KENDİNİ ARAYAN ADAM (YENİDEN DOĞMAK)
Her şey bir yolculukla başladı
o gün... Yıllardır okul sıralarının zorluklarını, bugüne kavuşmanın tesellisiyle
yenmeye çalışmıştım. Bunun için ki, öğretmenlik mesle¬ğine attığım ilk adımın,
ruhumu sımsıcak duygularla titretti¬ğini çok iyi hatırlıyordum. Öğretmen
olmak... Adeta ülkeler fet¬heden bir kumandan gibi, vakur ve tatlı bir
ürpertinin bütün benliğimi dalga dalga sardığını hissediyordum.
Sanki dünyada bu mesleği seçen ilk adam benmişim gibi önüme çıkan herkese
soruyordum:
"Öğretmenlik nasıl bir şey? Aldığım cevaplar genellikle aynıydı:
"Öğretmenlik mi? Oooh, çok güzel tabii... Yalnız eski itibarı kalmadı"
Bazısı da öyle ballandıra ballandıra anlatıyordu ki, o güzel sözleri dinlerken
hemencecik okula koşasım, o cıvıl cıvıl çocuklar arasına karışasım geliyordu.
Fakat "Öğretmen mi?" diye, dudak bükerek moral bozucu ce¬vaplar veren ve adeta
kanımı buz gibi donduranlar da az değildi. Ama ben, nedense hep hoş ve tatlı
sözleri duymak istiyor, ürkütücü konuşmaları çabucak unutuveriyordum.
Vazife yapacağım yere gitmek üzere hazırlanıyordum. Beni uğurlamak için eve
gelen dost, akraba ve arkadaşlarla birlikteydim. Bizde usuldür; uzağa giden
kimselere, "Allah yolunu açık etsin, güle güle git, güle güle gel" diyerek, hem
moral verilir, hem de iyi ve kötü gününde yalnız olmadığı ona anlatılmak
is¬tenir. Bu geleneğin manevi kıymetinin ne kadar büyük olduğu¬nu ilk defa
anlıyordum.
Sohbet oldukça koyuydu o akşam... Konu ise, öğretmenlik.. Şahsına ve ilmine çok
saygı duyduğum bir büyüğümüz, öğretmenlik mesleğindeki başarı sırlarını
anlatıyordu. Bu metotlar benim için o kadar önemliydi ki, dayanamadım, kağıda ve
kale¬me sarılarak not almaya başladım.
"Öğretmen bir köyün her şeyidir" diyerek girmişti sözüne. "Bu, aslında bir
Peygamber mesleğidir. Muhtaç insanlara ilim, medeniyet ve irfan götürmek kadar
faydalı daha ne olabilir? Bunu yapabilmek için de, nabza göre şerbet vermeyi iyi
kavramak lazımdır. Doğru bir şeyi anlatırken, kırmadan, ürkütme¬den ve damarına
dokunmadan yapmak gerekir. Yapayım der¬ken, bütün bütün bozmamaya dikkat etmek
çok önemlidir.
"Köylünün inanç ve geleneklerine ters düşen, onlardan kaçan ve hayat
tarzlarından kopan bir öğretmen, o yerde hem başarılı olamaz, hem de huzur
bulamaz. Ve belki de barınamaz da... Köylü, önce öğretmeni n samimiyetine
inanacak ki, ona kapıla¬rını açıp sıcak bir ala ka göstersin. Bunun için, o
köyün öğretme¬ni, kendi mesleğini çok iyi kavraması kadar, insan psikolojisini
de iyi bilmesi lazımdır. Çünkü bizdeki öğretmenlik anlayışı yal¬nızca çocuk
okutan değil, köyün bütün dertlerine çare bulabi¬lecek bir ehliyette olması
lazım geldiği yolundadır.
"Bayramda; düğünde, sünnette, bazı özel gün ve gecelerde bütün gözler öğretmeni
arar. Tabii ki öğretmen de bunun hakkını vermelidir. Bu da çok iyi bir kültür
ister. Yalnızca, ders ki¬taplarının teorik bilgileri yetersizdir. Öğretmen,
hayatı en bü¬yük bir okul kabul ederek her hadiseden, her tecrübeden ders
almasını bilmeli ve hareket tarzını da ölçülü ayarlamalıdır.
"Kalbin nuru din ilimleri, aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin
birleştirilmesiyle hakikat ortaya çıkar. Bu iki unsurun bir araya gelmesiyle,
talebe gayrete gelir ve başarılı olur. Birbirinden ayrıldıkları vakit
birincisinden taassup, ikincisinden de hile, şüphe doğar" diyerek, iyi bir
eğitim politikası çizen kıymetli 1: alimin bu güzel sözü üzerine yorumlar
yapılıyordu.
"Cami ve okul, bir köyün iki ana direğidir. O köyün varlık huzuru ve birlik
içinde yaşaması, bu iki direğin sağlam ve dimdik ayakta durmasına bağlıdır.
Camide din havası mevcuttur
Okulda ise, ilim havası vardır. Birisi, düşmanlığı, kini silip kardeşliği
getirir; diğeri de cehaleti kaldırıp medeniyeti davet eder Böylece o köy, genel
bir okul havası içinde, ilim, fazilet, medeniyet ve kardeşlik mefhumunu
öğrenmeye başlar. Bunları yapacak olan da, o köyün imamı ve öğretmenidir.
"Öğretmen, cami cemaatini tanımayıp, köyün en mukaddes varlığı olan camiye ters
düşer; imam da okulu bir küfür alanı olarak görürse, o köyde fitne kıvılcımları
çıkmaya başlar. Halbuki öğretmenin imamla anlaşıp kaynaşması, milletin hasretle
beklediği bir husustur."
Büyük bir zevk ve dikkatle dinlediğimiz sohbet, geç vakitlere kadar sürmüştü.
Bu ölçüleri bir bir not aldıktan sonra, valizime kitapları yerleştirdim. Çünkü
onlar benim hem öğretmenim, hem arkadaşım olacaklardı.
İhtiyar muhtarın acıları
Bu hayal, ne güzel bir şey... İnsanı nasıl da umutlandırıp rahatlatıyor,
endişeleri, şüpheleri bir bir dökerek teselli ediyor.
Dalıp gittiğim için kendi kendime mırıldanmış olacağım
aynı koltuğu paylaştığımız ihtiyar yol arkadaşım soruyor:
"Talebe misiniz evlat?"
"Öyle sayılır" diye cevap veriyorum. "Daha düne kadar talebeydim. Mesleğimiz
öğretmenlik olunca, talebelik de emekli olana kadar devam edecek herhalde..."
"Tabii ya!" diyor ihtiyar, "Yalnız öğretmenler talebe değil, bana kalırsa, dünya
bir okul, bütün insanlar da o okulun talebeleridir. Doğan her insan bu okula
yazılır, ölen her insan da şehadetnamesini (diplomasını) alıp gider."
"Ama, notun iyi olmadıktan sonra!" Güngörmüş ihtiyar da dalıp gidiyor... Tıpkı
benim saatlerce hayalin peşine düşüp gittiğim gibi, gözlerini bir noktada
toplayıp düşünüyor. Gittikçe bakışlarının fersizleştiğini görüyorum Çileyle
kıvrılmış kapaklarının örttüğü gözlerinde yaş bulutları oynaşıyor. Ardından
damlalar sıraya dizilerek bembeyaz sakalına takıla takıla aşağıya doğru iniyor.
Nur yüzlü ihtiyarı ağlatan hadiseyi kendisine bir türlü soramıyorum.
Neden sonra:
Yola çıkalı iki saat olmuştu. Bu iki saat boyunca, on üç yıllık öğrencilik
hayallerim bir sinema perdesi gibi geçiyordu gözlerimin önünden... Ve her
sahnenin sonunda da "okul ve öğrenci’ ikilisi gelip karşıma dikiliyordu. Ne
renkli düşüncelerdi Allah'ım!
Güzel bir okul... Yanında yeni lojman... Etrafında iyi tanzim edilmiş bir
bahçe... Yemyeşil ağaçlar, pırıl pırıl çayırlar... Minicik öğrencilerin cıvıl
cıvıl sesleri... "Ögretmenim" diyerek gülücükler dağıtışları... Hayal bile olsa
içime tatlı bir sıcaklık serpiyordu. "Okulun minaresi" demek olan bayrağı ilk
görüşümde,
nasıl bir heyecan içinde olabileceğimi tahmin etmeye çalışıyordum. Arif Nihat
Asya gibi:
"Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
"Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü" mü diyeceğim, yoksa o anın
duygularıyla başka bir şeyler mi mırıldanacağım? Bilemiyorum.
Ya köylüler? Öğretmeni ilk görüşlerinde:
"Hoş gelmişsen öğretmen bey" derlermiş ellerini uzatır, sıcak bir alakayla
tokalaşarak. "Bir ihtiyacın olursa, Allah'ını seversen çekinme ha! Bizim ev, aha
şuradır" diye sıkı sıkıya tembih ederlermiş. Daha neler neler derlermiş...
"Evladım! Sakın ola sen şu bizim köyün öğretmeni gibi olmayasın" diyor.
Kendisine merakla baktığımı görünce de devam ediyor: "Ben o zaman köyün
muhtarıydım. Bu vazifem tam on altı yıl sürmüştü. Zengindim. Çok koyunum vardı.
On yıl boyunca sürülerimi üç çoban çevirdi. Köyün biraz dışında, iki katlı bir
konağım vardı. Köye her gelen beni bilirdi. Konağımızın yanına yaptırdığım bir
odayı yalnızca misafirlere ayırmıştım. Kapımın
çalınmadığı gün üzülürdüm.'Yoksa köylüyü kırdık mı? Niçin
bu akşam gelmediler?' diye hayıflanırdım.
- "Hele yenmiş içilmiş, aklıma bile gelmezdi. Üstelik zevkti¬
yardım. Rahim olan Allah, rahmetinden bol bol gönderirdi. Ne
malım eksilirdi, ne de param...
"Bir akşam <üzeriydi. Orta yaşlı biri gelmişti kapıya.
"'Öğretmenim' demişti. 'Bu köyün çocuğunu okutmaya geldim.' ..
"Safa geldin, diyerek içeri aldık. Üşümüştü. Karnını doyurduk. Baş köşeye
geçirdik.
"'Fakirim' dedi. 'Kimseciklerim yok. Babamı, annemi çok küçük yaşta kaybettim.
Beni bir hayır sahibi okuttu. Bir ay önce
onu da kaybettim. Dünyada yapayalnız kaldım. Ben de valizimi
alarak sizlere sığındım. Eğer kabul ederseniz, bundan sonra sizleri ana baba
kabul etmek istiyorum.'
"Çok acımıştık. Hemen köylüyle bir araya gelerek boş bir evi'
tamir ettik, içini döşeyip kendisine teslim ettik. Her gün birimiz akşamları
misafir alır olduk.
"İnan evladım, ben kendi öz oğluma böylesine bir sevgi göstermemiştim.
Yaptığımız iyilik bununla da bitmedi. Köyümüzde namuslu, terbiyesi güzel bir
kızımızı da kendisine verdik. Hem de bütün masrafları üzerimize alarak..."
"Neden diye sorarsan, 'kimsesiz fakir,' diye tabii..."
Benim hayretim gittikçe artıyordu. Bizim insanımız ne kadar da merhametli,
cömert ve yardımseverdi. Hiç tanımadığı bir insana böylesine fedakarlık... İyi
niyet... Bu güzel geleneği, bizim insanımızdan başka acaba kim gösterebilirdi?
Allah rızası için, hiçbir karşılık beklemeden yabancı bir insana evlat muamelesi
yapmak, herhalde sadece bizim insanımıza hastı.
"Ya sonra?" diye sordum.
Gözleri yeniden dolmuştu. Ağlamaklı bir ses tonuyla:
"Neler olmadı ki evladım" dedi. "Evimi dağıttı, dünyamı başıma yıktı."
Tam bir şaşkınlık içinde, heyecanla dinliyordum.
"Bütün köylü, kimsesiz ve fakir diye bu öğretmenin üstüne titriyorduk. Ama
öğretmen, gün geçtikçe değişiyordu. Gizlediği kötü niyetini yavaş yavaş açığa
vurmaya başlıyordu.
"Okulla alakasını kesti. Öğrencilerle hiç ilgilenmiyordu. akşama kadar gençlerle
kafa kafaya verir ve sohbet bahanesiyle onların beyinlerini yıkardı. Okulda
çocuklara anlattıkları şey de yavaş yavaş kulağımıza gelmeye başlamıştı."
"Neler anlatıyormuş?" diye sordum.
"Neler değil ki" diye söylendi. "Hiç duymadığımız marş öğretiyormuş. Bizim
marşlarımızı ağzına almazmış. Müslümanlığa, imana karşı çok kötü söylermiş,
namert... 'Neye inanıyorsanız, onlar hepten safsata' dermiş. Kafir herif, haşa
Allah'a bile inanmazmış. Tövbe ya Rabbi, tövbe..."
"Bunları duyunca, bir gün çektim kenara: 'Bana bak öğretmen bey' dedim.
'Kulağıma böyle böyle şeyler geliyor. Bunlar doğru mudur?'
Rengi attı hemen, kulaklarına kadar kızardı.
"'Amma yaptın ha muhtar' dedi. 'Hiç öyle şey olur mu? çocuklar herhalde
anlattıklarımı yanlış anlamış olacaklar. Tabii
size de yanlış malumat vermişlerdir. Hem siz benim öz ana babam sayılırsınız.
Sizin sayenizde bu dünyada yaşıyorum. _ olmasaydınız, ben ne yapardım? Sonra
tövbeler olsun muhtar; insan Allah'a dil uzatabilir mi? O bizi yoktan yarattı.
Bilirsin
ben orucumu tutarım. Fırsat buldukça Cuma namazına bile giderim. inşaallah vakit
namazlarına da niyetliyim. Gözüm kör
olsun ki, Kur'an baş ucumda asılı durur."
"Ne zaman ağzımı açsam, buna benzer şeylerle bizleri avuturdu. Çok kurnazdı.
Kiminle ne konuşacağını çok iyi biliyor¬du. Bizim gibi büyüklere karşı son
derece saygılı ve dindar gözükürken, gençlerin de imanına okudu tabii... O körpe
beyinleri
zehirle doldurmuş meğer..."
Karşımda, hiçbir şey bilmez zannettiğim bu köylü ihtiyar, neler söylüyordu? O
kadar merakımı kamçılamıştı ki, bütün dikkatimle onu dinliyordum. Milletin
kucağında büyütüp onun ekmeğiyle beslenen bir insanın, en çok saygı duymasılazım
geldiği bir yere ihanet etmesine karşı, içimde büyük bir nefret doğmuştu.
"Devletten aldığı maaşla devleti yıkmaya çalışmak...’ Bundan daha büyük bir
canilik olur muydu?
ihtiyar yol arkadaşımın sık sık öksürüklerle böldüğü cümlelerini kendi kafamda
birleştirerek bir bütün halinde düşünmeye çalışıyordum. Bu millet, inanç
noktasında ne büyük darbeler yemiş ve hala da yemeye devam ediyordu. Bunları
duydukça,
vatandaşa sahip çıkmanın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha idrak ediyor ve
büyük bir islam aliminin şu sözlerini hatırlıyordum: "Eskiden tehlikeler
hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor.
Kurt, gövdenin içine gir¬di. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin
bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanını sezmez. Can damarını koparan, kanını
içen en büyük hasmını dost zanneder." Ve bu teşhis, asra vurulmuştu.
Unutamıyordum ve unutmama da imkan yoktu tabii...
"Ara sıra birkaç günlüğüne kaybolup gelmemeye başladı. Sorduğumuzda, 'Falan
yerde arkadaşım var da, görmeye gitmiştim' veya 'Falanca köyün öğretmeni beni
davet etmişti' gibi, hiç de aslı olmayan cevaplar veriyordu.
"Daha sonra köyde, yabancı gençler görünmeye başladı. Doğrusu bunları gözüm pek
tutmamıştı. Çünkü kılıklarında bir insan kılığı yoktu.
"Bir başka gün, hanımı ortadan kayboldu. Kızın yakınları gelip sorduğunda:
Amcamdan mektup geldi, hanımı çok hastaymış da, ona bakması için oraya
gönderdim' diye cevap vermiş.
"inanmamışlar tabii... Ama ne yapsın zavallıcık. Bir insanın öz hanımına zarar
vereceği kimin aklına gelir?
"Yanına gelen giden çoğalmaya başlamıştı. Okulla da tamamen alakasını kesmişti.
Kaç defa şikayet aklıma geldi. Ama sizin koruduğunuz, sizin evlendirdiğiniz,
sahip çıktığınız bir öğretmeni nasıl şikayet edeceksiniz? Bir kere iyi dedik,
kötü diyemedik. "O sıralarda, köyün gençlerinde de bir hareket başlamış: Herkes
tüfekle, tabancayla oynuyordu. Bazen geç vakitler silah sesleri duyuyorduk.
Meğer ki hain adam, atış talimi yapıyormuş.
"Son kaybolduğu gün Pazardı. Tam beş gün dönmedi. Merak ettik. Daha doğrusu
açıkça şüphelendik. Sağa sola haber vermeye hazırlanıyorduk ki, gece geç
saatlerde evimin kapısı çalındı.
"'Bir genç, çok telaşlı ve heyecan içinde bağırıyordu:
"'Muhtarın evi burası mı?" "'Burası' dedim. 'Ne yapacaksın?'" "'Lazım' dedi.
'Çok acele lazım'" "Yukarı aldırn. Oturası yoktu:
"'Köyünüzün öğretmeni trafik kazası geçirdi' dedi. 'Hem hanımı, hem de kendisi
ağır yaralı. Hastaneye kaldırdılar. Benden rica etti: 'Git muhtarı gör, ne kadar
parası varsa alıp yetişsin Yoksa başkasından bulsun' dedi. 'ikisinin de ameliyat
olması gerekiyormuş. Doktorlar çok para istiyorlarmış.'"
"Ben, şaşkınlıktan duraklar gibi olunca ısrar etti:
"'Kaybedecek vaktimiz yok. ikisinin de canları tehlikede. Buraya kadar canımız
ağzımızda araba teptik. Taksi aşağıda bekliyor. Acele edin de, yetişelim.'"
"Gencin gözleri yaşarmış, ağlamaklı ağlamaklı bakıyordu.
"O anda aklıma hiç mi hiç kötü bir şey gelmemişti. 'Olabilir
ya!' dedim. 'insanlık hali, hanımını alıp köye doğru gelirken kaza geçirmiş
olabilirler."
"O günün (yani 1979 yılının) parasıyla cüzdanımda 100.000 li¬ra vardı. Bu tam
altmış besili koyunun parasıydı. Can tehlikesini duyunca, kızın dayısına koştum.
Kızın annesi ve babası ol¬madığı için dayısı büyütmüştü.
"Adamcağız çok telaşlandı. Onun da cebinde otuz bin lirası varmış, onu aldı. Ne
olur, ne olmaz diye, cebine üç tane de büyükaltın koydu. Alelacele taksiye
atlayıp yola koyulduk. Köyden biraz uzaklaşınca, benim aklım karıncalanmaya
başladı.
Çünkü gençleri hiç gözüm tutmamıştı. Şoför koltuğunda oturanı uzun saçlı ve
bakımsız biriydi. Üstü başı darmadağınıktı. Bizi çağıran genç ise kıpkırmızı
gözlü ve azgın suratlıydı. Hiç de kazaya üzülmüş bir halleri yoktu. "Gece vakti
acelemden üzerime silahımı da almamıştım. Tabii, o dağ başında arabayı durdurup
inmek de olmazdı. Doğrusu içime kötü bir korku oturmuştu."
Yol arkadaşımın anlattıkları, bir macera filmi gibi dehşet doluydu. Sonucun
nereye uzanacağını, adeta nefesimi tutarak dinliyordum. Yaşlı adam anlatmaya
devam etti:
"Taksi, ormanın içine girince ağırlaşmaya başladı" diye konuşmasını sürdürdü.
"Duracağını hissederek sormuştum:
"Ne oldu evladım, bir arıza mı var?"
"'Her halde benzine su karışmış olmalı. Motor teklemeye başladı. Siz oturun da
biz bakalım' dedi.
"Taksiyi durdurup önce kendisi, ardından da öbür kılıksız indi. O anda korkum
daha da artarak içim cızz etti. Şöyle taksinin etrafına doğru yarım yamalak
baktım ki, oooohh ellerine silahlar bir sürü anarşist. Doğrusunu söylemek
gerekirse, parayı marayı unutmuştum. Can derdi, her şeyden önemliydi. He zavallı
arkadaşım tir tir titriyordu.
"Namluları beynimize çevirip bizi aşağı indirdiler. Önce gözümüzü ve ellerimizi
bir güzel bağladılar. Paraları ve altınları aldılar. Ne diyebilirsin? Tabancanın
namlusu ensemizde duruyordu. Bir aksi hareket yapacak olsak, hiç acımadan bizi
orada sererlerdi. Hain sürüleri... Bunlarda merhamet ve vicdan görülmüş mü?"
"içlerinden birisi:
"'Muhtar' dedi. 'Bugüne kadar köylünün sırtından kazandığın paraların keyfini
çıkarıyordun. Birazını da bize vermekle kızmadın değil mi?' diye alayediyordu."
"Elhasıl, olan olmuştu hocam. Ama felaketin büyüğünden habersiz, sabahı
bekledik. CanımızIn kurtulduğuna şükrederken 'Keşke kurtulmasaydık da bu günleri
görmeseydik' diye feryat edeceğimizi nereden bilecektik? Keşke daha işin başında
beni öldürmüş olsalardı?" .
Yol arkadaşımın yorgun gözlerindeki yaşlar tekrar oynaşmaya başlamıştı. Buruşmuş
dudakları, hüzünlü, kıvrım kıvrım, içinden kaynayıp gelen hıçkırıklara mani
olmak için cümle ve kelimeleri kesik kesik kullanmak zorunda kalıyordu. Elini
yumruk yaparak:
"Hain herifler!" diye koltuğa vurdu. "Zalim uşakları, canavar sürüleri!"
Bir çocuk gibi içini çekerek yüreğini saran yakıcı ateşi bastırmaya çalıştı.
Cebinden çıkardığı buruşuk mendiliyle önce göz¬
yaşlarını, daha sonra da burnunu sildi.
"Eve gittik ki kıyamet kopuyor" diye bıraktığı yerden konuşmasına başladı.
"Bizim çıkışımızdan sonra bir grup anarşist evi
basmışlar. Ev de köyün birazcık dışındaydı. Köylü duyana kadar olan olmuş.
Silahlarını çekip, 'para' demişler, 'altın' demişler. Bulamayınca da tek evladım
olan 17 yaşındaki .aslan gibi oğlumu ve 20 yıllık eşimi hunharca katletmişler.
Kurşunlarla paramparça edilen vücutlarını bir kan gölü içinde gördüğümde, nasıl
çıldırmadığıma hala hayret ediyorum. O azgın canavarlar, işledikleri
cinayetlerden mutlaka gurur duyup kahramanlıklarını ilan etmişlerdir."
Anlattıklarını tasdik edip elini öpüyorum. İki saatlik beraberliğimiz burada
noktalanıyor. Ama, bir meslektaşımın hainliği düşüncelerimi alt üst ediyor. Yol
boyunca nefes nefese dinlediğim o ibretli hadiseyi, elimde olmadan zihnimde
canlandırıyorum. Hem de defalarca. Ve her defasında o müthiş anı başımdan geçmiş
gibi yaşayarak...
"Yakalandılar mı?" diye sordum.
"Ne çıkar evladım" dedi. "Yakalandılar, ama ölen geri gelir mi?"
"Ya öğretmeniniz ne oldu?"
"Onu da yakaladılar. Şimdi nerededir bilmiyorum. Zavallı
kızcağızın da hayatını mahvetti. Kızı ne yapmaya zorladıysa,
yavrucak dayanamayıp kendini asmış."
Kayseri otobüs terminaline inmiştik. Ben Hatay istikametine gidecektim.
İhtiyarın yolu ise Mardin' e kadar uzanacaktı.
Ayrılırken elimi ciddiyetle sıkıp:
"Güle güle hocam" dedi. "Yüce Rabbim hayırlı hizmetler nasip etsin. Bu vatan
sahip bekler. Yıkanlar çok, yapanlar az. Öyleyse yapanlar, geceyi gündüze
katmalı ki, tahripler günü gününe tamir olsun. Bu iş çok fedakarlık ister ve
para karşılığında da yapılmaz. Çünkü paradan daha önemli şeylerin olduğunu
yaşadıkça göreceksin."