabası başarıyla hedefine ulaştı. Ondan sonra tasavvuf
20
Ehl-i sünnet muhitinde kendisine geniş bir zemin buldu ve bu zemin zamanla
genişleyip güçlenerek devam etti.
İşte İmam Gazâlî hazretleri yaşadığı bu tecrübeler sonucunda elinizde bulunan
el-Münkız mine'd-Dalâl isimli bu değerli eseri kaleme almıştır. Eser, o büyük
imamın yaşadığı buhranın ve bundan kurtuluş yolunun ne olduğunu gösterir
niteliktedir. Bir bakıma onun hayat hikâyesi sayılabilir.
İmam Gazâlî'nin yaşadığı bunalımların biraz eksik veya fazlasıyla değişik
devirlerdeki âlimler tarafından yaşanmış olması mümkündür. Ancak eser, bunun
kaleme alınıp ifade edilmesi açısından bir ilktir.
Ondan sonra da, bu tür eserler verildiği hakkında bir bilgimiz yoktur. Eser,
işlediği konular yanında, bu yönüyle de dikkate değer bir öneme sahiptir.
22
Yüce rabbimizden bu çalışmamızın, tıpkı İmam Gazâlî'nin yaşadığı çağdaki
buhranlara benzer bunalımlar yaşayan insanımızın kurtuluşuna vesile olmasını
diliyoruz.
Bir kişinin bile derdine deva olması bizim için büyük sermaye ve sevinç vesilesi
olacaktır. Çünkü biz, "Bir kişinin doğru yolu bulmasına vesile olmanın, bütün
dünya ve içindekilere sahip olmaktan daha değerli olduğunu" Resûl-i Ekrem'in
(s.a.v) mübarek dilinden ifade edilmiş olduğunu bilmekteyiz.
Sözlerimizin sonunda deriz ki; en güzel salâtlar, en mükemmel selâmlar Peygamber
Efendimiz'e ve ailesine olsun! Son duamız da Allah'a hamdetmektir.
Ali KAYA
Rebîülâhir 1425/Mayıs 2004 Başakşehir/İstanbul
23
Bismillâhirrahmânirrahîm
GİRİŞ
Hamd, her kitap ve söze kendisine hamdedilerek başlanan Allah Teâlâ'ya
mahsustur. Nübüvvet ve risâlet sahibi Muhammed Mustafa'ya, ailesine ve
insanların sapıklıktan kurtularak hidayete ermelerine vesile olan ashabına salât
ve selâm olsun.
Şimdi, ey din kardeşlerim! İlimlerin gaye ve sırlarını, değişik yolların
tehlikelerini ve sırlarını açıklamamı istiyorsunuz. Birbirinden farklı yol ve
üslûplara sahip çok sayıdaki karışık fırkaların ve kesimlerin görüşleri
arasından sıyrılarak
25
hakkı bulmak için çektiğim sıkıntıları anlatmamı talep ediyorsunuz. Bunun
yanında taklit çukurlarından, her şeyi sorgulayarak aslını araştırma zirvesine
yükselmeye nasıl cesaret ettiğimi anlatmamı istiyorsunuz.
Yine, ilk olarak "kelâm" ilminden nasıl yararlandığımı ve sonra bundan
hoşlanmayarak neden yüz çevirdiğimi, İkinci olarak, hakikati bulmak için masum
bir imama uymak gerektiğine inanan eksik ve yanlış düşünceli "Bâtınîlik"
mezhebinin görüşlerini ve bunu nasıl tesbit ettiğimi, Üçüncü olarak, "felsefe"
yolunu tutanların görüşlerine neden değer vermediğimi, Nihayet son olarak, neden
"tasavvuf" ehlinin görüşlerini kabul edip benimsediğimi anlatmamı istiyorsunuz.
Ayrıca, insanların sözlerini yoğun bir şekilde defalarca inceledikten sonra elde
ettiğim hakikatin özünü açıklamamı; Bağdat'ta talebelerimin çokluğuna rağmen
ilim öğretmekten neden vazgeçtiğimi; sonra uzun bir sürenin ardından Nîşâbur'da
tekrar ilim öğretme işine neden geri döndüğümü açıklamamı istiyorsunuz.1
Bu hususları samimi olarak öğrenme niyetinizi bildiğim ve inandığım için, ben de
hemen sizin bu isteklerinize cevap vermeye başlıyorum. Öncelikle Allah Teâlâ'dan
yardım dileyerek, O'na tevekkül ederek ve O'na dayanarak diyorum ki:
Cenâb-ı Hak sizleri güzel bir şekilde öğüt alan ve hakka bağlılık hususunda
kalbi yumuşayan kimselerden kılsın.
imam Gazâlî hazretlerinin tekrar medrşsede öğretime döndüğü yıl 499 (1105-1106)
yılıdır. Memleketine dönen imam Gazâlî'yi, Nizâmülmülk'ün oğlu vezir Fahrülmülk
ikna ederek Nîşâbur'daki Nizamiye Medresesi'nde tekrar öğretim faaliyetlerine
başlamasını sağladı. Ancak bu öğretim faaliyeti çok sürmedi, vezirin
öldürülmesinden sonra imam Gazâlî bir yıl kadar süren ikinci öğretim dönemini de
böylece kapatmış oldu. Buradan tekrar memleketi olan Tûs şehrine döndü. 505
(1111) yılında vefatına kadar burada yaşadı.
27
Şunu iyi bilmek gerekir ki, insanların farklı dinlere ve inanışlara sahip
olması, buna ilâve olarak sayısız görüş ve yollara ayrılmış olan mezhep
önderlerinin ihtilâfları, pek çoğunun içinde boğulduğu derin bir ummandır.
Burada boğulmaktan kurtulanların sayısı yok denecek kadar azdır.
Her fırka ve görüş sahibi, kendilerinin kurtuluşa erdiklerine inanmaktadır:
"Her hizip (grup), sahip olduğu (inanç) ile sevinmektedir." *
Zaten bu durum, Resûl-i Ekrem'in (s.a.v), gerçekleşeceğini önceden bize
bildirmiş olduğu bir durumdur. O, doğru sözlülerin en doğru söyleyeni olup şöyle
buyurmuştur:
"Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; onlardan kurtuluşa eren sadece biri
olacaktır. "3
2 Rûm 30/32.
3 Ebû Dâvûd, Sünnet, 1; ibn Mâce, Fiten, 17; Tirmizî, imân, 18; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/332.
28
Gerçekten de durum Resûlullah'ın (s.a.v) bu hadis-i şerifte belirttiği gibi
olmuştur.
Gençliğimin baharından itibaren, yani bulûğa erip henüz yirmi yaşına basmadan
elli yaşımı aştığım bu ana gelinceye kadar, bu engin denizlerin derinliklerine
dalmaktan geri durmadım.
•O coşkulu denizlere çekingen korkaklar gibi değil, cesur kimselerin dalışı gibi
daldım. Her karanlığa korkusuzca daldım, gördüğüm her meselenin üzerine atladım.
Her zorluğun içine apansız girdim.
Her fırkanın inanış ve düşüncelerini inceliyor, her grubun tuttuğu yolun
inceliklerini ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Araştırdığım fırkaların hak veya
bâtıl, sünnete uygun veya bid'at sahibi olmaları konusunda bir ayırım
yapmıyordum.
Bâtınîlik yolunu tutmuş her fırkanın, Bâtınîlik ile neyi hedeflediklerini
öğrenmeye çalıştım.
29
Zâhirîlik yolunu tutmuş olanların, bununla neler elde ettiklerini ortaya
çıkarmaya gayret ettim. Felsefe yolunu tutmuş her kesimin, sahip oldukları
felsefeyi bütün esaslarıyla öğrenmeye özen gösterdim.
Hiçbir kelâm âlimini dışarıda bırakmadan kelâmdaki yöntemini ve mücadelesinin
gayesini öğrenmeye çaba gösterdim. Bütün gücümle, ne kadar sûfî var ise onun
sûfîliğindeki sırları öğrenmeye, ne kadar âbid var ise bu ibadetleriyle neler
kazandığını araştırmaya çalıştım.
Bütün zındıkların (dinsizlerin), Allah'ın varlığını ve sıfatlarını kabul
etmeyenlerin (muattılanın ve Mu'tezile'nin), bu inanış veya inkârlarının
arkasında yatan sebepleri titizlikle araştırdım.
Her şeyin hakikatini öğrenmeye karşı duyduğum susamışlık; baştan ve gençliğimden
beri tuttuğum yol ve benim bir hasletim olmuştur. Bu hasletler, Allah Teâlâ
tarafından benim yaratılışıma ve hamuruma katılmış özelliklerdir; benim seçimim
ve tercihim değildir.
Bunun sonucunda çocukluğumun coşkulu çağlarından itibaren taklit bağlarından
sıyrıldım ve büyüklerimizden miras kalan sırf taklide dayalı inanç esaslarından
koptum.
Çünkü hıristiyan çocuklarının hep Hıristiyanlık üzere yetiştiklerini, yahudi
çocuklarının sürekli Yahudilik esaslarına göre büyüdüklerini, müslüman
çocukların da istisnasız İslâm dini üzere yetişmekte olduklarını görmekteydim.
Nitekim bu hususta Resûlullah'ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu işitmiştim:
"Her doğan kişi fıtrat üzere doğar. (Daha sonra) anası ve babası onu yahudi,
hıristiyan veya Mecûsî yapar."4
4 Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Kader, 25, Ebû Dâvûd, Sünnet, 17; Tirmizî, Kader,
30
Resûl-i Ekrem'in (s.a.v) hadis-i şerifte ifade buyurduğu bu durum; yaratılıştan
gelen aslî hakikati ve ana baba ile hocalar aracılığıyla kazanılan sonraki inanç
esasları ve taklit unsurlarının hakikatini öğrenme konusunda içimde büyük bir
arzu doğmasına sebep oldu.
Taklit, başlangıçta birtakım telkinlere dayanmaktaydı. Bunların da hangilerinin
hak (doğru) ve hangilerinin bâtıl (yanlış) olduğu hususunda görüş ayrılıkları
bulunmaktaydı.
Kendi kendime şöyle dedim: Benim istediğim, her şeyin gerçek yüzünü öğrenmektir.
Öyleyse önce bilginin gerçek yüzünün ne olduğunu öğrenmekle işe başlamam
gerekir. Acaba gerçek bilgi nedir?
Bunun sonucunda şunu anladım: Kesin bilgi (ilme'l-yakîn), bilinen hakkında
hiçbir kuşku bırakmayacak şekilde kişinin içinde bilginin be-lirmesidir. Bu
bilginin belirmesi ile yanılma ve vehim ortadan kalkar. Hatta kalbe bu yönde
32
herhangi bir düşünce dahi gelmez. Tam tersine, yanılgıdan uzak olmak kesin
bilginin ayrılmaz bir parçası olmalıdır.
Bu kesinlik öylesine sağlam ve güçlü olmalı ki, taşı altına veya bir bastonu
yılana çeviren kimsenin, kendisinde oluşmuş kesin bilginin geçersiz olduğunu
iddia etmesi bile, asla herhangi bir kuşku ve olumsuz bir düşünce oluşmasına yol
açmamalıdır.
Eğer ben, on sayısının üç sayısından daha büyük olduğunu bilirsem, biri çıkıp da
bana şöyle dese:
"Hayır, tersine üç ondan büyüktür. Delilim de şudur: Ben şu bastonu yılana
çevirebilirim."
Sonra gerçekten de gözlerimin önünde bastonu yılana çevirse bile, onun bu
yaptıkları benim sayılar hakkında sahip olduğum bilgi üzerinde en küçük bir
kuşku doğmasına yol aç-
33
'*"•* r•*"-?:
maz. Onun yaptığı bu iş, sadece bunu nasıl olup da becerdiği hakkında hayret
etmemi sağlar. Bunun dışında herhangi bir etki yapamaz.
Sonra, bu biçimde bilmediğim ve anlattığım şekilde kesinliğinden emin olmadığım
bilginin güvenilecek ve doğruluğundan emin olunacak bilgi olmadığını anladım.
Doğruluğundan kesin olarak emin olunmayan bilgi de kesin bilgi (il-me'l-yakîn)
olamaz.
Şüphe Yolu ve İlimleri İnkâr
Doğruluğundan emin olunmayan bilginin kesin bilgi olmadığı kanaatine vardıktan
sonra bütün bilgilerimi inceden inceye gözden geçir-
5 Burada "şüphecilik" olarak aldığımız "safsata" kelimesi felsefî düşüncelerden
"sofizm" ve "septisizm" doktrinlerine uygun düşmekledir. Ancak biz imam
Gazâlî'nin yaşadığı durumu "şüphecilik" anlamına gelen septisizm ile ifade
etmeyi uygun bulduk.
Septisizm (şüphecilik): insanın kesin olarak bilgi sahibi olabileceğini ileri
süren dogmatizme (nasçılığa) zıt olarak ortaya çıkmıştır. Bu düşünce sistemi,
hiçbir bilginin kesin olamayacağını, aksine daima şüpheli olduğunu, aklın asla
tereddütten
34
dim. Sonuç olarak hissî, yani duyu organları ile elde edilen bilgilerle, zorunlu
akıl prensipleri dışında kalan bilgilerin bu niteliği taşımadığını anladım.
Bu sonuca varınca, ümitsizliğe kapılarak kendi kendime şöyle dedim:
"Artık elimde, problemleri çözmek için duyu organlarına dayalı veriler ve
zorunlu
kurtulamayacağını, bu yüzden de asla kesin bilgiye ulaşamayacağını ileri sürer.
Buna göre hiçbir şeyi hakikatiyle bilemeyiz. Bilgi kişilere, hislere, zaman ve
mekâna, örf ve terbiyeye göre değişir.
Aslında şüphecilik, bir felsefî düşünce olmaktan çok felsefî bir tutum, ruhî bir
tavır, ruhun buhran halini ve bir inançsızlık zihniyetini ifade eder. imam
Gazâlî'nin yaşadığı şüphecilik ise, şüpheyi gaye edinen bir anlayış değil, kesin
bilgiye ulaşmak için bir vasıta kabul eden anlayıştır. Felsefî açıdan ifade
etmek gerekirse, onun şüpheciliği Descartes'ınkine benzer, imam Gazâlî önce
başkasından edindiği bilgilerden şüphe edip duyulara dayanır. Sonra duyulara
olan güveni sarsılır, akla dayanır; daha sonra akla olan güveni de sarsılarak
sezgiye (keşfe) dayanan bilginin gerçek ve kesin bilgi olduğuna kanaat getirir.
Eşyanın özüne ancak bu doğrudan bilgi ile ulaşılabileceğine inanarak bu yola
girer (bk. Süleyman Hayri Bo-lay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, s. 244-246).
35
, S-
4!
akıl prensiplerini oluşturan apaçık bilgiler dışında bir umut ışığı kalmadı.
Öyleyse, bunlara güvenebilmem için öncelikle bu bilgilerin doğruluklarını
değerlendirmem gerekir.
Acaba, duyu organlarına dayalı bilgilere duyduğum güven ve zorunlu bilgilerin
hatadan uzak olduğu yönündeki düşüncem de, daha önce benim ve halkın büyük
çoğunluğunun doğruluğuna inandıkları taklide dayalı ve nazarî bilgilerin6
doğruluğuna duyulan güvene benzer bir güven miydi? Yoksa bunlara duyulan güven,
aldanma ve gafletten uzak olan gerçek bir güven miydi?"
Bu düşünceler ile, bütün gücümle duyu organlarına dayalı verileri ve zorunlu
akıl prensipleri üzerinde düşünmeye koyuldum. "Acaba bunlara karşı da içimde
kuşku duyabilir miyim?" diye düşündüm.
Nazarî bilgi: Bir öncül ile elde edilen, yani düşünme ve fikir yürütme ile elde
edilen bilgidir. Yaratıcının varlığını ve arazla-rın sonradan meydana geldiğini
bilmek gibi.
36
Uzun süren bir tereddüt döneminden sonra, duyu organlarına dayalı bilgilerin
doğruluğuna güvenmeye de gönlüm (vicdanım) izin vermedi. Vicdanımda duyduğum bu
şüphe gittikçe arttı; vicdanım bana şöyle sesleniyordu:
"Duyu organları ile elde edilen bilgilere nasıl güvenebilirsin? Duyu
organlarının en güçlü olanı görme duyusu (göz) değil mi-* dir? Göz gölgeye
bakar, onun durgun ve hareketsiz olduğunu görür. Sonra gölgenin hareketsiz
olduğu hükmüne varır."
Daha sonra belli bir sürenin geçmesi ile tecrübe ve gözlem sonucunda gölgenin
hareketli olduğunu anlar. Ancak gölgenin hareketi bir defada ve birden bire
oluşmaz; yavaş yavaş ve milim milim meydana gelir. Bu hareket öylesine
devamlıdır ki, gölgenin durgun olduğu bir an bile bulunmaz.
Yine aynı göz yıldızlara bakar ve onların sadece küçük bir altın lira
büyüklüğünde oldukla-
37
.¦m
rını görür. Daha sonra, astronomi ilminin delilleri, o yıldızların dünyadan kat
kat daha büyük olduklarını ortaya koyar.
İşte, duyu organlarından biri buradakine benzer bir hükme varıyor. Daha sonra
akıl hakemi ortaya çıkarak, duyu organının verdiği hükmün savunulamayacak
şekilde yanlışlığını ortaya koyuyor ve onu ihanet ile suçluyor.
O zaman şöyle dedim:
"Öyleyse duyu organlarının verdikleri bilgilere duyulan güven de kayboldu.
Galiba evveliyyât7 denilen aklî bilgilerden başka güvenilecek bir şey kalmadı.
Şu sözleri örnek olarak verebiliriz:
On sayısı üç sayısından daha büyüktür.
7 Mantık ilmine göre evveliyyât, tasdik türlerinden olan bedîhî (apaçık)
önermelerin bir bölümünü oluşturur. Evveliyyât: Bu önermeler, zihnin hiçbir
vasıtaya başvurmadan doğrudan doğruya kabul ettiği önermelerdir. "Bütün,
parçadan büyüktür, gece gündüz değildir" misallerinde olduğu gibi (bk. Necati
Öner, Klasik Mantık, s. 184).
38
Bir şey aynı anda hem ispat ve hem inkâr edilemez.
Bir şeyin hem hadis (sonradan yaratılmış) olduğu ve hem de kadîm olduğu
(başlangıcının bulunmadığı) söylenemez; hem var ve hem yok olduğu söylenemez;
hem varlığı zorunlu (vacip) ve hem varlığı imkânsız (muhal) olduğu söylenemez."
Böyle düşünmeye başlayınca duyu organlarım bana şu sözlerle karşı çıktılar:
"Aklınla elde ettiği bilgilere karşı duyduğun bu güvenin, daha önce duyu
organlarınla elde ettiğin bilgilere karşı duyduğun o güven gibi olmadığından
(bunun daha güvenilir olduğundan) nasıl emin olabilirsin? Nitekim, daha önce
benim sağladığım bilgilere de güvenmekteydin. Fakat akıl hakemi ortaya çıktı ve
benim verdiğim bilgilerin yanlışlığını sana gösterdi. Şayet akıl hakemi
olmasaydı, sen benim doğruluğumu kabul etmeye devam edecektin.
39
Öyleyse, akıl hakemi ortaya çıkarak duyu organlarının verdiği bilgilerin
yanlışlığına nasıl hükmettiyse, akıl idrakinin ötesinde başka bir hakem
doğabilir ve onun sağladığı bilgilerin yanlış olduğuna hükmedebilir.
Böyle bir idrakin şu anda bulunmaması, bunun imkânsız olduğu anlamına gelmez."
Bu itiraz karşısında vicdanım biraz bocaladı. Ancak duyu organlarım, uykuyu
örnek vererek şu sözlerle itirazlarını desteklemeye devam etti:
"Baksana, rüyada nice işler görüyor, pek çok hayal kuruyorsun. Rüyada iken
bunların gerçek ve sürekli olduğunu düşünüyor ve uyanıncaya kadar bunlar
hakkında herhangi bir kuşku taşımıyorsun.
Ancak bir süre sonra uyanıyor, rüyada gördüğün hiçbir şeyin aslı ve temeli
bulunmadığını anlayıveriyorsun.
Bunların doğru olduğundan nasıl emin olabiliyorsun? Belki de, uyanık durumda
iken
40
akıl ve duyu organları ile elde edip doğru olduğuna inandığın bilgiler, sadece
içinde bulunduğun duruma bağlı bir gerçekliği olan bilgilerdir!...
Çünkü, sen öyle bir hale gelebilirsin ki, o halin uyanıklığa göre durumu, senin
uykudaki durumunun uyanıklığa nisbeti gibi olur. Başka bir ifade ile,
uyanıklığının durumu o hale göre uykudaki halin gibi olur.
İşte böyle bir hale geçince, akıl yoluyla vehmettiğin bütün hayallerinin hiçbir
değeri kalmadığını kesin olarak anlarsın."
Belki de bu hal, sûfîlerin içinde bulunduklarını iddia ettikleri haldir. Çünkü
sûfîler, sözünü ettikleri hallere dalıp duyu organlarının etkilerinden
kurtulduklarında, aklın verilerine uygun düşmeyen haller müşahede ettiklerini
ileri sürüyorlar.
Belki de söz konusu bu hal ile kastedilen ölüm halidir. Zira Resûl-i Ekrem
(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
41
"İnsanlar hep uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar."*
Buna göre, belki de dünya hayatı âhiret hayatına nisbetle uyku yerindedir. İnsan
ölünce, eşya hakkında bu dünyada gördüklerine ters gelecek şeyler müşahede
edecektir. O zaman kendisine şu âyet-i kerimedeki gibi seslenilecektir:
"Şimdi senin perdeni kaldırdık; artık bugün senin görüşün (bakışın) çok
keskindir." 9 Kâf 50/22.
Bu tehlikeli düşünceler içime doğup vicdanımı yaralamaya başlayınca bunları
tedavi etmek istedim, ama başarılı olamadım. Çünkü bu şüphelerden ancak delil
ile kurtulmak mümkün olabilirdi.
Delil getirmek için de, "evveliyyât" adı verilen zorunlu bilgileri kullanmak
gerekmekteydi.
42
Ancak bunlar da benim tarafımdan kuşkulu görüldüklerinden, delil ortaya koymak
mümkün olmamaktaydı.
Bu hastalık amansız bir hale geldi ve yaklaşık olarak iki ay sürdü. Bu iki aylık
süre içinde ben fiilen "safsatacı" (her şeyden şüphe eden) bir hal üzereydim.
Ancak içinde bulunduğum bu durumu kimseye söylemiyor, sözlü olarak ifade
etmiyordum.
Nihayet Cenâb-ı Hak beni bu amansız hastalıktan kurtardı. Vicdanım tekrar eski
sağlıklı haline kavuştu. Artık vicdanım zorunlu aklî bilgileri makbul ve geçerli
görmeye, onlara güvenmeye ve doğruluklarını kabul etmeye başladı.
Bu bunalımdan, peş peşe deliller getirmek veya güzel sözleri ardı ardına
sıralamak yoluyla kurtulmuş değildim. Bu hastalıktan sadece Cenâb-ı Hakk'ın
gönlüme akıtmış olduğu bir nur sayesinde kurtulabilmiştim.
43
İşte bu nur, pek çok marifetin anahtarı niteliğindedir. Kim gerçeği keşfetmenin,
sadece bağımsız deliller getirmekle gerçekleştiğini zannederse, Allah Teâlâ'nın
çok geniş olan rahmetini daraltmış ve sınırlandırmış olur.
Nitekim, "Allah, kimi hidayete erdirmek isterse onun gönlünü İslâm'a açar"(tm)
mealindeki âyet-i kerimede geçen "gönlünü açmak" ifadesinin mânası Resûl-i
Ekrem'e (s.a.v) sorulmuş, Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur:
"O, Allah Teâlâ'nın kalbe akıtmış olduğu bir nurdur."Sahâbe-i kiram,
"Peki bunun alâmeti nedir?" diye sordular. Buyurdular ki:
"Aldanma yurdundan (dünyadan) sakınarak ebediyet yurduna (âhirete)
yönelmektir."11
10 En'âm 6/125.
11 Hâkim, el-Müstedrek, 4/311; Beyhakî, ez-Zühd, nr. 974; Sü-yûtî,
ed-Dürrü'l-Mensûr, 7/219.
44
Resûlullah'ın (s.a.v) şu hadis-i şerifi de bu nura işaret etmektedir:
"Allah Teâlâ bütün mahlûkatı karanlık içinde yarattı, sonra onların üzerine
kendi nurundan serpti."^2
Hakikati keşf işte bu nurdan beklenmelidir. Bu nur, ilâhî cömertliğin eseri
olarak bazı zamanlar gürül gürül kaynayarak taşar. Rahmetin coşkun olarak aktığı
o anları gözlemek gerekir. Hz. Peygamber'in şu hadis-i şerifinde buyurduğu gibi:
"Yaşamakta olduğunuz hayatın bazı demlerinde rabbinizin rahmet meltemleri eser.
Dikkatli olun ve bu rahmetten yararlanmaya bakın. "^
12 Tirmizî, imân, 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/186,197; Hâkim, el-Müstedrek,
1/30.
13 Beyhakî, Şuabü'l-İmân, nr. 1123; ibn Ebü'd-Dünyâ, el-Ferec, nr. 27; Süyûtî,
el-Câmiu's-Sagîr, nr. 1108. Ebû Nuaym, Hilye, 3/90.
45
Bütün bunları anlatmaktaki maksadım, hakikati irdelerken bir ciddiyetle hareket
etmek gerektiğini vurgulamaktır. Gereken titizlik gösterildiği takdirde,
irdelenmesi gerekmeyen konuları irdelemeye uğraşmak gayretkeşliğine düşülmez.
Meselâ, evveliyyât denilen zorunlu aklî prensiplerin doğruluğu, araştırma konusu
yapılmamalıdır. Çünkü bunlar, doğrulukları kabul edilen ve kullanıma hazır
esaslardır. Böyle apaçık şeyler irdelenmeye kalkışıldıgı zaman kaybolur ve
saklanıverirler.
Diğer taraftan, irdelenmesi gerekmeyen hususlarla uğraşan kimse, asıl
uğraşılması gereken konularda kusurlu davranma suçlaması ile karşı karşıya
kalır.
Gerçeği Arayanların Sınıfları
Cenâb-ı Hak, lutfu ve engin cömertliği ile içinde bulunduğum bunalımdan beni
kurtarınca, hakikati arayan kimselerin dört bölüme ay-
rılmış olduklarını tesbit ettim. Bu dört kesim şunlardır:
1. Kelâmcılar: Bunlar, görüş ve düşünce sahibi olduklarını ileri sürerler.
2. Bâtınîler: Bunlar tâlim ehli olduklarını ve masum (yanılmaz) imam sayesinde
yalnız kendilerinin hakikati öğrendiklerini iddia ederler.
3. Felsefeciler: Bunlar ise, mantığa ve kesin delile (burhana) dayandıklarını
ileri sürerler.
4. Sûfîler: Bunlar da kendilerinin sürekli olarak huzur halinde (Cenâb-ı Hak'tan
gafil olmayan), müşahede ve mükâşefe ehli kimseler olduklarını söylerler.
Bunun üzerine kendi kendime şöyle dedim:
"Aradığım gerçek bu dört sınıf insanın dışında olamaz. Çünkü hakikati arama
yoluna koyulanların tamamı bunlardan ibarettir. Eğer hakikat bunların yolunun
dışında ise, artık hakikati bulma ümidi kalmaz."
46
47
Zira taklit yolunu bıraktığıma göre, artık ona geri dönme ümidim de kalmamıştı.
Çünkü, taklit yolunu benimseyen kimsenin bunu devam ettirebilmesi için,
kendisinin taklitçi olduğunu bilmemesi gerekir.
Eğer taklitçi olduğunun farkına varırsa, elindeki taklit kristalini kırmış olur.
Taklit kristalinden geriye, dağılmış ve saçılmış işe yaramaz cam parçaları
kalır. Bu durumda, ancak ateşte eritilerek yeni bir kalıba döküldükten sonra
parçaların birleşmesi ve kaynaşması mümkün olabilir.
Bu anlayış ile hakikati arayanların yollarını araştırmaya ve her bir kesimin
görüşlerini bütün ayrıntıları ile ortaya çıkarmaya koyuldum.
İlk olarak kelâmcıların yolunu, ikinci olarak felsefecilerin yolunu, üçüncü
olarak Bâtınîler'in Ta'lîmiyye yolunu ve dördüncü olarak da sûfî-lerin yolunu
incelemeye aldım.
48
1. KELÂM İLMİ
Maksadı ve Kazandırdıkları
Hakikati araştırma işine kelâm ilmi ile başladım. Araştırma için öncelikle bu
ilim dalını öğrendim ve iyi bir şekilde anladım. Kelâm konusunda yazılmış
muhakkik (konuyu en güzel şekilde inceleyen) âlimlerin kitaplarını inceleyip
değerlendirdim.
Benim de kelâm ilmi konusunda yazmak istediğim eserler vardı, onları yazdım.
Bunun sonucunda anladım ki, kelâm ilmi, kendi maksadı açısından yeterli, ancak
benim maksadım açısından yetersiz bir ilimdir.
49
Kelâm ilminin temel gayesi, Ehl-i sünnet inancını bid'atçıların bozup
karıştırmasından korumak ve bunun bekçiliğini yapmaktır. Allah Teâlâ
Resûlullah'ın (s.a.v) dili ile insanlara bir inanç sistemi sunmuştur. Efendimiz
vasıtısıyla Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerin de haber verdiğine göre bu
akide, hakikati ifade etmekte olup kulların hem dinlerinin hem de dünyalarının
maslahatını sağlamaktadır.
Daha sonra şeytan, sünnete aykırı birtakım vesveseleri bid'atçıların işleri
arasına karıştırmış ve bunu bid'atçıların şevkle yaptığı bir. alışkanlık haline
getirmişti. Bid'atçılar, bu vesvese ve kuruntuları ile Ehl-i sünnet inancına
sahip kimselerin kafalarını karıştırmayı başarmışlardı.
Bu sırada Cenâb-ı Hak, kelâm âlimlerini ortaya çıkardı. Bu ilmin sözcüleri,
kelâm ilmine özgü düzenli ifadelerle sünneti (Ehl-i sünnet inancını) savundular.
Ayrıca Ehl-i sünnet inancına aykırı, insanların zihnini bulandırmak
50
amacıyla bid'atçıların sonradan dine soktukları görüşleri bir bir ortaya
çıkardılar.
İşte kelâm ilmi ve kelâmcılar böyle bir ihtiyaçtan doğmuş idi. Kelâmcıların bir
bölümp, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine yüklediği bu görevi hakkıyla yerine
getirdiler. Güzel bir şekilde sünneti savundular; nebevî kaynaktan gelen sağlam
inanç esaslarının kabul edilmesi için en güzel şekilde mücadele ettiler.
Bid'atçıların, bu esasları değiştirmesini ve dine herhangi bir bid'at
sokulmasını engellediler.
Ancak kelâmcılar, Ehl-i sünnet akidesini savunma görevini yaparken, hasımlarının
kullandıkları metodu kullandılar. Onların ileri sürdükleri öncülleri (delilleri)
kendileri de aynen aldılar ve onlara karşı kullandılar.
Kelâmcıları bu delilleri kullanmaya iten etken, ya taklit ya ümmetin icmaı yahut
da Kur'ân-ı Kerîm ve hadisleri doğrudan kabul etmeleri idi.
51
Kelâmcıların en çok kullandıkları delil, hasımlarının çelişkilerini bulup ortaya
çıkarmaktı. Ayrıca muarızlarının kabul ettiği ölçüler (mü-seliemat) ile onları
kıstırmak da kullandıkları yollar arasındaydı.
Fakat kelâmcıların kullandığı bu usul, aklın zorunlu prensiplerinden
(zarûriyyâttan)14 başka bir şey kabul etmeyenler için pek fazla yarar sağlayacak
nitelikte değildi. Bu yüzden kelâm ilmi benim için yeterli olamamış, içine
düştüğüm ve kurtulmak için kıvrandığım bunalımdan kurtulmamı sağlayamamıştı.
Evet, kelâm ilmi bir ilim dalı olarak doğdu. Bu ilim dalı ile uğraşanların
sayısının artması ve aradan uzun bir süre geçmesi sonucunda, Ehl-i sünnet'e
yönelik saldırıları engellemek için işlerin hakikatini araştırma yoluna
gittiler.
Bu maksatla cevher, araz15 gibi konuları ve bunlarla ilgili hükümleri
araştırmaya koyuldular.
Ancak bu hususlar onların ilimlerinin asıl maksadı olmadığı için, bu konularda
nihaî noktaya varamadılar. Böyle olunca da, halkı şaşkınlık içinde bırakan
ihtilâfları kökünden kazıyıp yok etme başarısını sağlayamadılar.
. Fakat benim dışımdakiler için bunu sağlamış olmaları mümkündür, yani diğer
kimseler için bunu sağlamış olabilirler. Hatta, bazıları için kesin olarak bunu
sağladıklarına inanıyorum. Ne var ki onların sağladığı bu başarı, bana göre
aklın zorunlu prensipleri (evveliyyât) dışında kalan bazı konularda taklit
şaibesi taşımaktaydı.
14 Zarûriyyât: İnanılması zorunlu ve araştırmaya gerek duyulmayacak kadar açık
olan bilgidir.
15 Cevher: Zâtı, varlık bakımından ona eşit bir başka zâta muhtaç olmayan
varlıktır. Bunlar da heyûlâ, suret, cisim, nefis ve akıldır.
Araz: Varlığı bir yere muhtaç olan mevcuttur. Yani var olabilmek için
girebileceği bir cisme muhtaçtır. Cisimlerin renkleri, hareketleri birer
arazdır.
53
Her neyse; benim şu andaki asıl maksadım, kelâm ilmi sayesinde sıkıntılarına
çare bulmuş olanları inkâr etmek veya kınamak değil, kendi durumumu anlatmaktır.
Çünkü hastalıklar değiştikçe, bunlar için kullanılacak ilâçlar da değişiklik
gösterir. Nice ilâç vardır ki, birine yararlı olurken başka birine zarar verir.
54
2. FELSEFE
Bu bölümde şu konuları inceledim:
Felsefenin elde ettiği sonuçlar, Felsefenin kınanan ve kınanmayan yönleri,
Felsefenin hangi görüşlerini benimseyenlerin tekfir edilip hangi görüşlerini
benimseyenlerin tekfir edilmeyeceği,
Hangi görüşleri savunanların bid'at ehli olacağı ve hangi görüş sahiplerinin
bid'at ehli sayılmayacağı,
Felsefecilerin, ehl-i haktan aşırdığı sözlerin açıklanması,
Felsefecilerin, insanları kendi bâtıl görüşlerine ilgilerini çekmek, rağbet
etmelerini sağlamak için, hak ehlinin sözlerini kendi
55
sözleri arasına nasıl karıştırdıklarının ortaya konulması,
İnsan fıtratının böylesi aşırmalar sonucunda ortaya konulanı kabul etmemesi ve
bâtıl ile karıştırılmış olan bu hakikatlerden vicdanların nasıl nefret ettiğinin
açıklanması,
Mutlak hakikatin ya da hakikatin, felsefecilerin ona bulaştırmış oldukları sahte
ve yalan sözlerden ayrıştırılarak nasıl saf hale geleceğinin açıklanması.
Kelâm ilmi üzerindeki araştırmalarım biter bitmez felsefe ilmini ele aldım. Bu
incelemem sonucunda şunu kesin olarak anladım: İnsan, bir ilmi bütün ayrıntıları
ve özellikleri ile öğrenmedikçe, o ilim dalının saçtığı fesat tohumlarının
farkına varamaz. Öyleki, o ilim hakkındaki bilgisi, o ilmin âlimleriyle aynı
seviyede olmalıdır.
Sonra bununla yetinmemeli, o âlimin bulunduğu dereceyi aşmalı ve onu geride
bırakmalıdır. Böylece meselenin kökenine inilerek o ilmin
56
tabileri tarafından farkına varılmayan asıl tehlikesi ortaya çıkartılmalıdır.
Bir ilim dalı üzerinde bu derece bilgi sahibi olan kişilerin, o ilmin bozuk
yönleri hakkında ileri sürdükleri görüşler gerçekçi olur. Hiçbir İslâm âliminin
çaba ve gayretini bu maksat için sarfetmiş olduğunu görmüş değilim.
Kelâm kitaplarında felsefecilere reddiye niteliğinde yer alan ifadeler;
anlaşılmaz, dağınık, açık çelişkilerle ve bozuk ifadelerle dolu sözlerden
ibarettir. Bu sözlerin, ilimlerin inceliklerini araştıran bilgili insanlar bir
yana, avamdan olanları bile tatmin etmesi beklenemez.
Anladım ki, bir düşünceyi anlamadan ve özünü kavramadan reddetmek karanlığa taş
atmak gibidir ve hedefi vurma imkânı yoktur. Bu düşünce ile işe koyuldum. Büyük
bir ciddiyetle kolları sıvadım.
Felsefe ilmini tam olarak öğrenmek için bu konuda yazılmış kitapları incelemeye
ve irdele-
57
meye başladım. Bunun için herhangi bir hocadan yardım almadım. Kitap yazma ve
şer'î ilimleri öğretmek için ders verme işinden geriye kalan bütün boş
zamanlarımı bu işe ayırdım. Bu esnada, Bağdat'ta 300 talebeye ders verme yükü
üzerimdeydi.
Allah Sübhânehu ve Teâlâ'nın lütuf ve ihsanı ile, sırf görevlerimden geriye
kalan zamanlarda felsefe ilminin bütün inceliklerini öğrendim. Bunları öğrenmek
benim için iki seneden az bir süre aldı.
Felsefe ilmini öğrenip iyice kavradıktan sonra, yaklaşık bir sene kadar bu
öğrendiklerim üzerinde tefekkür ettim. Bu bir yıl içerisinde, öğrendiklerimi
tekrar ediyor, evirip çeviriyor, felsefenin gizli tehlikelerini ve bütün
inceliklerini ortaya çıkarmaya çalışıyordum.
Bu gayretimin sonucunda, felsefe ilminin ihtiva ettiği aldatmaca ve
sahtekârlıkları, gerçek
ve hayalî unsurları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde öğrenmiş oldum.
Şimdi, felsefe ilminin gerçek hikâyesini ve felsefecilerin ulaştıkları
sonuçların mahiyetini benden dinleyebilirsin. Felsefecilerin çeşitli gruplara
ayrıldığını, görüşlerinin de farklı anlayışlara dağılmış olduğunu tesbit ettim.
Ancak bütün bu farklılıklarla rağmen hemen hemen hepsi de küfür ve dinsizlik
içeren unsurları taşıma noktasında ortaktırlar. Her ne kadar felsefenin öncüleri
ile ilk temsilcileri, yani sonradan gelenler ile öncekiler arasında, hakka
uzaklık ve yakınlık açısından bazı görüş ayrılıkları olsa da, belirtmiş olduğum
küfür ve dinsizlik ortak noktasında birleşmektedirler.
A) Felsefecilerin Sınıfları ve Küfür İçeren Yönleri
Şunu bilmek gerekir ki, felsefeciler çok farklı görüşlere ayrılmakla birlikte
bunları üç ana
58
59
başlık altında toplayabiliriz. Bunlar, dehrîler,1^ tabiatçılar^ ve
ilâhiyatçılardır.
1. Dehrîler: Ateistler, Tanrı Tanımazlar
Felsefecilerin birinci kısmını dehrîler oluşturur. Bunlar ilk felsefeciler
içerisinde bir gruptur. Bu anlayışa sahip kimseler; her şeyi düzenle-
16 Dehriyye (ateizm, tanrı tanımazlık): Allah'ın varlığını yani âlemde derûnî,
haricî ve üstün bir varlığı inkâr eden felsefî görüştür. Allah'ı, ruhu, hayatı
inkâr ederken, âlemin tesadüfün birtakım kombinezonları ile meydana geldiğini
kabul ve iddia eder. Tabiat olaylarının izahında hiçbir sebep tanımaz. Ateizmin
mücadelesi dine, dindara, yüksek inançlara karşıdır (daha geniş bilgi için bk.
Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, s. 38-39).
17 Tabiatçılar (natüralizm): Tabiattan başka hiçbir realite ve değer kabul
etmeyenlerin doktrini. Felsefe tarihinde müstakil bir meslek ve doktrin olarak
görülmeyen natüralizm, daha çok materyalizm ile beraber bulunur veya materyalizm
yerine kullanılır. Çünkü daha çok varlıkların sebepleri iie uğraşan ve tabiattan
başka sebep ve müessir (etken) kabul etmeyen natüralizm, varlıkların esasıyla
meşgul olarak ruhî ve manevî müstakil bir cevherin mevcudiyetini inkâr eden
materyalizm ile esasta mutabıktır (daha geniş bilgi için bk. Süleyman Hayri
Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, s. 197-199).
60
yen, takdir eden, bilgili ve kudretli bir yaratıcının varlığını inkâr ederler.
Onların iddiasına göre âlem, bir yaratıcı tarafından değil, eskiden beri
geçirdiği bir devrimle kendi kendine var idi ve hâlâ öyle devam etmektedir. Yine
onlara göre canlılar, nutfeden ve nutfe de canlılardan meydana gelmekteydi, yine
öyle olmakta ve sonsuza kadar böyle olmayı sürdürecektir.
Felsefecilerden bu gruba girenlerin hepsi de dinsizdir.
2. Tabiatçılık: Natüralizm
Felsefeciler içinde ikinci grubu tabiatçılar oluşturur. Bunlar araştırmalarını
daha çok tabiattaki varlıklar üzerine, hayvanların ve bitiklerin ilginç
özelliklerini tesbit üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Canlıların organlarının anatomik (yapısal) özellikleri üzerinde fazlasıyla
çalışmalar yap-
61
mışlardır. Bu araştırmaları sonucunda, Allah Teâlâ'nm yaratışındaki hayret
verici özellikleri ve eşsiz hikmetlerini müşahede etmişlerdir.
Görmüş oldukları bu hakikatler de onları, her şeye gücü yeten (kadir), hikmet
sahibi (ha-kîm), her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen (alîm) ve kâinatı
niçin yaratmış olduğundan haberdar olan bir yaratıcının varlığını kabul etmek
zorunda bırakmıştır.
Gerçekten de, anatomi (teşrih) konusunu ve canlılardaki organların hayret verici
faydalarını inceleyen herkes, mutlaka yukarıdaki zorunlu bilgiye sahip olur ve
canlıların bedenlerinin, özellikle de insan bedenin, yaratıcı tarafından
mükemmel şekilde tasarlandığını kabul eder.
Ancak tabiat bilimciler, araştırmalarını tabiattaki varlıklar üzerinde
yoğunlaştırdıkları için "mizaç dengesi"nin, canlılardaki güç birimlerinin kıvamı
üzerinde büyük etkisi olduğu sonucuna varmışlardır.
Yine buradan hareketle, insanlardaki akledi-ci gücün bu mizaca bağlı olduğunu
zannetmişlerdir. Onlara göre, mizaçtaki denge bozulduğu zaman akletme gücü de
bozulur ve yok olur. Mizaçtaki bu denge yok olunca, bunun nasıl geri
getirileceğinin bilinemeyeceğini iddia ederler.
Bu düşünce sahipleri, ruhun öleceğine ve tekrar geri dirilmeyeceğine
hükmetmişlerdir. Bunlar âhireti kabul etmemiş; cenneti, cehennemi, haşredilmeyi,
yeniden dirilmeyi, kıyameti ve hesap gününü de inkâr etmişlerdir.
Bu kanaate sahip oldukları için onlar, ibadetlere karşılık herhangi.bir sevap ve
günahlara karşılık hiçbir ceza olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu anlayış da
onların gemlerinden boşalmalarına, tıpkı hayvanlar gibi arzularının esiri
olmalarına yol açmıştır.
Bu inanışta olanlar da, tıpkı yukarıdakiler (ateistler) gibi dinsizdirler. Çünkü
imanın temeli, Allah'a ve âhiret gününe iman etmektir. Oysa bu tabiatçılar,
Allah'ın varlığına ve sıfatları-
62
63
na iman etseler bile, âhiret gününü inkâr etmektedirler.
3. İlâhiyatçılar
Felsefecilerin üçüncü kısmında bulunanlar ilâhiyatçılardır. Bunlar Eflatun'un18
hocası Sok-rat19 ve Aristo'nun20 hocası Eflatun gibi sonraki
18 Eflatun (Platon): Atinalı soylu bir ailenin çocuğu olup milâttan önce 428
yılında doğmuş, 347 yılında burada ölmüştür. Önce Pisagorcular'dan ders almış,
daha sonra Sokrat ile tanışarak ölünceye kadar onun derslerine devam etmiştir.
Onun idealar görüşü bazı kesimler tarafından kabul görmüştür.
19 Sokrat (Sokrates): Yunan felsefesinin sistemli devrinin hazırlanmasını
sağlayan ünlü Yunan filozofudur. Milâttan önce 469-399 yılları arasında
yaşamıştır. Halkın inançlarına karşı çıktığı ve Yunan tanrılarıyla alay ettiği
için ölüme mahkûm edilmiştir. En önemli eseri öğrencisi Eflatun'dur.
20 Aristo (Aristoteles): Milâttan önce 384-322 yılları arasında yaşamıştır.
Yunan felsefesinin en önemli filozoflarından bindir. Eserleri iki bin yıla yakın
bir süre gerek Batı'da gerek Do-ğu'da yegâne kaynak olarak okutulmuştur. Ünü
İslâm dünyasında da yayılmış, 8. asırdan itibaren eserleri Arapça'ya çevrilmeye
başlanmıştır. İslâm düşünürleri arasında Kindî, Fârâ-bî, İbn Sînâ ve ibn Rüşd,
Aristocu ekolün önde gelen isimle-rindendir.
64
dönemlerde gelen (müteahhirîn) felsefecilerden oluşur.
Aristo ise, felsefeciler için ilk defa mantık ilmini bir disipline sokmuş,
ilimleri buna göre düzenlemiş ve daha önce hiç yazılmamış konuları ilk defa o
yazıya geçirmiştir. Felsefe hakkında daha önce dağınık ve bölük pörçük olan
bilgileri olgunlaştırarak onlara sunmuştur.
Bu ilâhiyatçı felsefeciler, kendilerinden önceki iki grubu oluşturan ateistler
ve tabiatçıların görüşlerini tamamen ve kökünden reddettiler. Onların
kusurlarını ve kirli çamaşırlarını tutunacakları bir delil bırakmayacak şekilde
ortaya serdiler. Böylece, onlarla yapılacak mücadele hususunda Cenâb-ı Hakk'ın
şu âyetinin mânası da gerçekleşmiş oldu:
"Allah savaşta müminlere yeter." 21
21 Ahzâb 33/25.
65
Daha sonra Aristo, kendisinden önce gelen Sokrat, Eflatun ve diğer bütün
ilâhiyatçı felsefecilerin görüşlerini öylesine kesin bir dille reddetti ki,
onlarla ilgisini tamamen koparmış oldu. Ancak buna rağmen Aristo, bu ilâhiyatçı
felsefecilerin küfür ve bid'at ihtiva eden pek çok rezaletini olduğu gibi
bırakmış, bunları kökünden kazıma başarısını gösterememiştir.
Bu durumda, gerek Aristo'nun ve gerek onun peşinden giden İbn Sînâ22, Fârâbî23
ve benzeri İslâm felsefecilerinin de sahip oldukla-
22 ibn Sînâ: Türkistan'ın Buhara yakınlarında 370 (980) yılında doğmuştur.
Babası Sâmânoğulları Devleti'nde yüksek derecede görevli biriydi. Horasan,
Cürcân, Rey, Kazvin, Hemedan şehirlerinde bulundu. İslâm Meşşâî felsefesinin
önde gelen temsilcilerindendir. Felsefenin yanında tıp alanında da büyük bir
şöhret olmuştur. Felsefe ve tıp alanında yazdığı eserleri Batı dillerine
çevrilerek uzun yıllar ders kitabı olarak okutul-muştur. 428 (1037) yılında elli
yedi yaşında vefat etmiştir. 23 Fârâbî: Türkistan'da dünyaya gelmiş Türk asıllı
filozoftur. Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. 258 (871) yılında doğmuş ve
339 (950) yılında Şam'da vefat etmiştir.
66
rı görüşleri sebebiyle küfre düşmüş olduklarını belirtmek gerekir.
Ancak şu gerçeği de teslim etmek gerekir ki, hiçbir İslâm felsefecisi Aristo'nun
felsefî görüşlerini İbn Sînâ ve Fârâbî kadar doğru ve başarılı bir şekilde İslâm
dünyasına aktarmayı başaramamıştır. Bu ikisinin dışındakiler tarafından yapılan
nakiller, okuyucuların kafasını karıştıran çarpıtmalar ve karışıklıklardan uzak
değildir. Böyle olduğu için, söz konusu aktarmalar anlaşılmaz duruma düşmüştür.
Anlaşılmayan bir konu nasıl ret veya kabul edilebilir? İbn Sînâ ve Fârâbî
tarafından yapılan nakillerden çıkan sonuca göre, Aristo'nun felsefî görüşlerini
üç kısma ayırmak mümkündür:
1. Küfre düşmesini gerektiren görüşler,
2. Bid'ata düşmesine sebep olan görüşler,
3. Temel olarak inkâr edilmesi gerekmeyen görüşler.
67
B) Felsefî İlimlerin Tehlikeleri
Bilmelisin ki, bizim peşinde olduğumuz maksat yönünden felsefe ilimleri altı
kısımdır. Bunlar matematik, mantık, tabiat bilimleri, ilahiyat, siyaset ve
ahlâktır.
1. Matematik İlminin Tehlikesi
Bu ilim dalı aritmetik, geometri ve astronomi ilimleriyle ilgilidir. Bunlar
içinde, doğrudan dinin bir hükmünü veya rüknünü ret ya da kabulünü gerektiren
herhangi bir şey yoktur. Tam tersine, bu ilimlerin verileri, konuları iyice
bilinip anlaşıldıktan sonra inkâr edilmeyecek derecede kesin delillere
dayalıdır. Fakat bu durum şu iki tehlikeyi doğurmuştur:
Birinci Tehlike:
Matematik ilimlerine bakıp onları inceleyen kişi, orada gördüğü incelikler ve
delillerin kesinliği karşısında hayrete düşer. Bu sebeple
felsefecilere karşı güzel kanaatler beslemeye başlar. Felsefecilerin sahip
olduğu bilgilerin bütününün açıklık ve kesin delile dayanma bakımından tıpkı
matematik gibi olduğunu düşünmeye başlar.
Sonra bu kimse, felsefecilerden birinin küfür yolunu tuttuğunu ya da Allah'ın
sıfatlarını inkâr ettiğini veya ağza alınmayacak laflarla dinî hafife
aldıklarını işitebilir. Bu durumda şöyle düşünmesi de beklenebilir:
"Eğer dinin gerçek bir yönü olsaydı, böylesine bilgi ve araştırma sahibi olan
felsefecilere bu gerçek gizli kalmazdı."
Bu düşüncelerle körü kürüne onları taklit eder ve kendisi de küfür yolunu tutar.
Kulaktan kulağa gelen bilgilerle onların küfür ve inkâr yolunu tuttuklarını
öğrenince, doğru yolun dinî reddetmek ve inkâr etmekten geçtiğine hükmeder.
68
69
Sadece kulaktan duyma bilgilerin peşinde gitmiş, hiçbir delile dayanmaksızın
yoldan sapmış nice kişiler gördüm.
Halbuki bu kimselerin şu gerçekler üzerinde düşünmeleri gerekir:
"Bir sanat dalında ya da bir meslekte uzmanlaşmış olan kişinin, bütün sanat
dallarında uzman olması gerekmez. Meselâ fıkıh ve kelâm alanında uzmanlaşmış
olan birinin tıp alanında da uzman olması gerekmez. Diğer taraftan aklî
ilimlerde bilgisiz olan birinin, dil alanında da cahil olması icap etmez.
Tersine her ilim dalında ve meslek alanında, başkalarını geride bırakarak ön
sıralara geçmiş ve zirveye ulaşmış kişiler bulunur. Halbuki bu kimseler diğer
ilim dalları ve mesleklerde kafaları çalışmaz birer ahmak ve cahil kimseler
gibidirler."
Tıpkı bunun gibi, ilk felsefecilerin matematik hakkında söyledikleri kesin
delillere dayandığı
70
halde, ilahiyat sahasında söyledikleri tahmine dayanmaktaydı. Bu gerçekleri
ancak bu konularda araştırma yapan ve dirsek çürüten kimseler tesbit edebilir.
Bu gerçekler, körü körüne taklide saplanmış kimselere anlatılsa bile,
kulaklarına girmez ve kabul etmeye yanaşmaz. Tersine, nefsinin arzuları,
tembellik ve bilgiç görünme isteği onu, felsefecilerin bütün bilgilerini tasdik
konusunda ısrar etmeye zorlar.
Gerçekten bu durum büyük bir felâkettir. Bu sebeple, bu ilimlere fazlasıyla
dalanların bundan alıkonulmaları gerekir. Her ne kadar matematik ilimleri
doğrudan dinî konularla ilgili olmasa da, felsefecilerin bilgilerinin temelini
oluşturması, onların şerrini ve uğursuzluğunu da ona bulaştırmalarına sebep
olur. Böyle olduğu için, bu ilme kendisini iyice kaptırıp da dinden ve takva
bağından sıyrılmamış kimse çok azdır.
71
İkinci Tehlike:
İkinci tehlike, İslâm'a hizmet etmek isteyen cahil kimselerden
kaynaklanmaktadır. Bu kimseler, felsefecilerin bütün görüşlerini inkâr etmenin
dine destek olmak ve dine sahip çıkmak olduğunu zannetmektedirler.
Bu sebeple, onlar felsefecilerin bütün bilgilerini reddetmiş ve onların o
konularda bilgisiz olduklarını iddia etmişlerdir. Bu cahil kimseler öylesine
ileri gitmişlerdir ki, felsefecilerin güneş ve ay tutulması ile ilgili sözlerini
bile reddetmişler, bu sözlerin şeriata aykırı olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Güneş ve ay tutulmasının gerçek olduğunu kesin delillerle bilen kimseler, cahil
müslüman-lar, bu asılsız iddialarını işittikleri zaman; kendilerinin kesin
delillerle bildiği konuda bir şüpheye düşmemiş; ancak İslâm'ın cehalet ve kesin
bilgileri inkâr temeli üzerine kurulduğunu düşünmeye başlamıştır.
72
Bu da sonuç olarak, insanların felsefeye karşı sevgi ve bağlılığının artmasına,
İslâm'dan soğumasına ve uzaklaşmasına yol açmıştır.
Dini desteklemek için felsefecilerin bilgilerini temelinden inkâr etmek
gerektiğini düşünen kimselerin yaptığı bu iş, dine karşı işlenmiş büyük bir
cinayettir.
Halbuki dinin bu tür bilgilere karşı olumlu ya da olumsuz bir tavrı olmadığı
gibi, bu tür bilgiler dinî konularla da herhangi bir çelişki oluşturmamaktadır.
Nitekim Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:
"Güneş ve ay Allah Teâlâ'nın delilleri arasından iki delildir. Bunlar herhangi
bir kimsenin ölmesi veya doğması sebebiyle tutulmazlar. Bunların tutulduklarını
gördüğünüzde hemen Allah Teâlâ'yı zikretmeye ve namaza koşun (sığının)."24
24 Buhârî, Küsûf, 1, 2, 4, 5, 9,13,17, Nikâh, 13; Müslim, Küsûf, 1, 3, 9, 28;
Nesâî, Küsûf, 3,12,16, 28; İbn Mâce, ikâme, 52; Mâlik, el-Muvatta', Küsûf, 1, 2;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/459; 2/109; 6/6, 76, 87,168, 354.
73
Görüldüğü gibi bu hadis-i şerifte, belli birtakım hesaplamalara dayanan
astronomi ilmini inkâr etmeyi gerektirecek bir hüküm yoktur. Bu ; ilmin
hesaplarına göre güneş ve ay hareketlen sırasında belli şekillerde yan yana veya
karşı karşıya gelebilmektedir.
Ancak yukarıdaki hadis-i şerifin devamı olduğu ileri sürülen, "... Ancak Allah
Teâlâ bir şeye tecelli edince o şey kendisine boyun eğer" kısmı, hiçbir sahih
hadis kitabında bulunmamaktadır.
Matematik ilimleri ile ilgili hükümler ve tehlikeleri hakkında söylenecek
olanlar bunlardan ibarettir.
2. Mantık İlminin Tehlikesi
Mantık ilminin ihtiva ettiği bilgilerin din ile olumlu veya olumsuz bir ilişkisi
yoktur. Mantık ilmi şu konularla ilgilenir:
Delil getirmenin yolları, Kıyas çeşitleri,
Burhanın (kesin delilin) öncüllerinin şartları ve bunların nasıl oluşturulacağı,
Geçerli haddin25 şartları ve nasıl düzenleneceği vb. konular.
Mantık ilmine göre ilim, "tasavvur"26 ve "tasdik"27 olmak üzere ikiye ayrılır.
Tasavvur "had" vasıtasıyla, tasdik ise "burhan"28 vasıtasıyla bilinir.
25 Had (tarif): Bir şeyin özüne delâlet eden sözdür. Yani, iki şey arasında
müşterek olan manayı, arasına sınır çizerek birbirinden ayırmak demektir.
26 Tasavvur: İnsanın sahip olduğu her bilgi ya tasavvurdur ya da tasdiktir. Bir
şey hakkında olumlu ya da olumsuz bir hükme varmadan mahiyetini idrak etmeye
tasavvur denir, insanın mahiyetini tasavvur etmek gibi.
27 Tasdik: Bir tasavvur hakkında olumlu ya da olumsuz bir hüküm bildirmektir. Bu
da bir konuyu diğer konuyla ilişki kurarak kabul ya da ret yönünde görüş
belirtmektir.
28 Burhan: Öncülleri kesin bilgi olan kıyastır. Gayesi kesin bilgi elde
etmektir. Bilgi ya başlangıçta kesin olur ki, buna zarûriy-yât denir. Ya da
vasıta ile kesin olur ki, buna da nazariyyât denir.
74
75
Bu bilgilerin din açısından inkâr edilecek bir tarafı bulunmamaktadır. Hatta bu
bilgiler, ke-lâmcıların ve delil getirme konusunda kafa yoran kimselerin dile
getirdikleri konularla benzerlik göstermektedir.
Mantıkçılar ile kelâmcılar arasındaki fark, taraflardan her birinin farklı
terimler ve tabirler kullanmaları, mantıkçıların son derece ayrıntılı tarifler
ve sınıflandırmalar yapmalarından ibarettir.
Burada mantık ilmine bir örnek verelim: Mantıkçılar derler ki:
Her (a) (b) ise, bazı (b)'ler (a)'dır. Diğer bir örnek:
Bütün insanlar canlı ise, bazı canlılar insandır.
Mantık ilminde bu konu şöyle tarif edilir:
"Bütün hakkında geçerli olan bir hüküm, tersinden ifade edildiğinde bir kısmı
için geçerli olur."
76
Bu anlattığımız hususların dinin hangi konularıyla ilgisi vardır ki, bunları
inkâr veya reddediyorlar? Bir kimse bu mantık bilgilerini reddettiği takdirde,
bundan doğacak olan sonuç sadece reddedenlerin aleyhine olur. Çünkü mantık
bilginleri, bu bilgileri reddeden kimselerin aklından bu bilgileri inkâr etme
temeline dayandığı ileri sürülen dinlerinden kuşku duymaya başlarlar.
Evet, felsefecilerin bu ilim dalında bir tür zulüm ve haksızlık irtikâp
ettikleri doğrudur. Onlar, bir taraftan burhan (kesin delil) için şartlar ileri
sürüyorlar; kesin bilginin ancak belli şartlar yerine getirildiği takdirde
ortaya çıkabileceğini söylüyorlar, diğer taraftan, dinî konularda konuşmaya
gelince, kendileri tarafından konulmuş bu şartlara bağlı kalmaya gerek
duymuyorlar. Din alanında konuştuklarında bu şartları olabildiğince gevşek
tutuyorlar.
Bu durumda, mantık ilmini inceleyen, bu ilmi beğenen, gayet açık delillere
dayandığını gö-
77
if
ren bazı kimseler; felsefecilerden nakledilen ve onların küfre girmesine sebep
olan bazı görüşlerin de mantık ilminde dile getirdikleri burhan ile
desteklendiğini zannederler.
Böylece bu felsefecilerin ilahiyat sahasında söylediklerinin doğruluğunu ve
yanlışlığını araştırmadan hemen onlara inanmak suretiyle küfre girerler.
Mantık konusunda belirtmiş olduğumuz durum da felsefecilerin yol açabileceği
tehlikelerden biridir.
3. Tabiat İlimleri
Tabiat ilimleri, gökyüzündeki âlemi, orada bulunan yıldızları; yeryüzünde yalın
(basit) halde bulunan su, hava, toprak, ateş gibi maddeleri ve bileşik (terkip)
halinde bulunan hayvan, bitki ve maden gibi varlıkları inceler. Bunların değişim
(tagayyür), dönüşüm (istihale) ve karışım (imtizaç) sebeplerini araştırır.
78
Tabiat ilimleri bu hali ile, insan vücudunu, insanda bulunan ve ona hizmet eden
başlıca organları ve bunların yapısal değişimlerinin sebeplerini inceleyen tıp
ilmine benzer.
Tıp ilmini reddetmek, dinin mutlaka yerine getirilmesi gereken temel bir esası
olmadığı gibi, tabiat ilimlerini inkâr etmek de dinin şartları arasında yer
almaz.
Ancak, bizim Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserimizde açıklamış olduğumuz belli
konular bunun dışındadır. Bu kitabımızda ele aldığımız diğer bazı konular
üzerinde düşünüldüğünde, bunlara da karşı çıkılması gerekir. Yani onların da
karşı çıkılması gereken görüşler kapsamına girdiği görülür.
Özetle bu konudaki temel ölçü şudur: Tabiatın, Allah Teâlâ'nın emrine bağlı
olduğu bilinmelidir. Orada hiçbir şey kendi kendine hareket etmez.
79
! I
Kâinatta bulunan her şey, yaratıcısı tarafından (bir maksada göre)
kullanılmakta, hareket etmektedir. Güneş, ay, yıldızlar ve tabiatta bulunan
cisimlerin hepsi Allah Teâlâ'nın emrine bağlı olarak hareket etmektedirler.
Bunların hiçbiri kendi başlarına hareket edemez, hiçbir şey yapamazlar.
4. İlahiyat
Felsefecilerin hatalarının çoğu ilahiyat konusunda ortaya çıkar. Onlar, mantık
ilminde kesin bir delilde (burhanda) bulunması gereken ve kendileri tarafından
ileri sürülen şartlara ilahiyat sahasında sadakat göstermeyi başaramamışlardır.
Bu yüzden felsefeciler arasında, ilahiyat alanında çok fazla görüş ayrılıkları
ortaya çıkmıştır.
80
Fârâbî ve İbn Sînâ'nın naklettiğine göre; Aristo ekolü, ilahiyat konusundaki
görüşleri ile İslâm felsefesine yaklaşmıştır.
Felsefecilerin Yanıldıkları Konular
Felsefecilerin yanılgıya düştükleri konular, yirmi ana başlıkta toplanır.
Bunların üçü küfre düşmelerini, diğer on yedi meselede de bid'ata girmelerine
sebep olur.
Felsefecilerin bu yirmi meselede yanıldıklarını ortaya koymak için
Tehâfütü'l-Felâsife isimli kitabı kaleme aldık.
Bütün müslümanlara aykırı bir yol tutmuş olan bu üç mesele şunlardır:
1. Bedenlerin Haşri. Felsefecilere göre bedenler haşredilmeyecektir; mükâfat ya
da ceza görecek olan sadece ruhtur. Yani ceza ve mükâfat bedenlere değil ruhlara
verilecektir.
81
"iv-
Gerçi onlar cezanın ve mükâfatın ruha verileceğini söylerken doğru
söylemişlerdir. Zira verilecek olan cezaya ve mükâfata ruh da ortaktır. Ancak bu
ceza ve mükâfatın cismanî olmadığını söyleyen felsefeciler yanılmıştır.
Bu sözlerinden dolayı, cezanın ve mükâfatın hem ruh hem beden tarafından
çekileceğini bildiren islâm'ın hükümlerine inkâr etmeleri sebebiyle küfre
düşmüşlerdir.
2. Allah'ın İlmi. Yine onlara göre, Allah Teâlâ konuları küllî ve genel olarak
bilir, cüz'iyyâtı ve ayrıntıları bilmez. Bu iddia da aynı şekilde apaçık
küfürdür. Bu konudaki doğru hüküm Cenâb-ı Hakk'ın şu âyet-i kerimedeki
buyruğudur:
"Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey O'ndan gizli kalmaz."2S
3. Âlemin Ezelî ve Ebedî Oluşu. Yine bu felsefecilere göre, bu âlem kadîm ve
ezelîdir, yani başlangıcı yoktur.
29 Yûnus 10/61.
82
Müslümanlardan hiç kimse saymış olduğumuz bu üç meselenin hiçbirinde onların
görüşü doğrultusunda fikir belirtmemiş, onların görüşlerini paylaşmamıştır.
Bu üç meselenin dışında kalan on yedi meselede ise durum farklıdır. Meselâ
onlar, Allah Teâlâ'nın zatının dışında bir ilim sıfatı olduğunu reddederler ve,
"Allah Teâlâ, zatından hariç bir ilim sıfatı ile değil, zatıyla bilir" derler.
Felsefecilerin bu ve buna benzer görüşleri, Mu'tezile mezhebinin görüşüne
yakınlık arze-der. Bu konudaki benzeri görüşlerinden dolayı Mu'tezile mezhebinde
olanların kâfir olduklarını söylemek gerekmez.
Biz, Faysalü't-Tefhka Beyne'l-İslâm ve'z-Zendeka adlı eserimizde, kendi görüşüne
aykırı görüş benimseyenleri hemen kâfir olmakla suçlamanın yanlış olduğunu açık
bir şekilde ortaya koyduk.
83
5. Siyasî İlimler
Felsefecilerin bu konuda söyledikleri sözlerin hepsi, sonuç olarak insanların
yararını gözeten hikmetli sözlerden oluşur. Bunlar, dünya işlerinin yürütülmesi
ve idarî işlerle ilgili bilgilerdir.
Felsefeciler de bu sözleri, peygamberlere indirilmiş olan kitaplardan ve daha
önce gelmiş olan peygamberlerden nakledilen sözlerden almışlardır.
6. Ahlâkî İlimler
Felsefecilerin ahlâk konusundaki sözleri, nefsin sıfat ve huylarının çerçevesini
çizmek, bunların çeşitlerini ve türlerini ortaya koymak; bunların nasıl tedavi
edileceğini ve bunlarla nasıl mücadele edileceğini açıklamaktan ibarettir.
Onların bu konudaki sözlerinin kaynakları da sûfîlerdir. Sûfîler, Allah
Teâlâ'nın zikri, nefsin arzularıyla mücadele, Allah Teâlâ'ya giden yol-
84
da ilerleme (seyrü sülük) gibi konulara aşinadırlar ve buna sabırla devam eden
kimselerdir.
Sûfîler dünya lezzetlerinden yüz çevirmiş, nefislerine karşı yaptıkları
mücahedenin sonucunda, nefsin ahlâkî özelliklerini öğrenmişlerdir. Bunun yanında
nefsin kusurları, âfetleri ve amellerine muttali olmuşlar, bunları açık bir
şekilde dile getirmişlerdir.
Felsefeciler, insanları kendi bâtıl görüşlerine cezbetmek için, sûfîlerin ahlâk
konusundaki bu tesbitlerini almışlar ve kendi görüşleriyle karıştırarak
sunmuşlardır.
Bu felsefecilerin yaşadığı çağda ve sonraki asırlarda yukarıda özelliklerini
saydığımız sûfîlerin varlığı bilinmektedir. Allah Teâlâ yeryüzünü bunlardan
yoksun bırakmamıştır. Zira onlar, yeryüzünü ayakta tutan direklerdir.
Resûlul-lah'ın (s.a.v) şu hadis-i şerifinde buyurduğu gibi, rahmet onların
bereketiyle yeryüzüne, yeryüzünde bulunanların üzerine yağar:
85
İÜ"
"I
"Onların hürmetine sizlere yağmur yağdırılır, onların hürmetine sizlere rızık
verilir; As-hâb-ı Kehfde onlardan idi."(tm)
Kur'ân-ı Kerîm'in belirttiğine göre sûfîler, çok eski zamanlardan beri
bulunmaktadır. Nübüvvet ve sûfî kaynaklı ahlâkla ilgili sözlere, felsefecilerin
kendi sözlerini karıştırmaları ve bu sözleri kitaplarına almaları iki büyük
tehlikeyi doğurmuştur.
Bu tehlikelerin ilki, felsefecilerin bu görüşlerini reddetmekle ilgili, ikincisi
ise kabul etmekle ilgilidir.
a) Reddetmenin Tehlikesi
Felsefecilerin ahlâk hakkındaki görüşlerini reddetmenin tehlikesi gerçekten çok
büyüktür. Çünkü bazı zayıf akıllı kimselere göre, bu ahlâ-
30 Bk. Ebû Nuaym, Hilye, 1/8-9; Süyûtî, el-Hâvî li'l-Fetâvî, 2/455-473; Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid, 10/62-63 (son kısmı hariç).
86
kî görüşler felsefecilerin kitaplarına geçtiği ve onların bâtıl görüşlerine
karıştığı için bütünüyle terkedilmeli ve ağza alınmamalıdır. Hatta bu kimseler,
felsefecilerin bu sözlerini dile getiren herkesi reddederler.
Zira bu zayıf akıllı kimseler şu hükme varmışlardır:
"Mademki bu sözleri ilk defa felsefeciler dile getirmiştir, o halde hepsi de
bâtıldır. Çünkü bunları söyleyenler bâtıldır."
Onların bu hükmü, hıristiyan birinin,
"Allah'tan başka ilâh yoktur, isa (a.s) Ru-hullah'tır" şeklindeki sözünü
duyunca, şu sözlerle onu reddetmesine benzer:
"Bu, hıristiyanlara ait bir sözdür."
Bu sözü inkâr eden kişi, söylenen söz üzerinde birazcık durup düşünme zahmetine
katlanmaz.
87
Zayıf akıllı kimseler, hıristiyanlarm, "Allah'tan başka ilâh yoktur, İsa (a.s)
Ruhullah'tır" sözünü söyledikleri için mi, yoksa Hz. Muham-med'in (s.a.v)
peygamberliğini inkâr ettikleri için mi küfre girdiklerini düşünmez, bu konu
üzerinde kafa yormazlar.
Elbette ki hıristiyanlarm küfre girmelerinin sebebi Resûlullah'ın (s.a.v)
peygamberliğini inkâr etmeleridir. Öyleyse, hıristiyanlarm küfrünü gerektirmeyen
ve kendine göre de hakkı ifade ettikleri konularda, sırf bunu hıristiyanlar
söylüyor diye onlara muhalefet etmek gerekmez. Böyle davranmak zayıf akıllı
kimselerin tuttuğu yoldur.
Bu zavallılar, bir kimsenin doğruluğunu söylediği söze göre değerlendirmek
yerine, sözün doğrulunu söyleyen kişiye göre belirlerler.
Sağlam akıllı kimseler ise, müslümanların halifesi Hz. Ali'nin (r.a) şu sözüne
uyarlar:
"Bir sözün hak olup olmadığını, söyleyen kişiye göre değerlendirmekten sakın!
Sen önce hakkın ne olduğunu tanı, sonra hakka uyanların- kimler olduğunu zaten
ayırt edersin!"
Akıllı kişi önce hakkı tanır, sonra söylenen söze bakar; söylenen söz hakka
uygun ise onu kabul eder. Hak sözü söyleyen kişinin, hak veya bâtıl yanlısı
olması onun yanında eşittir, eşit olmalıdır.
Hatta daha da öteye giderek, sapıklık yolunu tutmuş olanların sözleri arasındaki
hak sözleri bulup ortaya çıkarma hususunda özel gayret gösterir, göstermelidir.
Çünkü altın madeninin toprak ile karışık vaziyette bulunduğunu bilir.
Sahte para ile gerçeğini birbirinden ayırma yeteneğine sahip bir sarraf,
karşısındaki ne kadar usta bir kalpazan olursa olsun elini kalpazanın kesesine
daldırmaktan çekinmez. Zira o,
89
halis altın ile sahtesini birbirinden rahatlıkla ayırabilecek bir bilgiye
sahiptir.
Tecrübeli sarrafın kalpazanla alışveriş yapmasını engellemeye gerek yok.
Kalpazanlarla alışveriş yapılması engellenecek kişiler, bu konuda bilgisi
olmayan kimselerdir. Deniz sahilinde dolaşmanın usta yüzücüler için bir
tehlikesi yoktur, ama yüzme bilmeyenler için büyük bir tehlike oluşturur,
onların bu tehlikeden uzak tutulmaları gerekir. Aynı şekilde, çocukların
yılanlara dokunmasına engel olunur, fakat tılsım sahibi usta kimseler rahatlıkla
onlara dokunabilirler.
b) Halkın Tutması Gereken Yol
Yemin ederek söylüyorum ki; müslüman halkın çoğu kendilerini hakkı bâtıldan,
hidayeti dalâletten ayırma konusunda kâmil bir akla, yeterli uzmanlığa ve
gerekli tüm donanıma sa-
90
hip zannettikleri için, halkın bütününü sapıkların kitabını okumaktan menetmek
lâzımdır. Hiç olmazsa bu kapının mümkün olduğunca kapalı tutulması gerekir.
Çünkü halk, burada açıklamış olduğumuz tehlikeden kendilerini kurtarabilse bile,
biraz sonra açıklayacağımız ikinci tehlikeden kurtulmaları mümkün olmaz.
Bazı kimseler, eserlerimizin bir kısmında yapmış olduğumuz din ilimlerinin
sırlarına ilişkin bazı açıklamalarımıza itiraz etmişlerdir. Bunlar, ilimler ve
sırları hakkında köklü bir eğitim almamış ve mezheplerin gayeleri hakkında
yeterince basiretleri açılmamış kimselerdir.
Bizim bu sözlerimizin ilk devir felsefecilerine ait olduğunu ve onlardan
alındığını ileri sürmüşlerdir. Bu sözde doğruluk payı bulunduğunu biz de kabul
ediyoruz. Ancak bir kısmını da, "Arkadan
91
gelenler öncekilerin izlerine basar" özdeyişinin mânasından uzak tutmamak
gerekir.
Bu sözlerden bazıları şeriat kitaplarında bulunmakla birlikte çoğunun manası
tasavvuf kitaplarında yer almaktadır.
Diyelim ki bu sözler sadece felsefecilerin kitaplarında yer almaktadır... Şayet
bu sözler gerçekten makul ise, kesin delil ile desteklenmiş; Kitap ve Sünnet'e
de aykırı değil ise; bu -sözleri terk veya inkâr etmek neden gerekli olsun ki!
Eğer böyle bir kapıyı açar, bâtıl ehlinin söylediği her hakikati reddetme gibi
bir yol tutarsak; o zaman hakikatlerin büyük bir kısmını reddetmemiz gerekir.
31 Yani sonradan gelenler, öncekilerden bağımsız olarak daha önce dile
getirilmiş bazı hakikatleri kendi başlarına bularak dile getirebilirler.
Yine bunun sonucu olarak Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetini, Resûlullah'ın
(s.a.v) hadis-i şeriflerinin
92
büyük bir kısmını, selefin menkıbelerini, hikmet sahibi kimselerin ve sûfîlerin
sözlerini terketmemiz gerekir.
Çünkü İhvânü's-Safâ isimli kitabın yazarı, yukarıda saydığımız hususlardan pek
çoğunu kendi görüşünü desteklemek için kitabında nakletmiş; bunlara dayanarak
aklı kıt kimselerin kalbini kendi bâtıl görüşüne çekmeyi hedeflemiştir. Böyle
bir tutum içine girmemiz; bâtıl görüş sahibi kimselerin, hak sözleri kendi
kitaplarına koymak suretiyle, bu hakikatlerin bizim elimizden alınması sonucunu
doğurur.
Bir müslümanda, âlim kişiyi kara cahilden ayıracak olan en azından şu özellik
bulunmalıdır: Âlim kişi, balın hacamatçının kabına konmuş olduğunu görse bile
ondan tiksinmemelidir. Çünkü âlim kişi, bir kap hacamatçının kabı olsa bile o
kabın balın özelliğini değiştirmeyeceğini bilir.
93
Kara cahil birinin hacamat kabındaki baldan iğrenmesinin sebebi bir saplantıdır.
Bu kişide, "Hacamat kabı sırf pis kan için yapılmıştır" şeklinde bir saplantı
vardır. Bu kara cahil, kanın bu kabın içine konulduğu için pis olduğunu, kanı
pisletenin bu kap olduğunu zanneder.
Bu zavallı cahil, pisliğin sebebinin kanda bizzat bulunduğunu bilemez.
Dolayısıyla balda pislik vasfı bulunmadığından hacamat kabına konulmakla pis
olmayacağını, yani balın o kaba konulmakla kirli kanın vasfına bürünmeyeceğini
idrak edemez.
Bu bâtıl bir saplantıdır ve halkın çoğunu egemenliği altına almıştır. Bir sözü,
halkın sevdiği veya sempati duyduğu kimselere nisbet ettiğin zaman, söylenen
sözü bâtıl da olsa kabul ederler. Fakat herhangi bir sözü, onların kötü
bildikleri ve sevmedikleri birine nisbet ettiğinde, söylenen sözü hak olsa bile
reddederler. Bundan dolayı bu kimseler hiçbir zaman insanları
94
hakka göre değerlendiremezler. Bu tutum da sapıklığın son noktasıdır.
Buraya kadar söylediklerimiz, felsefecilerin ahlâk hakkında söylediklerini
reddetmekten doğan tehlikeler idi.
c) Kabul Etmenin Tehlikesi
Şimdi de felsefecilerin ahlâk hakkında söylediklerinin kabul edilmesi halinde
doğabilecek tehlikeleri ele alalım. İhvânü's-Safâ ve buna benzer felsefe
kitaplarına göz atan kimseler, bu kitaplarda Resûlullah'ın (s.a.v) sözlerinin ve
sûfîlere ait hikmetlerin yer aldığını görebilir. Bundan dolayı bu kitaplarda
güzel şeyler bulunduğuna inanarak onları beğenebilir ve içindekileri kabul
edebilirler.
Bu kitaplarda gördüğü güzel sözlere karşı duyduğu sevgi ve yakınlık sebebiyle,
güzel sözlerin arasına yazar tarafından karıştırılmış bâtıl düşünceleri de hemen
kabul ediverirler. Bu
95
davranış ise, kişinin farkına varmadan yavaş yavaş bâtılın içine sürüklenmesine
sebep olur.
d) Yanlış Görüşler Doğrulara Karıştırılarak Sunulmuş Olabilir
Felsefecilerin kitaplarında aldatıcı ve saptırıcı pek çok fikir bulunmaktadır.
Bunların tehlikelerini dikkate alarak, halkı felsefecilerin kitaplarını
okumaktan alıkoymak gerekir. Nasıl ki yüzme bilmeyenlerin boğulmalarına engel
olmak için, denize düşebilecekleri yerlerden uzak tutmak gerekiyorsa, halkı da
hile ve tuzaklarla dolu felsefecilerin kitaplarından uzak tutmak gerekir.
Tıpkı yılanın zararının farkına varmayan çocukların yılana dokunmasına engel
olmak gerektiği gibi, (felsefecilerin zararlı görüşlerinin farkında olmayan)
halkın dimağını da hak ile bâtılın birbirine karıştırıldığı bu sözlerden ve
düşüncelerden korumak gerekir.
Bu durum tıpkı küçük çocuğunun yanında yılana el sürmeyen cambazın durumuna
benzer. Çünkü o cambaz, çocuğunun önünde yılanı eline aldığı takdirde, çocuğun
da kendisini babasının maharetine sahip olduğunu zannederek yılana dokunmak
isteyeceğini bilir. Bu yüzden, kendisi bizzat çocuğun önünde yılanı eline
almaktan uzak durmak suretiyle çocuğunu da sakınması ve sakınmayı öğretmesi
gerekir.
e) Âlimin Görevi: Halkı Korumak
İşte bilgili ve basiretli âlimin de en az bu derecede dikkatli davranarak örnek
olması gerekir. Aynı şekilde âlimin üstüne düşen başka bir' görev de şudur:
Maharetli cambaz yılanı eline alarak ondaki zehir ile panzehiri birbirinden
ayırabilir; ondaki panzehiri alarak zehri imha eder. Sonra cimrilik gösterip de
elde ettiği bu panzehiri muhtaç olanlara vermekten sakınmaz.
97
Âlimin üzerine düşen de böyle bir basiretle hareket etmektir.
Yine bilgili ve basiretli sarraf, elini kalpazanın kesesine sokup içinden saf
altını alıp bir kenara ayırır, bozuk ve kalp (sahte) olanları başka bir tarafa
atar. Bu sarrafın altın konusun- ; daki bilgisini, bu bilgiye muhtaç olan
halktan esirgememesi gerektiği gibi, basiretli âlimin de aynı sorumlulukta
davranması gerekir.
f) Halkın Görevi: Âlimlere Uymak
Bunun yanında, panzehire muhtaç bir kimse, panzehirin, zehrin de kaynağı olan
yılandan çıkarıldığını biliyor ve bu yüzden panzehirden tiksiniyor ise, ona da
panzehiri anlatmak ve tanıtmak gerekir.
Aynı şekilde, kalpazanın kesesinden çıkan saf altını alması gerektiği halde
almaktan çekinen darda kalmış bir yoksula durumu anlatmak icap eder. Kalpazanın
kesesinden çıkmış bile
98
olsa saf altını kabul etmekten çekinmenin sırf cehalet olduğunu; muhtaç olduğu
ve arzuladığı pek çok menfaatten altını reddettiği için mahrum kalacağını ona
anlatmak gerekir.
Halis altın ile kalp paranın aynı torbada bulunmasının halis altını kalp para
durumuna dönüştürmeyeceği gibi, kalp parayı da aynı torba-dalar diye altın
haline getirmeyeceğini açık bir dille ona anlatmak gerekir. Buradan hareketle
deriz ki, hak ile birlikte bulunan bâtıl bir söz, hak mevkiine yükselemeyeceği
gibi, bâtıl ile birlikte bulunan hak söz de bâtıl durumuna düşmez.
Felsefecilerin tehlikeleri ve kötülükleri hakkında söylemek istediklerimiz
bunlardan ibarettir.
99
3. BÂTINÎLİK
ve TEHLİKESİ
Felsefe konusundaki araştırma, muhtevasını anlama işlerini bitirdikten ve çürük
yönlerini ortaya çıkardıktan sonra, bu ilim dalının da beni hedefime ulaştırma
açısından yetersiz olduğunu anladım.
Tek başına aklın, insanın bütün isteklerine ve ihtiyaçlarına cevap
veremeyeceğini, bütün zorlukların üstesinden gelemeyeceğini ve hakikatin
üstündeki sır perdesini kaldırmaya güç yetiremeyeceğini anlamıştım.
101
1. Bâtınîliği Neden İnceledim?
Bu sırada Bâtınîlik32 (Ta'lîmiyye) mezhebi dikkat çekici bir şekilde ortaya
çıkmış ve halkın arasında, "Hakkı ayakta tutan, her şeyin aslı masum imam
vasıtasıyla öğrenilebilir" fikri yayılmaya başlamıştı.
Bende de Bâtınîler'in kitaplarını araştırmaya ve kitaplarında neler olduğunu
anlamaya dair bir merak doğmuştu. Tam bu sırada, Bâtınîlik mezhebinin iç yüzünü
ortaya çıkaracak bir kitap yazma hususunda hilâfet makamından kesin bir emir
aldım.
32 Bâtınîlik: Çok çeşitli kolları olmakla birlikte burada söz konusu olan;
hakikatin ancak gizli bir imamın (öğretmenin) tâlimiy-le öğrenilebileceğini
ileri süren ve bu yüzden "Ta'lîmiyye" adıyla da anılan Bâtınîler'dir. Bunlar,
genellikle Ehl-i sünnet'in benimsediği islâm akaidine uymayan inançları telkin
ettikleri ve islâm ülkelerinde idareyi hedef alan siyasî faaliyetlerde
bulundukları için, daima gizli teşkilâtlar kurarak gayelerine ulaşmaya
çalışmışlardır. Nitekim imam Gazâlî'nin yaşadığı dönemde, kurdukları gizli
teşkilâtın bir fedaisi tarafından Sultan Melikşah'ın veziri Nizâmülmülk bir
suikast sonucu öldürülmüştür.
102
Bu emri geçiştirmem mümkün değildi. Hilâfet makamından gelen bu emir, Bâtınîlik
mezhebi üzerinde yapmak istediğim araştırmayı kamçılayıcı güzel bir teşvik
unsuru oldu.
Bâtınîlik ile ilgili kitapları ve onlar hakkında yazılanları toplamakla işe
başladım. Gerçi Bâtınîlik mezhebi taraftarı çağdaşımız olan bazı kimselerin
ortaya attıkları yeni birtakım iddialar duymuştum. Bu iddiaların, önceki
Bâtınîlik taraftarlarının usullerine uygun düşmediğini biliyordum.
Bâtınîlik hakkında yazılmış ve söylenmiş olan bu sözleri, üzerinde ilmî inceleme
yapılabilecek şekilde güzel bir tertiple düzenleyip sınıflandırdım. Sonra da
bunlara tatmin edici cevaplar verdim.
Hak dostu bazı kimseler, bu konuyu incelerken, Bâtınîlik taraftarlarının
delillerini en ince ayrıntısına kadar anlattığım için beni yadırgadılar. Bana
şöyle dediler:
103
¦<f\
"Senin bu yaptığın Bâtınîler'in maksadına hizmet sayılır. Bâtınîlik hakkında
tahkik ve tertip esasına dayalı olan bu incelemen olmasaydı, bu sorular ve
şüpheler karşısında onlar kendilerini savunabilecek güçte bulamayacaklardı."
Onların bu yadırgamaları bir bakıma doğrudur. Nitekim Ahmed b. Hanbel (rah) de
Haris el-Muhâsibî'nin (rah) Mu'tezile mezhebini reddetmek ve görüşlerini
çürütmek için yazdığı eseri yadırgamışti. Haris el-Muhâsibî, bid'ata karşı
çıkmanın farz olduğunu söyleyerek kendisini savunmuş, Ahmed b. Hanbel de ona
şöyle cevap vermişti:
"Evet, söylediğin doğru! Ancak sen, öncelikle onların şüphelerine ve
itirazlarına yer verdin. Sonra bu şüphe ve itirazları cevaplandırdın.
Fakat sen, insanların Mu'tezile'ye verdiğin cevaplara hiç iltifat etmeyerek
sadece şüp-
he ve itiraz noktalarını okuyarak akıllarının bunlara takılıp kalmayacağından
nasıl emin olabilirsin?... _
Yahut verilen cevaba bakıp bu cevabın mahiyetini anlamayan insanların
olabileceğini düşünemedin mi?..."
Ahmed b. Hanbel'in (rah) bu itirazı yerinde ve doğrudur. Ancak bir şartla; şüphe
konusu olan hadise insanlar arasında yayılmamış ve genel bir yaygınlık
kazanmamış ise.
Eğer bu şüphe ve tereddütler halk arasında yayılmış ise, bu durumda mutlaka
cevaplandırılması gerekir. Cevabın doyurucu olabilmesi için de, önce itirazın
açık bir biçimde gözler önüne serilmesi icap eder.
Evet, bunu yapan kişinin karşı taraf adına zorluklara ve zahmetlere katlanarak
birtakım sorular üretmesi gerekmez. Zaten ben de bu tür zorlamalara gitmedim.
104
105
2. Bâtınîlik Hakkında Öğrendiğim Bilgilerin Kaynağı
Benim Bâtınîlik adına dile getirdiğim şüphe ve itirazlar, Bâtınîler'e iltihak
eden ve onların görüşlerini benimsedikten sonra yanıma gelip giden bir dostumdan
duyduklarımdır.
Bu dostumun bana anlattığına göre Bâtınî-ler, kendi delillerini karşı tarafın
anlamaktan bile âciz olduklarını söyleyerek, mezheplerine reddiye olarak yazılan
kitaplarla alay ediyor ve gülüp geçiyorlarmış. Dostum, onların delilini kendi
ağızlarından bana anlattı.
Bu durumda, beni de onların asıl delillerinden habersiz ve bilgisiz gibi
görmelerini kabullenemedim. Bu yüzden onların ileri sürdükleri delillere de yer
verdim.
Yine hakkımda, delillerini görmüş olsam bile bunu anlamadığımı düşünmelerini
istemediğim için, onların delillerini ayrıntılı olarak anlattım.
106
Yani şunu söylemek istiyorum: Ben, önce onların itirazlarını mümkün olan bütün
çıplaklığıyla ortaya koydum. Ardından da bu itirazların geçersiz ve yersiz
olduğunu gayet anlaşılır deliller ile açıkladım.
Sonuç olarak şunu söylemeliyim ki, Bâtınîlik mezhebinin hiçbir kazancı olmadığı
gibi ileri sürdükleri görüşlerinin de tutarlı bir yönü bulunmamaktadır.
3. Bâtınîler'le Mücadelede Yapılan Yanlışlar
Bâtınîler'in görüşleri zayıf olmasına rağmen, eğer cahil dostların yanlış
destekleri olmasaydı, bu bid'atçıların mezhebi şu anda ulaştığı dereceye
erişemezdi.
Fakat aşırı taassup, sözlerinin mukaddimeleri konusunda hak taraftarları ile
onları uzun tartışmalara sürüklemiştir. Bu da, onların her söylediklerine karşı
mücadele etmelerine yol
107
açmıştır. Nihayetinde, "Öğretmen ve öğretimin gerekli olduğu" ve "Her öğretmenin
uygun olamayacağı, mutlaka masum bir öğreticinin gerektiği" konularını da
tartışmak (ve bu doğruları reddetmek) durumunda kalmışlardır.
Bu tartışmalar sonucunda, Bâtınîler'in "eğitime ve bir öğreticiye muhtaç
bulunduğu" yolundaki görüşleri desteklemek için getirdikleri deliller daha güçlü
çıkmıştır. Bunlara karşı çıkanların getirdikleri deliller ise zayıf ve yetersiz
kalmıştır.
Halkın bir kesimi bu görüntüye aldanmış; Bâtınîler'in üstünlüklerini onların
mezheplerine bağlamış ve diğer mezheplerin Bâtınîlik karşısında zayıf olduğunu
zannetmişlerdir.
Ortaya çıkan bu tablonun yanlış olduğunu, bu yanlışlığın sebebinin hak tarafını
savunanların zayıflığından ve Bâtınîler ile hangi yolla mücadele edilmesi
gerektiğini bilmemelerinden kaynaklandığını anlayamamışlardır.
108
4. Bâtınîler'e Karşı İzlenmesi Gereken Yol
Halbuki Bâtınîler'e karşı şu yolun izlenmesi gerekirdi:
"Bir öğretmene ihtiyaç bulunduğunu kabul ediyoruz ve bu öğretmen mutlaka masum
olmalıdır, bunu da kabul ediyoruz. Fakat bizim masum öğretmenimiz Muhammed
Mustafa'dır (s.a.v)."
Bu sözlerimize, Resûl-i Ekrem'in (s.a.v) ölmüş olduğunu söyleyerek itiraz
edebilirler. Biz de onlara şöyle deriz:
"Sizin öğretmeniniz de gaibdir, ortalıkta yoktur."
Bu sözlerimize de şöyle bir cevap gelebilir:
"Evet, ortalıkta yoktur. Fakat davetçilerini eğitmiş ve onları her tarafa
yaymıştır. Fikir ayrılığına düştüklerinde veya çözümü zor bir mesele ile
karşılaştıklarında kendisine başvurmalarını beklemektedir."
109
Bu cevaba karşı biz de şöyle deriz:
"Bizim öğretmenimiz de davetçilerini eğitmiş ve onları dört bir yana
göndermiştir. Yani bu davetin öğretimi tamamlanmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur: 'Bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinize nimetimi
tamamladım.'33 Öğretim kemale erdikten sonra öğretmenin ölmesinin bir zararı
yoktur. Tıpkı kaybolmasının bir zararı olmadığı gibi."
5. Bâtınîler'in İtirazlarına Cevaplar
Geriye şöyle bir itirazları kalır: "Hükmünü öğretmenden duymadığınız konularda
nasıl hüküm vereceksiniz; nassa göre mi, içtihada göre mi? Nassa göre derseniz;
bu konuda ondan bir nas işitmiş değilsiniz.
33 Mâide 5/3.
110
İçtihada göre derseniz; bu da görüş ayrılıklarına sebep olur."
Onların bu itirazına şöyle cevap veririz:
"Biz bu konuda Muâz b. Cebel (r.a) nasıl davranmış ise öyle davranırız.
Resûlullah (s.a.v) onu Yemen'e gönderirken nasıl hüküm vermesi gerektiğini
öğretmiş; karşılaştığı meselelerin cevabını naslarda buluyorsa bunlarla
hükmetmesini emretmiş. Burada bir hüküm bulamadığı takdirde içtihadı ile hüküm
vermesini ona öğretmişti.
Nitekim sizin davetçileriniz de öğretmenlerinden uzak yerlere gittiklerinde
böyle yapmaktadırlar. Sizin davetçilerin ellerinde de her zaman hüküm
verecekleri bir nas bulunmaz.
Çünkü eldeki sınırlı sayıdaki naslar, sınır konulamayacak sayıdaki meseleleri
cevaplayabilecek nitelikte olamaz. Davetçilerin her mesele için uzak mesafeleri
aşarak öğretmenlerinin bulunduğu beldeye varıp
111
geri dönmeleri de mümkün değildir. Uzun sürecek bu yolculuk esnasında soru
sahibi ölebilir ve geri döndüğünde cevaptan yararlanmak mümkün olmaz.
Tıpkı, bulunduğu yerde kıblenin hangi yönde olduğunu bilmeyen kişinin yaptığı
gibi yapar; kıbleyi kendi içtihadı ile belirler ve namazını kılar. Kıblenin
yönünü öğrenmek için öğretmenin yanına gitmeye kalksa, namazın vaktini kaçırmış
olur.
Öyleyse kıblenin yönünü bilmeyen kişi, araştırması sonunda kendi kanaatine göre
kıbleyi belirleyerek namazını kılabilir. Kendince belirlediği yön kıblenin aksi
bir yön olsa bile namazı geçerlidir.
Çünkü hadis-i şerifte, "İçtihadında hata eden müctehide bir sevap, isabet eden
müctehide ise iki sevap vardır"34 buyurul-
34 Bu mânadaki hadis-i şerifler için bk. Buhârî, i'tisâm, 21; Müslim, Akzıye,
15; Ebû Dâvûd, Akzıye, 2; ibn Mâce, Ahkâm, 3; Tirmizî, Ahkâm, 2; Nesâî,
Âdâbü'l-Kudât, 3; Ahmed b. Han-bel, Müsned, 3/887; 4/198, 204, 205.
112
muştur. Bu kural içtihat yapılan bütün konular için geçerlidir.
Zekât konusu da buna benzer. Bir kişi dış görünüşüne bakarak kendi ictihadınca
fakir zannettiği, ama malını gizlediği için gerçekte zengin olan birine zekâtını
vermiş olabilir.
Zekât verme konusunda hata etmiş olsa bile bu kişi yaptığından dolayı hesaba
çekilmez. Çünkü kişi güçlü olan kanaate göre davranmakla yükümlüdür."
Bâtınîler şu sözlerle karşılık verebilirler:
"Söz konusu kişi ile onun karşısındakinin tahminleri aynı değerdedir."
Biz de buna şöyle cevap veririz:
"Kişi kendi kanaatine göre hareket etmekle yükümlüdür. Tıpkı kıbleyi belirlemş
konusunda ictihadda bulunan kişinin, başkalarına ters düşse bile kendi kanaatine
ve tahminine göre hareket etmesi gerektiği gibi."
113
Bâtınîler bize şöyle bir soru sorabilir:
"(Müctehid olmayıp) mukallit durumunda olan bir kişi (müctehidlerden) hangisine
uysun; İmam Ebû Hanîfe'ye mi, İmam Şafiî'ye mi yoksa başka birine mi?"
Bu soruyu şöyle cevaplandırırız:
"Burada mukallit durumunda olan kişi, tıpkı kıblenin tesbit edilemediği durumda
farklı görüşler karşısında nasıl davranıyorsa diğer konular karşısında da öyle
davranır."
Verdiğimiz bu cevaba şöyle itiraz edebilirler:
"Ama burada mukallit de, kıbleyi belirleme ve en doğru görüşün hangisi olduğu
konusunda bir ictihadda bulunmakta ve bu içtihadına uymaktadır. Mezhep
imamlarını taklit konusu da tıpkı böyledir."
Biz de deriz ki:
"Elbette halkın da bu mânada ictihadda bulunması kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Peygamberler ve âlimler de bilgili olmaları-
114
na rağmen yanılabilirler. Nitekim Resûlul-lah (s.a.v) şöyle buyurur: "Ben, göz
önüne serilen delillere göre hü-ı küm veririm; Allah Teâlâ ise gizli sırlan bilir (onlara göre hüküm verir)."35 Bu hadis-i şerif ile Resûlullah Efendimiz
(s.a.v) şunu demek istiyordu: "Ben, şahitleri dinledikten sonra bundan elde
edilen güçlü kanaate göre hüküm veririm. İfadelere dayalı olarak vermiş olduğum
bu hükümde yanılmış da olabilirim."
Bu gibi ictihad konusu olan meselelerde peygamberlerin bile yanılmaları
mümkündür. Öyleyse bu konularda yanılmama güvencesi bizler için nasıl mümkün
olabilir?"
35 Şevkânî, el-Fevâid, nr. 579. Zahire göre hüküm verme konusunda farklı
lafızlarla hadisler için bk. Buhârî, Ahkâm, 20; Müslim, Akzıye, 4; Ebû Dâvûd,
Akzıye, 7; Tirmizî, Ahkâm, 11. Geniş açıklama için bk. ibn Hacer, Fethu'l-Bârî,
15/78-84.
115
Bu noktada Bâtınîler iki soru yöneltebilirler. Biri şudur:
"Taklit hakkında söylediklerin, ictihad konularında geçerli olsa bile, akaid ile
ilgili alanlara giren meselelerde geçerli olmaz. Çünkü akaid ile ilgili
meselelerde, yani inanç konusunda yapılan hatalarda mazeret kabul edilmez. Bu
durumda akaid konulan nasıl bilinecektir?"
Bu soruya şöyle cevap veririm:
"Temel inanç esasları Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeritlerde belirtilmiştir.
Bunların dışında kaldığı halde inanç konularından sayılan ayrıntılar üzerindeki
anlaşmazlıklara . gelince; bunlardan hangisinin doğru olduğu 'sağlam ölçü' esas
alınarak ortaya çıkarılır.
Bu 'sağlam ölçü' ise Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerîm'de açıkladığı esaslardır. Bu
ölçülerin sayısı beş tane olup, biz bunları ei-Kıstâsü'l-Müstakîm adlı
kitabımızda anlattık."
Bâtınîler şöyle diyebilirler:
"Sana muarız olan kişiler (Bâtınîler), bu söylediğin 'sağlam ölçü' konusunda
seninle aynı fikirde olmayabilir?"
Buna da şöyle karşılık veririm:
"Muarızlarımın bu ölçüyü iyi anladıktan sonra bana karşı çıkmaları düşünülemez.
Bâtınîler bu ölçülere karşı çıkmazlar. Çünkü ben bu ölçüleri Kur'ân-ı Kerîm'den
öğrendim ve ondaki esaslardan çıkardım.
Mantıkçılar da bu konuda bana karşı çıkmaz. Zira bu esaslar, onların mantıkta
belirledikleri şartlara uygundur, mantık ilminin şartlarına aykırı değildir. Bu
esaslara kelâmcılar da karşı çıkmaz. Çünkü bu ölçüler, kelâmcıların nazarî
ilimler hakkında şart koştukları delillerin niteliklerine de uygundur. Hatta
kelâm ile ilgili konularda doğruyu bulmak bu ölçüler vasıtasıyla mümkün olur."
116
117
Bâtınîler şöyle bir soru sorabilirler:
"Madem elinde böyle sağlam bir ölçü bulunuyor; o halde neden insanlar arasındaki
ihtilâfa bir son vermiyorsun?"
Buna şöyle cevap veririm:
"Eğer insanlar benim söylediklerime kulak verselerdi, aralarındaki ihtilâfı
çözerdim. Bu ihtilâfların nasıl çözüleceğini el-Kıstâsü'l-Müstakîm adlı
kitabımızda açıkladık. Bu kitap üzerinde iyice düşünerek içindekileri anlarsan
sözümün doğruluğunu, kulak verilip dinlenildiği takdirde anlaşmazlıkları
kesinlikle ortadan kaldırabileceğini anlarsın.
Ama halkın tamamı anlatılanları dinlemedi. Bir kısmı söylediklerimi dinledi ve
ben de onların arasındaki görüş ayrılıklarını giderdim."
Ben de size şunu sorarım:
"Siz Bâtınîler'in imamı da, sözünü dinlemeyenler arasındaki ihtilâfı kaldırmaya
ça-
118
lışmasına rağmen, neden şimdiye kadar bunu başaramadı? Hz. Ali (r.a), imamların
başı olduğu halde neden bu ihtilâflara bir son veremedi?
Yoksa sizin imamınız, zor kullanarak bütün insanlara sözünü dinleteceğini mi
iddia ediyor? Öyleyse şimdiye kadar neden dinletemedi? Acaba bunun vakti ne
zaman gelecek?
Acaba sizin imamınızın iddiaları, halkın arasında ihtilâfların çoğalmasından ve
muhaliflerin artmasından başka bir işe yaradı mı?
Evet... Daha önceleri, görüş ayrılıklarının insanların kanlarını dökmek,
şehirleri tahrip etmek, çocukları yetim bırakmak, yolları kesmek ve malları
yağmalamak gibi zararlı sonuçlar doğurmasından korkulurdu.
Ancak şimdi, ihtilâfları giderme adına sizin yaptıklarınızın sonucu, yeryüzünde
benzerine hiçbir zaman rastlanmayan hadiseler meydana gelmiştir."
119
Yine Bâtınîler şöyle itiraz edebilir:
"Sen halkın arasındaki ihtilâfları gidereceğini söylüyorsun. Ancak, birbiriyle
çelişen mezhepler ve karşılıklı ihtilâflar arasında şaşırmış olan biri, neden
senin hasmına değil de sana kulak verip uysun?
Hasımlardan pek çoğu senin görüşlerine karşıdır, seninle onların arasında ne
fark vardır?"
İşte bu, Bâtınîler'in yapabilecekleri ikinci itirazlarıdır. Buna şöyle cevap
veririm:
"Öncelikle bu soru Bâtınîler'in aleyhinedir ve onlara sorulmalıdır. Siz, bu
şaşırmış adamı kendi görüşünüze davet ettiğinizde size şöyle bir soru sorsa:
'İlim sahibi kimselerin çoğu size muhalefet ettiği halde, sizi hasımlarınızdan
üstün kılan şey nedir?'
Bu soruya nasıl bir cevap verebileceğinizi bilmek isterdim!...
120
Acaba o kişiye, 'Benim imamım nassa dayanıyor' mu diyeceksin? Senin imamın
Resûlullah'tan (s.a.v) nassı işitmediği halde, nassa dayandığı iddianı kim kabul
eder acaba? Davet ettiğin kişi bu iddianı hiç duymamıştır. Onun duyduğu tek şey,
ilim adamlarının, âlimlerin ortak kanaatlerinden yola çıkarak senin uydurmacı ve
yalancı olduğundan ibarettir."
Sonra, karşınızdaki kişinin naslarla ilgili iddianı kabul ettiğini var sayalım.
Eğer bu kişi, peygamberlik konusunda kafası karışık biri ise ve sana şöyle bir
soru sorsa ne cevap vereceksin?
"Diyelim ki, senin imamın İsa (a.s) gibi bir mucize ortaya koyarak, 'Benim
doğruluğumun delili babanı diriltmemdir' dedi ve babamı diriltti...
Dirilen babam da kendisini dirilten imamın haklı olduğunu bana söyledi...
121
Bu durumda ben, o imamın doğruluğunu nereden bilebilirim?"36
Böyle bir itiraz yerindedir; çünkü bu mucizeyi gören insanların hepsi birden Hz.
İsa'nın (a.s) peygamberliğini ve doğru sözlü olduğunu itiraf etmemiş, bunu kabul
etmeyenler de çıkmıştı.
Hatta bu konuda sorulabilecek daha başka zorlu sorular vardır. Bunlar ancak
derin aklî muhakemeler ile cevaplandırılabilir. Halbuki siz (Bâtınîler) aklî
muhakemeye güvenilemeyeceğini söylüyorsunuz.
Oysa, büyünün ne olduğu bilinmedikçe, büyü ile mucize arasındaki fark ortaya
konulmadıkça ve Allah Teâlâ'nın kullarını şaşırtmayacağı kabul edilmedikçe;
mucizenin, onu gösterin kişinin doğruluğunun delili olduğu ortaya
36 Yani, ölünün dirilmesi ile imamın doğru sözlü olması arasında nasıl bir
mantıkî ilişki vardır? Onun, ölüyü diriltmesi diğer sözlerinin de doğru olduğunu
neden gerektirsin?
122
çıkmaz. Allah Teâlâ'nın kullarını şaşırtıp şaşırtmayacağı hakkındaki soru ile
bunu cevaplamanın zorluğu herkesin bildiği bir zorluktur.
Bütün bunlara sen nasıl cevap vereceksin? Senin imamın, kendisine uyulması
konusunda hangi sebepten muhaliflerinden daha üstün ve öncelikli olabilir?
Bu sorular karşısında Bâtınîler, aslında inkâr ettikleri ve benimsemedikleri
aklî delillere yönelirler. Onların hasımları da onlar gibi aklî delillere
başvurur ve onlardan daha açık deliller ortaya koyar.
Böylece karşılarındakini susturmak için sordukları soru kendi aleyhlerine döner;
hem de onları darmadağın edecek bir etki ile!...
Bu soruyu cevaplamak için, başlangıcından bugüne dek ne kadar Bâtınî varsa hepsi
toplanıp bir araya gelse bile cevaplandıramazlarl...
123
6. Bâtınîler'in Kısmî Başarılarının Sebebi
Bâtınîler'in halkın arasında bu fesadlarının yaygınlık kazanması, bazı grupların
tartışma konusunda yetersiz ve eksik oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu kimseler,
onların sorularını ters çevirip soranların başına yıkacakları yerde bu sorulara
cevap vermeye çalışmışlardır.
Tutulan bu yol, sözün uzamasına yol açmış; maksadın anlaşılmasını geciktirdiği
gibi Bâtınî-ler'e karşı üstünlük sağlamaya da yetmemiştir.
Şayet biri bana, "Bu senin yaptığın, sana sorulan soruyu karşı tarafın üzerine
yıkmaktır; bu sorunun bir cevabı yok mudur?" diye soracak olursa, ona şöyle
cevap veririm:
"Evet, bu sorunun cevabı vardır. Şaşırmış olan bir kişi bana, 'Ben görüşler
arasında şaşırmış biriyim' der, şaşkınlığına sebep olan konunun ne olduğunu
belirtmez ise, ona söylenecek söz şudur:
124
Senin durumun, hastalığının adını ve şikâyetinin neler olduğunu söylemeden,
sadece, 'Ben hastayım' diyen kişi gibidir.
Bu şekilde şikâyetçi olan kişiye, 'Yeryüzünde, hastalığın adı ve şikâyetin
kaynağı belirtilmeden mutlak manada hastalık için verilebilecek bir ilâç yoktur.
Ancak, belirli ağrılar, ishal vb. şekilde yeri ve kaynağı muayyen hastalıklar
için ilâçlar vardır' şeklinde cevap verilir.
Hastalık meselesinde olduğu gibi, görüşler arasında şaşırmış birinin de hangi
konuda şaşkınlığa düştüğünü belirtmesi gerekir.
Konu belirtildiği takdirde, o konuyla ilgili gerçeği beş sağlam ölçüye göre
tartarak anlatırsın. Bu beş ölçü öylesine sağlam ölçülerdir ki, onları iyi
anlayan herkes, onların gerçekten hakikatin ölçüleri olduğunu ve bu ölçülere
uyan her şeye rahatlıkla güvenilebileceğini kabul eder.
Bunları öğrenen kişi, ölçüyü öğrendiği gibi ölçünün doğruluğunu da öğrenmiş
olur. Tıpkı aritmetik öğrencisinin bir taraftan hesap işlerini öğrenirken, diğer
taraftan arit-
125
metik öğretmeninin hesap işlerini bildiğini 1 ve söylediklerinin doğru olduğunu
öğrenmesi gibi."
Bu esasları el-Kıstâsü'l-Müstakîm adlı yaklaşık kırk sayfalık eserimde
açıkladım. Bu konu üzerinde durmak ve iyi anlamak gerekir.
7. Bâtınîler Hakkında Yazdıklarım
Benim şu andaki maksadım Bâtınîlik mezhebinin bozuk yönlerini ortaya koymak
değildir. Çünkü onların bozuk yönlerini ilk olarak el-Müstazhirî^ adlı kitapta
anlattım.
İkinci olarak Hüccetü'l-Hak(tm) adlı kitabımda açıkladım. Bu kitap, Bâtınîler'in
Bağdat'ta bana sordukları bir soruya cevap olarak yazılmıştır.
37 Kitâbü'l-Müstazhirî: Bu kitap imam Gazâlî tarafından Bâtınî-ler'e reddiye
olarak yazılmıştır. Muhtemelen bu eser Bağdat'ı terkedişinden (488/1095) önce
yazılmıştır. Bu eser Halife el-Müstazhir'e armağan olarak yazıldığından bu adı
almıştır. 38 Hüccetü'l-Hak: imam Gazâlî bu eserinde de bir önceki eserde olduğu
gibi Bâtınîler'e karşı Ehl-i sünnet akaidini savunmak maksadıyla kaleme
almıştır.
126
Üçüncü olarak, on iki fasıldan meydana gelen Mafsalü'l-Hilâf adlı kitapta
açıkladım. Bu kitap da Hemedan şehrinde Bâtınîler'in bana sordukları bir soruya
cevap olarak kaleme alınmıştı.
Dördüncü olarak kenarları çerçeveli olan ed-Dürc 39 adlı kitapta anlattım. Bu
kitap ise, onların Tûs şehrinde bana sordukları en zayıf sorularına cevap olarak
yazılmıştı.
Beşinci olarak da, el-Kıstâsü'l-Müstakîm 4° adlı kitapta bu konuyu ele aldım. Bu
son eser başlı başına müstakil bir kitaptır. Bu kitabın maksadr; onu iyi
kavrayabilenler için ilimlerin sağlam ölçüsünü açıklamak ve insanların masum
imama ihtiyaçları olmadığını ortaya koymaktır.
39 Bu eser de Bâtınîliğe reddiye maksadıyla yazılmıştır.
40 imam Gazâlî'nin Bâtınîliğe reddiye şeklinde yazdığı eserler serisinin
sonuncusudur.
127
8. Bâtınîlik Hakkında Son Söz
Benim şu andaki maksadım, Bâtınîler'in ellerinde, insanları birbirinden farklı
görüşlerin karanlıklarından kurtarabilecek ilâçları bulunmadığını belirtmektir.
Tam tersine, onlar kesin bir delile dayanarak masum imamın gerekliliğini ortaya
koyamadıkları halde, biz onların söyledikleri şekilde bir öğretmene ve masum
imama ihtiyaç bulunduğunu ve bunun da kendilerinin söyledikleri kişi olduğunu
kabul ettik diyelim.
Daha sonra, onların istediklerini tasdik etmemize rağmen; kendilerine, bu masum
imamdan ne gibi bilgiler öğrendiklerini anlamak için ve cevaplandırılması
gereken bazı zor meseleler sorduk. Bu sorularımıza cevap vermek bir yana, onları
anlamaktan bile âciz kaldılar. Âciz kalınca da işi gaip imama havale ederek,
"Bunların çözümü için mutlaka onun yanına gitmek gerekir" dediler.
128
Doğrusu bu kimselerin, bir ömür boyu masum imamı aramak ve onu bulmuş olmakla
övündükleri halde, temelde bundan hiçbir şey öğrenmemiş olmalarına şaşırmak
gerekir. Bunların durumu tıpkı, pisliğe bulanmış birinin uzun yorgunluklara
katlanarak suyu bulduktan sonra o suyu kullanmayarak hâlâ pislik içinde
kalmasına benzer.
9. Bâtınîler'in Bilgilerinin Kaynağı
Bu kimselerden bazıları biraz bilgileri olduğunu söylerler. Oysa ortaya
koydukları bilgiler, özü itibariyle Pisagor'un 41 felsefî görüşlerinin zayıf
yönlerinden alınmış bilgilerdir. Pisagor klasik Yunan felsefecilerinden biridir.
Felsefî görüşü en zayıf olan ekollerden biridir.
41 Pisagor: Klasik Yunan felsefesinin önemli temsilcilerinden biri olan Pisagor
milâttan önce 6. ve 5. asırlarda yaşamıştır. Kurduğu felsefî ekol kendisinden
sonra matematiğin önemli ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Aristo'nun belirttiğine
göre Pisagor felsefesinin temelini sayılar üzerine oturtmuştur. Ona göre sayılar
bütün varlıkların ilkesini oluşturur.
129
Aristo, onun görüşlerini reddetmiş, hatta bu görüşlerin çok basit olduğunu
söyleyerek onu aşağılamıştır. İhvânü's-Safâ42 isimli kitapta anlatılanlar işte
bu görüşlerdir. Burada anlatılanlar aslına bakılacak olursa içi boş birtakım
felsefe kırıntılarıdır. 42 İhvânü's-Safâ: Hicrî 4. asırda Basra'da faaliyet
gösteren gizli bir felsefî ekol. Bunlar Yunan felsefesinin ışığında Kur'ân-ı
Kerîm âyetlerini tevil ederek bir felsefî düşünce oluşturmaya çalışmışlardır.
Oluşturmaya çalıştıkları felsefî sistemi Resâilü İhvâni's-Safâ adlı eserlerinde
anlatmışlardır.
İlim elde etmek için bir ömür boyu yorgunluklara katlanan, sonra böylesine basit
ve saçma bilgilerle yetinen; üstelik kendisinin ilimlerin asıl gayesini elde
ettiğini sanan kişiye hayret etmek gerekir.
Yani özetleyecek olursak; biz bu Bâtınîler'i denedik, içlerini dışlarını
yokladık...
Bunların tek sermayeleri, yanılmaz bir öğretmene ihtiyaç bulunduğunu ileri
sürerek halkı
130
ve zayıf akıllı kimseleri kandırmaktan ibarettir. Bunun yanında yaptıkları bir
de,-yanılmaz öğretmen ihtiyacına karşı çıkanlarla, muhalif olanlarla
giriştikleri etkili ve güçlü delillerle mücadele etmeleridir.
Fakat biri ortaya çıkıp da, onların yanılmaz öğretmen konusundaki iddialarını
kabul ederek,
"Şu yanılmaz öğretmenin bilgisini getirin biz de ondan yararlanalım" dese
donakalırlar; sonra şöyle deyiverirler:
"Madem sen şu anda benim görüşümü kabul ettin, onu sen ara bul. Benim maksadım
sana bunu kabul ettirmekten ibaretti."
Çünkü buradan ileriye attığı ilk adımda rezil olacağını, en basit bir meseleyi
bile çözmekten âciz olduğunu; bu meseleye cevap vermek bir yana onu anlamaktan
bile âciz olduğunu çok iyi bilir.
131
İşte Bâtınîler'in gerçek yüzlerini gösterdim. Onları tecrübe ettiğin zaman
kendilerinden nefret edersin. Biz de onları denedik ve sonuçta kendilerinden
elimizi çektik.
4. TASAVVUF YOLU
Yukarıda saymış olduğum ilim dallarını incelemeyi bitirince, bütün gayretimle
tasavvuf yolunu incelemeye koyuldum. Tasavvuf ehlinin ' tuttuğu yolun, ancak
ilim ve amel ile tamamlanabileceğini anladım.
Tasavvuftaki amellerin özü; nefisten kaynaklanan engelleri aşmak, nefsin kötü
ahlâkından ve çirkin sıfatlarından temizlenmektir. Böylece kalp, Allah Teâlâ'nın
dışındaki şeylerden temizlenip boşaltılır ve Allah'ın zikri ile süslenmiş olur.
Benim için ilim amelden daha kolay olduğu için, tasavvuf konusundaki bilgileri
toplamakla
132
işe başladım. Bu maksatla Ebû Tâlib el-Mek-kî'nin (rah) Kûtü'l-Kulûb'ünü, Haris
el-Muhâsi-bî'nin (k.s) kitaplarını; Cüneyd-i Bağdadî (rah), Şiblî (rah),
Bâyezîd-i Bistâmî (rah) ve bunlara benzer büyük sûfılerden bize ulaşan tasavvufa
dair külliyatı inceledim.
Böylece tasavvuf ehlinin ilmî maksatlarının özünü kavradım. Gerek okumak ve
gerekse dinlemek suretiyle tasavvuf yolu hakkında öğrenilmesi mümkün olan her
şeyi öğrendim.
1. Tasavvuf Nasıl Bir Yoldur?
Tasavvuf hakkında elde ettiğim bu bilgiler sonucunda, onların en önemli
özelliklerini anlamış oldum. Yani onların yolunun öğrenme yolu ile değil; ancak
tadarak, hal ile ve (kötü) sıfatları (iyi sıfatlarla) değiştirmek suretiyle elde
edilebileceğini öğrendim.
Oysa, sağlıklı olmak ile tok olmanın sınırları, sebep ve şartlarını bilmek ile,
bizzat sağlıklı
134
ve tok olmak halleri arasında ne kadar fark vardır!... Yine, sarhoşluğun
tarifini bilmek ile doğrudan sarhoş olmak arasında ne kadar fark vardır!... Yani
sarhoşluğun, mideden yükselen buharların (alkolün) düşünce merkezini kaplamaktan
ibaret olduğunu bilmek ile sarhoş olup o hali yaşamak farklı şeylerdir.
Daha açık olarak söylemek gerekirse, sarhoş olan kimse sarhoşluğun tarifi ve
sarhoşluk hakkında hiçbir şey bilmediği halde sarhoştur. Fakat ayık olan kimse
sarhoşluğun tarifini ve nasıl meydana geldiğini bildiği halde, sarhoşluk hali
ile onun hiçbir ilgisi yoktur. Hastalığa yakalanmış olan bir doktor ise,
sağlığın tarifi, sebepleri ve tedavi yollarını bilmekle birlikte sağlını
kaybetmiştir.
İşte, zühd hayatının hakikatini, şartlarını ve sebeplerini bilmek ile, nefsi
dünya zevklerinden vazgeçirerek zühd hayatını yaşayan bir hal üzere olmak
arasındaki fark da böyledir.
135
Bundan sonra kesin olarak şunu anladım: Sûfîler laf cambazları değil hal ehli
kimselerdir. Ayrıca tasavvuf hakkında ilim yoluyla elde edilmesi gerekenleri tam
olarak elde ettiğimi; geriye sadece dinleme ve öğrenme yoluyla elde edilemeyen,
ancak tadarak ve sülük yolu ile elde edilebilecek kısmının kaldığını aynı
kesinlikte anladım.
Gerçi o güne kadar elde ettiğim ilimler, tuttuğum yollar; dinî ve aklî ilimleri
araştırmada izlediğim metotlar benim için Allah Teâlâ'ya, Peygamberi'ne ve
âhiret gününe kesin bir iman ile inanmamı sağlamıştı.
Bu üç iman esasının köklü bir şekilde kalbimde yerleşmesi, tek bir delile bağlı
olarak oluşmamış; bilakis, şu anda ayrıntılı biçimde sayılamayacak kadar pek çok
sebep, karine, tecrübe vb. sonucunda elde edilmişti.
136
2. İç Muhasebe
Bu incelemem sonucunda artık iyice anlamıştım ki, âhiret saadetini elde etmek,
ancak takva ile ve nefsin arzularına engel olmakla sağlanabilir. Bunu elde
etmenin başlıca yolu da, aldanma yurdu olan dünyadan yüz çevirerek alâkayı
kesmek ve ebediyet yurdu olan âhi-rete dönmek; bütün gayretimle Allah Teâlâ'ya
yönelmekti.
Bunun tam olarak gerçekleşebilmesi için de, makamdan ve maldan yüz çevirmek,
insanı alıkoyan meşgale ve alâkalardan kaçınmak gerekiyordu.
Sonra kendi durumum üzerinde şöyle bir düşündüm. Baktım ki, pek çok alâka ve
bağımlılığın içine gömülmüşüm, çepeçevre bunlar tarafından kuşatılmış
durumdayım. Bunun ardından yaptığım amelleri gözden geçirdim; amellerim içinde
en iyileri ders vermek ve ilim öğretmek idi. Bu konuda bile değersiz ve âhiret
yo-
137
lunda faydası olmayan ilim dallarına yöneldiğimi anladım.
Daha sonra hangi niyet ile ders verdiğim üzerinde düşündüm. Burada da niyetimin
halisane ve sırf Allah rızası olmadığını farkettim. Beni ders vermeye iten temel
sebep ve etkenin makam sevgisi ve şöhret tutkusu olduğunu anladım.
Halimin böyle olduğunu görünce, çok tehlikeli bir uçurumun kenarında bulunduğuma
kesin olarak inandım. Eğer durumumu hemen düzeltmeye girişmezsem ateşe
yuvarlanmak üzereydim.
Bu hal üzere bir süre düşünmeye devam ettim. O zamanlar henüz irademe söz
geçirebili-yordum. Bir gün Bağdat'tan ayrılmaya ve bulunduğum hali terketmeye
kesin karar veriyor, ertesi gün bu kararımdan geri dönüyordum. Ne zaman bu
maksatla ileriye doğru bir adım at-sam, sonra adımımı geri çekiyordum.
138
Hangi gün âhireti arama yönünde içimde bir istek doğsa, mutlaka buna karşı
nefsin ihtiras askerleri toplanarak karşı saldırıya geçiyor ve akşama bu
isteğimi dağıtıyordu. Dünyevî ihtiraslar beni zincirleri ile kalmaya zorlarken,
diğer taraftan iman tellâlı şöyle çağırıyordu:
"Göç yaklaştı! Göç yaklaştı! Ömründen geriye çok az bir şey kaldı. Önünde ise
çok uzun bir yolculuk var. Sahip olduğun ilim ve ameller ise gösteriş ve
kuruntudan ibaret.
Eğer şu anda âhiret için hazırlık yapmaya başlamaz isen, bu hazırlığı ne zaman
yapacaksın...
Bu dünyaya bağlayan bu bağlardan kendini şu anda kurtaramazsan, ya ne zaman
kurtaracaksın..."
Bu çağrı karşısında kendime geliyor, içinde bulunduğum durumdan kaçmaya ve
uzaklaşmaya tekrar karar veriyordum. Fakat biraz sonra şeytan ortaya çıkıyor ve
bana şöyle diyordu:
139
"Bu geçici bir haldir, sakın ona uyma! Çünkü bu arzu çabucak geçiverir. Eğer onu
dinler de bu büyük makamı ve hiç kimsenin bozup gölgeleyemeyeceği düzenli
hayatı, herkes tarafından kabul görmüş ve karşında hiçbir rakibinin bulunmadığı
bu görevi terkedecek olursan, günün birinde geri dönmek istesen bile bunu elde
etmen mümkün olmaz!..."
Dünyanın cazibesi ile âhiretin çağrısı arasında bir o yana bir bu yana doğru
gidip gelen bu tereddütlü halim, 488 yılının Receb ayından (Temmuz 1095)
başlayarak yaklaşık altı ay sürmüştü.
Sonunda iş artık benim iradem dahilinde seyretmekten çıktı ve bir zorunluluk
haline dönüştü. Çünkü Allah Teâlâ dilime kilit vurmuş ve ders veremez duruma
gelmiştim. Benden ders almaya gelenlerin gönüllerini hoş tutmak için bir gün
kendimi ders vermeye zorladım. Fakat
140
dilim tek kelime bile söyleyemedi ve buna asla güç yetiremedi.
Dilime çöreklenen bu tutukluk yüzünden gönlüme büyük bir hüzün çöktü. Bunun
verdiği üzüntüden sindirim sistemim bozuldu; yemekten ve içmekten kesildim. Ne
boğazımdan bir şey geçiyor, ne de yediğim bir lokmayı sindire-biliyordum.
Vücudum her geçen gün gücünü kaybediyordu. Durumum öyle bir hale geldi ki,
doktorlar tedavimden ümidi keserek şöyle dediler:
"Bu hastalık önce kalbe yerleşmiş ve oradan da vücudun mizacına sirayet etmiş.
Buna sıkıntı veren dert yok edilmedikçe bu hastalık tedavi edilemez."
Bunların ardından, güçsüz kaldığımı ve irademi tamamıyla kaybettiğimi anlayınca;
hiçbir çıkar yolu kalmayan dara düşmüş bir kimse gibi Allah Teâlâ'ya sığındım.
141
Kendisine dua eden darda kalmışlara icabet eden yüce Allah, benim duama da
icabet etti. Makam, mal, evlât ve dostlardan vazgeçmemi bana kolaylaştırdı.
Kendim Şam'a gitmeyi kararlaştırdığım halde Mekke'ye gideceğimi söyledim. Çünkü,
artık Şam'da kalmaya karar verdiğimi öğrenecek olan halife ve bütün dostlarımın
bu yolculuğuma engel olmalarından korkuyordum. Bağdat'tan ayrılacağımı ve bir
daha asla geri dönmeyeceğimi birtakım kaçamak ve tarizli sözlerle söyledim.
Iraklı önde gelen bütün âlimlerin hedefi haline gelmiştim. Âlimlerden hiçbiri,
benim dinî sebeplerden dolayı bulunduğum makamı bıraktığımı düşünmüyorlardı.
Onlara göre benim makamım, dinde ulaşılabilecek en yüksek mevki idi. Bu da, ilmî
bakımdan onların ulaştıkları dereceyi göstermekteydi.
142
Benim ayrılmam insanların farklı yorumlarına ve söylentilerine neden oldu.
Irak'a uzak olanlar, Bağdat'tan ayrılışımın yöneticilerden kaynaklandığını
zannettiler. Yönetime yakın olan kimseler ise; ayrılmamam için çok ısrar
etmişler, üzerime titremişlerdi. Fakat benim onlara aldırış etmediğimi ve
sözlerine değer vermediğimi de gözleriyle görmüşlerdi. Benim Bağdat'tan ayrılmam
hakkında şu yorumu yapmışlardı:
"Bu, Allah tarafından başımıza gelen bir musibettir. Bunun tek sebebi de
müslü-manlara ve ilim adamlarına göz değmesinden başka bir şey değildir."
3. Tasavvufî Hayata Giriş
Böylece Bağdat'tan ayrıldım. Kendime ve çoluk çocuğuma yetecek zorunlu
ihtiyaçların dışında kalan yanımdaki bütün malımı dağıttım. Bunu, Irak malının
(Hz. Ömer (r.a) tarafından fethedildikten sonra) müslümanların maslahatına
143
ayrıldığı ve onlara vakfedildiği gibi yaptım (yani Irak'ta kazandığım malı yine
Irak'ta bıraktım). Bir âlimin çoluk çocuğunu geçindirmek için, yeryüzünde Irak
malından daha uygun bir mal bulunmadığı kanaatindeyim.
Daha sonra Şam'a vardım ve yaklaşık iki sene kadar orada ikamet ettim. Burada,
tasavvuf kitaplarından öğrendiğim bilgileri uygulamaya koydum. Bu bilgiler
doğrultusunda bütün vaktimi nefsi tezkiye etmek, ahlâkı güzelleştirmek ve kalbi
Allah Teâlâ'nın zikrine uygun hale getirmek maksadıyla uzlet, halvet, riyazet ve
mücahede ile geçirdim.
Bir süre Şam'daki Emeviyye Camii'nde itika-fa çekildim. Her gün caminin
minaresine çıkar ve kapısını üzerime kilitlerdim.
Daha sonra Şam'dan ayrılarak Kudüs'e geçtim. Orada da her gün Kubbetü's-sahre
içine giriyor ve kapısını üzerime kilitliyordum. Hz. İbrahim'in (a.s) makamını
ziyaret ettikten sonra içime, hac farizasını yerine getirmek, Mekke
144
ve Medine'nin bereketinden istifade etmek ve Resûlullah'ı (s.a.v) ziyaret etmek
arzusu düştü. Bundan dolayı Hicaz'a vardım.
Bunların ardından birtakım üzüntüler ve çoluk çocuğun ısrarlı davetleri beni
asıl vatanıma çekti. Böylece, vatanından ayrıldıktan sonra insanlar arasında
oraya dönmesi en uzak ihtimal olan ben vatanıma dönmüş oluyordum. Vatanımda da,
halvet arzusu ve zikir için kalbi tasfiye (saflaştırma) maksadıyla uzleti tercih
ettim.
Zamanın akışı içinde gelişen hadiseler, çoluk çocuğun işleri ve geçim derdinden
kaynaklanan zorluklar; benim asıl maksadımdan zaman zaman uzaklaşmama ve
halvetteki huzurumun bozulmasına sebep oluyordu. Bundan dolayı ancak belli
vakitlerde tam huzur43 halini yaşayabiliyordum.
43 Huzur: Hakk'ı sürekli olarak kalpte tutmak ve mâsivâdan yüz çevirmek. Bu
durumda kalbini hazır hale getirmek ve kendisini, rabbinin huzurunda duruyor
gibi düşünmek.
145
Bununla birlikte aradığım huzuru bulma ümidini hiç kaybetmedim. Önüme çıkan
engeller beni hedefimden alıkoymaya çalışıyor, fakat ben tekrar hedefime
yöneliyordum. Ömrümün yaklaşık on yılını böyle geçirdim. Yalnızlık içinde
geçirdiğim bu süre içinde, bana öyle işler açılıverdi (haller keşfedildi) ki
bunların ne sayısını ne de vasfını dile getirmek mümkün olur.
4. Yolların En Güzeli
Yalnız, okuyucuların da yararlanması için şu kadarını zikretmem gerekir. Bu
tecrübelerim sonucunda kesin olarak anladım ki, Allah'a giden yolda en önde
olanlar özellikle sûfîlerdir. Gidişatı en güzel olan onlar, yolları en doğru
olan yine onlardır. Ahlâkları da en güzel ahlâktır.
Hatta denilebilir ki, onların yaşayış ve ahlâkını değiştirmek ve daha iyisine
dönüştürmek için akıllıların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri ve şeriat
ilimlerinin sırlarına aşina âlimlerin
146
ilimleri bir araya getirilse, yine de bunu başaramazlar.
Çünkü onların zahirî ve batım (dış ve iç) hareket ve sükûnetleri (durgunlukları)
tümüyle nübüvvet kandilinin nurundan alınmıştır. Yeryüzünde nübüvvet nurunun
ötesinde daha güçlü bir aydınlık kaynağı da yoktur.
Sözün özü, insanlar onların yolunun temizliği hakkında ne diyebilir ki! Tasavvuf
yolunun temizliği ve ilk şartı, kalbi Allah Teâlâ'nın dışındaki her şeyden
(mâsivâdan) temizlemektir.
Tasavvufun iftitah tekbiri yerine geçen anahtarı ise, bütünüyle Allah'ın zikri
içine gömülmektir. Bu yolun sonu da, her şeyi ile Allah Teâlâ'da fâni (fena
fillâh) olmaktır.44
44 imam Gazâlî hazretleri, tasavvuf yolunun şartlarını namazın şartlarına
benzeterek örnek vermiştir. Namazın ilk şartı olan taharet, yani beden ve
elbisenin maddi kirlerden arındırılması şartı, tasavvufun ilk şartı olan kalbi
mâsivâdan temizlemeye karşılık gelmektedir. Namaza başlangıç yerine geçen
iftitah tekbiri de, tasavvufta zikrullah içinde istiğraka tekabül etmektedir.
147
Buradan sonrası ise yolun başı gibi olmadığından, yani neredeyse irade ve
çalışmaya bağlı görülmediğinden, fena fillâh makamına yolun sonu denilmiştir.45
Gerçekte ise fena fillâh yolun ilk basamağıdır. Buradan öncekiler ise, sûfinin
girmesi gereken asıl kapı ile dış kapı arasındaki avlu gibidir.
5. Tasavvuf Yaşayarak Bilmektir
Bu yolun başında müşahede ve keşifler (manevî âlemden lütfedilen ilâhî bağışlar)
görülmeye başlar. Hatta tasavvuf ehli kimseler uyanık oldukları halde melekleri
ve peygamberlerin ruhlarını müşahede ederler. Onların seslerini işitirler ve
onlardan pek çok fayda elde ederler.
Sonra öylesine ilerleme kaydederler ki, suret ve misalleri müşahede halinden,
sözle ifade
45 Yani fena fillâh, irade ve çalışma ile elde edilebilecek derecelerin son
noktasıdır. Bundan sonrası Cenâb-ı Hakk'ın lutfu ve ikramı ile olur.
148
edilemeyecek derecelere ulaşırlar. Bunları ifade için söylenecek her söz,
kaçınılması mümkün olmayan apaçık bir hatadan ibaret olacaktır.
Sözün özü, Allah'a yakın olma hali (kurb) o dereceye varır ki, tasavvuf ehlinden
bazıları bunu hulul46, bazıları ittihad47 ve bazıları da vü-sûl48 olarak hayal
ederler. Bunların hepsi de birer yanılgıdan ibarettir.
Bu konuda nerelerde yanılgıya düşüldüğü-' nü el-Maksadü'l-Esnâ adlı kitabımızda
açıkladık. Yukarıda sayılan hallerin kuşatması altında bulunan kişilerin, şu
şiirde ifade edilenden fazlasını söylememesi gerekir:
Olan oldu, ama neler olduğunu hatırlamıyorum.
Olanlar hakkında hayır düşün ve bir şey sorma.
46 Hulul: Allah Teâlâ'nın kendi bedenine girdiğini sanmak.
47 ittihad: Allah Teâlâ ile birleştiğini sanmak.
48 Vüsûl: Allah Teâlâ'ya kavuşmak.
149
Sözün kısası, bir kimse bu yola girip tadarak bir pay almamış ise, asla
nübüvvetin hakikatini anlayamaz. Onun anladığı, sadece nübüvvetin isminden
ibarettir. Velîlerin kerametleri de, gerçekte peygamberlerin başlangıçtaki
halleri gibidir. Nitekim Hz. Peygamberin (s.a.v) ilk halleri de böyle idi. Yani
Resûlullah (s.a.v) Hira dağına yöneldiğinde kendisini tamamen ibadete veriyor,
orada rabbi ile yalnız halde kalıyor ve O'na ibadet ile meşgul oluyordu.
Peygamber Efendimiz'in ibadete düşkünlüğü o dereceye varmıştı ki, Araplar,
"Muhammed (s.a.v) rabbi-ne âşık oldu" diyorlardı.
Bu anlattığımız öylesine bir haldir ki, ancak bu yola girip tatmak suretiyle
gerçek anlamına ulaşılabilir. Bunları tadarak yaşama imkânı bulunmayanlar; b'ünu
yaşayan sûfîler ile dostluk ve sohbeti artırdıklarında, görme ve onlardan
dinleme gibi karinelerle hallerinin doğruluğunu kesin biçimde anlarlar.
Sûfîlerie oturup kalkanlar, onların sahip olduğu imandan istifade eder. Onlar
öyle bir topluluktur ki,
150
onların meclisinde bulunanlar asla bedbaht (ilâhî rahmetten mahrum) olmaz.
Sûfîlerie oturup kalkma nimetine erişememiş kimseler, İhyâü Ulûmi'd-Dîn isimli
kitabımızın "Acâİbü'l-Kalb" bölümünü okuduklarında, bu anlattıklarımızın kesin
deliller ile mümkün olduğunu anlayabilirler.
6. İlim, Zevk ve İman
Kesin deliller ile bu halin gerçek olduğunu öğrenmek "ilim'dir. Doğrudan doğruya
bu hali yaşamaya ise "zevk" (tatma) denir. İşiterek ve deneyerek öğrendiklerini
hüsnüzan ile kabul etmek de "iman"dır.
Anlatılanlar karşısında tutulacak yolun üç derecesi işte bunlardır.
"Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş olanları derecelerle
yükseltir." 49 Mücâdile 58/11.
Bu üç derecenin ötesinde cahil bir topluluk daha var; onlar bu anlattıklarımızı
kökten inkâr
151
ederler. Söylenen bu sözler karşısında şaşkınlığa düşerler. Anlatılanları
dinlerler, sonra alay ederek, "Şaşmak gerekir doğrusu, bunlar ne biçim söz,
saçmalıyorlar bunlar!" derler. Böyleleri hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurur".
"Onların arasında, seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından ayrıldıklarında
kendilerine bilgi verilmiş olanlara, 'Biraz önce o ne demişti?' dîye sorarlar.
Bunlar, Allah tarafından kalpleri mühürlenmiş ve hevâ ve heveslerine uyan
kimselerdir." ^
Bu yüzden Allah Teâlâ kulaklarını sağır ve gözlerini kör etmiştir.
Tasavvuf yoluna girmemin zorunlu bir sonucu olarak, nübüvvetin hakikati ve
özelliklerini açıkça kavrama imkânı buldum. Bunun özünü bilmeye şiddetle ihtiyaç
bulunduğundan, nübüvvet konusuna dikkat çekmek çok gerekli bir hal aldı.
50 Muhammed 47/16.
152
5. NÜBÜVVET NEDİR,
NÜBÜVVETE İHTİYAÇ VAR MIDIR?
Şunu iyi bilmek gerekir ki, insan yaratıldığı zaman özü (cevheri) itibariyle boş
ve saf haldedir; Allah Teâlâ'nın yarattığı âlemler (varlıklar dünyası) hakkında
bir bilgisi yoktur. Varlıklar âlemi ise, sayısını Allah Teâlâ'dan başka hiç
kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez." 51 Müddessir 74/31.
İnsan, bu âlemler hakkında ancak idrak (algılama) ile bilgi sahibi olabilir. Her
idrak çeşidi,
153
varlıklar âlemi hakkında insanın bilgi sahibi olabilmesi için yaratılmıştır.
Burada âlem sözcüğü ile, çeşitli varlık cinslerini (kesimlerini) kastediyoruz.
İnsanda ilk yaratılan algı "dokunma duyu-su"dur. İnsan bu duyu ile sıcaklık,
soğukluk, ıslaklık, kuruluk, yumuşaklık, sertlik ... vb. Varlıkların şeklini ve
niteliğini idrak eder. Dokunma duyusu renkleri ve sesleri kesinlikle anlayamaz.
Hatta dokunma duyusuna göre bunlar yok gibidir.
Bundan sonra insanda "görme duyusu" yaratılır. İnsan bu duyu ile renkleri,
şekilleri idrak eder. Duyularla algılanabilen kesimler içinde en geniş olanı
görme duyusu alanına girenlerdir.
Daha sonra insana "işitme duyusu" bahşedilir. Bu duyu sayesinde insan sesleri ve
nağmeleri işitir ve idrak eder. Bunun ardından da "tatma duyusu" yaratılır.
154
Böylece insan duyular safhasını aşar. Yaklaşık yedi yaşları civarında kendisine
"temyiz yeteneği" ihsan edilir. 52 Temyiz yeteneği, iyiyi kötüden, doğruyu
yanlıştan, güzeli çirkinden ayırma yeteneğidir.
Bu, insanın varlık serüveninde farklı bir evredir. Bu safhada, duyular âlemi ile
elde edilemeyenlere ilâve olarak değişik konuları idrak edebilir.
İnsan gelişmeye devam eder ve bir üst safhaya geçer; burada kendisine "akıl"
nimeti verilir. Akıl vasıtasıyla varlığı zorunlu olanları, varlığı ile yokluğu
aynı derecede yani mümkün olanları, varlığı imkânsız olanları ve daha önceki
safhalarda bulunmayan konuları idrak eder.
Akıl evresinin ardından başka bir evre gelir. Burada kişiye başka bir göz daha
bahşedilir. Bu göz nübüvvet gözüdür. İnsan bu göz ile gaybı, ileride olacakları
ve aklın kavramaktan uzak olduğu diğer şeyleri görür.
Aklın bunları kavramaktan âciz oluşu; tıpkı temyiz yeteneğinin akılla
kavrananları idrak
155
edememesi ve yine tıpkı duyuların temyiz yeteneği ile kavrananları idrakten uzak
olması gibidir. Yine aynı şekilde, temyiz yeteneğine sahip bir çocuğa, akılla
kavranabilen bir şey söylendiğinde, çocuk bunu kabul etmez ve olamayacağını
söyler.
Diğer taraftan, akıl sahibi kimselerden bazıları da yine aynı şekilde, nübüvvet
ile idrak edilen konuları kabul etmez ve bunları imkânsız görür. Bu tutum
cehaletin ta kendisidir. Çünkü onlar tek dayanak olarak, nübüvvetin
ulaşamadıkları safha ve bunun kendilerinde bulunmayışını ileri sürerler.
Kendilerinde bulunmadığı için de, aslında nübüvvetin bulunmadığını zannederler.
Yine doğuştan gözleri görmeyen biri, tevatür 53 veya başkalarından dinlemek
yoluyla renkleri ve şekilleri tanımamış olsa; kendisine
53 Tevatür: Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayacak sayıdaki topluluk
tarafından bildirilen haberlere denir. Tevatür yoluyla gelen ve nakledilen
bilgiler kesinlik bildirir.
156
ilk olarak anlatıldığında bunları kavrayamaz ve kabul etmez.
1. Nübüvvet Aklen Mümkün mü?
Bu yüzden Allah Teâlâ, nübüvvetin özelliklerini kulların anlayışlarına
yaklaştırmak için bir örnek sunmuştur. Sunulan bu örnek uykudur. Çünkü insanlar
uyku yoluyla, ya doğrudan ya da yoruma dayalı (misale bağlı) olarak gayb
hakkında ve ileride olacak olaylar hakkındaki bilgileri alabilmektedir. Bu çok
önemli bir hadisedir. Şayet insan bunu doğrudan doğruya kendi hayatında
yaşamamış olsa ve biri ona şöyle söylese:
"İnsanların içinde öyle kimseler var ki, ölmüş kimseler gibi baygın olarak yere
düşüyor; duyularını, işitme ve görme yeteneğini kaybediyor ve bu halde iken
gaybden haber veriyor!"
157
İşitir işitmez hemen bu sözün sahibini reddeder. Böyle bir şeyin imkânsız
olduğunu ortaya koymak için kesin deliller getirir. Ardından da şunu ilâve eder:
"Duyu almayı sağlayan güçler, insanın idrak etmesini ve algılamasını sağlayan
yeteneklerdir. Duyu organlarının açık ve algılamaya hazır olduğu anda idrak
edemediği şeyleri, bu organların işlevsiz olduğu anda idrak edememesi daha kesin
ve öncelikli olur."
Halbuki ileri sürülen bu sözler kıyas açısından yanlıştır. Bu sözlerin
yanlışlığını, gözler önünde açıkça mevcut olan durumlar ve gözlemler (müşahede)
ortaya koymaktadır.
İnsanın geçirdiği aşamalarda nasıl ki akıl farklı bir yer tutuyor ve insan için
bu aşamada akıl ile kavranabilecek konuları algılayabileceği ve duyu
organlarının kavramaktan âciz kaldığı
158
yeni bir göz (idrak) açılıyor ise, işte nübüvvet de insan için yepyeni bir göz,
bir safhadır.
Bu safhaya eriştirilen insanda yeni bir göz açılır. Bu gözde öyle bir nur vardır
ki, o nurda gayb haberleri ve aklın idrak edemeyeceği konular tezahür eder.
2. Nübüvvet Hakkındaki Şüpheler
Nübüvvet hakkındaki şüpheler şu üç noktada toplanır:
1. Nübüvvetin mümkün olup olmadığı hakkındaki şüphe.
2. Nübüvvetin varlığı ve geçekleşip gerçekleşmediği hakkında şüphe.
3. Belli bir şahsın peygamber olarak gönderilip gönderilmediği hakkındaki şüphe.
Nübüvvetin mümkün olduğunun delili, onun varlığıdır. Varlığının delili ise,
yeryüzünde akıl yoluyla elde edilemeyecek bazı tıp ve astrono-
159
mi bilimleriyle ilgili bilgilerin (marifetlerin) varlığıdır.
Bu bilgileri inceleyen kişi, zorunlu olarak bu bilgilerin ancak ilham veya Allah
Teâlâ'nın ihsanı ile idrak edilebilecek bilgiler olduğunu kavrar. Bunların deney
ve tecrübe yoluyla kazanılması için bir yol yoktur.
Çünkü astronomi bilimine giren konular arasında öyleleri vardır ki, ancak bin
yılda bir gerçekleşir. Bin yılda bir gerçekleşen bir hadisenin bilgisi deney ile
elde edilebilir mi? Bazı ilâçların özellikleri ve etkisi hakkında da aynı şeyi
söylemek mümkündür.
Bu açıklamamızdan kesin olarak şu husus anlaşılmış oldu: Akıl ile idrak edilmesi
mümkün olmayan bu ve benzeri hadiselerin anlaşılması için, deney ve gözlemden
başka bir yolun bulunması mümkündür. Zaten nübüvvetten de kastedilen budur.
Fakat nübüvvetin yalnızca bundan ibaret olduğunu söylemek istemiyorum.
160
Kısacası, aklın algılama alanı dışında olan bu ve benzeri konuların idrak
edilmesinin, nübüvvetin özelliklerinden biri olduğunu söylemek istiyorum. Bu
özelliğin dışında nübüvvetin daha pek çok özelliği bulunmaktadır. Nübüvvetin
özellikleri dikkate alındığında, bizim burada sözünü ettiğimiz kısmı okyanusun
yanında bir damla gibidir.
Burada sana anlattığımız haller, sende örneği bulunan hallerdendir. Sen uykuda
(rüyada gördüklerinle) bunun bir örneğini yaşıyorsun. Tıp ve astronomi
dallarında da benzer bilgilere sahipsin. Bütün bunlar, peygamberlerin mucizeleri
kabilinden olup akıllı kimselerin akıl sermayesi ile elde edebilecekleri
konulardan değildir.
3. Nübüvveti Tam Olarak Tanıma Yolu
Nübüvvetin bunun dışında kalan özellikleri ise, ancak tasavvuf yoluna
girildikten sonra tadarak idrak edilebilir. Zira bu anlattığımız özel-
161
ligi de Cenâb-ı Hakk'ın sana lütfettiği bir örnek ile idrak edebildin. Bu örnek,
daha önce de belirttiğimiz gibi uykudur. Şayet bu örnek olmasaydı, nübüvvetin
anlattığımız o özelliğini de kabul etmeyecektin.
Eğer peygamberlerde, sende bir örneği bulunmayan bir özellik bulunsa, sen onu
asla kavrayamazsın. Peki kavrayamadığın bir şeyi nasıl tasdik edebilirsin?
Tasdik etmek doğrulamak olduğuna göre bunun için önce anlamak gerekmez mi?
Sözünü ettiğimiz bu örnekler, tasavvuf yolunun ilk basamaklarında gerçekleşir.
Böylece, yaşadığın örnekler nisbetince nübüvvetin özelliklerini tadarak (zevk
ile) elde edebilirsin. Yine bu yolla, örneklerini elde edemediğin konular
hakkında da bir tür tasdik hali kazanırsın. Bu yolla elde ettiğin bir tek
özellik bile, zaten nübüvvetin aslına iman etmen için yeterli olur.
162
4. Peygamberler Nasıl Tanınabilir?
Eğer belli bir şahsın peygamberliği konusunda sende bir tereddüt var ise, bu
şüpheden kurtulup kesin bilgi sahibi olmanın yolu ancak şu şekilde mümkün olur:
Söz konusu kişinin bütün bilgilerini, hal ve tavırlarını öğrenmek gerekir. Bunu
öğrenmek de, ya bizzat o şahsı görerek (müşahedeyle) yahut o kişi hakkında
tevatür yoluyla gelen bilgileri elde etmek suretiyle sağlanabilir.
Nitekim eğer sen tıp ve fıkıh ilmi hakkında bilgi sahibi olursan; tıp doktorları
ve fıkıh âlimlerinin hallerini bizzat gözlemleyerek yahut bizzat gözlemleme
imkânın yok ise sözlerini öğrenerek onların doktor ve fıkıh âlimi olduklarını
anlama imkânı bulursun.
Aynı şekilde İmam Şafiî'nin (rah) büyük bir fıkıh bilgini olduğunu ve Galinos'un
da tıp uzmanı olduğunu bilme imkânını kazanırsın. Bu
163
tesbiti, başkalarını taklit ederek değil de gerçek bir biçimde yapabilmen
mümkündür.
Bunun için bir miktar fıkıh ve tıp ilmi tahsil eder, sonra elde ettiğin bu
bilgileri söz konusu kişilerin eserleri ve kitapları ile karşılaştırırsın. Bu
karşılaştırma sonucunda söz konusu kişilerin durumu hakkındaki bilgi zorunlu
olarak senin karşına çıkar.
İşte nübüvvet konusu da tıpkı bunun gibidir. Sen, nübüvvetin mânasını tam olarak
kavradıktan sonra Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler üzerinde iyice düşündüğün
takdirde, Resûlullah'ın (s.a.v) nübüvvet derecelerinin zirvesinde olduğu
konusunda kesin bir bilgiye kavuşursun.
Bu kesin bilgiyi, Hz. Peygamberin (s.a.v) ibadetler hakkında söylediklerini
deneyerek ve bunların kalbin tasfiyesindeki (arındırılmasın-daki) etkisini de
gözlemleyerek pekiştirmek mümkündür.
164
Aynı şekilde bunları tecrübe eden kişiler, Resûlullah'ın (s.a.v) şu hadis-i
şeriflerindeki doğruluğu bizzat yaşarlar:
"Kim bildikleri ile amel ederse, Allah Teâlâ ona bilmediklerini öğretir."54
"Kim bir zalime yardım ederse, Allah Teâlâ onu kendisine musallat eder." 55
"Kim bütün endişelerini tek nokta üzerine, yani takva üzerine yoğunlaştırarak
sabahlarsa, Allah Teâlâ onu dünya ve âhiretin bütün endişelerinden kurtarır." ™
5. Mucize Herkes İçin Kesin Delil midir?
Bu hadis-i şeriflerde anlatılanları binlerce defa denesen bile, bunların
doğruluğu hakkında sende herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek derecede kesin bir
bilgi sağlar.
54 Ebû Nuaym, Hilye, 10/15; Hakîm et-Tirmizî, Beyânü'l-Fark, s. 50.
55 Müttakî el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, nr. 7593; ibn Asâkir, Târihu Dımaşk, 34/4;
Süyûtî, el-Câmiu's-Sagîr, nr. 8472.
56 ibn Mâce, Mukaddime, 23; Zühd, 2.
165
Nübüvvetin mahiyeti hakkındaki kesin bilgiyi sen de bu yolla ara. Nübüvvet
hakkındaki bilgileri asayı yılana dönüştürmek, ayı ikiye bölmek gibi mucizelerde
arama. Çünkü bu mucizelere, onu destekleyen sayısız miktardaki diğer dış
etkenlerden bağımsız olarak baktığın takdirde, bunların bir sihir veya hayal
olduğunu zannedebilirsin. Nitekim bu da Allah Teâlâ tarafından bir saptırma ve
şaşırtmadır. Cenâb-ı Hak buyurur ki:
"Allah dilediğini sapıklığa yöneltir, dilediğini doğru yola iletir."57
6. Güçlü İmanın Kaynağı Nedir?
Mucizeler hakkında karşına bazı sorular çıkabilir. Eğer, mucizenin nübüvvet için
delil olduğu konusundaki imanın, mantık açısından tutarlı sözlere dayanmakta
ise, buna karşılık
57 Fâtır 35/8.
166
aksi yönde getirilen tutarlı sözler ile imanın sarsılabilir ve kuşkuya
düşebilirsin.
Öyleyse bu harikulade olaylar (mucizeler) hakkındaki delil ve karinelerden biri
öyle olmalı ki, bu delil senin nazarında kaynağını isim vererek belirtmeyeceğin
zorunlu bir bilgi sağlamalı. Tıpkı büyük bir topluluğun tevatür yoluyla birine
bildirdiği haber gibi. Tevatür yoluyla bilgiyi alan kişi, bu bilginin belli bir
isim vererek sadece o kişiye dayandığını söyleyemez. Daha doğrusu isim olarak
kimden aldığını bilemez. Diğer taraftan bu haberin kaynağı, onu getiren
topluluğun dışında da olamaz ve bunların toplamını da tek tek belirleyemez. İşte
güçlü ve ilme dayalı olan iman budur.
Nübüvvetin varlığını tadarak (zevk ile) yaşamaya gelince, âdeta gözle görmek
(müşahede) ve elle tutmak gibidir. Bu da ancak tasavvuf yolunda bulunur.
167
Nübüvvetin mahiyeti hakkında yaptığımız bu küçük açıklama şimdilik maksadımızı
ifade açısından yeterlidir. Nübüvvetin ne bakımdan ihtiyaç olduğunu inşallah
ileride açıklayacağız.
168
6. TEKRAR HOCALIĞA DÖNÜŞ
1. Uzlet Hayatında Öğrendiklerim
Yaklaşık on yıl süreyle insanlardan ayrı uzlet ve halvet hayatı yaşadım. Bu on
yıllık süre içinde, burada sayamayacağım pek çok sebeple; kimi zaman bizzat
tadarak, kimi zaman kesin bilgi ile, kimi zaman da imana dayalı bir kabul ile
şunu kesin olarak anladım: İnsan, beden ve kalp diye iki temel unsurdan
yaratılmıştır.
Kalp derken, ölülerde ve hayvanlarda da bulunan et ve kandan oluşan organdan
değil, mârifetullahın (Allah'ı tanımanın) yeri olan ve ruhun özünü oluşturan
kalpten bahsediyorum.
169
Bedenin bir sağlıklı hali, bir de hastalıklı hali vardır. Mutluluk ve afiyeti
sağlıklı haline, sıkıntı ve helaki de hastalıklı haline bağlıdır. İşte kalbin
durumu da tıpkı beden gibidir. Kalbin de sağlık ve selâmet içinde bulunduğu bir
durum vardır. Bu durumda kurtuluş âyet-i kerimede belirtildiği gibi, "... ancak
selim (sağlıklı) bir kalple gelenler..." ss için söz konusu olabilir.
Bunun yanında kalbin bir de hastalıklı hali vardır. Şu âyet-i kerimede
buyurulduğu gibi kişinin âhiretteki ebedî helaki de buna bağlıdır:
"Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını
çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için acı bir azap
vardır."59
Allah Teâlâ'yı tanımadan ve O'nun varlığından habersiz yaşamak, öldürücü bir
zehirdir.
58 Şuarâ 26/89.
59 Bakara 2/10. Bu mealdeki âyet-i kerimeler için ayrıca bk. Mâ-ide 5/52; Enfâl
8/49; Tevbe 9/125; Hac 22/53; Ahzâb 33/12, 60; Muhammed 47/29, 30; Müddessir
74/31.
170
Nefsin arzularının peşinde koşarak Allah Te-âlâ'ya isyan etmek, kalp için
ölümcül bir hastalıktır.
Kalbin hayat kaynağı ise mârifetullah, yani Allah'ı tanımaktır. Nefsin
arzularına karşı gelerek Allah'a ibadet etmek de, kalpteki hastalıklara karşı
şifa kaynağıdır.
Kalpteki hastalıkları tedavi ederek gidermek ve onu sağlıklı haline kavuşturmak
için, mutlaka ona özel olarak hazırlanmış ilâçları kullanmak gerekir. Tıpkı
beden hastalandığı vakit, onun için hazırlanmış ilâçları kullanmak gerektiği
gibi.
Bilindiği gibi, vücudu tedavi etmek maksadıyla kullanılan ilâçlar, bu ilâçlarda
bulunan özellikler sayesinde bedenin sağlığına kavuşmasında etkili olmaktadır.
Fakat akıl sahibi kimseler sırf akıl sermayesi ile bunu tam olarak anlayamaz ve
bu konuda nübüvvetin sırları sayesinde eşyaların haki-
171
katini60 bilen peygamberlerden bilgi alan tıp doktorlarına uymaları gerekir.
Tıpkı bunun gibi ben de kesin olarak anladım ki, (kalp hastalıklarına) ilâç
olarak peygamberler tarafından sınırları ve çerçevesi çizilen ibadetlerin, kalp
hastalıkları üzerinde nasıl bir etkiye sahip oldukları akıl sermayesi ile
kav-ranamaz.
2. İbadetlerdeki Hikmetler
Burada yapılması gereken, bu konuda sözü edilen ibadetlerin kalp hastalıkları
üzerindeki etkilerini bilen peygamberlere uymaktan ibarettir. Peygamberler,
ibadetlerin bu etkilerini akıl sermayesi ile değil nübüvvet nuru ile bilirler.
Yine bilinmektedir ki, ilâçlar, farklı maddelerin karışımından oluşur.
Karışımdaki maddelerden bazısı ağırlık yönünden daha az, bazısı da
60 Yani hangi maddelerin hangi hastalıklar için şifalı olduğunu bilen
peygamberlerin verdiği bilgiler.
172
daha fazla miktarda olur. Hazırlanan ilâcın etkin olmasının sırrı, karışımda
kullanılan bu ölçülerin farklı olmasında yatar.
İşte kalp hastalığının ilâcı olan ibadetler de böyledir. Bu ibadetler de tür ve
miktar olarak farklı fiillerden meydana gelir. Meselâ, namaz içindeki secdeler
rükû sayısının iki katıdır; sabah namazı miktar olarak ikindi namazının yarısı
kadardır. Bütün bunlarda sırlar ve hikmetler vardır. Bu sırlar da, ancak
nübüvvet nuru ile bilinebilecek sırlardır.
3. İbadetlerin Kalbe Etkisi
Emredilen ibadetlerin, ilâhî sırrın gereği ya da bir özelliği olarak
değerlendirmeyip; bunlardaki hikmeti akıl ile bulmaya çalışan veya bu
ibadetlerin cins ve miktarlarının rastgele olduğunu ileri süren kimseler
gerçekten çok cahil ve ahmak kimselerdir.
173
İlâçların yapımında bir temel maddeler, bir de tamamlayıcı nitelikte ek maddeler
bulunur. İlâcın etkisini göstermesinde, bu maddelerden her birinin ayrı bir
katkısı vardır. İbadetler de . tıpkı buna benzer. İbadetler arasında bulunan
nafile ve sünnetlerin de, ibadetlerin kalp hastalıklarına etkili olmasındaki
katkısı büyüktür.
Konunun özü şudur: Peygamberler, kalp hastalıklarının tabipleridir. Bu hususta
aklın faydası ve katkısı, bu gerçeği anlamamızı sağlamaktır. Yani bu durumda
yapılması gereken, nübüvvetin doğruluğunu kabul etmek ve nü-• büvvet gözüyle
anlaşılabilecek olanları anlamaktan âciz olduğunu itiraf etmektir.
Aklın Görevi Nereye Kadar?
Bundan sonra tıpkı gözleri görmeyen bir kimsenin kendisine yol gösteren rehbere
teslim olması gibi ve yine ne yapacağını bilmeyen şaşkın hastaların şefkatli
doktorlara teslim ol-
174
maları gibi, aklımızın yapacağı tek iş bizim elimizden tutarak peygamberlerin
yoluna teslim etmektir.
Aklın etki alanı ve varabileceği son nokta işte buraya kadardır. Buradan sonra,
doktorunun kendisine sunduğunu anlamak dışında aklın hiçbir etkisi ve işlevi
yoktur.
4. İman ve Ameldeki Gevşeklik
Buraya kadar anlatmış olduğum hususlar, insanlardan uzakta uzlet hayatına
çekildiğim zaman zarfında, kesin olarak öğrendiğim ve gözümle görmüş gibi
(müşahede yoluyla) öğrendiğim gerçeklerdir.
Bundan sonra, öncelikle nübüvvetin aslına olan inanç noktasında, sonra
nübüvvetin özü üzerinde, sonra da nübüvvetin getirdiği emirleri yerine getirme
konusunda insanlarda bir gevşemenin bulunduğunu gördüm. Bu hastalık halk
arasında oldukça yaygın bir hale gelmişti.
175
İnsanlardaki bu gevşekliğin ve imanlarında-ki zayıflığın sebeplerinin neler
olduğuna baktığımda, şu dört sebebe dayandığını anladım:
1. Felsefecilerin yoluna dalanların etkisi,
2. Tasavvuf yolunu tutanların etkisi,
3. Bâtınîlik yoluna girenlerin etkisi,
4. Âlim kılığında gezenlerin yaptığı yanlış uygulamaların etkisi.
5. Gevşekliğin Mazeretleri
Bundan sonra bir süre, toplumu oluşturan fertleri tek tek inceledim. Şeriatın
emirlerini yerine getirme konusunda ihmalkâr davranan kimselere, şüphelerinin
kaynağını sordum. Onların inancının altında yatan sorunları ortaya çıkarmaya
çalıştım. Böyle birine şu soruyu sordum:
"Neden elinin emirlerini yerine getirme konusunda gevşek davranıyorsun?
Eğer âhirete iman ediyor ve onun için bir hazırlık yapmayarak dünya karşılığında
176
âhiretini satıyorsan, bu açıkça ahmaklıktır. Sen şu dünyada iki liralık bir malı
bir liralık mal karşılığında vermiyorsun, ama sonsuz olan âhiret hayatını sayılı
günlerden ibaret olan dünya hayatı karşılığında nasıl için sızlamadan
veriyorsun? ^
Şayet âhirete iman etmiyorsan, demek ki sen kâfirsin. Bu durumda imanı elde
etmenin yollarını araştırmalısın. Küfre düşmene sebep olan iç dünyanda tuttuğun
yolun sebebinin ne olduğunu iyi tanı.
Çünkü bunlar, eğer mümin geçinerek güzel görünmek ve şeriatın ismi ile
şereflenmek maksadıyla küfrünü gizleme gibi bir durum söz konusu değil ise,
sergileme cüretini gösterdiğin davranışların, yani mevcut durumunun sebebini
oluşturmaktadır..."
Bu soruyu yönelttiğim kişilerden biri şöyle cevap verdi:
"Dinin emirlerine uymak, yerine getirilmesi gereken önemli bir iş olsaydı, bunu
öncelikle âlimlerin yerine getirmesi gerekirdi.
177
Meselâ, insanlar arasında ilmi ile tanınmış falanca kişi namaz kılmaz... falanca
içki içer... falanca vakıf ve yetim malı yer... falanca kişi sultanın (devlet
yöneticilerinin) kabını yalamaktan ve haram yemekten sakınmaz... falanca kişi
hüküm vermek ve şahitlikte bulunmak için rüşvet alır... Bu örnekler daha da
çoğaltılabilir." Benim sözlerime, tasavvuf yolunu tuttuğunu ileri sürenlerden
bir başka kişi şöyle cevap verdi: "Ben tuttuğum yol sayesinde öyle bir dereceye
ulaştım ki, artık ibadet etmeme gerek kalmadı."
Başka bir kişi de, her şeyi mubah sayanların kafasında oluşturduğu şüphelerinden
birini gerekçe göstererek soruma cevap vermişti. Bunların ikisi de tasavvuf
yolundan kaçmış kimselerdir.
Bâtınîler ile karşılaşmış ve onların etkisi altında kalmış bir başkası ise şöyle
dedi:
178
"Hakkı bulmak zor iştir. Onun önündeki yollar kapalı ve insanlar arasında bu
konuda görüş ayrılığı bulunmaktadır. Bu konudaki yollardan biri diğerinden üstün
olamaz. Akla dayalı olarak getirilen deliller de birbiriyle çelişmektedir. Bu
konuda kişisel görüşlere uymak da doğru olmaz. Bâtınîler'in inanmaya
çağırdıkları konu ise, delilsiz bir iddiadan ibarettir. Bu durumda, şüpheye
dayanarak kesin olanı nasıl terkedebilirim?" Bir başka kişi de şunları söyledi:
"Ben, başkalarını taklit ederek böyle davranıyor değilim. Ben felsefe ilmini
okumuş ve nübüvvetin özünü kavramış biriyim. Nübüvvetin getirmiş olduğu şeyler
birtakım maslahatlar (kamu yararı) ve hikmetlerden ibarettir. Bunların getirdiği
ibadetlerin maksadı; sıradan cahil halkı denetim altına almak, birbirlerinin
canına kıymalarını ve aralarındaki anlaşmazlıkları önlemek, onları nefislerinin
ihtiraslarına uymaktan alıkoymaktır.
179
Halbuki ben, bu sayılan yükümlülükler altına girmesi gereken sıradan cahil biri
değilim. Ben hikmet sahibi biriyim ve hikmetin gereği neyse ona uyarım. Ayrıca
hikmetin ne olduğunu belirleme konusunda başkalarını taklit etmeden kendi
kendime hikmeti bulabilecek düzeydeyim..."
Bu son anlayış, ilâhiyatçı felsefecilerin düşüncelerinin özünü oluşturur. Bunu
dillendiren-ler, İbn Sînâ ve Fârâbî'nin eserlerini okuyarak öğrenmişlerdir.
Bu kimseler müslüman görünmeyi de ihmal etmezler. Böyle bir kimseyi, belki
Kur'ân-ı Ke-rîm'i okurken yahut cemaatle namaz kılarken görebilirsin. Hatta
şeriatın emirlerine saygı ifade eden sözleri de söylerler.
Ancak bunların yanında şarap içmekten, günah ve isyanın her türlüsünü işlemekten
de geri kalmazlar. Böyle birine, "Eğer nübüvvetin aslına inanmıyorsan, neden
namaz kılıyor-
180
sun?" diye sorduğunda, belki de sana şu cevaplan verecektir:
"Bedenimi ve sağlığımı korumak için... ¦ içinde bulunduğum beldenin âdetlerine
uymak ve hor görülmemek için... ailemi ve malımı korumak için!..."
Belki de karşıdaki kişi, şeriatın doğruluğunu ve nübüvvetin hak olduğunu kabul
edecektir. Bu durumda kendisine, "Peki, öyleyse neden içki içiyorsun?" diye
sorulduğunda şöyle cevap verir:
"İçkinin yasaklanmasının sebebi, insanlar arasında düşmanlık ve nefrete sebep
olmasıdır. Ben ise, sahip olduğum hikmet sayesinde kendimi bundan koruyabilirim.
Ben, zihnimi güçlendirmek maksadıyla içiyorum."
Hatta İbn Sînâ, kitaplarından birindeki vasiyetnamesinde, neleri yapıp neleri
yapmayaca-
181
ğını tek tek sayarak Allah'a karşı söz verirken şöyle der:
"Şeriatın emir ve yasaklarına saygı göstereceğim. Dinin emrettiği ibadetleri
yerine getirirken ihmalkâr davranmayacağım. Tedavi ve şifa maksadıyla kullanmak
dışında sırf zevk almak için içki içmeyeceğim."
Dikkat edilirse; dinî bakımdan ulaştığı en yüksek noktada, imanın en saf halinde
ve ibadetleri yerine getirmeye kesin kararlılıkla sarıldığı anda bile, tedavi
maksadıyla içki içmeyi yasak dışında tutmaya çalışmaktadır.
İşte bu kesimden (felsefecilerden) mümin olduğunu iddia edenlerinin imanı
böyledir. Halktan bir kesimi de onlara kanmış, bunlara karşı yapılan itirazların
zayıflığı da, onlara al-dananların sayısının artmasına sebep olmuştur. Çünkü bu
felsefecilere itiraz edenler, kendileri için de zorunlu olan geometri ve mantık
ilimlerini inkâr ederek onların karşılarına çık-
182
mışlardır. Bu yaklaşımın yanlış olduğunu, daha önce felsefe konusunu incelerken
ortaya koymuştuk.
6. Hocalığa Dönüş Gerekçem
Buraya kadar saymış olduğum sebeplerle, halk kesimlerinin imanlarının bu derece
zayıf olduğunu gördüm. Bunun farkına varınca kendimi, bu şüpheleri gidermekle
görevli ve bunu yapmanın üzerime bir borç olduğunu anladım.
Kaldı ki, bunları rezil etmek ve ipliğini pazara çıkarmak benim için su içmek
kadar kolay bir işti. Çünkü, onların ilimleri ve yolları hakkında fazlasıyla
ilgilenmiş ve bilgi edinmiştim.
Onlar derken kastettiğim kimseler; yukarıda belirttiğim dört kesim, yani
felsefeciler, tasavvuf yolunda olduklarını söyleyenler, Bâtınîler ve âlim
geçinen kimselerdir.
183
Artık, tekrar halkın arasına karışmak ve onlar için bazı işler yapma vaktinin
geldiği kanaati içimde iyice yerleşti. İçimden şunları geçirdim:
"Bir kenara çekilip uzlet hayatı yaşamak seni kurtarmaz. Artık hastalık yaygın
bir hale geldi, doktorlar bile hastalığa tutuldu; halk bütünüyle helak olmanın
eşiğine geldi."
Sonra kendi kendime şöyle dedim:
"Bu kara bulutlan açmakla ve bu karanlıklarla savaşmakla nasıl başa
çıkabilirsin? Zaman karışıklık zamanı, devir bâtılın hüküm sürdüğü devirdir.
Halkı, tuttukları yoldan çevirip hak yola çağırmaya kalksan, bu devirde yaşayan
herkes sana düşman kesilir.
Onların hepsine karşı nasıl direnir, onlarla birlikte yaşamaya nasıl devam
edebilirsin? Bu düşüncelerin gerçekleşmesi için, mutlaka güçlü ve otoriter bir
hükümdarın destek olması gerekir."
184
Bu düşüncelerle, Allah Teâlâ ile kendi aramda geçen bir değerlendirme yaparak
kendimi şimdilik uzlete devam etme konusunda mazeret sahibi (ruhsatlı) gördüm.
Bu konudaki gerekçem de, hakkı hâkim kılma gücünden yoksun olmamdı.
Derken tam bu sırada, dışarıdan hiçbir etki olmadan tamamen kendi kendine
hareket eden zamanın sultanının gönlünde Cenâb-ı Hak bir arzu uyandırdı. Bu
arzuyla hareket eden sultan, yaşanan fitneye son vermek için derhal Nîşâbur'a
gelmemi kesin olarak emrediyordu. Gelen emir öylesine kesindi ki, gitmeyip
direnmiş olsam, sultanı gücendirmiş olacaktım. Sonra kendi kendime şöyle dedim:
"Bu gelen emir ile, uzlete devam için sığındığım, güçlü bir sultanın desteğinin
bulunması yönündeki mazeretim de ortadan kalkmış oldu. Öyleyse halktan uzağa
çekilerek uzlette kalmak için; nefsi, tembellikten, rahata düşkünlükten, halkın
nefse ve-
185
receği eziyetten koruma düşüncesi bir gerekçe olmamalı.
Halk içine düştüğü bunalımların zorluğuyla kıvranırken, ben kendimi mazur
göremezdim. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktaydı:
"Elif. Lâm. Mîm.
İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece, 'İman ettik' demeleriyle
bırakılıvere-ceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de
imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları
da mutlaka ortaya koyacaktır."^ Yine yüce Allah, yarattıklarının en kıymetlisi
olan Resûlü'ne hitaben şöyle buyurmaktaydı:
"Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar,
yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler,
61 Ankebût 29/1-3.
186
sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını)
değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden
bazısı sana da ulaştı."*2
Yine yüce rabbimiz şöyle buyuruyordu: ¦Yâsîn.
Hikmet dolu Kur'an hakkı için, sen şüphesiz peygamberlerdensin. Doğru yol
üzerindesin. (Bu Kur'an) üstün ve çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir.
Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu
uyarman için indirilmiştir.
Andolsun ki onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar
iman etmiyorlar. Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere
kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. Önlerine bir set ve
arkalarına bir
62 En'âm6/34.
187
sef çeW//c de onları kapattık, artık göremezler.
Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Sen ancak zikre
(Kur'an'a) uyan ve görmeden rahmandan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte
böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele."™
Daha sonra bu konuyu kalp ve müşahede ehli bir topluluk ile istişare ettim.
Hepsi de söz birliği ederek, uzleti terketmem ve bulunduğum tekkeden ayrılmam
gerektiğini ifade ettiler.
İstişarelerden çıkan bu tavsiyelere, çok sayıda salih kimselerin tevatüre
ulaşabilecek derecedeki rüyaya dayalı işaretler de eklendi. Bana ulaşan bu
rüyaların hepsi de; girişmek üzere olduğum bu hayırlı işin, Cenâb-ı Hakk'ın bu
yüzyılın başında takdir buyurduğu hayırlı gelişmenin başlangıcı olduğunu
belirtiyordu.
63 Yâsîn 36/1-11.
188
Nitekim Cenâb-ı Hak, her yüzyılın başında dinî yeniden canlandıracak birinin
geleceğini Resûlü'nün diliyle bildirmiştir.64
Bütün bu gelişmeler ve manevî işaretler umudumu pekiştirdi ve benim üzerimde
iyimserliğin ağır basmasını sağladı. Bu çok önemli işi yerine getirme niyetiyle,
499 yılı Zilkade ayında (Temmuz 1106) Nîşâbur'a doğru hareket etmeyi Cenâb-ı Hak
nasip etti.
Daha önce Bağdat'tan ayrılışım da, 488 yılının Zilkade ayında (Aralık 1095)
gerçekleşmişti. Buna göre, halktan uzakta uzlet içinde geçirmiş olduğum süre on
bir yılı doldurmuş oluyordu. Bu yolculuğum da Allah Teâlâ'nın takdirinin bir
sonucuydu.
64 İmam Gazâlî, yukarıdaki sözleri ile Hz. Resûlullah'tan (s.a.v) rivayet edilen
şu hadis-i şerife işaret etmektedir: "Allah Teâlâ, her yüzyılın başında bu
ümmete, dinini yeniden canlandıracak bir önder gönderir" (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1;
Hâkim, el-Müstedrek, A/522; Süyûtî, el-Câmiu's-Sagîr, nr. 184/5).
189
Cenâb-ı Hakk'ın garip tecellilerindendir ki, uzun süren bu uzletten ayrılmam
konusunda kalbimde hiçbir kötü düşünce oluşmadı. Nitekim daha önce, içinde
bulunduğum halden sıyrılarak Bağdat'tan ayrılacağım aklımın ucundan bile
geçmemişti.
Ancak kalplerde olanları değiştiren ve insanı halden hale koyan yüce Allah'tır.
Nitekim Resûlullah da (s.a.v) şöyle buyurur:
"Müminin kalbi, rahmanın iki parmağı arasındadır."65
7. Gerçek İlim
Fakat ben, tekrar ilim öğretmeye başlamakla geriye dönmüş olmadığımı gayet iyi
biliyordum. Çünkü geriye dönmek demek, yaşanmış olan bir zaman dilimine aynen
dönmek demekti. Oysa ben önceki dönemde, insana makam
65 Müslim, Kader, 17; Tirmizî, Kader, 7, Daavât, 89; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/68; 6/315.
190
ve mevki kazandıran bir ilmi öğretmekteydim. Sözlerim ve davranışlarımla
insanları buna davet ediyordum. Bütün maksadım ve niyetim bundan ibaret idi.
Şimdi ise, insanların makam ve mevkii ter-ketmelerini sağlayan, onun sayesinde
makam ve mevkinin değersizliğini anlayacakları bir ilme davet edecektim.
Şu andaki bütün niyetim, maksadım ve arzumun bundan ibaret olduğunu yüce Allah
biliyor. Ben, hem kendimi hem de başkalarını ıslah etmek istiyorum. Bu maksadıma
erebilir miyim, yoksa (ecelim gelip) hedefime varmaktan mahrum mu kalırım,
bilemiyorum.
Ancak şuna kesin bir iman ile ve gözümle görmüş gibi inanıyorum ki, Cenâb-ı
Hakk'ın izni ve iradesi olmadan ne bir iş yapabilecek güç ne de hareket
edebilecek kuvvet vardır. Ben kendiliğimden harekete geçmedim, beni harekete
geçiren O'dur. Ben kendiliğimden bir şey
191
yapmış değilim, bütün bunları yapmamı sağlayan O'dur.
O'nun yüce kapısından, öncelikle beni ıslah etmesini sonra benim vasıtamla
başkalarını ıslah etmesini; öncelikle beni doğru yola eriştirmesini sonra benim
aracılığımla diğerlerini hidayete eriştirmesini niyaz ediyorum.
Bana hakkı hak olarak gösterip ona uymayı nasip etmesini ve bâtılı da bâtıl
olarak gösterip ondan kaçınmayı nasip etmesini Cenâb-ı Hakk'tan diliyorum.
8. İmanı Zayıflatan Etkenlerden Kurtuluş Yolları
Şimdi burada, daha önce belirtmiş olduğumuz, imanın zayıflamasına sebep olan
etkenlere geri dönmek ve halkın nasıl bu tehlikelerden kurtularak doğru yolu
bulacaklarını anlatmak istiyorum.
192
Bâtınîler'in ileri sürdükleri görüşlerin etkisinde kalarak yolunu şaşırmış
olanların kurtuluş reçetesi, el-Kıstâsü'l-Müstakîm adlı kitabımızda
anlatılmıştır. Orada söylediklerimizi burada tekrarlayarak bu kitabı daha fazla
uzatmak istemiyoruz.
Her şeyi mubah gören anlayıştakilerin kuruntularına gelince, bunların şüphe ve
tereddütleri yedi başlıkta toplanmaktadır. Bunların cevaplarını da, Kimyâ-yı
Saadet adlı kitabımızda açıklayarak verdik.
Felsefecilerin etkisinde kalarak imanlarını ifsat edenlerin ve nübüvvetin aslını
inkâra kadar varanların durumuna gelelim.
Yukarıda nübüvvetin mahiyetini incelerken, nübüvvetin hakikatini ve varlığının
zorunlu olduğunu ortaya koyduk. Nübüvvetin varlığına delil olarak da; özel
etkileri olan birtakım ilâçların, yıldızlar hakkındaki bilgilerin ve benzeri
bil-
193
gilerin varlığını gösterdik. Bu girişi de, sözü tekrar aynı noktaya getirmek
için yaptık.
Nübüvvetin varlığına tıp ve astronomi ilminden delil getirmemizin sebebi,
felsefecilerin bu ilim dallarında bilgi sahibi olmalarıdır. Biz, hangi sahada
olursa olsun her ilim adamına, meselâ astronomi, tıp, tabii ilimler, sihir,
büyücülük gibi alanlarda bilgi sahibi olanlara, nübüvvet konusunda kendilerine o
sahada örnek vererek delil getiriyoruz.
Fakat, şeriatın esasları ile kendi tesbitlerini aynı kefeye koyarak sözde
delilleri ile nübüvvetin varlığını ispat eden kişi, gerçekte nübüvveti inkâr
etmiş ve küfre düşmüş olur. Bu anlayıştaki kişi, (nübüvvetin hakikatine değil)
kendisine özel olarak geliştirdiği bir görüşe iman etmektedir. Bu da, iman eden
kişinin iman edilen kişi olmasını gerektirmektedir (yani kişi kendince
oluşturduğu düşünceye iman etmiş olmak-
194
tadır). Böyle bir anlayışın da, peygamberliğe iman ile hiçbir ilgisi yoktur.
Halbuki nübüvvete iman için, akıl ötesi bir safhanın varlığını kabul etmek
gerekir. Bu safhada insan için farklı bir göz açılır ve bu göz ile değişik
özellikleri idrak eder. Tıpkı kulağın renkleri kavrayamadığı, gözün sesleri
anlayamadığı ve diğer organların da aklın alanına giren konuları kavrayamadığı
gibi, akıl da nübüvvet gözünün kavradığı özellikleri kavramaktan âcizdir.
9. Felsefî Delillerin Çürüklüğü
Eğer felsefeciler bunun mümkün olmadığını düşünüyorsa; biz bunun mümkün
olduğunu, hatta varlığı konusunda kesin delili daha önce ortaya koyduk.66
66 Bu konuda ortaya konulan delil için, "Nübüvvetin Mahiyeti" konusuna
bakılmalıdır.
195
Şayet bunun mümkün olduğu kabul edilirse; bununla birlikte, aklın köşesinden
bile geçmeyen birtakım özel işlerin, hatta neredeyse aklın yalanlayacağı ve
imkânsız göreceği bazı işlerin varlığı da kabul edilmiş olur.
Meselâ, çok az miktardaki afyon insan için öldürücü bir zehirdir. Çünkü afyon,
aşırı soğukluğu nedeniyle damarlardaki kanın donmasına sebep olur.
Tabii ilimler sahasında bilgi sahibi olduğunu söyleyenler, bileşiklerdeki
(terkiplerdeki) soğutucu etkinin toprak ve su unsurlarından oluştuğunu
söylerler. Onlara göre toprak ve su soğukluk nedeni olan iki unsurdur. Şurası
kesin olarak bilinmektedir ki, onlarca kilo su ve toprak insanın iç organlarının
bu derece soğumasını, donmasını sağlayamaz.
Afyon hakkında böyle bir deneyimi olmayan tabiat âlimine bu durum haber verilmiş
olsaydı, hiç tereddüt etmeden bunun imkânsız olduğu-
nu söylerdi. Bunun imkânsızlığına delil olarak da, afyonda bulunan hava ve ateş
unsurlarının varlığını, bu unsurların da soğukluğu artırmayacağını söylerdi.
Daha sonra da şöyle devam ederdi:
"Afyonun bütünüyle su ve toprak unsurundan olduğunu varsaysak bile bu derecede
aşırı bir soğutma yapması gerekmez. Halbuki ona hava ve ateş gibi iki sıcak
unsur eklendiğine göre, bu durumda soğukluk sağlamaması daha öncelikli olarak
gerekli olur."
Bu sözleri yukarıdaki görüşün reddi için kesin delil olarak gösterirdi.
İşte felsefecilerin tabiat ve ilahiyat alanlarında ortaya koydukları deliller bu
türdendir. Onlar bütün işleri duyularının tesbit ettiği ve akıllarının
alabildiği kadarıyla değerlendirirler. Kendi anlayışıyla bağdaştıramadıklan
şeyleri de imkânsız kabul ederler.
196
197
Eğer sadık rüya herkesçe bilinen bir gerçek olmasaydı ve bir kimse, duyu
organları işlevsiz durumdayken gaybden haberdar olduğunu ileri sürseydi,
yukarıda belirttiğimiz türden akla sahip olanlar bu sözleri kesinlikle
reddederlerdi.
Bu anlayıştaki birine şöyle bir soru sorulsa:
"Buğday tanesi büyüklüğünde bir madde herhangi bir beldeye atıldı. Bu atılan şey
o beldeyi bütünüyle yiyip bitirdi, sonra da kendisini yiyip bitirdi ve ne
şehirden ne de kendisinden geriye bir iz bıraktı. Ne dersin, böyle bir şeyin şu
dünyada gerçekleşmesi mümkün müdür?"
Adam bu soruya şöyle cevap verirdi:
"Bu gerçekleşmesi imkânsız bir iş ve hurafeden ibarettir."
Halbuki burada sözünü ettiğimiz buğday tanesi büyüklüğündeki şey ateştir. Ateşin
ne olduğunu ve etkisini ömründe hiç görmemiş olan
kişiye bunlar söylendiği zaman, hemen onu reddedecektir.
İşte âhiret âleminin şaşırtıcı halleri karşısında inkarcı bir tutum
sergileyenlerin tavırları da tıpkı ateşi hiç görmemiş kimsenin tavrı gibidir.
Biz de tabiat bilimciye deriz ki:
"Sen, dünyada geçerli olan akıl ölçülerine uymayan bir soğutma özelliğinin
afyonda bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldın.
O halde, şeriatın emrettiği hareketlerin kalbi arıtıp tedavi etme hususunda akıl
tarafından kavranamayan, daha doğrusu ancak nübüvvet nuru ile görülebilecek
birtakım özellikler bulunduğunu neden kabul etmiyorsun?"
Oysa onlar, bu söylediklerimizden çok daha şaşırtıcı olan özellikleri kabul
etmişler ve kitaplarına almışlardır. Bu şaşırtıcı özelliklerden biri, doğumda
zorluk çeken kadının kolay doğum
198
199
Sİp:
yapabilmesini sağlamak için gösterdikleri şu iki şekildir:
4 9 2
3 5 7 j
8 1 6 c ı j
Buna göre yukarıdaki iki şekil, su değmemiş iki bez parçasına çizilir. Hamile
kadın buna gözlerini dikerek bakar. Sonra bu bez parçası kadının ayakları altına
konulur. Bu durumda anne karnındaki çocuk o anda harekete geçer ve doğum çabucak
gerçekleşir. Felsefeciler bunun mümkün olduğunu kabul etmiş ve Acâibü'l-Havâs
adlı kitaplarında bunu belirtmişlerdir.
Bu şekil dokuz hücreli bir karedir ve her hücrede belli bir rakam vardır. Bu
karedeki satırlar ister soldan sağa, ister yukarıdan aşağıya, isterse köşeden
köşeye toplansın; her satı-
200
rın toplamı sonuç olarak on beş rakamını vermektedir.
Şuna şaşmamak mümkün değil! Bir kimse bunları tasdik ediyor, fakat aynı kişi,
sabah namazının farzının iki rek'at, öğle namazının farzının dört rek'at ve
akşamın üç rek'at olmasındaki hikmetin akılla kavranamayacağmı neden
anlamıyor?...
Halbuki değişik vakitlerde namaz rek'atları-nın farklı olmasının hikmeti, ancak
nübüvvet nuru ile bilinebilecek özelliklerdendir.
Şuna da şaşarım: Değişik vakitlerdeki namazların farklı rek'atlarda olmasıyla
ilgili sözlerimizi, müneccimlerin (astrologların) sözleri ile değiştirsek ve
onların gerekçelerini kullanarak şöyle bir soru sorsak:
"Güneşin doğuda yahut gökyüzünün ortasında ya da batı yönünde olması, kişinin
talihi üzerinde farklı etkiler yapmaz mı?"
201
O zaman farklı vakitlerin değişik hikmetleri olabileceğini akılları kavrar.
Hatta o astrologlar daha da ileri giderek, yıldızların hareketlerinin tedavi
yöntemlerinde tesiri, insanların ömürleri ve ecelleri üzerinde farklı etkileri
olduğunu ileri sürerler.
Halbuki güneşin gökyüzünün ortasında olması ile zeval vaktinde olması arasında,
doğuda olması ile batıda olması arasında aslında hiçbir fark yoktur. Öyleyse
astrologların sözlerini tasdik etmesi için felsefecilerin bir gerekçeleri
olabilir mi?
Onların tek gerekçeleri bunları müneccimlerin söylemiş olmalarıdır. Oysa o
müneccimin sözlerinin yalan çıktığını belki de yüzlerce defa tecrübe etmiştir.
Ama buna rağmen yine de müneccimin sözlerini onaylamaya devam eder.
Onların sözlerine öylesine bağlıdır ki, o müneccimlerden birinin kendilerine
şöyle bir söz söylediğini düşünelim:
"Güneş gökyüzünün ortasında bulunur, falanca gezegen güneşe dönük olur ve senin
talihin de falanca burca dönük olursa, bu vakitte yeni bir elbise giyersen onun
içinde öldürülürsün."
Bu durumda söylenen o vakitte kesinlikle yeni bir elbise giymez. Belki de o
sırada o yeni elbiseyi giymeye fazlasıyla ihtiyaç duyduğu şiddetli soğuğun
etkisi altında, belki de bu söz defalarca yalancı çıktığını bildiği bir
müneccime aittir.
Ah, keşke şunu anlayabilseydim! Şu tartışılmaz doğruları kabule aklı yatan ve
bilinmesi ancak bazı peygamberlerin mucizeleri ile gerçekleşen bu özel bilgileri
itiraf etmek zorunda kalan kişi; yine mucizelerle desteklenmiş, doğru sözlü ve
asla yalan söylediği görülmemiş bir peygamberin söylediklerini nasıl oluyor da
inkâr edebiliyor?...
202
203
Bir felsefeci, namazın rek'atları ve hacda şeytan taşlama sırasındaki taşların
sayılarının farklı oluşu, hac ve diğer ibadetlerdeki rükünlerin farklı sayılarda
olmasının bir hikmeti bulunduğunu inkâr edecek olursa, biz de ona deriz ki;
bunların sayı ve rükünlerinin farklı olmasının hikmeti ile ilâçların ve
yıldızların özelliklerinin farklı olması arasında temelde bir fark yoktur. Bu
durum karşısında bir felsefeci şöyle diyebilir:
"Yıldızlar ve tıpta kullanılan ilâçlarla ilgili özelliklerden bir kısmını kendim
denedim ve bunlardan bazılarının doğru olduklarını tesbit ettim. Bu yüzden
içimde bunları kabul etme eğilimi belirdi. Bunların imkânsızlığı ve olumsuzluğu
hakkındaki düşünceler zihnimden kayboldu.
Fakat senin şu söylediklerine gelince, ben bunları denemiş değilim.
Söylediklerinin mümkün olduğunu kabul etsem bile, bunların varlıklarını ve doğru
olduklarını nasıl tesbit edebilirim?..."
204
Bu kimseye şöyle cevap veririz:
"Sen, tasdik edeceğin şeyleri sadece ken- ¦ di deneyiminden geçirmekle
sınırlayamaz-sın. Nitekim, deneyim sahibi pek çok kimseden bilgiler duymakta ve
onlara uyarak verdikleri bilgileri kabul etmektesin. Öyleyse peygamberin
sözlerine de kulak vermelisin. Çünkü o peygamberler, şeri-. atın emrettiği bütün
hususlardaki hakikatleri tecrübe ve müşahede ile öğrenmişlerdir. Sen de onların
tuttuğu yola koyulur-san, bu hakikatlerden bazılarını sen de müşahede yoluyla
idrak edebilirsin."
Ben bu noktada şunu da söylemek isterim:
"Bu hakikatleri her ne kadar kendin tecrübe etmemiş olsan da; aklın, kesin
olarak bunları doğrulamanı ve bunlara uymanı gerektirir.
Örnek olarak, ergenlik çağına ulaşmış ve aklı başında bir genci ele alalım. Bu
kim-
205
senin başından o zamana kadar hiçbir hastalık tecrübesi geçmemiştir ve günün
birinde hastalanır.
Bu delikanlının, çok müşfik ve tıp sahasında uzman bir babası bulunmaktadır.
Aklı erdiği andan beri, babasının doktorluktaki uzmanlığını görmekte ve
bilmektedir. Babası bu delikanlıya kendi elleriyle bir ilâç hazırlasa ve dese
ki:
Bu ilâç senin hastalığın için uygundur, yakalandığın hastalıktan seni kurtarır."
Şimdi bu durumda, o delikanlının aklı nasıl davranmasını gerektirir? Eğer
hazırlanan ilâcın tadı acı ve kokusu da tiksindirici ise, bu durumda delikanlı
ilâcı kullanmak ister mi? Yoksa doktor babasının söylediklerini yalanlayarak
şöyle mi der:
"Ben bu ilâç ile hastalığımdan sağlığıma nasıl kavuşacağımı anlayamıyorum, ben
daha önce bunu hiç denemedim."
206
Eğer delikanlı böyle söyleyecek olursa, hiç tereddüt etmeden onun bir aptal
olduğunu söylersin. İşte, sen de şayet peygamberlerin verdiği bilgileri
tereddütle karşılar ve duraksarsan, tıpkı yukarıdaki örnekte olduğu gibi,
basiret sahibi kimseler de senin ahmak olduğuna hükmeder ve bunu tasdik ederler.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir:
"Pekâlâ bizler, peygamberlerin müşfik ve manevî hastalıklar alanında uzman
olduklarını nereden bileceğiz?"
Buna şöyle cevap veririz:
"Söyle bakalım; babanın sana karşı şefkati duyu organları ile hissedilebilecek
bir nesne olmadığı halde, babanın sana karşı şefkatini ne ile biliyorsun?
Sen babanın şefkatini duyu organlarınla değil, sana karşı davranışındaki
incelikten öğrendin. Seninle ilgili hareket noktaları ve
207
hedefleri konusundaki tavırlarından sağladığın delillerle, tartışma ve şüphe
götürmeyecek zorunlu bir bilgi ile, babanın şefkatli olduğunu anladın.
Bu durumda, Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v) mübarek sözlerine bakan, ondan bize
ulaşan bilgileri inceleyen kişi; Peygamber Efendimiz'in, insanları doğru yola
eriştirmek için gösterdiği ihtimamı; insanların ahlâkını güzelleştirmek ve
dargınların arasını düzeltmek için halka karşı sergilediği her türlü yumuşak ve
nazik tavırları; kısacası Resûlullah Efendimiz'in, hem dünya hem de âhiret
saadetini kazanmanın biricik yolu olarak getirdiği esasları inceleyen kişi,
zorunlu olarak şu kesin bilgiyi elde eder: Resûlullah'ın (s.a.v) ümmetine karşı
şefkati, nazik bir babanın evlâdına gösterdiği şefkatten kat kat üstündür.
Bunun yanında, yine Peygamber Efendimiz'in şaşırtıcı davranışları; onun diliyle
208
Kur'ân-ı Kerîm'in haber verdiği ve ayrıca kendisinin gelecekle ilgili olarak
söyleyip de söylendiği gibi çıkan şaşırtıcı gayb haberlerini inceleyen kimse de,
Resûlullah'ın (s.a.v) akıl ötesi bir safhaya ulaştığını zorunlu bir bilgi ile
kavrar.
Bu safhada kendisi için başka bir göz açılmıştır. Bu göz ile, ancak Allah'ın
seçkin kullarının idrak edebilecekleri gayb bilgilerini ve akıl yoluyla
kavranamayan işleri idrak etmiştir, işte bu yol, Resûlullah'ı (s.a.v) tasdik
etmekle zorunlu olarak elde edilecek gayb haberlerini öğrenmenin yoludur.
Bunları kendi şahsında dene, Kur'ân-ı Kerîm üzerinde iyice düşün, hadis-i
şerifleri derinlemesine araştır... Bunların gözle görülebilen gerçekler olduğunu
anlarsın."
Felsefecilere özenenler için bu kadar uyarı yeter. Zamanımızda bunların
açıklanmasına çok fazla ihtiyaç duyulduğu için anlattım.
209
10. Âlimlerin Kötü Tutumlarını Tedavi Yolu
Şimdi, halk arasında yaygın olan iman zayıflığının sebeplerinden dördüncüsünü
ele alalım. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu dördüncüsü, âlimlerin kötü
tutumlarından kaynaklanmaktaydı. Bu hastalık şu üç yolla tedavi edilebilir:
Birinci Yol:
Kendi yanlış tutumlarına âlimlerin yanlış davranışlarını gerekçe gösterenlere
şöyle denilebilir:
"Haram olduğunu bildiği halde haram yediğini ileri sürdüğün âlimin durumu, tıpkı
senin içki, domuz eti ve faizin haramlığım bilmen, hatta dedikodu yapmanın,
yalan söylemenin ve söz taşımanın da haram olduğunu bilmen gibidir. Sen de bütün
bunların haram olduğunu biliyor ve buna rağmen yapıyorsun.
210
Fakat sen bütün bunları günah olduğuna inanmadığın, için değil, nefsinin
arzularına yenik düştüğün için işliyorsun. Senin nefsinin arzuları olduğu gibi
onların da nefislerinin arzuları var, sen nefsine yenik düştüğün gibi onlar da
nefislerine yenik düşebilir.
Onların senden farkı, bunların ötesinde daha başka bazı konuları bilmeleridir.
Belli bir günahtan dolayı onları fazlasıyla ayıplamak uygun düşmez. Çünkü tıp
ilminin doğru ve yararlı olduğuna inanan çoğu kimse, doktorun kendilerine
yasaklamasına rağmen meyve ve soğuk suya karşı sabır gösteremez.
Bu durum, yaptıklarının kendilerine zarar vermediği anlamına gelmez. Yahut tıp
ilminin verdiği bilgilere inanmadıklarına işaret etmez. İşte, bildikleri ile
ters düşecek şekilde uygunsuz davranış sergileyen âlimlerin davranışlarının
izahı budur."
211
İkinci Yol:
İlimden yoksun olup halkın içindeki sıradan kişiye şöyle denilebilir:
"Senin şunu bilmen gerekir; âlim olan kişi ilmini, kendisi için âhiret sermayesi
kabul etmektedir. Sahip olduğu ilmin âhirette kendisini kurtaracağını, kendisine
şefaatçi olacağını ve ilminin fazileti ile ameldeki eksikliklerine karşı
müsamaha ile yumuşak davranılacağını düşünmektedir.
Gerçi ilmin, kendisinin aleyhine daha güçlü bir delil olduğu söylenebileceği
gibi, derecesinin yükselmesini sağlayacak bir delil olduğu da söylenebilir.
Bunların her ikisini de söylemek mümkün.
Âlim ameli terkettiği takdirde, ortaya sürebileceği bir ilmi vardır. Fakat sana
gelince, ey bilgisiz kişi, sen âlime bakarak ilimden bir nasibin bulunmadığı
halde ameli terke-dersen, kötü davranışların sebebiyle helak olursun ve kendine
bir şefaatçi de bulamazsın..."
Üçüncü Yol:
Bu hastalığı gidermenin gerçek yolu bu üçüncü yoldur.
Gerçek âlimler ancak hata ve yanılma ile günah işlerler. Günahları işlemekte
asla ısrar etmezler. Çünkü gerçek ilim, günahın kişi için öldürücü bir zehir
olduğunu ve âhiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu öğretir. Bu gerçeği öğrenen
kişi, daha hayırlı olanı (âhireti) ondan değersiz olan (dünya) karşısında
satmaz. Fakat bu ilim, çoğu insanların yaptığı gibi çeşitli ilimlerle meşgul
olmakla elde edilmez. Zira bu şekilde elde edilen ilim, onların Allah'a karşı
günah işleme hususunda cüretini artırmaktan başka bir işe yaramaz.
Halbuki gerçek ilim, kişinin Allah'a karşı saygısını, korkusunu ve ümidini
artırır. O zaman bu bilgi, kişi ile günahları arasında bir engel ve perde
oluşturur.
212
Fakat insanoğlunun yakasını kurtarması mümkün olmayan günahlarla, zaman zaman
ayak sürçmesi sonucu işlenen günahları bunun dışında tutmak gerekir. Bu durumda
işlenen günahlar imanın zayıflığını gösteren bir delil olmaz.
Yani mümin kişi, çeşitli belâlarla sınavlardan geçen ve tövbe eden kişidir.
Mümin, günahlarda ısrar etmekten ve kendini sürekli günah içinde yüzmekten uzak
tutar.
Felsefe ve Bâtınîlik yolunun kötülüğü ve tehlikeleri ile bunları reddetme
konusunda yanlış yol tutarak karşı çıkanların tehlikeleri hakkında söylemek
istediklerim bunlardan ibarettir.
Ey yüce Allahım! Senden şunları niyaz ediyoruz: Bizleri sevdiğin, hak olanı
gösterdiğin ve hidayete erdirdiğin kimselerden kıl! Zikrini ilham edip ismini
hiç unutturmadığın kimselerden eyle! Bizleri nefislerimizin şerrinden koru!
Senin rızan dışında hiçbir şeyi tercih etme fırsatını
213
verme nefsimize! Bizleri, kendin için seçtiğin ve senden başkasına ibadet
etmeyen ih-lâslı kullardan eyle! Âmin.
Efendimiz Muhammed Mustafa'ya, ailesine ve ashabına salât ve selâm olsun!
215 son