[Risâletü'l-ledünniyye]
Tercüme: Serkan Özburun - Yûsuf Özkan Özburun
Semerkand Yayıncılık
İÇİNDEKİLER
İmam Gazâlî
Önsöz Niyetine Birkaç Söz
Mukaddime
İlmin üstünlüğü
Nefis ve İnsan Ruhu
İlmin Kısımları
1.Şeri İlimler
2.Aklî İlimler
Tasavvuf İlmi
İlim Tahsilinin Yolları
İnsanî Öğrenim
Rabbânî Öğrenim
a.Vahiyle Öğrenim
b.İlhamla Öğrenim
İlim Tahsilinde Ruhların
Mertebeleri
Ledünni İlmin Hakikati ve Luzümü
İMAM GAZÂLİ
İslâm âleminin en büyük âlimlerinden olan Gazâlî 450 (1058) yılında İran'ın
Horasan yöresinin Tûs şehrinde doğmuştur. İlk tahsil hayatına Tûs'ta başlamış,
ilk fıkıh bilgilerini burada hocası Ahmed b. Muhammed er-Râzkâ-nî'den almıştır.
Daha sonra Cürcân'a ve oradan da tahsilini ilerletmek için Nîşâbur'a gitmiştir.
Nîşâbur'da zamanın âlimlerinden İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'den ders almıştır.
Buradaki tahsilini de tamamladıktan sonra ilmî noktada temayüz eden Gazâlî, ünlü
vezir Nizâmülmülk'ün yanına gidip bir müddet kaldıktan sonra 484'te (1091)
Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nin baş müderrisliğine tayin edilmiştir.
Burada gerek Selçuklu devlet büyüklerinin ve gerekse genel halk kitlelerinin
teveccühüne mazhar olan Gazâlî, geniş şöhretine ve maddî imkânlara rağmen bu
halinden derin bir rahatsızlıkla ve ruh haleti üzerinde meydana gelen
dalgalanmalarla derslerini bıraktı, talebelerle ilişiğini kesti. Elde ettiği
bilgiler ve dünyevî makamlar kendi ruhunun ve kalbinin açlığını doyurmaya
yetmedi.
Kendi ifadelerinden öğrendiğimize göre Bağdat'taki bu dört yıllık müderrislik
hayatından sonra Şam, Kudüs, Mekke, Medine ve Tûs'ta geçen on bir senelik bir
inziva hayatı vardır ki Gazâlî'yi Gazâlî yapan da asıl bu yıllardır.
499 (1106) yılında Nîşâbur'da tekrar tedris hayatına başladı. Bu ikinci tedris
dönemi de uzun sürmedi. Tûs'ta evinin yanına bir medrese ve bir tekke yaptırdı.
505 (1111) yılında vefat edinceye kadar hakikat ilimlerinin öğrenim ve
öğretimiyle uğraştı. Geriye bir insan ömrüne sığması güç sayıda pek çok eser
bıraktı ve yüzyıllardır manevî irşadını devam ettirip bütün İslâm âleminin
muhabbet ve duasına nail oldu. Bu sebeple "Hüccettü'l-İslâm" namına lâyık
görüldü.
Ruhu şad olsun!...
ÖNSÖZ NİYETİNE BİRKAÇ SÖZ
Sevgili Okuyucularımız!
Önsöz niyetine kaleme alınan ve sizin dikkatinize sunulan bu yazı, etraflıca
düşünüldüğü ve uzunca yazılması tasarlandığı halde buna muvaffak olunamamıştır.
Hem içinde bulunduğumuz zaman ve zeminin, hem de hâlet-i ruhiyemizin bu türden
meseleleri (ilm-i ledün, tev-hid vb.) ifade etmeye müsait olmayışı bir sebep
olarak gösterilebilir. Bununla birlikte bu kadar önemli ve yanlış anlaşılması
(ya da hiç anlaşılmaması) sebebiyle kimi zaman istismara mâruz kalan bu önemli
konulara dair hiçbir şey yazmamak bizim için doğru olmazdı.
Kısaca söylemek gerekirse, üzerinde bir süredir düşünme ve notlar alma ihtiyacı
duyduğumuz bir konuda şahsî kanaatlerimizin bir kısmını yine de sizinle
paylaşmadan edemedik. Belki bizim başaramadığımızı siz başarırsınız, bizde
uyanmayan hakikatler sizde uyanır diye, elinizdeki kitabın konularının ruhuna
dair birkaç hususu kısaca, birer anekdot şeklinde sunuyoruz.
Özel anlamıyla değil de genel anlamıyla "ledün ilmi" hayatımızın her safhasında
ve her anında hal, harekât, düşünüş vb. gibi bütün insanî durumlarımızı içine
almaktadır. Hava, ışık veya su gibi aslında her yere, her şeye sirayet etmiş
durumdadır. Çünkü "âlem-i şehâdefte her şey "âlem-i gayb" ile irtibatlıdır ve
âlem-i şehâdet, âlem-i gayb tarafından (her şeyle her şeyde) çepeçevre
kuşatılmıştır.
İnsan içinde bulunduğu sebepler âleminde, bazı vesile ve vasıtalar ile çeşitli
ilimlerden bir
10
derece elde edebilir. Bu ilimler, kulun talep derecesine ve tercihine göre
farklı olur; ama sonuçta bütün elde edilenlerin "marifet" (Allah'ı eşyanın
şehâdetiyle tanıma), "hakikat", "nur" ve "hikmet" haline dönüşüp insanda kalbî
ve ruhî bir "uyanışa" vesile oluşu ancak ikinci bir muamele ile mümkün
olmaktadır. Bu da akıldan kalbe bir köprü atıp bütün bilgi, doküman, malûmat ve
verileri eritmek, şeffaflaştırmak; yakmak... Ve böylece hikmet ve marifet
nimetine mazhar kılınmaktır. İşte ilm-i bâtın, ilm-i gayb, ilm-i ledün şeklinde
tabir edilen hakikati -kanaatimizce- bu meyanda düşünmek daha isabetli
olacaktır.
İlm-i ledün denilen bu gizli ilmi, sırlı hakikati akılla kavrayamamak aslında
"kesb-vehb" meselesini anlayamamak ve ikisini birbirinden tamamen ayırmakla
ilgilidir.
11
Kesb, kulun kazancıdır; vehb ise, yüce Allah'ın ihsanıdır.
Aslında her "kesb" aynı zamanda "vehb"dir. Her şey sebepler dairesinden
bakıldığında "kesb", ama itikad ve kudret dairesinden bakıldığında "vehb"dir.
Her şey bize sonsuz ikram ve ihsan sahibi yüce yaratıcı tarafından
verilmektedir. Kesbin içinde vehbi görememek, ilmin, sebep-sonuç zinciri içinde
kalınarak, sadece sınırlı şartlar içinde elde edilen bir bilgi ve kültür
yığınından ibaret olduğu düşüncesini uyandırır ki, bu, yanlıştır.
Bu anlayış, insanın mahiyetinin ne kadar geniş ve engin olduğunu anlayamayıp
insanı sadece bir "akıl varlığı" olarak görmekten kaynaklanmaktadır. Zaten aklı
kalpten kopuk bir vaziyette kendi başına ve kendine ait olarak düşünmek de başlı
başına bir fecaat arzetmek-tedir.
12
Halbuki insan kalp, ruh, akıl, hayal, sır vb. gibi ve daha pek çok manevî âza ve
latife denilen ince, hassas cevher ve hislerden mürek-keb bir mahlûktur.
Buna göre ilm-i ledün; yüce Allah tarafından ruha ilka edilen bir nurdur, kalbe
atılan özel bir ilimdir, sırra emanet edilen ilâhî bir emanettir diyebiliriz.
İlm-i ledün için kula verilen cüz'î iradenin sarfedilmesi, belli sebeplere
yapışılması, onu almaya bir derece hazırlık yapılması lâzımdır; ancak işin aslı
kulun kesbi değil, yüce Allah'ın tercihi ve ihsanıdır. Çünkü o, herkese
verilmez.
Pratik hayatımızdaki iş, faaliyet ve düşüncelerimizi hep alıştığımız bir
sebep-sonuç zinciri içinde ve maddî şartlarda değerlendiriyor, olaylara ve
kâinata tek gözle bakıyor; biz biliyor, biz yapıyor, biz çalışıyor, biz
kazanıyoruz zannederek ciddi bir hataya düşüyoruz. Sadece kendi
13
ürettiklerimizi dikkate alıp, bunun dışında "ilm-i iman", "ilm-i tevhîd",
"marifet", "muhabbet", "ilham", "feraset" gibi manevî ilimlerin olabileceğini
hiç mi hiç düşünmüyoruz.
Önce pratik hayatımız ve içinde müşahede edilenler (cüz'iyyat) Allah'tan
koparılıp (hâşâ!) sebeplere isnat ediliyor. Bunun dolaylı bir tezahürü olarak da
ilmi sadece fıkıh, tefsir, kelâm, fizik, kimya, biyoloji kitaplarında
yazılanlardan ibaret sayabiliyoruz. Halbuki gerçek ilim, insan ruhunun eşyanın
hakikatlerini bilmesidir. Hakiki ilim eşyanın mülkünü değil, melekûtunu
bilmektir.
İmam Gazâlî (rah), er-Risâletü'l-Ledünniyye'sinin daha ilk cümlelerinde aslında
ilm-i le-dünnün (dolayısıyla iman, yakîn ve tevhid ilminin) elde edilme şekline
ve gerekli şartlarına şu sözleriyle dikkat çeker:
14
"Hamd, seçilmiş kullarının kalplerini velayet nuruyla süsleyen, onların
nefislerini en güzel ilâhî yardımlarıyla terbiye eden, irfan sahibi âlimlere
dirayet anahtarlarıyla tevhid kapısını açan Allah'a mahsustur."
Burada, "seçilmiş kullarının kalplerini velayet nuruyla süsleyen" demekle; hem
kalplerin ancak iman, takva ve amel-i salih esasına dayanan, "velayet nuruyla"
süsleneceğini, hem kalbin velayet nuruyla süslenmesinin ancak Allah Teâlâ'yı
tanımaya bağlı olduğunu söylemektedir.
Ayrıca "dostlarının kalplerini süsleyen" ibaresinde kalbin süslenmesi, manevî
güzellik, ilim ve hikmet ile donatılmasının ancak yüce Allah'a ait bir iş
olduğu, bunun kulun çabasıyla değil, Allah'ın özel lütuf ve ihsanı ile olduğu
ortaya konmaktadır.
Bu işte insana düşen vazife, bu ilâhî ikramı almaya kalbini hazırlaması, bunun
için gerekli
15
çalışmaları yapmasıdır. Bunun en güzel yolu; kulun sürekli bir acz, fakr, şefkat
ve tefekkür şuuruyla nefsinin terbiyesine çalışmasıdır. Kula düşen, irade
gösterip, sebeplere sarılıp dergâh-ı ilâhiyyeye yönelip dili, gönlü ve hali ile
yüce rabbine yalvarmasıdır.
Devamında, "...özel ilâhî yardımı ile onların nefislerini terbiye eden"
ifadesiyle, nefislerin terbiyesinin ancak yüce Allah'ın yardımı ile mümkün
olduğunu, hidayet, manevî temizlik, terbiye ve terakkinin temelini bu ilâhî
desteğin oluşturduğuna dikkat çekmektedir.
"...İrfan sahibi âlimlere dirayet anahtarlarıyla tevhid kapısının açılması" iki
temel şarta bağlanmaktadır. Birincisi, "irfan sahibi âlim olmak" (sadece âlim
olmak değil); ikincisi ise "dirayet anahtarlarını" kullanmaktır.
"irfan sahibi âlim" olmak, akıl ile kalbi birleştirmekle mümkündür, ilim akılla,
irfan kalple öğrenilir. İlim bilmek, irfan tanımaktır. İlim tarif
16
etmek, irfan bizzat tatmaktır. İlim anlayış, irfan aşk ister. Aslında ikisi de
birbirini destekler; çünkü ikisinin de kaynağı birdir; hedefleri de aynıdır. Bu
kâinatta her şey, Allah'tan gelmiştir; Allah'a götürür. Tabii onun dilini
anlayıp peşine düşene!
Dirayet, ayrı bir sanattır. Dirayet, feraset ister. Feraset, işin iç yüzüne
bakmak, hakikatine nüfuz etmek, saklı şeyleri görmek, gördüğünü anlamak,
anladığını kavramak, kavradığını yaşamak ve yaşayarak gerçeğe ulaşmaktır. Bunun
sonucu, hakikate hayran kalmak, Hakk'ın muhabbetine dalmak, bu aşk ile yeni bir
can bulup kâmil insan olmaktır. Vesselam...
Yûsuf Özkan ÖZBURUN
MUKADDİME
Hamd, has kullarının kalplerini velayet nuruyla süsleyen, güzel inayetiyle
onların ruhlarını terbiye eden, irfan sahibi âlimlere dirayet anahtarlarıyla
tevhid kapısını açan Allah'a mahsustur.
Salât ve selâm, hak yolun davetçisi, ilâhî ahkâmın bekçisi, ümmetine hidayeti
gösteren, bütün resullerin efendisi, efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.v), onun âl
ve ashabının üzerine olsun!...
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, dostlarımdan biri bana ledün ilmini inkâr eden bir
bilginden bahsetti. Bu ilim ki, güzide mutasavvıflar ona itimat ederler, bu ilmi
diğer ilimlerden daha üstün görürler. Bu ilmin peyderpey öğrenilmiş, çalışarak
elde edilmiş kesbî ilimlerden daha güvenilir, daha sağlam ve kuvvetli olduğunu
söylerler.
19
Bu bilgin şöyle diyormuş: "Mutasavvıfların ledün ilmini bir türlü anlayamıyorum.
Dünyada bir tek kişinin dahi çalışma ve öğrenme olmaksızın düşünce ve kalbî
idraki ile hakiki ilimden bahsedebileceğini zannetmiyorum!"
Dostuma dedim ki:
"Bu adam ilim tahsilinin yollarını anlamamış, insan ruhunun mahiyetini,
vasıflarını, gaybî işaretleri ve melekûtî ilimleri nasıl aldığını idrak
etmemiştir."
Dostum da bana dedi ki:
"Evet, bu adam; 'İlim yalnız fıkıh, tefsir ve kelâmdan ibarettir. Bunların
ötesinde başka bir ilim yoktur. Bu ilimler de çalışıp öğrenmeden dinde
derinleşme olmaksızın elde edilemez' diyor" dedi.
Ona dedim ki:
"Peki, öyleyse tefsir ilmi nasıl öğrenilecek? Kur'ân-ı Kerîm her şeyi kuşatan
derin bir okyanustur. Onun bütün mânaları ve tefsirinin hakikatleri halk
arasında şöhret bulmuş kitaplarda
20
yazılı değildir. Bilakis tefsir ilmi bu iddia sahibinin bildiklerinden
başkadır." Dostum dedi ki:
"Bu adam, halk arasında meşhur olmuş Kuşeyrî,1 Sa'lebî2 ve Mâverdî'ye3 ait
tefsir kitaplarının haricindeki tefsirlere kıymet vermiyor."
Dedim ki:
"Bu adam hakikat yolundan uzaklaşmıştır. Nitekim Sülemî4, tefsirinde, diğer
tefsir kitaplarında
21
zikredilmemiş olan, muhakkiklerin sözlerinden daha tahkike dayalı olanlarını
toplamıştır. Bana öyle geliyor ki ilmi, yalnız fıkıh, kelâm ve tefsirden ibaret
sayan bu adam, ilimlerin kısımlarını, tafsilâtını, mertebelerini, hakikatlerini,
zahir ve bâtınlarını bilmiyor. Cahilin bilmediği bir şeyi inkâr etmesi
âdettendir. Bu iddia sahibi hakikat şarabını tatmamış, ledün ilmini anlamamış ki
kabul etsin. Ben zaten onun bilmediği bir şeyi taklit ve tahminle kabul etmesine
razı olmam."
Kuşeyrî (ö. 465/1072). islâm âleminin büyük mutasavvıflarından olup en mühim
eserleri Tefsîrü'l-Kuşeyrî (Letâifü'l-İşârât) ve er-Risâletü'l-Kuşeyriyye'dir.
Sa'lebî (ö. 427/1035). Nîşâbur'da doğmuş büyük bir fakih ve müfessir olup en
meşhur eserleri el-Keşf, ve'l-Beyân an Tefsîri'l-Kur'ân ve Arâisü'l-Mecâlis:
Kısasü'l-Enbiyâ'dır.
Mâverdî (ö. 450/1058). Önemli fakihlerden olup en meşhur eserleri
Tefsîrü'l-Kur'ân ve el-Ahkâmü's-Sultâ-niyye'dir.
Sülemî (ö. 412/1021). Devrinin en büyük mutasavvıflarından olup en meşhur
eserleri Hakâiku't-Tefsîr, Em-sâlü'l-Kur'ân, Kitâbü'l-Fütüvve, Âdâbü's-Sohbe ve
Ta-bakâtü 's-Sûfiyye'dir.
Dostum dedi ki:
"Ben sizin ilimlerin mertebelerini bütün yönleriyle anlatmanızı, ledün ilminin
hakikatini ortaya koymanızı, bu ilmi etraflıca açıklayıp ispat etmenizi
istiyorum."
Ben de,
"Anlatılmasını talep ettiğiniz bu ilmin izahı hakikaten güçtür, fakat hâlet-i
ruhiyemin müsaade ettiği, vaktimin elverdiği ve gücümün yettiği
22
kadar bir başlangıç yapabilirim. Lafı uzatmak istemem, çünkü sözün iyisi az ve
öz olup, çok şeye delâlet edenidir" dedim.
Azîz ve celîl olan Allah'tan tevfik ve inayet dileyerek kıymetli dostumun bu
arzusunu yerine getirdim.
İLMİN ÜSTÜNLÜĞÜ
Ey kardeşim, bilmiş ol ki ilim, nefs-i natıkanın [insan ruhu] eşyanın
hakikatlerini niteliğiyle (keyfiyet), niceliğiyle (kemiyet), cevheriyle ve
zatıyla tasavvur etmesidir. Bu, o şeyin müfred (tekil) olmasına göredir.
Âlim, eşyanın hakikatlerini kapsamlı bir şekilde kavrayan, idrak eden kimsedir.
Malûm, bilgisi akla nakşedilen şeyin kendisidir. İlmin değeri, malûmunun değeri
kadardır. Âlimin mertebesi de ilminin derecesine göredir. Şüphesiz en değerli,
en yüce, en faydalı bilgi, sâni' (yaratıcı) ve mübdi' (yoktan var eden)
23
olan Allah'ın bilgisidir. Allah'ı bilmeye "tevhid ilmi" fmârifetullahj denir. Bu
ilmin tahsili bütün akıl sahipleri için zaruri olup, Peygamber Efendimiz,
İlim tahsili kadın erkek her müslümana farzdır"5 buyurmuştur.
Ayrıca bu ilmi elde etmek için yolculuğu dahi emretmiş ve,
İlim Çin'de bile olsa gidip öğreniniz"8 buyurmuştur.
Tevhid ilmiyle donanımlı olan kimse, ilimlerin en faziletlisi olduğu için Allah
Teâlâ onları Kur'ân-ı Kerîm'de en üstün mertebede zikretmiş ve,
24
"Ondan başka ilâh olmadığına Allah, melekler ve adaletten ayrılmayan ilim
sahipleri şahitlik ettiler" 7 buyurmuştur.
7 Âl-iİmrân3/18.
Tevhid ilmi âlimleri, enbiya ve onların vârisi olan ulemâdır. Bu ilim özü ve
mahiyeti itibariyle değerli, mükemmel olup diğer ilimlere olumsuz ve dışlayıcı
bir nazarla bakmaz. Astronomi, astroloji vb. ilimler [fizik, kimya] tevhid
ilminin tahsili, için bir ön hazırlık (evveliyyât) hükmündedir. Bu ön bilgiler
olmaksızın tevhid ilmi tahsil edilemez. Yeri gelince zikredeceğimiz gibi, tevhid
ilminden başka ilimler de doğar.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki ilim, içeriği göz önüne alınmaksızın özü itibariyle
bizzat değerlidir. Hatta sihir ilmi bile, bâtıl olmasına rağmen, bizatihi
değerlidir.
Bu konuyu şu şekilde izah etmek mümkündür: ilim cehaletin zıddı olup, cehalet
zulmetin gereklerindendir. Zulmet ise sükûna yani atalet
25
ve durgunluğa ait bir şeydir. Sükûn da ademiyete [yokluk] yakındır. Yokluk da
dalâlet ve bâtılın bulunduğu yerdir. Cehalet adem (yokluk), ilim ise vücud
(varlık) hükmünde olduğundan; vücud ademden üstündür.
Hidayet, hak ve nur, varlık zincirinin birer halkası olduğuna göre varlık
yokluktan, ilim de cehaletten üstün olmuş olur. Çünkü, cehalet körlük ve
karanlık; ilim, basiret ve nur gibidir. Nitekim Allah Teâlâ,
"Kör ile gören, karanlıklarla aydınlık (nur) bir değildir’ 8 Fâtır 35/19-20.
âyet-i kerimesinin sırrını,
"De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" 9 Zümer39/9.
şeklinde açıklamıştır.
İlim cehaletten üstün olduğuna göre cehalet cismin, ilim ruhun vasıflarından
olmuş olur. Öyleyse ruh, cisimden üstündür.
26
Diğer bölümlerde sayacağımız gibi ilmin birçok kısmı vardır. Âlimin de,
ilimlerin tahsilinde takip edeceği değişik yollar vardır ki bunları da ileride
zikredeceğiz.
Ey kardeşim, ilmin üstünlüğünü açıkladıktan sonra senin ilimlerin mahalli,
karargâhı ve korunduğu levha olan insan ruhunu bilmen gerekir. Zira cisim, ilim
için bir mahal değildir. Çünkü, cisimler sınırlı olup, yazı ve nakışların dahi
az bir kısmını taşıyabilir.
Ruh ise bütün ilimleri hiçbir engel tanımaksızın, kolay bir şekilde koruma ve
taşıyabilme kabiliyetine sahiptir. Şimdi ruhu kısaca açıklamaya çalışacağız.
NEFİS VE İNSAN RUHU
Ey kardeşim, bilmiş ol ki Allah Teâlâ insanı iki muhtelif şeyden yaratmıştır.
Birincisi cisimdir ki bu zulmânî, kesif [katı, donuk, yoğunluğu bulunan],
sonradan meydana
27
gelen ve bozulmayla yüzyüze olan, organik ve kimyasal bileşiklerden oluşan ve de
varlığının devamını haricî faktörler olmaksızın sağlayamayan mürekkeb bir
yapıdır.
Diğeri ise, münîr [aydın], idrak eden, fail, muharrik fhareket ettiren],
müessir, cisim ve organları tamamlayan müfred (tekil) bir cevher olan ruhtur.
Allah Teâlâ cesedi besin maddelerinden meydana getirdi ve kanın molekülleri ile
büyüttü. Bu binanın temelini kurdu, direklerini dikti, etrafını sınırladı ve
kendi emrinden mükemmel ruh cevherini onda ortaya çıkardı.
Bu ruhla, gıdaya ihtiyaç duyan, şehveti ve gazabı harekete geçiren, kalpte
bulunan ve vücudun bütün azalarına duygu ve hareket dağıtarak hayatın devamını
sağlayan kuvveti kastetmiyorum. Çünkü, vasıflarını saydığım bu ruha "hayvanî
ruh" denir ki, his, hareket, şehvet ve gazap kuvvetleri onun askerlerindendir.
Gıda isteyen, tasarrufa sahip, karaciğerde bulunan kuvvete ise "tabii ruh"
denir. Sindirim ve boşaltım bunun emrindedir.
Şekillendirme, üreme, büyüme (gelişme) ve tabii kuvvetlerin hepsi bedenin
hizmetindedirler. Beden de hayvani ruhun hizmetindedir. Çünkü beden, kuvvetini
hayvanî ruhtan almakta, onun hareket vermesiyle iş görmektedir.
Ben tek başına "ruh" kelimesini kullandığım zaman düşünme, hatırlama, hıfz,
tefekkür, temyiz özelliği bulunan, kalbî ve aklî idrake sahip, ilimleri kolayca
öğrenen, soyut tasavvurları kavrama kabiliyeti olan mükemmel cevheri
kastediyorum. Bu cevher diğer ruhların ve kuvvetlerin kumandanı olup, gerek
hayvanî ruh, gerek tabii ruh ve beden onun emrindedirler.
Nefs-i natıka da denen bu cevherin her meslek erbabına göre bir ismi vardır.
Hükema (filozoflar) bu cevheri "nefs-i natıka"; Kur'an, "nefs-i mutmainne" ve
"ilâhî emirle oluşan ruh";
28
mutasavvıflar "kalp" diye isimlendirmektedirler. İhtilâf isimlerdedir. Mâna tek
olup onda hiçbir ayrılık yoktur.
Nefs-i natıka canlı, faal, idrak eden bir cevherdir. Biz ne zaman yalın halde
"ruh" veya "kalp" kelimesini kullanırsak onunla bu cevheri kastederiz.
Mutasavvıflar hayvanî ruhu "nefis" olarak telakki ederler. Nefis kelimesi
şeriatta da bu mânada kullanılmıştır. Peygamberimiz,
"En azgın düşmanın nefsindir" buyurmuş; bunu,
"M yanın arasındaki nefsindir"™ sözüyle pekiştirmiş ve açıklamıştır.
O, bu kelimeyle şehvanî ve gazabî kuvvetlere işaret etmiş ve bunların kalpten
doğduğunu ifade etmiştir.
30
Ey kardeşim, isimler arasındaki farkları anladıktan sonra bilmiş ol ki, ehl-i
tahkik bu ruh cevherini muhtelif ibarelerle tarif etmektedirler ve bu meyanda
farklı görüşler serdetmektedirler.
İlm-i cedel ile meşhur olan kelâmcılar ruhu cisim olarak addederler ve, "O, bu
kesif cisme nazaran daha latif bir cisimdir" derler. Ruh ile cisim arasında
letafet ve kesafet farkı görürler. Bazıları ruhu araz sayar, bazı tabipler bu
görüşü benimser, bazıları da ruhu kan zannederler. Bu şahıslar dar görüşleri ve
kusurlu nazarlarıyla elde ettikleri bilgilerle kanaat edip, diğer ihtimalleri
araştırmadılar.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki ruh; cisim, araz ve cevher olmak üzere üç kısımdır:
Hayvanî ruh latif bir cisimdir. O, kalp fanusuna konmuş yanmakta olan bir lamba
gibidir. Kalp deyince, göğsün içinde muallak (askıda, boşlukta) bir vaziyette
duran konik (sanavberi, üçgen) şekli kastediyorum.
31
Hayat bu lambanın ışığı, kan yağı, his ve hareket nuru, şehvet harareti, gazap
dumanı, gıdaya ihtiyaç duyan ve karaciğerde bulunan kuvvet onun hizmetçisi,
bekçisi ve vekilidir.
Bütün canlılarda hayvanî ruh mevcuttur. -Şunu da ilâve edeyim ki- insanın
kendisi cisim olup, eserleri (fiil, hareket, hal ve sıfatları) arazdır.*
Hayvanî ruh, ilimleri kavramaya güç yetiremez. Bu ruh, her şeyi en güzel ve
sanatlı bir şekilde yaratan Allah'ı ve onları nasıl yarattığını idrak edemez. O,
varlığı bedenin varlığına bağlı olan bir hizmetçidir ki, bedenin ölmesiyle
birlikte ölür. Kandaki maddelerin oranı arttığı takdirde hararetin
yükselmesiyle, bu oran eksildiği takdirde ise soğuğun artmasıyla bu lamba söner.
Lambanın sönmesi, bedenin ölmesi demektir.
Araz, kendi başına var olamayıp ancak bir cevherle birlikte varlığını devam
ettiren şeydir, insan ve varlıklara ait bütün sıfatlar arazdır. Renk, hastalık,
sıhhat, soğukluk, sıcaklık, kuruluk, yaşlık, haraket, sükûnet gibi...
Yüce Allah'ın hitap ettiği ve mükellef saydığı bu ruh değildir. Çünkü karada ve
denizde yaşayan bütün hayvanlar bu ruhu taşırlar; onlar mükellef olmadıkları
gibi, dinî emirlere muhatap da değillerdir.
İnsanın mükellef ve [ilâhî hitaba] muhatap oluşu kendisine özgü, fazladan
bulunan başka bir şeyden dolayıdır ki bu da nefs-i natıkadır. Bu nefs-i natıka
şu âyetlerde zikredilmektedir:
"De ki: Ruh, rabbimin emrindendir." 11 İsrâ 17/85.
"Ey nefs-i mutmainnei Rabbini razı edecek bir halde ve sen de rabbinden razı
olacak bir vaziyette O'na dön." 12 Fecr 89/27-28.
Yüce Allah'ın "emrimden" dediği bu ruh, cisim veya araz olamaz. O, "akl-ı
evvel", "levh", "kalem" kavramları gibi duyu organlarıyla hissedilmeyen,
32
ancak akılla kavranılabilecek bir cevher, bir ziyadır.
Bize göre ruh, cevherlere ait vasıfları kabul edip bozulmayan, dağılmayan,
ölmeyen, bilakis şeriatın bildirdiği gibi bedenden ayrılan ve kıyamet günü ona
dönmeyi bekleyen bir şeydir.
Felsefî ilimlerdeki kesin deliller ve açık ispatlarla doğrulanmıştır ki "nefs-i
natıka" cisim ve araz olmayıp tam aksine sabit, daimî ve bozulmayan bir
cevherdir. Biz zikredilen delil ve ispatları yeterli gördüğümüz için başkaca
tekrara gerek görmüyoruz. Bu konuda geniş kapsamlı bilgi edinmek isteyenler
ilgili kitaplara başvurabilirler.** Biz usulümüzde sadece aklî burhanlarla
yetinmiyor; meselelere imanî bir gözle bakıyor, açık seçik hakikatlere
dayanıyoruz.
Bu konuyla ilgili açıklamalar İmam Gazâlî'nin hususan Meâricü'l-Kuds: Hakikat
Bilgisine Yükseliş (çev. Ser-kan Özburun, İstanbul 1995) adlı eserinde
mevcuttur.
34
Allah Teâlâ ruhu bazan emrine, bazan da zatına izafe ederek şöyle buyurmuştur:
"Ona kendi ruhumdan üfledim."13 "Deki:Ruh, rabbimin emrindendir."14 "Biz, ona
ruhumuzdan üfledik."15
13 Hicr 15/29.
14 isrâ 17/85.
15 Tahrîm 66/12
Allah Teâlâ cisim ve araz olup bozulan, zeval bulan, değişen şeyleri zatına
nisbet etmekten münezzehtir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) ruh hakkında şöyle buyurmuştur:
"Ruhlar, teçhiz edilip sınıflara ayrılarak sıralanmış askerler gibidir."
"Şehidlerin ruhları yeşil kuşların kursaklarındadır.'
35
Araz, cevherin yok olmasından sonra varlığını devam ettiremez, çünkü o bizatihi
kaim değildir. Malûm olduğu üzere cisim, madde ve suretle terkibi [bileşim]
kabul ettiği gibi, tahlili de [çözülme] kabul eder.
Âyetlerden, hadislerden ve aklî burhanlardan anladığımıza göre nefs-i natıka
bizatihi canlı ve mükemmel bir cevher olup imanın sağlamlığı veya bozukluğu
ondan doğar.
Tabii ruh, hayvanî ruh ve bütün bedenî kuvvetler onun askerlerindendir. Bu
cevher, mevcudatın hakikatini, malûmatın suretini onların zahiriyle ve zatıyla
meşgul olmaksızın kavrar. Nefs-i natıka şeytan ve melekleri görmeksizin onların
mahiyetini nasıl kavrıyorsa, aynı şekilde hiçbir insanı görmeksizin insanın
hakikatini bilmeye muktedirdir. Şeytan ve melek gibi varlıkların hissî olarak
bilinmesinin zorluğuna rağmen nefs-i natıka bunları görmeye ihtiyaç dahi
duymadan idrak eder.
Mutasavvıflardan bazıları, "Bedenin gözü olduğu gibi kalbin de gözü vardır.
İnsan zahirî şeyleri bedenî gözle, eşyanın hakikatini ise kal-bî gözle görür"
derler. Peygamber Efendimiz (s.a.v),
"Her kulun kalbinde iki göz vardır ki onlarla gaybı idrak eder. Allah bir kuluna
hayır murad ederse o kulun bedenî gözlerle göremediği şeyi görebilmesi için
kalbî gözlerini açar"™ buyurmuşlardır.
Nefs-i natıka bedenin ölmesiyle ölmez. Çünkü Allah Teâlâ onu kendi kapısına
çağırmakta ve ona,
"Rabbine dön"^ diye hitap etmektedir. Onun bedenden yüz çevirip ayrılmasıyla,
tabii ve hayvanî kuvvetlerin tesiriyle ortaya çıkan haller âtıl bir vaziyet
alır, hareket söner. İşte
36
ölüm denilen hadise budur. Bu sebeple mutasavvıflar tabii ve hayvanî ruha
nazaran nefs-i natıkaya daha çok itimat ederler.
Nefs-i natıka, Bârî-i Teâlâ'nın emrinden olduğu için bedende bir yabancı (garip)
gibidir. Yüzü daima aslına ve döneceği yere doğrudur. Beşerî kirlerle
kirlenmediği ve kuvvetli olduğu takdirde daha çok ilâhî kaynaktan istifade eder.
Ey kardeşim, nefs-i natıkanın bir cevher, bedenin de onun için hazırlanmış bir
mekân olduğunu öğrendin. Bedenin araz olduğunu, cevher olmaksızın mevcudiyetini
devam ettiremeyeceğini anladın. Yine bilmiş ol ki, cevher bir mahalde sürekli
bir şekilde kalmaz. Öyleyse beden ruh için daimî bir mekân değildir. Bilakis,
onun geçici bir müddet kullandığı bir alet ve merkeptir.
Ruh, bedenin cüzlerine bitişik olmadığı gibi, onlardan ayrı da değildir. Belki
bedene ilişerek onu aktif bir hale getirmiş ve feyizlendirmiştir.
38
Ruhun nurunun zahir olduğu ilk yer dimağ (beyin) olup, burası onun kendisini
gösterdiği, ona has bir karargâhtır.
Ruh, dimağın ön kısmını bekçi, ortasını vezir ve müdür, arka kısmını hazine ve
hazinedar yapmıştır. Bedenin bütün cüzlerini de kendisine yaya ve atlı asker
kılmıştır. Hayvanî ruhu hizmetçi, tabii ruhu vekil yapmış, bedeni merkep,
dünyayı meydan, hayatı meta ve mal, hareketi ticaret, ilmi kazanç, âhireti
maksat ve dönüş yeri, şeriatı yol ve kaynak, nefs-i emmâre-yi gözcü ve koruyucu,
nefs-i levvâmeyi tembih-çi, duyuları casus ve kontrolcü, dini zırh, aklı üstat,
hissi talebe kılmıştır. Bunların hepsinin ötesindeki gözetleyici âlemlerin rabbi
olan Allah'tır.
Nefs-i natıka, bu sıfatları ve aletleriyle kesif olan bedene orada kalmak için
gelmemiş, ona bitişmemiş, belki ona hafifçe ilişerek ifade kazandırmış, onun
vechini Bârî-i Teâlâ'ya yöneltmiştir. Nefs-i natıkanın belirli bir müddet
39
bedende kalıp, ona anlam vermesi ve fayda sağlaması takdir olunmuştur. O, bu
zaman zarfında, bu kısa seferinde sadece ilim tahsiliyle meşgul olur. Çünkü ilim
onun âhiretteki ziynetidir. Mal ve evlâtlar da bu dünyanın ziynetidir. 20 Kehf
18/46.
Nitekim mevcut olan her şeyin belirli bir vazifesi vardır. Göz görülebilecek
şeyleri görmekle, kulak sesleri duymakla görevlendirilmiş, dil kelimeleri
telaffuz etmeye müsait bir surette yaratılmıştır. Bunun gibi hayvanî ruh şehevî
ve gazabî lezzetleri ister; tabii ruh yeme ve içmeden hoşlanır; nefs-i natıka
ömrü boyunca ilimle meşgul olmayı arzular. Bedenden ayrılık vakti gelene kadar
ilimle bezenir. Şayet ilmin haricinde bir hal kabul ederse, onu kendisi istediği
ve sevdiği için değil, bedenin maslahatı icabı kabul eder.
Ey kardeşim, insan ruhunun hallerini, bedenin ölümünden sonra varlığını devam
ettirdiğini, ilme olan aşkını ve arzusunu öğrendikten sonra artık senin ilmin
kısımlarını bilmen gerekir.
-----
İLMİN KISIMLARI
Ey kardeşim, bilmiş ol ki ilim, şer'î yani dinî ve aklî olmak üzere ikiye
ayrılır. Fakat hakiki âlimler nazarında şer'î ilimlerin çoğu aklî, aklî
ilimlerin çoğu da şer'îdir. Eşyayı bu şekilde kavramak için nuranî bir bakış
açısına sahip olmak gerekir. Nitekim Allah Teâlâ,
"Allah bir kimseye nur vermemişse, artık onun nurdan nasibi yoktur"21 Nûr 24/40.
buyurmuştur.
1-Şer'î İlimler
Şer'î ilimler iki kısma ayrılır: a-Aslî ilimler [ilm-i usûl] b-Fer'î ilimler
[ilm-i fürû]
a. Aslî İlimler
Bunlar da üç kısma ayrılır:
1. Tevhid İlmi. Bu ilim Allah Teâlâ'nın zatını ve sıfatlarını araştırır. Ayrıca
nebîlerin sîretini, imam ve sahâbîlerin yaşantılarını inceler. Hayat,
40
ölüm, kıyamet, ölümden sonraki diriliş, haşir ve rü'yetullah gibi akaid
meselelerine açıklık getirmeye çalışır. Bu ilimle meşgul olan âlimler, önce
Kur'ân-ı Kerîm'den âyetlere, sonra sırasıyla hadislere, aklî delillere ve kıyasî
burhanlara dayanırlar.
Kelâmcılar, mutasavvıflar vb. zümreler, adî ve cedelî kıyasın öncüllerini,
cevher, araz, delil, nazar, istidlal, hüccet gibi terimleri mantıkçılardan
almışlar, fakat yerli yerinde kullanmamışlardır. Her biri bu kavramlara muhtelif
mânalar yüklemiş ve hatta "cevher" kavramı hüke-mâ nazarında farklı,
mutasavvıflar ve kelâmcılar nezdinde farklı bir şeyi ifade eder hale gelmiştir.
Bu risale ile maksadımız, zümrelere göre lafızların mânasını araştırmak olmadığı
için bu konuyu uzatmayacağız.
Tevhid ilmi ve kelâmla uğraşan âlimlere "mütekellimîn" ismi verilir. Tevhid
ilmi, kelâmî meseleleri de içerdiğinden, daha çok kelâm ilmi olarak bilinir.
2. Tefsir İlmi. Kur'ân-ı Kerîm eşyanın (var olan şeylerin) en muazzamı, en
yücesi, en azizi, en açık olanıdır. Bununla birlikte onda her aklın
kavrayamayacağı birtakım müşkül noktalar vardır ki onları ancak Allah Teâlâ'nın
"fehim" [ince kavrayış] verdiği kimseler anlayabilir. Zira Peygamber Efendimiz
(s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:
"Kur'an'ın her âyetinin bir zahiri, bir de bâtını vardır, ayrıca her bir bâtının
da yedi -veya dokuz- bâtını vardır."22
Kur'an harflerinden her birinin bir anlamı, her anlamının da işaret ettiği bir
şey vardır.
Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de bütün ilimler ile görünen görünmeyen, büyük küçük,
aklî ve hissî mevcudattan haber vererek,
42
"Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır"23 En'âm 6/59.
buyurmakta ve,
"Aklıselim olanlar O'nun âyetlerini derinlemesine düşünsünler ve ibret
alsınlar"24 Sâd 38/29.
diyerek insanları tefekkür ve tezekküre davet etmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in tefsir edilmesi zor bir iş olduğundan hiçbir müfessir tam
olarak onun hakkını verememiş, gizli sırlarını çözememiştir. Evet, bütün
müfessirler gücü yettiği, aklı erdiği, ilimlere vukufiyeti nisbetinde onu izaha
çalışmışlar, fakat hiçbiri kâmil mânada hakikati söyleyememişlerdir.
Tefsir ilmi, aslî, fer'î, şer'î ve aklî ilimlere kılavuzluk eder. Müfessir,
Kur'an'a lügat, istiare, lafızların terkibi, nahiv [gramer] kaideleri,
Araplar'ın örf ve âdetleri, ehl-i hikmetin fiilleri, mutasavvıfların sözleri
cihetinden bakmalı ki onun tefsirinin hakikatine yaklaşmış olsun. Müfessir
43
Kur'an'a tek yönden bakmakla yetinir ve bir tek ilme göre açıklama cihetine
giderse onun sırrını çözemez. O müfessire ilmî ve imanî delilleri izah etmek
gerekir.
3. Hadis İlmi.
Hz. Muhammed (s.a.v) Arap ve Acem'in en fasihidir. O, Allah Teâlâ tarafından
kendisine vahyedilen bir muallim, aklı ile ulvî ve süflî meselelerin hepsini
kavrayan, her sözü hatta her kelimesi esrar okyanuslarını ve rumuz hazinelerini
ihata eden bir zat idi. Bu sebeple ondan gelen haber ve hadislerin bilinmesi ve
izahı çok mühimdir.
Bir kişi nefsini şeriata tâbi kılıp edeplendirmeden, şeriatın ölçüleriyle
kalbindeki sapıklıkları zail etmeden Hz. Peygamberin (s.a.v) sözlerini hakkı ile
kavrayamaz.
Eğer bir kişi tefsir ilmi ve hadislerin te'vili hakkında konuşmak, sözlerinde
isabetli olmak istiyorsa, lügat ilmini tahsil etmeli, nahiv ilminde
derinleşmeli, i'rab [cümle çözümlemesi] sahasında uzman olmalı, sarf ilmine
vâkıf olmalıdır.
44
Çünkü lügat ilmi, diğer ilimlerin tahsili için bir basamak ve merdiven
mesabesinde olup, onu bilmeyen kimse başka ilimleri öğrenemez. Şüphesiz yüksek
bir yere çıkmak isteyen kimsenin önce merdiveni kurması gerekir. Demek ki ilim
tahsil etmek isteyen kişinin lugavî kaideleri bilmesi şarttır.
Lügat ilminin tahsilinde önce edatlar, sonra mücerred ve mezîd fiiller
öğrenilir. Bu ilimle meşgul olanlar Arap şiirini, özellikle de bunlardan
Câhiliye devrine ait olanları incelemelidir. Çünkü bu şiirler, insanın ufkunu
genişletmesi ve ruhunu okşamasının yanı sıra fesahat ve belagat açısından büyük
önem arzeder.
Bunlara ilâveten nahiv ilminin de öğrenilmesi lâzımdır. Çünkü lügat ilmi için
nahiv bilgisi; altın ve gümüş için mihenk taşı, felsefe için mantık, şiir için
aruz, kumaş için metre, tahıl için ölçek mesabesindedir. Malûmdur ki ölçülmeyen
bir şeyin eksik veya fazla olduğu bilinemez.
46
Lügat ilmi hadis ve tefsir ilimlerine giden bir yol, tefsir ve hadis ilimleri de
tevhid ilmine varmada birer kılavuz gibidirler. İnsanların felaha ermesi, âhiret
korkusundan kurtuluşu ancak tevhid ilmiyle mümkündür.
b. Fer'î İlimler
İlimler ya nazarî olur ya da amelî olur ki, aslî ilimlere nazarî ilimler, fer'î
ilimlere de amelî ilimler denir.
Fer'î ilimler üç kısma ayrılır:
1. Hakkullah. İnsanın Allah Teâlâ'ya karşı vazifelerinden yani ibadetlerden
bahseden ilimdir. Taharet, salât, zekât, cihad, hac, zikirler, bayram namazları,
çeşitli farzlar ve nafileler bu gruba girer.
2. Hakku'l-ibâd. İnsanın insana karşı vazifelerinden, hak ve hukuktan, örf ve
âdetlerden bahseden ilimdir. Muamele ve muâkade [sözleşme] olmak üzere iki
sahada cereyan eder.
47
Âlım-satım, ortaklık, bağış, borç verip alma, kısas ve diğer cezalar "muamelât";
nikâh, talâk, köle edinme ve azat etme, miras gibi sözleşmeler "muâkadat"
kısmına girer.
Hakkullah ve hakku'l-ibâd olarak nitelendirdiğimiz, insanın Allah'a ve insanın
insana karşı durumundan bahseden ilimlerin bu iki kısmına "fıkıh" denir. Fıkıh
herkes için gerekli, faydalı bir ilimdir.
3. Hakku'n-nefs [Ahlâk İlmi]. Ahlâk ya kötü huylardır ki bunların terkedilmesi
gerekir yahut iyi huylardır ki bunları elde etmek, ruhları bu güzel huylarla
tezyin etmek lâzımdır. İyi ve kötü huyların hepsi Allah Teâlâ'nın kitabında ve
Peygamber Efendimizin (s.a.v) hadislerinde zikredilmiş olup, iyi ahlâk sahibi
olan kimselerin cennete gireceği bildirilmiştir.25
25 "Kıyamet günü bana en sevgili ve en yakın olanınız ahlaken en güzel
olanmızdır" (bk. Tirmizî, Birr, 71).
48
2.- Aklî İlimler
Aklî ilimlerin öğrenimi güç olup bunlarda hataya düşmek mümkündür. Bunlar da üç
aşamada incelenir:
1. Riyazî ve mantıkî ilimler birinci aşamayı oluşturur.
Riyazî ilimlerden olan hesap ilmi [aritmetik] sayılarla, hendese ilmi [geometri]
şekil ve oranlarla uğraşır. Coğrafya, astronomi ve astroloji ilimleri de riyazî
ilimler kategorisine girer.
Yıldızların durumunu gözetleyerek mahlûkların talihlerine dair hükümler çıkaran
nücum ilmi ile sesleri inceleyen mûsiki ilmi de bunlara dahildir.
Mantıkî ilimler ise tasavvur ile idrak edilebi-. lir eşyanın tarifini ve genel
çerçevesini inceler, deney ve gözlemle elde edilmiş bilgileri burhan ve kıyaslar
doğrultusunda araştırır.
49
Mantık ilmi -metodolojik olarak- önce kavranılan, sonra sırasıyla konu ve
yüklemleri, önermeleri, kıyas ve kıyasın bölümlerini tetkik eder ve mantığın
gayesi olan sonuca varır.
2. Bu aşamayı tabii ilimler oluşturur. Bu ilimlerle meşgul olanlar mutlak cismin
mahiyetini, âlemi oluşturan unsurları, cevher ve arazları, hareket ve sükûnu,
gök cisimlerinin durumunu, müessir ve müteessir şeyleri inceler.
Bundan başka mevcudatın mertebelerini, ruh ve mizaçların kısımlarını, duyuların
kemiyetini, mahsusatın (hissedilenlerin) nasıl doğru anlaşılabileceğinin
keyfiyetini araştırır.
Sonra bu ilim hekimlik bilgisini, bedenlere sirayet eden hastalıkları, bu
hastalıkların tedavisini ve bu tedavide gerekli olan ilâçları araştıran tıp
ilmini incelemeye sevkeder. Ayrıca tabii ilimlerin bir kısmını da ulvî eserler
ilmi (ilm-i âsâr-ı ulviyye), madenler ilmi ve eşyanın özelliklerini tanımak
oluşturur.
Bir de kimya ilmi vardır ki içinde maraz taşıyan maddeleri ve madenlerin organik
dokusundaki boşlukları inceler.
3. Bu aşamadaki ilimler diğerlerine göre üstün bir mevkiye sahiptir. Bu ilimler
önce mevcudatı, bunların vacip ve mümkün olarak taksimini, sonra yüce
yaratıcının zâtını, sıfatlarını, fiillerini, emirlerini, hükümlerini ve bunların
ne şekilde yürüdüğünü, mevcudatın yaratılışını tetkik etmesinin yanı sıra ulvî
varlıkları, cevherleri, selîm akılları, kâmil ruhları, melek ve şeytanları
araştırır.
Ayrıca nebîlerin mucize ve kerametlerini, mukaddes ruhların hallerini, uyku ve
uyanıklık durumlarını inceler. Tılsım ve büyü de bu ilimlerin bölümlerindendir.
Tabii ilimlerin tafsilâtı ve dereceleri pek çok olup uzun izahlara ihtiyaç
vardır. Lâkin biz bunlara kısaca temas etmenin yerinde olacağını düşündük.
50
TASAVVUF İLMİ
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, aklî ilim mahiyeti itibariyle müfred (yalın) olup,
mürekkeb (bileşik, zahirle bâtının, bilgi ile amelin, akıl ile kalbin
birleştiği) ilim bundan doğar. Mürekkeb ilim tasavvuf ilmidir ki, bu ilim diğer
ilimleri ihtiva eder.
Tasavvuf ilmi, mutasavvıfların kullandığı vakt, semâ, vecd, şevk, sekr, sahv,
ispat, mahv, fakr, fena, velayet ve irade gibi hallerden ve bu ilmi tahsil eden
mürşid ve müridlerin sıfat, makam ve hallerinden bahseder.
Biz bu risale ile ilimleri ve kısımlarını özet bir şekilde saymayı murad
ettiğimiz için yapılan açıklamaları yeterli görüyoruz. Bu ilimlerden başka bir
kitabımızda bahsedeceğiz. Ayrıca konu hakkında ayrıntılı bilgiye ihtiyaç duyan
kimseler diğer kitaplara müracaat edebilirler.
İlimlerin kısım ve adetlerine dair söylediklerimizden sonra yakînen bilmiş ol ki
bu ilimlerin iyice anlaşılması için birtakım şartlar gerekir. Biz şimdi bu
şartları ve ilim tahsilinin yollarını açıklayacağız.
İLİM TAHSİLİNİN YOLLARI
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ilimler iki yolla elde edilir. Bunlardan birincisi
insanî, diğeri rabbânî öğrenimdir.
1. İnsanî Öğrenim
Bunun belli bir yolu ve mesleği vardır. Bu da iki türlü olur.
Birincisi, haricî faktörlerle yani öğrenme ile elde edilir.
Diğeri ise dahilî faktörlerle yani tefekkürle meşgul olmakla tahsil edilir.
Tefekkür ile "taallüm" [öğrenme] eşdeğer olup, taallüm bir kişinin herhangi bir
âlimden istifade etmesidir. Tefekkür ise insan ruhunun "küllî ruh "tan
istifadesidir. Küllî ruh tesir ve tâlim
52
bakımından bütün âlim ve akıllılardan çok daha üstündür.
İlimler, toprağa gömülü tohum, okyanus dibindeki mücevher ve maddedeki cevher
gibi ruhlarda kuvve halinde vardır. Taallüm, bu cevherin kuvveden fiile çıkması
için çalışmaktır. Tâlim ise onun kuvveden fiile çıkmasıdır. Bunun içindir ki
talebenin ruhu, muallimin ruhuna benzer, belli bir oranda ona yaklaşır.
Âlim, faydalandırma bakımından bir çiftçi gibidir. Talebe istifade etme
açısından toprağa, ilim ise kuvve halindeki tohuma ve her an büyüyen fidana
benzer. Talebe ilimde kemale erdiğinde meyveli bir ağaç ve okyanustan
çıkartılmış bir mücevher gibi olur.
Beden? kuvvetlerin ruha galebe çalmasıyla öğrenim süresi uzar, bu iş çok
meşakkatli bir hal alır. Eğer akıl nuru hevâ ve heveslere galip gelirse
talebenin birazcık tefekkürü dahi onu birçok öğrenim zahmetinden kurtarır. Akıl
54
nuruyla aydınlanmış ruh, âtıl (hareketsiz), tembel ruhların bir yılda
kavrayamayacağı hakikatleri bir saatlik tefekkürle elde edebilir.
Demek ki bazı insanlar ilimleri taallümle, bazıları da tefekkürle öğreniyorlar.
Fakat taallüm için de tefekkür şarttır. Çünkü insan cüz'î ve küllî şeylerin
hepsini, bütün ilimleri taallümle elde etmeye kadir değildir. Bilakis taallümle
elde ettiği bazı şeyleri tefekkürle çoğaltır. Malûmdur ki nazarî ilimlerin ve
amelî sanatların pek çoğu hükemânın keskin zekâsı ve de üstün dehasıyla, fazlaca
tâlim olmaksızın ortaya konmuştur.
İnsanlar kendisine öğretilen bilgiler ışığında haricî bilgileri kavrayamamış
olsaydı, insanoğlunun ilminin tamamlanması hayli uzar, kalplerdeki cehalet
karanlığı devam ederdi. Zira insan cüz'î ve küllî meselelerin hepsini taallümle
öğrenemez. Bilakis bunların bazısını tahsil yoluyla, bir kısmını da görgüyle
öğrenip, akıl yoluyla bunlardan çıkarımlar yapar.
55
Nitekim âlimler bu şekilde hareket etmişler ve ilmî disiplinler böylece
temellenmiştir. Meselâ bir mühendis, ömrü boyunca ihtiyaç duyacağı mesleğiyle
alâkalı bilgilerin hepsini değil, sadece genel kaideleri öğrenir, tâli
meseleleri kıyas ve tefekkürle halleder.
Keza bir tabip hastalıkların tedavi ve ilâcını bütün teferruatıyla öğrenmeyip,
hastanın mizacını göz önünde bulundurarak, genel prensiplerin ışığında hastalığı
tedavi eder.
Yine aynı şekilde müneccim nücûm ilminin umumi kaidelerini öğrenip, bu minval
üzere düşünerek yıldızlara dair muhtelif hükümler çıkarır.
Fakih ve edipler de bu yolu takip ederler. Hatta bu durum çeşitli sanatlarda
kullanılan âletlerin icadında da böyledir.
Meselâ, bir kişi bilgi hamurunu tefekkürle yoğurarak çalgılı aletlerden biri
olan udu yapmış, başka birileri bundan yola çıkarak muhtelif çalgı aletleri
geliştirmiştir.
Kısaca diyebiliriz ki bedenî ve nefsanî sanatların başlangıcı taallümle,
bunların mürekkeb (bileşik) bir hale gelmesi tefekkürle olmuştur.
Fikir kapıları ruha açıldığı zaman insan arzuladığı şeyi bilgi ve sezgi yoluyla
nasıl elde edebileceğini bilir. Binaenaleyh insanın gönlü açılır, basireti
artar. Bu nedenle fazla uğraşmaksızın ve yorulmaksızın ruhunda kuvve halinde
bulunan şeyleri fiile çıkarır.
2.- Rabbânî Öğrenim
Rabbânî öğrenim de iki kısımda incelenir:
1. Vahiyle Öğrenim. Ruh kemale erdiği zaman bazı hırs ve fâni emeller gibi
beşerî kirler yok olur. Böylece ruh yüzünü asıl menşeine yani Allah Teâlâ'ya
çevirir, bütünüyle onun cömertliğine, inayetine ve nurunun feyzine güvenir.
56
Allah Teâlâ, bu vasıfları haiz ruha inayet ve rahmetinin en güzeliyle tam olarak
yönelir. Ona ilâhî bir nazarla baktığı için onu kendisine âdeta üzerine bütün
ilimleri nakşettiği bir levha edinir. Böylece "küllî akıl" muallim, bu "kudsî
ruh" da onun talebesi olmuş olur. Bu suretle kudsî ruh hiçbir taallüm ve
tefekkür olmaksızın bütün ilimleri öğrenir. Allah Teâlâ'nın,
"Sana bilmediklerini öğretti"26 Nisa 4/113.
şeklindeki beyanı bu gerçeği doğrular mahiyettedir.
O halde nebîlerin ilmi diğer insanların ilmine nazaran daha üstündür. Çünkü
onların ilmi hiçbir vesile ve vasıta olmaksızın doğrudan doğruya Allah Teâlâ'dan
hâsıl olmuştur.
Hz. Âdem ile melekler arasındaki kıssa, meseleye açıklık getirir mahiyettedir.
Bilindiği üzere melekler ömürleri boyunca ilim öğrenmişler, birçok ilmî
hakikatleri bulmuşlar hatta mahlûkatın en âlimi, mevcudatın en arifi olmuşlardı.
58
Oysaki Hz. Âdem (a.s) hiçbir ilmi bilmiyordu. Çünkü, o âna kadar herhangi bir
muallimle karşılaşmamış, ilim tahsil etmemişti. Bu sebeple melekler büyüklük
tasladılar, gururlanıp kibirlenerek,
"Biz seni hamd ile teşbih ve takdis ediyoruz'27 Bakara 2/30.
dediler. Eşyanın hakikatini bildiklerini söylediler. Âdem (a.s) ise kalbinden
bütün mükevvenatı kovmuş bir vaziyette halikın kapısını çaldı, ondan yardım
diledi. Allah Teâlâ da Âdem'e (a.s) bütün isimleri öğretti ve meleklere eşyayı
göstererek,
"Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana söyleyin"'28 Bakara
2/31. dedi. Bunun üzerine meleklerin Âdem'in (a.s) yanındaki dereceleri azaldı.
Melekler, ilimlerinin yetersizliğini farkettiler. Gurur tekneleri kırıldı ve acz
denizinde boğuldular. Rablerine,
59
"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim
hiçbir ilmimiz yoktur dediler."29 Allah Teâlâ da Âdem'e (a.s) hitaben,
"Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere söyle/"dedi. Âdem de (a.s) ilmin
sırlarını ve işin hakikatini onlara anlattı."30
29 Bakara 2/32. 30 Bakara 2/33.
Böylece aklıselim olanlar indinde kaynağını vahiyden alan gaybî ilmin,
kesbedilen ilimden daha efdal, daha mükemmel olduğu anlaşıldı.
Vahyî ilim nebilerin mirası, resullerin hakkıdır. Efendimiz Hz. Muhammed'den
(s.a.v) sonra vahiy kapısı kapanmış olup, bu sebeple ona "hâtemü'l-enbiyâ"
denmiştir. O, Arap ve Acem'in en fasihi, insanların en âlimidir. Bu hususla
ilgili Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:
60
"Beni rabbim terbiye etti, edebimi ne güzel
"Ben sizin içinizde Allah Teâlâyı en iyi bilen ve O'ndan en çokkorkanınızım."32
O, insanî tâlim ve taallümle meşgul olmaksızın ilimleri rabbânî öğrenimle elde
etmiş olduğundan onun ilmi en mükemmel, en kuvvetli ve en üstün idi. Allah Teâlâ
buna işaretle,
. "Ona müthiş kuvvetlere sahip olan öğretti33 Necm 53/5.
buyurmuştur.
2. İlhamla Öğrenim. İlham, küllî ruhun saflığına, kabiliyetine, istidadına göre
insan ruhunu uyarmasıdır. O vahyin kısmî bir yansımasıdır. Vahiy, gaybî hallerin
ayan beyan tezahür etmesi olup, ilham ise gaybî şeylere kapalı bir
61
tarzda işaret edilmesidir. Vahiyden hâsıl olan ilme nebevî ilim, ilhamdan hâsıl
olan ilme de ledünnî ilim denir. Ledün ilmi, gayb lambasından ışıyan latif, saf
ve cilâlı bir kalbe düşen ziya gibidir ki, Allah Teâlâ ile ruh arasında hiçbir
vasıta olmaksızın elde edilir.
Bütün ilimler "küllî ruh" tarafından malûmdur ve onda mevcuttur. "Küllî akıl",
"küllî ruh"tan daha üstün, daha mükemmel, daha kuvvetli olup Bârî-i Teâlâ'ya
daha yakın olduğu için küllî ruhun, küllî akla nisbeti, Havva'nın Âdem'e nisbeti
gibidir. Küllî ruh da sair mahlûkata nis-beten daha azîz, daha latîf ve daha
üstündür.
Bu sebeple küllî aklın feyiz saçmasıyla vahiy, küllî ruhun aydınlatmasıyla da
ilham doğar. Öyleyse vahiy enbiyanın süsü, ilham evliyanın ziynetidir. Nasıl ki
ruh akıldan, velî nebîden derece bakımından aşağı ise, ilham da vahiyden aşağı
bir mevkide yer alır. İlham vahye nisbetle zayıf, rüyaya nisbetle kuvvetlidir.
Bütün bunların
62
ışığında diyebiliriz ki gerçek ilim enbiya ve evliyanın ilmidir.
Vahiy resullere mahsus olup Âdem, Musa, İbrahim, Muhammed vb. resullere
(aleyhimüs-selâm) vahiy gönderilmiştir.
Nübüvvet ile risâlet arasında fark vardır. Nübüvvet, kudsî ruhun malûmat ve
mahlûkatın hakikatini bilebilmesidir. Risâlet ise, bu hakikatleri ehline yani
faydalanmak isteyen ve buna kabiliyeti olan insanlara tebliğ etmektir. Bazan
ruhlardan biri fevafuken bu hakikatleri elde edebilir, fakat birtakım sebep ve
özürler nedeniyle bunları tebliğ edemez.
Ledünnî ilim, Hz. Hızır'da (a.s) olduğu gibi nübüvvet ve velayet ehline
mahsustur. Allah Teâlâ bunu haber vererek,
"Ona tarafımızdan bîr ilim öğrettik"34 buyurmaktadır.
34 Kehf 18/65.
63
Emîrü'l-mü'minîn Hz. Ali b. Ebû Tâlib (r.a) şöyle demiştir:
"Dilim ağzıma konulunca kalbimde bin tane ilim kapısı açıldı. Her bir kapının da
bin tane kapısı vardı."
Yine Hz. Ali, bir başka sözünde şöyle der:
"Benim için bir minder konsa ve ben onun üzerine otursam Tevrat ehline
Tevrat'larıyla, İncil ehline İncillleriyle, Kur'an ehline Kur'an'larıyla
hükmederdim."
İşte bu öyle bir mertebedir ki ona insanî öğrenimle nail olmak mümkün değildir.
Yalnızca kendisine ledün ilmi verilenler buna erişebilir.
Yine Hz. Ali (r.a),
"Hz. Musa zamanından beri Tevrat'ın şerhinin kırk yük olduğu anlatılagelir. Eğer
Allah Teâlâ bana izin verseydi, sadece Fâtiha'nın elifinin şerhi kırk yük
olurdu" demiştir. İlimlere bu derece vukufiyet ancak ilâhî, semavî ve ledün-nî
bir yolla olabilir.
Allah Teâlâ bir kula hayır dilerse kendisi ile onun arasındaki perdeyi kaldırır.
Bu şekilde birtakım kevnî sırlar o kula aralanır ve bunların mânaları o kişinin
zihnine nakşedilir. O da bu hakikatleri, Allah'ın dilediği kullara açıklar.
Hikmetin hakikatine ledün ilmiyle ulaşılır. Bu mertebeye ermeyen insan hikmet
sahibi olamaz. Çünkü hikmet Allah vergisi olup hakkkında şöyle buyurulmuştur:
"Allah hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çokça hayır verilmiştir.
Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." 35 Bakara 2/269.
Ledün ilmine nail olanlar birçok ilmi tahsil etmekten, insanî öğrenimin
zahmetlerinden kurtulurlar. Az öğrenip çok bilirler, az yorulup çok istirahat
ederler.
64
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, vahyin kesilmesiyle risâlet kapısı kapanmıştır.
Hakikat ortaya konduktan, din tamamlandıktan sonra insanların resul
gönderilmesine zaten ihtiyacı kalmamıştır. Bu konuda Allah Teâlâ,
"Bugün sizin dininizi tamamladım"36 Mâide 5/3 (Bu âyet-i kerime en son inen
ahkâm âyeti olup Veda haccının arefesinde nazil olmuştur).
buyurmuştur.
İnsanların ihtiyacı olan bütün ilimler açıklandıktan sonra resul gönderilmesi
hikmete aykırıdır.
Küllî ruhun nuru insanları aydınlatmaya devam etmekte olup, ilham kapısı
kapanmamıştır. Çünkü insanların daima yardıma ve uyarılmaya ihtiyacı vardır.
İnsanlar her an vesveselere kapıldıkları ve şehvete düştükleri için, davet ve
risâlete değil, uyarılmaya muhtaçtırlar. Bu sebeple Allah Teâlâ mucizevî
nitelikte olan vahiy kapısını kapamış, hayatın idamesini
66 hekimhan
kolaylaştırmak maksadıyla rahmetinin tecellisi olan ilham kapısını açık
bırakmıştır.
Böylece Allah Teâlâ lutfunu ve dilediği kimseleri hesapsız rızıklandırdığını
anlamaları için kulları arasında dereceler takdir etmiştir.
İLİM TAHSİLİNDE RUHLARIN MERTEBELERİ
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ilimler insan ruhunda gizli bir halde mevcut olup tüm
insanlar ilimleri öğrenmeye kabiliyetlidir. Bazı ruhlar sonradan meydana gelen
herhangi bir arıza ve sebepten dolayı bu kabiliyetini kaybedebilir. Bunu şu
hadislerden anlıyoruz:
"İnsanlar, şirk ve küfürden temiz bir halde (tevhid dini üzere) yaratıldı, fakat
şeytanlar onları aldatıp şirke düşürdü."37
67
"Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.'38
insan ruhu aslî saflığını ve taharetini muhafaza etmesi halinde, küllî ruhun
aydınlatmasına (işrak) istidatlı, ondan aklın kavrayabileceği suretleri almaya
kabiliyetlidir. Lâkin bazı ruhlar bu dünyada kendisine arız olan muhtelif
hastalıklar ve çeşitli sebeplerden ötürü hakikatleri idrak edemez bir hale
gelir. Bazıları da aslî sıhhatini korur, bozulmaz. Böylece kabiliyetini
kaybetmez. Bunlar vahiy alma kabiliyeti olan, mucizeler gösteren, bu kevn ve
fesad (içinde yaşadığımız oluş ve bozuluş dünyası) âleminde tasarrufa muktedir
olan nebîlerin ruhlarıdır. Bu ruhlar aslî sıhhati üzere kalabilmiş, arızî illet
ve marazî unsurlarla mizaçları bozulmamıştır. Bu sebeple nebîler insanları
fıtratlarındaki temizliğe çağıran ruh doktorlarıdır.
68
Hasta ruhlar bu süflî dünyada muhtelif mertebeler oluşturur. Bunlardan bir kısmı
birazcık dahi olsa mevki-makam hastalığına yakalanmış, hafızalarına nisyan
(gaflet ve unutma) bulutları çökmüş olmasına karşın devamlı öğrenmekle
meşguldürler. Bu şekilde aslî sıhhatlerini talep ederler ki, bu gruba dahil
olanlar az bir tedavi ile iyileşir, çok az bir tezekkürle nisyan bulutlarını
dağıtırlar.
Bazıları da ömürleri boyunca ilim öğrenirler. Günlerini ilim tahsili ve birtakım
nazariyeleri tetkik etmekle geçirirler. Fakat mizaçları bozuk olduğundan
hakikatleri anlayamazlar. Çünkü mizaç bozulunca ilâç fayda vermez.
Diğer bir grup da, hatırlayıp unuturlar, riyazetle nefislerini yıpratırlar. Bu
surette birazcık nur, az bir aydınlanma elde edebilirler.
Bu tür mertebeler nefislerin dünyaya meyletmesinden, fâni meşguliyetler içinde
boğulup gitmesinden meydana gelir.
69
Ruhların hastalanması veya sıhhat bulması kuvvetlilik-zayıflılık derecesine
göredir.
İşte bu hastalıklar giderilirse, ruhlar ledün ilminin mevcudiyetini kabul ve
itiraf ederler, fıtratlarının temiz ve saf olduğunun farkına varırlar.
Ruhlar, bu kesif bedene arkadaşlık etmekle ve hakikatlere perde olan bu zulmânî
âlemde ikamet etmekle hastalanmış, gerçeği göremez olmuştur.
Halbuki ruhlar, ilim öğrenmekle olmayan bir ilmi [ilm-i ma'dûm] icat etmek,
mevcut olmayan bir aklı [akl-ı mefkud] meydana getirmek istemiyor; bilakis
bedenî süslere yönelmek, bedenin ihtiyaçlarını karşılamak ve onu düzene koymak
gibi birtakım meşguliyetler sebebiyle kendisine arız olan hastalığı gidermek,
yaratıljşlarında mevcut olan aslî ilme dönmek istiyorlar.
Nasıl ki çocuğunu seven şefkatli bir baba, çocuğunun bakımı, terbiyesi gibi
işlerle uğraştığında
70
diğer işleri unutursa, ruh da fazla sevgi ve şefkatinden dolayı bedene
yönelmekte, onun ona/ımı, korunması, ihtiyaçlarının teminiyle uğraşmakla zayıf,
bitkin düşmesi sebebiyle dünya denizinde boğulmaktadır.
İşte bu yüzden ruhlar, kaybettiğini bulmak, unuttuğunu hatırlamak için taallüme
(çalışarak öğrenmeye) ihtiyaç duymaktadırlar.
Taallüm, ruhun kendi aslî cevherine yönelmesi, saadete ulaşmak ve kemale ermek
için kendisinde kuvve halinde mevcut olan şeyleri fiile çıkarmasıdır.
Ruhlar, aslî cevherlerindeki hakikatlere tek başına ulaşamayacak kadar zayıf
düşerlerse, âlim, fâzıl, müşfik bir muallime bağlanır, yardım için ona
sığınırlar ki arzuladıkları şeye nail olabilsinler. Tıpkı, kendisini tedavi
etmeyi bilmeyen, fakat sıhhatin arzu edilen, güzel bir şey olduğunun farkında
olan bir hastanın müşfik bir
71
tabibe başvurarak halini arzetmesi ve ona tedavisi için sığınması gibi.
Biz, baş (akıl) ve göğsünden (kalp) istisnaî bir hastalığa yakalanmış olan bir
âlim tanıdık ki, hastalığının devam ettiği zaman zarfında, ömrü boyunca
öğrendiklerini unuttu, hafızasında olan her şey birbirine karıştı. Bu âlim şifa
bulup da sıhhatine kavuştuğunda unutkanlığı gitmiş, hastalık günlerinde unutmuş
olduğu malûmatları tekrar hatırlayabilmişler. Bu olaydan anlıyoruz ki, bilgiler
yok olmazlar, unutulurlar.
Bilgilerin yok olması [mahv] ile unutulması [nisyan] arasında fark vardır. Mahv,
nakış ve izlerin hafızadan tamamen silinmesi, nisyan ise, gün ortasında güneş
ışıklarının bulutlar tarafından perdelenmesi ve ortalığın güneş bat-mışçasına
kararması gibi, hafızadaki nakışların gizlenmesidir.
Öyleyse ruhun taallümle meşgul olması, yaratılıştaki temizliğine ve fıtratına
dönmesi için,
72
kendisine arız olan hastalığı defetmeye çalışmasından başka bir şey değildir.
Ey kardeşim, ruhun cevher ve hakikatini, taallümün sebep ve gayesini anladıktan
sonra bilmiş ol ki hasta ruh bir şey öğrenmeye, ömrünü ilim tahsili için
harcamaya ihtiyaç duyar.
Hastalığı hafif, derdi az, uğradığı belâ önemsiz, nisyan bulutu ince, mizacı
sağlam olan ruh, fazlaca taallüme ve bu uğurda uzun müddet yorulmaya ihtiyaç
duymaksızın birazcık tefekkür ile aslına döner, kendi hakikatine yönelir ve
sırlarına vâkıf olur. Böylece onda kuvve halinde olan şeyler fiile çıkar.
Fıtratında-ki hallerle bezenir. Bu suretle kemale ermiş, kısa zamanda pek çok
şey öğrenmiş ve bunları en güzel şekilde ifade eden bir âlim olmuş olur. Bu ruh,
küllî ruha yönelerek aydınlanır. Cüz'î ruha yönelerek feyiz saçar. Aşk yoluyla
aslına benzeyerek, haset ve kin damarlarını koparıp atar. Dünyanın fuzûlî ve
lüzumsuz süslerinden yüz çevirir.
73
İşte bu mertebeye eren nefis hakikati bilmiş, kurtuluşa ermiştir ki bütün
insanlar için arzu edilen mertebe budur.
LEDÜNNÎ İLMİN HAKİKATİ VE LÜZUMU
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ilham nurunun sirayetinden ibaret olan ledün ilmi
ruhun arınmasından sonra meydana gelir. Nitekim,
"Nefse ve onu düzeltip olgunlaştırana andolsun"39 Şems 91/7.
âyeti buna işaret etmektedir.
Ruhun aslına dönüşü üç şeyle olur:
a. Bütün ilimleri tahsil etmek, aşk ve şevk ile onlardan bolca nasiplenmiş
olmakla.
b. Gerçek bir riyazet ve sağlam bir murakabe ile. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu
konuda şöyle buyurur:
74
"Kim ilmi ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir."40
"Kim Allah'a kırk gün ihlâslı bir şekilde kulluk ederse Allah Teâlâ hikmet
pınarlarını onun kalbinden lisanına akıtır."4^
c. Tefekkür ile. Çünkü ruh, ilim öğrendikten, riyazetle meşgul olduktan sonra
sistemli bir şekilde tefekkür ederse ona gayb kapısı açılır. Nasıl ki, ticarî
.usullere riayet ederek malının-pazarlamasını yapan bir tüccara kazanç kapısı
açılır ve bu şartlara aykırı hareket eden tacir hüsrana uğrar, iflâs ederse,
aynı şekilde bir mütefekkir doğru yolda giderse kalbine gayb âleminden bir
pencere açılır. Böylece bu kişi, ilhamla desteklenen kâmil bir âlim olmuş olur.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v),
75
"Bir saatlik tefekkür, altmış senelik -nafile-ibadetten hayırlıdır"42
buyurmuştur.
Tefekkürün şartlarını başka bir risalemizde anlatacağız. Çünkü tefekkürün izahı,
keyfiyeti, hakikati çok mühim olduğundan uzun açıklamalara ihtiyaç vardır. Bunun
gerçekleşmesi de Allah'ın inayetiyle olur.
Biz şu anda bu risaleyi bitiriyoruz. Buraya kadar olan açıklamalarımız erbabına
yeter. Allah kime nur vermemişse onun nuru yoktur. Allah müminlerin dostu ve
yardımcısıdır.
Salât ve selâm efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.v), onun âl ve ashabının üzerine
olsun.
Allah bize yeter, o ne güzel vekildir. Güç ve kuvvet ancak Allah Teâlâ iledir.
Her an güvencim O'nadır.
Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur.
76
BİBLİYOGRAFYA ve dipnotlar silinmiştir dileyen kitabın aslına müracaat edebilir.