Mum

 

TİMAŞ Yayınları

 

 

Bu   Kitabın  Serüveni:

Mum adlı bu kitap,

ismail Demirci'nin editörlüğünde

Tim Tanıtım tarafından baskıya hazırlandı.

Kitabın kapak tasarımı Kenan Özcan'a ait

Baskı ve cilt takibi Eferem Çalış tarafından yapıldı.

Kitabın kapak baskısı Seçil O/set'te, iç baskısı Ziya O/set'te

cilt işlemleri ise Sistem Mücellitfianesi'nde gerçekleştirildi.

3. Baskı olarak 1998 Haziran ayında yayımlandı.

Kitabın Uluslararası Seri Numarası (ISBN): 975-362-204-x

Yazışma Adresi: P. K.: 50 Sirkeci - istanbul

Merkez: Ankara Cad. No: 50

34440 Cağaloğılu / istanbul

Tel: (0.212) 513 84 15 -16 : 510 65 46

Fax: (0.212) 512 40 00 - 664 77 97 - 45111 76

Internet: www.timas.com.tr                                    "

e-mail: timas@timas.com.tr

TİMAŞ YAYINLARI

İstanbul

1998

Hekimoğlu İSMAİL

1932 yılında Erzincan'da doğdu. Asıl adı,

Ömer Okçu'dur. Dedesinin ismi olan Hekimoğlu

ismail imzasıyla yazılarını yazdı, böyle tanındı.

Babası, İstaklâl Savaşı sırasında Kazım Karabe-

kir Paşa'nın emrinde 4 yıl askerlik yaptıktan sonra,

memleketine döndüğünde İstiklal Madalyası'nı sa-

tıp, viran olan evini yaptırdı.

Savaşlar içinde büyüyen Hekimoğlu İsmail'in

annesi ve babası ümmi idi. Dolayısıyla yazarımız

kitap bulunmayan evde doğdu, büyüdü.

Lise tahsilinden sonra Amerika'da elektronik

üzerine ihtisas yaptı. 1967'de meşhur Minyeli Abdullah romanını yazdı. O gün-

den bu yana pek çok dergi ve gazetede yazılar yazan Hekimoğlu'nun, 20'den

fazla eseri vardır. Yurt içi, yurt dışı konferansları da yüzlercedir.

Çeşitli yayınlarda birçok makalesi bulunan Hekimoğlu İsmail'e, Harran Üni-

versitesi tarafından Edebiyat Doktoru unvanı verilmiştir.

Hekimoğlu 1953'den beri sigara parasını kitaba verip, bir ömür boyu talebe

gibi çalışmıştır.

 

Eserleri:

m  Minyeli Abdullah

*  Müslüman ve Para

  Menan Cinleri

M  Düşünceler

» ilimler ve Yorumlar

H Yokuş

« Yapraklar

« Mum

  Sevdalı Şiirler 1-2

*   İyiliğin Kaynağı

« Maznun

100 Soruda Bediüzzaman

Sonsuza Yürüyüş

Bir Millet Uyanıyor

Neye Nasıl inanırım?

Derdimi Seviyorum (5 Cilt)

Ölüm Yokluk mudur?

İnsan Bu

Güneşi Arayan Adam

M. Akif'e Göre Dün,Bugün ve Yarın

Hayata Düşülen Dipnotlar

İÇİNDEKİLER

BİRİNCİ KISIM

Mum..................................................................................................7

Menan Cinleri...................................................................................9

Apalar.................................................:...........................................15

Ergenekon.......................................................................................20

Balıklan Koruma Derneği.............................................................23

Akvaryum.......................................................................................25

Arı ve Cam......................................................................................27

İKİNCİ KISIM

Ne dediler.........................................................................................30

Kitap üzerine düşünceler...............................................................32

Kâinat kitabından..........................................................................34

Kâinat kitabından bir yaprak,.......................................................36

Soru: Hayatınızda bilimin yeri nedir?...........................................38

Tanınmayan kitap..........................................................................42

Kültür değişmeleri.........................................................................44

Hep böyle başladı...........................................................................46

Aydın problemleri...........................................................................49

Tez, antitez.....................................................................................51

Galileo davası ve Türkiye..............................................................54

Hıristiyanlık propagandası mı?.....................................................56

Kâinat bir kışladır, herşey Allah'ın askeridir..............................59

2000'li yıllara kimler hazırlanıyor?...............................................61

İslâm'a karşı hareketler.................................................................65

İslâm'a karşı savaşanlar................................................................67

ÜÇÜNCÜ KISIM

Doğu'nün çilesi...............................................................................70

Doğu gerçeği...................................................................................72

Doğu gerçeği...................................................................................74

Doğu Doğu dedikleri.......................................................................76

Doğu'ya vurulan darbe...................................................................79

Hatıralarda kalan Anadolu................................................:..........81

Doğu Anadolu neden kalkınamadı?..............................................83

1991 Petrol ve Körfez.....................................................................86

İttihad-ı İslâm .,..............................................................................88

BÖRDÜNCÜ KISIM

Demokrasi.......................................................................................92

İslâmiyet ve demokrasi..................................................................94

Fertlerle devletler...........................................................................96

Kuvvete dayanan fikir...................................................................98

Bir tahlil...............;........................................................................100

Bir ibret levhası............................................................................102

Beş milyar insaa..........................................................................105

Gübreler ve ötesi..........................................................................108

Herşey hareket halinde................................................................111

A....................................................................................................113

Kuvvetler dengesi.........................................................................115

Türkiye'de ziraat..........................................................................117

Para ve sermaye...........................................................................120

Enflasyon ve Müslüman..............................................................122

Anonim şirketleri başarıya götüren prensipler..........................124

Savaş zarureti.....................................................;.........................126

İthalat ve ihracat..........................................................................128

Kapitalizm ve din.........................................................................131

İşin emrine girmek ve iş ahlâkı...................................................133

Maddî iktidar, manevî otorite......................................................135

Müslümanların müşterek iş yaparken

karşılaştıkları problemler............................................................138

İşe yaramak..................................................................................143

Nüfus planlamasındaki karanlık noktalar.................................145

İktisatta hakim sınıf....................................................................148

Yine teknoloji...............................................................'.................150

Ümitsizlik terakkiye_de, tekâmüle de manidir...........................153

Zenginlik ve fakirlik üzerine düşünceler....................................155

Osmanlı Devleti niçin yıkıldı?.....................................................157

Maddi medeniyet..................................................,.......................159

Neden kalkınamadık?.................................................................162

Devletçi, toplumcu, bireyci akımlar............................................165

Küresel kalkınma.........................................................................166

Piyasa güçleri...............................................................................168

Komünizm.....................................................................................169

Çalışanların pay ortaklığı............................................................171

Ekonomimiz..................................................................................173

Yabancı sermaye..........................................................................174

Liderler.........................................................................................176

Açık mektup.............................................;....................................178

Bedava..........................................................................................179

On bin liranı hikayesi..................................................................181

Politika..........................................................................................184

Rönesans.................................................................;.....................186

Kütle..............................................................................................188

Herşey Müslümanlar için......................-......................................190

Birinci Kısım

Çok oku, çok düşün, çok şeyler anla,

Aha bu mektubu alınca Hasan.

Mânâlar iplikten incedir amma,

Kelimeler biraz kalınca Hasan.

A. Karakoç

Mum

Temmuz'un ilk günleri, meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçe,

ayvanda oturuyoruz... Yağmur tane tane rahmet olarak yağı-

yor. Birden bire elektrikler kesildi. Hani "yağmur yağdı böyle ol-

du" derler ya, öyle birşey...

Mum yaktılar seyre daldım, benliğimi ona verince adeta sır-

daş oldum.

Rüzgar esti, mum söndü sönecek... Alevi küçüldü, küçüldü

"söndü" derken kendini toplayıp, sanki biraz daha alevlendi, bi-

raz daha aydınlandı.

Güldüm.

Yüzüme baktı:

-  Bu karanlığı yeneceğim amma şu rüzgara ne oluyor, ka-

ranlığa yardım etmekten ne fayda umuyor?

Dinlediğimi görünce devam etti:

-  Dallara bak, rüzgarla şakalaşıyor... Biri çalıyor, öbürü

oynuyor... Karanlık, rüzgar, dallar, yapraklar, çiçekler, hepsi

hepsi aleyhimde ittifak etmiş. Amma onlarla savaşacağım...

Mumu alıp, rüzgarın daha az eseceği bir yere koydum.

Savaşın heyecanı içinde teşekkür bile etmedi.

Ben de mumla aydınlanıyorum, aydınız ya...

Bahçenin derinliklerine bakıyorum, sanki cinler cirit oynu-

yor. Karanlığın çarşafı içinde alkarıları, ifritler, haydutlar var

jgibi.

Mumun rüzgarla boğuşmasını, yaprakların fırtınayla şaka-

laşmasını, karanlığın yolları kapamasını seyrederken elektrik-

j:er yandı, birisi muma üfürdü, belki bir âlem, belki bir devir

pöylece bitti, ampul devri başladı.

Baktım, ampulün ışıkları kollarını etrafa uzattı, uzadıkça

gücü azaldı, karanlıkla arasına sınır çizdi: "Buraya kadar be-

Karanlık dağları, dereleri, bahçeleri yolları örtmüş: "Dünya

benim!"

Mumların, ayın, farların karanlıkla savaşını düşündüm,

ganki bu dev, "ışık" denen azınlığa imtiyaz tanıyor, hepsi bu ka-

d,ar-

Saatler saniye saniye ilerledi, uyku üstümüze çöktü, herkes

0(lasma çekildi, herkes düğmeye basıp, karanlığın kucağında

d^rin bir uykuya daldı.

Biliyorum, herkes rüya denen o sır ile bir başka aleme geç-

ti Yatakla, yorganla ilişiği kesildi. Kimbilir nerelerde dolaşıyor,

kemlerle yeyip, içiyor. . . Oralar, dünya mı, ahiret mi?

Zaman saate teslim, çok amma çok uzaklardan Allahu ek-

ker sedaları geliyor. "İnandım" diye mırıldanıyorum.

Her büyüklük bu ibarenin yanında küçük kalır. Çünkü bü-

yükleri yaratan O! Kendini büyük zannedenler bu sırrı bilmese

de--

Saatim çalmaya başladı, kalkmasam susmıyacak.

Ne yaptığını bilmeyen saatimi susturdum, abdest, namaz!

Ajjian Allah'ım, kâinat ne kadar büyük ve ben ne kadar küçü-

ğü}11- Ve, kâinatı yaratan, yöneten Allah!.. Biliyorum çok cılızım;

mjpoptan, kazadan ve bilmem neye kadar, her felaket kapım-

da "Beni koru" diye, fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi limana

sığmıyorum.

Perdeyi sıyırdım aaa, o da ne, gecenin dev karanlığı veda

gitmiş. Rüzgar, dallar, yapraklar, yollar, hepsi ışığa

8

teslim. Daha beş saat evvel azınlık olan ışık, şu an karanlığı

j kaybetmiş...

Güneşin olduğu yerde karanlığın adı yok mu?

Güneş doğmuş yepyeni bir alem kurulmuş, çarşılar, pazar-

lar... Dağlar, dereler., her yer, her yer aydınlanmış, mumlar,

ampuller bile.

Güneş! Işığın da, karanlığın da sırrını taşıyan şey... Karan-

lık bile ona tabi!

Yine bir güne çıktık, dünden farklı yaşamak için. Ne kaza-

nırsak bugün kazanacağız, zira akşama yine karanlık... Ve, her

gece, bir sabahı müjdeliyecek! Saniyeler doğradı ömrümü, kim-

bilir nerde, nasıl bitecek!

Bana sual sorma cevabı müşkül

Sana her sırrımı açamam hocam.

Hakkın hazinesi darı değildir,

Cami avlusuna saçamanı Hocam.

R.T. Bölükbaşı

Menan Cinleri

Geçen gün ortaokul öğrencileri cinlerden çok korktuklarım

söylediler...

"Korkmayın" dedim, çünkü cinler insanlardan korkuyor.

Cin gibi insanların sayısı arttıkça, insanlar birbirini çarptıkça,

cinlere ihtiyaç kalmadı, korkmayın.

Bizim Menan cinleri ise, bazan canlan sıkılır, çok garip ül-

kelerde, çok garip işleri seyretmeye giderler, sadece seyir, başka

bir şeye karışmazlar. Hele hele insanların yanına hiç yaklaş-

j maz, onlara hiç gözükmezler.

Böyle bir günde kalktılar, büyük bir binada, büyük insanla-

i rı seyre başladılar.

Devlete ait bir meslek okuluna sınavla öğrenci almacakmış.

Müdür:

-  Yazılılar okunmasın, evvela mülakat yapılsın, adaylarla

görüşelim, seçimi kazananlann kağıtları okunsun ki boşuna za-

man kaybetmeyelim, dedi.

Menan Dede manâlı manâlı başını salladı.

Öğrenciler teker teker içeri alındı.

Biri içeri girdi, kendisine hiç birşey sorulmadan:

-  Çoraplarım çıkar, dendi.

Çocuk çoraplarını çıkardı...

-  Sol ayağını şu sandalyenin üzerine koy...

Söylenen aynen yapıldı.

Mülakat başkanı çocuğun ayağının bir yerine baktı ve,

-  Çıkabilirsin, dedi.

Önlerindeki kağıda "Okula giremez" diye yazıldı.

* * *

lar:

Cinler hiçbir şey anlıyamadı, hemen Menan Dede'ye sordu-

-  Dede, hani mülakat yapılacaktı, soru soracaklardı, o da

cevap verecekti... Bunların hiçbiri olmadığı gibi, çocuğun ayağı-

na baktılar "Gidebilirsin" dediler. Onun ayağında ne vardı. Or-

topedik bir hata mı var?

Menan Dede güldü:

-  Evvela bu genç içeriye girince tıraş şekliyle ve giyimiyle

dikkati çekti...

-  Nasıl yani?

-  Dindar olduğunu anladılar...

-  Bu memlekette dindar olmak yasak mı?

- Görüyorsunuz işte...

-  Peki Menan Dede, o gencin ayağında ne vardı?

-  Çocuğun yaşı küçük amma, namaz kılmaktan ayağı nasır

tutmuş. Yani ayağındaki nasır onu ele verdi, "Bu adam namaz

10

kılıyor" diye....

Bu sırada başka bir genç içeri girmişti, onu hiç soymadılar,

birkaç soru sorup, kağıdına "Girebilir" diye yazdılar.

Cinlerden biri hayretle:

-  Neden bunun ayağına bakmadılar?

- Ah torun, şu durumu bir türlü anlayamadınız: Bu gencin

iıraş şekli, kıyafeti "Benim dinle alakam yok!" diye haykırıyor-

du, ne diye onun ayağına baksınlar?

-  Dede desene buraya namaz kılmayanları alıyorlar...

-  Dahası var torun...

-  Dahası neymiş?

-  İslâmiyetle ilişkisi olmayanları alıyorlar...

-  Eeee bunlar Müslüman...

-  İşin garip taran o ya: Hem Müslüman olacak, hem de İs-

lâmiyet'le ilişkisi olmayacak... Bu garipliği seyretmek, yeni icat

edilen sınav şeklini görmek için buraya geldik, yoksa ne işimiz

vardı?

Garip bir imtihan

Sınava girecek gençler kendi aralarında konuşuyorlardı:

-  Dinciler okula almmayacakmış.

Biri:

-  Adamın dinci olduğunu nasıl anlıyorlar?

-  Aaa, amma da saf adammışsın. Evvela onların donları

uzunmuş... Sonra saç tıraşlan, bıyık durumları farklı... Sigara

içmezlermiş. Dahası varmış: Ayaklarında da kocaman bir nasır

bulunurmuş...

-  Ya çocuk yazılıyı kazanmışsa...

- Of be! Yazılıya kim bakar, adamın yüzüne bakıp okula alı-

yorlar...

Belki konuşmalar daha uzun sürecekti amma, hepsi içeri

alındılar.

Mülakat salonundaki gencin ayağına baktılar, genç endişeli

bir ifade ile:

11

-  Ben namaz kılmıyorum, ailemiz kalabalık, bunun için

dizlerimizin üzerinde oturarak yemek yiyoruz, ayağımdaki na-

sır ondandır.

Heyet başkanı:

-  Bunu nerden biliyorsun?

-  Dışarda konuşuluyordu da...

Delikanlı büyük bir heyecanla:

-  İsterseniz pantolonumu da çıkarayım, donuma bakınız...

Öğretmenler birbirinin yüzüne bakıp gülüştüler:

-  Peki çıkar.

Delikanlı gömleğini ve pantolonunu çıkardı, sırtında bir at-

let, ayağında mayo vardı.

-  Madem birşeyler biliyorsun, neden saçların uzun değil,

yani arkadaşların gibi giyinmemişsin. Şimdi gençler sportif giy-

siler içinde dolaşırken, Bohem yaşamını seçerken, neden onlar

gibi değilsin?

-  Babam biraz dinseldir, onunla anlaşamıyoruz amma bu

kadar oluyor işte...

-  Peki elbiseni giy.

Pantolonunu giyerken, arka cebini kabarık gördüler:

-  Cebinde ne var?

Çocuk biraz mahcup, biraz çekingen:

-  Sigara... İsterseniz içmem.

-  Günde kaç paket içiyorsun?

- Biri biraz geçiyor. Asalaklar da var ondan...

Öğretmeni öğüt verdi:

-  Bir paket çok, günde 10 tane içersen, sporu daha rahat

yaparsın...

-  Peki öğretmenim...

Mülakat heyeti başbaşa verip, birşeyler konuştular ve baş-

kan kararını bildirdi:

-  Yazılıda fazla başarılı değilsin, herhalde bundan sonra

derslerine daha iyi çalışırsın. Bu inançla seni okula alıyoruz ba-

şarılar dilerim.

12

Çocuk büyük bir sevinçle dışarı çıktı, kollarını açarak, "Hey,

kazandım, kazandım!" diye bağırıyordu.

Birkaç kişinin başları önde, üzgün, dargın ve kırgın... Biri

onlara sordu:

-  Ne var?

-  Benim donum uzun...

Aynı genç arkadaşlığın verdiği samimiyetle şakayı yapıştırdı:

-  Oğlum senin sadece donun uzun değil, sırtında fanila var,

atlet yok, gericilik her yanından akıyor.

-  Amma bu arkadaş liseden pekiyi ile mezun oldu...

Diğeri şuh bir eda ile cevap verdi:

-  Kim takar sekizi onu...

Öbürü müdahale etti:

- Soyunacaksın, içeceksin, dalgam geçeceksin, o zaman yol-

lar açılır.

Arkadaşına döndü:

-  Haydi yiğidim sen git, diplomanı kilotuna sar yat.

Menan cinleri plajda...

Menan Cinleri denize girmek veya serinlemek için şuraya,

buraya gitmez, onlar TERSLİKLER ÜLKESİ'nde kendilerine

eğlence arar.

İşte böyle bir ülkede, bir tarafta deniz, bir tarafta yemyeşil

dağlar... sular, kuşlar... Uzatmayalım cennet gibi bir yerde,

bir de bakmışlar ki, bir araba gelip, durdu. Durmakla da yetin-

medi, hemen ağaçların arasına girerek gizlendi. Menan Dede,

"Bunda bir iş var" diyerek dikkat kesildi.

Arabadan fırlayan iki kişi hemen fotoğraf makinalarım, ka-

merayı ayarladılar. "Aman dikkat çaktırmadan yapalım bu işi"

diyerek, ağaçların arasından ilerlediler.

"Tamam yakaladık" deyip makinaları işlettiler.

Cinler hayret etti, biri sordu:

-  Dede, bunlar neyi yakaladılar?

Menan dede manalı manalı güldü:

13

-  Torunlar, bu insanların işlerine bir türlü akıl erdiremedi-

niz. Amma böyle olmanız daha iyi. Eğer insanların hallerini öğ-

renir, işlerine aklınız yatarsa, o zaman aramız bozulabilir.

-  Aman Dede, soruma cevap versene...

- Anlıyorum, çok sabırsızsınız. Anlatayım. Bakın bu gençle-

rin şortları uzun...

-  Daha iyi ya...

-  Sana göre iyi. Eğer bu gençlerin şortları 4-5 parmak kısa

olsaydı, bu adamlar buraya gelmezdi. "Gençler kamp yapıyor,

denize giriyor, yaşamasını biliyor" derlerdi. Fakat şortları 10

santim uzun olunca kıyamet koptu.

-  Dede, anlattıklarından hiçbir şey anlamadım...

-  Anlama be torun anlama ki aramız bozulmasın.

-  Eeee, bizim anlayacağımız gibi anlatsan olmaz mı?

Menan Dede dalgın dalgın düşündü, başını eline dayadı de-

rin bir "Ahhh" çekti:

-  İslâm ülkesinde, İslâmî kıyafet yasak.

Torunlarına bir göz attı:

-  Şimdi bu gençlerin şortları dizlerinin üzerinde olsa "Laik,

demokratik, çağdaş" olurdu. Dizlerinin altına inince gerici, yo-

baz, tarikatçı falan filan diye damgalanıyorlar. İlmihalde dizler-

le göbek arasının kapanması emredilmiş ya, kıyamet bundan

kopuyor: "Neden, bu gençler Paris modasına uymuyor da ilmi-

hale göre hareket ediyor?" Kısacası bu İslâm ülkesinde İslâmî

kıyafet bile yasak, zaten bu terslikleri seyretmek için geldik

ya...

Menan Dede göz pınarında biriken bir damla yaşı parmağı-

nın ucuyla aldı:

-  Bunlar İslâm düşmanı amma bunu diyemiyorlar; çünkü

bu memleketin halkı Müslüman: "Biz İslâm düşmanıyız" dese-

ler millet uyanacak. Milleti uyandırmamak için büyük gayret ve

dikkat gösteriyorlar.

Torunlardan biri çığlık çığlığa bağırdı:

-  Dede, buldum, buldum...

Menan Dede ümitsizce baktı:

14

-  Ne buldun?

-  İşte bir kilometre ilerde çıplaklar kampı var...

-  Eeee, ne olmuş?

-  Yani bunlar uzun şorttan rahatsız oldularsa, çıplaklar

kampına gitsinler...

Menan dede ayağa kalktı, eliyle koluyla nutuk çeker gibi,

başladı konuşmaya.

-  Hey Cinler, beni iyi dinleyin: Bu gazeteci beyler her şeyi

biliyor. Çıplaklar kampını da biliyor. Hatta gittiler orada yemek

yediler, fotoğraflar da çektiler. İstiyorlar ki bu memleketin bütü-

nü çıplaklar kampına benzesin. Bunlar insanlan soymaya me-

mur, bu bakımdan tesettürün her türlüsüne düşman!... Evet,

soyunmak serbest giyinmek yasak, bunlara benzemek ister mi-

siniz?

-  Allah korusun Dede, bizim o kadar bozulacağımızı zanne-

diyor musun?

Menan Dede başını salladı:

-  Haydi gidelim torunlar: Bir memlekette çıplaklar kampı-

na tanınan şans, uzun şorta tanınmıyorsa, buralardan gidelim,

yoksa bizi de insanlar çarpar, Allah korusun.

Apalar

Gene ağzımızı açmıyor bıçak,

Huzur size ömür... Dert salkım-saçak...

Oyuna kalkıyor yüzlerce köçek

Batıdan bir hava çalınca Hasan:

A. Karakoç

Dünyada öyle işler var ki, onların muhakemesi yapılamaz.

3u sebeple Apalar"a müracaat etmek zarureti doğdu.

Yeryüzü mahkemesinde taraflar toplandı. Apalar'ın başkan-

juğında muhakeme başladı:

15

-  Siz aynı millettensiniz, dış görünüşünüz birbirine çok

benziyor. Davacıyla davalıyı birbirinden ayırmak için renkli

kartlardan alıp yakanıza takın ki, kimin ne olduğunu anlaya-

lım.

Davacılar hemen yeşil kartlan alıp yakalarına taktılar ve

yerlerini aldılar.

Diğerleri kırmızı, sarı ve beyaz kartları kapıştılar. Apalar

şaşırdı:

-  Siz neden üç çeşit kart aldınız?

-Efendim biz dindarlara karşıyız.

Mahkeme başkanı:

-  Biz dediğiniz kimler?

Diğeri umursamazcasına cevap verdi:

-  Komünistler, sosyalistler, kapitalistler...

Apalar "işiniz zor" gibilerden davacılara baktı.

Başkan elindeki lastik çekici 3 defa masaya vurdu:

-  Duruşma başlıyor!...

Dosyayı açtı, bir iki kağıdı yanyana koydu; daha evvel kün-

ye tesbiti yapıldığından ve savcı da iddiasını okumuş olduğun-

dan, söz davacıya verildi:

-  Şimdi davacıların temsilcisini dinliyoruz, söyle bakalım.

-  Efendim biz cumhuriyet nesliyiz. Yani cumhuriyet içinde

doğduk büyüdük. Bizi bu devlet okuttu. Bu devlet yetiştirdi. An-

ladık ki ülkemizin 3 büyük noksanı vardır: İlim, teknik ve İslâm

ahlâkı... Bunları elde edersek, ülkemiz, milletimiz ve devleti-

miz büyüyecek, çektiğimiz çileler belli bir ölçüde sona erecek...

Apalar'ın hepsi tasdik etti "Doğru" diyerek başlarını salladı-

lar.

Başkan:

-  Anlaşıldı efendim uzatmayın, diye onun sözünü kesti.

Sonra davalılara döndü:

-  Şimdi sizi dinleyelim...

Üç renkliler, seçtikleri temsilci ile savunmalarını şöyle yap-

tılar:

16

-  Sayın başkan, evvela çok kötü bir duruma düştük. Bu ge-

riciler bugüne kadar savunmada iken, şimdi eyleme geçtiler.

Herşey mahvoldu...

Başkan:

-  Bunlar ilim, teknik ve İslâm ahlakı istediler. Bunlarla

| mahvolan nedir?

-  Sayın başkan İslâm var ya... İşte o! Bakınız İslâm diyor-

jlar, laiklik demiyorlar. Devrim, eylem demiyorlar, ibadet diyor-

jlar. Sayın başkan, bunların ilim ve teknik istemlerine bakmayı-

inız. Bunlar ilimde, teknikte ilerleyip, güçlenip İslâmiyet'i geti-

jrecekler. O zaman bizim bu 3 rengimiz, ressamların fırçasında

çalacak.

Başkan, katibe hitaben:

-  Yaz evladım: Taraflardan biri İslâm'ı istiyor, diğeri iste-

miyor. Amma ikisi de aynı ülkede yaşıyor, ikisi de aynı milletin

fertleri. Çok kötü bölünmüşler: Ya İslâm ortadan kalkacak veya

diğerleri. Hangisi ortadan kalkarsa, milletin yarısı gidecek, bel-

ki ülke de bölünecek. Bu hal ise, hepsinin yok olmasına sebep

olacak.

Başkan 3 renklilere döndü:-

-  Arkadaşlar sizin işiniz zor: İslâm ülkesinde, İslâmiyet'i

kaldırmaya niyetlenmişsiniz. Müslüman halkı İslâmiyet'ten

ayırmaya çalışıyorsunuz. İslâm kelimesinin üzerine laiklik, dev-

rimler, çağdaş gibi kelimeleri yapıştırmaya çalışıyorsunuz. Di-

ğerleri de bunları yırtıp, İslâm'ın meydana çıkmasına gayret

ediyor. Böylece aranızda bir mücadele doğmuş. Birbirini yiyen

milleti, komşuları da yer, çünkü kurt dumanlı havayı sever.

Başkan durdu, biraz düşündü:

-  Karar vermek kolay fakat bunu nasıl tatbik edeceğiz? Bu

bakımdan mahkeme bitmiştir, birinize Allah, öbürüne şeytan

yardım ediyor, haydi gidin...

Apalar okulda

Büyük bir şehrin, büyük bir okulu, özel olduğu için bazı

kimseler, kulaklarını buraya dikmiş. Halbuki bahçesinde Ata-

17

türk'ün büstü var. İçerisi Atatürk köşeleriyle dolu... Pırıl pırıl

gençler Avrupa kıyafetleriyle dolaşıyor... Derslerinde de çok ba-

şarılılar.

Peki, Apalar neden mahkemesini burada kurdu?

Onu yerinde görelim.

Başkan gür sesiyle haykırdı:

-  Taraflar yerlerini alsın!

Bir tarafta gençler, öte yanda yaşlılar.

-  İstikbal gençlerinse, söz de gençlerin. Evet gençlerden bi-

ri arkadaşları adına savunmasını yapsın.

Yeni tıraş olmuş, lacivert ceketli, gri pantolonlu, kravatlı,

ayakkabıları boyalı... Kısacası ender görülecek gençlerden biri

ayağa kalktı:

-  Muhterem başkanım, biz memleketimizi, milletimizi çok

seviyoruz. Bunun için kahveye, bara, plaja gitmeden bütün gü-

cümüzle ders çalışıyoruz ve lisan öğreniyoruz. Eğer "Hayatta en

hakiki mürşit ilim"se işte biz hayatımızı ilme verdik. Eğer çağ-

daş olmak, Avrupa seviyesine ulaşmak "muasır medeniyefi ya-

kalamak ilim ve teknikle olacaksa, biz, ona gönül verdik.

Döndü davacı durumunda olan yaşlıları işaret ederek:

-  Bu büyüklerimiz bizden neden şikayetçi, onu anlamıyo-

ruz.

Başkan:

-  Peki, otur yerine.

Yaşlılara döndü:

-  Delikanlıya vereceğiniz cevabı dinliydim..•.

Topense, saçları kulaklarına inmiş, üzerinde bir tişört, al-

tında blujin pantolon bulunan, kır saçlı biri, oturduğu yerden

fakat üst perdeden konuşmaya başladı:

-  Sayın Başkan, Atatürk büstü dikmekle, Atatürk köşesi

yapmakla Atatürkçü olunmaz. Atatürk gibi yaşamak gerek. Bi-

raz evvel konuşan genç derslerinde başarılı olduğunu söyledi,

biz de başarılar dileriz fakat iki kadeh atıştırabiliyor mu? İçki

yok, kadın yok, plaj yok, dans yok, kokteyl yok, diskotek yok...

Yok, yok yok... Bunlar hepten yok. Bunların hayatı yok, nasıl

vatan, millet kurtarabilirmiş?

Apalar ve diğer dinleyiciler homurdanmaya, kendi araların-

da konuşmaya başladılar. Başkan tokmakla masaya vurarak:

-  Susun!

Konuşmacıya parmağını uzatarak:

-  Sana gelince: Biz, Amerika'da ve Avrupa'da da bir sürü

duruşmaya girdik. Dünyanın hiçbir yerinde içkiyi, kumarı, barı

Övene rastlamadık. Siz hem bir İslâm ülkesinde bulunuyorsu-

nuz, hem Batılı olduğunuzu söylüyorsunuz, hem de Batı'nm

kaçmağa çalıştığı içkiyi, kumarı, barı övüyorsunuz, bu nasıl

olur?

Adamcağız sigara paketini çıkardı, ayağını ayağının üzeri-

ne attı: "Bir yobaza daha çattık" diyerek, sigarasını yakıp, du-

manını hakimler heyetine doğru üfürmeye başladı.

Başkan:

-  Sizi konuşmaktan menediyorum.

Hemen diğeri fırladı:

-  Sayın başkan bu gençler namaz kılıyor, oruç tutuyor, da-

hası da var donları da uzun.

Başkan hayretle:

-  Anlamıyorum, size ilim, irfan gerekli değil mi? Şunun bu-

nun namaz kılmasından, oruç tutmasından size ne? Bakınız bu

gençler dünya çapında başarılı imiş. zaten istenen de ilimde

teknikte ilerleme değil mi? Bugüne kadar içki içenler, kumar oy-

nayanlar, kız arkadaşıyla sokakları arşınlayarak ilimde, teknik-

te ilerliyemediğine göre, bırakınız bu gençler ilimde ve teknikte

ilerlesin, memleketi ve milleti de kalkındırsın...

Yaşlıların hepsi birden ayağa firladı, sol yumruklarını ileri

uzatarak:

-  Mahkeme heyeti taraf tutuyor, topunuzu birden reddedi-

yoruz, diye bağırdılar.

.       Bunun üzerine hakimler odaya çekildi, birkaç dakika sonra

kararlarım bildirmek üzere yerlerini aldılar:

18

19

-  Karar!

Gençler, heyet ve dinleyicilerin hepsi ayağa kalktı, yaşlılar

oturuyordu.

-  Davacı olan yaşlılar, İslâm'ı bilmedikleri gibi, Avrupa'yı

da bilmedikleri tesbit edilmiştir. Bu kadar cahil fakat mütecaviz

olan kimselerle konuşmak, görüşmek hatalı olacağından, dava-

nın reddine karar verilmiştir, gençlere de başarılar dileriz.

Okçular göç etmiş sadak, yay kalmış

Güneşler batmış da artık Ay kalmış

Süleyman mülkünden boş saray kalmış

Türkçüler nerede Turan kalmamış

Ömer Okçu

Ergenekon

Bu destana göre bir savaşta Türkler imha edilmiş, sağ ka-

lan iki erkekle, iki kız Ergenekon'a sığınmış. Ergenekon, sarp

dağların çevirdiği bir ova.

Dört Türk'ten ibaret olan bu kabile çoğalmış. Yerine yurdu-

na sığmaz olmuş. Lakin sarp dağları aşıp, ötelere gitmek müm-

kün değilmiş. Zaten her türlü hayvan besledikleri gibi, atları,

mızrakları da varmış. Demircilik işinde epeyce ilerlemişler, bu

sebeple "demirden bend"e odun yığmışlar, hayvan derilerinden

yaptıkları körüklerle, ateşi büyütmüşler, demir bend erimiş,

Türkler'e yol vermiş.

Nereye gideceklerini bilmediklerinden bir Bozkurt onlara y-

ol göstermiş.

Destanlar edebî sanatlardan biridir, olmuştan çok olması

gerekeni anlatır.                   .

20

Ergenekon Destanı ümit doludur. İnsanları ayakta tutan

ümittir.

Türklert düşmanlar imha etmiş, geriye kalan (ikisi erkek,

ikisi kız) dört Türk ümitsizliğe düşmüyor: "Herşey bitti" demi-

yor. Dağları kendilerine siper edip, ovalarda talim yapıyor. Hay-

vanları ehlileştiriyor, demirciliğin zirvesine varıyor. Tekrar bir

ordu kuruyor, tekrar meydana çıkıyor ve insanlık tarihi boyun-

ca esaret yüzü görmüyor. (Türklerin bütünü hiçbir zaman esa-

rete düşmemiştir.)

Bu destanın telkin ettiği üç şey var ki, bunlar halen geçerli-

dir. Evvela Türkler ziraatte, hayvancılıkta ileri gitmeli. Sonra

sanayi! Bunlarda başarılı olunca Bozkurt gibi efsanevi bir lider

çıkar, yol gösterir. Öyle bir yol gösterir ki, mağlubiyet nedir bil-

mezler.

* * *

İnsanlık tarihi peygamberle başlar ve her kavme bir pey-

gamber gönderilmiş. Bu demektir ki Allah, bu dünyayı kafirler

için değil, Mü'minler için yaratmıştır. Yani Mü'minler (haram-

helâl ölçüleri içinde) yaratıkların hepsinden faydalanacak! Öy-

leyse hem ziraate, hem de sanayiye hakini olacak.

Midemizi yaratan kim ise, midenin ihtiyacı olan sebzeleri,

meyveleri, hayvanları da yaratan O'dur.

İnsanları kavim kavim yaratan Allah, insanların içine "kin"

duygusunu yerleştiren Allah, savaşı zaruri kılmıştır. Fakat bu

öyle bir zaruret ki, insanların sanayide ilerlemesini temin eder.

.Yani savaştan gaye insanların birbirini öldürmesi değil, savaş-

mamak için teknolojide ilerlemektir. İki güçlü devlet birbiriyle

savaşmaz. Bir güçlü devlet, zayıf olanı yutmaya çalışır. Kur"an-ı

Kerim: "Düşmanlarınızdan üstün olun" gibi emirler verirken, zi-

raatte ve teknolojide ilerlememizi emreder.

Yine Kur"an-ı Kerim demir (hadid)den bahsettiği gibi, Da-

vut Aleyhisselam'm bu babtaki mucizesini zikredip, mü'minleri

teşvik eder.

Bütün peygamberleri Allah gönderdiğine göre... Suhuflar

21

ve kitaplar ilahi kelam olduğuna göre, Adem Aleyhisselam'a

gönderilen ayetler, Kur'an'ın muhtevası içindeydi. Bu sebeple A-

dem Aleyhisselam'a gelen Suhufta da demirden söz edilebilir.

Bilindiği gibi, Âdem Aleyhisselam'ın nesli, dünyanın muh-

telif yerlerine göç ederken, inananlar ve inanmayanlar diye iki-

ye ayrıldı.

Suhuftaki demirle ilgili âyetler, Ergenekon'da destan ola-

rak karşımıza çıkabilir.

Ve, insanların en büyük liderleri peygamberler olmuştur.

Ümmetlerine dünyayı ve ahireti cennet etmişlerdir.

Peygamberlerin yolunda giden İslâm âlimleri, liderlik vazi-

felerini korumuş, her zaman ve her devirde insanlığa kurtuluş

yolunu göstermişlerdir. Abbasi ordularım mağlup eden Hula-

gu'nun askerleri, ulemanın dizinin dibinde Müslüman olduğu

gibi, 1918'de esir düşen İslâm dünyası, yine ulema sayesinde

ayağa kalkmış, süper güç olma yolunda ilerlemektedir.

Daha düne kadar savaşacak Müslüman yoktu, fakat bugün

savaşacak Müslüman var ki, birçok İslâm ülkeleri savaş içinde-

ler. Ne zaman ki, Müslümanlar ilimde ve teknikte ilerler, o za-

man savaş da biter. Çünkü, savaşa hazır olan barışı temin eder.

Ergenekon'u her zaman yaşadık ve yaşıyoruz. Yalnız kaldı-

ğımız devirlerde ilmin himayesinde, ibadetin tahiniyle hayatı-

mızı sürdürdük. Bu ilim ve ibadetle, liderimizi teşhis ettik. Tek-

nolojiyle (fen bilgisiyle) tabiatçılık bendlerini erittik, meydana

çıkıp boş camilerin dolmasına sebep olduk.

Cami, cemaati; cemaat de imamı getirir. Yavaş yavaş yeryü-

zü bir cami olmakta, o zaman cemaat ümmet, imam da lider

olur, Müslümanlar tekrar kurtulur.

22

Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;

Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!

N. F. Kısakürek

Balıkları Koruma Derneği

Sazanları büyük bir kovaya doldurunca öyle korktular, öyle

korktular ki... Çırpındılar, zıpladılar, kovanın içinde dört döndü-

ler. Onlar yakalandıklarını zannederken, biraz sonra paldır kül-

dür gölete boşaltıldılar. Biri "Oh dünya varmış" diye derin derin

nefes alırken, öbürü "Bu insanlar sandığımız kadar kötü değil-

miş" diye, kovadaki düşüncelerine pişman oldu. Artık keyifleri

yerindeydi. Tertemiz gölet, bol gıda yeyip, içip, geziyorlardı.

Tam bu sırada gölete bir palamut atıverdüer. Palamut, büyük

bir hızla göleti dolaştı ve bağırdı:

-  Yakalandık!

Sazanlar hayretle baktılar. İçlerinden biri "Geçmiş olsun

kardeşim..." diyerek kıs kıs güldü. Palamut işin ciddiyetini an-

lamıştı:

-  Arkadaşlar, burası deniz değil, küçücük bir göl. Bizi çok

kolay yakalarlar, kaçıp kurtulmamızın imkanı yoktur...

Küçük sazan köşeye kadar gidip "İşte kaçtımm" derken, iri

sazan manâlı manâlı baktı:

-  Kardeşim, deniz ne demek?

Göl balığına denizleri anlatamayacağını anlayan palamut,

şaşkınca başım salladı.

Sazan reis dudak büktü?

-  Bizi niçin yakalasınlar, bizim kimseye zararımız yok ki?

Hem Balıkları Koruma Derneği kurduk, herhangi birimize za-

rar verirlerse, balıkçıların huzurunda protestomuzu çekeriz.

Sonra sen, ağ, olta gibi şeylerden bahsediyorsun, bunlar ne de-

mek, hasta mısın? Sonra bizi nasıl yakalarlar?

Palamut hayretle yüzlerine baktı?

-  Gayet basit kardeşim, gayet basit, fileyle... Olmadı göle-

tin suyunu boşaltırlar, hepimiz açıkta kalırız...

Sazanlar bir kahkaha attı: "File ne.demek, bu su nasıl boşa-

lırmış?" diye söylendiler. Reis ikaz etti?

23

-  Bak palamut kardeş, misafir olduğun için bir şey demiyo-

rum, yoksa huzurumuzu bozduğunu söyleyeyim...

Palamut acı acı güldü. "Benden akılsızlar da varmış" diye-

rek, bir kenara çekildi, yemeden içmeden düşünüyordu. Bunu

gören balıkçı, "Bu balık gölette yaşamayacak" diye fileyle aldı,

öğle yemeği yaptı.

Reis durumu protesto etmek için yerinden ayrılmıştı ki, di-

ğerleri itirazı bastılar:

- Hayır haksızsın! Palamut, dilinin belasını çekti. Oh oldu,

bizlerin de huzurunu bozan o değil miydi?

Diğer sazan söze karıştı?

-  Zaten Balıkları Koruma Derneği değil, Sazanları Koruma

Derneği kurmalı idi. Ne diye elin delisini koruyalım?

Böylece protesto çekmekten vazgeçtiler. Birkaç gün sonra

iri balıklardan çoğu gitti. Aralarında reis de vardı. Hepsi şaşır-

dı, şimdi ne yapacaklardı? Küçük balık ağlamaya başladı, "Bi-

zim kimseye zararımız yok, neden yakalıyorlar?"

Biri cevap verdi?

-  Yaşamamızın zararı var, yakalanırsak, karınlan doyar.

-  Izdırap kafayı çalıştırır amma, iş işten geçtikten sonra...

Bir gün yine file dolaşmaya başladı, sazanlardan biri hem

kaçıyor, hem de "ulan kaçın!" diye bağırıyordu. Hangisi söyledi

bilmiyorum.

-  Biz, palamut yakalandığında yakalanmıştık. Ona itiraz

etmeyince sıra bize geldi...

Telaş bitmiş, göl sakinleşmişti. İki küçük sazan kafa kafaya

konuşuyordu:

-  Bir bakıma iyi oldu değil mi?

-  Ne?

-  Hani şu iri balıklar, bulduğunu yiyordu, bize birşey kal-

mıyordu.

Karşıki güldü:

-  Mümkün olsa da hiçbir şey yemesek, çünkü bizi yemek

için besliyorlar...

'                    Aynalar yüzüme bakmayın dik dik,

işte yakalandık, kelepçelendik.

N. F. Kısakürek

Akvaryum

Karanlık perdesini gece üstüne çekmiş, ışığa küsmüş, hatta

bir çeşit zafer kazanıp, galip gelmiş. Ampul ışıklarına demokra-

si gereği ses çıkarmamış. Kapılar kapanmış, dışarda tek tuk

arabalar, onların farları da karanlıkla kavgalı, demokratik ülke-

jlerde böyle şeyler olurmuş. Işığın hakkı ışığa, karanlığın hakkı

j da karanlığa verilmeliymiş... Kim verecek, o belli değil.

Biz de çay bahanesiyle bir evde toplandık. Geniş bir salon,

Iher taraf eşya dolu, koltuklara kurulduk. Hal hatır sorduktan

[sonra, bir arkadaş: "Akvaryum" diye başladı.

Gözlerimiz akvaryuma kaydı: İrili ufaklı balıklar, renk

Jrenk. Hepsi çocuklar gibi neşeli, hepsi hareketli. Bir taraftan da

Dompa su basıyor...

Evet, "Akvaryum" dedi. Birleşmiş Milletler büyük bir ak-

varyumdur 54 tane balık var, ABD, İngiltere, Çin, Rusya ve

Fransa da bu balıkları idare eder.

Japonya, Amerika'nın akvaryumudur, içişlerinde serbest,

dışişlerinde Amerika'ya bağlı.

Bir zamanlar Almanya da böyle idi, şimdi akvaryumunu kı-

rıp, büyük denizlere açıldı.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Rus yönetiminde

büyük bir akvaryumdu, cam yerine demir levhalar kullanıldığı

için, içi gözükmezdi. Ordaki balıklara din hariç herşey verilirdi,

zaten hayvanlara din de gerekmez. Sonra demir levhalar kaldı-

rıldı, cam kondu, şimdi içi, dışı gözüküyor, din de girmeye başla-

dı, demek insanlaşıyorlar.

Şüphesiz, Türk İslâm cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa ülke-

eri, Rusya'nın akvaryumudur.

İslâm ülkelerinin bütünü akvaryumdur, hepsi Hıristiyan

ilkelerden yardım alır, hepsini süper güçler yönetir. Yöneticile-

24

25

rin kimisi NATO, kimisi BM kulesinde oturur. Akvaryumlar,

içişlerinde serbest... (Ne kadar serbest olduğunu bilmiyorum)

dışişlerinde ev sahibine tabi.

Sahi, dünya bir ev kadar küçüldü, bu evi dün Rusya, Ameri-

ka (düşman kardeşler olarak) idare etti, bugün Amerika tek ba-

şına "ben!" derken, yan gözle de Çin'e, Hindistan'a ve Alman-

ya'ya bakıyor.

Gelişmiş ülkeler var ya... İşte onlar hep akvaryum üretir,

başka işleri yoktur. Geri kalmış ülkelerin hepsi onların akvaryu-

mudur, ne var ki bunların ismine akvaryum değil de "pazar" der-

ler. Pazar yani, birileri mal satar, birileri alır. Müslümanlar bir

kamyon findik verir, bavul büyüklüğünde bilgisayar alır, ne gü-

zel ticaret değil mi? Amma buna da şükür, zira akvaryumların

hakk-ı hayatı yoktur. Zavallı balıkçıklar ne güzel yaşıyorlar...

Biz pazarız, eller elektronik, optik, kimyevi mallar satar,

biz alırız. Hele hele savaş malzemesine bayılırız. Ne demişler

"Pazar, gavurlar azar!"

Yani pazar günü var ya, ne zaman cumayı pazar etmişiz, o

zaman akvaryum olmuşuz. Ohhhh, ne iyi, ekmek elden, su göl-

den...

Ne kadar uzaklarda dolaştık! Halbuki memurların, işçilerin

bütünü akvaryum balığı.

Diğerleri okyanusta mı yüzüyor? Ne gezer! Çoklarına zevk-

leri ve menfaatleri akvaryum.

Elbette akvaryumun dışına çıkıp enginlere açılana köpek

balıkları saldırır. O zaman akvaryum balıklarının keyfine diye-

cek yok!

- Ahmak, akılsızlığının kurbanı oldu...

Halbuki akvaryumu kucakla götür. İşte asıl acayiplik bur-

da: Akvaryumu alıp götürseler, balıklar, olup-bitenden habersiz

yine keyf patlatırlar, bir kısım insanlar gibi.

Akvaryum balığı esirdir, köledir, lakin bunu bilmez. Ölene

kadar hayatın tadını çıkarır, kötü alışkanlıkların esiri olan in-

sanlar gibi.

Akvaryum balığına, okyanusu nasıl anlatırsın?

İşte sahabe, akvaryumun dışına atladı, hayatı bahasına... İs-

lâm okyanusunda hayat buldu, dünyanın dört bucağına yayıldı.

Şimdi İslâm âlemi, akvaryum! Şahane apartmanlar da, gü-

zel salonlar da akvaryum. Kimisi sarhoşlara meze oluyor, kimisi

yaşıyor, akvaryum balığı gibi.

Gölleri, denizleri akvaryum gibi yaratan Allah, İslâmiyet'le

insanları korumuştur. Evdeki akvaryumlar ise Avrupa icadı.

Müslümanlar, Avrupa akvaryumundan İslâm'a geçerse umman-

lara tekrar açılabilir.

Yıkılsın bu gökler, açılsın duvar

Yollar ufuklara tırmansın artık

Bir kuş tuğu gibi menzile kadar

Uçsak, uçsak artık, durmaktan bıktık.

Ömer Okçu

Arı ve cam

Eşek arısı derler amma ne eşeğin arıyla, ne de arının eşek-

likle alakası var. Edebiyatta intak ve fable sanatı vardır, insan,

kendinden başka varlıklara kendi vasıflarını vererek anlatır

"Eşektir zevki aşkındır başından."

Ne anlar kâinatın gözyaşından

Derken şair, yine bir kısım insanı anlatmıştır. Yoksa, herşey

gibi eşek de, eşek arısı da İlahi bir sanattır.

İnsanın kendisi de İlahi sanat amma o, helâlla haramın yol

kavşağına bırakılmıştır. Sadece insana bu şans veya şanssızlık

tanınmıştır. Harama kayan insan o kadar kötü olur ki bazan

ona eşek veya canavar denir, bazan da kötünün kötülüğünü an-

latmak için kelime bulunmaz.

Evet eşek arısı odama girdi. İncecik kanatlarına, şahane

yapısına baktım, onu bir uçak gibi yaratan Allah'a imanım ve

26

27

itimadım arttı.

Beni sokabilir, zehrim vücuduma da akıtabilir, kötüler ka-

dar tehlikeli değil. ,

Şair: "Seyre daldım gonca-yı handanı, bir ömür bitti" diyor,

ben de zehirli arıyı, herkesin tabiriyle eşek arısını seyre daldım.

Masamın üzerine kondu, yiyecek, içecek birşeyler aradı:

Akl-ı maaş!

Sonra pencereye döndü, belli ki gidecek. "Bu yangın yerinde

soğuk kül vardır" der gibi. Ciğerinin yandığını hissedebilir. "Ci-

ğer ki o'da yandı, kebabı neyliyeyim?"

Ve uçtu, cama çarptı, düştü!

- Sen bir Müslümansm! diye bağırdım.

Arı fena düştü çerçeveye dondu, dindarlar gibi düşünmeye

başladı: "Yemyeşil ağaçlar, masmavi gök gözüküyor, beni bun-

lardan alıkoyan nedir?"

Biliyorum arı, hiç bir zaman bu sorunun cevabını bulama-

yacak, odamı beğenmeyip, enginlere uçmak isteyecek, kim bilir

cama kaçıncı çarpışta can verecek...

300 senedir Müslümanlar da içinde bulundukları durumu

beğenmeyip, İslâm'a kavuşmak istiyorlar, bir türlü kavuşamı-

yorlar: Onlara mani olan nedir?

Bu sorunun cevabını bulamadılar, nice mücahidler cama

çarptılar ya şehid oldular ya gazi, sonuç değişmedi:

"Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım,

Elemim bir yüreğin payı değil paylaşalım,

Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor."

İslâmiyet iki bölümde ele alınır: Kitaplar ve Müslüman!

Kur1 an 14 asır evvelki durumunu koruyor. Ona bağlı olan hadis-

ler, siyer, fıkıh, İslâm tarihi ve diğerleri... Buraya kadarki ta-

mam.

Müslüman ise başka!

"Bu sevgi de bir masalmış

Yar ellerle zevke dalmış

Unut diye haber salmış

Ben nasıl dayanam dağlar?"

Müslüman, İslâm'dan uzaklaşmış, zevk-i sefaya dalmış, bu-

nun için para lazımmış islâmiyet kitaplarda kalmış...

Kur1 an ve Müslüman, bunun ikisi bir bütündür, biri ayrılsa

İslâmiyet kalmaz!

Müslüman, İslâmiyet'e ulaşmak istiyor, zevkleri ve menfa-

ati mani oluyor, helâl daire keyfe kafi gelmiyor...

Sonra dönüp soruyor:

- Beni dinden alıkoyan nedir?

Sadece zevk ve menfaat değil, cehalet, tembellik, beceriksiz-

jlikkörebe oynuyor. Bunlara "cinler cirit atıyor" da diyebilirsiniz.

Bu cinler başka cinler, zira cin gibi insanlar türeyeli, cinler in-

I sanlardan korkuyor. "Aman bizi çarpmasınlar!" diye.

Arıyı kağıdın üzerine aldım, kapıyı açıp, onu balkona bırak-

tım. Yüzüme baktı:

"Geçti ömrüm nev baharı, bülbül olmuş neyleyim,

Bahçeler hep lale, sümbül; gülle dolmuş neyleyim..." der gi-

biydi. Camı aştı, bahçeyi buldu amma ömrü tüketmişti.

"Hayır!" dedim "Biz senin gibi değiliz: Benim düştüğüm yer-

de bir başkası sancağı yükseltir."

Böylece arıya veda edip, kağıdımın, kaleminin başına dön-

düm: "Ahir zamanın harpleri harflerdir" savaşıyoruz.

28

29

ikinci Kısım

Ne diyorsa İslâm dini

Uyacağız suç olsa da

Gerçeği örten kefeni

Yırtacağız suç olsa da

A. Karakoç

Ne dediler?

Fransız yazarlarından Emile Zola (1840-1902) diyor ki:

Clotilde, uzun siyah gömleğiyle ayakta durmuş, onu dikkat-

le dinlemişti. Yüzü tekrar ciddileşti, kolları iki yana düştü, göz-

leri yerde idi. Kısa bir sükuttan sonra aheste aheste:

-  İlim bu babaanne...

Dedi.

Babaanne tekrar ayağını yere vurarak:

-  İlim mi? Dünyada ne kadar mukaddes şey varsa hepsinin

aleyhine yürüyen bu ilim, güzel şey doğrusu! Ne varsa yıksınlar

bakalım, ne kazanacaklar? Hürmeti mahvediyorlar, aileyi mah-

vediyorlar, inancı mahvediyorlar... (Doktor Pascal, Emile Zola,

çeviren: Hamdi Varoğlu, 1943, İstanbul, sahife 16).

Yine Fransız yazarlarından Montaigne (1533-1593), "Dene-

meler" isimli eserinde şöyle diyor (Denemeler, İstanbul 1971):

Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu

her yerde bekliyelim. (s. 116)

Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştırama-

yan okçudan daha başanlı sayılmaz, (s. 159)

Hayatımızı anlamak ve düzeltmek için başkalarının hayatı-

nı seyretmeliyiz, (s. 279)

30

Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı açacak yerde yumrukla-

rımızı sıkıyoruz, (s. 280)

Rus yazarlarından Dostoyevski (1821-1881) meşhur "Kara-

mazof Kardeşler" isimli eserinde şöyle bir gerçeğe yer veriyor:

"Ruhun geçiciliğine, tanrının yokluğuna inanan bir zındık,

hemen sosyalist olurdu. Çünkü sosyalizm yalnız işçilerin ya da

dördüncü dedikleri zümrenin meselesi değil daha çok zındıklık,

tanrısızlıktır. Onlar, yerden göğe yükselmekten ziyade göğü ye-

re indirmek için Babil Kulesi inşa ettiler." (Dostoyevski,, Kara-

mazof Kardeşler. MEB, (C. l, İkinci Baskı, s. 32)

Amerikan yazarlarından Booker T. Washington otobiyogra-

fisinde şunları anlatıyor (Booker T. Washington, Kölelikten Kur-

tuluş, İstanbul):.

"Büyük adamların kalplerinde yalnız sevgi için yer bulunur.

Küçük adamlar ise kin besler." (s. 85)

"Zayıflara yardım insanı yüceltir, düşkünleri ezmek ise al-

çaklıktır!" (s. 86)

"Hiçbir zaman hatipliği kendime gaye edinmedim. Yapılma-

sı gereken işler hakkında söz söyledim." (s. 98)

Dr. Suud Kemal Yetkin ise, kitap hakkındaki görüşlerini şu

şekilde dile getiriyor:

"Dünyada hiçbir dost, insana kitaptan daha yakın değildir.

Sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk, biraz ışık

vermek, daracık dünyamızda bulamadığımız şeyleri yaşamak

için, tek çaremiz kitaplara sarılmaktır. Bırakınız ıssız bir adaya

gitmeyi, herhangi bir yolculuğa çıkarken bile hangi okur-yazar

yanına bir-iki roman, bir-iki şiir kitabı almayı düşünmez! Yolcu-

luğa çoğu zaman olduğu gibi çevremize bakıp dalmaktan, yanı-

mıza aldığımız kitapları okuyamasak bile, onları gene de elimiz

altında bulundurmak isteriz. Çünkü onların can yoldaşı olduğu-

nu biliriz. Düşünüyorum da şu dünyada kitaplar yok oluverse,

yaşamak ne kadar güçleşir, çekilmez bir ağırlık olur."

31

Bu kitaplar Fatih'tir, Selimdir, Süleyman'dır;

Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan'dır;

Haydi artık uyuyan destanını uyandır!

A. N. Asya

Kitap üzerine düşünceler

İlk insan, ilk peygamberdir, o da kitapla gelmiş. Dolayısıyla

din de, kitap da insanlık tarihi kadar eski.

Canlılar içinde okuma-yazma kabiliyeti yalnız insana veril-

miş. Bu sebeple insanla kitap bütünleşmiş.

İnsan, okuyarak, düşünerek, dinliyerek ilmini artırır.

Cehalet, bilgisizlik değil, hakla bâtılı karıştırmaktır. Öyle

ise, insanın ilimden beklediği fazilettir.

Dünya zıtlar âlemi olduğundan ilim, iyiye de, kötüye de

kullanılır.

Harf harf ilim yağdı üzerimizden,

Kimimiz gül olduk, kimimiz diken.

Ülkeler arasında ahlâk farkı olduğu gibi, örf ve âdet de

farklıdır. Yazarların da farklı olacağı açıktır. Öyle ise kitaplar

da farklı...

Bu fark kıssa, fıkra, hikâye ve romanda daha açık görülür.

Bu durumda okuyucu kitap seçmek zorundadır. Ne kadar kitap

seçerse seçsin, okuduğu kitaplarda pirincin içinden taşı ayıkla-

malıdır.

Böyle bir okuyucu için en iyi arkadaş, en iyi dost, yine ki-

taptır.

Kitabın birçok faydaları yanında bunamayı önlediği de tec-

rübelerle bilinmektedir.

Yaşlanan her insan az çok yalnız kalır. Eğer kitap okuma

alışkanlığı varsa yalnız sayılmaz. Okuduğu kitaplar ona yepye-

ni bir dünya kurar, hayatını renklendirir.

Nasıl ki göle nehirler aksa aksa, neticede bir çıkış ararsa...

Bir insan da ilimle dolsa dolsa, ya güzel konuşarak veya yaza-

32

rak bir çıkış bulacaktır. Zaten okumayan bir kimsenin yazması,

sulanmayan bitki gibidir, çabuk kurur.

Kalkınmış ülkelerin kütüphanesi çoktur. Hatta ekseri ev-

lerde kütüphane vardır. Bir evde mutfağın olması kadar kütüp-

hanenin de olması tabiidir. Mide nasıl güzel gıdalar isterse, be-

yin ilim, kalb de iman ve ibadet ister.

Her kuşun bir yuvası vardır amma hiçbir kuşun kütüpha-

nesi yoktur. O şeref sadece insana mahsustur.

İslâmiyet beşikten mezara kadar ilim tahsil etmemizi emre-

der. Yani ilkokul, ortaokul, lise, üniversite bitebilir fakat Müslü-

man'ın tahsili ölene kadar devam eder.

"İlim tahsil ederken ölen şehid olur" Bu sebeple bazıları:

"Ya Rabbi vefat ettiğimde okuduğum kitap açık, yazdığım yazı

yarım kalsın" diye dua eder. Böyle olursa şehidlik ihtimali artar.

Camiler her yaşta insana hitap eden bir okuldur. Eğer ce-

maat kültürlü olursa, imam da kültürünü artırır. Öyle ise her

cemaatin evinde bir kütüphane bulunmalı.

Elbette ki camilerin de kütüphanesi, konferans salonu ol-

malı. Zira "Camilerin süslü, cemaatin ilim ve ibadet cihetinden

süslü olmaması kıyamet alametlerindendir." İlim veya bilgi ça-

ğından söz ediyorlar, bunlar kitaba dayanır.

Bir kısım devletleri süper güç yapan ilim ve tekniktir.

İslâm medeniyetinin de üç unsuru vardır: İlim, teknik ve

İslâm ahlâkı.

Bunların hepsi kitaba istinat eder. Medeniyetlerin mimarı

kitaptır.

İnsanların kitap okuyup, okumadığı konuşmasından belli

olur. Okumayan insan neyi anlatacak! Dedikodu ve gıybetin

yaygın hal alması okumamaktandır.

Pek çok şey satıp alan insan kitap da almalıdır. Her evde

mutfak gibi kütüphane de olmalıdır. Olmazsa beyin midesi aç

kalır, bu da cehalete yol açar, cehalet de bütün günahların ana-

sıdır.

 

Tabiat, bir sanat eseridir

Sanatkar olamaz!

Tabiat, bir nakıştır

Nakkaş olamaz!

Tabiat, bir kitaptır

Kâtip olamaz!

Said Nursi

Kâinat kitabından

Hemen hemen insanların hepsi haberleri dinler. Halbuki

çoğunu ilgilendiren bir şey yok: Amerika Başkanı demiş ki...

Falan yerde trafik kazası olmuş... Cumhurbaşkanı şuraya git-

miş... Bunlardan kime ne?

Gazetelerdeki haberler de bunun gibi çoklarını ilgilendirmez.

Kendimize bakmamız zor, öyleyse başkasına dikkat etsek

görürüz ki insan, kendisiyle alakası olmayan şeylerle meşgul

oluyor.

Acıkmak duygusunu içimize yerleştiren Allah, merak etme

duygusunu da yerleştirmiş.

Merak etmeyi vermiş ki: "Acaba Enfal Suresi neden bahse-

der? Kütüb-i sitte nedir? Kâinatın bizimle alakalı yönleri var

mı?"

Derler ki: "İnsan atomla güneş sisteminin ortasmdadır. Ya-

ni, çok küçük atomdan, çok büyük olan güneş sistemine bir açı

çizsek, bunun ortasında insan boyu kadar bir yükseklik var.

Allah, kâinat kitabını, atom harfleriyle yazmış, insanın da

en küçük parçası atomdur.

Atomun merkezinde nötron ve proton, bunlar da zıt değerli.

Kâinat zıtlarm toplandığı alem! Her şey, zıddı ile anlaşılır.

Bu iki zıt değer, atomun çekirdeğini teşkil eder. hayatın da

esası iyilikler-kötülükler... Bir başka deyişle haramlar-helâl-

lardır.

Kötülükler olduğu müddetçe, iyilikler de olacaktır, kötülük

olmasa, iyiliğin ne olduğu bilinmez. Matematikte de artı ve eksi

değerli rakamlar var, tıpkı iki millet gibi. Artı değeri rakamlarla

hangi işlemi yaparsak yapalım, sonuç daima artı çıkar. Diğer

millete, yani eksi değerli rakamlara geçersek, onlarla yapacağı-

mız işlemlerin bazısı artı, bazısı eksidir. Bazan iyi, bazan kötü iş

yapan kimse eksi değerler zümresindendir, korkunç bir sonuç!

Müslümanlar bir millettir, müsbet değerlidir, menfi iş yapa-

maz. Yaptığı an, yerini tayin etmiş, menfi tarafa geçmiş sayılır

amma, tövbe kapısı açıktır.

İnsanın içinde her zaman müsbet ve menfi değerler vardır.

İslâmiyet, müsbet değerleri hakim kılmak için gönderilmiş bir

dindir.

Atom çekirdeğinin etrafında elektronlar döner. Birinci da-

irede 2 elektron var. Demek ki alime yakın olanların sayısı az

olur.

Atomun ve güneş sisteminin hali, hatme-i şerife benzemiyor

mu? Şeyh ortada, müritler etrafta...

Meyhanenin de etrafında dönenler var. Dedik ya: Kâinat

zıtlar alemi!

Atomlar, elektron alış-verişi ile molekül olur. Bu molekül ya

zehirdir veya panzehir... Evlilikler, arkadaşlıklar, ortaklıklar da

böyle değil mi?

Demirler, taşlar, bitkiler, hayvanlar... Hepsi atomlardan

yaratılmış. Hepsinde elektron hareketi... Öyle ise demirlerde,

taşlarda görünmeyen bir hareket var ki, buna "enerji" denir. Al-

lah'ın "Hayat" sıfatı, taşta enerji olarak tecelli etmiş. Taşlar diri

olursa, ölen kimseye nasıl "hayatsız" denebilir.

Atomlardaki hareket görünmez. İnsanın "iç dünya"sı da

elektron hareketi gibidir. Görünmez, amma "bilen çeker" demişler.

Dıştaki bütün hadiseler, iç dünyanın mahsulüdür. Menfi de-

ğerlerin mensubu olanlar, müsbet iş yapamaz. Onlarda görülen

iyi işler, hırsızın sadaka dağıtması gibi.

İnsanlar meyvelere de benzer. Kestane gibi, ceviz gibi, elma

gibi olanlar.

Her şey, bir şeyi anlatıyor. O bir şey, insandır. İnsan, kitab-ı

kâinatla ve Kur'an-ı Kerim'le irtibatlı. O irtibat kopunca, kâ-

inatta tek asi varlık "insan" kalır! Çünkü her şey Allah'a itaat

34

35

ederken, insan, muhayyerdir. İteat edip, etmemekle serbesttir.

İnsan kafir de olsa, Allah'ın sanat eseridir. Her cihazın ta-

rifnamesi vardır, insanın tarifnamesi de İslâmiyet'tir. İslâm'a

uymayan insan, arıza yapar. Her kötü huy, her kötü davranış,

bir arızadır. Bunun sonu intihara, cinayete kadar gider.

Adetullah!

Yani Allah, kâinatı nasıl idare ediyor? küçük, büyük her şe-

ye nasıl nizam vermiş?

İşte insan bu sırn yakaladı mı, şahsi hayatında, aile, şirket

ve devlet nizamına kadar "mükemmel" olur. Çünk i kâinatta her

şey mükemmeldir.

"İnsan" diyorum çünkü Ecnebi ülkelerde de "mükemmel"

olan çok şey gördüm, onlar da Adetullah'ı görmüş ve anlamış.

Eğer Müslümanlar da "berbattık" varsa, Adetullah'ı anlamamış

demektir. Allah, her şeyi mükemmel yaratıp, mükemmel idare et-

tiğinden, insana mükemmellik yaraşır. İslâm'ın hederi de budur!

Allah, atom harflerinden,

Molekül hecelerinden,

Kâinat kitabını yazmış.

Bu kitabı kışın suya atar,

Her bahar yeniden yazar.

Subhanallah!

H. İsmail

Kâinat kitabından bir yaprak

Doğu, sadece güneşin doğduğu yer değildir. Büyük insanlar,

büyük hadiseler, büyük çağlar orada doğmuştur. Doğu kelimesi

her zaman bir ümit olarak kaldığından "Büyük Doğu" böyle çık-

tı, irfan dünyamıza güneş olurken İslâm güneşinin doğacağını

da müjdeledi.

"Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım."

Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım."

36

Bunun için Avrupa değerini kaybederken, Asya tekrar de-

ğer kazanıyor.

Doğu Anadolu'nun sarp dağları arasında karanlık dünyamı-

za nur gibi doğan Said Nursi, ilmin ve tekniğin doğru hedefleri-

ni göstermemiş mi?

Bu halet-i ruhiye ile kâinat kitabının sahifelerini çevirmeye

başladım: Öyle haşır-neşir olmuş ki, kış mevsiminde odun gibi

olan ağaçlar, şimdi yemyeşil yapraklarla, renk renk meyvelerle

dirilmiş. Kök kapısından giren çamurlar, odundan başka bir şey

olmayan gövdeden geçip, kuru çöplerin ucunda meyve olmuş.

İşte bir kaysı düştü, toprakla yanak yanağa gelip, bana poz

verdi. Diyor ki:

- Bir bana, bir de toprağa bak. Aramızda ne kadar fark var

değil mi? İşte şu kara topraktan beni yaratan, toprak olmuş in-

sanları da tekrar yaratacaktır.

Saçlarım diken diken oldu, mafsallarım karıncalaşmaya

başladı, toprak üzerinde kayısıyı seyretmek bana dehşet verdi.

İkisi aynı cinsten, ikisi çok farklı. Nerde toprak, nerde kaysı?

Toprak, ağaçta dirilmiş kaysı olmuş, kaysı midemde dirile-

cek. Kaysının rengi gözümle, tadı dilimle ve kendisi sindirim

sistemimle irtibatlı. O zaman, herşeyin manevi iplerle birbirine

bağlı olduğunu, ilmen bildim.

Kaysının üzerindeki incecik kabuk, bana eczahaneleri hatır-

lattı. Her meyve, şahane ambalaj içinde, mükemmel bir ilaç. Yer-

yüzü eczahane-i kübra! Safi ismi tecelli ediyor, otlar şifa dağıtı-

yor. Kuzuların, kedilerin ve tavukların sıhhatli oluşuna baktım,

çimenleri elimle okşadım. "Eğer insanlar, hayvanların yediği çi-

menleri ve benzerlerini yese, her bakımdan faydalı olacak..."

Ağacın başında binlerce kaysı, her kaysıda bir çekirdek ve

her çekirdekte bir ağaç!

Ağacın planı, şekli, rengi, kokusu, deseni ve nesli çekirde-

ğin içine yerleştirilmiş. Çekirdek değil mükemmel bir fabrika fi-

Hç inşa edilecek.

Çekirdek, aynı zamanda bir tabut. Avucumdaki çekirdek ne

kadar ölü ise, topraktaki çekirdek o kadar diri. Ölüm haliyle di-'

37

rilik halini bir çekirdekte bulunduran Allah, bu kanunu şümul-

lendirmiştir. Tabutta giden insan da dünya yönünden ölü, ahi-

ret yönünden diridir.

Ölü gıdalar midemizde dirilirken, ölen yokluğa gider mi?

İş arayan insanlar, bir çekirdeği toprağa itiverse, Allah on-

lara kocaman bir kaysı ağacı verecek.

Bahçe sahipleri, meyvelerin bolluğundan şikayetçi.

İnsanlar, çok az şükreder.

Dallara dayak verilmiş. Bu kuru odun parçaları, meyve

yüklü dala denk düşmüş. Çünkü dayak çekilse, dal yere inecek.

Talebeler, dinleyiciler, takdir ediciler de alimler için öyledir.

Onlar olmasa, alimin ilmi, kendisini yeyip bitirecek.

Alimler ilmiyle yüklü , meyve veren dal gibi.

Kayısının kemalâtı başkası içindir. Demek ki insanlara fay-

dalı olan alim, ehl-i kemaldir.

Her geçen gün suçluların sayısı artıyorsa, kemalata hasret

kaldık demektir.

İslâmiyet, her türlü kötülüğü işleme istidadında olan insan-

ları, her türlü kötülükten vaz geçirip, her türlü iyiliğe sevk eden

bir dindir. Eğer bilinse...

Yeryüzü mektep,

Kur'an, temel kitap,

Peygamberimiz baş muallim,

İslâm alimleri öğretmen,

Müslüman beşikten mezara kadar talebe

Ve, kâinat bir laboratuvardır!

H. İsmail

Soru: Hayatınızda bilimin yeri nedir?

1940'h yıllarda Allah isminin yerine tabiat konduğundan,

fizik, kimya, cebir, geometri hatta biyoloji ve coğrafya gibi bilim-

leri tabiat adına okuduk, tabiat kanunlarını öğrenip, tabiatçı

38

(naturist) olarak yetiştik.

Memur olduğumda etrafıma bakınmaya başladım. Allah'ın

statlarını öğrendim. İki sıfatı dikkatimi çok çekmişti: İlim ve

Sani.

Yirminci asrın medeniyeti ne kadar ileri giderse gitsin, bir

meyve, bir çekirdek yapamaz. Halbuki toprak gibi bir şeyden

sebzeleri ve meyveleri yaratan Allah'tır.

Kâinattaki herşey Allah'ın sanat eseri, bu eserlere hakim

olan Allah'ın ilmi.

Bu açıdan İslâmiyet'e bakınca gördüm ki, ilmi ve sanatı ha-

ram eden bir tek ayet ve hadis yok. Tam tersine teşvik ediyor.

O zaman anladım ki İslâmiyet başka, Müslümanlar daha

başka. İslâmiyet'i gerçek mânâda öğrenen, anlayan ve yaşayan

Müslüman çok az. O Azlar1! bulmaya, onları dinlemeye çalıştım.

Bir yandan da İslâmiyet'i öğrenmeye gayret ediyordum.

Mevzumuzla alakalı olarak iki hususu tesbit ettim.

Birincisi: Kur'an-ı Kerim'i ve Peygamberi gönderen Allah,

insana öyle bir akıl vermiş ki, bu ikisini anlasın diye. Öyle ise

insan aklının en mühim vazifesi İslâmiyet'i öğrenmek ve anla-

maktır.

Dekart rasyonalizmle akla büyük yer verir. Halbuki kumar-

bazların bütünü akıllı kimselerdir. Demek ki, İslâmdan ayrılan

akıl, kumara veya içkiye kayarak baş belası olabiliyor. Bu gerçe-

ği tesbit ettim.

İkincisi: Gördüm ki, yeryüzü bir mektep, bu mektebin temel

kitabı Kur'an-ı Kerim, Peygamberimiz baş muallim... İslâm bil-

ginleri öğretim üyesi ve Müslüman beşikten mezara kadar tale-

j be. Kâinat ise laboratuvar.

Böylece bir yandan tefsir, hadis, siyer, fıkıh okurken, öte

l yandan da kâinat laboratuvarını (astronomi, arkeoloji, biyoloji,

| fızk, kimya, coğrafya gibi bilimlerle) inceledim.

Kur"an'ı dört kısımda mütalaa etmek mümkün: İmana, iba-

dete, muamelata (İslâm iktisadına) ve ukubata (cezalara) dair

j ayetler...

Müslümanların ekserisi imana dair ayetleri öğreniyor. İba-

39

deti külli planda ele almıyor, islâm iktisadından ve ukubattan

da haberi olan çok az.

Halen İmam Hatip liselerinde, İlahiyat fakültelerinde İs-

lâm İktisadı, İslâm Siyaseti gibi ilimler yeteri kadar okutulmu-

yor. Öyle ise din görevlileri dahi (şahsi gayreti olmazsa) İslâm'ı

tam öğrenemez.

Ne yazık ki, cumhuriyet tarihi boyunca İktisat fakültelerin-

de İslâm İktisadı, Siyasal Bilgiler'de İslâm Siyaseti ve Hukuk

fakültelerinde İslâm Hukuku okutulmadı. Hiç değilse İLİM adı-

na bunlar okutulmalıydı. Üniversitelerimiz ilimde tarafgirlik

yapıyor ki, bu öğretim ve eğitimin ruhuna aykırıdır.

Türkiye'de şeriat münakaşaları da yaygın. Şeriat isteyenle-

rin hakkında halen şiddetli soruşturmalar, kovuşturmalar var.

TCK'nun 163. maddesi bir zamanlar evini değiştiremeyenler-

den, devletin temellerini değiştirip, dini esaslara uydurmaktan

hesap sormuştu. Halbuki Türkiye Büyük Millet Meclisi bile dev-

letin temellerini dini esaslara uyduramaz. Anayasanın ilk üç

maddesi buna manidir. Düşününüz: Meclis'in yapamadığını ga-

riban vatandaşlar yapacak diye dindarlar hakkıda binden fazla

soruşturma açıldı, belki otuz bin kişi, karakollarda, nezaretha-

nelerde, mahkemelerde, hapishanelerde perişan oldu, çoklarının

ocağı söndü. Bu hal Müslümanlar'm İslâmiyet'i öğrenmesine

mani idi. Ben de onbir defa ağır cezalarda, devlet güvenlik mah-

kemelerinde yargılandım. Suçumuz İslâmiyet'i öğrenmekti. Ya-

ni Türkiye de ilim tahsil etmek risklidir. Amerika'da, Avru-

pa'nın muhtelif ülkelerinde de bulundum, oralarda böylesi şey

yok. Dini de dinsizliği de öğrenmek serbest. Herhalde ilmin in-

kişafı da böyle olur.

Evet hakkında kıyamet koparılan ŞERİAT'a baktım. Anla-

dım ki şeriat Kur'an'dır. Şeriat isteyenlere Kur'an hediye etmeli.

Dolayısı ile şeriat istenmez yaşanır.

Amma gerek devlet ve gerekse halk İslâmiyet'i bilmediğin-

den, şeriat yüzünden bir bardak suda kıyamet koparılıyor.

Tesbitlerime göre şeriatı 4 bölümde incelemeli:

1. Şeriat-ı Garra. Parlak şeriat demektir. Ayetler, Hadisler

40

ve içtihadlar, nur gibi maddi mânevi dünyamızı aydınlatır,

Müslümanlar (hatta entel kimseler) bu sayede hakla bâtılı ayır-

maya başlar.

2.  Şeriat-ı fıtrî. Fıtri, insan yapısıyla alakalı olduğu için, in-

sanı anlatan kitaplar şeriat-ı fıtri içinde ele alınır: Sosyoloji, psi-

koloji, fizyoloji, anatomi, felsefe ve mantık gibi. Müslümanlar

350 senedir şeriat-ı fıtriden habersiz kalınca, Avrupalılar bu bi-

lim dalım geliştirmişler.

3. Şeriat-ı kevni. Kâinatın yaratılışıyla alakalı kanunlar de-

mektir. Müslümanlar bu kanunlarla meşgul olmayınca, başka-

ları buna tabiat kanunları veya doğa yasası demişler. Tabiat ka-

nunlarını yaratan Allah olduğuna dair birkaç misal verelim: Li-

se fizik kitabında Arşimet Kanunu vardır, suların kaldırmasın-

dan söz eder. Halbuki Arşimet yok iken sular yine kaldırıyordu.

Öyle ise suyu yaratan kim ise, suların kaldırma kanununu ko-

yan da O'dur.

Adem aleyhisselam dünyaya gönderilmeden evvel yıldırım

düşüyor, şimşek çakıyordu. Yıldırım ve şimşek elektrik olduğu-

na göre, elektriğin olduğu yerde elektrik kanunları vardır. Asır-

lar sonra Ohm, Volt ve Amper gelmiş bu kanunları bulmuş.

Demirin paslanmasını emreden Allah, altının paslanmaması-

nı emretmiştir. Demek ki kimya denklemleri de Şeriat-ı kevnidir.

Misalleri artırdığımızda görürüz ki fizik, kimya, cebir, ge-

ometri, biyoloji, coğrafya gibi lise ders kitapları Şeriat-ı kevnidir.

Eğer Müslümanlar Şeriat-ı fıtriden, Şeriat-ı kevniden ha-

berdar olsalardı, lise öğrencisi sınıf geçmek için beş numara

alırken, daha yüksek notu Allah rızası için almaya çalışır, bizde

de büyük adamların sayısı artardı. Öte yanda namaz kılanlar

helâl iş yapmanın ibadet olduğunu bilir, kalkınmamıza hız ka-

tardı.

Amerika, Rusya, Japonya, Almanya gibi süper güçler Şeri-

at-ı kevni ile kalkınırken, İslâm ülkelerinde şeriat münakaşala-

rının yapılması ilimde ve teknikte ne kadar geri olduğumuza

delildir.

Ben, kandil gecelerinde dahi, herkes gibi namaz kılıp,

41

i

Kur'an okuduktan sonra, oturup, ibadet diye, lisan öğrenmiş, fi-

zik, kimya çalışmış ve denklem çözmüşümdür.

4. Adetullah: Buna sünnetullah da denir. Allah'ın yarattığı

herşey mükemmeldir. Adetullaha ittiba edip, sevap kazanmak

isteyen Müslüman, yaptığı işi mükemmel yapmalıdır. Eğer

Müslümanlar adetullaha ittiba etseydi, süper güç olurdu. Ne

yazık ki, Müslüman olmayan süper güçler, deney yoluyla ade-

tullahı bulmuş, tatbik etmiş ve gelişmişler.

İşte benim de ilim ve teknik anlayışım budur.

çlkarırlarmış.

Bu nasıl bir özgürlükse, insanları kötü alışkanlıklara esir

 

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti,

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

N. F. Kısakürek

Tanınmayan Kitap

Asırlarca evvel kurulan bu köyde herkes üzüm, elma, kiraz,

findik gibi meyve ağaçları dikerken sebzenin de her türlüsünü

yetiştirmişler, tavuk ve inek beslemeyi de ihmal etmemişler.

Gerçekten zengin bir köymüş, halen iki katlı binalar, ko-

naklar, bizlere çok şey söylüyor. Hele eskimez yazılı, kocaman

kocaman ciltli kitaplar...

On sekizinci asırda, İslâm dünyasında sam yeli estiği, yeşil

adına ne varsa hepsini sarartmaya başladığı da inkar edilemez.

İşte o zaman kütüphaneler kimsesiz kalmış, kahveler açıl-

mış, dedikodular yaygınlaşmış, bağlar bozulmuş, insanlar iş

aramış...

Osmanlı'nın son zamanlarındaki hürriyet ilanlarını, Cum-

huriyet takip etmiş, bu sefer köye içki girmiş, her bakkal bir

meyhane olmuş...

Çok değil elli sene evvel, köyün meydanında toplanıp, deli-

kanlılar esrar içip, hürriyetin, şimdiki adıyla özgürlüğün tadını

Köy öylesine ihmale uğramış ki, şimdi herşey şehirden geli-

yor, çokları bunları alamamanın ıstırabını çekiyor.

O bahçeler, bağlar, ahırlar, konaklar, hepsi, hepsi istilaya

uğramış gibi.

Herşeyiyle "Osmanlıyım!" diyen ahşap bir konak satılmış.

Yeni sahibi beni davet etti: "Şu kitaplar ne kadar eder?"

Çoğu eskimez yazılı, bir başka medeniyete ait gibi, okun-

maz olmuş. Kimbilir hangi asırda, hangi mübarek insan dividini

hokkaya batırıp, notlar almış.

Onun torunlarının, mirasçılarının kütüphaneyle ilişkileri

yok ki, kitaplara sahip çıkmamışlar. Bırakın okumayı, satmayı

bile akıl edememişler.

Parçalanmış bir kitap vardı, sahifeleri dağılmış, "çok eski"

diye bir köşeye atılmış.

Bir yaprak alıp, uzattılar:

-  Bu ne?

Baktım: Kur'an!

Osmanlı konağında tanınmayan kitap!

Sordum:

-  Konak sahibinin çocukları, yahut torunları ne iş yapıyor?

- Öğretmen...

-  Nerden mezunlar?

-  Arifiye Köy Enstitüsü'nden...

Hayır, tanınmayan sadece Kur'an değildi, bağlar, bahçe-

ler... Viran olan köy... Ve, fakir, fukara... Sonra, kafası du-

manlı insanlar, ne başkasını tanıyor, ne de başkası onu. Birini

sordum "ipsiz" dediler..

Hayret nasıl da çökmüşüz!

Şimdi kalkınmanın yollarını arıyoruz...

42

43

Fatih Sultan Mehmet mezarından

Kalksa, ne biz onu, ne de o bizi tanır.

"Eyvah İstanbul'umu Bizanslılar al-

mış" diye, bizimle savaşa kalkışır.

H. İsmail

Kültür değişmeleri

"Bizim dindarlığımız, sizin kötülüklerinizdendir."

Siz kimsiniz?

1940'h yıllardı, öğretmenimdin, hem sevgili öğretmenim...

Erkektin lokale gittin, tavla oynadın, sigara dumanım etrafa sa-

vurdun, her zaman içmezdin amma bulunca da kaçırmazdm. Bi-

ze çok şeyler anlattın, çok şeyler öğrettin fakat iyilik, doğruluk

adına hiçbir şey söylemediğin için yetiştirdiğin öğrencilerin ki-

misi ayyaş, kimisi kumarbaz, kimisi hırsız, kimisi katil oldu.

Çocukların ne dünyası, ne ahireti işe yaradı. İşte biz bu haller-

den kaçmak isterken, kendimizi dini hayatın içinde bulduk.

Şehir kulübüne de giderdin, derlerdi ki "Orada kumar oyna-

mak serbestmiş." Memurlar için kulübe gitmek mecburi idi,

halk da oraya gidenleri kumarbaz bilirdi. Bir şehrin başı bu

olursa, ayaklan nasıl olur, düşünün öğretmenim.

İşte biz kahveden, lokalden, kulüpten kaçarken, kendimizi

camide bulduk. Yoksa sizin anladığınız şekilde şu veya bu hoca

kolumuzdan tutup, bizi zorla medreseye, camiye götürmedi.

İteatsiz yetiştirilen gençlik, hocaya, hacıya neden iteat et-

sin? Amma kötülüklerin dehşeti karşısında dindarlığı seçmek

zorunda kaldık, pişman da olmadık, öğretmenim.

* * *

Sen öğretmenim, sen de hanımdın! Beni okuttun, bana çok

şey öğrettin. Çok iyi hatırlıyorum, Ankara'daki okullardan biri-

ne kaydımı yaptırıp, memleketime döndüğümde seninle karşı-

laşmış, elini sıkmıştım. Hatırladıkça halen üzülürüm neden eli-

ni öpmedim diye? Belki o el defalarca yüzümde saklamıştı am-

ma yine de öpülmesi gerekirdi, öpmeliydim fakat hiç mi hiç:

44

dindar etti.

* * #

Atatürkçüydüm, mübalağa yok, belki bin defa Atatürk'ün

hayatını okudum ve anlattım.

Sen Atatürkçü arkadaşım, sen kokteylli partide içkileri bir-

birine karıştırıp ayakta içtin, sarhoş olup, ağzından çıkanı kula-

ğın duymaz hale geldin...

Balolar, plajlar, altı kol iskambiller...

Zevkten ve menfaatten başka birşey bilmedin. Egoizmin te-

pesine tırmanırken, ben oradan usulca ayrıldım, bir mabedin

gölgesinde nefes aldım. Bunu da çok gördün Türk Ceza Kanu-

nu'nun 163. maddesiyle bana kan kusturdun. İşte bunun için di-

ne sarıldım. Çünkü sarılmasam kâfir olacaktım.

"Kapitalistim" dedin, parayla dağları aştığında, biz ovada

yürüyemez haldeydik. Her suçun, her haramın üstünü parayla

örttün. "Parası olan büyüktür, para kazanan akıllıdır" tesbitle-

rinden öylesine tiksinip, öylesine ürktüm ki, sizlerden kaçmayı,

uzaklaşmayı, KURTULUŞUN esası bildim.

Kapitalizm, Müslümanlar5! Hıristiyan dünyasına teslim e-

den sistem! Şimdi biz, bir Avrupa ülkesinde Müslüman olmaya,

dinimizi korumaya çalışıyoruz, haberin var mı?

Sen de sosyalisttin! Fakirliğe çare bulacaktın, geliri eşit da-

ğıtacaktın, sınıf farklarını ortadan kaldıracaktın. Fakat ortadan

kaldırdığın ilk şey DİN oldu. Subayla eri, işçiyle mühendisi eşit

yapabilir miydin? Suyu getirenle testiyi kıranı bir tutabilir miy-

din? Zaten defterinde helâl-haram yoktu, canının istediği gibi

yaşadın, felaketimiz oldun.

Senden kaçarken, kendimizi dinî hayatın içinde bulduk, ne-

fes aldık, memnun olduk.

Ey dindarların artmasından şikayet edenler, dindarın varlı-

45

ğı, sizin kötü yaşayışınızın sonucudur.

Batı'da fabrika bacaları yükselirken, bizde de Batılılaşma

adına dikenler büyüdü. Diken bu, yenmez, içilmez. Amma beyin

midesi ilim, kalb midesi iman ve ibadet istiyor. İşte siz, bizi

maddeten ve manen aç bırakınca, en azından diken olmamaya

çalıştık. Sonra meyva vermek istedik, amma sizin gibi 7'den

70'e kadar bebekler de dallarımızı kırdı.

Evet, evet şurasını hiçbir zaman unutmayınız ki, bizim din-

darlığımız, sizin kötülüklerinizin sonucudur. Sizler bu kadar kö-

tü olmasaydınız, bizler bu kadar dindar olamazdık. Hiç bilmedi-

ğimiz dinî hayatın içine giremezdik.

Sizlerden öylesine kaçtık ki... Nereye gittiğimizi bilmeden

kaçtık. Felaketten kaçarken bir yerlere gittik, bir de baktık ki

burası camiymiş, dershaneymiş...

Uçun kuşlar, uçun doğduğum yere;

Şimdi dağlarında mor sünbül vardır.

Ormanlar koynunda bir serin dere,

Dikenler içinde sarı gül vardır.

R. T. Bölükbaşı

Hep böyle başladı

Kötülüğü beğenenler İslâmiyet'i tüketti. Kötülüğü süsledi,

bezediler. Birinci sınıf lokantaları düşünün, ne kadar temiz, ne

kadar görkemli. Burda içki içen niye kötü olsun? Kötülüğü bir

yana bırak, peynir ekmek yiyene göre büyük mü büyük!

Beş yıldızlı otelde, ışıkla karanlığın boğuştuğu loş barda,

yüksek sehbaya oturup, yükselmiş... Kafa dumanlandıkça bu-

lutlara çıkmış, gecekonduda oturan onu alkışlamış, daha nasıl

büyüsün?

Para mı dedin?

Devletin kasasına anahtar uyduran çok!

46

En büyük adam, en büyük rüşveti alır.

Dev adamların, dev borcu olur.

Hele bankalarla işbirliği yaptı mı, faizin üstüne basa basa

yükselir, para deste deste, daha nasıl büyüsün?

Büyük adamın evi büyüktür, içeri girsen eşyaların arasında

kaybolursun, küçüklüğün acısını çekersin.

Büyük adamın arabası şöyle, yazlığı böyle... Tatili anlı şanlı.

Büyüklük! Gafletin, cehaletin, günahların, hatta ihanetin

üstünü nasıl örtüyor!

Hep büyükleri beğendik, büyüklerin beğendiği günahları

beğendik. Böylece İslâmiyet'i beğenecek yerimiz kalmamıştı, yi-

ne de Müslüman'dık.

Para her kilitli kapıyı açarmış... Günah kapısına vurulan

Jdlidi bile açtı. Biz onu da beğendik.

Parası olan arabasını dağdan aşırırmış. Daha neler neler

aşırdı, fazilet adına ne kaldı? Biz ona da hayran kaldık: "Ne be-

cerikli adam" diye.

Aslında buraya kadar saydıklarım önemli değil. Bunlar de-

vede kulak. Dünya kumaşı gaflet ümikleriyle, günah ve cehalet

ipleriyle dokunmuş. İnsanların ekserisi kumaştaki nakışlara

hayran kalmış. Artık başka şeye nasıl hayran olsun?

Evet, evet bunlar önemli değil! Said Nursi'ye, Süleyman

Hilmi Tunahan'a, Abdülhakim Arvasi'ye, Gönenli Mehmet'e ba-

kıyorum, herşeylerini İslâm'a vermişler, her biri tek başına çok

büyük işler başarmış. Bunlar büyüklüğün sırrını İslâm'da bul-

muşlar. Ya bunların talebeleri?

Onların talebeleri ekseriyetle faziletli kimseler...

Peki, pirincin içinde beyaz taş yok muydu? Bu beyaz taşı,

şu veya bu bahaneyle beğenenler olmadı mı?

- Diş kırabilir amma, bu da bir sanat eseri, denilebilir.

Ama adalet ihmal edilmemeli.

Kötü beğenilmemeli.

Para yiyenler, Müslümanlar*! bankalara muhtaç etti.

Para yiyenler, ümmet, millet, kardeşlik kelimelerini de ye-

diler.

47

Piyasa fertlere kaldı, bankalar anonim şirket.

Yahudiler birader.

Mü'minler de kardeşmiş, bir zamanlar... Şimdi mü'minler

manen kardeş, maddeten değil. Çünkü onun, bunun parasını yi-

yenler, hâlâ akıllı geçiniyor.

50-60 sene evvel fertlerin yaptığını, bugün yüz binler yapa-

mıyorsa... İslâm milleti görünürde yoksa, bu demektir ki kötü-

leri de, kötülüğü henüz içimizden atamamışız.

Haksızlık yapana hak verilmiş. Hakk'a inananlar, hakkı,

haklıya vermemişiz...

İçimizdeki kötülerin, haksızların sayısı çok az, onları da baş

üstünde tuttuk.

Zalim olmayın, zalime de fırsat vermeyin!

Zira kötülüğü beğenen iyi olamaz.

Haksızlığa razı olan, Hakka nasıl inanır?

Cinayeti gizleyen cani değil mi?

Öyle ise zalimi, kötülüğü, haksızlığı, cinayeti beğenmeyin

ki Allah sizi beğensin.

Kötüler, kötülüğünü yalanla, iki yüzlülükle örtüyor, başka-

larım ona inandırabiliyorsa, öbürünün ciğeri yandı.

Yalan söyleyen, sözünde durmayan, emanete hıyanet eden

münafıktır, münafık, kafirden eşeddir.

Öyleyse münafığın yalanına, iki yüzlülüğüne kanmayın ki

millet, ümmet tecelli etsin, kardeş olalım.

Münafıkların sayısı çok az, bunları koruyan çok.

Kötülüğü beğenirsek iyilikten uzaklaşırız.

Haksızlığı beğenince Hakk'a imanımız sarsılır.

Çünkü para korkunç bir şey! "Herşeyin başı para" deyince

geriye birşey kalmadı.

Cani gizlendi, maktul suçlu oldu, çünkü şahitler caniyi be-

ğendi...

Bir vakte erdi ki bizim günümüz

Yiğit belli değil, mert belli değil.

Herkes yarasına derman arıyor

Deva belli değil, dert belli değil.

Ruhsati

Aydın problemleri

Rahmetli Mehmet Kaplan, "Cumhuriyet devri Türkiye-

si'nde politik ve sosyal sahada laikliğe büyük önem verilmekle

beraber, dinin özüne dokunulmamış" diyor. Halbuki 1935 sene-

sinden sonra 16 yıl devlet okullarında din eğitim ve öğretimi ya-

pılmamıştır, devlet eliyle din adamı yetiştirilmemiştir.

Hem dinî eğitim ve öğretim yapılmayacak, hem de "Dinîn

özüne dokunulmamıştır" denecek, nasıl olur?

Mehmet Kaplan devam ediyor: "Dinî hayat kendi kendine

devam etmiş, hatta bu devirde çağdaş akımlarla dinî uzlaştır-

maya çalışan yeni bir dindar gençlik efe yetişmiştir.

Dinî hayat kendi kendine devam etmemiş, Türk Ceza Ka-

nunu'nun 163. maddesi, İslâmiyet! öğrenmeye, yaşamaya çalı-

şanlara kan kusturmuş, hayatı onlara zindan etmiştir. Amma

hurafelerle örtülü (bir dinî hayat) yaşayanlar serbest bırakıl-

mıştır.

"Dinsiz nesil" yetiştirmek isteyen bir kısım devlet adamlarına

inat "dindar gençlik" yetiştirmenin nelere mal olduğu ortadadır.

"Din de diğer sosyal müesseseler, duygular, düşünceler gibi,

zamana göre değişir" diyor aynı sahifede.

"Allah'tan başka ilah yoktur" gibi dinin aslı değişmez, deği-

şiklik teferruatta olur. Bunu da fetva makamındaki kimseler ta-

yin eder.

Kaplan'ın şöyle tesbitleri de var:

"Dindarlar çağdaş medeniyetin, sanayinin ve makinanın

aleyhindedir. İstanbul'da çıkan Hareket dergisinin eski sahibi

ve başyazarı Nurettin Topçu yazılarında sık sık bu konuyu ele

ahrdı. Ruh maddenin zıddı olduğuna göre, dini böyle bir zaviye-

den ele almak elbette mümkündür. Mevlânâ ve Yunus Emre de

48

49

ruhu maddeye karşı çıkarır."

Evvela "çağdaş medeniyet" iki şekilde kendim gösterir. Biri

meyhane, bar, kumar, yalancılık, dolandırıcılık gibi kötü yönleri.

İkincisi de ilim ve teknik gibi iyi yönleridir.

İlmi ve tekniği haram eden bir tek ayet ve hadis gösterile-

mez. Dolayısıyla Müslüman da ilmin ve tekniğin aleyhinde bu-

lunamaz.

Ruhla madde birbirine zıt görünse de aslında bunlar birbi-

rini tamamlar: İnsan, ruhla cesetten meydana gelmiştir, bunlar

birbirinden ayrılırsa ölür.

Bu modeli Allah koymuştur, öyle ise ruhla maddeyi ayrı ay-

rı düşünmek ruha dost olup, maddeye düşman olmak Adetul-

lah'a aykırıdır.

Kaldı ki fizikte maddeyle enerji bütünleşir. Çünkü enerjinin

pekiştirilmiş, yoğunlaşmış şekline madde denir. Yani maddenin

aslı enerjidir.

Enerji, Allah'ın hayat sıfatının bir tecellisi olduğuna göre

buna "maddenin ruhu" da diyebiliriz.

Demek ki ruhla maddeyi ayrı ayrı ele alıp, birine dost, öbü-

rüne düşman olmak ilme, akla, dine aykırı.

"Tanrı, Mevlânâ ve Yunus'un ısrarla belirttikleri gibi, insa-

nın dışında, tabiatta, maddede değil, insanın içinde, ruhunda-

dır" diyen Kaplan, dini vicdanlara gömmek istiyor. Halbuki ta-

biat ve maddeyi yaratan, bunlara nizam veren, bu nizamı de-

vam ettiren Allah'tır. Rab'bimizin sıfatlarım Kur'an-ı Ke-

rim'den, Hadis-i Şerifler'den ve kâinat kitabından öğrenebiliriz.

Allah'ı sadece sıfatlarıyla öğrenebiliriz, başka türlü öğrenmek

de mümkün değildir.

Mehmet Kaplan, dindarların işçilere önem vermesini Mark-

sistler'e benzetirken, şunu da söylüyor: "Yeni İslâmiyet akımı,

sadece dini değil, aynı zamanda sosyal ve politik bir maksat da

taşır. Ton ve üslup benzerliği de gösteriyor ki, onlarla Marksist-

ler arasında bir benzerlik vardır."

İslâmiyet sosyal bir dindir, elbette sosyal hayatta olan her-

şeye önem verecektir.

50                                                                                            '

Dindarlarla Marksistler arasında benzerlik bulmak, işin

mahiyetini görmemezlikten gelmektir. Çekirdekler de birbirine

benzer fakat fidanı, meyvesi başka başkadır.

Bazı dertleri teşhiste dindarlarla Marksistler aynı görüşü

paylaşabilirler. Çünkü Türkiye, Adan Z'ye kadar düzeltilmeye

muhtaç. Amma onlar Karl Marx'a tâbi olurken, dindarlar

Kur'an'a tâbi.

Dindarlarla Marksistler! birbirine benzetip "uçlar birleşi-

yor" demek, dindarları çürütmekten başka bir işe yaramaz. Din-

darlar olmazsa, din hurafecilere kalır ve biter.

Kaplan "Dinî siyasete alet etmek" meselesi üzerinde de du-

ruyor.

Evet din gibi ulvî bir şey, siyasete alet edilmemeli ve edil-

mez de. Amma siyaseti dine alet edenler çıkabilir.

Her iki şıkkın dışında din, kendi varlığıyla, bütünlüğüyle

ortaya çıktığı gün, onun siyasi, iktisadi, hukuki ve kültürel yön-

lerinin olduğu da görülecektir.

Prof. Dr. Mehmet Kaplan bizden yana idi, onu rahmetle

ananz. Bu yazıyı yazmamın sebebi: Dev gibi aydınlarımızın da-

hi İslâmiyet'i gereği gibi anlayamamış olmalarına bir misal için-

dir. Çünkü onlar İslâmiyet'i yeteri kadar öğrenme imkanı bula-

madılar. Kaplan, imanı yakılan gençliğin arasından çıkıp, ken-

dini bu kadar kurtarabilmişti. Allah rahmet etsin.

'

Vaktiyle baban kimseye minnet mi ederdi?

Yok, kalmadı hâşâ sana zillet pederinden

Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi;

Silkin şu mezellet tozu uçsun üzerinden,

İnsanlığı pâmâl eden alçaklığı yık, ez;

Billah yaşamak yerde sürüklenmeye değmez.

T. Fikret

Tez, antitez

Fransızca'dan dilimize giren bu iki kelime sosyal, kültürel

ve ekonomik hayatımızda çok önemli olduğu gibi, dinî hayatı-

51

mızda da önemlidir.

Tez (these) ileri sürülen fikir manasına gelse de, bir şeyi,

açıkça, bütünüyle, delilleriyle ortaya koymaktır. Antitez (antit-

hese) de buna karşı çıkmak.

Sosyal hayatımızda: Evvela sosyal kelimesiyle toplumsal

elele verip içtimai kelimesini tekme, tokat kovmuştur. Bu, bir

bakıma Avrupa ile Avrupa hayranlarının gücünü gösterir.

Hem Avrupa âdetlerine karşı çıkıyoruz, hem de bir adab-ı

muaşeret kitabımız yok. Diyeceksiniz ki "Biz bu kitabın ismini

anlamadık, cismini nasıl anlıyalım?"

Haklısınız.

Modaya karşıyız amma onun dışında bir konfeksiyon geliş-

tiremedik.

Bakınız konfeksiyon (confection) diyoruz, damanmız kesilse

Sen Nehri akar.

Kısacası: Fertle cemiyet arasındaki ilişkileri Müslümanca

düzenleyemedik. Kahvelerde toplananları, daha başka yerde

toplayamadık.

Kültürel hayatımızda tez ve antitez: Acaba kültürel (cultu-

rel) demesek de gelenek, hars, ilim, irfan kelimelerinden bir

şeyler mi türetsek?

Bizim Milli Eğitimimiz, Avrupa kültürünün ta kendisidir.

Materyalist yönü de ağır basar.

Üretici değil, tüketici yetiştirdikleri, halimizden anlaşıl-

maktadır. Diplomalar, ekmek karnesi gibi dağıtılıyor. Bunun

için devlet, diploma verdiği gençlere, iş de vermek zorundadır.

KiT'lere arpalık denmesi bundandır. Arpalık da, arpa yiyenleri

çağrıştırıyor ki hoş olmasa gerek.

Tiyatroya, sinemaya, basın-yayına hükmetmiyenlerin kül-

türle ne alakası olabilir?

Öyle bir kültür hayatımız var ki ilimde, teknikte ilerleye-

memişiz, böylece ilericilik de anlaşılmaz olmuş.

Bu tenkitler antitezdir, biz Müslümanlar kültür tezimizi or-

taya koymamışız. Tenkit de belli ölçüde faydalı olabilir, kurtarı-

cı değildir.

52

Politika kelimesini de, politikacıyı da beğenmeyiz, "Bizim

siyasetimiz var." Evvela şu hususu tesbit edelim: Politika, eko-

nomiyle bütünleşmişken biz siyaseti İslâm iktisadıyla bütünleş-

tirebiliyor muyuz? Şu tersliğe bakınız: Meydan Larousse ve Ana

Britannica siyaset-i mülk, siyaset-i nefsiye, siyaset-i amme, si-

yaset-i hassa, siyaset-i şer'iyye'den bahsediyor, bu tabirlere aşi-

na olan kaç siyasetçi gösterebiliriz?

Kapitalizme ve sosyalizme karşıyız, faiz de haram!

Neden yana isek onu ortaya koyalım...

Bankalar da anonim şirkettir, kâr dağıtan şirketler kursak,

bankaların sayısı azalır.

Hep antitezdeyiz, teze geçemiyoruz.

Bunun için resmi ideolojiye karşıyız... Yabancı ideolojilere

düşmanız... Dinsizliğin de bir nevi din olduğu söyleniyor, İslâmi-

yet'i ortaya koyamıyoruz. Bir kısım insanların batıl ideolojilere

gösterdiği sadakati; Müslüman, İslâmiyet'e göstermezse, bunun

sonu ne olur?

Atatürkçülüğe, laikçilere ve benzeri akımlara karşı çıkmak

antitezdir. Tezimizi ortaya koyamazsak başarılı olmamız müm-

kün değil.

Antitezde kalmak ilim istemez. Herşeye hayır diyenlerden

hayırlı vatandaş olamaz. Evet demesini bilmeliyiz, tezimizi or-

taya koymalıyız.

"Lafla peynir gemisi yürümez" demişler. Nazariye ile tatbi-

kat arasındaki fark bilinirse, tezimizin tatbikat şeklinde olması

şarttır.

İslâm'ı yaşayan Müslüman tezdedir.

Deniyor ki: "Mevcut düzen, MİT, masonlar, Siyonistler, CIA,

MOSSAD, KGB vesaire." Bunlar, İslâm'ı yaşamamıza mani ola-

maz ki!

Olmaz ve olamaz da. Tarihte bunun misalleri çoktur. Müslü-

manlar, çok zor şartlar içinde düştükleri yerden kalkabilmişler.

Artık dindarların kültür seviyesi epeyce ilerledi: Tezle anti-

tez arasındaki fark görülmeli, antitezden teze geçmeli. Karşı

çıkmakla, tenkit etmekle hiçbir yere varılmaz. Ne yapmamız ge-

rekiyorsa, onu yapmaya çalışalım, tez budur...

53

 

Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez görgüden yok vâyesi;

Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi!

M. Akif

Galileo davası ve Türkiye

Galileo (Galile) 1610'da yayınladığı eserinde teleskopla gör-

düğü gezegenlerden söz edip Copernicus (Kopernik)'le aynı fikir-

de olduğunu açıkladı.

İncil'in Yeşu kitabında ise Güneş'in durduğu, Ay'ın yerinde

kaldığı yazılıdır. Bu görüşe göre Dünya âlemin merkezidir.

Böylece ilim adamlarıyla kilise karşı karşıya gelmiştir.

Galileo 1613'te yayınladığı bir başka eserinde hem Dün-

ya'nın bir gezegen olduğunu tekrarladı, hem de İncil'i kendine

göre te'vil etmeye kalkıştı.

25 Şubat 1616'da kardinallerin hazırladığı rapor, Papa Be-

şinci Paul (Pol)'e okundu.

Papa, gerek Copernicus'in ve gerekse Galileo'nin görüşleri-

nin yanlış olduğunu, İncil'e göre Dünya'nın durduğunu, Gü-

neş'in onun etrafında döndüğünü belirtip: "Eğer Galileo, bu gö-

rüşe uymazsa, kendisinin cezalandırılacağım" ilan etti.

Galileo, Roma'dan ayrılarak Floransa'ya gitti.

Onyedinci asır, Avrupa'da ilmin geliştiği bir devirdir. Dola-

yısıyle kilise ile ilim adamları mücadele halindedir. Bir tarafta

papalar, kardinaller; öte yanda ilim adamları...

13 Şubat 1633'te tekrar Roma'ya celp edilen Galileo, 12 Ni-

sanla 21 Haziran arasında 4 defa sorguya çekildi. İşkence ile

tehdit edilince: "Kardinallerin kararından evvel böyle bir şey e

inanıyordum, şimdi inanmıyorum. Dünya sabit, Güneş onun et-

rafında dönüyor" deyip, ifadesini imzaladı.

Mahkemeden çıkarken ayağını yere vurup: "İşte dünya yine

de dönüyor" diye birşey söylememiştir, bu sonradan uydurul-

muştur. (Bertrand Russell, İlimden Beklediklerimiz, 1957 Anka-

ra, sh. 202.)

54

Galileo tekrar Floransa'ya döndü, mühim alimler tarafın-

dan ziyaret edildiyse de astronomiye ait görüşlerini tekrarlama-

dı, ıstırap içinde yaşadı, sonunda gözlerini de kaybetti, 8 Ocak

1642'de 78 yaşında öldü.

Şimdi diyeceksiniz ki: "Bunun Türkiye'yle ne alakası var?"

Türk aydını, İslâmiyet'in Müslümanlar5! geri bıraktığını id-

dia etmiş, böylece İslâmiyet'ten uzaklaşırken Avrupa'ya yaklaş-

mıştır.

Halbuki ilme ve tekniğe karşı çıkan İslâmiyet değildir, Hı-

ristiyanlık'tır.

Bunun için Hıristiyanlar kiliseden uzaklaştıkça, Müslü-

manlar da İslâmiyet'e yaklaştıkça ilerlemiştir.

Matbaanın geç alınması gibi şeyler bahanedir. Çünkü Avru-

pa ilim adamları, kiliseye inat ilerlerken; bizim ilim adamları-

mız neden aynı şeyi yapmamıştır? Kaldı ki ilmi ve tekniği ha-

ram eden bir tek ayet ve hadis yok, tam tersine teşvik vardır.

Amma bizim aydınımız hem İslâmiyet'i, hem de Avrupa'daki il-

mi mücadeleleri bilmediğinden ampule dost, nura düşmandır.

Türk aydını, Japon, Alman, Amerikan, Rus, Çin gerçeği

karşısında iflas etmiştir. Dünyanın en geri ülkeleri çeşitli savaş-

ların içinden geçerek kalkınırken, Türkiye'nin 70 senedir kalkı-

namaması aydınların anlayışsızlığındandır.

Afaroz müessesesine rağmen kilise bertaraf edilirken, bizim

aydınımıza hangi cami, hangi din görevlisi mani oldu? Öyle ise

Türkiye neden kalkınamadı? Halkımız bunun hesabını sormalı-

dır.

55

^^^

Ben böyle bakıp durmayacağım, dili bağlı,

islâm'ı uyandırmak için haykıracaktım.

Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,

Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım!

Haykır! Kime, lâkin? Hani sahipleri yurdun?

Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım.

M. Akif

Hıristiyanlık propagandası mı?

Bir sonbahar İzmir'in sahil ilçelerinden birine yolum düştü.

Yaşlı bir adam iki kat kesilmiş, oturuyor, yanında birşeyler yığı-

lıydı, sordum:

-  Bu adam ne satıyor?

-  Sabun.

-  Nasıl sabun?

Arkadaşım anlatmaya başladı:

-  Arif Amca bambaşka. Şu yamaçtaki zeytinlikleri o yetiş-

tirdi. Kocaman da bir bağı var. Durmadan çalışır, her çeşit mey-

ve ve sebze yetiştirir. Çocuklarını okutmuş, her biri bir yana git-

miş. Hanımı da geçen sene vefat etti. Yalnız başına... Amma

durmadan, dinlenmeden çalışır, bir vakit namazını da kaçırma-

mış...

-  Bu sabunları anlamadım?

-  Kasaptan, zeytinciden, şundan, bundan yağ toplar. Bun-

ları büyük varillerde eritip, içine (galiba) sudkostik katıp kay-

natırmış... Tortusu dibine çökünce, eriyiği kalıplara dökermiş,

işte sana sabun.

-  Peki alan oluyor mu, pek şekilsiz...

-  Kapışırlar. Arif Amca'yı tanımayan yok, bir haftada bun-

lar biter.

Hoşuma gitti, Arif Amca'ya biz de yaklaştık, bir iki derken

laf derinleşti, Arif Amca da sohbete hasretmiş:

-  Savaştan evvel buralarda Rumlar otururdu. Her taraf

bağlık, bahçelikti. Halen bazıları gelip gezer.

Etrafına bakındı, içini çekti, ellerini ovuşturdu:

-  Sana birşey diyeyim mi? Buraya gelen Rumlar bize acı-

yor. "Her tarafı yakıp yıkmışsınız... Vatanınıza bunca düşmanlık

niye? Yoksa buraların bizim olduğunu siz de mi kabul ediyorsu-

nuz?" deyince ciğerim yanıyor amma ne edeceksin? Öyle bir ne-

sil yetişti ki, meyvayı yemekle kalmıyor, dalını da kırıyor. Be-

nim zeytinliği yaktılar. Aylak aylak dolaşıyorlar. Rumlar'ın

üzüm bağlarından bir teki kalmadı. İnsan vatanına bu kadar

düşman olur mu? Amma vatan da onlardan intikamını alıyor.

Hani boş gezenin ayağına pislik bulaşırmış ya...

Hayalim Amerika'ya gitti. Bin dört yüz elli üçte İstanbul

fetholunduğunda Amerika Kıt'ası keşfedilmemiş. Biz o zaman-

lar süper güçmüşüz, Amerika Birleşik Devletleri de yokmuş...

Amerika doğmuş, büyümüş, gelmiş, şimdi İslâm ülkelerine

yardım ediyor. Felek mi dönüyor, insanlar mı dönek, belli değil.

Amerika'yı bu hale getiren hikayelerden biri de şöyle:

Delikanlının biri papaza gitmiş:

-  Muhterem peder, bana dua eder misin? demiş.

Papaz karşısındaki etli, canlı gence bakıp:

-  Sabun yapmasını öğren!

-  Muhterem Peder, ben sizden dua istedim, siz sabunculu-

ğu tavsiye ettiniz.

Papaz kızmış:

-  Ben sana dua ettim, duamın tesirini anlamak istersen

bana itaat et!

Delikanlı gitmiş, yaşının ilerlemesine rağmen, sabuncuya

çırak olmuş. Bakmış ki çalışmayana ekmek yok. Hemen kolları

sıvamış, atölyeyi temizlemiş, ustasının ekmeğini, suyunu yetiş-

tirmiş, derken göze girmiş...

Üç sene sonra tekrar papazın yanına gelmiş:

-  Efendim, daha evvel ziyaretinize gelmiş, dua istemiştim.

Sabunculuğu öğrenmemi emir buyurmuştunuz. Şimdi iyi bir sa-

bun ustasıyım.

56

57

Papaz, delikanlının gözlerine bakarak:

-  Sabun yapmasını çok iyi öğrendin mi?

-  Evet efendim.

-  Öyle ise küçük bir bodrumda sabun yapmaya başla!

Delikanlı gülmüş:

-  Duanız bu kadar mı muhterem Peder?

Papaz elindeki şeylerle meşgul olurken:

-  Hayır! Kağıt kalem çıkar...

Delikanlı kalemini çıkarmış, belli ki kağıdı yok. Onu da pa-

paz uzatmış:

-  Yaz.

Delikanlı evvela tereddüt edip, sonra yazacak gibi hazırlan-

mış.

-  Bir: Yaptığın sabunlar kaliteli olacak, onlara en güzel bi-

çimi, rengi ve kokuyu vermeyi unutma!

İki: İçkiden, kumardan, bardan uzak kal, hayatını işine ver.

Üç: Doğru ol. Dört: Alacak, vereceğini iyi takip et. Amin.

Delikanlı da bu modern duaya amin demiş.

Tahmin edeceğiniz gibi bu delikanlı Amerika'nın en büyük

sabun firmalarından birini kurmuş.

Evet, biz neden geri kaldık? Çünkü seksen yaşındaki ihti-

yar, sabun yapıp para kazanıyor, gençler işsizlikten yakınıyor.

Ziraat mühendislerinin iş aramasına ne dersiniz?

Üç yüz senedir Müslümanlar dil ile dua ediyor. Fiilen dua

edenler de, Müslümanlar1! yönetiyor.

Halbuki İslâmiyet her iki dua şeklini de bir bütün olarak

emrediyor. Amma Müslüman'ın İslâmiyet'i öğrenmesine fırsat

verilmemiş ki...

58

Kumandana iteat ettiğimiz kadar,

Allah'a da iteat etsek, evliya oluruz.

Kâinat bir kışladır,

herşey Allah'ın askeridir

Müslümanlar'ın da, kafirlerin de vücudundaki zerrelerin

bütünü, Allah'a itaat etmektedir. Çünkü insan vücudundaki en

küçük nesne, hücre değil, atomdur. Atomların yapısı, güneş sis-

temine benzetemektedir, merkezde çekirdek ve bunun etrafın-

daki elektronlar dönmektedir. Dolayısı ile atomlarda, hayatın

enerji şekli vardır. Allah'ın hayat sıfatı, elementler (cevherler)

de enerji olarak tecelli etmektedir, cansız zannettiğimiz şeyler

bile (enerji) isimli hayata sahiptir.

Atom harflerinden kâinat kitabım yazan Allah, sentez ve

analiz kanunlannı da yaratıp, moleküllerin meydana gelmesini

sağlamıştır.

Atomlar, moleküller ve hücre... Hücreler, insan gibi faaliyet

gösterir.. Yer, içer, irkilir, çoğalır ve ölür.

Hücrelerden, ciğer, kalb, damar ve göz gibi organlar yaratıl-

mış. Her organın vazifesi ayrı, her organ birbirine yardımcı.

Organlardan da insan teşekkül ettirilmiş. Ve, insana bir sü-

rü kabiliyetler verilmiş.

Yazımızın başındaki cümleyi şöyle ele alabiliriz: İnsan vü-

cudu bir kışla, her atom birer asker, hücreler manga, uzuvlar

bölük, tabur veya tugay... Bunların hepsi kumandan-ı âzam

olan Allah'ın emrinde çalışmaktadır. Böylece insan vücudunda-

ki herşey, Allah'a itaat ederken, kafir sadece sözle isyana git-

mektedir. Bu bakımdan kafirin kendisinde tenakuz vardır,

anarşi vardır.

İnsan, kendi vücudundaki nizama baksa, nizamsız kalama-

yacağını anlar. "Hayatıma nasıl nizam vermeliyim?" sorusuna

cevap arar.

Dikkat edilirse atomlar, moleküller, hücreler, uzuvlar, insan

59

've kâinat, hepsi kendi öz dünyalarında bir hususi nizam için-

deyken, tekrar, hepsi bir bütün halinde, toplu bir nizam içinde

hareket etmektedir. Atomdan güneş sistemine kadar, her şey

birbiri ile irtibatlanmış, birbiriyle alışveriş yapması temin edil-

miş, külli bir nizam kurulmuş, kâinat bir makina gibi çalışmak-

tadır.

Herşeye ve kâinata nizam veren Allah, İslâmiyet'i gönder-

miştir. Eğer, herşeydeki ve kâinattaki nizam güzel ve kusursuz-

sa, İslâmiyet de güzel ve kusursuzdur. Çünkü bu nizamları ko-

yan ve devam ettiren tek'dir, o da Allah'tır.

İnsanın yapısı ve kabiliyetleri diğerlerinden çok farklıdır.

Herşeyden evvel insan, helâlla haram meselesinde serbest bıra-

kılmıştır. Ayrıca insanı, harama sevk edecek istekler vardır: Kin,

şehvet, menfaat ve muhabbet gibi. Böylece insanın maddi ve ma-

nevi makamı serbest bırakılmış. Dünyada evliya ile şeytan ma-

kamı arasında, ahirette cennetin yedinci kademesi ile cehenne-

min dibi arasında yer alabilir. Bu hal hayvanlara, meleklere ve-

rilmemiştir. İnsandan başka her yaratığın makamı sabittir.

• İnsanın içinden gelen istekler onu harama itebilirken,

Kur"ân-ı Kerim, Peygamberimiz aleyhisselam ve aklımız... Bun-

ların üçü, bir bütün şeklinde mütalaa edilince üstün insan mo-

deli ortaya çıkar, içimizden gelen isteklere ve itmelere, sünnet-i

seniyye esaslarınca yön veririz, herşeyle beraber biz de Allah'a

itaat ederiz, o zaman kâinat, bir cami-i kebir, herşey Allah'a iba-

det eder, Müslüman da bu ibadetin içinde yer almış olur.

İnsanlık tarihi çok eski olduğu için herşey karışmış. Dolayı-

sıyla Müslümanların vasfıyla, kafirlerin vasfı da birbirine ka-

rışmış. Bu sebeple kafirlerde İslâm sıfatlarını, Müslümanlarda

da kafir sıfatları görmek mümkün. İlim, sanat, doğruluk, temiz-

lik gibi İslâm sıfatları kafirlere gitmiş ise, bu sıfatlar onları

dünyada hakim duruma getirir, galip eder. Bilgisizlik, becerik-

sizlik, tembellik, kabalık, pislik gibi kafir sıfatları da Müslü-

manlar^ gelmiş ise, bu sıfatlar da Müslümanlar'ı dünyada peri-

şan eder. Demek galip gelen kafirler değil, kafirlerdeki İslâm sı-

fatlarıdır. Mağlup olan da Müslümanlar değil, Müslümanlarda-

ki kafir sıfatlarıdır.

60

Şimdi gayrimüslimlerin hayatını yaşayan Müslüman-

lardan, İslâmiyet namına ne bekleyebiliriz? Kâinatta herşey Al-

lah'a itaat ederken, bir kısım Müslümanlar isyan ederse, bun-

dan daha büyük ve korkunç anarşi olabilir mi? Her anarşinin

sonu felakettir. Her felaket kaderin attığı ikaz taşlarıdır, kendi-

nize gelin!" diye.

Arkadaşlar, arkadaşlar

Şevk mezhebi yoldur bize!

İmâna doymuş yoldaşlar,

Dikenler hep güldür bize!

M. F. Gülen

2000'li yıllara kimler hazırlanıyor?

2000'li yıllar Miladi Takvimle ilgili bir rakamdır, dolayısı ile

Hıristiyanlar için çok önemli.

Bizi ilgilendiren Hicri Takvim ve Hicri asırlardır, fakat bu-

na da kulak asan yok.

Hicri 15. Asrın başındayız. Demek ki, bu asrın meşhurları

henüz çok genç.

Her Hicri Asır bir savaş meydanıdır. Biz savaşmıyoruz, İs-

lâm'ı ortadan kaldırmak isteyenler... Putlan için Allah inancı-

na hayat hakkı tanımayanlar... Müslümanlara kölelik elbisesi

biçenler... Sanayideki kalkınmalarını bir kelepçe gibi bilekleri-

mize geçirenler... Harp sanayisindeki hamleleriyle Müslüman-

lar^ mezar kazanlar bizimle savaşıyor. Müslümanlar ya ölecek,

sürünecek, esir olacak... Veya Müslümanlar da insan gibi yaşa-

masını öğrenecek, başkası yok.

Müslümanların "insan gibi yaşama" isteği, ecnebilerin kanı-

na dokunuyor. Bunun için her fırsatta savaş açıyorlar, savun-

mak zorunda kalan Müslümanlara da sosyalist liderlerden tu-

tun, kapitalistlere kadar hepsi savaşmamak tavsiyesinde bulu-

nuyorlar.

Öyle ya, 1918'de İslâmiyet'in ve Müslümanların dünyadan

61

silindiğim zannetmişlerdi... Şimdi bu İslâm ülkeleri, bu Müslü-

manlar ve bu İslâmî fikirler nereden çıktı? Şaşıyorlar.

Evet biz de modaya uyup "2000'li yıllara kimler hazırlanı-

yor?" sorusuna cevap vermeye çalışalım.

Batı Almanya'nın Doğu Almanya ile bütünleşmesi, Alman

İmparatorluğunun yolunu açtı amma, Avrupalılar1! asıl korkutan

husus, Batı Almanya'nın, Doğu'da kuracağı modern tesislerdir.

Bir fabrikanın makinalarını çöplüğe atıp, yerlerine yenileri-

ni yerleştirmek oldukça zor. Fakat yeni açılan fabrikalara yeni

teknolojinin oturtulması daha kolay. Bu bakımdan Avrupa'nın

sanayide gelişmiş İngiltere, Fransa, İtalya ve benzeri ülkeleri,

Batı Almanya'nın Doğu'da kuracağı yeni fabrikalarla rekabet

edememenin sıkıntısı içindeler.

Öyle ise sorumuza cevap verebiliriz: Yeni teknoloji ile kuru-

lacak yeni sanayi tesisleri 2000'li yılların hakimi olacaktır.

Efendim, yalnız teknoloji mi?

Bizde bir atasözü vardır: Akıllı; soğanı, sarımsağı hesapla-

yıncaya kadar, deli parçayı ver...

Biz, "Maddiyattı, maneviyattı, dindi, ahlaktı" deyinceye ka-

dar, teknoloji İslâm ülkelerini silindir gibi ezip geçiyor. 300 se-

nedir kuvvetli olan haklı sayılıyor. Hakk'a inanan Müslümanlar

da bu yüzden hakkım koruyamıyor. Bu derdin çaresi bir yandan

üstün insanlar yetiştirmekse, öte yandan da bu insanların en

ileri teknolojiyi yakalayabilmesidir.

Dünya Müslümanları, "Alman modeline" dikkat etmelidir.

Almanya, kuzeyindeki Hollanda ile öylesine anlaşmış ki, sanki

sanayiyi kendisi almış, ziraatı ona bırakmış. Sonra gümrüğü,

mümrüğü, kontrolleri adeta kaldırmış. Böylece bu yavru devleti

kendine hizmetkar etmiş.

Almanlar, Polonya'dan Avusturya'dan gelenlere "mülteci"

gözüyle bakmıyorlar. Bunlar, büyük Alman İmparatorluğu'nun

eyaletlerinden biri, Macaristan da öyle.

62

Bence 2000'li yıllara hazırlanan İslâm ülkeleri "ülkeleri bir-

leştirme" sevdasından vazgeçmeli, ittihad-ı İslâm'ın sırrını ülke-

lerarası ekonomik, politik ve kültürel işbirliğinde aramalı.

İlimde, teknikte birlik beraberlik olur. Cehalette, fakirlikte,

ahlaksızlıkta beraberlik olmaz!

2000'li yıllara hazırlanan Müslümanların, mutlaka ilimde

ve teknikte ilerleyip, İslâm ahlakıyla ahlâklanmaları gerekir,

bunun dışında herşey laf-ı güzaf...

Bir zamanların "güneş batmayan imparatorluğu" olan İn-

giltere, şimdi ekonomik sıkıntıların içinde can veriyor. Bununla

beraber biz burnumuzun dibindeki adalara sahip çıkamazken o,

Arjantin açıklarındaki Falkland ve Güney Georgia adalarına

halen sahip.

Artık Avrupa "dünya gündemi"nden çıkıyor fakat Almanya

müstesna.

Dünya gündemine giren Asya'da Rusya'nın geleceği pek bel-

li değil. Fakat Çin ve Hindistan, dünyayı korkutuyor.

Asya'nın kaplanları olan Tayland, Malezya, Kore ve Japon-

ya, bu devlerin üzerine konmuş at sineği gibi.

Asya'nın asıl önemi Müslümanlardan ileri gelmektedir. Ar-

tık Müslümanlar sürünmek, aç kalmak, ölmek, dövülmek iste-

miyor. Allah'ın emriyle ayağa kalkmayan Müslümanlar, düşma-

nın değneğiyle ayağa kalktı. Nasihatle uslanmayanın hakkı kö-

tektir, gibilerden...

Çin'in Moğolistan'dan bir korkusu yok. Hatta bu gibi dev-

letlerin varlığı kalkınmak isteyen ülkelerin ekmeğine yağ sürer,

çünkü bunlar kıyamete kadar pazar'dır.

Rusya ve Hindistan, Çin'le herhangi bir savaşı göze alamaz.

Öyle ise Çin, çok rahat gelişebilir.

Çin'e komşu olan Türk-İslâm cumhuriyetleri de, Çin için

herhangi bir tehlike teşkil etmediği gibi, hatta Çin'e muhtaç da.

Öyle ise 2000'li yıllara Müslümanlar, Çin ve Hindistan bü-

yük iddialarla giriyor. Bu tezimizi isbat için kıtalarda ilmen ve

hayalen dolaşalım.

Polonya ve Avusturya ile ekonomik, politik ve kültürel iliş-

63

kilerini artıran Almanya, yarın bunlarla bütünleşebilir. Bu ba-

kımdan Avrupa'yı Büyük Alman İmparatorluğu korkusu şimdi-

den sarmış bulunuyor. Böylece Avrupa bitmiştir.

Afrika'nın ayağa kalkması mümkün değil.

Avustralya, kûşe-i vahdete çekilmiş bir ülke...

Alaska'yı eyaletleri arasına katan Amerika buralardan

Rusya'yı tehdit etmek istiyordu Fakat, o devirler çok gerilerde

kaldı.

Kanada ve Meksika ile iyi anlaşan Amerika Birleşik Dev-

letleri, Kuzey .Amerika'da korkusuz yaşayabilir.

Güney Amerika oldu olasıya iddiasız bir kıta ve kıtanın hu-

yundan mıdır suyundan mıdır, buradaki devletler de öyle.

Herhalde Antartika'dan ve Kuzey Buz Denizi'nden birşey

bekleyemeyiz.

Geride kaldı; Müslümanlar, Almanya, Çin ve Hindistan...

Şimdilik, Çin ve Hindistan, Müslümanların kalkınmasına

engel teşkil etmez. Hatta Müslümanların kalkınması bu iki ül-

keyi sınırları içinde tutabilir, fakat ne zaman ki Müslümanlar-

dan beklenen kalkınma gerçekleşmezse, o zaman Çin ve Hindis-

tan cennet gibi İslâm ülkelerini istila için yerinden kımıldar. El-

lerindeki modern silahlar, cihazlar ve vasıtalarla Batı'ya yürür-

se, herşey yerle bir olur. İki milyar nüfusa sahip bu iki ülke,

herhangi bir harekatta iki yüz milyon telef verse önemi yok.

Başka ülkeler buna dayanamaz.

Çin'le Hindistan'ın Batı'ya yürümesine epeyce zaman var.

Evvela böyle bir şeye hazır değiller, sonra bu işe mani olacaklar

bulunur. Ne zaman ki Çin ve Hindistan'da teknolojik patlama-

lar olur, o zaman çılgınlaşan insanlar Batı'ya yürümek ister.

Eğer Müslümanlar ilimde teknikte ilerleyip, ittihad-ı İslâm

fikrini yakalarsa, Doğu'dan gelecek bu göçü durdurur.

•Uzatmayalım: Müslümanlar hakimiyet noktasına tırmanı-

yor, ne zaman inişe geçerlerse, Çin'le Hindistan da Batı üzerine

yürür, ondan sonrası görünmüyor.

Allahsıza hiçlik oldu Allah,

Varlıktan edince gönlü ikrah.

Herkes seni başka başka anlar,

Bir gün inanır inanmayanlar.

Çırpındı da yok deyip direndi,

idrâkini put yapıp beğendi.

Hiçten düzülüp yapılma bir put,

Hiçlikler için tapılma bir put.

Bıktım kula kulluk eylemekten,

Her hırsı çıkarmışım yürekten.

H. A. Yücel

"Allah Bir" isimli kitabından

İslâm'a karşı hareketler

"Baki bir dava, fani insanların omuzuna bina edilemez."

İslâmiyet, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanı yaratan Al-

lah, din göndermiştir. Madem ki DİN Allah'ındır, öyle ise o da

bakidir.

İnsanlar ise gelip geçicidir.

Din düşmanları açıktan açığa DİN'e, Allah'a hücum edemi-

yorlar, ederlerse en gafil insan bile uyanır ve tepkisini gösterir.

Tepkinin büyümemesi için, din düşmanları taktik uygulu-

yor: Dine değil, dindara çatıyor, Allah'a değil, Allah'a iteat ede-

ne hücum ediyor.

Hücum ettiği bir insan veya bir cemaattır. Herkes de bu in-

sanı veya cemaatı tutamayacağına göre, din düşmanı ayağına y-

er eder. Her geçen gün saldırılarını artırır, hatta kendini haklı

bile çıkarır.

Halbuki dindara atılan kurşun, onun şahsmdaki İslâmi-

yet'e de isabet eder. Bir din düşünün ki onun tabisi yok, bu din

lasıl ayakta kalabilir?

Dine tabi olan dindardır, dindar da bir kısım insanlara he-

ief tahtası olmuşsa, atılan kurşunlar İslâma'dır.

Allah'ı seven, O'na iteat eden olmazsa, ister istemez putçu-

|luk devri başlayacaktır.

64

65

Allah'ı sevene, O'na itaat edene hücum ediliyorsa bu, dinin,

imanın kökünü kazmaktır.

Bu bakımdan Müslümanlar çok dikkatli olmalı: "Falan ada-

mın veya falan cemaatın aleyhinde bulunuyorlar" deyip geçeme-

yiz. Eğer o adam ve o cemaat İslâm'a bağlı ise, yapılan hücum-

lar da İslama'dır. İslâm'dan yana olanlar, bu hücumları yüreğin-

de hissedip, yerini ve tavrım belli etmelidir.

İslâm büyükleri, kendi şahıslarında İslâm'ın zarar görme-

mesi için buyurmuşlar ki: "Baki bir dava, fani insanların omu-

zuna bina edilemez." Yani insanları çürütmekle dava çürümez.

İnsanlar gider, İslâmiyet ayakta kalır.

Mesela bir zamanlar din düşmanları, Bediüzzaman Said

Nursi'yi hedef almışlardı. Yalan, yanlış ve bir sürü iftiralarla

ona hücum ediyorlardı ki, hem Said Nursi'yi, hem Risale-i Nur

Külliyatı'm, hem de Risale-i Nur talebelerini gözden düşürsün-

ler diye. Eğer, din düşmanları bunda başarılı olsaydı, İslâmi-

yet'e hizmet eden bir grup çökertilecekti.

Said Nursi vefat edeli 30 seneden fazla oluyor, Risale-i

Nurlar daha fazla satılıyor, daha fazla okunuyor. O zamanki id-

dia ve iftiralann hiç birinin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Çünkü

Said Nursi fani bir insandı geldi, geçti. İslâmiyet ise baki.

Eğer Said Nursi'nin kitapları ve talebeleri İslâm'a uygun

ise devam edecektir ve ediyor da.

Said Nursi gibi pek çok hocalar çıkacak, İslâm'a hizmet ede-

cek ve yaşıyacak. Din düşmanlarının da taktiği değişmeyecek:

Yine bunlara (varsa) bunların cemaatlerine hücum edecekler, ta

ki, İslâmiyet'i yaşanmayan bir din haline getirsinler diye. Neti-

cede değişen birşey olmayacak. İslâmiyet de, Müslümanlar da

devam edecek, din düşmanları da her fırsatta onlara iftira okla-

rı atacak. Din düşmanlığı daha çok basın-yayından geliyor. Hal-

buki bunların ahlâksızlığı, pek çok kimsenin dindar olmasına

sebep olmuştur. Solcu ve sağcı iki yayın düşünün, biri Rusya'yı,

öbürü Amerika'yı övsün. Kalbinde zerre kadar imanı olan nasıl

Rus veya Amerikalı gibi yaşar? Bunlardan tiksinen insan, ken-

dini İslâmî hayatın içinde bulacaktır. Demek ki Müslümanların

66

artmasının sebebi bir kaç dindarın gayretinden çok, din düşma-

m yayınların tiksindirici hallerindendir. Dün her köşe başında

bir video bandı satan dükkan açılırken, bugün kapanıyor. Dün

videolar kapış kapış satılırken, bugün alıcı bulamıyor. Artık te-

levizyonlar ve müstehcen basın hediye dağıtarak okuyucu, se-

yirci bulmaya çalışıyor.

70 milyonluk Türkiye'de 6 milyon gazete satılmıyor, çünkü

bunların 5 milyonu haramı reklam ederek, din düşmanlığı ya-

parak halkı kendinden soğutmuştur. Türkiye, basm-yayınım

bulmamış bir ülkedir, bulduğu gün, işler biraz daha iyiye gide-

cektir.

IBP

Şehit kanıyla sulanmış hazır bir vatan buldunuz;

"Hürriyet" deyip, en iğrenç çıkarlara kul oldunuz.

M. Çınarlı

İslâm'a karşı savaşanlar

"Ahir zamanın harpleri, harflerle olacaktır."

İnsanlar birbirine fikrini, idealini kabul ettirmek için bela-

gat silahını kullanacaktır.

Güzel konuşmak, güzel yazmak, inandığı gibi yaşamak be-

lagatın üç çeşididir, dördüncüsü de yoktur.

insan hangi ideolojiden, hangi rejimden yana olursa olsun,

bunu yaymak ve yaşatmak ister, "propaganda" demlen belagat,

bütün çeşitleriyle kendini gösterir.

Hiçbir ideoloji, hiçbir rejim, kendini yok etmek isteyene ha-

yat hakkı tanımaz. İşte kavgaların temelinde yatan budur.

İlimde, teknikte ilerliyemiyen, fikrini ve inancını bu yolda

kabul ettiremeyen, silaha sarılır.

Bu hükümlerden tatbikata geçelim: Türkiye Cumhuriyeti

bir Avrupa ülkesi olmak istedi. 1919'da Almanya, Japonya ve

67

Rusya ile yola çıktı. Onlar ilimde ve teknikte çok çok ilerlerken,

biz geri kaldık. Fakat devlet gücüne dayananlar, gericilik yafta-

sını kendi boyunlarından çıkanp, dindarların boynuna taktılar.

Güya onlar Ay'a gidecekmiş de, ayakları bizim teşbihe takılmış.

Dolayısı ile Ay'a gidememenin suçlusu dindarlarmış.

Bir kısım devletleri süper güç yapan 2 şeydir: İlim ve tek-

nik. Yirminci asrın başlarından itibaren dindarların, Müslü-

manların fonksiyonu tükendi veya tüketildi. Eğer gericilik Müs-

lümanlara has bir hal idiyse, neden dindar olmayanlar ilimde

teknikte ilerlemedi, neden Türkiye bir Almanya veya Japonya

olmadı?

Çünkü cahiliyet devrini yaşayacak kadar gerici olanlar,

Asr-ı Saadeti yaşamak isteyenlere gerici diyordu.

Çünkü elektrik ışığında kumar oynayanlar nura düşmandı.

Bunlar bize .şeriatçı, yobaz, gerici, muhafazakar, faşist, sağ-

cı, mürteci dediler.

Devletin düzenini değiştirecekmişiz, teokratik bir düzen ku-

racakmışız, radikalmişiz, fundamentalistmişiz.

Atatürk düşmamymışız, laikliğe karşı imişiz, devleti, mille-

ti geri bırakan bizmişiz. Her türlü yeniliğe düşmanmışız...

1950'li yıllarda bunlan duymaya başladığımda düşman ta-

rafından çepe çevre kuşatıldığımı zannettim. Kuşatılmadan

kurtulmanın tek yolu: İçki içmem, kumar oynamam ve kız arka-

daş edinmemdi...

Bunlar da imkansız olduğuna göre, kuşatılma devam edi-

yordu, her geçen gün çember daralıyor, başımın üzerinde bir sü-

rü felaketlerin döndüğünü hissediyordum.

Tahminim doğru çıktı, her türlü günah işleyen rahat rahat

yasarken, biz namaz kılmasını öğreniyoruz diye takiplere, tev-

kiflere, sürgünlere muhatap olduk.

Din düşmanları fevkalade bir strateji uygulayıp: Dine giden

yolları kesmiş, bu yola çıkanları hedef seçmişti.

Bunlar dine saygılıymış, şeriata düşmanmış...

Bunlar Müslümanmış, dindara düşmanmış...

68

Bunlar Allah'a inanıyormuş, Müslüman'la İslâmiyet arasın-

da bir sürü mamalar koyacakmış...

Allah var, Kur*an var, Peygamber var... Kısacası İslâmiyet

var, fakat oraya hiç kimse gitmemeli, onunla hiç kimse meşgul

olmamalı.

Sonra İslâmiyet'e gitmeye ne gerek: "Din vicdan işidir" do-

layısı ile dini vicdanlarınıza gömün, hem siz, hem de din düş-

manları kurtulsun!..

Vicdanları, İslâmiyet'in mezarı yapmak...

Mehmed Çınarlı'mn dilinden halimizi şöyle anlatalım:

Şiirin, felsefelerin yok değeri,

^.dam aldatma günün tek hüneri,

•remiler geçmeyen ummanlarda

rarız kaybedilen besteleri.

)ldü "ölmez" denilen,

Bitti "tükenmez" sanılan,

3ir güvensiz yaşayış kaldı geri.

lep nasır bağladı, hançerlene hançerlene kalb,

•Bölsen on parçaya, olmaz haberi.

JKaldık altında yıkıp her şeyi, hiç bilmiyoruz:

[Ne zaman, kim yapar, beklenileni?

69

ÜçüncüKısım

Se teslim edeyim.

O günkü çektiği ıstıraplar, yüzünden okunuyordu, devam

..etti:

- İşte bu herif beni şikayet etmiş, hem de gelmiş merdiven

'• istiyor, verir miyim?

* * *

Bitsin hicran, gam vakti,

Muhabbetin tam vakti,

işte bu akşam vakti,

Bir selâm bekliyorum.

M.'N. Bursalı

Doğu'nun çilesi

1995 yazında izinli olduğum için Erzincan'da kitapçı Meh-

met Kıyak Bey'in dükkanında oturuyordum. Komşusu geldi:

-  Mehmet Bey merdivenim alabilir miyim?

Mehmet ağabey bir kızdı, bir bağırdı:

-  Alamazsın, vermiyorum, lazımsa merdiven yaptır, bir da-

ha gelip, birşey isteme!

Adam evvela şaştı, sonra sarardı, yutkundu gitti.

-  Ağabey, adamcağız merdiven istedi, vermiyorsan vermez-

. sin, böylesine kızmana ne gerek var? dedim.

-Sen bilmezsin, Elif Cüzü getirmiştim, satıyordum. Bu

adam beni şikayet etmiş, karakola götürdüler, komiser sordu:

-  Elif Cüzü satmanın yasak olduğunu bilmiyor musun? Ne-

den satıyorsun?

Ben de saf saf:

-  Ticaret yapıyorum efendim, üç-beş kuruş kazanıyoruz,

dedim.

Komiser:

-  Ya öyle mi? Atın bunu içeri... deyince:

-  Efendim bir daha satmam, isterseniz mevcutları da poli-

70

Rahmetli Prof. Münif Çelebi'nin yazdığı Elif Cüzü 1954'te

[ çıkmıştı. Bu tarihe kadar Kur'an basmak, satmak, Elif cüzü

ı basmak, okutmak yasaktı. 1954'de serbestlik geldi ama, çeşitli

r yerlerde, çeşitli muameleler yapılıyordu.

1940'lı ve 1950'li yıllarda İslâmiyet'i öğrenmek isteyenlerin

j çektiği çileleri Serdengeçti dergisinde Aşık Fedai şöyle dile ge-

[tirmişti:

Bir zulmet devrinde biz atılmıştık meydana,

Çektiğimiz çileler sığmaz hiçbir destana!...

Istırap gıdamızdı, meskenimiz zindanlar,

Yaralıdır kalbimiz, yaralıdır vicdanlar!...

Karışmadan yabancı bir tek ses türkümüze,

Varımız, yoğumuzu harcadık ülkümüze!...

Ne yalan, ne gösteriş, ne zilletti ülkümüz;

Sadece Allah, vatan ve milletti ülkümüz;

Bir suçmuş bizim için bunları sevmek meğer,

Ne kadar lânetlesek o devri, billah, değer!

Katlandıktan sonra biz bin bir cefaya, çevre,

Kavuşur gibi olduk özlediğimiz devre!..

Didinmişiz boşuna, bilinmedi kadrimiz,

Eller oldu bermurad, boyladık zindanı biz!..

Kâm almadan hayatın baharından, güzünden,

Ezildik insafsızca bir "dönme"nin yüzünden!..

Gülmedi bu çağda da yüzümüze hiç talih,

Tekerrür ediyormuş, gerçekten, meğer tarih!...

Neler reva görüldü, ah, neler bizim için;

71

Gurbetlik halimize yanarız için için!..

Böyleyken ne mürteci, ne mason, solcu olduk;

Hak yolunda yeniden seferber, yolcu olduk!..

Kafilemiz perişan, hakir imiş, ne çıkar?

Hanemiz viran, harap, fakir imiş, ne çıkar?

Asil milletimizin sevgisi yeter bize,

"O"nun dertlerini dert edindik kendimize!..

Bu kalenin burcunda herbirimiz bir sancak,

O gülerse bizim de yüzümüz güler ancak!..

Bu imanla, bu aşkla zulmeti boğuyoruz,

Çok şükür Rabbimize yeniden doğuyoruz,

Bütün ülkü erleri, bütün Serdengeçtiler,

Hak yolunda savaşa yeniden and içtiler!...

Kırık minarelerden duyulmaz ezan...

Hep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan.

Bir inilti duydum, sandım bir ozan;

Sesime ses veren karlı dağlarmış.

M. F. Köprülü

Doğu gerçeği...

1974'te Ceylanpınar'da konferans verecektim. Urfa'dan yola

çıktık, bitmez, tükenmez bir ova. Toprak verimli mi verimli...

Çekirdek düşse yeşerecek. Fakat yeteri kadar işlenmemiş, halk

fakir, evler ihmalin her türlüsünü haykırıyor.

Doğu'da konferans falan vermeye kalktın mı, emniyet sefer-

ber olur, polisten, jandarmadan izin kaldırılır, konferansçı yakın

takibe alınır. Bunların hepsi normal, çünkü devlet, olup biten-

den haberdar olmalıdır. Fakat aynı şeyi Batı'da görmek müm-

kün değil.

Ceylanpmar'a gittik, üç sınıflı bir ilkokulun, küçük bir oda-

sında konferans vermem istendi, izin bu kadar.

İyi amma buraya girse girse 20-30 kişi girebilir, halbuki

>ylanpınarlılar ayağa kalkmış, konferans dinleyecek.

İlkbaharın sıcak, güneşli, çiçekli bir günü. İlçe meydanında

ionuşmak istedim.

-  Asla! Emir var, mutlaka kapalı yerde konuşulacak...

Pencereden baktım dışarısı tıklım tıklım dolu, çoğu da kadın.

Kürt hanımların ekserisi Türkçe bilmez; bunun için beni ça-

ğıran arkadaşıma sordum:

-  Hocam, bunlar beni anlayamaz, ayrıca dışarıya hoparlör

de konmamış. Niçin toplandılar?

-  Gözen kurban, bilmişler ki İstanbul'dan bir hoca gelmiş,

onu görmeye geldiler. Seni görsünler yeter...

Çok duygulandım.

Pencerenin önünde konuşmama izin verdikleri için, dışar-

dakiler de, içerdikeler de beni gördü. İki saat güneşin altında

dinlediler. Yaşmaklarına gözlerini silenler çoktu. Onlara Al-

lah'ın sıfatlarım, ahireti, haşri, öldükten sonra dirileceğimizi ve

iki Cihan Serveri'ni anlattım, ağladılar...

Konferanstan sonra bir bahçeye gittik, yemyeşil, çiçekler,

tavuklar, horozlar, köpekler, kediler, cırcır böcekleri velhasıl her

şeyiyle bir köy, doyulmaz bir manzarada sofralar dizilmiş, tabii

emniyet mensupları da telsizleriyle bizimle beraber, beraber ye-

yip içiyoruz, beraber gezip, konuşuyoruz.

Aslen Kürt olan fakat Türkçe ve Arapçayı çok iyi bilen şah-

sa soruyorum:

-  Hocam, beni anlıyamıyan dinleyicilerim ağlıyordu, niçin?

Dikkat ederseniz "Hocam ben Türkçe konuştum, halbuki

bunlar Türkçe bilmiyordu, beni nasıl anladılar, neden ağladı-

lar?" demiyorum. Çünkü orada Türk, Kürt kelimesini kullan-

mak gayet tehlikeli. Amma Müslümamm dedi mi canını verir.

Dedi ki:

-  Elini öpeyim...

Halbuki benden yaşlı.

-  Estağfirullah, ben sizin elinizi öperim...

-  Allah, Peygamber, haşir dedin, bunlar yıllardır buralarda

73

yasak. Yazın dağlarda kimisine Kürtçe, kimisine Arapça İslâmi-

yeti anlattık, kışın ahırlarda, ya ineklerle, ya da koyunlarla be-

raber oturup, yine dini, imanı anlatmaya çalıştık. Amma korku

dağları bekliyor. Bunun için bir gelen bir daha gelmiyor. Öte

yandan günahların hepsi serbest. Dedik ki: "Bunlar bizi dinsiz

etmek istiyor, isteyen dinsiz olsun, isteyen de birşeyler öğren-

meye çalışsın..."İşte böyle büyüdük, ilk defa siz geldiniz, hem

de devletin mektebinde pencereye dikildiniz, elinize mikrofon da

aldınız, Allah, Peygamber, ahiret diye bangır bangır bağırdınız,

nasıl ağlamıyalım.

Mikrofon sadece okul içine hitap ediyordu. Dışardakiler du-

yabildikleri kadar duydular. Birbirine aktardıkları kadar işittiler.

Mahalli kıyafetli kadınlar, erkekler, çocuklar "Şu Allah di-

yeni görelim" diye meydanda kaynaşıyordu. Erkeklerden gelen-

ler, elimi sıkanlar, dua edenler ve boynuma sarılanlar...

Tek kelime Kürtçe bilmeyen bir kimseyim, Kürtçe konuşan-

lara hitap etmiş ve onlarla kardeş olmuştuk, hem de özkarde-

şimden daha ileri kardeştik. Halen o meydanda Allah sesini

duymak isteyenleri hürmetle, saygıyla muhabbetle anıyorum.

Ey İslâmiyet, sen ne büyük bir dinmişsin ki, kavimleri kardeş

ediyorsun.

Ey ırkçılık sen korkunç bir şeymişsin ki kardeşleri düşman

ediyorsun!

Göklere ulaşan ak saçlı dağlar,

"Vatan, vatan" diye seslenir bana!

Koynu tombul tombul salkındı bağlar,

"Vatan, vatan" diye seslenir bana!

M. F. Köprülü

Doğu gerçeği

Çarşaf gibi Osmanlı Devleti parçalanıp, elimizde mendil ka-

dar bir ülke kalınca, yıkılmalar, devrimler, devirmeler birbirini

takip etti. Doğu Anadolu öksüz kaldı.

Doğu Anadolu'nun ormanları bitti... Hayvancılık tarihe ka-

rıştı. Doğu Anadolu'nun dağları açılmadı, madenleri işletilmedi.

Nehirlerine yeteri kadar baraj yapılıp, sulama ve sanayi gelişti-

rilmedi. Bu yörenin altı petrol doludur, bırakınız sondaj kuyula-

rını, kendiliğinden çıkan petrol kaynaklan bile kapatıldı. Netice-

de işsizlik başını aldı yürüdü, fakirler de çareyi göçte buldu, san-

ki Doğu'nun insanı Batı'ya yük oldu. Halbuki Türkiye'nin kal-

kınması ancak ve ancak Doğu'nun kalkınması ile mümkündür.

Meseleyi sadece ekonomik yönden ele almak gayet yanlıştır.

Doğu'da Lazlar, Türkler ve Kürtler yaşamaktadır.

Özellikle Rize tarafında bulunan Lazlar, Türkçe öğrenerek,

mevcut eğitime ayak uydurdular.

Kürtler ise, Türkçe bilmediklerinden Milli Eğitim'den fay-

dalanamadıkları gibi, Türkçe yazılmış dinî eserleri de okuyama-

dılar.

Arapça, Türkçe bilmeyen Kürtler'e, Kürtçe yayın yapma im-

kanı da verilmeyince, bunların cahil kalmaları için her türlü

tedbir alınmış oldu.

Bir devlet düşünün ki bir kısım vatandaşlarının cahil kal-

masından fayda umuyor, böyle şey olur mu?

V Kürtler ekseriyeti itibariyle Şafii'dir, fakat İslâmiyeti nasıl

ve nereden öğreneceklerdi? Kürtçe tefsir, hadis, siyer, fıkıh ya-

sak. Arapça, hepten yasak. Şu hale bakınız. Müslümanların İs-

lâmiyet'i öğrenmesi yasak edilmiş. Fakat "İslâmiyet"! öğrenmek

yasak" denmemiş. İslâmiyet'e giden yollar kesilmiş: Arapça ya-

sak, Kürtçe yayın yapamazsın, Türkçe öğrenme imkanı da yılla-

rı alacağına göre, dinini nasıl öğrensin?

Kürtlerin durumu böyle... Bize gelince, Türk'tük, Türkçe

yazıp, konuşuyorduk fakat 1954'e kadar Kur'an-ı Kerim bas-

mak, satmak, öğrenmek yasaktı. Yani Türk olmak, Türkçe bil-

mek de fazla bir değişiklik getirmiyordu. Birkaç yıl evvel hac fa-

rizasını ifa ederken, Harem-i Şerifte oturuyordum. Yanıma yaş-

lıca bir şahıs geldi, beni tanıyormuş. Hoş, beşten sonra hayatın-

dan şöyle bir kısım anlattı:

74

75

- Gençlik yıllarımda Türkler'e çok kızıyordum, bir yandan

Türk düşmanı iken, bir yandan da Kürtçü idim. Amma kapımız

herkese açık, gelenimiz gidenimiz çok oluyordu. Gelen misafir-

lerden birinde Said Nursi'nin bir kitabını gördüm. Biz, onu Kürt

bilir, Said-i Kürdi derdik. Bu kitabı aldım, küçük birşeydi, saba-

ha kadar okuyup, bitirdim. En çok hayret ettiğim husus, Said

Nursi, Türkler'e çatmıyor, din düşmanlarına hücum ediyor. Ba-

na göre ise, Kürtler'i dinden uzak bırakan Türkler'di. Bu sırrı

çözmek için hemen büyüklerimizin yanına gittim, durumu an-

lattım. Dediler ki: "Kürtler'i dinsiz bırakanlar, Türkleri de din-

siz bıraktı, yani onlar da dinini, imanını öğrenme imkanı bula-

madı."

Bu gerçeği anlayınca dindar Türklerle kardeş oldum, din

düşmanlarıyla mücadeleye başladım" dedi.

Gerçekten onunla kardeştik, dersler okuduk, yedik, içtik, en

ufak ihtilafımız ohnadı.

Şurası kati ki, İslâmiyet herkesi kardeş ederken, ırkçılık

milleti birbirine düşman etti.

Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et!

Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir!..

Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir.

Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;

Yalnız sert bakışlı bir göz, yalnız ağır bir yumruk!..

M. E. Yurdakul

Doğu Doğu dedikleri...

Derler ki; "Ankara'yı geçtin mi Doğu." Yine 1970'li yıllar,

Tarsus, Adana konferansından sonra Osmaniye'ye geçtim. Sala

veriliyor, herkes cumaya hazırlanıyor, namazdan sonra parkta

konuşma yapacağım. Geldiler.

-  Sizi Emniyet Müdürlüğü'nden çağırıyorlar.

Alışkın olduğum için, hemen yola koyuldum.

Bekletmeden beni bir odaya aldılar. 35 yaşlarında yağız bir

delikanlı, sivil elbise giyinmiş, koltuğunu doldurmuş.

-  Pek çok yerde konferans veriyorsun, masrafı kim karşılıyor?

-  Kendi gelirim, kendime yetiyor.

-  Niçin konferans veriyorsun?

-  Halkın moralini kuvvetlendirmek, onları daha iyi hare-

ket etmeye sevketmek için...

-  Bu bilgileri nerden aldın?

-  Amerika'dan...

-  Amerika'da neden ve niçin bulundun?

Geniş geniş bilgi verdim, merakla dinledi.

-  Asker bir insanın dinle, moralle, konferansla, açık otu-

rumla ne işi var? dedi.

- USA War Office, Texas Fort Bliss okulunda beş kilise var-

dı, teğmenden, albaya kadar papazlar içimizde dolaşır, vaz-u

nasihatta bulunurdu, isteyenlere bedava kitap dağıtırdı...

Artık bataryalardaki kilise köşelerini, papaz duasıyla derse

başlamayı, hastanelerde dolaşan rahibe ve rahipleri bir bir an-

lattım, uzun çeker diye burda kısa kesiyorum.

-  İşte dedim, Amerika moral kelimesini din manasında an-

ladığı gibi profesörün bir manası da papazdır. Amerika dinle bü-

tünleşmiş bir ülke. Kışlasında, fabrikasında, okulunda kilise

var. Onların bu çalışması ilimde ve teknikte ilerlemesine mani

olmadığı gibi, içkiye, kumara ve bara düşen insanlar da devletin

sırtında bir yük.

-  Peki şimdi bir papaz gibi, bir Amerikan subayı gibi mi

konuşacaksın?

-  Hayır iyi, güzel şeyleri anlatacağım. Daha iyiye, daha ile-

riye gidebilmek için dinleyenlerimi teşvik edeceğim.

-  Gelip dinleyeceğim, dediklerini söylemezsen, burada yine

beraber olacağız...

Konuşmamız iki saati geçmiş, cuma namazı kılınmış, sade-

76

77

ce vaktin farzım kılıp, konferansa başladım, fakat müthiş açım.

İri ağaçların altına sandalyeler konferans biçimi dizilmiş,

en önde emniyet amiri veya müdürü ve diğer devlet adamları.

Konuşmaya başladım, kuşlar hep bir ağızdan cıvır cıvır ötmez

mi? Onlarla ağız birliği yaptım, beraber konuştuk, beraber an-

lattık:

-  Toprağa bakınız, ağaca bakınız. Şu topraktan, şu ağacı

yaratan Allah'tan başka kim olabilir? Dallar havada ne kadar

serbestse, kökler de toprak da o kadar serbest. Çünkü Allah ha-

kim-i mutlaktır...

Yapraklardan, çiçeklerden misaller verdim, kuşların sırtın-

daki kürkü gösterdim. Gökteki bulutun, yerdeki otla irtibatını

anlattım.

-  Hiç birşey başıboş değilken, insan nasıl başıboş kalabilir?

Herşey Allah'a itaat ederken, insan neye itaat ediyor? Herşey

bir nizam içindeyken, insan nizamsız kalabilir mi?

Kuşlar ötüşüyor, yapraklar oynuyor, dinliyenlerden ağlıyan-

lar var:

-  Ey insan haram işleyenleri gördün... Onların ne kadar

kötü hallere düştüğünü de gördün, Allah, haramda hayır yarat-

mamıştır, artık haramlardan vazgeçin. Ben Amerika'da içki iç-

meyen, kumar oynamayan, kız arkadaş edinmeyen insanlar gör-

düm. Onlar Müslüman değilken bu haramlardan kaçarken, ey

Müslüman sen ne zaman haramlardan kaçacaksın? Amerika sa-

nayisim kuran parktaki, bardaki adam değildir. Tam tersine gü-

nahlardan kaçmış, günahlardan kaçtığı için tahsil yapma imka-

nı bulmuş, ilimde teknikte ilerlemiş kimselerdir. Bunu yeriyle,

ismiyle isbata her zaman hazırım. Buyurun gitmeyeceğim, iste-

yenlere geniş geniş bunları anlatacağım. Bizi aldatmışlar, kah-

veyi, meyhaneyi, barı medeniyet diye göstermişler. Halbuki me-

deniyet atelyedir, laboratuvardır, fabrikadır, kısacası ilimdir, sa-

nattır. İlme ve sanata karşı çıkan bir tek ayet ve hadis., bir tek

Müslüman var mı?

Yine iki saattir, kendimi unutmuşum, kan ter içinde kalmı-

şım, baktım emniyet müdürü gözünü kırpmadan beni dinledi ve

memnun ayrıldı.

78

 

Doğu'nun hamuru dinle yoğurulmuştur, Doğu'yu ya din

ayağa kaldırır veya anarşi önlenemez. Nitekim, konuşmamdan

değil, dine susayan insanlar benden çok çok memnun olmuştu.

1974 senesindeki konferansımı Kur"an'dan, hadisten değil

de Amerikan kültürüyle verdiğimi söylemem halen yüreğimde

bir derttir. Çünkü Ceza Kanunu'nun 163'üncü maddesi İslâmi-

yet'i adeta yasaklamıştı. Benim o tarz ifadem belki emniyet mü-

dürünü bile memnun etmişti. Hiç değilse 163'üncü maddeyi tat-

bik etmek zorunda kalmamıştı.

O zamanki din yasağının bugünkü acı meyvesi anarşi, terör

ve isyan...                                                  .

En şanlı yiğitlik dağları bizde,

Bağlara dönüp de bozulan biziz.

Define var diye yüreğimizde

Her devir bir türlü kazılan biziz.

S. Ertürk.

Doğu'ya vurulan darbe

1973 yılında Doğu vilayetlerinden birinde konferans ver-

dim. Sohbet 22'den sonra bitince herkes evine çekildi.

Sabahın erken saatlerinde şehrin eşrafından biri kaldığım

eve gelip:

-  Ağabey, seni Birinci Şube'den istiyorlar dedi.

Böyle şeylere alışkın olduğum için kalkıp, gittim. Belki üç

saat boyunca 20-30 soru sordular. Bunlardan biri:

-  Sen Türk'sün, Kürt Said'in peşinden neden gidiyorsun?

Dedim ki:

-  Ben, sünnet-i seniyyeye ittiba eden Said Nursi'nin peşin-

den gidiyorum, siz de sünnet-i seniyyeye ittiba edin, sizin de pe-

şinizden gidelim, elbiseleriniz evliya olmaya mani değildir.

-  Peki, dediler, Said Kürdi, Kürt devleti kurarsa ona yar-

dım edecek misiniz?

-  Yanılıyorsunuz, dedim. Müslümanlar bir millettir, mev-

79

cud sınırlar dahi politiktir, aslında Müslümanların bütünü kar-

deş, bütünü tek millet. Değil ki yeni devletler kurmak, mevcut

İslâm ülkeleri arasında ekonomik, politik, kültürel yakınlaşma-

ları artırmak gerek. Said Nursi'nin Bitlis'te dünyaya gelmesi,

ana dilinin Kürtçe olması Allah'ın büyük bir lütfudur. Çünkü

Türkiye'de çok ırk olmasına rağmen önemli olan iki ırk vardır:

Türkler ve Kürtler. Bin senedir. İslâm'a sancaktarlık yapan bu

milleti Allah helak etmemek için Kürtlerden Said Nursi'yi (İs-

lâm âlimi olarak) göndermiş, biz Türkleri ona talebe etmiş.

Böylece Türklerle Kürtler bütünleşmiş. Zaten istenen de bu de-

ğil mi?

Sordular:

-  Kürtler de Türk değil mi?

-  Biz bunu söyleyebiliriz fakat onlar kabul ediyor mu? İn-

sanlık tarihinde bir ırkı inkar etmek, o ırkın dilini, yazısını ya-

saklamak, hangi medeni ülkede görülmüş? Hem, neden Kürtler

"Türk'tür" diye faydasız iddialar peşinde koşuyoruz? Kürtler

Türk olsa ne olur? Biz Türk olmuşuz amma kahveleri, meyha-

neleri, barları dolduran insanları ne yapacağız? Kavmiyetçiliğin

faydası yok, önemli olan Doğu'yu nasıl kalkındıracağız? Onları

ilimde, teknikte nasıl ilerleteceğiz?

1960'da işçi ihracına başladık. Bu konu tartışılabilir. Fakat

işçi ihracı yerine teknoloji ithal etseydik, bugün Doğu problemi

olmayacaktı. 'Yap-İşlet modeli"yle yabancı şirketlere yer göster-

seydik, elektrik temin etseydik, hem yöre halkı iş bulur, hem de

ekonomik kalkınmasının yanında kültürünü artırırdı. Pek çok

ülke yabancı sermayeyle kalkınırken, Türkiye bundan kork-

maktadır. Halbuki mevcut yatırımcıların tutum ve davranışları,

onlarla bunların arasında fazla farkın olmadığını da gösteriyor.

Doğu'nun ekonomik kalkınmaya ihtiyacı var. Rize çayla

kalkınırken, Artvin kalkınamamıştır. Batman'ın, Gaziantep'in,

Elbistan'ın kalkındığı gözler önünde, GAP ile Güneydoğu Ana-

dolu kalkınacaktı, o zaman dertlere derman bulunacaktı. Bunu

anlayan dış güçler PKK olaylarını başlattı. Onlara göre Doğu

kalkınmamalı. Zira Doğu kalkınırsa, Türkiye kalkınır.

GAP gündeme gelir gelmez, Türkiye tarihinde ilk defa Ba-

tı'nın büyük şirketleri Şanlıurfa dolaylarında arazi almaya baş-

ladılar. Yani Batı, Doğu'ya göçmeye başlayacak, böyece Türkiye

gerçek mânâda kalkınacaktı. Anarşi, buna mani oldu.

Hep dış güçler mi suçlu? Cehaletten fayda umanlar suçlu

değil mi? İsviçre gibi el kadar bir ülkede dört lisan konuşulur-

ken, Kürtçe'ye bu kadar karşı çıkıp, onların ilmi gelişmelerine

mani olmada ne fayda var? zaten resmi dil Türkçe, herkes Türk-

çe'yi öğrenmek zorunda.

İslâmiyet milleti kardeş ederken, ırkçılığa kayıp, bunları

karşı karşıya getirmede ne fayda var? Bugün dünya ekonomik

kültürel kalkınmanın çabasında iken, biz ırkçılık gayretleri

içinde anarşiye prim veriyoruz.

Sanki herşey efsaneydi, masaldı,

Ayrılık ruhumu elimden aldı,

Gözlerim yollara takılıp, kaldı,

Gelmek istiyorum, gelemiyorum.

N. Genç

Hatıralarda kalan Anadolu

1949 yılında 17 yaşındayım, topa fazla dalmışım ki, güneş

batacağı sırada dükkana geldim; babam:

- Yaptığın işi beğendin mi, bu gece bağın suyu var, araba-

lar gitti, haydi yaya git ki göresin...

Köy on kilometre, iki saatte gideceğim.

Karanlık, ay ışığı yetmiyor, yıldızlar birşey demiyor, in, cin

yok, yapayalnız yürüyorum.

Bir baktım gökyüzünde simsiyah birşeyler geliyor, büyük

mü büyük. Hemen arka girdim, belimdeki bıçağı elime aldım.

Sürü bana iyice yaklaşmıştı ki tıngır mıngır tel sesleri duy-

dum, anladım ki sığırcık sürüsü gelmiş, telefon tellerine çarpan-

j lar düşmüş...

Cin ve peri masallarının tesirinden biraz kurtuldum. "Kaç-

80

81

saydım, ben de bir cin masalı anlatırdım" diye yola koyuldum.

İnsanlardan değil, cinlerden, şeytanlardan, hortlaklardan,

al karılarından korkuyordum. Bunun için her ağaçtan, her ot

demetinden uzak geçiyordum.

Palanga'yı geçtim Sofu'nun kırlarına geldim, burada Ay bi-

raz daha parlak. Bir de baktım ki gökyüzünde pırıl pırıl bir şey

uçarak bana doğru geliyor. Yoldan hemen ayrıldım ve arka

uzandım, yine bıçağım elimde, herhalde cini vuracaktım...

Parlak cisim iyice yaklaştı, bir de ne göreyim: Bir kadın

debbeyi başına koymuş gidiyor. Kadının ehramı araziye uydu-

ğundan onu göremiyorum, debbe de kalaylı olduğu için uçar gibi

görülüyor.

Debbe, güğümün bir çeşididir, genellikle ayran doldurulur,

kadın bir eline pilav tenceresini, bir eline de ekmek bohçasını

alır, debbeyi de başına yerleştirip, ırgata yemek taşır. Özellikle

harman vakitleri köylü geceleyin çalışır.

Kadın geçip gidinceye kadar yerimden kımıldamadım ki, o

da benden korkup, debbeyi dökmesin.

O gitti, ben de kadından korktuğuma, veya onun korkma-

yıp, tek başına gidip, benim korka korka gittiğime epeyce sinir-

lendim ve yürümeye başladım. Amma koca karıların bol bol peri

masalı anlattığı kara ağaçlara gelince, olanca hızımla koşarak o

bölgeden uzaklaştım.

O zamanlar saatle işimiz yoktu amma köye geldiğimde tah-

minen on olmuştu. Bir iki lokma birşeyler yeyip, beli omuzlayıp,

suyun yolunu tuttum.

Su vaktine epeyce var, bunun için ayaklarımı arka uzatıp,

uyudum. Su gelirse ayaklarıma değer, ben de uyanır, hem suyu

bekler, hem de bağı sularım. Her taraf zifiri karanlık, ağaçlar

heyula gibi üzerime çökmüş, bir kul oğlu kul yok.

Demek ki Osmanlı'nın örf ve âdeti... Onun ahlâkı, onun gü-

vencesi 1949'a kadar gelmiş ki, bir kadın tek başına (gece vakti)

yol alabiliyor, ben karanlık gecede dolaşabiliyorum...

Şimdi bırakın bir kadının gece vakti köy yollarında yürü-

mesini, kocaman tren bile gidemiyor. Otobüslerin vay haline...

- Gardaş en son otobüse bilet ver ki Erzincan'ı, Erzurum'u

gündüz geçip, Kars'a da gündüz inelim...

Öbürü de:

-  Ölmüş eşeğin kurttan korkusu olmaz, ne zaman boşsa o

zamana ver, diyor.

Görüyorsunuz, Türkiye ne kadar ilerlemiş. En modern oto-

büslerin binlercesi yolda... Trenler birinci sınıf. Amma can gü-

venliği yok. Asker yolcular, uçaktan başkasına binemiyor.

Bırakın Doğu'yu, Batı'da gece vakti kır gezisine çıkabilir

misiniz?

Kapınıza çift kilit yaptırmadınız mı? Tahta kapılar demir

kapılarla değiştirilmiyor mu?

Verdiğiniz borcu alabiliyor musunuz?

Dönen çek sahipleri tevkif edilse her şehire stadyum büyük-

lüğünde hapishaneler gerek...

Türkiye ne kadar ilerlemiş değil mi? Medeni olmuş, çağı ya-

kalamış, okur-yazar nisbeti artmış...

-  Aman kapınızı her gelene açmayın, en yakınınız, iki bile-

zik için gırtlağınızı kıtır kıtır kesebilir.

Türkiye Avrupa ülkelerinden biri...

-  Türk'üm doğruyum, çalışkanım...

Devam et hemşehrim devam et, erkeksen git de Doğu'da de-

vam et, yine gazeteler yazsın:

-  İki tane köy öğretmeni öldürüldü.

Görmeden ölürsem millette ümit ettiğim feyzi,

Yazılsın seng-i kabrime, vatan mahzun, ben mahzun.

N. Kemal

Doğu Anadolu neden kalkmamadı?

Bu soruya cevap ararken, Osmanlı Devleti'ne bir göz ata-

lım: O zamanlar en hızlı vasıta at arabasıydı. Koskocaman dev-

82

83

letin bir başından bir başına gitmek için aylarca yol almak gere-

kirdi. Yani Erzincan'da bir hadise olsaydı, İstanbul'a bir ayda

haberi gelirdi, İstanbul'un Erzincan'a müdahale etmesi de bir-

kaç ay sürerdi. Araya bir de kış girmişse, o iş bahara kalırdı.

-  Peki, bu kadar geniş ülkeyi, devlet nasıl idare etti?

Birincisi: Devlet eyaletlere, sancaklara ayrılmıştı, böyece

her bölge kendi kendim idare ediyordu. Eyalet valisi iyi ise,

halk hayatından memnun bir şekilde yaşardı.

İkincisi: Halkın İslâm âlimlerine, İslâm büyüklerine itibarı

fazla idi. Hürmet, sevgi, saygı yaygındı. Bırakınız büyüğe isyan

etmeyi, onun önünden bile geçilmezdi.

Aleviler, Kur'an'la ve camiyle fazla meşgul olmamalarına

rağmen, onlarda da büyüğe saygı ileri derecede olduğundan, ah-

lâklarım her zaman koruyup, birbirlerinin hak ve hukukuna

saygı göstermişlerdir.

Böylece çeşitli mezhep ve meşrep sahipleri bir arada asırlar

boyu yaşamışlardır.

Osmanlı Devleti'ni ayakta tutan İslâm âlimleri olmuştur.

Onların şefkati ve merhameti, halkı kendilerine bağlamaya yet-

miş, ahlâklı halk da devletin işini kolaylaştırmıştır. En azından

kendi yağıyla kavrulma hali görülmüş, halk, devlete, devlet de

dış yardımlara muhtaç olmamıştır.

Avrupa'da gelişen sanayi, bunun neticesi olarak ithalatın

artması ile el sanatlarının gerilemesiyle halkın geçimi bozul-

muş, bu da bir yandan göç olayını başlatırken, öte yanda bir kı-

sım ahlâksızlıkların önünü açmıştır. Demek ki halkın devlete

zararı olmamış, devletin halka zararı olmuştur, bu da yıkılmayı

hızlandırmıştır.

- Cumhuriyet devrinde durum nasıl oldu?

Cumhuriyet devrinde sanayi hareketleri görülmedi değil,

hatta geçmişe nazaran kalkınmaya hız da verildi. Fakat yöneti-

ciler, kalkınmaktan çok, dinle uğraştılar. Bu hal bir kısım İslâm

âlimlerini küstürürken, halk da harama kaydı. Yani âlimi olma-

yan, harama kayan bir millet düşününüz bunun sonu ne olur? ->

Cumhuriyet devrinde çıkan huzursuzluklar tarafsız bir göz-

le incelenmemiştir. Bir gün gerçek mânâda cumhuriyet tarihi

yazılırsa, huzursuzlukların temelinde din düşmanlığının yattığı

görülecektir.

Şimdi Kemalistler, kapitalistler, sosyalistler, devrimciler,

eylemciler feryadı basacaktır:

- Böyle birşey yok!!

Dikkat edilirse insanlar dindar olduğu için isyan etmedi,

dinsiz kalmanın korkusuyla ayağa kalktılar. Hukuk sistemleri-

nin bütününde olaya sebebiyet veren mesuldür. Öyle ise 12 isya-

nın asıl sebebi, Müslümanların, İslâmiyet'ten uzaklaştırılması-

dır. Halk gavur olmamak için dinine sarıldıysa suç mu?

Bir kısım yöneticilerin dine karşı çıkmasıyla ne kendileri-

nin, ne devletin ve ne de milletin bir kârı olmuştur.

Halkı İslâm'dan ayırmak kolaydı. Dinî eğitim ve öğretim

yasak edildi mi, Müslümanlar, İslâmiyet'ten ayrıldı sayılır.

İslâmiyet'ten ayırdığımız Müslümanlar"! neye bağladık?

Hıristiyan oldular mı? Yok.

Dinsiz oldular mı? Asla!

Peki ne oldular?

Cahil kaldılar, anarşizme kaydılar, her geçen gün suçluların

sayısı arttı. Öyle bir yönetim anlayışı vardı ki cehaletten fayda

umuluyordu. Halbuki cehalet bütün kötülüklerin anasıdır.

Batı Anadolu kalkındı fakat mahkemeler, hapishaneler,

hastaneler, tıklım tıklım dolu.

Doğu Anadolu ise kalkmamadı, çünkü yatırımcı, çevresin-

dekilere güvenemiyordu, nasıl yatırım yapsın? Böylece Do-

ğu'nun insanı gelip, Batı'ya yatırım yaptı. Büyük şehirlerdeki

tüccarların, iş adamlarının ekserisi Doğulu'dur.

Doğu'da devletin yaptırdığı fabrikaların, sanayi çarşılarının

Çoğu çalışmaz. Ne zaman ki halkımız, Doğu'ya yatırım yapar,

Doğu o zaman kalkınır. Bunun için de Doğulu Müslümanca tah-

sil yapabilmelidir, veya bir yandan dinini, imanını öğrenirken,

bir yandan da sanat öğrenmelidir. İlim, sanat, ahlâk elele ver-

mezse Doğulu kalkınamaz.

84   .

85

Bu düzen böyle mi gidecek?

Pireler filleri yutacak;

Yedi nüfuslu haneye

Uç buçuk tayın yetecek!

O. V. Kanık

1991 Petrol ve Körfez

Ondokuzuncu asrın yarısından sonra motorlarla beraber

petrol de önem kazandı. Günümüzde ise, petrol enerji kaynağı-

dır, teknoloji de enerjiye istinat etmektedir.

Petrol, yakıt, plastik, ilaç, giyecek ,iplik, deterjan, patlayıcı

madde, kimyevi maddeler, boya gibi şeylerde kullanılınca "En-

düstrinin kam" demektir.

Bu KAN'ın kalbi de Ortadoğu olunca, dünya, kalbine sahip

çıkacaktır. İşte Birleşmiş Milletler de ittifakla alınan kararlar

ve Hıristiyan dünyasının yaptığı çıkarmalar bunun içindir. Sad-

dam figürandır.

Nitekim Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefikimiz Al-

manya, Bağdat demiryolu ile, Irak petrollerine ulaşmak ister-

ken, İkinci Dünya Savaşı'nda, Alman ordularının hızla Kafkas-

lar'a ilerlemesi de Baku, Batum ve Hazar Denizi kıyılarındaki

petrol yataklarını ele geçirmek içindi.

11 Mart 1921'de Kazım Karabekir Paşa kumandasındaki

Türk birlikleri Batum'a girmişti. Doktor Rıza Nur"un tabiri ile

"Batum Türkiye'ye beladır" diyerek orayı Ruslar1 a bırakmak zo-

runda kaldık. O gün, bugün, Batum'un yanındaki Rize'de ve

Artvin'de petrol arayamıyoruz.

1926'da Musul tamamen elimizden çıkarken, çıkan petro-

lün % 10'unu, 25 sene müddetle Türkiye alacaktı, onu dahi ta-

lep edemedik.

Ortadoğu, dünya petrolünün üçte birine sahiptir, gelişmi^

ülkeler, bu bölgeye sahip olmasa, kan damarları kurumuş de

mektir. Çünkü dünya petrolünün 2/3'ünü on tane gelişmiş ülke

tüketmektedir. İşin daha kötü tarafı, 20001i yıllarda petrol kay

naklarınm kuruyacağı tahmin edilmektedir. Böyle birşey olduğu

takdirde, uçak, gemi, otomobil gibi motorlu vasıtaların durdu-

ğunu düşününüz... Bunlara fabrika ve kalorifer gibi yerleri de

ilave ederseniz, insanlık için ürkütücü bir manzara ortaya çıkar.

Bu büyük felakete gönüllü gitmemek için, süper güçler, petrolün

idaresini ellerine aldı. Birleşmiş Milletler'deki kararlar bu doğ-

rultudadır.

Türkiye'ye gelince: Lozan Andlaşması'ndan sonra, petrolsüz

topraklar Türkiye'ye bırakılırken, sanayiden, motorlu vasıtalar-

dan yoksun olan Türkiye, gazyağmdan başka birşey almıyordu.

Nur'unu kaybeden Müslümanlar, tenekelerle gelen gazyağı ile

aydınlanıyor, böylece AYDINLAR tarihi başlıyordu.

24.3.1926'da Petrol Kanunu kabul edildi, ilk kuyu Mar-

din'in Basbirin mevkiinde 1934'te açıldı, petrol bulunmadı. Bu

hikaye, 1948 yılına kadar devam etti, yani yabancı şirketlerin

açtığı kuyuların hiç birinde petrol yoktu.

1948'te Raman'da petrol bulundu, 1954'den sonra bu iş hız-

landı. Mobil, Shell, BP gibi yabancı firmalar, yurdumuzdaki da-

hili petrol harcamalarının dörtte üçünü karşılamaktadır. Gerisi

de Petrol Ofisi ile Türk Petrol tarafından karşılanıyor. Böylece

Türkiye, dünya petrol politikasının içinde uyumlu yerini almış

oluyordu.

Petrolün yerine nükleer enerjiyi, kömürü ve elektriği koy-

maya çalıştılar, bugüne kadar başarılı olamadılar. Gerçi bugün

petrol harcaması on sene evveline nazaran yüzde doksan azal-

mıştır. Buna karşılık elektrik harcaması da o nisbette artmış-

tır.. Kömür tozunu fueloil yerine kullanan ülkeler de var.

1956'da Mısır, Süveyş Kanah'm kapatınca petrol tankerleri-

nin yolunu kapatmış oldu ve Avrupa ekonomisi krize girdi. Güç-

lü Avrupa'nın, hele hele Amerika ve Rusya gibi süper güçlerin

Müslüman ülkeler elinde oyuncak olması hoşlarına gitmedi. Bu-

nun üzerine Amerika'nın eski dışişleri bakanı Yahudi asıllı Kis-

singer, OPEC'in kurulmasında önemli rol oynadı, petrol çıkaran

ülkeleri, özellikle İslâm ülkelerini kontrol altına aldı. Onların

petrol üretiminden, fiyatlarına ve toplanan petrol paralarının

86

87

bloke edilmesine kadar her şeylerini kontrol altında bulunduru-

yordu. Çünkü sanayi ülkeleri, Arapların çıkardığı petrolün %

90'ını tüketiyordu. Bu dev sanayiinin ipini Araplarm eline ver-

mesi mümkün değildi.

Müslümanlar dinlerim koruyamadığı gibi, petrolü de koru-

yamadılar. Böylece petrol onların başına bela oldu. Petrol üre-

ten ülkeler, her zaman Amerika'nın lütfettiği kadar rahat bir

hayat yaşamıştır. Mısır, Suriye, Yemen, Irak gibi ülkeler de za-

man zaman Rusya'nın da tesirinde kalmıştır. Yakın zamana ka-

dar Amerika ile Rusya dünya petrolünü yönetmek istiyordu.

Şimdi Rusya, Amerika'nın yörüngesine girince, Müslümanların

işi zorlaştı.

Allah birdir Peygamber Hak

Rabbül âlemindir mutlak

Senlik benlik nedir bırak

Söyleyim geldi sırası

Aşık Veysel

Ittihad-ı İslâm

. Yeryüzündeki bütün Müslümanların tek millet gibi hareket

etmesine İttihad-ı İslâm denir. Avrupalılar buna "Pan İslâ-

mizm" demiş. "İslâm birliği" yönünde çalışmalar manasına gelir.

Müslümanların "tek millet" olması; sınırların kaldırılması,

devletlerin yıkılması değildir. Sınırlar ve devletler yerli yerinde

durur, siyasi, kültürel ve iktisadi işbirliği yapılabilir.

Bunun için İslâm ülkelerinin zengin olması gerekir.

Petrol gibi yeraltı kaynaklarından zengin olmak kurtarıcı

bir rol oynamadı. Petrolle bir kısım İslâm ülkeleri zengin oldu

fakat insan unsuru yeterli olmadığından hakim duruma geleme-

diler. Mesela; Suudi Arabistan'la, Hollanda'yı mukayese edelim.

Suudi Arabistan petrol sayesinde zengin olurken Hollanda

 

teknoloji sayesinde zengin oldu. Petrol zenginliği fertlerin ilim-

de ve sanatta ilerlemesini zorlamıyor. Teknoloji ise hem tezgah-

ta hem de ziraatte ferdi araştırmaya sevk ediyor. İster istemez

insanları kollektif çalışmaya itiyor. Lisan, sanat öğrenmeye zor-

luyor. Dünya ile irtibatını kuruyor.

İslâm ülkelerinde yeraltı servetleri fazla. Pek çok ülkenin

dağları açılmamış, ovalar yeteri kadar değerlendirilmemiştir.

Sondaj ile su da, petrol de, kükürt de çıkarılabilir. Bunları ya-

parken mutlaka ilme ve teknolojiye yönelmek zorunluğu vardır.

Barajlar, bir yandan elektrik temin ederken, öte yanda sa-

nayiye hız verir. Sanayi ise insanların seviyesini yükseltir.

Öyle ise Müslümanlar yeraltı servetleriyle birlikte ilimde

ve sanatta da ileri giderek güçlü olabilirler.

Bu güç İttihad-ı İslâm'da önemli rol oynayacaktır.

Müslümanlar birleşsinler...

Fakirlikte, yoksullukta, beceriksizlikte birleşmek bir mana

ifade etmez. Amerika Birleşik Devletleri varlıkta, ilimde, tek-

nikte birleşip, süper güç oldular. Aslında Amerika'daki her eya-

let, bir devlet gibidir. Eyalet valisi, eyalet meclisi, eyalet kanun-

ları var. Amerika, bu sistemini bugün dünyaya tatbik ediyor,

"dünya devleti" var. Bu dünya devletinin başı Amerika'dır. Ame-

rikan ekonomisi, Amerikan kültürü, Amerikan politikası dünya-

ya hakimdir. Devletlerin bütünü eyalet durumundadır. Çin, Ja-

ponya, Hindistan ve Almanya bu eyalet sistemini bozmaya ha-

zırlanıyor. Fakat şu anda birşey yok.

Müslümanlar da eyalet olmaktan çıkıp, süper güç olabilirse

kurtulur.

İttihad-ı İslâm'a ekonomik maniler olduğu gibi politik ve

kültürel maniler de var. Mesela, Müslümanların parti parti bö-

lünmeleri, bu partilerin birbirine muhalefet etmeleri İttihad-ı

İslâm'a manidir. Diğer partinin veya partilerin hatalarını, nok-

sanlarını saymak yerine kendi meziyetlerini anlatmak en çıkar

yoldur. Muhalefet eden her zaman anti tezdedir. Fikrini, inancı-

nı, hedefini söyleyen ise tez'ini ortaya koymaktadır.

Tez'ini söyleyen ve yapan, birinci mevkide iken, anti tezde-

ki, ikinci sınıftır. Başarı tez sahibinindir.

Kültürel maniye gelince bunu iki şekilde ele alacağız: Birin-

çişi şahsın, Şark'ı da, Garb'ı da bilmemesi ve anlamamasıdrr.

İkincisi ise Garb'ı (Avrupa'yı) biliyor ve Avrupa metodlarıyla İs-

lâm'a hizmet etmek istiyor.

Avrupa ve İslâm kültürüne sahip olmayan insan, imanın-

dan aldığı güç ve gayretle İslâm devleti ister, İslâm'ın tatbiki

için konuşur, söyler, bağırır, çağırır. Kendisi gibi hareket etme-

yenleri de İslâm devletini ve şeriatı istememekle suçlar, hatta

kafirlikle itham eder. Bu şahıs İslâm devleti nasıldır, tarih bo-

yunca nasıl tatbik edilmiş, bu devlet nasıl gelir, gibilerden ken-

dine sorular sormamış ve bunun cevabım da aramamıştır. Evve-

la, olmayan ümmetin devletini aramak gibi bir hataya düşmüş-

tür. Bunun için fikri yayılmaz, hareketi yer tutmaz. Büyüyeme-

menin vebalini kendinde değil de başkalarında any arak, İtti-

had-ı İslâm'a iyice darbe vurur.

Şeriat ise, Kur'an'dır. Öyle ise şeriat, istenmez yaşanır.

İslâm'ı, şahsi, ailevî ve iş hayatında yaşamayan Müslüman,

kurtuluşu "İslâm devleti"nde buluyor. "Gelsin İslâmî yaşamımı-

zı kolaşlaştırsın.." diyor.

İslâm devletini kim getirecek, kim kuracak? Bunları düşün-

mez.

İşte bunları düşünmeyen Müslüman, bildiği ve anladığı ka-

darı ile ortaya çıkınca, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bul-

gurdan da oluyor, İttihad-ı İslâm gerçekleşmiyor.

Madem ki İttihad-ı İslâm Müslümanlarla gerçekleşecek, öyle

ise İttihad-ı İslâm'ın olmaması da Müslümanların yüzündendir.

Müslümanların ekserisi Milli Eğitim okullarında okudu-

ğundan (çoğu bilmeyerek) natüralizme, pragmatizme ve mater-

yalizme kaymıştır. Fiziğe çalıştığı kadar, İslâm'a çalışan Müslü-

manların sayısı çok azdır. Kaldı ki fiziği de şeriat-ı fıtri (kevni)

olarak değil, materyalist açıdan ele almıştır. Böylece Avrupa'yı

bilen, İslâm'ı bilmeyen Müslümanlar türemiştir. Bu Müslüman-

lar, bu ters bilgi içinde yine Müslümanlığından vazgeçmiyor,

hatta İslâm'a hizmet etmek istiyor. Bu sefer Avrupa metodlarıy-

la İslâm'a hizmet şekli gündeme geliyor ki mümkün-değil.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde nefsine uyan birkaç in-

san bugünleri getirdi. Bugün İslâm'a uyan birkaç iyi insan da

iyi günlerin gelmesine sebep olabilir. Bir çekirdekten bir ağacı

yaratan Allah, küçük çaptaki İslâmî gayretlerle, İttihad-ı İslâmî

getirebilir. Getirirse O, getirir L

Bize düşen vazife?

1. Herkes fıkıhta ittifak etmeli.

2.  Herkes şahsım ve işyerini İslâm'a uygun vaziyete getir-

meli.

3. Selamı aramızda yaymalıyız.

4.  Müslümanı kötülemekten, muhalefetten, gıybetten vaz-

geçmeliyiz.

5.  Şirketleri yaygın hale getirip, her cemaatten, her parti-

den, her zihniyetten insanları orada toplayıp, ayrılıkların suni

olduğunu göstermeliyiz.

6. İslâm ülkeleriyle alış-verişi artırmalıyız.

7. Doğru, çalışkan ve işini bilen Müslüman olmalıyız.

Ve, şunu kat'i bilmeliyiz ki her Müslüman İttihad-ı İslâm'ın

bir parçasıdır. Mezhep, meslek, meşrep farkı gözetmeksizin

"Mü'minler kardeştir" ayetine sarılmalıyız.

İttihad-ı İslâm'ı hedef almayan her hareket batıldır, mah-

kumdur. Müslümanlar bir millettir. Her Müslüman bu şuur

içinde çalışmalıdır. Müslümana karşı cihad yoktur. Cihad iki şe-

ye karşı yapılır. Biri şahsi günahlarımızla, diğeri de düşmanla...

(1991).

90

91

Dördüncü Kısım

Ellerin yurdunda çiçek açarken

Bizim ile kar geliyor gardaşım.

Bu hududu kimler çizmiş gönlüme

Dar geliyor, dar geliyor gardaşım.

A. Karakoç

Demokrasi

Demokrasi var ya, adam hemen kuruculan seçip partisini

kurdu.

Delegeleri seçerek teşkilatım tamamladı.

Milletvekili adaylannı da kendisi seçti, seçimi kazandı. Re-

jim yara almasın diye "Hakimiyet milletindir" sözünü hep söyle-

yip, durdu. İçinden de "Hakim olan benim, başka türlü de olmaz

ki!" diyordu.

"Demokrasi halk idaresidir" diyordu, hemen düşünüyordu:

"Acaba halk mı beni yönetiyor, ben mi halkı?"

-  Yahu kurucuları seçen ben, partiyi kuran ben! Delegeleri

ben seçtim, teşkilatı ben kurdum, kendimi başkan seçtirdim,

milletvekillerini de ben. . .

Burda durdu:

-  Aman sesini çıkarma, millet 'uyanır.

Sonra aklı başına geldi.

-  Demokrasi çok sesliliktir, konuşmalıyım.

Jeton düştü:

- Amma nasıl?

Kendi kendine cevap verdi:

-  Herşeyi tersine çevirerek: "Demokrasi halk idaresidir!"

Sigarasını tüttürerek, kahvesini yudumladı:

-  Ha falancası "Atatürkçü olacaksın!" diyor, olurum karde-

şim kızma... Filancası "Avrupa Topluluğu'na gireceksin" daha

bilmem neler "Gümrük Birliği'ne katılacaksın" diyormuş, tatlı

canını sıkma, hepsi olur, hepsini yaparım. Demokrasi bu ya...

Canı sıkıldı:

-  Amerika "Malımı alacaksın, filmlerimi oynatacaksın" di-

yormuş. Yahu zaten hayatımız film...

İşte burda Amerika kaşlarını çattı: "Hani bir Türk atasözü

varmış; 'Derici, sevdiği deriyi yerden yere çarparmış...' Malum,

seni çok seviyoruz ya..."

-  Hoppala, Amerika beni nasıl yerden yere çarparmış?

Aklı yattı:

-  Öyle ya bizden mal almasa, bir de aldırmasa, ihracat bitti.

Hayali uzaklara daldı: Gidenler gitti... Hemen kendini top-

ladı:

-  Demokrasi adına en berbat filmlerin, o biçim tekliflerin

baş üstüne!

-  Laiklik?

-  Emredersiniz efendim!

-  Dinci avı?

-  Yeter ki isteyin!

-  İslâm ülkelerine arkanı dön, istikamet Paris, marş marş!

Adamcağız hem koşuyor, hem de düşünüyor:

"Yahu ben galiba askerliğimi yapmıştım..."

Aklınla çok yaşa, nasıl da bu sorulara cevap buluyorsun:

-  Oğlum bu askerlik değil, demokrasi, demokrasi! Minare-

ye kılıf uydur, gerisini boş ver. Millete yağ çek, varsın aşı yağsız

olsun, senin mevkin, makamın, işin şöhretin yerinde ya...

-  Yaşasın demokrasi!

Ha şöyle, bağır ki millet adam görsün!

92

93

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır.

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

M. Akif

İslâmiyet ve demokrasi

Demokrasinin İslâmiyet'le uyumlu olup olmadığı tartışılıyor.

Evvela demokrasi (demokratia) Grekçe (Yunanca) bir keli-

me olup, halk idaresi, yani, azınlığın çoğunluğa tabi olmasıdır.

Avrupa'da iki mühim medeniyet vardır: Yunan ve Roma...

Her ikisi de beşeri sistemdir, bugün dünyaya hakimdir.

İslâmiyet ise Arapça olup, vahye dayanır yani İlahi bir dindir.

Demek ki demokrasi ve İslâmiyet: Vatanı, milleti, medeni-

yeti ayrı olan iki nizam iken, birinin beşeri, diğerinin İlahi ol-

ması da önemlidir.

Onyedinci asırda başlayan sanayi devrimi demokrasiyi ön

plana çıkarıp, İslâmiyet'i unutturmak istemiş. Üç asır böyle de-

vam etti, şimdi İslâmiyet de -gündemde. Bunun için İslâmiyetle

demokrasinin uyuşup uyuşmadığı şözkonusu.

Evvela her iki rejimin nazariyatı ile tatbikatı farklı.

Nazariyattaki demokrasi özgürlük ve fazilet mesleği iken

tatbikattaki demokrasi de tabular (yasaklar) ve rezaletler var-

dır.

Kitaptaki İslâmiyet de güzeldir, Müslümanlar ise İslâmi-

yet'in dışında başka bir hayat yaşıyor gibi. Rejimlerin, ideoloji-

lerin, sistemlerin, bir de zevklerin ve menfaatlerin tesirindeler.

Demek ki demokrasi ile İslâmiyet'in zıt olup olmadığını

aramadan evvel bunların nazariyatı ile tatbikatı arasındaki zıd-

diyyeti tesbit etmeli.

Mesela nazariyattaki demokrasi "Özgürlük" esasınca İslâmî

öğretim ve eğitime izin verip, Müslümanlar'ın İslâm'ı yaşaması-

nı temin etmeli... Etmeli amma böyle bir hal var mı?

Bir zamanların TCK'ndaki 163. madde İslâmiyet'i öğrenme-

ye izin vermezken, bugünkü anayasa da İslâmî eğitime izin ver-

94

Demektedir. Bilinmiyen İslâmiyet'in yaşanmıyacağı da açıktır.

Öyle ise demokrasi dünyanın pekçok yerinde altın yumurt-

layan tavuk olabilir, bizde ise tabular manzumesidir.

Herşeyden evvel Müslüman halkımız haramlara boğulmuş-

tur. Artık haramlarla helâllarm mücadelesi vardır. Haramlara

tanınan özgürlük helâllara tanınmadığı için, mücadele şansı bi-

le yoktur. Haramlann yıkıcılığı gözönünde bulundurulursa (yı-

kıcılıktaki kolaylık, yapıcılıktaki zorluk da hesaba katılırsa),

Müslümanlar'ın ne kadar şanssız olduğu anlaşılır.

Bu manada ele alınan demokrasi, bir yandan kültür emper-

yalizmi iken, öte yanda ekonomik üstünlüğü ile siyasi otoritesi-

ni kurmuştur.

Böylesine bir demokrasi (islâmiyet adına) Müslüman'a ne

verirse ona razı olunacak. Olmayanlar, demokrasinin kaynağı

olan yörelerden bombardımana tutulacak, teokrasi, fundamen-

talizm, laiklik, radikalizm, politik gibi gülleler başlarına yağa-

caktır.

Demokrasinin bu şekline bakan bir kısım kimseler ondan

nefret edip, İslâmiyet'e zıt buluyor. Bu zıtlık aynı zamanda

halkla devlet arasındaki duruma da işaret eder.

Bilgili kimseler ise demokrasinin manasına, birçok yerler-

deki tatbikat şekline bakıp: "Neden benim ülkemde böyle değil?"

diyerek, isyan ediyor.

Tabii şu soru da sorulabilir.

- Neden demokrasi de, İslâmiyet değil?

Bu sorunun cevabını anlıyabilmek için "Dünya Devleti" ta-

birini anlamak lazım.

Geçmişteki Hıristiyan Müslüman savaşları (keşifler, icatlar

ve sanayi devrimi ile) Avrupa ve Amerika'yı gündeme getirdi,

aynı alemin gayrimeşru çocuğu olan Rus sosyalizmi de tarih

sahnesine çıkınca Müslümanlar'ın namı okunmaz oldu.

Şimdi Dünya-Devleti'nin hükümeti Amerika (ABD)'dir, di-

ğerleri de eyalet!

Amerika, demokrasiyi benimsemiş, İslâmiyet'e "buyur" di-

yemez, hiçbir rejim kendini yıkacak sisteme izin vermez.

95

- Peki ne olacak?

Allah'ın koyduğu hükümler değişmez: İlimde, teknikte iler-

leyen süper güç olur. Bunun daha açık mânâsı adam yetiştir-

mek ve ekonomik üstünlüğü sağlamak. Çünkü luıvvet oyunu bo-

zar. (1991).

Göster İlahi bu millet kurtulur tek mucize

Bir utanmak hissi ver gaip hazinenden bize

M. Akif

Fertlerle devletler

40-50 sene evvel İslâmiyet'le irtibat kurmaya çalıştık, kar-

şımızda devleti bulduk. Yani ferdin devletle mücadelesi başla-

mıştı, devletin çıkardığı 163'üncü madde, devletin polisi, devle-

tin hakimi ve devletin hapishanesi... Bunların karşısında fert!

Her biri tek tek (Müslüman olduğu halde) yine de Müslüman ol-

maya çalışıyordu, devlet de buna karşı çıkıyordu.

Böyle başladı: Ferdin devlete mücadelesi...

Hemen arkasından komünizmle mücadele: Rusya'yı, Çin'i

düşünün, fakültelerde okutulan sosyalizmi hatırlayın, sosyalist

partilerin evrimi, devrimi, eylemi... Ve, bunların karşısında yi-

ne fert!

Kapitalizmle mücadele aklımıza gelmedi diyebilirim amma,

Amerika ile hatta Avrupa ile mücadelemizin olduğu da inkar

edilemez.

Gele gele geldik, 163'üncü madde kalktı, devlet karşımız-

'dan çekildi. Sosyalistlerin eylemi yön değiştirdi, fakat kapitaliz-

min hepimizi yuttuğu da pek anlaşılamadı.

Derken, globalleşme, küreleşme, dünya devleti tabirleri gün

ışığına çıktı, başladık onunla uğraşmaya...

Bu hemgame içinde Gümrük Birliği gündeme gelince, olan-

96

jca gücümüzle ona yüklendik.

Böylece kendimizle uğraşacak, hiç mi hiç vakit bulamadık.

Az değli, 50 senedir bu meselelerin içindeyim, belki 50 bin

dava arkadaşıyla koştum, onlar ne oldu?

İçki, kumar gibi şeylerden uzak kalınca, bir de bilgi ve bece-

rilerini artırıp para kazanınca, hepsi zengin oldu. Mesut ve ra-

hat olduklarını bilmiyorum amma altın ve döviz yığınaklarını

ahmin ediyorum. İşte bu noktada bittiler ve tükendiler.

Daha ileriye, daha ileriye gidebilirlerdi: Gerek Türkiye'de

ve gerekse dünyanın çeşitli ülkelerinde tek başına büyük işler

başaran insanlar çok. Bunlar büyük şirketler, büyük iş merkez-

leri kurdukları gibi sosyal, kültürel ve politik faaliyetler de gös-

erebilmişlerdir. Bugün dindarların şikayet ettikleri kapitaliz-

ain ağababaları bir kısım fertler olduğu gibi, masonluk, rotary

ı lions gibi cemiyetlerin başlangıcı da tek ferde ulaşmaktadır.

Ülkemizdeki il ve ilçelerin sayısı 700'e varmaktadır. Bunla-

ın bazısı kalkınmış, bazısı kalkınmamış niçin?

Bu soruya cevap aradığımızda, bazı yerlerdeki becerikli

kimseler, sanatını ve kazancını umuma yaymasını bilmiş, o yö-

reyi kalkındırmış... Diğerleri ise kendi çevresini aşamamış.

İsterdim ki ticaretinde başarılı olan bir şahıs, bir beldeyi

kalkındırsaydı... Bir sanatkâr, bir köyü veya ilçeyi sanatıyla

doldursaydı... Bir dindar, bir ceviz çiftliği kurup örnek olsaydı...

Bunların hepsi bir yana bırakıldı, Gümrük Birliği aşağı,

Gümrük Birliği yukarı... Sorsam, "Sana ne?" Öyle laf ebesi ol-

muş, öyle politize olmuş ki, bir sürü laf eder bunun sonunda yi-

ne işe yaramayan bir insan modeli ortada kalır. Çünkü başkala-

rıyla uğraşmaktan kendimizle uğraşacak vakit .bulamadık

(1994).

97

 

De ki: "Rabbim, bize destanda da nâdir görülen

Ve güzellik, iyilik, doğruluk uğrunda ölen

Ortaçağ erlerinin benzeri insanlar ver!

F. N. Çamlıbel

Kuvvete dayanan fikir

Devlet "kuwef'i temsil eder, resmî ideolojisi de bu kuvvete

dayanır, o zaman "fikre dayanan kuwet"le "kuvvete dayanan fi-

kir", karşı karşıya gelebilir. Bir bakıma bu, milletle devletin zıd-

diyetidir. O zaman Ceza Kanunu'na "devleti koruyan" bir sürü

maddeler, yerleştirilir, bir bakıma devlet "suçlu üretimi"ne baş-

lar.

Bir taraftan okullar açılır fikir üretilsin diye, öte taraftan

hapishaneler yapılır resmi ideolojiye uymayanlar hapsedilsin

diye...

Öyle ise resmi ideoloji halka uygun olmalı...

Ne garip değil mi "Resmi ideoloji halka uygun olmalı" diyo-

ruz. Yani malûmu ilan ediyoruz.

Devlet milletin içinden çıkmaz mı? Devletin vazifesi milleti

idare etmek değil mi?

Şimdi düşününüz: Müslüman bir milleti, İslâm'a aykırı şe-

kilde idare ediyoruz... O millette huzur kalır mı? Milletle devlet

karşı karşıya gelmez mi? Resmi ideoloji ile milli ideoloji çatış-

maz mı? Bir sürü ideolojiler türeyip, bunlar birbirine karşı düş-

manca tavır almaz mı?

kuvvetin hakkı var çünkü Kudret Allah'ın sıfatıdır. İnsan

Esma-ül hüsnadan hangisini beşer planında tatbik etse başarılı

olur.

Kuvvet, fikri ezebilir amma yok edemez. Fikirle kuvvet in-

sanlık tarihi boyunca varolmuş, olacaktır da. Ne zaman ki fikir

kuvvetle hakim olmuşsa insanların yüzü gülmüş, ne zaman da

kuvvet galip gelmişse, insanlar sürünmüştür.

Peki fikir nedir?

- Düşünceden doğan hükümler!..

98

 

İnsan beyni sonsuz fikir üretir, bunların hangisi doğru,

hangisi yanlıştır, ölçü nedir?

Bir mütefekkir ile bir filozof arasında fark yok mu?

Felsefe tarihe baktığımızda, tenkit edilemeyen filozof yok.

Kaldı ki bu filozofları rahatlıkla ikiye ayırabiliriz: İnananlar

inanmayanlar... Kendilerinin tabiri ile ateist eist, spiriluatist

materyalist...

Filozoflar iki zıt gruba ayrılırken, insanlığın da iki zıt gruba

ayrıldığını gözden uzak tutmamalıdır.

Öyle ise insan birbirine zıt fikirler üreten bir varlıktır. Bur-

da önemli olan devletle millet, birbirine zıt olmamalı, olursa her

ikisi de hayat hakkını kaybedebilir.

Evet filozoflar hakikati ararken, Müslüman, İslâmiyet'i ha-

kikatin ta kendisi olarak bilir ve bunu anlamaya çalışır.

Dinle insanlığın bütünlüğü vardır. Çünkü insandan başka-

sına din gönderilmemiştir.

Tarih şahittir ki insanlar hak dinden uzaklaşınca hemen

bâtılım icat etmiştir.

. İnsanlar dinsiz de, imansız da kalmamıştır. Bir Hindli'nin

öküze imanı, bazı Müslümanların (olması gereken) müsbet ima-

nını aşabilir.

İman peryodlar çizer, müsbet iman kadar menfi iman da

her zaman sözkonusu olmuştur. Bunun için bir kısım insanlar,

tabiatı, lideri, maddeyi putlaştırmıştır, bazan puta kul olanlar,

Allah'a kul olanlara hükmetmiştir.

Halbuki kedilerde böyle bir hal gözükmez. Onlara bir din

gönderilmediği gibi, bir din icat etmeyi de düşünemezler. Yani

kedilerin beyni ile insan beyni arasında büyük farklar olduğun-

n insan, kedi gibi yaşıyamaz.

Kaldı ki insanda bir de kalb gerçeği vardır.

Kalbi anatomi açısından ele almak, insan kalbiyle dana yü-

reğini eşit tutmak olur. Halbuki kalbsiz insanların ne kadar

Merhametsiz ve zalim olduğuna bakarsak, anatomideki kalbe

bir şeyler ilave etmek zorundayız.

Taş kalbli insanlar, kalbini meyhane gibi temiz tutanlar,

99

kalbini satanlar, kalbini çıfıt çarşısına çevirenler gibi tabirler

bir kısım gerçekleri haykırmıyor mu?

Bu durumda düşünce veya fikir deyince kalble kafanın bü-

tünleştiğini görüyoruz.

Fikirle iman insanlık tarihinde yoluna devam ederken, her

ikisinde de müsbetle menfi, faydalı ile zararlı, iyi ile kötü, per-

yodlar çizerek zıtlar âlemine renk katmıştır.

Hangisi diğerine galip gelmişse, toplum modeli ona göre şe-

killenmiştir.

Fikirsiz kuvvetin canavarlaşacağına inandığım kadar, kuv-

vetsiz fikrin de zelil olacağına inanıyorum.

Müsbet bir fikir, kuvvetini bulmamışsa, Firavunların oyun-

cağı olur.

Ne ki mevcut ise âlemde, güzel doğru, iyi;

Arayan fikri, bulan ruhu seven sevgiliyi,

Bize bahşetmiş olan Hazret-i RAhman'a şükür.

F. N. Çamhbel

Bir tahlil

"Sovyet Rusya'da birçok Müslüman: "Ben komünist ve din-

sizim fakat Müslüman'ım" diyormuş.

Evvelâ her komünist dinsiz midir, bu soruya cevap araya-

lım.

1925'de Rusya'da "Din Aleyhtarları Propaganda Teşkilatı"

kurulup, çocuklara 3 yaşından itibaren dinsizlik aşılanmaya

başlanmıştır. Bunun için okullar açılmış, üniversite çalışmaları

hızlandırılmış, basın-yayın bu teşkilatın emrine verilmiş. Her

komünist "dinsizim" demek zorunda bırakılmış.

Komünizmin sulandırılmış şekline sosyalizm denir. Hıristi-

yanlar, sosyalizmi ekonomik bir görüş kabul ettiklerinden, bazı-

ları hem sosyalist, hem de Hıristiyan olabiliyor.

100

Bizdeki sosyalistlerin ekserisi ise, din düşmanıdır.

Neticede: Komünistlerin bir kısmı dinsiz iken, diğerler din-

siz gibi gözükmüştür. Şartlar onları bu noktaya sürüklemiştir.

Hem komünist, hem dinsiz olduğunu söyleyen şahıs, nasıl

oluyor da Müslüman olduğunu söyleyebiliyor? Bu üç kelime bir

araya nasıl geliyor?

Evvela İslâmiyet'i öğrenememiş, sonra "dinsizim" deyince

tahsil, mevki, makam imkanı bulmuş bir şahıs, ruhunun derin-

liklerindeki Müslüman mühürünü silemediği için, fırsat bulduk-

ça Müslüman olduğunu da itiraf etmiştir.

İslâmiyet ceket değil ki, Müslüman onu vestiyere asıp git-

sin!.- O, ruha vurulmuş damgadır, Müslüman ne kadar çamura

düşerse düşsün, "Müslüman değilim" diyemez.

Hatta bazı kimseler "dinsizim, ateistim" diyebiliyor fakat

"Müslüman değilim" demiyor.

İslâm'a dolaylı yollarla hücum edenler de Müslüman oldu-

ğunu söylüyor.

İslâmiyet'le alakası olmadığını sandığımız kimseler, Müslü-

manların örf ve adetini rahatlıkla paylaşıyor.

İçki içen adamın ezan okunduğunda kadehi bırakıp, ezanı

dinlediğini gördüm.

Namaz kumaşa da cenaze için camiye gelen, mezarlığa gi-

den, hocayı dinleyen çoktur.

Düğünlerde, sünnetlerde, ziyafetlerde de bunları aramızda

görebiliriz.

"Müslüman değilim" diyen yok, "Müslüman değilsin" diyen

var. Kadı'nın ilmine sahip olmayanlar, onun selahiyetine sahip

olursa, doğacak yanlışlıklar ortadadır.

Nasıl ki tohumlar, çekirdekler her yerin yemyeşil olmasını

teinin ederse, Müslüman'ım! demek veya Allah Allah diyerek

zikretmek de İslâmî hayatın çekirdeğidir. İman yakılsa, ibadet

.kül olsa, İslâm'ın üzerine zulümat çöküp, kış bastırsa, tek keli-

jttıeden bir hayat fışkırır, o da İslâmiyet'tir!..

Dinsizlik rejimi olan komünizm, sadece ve sadece Allah ke-

Jlimesiyle yıkılmıştır. Dinsizlik karşısında Allah demek Müslü-

101

man ve Hıristiyanlar'da müşterek noktadır.

Allah diyerek kurtulan Müslümanlar, Allah'ın nizamına uy.

malan için yine halden hale düşerler, çünkü her hadise bir ikaz-

ı ilahi'dir.

Bu kadar din düşmanına karşı, Müslüman'ın İslâmiyet'i ya-

şamasındaki gayreti, bazen savaş manzarası arzeder.

Bir taraftan İslâmî kültür çekilmiş... Öte yandan Batı Kül-

türü İslâm ülkelerini istila etmiş...

Helâllar prangaya vurulmuş...

Haramlara taarruz emri verilmiş...

İbadetlerin yerini keyfi hareketler almış...

Böylesine bir hayatta Müslüman ne kadar İslâmiyet'i yaşa-

yabilir? dinsizim diyen de, bu sözüne ne kadar sadıktır?

Ne kadar dinsiz (ateist) gördüm ki kötülüklerin çoğundan

kaçıyor.

Halbuki kötülüklerden kaçmayı emreden peygamberlerdir.

Hem kötülüklerden kaçıp, hem de dinsizim demek, insanın

kendini bile bilmemesidir.

 

Bu vatan, toprağın kara bağrında

Sıra dağlar gibi duranlarındır.

Bir tarih boyunca onun uğrunda

Kendini tarihe verenlerindir.

O. Ş. Gökyay

Bir ibret levhası

Altınordu Devleti Toktamış Han zamanında eh büyük dev-

resini yaşamış fakat 1395'de Timur'la yaptığı savaşta mağlup

olunca, devlet dağılmış, hanedana mensup hanlar arasında çı-

kan savaşlardan faydalanan Rus Prensliği kurtulup, devlet ha-

line gelmiş.

102

Evvela Altınordu Devleti de, Timur imparatorluğu da Müs-

lüman! Sonra, bunların hanı, hakanı olanlar da Müslüman...

BU Müslümanlar birbirini yemeye kalkınca, Allah, onların başı-

na Rus belasını gönderiyor ki "Mü'minler kardeştir" ayeti anla-

şılsın.

Bela bir anda geliyor amma asırlarca gitmiyor.

1925 yılında Rusya "Dinsizlik Propagandasına başlıyor,

dinle ilgili yaşlıları çeşitli şekillerde tesirsiz duruma getirirken,

işe çocuklardan başlayıp, onları dinden uzak yetiştiriyor. Bu

dinsizlik programı en fazla Müslümanlara uygulanıyor. Çünkü

bir zamanlar Altınordu Devleti'nin himayesinde olan Rusya bili-

yor ki, Müslüman, İslâmiyet'i öğrenirse üstün olur, bu üstünlük

fertten devlete kadar uzanır.

Çağdaşlık, medeniyet, insan hakları... Bunlar Müslüman-

lar^ uygulanmayan şeylerdir. Kendi aralarında medeni olanlar,

Müslüman'a karşı canavar kesilebilir, nitekim 1926'dan sonra

Rusya'da din aleyhtarlığı artırılmış, İslâmiyet'e hayat hakkı ta-

nımamıştır.

1925'den günümüze kadar Rusya'da kurulan din aleyhtarı

müesseseler şunlardır:

Din aleyhtan konuşmacılar için açılan özel okullar

Marksizm-Leninizm Üniversitesi'in Ateizm Bölümü

Halk Üniversiteleri

Temel Bilgiler Okulu

Tabiat, Toplum ve İnsan Hakları Okulu

Bilimsel Ateizm Üniversitesi

Ateizm Konseyi

Kültür Sarayı

Bunlara özel radyoları, bu babda çekilmiş filmleri, tiyatro-

ları ekliyebilirsiniz.

Dinsizlik propagandası için yetiştirilenler, çobanlara kadar

ulaşıp, dağda, kırda onlara dinsizliği aşılıyarak, bu yoldan köy-

103

ft-

lere girme imkanını bulmuşlardır.

- Bunların bütünü ne için yapılıyor?

Altmordu veya Osmanlı Devleti geri dönmesin diye!.

İslâmiyet'i bilmeyen Müslümanların İslâmiyet adına yap-

tıkları da kurtarıcı olmuyordu. Ümmet anlayışı kaybolunca fert-

ler ve gruplar da kayboluyordu. Böylece din düşmanları, Müslü-

manlar'ı piyon gibi kullanıyordu.

 

.   İslâmiyet'e karşı materyalizm inancı çıkarılmıştı.

Maddeye inananlar, Allah'a inananları yönetiyordu.

İnsanları başarıya götüren prensiplerin sayısı çok azdır.

Kim bunlara sahip çıkarsa başarılı olur, kim de bunlardan

uzaklaşırsa sürünür.

* *

Komünizm veya sosyalizm açıktan açığa İslâmiyet'e böyle

karşı çıkarken; kapitalizm perde arkasından aynı şeyi yapıyor-

du. Pragmatizm, pozitivizm, naturizm gibi felsefi cereyanları di-

nin yerine oturtup, Allah'ı ve peygamberi unutturmayı hedefle-

mişlerdi. Kapitalizm, İslâmiyet'e ve Müslüman'a hücum etmiyor-

du, fakat hemen bir levha yapıp, üzerine gerici, yobaz, politik gi-

bi kelimeler yazarak bunu hedef tahtası gibi dikerek, ateşe başlı-

yordu. Arkada İslâmiyet ve Müslüman ölüyor, yaralanıyordu.

Sonuç: Rusya'dakinin aynı idi. Ne var ki biri meydan muha-

rebesi yapıyor, diğeri perdeli çalışıyordu.

Komünizm yıkıldı amma sosyalistler din düşmanlığından

hâlâ vazgeçmediler.

Zavallı Müslümanlar!..

Kimi peygambere inanır;

Kimi saat köstek donanır;

Kimi kâtip olur, yazı yazar;

Kimi sokaklarda dilenir.

O. V. Kanık

Beş milyar insan

İnsanları düşündüm, çoğu kendini düşünüyor: Kediler, kuş-

lar gibi.

Tahsil, diploma, mevki, makam, hep daha iyi yaşamak için.

Sanat, servet de öyle...

Evleniyorsa kendi için, çocuklar yine öyle.

Bitkileri düşündüm, her bitki, her şeyiyle kendine hizmet

ediyor. Hiç biri: "Şu hayvana veya bu insana faydalı olayım" de-

mez. Eğer ondan faydalanan varsa bu, bitkinin iradesi dışında-

dır.

* *

Her hayvan kendine hizmet eder. Yavrusuna bakmakta bile

şahsi zevki vardır.

İnsanlar hayvanlardan faydalanır ama hiçbir hayvan bu iş-

te gönüllü değildir.

* * *

Kendisi için yaşayan dört buçuk milyor insan, dünyayı ya-

şanmaz hale getirmiş. Bunlar yaşamalarıyla değil, ölümüyle in-

sanlığa hizmet ederler. Bunun için (geçmişte) pek çok kavim he-

lak olmuş...

* * *

AIDS'lilerin ölümünü düşününüz... Çok uzağa gitmeyiniz

ölen yakınlarınıza bakınız, yaşasaydı ne yapacaktı?

104

105

Nice başı kopacak insanlar var ki, onlara baş sağlığına gidi.

lir. Yani ölenin ölmesi yetmiyor, yaşayan niçin yaşıyor?

Eskiden İstanbul gözde idi, sorarlardı:

-  Nerdesin?

-  İstanbul'da...

-  Oooo, desene yaşıyorsun... Bir başkası taşı gediğine yer-

leştirirdi:

- Tahtakurusu gibi.

* * *

Evet yaşıyor...

Bitkiler ve hayvanlar gibi yaşıyor.

Ölmediği için yaşamak zorunda kalan ne kadar insan var.

Zamanı öldürmeye çalışanların hayat hakkı yok amma, onu

da insandan saymışlar.

Bunun için her savaştan sonra insanlar biraz daha terakki

etmiş.

Tekamüle gelince ya binde bir veya milyonda bir.

* * *

Her hak-ı harimi hakka merhem mi sanırsın?

Her taç giyenleri çulsuz Ethem mi sanırsın?

Dehri araşan binde bir adem bulamazsın,

Adem görünen harlan adem mi sanırsın?

Hakk'a inananlar, hakkı haklıya vermek zorunda olduğuna

göre, hemen belirtelim ki: Hayvanlık bazı insanlar için merhale-

dir.

Bugün hangi insana "eşek" dense kızar, hem de böyle şeyler

ayıp!

İyi amma insanlık tarihi boyunca hangi eşeğin, hangi insa-

na zararı dokunmuştur?

Eşek kadar insana faydalı olan kaç insan gösterilir?

Tokadizade Sekip, bu gerçeği şöyle dile getirmiş:

Eşek bihis bakar yaksan cihanı,

Telaş etmez, düşünmez in-ü ânı,

Tutuştursan da hatta asumanı,

Şikayetsiz kalır mutlak lisanı:

Eşektir zevki aşkındır başından,

Ne anlar kâinatın göz yaşından?

Bu eşk âlud-u matem aşiyanlar,

Verirken kalbe suzişler, figanlar,

Olur ta arşa vasıl el emanlar,

Fakat merkep'kadar mesut olanlar:

Telehhüften, tezalümden cücadır,

Eşeklik lutf-u mahsus-u Hûda'dır

* * *

Kibar insanların huzurunda böyle şeyler anlatmak ayıptır.

Zaten haramı gösteren mikroskop yapılmadığı gibi, "günahlan

ölçmek" için de terazi icat edilmedi. Bu sebeple aynalar yalan

söyler, herkes kendini beğense de...

"Çeken bilmez" demişler "bilen çeker!"

Neyi bilip, neyi bilmediğini bilen, kaç kişi var?

"Hayaf'ı bilmeyen insan, hayatı yaşanmaz hale getirince,

her geçen gün "ölümü mumla arayanlar"ın sayısı arttı.

Yine de idamı yasaklıyorlar. Katiller de aynı şeyi yapsa ya...

106

107

Medeni insanlar, çağdaş insanlar, yangına körükle gidip,

savaşları hızlandırıyor.

İnsanlık tarihi boyunca hangi canavar bu kadar insan öl-

dürmüştür?

Demek canavarların yapmadığını yapana da "insan" diyo-

rit.

* * *

Beş milyar insan!

İnsanların sayısı arttıkça çevre kirlendi, hava kirlendi, eller

kirlendi, vicdan kirlendi.

İnsan elinin değdiği herşey bozuldu. Çünkü kötüler ekseri-

te.

yette.

Devlet denince hep vergi geldi aklıma

Jandarma deyince kırbaç...

En gümrah ırmaklarım boşuna akıp gitti

Üç beş adım ötesinde toprağım vardı kıraç.

Y.B. Bakiler

Gübreler ve ötesi

Gazetemizde çıkan "Sapıtan kavimler helak edildiler" isimli

dizide, Milattan sonra 79 yılında İtalya'nın Pompei semtinde,

Vezüv Yanardağı'mn lavlar saçmasıyla şehrin haritadan silindi-

ği anlatılırken bir kısım günahlar da sıralanıyor.

Üzerinde durmak istediğim husus şudur: O gün Pompei'de

işlenen günahların hepsi bugün dünyanın pekçok ülkesinde iş-

lenmektedir.

Türkiye her türlü günaha serbesti tanıyıp, günahlara öz-

gürlük verdiğinden, Türkiye'nin Pompei'den geri kalır yanı yok.

108

Bunun için Necip Fazıl:

"Geçenler geçti seni, uçtu papucun dama

Çatla Sodom, Gomore, patla Bizans ve Roma"

Diyerek bu gerçeğe parmak basmaktadır.

Zaten insanın haram işleme kabiliyeti olmasa idi, din ne-

den gelsin?

Yani insanın haram işlemesi "eşyanın tabiatı"ndandır.

İnsanın haramlardan kaçınması ise imanının gücü ve ilmi

nisbetindedir. Bu demektir ki Müslümanlar da günah işleyebi-

lir. Bu sebeple "tövbe" söz konusudur.

Peki:

- Pompei'de işlenen günahlar, surda, işlendiği halde, neden

oradaki insanlar helak edilmiyor?

Felaketler, günah işleyenlerden çok, sevap işleyenlerin du-

rumuna bakar.

Meselâ bir köyde yığınlarla gübre var. Gübrenin olması fe-

laket değildir, gübrelerin bağlarda, bahçelerde ve tarlalarda

kullanılmaması felakettir.

Seve seve haram işleyenler, insanlık âleminin gübresidir.

Haramların zararını görüp, helâllara yönelenler varsa...

Dine uyup, helâlla haramı ayıranlar varsa...

Gerek dil ile, gerekse hâl ile harama dalanları kurtarmak

isteyenler varsa... Artık o kavim helak edilmez. Tam tersine

gübreden faydalanan çiftçiler o beldeyi yemyeşil eder.

Ben günahkarların çokluğundan değil, dindarların becerik-

sizliğinden korkmuşumdur.

- Beceriksizlik ne demek?

Hani, şeker, un, yağ var fakat helva yapmasını bilmemek

katıksız ekmeğe talim etmek...

Ecnebiler kadar cesur olmamak...

Onlar kadar ilimde, teknikte ilerlememek.

Onlar kadar birbirini tutmamak...

Felâketlerin asıl sebebidir.

109

Bankalar kadar da doğru olmayan, Yahudiler kadar da bir-

birini tutmıyan, Almanlar kadar başarılı olmayan Müslüman-

lar, üçyüz senedir felaketlerimizin sebebidir. Vezüv'ün patlama-

sına gerek yok!..

Bir genç "Kıyamet Alâmetleri" isimli kitaptan bir iki sahife

okuyup:

- Ağabey bunların hepsi çıkmış, neden kıyamet kopmuyor?

diye sordu.

Dedim ki: Günah işleyenler var amma, sevap işleyenler de

var. Hatta öyle bir devirde yaşıyoruz ki haram işleyenlere mevki

ve makam dağıtılıyor... Haramlar alkışlanıyor... Haramzadeler

medeni, çağdaş sayılıyor...

Sevab işleyenler ise itilip, kakılıyor, horlanıyor.

Buna rağmen hâlâ sevap işleyenler varsa, bu demektir ki

samimi Müslümanlar da var. İşte onların yüzüsuyu hürmetine

kıyamet kopmuyor ve kopmayacak.

"İmanı kâmil var oldukça, kıyamet kopmayacaktır!"

Siz güldeki dikenden korkmayın, hiç bir zaman gül ağacını

kesip, ocağa atmazlar. Hatta gülün hatırı için, dikene ilişmezler.

Gevenleri ise keser, söker yakarlar.

Müslümanlar insanlık âleminin gülüdür, onlar oldukça, di-

kene bile rahmet yağacaktır.

Ne zaman ki çiçeksiz, meyvesiz dikenler kalırsa, o zaman

onlar ateşe verilecek.

Öyle ise dikenin yanmasının sebebi, gülün olmamasıdır.

Geceye sebep olan güneşin batmasıdır.

Bahçıvan yoksa gübreyi tezek yapar ve yakarlar.

Bahçıvan varsa, her taraf gül, gülistan olur, yılanlar

korkutmasın!.

 

sem

110

Gel kardeşim, engelleri birden aşalım, gel,

Seller gibi dâvada beraber tasalım gel,

Bayraktaki rüzgar gibi destanlaşalım gel,

Allah'a giden yolda beraber koşalım gel,

Bin derdini islâm ilinin paylaşalım gel!...

A.U. Kurucu

Herşey hareket halinde...

İnsan çok konuşan, çok hareket eden bir mahlûk. İnsandan

başka her varlığın hareketi sınırlı olduğu halde, insanın hare-

ket ve kabiliyetine sınır konmamış. Amma insan başı boş da bı-

rakılmamış, ona İslâmiyet gönderilmiş.

İyiliklerin bütünü İslâmiyet'tedir, İslâmiyet'in dışında iyilik

olamaz. Eğer Müslüman olmayan kimsede, iyilik namına bir şey

görürseniz, biliniz ki, o da İslâm'ın mâlıdır.

Meyveler nasıl kemale erer, olgunlaşırsa, İslâm'ı yaşayan

mü'min de kâmildir. Böyle bir mü'minin en büyük düşmanı,

şahsi günahlarıdır.

Bir tek ahlâk vardır, o da haramlardan kaçmak, helâlleri,

yapmaya çalışmaktır. Haramlardan kaçmayanın (İslâmî mânâ-

da) ahlâkı yoktur.

Ahlâk'ın mânâsı insanlara, milletlere ve ülkelere göre de-

ğişse de, insanı yaratan kim ise, insana en güzel hayat tarzını

öğreten de O'dur. Öyleyse, en güzel yaşama biçimine ahlâk diyo-

ruz. İslâmiyet bir hayat tarzıdır. Bu sırrı yakalayamayan

mü'min, İslâmiyet'i kitaplara bırakmış demektir.

En büyük bela, Müslüman'ın İslâmiyet'i yaşamamasıdır.

Zaten cehalet de hakla bâtılı karıştırmaktır, bilgisizlik değil.

Eğer gerçekten cesur bir kimse iseniz, İslâmî yaşamaya

gayret ediniz. Zira İslâmiyet'i yaşamayanlar esaretin en kötüsü-

ne düştüler ki, o da, kötü alışkanlıklardır. Kahveler, meyhane-

ler, yalancılık, dolandırıcılık, insanların ayağında pranga gibi-

dir, pranga mahkûmları camiye gelemez!..

Haramlar ne kadar pranga ise, helâller o kadar özgürlüktür.

111

Nefsinizden fazla şikayet etmeyiniz. Zira harama meyleden

nefsinizi helâle döndürüp, aynı nefisle velayet makamına çıka-

bilirsiniz. Herşeyin iki yönü vardır: Ateşle evi de yakar, yemek

de pişirebilirsiniz.

Sabır, sıhhatinizin ve huzurunuzun bekçisidir. Ağzınızda

manevi bir süzgeç bulunsun, kötü ve kaba kelimeleri dışarı bı-

rakmasın...

Günahlardan kaçmakta ve sevap işlemekte inat ediniz.

Böylece inadın sırtına binip, cennete gidiniz.

Nasıl ki her gemide pusula varsa... Nasıl ki gemiler gide-

cekleri yeri pusulayla tayin ediyorsa...

İnsan, zaman okyanusunda giden bir gemidir. Bid'at ve da-

lalet kayalıklarına çarpmadan ebedi saadete ulaşmak istiyorsa

İslâm pusulasını kullanmalıdır.

Çünkü herşey hareket halinde fakat herşey bir nizam için-

dedir. Acaba insan başıboş mu bırakılmış? İnsanın nizamı ne-

dir?

Öyle ise "Allah'a sığınıyorum" diyen mü'min, Sünnet-i se-

niyye kalesine girip, kurtulmalı. Allah'tan yardım isteyen, İslâ-

miyet'i yaşamalı.

Zira İslâmiyet'i yaşamak, devamlı şükürdür. "Elhamdülil-

lah" diyen mü'min, İslâm'ı yaşamıyorsa, harama da şükredilmez

ki...

İslâm'ı kolay yaşayabilmek için, İslâm'ı yaşayanlarla bera-

ber olmalı. Zira İslâmiyet cemaat dinidir.

Camiler cemaati, cemaat da imamı davet eder. Yeryüzü de

bir camidir, bu camiye de imam gerektir, yeter ki "Cemaat-i

kübra" denilen o ümmet bulunsun.

Neden bir avuç Sahabe süper güç olurken, bir buçuk milyar

Müslüman sürünüyor?

Bu sorunun cevabını araştırdığımızda, bu yazının mahiyeti

daha iyi anlaşılır.

Deli gibi âşık olsa da güle

Kim acır çöllerde öten bülbüle

Bir gün alev alev yanıp da küle

Dönmek istiyorum, dönemiyorum

N. Genç

İnsan menfeatinin ve zevkinin peşinde koşar.

Din burada meydana çıkar, helâlla haramı gösterir.

Helâl-haram şuuruna eren sadece insandır, başkası değil.

Bu şuurdan mahrum olanlar fizyolojik yönden insan sayıla-

bilir.

Bunlara insan dememek, ilk nazarda kötü görünüyor. Fa-

kat ilimle, ahlâkla, hakla, hukukla alâkası olmayana ha insan,

ha kedi denmiş, ne fark eder.

Çünkü hayvanlar ilimle, ahlâkla, hakla, hukukla alâkadar

olamaz.

İnsanın şekil bakımından herhangi bir hayvana benzemesi

mümkün değildir fakat huy ve davranış yönünden pekala ben-

zeyebilir.

Evlenirken nikâhı düşünmeyen insanın kediden ne farkı

i var?

Katır gibi çifte atan, köpek gibi havlayan, aslan gibi parça-

layan, domuz gibi pis kokan kimseler, maddeten değilse de ma-

nen bir şeylere benzetemektedir.

Maddeten ve manen insan olmanın yolu,ilimden,ahlâktan

ve hukuktan geçmektedir.

Öyle ise kendini sevmiyen insan, ilimden, ahlâktan uzakla-

şandır.

Bunlardan uzaklaşan neye yaklaşıyor, düşünsün...

Agop'un kazı gibi düşünenler de kendini sevmiyor.

Hele hele:

içkiyle aklını karartanlar...

Kumarla iflas edenler...

112

113

Kahvelerde zamanı öldürenler...

Dedi-koduyla düşmanlık tohumu ekenler...

Boş laflarla çürüyenler...

Kendilerim hiç mi, hiç sevmiyor. Hatta bu insanların kendi

kendine düşmanlığı kadar başkasının onlara düşman olması

mümkün değildir.

Hapishane hayatı insana uygun değil amma, hapistekilerin

de pek çoğu insanlığını yitirmiş...

Özellikle katiller "Düşmanım var" diyor, bunlar, hiçbir za-

man kendi kendilerine düşman olduğunu bilemiyecek, anlaya-

mayacak. Çünkü:

"Cehalet kötülüklerin anasıdır."

Çeşitli sebeplerle köy köy, şehir şehir dolaşıyorum, her yer-

de boş, aylak, gençler görüyorum:

- Bunlar kendilerine düşman!

Diye haykırıyorum.

Boş zamanlarında lisan veya sanat öğrenmeyen...

Gençliğini boşa harcıyan insanlar yaşlandığında işsizliğin,

fakirliğin çukuruna düşecek.

Şimdi siz söyleyin, bu ayaklar kendine dost mu?

Şarkılar, türküler, oyunlar...

Filmler, solistler, videolar...

Ekran veya perde karşısında ömrünü tüketenler...

Hoparlörle beyni yıkananlar...

Bunlar kendine dost olabilir mi?"

Şu anda R.Arden'nin yazıp, İbrahim Berkalp'in 1943'te ter-

cüme ettiği "Kendini Sevindiremeyen Adam" isimli kitap önüm-

de duruyor.

1943 nere, bugün nere? Aradan elli sene geçmiş. Elli sene

evvelki gayretim bugün bu makaleyi ortaya koydu.

Evet kendini sevdirmeyen, hatta kendinden nefret ettiren

insan çok.

Fakat kendini sevmiyen insanlar da var. Zevkinin, menfa-

atinin ateşine yananlar, hem kendini sevmez, hem de sevdirmez.

Pekçok yaşlının zor duruma düşmesinin sebebi budur.

Biraz evvel sözünü ettiğim kitabın fiyatı "yüz kuruş"muş,

yani bir lira.

Aynı kitabın bugünkü değeri yirmi bin... (1993)

İnsanımız değer kaybettikçe paramız altından pula döndü,

gavur parası kıymetlendi bizimki düştükçe düştü. Çünkü:

Zamanın kıymetinim bilmeyen insan ve ona bağlı olan her-

şey kıymetini kaybeder.

Böyleyken ne mürteci, ne mason, solcu olduk;

Hak yolunda yeniden seferber, yolcu of dük!..

Kafilemiz perişan, hakir imiş, ne çıkar?

Hanemiz viran, harap, fakir imiş, ne çıkar?

Asil milletimizin sevgisi yeter bize,

"O"nun dertlerini dert edindik kendimize!...

Aşık Fedai

Kuvvetler dengesi

Herşeyi yaratan Allah olduğundan, herşeyi birbiri ile irti-

batlamış, bunlarla ilgili çok az sayıda kanun koymuştur. Mesela

bir ağaçla ilgili kanun, bir devlet için de geçerlidir.

Ağacın (dış dünyasındaki) güneşle, havayla, toprakla, suyla

sıkı bir ilişkisi olduğu kadar, kendi alemindeki kökten, meyvaya

kadar her unsuriyle de irtibatı vardır.

Bunun için devleti, devletler arasında ele almalı, onların

Türkiye'ye tesirini bilmeli. Bu devletlerin çoğu güneş olsa, ülke-

mize doğmaz; bulut olsa damla su bırakmaz; hava almamızı hiç

istemez; bırakın toprak olmayı, toprağımıza göz diker. Burada

kuvvet, oyunu bozar.

Devletin kendi iç alemine gelince, burada en önemli rol oy-

nayan ilim ve tekniktir.

114

l

İlim ve tekniğin düşmanı da kahveler, meyhaneler ve bar-

lardır. Bunun için, ilimde ve teknikte ilerlemek isteyen devlet

(veya millet) mutlaka ahlâk anlayışım tayin etmelidir. Böylece

bünyesi güçlenir.

Milletin kökü mazidir. Yaprağın kökten su istemesi gericilik

olmadığı gibi, aynı yaprağın güneş ışınlarıyla gıdalanması

(özümleme yapması) da ilericilik değildir.

Kirazın da gövdesi var, kavağın da... Biri meyva verir, öbü-

rü püskül.                               «

Kirazın kuruması, istenmez, kavak ise kesilir kereste olur.

Bir milletin meyvası ilim, teknik ve ahlâktır. Bunlara sahip

olanın hayat hakkı varken, olmayan parçalanır.

Her ağacın yaprağı vardır amma meşeninki ile asmanınki

aynı değildir.

Akasya da çiçek açar, elma da. Biri meyvaya dönüşür, öbü-

rü dökülüp gider, geriye dikenleri kalır.

Meyva, çağala devresinden başlar, kemale erer ve çekirde-

ğinde ebediyeti yakalar.

Nasıl ki kökleri çürüyen ağaç ayakta duramazsa, mazisini

(geçmişini) inkâr eden milletler ve devletler de sallanır.

Müslüman Türkiye'nin şanlı geçmişi ile irtibatını kesmesi,

İslâmiyet'le irtibat kuramaması yeşil yaprakların kızarmasına

sebep olmaktadır.

Tarlaya ekin ekilmezse, dikenler kendiliğinden biter. Diken

ekilmez!..

Sosyalizm, komünizm ve kapitalizm gibi ideolojilerin kendi

kendine tükendiğini veya tükeneceğim sanmak büyük gaflettir.

Tarlasını sürmeyenin, ekin ekmeyenin, dikenlerden şikayete

hakkı yoktur.

Kaldı ki fuhuş, içki, tembellik ve beceriksizlik gibi ahlâksız-

lıklar, ideolojilerden daha tehlikelidir.

Devrimlerin yetmişinci yılında kültürden, ekonomiden, poli-

tikaya kadar büyük sarsıntıların his edildiği bir zamanda "dev-

rim" kelimesiyle devirmenin eş anlama geldiği zannedilebüir.

116

 

Köklerin kesilmesi devrim ise, ağacın devrilmesi gerekmek-

tedir.

"Hayatta en hakiki mürşid ilimdir" denmiş.

Halbuki:

Harf harf ilim yağdı üzerimizden

Kimimiz gül olduk, kimimiz diken!..

Dekart'm akla verdiği önem de kumar masasında tükendi,

çünkü kumarbazların bütünü akıllı.

Hele hele "meyva" adına öyle çağalar türedi ki hamlığın acı

burukluğu, kemalatı mumla arattı.

Evet, ağaçtaki nizama dikkat edilirse, millet de, devlet de

nizamını bulmuş olur. çünkü Nazım-ı mutlak tektir. Kâinata ni-

zam veren kim ise, İslâmiyet'i gönderen de O'dur.

Müslüman'ın İslâmiyet'le ilgisi kesildiği müddetçe ağaç sal-

lanır, yapraklar sararır, meyvalar olgunlaşamaz!.. Tıpkı kökleri

kurumuş ağaç gibi...

Gövde çürürse onu kim ayakta tutabilir?

Meyve tırtılları, ağaç kurtları

Giriyor kabuktan öze bu gece.

Boşalan şehirler gibi terkettik

Yaz bahçelerini güze bu gece.

A.O. Hacıtahiroğlu

Türkiye'de ziraat

Küçük arazilerde yapılan ziraat, çalışanları geçindirme-

diği için göç başlıyor. Gençler şehirlere göçerken yaşlılar köy-

lerde bekliyor. •

Neyi beklediklerini kendileri de bilmeden zamanı öldü-

rüyorlar.

Zaman ölürken ortada dipdiri meyyitler kalıyor.

117

Verimli araziler verimsiz oluyor. Bağlarda, bahçelerde

ağaçlar kururken, maddi.ve manevi yeşile hasret!

Ziraat fakülteleri, ziraat teknik okulları tüketici yetiştir-

diği için, ne toprağın, ne de sermayenin karşılığı alınıyor.

Meralarda yağmur sularıyla büyüyen otlar, hayvanlara

yetmiyor.

Nehirlerden, yeraltı sularından faydalanmakta o kadar

geriyiz ki, temmuzun yarısında her taraf bozkıra dönüyor.

Her geçen gün hayvan besliyenlerin sayısı azalırken, Do-

ğu Anadolu'da deri fabrikaları kurulamıyor.Büyüyen şehir-

ler, ovaların kanına girerken, dağlarda ormanlar bitiyor, ma-

den ocakları açılacağına kapanıyor.

Öyle bir devletiz ki, halen nehirler denizlere dökülüyor,

halen dağlar açılmamış, sanayi kurulmamış.

Japonya'da "tepsi serası" geliştirilirken, Hollanda "toprak-

sız ziraafle bol bol sebze yetiştirirken, Ziraat Bakanlığı'nın ve

ziraat fakültelerinin "topraksız ziraaf'ten haberi yok.

Hollanda "topraksız ziraaf'le bir domates fidesinden yir-

mi altı kilo domates alırken, bizde sadece altı kilo domates

alınıyor, onun da bir kısmı tarlada kalıyor.

Kanada'da bire altmış buğday alınırken, bizde bire yirmi

alınmakta.

Türkiye teknolojide ve ziraatte geri kalınca, turizme bel

bağlamakta, bir kısım turistler de ahlâkta Haçlı Seferleri

açarak, İslâmiyet adına kalan son kırıntıları da yok etmek

istemektedir.

Türkiye coğrafi bakımdan dünyanın en güzel ülkelerin-

den biri. Her türlü meyva ve sebze yetişmekte... Üç tarafı de-

nizlerle çevrili.. Her türlü hayvan yetiştirilebilir.

Fakat yeteri kadar üretim yapamadığımız gibi, iç ve dış

pazarlardan da faydalanamıyoruz, organize çok bozuk.

Bu cennet vatanda ziraat mühendisleri boş kalıp, iş

ararsa, öğretim ve eğitimin ne kadar yanlış olduğu kolayca

anlaşılır. Yani ziraat mühendisleri dahi tüketici olarak yetiş-

tiriliyor, üretici değil.

118

Neler yapılabilir?

1- Kavaklık, cevizlik gibi ağaç çiftlikleri kurulmalı, bu

çiftliklere uygun hayvanlar yetiştirmeli.

2- Senede üç defa biçilen yonca gbi otlar yetiştirilip, hay-

vancılık geliştirilmeli.

3- Madenciliğe önem verilip, dağlar açılmalı.

4- Doğu Anadolu'ya küçük küçük barajlar yapıp, ucuz

elektrik üretilmeli sanayi teşvik edilmeli.

5- Rize, Artvin, Erzurum, Bingöl, Batman, Mardin hat-

tında petrol aranmalı.

6- Gölet balıkçılığına hız verilirken, göllerde de balık ye-

tiştirilmeli.

7- Seracılık yaygın duruma getirilmeli.

8- Topraksız ziraate geçilebilmeli.

9- bunların olabilmesi için Milli Eğitim tüketici yetiştir-

mekten vaz geçip, üretici yetiştirmeli.

Türkiye, üç yüz milyon insanı çok rahatlıkla besleyebilir-

ken, işsizden söz ediliyor.

Bir yanda işe yaramayan insanlar işsiz kalırken, öte

yanda iş üretemeyen büyükler mevcut!

Ne yazık ki bu cennet gibi vatanı cehenneme çevirmek

isteyenler var. (1992)

119

"Bu paradır, boru değil,

Gün kazanılır, gün biter.

Peynir gemisi bununla yürür,

Düdük, bununla öter.

Bu paradır, kokla bunu,

Her şeyin başı budur.

Seni katil etti,

Beni memur.

Para ve sermaye

Her para sermaye değildir. Sermaye olmayan para ihtiyaç-

ları teminde kullanılır veya başkasına sermaye olur.

Sermayenin Avrupa'da karşılığı "Kapital"dir. Bankalar ka-

pitali temin ederken, kapitalizm doğmuştur.

Kapitalizm ise ekonomik bir akım (sistem) olmaktan çık-

mış, politik bir nahiyet de almıştır. Yani kapitalizmin olduğu

yerde meyhane, bar, diskotek ve benzeri şeyler bulunur.

Max Waber'e göre: "Kapitalizm Protestan ahlakıyla doğmuş

ve Protestan ahlakıyla yürüyecektir."

Türkiye kapitalizmi aldı, Protestan ahlâkını almadı, İslâm

ahlâkından da ayrılınca ekonomimiz ahlâksız kaldı. Bunun için

bankalar kendi prensiplerinde doğru, İslâm'ı iyi anlayamayan

Müslümanlar da eğri olabiliyor. Bankalar kimsenin parasını ye-

mezken İslâmiyet'i anlayamayan Müslümanlar emanete riayet

etmeyip, borçlannı ödemiyorlar. 1992 kenesinde yedi trilyon li-

ralık çek ve senet ödenmedi. Türkiye'de Müslümanlar, birbiri-

nin parasını yerken, Almanya'da bir tek çek ve senet geri dön-

medi. Onlar, oyunu kaidesine göre oynarken, biz hem kapitalis-

tiz, hem de kapitalist ülkeler gibi ilimde, teknikte ilerlememişiz,

hem de ticaretin kurallarına dikkat etmiyoruz. Böylece faiz mü-

essesesi olan bankalara muhtaç olmuşuz.

Hıristiyan dünyası, parayı SERMAYE yapabildiği için kal-

kınırken, Müslümanlar bunu başaramamıştır.

Müslümanlar da döviz, altın bol. Sermaye yok.

Bir kısım Müslümanlar ise, küçük küçük işyerleri açarak,

küçük sermayeleri ile iş yapmakta...

Halbuki Allah büyük, Kur"an büyük, Peygamber büyük ve

120

İslâm büyük!   

Bu büyüklüklere küçüklükler yakışmazken, küçük işlerin

bütünü Müslümanlara ait.

Müslümanlar KÜÇÜKLÜK'ü seçtiklerinden, gelen kafasına

vuruyor, giden itip, kakıyor... Çünkü bankaların dışında Müslü-

manlar büyük sermaye bulamadı. Bankaların hakim olduğu pi-

yasa ise kapitalisttir. Yani hem Müslümanız, hem kapitalist. İs-

lâm iktisadi ise gündemde yok.

Hatta "İslâm Devletf'nden sık sık söz eden Müslümanlar'ın

bile İslâm iktisadını (muamelât'ı) bilmedikleri acı bir gerçektir.

"Finans kurumları"na banka ismi verilmedi. Finans da,

banka da Latin kaynaklı kelimeler....

- Neden "fınans kurumu" dendi de, "faizsiz banka" denmedi.

Bankalar faiz oranını diledikleri gibi aşağı çekemezken, fa-

izsiz banka nasıl kurulur?

Finans kurumları faizle fiili mücadele etmektedir.

Faizsiz banka kurulduğu gün, kapitalizm gitti demektir. Bu

da rejim değişikliği anlamına gelir ki, süper güçler kapitalist

değil mi? Yani dünyanın hakimiyeti kapitalistlerin elinde bu-

lunmuyor mu? Nasıl olur da kapitalistler: "Buyurun İslâm niza-

mını kurun" der.

Zaten islâmiyeti yaşamak için, başkasından izin alan Müs-

lüman, davayı baştan kaybetmiştir. İslâm'ı yaşamak için kimse-

den izin alınmaz, Allah emreder, Müslüman yapar. Bunu yapar-

ken de İslâmiyet'i en güzel şekilde yaşamış olan Peygamber

Efendimiz'in sünnetine itiba eder ve kurtulur.

Bankalann birer anonim şirket olduğunu düşünürsek, kâr

ve zarara(istinat eden her anonim şirket bankaların rakibidir.

İş bilmiyen, işe yaramayan Müslümanlar şirket kurup, or-

tak toplayınca hepsi battı.

İşinden kâr eden Müslümanlar da ortak almayınca, banka-

ların hakimiyeti devam etmektedir.

Dört prensip tatbik edilse dünyanın en büyük şirketleri ku-

rulabilir:

1- Bir Müslüman, bir işi çok iyi bilecek

2- Bildiği bu işten kâr edecek.

121

3- Kâr ettü işe ortak olacak.

4- Kâr dağıtacak,

Böylece dünyanın en büyük şirketi kurulmuş olacaktır.

Bu şirketler bankalarla, dolayısı ile krapitalizmle mücadele

edebilir.

Şirket çalışmalarında' başarılı olmayan Müslümanlar, İslâm

devleti de kursalar yine kapitalizme muhtaç olur.

Dikkat edilirse "İslâm devleti" olduğunu iddia eden ülkeler

de süper güç olamadığı gibi, süper güçlere de muhtaçlar. Çünkü

bunlar parayı SERMAYE yapamadılar. Parayı sermaye yapan

ülkeler süper güç oluyor.

Parasını sermaye yapamayan Müslümanların çocukları,

her zaman sermaye sahiplerine muhtaçtır. Bu sebeple dövizle,

altınla çocukların geleceğini emniyete almak mümkün değildir.

"Para ve sermaye!" Bu tabir çok önemlidir. Her para ser-

maye değildir, sermaye ise her zaman paraya hakimdir, bu se-

beple paralı kimseler de paralanır!..

Ne haklı iş tuttuk, ne doğru sanat,

Ayağa baş dedik, kuyruğa kanat.

Komaz yakamızı sol meşhur inat;

Ağızda gem, arkamızda palan var!

M. S. Erdoğan

Enflasyon ve Müslüman

İstanbul'da taksi plakaları ikiyüz milyona satılıyor. Halbuki

bunlar bir teneke üzerine yazılmış bir kaç rakam ve harften iba-

rettir.

Taksi plakalarını kıymetlendiren, onların belli sayıda olma-

sıdır. Eğer yeni yeni plakalar bastırılıp piyasaya sürülse, tanesi

on paraya düşer.

Para da öyledir.

122

Devlet para basar piyasaya sürerse, kıymeti düşer, yani

alım gücü azalır.

Devlet para basmasa, o zaman para kıymetlenecektir.

-  Peki devlet niçin para basıyor?

Bütçe açığı olduğundan. Yani devletin gideri fazla, geliri az.

Devletin en büyük geliri ihracattır (turizm buna dahil).

İhracatımız iki yönden yetersiz: Birincisi ithalatımız, ihra-

catımızdan fazla olunca "dış ticaret açığı" ortaya çıkıyor.

İkincisi: Mal satıp, teknoloji alıyoruz.

Bütçe açığının diğer sebebi vergi sistemi...

"Kamu İktisadî Kuruluşları" denen KiT'ler de de hatır, gö-

nül için adam alınan "iltimas firmaları" olduğundan, zararı kâ-

rından büyük.

Halkın yeteri kadar yatırım yapamaması, üretim yetersizli-

ği, kalitesiz mal üretimi bunlara eklenince, para pul oluyor, bu-

na da "enflasyon" denir.

Denecek ki:

-  Cuma gününde dindar bir gazetede dindar bir yazarın

enflasyonla ne işi var?

Evet, İslâm'ın temel kitaplarında "İslâm iktisadı" diye bir

tabir yok, muamelat var. İktisadi hayat insanı bütünüyle kuşa-

tır. İslâmiyet de insana hitap ettiğine göre, İslâmiyet'i iktisat-

tan ayırmak yanlıştır. Aç insanın Kur"an okuyamayacağı da

açıktır.

Dünyayı terk ettiğini kabul ettiğimiz bir 'zahid' uzlete çekil-

se, sırtındaki cübbe, elindeki ekmek iktisadidir.

Zaten İslâmiyet, insanların arasındaki ilişkileri düzenler.

İhtilafların, kavgaların sebebi üçtür: Para, makam ve kadın!

Bunlar İslâm'a uygun şekilde yerli yerine oturtulsa, hem

kavga biter, hem de Müslümanca hayat başlar.

İnsan zevklerinin ve menfaatinin esiri iken, İslâmiyet ona

"helâl daire'de özgürlük getirmiştir.

Görülüyor ki (helâl veya haram), zevklerin dahi islâmiyet'le

sıkı sıkıya ilişkisi var.

Besmelenin yüzler mânâsından (veya tatbikatından) biri

123

şudur ki: Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

Helâl işe başlarken Besmele çekilir. Haram, bozuk, sahte iş-

lere başlarken besmele çekilmez.

Demek Müslümanlar Besmeleyi anlasaydı ekonomimiz (ik-

tisadî hayatımız) düzelirdi.

İslâmiyet mükemmel bir dindir. Bu dinin mensupları da

mükemmeldir. Dolayısı ile onların iktisadî hayatı da mükemmel

olur.

Eğer iktisadî hayatımız mükemmel değilse, İslâmiyet'le

Müslümanların arasına birsürü mamalar konmuş demektir.

İslâmiyet'i bilmeyen, yaşamayan Müslümanların mükem-

meliyeti nasıl olur?

Mükemmel olmayan Müslümanın hangi işinde, hangi ha-

linde kemâlat aranır.

Paradan evvel Müslüman enflasyona uğradı. Müslümanın

kıymeti azalınca, paranın kıymeti de düştü.

Parayı altın etmek mümkün amma, "24 ayar Müslüman'la-

rın sayısı artsa...

TSE damgalı mallar üretiyoruz amma, TSE damgalı insan

yetiştiriyor muyuz?

İnsanlar, insana kurt (düşman) olursa, bunun dinle, imanla

ne alakası var? (1990).

Sallanan bir ağacın olgun meyvesi düşer,

Plansız iş yapanın, encam hevesi düşer,

islâm ile şuuru işlenmezse bir gencin

Nihayet kafasına cehlin güvesi düşer.

B. Coşkun

Anonim şirketleri başarıya

götüren prensipler

1. Yönetim kurulu başkanı, personel arasında geçimsizlik

çıkarsa ve kâr düşerse müdahale etmeli.

124

2. Her şahıs kendi işini çok iyi bilmeli ve yaptığı işi mükem-

mel yapmalı.

3. Hedef meşru kârdır.

4.  Firmanın iç tüzüğü olmalı, yoksa herkes günlük, hafta-

lık, aylık ve üç aylık işlerini plajılamalıdır.

5.  Anonim şirketlerde iki şeye büyük ihtiyaç vardır: Biri

mal sahibi gibi çalışanlar, ikincisi: Teftiş heyeti.

6.  Mal sahibi gibi çalışanlar sadece şirketin menfaatini gö-

zeten kimselerdir. Bunlar mala sahip çıkar, geliri artırır, yeni iş

sahaları bulur.

7. Arkadaşları arasında geçimli olmayanın, teftişi kabul et-

meyenin evvela işi değiştirilir, sonra işten çıkarılır.

8.  En geç üç ayda bir delilli bilanço çıkarılmalıdır. Bilgisa-

yarlara itimat etmeyip, fiili sayıma da gidilebilir.

9.  Firmada itimat ve itimatsızlık söz konusu değildir, her-

kes teftişe tabidir, herkes usulüne göre, kanunlar çerçevesinde

çalışmalıdır.

10. Her yönetici, mahkemede ifade verecek ve beraat edecek

şekilde çalışmalarını düzenlemeli, evraklarını buna göre hazır-

lamalıdır.

11.  Herkes, her mesele için yönetim kurulu başkanına gide-

bilmeli, buna müdürler mani olmamalıdır.

12.  Şirketlerde ispiyonculuk sözkonusu olamaz, herkes her

aksaklığı müdüründen, yönetim kurulu başkanına kadar bildir-

meye mecburdur.

13. Hapse girmemek için Türk Ticaret Kanunu'na, cehenne-

me girmemek için de İslâmiyet'e dikkat etmelidir.

14.  Avrupalılar en kötü adamı en iyi şekilde çalıştırırken,

bizimkilerin en iyi adamı en kötü şekilde çalıştırmalarının sebe-

bi/yönetim bilgi ve kabiliyetinin noksanlığmdandır. Dolayısıyla

bir şirkette ne kadar az problem çıkarsa, şirket müdürü o kadar

başarılıdır.

15.  Her yönetici, personelin hatasını bulmak için değil, per-

sonele yardımcı olmak için tedbirler almalı, teftişler yapmalıdır.

125

16.  İstişare bağlayıcı değildir fakat azami ölçüde istişare

yapılmalıdır.

17.  Her hatadan evvela müdürler ve daha üstteki kimseler

mesuldür.

18. Personel ücretlerini kısarak gelir artırımına gitmek, ka-

zancın iyi olmadığım gösterir, tedbir alınmalıdır.

19.  Toplantılardaki sohbetin konusu daima geliri artırma

yönünde olmalıdır.

20.  Her şahsa dosya tutulmalı, her türlü durum bu dosyaya

işlenmelidir. Terfi ve maaş artınım bu dosyaya göre yapılmalıdır.

21. İşe alınan her şahıs deneme süresine tabi tutulmalı, her

iş teklifine açık olmalıdır.

* Bu prensipleri tatbik eden firmaların başarılı olduğu, tatbik

etmeyenlerin zor durumlara düştüğü görülmüştür. Şurası hiç

bir zaman unutulmamalı ki: İnsanın insana üstünlüğü yoktur,

insanları başarıya götüren prensiplerdir.

Kurulduğu günden beri böyledir

Biri gülmüş, biri bakmış bir dünya

Değişmemiş yine aynen öyledir.

Biri yanmış, biri yakmış bir dünya.

H.C. Alpay

Savaş zarureti

Bu acı gerçeği anlatabilmek için "israf ekonomisi"nden söze

başlayayım.

El işlerinden "makina imalatı"na geçip, atölyeler, fabrikalar

kurulunca, "tüketim" hız verildi. Tüketim olmazsa, fabrikalar

çalışmaz, fabrikalar çalışmazsa binlerce, hatta milyonlarca işçi,

işsiz kalır, bu da bir başka felakettir.

İç tüketim kadar ihracat (dış tüketim) da önemlidir. Bu se-

beple gelişmiş ülkeler iç tüketimde israf ekonomisini uygular-

126

, dış tüketimde de PAZARLAR aradılar ve buldular.

PAZAR ÜLKELER'in belli başlı vasfı ilimde ve teknikte ge-

ri olmaları veya geri bırakılmalarıdır.

Geri kalmış ülkeler hammadde ve mal satar, "teknoloji"

alırlar. Mesela Türkiye üzüm, findik, tencere, tekstil satar bilgi-

sayar alır.

Sattığımız şeylerin hepsi maldır, hepsi paradır.

1991 hesaplarına göre:

Otuz milyonluk bilgisayarın ise sadece bir milyonluk kısmı

mal, yirmi dokuz milyonluk kısmı teknolojidir.

Yani Japonya bir milyonluk malzemeyi teknolojik üstünlü-

ğüyle otuz milyona satarken, biz de bu otuz ton fındığı otuz mil-

yona satıyoruz.

Teknoloji satan ülkeler kalkınmış, mal satan ülke geri kal-

mıştır.

İslâm ülkelerinin hepsi PAZAR'dır, hepsi ilimde, teknolojide

geridir.

Denecek ki Milli Eğitim, Avrupa bilimlerinin tamamını öğ-

retiyor, neden ilimde ve teknikte geri olalım?

İki sebepten geriyiz: Birincisi Milli Eğitim üretici değil, tü-

ketici yetiştiriyor, diplomaları ekmek karnesi gibi dağıtıyor.

Devlet okuttuğu her gence iş bulmak zorunda kalıyor. Bunun en

acı örneği Ziraat Fakültesi mezunlarında görülüyor. Bugün bin

beşyüz ziraat mühendisi boştur, iş arıyor. Çünkü bunlar iki ko-

van arı veya dört tane inek besleyemez, bir ağaç dikip verim

alamaz.

İkincisi: Bizde medeni olmak için ilimde, teknikte ilerlemek

yeterli değil, mutlaka içki içmeli, Milli Piyango'ya karşı çıkma-

malı ve kız arkadaş edinmelidir. Bunları yapmazsa hele bir de

memur veya işçi ise mimlenir, soluğu dışarda alır.

Avrupa'da durum tersinedir. Bunun için onlar ilerler, biz ge-

ri kalırız.

İleri ülkeler (süper güçler) ağır sanayi kurmuştur, milyon-

larca işçi çalışır. Ağır sanayi denince akla ilk gelen "Harp sana-

yisidir.

127

Harp sanayisi ancak savaşla ayakta durabilir.

Bu savaş da iki türlü olur. Ya süper güçler diğerlerini birbi-

rine düşürür, İran-Irak Savaşı gibi. Veya süper güçlerden biri

ufaklıklardan birine yüklenir: Rus-Afganistan, Amerika-Irak

savaşları gibi.

Müslümanları kırk altı ülkeye bölmüşler, tıpkı ekmeği par-

çalayıp lokma yapmak gibi.

Süper güçler savaşmaz veya savaş çıkarmazsa ağır sanayi

çalışmaz, işçiler işsiz kalır, bu da hükümeti, devleti sallar.

Hiçbir süper güç İslâm'a hizmet etmez. Müslümanların da

kendine hayrı yoksa, hayırsız günler peşpeşe eklenir.

Eğer "Savaş olmasın" diyorsak "Denge unsuru" olmalıyız.

Müslümanlar da süper güç olursa, o zaman savaş durur.

Yoksa zayıfın varlığı, her zaman güçlüyü mütecaviz edecektir.

Demek ki, savaş, bir haklı sebebe binaen yapılmıyor. Ağır

sanayinin çalışması, işçilerin boş kalmaması, depoların boşal-

ması, ihracatın artması için savaş oluyor ve olacak da. Müslü-

manlar da tepelerine düşecek bombaların parasını, aldıkları it-

hal mallarının bedeliyle öderken, ihracat yapamamak da "Pazar

olma"ya rıza göstermektir.

Artık "ekonomik köleler" vardır, bunların da hayat hakkı,

efendilerinin iznine bağlıdır.

Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;

Bir kişiye tam. dokuz, dokuz kişiye bir pul.

Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;

Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!

N. F. Kısakürek

İthalat ve ihracat

Bir memleketin ithalatı fazla ise...

Bir memleket mal ihraç edip, teknoloji alıyorsa... O memle-

128

ket PAZAR'dır. Buna ekonomik kölelik de denebilir.

Ekonomik kölelik, kültürel ve politik kölelikleri beraberin-

de getirir.

1950'ye kadar pek çok vatandaşımızın evinde "teneke soba"

dahi yoktu. "Kendi kendine yetme" prensibi tatbik ediliyordu.

Yani ekeceğiz, biçeceğiz, besleneceğiz. Bulduğumuzu da giyinin-

ce yaşayacaktık. Bunun için zenginler çay içerken, fakirler süt

içiyordu. Çünkü çay, şeker alacak para yoktu amma, süt inek-

ten, pekmez duttan veya üzümden yapılıyordu. Memurlar ve

zenginler yamasız elbise ve ayakkabı giyer. Halk da "Yırtık bü-

yük, yama küçük" diye fakirliğin ateşine yanardı.

O tarihlere baktığımızda ihracatımız, ithalatımızdan fazla

idi. Dolayısıile paramız da değerliydi. Bunun tek sebebi, "ke-

merleri sıkmak" yani fakir yaşamaktı.

Bu fakirlik kütüphanesiz, hatta 'kitapsız' evlerin sayısını

artırmıştı. Cehalet kol gezmeye başlamış, suçlu sayısı kabardık-

ça kabarmıştı.

Demek ki kendi kendimize yetinmekle ithalatı azaltabiliriz.

Dolayısı ile ihracat kendiliğinden artar. Bu formülü, bugün tat-

bik etmek, hemen hemen imkansız.

İkincisi, ihracatı artırabiliriz. Bugünkü ihracatımız üzüm,

pamuk, tütün, incir ve fındık gibi zor üretilen malların ypanın-

da konfeksiyon, iplik, ayakkabı, tencere ve bir kısım madenler.

Son on senede alınan bilgisayarlar, ihracatımızın bütününü

karşılar da geçer bile.

Bilgisayarların ham maddesinin toplam bedeli, ihraç ettiği-

miz malların otuzda biridir. Bunu şöyle bir misalle açıklayalım:

1991 hesaplarına göre:

Otuz milyonluk bilgisayarın hammadde tutarı bir milyon-

dur. Şimdi otuz milyonluk üzüm ihraç etsek, bir tane bilgisayar

alsak, bu demektir ki, otuz milyonluk üzümü bir milyona sattık.

Bu durumda nasıl kalkınabiliriz?

Kaldı ki, Türkiye 'bilgisayar mezarlığı' olmuştur.

Yalnız bilgisayar mezarlığı mı? Cumhuriyet tarihi boyunca

ithal edilen otomobiller, uçaklar, gemiler, radarlar ve bir sürü

129

elektrikli ve elektronik cihazlar, aletler vesaireler... Bunlara

kimyevi ve optik malları da ilave ederseniz, şu sonuç çıkar ki:

Teknoloji alıp, mal sattığımız müddetçe kalkınmamız söz konu-

su değildir.

İslâm ülkelerinin silah, kimya ve optik sanayide ilerleme-

mesine çok dikkat edilmiş.

Silah sanayini kursak sömürülmekten kurtuluruz.

Kimya sanayii kursak, ufak bir değişiklikle kimyevi bomba-

lar yapabiliriz...

Optik sanayii kurarsak kalkınırız. Henüz gözlük camlarını

ve çerçevelerini dahi ithal eden bir ülkeyiz.

Bir kamera yirmi milyon. Ne kadar buğday satacağız ki, bir

kamera alalım.

Bir kamyon buğday bir senede üretiliyor. Bir kamera üç sa-

atte yapılıyor.

Kameranın hammaddesi beş yüz bin lira olduğundan, bir

kamyon buğdayı beş yüz bin liraya sattık demektir.

Bu örneklerden şu sonuç çıkar: Bırakınız ithalatımızın fazla

olmasını, ihracatımız fazla olsa bile yine kalkmamayız. Çünkü

mal satıp teknoloji alıyoruz.

Şimdi bir iplik fabrikası kurmayı düşününüz. Bilmem kaç

iplik makinasına milyarlarca lira ödiyerek alacaksınız (ki, bu

makina demirden, alüminyumdan ve plastikten yapılmıştır).

Pamuğu iplik yapıp satacaksınız.

Yine teknoloji alıp, mal sattınız. Şahsen zengin oldunuz, ka-

pitaliniz var, fakat ülke kalkınamaz, ancak ve ancak şahsi kal-

kınmalar söz konusudur. Bu da batan geminin kamarasında ke-

yif patlamaktan başka bir şey değildir.

130

Kapitalizm ve din

Ulu Tanrım, şu karanlık yolları,

Bizi sana ulaştıran yollar et!

İhtirasla kilidlenmiş kolları,

Birbirini kucaklayan kollar et!

O.S. Orhan

Kapital: Servet, sermaye anlamına gelir. Fakat bakkal dük-

kanını çalıştıran da, uçak fabrikasını işleten de sermayedir.

Hıristiyanlar bankalar vasıtasıyla büyük sermayeleri bu-

lurken, Müslümanlar bunu becerememiş, bankalara muhtaç ol-

muşlar. Zahiri görüntüyle Müslümanlar kapitalizmle bütünleş-

miş, İslâm ülkelerinin bütününde bol bol banka vardır.

Bankalar bir rejimin temsilcisi olduğundan, bankanın oldu-

ğu yerde, meyhane, bar, kumarhane de vardır.

Müslümanlar akraba şirketleriyle büyük sermayeyi yakala-

maya çalışırken (halka açık ortaklıktan kaçındıkları için), dün-

ya piyasasında söz hakkı olan sermayeyi bulamadılar.

Halka açık şirketler kurulamazsa bir avuç insan patron, ge-

risi de işçi olur. O zaman devlet işe el atıp, yatırımlar yapar,

böylece "kapitalist devlet" modeli doğar.

Nereden bakılırsa bakılsın kapitalizm tekelcidir, piyasaya

hayat hakkı tanımaz. Yani insanların ekserisi boğazı tokluğuna

çalışır, her geçen gün işsizlik artar. Bu da çeşitli bunalımlara,

bozulmaya ve ahlâksızlığa yol açar.

Kapitalizmle mücadele eden Karl Marx haklı idi. Teşhisleri

isabetli, tedavisi yanlıştı.

Kapitalist Hıristiyanlar onyedinci asırdan itibaren zaten

dinden uzaklaşmıştı. Karl Marx da aynı fikirdeydi, fakat Müslü-

man sosyalistler bu şablonu İslâmiyet'e de uygulayıp, dinsizliği

sosyalizmin esas saydılar. Bu hal de Müslümanların kapitaliz-

me kaymasına sebep oldu. Müslüman deyince akla sağcı geldi.

Halbuki sağcılığın, solculuğun İslâmiyet'leilgisi yoktur. Müslü-

131

man sadece ve sadece Müslümandır, başka şey olamaz.

(Kur'an-ı Kerim'de geçen, 'Amel defteri sağından, solundan

verilenler1 tabirleri ahirete aittir.)

Bu kitabi bilgilerin yanında, İslâm ülkelerinin kapitalist ol-

duğu, acı bir gerçektir. Şimdi sermaye sahibi Müslümanlar, ka-

pitalizm vebalinden nasıl kurtuluyor? Ona bakalım:

1. Zekat verilecek.

2. Dinî hizmetlere maddeten ve manen destek olunacak.

3. Ortaklık sistemi kabul edilecek.

4.  Çalışanlara prim de verilecek.

5.  Haramlardan kaçılacak, helâller farz, vacip, sünnet sıra-

sıyla yapılacak.

Bu şekilde çalışan Müslüman, Avrupa gemilerinde seyahat

eden yolcuya benzer. Kamarasının kapısını kapatmış, gemideki

günah yüküyle alakasını kesmiş, ibadetiyle meşgul. Gemi bat-

mazsa bir Hıristiyan ülkesine çıkacak, batarsa kamarasının ka-

pısını bir daha açamayacak...

Öyle ise rejimin adı konmalı: Kapitalizm, sosyalizm ve İslâ-

miyet.

Kapitalizm ve sosyalizm ekonomik isimlerdir. Hem ekono-

mi, hem rejirr, hem ideoloji.

İslâmiyet'i kapitalizmle veya sosyalizmle takviye etmek, İs-

lâmiyet'in noksanlığına inanmaktır ki, dinen çok tehlikelidir.

Öyle ise "İslâm ekonomisi"nden haberdar olmak lazım.

İslâm'da alış-verişler...

Anlaşmalar...

Şirketler...

Malın kalitesi...

Sigorta...

Ücret meselesi...

Narh...

Bunlar gibi "İslâm hukuku"nu dolduran bir sürü meseleler

vardır.

Çünkü her Müslümamn kapitalizmden kurtulması şarttır.

Hem kapitalist, hem Müslüman! Bu iki zıt şeyi bir araya getir-

132

sek de kapitalizm ağır basar, diğerini yutar.

Ekonomi, insanın hayatını kuşatır. Bir şahsın hayatı kapi-

talist, kendisi Müslüman!

O zaman din nazariyede kalıyor. Asr-ı saadet şöyle imiş...

Falan evliya böyle yapmış, Fatih Sultan Mehmed de İstanbul'u

almış.

İyi ama, bugünkü Müslüman İstanbul'u Konstantinopolis'e

çevirdi. Çünkü her köşe başında bir banka var, bankalar ise ka-

pitalizmin temsilcisi... İslâmiyet'i camilerde ara, sokaklar Fran-

sa'ya teslim!..

Anlayım: Kimlermiş dost sandıklarım;

Muhabbetlerini kıskandıklarım?

Anlayım: Ne hoşmuş inandıklarım?

Şu yalan hayatı bana anlatın!

O.S. Orhon

İşin emrine girmek ve iş ahlâkı

Alman iktisatçılarından Max Weber "Protestan Ahlâkı ve

Kapitalizm" diye bir kitap yazmıştı, bu kitap, Türkçe'ye de ter-

cüme edildi.

Protestanlık, Hıristiyan mezheplerinden biridir. Asli İn-

cil'de imana ve ibadete dair ayetler vardır, iktisada ve cezalara

dair ayetler yoktur.

Asıl İncil'de bulunmayan, tahrif edilmişlerde hiç bulunmaz.

Yüz küsur İncil'den elene elene elimizde dört incil var. Bunların

arasındaki muazzam farkları da göz önünde bulundurarak diye-

biliriz ki: "İncil'lerde ekonomiye dair birhüküm yok. Öyle ise

Protestan ahlâkı ve kapitalizm nerden çıktı?

Şair:

Beşerin böyle'delâletleri var

Putunu kendi yapar, kendi tapar

133

Demiş. Tanrı (mabut) yapan insan, neden kendi yazdıkları-

nı tanrının sözü diye ileri sürmesin?

Kur'an-ı kerim ölçülerine göre, Protestanlığın, asli İncil'e

daha çok yaklaştığını söyleyebiliriz. Amma Protestanlık, İncü-

ler'den çıkarılan hüküm manzumesi değil,, insanların akıl ve

deney yolu ile bulduğu gerçekleri din adına ileri sürmesidir. Ka-

pitalizm de öyle.

Bununla beraber Max Weber gibi bir ekonomistin kapitaliz-

me dini veçhe vermesi, yabana atılacak gibi değil.

Bu onların meselesi, gelelim bize: Biz Müslümanlar kapita-

lizmi almışız, protestan ahlâkını gündeme hiç getirmemişiz. İs-

lâm ahlâkından da ayrıldığımızdan, bizim ekonomimiz ahlâksız

kaldı, bunun için, kapitalizmin nirengi noktaları olan bankalar

kadar doğru adam bulmak zor. Yani tahrif edilmiş dinin men-

supları, banka gibi öyle müesseseler kurmuşlar ki, Müslüman-

lar birbirlerine değil, Hıristiyanların kurduğu müesseselere ko-

şuyorlar. İmalat, ihracat ve ithalatta da öyle.

Kapitalizmi İncil'e bağlamak mümkün değil. Peki bir kısım

kapitalistlerin ahlâklı olmasının sebebi nedir?

İş adamı, işin emrine girer. Her iş, doğruluğu, çalışkanlığı

ve becerikliliği emreder. Bunları yapan iş ahlâkına sahip olur-

ken, bunları yapmayanın iş ahlâkı da olmaz (başka ahlâkı var

mı yok mu onu da bilmiyoruz).

Evet iş ahlâkı iki yönden gelişir:

1.  İşin başındaki görgülü, bilgili kimseler, personelini ken-

dilerine uygun şekilde yetiştirmeye gayret eder. Bunun için kül-

tür filmleri, konferanslar, dersler, sohbetler tertipleyebilirler.

2.  Doğru, çalışkan, becerikli olmayan kimseleri, iş hayatı

başarısızlıkla cezalandırır. Bunu gören ibret alır, ders alır, başa-

rının yollarım araştırırken, karşısına iş ahlâkı çıkar.

Dikkat edilirse hiç bir işin kabahati yoktur. Çünkü her iş-

ten kâr eden de, zarar eden de var. Öyle ise suçlu olan iş değil,

insandır. Neden bir adam falan işte başarılı oluyor da, diğeri ay-

nı işte başarılı olamıyor? Bu sorunun cevabını herkes kendi ha-

yatında aramalıdır.

134

Bir de "İslâm ahlâkı" var değil mi? Ne yazık ki Müslüman-

ların çoğu bu ahlâktan habersiz olduğundan, iş ahlâkı gündeme

geliyor. Halbuki iş ahlâkı, İslâm ahlâkının bir kısmıdır.

Dikkat edilirse Hıristiyanların deneme usulü ile bulduğu

ahlâk kaideleri, İslâmın hükümlerinde vardır. Eğer başarılı iş

yerleri, kuruluşundan bugüne kadarki durumu tetkik edilirse,

bunların İslâm ahlâkı ile geliştiği görülecektir. Bugün, Müslü-

manların en çok muhtaç olduğu kitap; "dünyanın büyük firma-

ları nasıl kurulmuş, nasıl çalışıyor?" isimli eser olacaktır.

Pek çok firmanın tarihçesini okudum, pek çok Hıristiyan iş

adamının biyografisini inceledim, doğruluk, çalışkanlık, bece-

riklilik değişmeyen kaide iken, bu Hıristiyanların içkiden, ku-

mardan ve zinadan uzak yaşadıklarını da müşahede ettim. Me-

sela Pastör'ün, Benjamin Franklin'in hayatı gibi.

İşte asıl terslik burda: Başarılı Hıristiyanlar, Müslüman gi-

bi yaşarken, Müslümanlar haramda başarı arıyor.

Hıristiyanlar, Müslümanca firmalar kurarken, Müslüman-

lar burunlarının doğrultusunda gidip, tökezliyor.

Neticede: İş ahlâkını iş öğretir. İşin dilinden anlamayan iş-

siz kalır, bunun da sonu ekonomik felakettir.

Hemşıhrim, ne sen sor, ne ben açayım;

Özüm l itmez tasa, tükenmez derttir.

Aynı minval üzre, nere kaçayım?

Bu memleket baştan başa gurbettir.

O. Atila

Maddî iktidar manevî otorite

Laiklik sebebiyle devlet dinden uzaklaşırsa, maddi iktidar

olur, maddeye önem verir ve milleti maddeten idare eder. Her

Şey mal, mülk gibi alınıp satılır. O zaman derler ki:

135

- Her insanın bir fiyatı vardır.

Yani rüşvet öylesine yayılır ki, bin liraya da iş gören bulu-

nur, bir milyar liraya da...

Parası olan arabasını dağdan aşırır, olmayan düz ovada şa-

şırır.

Böylece rüşvet başım alıp gider.

Rüşvet ya birisinin hakkını, sırasını almak veya devletten

bir şeyler koparmak için verilir.

Bazı kimseler malım, mülkünü korumak için bazı şeyler ve-

rir ki, buna rüşvet değil, "gasp" denir. Yani insanın malını koru-

ması için başkalarına bir şeyler vermesi...

Madde böylesine hakim oldukça, maneviyat esir düşer.

Fakat insanlar esaret zincirini kırmış.

Bileklerindeki zinciri, ayaklarındaki prangayı koparan in-

sanlar, acaba ruhunu kurtaramaz mı?

İşte maddî iktidarı, manevi otorite böylesine zorlar!

Materyalizm, pragramatizm, naturizm ve darvinizm gibi

şeylerle ayağına yer edenler, halkın manevi davranışlarıyla aya-

ğının altından toprağın kaydığını hisseder.

İlk nazarda madde ile mânâ birbirine zıt gibi görünür. Nasıl

ki, mânâsız kelime olmazsa, ruhsuz beden de olamaz.

Madde iktidarda, maneviyat halkta kalırsa ortaya bir ölü

çıkar.

Bunun için devlet madde kadar maneviyata da sahip çıka-

cak... Halk da maneviyat kadar maddeye önem verecek ki, ha-

yat bulsun.

Laiklik, "Dinle devletin ayrılması" diye tarif edilirse, mad-

deyle maneviyat bölüşülüyor demektir.

O zaman "Devletin malı deniz, yemeyen domuz" diyenlerin

sayısı artar.

O zaman "Devletin kasasına anahtar uydurmak" isteyenler

çoğalır. Yolsuzluklar, tüketiciler, işsizler devleti yer, bitirir.

Halbuki en kötü devlet, devletsizlikten daha iyidir. Bu se-

beple yıkıcı değil, yapıcı olmak lazım.

136

Maddeyle maneviyatı bölüşemeyiz. "Madde devletin, mane-

viyat halkın olsun" diyemeyiz. Bunu dediğimiz anda ölürüz, yok

oluruz.

Allah kâinatta öyle bir nizam kurmuş ki, maddeyle manevi-

yat bir bütün. "Cansız" dediğimiz taşlar bile atomlardan yaratıl-

mış, elektronlar hareketli. Hareketin olduğu yerde HAYAT oldu-

ğuna göre, taş ve demir bile hayattardır. Bu hayat, maneviyatın

taa kendisi...

Herşeyde madde ile maneviyat bir bütündür. Adetullaha it-

tiba eden muvaffak olur. Öyle ise devlet "maddi iktidar" olamaz,

maneviyat da halkta kalamaz. Devletle halk birbirinden ayrıla-

maz, birbirine zıt düşemez. Bunların bütünleşmesi için halk ne

kadar maneviyatçı ise, devlet de o kadar maneviyatçı olmak zo-

runda. Zaten devlet halkın içinden çıkar, sunî şekillenmelere ge-

rek yok.

"Ortaçağ prensipleri" diye dinden uzaklaşanların, milattan

evvelki laiklik prensibini savunmaları, rasyonalizmi de inkârdır.

Laikliğin mucidi Yunanlılar, "modası geçmiş bir fikir" diye

laikliğe sahip çıkmazken, bizim de maddi ve manevi dünyamızı

"eskiciler çarşısı"na çevirmemiz yanlıştır.

Müslüman halk, maneviyatı temsil ederken, laikliği "Dinle

devletin birbirinden ayrılmasıdır" diye tarif etmeye devam ede-

cek miyiz, yoksa buna yeni bir tarif bulacak mıyız?

Laiklik, bir kısım kimselerin gizli emellerine alet olmamalı,

mutlaka anayasada ve ceza hukukunda tarifi yapılmalı...

137

Milliyet dâvası fişka büründü,

Ridâyı diyanet yerde süründü;

Türk'ün ruhu zorla asi göründü,

Hem Peygamber'ine, hem Allah'ına...

R. T. Bölükbaşı

Müslümanların müşterek iş yaparken

karşılaştıkları problemler

Paranın önemi:

İmamı Azam devrinde su dereden, meyva ağaçtan, buğday

tarladan, süt inekten gelirdi. Yani paranın önemi yoktu. Bugün

ise, her şey para ile alındığından, para büyük önem kazandı, bu-

nun için evin erkeği öldüğünde adeta yuva yıkılıyor.

Mevcut ekonomik sistemler:

Eğer bazı kimseler zengin olup, bazıları fakir kalıyorsa, bu-

na kapitalizm denir.

Halk fakir kalıp, devlet zengin oluyorsa, bu da sosyalizmdir.

İslâm ekonomisinde kitle kalkınması vardır. Peygamberi-

miz de, Sahabe de fakir yaşıyordu fakat Hazreti Ömer zamanın-

da hepsi birden öyle zengin oldu ki, zekat verecek Müslüman

bulamadılar, zekat sandıklan ihdas etmek zorunda kaldılar.

İslâmda, servete güvenmek yoktur, sisteme güvenmek var-

dır, o sistem İslâmiyettir, onun en bariz sonucu da ümmettir.

Ümmet, zekatla bağışla birbirini korur, çünkü onlarda şevkat ve

merhaet vardır. Zaten mü'minler kardeştir.

Bugünkü müslümanlarm ekserisi kapitalist olduğundan,

kitle kalkınması gerçekleşemez, bazı Müslümanlar çok zengin

olurken, bazıları fakir kalır. Zenginler de zekat vermeyip, mer-

hametsizce hareket ederse, zengin fakir arasındaki düşmanlık

kapanmaz.

TSE damgası ve Müslüman:

Tüketiciyi korumak, ihracatı artırmak için sağlam mal

üretmek lazım, bunun için de TSE damgası gerekli. Acaba sağ-

138

lam mal yapanlar veya yaptıranlar, bedenen ve ruhen sağlam

insan yetiştirebildi mi? Eğer insanlar da mallar kadar sağlam

olsaydı, bunca çek ve senet dönmezdi. Bankalar kadar doğru in-

san yetiştirilirdi.

Eğer, bir memlekette, çekler ve senetler geri dönüyorsa,

bankalar doğru bir kısım Müslümanlar eğri ise, o memlekette

manen kardeş, maddeten birbirine düşman olan insanlar vardır,

bu da ümmetin teşekkülüne manidir.

Süper güçleri ilerleten, Müslümanları geri bırakan

sebepler nelerdir?

İki tane şeriat vardır: Biri Şeriat-ı garra ki, bu, Kur"an, Ha-

dis ve içtihatların bütününü kucaklar. İkincisi: Şeriat-ı kevni

veya Şeriat-ı fıtridir ki, buna bazı kimseler "Tabiat veya doğa

yasası" demişler. Yani fizik, kimya, biyoloji, cebir, coğrafya gibi

bilim dallarında ne kadar kanun, formül, teorem, denklem var-

sa, bunların hepsini Allah yaratmıştır, bilim adamları bulmuş-

tur. Bunun için tabiat kanunlarının İslâmda karşılığı Şeriat-ı

kavnidir, yani yaratılanlarla beraber gönderilen kanunlar. Su-

larla beraber suların kaldırma kanunu, elektrikle beraber,

elektrik kanunları gönderilmiştir.

300 senedir, Müslümanlar Şeriat-ı kevniden haberdar olma-

dıkları için, kalkınamamıştır. Süper güçler de Şeriat-ı kevni ile

kalkınmıştır. Türkiye gibi ülkelerde Şeriat münakaşaları yapı-

lırken, Hıristiyan ülkeler Şeriat-ı kavni ile kalkınmakta.

Müslümanlar, geriat-ı kevni'yi anladıkları gün, seccade ile

tezgahı bütünleştirmiş olacaklar. Yani namaz kılmak nasıl iba-

detse torna tezgahının başında çalışmak da ibadettir.

Şeriat-ı kavni anlaşıldığı zaman camiyle okul, İmam Hatip

Lisesi ile, sair liseler bütünleşecek. İslâmiyet bir sanat gibi öğ-

renilmeyecek, her Müslüman dinini öğrenecek, helâl kazanma-

nın, helâl yere para harcamının ibadet olduğu anlaşılacak.

Neden böyle oluyor?

İmam Hatip Liselerinde, İlahiyat Fakültelerinde ve İktisat

Fakültelerinde İslâm İktisadı okutulmuyor. Hiç değilse ilim adı-

na okutulması lazımken, bir asra yakın kapitalizm, sosyalizm,

139

karma ekonomi, mikro ekonomi, ınakro ekonomi okutuldu, İs-

lam İktisadı okutulmadı, kimse de okutulmasını istemedi.

İslâm iktisadım bilmeyenler, bu iktisadı nasıl tatbik edebi-

lir? Halbuki Namaz'da okunan Ayet ve Hadisler, çarşıda, pazar-

da tatbik edilmeliydi.

Müslümanlar, İslâm iktisadından uzaklaşınca kapitalizmle,

sosyalizmin hakimiyeti ve kavgası gündeme geldi. Şu anda ka-

pitalizm bozuk. Bu sebeple mallarımız çürük, ihracatımız bo-

zuk, trilyonlarca lira değerindeki çek ve senetler ödenmiyor. Al-

manya ve Japonya gibi ülkelerde böyle birşey yok.

Bankalara gelince:

Bankalar, kapitalizmin nirengi noktalarıdır, yani bunlar bir

rejimi temsil eder, dolayısı ile bankaların olduğu yerde, bar,

dans pilaj vardır.

Bankalar, anonim şirketlerdir, eğer işini bilen, çalışkan,

doğru bir Müslüman iş kurup, kar dsğıtsa, şirketi çığ gibi büyü-

yecek, bu şirketler bankalara muhtaç olmayacak. Böylece kar-

zarar esasmca çalışan şirketler, banka müşterilerini çekecektir.

Şirket kuracak şahsın vasıfları nelerdir:

1. İşini iyi bilecek. Yani bir şahıs hangi işi iyi biliyorsa, o iş

üzerine şirket kuracak.

2.  Doğru olacak. Yani kimsenin faraşını yemediği gibi, fir-

satlardan istifade de etmeyecek, kâr dığıtacak.

3. Çalışkan olacak.

4.  Kurduğu şirketi, iktisat ilmini bilen şahısların idare ve

kontrolüne verecek.

5.  Şeffaf muhasebe tutulacak, her ortak, istediği zaman ge-

lip hesabını öğrenebilecek. Teftişi kalul etmeyen personel bir

gün iş başında bulundurulmayacak.

6. İstişare, itiraz eden şahısların di katılımıyla yapılacak.

7.  Hapse girmemek için Türk Ticaret Kanununa, cehenne-

me girmemek için de İslâm İktisadına (Muamelata) dikkat edi-

lecek.

Özetle: Tüketiciyi koruyacak şekilde imalat ve satış yapar-

sanız, ortaklarınıza kâr dağıtırsanız, şrketiniz çığ gibi büyür.

140

Bunun için pahalı adamlarla çalışınız. Öyle adamlar çalıştırınız

]u onların aylık geliri sizinkinden fazla olsun. Çünkü ucuz

adamlarla yapılacak hiç bir iş yoktur.

Bu düzen içinde İslama uygun ticaret yapılır mı?

Yapılır, çünkü Sahabe müşrikler içinde islâm ekonomisini

tatbik derken, Osmanlının son zamanındaki Müslümanlar, Ab-

dulhamid gibi bir veli padişahın idaresinde İslâm ekonomisini

tatbik etmeyip, çöktüler. Demek ki yer ve zaman bahanedir. Be-

ceriksiz insanlar, mazeretlerin arkasına sığınır.

Peki bugüne kadar dindarların kurduğu şirketler ne-

den battı?

1. İnsan bilmediği iş üzerine şirket kurarsa elbette batar.

2.  Ucuz adam çalıştırmak, üniversite öğretim üyelerinden

faydalanmamak.

3. Karlı işleri şahsına alıp, az karlıları şirkete vermek.

4. Şeffaf muhasebe yürütmemek, müfettiş koymamak.

5.  Kendisini tastik eden insanlarla istişare yapmak. İtiraz

edeni yanına yanaştırmamak.

Siz insanları dünyaya sevk ediyorsunuz:

Zaten dünyadayız, şu cennet gibi dünyayı başımıza cehen-

nem etmemek için İslâmiyeti Sırat-ı müstakimde yaşamak zo-

rundayız. Aksi halde Fransızlar gibi yaşayanlar, Fransızlar gibi

göz yaşı döker.

Haram-helâl ayırmadan kazanç sağlayanlara "Ehl-i dünya"

denir. Helâl kazanmak ibadet olduğundan, bu işi yapanlar hem

dünyasını, hem de ahiretini cennet eder. Zaten önemli olan ev-

vela dünyamızı cennet etmektir. Ahiretteki cennet bunun deva-

mıdır.

"Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır" hadisinde, dünya-

dan kasıt haramlardır. Yoksa Peygamberimiz ve Sahabe de bu

dünyada yaşadılar ve 22 senede süper güç oldular. Tarih şahit-

tir ki ne zaman Müslümanlar İslâmiyeti yaşamışsa süper güç

olmuşlar, ne zaman da yaşamamışlarsa, düşmanın ayağının al-

tına düşmüşlerdir. "İnanıyorsanız üstünsünüz" ayetine dikkat

etmeli. Maddede ve manada üstün olmayan Müslüman, imanını

141

kontrol etmeli. "Veren el, alan elden üstündür" hadisini hatırla-

yan Müslüman, Müslümanların kimlerden yardım aldığını görüp,

İslânıı anlamadığını, gereği gibi yaşamadığını fark etmelidir.

Geleceğin tahlili:

Müslümanların elinde patrol, su ve gençlik gibi üç büyük

enerji var. Müslümanlar ittihad-ı İslâm ile bu enerjiye sahip ç>

kabilirlerse, süper güç olurlar. Bir milyar Müslüman kardeş

olup, süper güç olamazsa: Çin ve Hindistan, ellerindeki imkan-

larla ve iki milyar nüfusu ile Batı'nın üzerine yürüdü mü, evve-

la İslâm ülkelerinin bütünü, sonra Avrupa yerle bir olacaktır.

Her haramın bir cezası vardır, İttihad-ı İslama gitmemenin ce-

zası düşmanın ayağının altında kalmaktır.

Fakat Müslümanların fazla birşey yapamadığını bilen ve

gören Allah, Rahman ve Rahim sıfatlarıyla tecelli edip, ecnebi-

leri kavmiyetçilikle birbirine düşürmektedir. Bu karmaşadan is-

tifade ile, Müslümanlar ayağa kalkabilir.

İslâm medeniyeti nasıl olabilir?

İslâm medeniyetinin 3 unsuru vardır: İlim, teknik ve İslâm

ahlâkı. Artık Müslümanlar ilimde ve teknikte ilerlemeye başla-

dı, bir de İslâm ahlâkına sarılırlarsa, İslâm medeniyeti, İslâm

hakimiyeti geldi ve insanlar nefes aldı demektir.

İslâmiyet:

İslâmiyet, insanların dünya hayatını nizama, düzene bağla-

yan bir dindir. Bunun için, insanla alakalı her şeyi, İslâm esas-

larınca insana en faydalı duruma getirilmelidir. Tiyatrolar, sine-

malar, TRT programları, kulüpler, yurtlar bu açıdan ele alınma-

lı. Lions, Rotary ve benzeri firmaların Müslüman'caları kurul-

malı. Özellikle gençler Müslümanca tahsil yapmalı, Müslüman-

ca çalışmalı. Müslümanlar, Müslümanca yaşamazsa, bu halin

İslâmiyetle ne ilgisi var? Müslümanların Müslüman'ca yaşama-

sı için, Müslümanların paraya hakim olmaları gerek, bunun ba-

şında da şirketler gelir. Müslümanlar, bankaların yerini tuta-

cak, büyük sermaye kaynaklarım bulamadıkları sürece, mahku-

miyetleri devam edecektir.

142

Dervişlik özüne hâkim olmaktır,

Esir-i nefs olan derviş değildir.

Aşkı rehber edip hakkı bulmaktır,

Keşkül, teber, asa, tığ, şiş değildir.

R. T. Bölükbaşı

İşe yaramak

İkinci Dünya Savaşı sırasında esir düşenlerden biri hatıra-

tında şöyle diyor:

- Bir sabah ellerimize tenekeleri verdiler: "Varilleri doldu-

run" dediler. Nehirden su getirip, varile boşaltınca, döktüğüm

suyun alttan çıkıp gittiğini gördüm. Meğersem dipsiz varilleri

doldurmamız emredilmiş. O zaman işe yaramayan, boşuna çalı-

şan bir insan olduğumu anlayıp, üzüldüm.

Çok seviyeli insanmış. İşe yaramadığını, boşuna çalıştığını

görünce üzülmüş.

Birden bire hayalim kahvelere kaydı: Bu adamlar ne işe ya-

rıyor? Ne yapıyorlar? Ya sokaklarda avare dolaşanlar? Eskiler:

"Sokakta boş gezenin ayağına pislik bulaşır" demişler. Şimdiki-

ler de hoşa gitmeyen birşey görünce: "Pislik yapma" diyorlar.

"Kaldırım mühendisi" tabiri de çok hoşuma giderdi. Asfalt-

tan evvel caddeler, yollar kaldırımdı, kaldırımda dolaşan gençle-

re bu unvan verilirdi. Mühendis olduğuna belki sevinenler de

vardı.

Meyhanedekilere ne dersiniz? Dünya akıl ile ilerlerken,

bunlar aklını karartıyor.

"İşe yaramak" tabiri çok güzel! Her insanın, her eşyası işe

yararken, insanın işe yaramaması çok acayip.

Fabrikalar, atölyeler, laboratuvarlar durmadan birşeyler

yapıyor. Birşeyler yapan insan "yapıldığım" biliyor mu? İnsanı

yapan sanatkâr kim? Neden insanı yaratmış? Neden bu âlemi

kurmuş? Bu âlemi kuran, bir başka âlem kuramaz mı? Dünya-

daki hayatımızın hesabını ahirette soramaz mı?

Hayır, hayır ahirete de kalmıyor, işe yaramayan insanlar

143

itilip, kakılıyor. Fakirlik onların belini büküyor. Can sıkıntısı

dünyalarını zehir ediyor... Zira zamanın kıymetini bilmeyen,

kıymetsiz olur. Kıymetsiz insanlar, dünyanın talihsizliği...

Halbuki her insan bir saray gibidir, böyle yaratılmış. Neden

bu saray baykuşlara yuva olmuş?

Saray vardır, haramların yuvası, zulmün mahzenidir. Saray

var, helâlları güneş ışığı gibi yayan, hakkı, adaleti gösteren sul-

tanların yuvasıdır.

Bir mütefekkir helaya bakıp cinas yapmış: "İnsanın içine

giren herşey bozuluyor" demiş. Çünkü insanların ekserisi işe

yaramıyor. İşe yaramayan çürümeye terkedilmiş, durgun sular

kurtlanmış...

Beş milyar insanın belki dört milyarı işe yaramıyor. Kaliteli

mal arayanların çoğu kalitesiz. Bunlar Türk Standartları Ensti-

tüsü'nde kontrol edilse hiç birine TSE damgası vurulmaz. Am-

ma evlerindeki mallar TSE damgalı.

"Tüketici korunmalıdır" diye feryat edenler kendini koru-

muyor. En başta zamanın kıymetini bilmemişler ve bilmiyorlar.

Kavak, çam gibi meyvasız ağaçları kereste yapıyorlar, demiyor

ki: "Ben meyvah mıyım, meyvasız mıyım?" Meyvalı ağaçlar

meyvalarım yemiyor, başkalarına ikram ediyor. Başkalarına

faydalı olmayan insan da meyvasızdır. Yıllar önce alim ve arif

bir şahsa sormuştum:

-  Hocam, mü'minle kafirin tarifini bir de siz yapar mısınız?

İki dizinin üzerinde doğruldu, elini uzatarak:

-  Evladım, ben beni düşünür, sen de seni düşünürsen olur

gavurluk... Ben seni düşünür, sen de beni düşünürsen, olur

Müslümanlık!

Demişti. O zaman anladım ki, meyva vermeyen ağaçları ke-

sip, odun yapıp, yakıyorlar. Meyvasız ağaçların zaten sonu belli.

Akl-ı maaş, geçinme aklıdır, hayvanlarda da var: Kediler,

kuşlar geçinip, gidiyor.

Akl-ı maad sadece insanlarda bulunur. Geçinmeden sonra,

sanat, din, ilim ve vesaire de lazımmış.

Ya, geçinemeyenlere ne dersiniz? Fakirlik küfre yakındır

144

buyurulmuş.

"İnsanın kendini idare etmesi" her zaman önemli. Kendini

idare edemeyenler, başkalannı idare etmeye kalkınca, mum gibi

yanıp tükeniyor. Sadece kendi yanmıyor, yangın da çıkarıyor.

"Yandım!" diyenlerin sesini duymuyor musunuz?

Kısacası işe yaramayan insanlar, dünyanın tadını kaçırmış.

Bunlara bakınca ölümün dahi nimet olduğu anlaşılıyor. Ölerek

çevresine hizmet edenler az değil. Kıyamete gelince, tahmin

ederim dünya çöplüğü ancak böyle temizlenir.

Haberdar olmayan yerden, semadan

Kalır âzâdeser elbet ezadan,

Nasibin yoktur ey âkil safadan,

Doğar korkunç teessürler zekâdan,

Tokadizade Sekip

Nüfus planlamasındaki

karanlık noktalar

Maddeten ve manen gelişme... Bu ayırıma itiraz eden

çok. Fakat önümüzde bir tatbikat var: İlimde, teknikte ilerle-

miş ülkelerde hürmet ve merhamet öylesine azalmış ki,

gençler çılgınca eğlenirken, ebeveynler "Çocuk beslemekten-

se köpek beslemek daha iyidir" diyor.

Böylece çocuk yerine köpeklerin sayısı artıyor. Hıristiyan

dünyasında genç nüfusun sayısı azalıyor. Yaşlılar da mevcut

sanayiyi yürütemeyecekleri gibi, vatanlarını da koruyama-

yacak.

Devlet, çocuk yapanlara çeşitli mükafatlar vaad ediyor

fakat gençlerin şerrinden, ebeveynleri koruyamıyor.

Her türlü teşvike rağmen Hıristiyanlarda nüfus artışı ol-

muyor.

Bu durumu tespit eden devletler, işçi ithali ile sanayile-

145

rini yürütürken, paralı askerlerle de vatanlarını korumaya

çalışıyorlar.

Fakat!

İslâm dünyasında şu güçler var:

1- Genç nüfus fazla,

2- Gençler, İslâmiyetle irtibat kuruyor,

3- Petrol,

4- Su,

5- Maden yatakları,

6- Ekilmemiş topraklar.

Sırası gelmişken potansiyel enerjiden söz edelim.

Büyük bir göl düşünün, deniz seviyesinden bir hayli

yüksek ve bir sürü çaylar, dereler buraya akıyor. Çıkış olma-

dığından burda potansiyel enerji var, demektir.

Gölün bir tarafını yarsak, o durgun su, acayip bir şekilde

akmaya başlar ki buna da kinetik enerji denir.

Akan bu sudan elektrik elde edilir, hem şehir aydınlatı-

lır, hem de sanayi kurulur.

Bu su ile sulama yapılır, her taraf yemyeşil olur.

300 senedir Müslümanlar, çıkışı olmayan bir göl gibi bü-

yüdüler. Potansiyel enerji tamam. Şimdi ecnebilerin korku-

su, bu potansiyel enerjinin kinetiğe dönüşmesidir.

Amerika, körfez senaryosunun sonunda, 1991'de Arap

petrollerini kontrol altına aldı.

Doğum kontrolü ile genç nüfusun azalmasına, yaşlıların

artmasına çalışılıyor.

Su meselesinde Suriye, Irak ve İsrail gibi ülkeleri bize

musallat ediyorlar.

Avrupa Topluluğu, Avrupa Ortak Pazarı hikayeleriyle

madenlerimize ve ekilmemiş topraklarımıza göz dikiyorlar.

70 senedir çağdaşlık çığlıkları atan devletimiz, halkımızı

ilimde, teknikte ilerletemeyince ümidini doğum kontrolüne

ve turizme bağladı.

Halbuki Almanya'nın teknolojisini, Hollanda'nın ziraatı-

146

nı alsak, vatanımız beş yüz milyon nüfusu besleyebilir. Hu-

zurun temini için de İslâm ahlâkı şart.

İşin garip tarafı Türkiye'de doğmu kontrolü de, aile

planlaması da mevcut. Zengin ve kültürlü ailelerin ya bir

veya iki çocuğu var. Bunlar Avrupa'nın telkin ettiği doğum

kontrolüne karşılar fakat kendileri bu işin gönüllüsü. Bu te-

zadı tespit ettikten sonra, ikincisine geçelim:

Fakir, kültürsüz çevreler bol bol çocuk yapıyor.

Geçim sıkıntısını bahane ederek çocuk yapmamak caiz

değil.

Hem zengin, hem kültürlü, çocuklarını İslâmî yönden en

iyi şekilde yetiştirebilecekler, çocuk yapmıyor... Fakir, kül-

türsüz olup, çocuklarına İslâmiyet adına bir şey veremiyecek

olanlar da çocuk yapıyor, terslikler peşpeşe.

Bu arada pek çok genç, İslâm'a ilgi duyuyor.

İslâm'ın, ilmin, tekniğin dışına kayıp, suç üstüne suç iş-

leyenler de bir hayli var. Hıristiyan dünyasına gerek kalma-

dan bunlar bizi içimizden yıkabilir.

Şu acı gerçek de bilinmeli: Dindar ailelerin % 70'inin ço-

cuğu dindar değil.

Bugün dindar gençlerin çoğu, dindar olmayan ailelerden

geliyor.

Dolayısıyle doğum kontrolüne karşı çıkıp, potansiyel

enerjimizi artırmaya devam edeceğiz. Genç nüfus, büyük bir

güçtür!

147

O sefil doymazlık; ete, kana, paraya

Öylesi bir açlık ki eksilmeyen, bitmeyen

İnsan, ezebildiğince mutlu insan, oğul

Nereye gidersen git hep o tuzak, o dümen.

Ü. Y. Oğuzcan

İktisatta hakim sınıf

İktisaden kalkınan fert, hakim bir güç ortaya korken, ikti-

saden kalkınan akrabalar topluluğu da hakim duruma gelmek-

tedir. Madem ki servetle insanlar bütünleştikçe hakim sınıflar

teşekkül edebiliyor, o zaman şirketler akla gelir. Daha ileri gidi-

lerek, İktisaden kalkınan devletin hakim güç olduğu görülür.

Sosyalist ülkeler gibi. Halbuki sosyalistler "işçi sımfı"nı hakim

güç yapmak isterken, işçileri hem mahkum duruma düşürdüler,

hem de sendikasız bırakıp, ezdiler.

Sınıf ve zümre üstünlüğünü sadece sosyalizme vermek in-

safsızlıktır. Kapitalizmde de sınıflar, zümreler vardır, kapita-

lizm de devleti "iktisadi güç" haline getirmek istemektedir. Müs-

lümanların ekserisi Amerika'nın tesirinde kaldığından, (sosya-

listler de din düşmanı olduğundan) bir kısım Müslümanlar ka-

pitalizmi tercih etti. Halbuki Müslümamn her zaman tercih

edeceği şey İslâmiyettir. İslâm iktisadından haberdar olmayan-

lar, ister istemez içinde bulunduğu iktisat sistemini kabul ede-

cektir.

Müslümanların duası, namazı, haccı, içtimaî hayata tesir

etmeyip, şahsî hayatlarının dar kalıpları içine sığıştığından, in-

sanların hayatlarıyla ilgili vasıtaları elinde tutanlar "hakim sı-

nıf olup, Müslümanların elinde sadece, tatbikatı olmayan

Kur"an kalmaktadır. İktisadi sınıf çok kere, fikir ve inanç farkla-

rını da bünyesinde eritip, insanlan "iktisadi topluluk" durumu-

na getirmektedir. Bunun için dindar bir ailenin çocuğu, çalıştığı

fabrikada evvela namazı terkeder, sonra kokteyl partilere katı-

lır ve en kısa zamanda elinde kadeh görmek de mümkündür.

Bu, tatbikata konmayan Kur'an'ın elden alınış şeklidir.

148

Cumhuriyet devrinde kızlara tahsil yapma imkanı verildi,

şimdi iktisadi bir başka esaret şekli ortaya çıktı: Yüksek tahsili-

ni tamamlayan kız, inancıyla ibadetiyle, kıyafetiyle çalışacağı y-

er bulamadığı için, evinde oturmak zorunda kalıyor. Bir kısım

evler de deccalı, şeytanı aratmayacak şekilde dini tahribata

sahne oluyor. Böylece inançlı ve tahsilli kız, Türkistanlıların

Rus idaresinde çekmediği işkenceyi, anasından, babasından çe-

kiyor. Çünkü insanların yaşamasınla alâkalı olan vasıtalar, baş-

kalarının, başka sınıfların, başka zümrelerin elindedir. Onlar

öyle bir güç oluşturmuş ki, Müslüman ailelere tesir edip onların

öz evlatlarını ateşe atıyorlar. Sam rüzgarlarının esip, bütün

yaprakları sarartması gibi.

Ekonomik güç devamlı olduğu için, periyot düşünülmüyor.

Yani bugün ekonomik güç olanın, yarın güçsüz kalacağı, dolayısı

ile bir başkasının ekonomik güç olacağı pek hesap edilmiyor. Bu

hal de ümitsizliklere sebebiyet veriyor. Evet, ekonomik güçlerin

yıkılmasını beklemeye hakkımız yok amma, bir başkası rahat-

lıkla ekonomik güç haline gelebilir. Eğer ekonomik hayata pano-

ramik bakılırsa, periyotlar görülecektir.

Halk arasında, vilayetlerde ve devletler bazında ekonomik

güce ulaşanların aynı zamanda idareci olduğu, idarecilerin de

ekonomik güce ulaştığı görülmektedir. Bunlar yekpare bir sınıf

manzarası gösterip, dağınık olanları idare ederler.

Bu İDARE işi bazan beyinlerdeki düşünceye, bazan da

kalblere kadar uzanır, imana istikamet verirler. Yani insanların

maddi ve manevi hayatlarını kontrol altında bulundururlar. Bu

kontrol selahiyeti sadece ve sadece "iktisatta hakim güç" olma

halinden ileri gelmektedir.

Müslümanlar iktisadı çok dar mânâda ele aldıklarından,

hem kendileri bir sınıf (ümmet) olamayıp, hem de hakim sınıfla-

rın idaresine giriyorlar. Başlarına gelen felaketlerin sebebini

anlayacak durumda değiller, çünkü onlar için iktisat, ipek böce-

ğinin kozasını örmesinden ibarettir. Suyu kaynatanı nasıl gör-

sünler?

İktisadî hakim güçleri göremeyen Müslümanlar, bir birbiri-

ni suçlamakla zafere ereceklerini zannederler. Düşmanını gör-

149

T

meyen, teşhis etmeyen bir kumandanın, zaferden nasibi olabilir

mi? Fertten devlete kadar Müslümanlar, henüz düşmanlarını

teşhis edememiştir.

Siyasi kuvvetin iktisadi kuvvetle bütünleştiği bir devirde,

halen ferdi ve ailevi zenginlikler ve servetler peşinde koşanlar,

seccadenin üzerinde de olsa gafildir.

İslâm'da MÜLKİYET mübarektir, azizdir, hiçbir zaman ter-

kedilemez. Fakat tapulu malını istediği istikamette kullanan

kaç insan vardır? Mesela, sizin arsanız, eviniz, barkınız olabilir.

Fakat bunun içindeki herşey Paris usulüdür. O zaman iktisada

Parisliler hakim ki senin aile hayatına da hakim olmuşlar.

Müslümanlar "Bu mülk benimdir" derken, biraz daha dü-

şünsünler ve etraflarına iyi baksınlar, o zaman şöyle de diyebi-

lirler: "Mülk, Parisliler'in, Moskovalıların, Washingtonlular'in"

da diyebilirler. Çünkü mülkler yabancı kültüre hizmet ediyor.

Artık bir "dünya mületi"nden söz edilebileceği gibi, bir

"dünya ailesf'nden de söz edilebilir. Sınırlar ve hakimiyetler iza-

fidir, istiklaliyet şekilden ibarettir. Basm-yaym sınır tanımıyor,

ekonomi ise tek para sistemine kavuştu bile...

Durma Yunan durma kibrini artır,

Türklüğün başına hakaret yağdır,

Uyuyan bir kavme bu zillet azdır!

Vur eski kölesi utandır onu!

• Bırakma uyusun, uyandır onu!..

Z. Gökalp

Yine teknoloji

Kalkınmanın alameti teknolojidir. Teknolojide ilerleyen ül-

ke kalkmıyor sayılır.

Teknoloji ucuz bir malı pahalı (kârlı) duruma getirir. Tıraş

makinasımn hammaddesi belki bir kaç bin liradır. Teknoloji, bu

150

hammaddeyi otuz, kırk katına çıkarıyor. Daktilo ve ütüde de du-

rum aynıdır. Biraz daha ileri teknolojiye geçersek görürüz ki

hammaddesi çok ucuz olan tıbbi cihazlar, bilgisayarlar, dizgi

makinaları, astronomik rakamlara fırlıyor.

Bilgisayar satan ülke, aslında teknoloji s atıyor Demektir.

Japonya gibi arazisi ziraate elverişli olmayan, maden ya-

takları bulunmayan ve nüfusu kalabalık ülkeler, teknoloji sata-

rak kalkınmıştır.

Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelerin iki şeye ihtiyacı

var: Biri büyük sermaye, diğeri ihtisas elemanı.

İhtisas elemanı olup, sermaye bulamıyanlar da gelişmiş ül-

kelere göç etmiş. Mesela 1949 yılından 1970 yılına kadar Ameri-

ka Birleşik Devletlerine yaklaşık 100 bin doktor, ilim adamı ve

mühendis gitmiş. Amerika bunlara kollarım açarak, eğitim gi-

derlerinde 4 milyar dolar kâr etmiş. Tabii, kalkınmamış ülkeler

de o kadar zarara uğramış.

Bu ihtisas elemanları neden Amerika'ya göçetti?

Lisan öğrenmek, para kazanmak, daha iyi şartlar içinde ya-

şamak için.

Eğer Türkiye'deki firmalar, ihtisas elemanına bu imkanları

sağlarsa onları elinde tutabilir.

Geriye kaldı, büyük sermaye!..

Bir firma ne kadar küçük olursa olsun, kâr dağıttığı müd-

detçe büyür.

Mesela, kendini büyük davalara adamış bir şahsın küçük

bir bakkal dükkanı olsun. Bu şahıs yanına bir ortak alıyor. Bü-

yük şirketlere bakıp, çıkacak pürüzlerin bütününü önlüyor. Söz-

leşmelere, kanunlara, maliyeye dikkat ediyor. İş bölümü yapı-

yor. Vazife ve selahiyetler belirleniyor.

Bu küçük bakkal dükkanında iki kişi kâr edip, gül gibi geçi-

niyorlar. Bunların haline imrenen bazı kimseler, işi büyütmele-

rini, kendilerini de ortak olarak almalarını teklif eder. Böylece

bakkal dükkanından markete, ordan da toptan gıda pazarlama-

sına geçebilirler. Bu sırada mum ve çiklet gibi şeyler de imal

edebilirler.

151

T

Denecek ki, bunların teknoloji ile ne ilgisi var?

Birincisi, Türkiye gibi ülkelerde kıymetli adamlar, sermaye

bulamıyor. Sermaye bulmanın yolunu basit bir misalle anlattık.

İkincisi, kıymetli adamlar büyük sermaye bulunca, serma-

yelerinin bir kısmım teknolojiye ayırabilir. Bugün daktilo yapar

yann elektronik dizgi makinalarma geçebilir. Ecnebi ülkelerden

patent alabilir. Müşterek yatırımlar yapılabilir.

Gelişmemiş ülkelerin en büyük vasfı: Halk, herşeyi devlet-

ten bekler. Devlet ise belli seviyenin üzerine çıkamaz. Çünkü

halka göre devlet olur, devlete göre halk değil.

Ne yazık ki İslâm ülkelerinde doğan çocuğu, ilim, teknoloji

ve fazilet beklemiyor. Oyunlar, eğlenceler ve rezalet beklemekte-

dir. Müslümanlar okul ve işyeri meselesini halletmedikçe hiçbir

şey yapamaz!

Bugün pekçok dindarın çocuğu rezil bir hayat yaşıyor. Çün-

kü o çocuğa bizim eğitimimizi veremedik, işimizde çalıştırama-

dık. Öz evladımızı yabancılara teslim edince, çocuk da yabancı

oluveriyor.

İlim; teknoloji, ekonomi, ibadet sahasında çok mühim yer

işgal ederken, Müslümanlar buna gereken önemi veremiyor.

Yanlış hedeflere taş atıyorlar. Komünistlere, kapitalistlere, ma-

sonlara kızdıkları kadar, kendi beceriksizliklerine de kızsalar,

kurtulacaklar. Herşeyi devletten bekleme yerine kendileri bir-

şeyler yapsalar koltuk değneklerini atacaklar. Kendilerine döne-

miyorlar. İslâmiyet'te bile, başkalarının yaşamasını istiyorlar.

Başkalarını düzeltmeye çalışıyorlar. Kendine dönen "kendine

gelen" insanların sayısı arttıkça şafak sökecektir.

Müslüman, hangi cemaatte, hangi partide, hangi şirkette

olursa olsun, mükemmeli yakalayabilmen', mükemmel olmalı-

dır. Bu mükemmel fertler, aileyi, şirketi, milleti, devleti mükem-

mel eder.

152

En çetin şartlara rağmen, yine şahlanmada din,

Külle örtülmesi mümkün mü o kudsl alevin?

Müslüman birliğinin kendine tekrar dönüşü,

Ruh ve mânâ dolu bir yepyeni dünya görüşü.

Kurtuluş azmini imanlara yerleştiriyor

Kitlenin ruhunu, bir noktada birleştiriyor..

A. U. Kurucu

Ümitsizlik, terakkiye de,

tekamüle de manidir

Hayat mektebinde ders alanlar bilir ki Avrupa'nın terakki

etmesi karşısında Müslümanların geri kalmasının pek çok se-

beplerinden biri de ümitsizliktir.

Ümitsizlik, manevi hastalıklardan biridir, kendini hasta bi-

len, derdine derman arayan, İslâm alimlerinden tabibini,

Kur'an eczahanesinden de ilacını bulmalıdır.

Allah'ın rahmeti her yere müsavi yağan yağmur gibidir.

Gayri müslimler bu rahmetten istifade ederken, Müslümanların

istifade etmemesi, hem büyük bir noksanlık, hem de bir tezadın

sergilenmesidir.

Rahman ve Rahim olan Allah'tan ümidi kesmek "Yapamam,

edemem" demek, aczin ifadesidir.

Allah, ekseri kullarına tekamülün ve terakkinin yolunu aç-

mış, bunun için lazım olan akıl, hafıza, kabiliyet gibi ihsanlarda

bulunmuştur. Amma bilgisizlik, doğru olmamak, çalışmamak,

metodsuzluk üç asırdır Müslümanların başına felaket yağdır-

mış. Ahirette çekilecek ceza bir yana, dünyada bol bol bu suçun

cezası çekilmiş ve halen çekilmektedir. Kendi öz yurdumuzda

bile Hıristiyanlara tanınan din hürriyeti Müslümanlardan esir-

genmektedir. Çünkü maddeten cılızız.

Müslümanlar bir asırdır felaketten felakete, helaketten he-

lakete sürüklenmiş. Her felaket, bir saadetin başı olduğuna gö-

re, artık fecri sadığın emareleri gözükmüştür. Zamanın çarkı İs-

lâm'ın lehine dönmeye başlamış. Bunun için deriz ki: "Umitvar

olunuz, istikbalde en gür seda İslâm'ın sedası olacaktır." Bu ger-

153

T

çeği din düşmanları, bizden daha iyi anladığından, Müslüman-

lara çeşitli bahanelerle yüklenmektedir.

Müslümanlar, manen olduğu kadar maddeten de terakki et-

meye kabiliyetlidir. Hiçbir âyet, hiçbir hadis, ilmin ve tekniğin

aleyhinde bulunmamış, tam tersine teşvik etmiştir. Müslümanlar

Kur'an'a, İslâm'a dönmekle bu gerçekleri anlayıp ilerleyecektir.

Tarih şahittir ki ne zaman Müslümanlar İslâm'a sarılmış, o

zaman ilerlemişler, ne zaman da gevşeklik göstermişlerse geri-

lemişlerdir. Hıristiyanlar bunun aksine bir hayat yaşamıştır.

İncil tahrif edildiğinden, beşeri bir kitap ve beşeri bir sis-

temdir. Elbette iki bin sene evvelki İncil yazarlarının fikirlerine

uyulursa, Hıristiyanlar gerileyecek... Bunun için ne zaman Hı-

ristiyanlar İncil'den, kiliseden uzaklaşmışsa ilerlemişler. İncil'e

sarılınca taassuba kayıp gerilemişler...

İslâmiyet, zamanı yaratan, ezeli ve ebed sultanı olan Al-

lah'ın dinidir. İslâmiyet, kâinata nizam veren Allah'ın nizamı-

dır. Onun için beşeri sistemler yaşlandıkça, Kur'an gençleşiyor

ve yirmibirinci asırda İslâmiyet başa geçiyor.

Eğer biz İslâmiyeti fiilen yaşasak, sair dinlerin tabileri de

İslâm'a girecek.

Ey Müslümanlar ibret alınız: Yıkılan yuvalardan, sönen

ocaklardan ibret alınız. Zaptedilen vatanlardan, esir düşen

Müslümanların durumundan ibret alınız. Düşmanın insafına sı-

ğınmayınız, zira onda böyle bir şey yok. Müslümanlara hayat

hakkı tanımayanlardan yardım istemeyiniz, zira dost görünen

düşman çok. Mütefekkirler, münevverler ibret alınız.

Kur'an şakirdi olan Müslümanlar, İslâmî hakikatleri isbat

yoluyla akla kabul ettirecek bir seviyeye gelmiştir. Beşerin ilim

ve sanayide ileri gitmesi bir kısım ayetlerin daha iyi anlaşılma-

sına sebep olmuştur. Böylece Kur'an, beyinleri fethediyor, Avru-

pa'nın ilim adamları, Kur'an'a tabi oluyor, ey Müslümanlar siz

ne zaman tabi olacaksınız?

Yol açıktır: Hıristiyanların ilim ve sanayi adına yaptığı her

şeyi yapabiliriz. İslâm ahlâkını yaşayarak, dosta ve düşmana gü-

neş olabiliriz. İyi ile kötüyü, hak ile batılı ayırmaları için yol gös-

154

terebiliriz. Yol açıktır. Yeter ki himmetimizi aile çevresinin dışı-

na taşıralım, millete hizmet etmeyi aklımıza getirelim. O zaman

pek çok sır çözülecek, o zaman Müslümanlar ayağa kalkacak!.

Soyguncu soysun da, vurguncu vursun

Sen ana karnında boşa uyursun

Doksan günde gel dokuz ay dursun

Doğmaya gayret et, doğmaya bebek.

Sonra geç kalırsın yağmaya bebek.

A. Karakoç

Zenginlik ve fakirlik üzerine

düşünceler

Bugün "İslâm iktisadı" tabiri yaygın olmakla beraber, böyle

bir tabir Kur'an'da ve Hadisler'de geçmemektedir.

Çünkü İslâm'da iktisat başlı başına, bağımsız bir bilim da-

lı değil, İslâmî ilimlerin bütününde ve ibadetlerin içinde, kısa-

cası insandan ayrı düşünülmeyen bir nesnedir. Psikolojide "ya-

lınlama" .diye bir tabir vardır, yani elmayı, renginden ayrı dü-

şünemezsiniz. Bunun gibi İslâmiyet'i, iktisattan ayn, iktisadı

da İslâm'dan ayrı düşünmek mümkün değildir. Paraya düş-

man olduğunu söyleyen kimselerin, parayla sarmaş, dolaş ol-

duğu gibi.

Elbette ki Müslümanlar helâlından kazanıp, zengin de ola-

bilirler. Yine Müslümanların içinde fakirler de bulunabilir. Son

üç asırdır, zengin fakir durumu değişti. Çünkü bir taraftan ze-

kat unutulurken, öte yanda faiz, zengini, iyice zengin edip, faki-

ri de daha çok fakirleştirdi. Bu da zengin-fakir düşmanlığım do-

ğurdu. Avrupa'da kapitalist, sosyalist çatışmalarına kadar va-

rıp, bu sam yeli, İslâm ülkelerinin üzerinde esince, yemyeşil

yapraklar sarardı.

Daha beteri? Fakirin kaybedecek birşeyi yoktur. Bir canı

155

T

var, belki intihar etmeyi düşünmüyor amma, ölümden de kork-

maz. Zaman zaman yaşadığı hayat, ölümden beter olunca, ölme-

yi mumla arıyabilir. O zaman saldırgan olabilir.

Zengin ise, mal, mülk sahibi oldukça çoluk çocuk sayısı art-

tıkça, bunları torunlar takip ettikçe, ölmek istemez. Bir yandan

ölümden korkarken, öte yanda malının kaybından, yakınlarının

ölümünden de korkmaya başlar, ıstırabı arttıkça artar.

Bu tabloda ortaya çıkan terslik şudur: Fakir İslâmiyet'i öğ-

renip, yaşayamazsa, hangi ulvi dava için hayatını ortaya koya-

cak? Zengin de İslâmiyet'i öğrense ve yaşasa, gerektiğinde haya-

tım ortaya koyamazsa, İslâmiyet'i ne ölçüde koruyabilir?

Meseleyi Türkiye gerçekleriyle ele alacak olursak? 1959'da

eylem planına çıkan komünistler, batıl davalan için az mı can

verdiler? Az mı işkence çektiler? Müebbet hapsi bile göze aldı-

lar, yıllar yılı hapis yattılar.

Bir de anarşistlere göz atalım: Bunların yatması, yemesi,

içmesi, giyinmesi gayet iptidai. Her an başları belada. Her an

vurulabilir de, vurulabilirler de. Herşeyden evvel "Geleceği ol-

mayan by" nesil." Hal böyle iken yollarından dönmüyorlar.

Anarşistle, teröristi aynı kefede değerlendirirsek, hırsızlara

bir göz atalım. Bunlar ister fakirlik sebebiyle, ister ahlâk anla-

yışları yüzünden böyle bir yöne gitsinler amma: Hırsızlar girdiği

evde vurulursa, yakalanırsa, kaybedecek bir şeyi yok. Ev sahibi

ise çok haklı olmasına rağmen, kaybedecek çok şeyi bulundu-

ğundan hırsızdan, karakoldan, soruşturmadan korkar.

Yazımı okuyan pek çok kimse, "Biz, hamdolsun varlıklıyız,

yiyoruz, içiyoruz, gül gibi de yaşıyoruz" diyebilirler. Böyle kim-

seler Türkiye'de çoktur. Çünkü Türkiye, dünya üzerinde benzeri

olmayacak kadar zengin, güzel, dört mevsimi bir arada yaşıyan

bir diyardır. Bu yönüyle, herşeyden evvel Türkiye'nin düşmanı

çoktur. Endülüs Emevileri'ni Franklar'ın, Abbasiler! Moğol-

lar'ın, Osmanlı'yı Avrupalıların imha ettiği unutulmamalı.

Kaldı ki, sakin, güzel bir hayat yaşayan varlıklılar, etrafın-

daki fakirlere, İslâm'ı bilinmeyenlere, kahvelere, meyhanelere

bir göz atacak olursa, geleceği güven altında görmeyebilirler.

156

Tahsil yapamayan, sanat öğrenmeyen, İslâm'dan, ahlâktan ha-

beri olmayan fakir bir çocuk büyüyünce ne olur?

Kahvede ömrünü tüketen, bir gün bir başkasının ömrünü

tüketmez mi?

Meyhanede aklım dağıtan, akılsız işler yapamaz mı?

Bunlara karşı dindarlar, hatta Müslümanlar geleceğini ne

ile güven altına alacaklar?

Devlet, kanun, polis, ordu dediğiniz, insanlardan teşekkül

eden şeylerdir. İnsanın olduğu yerde problem vardır. Bu prob-

lemleri önleyici bir eğitim yapılmış mıdır? Belli bir ahlâkta ka-

rar kılınmış mıdır? Yani güvendiğiniz ünitelerden, o ünitelerin

insanlarından size zarar gelmeyebilir mi? Gelirse bunu ne ile

önleyeceksiniz?

Kısacası fakirliğin felaket, zenginliğin de pısırıklık olduğu

bir devire sürüklendik. Tedbir yok mu, çoook! Çoklarınız bunun

tedbirini almışsınız bile. Bizim vazifemiz hayat laboratuvarla-

nnda olayları incelemektir, bunun için bir kısım acı gerçekleri

gözler önüne seriyoruz. Bunun ümitle, ümitsizlikle ilgisi yok,

düşünelim yeter!

Ezanımdan alışıp tekbire,

Buldunuz mutluluk, imânımla...

Vatan ettim sizi, ey topraklar,

Beş vakit damgalayıp alnımla!

A. N. Asya

Osmanlı Devleti niçin yıkıldı?

Bunun birçok sebepleri vardır amma biz, önemli gördüğü-

müz birkaçına işaret edeceğiz, ta ki ibret alınsın.

15. ve 16. asırlarda ilim adamlarıyla sanatkârlar reform ve

rönesans hareketini başlatırken din ve dil ayrılığı sebebiyle

bundan haberdar olunamamıştır. Lisan bilinseydi bu gaflet ön-

lenirdi.

feft                                                                                                                      157

Avrupalılar, okyanuslara açılıp, yeni kıtalar keşfedip, yeni

sömürgeler edinirken Osmanlı bu imkandan mahkumdu. Sö-

mürgeler serveti, servet de ilim ve teknikte ilerlemeyi getirmiş-

tir. Osmanlı, fakirleştikçe ilimde ve sanatta da geri kaldı, Avru-

pa'ya karşı koyamaz duruma geldi.

Büyük ve zengin devletler, Osmanlı tebeası olan kavimleri

isyana sevk etti. Böylece kölelerine mağlup olan bir devlet mo-

deli ortaya çıktı.

Devletin çok geniş sahaya yayılmış olması, merkezi kuvve-

tin her yere yetişememesi, din alimlerinin azalması, bunların

halk üzerindeki otoritesini kaybetmesi acı sonu getirmişti.

Devlet savaşlarda mağlup oldukça, değil ki ganimet topla-

mak, savaşın ağır yükü de omuzlarına biniyordu. Her mağlubi-

yet iç karışıklıklara da yol açıyordu.

17. asır sonunda Viyana bozgunu ile artık yenilmez sanılan

Osmanlılar gitmiş, yerine yenilebilir Osmanlılar gelmişti. Bu da

komşu devletlere cesaret verdiğinden sık sık savaş açıyorlardı.

Devlet kendi gücüyle ordunun ihtiyaçlarını karşılamadığı için

vergiler artıyordu. Bu da halk arasında huzursuzluğa sebepti.

Her savaşta Hıristiyan tebea devletten ayrıldıkça, hem dev-

letin itibarı, hem de iktisadı sarsılıyordu.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında temelleri atılan, Bi-

rinci Mahmut devrinde kesin bir şekil alan kapitülasyonlar, ön-

ce Fransızlara, arkasından Felemenklilerde, Venediklilerde, İngi-

lizler'e geniş ticari imkan hazırlamıştı. Burda dikkat edilecek

husus şudur? Kanuni zamanında devlet güçlü olduğundan kapi-

tülasyonların zararı olmamıştı. Ne zaman ki üretim azalmış,

deniz ticari "filolarımız gelişememiş, o zaman ithalat, yerli sana-

yiyi öldürdüğü gibi, deniz nakliyatı da tamamen Avrupalıların

eline geçmişti. Demek ki düşmanın kuvveti Osmanlı'nın zayıflı-

ğındandır.

Devletin ekonomik durumu bozuldukça, yabancı devletler,

Osmanlı'nın içişlerine karışmaya başladı. Bu karışıklıklarda

Osmanlı milli menfaatmdan çok şeyler kaybederken, diğerleri

kazanıyordu. Özellikle Hıristiyan tebea şımartılarak dağılma

hızlandırılıyordu.

158

Fatih zamanında İstanbul Rum Patrikhanesine geniş imti-

yazlar verilmişti. Osmanlı Devleti zayıfladıkça Patrikhane güç-

lendi. Hıristiyan tebeamn üzerinde geniş bir nüfuza sahip oldu.

Bu da Osmanlı'nın aleyhine siyasi ve ekonomik faaliyetleri ge-

liştirdi. Mesela Fenerli Rum beyleri, dış siyasette Osmanlı'nın

aleyhinde önemli çalışmalar yaptı.

Halk, zenginler fakirler diye iki kısma ayrıldı. Rüşvet arttı.

Gerek zirai ve gerekse sanayi ürünleri azaldı. Böylece kıymetli

adamlar yetişemez oldu. Devlet yönetimi ehliyetsiz ellere geçti.

Mekteple medresenin ayrı ayrı olması, hatta bunların birbi-

rine düşmanca bakması,, sadece Osmanlı'nın değil, umum Müs-

lümanlar'ın faleketiydi. Hiç şüphe yok ki, Osmanlı'yı yıkan se-

beplerin başında öğretim ve eğitim bozukluğu gelir.

Osmanlı ilimde ve teknikte geriledikçe, Avrupa ilerliyordu.

Birinci Dünya Savaşı'nda ilim ve teknik geldi, Osmanlı'yı istila

etti ve tarihten sildi.

Daha geniş bilgi almak isteyenler Yusuf Akçura'nm yazdığı

"Osmanlı Devleti'nin Dağılma Devri" isimli kitaba bakabilir.

Osmanlı'nın yıkılış sebeplerini bilemezsek, yaşamanın, var

olmanın sırlarını yakalayamayız. Güzel şeyler söylemek ve yaz-

mak belli bir noktaya kadar işe yarar, ondan sonrası felaket.

Bugün İslâm dünyasını, ayağa kaldıracak 3 şeydir: İlim,

teknik ve İslâm ahlâkı.

Burada hiç kimse durucu değil,

Hepimiz dünyadan göçmeye geldik.

Kör olan bu işi görücü değil,

İyiyi kötüden seçmeye geldik.

M. F. Gülen

Maddî medeniyet

Manevi medeniyet de varmış gibi hemen buna karşı çıkar-

lar "medeniyet, medeniyettir!" derler. Halbuki maddi medeni-

159

yetten bahseden bizim hocalar değil, Fransız bilim adamların-

dan Fernand Braudel'dir (1902-1985).

Dünya nüfusu arttıkça insanlar üreticilikten tüketiciliğe

dönmeye başladı, böylece para kıymetlendi.

Kıymetlenen para bazı ellerde toplanmaya başlayınca kapi-

tal (sermaye) meydana geldi.

Kapital sahibine "kapitalist" dendi. Kapitalistin özelliği:

Kapitalini artırmaya çalışmak, dolayısı ile diğergam olmamak,

başkalarını düşünmeksizin, egoistçe davranıp, kendi maddi im-

kanlarını daha iyiye götürmektir.

Kapitalistlerin bulunduğu yerde kapitalizmin de olacağı

açıktır.

Kapitalizm, her ne kadar bir ekonomik görüşse de, rejim ol-

duğu da inkar edilemez. Kapitalizmin içinde devlet de vardır.

Bankalar, kapitalizmin nirengi noktalan iken, faiz, bunun

en belli başlı alametidir.

Kapitalizmin esası rekabettir: Ucuza mal edip, pahalı sat-

mak!

Ucuza mal ederken işçiyi, pahalı satarken tüketiciyi ezer.

Kapitalist devletler de pazar arar, ekonomik emperyalizm

kendim gösterir, ekonomik köleler, sömürgeler modeli ortaya çı-

kar.

Dikkat edilirse herşey paranın (kapitalin) etrafında dön-

mektedir. Para öylesine bir kıymet kazanır ki, mü'min bile, "Pa-

ra, mabut değildir amma onun yaptığı işleri yapar!" demeye

başlar, fakat gün gelir ki para bulur, sıhhat ve saadet bulamaz.

Ölüm ise kapitalisti, kapitalden ayıran acı bir gerçektir. Miras

ise çok zaman varisleri çileden çıkarmıştır.

Materyalizmde madde, mabut durumuna gelirken, parayı

bunun dışında mütalaa edemeyiz. Öyle ise, Allah'a inanan Müs-

lüman ya maddeyi, dolayısı ile parayı esir alıp, İslâm'a hizmet-

kâr edecek, veya bunlara esir olacaktır.

Bugünkü Müslümanların genel görünümü: Hakimiyetten

çok, esarettir.

160

Esaretten kurtulmaya çalışan Müslümanlar, muhteşem bir

kavga vermektedir. Bu kavga şahsın kendisinde başlayıp, ailede

ve iş hayatında da devam ederken, devletlerarası bir seviyeye

ulaştığı da inkâr edilemez.

Max Weber kapitalizmin ruhunu Protestanlığa, dolayısı ile

Hıristiyanlık'taki reformlara bağlarken Werner Sombart, Röne-

sans'a uzanır.

Ne olursa olsun, kapitalizm herşeyiyle Hıristiyanların ma-

lıdır.

Yirminci asra pençelerini uzatan vahşi kapitalizm, komü-

nizm canavannı doğurdu. "Kapitalizmin en akıllı çocuğu sosya-

lizmdir" diyenlere bakılırsa, ne korkunç rejimlerin insanları ku-

şattığı kolayca görülür.

Rusya'daki sosyalizm yıkılırken, onun yerine gelen kapita-

lizm, enflasyonu da beraberinde getirdi. Dolayısıyla işsizlik ve

fakirlik çığ gibi büyürken, ağır hayat şartları altında ezilen

halk, tekrar sosyalizmi istemeye başladı: "Hiç değilse o zaman

karnımızı doyurup, birşeyler giyip, başımızı sokacak bir yuva

buluyorduk" diyecek.

insanlar, kapitalizmden daha iyisini bulamadıkları için ona

razı olmuştur. Müslümanlar'ın çoğu kapitalizmle öylesine bü-

tünleşmiş ki, ne yaşadığı hayatın, ne de onun dışındaki rejimle-

rin farkında!.. Müslümanlar sermayesini analiz laboratuvann-

da incelese, Kur'an'ın reddettiği noktalara rastlayacaktır.

Kapitalizmin en büyük özelliklerinden biri de (hiç şüphesiz)

ümmet mefhumunu yok etmesidir. Bu rejim içinde ancak cema-

atler ayakta kalabilir ki, bunlar da kapitalizm çölünde vaha'dır.

"Tek dişi kalmış bir canavar", tek gözlü canavar diye tasvir

edilen maddi medeniyet, kahveleri, meyhaneleri, barları insan-

lığa hediye edip, ekseriyeti fazilet kulesinden, rezalet çukuruna

atmıştır. Kapitalden sermayeye geçemeyen Müslüman, bu çu-

kurdan çıkamayacaktır.

161

Pazarcılar gibi alış-verişle,

Öbür âlem için bir sürü işle,

Az bir sıkıntı, biraz bekleyişle,

Hakk'a giden yolu açmaya geldik.

M. F. Gülen

Neden kalkınamadık?

Lozan Andlaşması 1918 mağlubiyetinin devamı olup, İslâ-

miyet'ten ayrılma karşılığında Hıristiyanlar, Türkiye'ye bir kı-

sım haklar ve özgürlükler tanımıştı.

İlimde, teknikte ilerleyen Avrupa, geri kalanları ezmişti.

Avrupa hayranları Batıcı ideolojiye saplanarak Osmanlı'ya,

Müslüman'a, hatta İslâmiyet'e karşı çıkmıştı.

Demek ki meselenin temelinde Avrupa'nın ilimde, teknikte

ilerlemesi, Osmanlı'nın geri kalması yatıyordu.

Madem ki galip Avrupa, Müslümanların İslâmiyet'ten ay-

rılmasını istiyordu, o zaman, yöneticiler Türkiye'nin ilimde ve

teknikte ilerlemesini sağlamalıydı.

Akla önem verdiler, pozitivizme sarıldılar, ulaşımda, ima-

latta bir kısım hamleler yaptılar fakat kalkınamadık, 70 yıllık

Cumhuriyet'in sonunda halen kıvranıyoruz, sancılar çekiyoruz,

niçin?

Çünkü:

1- Karma ekonomi diye birşey tutturuldu, bunun içinde ka-

pitalizm de, sosyalizm de vardı İktisat fakültelerinde devlet

hem sosyalizmi öğretti, hem de sosyalist avına çıktı.

2- Türk Ceza Kanunu'nun 141 ve 142. maddeleriyle solcu,

sosyalist, komünist avcılığı yapılırken, 163. maddeyle, Müslü-

manın islâmiyete ulaşması yasaklanmıştı.

3- Devlet partisi olan CHP'nin altı okundan biri milliyetçi-

lik olduğu halde, 1944'te Türkçüler tevkif edilmişti. "Ne mutlu

Türküm diyene" sözü pankartlarda kalmış; "Türküm, doğru-

yum" da ilkokul çocuklarının işiydi.

4- Milli Eğitim üretici değil, tüketici yetiştiriyordu. Diploma

162

verdiğine iş de vermek zorundaydı.

5- Bu sebeple Türkiye (Rusya dahil) Hıristiyan dünyasının

pazarı olmuştu. İthalatımız fazla, ihracatımız azdı. Bu da dış ti-

caret açığını... O da dış borçlanmayı getirdi.

6- Devlet tahvilleri faizli olduğundan dindarlar almadı. İç

borçlanma yetersiz kalınca, devlet dış borçlanmalara yüklendi,

bugün bunlann faizini ödeyemiyoruz.

7- Kapitalizm faize dayanır. Bunun için faizsiz banka aç-

mak, kâr-zarar esasına dayalı tahvil vesaire çıkmak devlet ide-

olojisine aykırı düşüyordu. Böylece birileri bizleri karşı karşıya

getiriyordu ki, bu da devletin, milletin birlik ve beraberliğini

sarsıyordu.

8- Kalkınmış ülkeler Türkiye'den İslâmiyet'i kaldırmak is-

teyince, Türkiye'nin İslâm ülkeleriyle ilişiğini de kestiler. Böyle-

ce ihracatımıza büyük bir darbe vurdular.

9- Her milletin kendine göre bir ahlâk anlayışı vardır. Tür-

kiye'de İslâmiyet ve ona bağlı şeyler istenmediğine göre, acaba

ahlâk anlayışımız neydi? Çek ve senetlerin ödenmemesi, hileli

ticaret, kalitesiz mallar, İslâmiyet'ten uzaklaştığımız kadar, Av-

rupa'dan da uzaklaştığımızı gösteriyordu. İcralar tıklım tıklım

dolu, ağır ceza mahkemeleri bile bir günde yirmi davaya bakı-

yor, beşbin kişilik hapishane yapmakla rekor kırmamız, ters yo-

la girdiğimizi göstermez mi?

10-  Rüşvet yaygın hal aldı. Devlet malı yağmalandı, K-

İT'ler(Kamu İktisadi Teşekkülleri) hükümetlerin iş bulma kuru-

mu oldu. Torpil (adam kayırma) aldı, yürüdü.

11- Yeteri kadar yatırım yapılmayınca, kahvelerin meyha-

nelerin, hastahanelerin ve hapishanelerin sayısı arttı. İşin garip

tarafı bunlar medeniyetin, çağdaşlığın alameti sayıldı. Soyunan

kadın ilerici, kapanan gerici. Böylece içki içen, kumar oynayan,

kız arkadaş edinen memur baş köşeye oturtulurken, bunları

yapmayan mimlendi, hakkında soruşturma açıldı, hatta işinden

kovuldu. Bankalarda hademenin kapalı, memurelerin açık ol-

ması, kapitalizmi anlatan ibretli bir tablo değil mi?

12- Pozitivizm, atölyeler, laboratuvarlar ve fabrikalar ma-

163

bet haline getirilip; cami, mescid ve tekke gibi mabetler, okulda,

fabrikalarda ve kışlada iltifat görmedi.

13- Doğu Anadolu'nun dağları açılmadı, nehirlerine yeteri

kadar baraj kurulmadı, petrol ihmal edildi.

14- Hollanda'nın ziraatı, Almanya'nın sanayisi alınmadı; zi-

raat ve makina mühendisleri bile boş geziyor.

15- Laiklik, demokrasi, liberalizm, Atatürkçülük, sağcılık,

solculuk, şeriat gibi kelimelerle devletle millet oyun oynuyor.

Halbuki Avrupa'yı bu duruma getiren ilim ve tekniktir. Türkiye

de ilim, teknik ve islâm ahlakıyla süper güç olur.

16-  1920'li yıllarda yüz lira çok büyük bir paraydı. 1940'lı

yıllarda bin lirası olan çok azdı, bir kuruş işe yarardı. 1958'de

bir dolar ikiyüz seksen kuruştu. Her hükümet Türk parasının

değerini düşürerek bugüne geldik. Şimdi ihracat teşvik ediliyor,

KiT'ler satılıyor, yüksek faizli devlet tahvilleri çıkarılıyor ki dö-

viz iktidardan düşsün, Türkiye bunalımdan çıksın.

İhracatın artması için: Kaliteli, ucuz mal üretilecek, bürok-

raside kolaylık sağlanacak; malı satan da, alan da güvenilir ha-

le getirilecek. İslâm ülkelerine selam vermedikçe ihracatımız da

artamaz.

Yüksek faizli devlet tahvillerine gelince: Dış borçlanmadan-

sa, iç borçlanma her zaman iyidir.

KiT'lerden ve ek vergilerden gelen paralarla, ekonomik ya-

ra sarılacak. Üç veya beş sene sonra bu paralar suyunu çekince,

bundan daha korkunç ekonomik bir buhran gelecek.

Bu dertten kurtulmanın çaresi: İlim, teknik ve İslâm ahlâ-

kında ilerlemektir. İhracatımız böyle artar, ihracatımız arttığı

ölçüde Japonya, Almanya modeli yakalanır (1995).

164

Halimize bakıp da deme ki budur Kur'an;

Kur'an İslâmiyet'tir, Müslüman ona uyan!

Ö. Okçu

Devletçi, toplumcu, bireyci akımlar

Faşist, Nazist gibi totaliter yönetimler devletçi; sosyalistler

toplumcu, liberal demokrasiler de bireyci sayılıyor.

İslâmiyet, teokratik'miş...

Teokratik (Theocratique) Fransızca bir kelimedir. Luther

(1483-1546)'e kadar devam eden kilise yönetimindeki devlet bi-

çimidir.

İslâmiyet'te kilise olmadığına göre teokratik yönetim de ol-

maz. Zaten yabancı kelimeler İslâmiyet'i anlatamaz. İslâmiyet

İslâm ile anlatılmalı.

Meziyetlerimiz bize küsmüş, ecnebi pazarlarında müşteri

aramış, bulmuş. Bu cümleden olarak İslâm'ın toplumcu vasfını

sosyalistler; bireyciliğini liberaller; ilim ve tekniğini süper güç-

ler almış, bize de acayip bir hayat kalmış.

. İslâmiyet'te bireycilik (ferdiyet) önemli bir yer tutar: Asr-ı

saadette sahabenin her biri mükemmel Müslüman'dı. Zaten

ahirette (Mahkeme-i Kübra'da) devletlerin, milletlerin, partile-

rin, cemaatlerin, ailelerin muhakemesi yoktur, herkes tek tek

hayatının hesabını verecektir. Bu bakımdan her şahıs mükem-

mel Müslüman olmak zorundadır. Mükemmel Müslümanlar'm

aile hayatları, şirketleri, milletleri ve devletleri de mükemmel

olur.

İslâm'ın sosyal ve ekonomik hayatında, ya hep beraber kal-

kınma veya hep beraber gerileme vardır. Bu yönüyle İslâmiyet

toplumcu bir dindir. Çünkü mü'minler maddeten ve manen kar-

deştir. Elbette ki gerileme İslâm'a değil, Müslümanlarda aittir.

İlerleme ve kalkınma da sadece ve sadece İslâm prensipleriyle

gerçekleşir.

Bu noktaya gelince 'devlet'ten bahsetmek zorunluluğu var-

165

dır. Devlet iki şeyden ibarettir: Kanunlar ve memurlar. Kanun-

lar, İslâm'a aykın olmayacak. İslâm'da haramlar çok azdır, he-

lâller sınırsızdır. Ecnebi devletler bile (deney sonucu) içkiye, ku-

mara, zinaya, faize karşı çıkabiliyor. Çünkü insanı yaratan Al-

lah, İslâmiyet'i gönderdiği için; İslâmiyet, insanın tarifnamesi-

dir. Herkes için başarı: İslâm prensiplerindedir. İslâm medeni-

yeti ise: İlim, teknik ve İslâm ahlâkından ibarettir.

Memurlara gelince: İslâm ülkesinde memurlar (bilinçte ve

inançta) Müslüman olacağından, bunların planı, programı ve

yönetimi bir devlet biçimim ortaya kor ki, buna da "İslâm devle-

ti" denir.

Bugün ırkların, ideolojilerin ve devletlerin birbirine tesiri

olduğundan, İslâm devleti, ferdin günah seline düşmesiyle sar-

sılıyor, bencilliğin (egoizmin) tesiriyle de nazariyede kalıyor.

İnancım ilimle bütünleştiremeyen Müslümanlar, İslâm devleti-

ni hikaye eder, hatta: "Bir varmış, bir yokmuş, tarihte şu kadar

İslâm devleti varmış" gibilerden, sohbet, masala döner. Kısaca-

sı: Siz şuurlu Müslümanlar1! gösterin, biz de İslâm devletini gös-

terelim. Bununla "beraber siyasî çalışmalar da olmalı (1995).

Fabrika bacaları artık minareleşsin,

Minarelerin ruhu fabrikalara geçsin!

Bir yanda motor sesi, öte yanda da tekbir,

Göreceksin dinecek; dertler, ağrılar bir bir.

Ö. Okçu

Küresel kalkınma

Dünyamız "küre" olduğu için, ülkelerin topyekün kalkınma-

sına da "küresel kalkınma" deniyor.

Üretici olan süper güçler, geri kalmış ülkelerin "tüketici"

olacak kadar kalkınmalarım istiyor. Bu sebeple dış yardımların,

166

dış borçların üreticilik yönünde kullanılmasını istemiyor.

Ülkelerarası ekonominin birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı ol-

ması, süper güçlere fırsat veriyor. Geri kalmış veya gelişmekte

olan ülke yöneticileri, süper güçlerin emrine uymazsa "malını

almam!" tehdidiyle karşılaşır. Mal satılmazsa dış ticaret açığı

artar, o da dış borçlanmaya yol açar; enflasyon, işsizlik, suçlu

patlaması peşpeşe dizilir, yöneticilerle beraber bir ülke de zor

duruma düşer.

Süper güçler ileri teknolojiyle büyük kazançlar sağlarken,

"Hamal teknoloji"yi de diğer ülkelere bırakır. Böylece bir bilgi-

sayara karşılık dünyanın tenceresini, ceketini alır.

Ülkelerin içinde karışıklık çıkararak veya iki ülkeyi birbiri-

ne düşürerek, bol bol silah ve cihaz satıp, harp'sanayisini en ve-

rimli duruma getirir.

İçki ve uyuşturucuyu yaygınlaştırıp, nesilleri bozar; işe ya-

ramayan insanların sayısı artar.

"İslâm dünyası"nın varlığı inkar edilemez. Bir buçuk milyar

Müslüman'dan söz ediliyor. Amma süper güçlerin bütünü Hıris-

tiyan. Gayri müslimler kapitalist ve sosyalist kamplarına ayrı-

lırken, Müslümanlar "ekonomik alem"in dışında tutulmuştur.

Müslümanlar İslâmiyete göre büyük sermayeler edinemeyince,

bankalar, Müslümanlar için de geçerli kuruluştur. İslâm ülkele-

rindeki bankaları Müslümanlar ayakta tutmaktadır.

İslâm ülkelerinde dahi "piyasa güçleri" başkalarının elindedir.

İslâm'a bağlı dindar Müslümanların bile, bir çeşit "ruhban"

olması planlanmış, böylece Müslümanlar, İslâm'ın ekonomisin-

den, politikasından, hukukundan uzak bırakılmış. Çünkü süper

güçler, sadece ve sadece tüketici istiyor. Bu sebeple israf teşvik

ediliyor, üreticilik her fırsatta baltalanıyor.

İslâm ülkelerindeki dini cemaatler bile, üretimi değil, tüke-

timi (nerdeyse) ibadetten sayacak...

İşin içine bir de "ırkçılık" girince, ülke içinde veya ülkelra-

rası kavganın sebebi açık demektir.

Küresel kalkınma, üreticiler ve tüketiciler dengesi üzerine

kurulmuştur. Süper güçler bu dengenin bozulmasını istemiyor.

167

Müslümanların bütünü de tüketici... Bu sebeple Müslümanlar

ilimde, teknikte ilerleyip, İslâm ahlâkı ile ahlâklanamıyor. Ya-

şasın mefruşat; var olsun kristal eşyalar ve avizeler!.. (1995)

Biziz boynu bükük yollar üstünde

Bir çift söz var denmez diller üstünde;

Dalkavuk köpeği eller üstünde,

Toprağın bağrında ezilen biziz...

S. Ertürk

Piyasa güçleri

On sekizinci asırda sanayi devriminin başlamasıyla para,

dolayısıyla sermaye büyük önem kazandı. Bu problemi banka-

larla çözdüler.

Yirminci asırda sermaye kadar "adam"ın da önemli olduğu

anlaşıldı.

Günümüzde ise "yönetici" sermayenin önüne geçti.

Sadece Türkiye'de on milyondan fazla mudi, yani bankalara

para yatıran Müslüman var. Bu paralar irili, ufaklı olabilir am-

ma asıl önemlisi: Bu paraları sahipleri çalıştıramıyor, bankaya

"Al da sen çalıştır" diyor.

Elbette ki bankaların da yöneticileri var. Ve, gökten yönetici

yağmıyor. İnsanlar içinde en az bulunan "yönetici"dir. Bu sebep-

le bankalardan üretim beklemek yersizdir.

Bankalar, sermayesinin büyük kısmını kredi olarak dağıtı-

yor, "iş becerenler" bu paralarla bir şeyler yapıp faiz ödüyor,

bankalar da kazancının yüzde yetmişini faizden sağlıyor ve faiz

dağıtıp bir çeşit "müşteri sistemi" kuruyor.

Bankalar, "piyasa güçleri" içinde yerini korurken, Müslü-

manlar'ın, özellikle dindarların, kendi güçleriyle bir şeyler yapa-

mamaları... "Ekonomik esaret" içinde ibadetlerini yapmaları,

gelecek için ümit vermiyor.

Kendini yönetemeyenler,

168

Evinde problem olanlar,

İşyerinden uzak kalanlar,

İşini yürütemeyenler,

İslâm dünyasında, her zaman bir Afganistan, bir Bosna, bir

Filistin modeli ortaya çıkarabilir.

"Adam" ve "sermaye" piyasanın iki gücü olurken; adam:

Mafyadan başlayıp, sermaye sahibinden, genel müdürden, dev-

lete kadar uzanır.

Sermaye ise, yerli, yabancı gibi kısımlara ayrılırken, sahibi-

ne ve yöneticisine göre değer almaktadır.

İslâm ülkelerinde kadının "zillet yuvalarında "sermaye" ol-

ması...Sermaye için yapılan dolandırıcılıklar, sahtekârlıklar,

mafya, rüşvet; olayın menfi ve müsbet yönlerini gösteren misal-

lerdir.

Gelir dağılımındaki dengesizlikler... Borsa, döviz ve faiz

cazip hale getirilip, alışverişin durması...

Enflasyonun piyasa üzerine bir çığ gibi düşmesi... Fakirli-

ğin suça sebep olması... Ahlâk mefhumunun anlaşılmaz duru-

ma getirilmesi... Bir de "resmi ideoloji"nin halkla savaşı... Pi-

yasa güçlerinin şekillenmesinde önemli sebeplerdir.

Evet biz Müslümanız amma İslâmiyet bu değil! Malda, pa-

rada Müslümanca hareket edemeyen, batan geminin kamara-

sında servetini hesaplamaktadır (1995).

Karanlık damla damla erirken karşı camda

Yine mi yalnızım, ey Allah'ım ben bu akşam?

Gölgemle yapayalnız yine bu boş odamda.

H. N. Okay

Komünizm

Rusya seçimlerinde Komünist Parti birinci oldu.

Bilindiği gibi, Kafkasya'dan Doğu Türkistan'a kadar uza-

169

nan, Türk-İslâm cumhuriyetleri, komünizmin cefasını çektiler

malları, mülkleri ellerinden alındı, ataları şehid edildi, dinsiz

eğitime tabi tutuldular. Hal böyle iken o yörelerde bulunduğum

sıralarda baktık ki hem Türk, hem Müslüman olan o insanlar

komünizmi'istiyor. Çünkü kapıcısından en üst kademede bulu-

nan insanına kadar herkes devleti yağma etmiş ve Rusya çök-

müş. Şimdi herkeste para var, fakat meydana çıkaramıyor. Çı-

karsa "Nerden aldın?" diye sorulacak. Çıkarmasa ticaret yapa-

mıyor. Hazır paranın da arkası tez gelir. Kendine göre bir iş de

bulamıyor... Hem boş kalmanın sıkıntısı, hem de gelecekten en-

dişe etmek onu sarsıyor, kapitalizme dönen o insanlar, komüniz-

mi özlüyor.

Dinsiz rejim hürmet ve merhameti yok etmiş, yaşlılar zor

duruma düşmüş, kapitalizm de henüz "sosyal devlet" modelini

ortaya koyamayınca, bir lokmaya muhtaç olan yaşlılar, komü-

nizmi mumla aramaya başlamış.

Komünizmin helâl, haram gibi tabirlere yer vermemesi de

insanların gönlüne göre yaşamalarını sağlamış, bu bakımdan

rüşvetinden eğlencesine kadar kendilerine bir "yaşama biçimi"

kuranlar, bu rejime sahip çıkmıştır.

Gerçi, uzuvlarının zevkine tabi olanlar, gönlüne nedamet

ağacı diker amma, bu acı gerçeği iş işten geçtikten sonra anlarlar.

Rusya batıl bir rejimden bir başka batıla geçtiği için, aradı-

ğını bulamamıştır.

Kapitalizmin ileri noktalarında bulunan, gerçekten "sosyal

devlet" modelim ortaya koyan Danimarka'da bir gence neden

okuldan ayrıldığını, niçin sanat öğrenmediğim sorduğumda, "Ne

gereği var, çalışsam da para alacağım, çalışmasam da... Ben ça-

lışmadan para alıyorum, gönlüme göre yaşıyorum" demişti.

Gönlüne göre yaşamak da, boş gezme... Bir insan için en büyük

felaket boş kalmaktır. Boş kalanlar için zaman geçme bilmez.

Böyle insanlar kendim içkiye, uyuşturucuya vermek zorundadır.

Bunlara kuman, fuhuşu ilave edebilirsiniz. O zaman para yetiş-

miyecek, hırsızlık, cinayet birbirini takip, edecek. Kapitalizmin,

liberalizmin, demokrasinin zirvesinde olan Danimarka gibi Av-

170

rupa'nm sosyal devletleri sosyal bunalım içinde, genç nüfusu ar-

tıramıyor, ebeveynler çocuk yerine köpek besliyor. Orda bir kö-

peğin masrafı bizde bir ailenin masrafına denk.

İslâmiyet'ten uzak kalıp, akılla doğruyu bulmaya çalışan

insanlara felsefe tarihi şu cevabı veriyor: Her filozof kendinden

evvelkini haklı tenkitlere tabi tuttuğuna göre hakikat halen bu-

lunamamıştır.

İslâmiyet'ten uzaklaşan Müslümanlar da kendini bu akıbet-

ten kurtaramaz. Kapitalizme, liberalizme razı olanlar, komüniz-

me de razı olmak zorundadır. Zira kapitalizmin hataları, her za-

man komünizmi, sosyalizmi davet eder. Ta ki Müslümanlar İslâ-

miyet'i yaşayıncaya kadar! (Aralık 1995)

,,

Din, terakkiye mâni imiş, görelim hani?

Terakkiye hangi âyet, hangi hadis mâni?

Sanayii haram eden bir tek âyet göster;

Yok mu? Öyleyse yeter, artık iftira yeter!

Ö. Okçu

Çalışanların pay ortaklığı

Bediüzzaman Said Nursi: "Beşer, esir olmak istemediği gibi

ecir olmak da istemez" demiştir. Yani insanlar esaret (kölelik)

zincirini kırdığı gibi ücret zincirini de kıracaktır...

Köle ticaretinin uzantıları halen Amerika Birleşik Devletle-

ri'ndeki zencilerde, Avrupa devletlerinin sömürgelerinde görü-

lür amma devam etmez.

Doç. Dr. Mehmet Ali Gürol'un yazdığı Hak-İş'in yayınladığı

"Çalışanların Pay Ortaklığı" isimli kitap, ücretten prime, ortak-

lığa geçişi anlatan kıymetli bir eserdir. Bu eserin kurtarıcı yönü

vardır.

İnsanlık tarihi boyunca insanları esir eden, köle eden, onla-

ra hiçbir hak, hukuk tanımayan insanlar olmuştur.

171

İnsanlar, insanlarla mücadele ederek, kölelik zincirini kır-

mıştır.

On yedinci asırda başlayan sanayi devrimi ile kapitalizm

ortaya çıktı. Sermayesi olan, iş başaran şahıs, ücret verdiği in-

sanları köle gibi çalıştırıp, onları sadece ekonomik köle yapmı-

yor, aynı zamanda her türlü haklarım da elinde tutuyordu.

Sosyalizm bu zinciri kırmaya çalışırken, devleti patron, hal-

kı köle etti. Öyle ki halkın hayatına, evladına, dinine, malına el

koyarak, görülmemiş bir kölelik sistemi getirdi.

Bununla beraber kapitalizm canavarının tırnaklarını ke-

sen, dişlerini söken sosyalizm oldu.

Rus sosyalizmini deviren de kapitalizmdi.

Kapitalizmde fertler, sosyalizmde devlet zengin olurken, İs-

lâmiyet'te kitle kalkınması vardır.

Bu sebeple çalışanların işe ortak edilmesi kitle kalkınması-

dır, İslâm'a uygundur.

İnsanlar, sermayesini büyütmek ister. Asıl önemli olan fir-

mayı büyütmektir.

Ferdi sermaye ne kadar büyük olursa olsun, dünya sermaye

piyasasında küçüktür.

Firma büyümesi ise, sınırsızdır. Bugün dünya çapında fir-

malar var, dünya çapında ferdî sermaye yoktur. Bir kısım zen-

gin insanlardan söz edilir amma, onlar da firma sahibidir.

Firma sahibi olmanın, onu büyütmenin bir çaresi de prim-

dir. Büyük adamlara sahip olmak, büyük sermaye kadar önem-

lidir. Adam, her zaman sermayenin önündedir.

Bence, Müslümanlar sermayesiyle değil, ücret ve prim ver-

diği insanların sayısıyla övünmelidir (1995).

172

Yaşarsan dünyada neler görürsün,

Esrarın çözemez şaşar durursun.

Yol yordam bilmeze bir iş verirsin,

Ağzına yüzüne bular getirir.

Karamanlı I. Oğuz

Ekonomimiz

Partiler görüş ve düşüncelerini yansıtan broşürler yayınlı-

yor, liderler bu yönde konuşmalar yapıyor, Türkiye'de değişen

bir şey yok.

Devlet patron veya tüccar olmaktan vaz geçmeli. Lakin üre-

time, ihracata el atmalıdır.

Ülkemizde konfeksiyon, inşaat ve zirai üretim iyidir, amma

bunlarla kalkınmamız, bunlarla Gümrük Birliği'nde rekabet et-

memiz mümkün değildir.

Dokuz renk iplikle kazak ören Alman makinasmın fiyatı ye-

di milyar lira. Bu makina demirden, bakırdan, plastikten yapıl-

dığı için hammaddesi beş milyon liradır. Adamlar beş milyonluk

ham maddeyi teknoloji sayesinde yedi milyara satıyor. Biz han-

gi malda böylesine kazanç sağlayabiliriz?

Hesap ediniz: Yedi milyarlık bir örgü makinasmı alabilmek

için ne kadar fındık, ne kadar ceket veya ne kadar ayakkabı ve-

receğiz?

Bir misal vereyim: Fiyatı üç buçuk milyon lira olan yirmi

bin takım elbise verip bir adet örgü makinası alacağız.

•-, Örgü makinasmın ham maddesi beş milyon lira olduğuna

göre (bu maddeler de bizde bol bol bulunduğuna göre), demek ki

yirmi bin takım elbiseyi beş milyon liraya sattık! Haram değil

mi? Bu şekilde kalkınabilir miyiz? İşte memleketimizin övünç

sebebi olan, devletin de sırtını dayadığı konfeksiyon sanayisi bu!

Hastane cihazlarını, ordunun ihtiyaçlarını, bilgisayarları ve

benzerlerini düşününüz: Biz mal satıyoruz, teknoloji alıyoruz,

kalkınmamız mümkün değil, aziz milletimizi kandırıyorlar.

Öte yanda hileli ihracat, ekonomimizi baltalıyor, devlet bu

hususta caydırıcı bir ceza sistemi uygulamıyor.

173

Yetmiş senedir devlet adamlarından beklediğimiz hususlar

şunlardır?

Teknoloji üretimi, teknoloji ihracatı için, öğrenciden öğretim

üyesine kadar bir grup insan, devlet kontrolünde çalışmalı.

Bunlar için özel kanunlar çıkarılmalı. Selahiyet, sorumluluk,

imkanlar birbiriyle uygun olmalı.

Kalitesiz üretim yapana, ihracatı baltalayana ağır cezalar

verilmeli.

Çek ve senetlerdeki geri dönmeler önlenmeli.

Akreditifi asgariye indirebilmek için yurtdışı mağazalar

açılmalı, burda çalışanlar da özel kanunlara tabi olmalı.

Yabancı sermaye teşvik edilmeli.

Ticari mahkemeler hızlandırılmalı.

Bu hususları yerine getirecek bir hükümet, bir devlet, Avru-

pa'yla rekabet edebilir.

Yetmiş senede iki defa süper güç olan Almanya'yı, Japon-

ya'yı hatırlarsanız; el kadar ülkelerin dünya piyasasına el attı-

ğını düşünürseniz; bir avuç Yahudi'nin "dünya ticaret impara-

torluğu" kurduğunu kabullenirseniz, tekliflerimiz hayali veya

gerçek dışı değildir.

Biz süper güç olmanın şartlarını anlatıyoruz, başkaları da

başörtüsüyle meşgul oluyor; içki içmeyen memuru sürüyor, na-

maz kılan öğrenciyi okuldan atıyor. Tekrar haykırıyoruz: Bosna

içimizdedir!.. (1995).

Kim çıkarır sabahleyin erkenden

Dünyamıza ışık veren güneşi,

Gece vakti denizlere serpilen

Ay doğuyor; kim yapıyor bu işi?

M. A. Gövsa

Yabancı sermaye

Doğu Anadolu'da Çoruh, Fırat, Araş, Murat, Dicle nehirleri

üzerine elektrik barajları kurulsa, yabancı sermayeye: "Arazi ve

174

elektrik bedava... Gelin, fabrika kurun, genel müdür sizden, ge-

risi bizden, yirmi sene çalıştırın, sonra fabrikayı bize bırakın"

dense, Doğu Anadolu'ya en az yüzelli fabrika kurulur, batıdan

doğuya göç başlar.

Elektrik barajı ne demektir?

Bugüne kadar yapılan barajlar; sulama, elektrik, ulaşım, su

ürünleri ve benzeri hizmetler için kurulmuştur. Elektrik barajı

bunlardan ayrı bir şeydir. Mesela Fırat'ı on metre yükseklikten

düşürsek, bunun çevireceği türbin bir fabrikayı, hatta bir ilçeyi

rahatlıkla aydınlatır. Erzurum'dan Malatya'ya kadar sadece Fı-

rat üzerine yüzelli adet elektrik barajı, hem de çok ucuz fiyatla

kurulur. Çünkü Fırat ve Doğu Anadolu nehirleri dağlar arasın-

da aktığından, taş yuvarlansa şelale olur, bu da su gücünü do-

ğurur ki bir türbini çevirir.

Yabancı sermaye Doğu Anadolu'ya girse:

Deri fabrikaları kurulur, ayakkabı ve deri konfeksiyonu bu-

nu takip eder, hem o yörenin derileri batıya gelmez, hem de yö-

redeki işsizlik önlenir.

Süt tozu fabrikaları kurulur, hayvancılık teşvik edilir.

Kimya, makina gibi sanayiler birbirini takip eder.

Fakir Doğu Anadolu halkı kubbeli kubbeli camiler yapma

zahmetinden kurtulur, fabrikaların ayırdığı salonda namazları-

nı eda ederler. Çünkü ecnebiler demokrasiyi, laikliği din düş-

manlığı şeklinde ele almadıkları için, onlar fabrikalarında, Müs-

lüman işçiye, cami açıp, namaza; başörtüsüne izin verirler; içki

içmeyen, kumar oynamayan, aile hayatı düzgün olan işçiyi, me-

muru medeni, çağdaş, ilerici sayarlar. Böylece yerli yöneticiler-

den yaka silkenler, yabancı müdürlerle biraz nefes alırlar.

Yabancı sermaye Doğu Anadolu'nun dağlarım açar, maden

çıkarır. Yeri deler petrol fışkırtır. Nehirlere baraj yapar para

akıtır. Dereyi, tepeyi çiftlik yapar, her taraf cennet gibi olur. Bu

arada hocalarımız da rahatlıkla Kur'an okuyup, namaz kılabilir;

tarikatçılar da bol bol zikir edebilir. Sanırım maddeten ve ma-

nen kalkınma böyle gerçekleşecektir. (1995).

175

İçimde duyarak ölçüsüz bir nedamet

Merhametine koştum yine Rab'bim nihayet!

Bugün dilim varmıyor artık saymaya bir bir...

Ben miydim o isyankâr, sapıtmış, kızıl münkir?

Allah'ım! Beni affet, yaptığıma pişmanım,

Günahlarımın kızıl rengine döndü kanım...

El attığım ümidin, kaldı elimde dalı,

Baş vurduğum merhamet kapıları kapalı.

Arıyarak kendime keskin zevklerden bahar

Bütün iklimlerini dolaştım diyar diyar:

Bulamadım ruhuma huzur açan bir sabah,

Sana sığındım yine, medet ey büyük Allah'

Dağın eteklerini tutan su gibi yine

Daha bırakmam artık sarıldım eteğine.

H. Ulaş

Liderler

İlk insan, ilk peygamber olduğuna göre, insanlık tarihi li-

derle başlamış da diyebiliriz.

Peygamberler ve veliler seçimle işbaşına gelmez. İnsanı ya-

ratan Allah, bir kısım kullarına, bir kısım kabiliyetler, buna

bağlı olarak da bir kısım vazifeler verir ki, onlar da bu haliyle li-

der olsun diye.

Peygamberlerin ve velilerin liderliği diğerlerinden farklıdır:

"Lider" deyince insanları peşinden sürükleyen birisi akla gelir.

Halbuki pek çok peygamber ve veli, taraftarı olmadan ahirete

intikal etmiş, yalnız kalması liderliğine zarar vermemiştir. Çün-

kü onlar öldükten sonra da anılmış, adeta liderliği ölümünden

sonra da devam etmiş. Mesela İsa Aleyhisselam'ın bir avuç vari-

sini saymazsak, ümmetsizken dünyadan ayrılmış, sonra Hıristi-

yanlar ifrat bir sevgiyle onu put noktasına getirmiştir. Müslü-

manlar ise onu gerçek mânâda bir peygamber bilmiş, Deccal,

Mehdi kombinezonunda İsa Aleyhisselamı tekrar gündeme geti-

rip, dinsizlik karşısında Müslümanlarla Hıristiyanların müşte-

rek hareket etmesi söz konusu olmuştur.

İslâm tarihi gösteriyor ki seçilmeden lider makamına gelen-

ler, Müslümanların içinden her zaman çıkmış, yine çıkacaktır.

Beyinleri bilgisayar gibi yaratan Allah, bir kısım kullarının bey-

176

nini öyle programlamış ki cevapsız kalan sorulara cevap versin,

Müslümanların kurtuluş yolunu göstersin. Demire mıknatısiyet

veren Allah, bazı kullarına da mıknatısiyet verir, kitleleri onun

peşinden sürükler, ebedi saadetin yolunu gösterir.

Seçimle gelen liderlere gelince: Şirket müdürleri, parti baş-

kanları, kumandanlar, öğretim üyeleri bu cümledendir.

Bu liderler, kendilerini iki türlü kabul ettirirler: Biri bilgile-

riyle, yaşayışlanyla ve isabetli kararlarıyla... Dikkat edilirse

bu lider seçimle gelmiştir, fakat tabii lider vasfını da şahsında

toplamıştır. Aranan lider de budur.

İkincisi ise: Seçimle gelmiştir, korku ve dehşet salarak in-

sanlara hükmetmiştir, Lenin, Mao, Hitler gibi.

İnsanlar, sevdiklerine de, korktuklarına da iteat eder. Fira-

vun'dan korkanlar ona ne kadar iteat etmişse, Abdülkadir Gey-

lani'yi sevenler de onu o kadar hürmetle anmışlardır.

Demokratik sistemde parti liderleri aktüalitesini hâlâ koru-

maktadır. Yirminci asır, parti liderleriyle doludur. Bunların ba-

zısı, hem partisini, hem de ülkesini büyütmüş. Böylece parti li-

derlerinin iki eseri vardır: Parti ve ülke. Partisini büyütemiyen,

ülkesini kalkındıramayan liderler, ne sağlığında, ne de ölümün-

den sonra itibar görmüştür.

Bugün kalkınan ülkeler, gelişmiş ülkeler, süper güçler var.

Herhalde bunlar kendiliğinden olmadı. Hepsinde lider veya li-

derler mühim rol oynadı.

Yine bugün açlığın, hastalığın, yoksulluğun pençesinde kıv-

ranan ülkeler var. Geri kalmış, kalkınmamış ülkeler... Piyon gi-

bi yem olan ülkeler... Bir de bunların liderleri var.

Seçilmiş liderlerin gücü eserleri ölçüsündedir. Politikada li-

derler partisiyle veya ülkesiyle değer kazanır veya kaybeder. El-

bette ki her lider ölünceye kadar şansını deneyecektir. Lakin ta-

rihle ayna birbirine çok benzer: İkisi de olanı gösterir. Bu sebep-

le ekseri liderler, aynaya sireti için değil, sureti için bakar. Ger-

çeği yazan tarihe de itibar etmezler, çok şükür ki Mahkeme-i

kübra var.

177

T

Mektup yazdım Hasana

Ha Hasana, ha sana

A. Karakoç

Açık mektup

Muhterem kardeşim,

Mektubunuza teşekkür eder, iltifatlarınızın dua yerine geç-

mesini dilerim.

Kuyumculuk, sarraflık caizdir, fakat bir kuyumcu, milyar-

larca lirayı 3-4 elemanı ile çekip, çeviriyor. Yani siz bu çalışma-

nızla en fazla 5 insana veya aileye ekmek yediriyor sunuz.

İslâmiyet'te kitle kalkınması vardır. Bu sebeple çok işçi ça-

lıştıracağınız bir işe geçmeniz daha iyi olur. Ücret vermek eftal-

dir. Bir de buna prim ilave ederseniz, ekonomik kalkınmanın

ruhunu yakalarsınız. Çünkü insanlık esaret devrim kapattı, üc-

ret devri de kapanmalı, primle ortaklık devri başlatılmalı, Müs-

lümanlar gücünü sermayesinden değil, firmasından almalı.

Denecek ki "İşçiyle uğraşmak zor."

Amerikalılar, Japonlar ve Almanlar gibi pek çok gelişmiş

ülkedeki yöneticiler, onbinlerce işçiyle başarılı olurken, bizim

bahane aramamız yanlış. "Türk demek mazeret demektir" sözü-

nü silmeliyiz.

Dünyanın en büyük şirketini kurabilmek için şu hususlara

dikkat etmelidir:

1- Bir işi şok iyi bileceğiz.

2- Bildiğimiz işten para kazanacağız.

3- Para kazandığımız işe ortak olacağız.

4- Güven veya güvensizliği bir yana bırakıp, herşeyi kontrol

edeceğiz.

5- Ortaklarımıza kâr dağıtacağız.

Böylece dünyanın en büyük şirketim kurmuş olacağız.

Ekonominin dışında kalan bir tek ibadet gösterilemez. Bir

Müslüman'ın yediğine, içtiğine, giydiğine haram karışırsa, onun

178

duası nasıl kabul olur?

Bir Müslüman hem kapitalizmin gereklerini yerine getire-

cek, hem de gerçek mânâda İslâmiyet'i yaşayacak, olur mu?

Bunlardan alınma, genel kaideleri söyleyip, genel durumu

anlatıyorum. Öyle bir hale düştük ki, elimize derman kutusunu

alamıyoruz, yarası olan bize sırt çeviriyor. Siz de İslâm'ın derdi-

ni kendinize dert edinin, omuz omuza verip, beraberce bu dert-

lere derman bulalım... Zira ilimde, teknikte geri kalmış, ahla-

ken çökmüş bir milletin, sadece ibadet yaparak ayağa kalkaca-

ğını düşünmesi yanlıştır. İslâm dünyası, bu yanlışın kurbanı ol-

muş.

"Birşey bütünüyle elde edilemezse, bütün bütün de terkedil-

mez." Bu kapitalist sistemde Avrupa şirket modellerini İslâm'a

uydurup, Müslümanca iş yapmak kolay. Kendini kötü insanlar-

dan koru. Bunun için de kontrol mekanizmasını çok iyi çalıştır.

Ve, unutma, Resulullah buyuruyor ki: "Sizin için Deccal'dan da-

ha çok başka şerirlerden korkarım" (Riyazüs Salihin, Hadis No:

1840).

Selam ve Saygılar.

Bir gün sabah olur diye.

Katlandık her işkenceye,

Bu felâketli geceye

Nihayet ver Yarabbi!

K.K. Kamu

Bedava

Türkiye'deki Milli Eğitim'in ne verip, ne aldığını bir yana

bırakırsak; çeşitli ülkelerdeki eğitim ve öğretimin, bir kısım

devletleri süper güç yaptığı, bazı insanları da üstün duruma ge-

tirdiği gözlemlenmektedir.

Prof. Paul Davies, yazdığı eserinde "Evren bedava bir ye-

tıek midir?" diye soruyor.

179

 

Gerçekten de yeryüzü bir ziyafet sofrasıdır, baldan, karpuz-

dan pirince kadar her şey insan için yaratılmış ve bedava!

Çok basit bir hareketle, bir kayısı çekirdeğini çamura ite-

ceksiniz, Allah size kocaman bir kayısı ağacı verecek.

Eğer bu kadar zahmete katlanmazsanız, kargaların ağzın-

dan düşen cevizler yeşerip, size çok faydalı gıdalar ikram ede-

cektir.

Ormanları kesmeseydik, yakmasaydık, insan eli değmeden

yeşerip, büyüyen kestanelerden, eriklerden, hatta elma ve ar-

mutlardan bol bol faydalanacaktık.

Avcının vurduğu hangi hayvanda insan,emeği var?

Ya su ürünleri?

Evet, yeryüzü bir ziyafet sofrasıdır, elbette yeyip, içip şük-

redenle, nankörlük eden eşit olmamalıdır.

Sonra, bu kadar şeyleri bizlere bedava ikram eden, acaba

bizden ne istiyor?

Elbette ki bu sorulan kuşlar, koyunlar soramaz.

İnsan da sormazsa koyun seviyesinde de kalamaz. İsterse-

niz kahveleri, kumarhaneleri, hapishaneleri hayal ediniz.

Yaratılışla ilgili çeşitli dinler ve mezhepler farklı şeyler söy-

lemişler. Filozoflar ise, işi münakaşa sahasına çekip, hakikati

ararken, onun üzerini biraz daha küllemişler.

Müslümanlara gelince, onların çoğu akıllanyla, İslâmiyet'i

bütünleştirmeyince, asırlar öncesi tefsirleri, yorumlan geliştire-

memiş, yerinde saymışlar. Şu son yüz yılda ilmin ve teknolojinin

ilerlemesi, insanlık tarihine denk!

Öyle ise ayet ve hadisler son yüz yılın ışığında ele alınmalı,

çünkü keşif ve icatlar Kuı^an'ı gündeme getirip, gençleştiriyor.

Atom nazariyesi, cansız cisimlerin varlığını kabul ederken,

elektron hareketiyle de her şeyin hayattar olduğunu açıklamış

ki, hayat da Allah'ın sıfatıdır.

Allah'ın kudret sıfatını anlamak isteyen de astronomi okusun!

Görülüyor ki İslâmiyet'in ilimden korkusu yoktur. Nasıl ol-

sun ki, ilim de Allah'ın sıfatı! Bu sebeple İslâmiyet ilmi bir dindir.

180

Gerçi okul kitaplarında ilmin (bilimin) yönünü saptırıp,

bunlan kendi bâtıl ideolojilerine alet edenler var amma, Kur'an-

ı Kerim "ilim ve fünunun doğru hedeflerini gösteriyor..."

Determinist bir görüşle sebepler zincirini putlaştıranlar, bi-

yolojiye de aynı gözle bakıp, canlılardaki İlahi sanatı göremeyip,

Allah isminin yerine naturalizmi, tabiatı, (iyice düşenler de) do-

ğayı kor, basiret körlüğünü ilan eder. Böylece yeryüzünün insan

için kurulmuş bir sofra olduğunu göremez.

İnsanın yediği her şey birer ilaç!

İlacı gör, eczacıyı inkar et, olur mu?                                  ,

Sofrayı gör Rezzâk'ı görme, bu kelimeyi bilme, olur mu?

Bu yol bitmez gardaş koşamadıkça,

Deryalar misâli taşamadıkça,

İnsanlık huzura kavuşmaz asla '

Harfiyen islâm'ı yaşamadıkça.

B. Coşkun

On bin liranın hikayesi

1939 yılında Ziya Gökalp İlkokulu'na kaydoldum. Atatürk

Caddesi'nde ilerler, bu okula varırdım.

Babam kasap olduğu için etin kilosunu bilirdim, sadece 25

kuruş. Bir koyun da 5 lira idi.

Erzincan'a tren yeni gelmişti, kamyon çok azdı, otobüs de-

nen şeyi hatırlamıyorum.

Erzincan üzümleri, civar illere at, katır üzerinde taşınır;

Kemah'ın tuzları şehre eşek kervanlarıyla gelirdi.

Nakliye imkanı olmayınca iç tüketim yetersiz kalıyordu, yo-

ğurtlar, yağlar, meyvalar müşteri bulamazdı.

Cumhuriyet çocuğu hayata adımını kuruşla attı. Lira bü-

yük bir şeydi. 100 liralar pek az kimsede bulunurdu, 500 lira

zenginlerin harcıydı, daha yukarısına da akıl ermezdi.

181

Memurların hepsi zengindi, ihalelere giren tüccarlar da

zengin olurdu. Bunun dışında yamasız elbise giyen yoktu.

Bu sebeple halkın gözü, devlet kapısındaydı.

-  Yavrum devletin kasasına anahtar uydur, kurtulursun,

derlerdi.

Deveyi hamuduyla yutanlara bakıp:

-  Devletin malı deniz, yemeyen domuz!

Deyip, doğrulukla domuzluğu eş manada görürlerdi.

Memur olanlar kulüpte denenirdi: Çağdaş mı, değil mi? Ku-

lüpte kumar oynamak serbestti. Buraya gelmiyenin defteri dü-

rülürdü.

İkinci imtihan halkevlerinde verilirdi. Memur dediğin hal-

kevine gelecek, kokusuz içki içecek, dans edecek... Bunu yapmı-

yanın kısmeti kesilecekti.

1952'de ben de memur oldum, 172 lira maaşla işe başladım:

Büyük bir para!

Baktım memur arkadaşlarımın hepsi içki, kumar, bar, kız

arkadaş illetine kapılmış... Şu anda düşünüyorum da bunların

bütününden uzak kalan tek kişi yoktu. Medeniyet buydu!

Yıllarca okuduğumuz derslerin hiçbiri tatbikat sahası bula-

mamış; memurlar, içki, kumar ve bar gibi şeyleri yaygın hale

getirmekle görevliydi.

İş Bankası'nı kuran Celal Bayar gibi iktisatçılar, büyük

devlet adamları; içkiden, bardan uzak kalıp, tek hanımla yaşa-

dıkları halde, bunlar da kapitalizmin amansız savunucuları, İs-

lâmiyet'in de o derece düşmanı idiler.

Bu yönleriyle kapitalistlerle sosyalistlerin benzerlikleri çoktu.

Demokrat Parti ile ithalat hız kazandı. Dış ticaret açığı art-

tı, bunu dış borçlar takip etti, dolayısıyla 1959'da dolar, 280 ku-

ruştan 9 liraya firladı.

İhracatı artırmak için yeterli bir faaliyet olamazdı. Çünkü

kahveleri, meyhaneleri, kumarhaneleri boşaltmak lazımdı ki

üretim artsın. O zaman da medeniyet, çağdaşlık, Batılılaşma el-

den giderdi.

Devlet kendine göre bir kısım eğlenceler bulmuştu: Evvela

182

7'den 70'e herkes çalıp, oynuyordu. Düğünler, bayramlar, balo-

lar bir alemdi. Şeker fabrikalarında kollektif bir hayat yaşanı-

yordu.

Devlet hem siyasal bilgilerde, iktisat fakültelerinde sosya-

lizmi öğretiyordu; hem de bu rejimi beğenenleri takip ve tevkif

ediyordu.

Kapitalizmin hataları halkı canından bezdirmişti, fakat ra-

kip kabul etmiyordu.

Cumhuriyet halk idaresiydi, halkımız da Müslümandı, İslâ-

miyet'i öğrenmek isteyen ceza kanununun 163. maddesinin hış-

mına uğrayıp, karakolda başlayan çile hapishanelerin hangi

ayında, yılında biteceği bilinmiyordu.

Buna rağmen ihracat düştükçe düşüyor, ithalat artıyor. Dış

borçlar bunu takip ediyor, enflasyon, yoksulluk, işsizlik, suçlu-

luk kervanı peşpeşe diziliyordu.

Devletin medeniyet, çağdaşlık, ilericilik anlayışı böyleydi.

Bu anlayışla 1960'da bir daire 10 bin liraydı, bugün 2 ek-

mek bu fiyata.

1967'de Minyeli Abdullah sadece 10 liraydı, bugün yüzbin-

lerce...

1982'de on bin lirayla 55 dolar alınır, bir daire kiralanırdı,

şimdi 2 tramvay bileti alınıyor.

1982'de l ekmek 5 lira... Etin kilosu 600 lira, kavun 2 lira..

Bugün 100 lira yok, 500 lira işe yaramıyor, 1000 lira bir ku-

ruş gibi ve on bin lira teneke oldu.

İşte Cumhuriyet çocuğu bunları tek tek yaşadı, nasıl cum-

huriyetimizi beğendiniz mi?

Ne güzel devlet adamlarımız varmış değil mi?

Ata Sözleri kitabını karıştırırken: "Gavur parasıyla on para

etmez" diye bir tabire rastladım. Bir şeyin kıymetsizliğini anlat-

mak için söylenir. Şimdi "Türk parasıyla on para etmez" demeli.

Nasıl Avrupalı olduk mu?

"Kişinin iştir ayinesi lafa bakılmaz" demişler. Şimdi iş ol-

madığına göre, aynasız mıyız? Yoksa aynalar bizi tanımıyor mu?

Yahut aynaya düşman mıyız?

183

Madeni on bin lirayı elime aldım: "62 yıllık ömrün sonu bu

mu olmalıydı?" demekten kendimi alamadım.

İlkokula giderken elimdeki bir kuruş neydiyse, bugün on

bin lira o! Bu ne korkunç tersine gidiş? Hâlâ kelimelerde cam-

bazlık mı yapacağız? Ne zaman bu cennet gibi yurdumuzu ce-

hennem etmekten vaz geçeceğiz? Ve, bunu kim yapacak?

Şimdi "Ne mutlu Türküm diyene" mi demeli, yoksa "Ne

mutlu, mutlu yaşıyana mı?.."

Gökyüzünün başka rengi de varmış!

Geç farkettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

C. S. Turancı

Politika

Halk tabanının üzerinde baskı grupları, onun üzerinde si-

yasi güçler, onun üzerinde de devlet ve en üstte hükümet (ikti-

dar) bulunur. Bu yapı bir piramiti andınr, tepede cumhurbaşka-

nı zannedilse de, icraat yönünden başbakanı orda görmek daha

isabetlidir.

Fertlerden aileler, şirketler, cemiyetler, dernekler, partiler

şekillenirken; millet, devlet ve hükümet birbirini takip eder.

Fert temeldir amma cemiyet bozulmuşsa, ferdin şansı yoktur.

Devlet belli bir biçim almışsa iktidar kudretini gösteremez.

Siyasi güçlerin iktidara muhalefeti ölçüsüzse hükümet,

hükmedemez.

Ordu, emniyet, üniversite, belediyeler ve tüccarlar gibi bas-

kı grupları, kendi ideolojileri yönünde pres yaparsa, iktidarın

canı çıkar.

Her ne kadar parlamenter demokrasi ideolojilere hayat

hakkı tamsa da, ideolojiler her zaman demokrasiyi yıpratır.

184

Eğer bir resmî ideoloji de varsa, o zaman devlet halkıyla

mücadeleye başlar.

Zorunlu olarak siyasetle meşgul olan halkın elinde sadece

oy hakkı vardır. Dilediği partiye oy verir amma partileri kur-

mak, delegeleri ve adayları seçmek, listeleri hazırlamak entel-

lektüel sınıfın elindedir. Bu bakımdan seçim meselesi de zanne-

dildiği kadar hür değildir.

Hiçbir zaman ve hiçbir yerde ne halk, ne de işçiler iktidar

olmuştur. İktidar her zaman belli bir sınıfın elindedir, keşke bu

sınıf ilim ve irfanıyla ün yapıp, ekonomik imkanlarla üstünlü-

ğünü iddia etse.

Politika tarihi boyunca halk, idealindeki iktidarı değil var

olanı kabullenmek zorunda kalmıştır.

Hükümetler ise sınırlı kaynakları sınırsız ihtiyaçlara sarf

edince, bütçe yamalı bohçaya dönmüştür.

Her kuruluş, halkın içinden çıktığına göre, halkı teşkil eden

fertlere baktığımızda, karmaşık bir âlemle karşılaşırız. O za-

man bu tabana nasıl bir tavan olmalı, sorusu çoklarım düşün-

dürür.

En kötü insan da en iyiyi istiyebilir, fakat en iyi de, iyi bir

»temele oturmalı ki ömrü uzun olsun.

Tahmin ederim Eskimolar'ın hükümeti ekonomik bir rahat-

lama getirse gaye hasıl olur. Fakat Müslümanların sadece eko-

nomiyle huzur bulamıyacağı açıktır. Hiç değilse Hindistan dev-

letinin ineğe gösterdiği saygıyı, İslâm ülkelerindeki hükümetler

de, devlet de İslâmiyet'e göstermeli ki Müslüman'ı memnun ede-

bilsin.

Ne yazık ki süper güçlerin hepsi Hıristiyan! Bazan dış bas-

kılar, içteki baskı gruplarından daha baskın çıkabilir, bazan da

çeşitli yöntemlerle iç baskı gruplarım yanlış yöne sevkedebilir.

Politika çok yönlü birşeydir. Engin bir kültürle geniş görüş-

lü olunmazsa, kolay kolay anlaşılmaz. Amma her politik faali-

yet bir hedefe doğru ilerler, o durdurulamaz, yön verilebilir.

185

Daha sürer mı tersin bu

Yarını ne olacak dünyamızın.

Biz yaşımızı, başımızı aldık,

Allah çocuklarımıza acısms

Rönesans

Rönesans

Batı'da Rönesans hakkında ne kadar kitap yazılmışsa, hep-

sinde Müslümanlara hakaret vardır. Halbuki Rönesans'ta İslâm

medeniyetinin payı büyüktür. Müslümanlar da bu hususta eser

yazmamıştır.

Miladî 7. asrın başlarında başlayan İslâmî hareket, birden-

bire cahilleri alim, zalimleri iyi insan ve kabileleri millet yapar-

ken, en kısa zamanda bir kol Maveraünnehir boyunca kuzeye

giderken, diğer kol Afrika'nın kuzeyini katedip, 711'de İspan-

ya'ya çıkıp, Endülüs Emevi Devleti'ni kurdu. 9. asırda Sicilya'ya

giren Müslümanlar, 11. asırda da Anadolu'da yayılmaya başla-

dı. 1453'te İstanbul'un fethi ile Avrupalılar: "Bu nasıl bir din ki,

dünyanın en kuytu köşesi olan Mekke ve Medine'deki en cahil

insanları birdenbire dünyanın fatihi yaptı ve bunlar gittikleri

yerlere ilim ve ahlâk götürerek kendilerini halka sevdirip, asır-

larca kalabiliyorlar?" dedirtti.

Rönesans, İtalya'da 15. asırda başladığına göre o zaman Av-

rupa'nın doğusu, batısı ve güneyi tamamen Müslümanlarla çev-

riliydi.

İki asır boyunca Sicilya'da yaşayan Müslümanlar1 dan İtal-

ya'nın çok şey aldığı inkar edilemez.

Paule Faure diyor ki: "Rönesans kelimesi yeniden diriliş

manasına gelse de bu, yeni temellerden yola çıkılarak, yeniden

işe başlamak şeklinde tarif edilmelidir."

Rönesans, coğrafi keşiflerle elde edilen yeni sömürgelerin

sömürülmesiyle zengin olmaya başlayan İtalya ve diğer Avrupa

ülkelerinin sanata verdiği önemle başlar.

Bir kısım zenginler, sanatkarları maddeten destekleyince

edebiyat, resim ve heykeltraşlık gibi dallarda büyük sanatkar-

186

lar yetişti ve Avrupa'nın çehresi değişmeye başladı. Öyle ki sa-

natkarlara para vermek zenginler arasında moda haline geldi.

İtalya'da başlayan Rönesans'ın Roma'daki papanın tesirin-

de kalacağı, zengin kiliseden yardım göreceği açıktır.

Bu hareket tarih, ekonomi, politika ve teknoloji sahasında

da kendini gösterdi.

Rönesans hareketi Avrupa ülkelerinde dalga dalga yayılır-

ken Almanya'da Luther (1483-1546) Protestan mezhebini kura-

rak sadece Katolik ve Ortodoks mezheplerine darbe vurmakla

kalmadı, kilisenin de otoritesini sarstı. Daha sonraki yıllarda

Max Weber (1864-1920) Protestan ahlâkına dayalı kapitalizmin

temellerini attı. Auguste Comte (1798-1857) de Pozitivizm İlmi-

hali'niyazarak ilim ve tekniği putlaştırdı. Böylece Avrupalılar:

Pozitivist, skolastik ve kendi halinde olanlarla üç kısma ayrıldı.

Rönesans, reform hareketlerini doğurdu, onu sanayi devri-

mi, onu da sosyalizm takip etti ve Birinci Dünya Savaşı, tekno-

lojik cihazları ve silahlan Avrupa'nın başına bela etti.

Telsizden radyo, radardan televizyon yapılırken, program-

lar insanlığı ahlâki çöküntüye sürükledi. Bu misallerin sayısını

artırdığımızda görürüz ki, Avrupa medeniyeti insanlığa faydalı

olmamış, İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği felaketler yetmiyor-

muş gibi, aile çöktü, cemiyet dağıldı, suçlu patlaması huzuru

bozdu.

Demek dünya yeni bir medeniyete muhtaç. Bu da ancak sa-

nayi devrimiyle ve İslâm rönesansıyla olur. Sermaye kültüre yö-

neldikçe iyi günler gelecektir.

187

Ebedi ve ezeli,

Sözlerin en güzeli,

Nur içinde bezeli,

La ilahe illallah!

A. Doğan

Kütle

Atomlardan meydana gelen maddeye (varlığa) "kütle" denir,

bu da katı, sıvı ve gaz halinde bulunur. Fizik, kütleyi böyle an-

latır.

İnsan da atomlardan yaratılmış bir varlıktır. Bu varlığı di-

ğerlerinden ayıran hususiyetler şunlardır:

1- Okur, okutturur,

2- Anlar, anlattırır,

3- İlim ve sanat sahibidir.

Fakat bu vasıfları, iyiliğe de kötülüğe de kullanır. İnsan

varlığıyla sınırlı kalmaz, diğer varlıkların çoğuna tesir eder. Te-

siri menfi sonuçlar doğurduğundan dünya, yaşanamaz bir hal

almıştır.

Katı insanlara rastlandığı gibi, sulu insanlara da rastlamak

mümkündür. Ruh gibi insanların sayısı da az olmasa gerek.

Her maddenin bir ağırlığı olduğu gibi, her insanın da ağırlı-

ğı vardır. Kimisi on gram gelirken, kimisi dünyanın dengesini

bozacak kadardır.

Her maddede kuvvet vardır, kuvvet de mekanik, statik, di-

namik olmak üzere üçe ayrılır.

İnsan da bir madde (varlık) olduğuna göre, kimi insan saat

gibi mekanik kurulur, böylelerini başkaları işletir. Zembereği

atarsa statik duruma düşer, yani çalışmaz. İnsan mühendisleri

yetiştirilmediği için zembereği atanı da tamir etmek imkansız-

dır.

Dinamik insan pilli saate benzetilebilir.

Saatlerin önemli bir özelliği, insanı namaza çağırır, kendisi

ibadet nedir bilmez. Bu sebeple cennete gidemez. "Aleme verir

188

telkini, kendisi yutar salkımı" misaline uyanlar saat gibidir.

İman dinamik bir güç verir, insanı külli ibadete iter.

Müslümanlar ibadetle bütünleşince, büyük bir kuvvet doğar.

Buna mani olmak isteyenler imam yakar, o zaman Müslü-

man statik (durgun) bir hal alır. Bu da ecnebilerin işine yara-

madığından mekanik kuvvet gündeme gelir, Avrupa çalar, Müs-

lüman oynar. Bunu da pek çok kimse iş sanır.

Allah'ın kanunları azdır fakat çok şümullüdür. Fizikteki et-

ki-tepki kanununu, sosyal hayatta da görmek mümkündür.

At arabaya etki ederken, araba da ağırlığı oranında tepki

gösterir. Bu tepki yeterli olmayınca araba, atın çektiği yönde gi-

der.

Avrupa müslümanlara etki etmiş, Müslüman ağır olmayın-

ca, Avrupalı'nın peşinden gitmiş.

Aynı Müslümana İslâmiyet de etki etmek istiyor, bu sefer

engeller ortaya çıkıyor, Müslüman da ne İslâmiyet'in, ne de Av-

rupa'nın istediği yönde gidiyor, bir başka yöne gidiyor ki acayip

bir şey ortaya çıkıyor. Buna da eylem diyebiliriz.

Bir de eylemsizlik var: Tavana asılı makaraya bir ip takı-

nız, bu ipin iki ucuna da aynı ağırlıkta iki cisim bağlayınız, ci-

simlerin hareket etmediğini göreceksiniz ki, buna fizikte eylem-

sizlik denir. Müslümanlar'm günahlarıyla sevapları birbirine

denk geldikçe, din düşmanlanna karşı eylemsizlik baş gösterir,

atıl kalırlar.

İlimden teknikten mahrum kalan Müslümanlar, barajlar

kadar potansiyel bir enerjiye sahiptir.

Süper güçler, bu potansiyel enerjinin, kinetik enerjiye dö-

nüp, iş yapmasını istemiyor.

Cumhuriyet tarihi boyunca devlet adamları: "Çalışın, çalı-

şın!" diye bağırırken, milleti kahvelerde, barlarda, kulüplerde

oturtmanın imkanlarını aradılar. Neticede bir sürü işsiz ve bir

sürü işe yaramayan insan ortaya çıktı. Böylece milletin potansi-

yel enerjide kalmalarım, durgun sular gibi kurtlanmalarını te-

min ettiler. Başörtüsü mücadelesi de bu senaryonun bir başka

bölümüdür.

189

İslâmiyet kinetik enerjidir. Müslümanı işle, güçle bütünleş-

tirir. Bunun için İslâmiyet'ten korkup, Müslümanla İslâmiyet

arasına haram duvarını ördüler, Müslüman işsiz, güçsüz kalsın

diye.

Gavura düşman olan Müslümanlar, haramlara ve haramı

yayanlara düşman olsa kurtulurlar.

En çetin şartlara rağmen yine şahlanmada din,

Külle örtülmesi mümkün mü o kudsi alevin?

A. U. Kurucu

Herşey Müslümanlar için

Astronomi ve arkeolojiye göre ateş parçası olan dünyada Al-

lah, havayı, suyu, toprağı yaratmış... Sonra elma, armut, tavuk,

inek yaratarak, insan için gerekli olan herşeyi hazırlamış ve A-

dem aleyhisselamı dünyaya göndermiş.

Adem Aleyhisselam Peygamber olduğundan diyebiliriz ki,

yaratıkların bütünü Peygamberlere ve onların yolunda gidenle-

re hizmetkâr edilmiştir. İnsan elmayı yemiş, çalıyı yakıp, ısın-

mıştır.

Herşey, Allah'ın Müslümanlar'a ihsanıdır.

Bugün fakir olan Müslümanlar, Allah'ın ihsanını kabul et-

memiş kimselerdir.

İnsanlar Allah'ın ihsanını red edince, inanmayanlar, (men-

feat duygusuyla) o ihsana (hakları olmadığı halde, sahip çıkmış-

lardır.

Halen bir avuç şuurlu Müslüman, İslâmiyet'i sırat-ı müsta-

kim'de yaşamaya çalışıyor. Gerçek manada mü'min kalmadığı

gün, kıyamet kopacaktır. Çünkü, Allah, bu âlemi, kâfirler için

yaratmamıştır.

190

Bu kıyamet olayı da gösteriyor ki herşey Müslümanlar için-

dir. Müslümanlar, Allah'ın ihsanına sahip çıkmayınca, ecnebiler

bunlardan faydalanmaya başladı. Mü'min kalmayınca kıyamet

yine kopacaktır.

Televizyon, bilgisayar gibi optik ve elektronik cihazların bü-

tünü de Allah'ın ihsanıdır. Bunların hammaddesini Allah yarat-

tığı gibi sentez ve analiz kanunlarım da Allah koymuştur. Teyp

gibi madenlere konuşma kabiliyeti veren, Allah'tan başkası ola-

maz!.. Teknolojinin esası fizik, kimya ise, bu bilimlerdeki for-

mülleri, denklemleri, teoremleri yaratan da Allah'tır. Bunların

bütünü Allah'ın Müslümanlar'a ihsanı iken, Müslümanlar bu

ihsanlara sırt çevirdi, ceza olarak da Allah, ilimde teknolojide

ilerleyen ecnebileri, Müslümanlar'a efendi yaptı. Ta ki, Allah'a

itaat etmeyen Müslümanlar, gavura itaat etsin diye.

Dünyanın üç yüzü vardır. Biri Allah'ın sıfatlan bu âlemde

tecelli eder, kul da bu sıfatları talim etmek zorundadır. Mesela

Allah Adil'dir, kul da adil olmalı. Allah Gani'dir, kul da zengin

olmalı.

Denecek ki: "Zengin olan Müslümanlar bozuldu?"

İşte sır burda: Zengin olduğu halde bozulmayan Müslüman-

lara ihtiyaç var. Müslüman zengin olmalı, İslâm'a hizmet etme-

li, halk gibi yaşamalı. Bunlar, Allah'ın Gani, Rezzak, Kerim, Ra-

him gibi sıfatlarını beşer planında talim etmektir.

Dünyanın ikinci yüzü: Dünya ahiretin tarlasıdır. Mü'min

burada İslâmiyet'i öğrenir, anlar ve yaşar, ahirette ebedî saade-

te nail olur.

Üçüncüsü: Dünyanın haramlarla ilgili yanıdır, mü'min bun-

dan şiddetle kaçmalıdır.

İşte "ehl-i dünya" dediğimiz, dünyanın üçüncü yüzünde ya-

şayıp, haramlara girenlerdir. Mü'min ilk iki yüzde ne kadar ileri

gitse, ehl-i dünya değil, ehl-i diyanet olur, hem dünyasını, hem

de ahiretini mamur eder.

Dünyada Müslümanca yaşamayan insanlar, ahirette hangi

saadete konacak?

Mü'minlerin kaçırdığı gerçek şudur: Namaz kılmamak nasıl

191

Karamsa, tembellik, bilgisizlik, beceriksizlik de öyle haramdır.

Borcunu ödemeyen, sözünde durmayan mü'min ümmet hayatın-

dan uzaklaşmıştır.

Mü'minler ümmet olamazken, ecnebiler millet olursa, dün-

ya Müslümanlara zindandır. Halbuki Rahman ve Rahim olan

Rab'bimiz, şu cennet gibi dünyayı başımıza cehennem etmeye-

lim diye İslâmiyet'i göndermiştir.

Bugün dünya Müslümanlar'a cehennem olmuşsa, bu de-

mektir ki, Müslümanlar İslâmiyet'i anlıyamamış.

İslâmiyet'in kurtarıcı vasfına perde çeken Müslümanlar in-

dallahta mesuldür!.. Bu gerçek bir bilinse...

192

BİR MİLLET

UYANIYOR

H e k i m o ğ l u   İsmail

Başını açmadığı için üniversiteden

atılanlar, namaz kıldığı için

memuriyetten, fabrikadan kovulanlar

yılmıyor, dini yaşamaya devam

ediyor. İslam'a sarıldığı için ana-baba

şefkatinden mahrum kalanlar, hatta

onların düşmanca hakaretine

muhatab olanlar, hicret ediyor,

akrabasından ve arkadaşından

uzaklaşıp İslamiyet'i yaşamaya

çalışıyor. Kısacası, "bir millet

uyanıyor."

Bir tutkudur Timaş kitapları.

SONSUZA

YÜRÜYÜŞ

Hekimoğlu   ismail

1    İnsanoğlu, duraklardan bir bir geçerek

sonsuza doğru yürümektedir. Ruhlar

aleminden gelip, ahirete geçeceği

kabir kapısına kadar dünyada imtihan

edilen insan, 60-70 yıllık ömrü

boyunca pekçok olayla

karşılaşmaktadır. Sonsuza Yürüyüş,

insanoğlunun dünya hayatında

doğumdan ölüme kadar geçirdiği

evreleri ele alıyor. Birçok sorunuzun

cevabını bu kitapta bulacaksınız.

Bir tutkudur Timaş kitapları..

Ben Bir Müslümanım

NEYE, NASIL

İNANIRIM?

Hekimoğlu  İsmail

İçinde yaşadığımız toplumda kime

sorsanız "ben müslümanım" der.

Fakat şu da üzücü bir gerçektir ki,

müslüman olmakla ne tür bir

sorumluluk aldığının farkında değil

kimi insanlar.. İslam'ın temeli olan

Akaid ilminde, Akaid kelimesinin

manasını bilmeyeler dahi bu eserden

istfade edecek, imanlarını

kuvvetlendireceklerdir.

Bir tutkudur Timaş kitapları..

OLUM

YOKLUK MUDUR?

H e ki m o ğ l u   İsmail

Bu kitapçıkta; her hayat bir ölümün

sonu, her ölüm de bir hayatın

başlangıcıdır, sırrı sadece

anlatılmamış, isbat da edilmiştir.

İnsanın ve herşeyin dirildiği, herşeyin

ebediyet müzesine gittiği, Yokluk'un

yok olduğu, ölenin de yok olmayacağı

yine isbat edilmiştir. Bazen büyük

hacimli kitaplarda bulamayacağınız

bilgiler, bu kitapçıkta istifadenize

sunulmuştur.

İNSAN  OKUDUKÇA

DÜŞÜNCELER

H e k i m oğ l u   İsmail

Düşüncelerimiz bir dantel kadar

güzel, iç açıcı ve simetrik olmalıdır.

Bir tarafını ihmal ederseniz,

düşüncenizle beraber hayatın

dengesi de bozulur... Ey

sanatkârlar; sanatınızın esaslarını

öğrendiğiniz gibi, dininizin de

esaslarını öğrenin. Dininizin

sağlayacağı kazanç, sanatınızın

kazanandan az değildir!..

Bir tutkudur Timaş kitapları..

 

YAPRAKLAR

Hekimoğlu  İsmail

Ey Avrupa'yı başında şapka, sırtında

redingot olarak giyen! Viski içip,

havyar yiyen! Ey Hristiyan kamçısı

ile Müslüman döven!

Bizden misin?

Dağların baş eğdiği asfaltta kan,

dönen dişlilerin arasında can var.

Sen neredesin?

Neredesin ey seccademi çiğnemeyen

ayak?

Bir tutkudur Timaş kitapları.

HİKAYELER

MENAN

CİNLERİ

Hekimoğlu İSMAİL

Toplumun her kitlesinden,

zamanımızdan ve asırlar öncesinden

insan tiplemeleriyle derlenmiş bir

hikaye kitapçığı.. Kimi zaman

mizahî, kimi zaman dramatik

sahneleri gözlerinizin önüne getiren

Menan Cinleri, insanoğlunun

yüzyıllardır değişmeyen duygu ve

düşüncelerinden kesitler sunuyor.

İNSAN  OKUDUKÇA..

MÜSLÜMAN

VE PARA

v_

H e k im o ğ l u   İsmail

Kapitalist sistemden tiksinen

müslümanlar, islam iktisadıı

bilmedikleri veya yaşayamadıkları

için, paraya, ticaret, mala hayır

demişler. Bunların yüzlerin serden

hayra çevirmemişler, kapitalist

sistem içinde kalmışlar. Her işini para

ile görüp, paraya düşman olan

müslümanlar! Sermaye biriktirip

kapitalizme düşman olan

müslümanlar! Müslüman ve Para'yı

mutlaka okuyun.

Bir tutkudur Timaş kitapları..

~ „

''

- n

Müslümanl

devri/ir.

Hekimoğlu İsmail _ Mum

 Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.

UYARI:

 

www.kitapsevenler.com

 

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...

Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki

tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine

istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla

ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran

vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik

karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki

e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük

esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin

istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.

Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.

www.kitapsevenler.com

web sitesinin amacıgörme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek

ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.

Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça

pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve

yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.

Bilgi paylaşmakla çoğalır.

Yaşar MUTLU

 

İLGİLİ KANUN:

5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders

kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa

hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak

ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi

kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi

bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir

şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.

Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin

bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

 

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitabı Tarayan ve Düzenleyen Arkadaşa

çok çok teşekkür ederiz. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme

engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek

tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,

kitapsevenler@gmail.com

Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.

Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...

Teşekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.

Not sitemizin birde haber gurubu vardır.

Bu Bir mail Haber Gurubudur. Grupta yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı

kitapsevenler@gmail.com

Adresine göndermeniz gerekmektedir.

Grubumuza üye olmak için

kitapsevenler-subscribe@googlegroups.com

adresine boş bir mail atın  size geri gelen maili aynen yanıtlamanız yeterli olacaktır.

Grubumuzdan memnun kalmazsanız,

kitapsevenler-unsubscribe@googlegroups.com

adresine boş bir mail gönderip, gelen maili aynen yanıtlayarak üyeliğinizi sonlandırabilirsiniz.

Daha Fazla Seçenek İçin, grubumuzun ana sayfasını

http://groups.google.com.tr/group/kitapsevenler?hl=tr

Burada ziyaret edebilirsiniz.

saygılarımla.

Hekimoğlu İsmail _ Mum