Eve taşan otobüs sohbeti
Karşılıklı sohbetimiz Adana Otobüs Terminaline kadar sür¬dü. Buraya kadar birçok noktalar halledilmiş, birçoğu da kalmıştı. Önümüzde acil izahlar isteyen bir yığın konu vardı. Fakat arkadaşımın yolculuğu sona ermişti. O Adana' da kalacak, ben ise Hatay' a doğru devam edecektim.
Içimden:
"Keşke razı olsa da bu geceyi birlikte geçirip sohbetimize devam etsek" diye geçirirken, koluma yapışıp:
"Nereye?" dedi, ciddi bir şekilde.
"Biliyorsunuz yolum Hatay'a kadar uzanacak" dedim.
Bir anda kaşlarını yay gibi gerip:
"Hayır" dedi. "Asla bir yere gidemezsin. Seni, hiçbir yere bı¬rakmam. Böylesine hayati konular, nasıl yüz üstü bırakılabilir? Şu anda aklım allak bullak. Bu bunalıma daha fazla tahammül edemem. Mutlaka bir neticeye gitmeliyiz."
Arkadaşımın teklifine çok sevinmiştim. Buna rağmen ağırdan alarak:
"Yalnız bir şartım var" dedim. "Bu akşam benim misafirim
olursanız kalırım. Yoksa bu teklifinizi kabul edemem."
Hiç itiraz etmeyerek:
"Kimin kime misafir olacağı mühim değil" dedi. "Mühim olan, sohbete devam etmemizdir"
Anlaştık. Niyetim, onu istediğim bir yere götürmekti...
Arkadaşımı ikna ettikten sonra onu nerede ağırlayacağım konusundaki alternatifleri düşünmeye başladım.
Kendi fikir hayatı içerisinde çok önemli bir yeri olan "o
adam"ı, rastgele bir yere veya bir otele götüremezdim. Tanıdığım arkadaşlara haber verip, onları başıma da toplayamazdım.
Çünkü bu durum onu evhamlandırabilir ve büsbütün ürkütebilirdi.
En iyisi "o adam"ı, kendi evim diyebileceğim bir yakınımın evine götürmekti. Yanımızda da ev sahibinden başka hiç kimse
olmamalıydı.
Bunun için bir ziraat mühendisi arkadaşımın evine telefon ederek durumu kendisine kısaca anlattım. Çok heyecanlanmış¬tı.
"Siz beni orada bekleyin" dedi. "Gelip sizi taksiyle alayım." Biz otobüs terminalinde beklerken, göz ucuyla "o adam"ı süzüyordum. Elindeki kağıda bazı notlar alıyordu. Daha sonra o notların, aklına gelen ve sormak istediği sorular olduğunu anlayacaktık.
Altmış civarında bir soru listesi!
Akşam ezanları okunurken taksiye bindik.
Çevresine karşı devamlı surette güleryüzlü ve sempatik görünen "o adam", şimdi içine kapanmış ve sanki iç dünyasında kaybolmuştu.
Eve geldiğimizde henüz ayakkabılarımızın bağını çözüyorduk ki, bana dönerek:
"Peki", dedi. "Öldükten sonra dirilme konusunda bazı şeyler konuştuk. Ama bence mümkün değil. Çünkü vücudumuz kabirde toprak olacak. Atomlarımız, yel, sel ve bazı hayvanlar tarafından başka yerlere götürülüp dağıtılacak. Bu şekilde her şey darmadağın olacak. Siz de kalkıp tekrar dirileceğiz diyorsunuz?"
Kapı önünde sorulan bu soruya çok şaşırmıştık. Oysa ki "o adam", büyük bir fikir mücadelesi içinde kıvranıyordu. Aklına hücum eden sorular beyninde öylesine tepiniyordu ki, birer ikişer kontrolsüz olarak dışarı taşıyor ve sabrı, içeri geçmeye yetmiyordu.
Ev sahibi benden önce davranarak:
"Merak etmeyin efendim" dedi. "Hele şöyle bir içeri geçip soluklanalım. Sonra da karnımızı bir güzel doyuralım. inanın bu gece her şey hallolacak, hiç merak etmeyin."
Arkadaşımla birlikte yan odada kıldığımız namazdan sonra hep beraber yemek yedik. Ardından gelen çayları içtikten sonra, keyifli bir sohbete hazır olduğumuzu hissediyorduk. Zaten "o adam"ın da sohbete devam etmekten başka bir şey düşünmediğini biliyorduk. Cebindeki soru listesini çıkarmış vaziyette bekliyordu.
Sofranın kaldırılmasını bile beklemeden:
"Bugün benim için çok önemli" dedi. "Belki bu sohbet sizin için sıradan ve rastgele bir tartışma olabilir, ama bana göre öyle değil... Ben hayatımda sayısız toplantılara katıldım. Sayısız insan veya gruplarla tartıştım, fikirlerimi anlattım, tezlerimi savundum. Öyle günler oldu ki, dünyanın sayılı Marksistleriyle birlikte, Marksizmin açmazlarını, katı ve anlaşılmaz yerlerini tenkit edilen ve beğenilen yönlerini günümüze adapte etme konusunu anlattığım zaman, herkesin takdirlerini almıştım. bu ülkelerde, özellikle sosyalist devletlere gittiğimde, dünya çapında liderlere bile doğru bildiğimi tereddütsüzce haykırdım, alkışlandım ve göklere çıkarıldım. Ama şunu samimiyetle söyleyeyim ki, o günlerin şaşaalı hatıraları, bana bu anın heyecanını vermedi.
"Ama, bu beni çok düşündürdü.
"Biz Marksizmi tek yol ve tek alternatif olarak sunuyoruz. Bu yolculukta, ikinci bir tez de bana ağırlığını hissettirmeye başladı.
Bunun için kendi kendime dedim ki: 'Eğer Marksizmi çürüten bir tez varsa, onu mutlaka bilmeliyim. Bundan kaçmak, kurtuluş değildir. Bugün kulağımı tıkayacağım bu alternatit yarın başka bir yerde yine karşıma çıkar. Öyleyse bu alternatifin deta¬yını bilmek zorundayım.'
"Bana göre, her fikir adamının bir ölçüsü olmalı. Bu ölçü de, karşısına çıkan güzel bir görüşü, iyi bir fikri ve isabetli alterna¬tifleri dinlemek veya okumak zorunda olmasıdır. Yoksa bir fikir taassubu veya fikir yobazlığı dediğimiz bir durum ortaya çıkar ki, o zaman kimse karşısındaki insana bir şey anlatamaz. Bu ise,
doğruya ve en iyiye giden yolları tıkamaktır. Mantık susar, hisler ve tarafgirlik konuşur. .
"Birileri bana muhtaç olduğum doğru şeyleri anlatınca, ona teşekkür etmem gerekir. Çünkü bana hazır bir malzeme sunmuş oluyor.
"İşte yol boyunca benim çok muhtaç olduğum bazı doğrulara işaret edildi. Daha doğrusu, benim kapalı dünyamın bazı kapı¬ları bir derece aralandı. Ne tam olarak savunduğum fikirlerim çürütülmüştü, ne de bu doğrular tam olarak bana anlatılabildi.
Bundan dolayı olacak ki, şu anda aklım bir savaş meydanı gibi.
Her şey bulanık ve birbirine girmiş bir halde... Buna kesin bir çözüm istiyorum. Yoksa bu bunalıma daha fazla tahammül edemem."
Notlarını ve sorularını yazdığı elindeki kağıdı göstererek: "Bu kağıda bir liste yaptım" dedi. "Yani aklıma gelen soruları sıraladım. Altmış civarında... Bu sorular, belki size klasik ve bilinen şeyler olarak gelebilir. Ama benim için, hayati şeylerdir."
Ev sahibimiz, kendine has tatlı bir tebessümle söze karıştı: "Beyefendi" dedi. "İsterseniz sorularınıza başlayalım. Ama
başlamadan önce sizden bir istirhamım olacak. O da şudur: Sohbetimizi müsamaha, anlayış ve iki iyi dost gibi hoşgörü havasında yürütmemiz gerekecek."
Muhatabımız, hemen devreye girerek:
"Ben de bunu istiyorum" dedi. "Şunu tekrar ve açıkça söylüyorum. ki: Ne söylediğini ve ne söylenildiğini anlayan düşmanı, ne söylediğini ve ne söylenildiğini anlamayan dosta tercih ede¬rim. Herhalde bu yeter."
Misafirimiz, ne kadar olgun, hakperest ve güngörmüş birisi olduğunu bir kere daha gösteriyordu.
Konuşmasına devam ederek:
"Hocam" dedi. "Otobüste de uzunca konuştuğumuz bir konuyu tekrar açmak istiyorum. Yani, şu alemin bir yaratıcısının olması şart mıdır? Bu konuda mantıki ve ilmi izahlar istiyo¬rum."
"Neden, derseniz? "Benim yarım asırlık bir davam var. İki üç saatlik otobüs seyahati anında aramızda öyle önemli konuşmalar geçti ki, itiraf etmek zorundayım, bu davam ve fikirlerim önemli yaralar aldı. Adana terminaline kavuşmamız, bir kurtarıcıya sığınmak gibi oldu.
Bu kainat kimin eseri?
Üç yolun imkansız olduklarını kafi isbat edersek, mevcudat) dördüncü yololan Allah'ın kudretiyle yaratıldığı kesin olarak
ortaya konmuş olur."
Sıralamayı dikkatle takip eden muhatabımızın gözleri bir anda parladı:
"Çok güzel bir giriş ve çok mantıklı bir sıralama" dedi. "Gerçekten, ilk üç yolun icad edemeyeceği isbat edilirse mesele yok."
Tekrar ediyoruz.
Tanzim şekli çok hoşuna gidiyor.
"Birinci yol (Birinci iddia): Esbab-ı alemin içtimaiyle, teşkil
edilen eşya ve vücud-u mahhlukattır. (Yani, sebeplerin toplanması v bir araya gelmesiyle, eşyanın teşkilolması ve mahlukatın vücut bulmasıdır.)
Sohbetimizin ağırlık noktasının tevhid (Allah'ın birliği) olaca¬ğını biliyorduk. Bunun için, o sahada emsalsiz bir kitap olan Tabiat Risalesi'ni açarak okumaya başladık.
Kitap, güzel bir giriş yaparak, kainatın yaratılması konusunda ileri sürülen dört görüşü sıralıyordu:
"Birincisi: Kainatı sebepler icat ediyor.
"İkincisi: Kainat kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.
"Üçüncüsü: Tabiidir, yani tabiat yapıyor.
"Dördüncüsü: Bir Kadir-i Zülcelal'in (Allah'ın) kudretiyle icad ediliyor."
"Evet, madem mevcudat var ve inkar edilemez. Hem, her icad edilen şey sanatlı ve hikmetli olarak vücuda geliyor. Her halde bu mevcudu veya bu hayvanı, ya diyeceksin ki;
"1. Sebepler onu icad ediyor, sebeplerin toplanmasıyla o mevcut vücut buluyor.
"2. Veyahut o hayvan, kendi kendine teşekkül ediyor.
"3. Veyahut, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor.
"4. Veyahut, Bir Kadir-i Zülcelal'in (Allah'ın) kudretiyle icad ediliyor."
"Madem aklen bu dört yoldan başka bir yol yoktur. Evvelki iCevap: "Misal: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzler kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden (şişelerdeki ilaçlardan) zihayat (canlı) bir macun (ilaç) istendi. Hem hayattar harika bir tiryak (panzehir) onlardan yapmak icabetti Geldik o eczanede o zihayat macunun ve hayattar tiryakın çok lukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tetkik ettik Görüyoruz ki; o kavanoz şişelerden her birisinden, bir mizan¬mahsus ile, (husus! bir tartı ile) bir iki dirhem bundan, üç dör' dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza.. muhtelif (çeşitli) miktarlarda eczalar (maddeler) alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun, ziha¬yat olmaz; hassasiyetini (özelliğini) göstermez. O kavanozlar elli¬den ziyade iken, her birisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı miktarlarda eczalar alınmış.
"Acaba hiçbir cihette imkan ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtı¬nalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birinden alınan miktar kadar; yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve
toplanıp o macunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl bir şey var mı?"
"İşte bu misal gibi, her bir zihayat (canlı), elbette zihayat bir macundur, her bir nebat (bitki), hayattar bir tiryak gibidir ki;
çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba (sebeplere), anasıra (unsurlara) isnat
edilse ve 'Esbab icad etti' denilse aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece
akıldan uzak, muhal ve batıldır."
Misalin daha iyi anlaşılması için, mevzuyu baştan bir daha
okuduk. Osmanlıca kelimeleri çok iyi anladığı için, misali rahat kavrıyordu:
"Eczahanedeki, ilaçların, çeşitli ve ölçülü miktarlarda bir eczacı tarafından yapılması gibi..." diye tekrar etti.
Tebessümle tasdik ettik:
"Evet, onun gibi... Herkesçe kullanılan bir ağrı kesici veya bir vitamin hapını düşünelim. Belirli maddelerden, belirli ve hassas ölçülerle yapılmış. Eğer o maddelerden yeteri kadar alınacak yerde, az veya çok katılsa, meydana çıkacak ilaç şifa vermeyecek ve ilaç özelliğini göstermeyecektir. Hal böyleyken, bir ilacın yapılabilmesi için, onu teşekkül ettirecek olan maddelerin, şişelerin devrilmesiyle akıp, toplanarak ilacı meydana getirmeleri mümkün mü?"
Misafirimiz de tebessüm etti:
"Tabii ki değil" dedi. "Bunu iddia eden insanın, ilmi ve mantığı bir tarafa koymasılazımdır."
Devam ettik:
"Kainatta, insanın emrine verilen ve onun istifadesi için yaratılan milyonlarca unsurdan bir tanesini ele alalım ve onun yaratılış hikmetlerini ve tanzim harikalarını düşünelim. Mesela bir elmayı ele alalım:
"Son derece tatlı görünüşüyle insanın yeme iştahını celbeden 'bir elmanın içindeki vitamin, insanın bir günlük ihtiyacı kadar¬dır.' (İnsan ve Hayat, Dr. H. Nurbaki) İnsanın mahiyetini bilen bir kudret sahibi, elmayı bu şekilde programlamıştır.
"Elmaya, sahip olduğu C vitaminini çürütmemek için artı iki demir konulmuştur. Eğer bu demir olmasa, C vitamini bir müd¬det sonra bozulacaktır.

"Öte yandan, C vitaminini muhafaza etmek için elmanın ihti¬va ettiği bol miktardaki meyve asidi, midede asidi arttırıcı, yani mideyi rahatsız edici tesir yapmaktadır. Bunun için elmaya, karbonat iyonu da konulmuştur. Bir elma yediğiniz zaman ge¬ğirirsiniz. Bunun sebebi, elmanın içerisinde bulunan karbon iyonudur. O Kudret Sahibi, elmayı bizim soframıza hazır hale getirmiştir. İnsanı bilmeyen, tanımayan, onun arzu ve istekle¬rinden haberi olmayan cansız, şuursuz maddeler (sebepler), böylesine mükemmel ve harika bir meyveyi nasıl vücuda geti¬rebilir?"
Elimizdeki Tabiat Risalesi'nden, mahllikatın akılsız ve şuur¬suz sebepler tarafından icad edilmesinin mümkün olmadığını gösteren iki misalokuduğumuzda, misafirimizin:
"Bu kadar kafi" der gibilerinden başını salladığını gördük. Bundan sonra kainatın, bitkilerin veya insana kadar varabilen
diğer canlıların kendi kendine teşekkül edebileceği konusun¬daki iddiaların mümkün olmadığını gösteren kısmı okumaya başladık.
Tabiat Risalesi'ndeki bu bölümde, şöyle deniyordu:
"İkinci yol (İkinci iddia): (Şu kainat) kendi kendine teşekkül ediyor, şeklindedir. Bu yolun da imkansız olduğunu gösteren misallerden biri şudur:
"Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve manevi letaifden kat-ı nazar, yalnız cesedindeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i muvazene ve intizam ile baş başa verip, harika bir bina, fevkalade bir san' at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu' alemin ustasının emrine tabi birer memur olmasalar; o vakit her bir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hakim-i mutlak.. hem her birisine mahkum-u mutlak.. hem her birisine misil... hem hakimiyet noktasında zıd... hem yalnız Vacib'ül-Vücuda mahsus olan ekser sıfatın masdarı, menbaı... hem gayet mukayyed... hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber sırr-ı vahdetle yalnız bir Vahid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vahidi, o hadsiz zerrata isnat etmek; zerre kaqar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derkeder."
Misali okuduktan sonra cümle cümle tahlil etmeye başladık: "Yukarıdaki satırlar, insan vücudunun akıllı insanlar eliyle
yapılan kubbeli bir saraydan daha muhteşem olduğunu, çünkü o vücuttaki zerrelerin bir taraftan ölüp, diğer taraftan tekrar
yerlerine konarak tazelendiğini ifade ediyordu. Üstelik devamlı
olarak tazelenen o zerreler, çok hassas bir ölçü dahilinde baş başa vererek göz ve dil gibi mucizeleri meydana getiriyordu. Bu
arada yaptıkları eserlerin mutlaka bir planı, programı bulunması gerektiğinden, o planlara uymak için birbirlerine emir verecekler ve bu arada kendileri de emir altında çalışacaklardı. Kısacası eğer bu harika işleri zerreler beceriyorsa, her bir zerrede sadece Allah' a mahsus bir ilmin, irade ve kudretin bulunduğunu kabul etmek gerekiyordu. Tam manasıyla kusursuz olduğu bilinen eserlerin, tam manasıyla şuursuz olduğu görülen zerreler tarafından yapıldığını iddia etmek elbette akıl sahiple¬rinin işi değil"
Birkaç defa ele aldığımız bu misal, konuya açıklık getirmişti. Buna rağmen izin isteyip aynı konudaki ikinci ve üçüncü misalleri de okuduk. Ayrıca hücrelerin yapısına değinmiş, hücre çe¬kirdeklerine, kromozomlara ve DNA adı verilen ilahi bilgisayar programlarına kadar inerek, onlardaki harika nizamın kendile¬rine ait olamayacağını göstermeye çalıştık.
Bir ara arkadaşım devreye girerek:
"İlmi, neden kuru bir ilim adına okuturlar anlamıyorum" dedi. "ilmi alimiyle, sanatı da sanatkarıyla okutmaları lazım ki, insan kendini daha iyi anlasın ve yaratılışındaki hikmetleri öğre¬nebilsin. Yoksa insan, insana, etiyle kemiğiyle ve maddesiyle değer verecektir."
Muhatabımız:
"Evet" dedi. "Bu söylediklerinizde hakikat payı vardır." Mevzumuza konu olan son şıkka devam ettik:
"Üçüncü yol (üçüncü iddia): (Kainatı) tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor."
Tabiat Risalesi'nde bu mevzuya açıklık getirmek için de üç misal verilmişti. Bunlardan biri şöyleydi:
"Gayet vahşi bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumi, beraber talimlerini gö¬rür. Bir neferin hareketleriyle; bir tabur; bir alay, bir fırka kal¬kar, oturur, gider. Bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bu kumandanın, devletin nizamiy¬le ve kanun-u padişahi ile kumandasını anlamayıp inkar etti¬ğinde, o askerlerin ipler ile birbirlerine bağlı olduklarını tahay¬yül eder. O hayali ip, ne kadar harika bir ip olduğunu düşünür; hayrette kalır. Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muntazam bir camiye, Cuma gününde dahil olur O camaat-i Müsliminin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşa¬hede eder. Manevi ve semavi kanunların mecmuundan ibaret olan Şeriatı ve Şeriat sahibinin emirlerinden gelen manevi düs¬turları anlamadığından, o cemaatin maddi iplerle bağlandığınıve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.
"İşte aynı bu misal gibi: Sultan-ı Ezel ve Ebedin (Cenab-ı
Hakkın), hadsiz cünudunun (askerinin) muhteşem bir mescidi olan şu kainata, mahz-ı vahşet (tam vahşet) olan inkarlı fikr-i ta¬biatı (tabiatçılık fikrini) taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelinin hikmetinden gelen nizamat-ı kainatın manevi kanunların, birer maddi tasavvur ederek ve Saltanat-ı Rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelinin Şeriat-ı Fıtriye-i Kübrasının manevi ve yalnız mevcud-u illisi bulunan ahkamlarını, düsturlarını birer mevcud-u harici: ve maddi birer madde tahayyül ederek Kudret-i İlahiyenin yerine, o ilim ve kelamdan gelen ve yalnız vücud-u ilmisi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara 'tabiat' namını takmak ve yalnız cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvve¬ti, bir zikudret ve müstakil bir kadir telakki etmek, misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir
Bu son iddianın Üç misali okunup izah edildikten sonra, ken¬disi de ne anladığını ifade ile bazı izahlarda bulundu. Konunun ele alınışı ve anlatılış tarzını fevkalade beğenmişti. Hatta bir ara:
"Böyle olmalı efendim" dedi. "İnsanı adeta doyuruyor Böyle¬sine önemli konuları, önemli insanlardan dinlemek lazımdır. Ehliyetli olanlar anlatmalı. izah edeyim derken, hem konuyu, hem de kendisini mahveden insanları neden konuştururlar bilmem ki?"
Ev sahibimiz hemen devreye girdi:
"Efendim, çok haklısınız, ama Cumhuriyetten sonra din alimlerine söz hakkı verilmemiş ki konuşsunlar Konuşanlar da kaş yapayım derken göz çıkarmışlar"
Misafirimiz:
"O da ayrı bir konu" diyerek sözü geçiştirdi.
Son misalimize küçük bir ilave olsun diye müsaade istedim ve şöyle dedim:
"Önce 'tabiat' denilen kavramı tarif etmek lazımdır. Tabiat; su, toprak, hava ve güneştir ısısı ve ışığıyla birlikte tabii ki. Başka bir ifadeyle de yüz yedi elementtir Şimdi, yaratıcı olarak sık sık adından söz edilen tabiata sorsak:
"İnsanları yapabilir misin?’ "Hayır."
"Bitki ve hayvanları icad edebilir misin?’ "Hayır."
"Güneş sistemimizi dizebilir misin?’ "Hayır"
"Milyarlarca yıldızları, galaksileri tanzim edebilir misin?" "Hayır."
"Kainata harika bir intizam ve muhteşem bir sistem vermek için kanunlar koyup, işletebilir misin?’ "Hayır"
"Zaten tabiat denilen şey de kainatın kendisi değil mi? Öyleyse, kainatın da kendi kendine yapamayacağını gördÜk. Peki bu tabiat denilen güç, kuvvet nedir? Eğer tabiata hükmeden bir güç ve kuvvet varsa, o zaten kainatın kendisi olamaz. Tek yol, kainat cinsinden olmayan bir kudret olmasıdır ki, o da Cenab-ı Haktır.
"İlim, irade ve kudret sahibi olmayan aciz bir tabiat, elbette Halık olamaz."
Kapalı kapılar açılırken görmediğime kendimi inandırmak istiyorum. Sanki içime gizli bir kuvvet girdi. Mukavemetimi, karşı koyma gücümü söküp aldı. İtiraz edemiyorum. "Buraya kadar okuduğunuz konular, bir sorunun değil, hayalimde varlığını hissettiğim, ama ifade edemediğim binlerce soru¬nun da cevabı oldu. Açıkça söylemek gerekirse, kainatın niçin ve neden var olduğu konusunda ileri sürülen bütün felsefi gö¬rüşlerin yıkıldığı yer burasıdır. Bu konuları okumadan fikir bayrağı açmak ve felsefe yapmak mümkün değil"
"Önümde yıllardır kapalı duran büyük kapı açıldı. Bugüne kadar görmediğim, görmek istemediğim veya ısrarla bizlere gösterilmeyen birçok şeyleri görmeye başladım galiba... Adeta, şüphelerimin cevabını bizzat kendim bulmam için elime bir şif¬re verildi. Korktuğum ve ürktüğüm şeyler, bana ne kadar da güzel görünmeye başladılar."
Evet otobüsteki konuşmalarıyla bizleri titreten ve adeta büyü¬leyen "o adam" artık kaybolmuştu. Bu aziz misafirimizin gözle¬rinin nemlendiğini ve dudaklarının sessizce kıpırdadığını hisse¬diyordum.
Sohbetimiz, bir müddet sonra, haşir meselesi üzerinde düğümlenmişti.
Misafirimiz:
"Öldükten sonra dirilme meselesi, daha önceden benim için imkansızdı. Fakat sohbetlerimizin neticesinde, bende bazı kana¬atlar hasıl oldu. Bu konu üzerinde biraz daha durabilir miyiz?
"Şunu demek istiyorum: Ölen bir insanın bir müddet sonra toprağa karışarak dağılacağı malum. Veya bazı insanları yakıp, dağlara, derelere saçıyorlar. Bunların tekrar. dirilmesi nasıl mümkün olacak?"
"Şimdiye kadar sorduğum sorularımı bir fikrin, bir felsefenin müdafaası, üstünlüğü için sormuştum. ilk defa ihtiyaç hissettiğim ve öğrenmek istediğimden dolayı bu soruyu soruyorum."
Çaylarımız birbiri ardına geliyordu. Sohbetimize başlayalı üç saatten fazla bir zaman geçmişti. Muhatabımızı ara ara süzüyordum. Konular açıklanıp düğümler çözüldükçe, büyük bir sıkınfıdan kurtulmuşçasına yay gibi gergin olan kaşları düzeliyor, yüzündeki keskin ve derin çizgiler yumuşuyordu. Zaman zaman da dudaklarına tatlı bir tebessüm yayılıyordu. Okunan hakikatların tesirini gördükçe, Allah' a şükrediyordum. Sohbeti¬miz sırasında muhatabımı daha yakından tanıma fırsatını bulmuştum. Anlamadığı veya aklına sığıştıramadığı şeyleri tekrar tekrar soruyor, bazen de birkaç kere tekrarlatarak sindirmek istiyordu. Mükemmel bir mantık ve kavrama gücü vardı. İlk andaki sert itirazları, misaller okunup mevzular açıklığa kavuşun¬ca iyice yumuşuyordu.
Bu arada Tabiat Risalesi'nin sonunda: "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı var ki, Kur' an' da çok şiddetli bir ısrar ile ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor?" şeklindeki soruya verilen manidar cevaba hayran olmuştu.
"Cevap dediğin böyle olmalı efendim, böyle olmalı" diye hissiyatını dile getiriyordu.
Bir ara elimdeki kitaba uzandı, sayfalarını karıştırdı, karıştırdı ve bize dönerek:
"insanı anlayamıyorum" dedi. "Bu müthiş bir hakikat... Rüya

Birlikte tebessüm ederek, duygulanıyoruz. Misafirimizin büyük bir samimiyetle sorduğu soruya cevap
vermek üzere, yine Bediüzzaman Hazretlerinin Haşir Risalesi adını taşıyan eserine başvurduk. Sözü edilen kitap, öldükten
sonra dirilmenin ve ahiretin hakikatlarını, sırlarını ve hikmetlerini akla yaklaştırıp, mükemmel ve mantıklı misallerle izah ve
isbat ediyordu.
Dehşetli bir" münkirin, "Daha nasıl itiraz edelim, bu kitap adeta ahiretin sokaklarını çizmiş" dediği bu eser, öldükten son¬ra dirilme meselesini hiçbir tereddüte imkan bırakmadan yirmi dokuz ayrı tarzda gözler önüne seriyordu. Kitapta, ayrıca ahirete imanın, insan ve toplum hayatındaki tanzim edici rolü¬nü ve saadetini misallerle anlatan bir de mukaddeme vardı. O gece, baştan sona kadar okuyarak izah etmeye çalıştığımız bu eserde, şu hakikatler ele alınmıştı:
"İnsan başıboş bırakılır mı?
"En güzel bir şekilde yaratılan insan, şu kainat ağacının bir meyvesi olarak halk edilmiş. Ve onun bütün güzelliklerinden ve nimetlerinden en güzel şekilde istifade edecek tarzda yaratılmış... Bu alemin dikkatli bir seyirci si olmuş... Koca dünya, kendisi için güzel bir ev olarak hazırlanmış... Dağlar ve denizler, onun emrine verilmiş, hava Hafif bir bineği olmuş... Arılar ona bal yapmış, ipek böcekleri onu giydirmiş, koyun ve kuzular onu beslemiş, kendisi çamur yiyen ağaçlar, ellerini uzatarak en lezzetli meyveleri ona takdim etmiş. Ay lambası, Güneş sobası, yıldızlar kandilleri hükmüne geçmiş... Ve insan, Kainat Sultanının birliğini ve haşmetini, her birisi kendi hususilisanıyla ilan eden sayısız varlıkların topyekün tercümanı ve takdimcisi olmak vazifesiyle şereflendirilmiş.
"60-70 senelik bir hayat uğruna, kainatı bütün masnuatıyla insanın emrine veren bir Zat, onu kabirde başıboş bırakır mı?
Bunca masrafın hesabını sormaz mı? Emrine muti olanlara mükafat, isyan edenlere ceza vermez mi?"
Bunun izahını en güzel şekilde yapan Bediüzzaman Hazretleri, şu notu düşmektedir:
"İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başı¬boş bırakılmamıştır. Belki bütün amellerinin suretleri alınıp ya¬zılır ve bütün fiillerinin neticeleri, muhasebe için zapt edilir."
"Ve... bu misli olmayan kainatı yoktan yaratan, ona insan meyvesini verdiren Zat için, 'Bunları tekrar yaratabilir mi?' diye sorulamaz."

"Çürümüş kemikleri kim diriltecek?"
Bu konuyu tarihi seyri içinde ele almak lazımdır:
Ubeyy bin Halef adında bir müşrik, eline çürümüş bir kemik alarak Peygamberimizin (a.s.m.) huzuruna girer. Kemiği ufalayarak der ki:
"Cenab-ı Hak bu kemiği diriltecek, Öyle mi?" Peygamberimiz'in (a.s.m.) ise:
"Evet," der. "Bu çürümüş kemiğe, Cenab-ı Hak can verecek¬tir."
Bunun üzerine, Yasin Suresindeki 78 ve 79. ayetler indi. Bu ayetler, mealen şöyleydi:
"İnsan der; 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' Sen de: 'Kim onları başlangıçta inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek."
"Ayette dikkat çekilen nokta, insanın dünyaya gelmesindeki, yani ilk yaratılışındaki mükemmellikler. Bütün insanlar, yokluktan bu varlık alemine çıktığına göre, öldükten sonra tekrar hayat bulmalarında da elbette bir zorluk yoktur.
"Evet, haşir adını verdiğimiz bu ikinci yaratılış, belki de ilk yaratılıştan daha kolaydır. Bediüzzaman Hazretleri, öldükten sonraki yaratılışın kolaylığına dikkat çekerken verdiği bir misalde, bir ordunun ilk defa toplanması ile, toplandıktan sonra
dağılıp bir boru sesiyle tekrar bir araya gelmesini kıyaslamaktadır. İlk toplantıda birbiriyle tanışan ve bulunmaları gereken
yerleri öğrenen askerler, daha sonra dağılsalar bile, kolayca bir araya gelebileceklerdir.
"Bu harika misaldeki ordunun erleri, insan vücudundaki zerrelere işarettir. Ve bu zerrelerin ölüm ile dağıldıktan sonra İsrafil'in Sur'u (haşirdeki zerrelere verilen toplanma emrine ait boru sesi) ile tekrar bir araya gelmeleri, elbette ilkinden daha zor değildir. ._
"Haşrin, yani öldükten sonra yaratılışın akıldan uzak görünmesi, genellikle ilk yaratılıştaki mükemmelliğin bilinmemesinden ve üzerinde fazla düşünmeyerek onun 'kolay ve sanatsız' zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki günümüzün bütün tıp otoriteleri, insanoğlunun anne karnındaki 'hayat bulma mucizesi' karşısında şaşkınlığa düşmekte ve 20. Asrın bir sinek kanadını dahi yaratmaktan aciz olan 'yalancı şöhreti'ni şahit göstererek Allah'ın varlığını ve birliğini ilan etmektedir.
Bu alimlerimizden biri olan Dr. Haluk Nurbaki, şöyle demektedir:
"İnsanın maddi hayatının nasıl saklanacağı ve öldükten sonra nasıl iade edileceği konusu akıldan uzak görülebilir. Ancak, bir insanın maddi bütün özellikleri, bir toplu iğne başının on milyarda biri kadar olan küçük tohum kartlarına (DNA'lara) yazılabilir. Bu ilmi gerçek, kesinlikle doğrulanmıştır. Böyle bir to¬hum kartının eğer toprakta gelişme şansı olsa idi, yeryüzüne gelmiş ve gelecek olan bütün insanların tohum kartlarını bir bardağa doldurarak toprağa atmak ve hepsini birden diriltmek mümkün olabilecektir.
"Toprak altında asırlarca bozulmayan ve bu arada hiçbir canlılık emaresi taşımayan virüsler, uygun bir ortamda tekrar hayat bulurken, vefat etmiş insanoğlunun Cenab-ı Hakkın emriyle tekrar hayat bulmamasına imkan var mıdır?
"Kainatı bütün mahlukatıyla kusursuz olarak yaratan Rabbi¬miz o bir çay bardağı dolusu şifreyi arza döküp, 'Ol' emriyle tek tek dirilterek İlahi sahnede toplayacaktır."
Misafirimizin, ahiret alemlerinin neden görülmediği husu¬sundaki sorusuna da, aynı eserlerden okuduğumuz şu cümle¬lerle cevap verdik:
"Perde-i gayb içindeki alem-i ahirete ait menzilleri dünya gö¬zümüzle görmek ve göstermek için, ya kainatı küçültüp iki vilayet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyültüp, yıl¬dızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp, tayin edelim."
Ahiretle alakalı konuşmaların ardından, cemiyetin ve gençle¬rin nasıl muhafaza edileceği hususuna gelmiştik. Muhatabımızın bu konudaki görüşlerini aldıktan sonra, aynı eserlerden bazı yerleri okuyarak teşhisdeki isabet ve tedavi cihetindeki doğruluğun ne kadar açık bir hakikat olduğunu hep birlikte tasdik ettik.
Ev sahibimizin arka arkaya ikram ettiği çayları yudumlarken, kader meselesini, ruh ve melaike gibi hassas konuları, Azrail Aleyhisselamın ölen insanların ruhlarını nasıl kabz ettiğini ve toplu ölümlerde birkaç yerde aynı anda nasıl bulunduğunu, Allah'ın kötülük ve şerleri niçin yarattığını, sakat, eksik ve çirkin doğanlara adaletsizlik mi edildiğini, Hz. İsa (a.s.)'ın Dabasız doğmasını, Kur'an'ın devamlı olarak ilmi teşvik ettiği halde, Müslüman devletlerin neden geri kaldığını, mezhepler ve farklı grupların ortaya çıkış sebeplerini, İslamda kölelik anlayışını, dört kadınla evlenme konusunu, miras hukukunu, Hz. Adem Aleyhisselamın çocuklarının, yani kardeşlerin neden birbirle¬riyle evlendiklerini ve bugün bunun niçin mümkün olmayacağıgibi daha birçok hususu tatlı bir sohbet havası içinde, kitapların muhtelif yerlerinden okuyarak mütalaa ettik. Saatler ilerledikçe adeta zindeleşiyor ve hem soruyu soran, hem de cevaplayanlar olarak büyük feyizler alıyorduk.
Bir ara Marksistlerin "eşitlik" diye ortaya attıkları ve bir türlü kendi memleketlerinde gerçekleştiremedikleri bir konuya temas ettik. Muhatabımız bunu teori olarak anlattı. Örneğini sorduğu¬muzda, "Henüz Marksist ülkeler o seviyeye gelmediler" demiş¬ti.
Kendisine bir soru yönelterek:
"Yetmiş yıldır Rusya' da bir rejim uygulanıyor" dedim. "Eşitliğin sağlanması için bu kadar yıl yeterli olmadı mı?"
Biraz düşündükten sonra:
"Peki, İslam bu konuyu nasıl halletmiş?" dedi. "Yani, insanlar arasındaki maddi yakınlaşmayı ve uçurumları azaltmayı nasıl temin etmiş?"
Yine aynı tefsirden faydalanarak:
"Toplum hayatındaki bütün ahlaksızlığın ve karışıklıkların kaynağı iki kelimedir" diye cevap verdim:
"Birincisi: 'Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne.'"İkincisi: 'Sen çalış, ben yiyeyim.'
"Cemiyet hayatının mahvolmasına sebep olan bu görüşler, zekatın verilmemesi ve faizin devam etmesiyle kendini gösterir. Bu iki hastalığı tedavi edecek tek çare; zekatın bir kanun şeklin¬de verilmesi ve faizin terk edilmesiyle mümkündür. Kişilerin ve milletlerin saadetleri için en önemli husus, zekattır. "Çünkü insanlarda, zengin ve fakir olmak üzere iki tabaka vardır. Zenginlerin fakire karşı merhamet ve ihsan; fakirden zengine karşı hürmet ve itaati temin edecek olan tek şey zekattır. Yoksa yukarıdan, yani zenginlerden, fakirin başına zulüm ve tahakküm iner, fakirlerden ise zengine karşı isyan Ve
kin çıkar. Böylelikle bu iki tabaka, daimi olarak bir mücadeleden, zıtlaşma ve boğuşmadan kendilerini alamazlar."
Misafirimiz, bu açıklamayı büyük bir hayranlıkla dinlemişti.
Özellikle "Tam eşitlik, ancak hukuk karşısında olur" ifadesi, onu son derece memnun bırakmıştı.
Misafirimizin liste halinde yazdığı son soruların cevapları verilirken, Adana minarelerinde" Allahü Ekber" sadaları çınlamaya başlamıştı. Sabah ezanları okunuyordu.