Hayret dolu tebessümler
"1979 yılının bir güz ayında, Adana'ya gitmek üzere Kayseri' den otobüse
binmiştim. Kaptan; 'Şarkı ve türkü söylemek isteyen varsa, buyursun mikrofona
gelsin, yolumuz uzun, hem vakit geçer, hem de bizleri eğlendirmiş olur' deyince,
ben bunu fırsat bilerek ayağa fırladım. Bu vesileyle, belki davamı yolcula¬ra
anlatabilecektim. Sesim güzelolduğu için, söylediğim şarkılar yolcuları
cezbetmişti. Otobüsdekilerle aramda iyi bir diyalog kurulduğunu hissedince
sohbete başladım. 'Vatandaşlarım' de¬dim. 'içinizde huzurlu ve mutlu olan var
mı?' Bu soru sanki top
güllesi gibi düşmüştü ortaya... Herkeste hayret uyandırmıştı.
Devam ettim: 'içinizde hayatını garantiye almış olan var mı?'
'Peki' dedim. 'Her türlü ihtiyacımı karşıladım, hiçbir ihtiyacım kalmadı diyen
var mı?' Hayret dolu tebessümler devam ediyordu. İlave ettim: 'Kardeşlerim
elbette bunlar mümkün değil, çünkü bu türlü ıztırapları ortadan kaldırabilecek
bir rejimle idare edilmekten mahrumuz: Yolcuların nefretini uyandırmadan,
onların anlayacağı lisanla komünizmi anlatmaya başladım. Tam iki saat konuşmamı
sürdürdüm. Herkes bana hayran kalmıştı.
Ama bir genç adeta yerinde duramıyor, itirazlarını belirtmek için fırsat aradığı
her halinden belli oluyordu. "Otobüs, Toros dağlarını tırmanırken lastik
patlayınca, genç beni yakaladı. Gayet mütevazi bir tavırla, 'Sizi tebrik ederim'
dedi. 'Konuşmanızla bizleri ihya ettiniz. Kendinizi gayet mükemmel
yetiştirmişsiniz. Benim sizden istifade edeceğim çok
meseleler olacak. Mesela; insan nedir sizce?'
"Hiç beklemediğim böylesine bir soru karşısında adeta aptallaşnuştım. Gerçekten,
sıradan bir komünistin hayatını, herhangibir Marksist eserin muhtevasını ve
komünist ülkelerin tarihi seyrini sanki harf harf bildiğim halde, nedense böyle
şeyler aklıma gelmemişti. Kendimi tanımayı unutmuştum. Aynı soruyu ben sordum
kendisine: 'Peki sizce nedir?' Karşımdaki nurani simalı genç, beni istediği
mevzuya çekmenin rahatlığıyla olacak ki, gülerek devam etti: 'Bu bir çırpıda
izah edilecek bir mevzu değildir. Eğer arzu ederseniz, cebimde ufak bir eser
var, bu
mevzuu oradan okuyalım:
"Tenha bir köşeye çekilmiştik. Bana bütün gayretiyle Allah inancını anlatmak
istiyordu. Bazı sorular sorunca, mükemmel cevaplar almıştım. Sıradan bir insan
olmadığını anlamıştım
gencin. Nihayet yıllar sonra dişime göre bir fikiradamı bulmuştum. Üstelik,
komünizm felsefesini benim kadar iyi biliyordu.
Tartışmamız, Adana garajına kadar sürdü. Hayran kalmıştım.
Genç arkadaşımın yolu bitmemişti. Tuttum kolundan, 'Mümkün değil seni bırakmam'
dedim. 'Meseleleri bir neticeye bağlamalıyız. Zihnim allak bullak oldu.
Soracağım çok şeyler var. Bugün mutlaka burada kalmalısınız' Genç; 'Bir şartla
kalırım' dedi. 'Benim misafirim olmak kaydıyla: Anlaşmıştık. Birlikte
arkadaşının .evine gittik. Genç öğretmen, eline aldığı kitaplarla
bütün sorularımı bir bir cevaplayarak yarım asırlık davamı ve fikirlerimi
yıkmıştı. Sabah ezanına kadar devam ettik. Benim dünyam değişmişti. Yıllardır
iftiharla taşıdığım fikirler, ancak birkaç saat dayanabilmişti. Önümde yepyeni
ve nurlu ufuklar vardı artık.",
"Namaza birlikte durduk. Bu, hayatımda kıldığım ilk namazdı. Aman ya Rabbi! O ne
büyük haz, o ne büyük lezzetti! Na¬maz boyunca sessiz sedasız ağlamıştım.
Risale-i Nur, elini kalbi¬me uzatarak kir ve küfür namına ne varsa hepsini söküp
almış¬tı. Bizlere, artık yıktıklarımızı yapabilme çabası ve endişesi düş¬müştü.
Üstadın tesellisi
"Amerika' da oğlumun ziyaretindeyken, 1981 Haziran'ında ağır bir felç sardı
beni. Hiçbir tarafını tutmaz haldeyken yoğun bakıma alınmıştım. İşte o sırada,
hala heyecanını duyduğum çok tesirli bir rüya gördüm:
Üstad, arkasında bir zatla beraber yattığım odaya girdi. Onu görünce halimi arz
edercesine ağlamaya başladım. Geldi, üzeri¬me eğildi, tebessüm ederek dedi:
'Senin o kadar büyük günah¬ların vardı ki, şu Amerika'ya doldursak taşar,
denizlere dökü¬lürdü. Risale-i Nur, senin hayatına kefil oldu. Ve bu hastalık, o
dehşetli günahlarına keffaret olsun diye verildi. Sabret, şükret.' Arkasında
elpençe vaziyette duran zata döndü, 'Öyle değil mi Mevlana Halid?' dedi. O da,
'Öyledir Üstadım' diye cevap verdi. O rüyanın heyecanıyla uyandım ki, vücudumun
yarısına can gelmiş.
'Memlekete döneli henüz aylar oldu. Bu çekilmez hastalığa karşı tek tesellim, 4
yıl önce tanıma bahtiyarlığına erdiğim Risale-i Nur"dur. Bende okuyacak takat
kalmadı. Torunumun sesiy¬le bazı kısımları banda aldırdım. Akşama kadar büyük
bir haz ve tefekkürle dinliyorum. Ayet-el Kübra' da Üstadın o müstesna
tahlilleri ve tevhid delilleri ruhuma öylesine işliyor ki, ne bir
novaljin, ne bir morfin vurdurmaya ihtiyaç kalmadan o ağır sızılarımı unutup,
sessiz sedasız dalıp gidiyorum. Hele 10. Söz beni bir çocuk gibi ağlatıyor.
Halbuki bir zaman ayağıma saplanan kurşunun acısı karşısında, 'of' bile
dememiştim..
"Küfürle geçen o uzun ömrümü unutamıyorum. Bir anlık Allah'ı inkarın hesaba
sığmaz cezasını düşünürsek, 40-50 yılını bu şekilde geçirmenin getireceği
ürpertici günahın azabını bir an olsun kalbimden atamıyorum. Beşer kanunlarının
ceza vermekten aciz kalacağı bu günah dolu hayatı temizlemek için, elbette ki
bir cehennemin vücudu lüzumlu ve zaruridir. Ama rahmetine iltica ettiğim o büyük
kudretin önünde secdeye kapanıyor ve af dileklerimi göz yaşlarıma katarak takdim
ediyorum. Kendisine açılan ellerden, mırıldayan dudaklardan yükselen samimi
pişmanlıkları çevirmeyecek kadar merhamet sahibi olan Rabbimi düşündükçe teselli
buluyorum. Zaten insanın hasta, aciz ve bitkin olduğu ve ömrünün sonuna
yaklaştığını hissettiği bir anda, ona teselli verecek öyle bir kudret sahibi
lazım ki, hükmü hem hastalığa, hem acizliğe, hem ölüme ve hem de ecele geçsin.
Yoksa ne para, ne makam, ne evlat, ne de mal mülk o teselliyi temin edemiyor.
Aksine onlardan ayrılmanın verdiği ıztırap öylesine dehşetli ki, bin felçten
daha korkunç. Bu hakikatı yaşayan bir insan olarak ben sizlere canlı bir misal
olmalıyım.
"Kardeşim, küfrün en dehşetli kıvamında pişmiş bir insan olarak diyeceğim şudur:
İnsanlık tarihinin en korkunç buhranı haline gelmiş olan günümüzün inkar ve
isyan cereyanı; bütün dinleri ve bütün insanlığı karşısına alarak yaptığı
dehşetli tahribatlarla, kainatı titretebilecek bir merhaleye ulaşmıştır. Akıl
al¬maz para, tedbir ve polisiye kuvvetlerin dahi önünde aciz kal¬dığı komünizm
afetinin bertaraf edilebilmesi için, Kur'an haki¬katlarını asrın idrakine en
mükemmel şekilde anlatabilen Risale-i Nur gibi bir hakikata ihtiyaç vardır.
Bütün insanlığın vebali¬ni omuzuma alarak haykırıyorum ki, başka alternatifimiz
kal¬madı. Bunun aksini iddia etmek, komünizm hesabına hizmettir.
"Ben bunu tecrübemle söylüyorum. Bu fitneden vatanı, in¬sanlığı ve kainatın
hukukunu korumak isteyen her kuvvet sahi¬bi, önce Risa/e-i Nur'un neşrini
birinci plana almalıdır. Yoksa kainat bu zulme dayanamaz. Kıyametin kopmasına
fetva ver¬dirmiş oluruz. İnsaf sahiplerine havale ederim.
"Dualarını bekler, gözlerinden öperim."
16.10.1983
Salih GÖKKAYA
Alsancak-İZMİR
Günümüzün şer ve tahrip guruhlarına karşı İslamın ölmez hakikatlarını, asrımızın
anlayışına en uygun şekilde ve tesirli bir metotla anlatan Risale-i Nur'un, en
azılı dinsizleri ve en az¬gın komunistleri nasıl dize getirdiğini dünyaya ilan
eden bu mektubu, derhal çevreye duyurdum.
istedim ki, benim duyduğum bu sonsuz mutluluğu ve sevinci onlar da duysunlar.
Bütün Müslümanlara bir müjde, bir moral olsun.
Mektup kısa zamanda yayıldı. ilden İle, dilden dile ulaştı, do¬laştı. Öylesine
bir alaka uyandırdı ki, bunun üzerine binlerce mektup aldık. Hepsinin de ortak
isteği, bu hadisenin mutlaka bir kitap haline getirilmesiydi.
Salih Bey hadisesi, Ahirzamanda İslamın ne derece inkişafa başladığının küçük
bir işaretidir. Bugün Nur hizmeti sayesinde
Salih Bey gibi binlercesi, milyonlarcası İslamın ter ü taze hakikatlarıyla
müşerref olmakta ve kendilerini yeni doğmuş olarak görmektedirler. Gün geçtikçe
bu hizmet seyrinin hızla geliştiğini, yüceldiğini ve parladığını görüyoruz. Bu
da, "Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler istemese de" şeklindeki ilahi vaadin
müjdeleri ve işaretleridir.
Salih Beyin ikinci mektubu
_Salih Beyin, Amerika'nın California'daki adresine mektup gönderip, hastalığı
için acil şifalar temenni ediyor ve sıhhatinin bozulduğuna çok üzüldüğümü
belirtiyorum.
Mektubumun cevabını, Ocak 1985' de alıyorum. Ama, mektup 12 Aralık 1984' de
yazılmış.
Mektubu Salih Bey yazmış. Gönderen, kendisi değil, oğlu.
Mektubun içinde, oğlunun yazmış olduğu küçük bir not bu¬lunuyor:
"Babam Salih Bey'in vefatından iki gün sonra özelodasına girmiştim. Masasının
üzerinde, sizin adresinize yazılan ve atılmak üzere hazırlanan bir mektup
duruyordu. Rahmetli babam mektubu yazmış, ancak postaya vermeye ömrü yetmemişti.
"Bu mektubu, bir vasiyet sayarak sizlere postalıyorum. "Değerli babam, buradaki
Müslümanların iştirakiyle ebedi
vatanına tevdi edildi."
Notun altına, isim yazmış "Oğlu" diye imzalamış.
Salih Bey'in vefatı bizleri ne kadar üzdüyse, ikinci mektubu da o kadar
sevindirdi.
Defalarca okunup bizleri ağlatan bu mektup da dolaştı vata¬nın dört bir yanını.
Satır satır ezberlenecek değerdeki "ikinci mektubu" şöyleydi:
"Maddeten çok uzaklarda, ama hemen yanımda hissettiğim bahtiyar kardeşim,
"Son gönderdiğin mektubunda durumumu çok merak ettiği¬ni anladım. Kardeşim,
merak kuvvetini böylesine günahkar bir insanın ahvaline sarfetmek çok yazıktır.
Çünkü, merak kuvveti¬ni sarfedecek, kainat büyüklüğündeki iman dururken, o
cevheri değersiz şeyler uğruna tüketmek akıl karı değildir.
"Kardeşim, şu anda maddeten tamamen bittim. Ayağa kalk¬mak şöyle dursun,
konuşmaya bile takatım kalmadı. Bu satırları karalamak için, annesinin sıcak
sinesine sığınmak hevesiyle yu¬varlanan aciz bir çocuğun mücadelesini veriyor
gibiyim. Bu bit¬miş ve tükenmiş halim, bana hiç unutamadığım eski bir hatıra¬mı
hatırlattı:
Bir komünist liderin itirafları
"Tarihin birinde, Yugoslav Devlet Başkanı Mareşal Tito'nun şeref misafiri olarak
Belgrat'ta bulunuyorduk. 83 yıllık ömrünün, yetmiş yılını Yugoslav komünizmi
uğruna fedakarca har¬camış olan başka bir komÜnist liderin, çok hasta olduğunu
söylediler. O insanın ismini, bayraklaşan mücadelesini, davasının uğruna
inanılmaz fedakarlıklarını daha önce biliyorduk ve çok büyük hayranlığımız
vardı. Hemen evine, ziyaretine koştuk. Yanımda, başka ülkelerden gelmiş komünist
talebe teşkilatı başkanlarından birkaç kişi daha vardı. Yattığı odaya girince
bütün duvarların, komünizme yaptığı başarılardan dolayı, almışolduğu
başarı-şeref belgeleri ve madalyalarla dolu olduğunu gördük. Dünyanın on onbeş
komünist lider kadrosu içinde sayabileceğimiz bu adam, yatağına yapışmış, bitkin
bir halde inli¬yordu. Bizler böylesi bir vasıftaki komünistle karşılaşmanın
he¬yecanı içindeydik. Yatağından zorla doğruldu. Etrafında, per¬vaneler gibi
hizmetçiler dönüyordu. Çehresine sanki yılların çilesi çizgi çizgi kazınmıştı...
Milyonlara hitap eden o dil ve çehre çökmüş, eller ve bacaklar tam bir kemik
halini almıştı. Bizler
çok iyi İngilizce bildiğimiz için onunla rahatça konuşabiliyorduk.
"Bu büyük Marksistle bir ara göz göze geldik. Gözleri yaşla dolmuş, dudakları
titriyordu. Yüzünde öylesine acı ifadeler şekilleniyordu ki, sanki ölmenin ve bu
dünyadan ayrılmanın sancısı içinde ağır bir ıztırap çekmekteydi. Bunu hissedince
teselli vermek için dedim:
"Ustam, sizin hayatınız harf harf komünizmin altın sayfalarına yazıldı. Sizi
takdir etmeyen, alkışlamayan hiçbir yoldaş gösterilemez. Hepimiz de sizin
hayranınızız. Bir mabud gibi, saygı ve takdir görüyorsunuz. Ölüm neden sizi bu
kadar korkutuyor? Gerçi maddeten aramızdan ayrılabilirsiniz, ama yaptığınız
unutulmaz hizmetinizle yaşayacaksınız.
"Ölüm kelimesini duyunca, sanki depreme tutulmuş gibi titrediğini gördüm. Bir an
yüzü gerildi, bakışları sertleşti ve nefesinin temposu korku ve telaşla
hızlandı. Ağlamaklı ifadelerle söylediği şu cümleler, hala kulaklarımda çınlar:
"'Yoldaş,' dedi, 'Ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç bir şeyolduğunu
size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli
ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün, ölmek, yok olmak...
Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş... İşte bu çıldırtıyor beni...
Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, ünvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın
güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç bir şey anlamıyor mu sunuz?
"Ölmeden önce her dakika, her saniye ölüyorum. Ölüm öylesine dehşetli bir
hayalet ki, zehir saçmaya devam ediyor.
"Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itiraf ta bulunmak istiyorum: Ben öldükten
sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım
mücadelenin değeri nedir?
Söyleyin bana? Vay, yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım
veya alkışlanacakmışım neye yarar?'
"Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu
parçalayan yılan ve çiyanları insafa getirirmi? Söyleyin, bu gidiş nereye? Bunun
izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
"İtiraf etmek zorundayım;
"Ben Allah’a, Peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil.
Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu
muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır... Bence ölümde son
olmamalıdır...
"Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını
almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen
hissediyorum. Öyle ki, milyarlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler,
şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette... Onların ahlarına kulak verecek bir
merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması
olmalı... Marks bu mevzuda halt etmiş. Uyuşturmuş beynimizi... Nedense ölüm
kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna
engeloluyor. Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin.'
"Bu hüzünlü satırlardan sonra, sizleri sevindirecek bir haber vermek istiyorum:
Ateist profesörün imana gelişi
"Ben hastanede yatarken, oğlunu ziyarete gelmiş olan 'ateistler' yani Allah' a
inanmayanlar cemiyetinin idare kurulu üyesi bir
felsefe profesörü ile tanıştık. Kendisi California Üniversitesinde
öğretim üyesi imiş.
"Gayelerinin ne olduğunu sormuştum;
"Bütün dinler' dedi, 'insanlar üzerine kalın bir örtü örterek, dünya zevk ve
lezzetlerine karşı ağır kurallar koyup, gençliğin tam lezzet ve keyf almasına
mani oluyorlar. Bizler ise, insanla¬rın tam lezzet ve keyf almaları, korku
duymadan kendilerini tatmin etmeleri için Allah'ın olmadığını telkin ediyoruz.
"Amerika'daki bu cemiyetin Moskova ile koordineli çalıştı¬ğını biliyordum.
Çünkü, Rusya, Amerika'ya komünizmi istedi¬ği manada sokamadığı için, Amerikan
gençliğini başıboşluğa it¬mek gayesiyle Allah'sızlık fikrini destekliyor.
Aslında bu cemiyet dolaylı bir Moskova teşkilatıdır.
"Felsefe Profesörünün bu izahına karşı, becerebildiğim kada¬rıyla Meyve
Risalesi'nin 'Üçüncü Meselesini' anlattım. Beni fevkalade bir alaka ile dinledi.
Tabii ki, bu iman hakikatı, onun isyan ve inkar dolu akıl ve kalp kapılarını bir
derece aralayınca, hayatı boyunca birikmiş olan inkar soruları da peş peşe
sıralan¬maya başladı. Zamanın müsaitsizliği ve benim de takatsızlığı¬ma rağmen,
Profesör, Nur hakikatları karşısında çözülüyordu artık... Tekrar görüşmek
ümidiyle ayrıldığımız zaman gözleri¬nin içi gülmekteydi.
'Allah'a binlerce hamdolsun ki, kendisiyle ikinci kez buluştu¬ğumuz zaman,
epeyce uzayan sohbet sonunda, şehadet parmağı havaya kalkarak, gözyaşları
arasında, adeta bütün küfür alemine haykırırcasına Müslümanlığını ilan etti.
Gece yarısını geçerek ayrıldı ve namaz kılmayı öğrenmek için, sabah
erken¬dengeleceğinisöyledi.
"İple çekmiştim sabahın olmasını... Gözlerim saatlerce onun kapıyı açıp içeri
girmesini bekledi. Ama ne yazık ki, vakit öğle olmasına rağmen o hala
görünürlerde yoktu. Endişeyle, evini telefonla aradım.
"Karşımda titrek sesli bir yabancı vardı.
"Profesör nerede, dedim."
"Siz Salih Bey misiniz, diye atıldı."
"Evet, dedim."
"Gece bir kalp krizinden öldü ve ölürken de sizi sayıklıyordu, dedi."
Salih Beyin oğlu
"Oğluymuş. Genç devam etti:
"Ölmeden iki saat kadar önce bizleri topladı. Uzun uzun iza¬hatlardan sonra
bizim de Müslüman olmamızı istedi. Ben, annem ve kız kardeşim babamın
anlattıklarını uygun bularak’ Müslüman olmuştuk. Sabahleyin de namaz kılmayı
öğrenmek _.
için, birlikte yanınıza gelecektik.'
"Yığılakalmıştım. Ya Rabbi, Senin Azamet-i Kibriyan önünde
başımı kaldırmamak üzere secdeye kapanmak istiyorum. Çünkü Sen bize, isyan ve
küfürle dolu kapkara bir ömrü, bir saatte
aydınlatabilen Risale-i Nur gibi bir hakikat nasip ettin. Bu ne büyük bir nimet
Allah'ım! Bu ne tükenmez bir hazinedir! Zerratımız adedince kendimizi, Senin
rızan yolunda feda etsek, yine şanına layık hamd etmiş olamayız.
"Aziz kardeşim, bir takdis-i nimet tarzında ifade edeyim ki,
bir ömür boyu maşukunun sevdasıyla tel tel eriyen hasretli kavuşma gününü nasıl
iple çekerse, Resulullaha ve Üstadıma kavuşma anımı iple çekiyorum. Bekliyorum,
o anı... Azrail Aleyhisselamın kapımı açmasını bekliyorum. Ölümle aramda
incecik bir perde kaldı. Kefenim ve sabunum baş ucumda duruyor. Cenab-ı Hak, son
nefesimizde de Nur talebesi olmak bahtiyarlığını nasip etsin.
"Dualarınızı bekliyorum."
Salih Beyin vefat haberini alınca, derhal telgrafla taziyelerimi¬zi ilettim.
Ardından da uzun bir mektup yazdım. Mektubu oğ¬luna hitaben kaleme almıştım.
mutlaka tanışmak istediğimi, babasıyla olan dostluğumuzun kendisiyle devamını
arzu ettiğimi, babası hakkında öğreneme¬diğimiz birçok konunun kendisinin
yardımıyla aydınlatılması¬nın lüzumu ve zarureti üzerinde durdum. Ve mektubuma
ce¬vap vermesini, adeta yalvararak istedim.
İki ay gibi bir zaman geçtikten sonra, iki paragraflık bir mek¬tup aldım. Şöyle
diyordu:
"Acımızı paylaştığınız için ilginize teşekkür ederim. Elbette ki babamın dostu,
benim de dostumdur. Lakin adresimi değiştire¬ceğim için, sizinle düzenli bir
irtibat kuramayacağımı sanıyo¬rum. Beni anlayacağınızı umuyorum.
"Selamlar..."
Mektubun sonundaki tarihi altında, el yazısıyla yazılıp imza¬lanan ve "Savaş
Eser" e benzeyen bir isim okunmaktadır. Bu, gerçek adı mı, değil mi bilemiyorum.
Eğer gerçek adıysa, Salih Beyin soyadı "Eser" olmalıdır. Ya adı? İşte hala
karanlıkta kalan bir nokta...
Oğluna defalarca mektup yazdım. Cevap gelmedi, fakat iade de edilmedi. Ama son
mektuplar, bana iade olundu. Üzerinde 'adres değiştirdi' yazılmıştı.
12.12.1984 SALİH GÖKKAYA
Hala, oğlundan bir cevap bekliyordu. Kapkara geçmişini, nurlarla aydınlatan o
müstesna insanın karanlık hatıraları gün
ışığına çıkar ve birçok merak konusu olan noktalar da aydınlatılmış olur, diye
ümidimi muhafaza ediyorum.
Ve yine temenni ediyorum ki, böylesine değerli bir insanın oğlu, Amerika' nın
sefahati içinde eriyip gitmez de, babasının
hatırasına sımsıkı sarılır. Bunu yalnız ben değil, binlerce ehli iman arzu
etmektedir.
Salih Beyin de ruhu şad olsun. Cenab-ı Hak, günahlarını affetsin. Ve küfrün
çıkmazında çırpınan daha nice Salih Beylere
aynı hidayeti nasip etsin. Karanlık dünyaları, Nurlarla dolsun.
Amin, amin, amin!