Mum
TİMAŞ Yayınları
Bu Kitabın Serüveni:
Mum adlı bu kitap,
ismail Demirci'nin editörlüğünde
Tim Tanıtım tarafından baskıya hazırlandı.
Kitabın kapak tasarımı Kenan Özcan'a ait
Baskı ve cilt takibi Eferem Çalış tarafından yapıldı.
Kitabın kapak baskısı Seçil O/set'te, iç baskısı Ziya O/set'te
cilt işlemleri ise Sistem Mücellitfianesi'nde gerçekleştirildi.
3. Baskı olarak 1998 Haziran ayında yayımlandı.
Kitabın Uluslararası Seri Numarası (ISBN): 975-362-204-x
Yazışma Adresi: P. K.: 50 Sirkeci - istanbul
Merkez: Ankara Cad. No: 50
34440 Cağaloğılu / istanbul
Tel: (0.212) 513 84 15 -16 : 510 65 46
Fax: (0.212) 512 40 00 - 664 77 97 - 45111 76
Internet: www.timas.com.tr "
e-mail: timas@timas.com.tr
TİMAŞ YAYINLARI
İstanbul
1998
Hekimoğlu İSMAİL
1932 yılında Erzincan'da doğdu. Asıl adı,
Ömer Okçu'dur. Dedesinin ismi olan Hekimoğlu
ismail imzasıyla yazılarını yazdı, böyle tanındı.
Babası, İstaklâl Savaşı sırasında Kazım Karabe-
kir Paşa'nın emrinde 4 yıl askerlik yaptıktan sonra,
memleketine döndüğünde İstiklal Madalyası'nı sa-
tıp, viran olan evini yaptırdı.
Savaşlar içinde büyüyen Hekimoğlu İsmail'in
annesi ve babası ümmi idi. Dolayısıyla yazarımız
kitap bulunmayan evde doğdu, büyüdü.
Lise tahsilinden sonra Amerika'da elektronik
üzerine ihtisas yaptı. 1967'de meşhur Minyeli Abdullah romanını yazdı. O gün-
den bu yana pek çok dergi ve gazetede yazılar yazan Hekimoğlu'nun, 20'den
fazla eseri vardır. Yurt içi, yurt dışı konferansları da yüzlercedir.
Çeşitli yayınlarda birçok makalesi bulunan Hekimoğlu İsmail'e, Harran Üni-
versitesi tarafından Edebiyat Doktoru unvanı verilmiştir.
Hekimoğlu 1953'den beri sigara parasını kitaba verip, bir ömür boyu talebe
gibi çalışmıştır.
Eserleri:
m Minyeli Abdullah
* Müslüman ve Para
• Menan Cinleri
M Düşünceler
» ilimler ve Yorumlar
H Yokuş
« Yapraklar
« Mum
• Sevdalı Şiirler 1-2
* İyiliğin Kaynağı
« Maznun
100 Soruda Bediüzzaman
Sonsuza Yürüyüş
Bir Millet Uyanıyor
Neye Nasıl inanırım?
Derdimi Seviyorum (5 Cilt)
Ölüm Yokluk mudur?
İnsan Bu
Güneşi Arayan Adam
M. Akif'e Göre Dün,Bugün ve Yarın
Hayata Düşülen Dipnotlar
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ KISIM
Mum..................................................................................................7
Menan Cinleri...................................................................................9
Apalar.................................................:...........................................15
Ergenekon.......................................................................................20
Balıklan Koruma Derneği.............................................................23
Akvaryum.......................................................................................25
Arı ve Cam......................................................................................27
İKİNCİ KISIM
Ne dediler.........................................................................................30
Kitap üzerine düşünceler...............................................................32
Kâinat kitabından..........................................................................34
Kâinat kitabından bir yaprak,.......................................................36
Soru: Hayatınızda bilimin yeri nedir?...........................................38
Tanınmayan kitap..........................................................................42
Kültür değişmeleri.........................................................................44
Hep böyle başladı...........................................................................46
Aydın problemleri...........................................................................49
Tez, antitez.....................................................................................51
Galileo davası ve Türkiye..............................................................54
Hıristiyanlık propagandası mı?.....................................................56
Kâinat bir kışladır, herşey Allah'ın askeridir..............................59
2000'li yıllara kimler hazırlanıyor?...............................................61
İslâm'a karşı hareketler.................................................................65
İslâm'a karşı savaşanlar................................................................67
ÜÇÜNCÜ KISIM
Doğu'nün çilesi...............................................................................70
Doğu gerçeği...................................................................................72
Doğu gerçeği...................................................................................74
Doğu Doğu dedikleri.......................................................................76
Doğu'ya vurulan darbe...................................................................79
Hatıralarda kalan Anadolu................................................:..........81
Doğu Anadolu neden kalkınamadı?..............................................83
1991 Petrol ve Körfez.....................................................................86
İttihad-ı İslâm .,..............................................................................88
BÖRDÜNCÜ KISIM
Demokrasi.......................................................................................92
İslâmiyet ve demokrasi..................................................................94
Fertlerle devletler...........................................................................96
Kuvvete dayanan fikir...................................................................98
Bir tahlil...............;........................................................................100
Bir ibret levhası............................................................................102
Beş milyar insaa..........................................................................105
Gübreler ve ötesi..........................................................................108
Herşey hareket halinde................................................................111
A....................................................................................................113
Kuvvetler dengesi.........................................................................115
Türkiye'de ziraat..........................................................................117
Para ve sermaye...........................................................................120
Enflasyon ve Müslüman..............................................................122
Anonim şirketleri başarıya götüren prensipler..........................124
Savaş zarureti.....................................................;.........................126
İthalat ve ihracat..........................................................................128
Kapitalizm ve din.........................................................................131
İşin emrine girmek ve iş ahlâkı...................................................133
Maddî iktidar, manevî otorite......................................................135
Müslümanların müşterek iş yaparken
karşılaştıkları problemler............................................................138
İşe yaramak..................................................................................143
Nüfus planlamasındaki karanlık noktalar.................................145
İktisatta hakim sınıf....................................................................148
Yine teknoloji...............................................................'.................150
Ümitsizlik terakkiye_de, tekâmüle de manidir...........................153
Zenginlik ve fakirlik üzerine düşünceler....................................155
Osmanlı Devleti niçin yıkıldı?.....................................................157
Maddi medeniyet..................................................,.......................159
Neden kalkınamadık?.................................................................162
Devletçi, toplumcu, bireyci akımlar............................................165
Küresel kalkınma.........................................................................166
Piyasa güçleri...............................................................................168
Komünizm.....................................................................................169
Çalışanların pay ortaklığı............................................................171
Ekonomimiz..................................................................................173
Yabancı sermaye..........................................................................174
Liderler.........................................................................................176
Açık mektup.............................................;....................................178
Bedava..........................................................................................179
On bin liranı hikayesi..................................................................181
Politika..........................................................................................184
Rönesans.................................................................;.....................186
Kütle..............................................................................................188
Herşey Müslümanlar için......................-......................................190
Birinci Kısım
Çok oku, çok düşün, çok şeyler anla,
Aha bu mektubu alınca Hasan.
Mânâlar iplikten incedir amma,
Kelimeler biraz kalınca Hasan.
A. Karakoç
Mum
Temmuz'un ilk günleri, meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçe,
ayvanda oturuyoruz... Yağmur tane tane rahmet olarak yağı-
yor. Birden bire elektrikler kesildi. Hani "yağmur yağdı böyle ol-
du" derler ya, öyle birşey...
Mum yaktılar seyre daldım, benliğimi ona verince adeta sır-
daş oldum.
Rüzgar esti, mum söndü sönecek... Alevi küçüldü, küçüldü
"söndü" derken kendini toplayıp, sanki biraz daha alevlendi, bi-
raz daha aydınlandı.
Güldüm.
Yüzüme baktı:
- Bu karanlığı yeneceğim amma şu rüzgara ne oluyor, ka-
ranlığa yardım etmekten ne fayda umuyor?
Dinlediğimi görünce devam etti:
- Dallara bak, rüzgarla şakalaşıyor... Biri çalıyor, öbürü
oynuyor... Karanlık, rüzgar, dallar, yapraklar, çiçekler, hepsi
hepsi aleyhimde ittifak etmiş. Amma onlarla savaşacağım...
Mumu alıp, rüzgarın daha az eseceği bir yere koydum.
Savaşın heyecanı içinde teşekkür bile etmedi.
Ben de mumla aydınlanıyorum, aydınız ya...
Bahçenin derinliklerine bakıyorum, sanki cinler cirit oynu-
yor. Karanlığın çarşafı içinde alkarıları, ifritler, haydutlar var
jgibi.
Mumun rüzgarla boğuşmasını, yaprakların fırtınayla şaka-
laşmasını, karanlığın yolları kapamasını seyrederken elektrik-
j:er yandı, birisi muma üfürdü, belki bir âlem, belki bir devir
pöylece bitti, ampul devri başladı.
Baktım, ampulün ışıkları kollarını etrafa uzattı, uzadıkça
gücü azaldı, karanlıkla arasına sınır çizdi: "Buraya kadar be-
Karanlık dağları, dereleri, bahçeleri yolları örtmüş: "Dünya
benim!"
Mumların, ayın, farların karanlıkla savaşını düşündüm,
ganki bu dev, "ışık" denen azınlığa imtiyaz tanıyor, hepsi bu ka-
d,ar-
Saatler saniye saniye ilerledi, uyku üstümüze çöktü, herkes
0(lasma çekildi, herkes düğmeye basıp, karanlığın kucağında
d^rin bir uykuya daldı.
Biliyorum, herkes rüya denen o sır ile bir başka aleme geç-
ti Yatakla, yorganla ilişiği kesildi. Kimbilir nerelerde dolaşıyor,
kemlerle yeyip, içiyor. . . Oralar, dünya mı, ahiret mi?
Zaman saate teslim, çok amma çok uzaklardan Allahu ek-
ker sedaları geliyor. "İnandım" diye mırıldanıyorum.
Her büyüklük bu ibarenin yanında küçük kalır. Çünkü bü-
yükleri yaratan O! Kendini büyük zannedenler bu sırrı bilmese
de--
Saatim çalmaya başladı, kalkmasam susmıyacak.
Ne yaptığını bilmeyen saatimi susturdum, abdest, namaz!
Ajjian Allah'ım, kâinat ne kadar büyük ve ben ne kadar küçü-
ğü}11- Ve, kâinatı yaratan, yöneten Allah!.. Biliyorum çok cılızım;
mjpoptan, kazadan ve bilmem neye kadar, her felaket kapım-
da "Beni koru" diye, fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi limana
sığmıyorum.
Perdeyi sıyırdım aaa, o da ne, gecenin dev karanlığı veda
gitmiş. Rüzgar, dallar, yapraklar, yollar, hepsi ışığa
8
teslim. Daha beş saat evvel azınlık olan ışık, şu an karanlığı
j kaybetmiş...
Güneşin olduğu yerde karanlığın adı yok mu?
Güneş doğmuş yepyeni bir alem kurulmuş, çarşılar, pazar-
lar... Dağlar, dereler., her yer, her yer aydınlanmış, mumlar,
ampuller bile.
Güneş! Işığın da, karanlığın da sırrını taşıyan şey... Karan-
lık bile ona tabi!
Yine bir güne çıktık, dünden farklı yaşamak için. Ne kaza-
nırsak bugün kazanacağız, zira akşama yine karanlık... Ve, her
gece, bir sabahı müjdeliyecek! Saniyeler doğradı ömrümü, kim-
bilir nerde, nasıl bitecek!
Bana sual sorma cevabı müşkül
Sana her sırrımı açamam hocam.
Hakkın hazinesi darı değildir,
Cami avlusuna saçamanı Hocam.
R.T. Bölükbaşı
Menan Cinleri
Geçen gün ortaokul öğrencileri cinlerden çok korktuklarım
söylediler...
"Korkmayın" dedim, çünkü cinler insanlardan korkuyor.
Cin gibi insanların sayısı arttıkça, insanlar birbirini çarptıkça,
cinlere ihtiyaç kalmadı, korkmayın.
Bizim Menan cinleri ise, bazan canlan sıkılır, çok garip ül-
kelerde, çok garip işleri seyretmeye giderler, sadece seyir, başka
bir şeye karışmazlar. Hele hele insanların yanına hiç yaklaş-
j maz, onlara hiç gözükmezler.
Böyle bir günde kalktılar, büyük bir binada, büyük insanla-
i rı seyre başladılar.
Devlete ait bir meslek okuluna sınavla öğrenci almacakmış.
Müdür:
- Yazılılar okunmasın, evvela mülakat yapılsın, adaylarla
görüşelim, seçimi kazananlann kağıtları okunsun ki boşuna za-
man kaybetmeyelim, dedi.
Menan Dede manâlı manâlı başını salladı.
Öğrenciler teker teker içeri alındı.
Biri içeri girdi, kendisine hiç birşey sorulmadan:
- Çoraplarım çıkar, dendi.
Çocuk çoraplarını çıkardı...
- Sol ayağını şu sandalyenin üzerine koy...
Söylenen aynen yapıldı.
Mülakat başkanı çocuğun ayağının bir yerine baktı ve,
- Çıkabilirsin, dedi.
Önlerindeki kağıda "Okula giremez" diye yazıldı.
* * *
lar:
Cinler hiçbir şey anlıyamadı, hemen Menan Dede'ye sordu-
- Dede, hani mülakat yapılacaktı, soru soracaklardı, o da
cevap verecekti... Bunların hiçbiri olmadığı gibi, çocuğun ayağı-
na baktılar "Gidebilirsin" dediler. Onun ayağında ne vardı. Or-
topedik bir hata mı var?
Menan Dede güldü:
- Evvela bu genç içeriye girince tıraş şekliyle ve giyimiyle
dikkati çekti...
- Nasıl yani?
- Dindar olduğunu anladılar...
- Bu memlekette dindar olmak yasak mı?
- Görüyorsunuz işte...
- Peki Menan Dede, o gencin ayağında ne vardı?
- Çocuğun yaşı küçük amma, namaz kılmaktan ayağı nasır
tutmuş. Yani ayağındaki nasır onu ele verdi, "Bu adam namaz
10
kılıyor" diye....
Bu sırada başka bir genç içeri girmişti, onu hiç soymadılar,
birkaç soru sorup, kağıdına "Girebilir" diye yazdılar.
Cinlerden biri hayretle:
- Neden bunun ayağına bakmadılar?
- Ah torun, şu durumu bir türlü anlayamadınız: Bu gencin
iıraş şekli, kıyafeti "Benim dinle alakam yok!" diye haykırıyor-
du, ne diye onun ayağına baksınlar?
- Dede desene buraya namaz kılmayanları alıyorlar...
- Dahası var torun...
- Dahası neymiş?
- İslâmiyetle ilişkisi olmayanları alıyorlar...
- Eeee bunlar Müslüman...
- İşin garip taran o ya: Hem Müslüman olacak, hem de İs-
lâmiyet'le ilişkisi olmayacak... Bu garipliği seyretmek, yeni icat
edilen sınav şeklini görmek için buraya geldik, yoksa ne işimiz
vardı?
Garip bir imtihan
Sınava girecek gençler kendi aralarında konuşuyorlardı:
- Dinciler okula almmayacakmış.
Biri:
- Adamın dinci olduğunu nasıl anlıyorlar?
- Aaa, amma da saf adammışsın. Evvela onların donları
uzunmuş... Sonra saç tıraşlan, bıyık durumları farklı... Sigara
içmezlermiş. Dahası varmış: Ayaklarında da kocaman bir nasır
bulunurmuş...
- Ya çocuk yazılıyı kazanmışsa...
- Of be! Yazılıya kim bakar, adamın yüzüne bakıp okula alı-
yorlar...
Belki konuşmalar daha uzun sürecekti amma, hepsi içeri
alındılar.
Mülakat salonundaki gencin ayağına baktılar, genç endişeli
bir ifade ile:
11
- Ben namaz kılmıyorum, ailemiz kalabalık, bunun için
dizlerimizin üzerinde oturarak yemek yiyoruz, ayağımdaki na-
sır ondandır.
Heyet başkanı:
- Bunu nerden biliyorsun?
- Dışarda konuşuluyordu da...
Delikanlı büyük bir heyecanla:
- İsterseniz pantolonumu da çıkarayım, donuma bakınız...
Öğretmenler birbirinin yüzüne bakıp gülüştüler:
- Peki çıkar.
Delikanlı gömleğini ve pantolonunu çıkardı, sırtında bir at-
let, ayağında mayo vardı.
- Madem birşeyler biliyorsun, neden saçların uzun değil,
yani arkadaşların gibi giyinmemişsin. Şimdi gençler sportif giy-
siler içinde dolaşırken, Bohem yaşamını seçerken, neden onlar
gibi değilsin?
- Babam biraz dinseldir, onunla anlaşamıyoruz amma bu
kadar oluyor işte...
- Peki elbiseni giy.
Pantolonunu giyerken, arka cebini kabarık gördüler:
- Cebinde ne var?
Çocuk biraz mahcup, biraz çekingen:
- Sigara... İsterseniz içmem.
- Günde kaç paket içiyorsun?
- Biri biraz geçiyor. Asalaklar da var ondan...
Öğretmeni öğüt verdi:
- Bir paket çok, günde 10 tane içersen, sporu daha rahat
yaparsın...
- Peki öğretmenim...
Mülakat heyeti başbaşa verip, birşeyler konuştular ve baş-
kan kararını bildirdi:
- Yazılıda fazla başarılı değilsin, herhalde bundan sonra
derslerine daha iyi çalışırsın. Bu inançla seni okula alıyoruz ba-
şarılar dilerim.
12
Çocuk büyük bir sevinçle dışarı çıktı, kollarını açarak, "Hey,
kazandım, kazandım!" diye bağırıyordu.
Birkaç kişinin başları önde, üzgün, dargın ve kırgın... Biri
onlara sordu:
- Ne var?
- Benim donum uzun...
Aynı genç arkadaşlığın verdiği samimiyetle şakayı yapıştırdı:
- Oğlum senin sadece donun uzun değil, sırtında fanila var,
atlet yok, gericilik her yanından akıyor.
- Amma bu arkadaş liseden pekiyi ile mezun oldu...
Diğeri şuh bir eda ile cevap verdi:
- Kim takar sekizi onu...
Öbürü müdahale etti:
- Soyunacaksın, içeceksin, dalgam geçeceksin, o zaman yol-
lar açılır.
Arkadaşına döndü:
- Haydi yiğidim sen git, diplomanı kilotuna sar yat.
Menan cinleri plajda...
Menan Cinleri denize girmek veya serinlemek için şuraya,
buraya gitmez, onlar TERSLİKLER ÜLKESİ'nde kendilerine
eğlence arar.
İşte böyle bir ülkede, bir tarafta deniz, bir tarafta yemyeşil
dağlar... sular, kuşlar... Uzatmayalım cennet gibi bir yerde,
bir de bakmışlar ki, bir araba gelip, durdu. Durmakla da yetin-
medi, hemen ağaçların arasına girerek gizlendi. Menan Dede,
"Bunda bir iş var" diyerek dikkat kesildi.
Arabadan fırlayan iki kişi hemen fotoğraf makinalarım, ka-
merayı ayarladılar. "Aman dikkat çaktırmadan yapalım bu işi"
diyerek, ağaçların arasından ilerlediler.
"Tamam yakaladık" deyip makinaları işlettiler.
Cinler hayret etti, biri sordu:
- Dede, bunlar neyi yakaladılar?
Menan dede manalı manalı güldü:
13
- Torunlar, bu insanların işlerine bir türlü akıl erdiremedi-
niz. Amma böyle olmanız daha iyi. Eğer insanların hallerini öğ-
renir, işlerine aklınız yatarsa, o zaman aramız bozulabilir.
- Aman Dede, soruma cevap versene...
- Anlıyorum, çok sabırsızsınız. Anlatayım. Bakın bu gençle-
rin şortları uzun...
- Daha iyi ya...
- Sana göre iyi. Eğer bu gençlerin şortları 4-5 parmak kısa
olsaydı, bu adamlar buraya gelmezdi. "Gençler kamp yapıyor,
denize giriyor, yaşamasını biliyor" derlerdi. Fakat şortları 10
santim uzun olunca kıyamet koptu.
- Dede, anlattıklarından hiçbir şey anlamadım...
- Anlama be torun anlama ki aramız bozulmasın.
- Eeee, bizim anlayacağımız gibi anlatsan olmaz mı?
Menan Dede dalgın dalgın düşündü, başını eline dayadı de-
rin bir "Ahhh" çekti:
- İslâm ülkesinde, İslâmî kıyafet yasak.
Torunlarına bir göz attı:
- Şimdi bu gençlerin şortları dizlerinin üzerinde olsa "Laik,
demokratik, çağdaş" olurdu. Dizlerinin altına inince gerici, yo-
baz, tarikatçı falan filan diye damgalanıyorlar. İlmihalde dizler-
le göbek arasının kapanması emredilmiş ya, kıyamet bundan
kopuyor: "Neden, bu gençler Paris modasına uymuyor da ilmi-
hale göre hareket ediyor?" Kısacası bu İslâm ülkesinde İslâmî
kıyafet bile yasak, zaten bu terslikleri seyretmek için geldik
ya...
Menan Dede göz pınarında biriken bir damla yaşı parmağı-
nın ucuyla aldı:
- Bunlar İslâm düşmanı amma bunu diyemiyorlar; çünkü
bu memleketin halkı Müslüman: "Biz İslâm düşmanıyız" dese-
ler millet uyanacak. Milleti uyandırmamak için büyük gayret ve
dikkat gösteriyorlar.
Torunlardan biri çığlık çığlığa bağırdı:
- Dede, buldum, buldum...
Menan Dede ümitsizce baktı:
14
- Ne buldun?
- İşte bir kilometre ilerde çıplaklar kampı var...
- Eeee, ne olmuş?
- Yani bunlar uzun şorttan rahatsız oldularsa, çıplaklar
kampına gitsinler...
Menan dede ayağa kalktı, eliyle koluyla nutuk çeker gibi,
başladı konuşmaya.
- Hey Cinler, beni iyi dinleyin: Bu gazeteci beyler her şeyi
biliyor. Çıplaklar kampını da biliyor. Hatta gittiler orada yemek
yediler, fotoğraflar da çektiler. İstiyorlar ki bu memleketin bütü-
nü çıplaklar kampına benzesin. Bunlar insanlan soymaya me-
mur, bu bakımdan tesettürün her türlüsüne düşman!... Evet,
soyunmak serbest giyinmek yasak, bunlara benzemek ister mi-
siniz?
- Allah korusun Dede, bizim o kadar bozulacağımızı zanne-
diyor musun?
Menan Dede başını salladı:
- Haydi gidelim torunlar: Bir memlekette çıplaklar kampı-
na tanınan şans, uzun şorta tanınmıyorsa, buralardan gidelim,
yoksa bizi de insanlar çarpar, Allah korusun.
Apalar
Gene ağzımızı açmıyor bıçak,
Huzur size ömür... Dert salkım-saçak...
Oyuna kalkıyor yüzlerce köçek
Batıdan bir hava çalınca Hasan:
A. Karakoç
Dünyada öyle işler var ki, onların muhakemesi yapılamaz.
3u sebeple Apalar"a müracaat etmek zarureti doğdu.
Yeryüzü mahkemesinde taraflar toplandı. Apalar'ın başkan-
juğında muhakeme başladı:
15
- Siz aynı millettensiniz, dış görünüşünüz birbirine çok
benziyor. Davacıyla davalıyı birbirinden ayırmak için renkli
kartlardan alıp yakanıza takın ki, kimin ne olduğunu anlaya-
lım.
Davacılar hemen yeşil kartlan alıp yakalarına taktılar ve
yerlerini aldılar.
Diğerleri kırmızı, sarı ve beyaz kartları kapıştılar. Apalar
şaşırdı:
- Siz neden üç çeşit kart aldınız?
-Efendim biz dindarlara karşıyız.
Mahkeme başkanı:
- Biz dediğiniz kimler?
Diğeri umursamazcasına cevap verdi:
- Komünistler, sosyalistler, kapitalistler...
Apalar "işiniz zor" gibilerden davacılara baktı.
Başkan elindeki lastik çekici 3 defa masaya vurdu:
- Duruşma başlıyor!...
Dosyayı açtı, bir iki kağıdı yanyana koydu; daha evvel kün-
ye tesbiti yapıldığından ve savcı da iddiasını okumuş olduğun-
dan, söz davacıya verildi:
- Şimdi davacıların temsilcisini dinliyoruz, söyle bakalım.
- Efendim biz cumhuriyet nesliyiz. Yani cumhuriyet içinde
doğduk büyüdük. Bizi bu devlet okuttu. Bu devlet yetiştirdi. An-
ladık ki ülkemizin 3 büyük noksanı vardır: İlim, teknik ve İslâm
ahlâkı... Bunları elde edersek, ülkemiz, milletimiz ve devleti-
miz büyüyecek, çektiğimiz çileler belli bir ölçüde sona erecek...
Apalar'ın hepsi tasdik etti "Doğru" diyerek başlarını salladı-
lar.
Başkan:
- Anlaşıldı efendim uzatmayın, diye onun sözünü kesti.
Sonra davalılara döndü:
- Şimdi sizi dinleyelim...
Üç renkliler, seçtikleri temsilci ile savunmalarını şöyle yap-
tılar:
16
- Sayın başkan, evvela çok kötü bir duruma düştük. Bu ge-
riciler bugüne kadar savunmada iken, şimdi eyleme geçtiler.
Herşey mahvoldu...
Başkan:
- Bunlar ilim, teknik ve İslâm ahlakı istediler. Bunlarla
| mahvolan nedir?
- Sayın başkan İslâm var ya... İşte o! Bakınız İslâm diyor-
jlar, laiklik demiyorlar. Devrim, eylem demiyorlar, ibadet diyor-
jlar. Sayın başkan, bunların ilim ve teknik istemlerine bakmayı-
inız. Bunlar ilimde, teknikte ilerleyip, güçlenip İslâmiyet'i geti-
jrecekler. O zaman bizim bu 3 rengimiz, ressamların fırçasında
çalacak.
Başkan, katibe hitaben:
- Yaz evladım: Taraflardan biri İslâm'ı istiyor, diğeri iste-
miyor. Amma ikisi de aynı ülkede yaşıyor, ikisi de aynı milletin
fertleri. Çok kötü bölünmüşler: Ya İslâm ortadan kalkacak veya
diğerleri. Hangisi ortadan kalkarsa, milletin yarısı gidecek, bel-
ki ülke de bölünecek. Bu hal ise, hepsinin yok olmasına sebep
olacak.
Başkan 3 renklilere döndü:-
- Arkadaşlar sizin işiniz zor: İslâm ülkesinde, İslâmiyet'i
kaldırmaya niyetlenmişsiniz. Müslüman halkı İslâmiyet'ten
ayırmaya çalışıyorsunuz. İslâm kelimesinin üzerine laiklik, dev-
rimler, çağdaş gibi kelimeleri yapıştırmaya çalışıyorsunuz. Di-
ğerleri de bunları yırtıp, İslâm'ın meydana çıkmasına gayret
ediyor. Böylece aranızda bir mücadele doğmuş. Birbirini yiyen
milleti, komşuları da yer, çünkü kurt dumanlı havayı sever.
Başkan durdu, biraz düşündü:
- Karar vermek kolay fakat bunu nasıl tatbik edeceğiz? Bu
bakımdan mahkeme bitmiştir, birinize Allah, öbürüne şeytan
yardım ediyor, haydi gidin...
Apalar okulda
Büyük bir şehrin, büyük bir okulu, özel olduğu için bazı
kimseler, kulaklarını buraya dikmiş. Halbuki bahçesinde Ata-
17
türk'ün büstü var. İçerisi Atatürk köşeleriyle dolu... Pırıl pırıl
gençler Avrupa kıyafetleriyle dolaşıyor... Derslerinde de çok ba-
şarılılar.
Peki, Apalar neden mahkemesini burada kurdu?
Onu yerinde görelim.
Başkan gür sesiyle haykırdı:
- Taraflar yerlerini alsın!
Bir tarafta gençler, öte yanda yaşlılar.
- İstikbal gençlerinse, söz de gençlerin. Evet gençlerden bi-
ri arkadaşları adına savunmasını yapsın.
Yeni tıraş olmuş, lacivert ceketli, gri pantolonlu, kravatlı,
ayakkabıları boyalı... Kısacası ender görülecek gençlerden biri
ayağa kalktı:
- Muhterem başkanım, biz memleketimizi, milletimizi çok
seviyoruz. Bunun için kahveye, bara, plaja gitmeden bütün gü-
cümüzle ders çalışıyoruz ve lisan öğreniyoruz. Eğer "Hayatta en
hakiki mürşit ilim"se işte biz hayatımızı ilme verdik. Eğer çağ-
daş olmak, Avrupa seviyesine ulaşmak "muasır medeniyefi ya-
kalamak ilim ve teknikle olacaksa, biz, ona gönül verdik.
Döndü davacı durumunda olan yaşlıları işaret ederek:
- Bu büyüklerimiz bizden neden şikayetçi, onu anlamıyo-
ruz.
Başkan:
- Peki, otur yerine.
Yaşlılara döndü:
- Delikanlıya vereceğiniz cevabı dinliydim..•.
Topense, saçları kulaklarına inmiş, üzerinde bir tişört, al-
tında blujin pantolon bulunan, kır saçlı biri, oturduğu yerden
fakat üst perdeden konuşmaya başladı:
- Sayın Başkan, Atatürk büstü dikmekle, Atatürk köşesi
yapmakla Atatürkçü olunmaz. Atatürk gibi yaşamak gerek. Bi-
raz evvel konuşan genç derslerinde başarılı olduğunu söyledi,
biz de başarılar dileriz fakat iki kadeh atıştırabiliyor mu? İçki
yok, kadın yok, plaj yok, dans yok, kokteyl yok, diskotek yok...
Yok, yok yok... Bunlar hepten yok. Bunların hayatı yok, nasıl
vatan, millet kurtarabilirmiş?
Apalar ve diğer dinleyiciler homurdanmaya, kendi araların-
da konuşmaya başladılar. Başkan tokmakla masaya vurarak:
- Susun!
Konuşmacıya parmağını uzatarak:
- Sana gelince: Biz, Amerika'da ve Avrupa'da da bir sürü
duruşmaya girdik. Dünyanın hiçbir yerinde içkiyi, kumarı, barı
Övene rastlamadık. Siz hem bir İslâm ülkesinde bulunuyorsu-
nuz, hem Batılı olduğunuzu söylüyorsunuz, hem de Batı'nm
kaçmağa çalıştığı içkiyi, kumarı, barı övüyorsunuz, bu nasıl
olur?
Adamcağız sigara paketini çıkardı, ayağını ayağının üzeri-
ne attı: "Bir yobaza daha çattık" diyerek, sigarasını yakıp, du-
manını hakimler heyetine doğru üfürmeye başladı.
Başkan:
- Sizi konuşmaktan menediyorum.
Hemen diğeri fırladı:
- Sayın başkan bu gençler namaz kılıyor, oruç tutuyor, da-
hası da var donları da uzun.
Başkan hayretle:
- Anlamıyorum, size ilim, irfan gerekli değil mi? Şunun bu-
nun namaz kılmasından, oruç tutmasından size ne? Bakınız bu
gençler dünya çapında başarılı imiş. zaten istenen de ilimde
teknikte ilerleme değil mi? Bugüne kadar içki içenler, kumar oy-
nayanlar, kız arkadaşıyla sokakları arşınlayarak ilimde, teknik-
te ilerliyemediğine göre, bırakınız bu gençler ilimde ve teknikte
ilerlesin, memleketi ve milleti de kalkındırsın...
Yaşlıların hepsi birden ayağa firladı, sol yumruklarını ileri
uzatarak:
- Mahkeme heyeti taraf tutuyor, topunuzu birden reddedi-
yoruz, diye bağırdılar.
. Bunun üzerine hakimler odaya çekildi, birkaç dakika sonra
kararlarım bildirmek üzere yerlerini aldılar:
18
19
- Karar!
Gençler, heyet ve dinleyicilerin hepsi ayağa kalktı, yaşlılar
oturuyordu.
- Davacı olan yaşlılar, İslâm'ı bilmedikleri gibi, Avrupa'yı
da bilmedikleri tesbit edilmiştir. Bu kadar cahil fakat mütecaviz
olan kimselerle konuşmak, görüşmek hatalı olacağından, dava-
nın reddine karar verilmiştir, gençlere de başarılar dileriz.
Okçular göç etmiş sadak, yay kalmış
Güneşler batmış da artık Ay kalmış
Süleyman mülkünden boş saray kalmış
Türkçüler nerede Turan kalmamış
Ömer Okçu
Ergenekon
Bu destana göre bir savaşta Türkler imha edilmiş, sağ ka-
lan iki erkekle, iki kız Ergenekon'a sığınmış. Ergenekon, sarp
dağların çevirdiği bir ova.
Dört Türk'ten ibaret olan bu kabile çoğalmış. Yerine yurdu-
na sığmaz olmuş. Lakin sarp dağları aşıp, ötelere gitmek müm-
kün değilmiş. Zaten her türlü hayvan besledikleri gibi, atları,
mızrakları da varmış. Demircilik işinde epeyce ilerlemişler, bu
sebeple "demirden bend"e odun yığmışlar, hayvan derilerinden
yaptıkları körüklerle, ateşi büyütmüşler, demir bend erimiş,
Türkler'e yol vermiş.
Nereye gideceklerini bilmediklerinden bir Bozkurt onlara y-
ol göstermiş.
Destanlar edebî sanatlardan biridir, olmuştan çok olması
gerekeni anlatır. .
20
Ergenekon Destanı ümit doludur. İnsanları ayakta tutan
ümittir.
Türklert düşmanlar imha etmiş, geriye kalan (ikisi erkek,
ikisi kız) dört Türk ümitsizliğe düşmüyor: "Herşey bitti" demi-
yor. Dağları kendilerine siper edip, ovalarda talim yapıyor. Hay-
vanları ehlileştiriyor, demirciliğin zirvesine varıyor. Tekrar bir
ordu kuruyor, tekrar meydana çıkıyor ve insanlık tarihi boyun-
ca esaret yüzü görmüyor. (Türklerin bütünü hiçbir zaman esa-
rete düşmemiştir.)
Bu destanın telkin ettiği üç şey var ki, bunlar halen geçerli-
dir. Evvela Türkler ziraatte, hayvancılıkta ileri gitmeli. Sonra
sanayi! Bunlarda başarılı olunca Bozkurt gibi efsanevi bir lider
çıkar, yol gösterir. Öyle bir yol gösterir ki, mağlubiyet nedir bil-
mezler.
* * *
İnsanlık tarihi peygamberle başlar ve her kavme bir pey-
gamber gönderilmiş. Bu demektir ki Allah, bu dünyayı kafirler
için değil, Mü'minler için yaratmıştır. Yani Mü'minler (haram-
helâl ölçüleri içinde) yaratıkların hepsinden faydalanacak! Öy-
leyse hem ziraate, hem de sanayiye hakini olacak.
Midemizi yaratan kim ise, midenin ihtiyacı olan sebzeleri,
meyveleri, hayvanları da yaratan O'dur.
İnsanları kavim kavim yaratan Allah, insanların içine "kin"
duygusunu yerleştiren Allah, savaşı zaruri kılmıştır. Fakat bu
öyle bir zaruret ki, insanların sanayide ilerlemesini temin eder.
.Yani savaştan gaye insanların birbirini öldürmesi değil, savaş-
mamak için teknolojide ilerlemektir. İki güçlü devlet birbiriyle
savaşmaz. Bir güçlü devlet, zayıf olanı yutmaya çalışır. Kur"an-ı
Kerim: "Düşmanlarınızdan üstün olun" gibi emirler verirken, zi-
raatte ve teknolojide ilerlememizi emreder.
Yine Kur"an-ı Kerim demir (hadid)den bahsettiği gibi, Da-
vut Aleyhisselam'm bu babtaki mucizesini zikredip, mü'minleri
teşvik eder.
Bütün peygamberleri Allah gönderdiğine göre... Suhuflar
21
ve kitaplar ilahi kelam olduğuna göre, Adem Aleyhisselam'a
gönderilen ayetler, Kur'an'ın muhtevası içindeydi. Bu sebeple A-
dem Aleyhisselam'a gelen Suhufta da demirden söz edilebilir.
Bilindiği gibi, Âdem Aleyhisselam'ın nesli, dünyanın muh-
telif yerlerine göç ederken, inananlar ve inanmayanlar diye iki-
ye ayrıldı.
Suhuftaki demirle ilgili âyetler, Ergenekon'da destan ola-
rak karşımıza çıkabilir.
Ve, insanların en büyük liderleri peygamberler olmuştur.
Ümmetlerine dünyayı ve ahireti cennet etmişlerdir.
Peygamberlerin yolunda giden İslâm âlimleri, liderlik vazi-
felerini korumuş, her zaman ve her devirde insanlığa kurtuluş
yolunu göstermişlerdir. Abbasi ordularım mağlup eden Hula-
gu'nun askerleri, ulemanın dizinin dibinde Müslüman olduğu
gibi, 1918'de esir düşen İslâm dünyası, yine ulema sayesinde
ayağa kalkmış, süper güç olma yolunda ilerlemektedir.
Daha düne kadar savaşacak Müslüman yoktu, fakat bugün
savaşacak Müslüman var ki, birçok İslâm ülkeleri savaş içinde-
ler. Ne zaman ki, Müslümanlar ilimde ve teknikte ilerler, o za-
man savaş da biter. Çünkü, savaşa hazır olan barışı temin eder.
Ergenekon'u her zaman yaşadık ve yaşıyoruz. Yalnız kaldı-
ğımız devirlerde ilmin himayesinde, ibadetin tahiniyle hayatı-
mızı sürdürdük. Bu ilim ve ibadetle, liderimizi teşhis ettik. Tek-
nolojiyle (fen bilgisiyle) tabiatçılık bendlerini erittik, meydana
çıkıp boş camilerin dolmasına sebep olduk.
Cami, cemaati; cemaat de imamı getirir. Yavaş yavaş yeryü-
zü bir cami olmakta, o zaman cemaat ümmet, imam da lider
olur, Müslümanlar tekrar kurtulur.
22
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
N. F. Kısakürek
Balıkları Koruma Derneği
Sazanları büyük bir kovaya doldurunca öyle korktular, öyle
korktular ki... Çırpındılar, zıpladılar, kovanın içinde dört döndü-
ler. Onlar yakalandıklarını zannederken, biraz sonra paldır kül-
dür gölete boşaltıldılar. Biri "Oh dünya varmış" diye derin derin
nefes alırken, öbürü "Bu insanlar sandığımız kadar kötü değil-
miş" diye, kovadaki düşüncelerine pişman oldu. Artık keyifleri
yerindeydi. Tertemiz gölet, bol gıda yeyip, içip, geziyorlardı.
Tam bu sırada gölete bir palamut atıverdüer. Palamut, büyük
bir hızla göleti dolaştı ve bağırdı:
- Yakalandık!
Sazanlar hayretle baktılar. İçlerinden biri "Geçmiş olsun
kardeşim..." diyerek kıs kıs güldü. Palamut işin ciddiyetini an-
lamıştı:
- Arkadaşlar, burası deniz değil, küçücük bir göl. Bizi çok
kolay yakalarlar, kaçıp kurtulmamızın imkanı yoktur...
Küçük sazan köşeye kadar gidip "İşte kaçtımm" derken, iri
sazan manâlı manâlı baktı:
- Kardeşim, deniz ne demek?
Göl balığına denizleri anlatamayacağını anlayan palamut,
şaşkınca başım salladı.
Sazan reis dudak büktü?
- Bizi niçin yakalasınlar, bizim kimseye zararımız yok ki?
Hem Balıkları Koruma Derneği kurduk, herhangi birimize za-
rar verirlerse, balıkçıların huzurunda protestomuzu çekeriz.
Sonra sen, ağ, olta gibi şeylerden bahsediyorsun, bunlar ne de-
mek, hasta mısın? Sonra bizi nasıl yakalarlar?
Palamut hayretle yüzlerine baktı?
- Gayet basit kardeşim, gayet basit, fileyle... Olmadı göle-
tin suyunu boşaltırlar, hepimiz açıkta kalırız...
Sazanlar bir kahkaha attı: "File ne.demek, bu su nasıl boşa-
lırmış?" diye söylendiler. Reis ikaz etti?
23
- Bak palamut kardeş, misafir olduğun için bir şey demiyo-
rum, yoksa huzurumuzu bozduğunu söyleyeyim...
Palamut acı acı güldü. "Benden akılsızlar da varmış" diye-
rek, bir kenara çekildi, yemeden içmeden düşünüyordu. Bunu
gören balıkçı, "Bu balık gölette yaşamayacak" diye fileyle aldı,
öğle yemeği yaptı.
Reis durumu protesto etmek için yerinden ayrılmıştı ki, di-
ğerleri itirazı bastılar:
- Hayır haksızsın! Palamut, dilinin belasını çekti. Oh oldu,
bizlerin de huzurunu bozan o değil miydi?
Diğer sazan söze karıştı?
- Zaten Balıkları Koruma Derneği değil, Sazanları Koruma
Derneği kurmalı idi. Ne diye elin delisini koruyalım?
Böylece protesto çekmekten vazgeçtiler. Birkaç gün sonra
iri balıklardan çoğu gitti. Aralarında reis de vardı. Hepsi şaşır-
dı, şimdi ne yapacaklardı? Küçük balık ağlamaya başladı, "Bi-
zim kimseye zararımız yok, neden yakalıyorlar?"
Biri cevap verdi?
- Yaşamamızın zararı var, yakalanırsak, karınlan doyar.
- Izdırap kafayı çalıştırır amma, iş işten geçtikten sonra...
Bir gün yine file dolaşmaya başladı, sazanlardan biri hem
kaçıyor, hem de "ulan kaçın!" diye bağırıyordu. Hangisi söyledi
bilmiyorum.
- Biz, palamut yakalandığında yakalanmıştık. Ona itiraz
etmeyince sıra bize geldi...
Telaş bitmiş, göl sakinleşmişti. İki küçük sazan kafa kafaya
konuşuyordu:
- Bir bakıma iyi oldu değil mi?
- Ne?
- Hani şu iri balıklar, bulduğunu yiyordu, bize birşey kal-
mıyordu.
Karşıki güldü:
- Mümkün olsa da hiçbir şey yemesek, çünkü bizi yemek
için besliyorlar...
' Aynalar yüzüme bakmayın dik dik,
işte yakalandık, kelepçelendik.
N. F. Kısakürek
Akvaryum
Karanlık perdesini gece üstüne çekmiş, ışığa küsmüş, hatta
bir çeşit zafer kazanıp, galip gelmiş. Ampul ışıklarına demokra-
si gereği ses çıkarmamış. Kapılar kapanmış, dışarda tek tuk
arabalar, onların farları da karanlıkla kavgalı, demokratik ülke-
jlerde böyle şeyler olurmuş. Işığın hakkı ışığa, karanlığın hakkı
j da karanlığa verilmeliymiş... Kim verecek, o belli değil.
Biz de çay bahanesiyle bir evde toplandık. Geniş bir salon,
Iher taraf eşya dolu, koltuklara kurulduk. Hal hatır sorduktan
[sonra, bir arkadaş: "Akvaryum" diye başladı.
Gözlerimiz akvaryuma kaydı: İrili ufaklı balıklar, renk
Jrenk. Hepsi çocuklar gibi neşeli, hepsi hareketli. Bir taraftan da
Dompa su basıyor...
Evet, "Akvaryum" dedi. Birleşmiş Milletler büyük bir ak-
varyumdur 54 tane balık var, ABD, İngiltere, Çin, Rusya ve
Fransa da bu balıkları idare eder.
Japonya, Amerika'nın akvaryumudur, içişlerinde serbest,
dışişlerinde Amerika'ya bağlı.
Bir zamanlar Almanya da böyle idi, şimdi akvaryumunu kı-
rıp, büyük denizlere açıldı.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Rus yönetiminde
büyük bir akvaryumdu, cam yerine demir levhalar kullanıldığı
için, içi gözükmezdi. Ordaki balıklara din hariç herşey verilirdi,
zaten hayvanlara din de gerekmez. Sonra demir levhalar kaldı-
rıldı, cam kondu, şimdi içi, dışı gözüküyor, din de girmeye başla-
dı, demek insanlaşıyorlar.
Şüphesiz, Türk İslâm cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa ülke-
eri, Rusya'nın akvaryumudur.
İslâm ülkelerinin bütünü akvaryumdur, hepsi Hıristiyan
ilkelerden yardım alır, hepsini süper güçler yönetir. Yöneticile-
24
25
rin kimisi NATO, kimisi BM kulesinde oturur. Akvaryumlar,
içişlerinde serbest... (Ne kadar serbest olduğunu bilmiyorum)
dışişlerinde ev sahibine tabi.
Sahi, dünya bir ev kadar küçüldü, bu evi dün Rusya, Ameri-
ka (düşman kardeşler olarak) idare etti, bugün Amerika tek ba-
şına "ben!" derken, yan gözle de Çin'e, Hindistan'a ve Alman-
ya'ya bakıyor.
Gelişmiş ülkeler var ya... İşte onlar hep akvaryum üretir,
başka işleri yoktur. Geri kalmış ülkelerin hepsi onların akvaryu-
mudur, ne var ki bunların ismine akvaryum değil de "pazar" der-
ler. Pazar yani, birileri mal satar, birileri alır. Müslümanlar bir
kamyon findik verir, bavul büyüklüğünde bilgisayar alır, ne gü-
zel ticaret değil mi? Amma buna da şükür, zira akvaryumların
hakk-ı hayatı yoktur. Zavallı balıkçıklar ne güzel yaşıyorlar...
Biz pazarız, eller elektronik, optik, kimyevi mallar satar,
biz alırız. Hele hele savaş malzemesine bayılırız. Ne demişler
"Pazar, gavurlar azar!"
Yani pazar günü var ya, ne zaman cumayı pazar etmişiz, o
zaman akvaryum olmuşuz. Ohhhh, ne iyi, ekmek elden, su göl-
den...
Ne kadar uzaklarda dolaştık! Halbuki memurların, işçilerin
bütünü akvaryum balığı.
Diğerleri okyanusta mı yüzüyor? Ne gezer! Çoklarına zevk-
leri ve menfaatleri akvaryum.
Elbette akvaryumun dışına çıkıp enginlere açılana köpek
balıkları saldırır. O zaman akvaryum balıklarının keyfine diye-
cek yok!
- Ahmak, akılsızlığının kurbanı oldu...
Halbuki akvaryumu kucakla götür. İşte asıl acayiplik bur-
da: Akvaryumu alıp götürseler, balıklar, olup-bitenden habersiz
yine keyf patlatırlar, bir kısım insanlar gibi.
Akvaryum balığı esirdir, köledir, lakin bunu bilmez. Ölene
kadar hayatın tadını çıkarır, kötü alışkanlıkların esiri olan in-
sanlar gibi.
Akvaryum balığına, okyanusu nasıl anlatırsın?
İşte sahabe, akvaryumun dışına atladı, hayatı bahasına... İs-
lâm okyanusunda hayat buldu, dünyanın dört bucağına yayıldı.
Şimdi İslâm âlemi, akvaryum! Şahane apartmanlar da, gü-
zel salonlar da akvaryum. Kimisi sarhoşlara meze oluyor, kimisi
yaşıyor, akvaryum balığı gibi.
Gölleri, denizleri akvaryum gibi yaratan Allah, İslâmiyet'le
insanları korumuştur. Evdeki akvaryumlar ise Avrupa icadı.
Müslümanlar, Avrupa akvaryumundan İslâm'a geçerse umman-
lara tekrar açılabilir.
Yıkılsın bu gökler, açılsın duvar
Yollar ufuklara tırmansın artık
Bir kuş tuğu gibi menzile kadar
Uçsak, uçsak artık, durmaktan bıktık.
Ömer Okçu
Arı ve cam
Eşek arısı derler amma ne eşeğin arıyla, ne de arının eşek-
likle alakası var. Edebiyatta intak ve fable sanatı vardır, insan,
kendinden başka varlıklara kendi vasıflarını vererek anlatır
"Eşektir zevki aşkındır başından."
Ne anlar kâinatın gözyaşından
Derken şair, yine bir kısım insanı anlatmıştır. Yoksa, herşey
gibi eşek de, eşek arısı da İlahi bir sanattır.
İnsanın kendisi de İlahi sanat amma o, helâlla haramın yol
kavşağına bırakılmıştır. Sadece insana bu şans veya şanssızlık
tanınmıştır. Harama kayan insan o kadar kötü olur ki bazan
ona eşek veya canavar denir, bazan da kötünün kötülüğünü an-
latmak için kelime bulunmaz.
Evet eşek arısı odama girdi. İncecik kanatlarına, şahane
yapısına baktım, onu bir uçak gibi yaratan Allah'a imanım ve
26
27
itimadım arttı.
Beni sokabilir, zehrim vücuduma da akıtabilir, kötüler ka-
dar tehlikeli değil. ,
Şair: "Seyre daldım gonca-yı handanı, bir ömür bitti" diyor,
ben de zehirli arıyı, herkesin tabiriyle eşek arısını seyre daldım.
Masamın üzerine kondu, yiyecek, içecek birşeyler aradı:
Akl-ı maaş!
Sonra pencereye döndü, belli ki gidecek. "Bu yangın yerinde
soğuk kül vardır" der gibi. Ciğerinin yandığını hissedebilir. "Ci-
ğer ki o'da yandı, kebabı neyliyeyim?"
Ve uçtu, cama çarptı, düştü!
- Sen bir Müslümansm! diye bağırdım.
Arı fena düştü çerçeveye dondu, dindarlar gibi düşünmeye
başladı: "Yemyeşil ağaçlar, masmavi gök gözüküyor, beni bun-
lardan alıkoyan nedir?"
Biliyorum arı, hiç bir zaman bu sorunun cevabını bulama-
yacak, odamı beğenmeyip, enginlere uçmak isteyecek, kim bilir
cama kaçıncı çarpışta can verecek...
300 senedir Müslümanlar da içinde bulundukları durumu
beğenmeyip, İslâm'a kavuşmak istiyorlar, bir türlü kavuşamı-
yorlar: Onlara mani olan nedir?
Bu sorunun cevabını bulamadılar, nice mücahidler cama
çarptılar ya şehid oldular ya gazi, sonuç değişmedi:
"Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım,
Elemim bir yüreğin payı değil paylaşalım,
Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor."
İslâmiyet iki bölümde ele alınır: Kitaplar ve Müslüman!
Kur1 an 14 asır evvelki durumunu koruyor. Ona bağlı olan hadis-
ler, siyer, fıkıh, İslâm tarihi ve diğerleri... Buraya kadarki ta-
mam.
Müslüman ise başka!
"Bu sevgi de bir masalmış
Yar ellerle zevke dalmış
Unut diye haber salmış
Ben nasıl dayanam dağlar?"
Müslüman, İslâm'dan uzaklaşmış, zevk-i sefaya dalmış, bu-
nun için para lazımmış islâmiyet kitaplarda kalmış...
Kur1 an ve Müslüman, bunun ikisi bir bütündür, biri ayrılsa
İslâmiyet kalmaz!
Müslüman, İslâmiyet'e ulaşmak istiyor, zevkleri ve menfa-
ati mani oluyor, helâl daire keyfe kafi gelmiyor...
Sonra dönüp soruyor:
- Beni dinden alıkoyan nedir?
Sadece zevk ve menfaat değil, cehalet, tembellik, beceriksiz-
jlikkörebe oynuyor. Bunlara "cinler cirit atıyor" da diyebilirsiniz.
Bu cinler başka cinler, zira cin gibi insanlar türeyeli, cinler in-
I sanlardan korkuyor. "Aman bizi çarpmasınlar!" diye.
Arıyı kağıdın üzerine aldım, kapıyı açıp, onu balkona bırak-
tım. Yüzüme baktı:
"Geçti ömrüm nev baharı, bülbül olmuş neyleyim,
Bahçeler hep lale, sümbül; gülle dolmuş neyleyim..." der gi-
biydi. Camı aştı, bahçeyi buldu amma ömrü tüketmişti.
"Hayır!" dedim "Biz senin gibi değiliz: Benim düştüğüm yer-
de bir başkası sancağı yükseltir."
Böylece arıya veda edip, kağıdımın, kaleminin başına dön-
düm: "Ahir zamanın harpleri harflerdir" savaşıyoruz.
28
29
ikinci Kısım
Ne diyorsa İslâm dini
Uyacağız suç olsa da
Gerçeği örten kefeni
Yırtacağız suç olsa da
A. Karakoç
Ne dediler?
Fransız yazarlarından Emile Zola (1840-1902) diyor ki:
Clotilde, uzun siyah gömleğiyle ayakta durmuş, onu dikkat-
le dinlemişti. Yüzü tekrar ciddileşti, kolları iki yana düştü, göz-
leri yerde idi. Kısa bir sükuttan sonra aheste aheste:
- İlim bu babaanne...
Dedi.
Babaanne tekrar ayağını yere vurarak:
- İlim mi? Dünyada ne kadar mukaddes şey varsa hepsinin
aleyhine yürüyen bu ilim, güzel şey doğrusu! Ne varsa yıksınlar
bakalım, ne kazanacaklar? Hürmeti mahvediyorlar, aileyi mah-
vediyorlar, inancı mahvediyorlar... (Doktor Pascal, Emile Zola,
çeviren: Hamdi Varoğlu, 1943, İstanbul, sahife 16).
Yine Fransız yazarlarından Montaigne (1533-1593), "Dene-
meler" isimli eserinde şöyle diyor (Denemeler, İstanbul 1971):
Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu
her yerde bekliyelim. (s. 116)
Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştırama-
yan okçudan daha başanlı sayılmaz, (s. 159)
Hayatımızı anlamak ve düzeltmek için başkalarının hayatı-
nı seyretmeliyiz, (s. 279)
30
Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı açacak yerde yumrukla-
rımızı sıkıyoruz, (s. 280)
Rus yazarlarından Dostoyevski (1821-1881) meşhur "Kara-
mazof Kardeşler" isimli eserinde şöyle bir gerçeğe yer veriyor:
"Ruhun geçiciliğine, tanrının yokluğuna inanan bir zındık,
hemen sosyalist olurdu. Çünkü sosyalizm yalnız işçilerin ya da
dördüncü dedikleri zümrenin meselesi değil daha çok zındıklık,
tanrısızlıktır. Onlar, yerden göğe yükselmekten ziyade göğü ye-
re indirmek için Babil Kulesi inşa ettiler." (Dostoyevski,, Kara-
mazof Kardeşler. MEB, (C. l, İkinci Baskı, s. 32)
Amerikan yazarlarından Booker T. Washington otobiyogra-
fisinde şunları anlatıyor (Booker T. Washington, Kölelikten Kur-
tuluş, İstanbul):.
"Büyük adamların kalplerinde yalnız sevgi için yer bulunur.
Küçük adamlar ise kin besler." (s. 85)
"Zayıflara yardım insanı yüceltir, düşkünleri ezmek ise al-
çaklıktır!" (s. 86)
"Hiçbir zaman hatipliği kendime gaye edinmedim. Yapılma-
sı gereken işler hakkında söz söyledim." (s. 98)
Dr. Suud Kemal Yetkin ise, kitap hakkındaki görüşlerini şu
şekilde dile getiriyor:
"Dünyada hiçbir dost, insana kitaptan daha yakın değildir.
Sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk, biraz ışık
vermek, daracık dünyamızda bulamadığımız şeyleri yaşamak
için, tek çaremiz kitaplara sarılmaktır. Bırakınız ıssız bir adaya
gitmeyi, herhangi bir yolculuğa çıkarken bile hangi okur-yazar
yanına bir-iki roman, bir-iki şiir kitabı almayı düşünmez! Yolcu-
luğa çoğu zaman olduğu gibi çevremize bakıp dalmaktan, yanı-
mıza aldığımız kitapları okuyamasak bile, onları gene de elimiz
altında bulundurmak isteriz. Çünkü onların can yoldaşı olduğu-
nu biliriz. Düşünüyorum da şu dünyada kitaplar yok oluverse,
yaşamak ne kadar güçleşir, çekilmez bir ağırlık olur."
31
Bu kitaplar Fatih'tir, Selimdir, Süleyman'dır;
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan'dır;
Haydi artık uyuyan destanını uyandır!
A. N. Asya
Kitap üzerine düşünceler
İlk insan, ilk peygamberdir, o da kitapla gelmiş. Dolayısıyla
din de, kitap da insanlık tarihi kadar eski.
Canlılar içinde okuma-yazma kabiliyeti yalnız insana veril-
miş. Bu sebeple insanla kitap bütünleşmiş.
İnsan, okuyarak, düşünerek, dinliyerek ilmini artırır.
Cehalet, bilgisizlik değil, hakla bâtılı karıştırmaktır. Öyle
ise, insanın ilimden beklediği fazilettir.
Dünya zıtlar âlemi olduğundan ilim, iyiye de, kötüye de
kullanılır.
Harf harf ilim yağdı üzerimizden,
Kimimiz gül olduk, kimimiz diken.
Ülkeler arasında ahlâk farkı olduğu gibi, örf ve âdet de
farklıdır. Yazarların da farklı olacağı açıktır. Öyle ise kitaplar
da farklı...
Bu fark kıssa, fıkra, hikâye ve romanda daha açık görülür.
Bu durumda okuyucu kitap seçmek zorundadır. Ne kadar kitap
seçerse seçsin, okuduğu kitaplarda pirincin içinden taşı ayıkla-
malıdır.
Böyle bir okuyucu için en iyi arkadaş, en iyi dost, yine ki-
taptır.
Kitabın birçok faydaları yanında bunamayı önlediği de tec-
rübelerle bilinmektedir.
Yaşlanan her insan az çok yalnız kalır. Eğer kitap okuma
alışkanlığı varsa yalnız sayılmaz. Okuduğu kitaplar ona yepye-
ni bir dünya kurar, hayatını renklendirir.
Nasıl ki göle nehirler aksa aksa, neticede bir çıkış ararsa...
Bir insan da ilimle dolsa dolsa, ya güzel konuşarak veya yaza-
32
rak bir çıkış bulacaktır. Zaten okumayan bir kimsenin yazması,
sulanmayan bitki gibidir, çabuk kurur.
Kalkınmış ülkelerin kütüphanesi çoktur. Hatta ekseri ev-
lerde kütüphane vardır. Bir evde mutfağın olması kadar kütüp-
hanenin de olması tabiidir. Mide nasıl güzel gıdalar isterse, be-
yin ilim, kalb de iman ve ibadet ister.
Her kuşun bir yuvası vardır amma hiçbir kuşun kütüpha-
nesi yoktur. O şeref sadece insana mahsustur.
İslâmiyet beşikten mezara kadar ilim tahsil etmemizi emre-
der. Yani ilkokul, ortaokul, lise, üniversite bitebilir fakat Müslü-
man'ın tahsili ölene kadar devam eder.
"İlim tahsil ederken ölen şehid olur" Bu sebeple bazıları:
"Ya Rabbi vefat ettiğimde okuduğum kitap açık, yazdığım yazı
yarım kalsın" diye dua eder. Böyle olursa şehidlik ihtimali artar.
Camiler her yaşta insana hitap eden bir okuldur. Eğer ce-
maat kültürlü olursa, imam da kültürünü artırır. Öyle ise her
cemaatin evinde bir kütüphane bulunmalı.
Elbette ki camilerin de kütüphanesi, konferans salonu ol-
malı. Zira "Camilerin süslü, cemaatin ilim ve ibadet cihetinden
süslü olmaması kıyamet alametlerindendir." İlim veya bilgi ça-
ğından söz ediyorlar, bunlar kitaba dayanır.
Bir kısım devletleri süper güç yapan ilim ve tekniktir.
İslâm medeniyetinin de üç unsuru vardır: İlim, teknik ve
İslâm ahlâkı.
Bunların hepsi kitaba istinat eder. Medeniyetlerin mimarı
kitaptır.
İnsanların kitap okuyup, okumadığı konuşmasından belli
olur. Okumayan insan neyi anlatacak! Dedikodu ve gıybetin
yaygın hal alması okumamaktandır.
Pek çok şey satıp alan insan kitap da almalıdır. Her evde
mutfak gibi kütüphane de olmalıdır. Olmazsa beyin midesi aç
kalır, bu da cehalete yol açar, cehalet de bütün günahların ana-
sıdır.
Tabiat, bir sanat eseridir
Sanatkar olamaz!
Tabiat, bir nakıştır
Nakkaş olamaz!
Tabiat, bir kitaptır
Kâtip olamaz!
Said Nursi
Kâinat kitabından
Hemen hemen insanların hepsi haberleri dinler. Halbuki
çoğunu ilgilendiren bir şey yok: Amerika Başkanı demiş ki...
Falan yerde trafik kazası olmuş... Cumhurbaşkanı şuraya git-
miş... Bunlardan kime ne?
Gazetelerdeki haberler de bunun gibi çoklarını ilgilendirmez.
Kendimize bakmamız zor, öyleyse başkasına dikkat etsek
görürüz ki insan, kendisiyle alakası olmayan şeylerle meşgul
oluyor.
Acıkmak duygusunu içimize yerleştiren Allah, merak etme
duygusunu da yerleştirmiş.
Merak etmeyi vermiş ki: "Acaba Enfal Suresi neden bahse-
der? Kütüb-i sitte nedir? Kâinatın bizimle alakalı yönleri var
mı?"
Derler ki: "İnsan atomla güneş sisteminin ortasmdadır. Ya-
ni, çok küçük atomdan, çok büyük olan güneş sistemine bir açı
çizsek, bunun ortasında insan boyu kadar bir yükseklik var.
Allah, kâinat kitabını, atom harfleriyle yazmış, insanın da
en küçük parçası atomdur.
Atomun merkezinde nötron ve proton, bunlar da zıt değerli.
Kâinat zıtlarm toplandığı alem! Her şey, zıddı ile anlaşılır.
Bu iki zıt değer, atomun çekirdeğini teşkil eder. hayatın da
esası iyilikler-kötülükler... Bir başka deyişle haramlar-helâl-
lardır.
Kötülükler olduğu müddetçe, iyilikler de olacaktır, kötülük
olmasa, iyiliğin ne olduğu bilinmez. Matematikte de artı ve eksi
değerli rakamlar var, tıpkı iki millet gibi. Artı değeri rakamlarla
hangi işlemi yaparsak yapalım, sonuç daima artı çıkar. Diğer
millete, yani eksi değerli rakamlara geçersek, onlarla yapacağı-
mız işlemlerin bazısı artı, bazısı eksidir. Bazan iyi, bazan kötü iş
yapan kimse eksi değerler zümresindendir, korkunç bir sonuç!
Müslümanlar bir millettir, müsbet değerlidir, menfi iş yapa-
maz. Yaptığı an, yerini tayin etmiş, menfi tarafa geçmiş sayılır
amma, tövbe kapısı açıktır.
İnsanın içinde her zaman müsbet ve menfi değerler vardır.
İslâmiyet, müsbet değerleri hakim kılmak için gönderilmiş bir
dindir.
Atom çekirdeğinin etrafında elektronlar döner. Birinci da-
irede 2 elektron var. Demek ki alime yakın olanların sayısı az
olur.
Atomun ve güneş sisteminin hali, hatme-i şerife benzemiyor
mu? Şeyh ortada, müritler etrafta...
Meyhanenin de etrafında dönenler var. Dedik ya: Kâinat
zıtlar alemi!
Atomlar, elektron alış-verişi ile molekül olur. Bu molekül ya
zehirdir veya panzehir... Evlilikler, arkadaşlıklar, ortaklıklar da
böyle değil mi?
Demirler, taşlar, bitkiler, hayvanlar... Hepsi atomlardan
yaratılmış. Hepsinde elektron hareketi... Öyle ise demirlerde,
taşlarda görünmeyen bir hareket var ki, buna "enerji" denir. Al-
lah'ın "Hayat" sıfatı, taşta enerji olarak tecelli etmiş. Taşlar diri
olursa, ölen kimseye nasıl "hayatsız" denebilir.
Atomlardaki hareket görünmez. İnsanın "iç dünya"sı da
elektron hareketi gibidir. Görünmez, amma "bilen çeker" demişler.
Dıştaki bütün hadiseler, iç dünyanın mahsulüdür. Menfi de-
ğerlerin mensubu olanlar, müsbet iş yapamaz. Onlarda görülen
iyi işler, hırsızın sadaka dağıtması gibi.
İnsanlar meyvelere de benzer. Kestane gibi, ceviz gibi, elma
gibi olanlar.
Her şey, bir şeyi anlatıyor. O bir şey, insandır. İnsan, kitab-ı
kâinatla ve Kur'an-ı Kerim'le irtibatlı. O irtibat kopunca, kâ-
inatta tek asi varlık "insan" kalır! Çünkü her şey Allah'a itaat
34
35
ederken, insan, muhayyerdir. İteat edip, etmemekle serbesttir.
İnsan kafir de olsa, Allah'ın sanat eseridir. Her cihazın ta-
rifnamesi vardır, insanın tarifnamesi de İslâmiyet'tir. İslâm'a
uymayan insan, arıza yapar. Her kötü huy, her kötü davranış,
bir arızadır. Bunun sonu intihara, cinayete kadar gider.
Adetullah!
Yani Allah, kâinatı nasıl idare ediyor? küçük, büyük her şe-
ye nasıl nizam vermiş?
İşte insan bu sırn yakaladı mı, şahsi hayatında, aile, şirket
ve devlet nizamına kadar "mükemmel" olur. Çünk i kâinatta her
şey mükemmeldir.
"İnsan" diyorum çünkü Ecnebi ülkelerde de "mükemmel"
olan çok şey gördüm, onlar da Adetullah'ı görmüş ve anlamış.
Eğer Müslümanlar da "berbattık" varsa, Adetullah'ı anlamamış
demektir. Allah, her şeyi mükemmel yaratıp, mükemmel idare et-
tiğinden, insana mükemmellik yaraşır. İslâm'ın hederi de budur!
Allah, atom harflerinden,
Molekül hecelerinden,
Kâinat kitabını yazmış.
Bu kitabı kışın suya atar,
Her bahar yeniden yazar.
Subhanallah!
H. İsmail
Kâinat kitabından bir yaprak
Doğu, sadece güneşin doğduğu yer değildir. Büyük insanlar,
büyük hadiseler, büyük çağlar orada doğmuştur. Doğu kelimesi
her zaman bir ümit olarak kaldığından "Büyük Doğu" böyle çık-
tı, irfan dünyamıza güneş olurken İslâm güneşinin doğacağını
da müjdeledi.
"Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım."
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım."
36
Bunun için Avrupa değerini kaybederken, Asya tekrar de-
ğer kazanıyor.
Doğu Anadolu'nun sarp dağları arasında karanlık dünyamı-
za nur gibi doğan Said Nursi, ilmin ve tekniğin doğru hedefleri-
ni göstermemiş mi?
Bu halet-i ruhiye ile kâinat kitabının sahifelerini çevirmeye
başladım: Öyle haşır-neşir olmuş ki, kış mevsiminde odun gibi
olan ağaçlar, şimdi yemyeşil yapraklarla, renk renk meyvelerle
dirilmiş. Kök kapısından giren çamurlar, odundan başka bir şey
olmayan gövdeden geçip, kuru çöplerin ucunda meyve olmuş.
İşte bir kaysı düştü, toprakla yanak yanağa gelip, bana poz
verdi. Diyor ki:
- Bir bana, bir de toprağa bak. Aramızda ne kadar fark var
değil mi? İşte şu kara topraktan beni yaratan, toprak olmuş in-
sanları da tekrar yaratacaktır.
Saçlarım diken diken oldu, mafsallarım karıncalaşmaya
başladı, toprak üzerinde kayısıyı seyretmek bana dehşet verdi.
İkisi aynı cinsten, ikisi çok farklı. Nerde toprak, nerde kaysı?
Toprak, ağaçta dirilmiş kaysı olmuş, kaysı midemde dirile-
cek. Kaysının rengi gözümle, tadı dilimle ve kendisi sindirim
sistemimle irtibatlı. O zaman, herşeyin manevi iplerle birbirine
bağlı olduğunu, ilmen bildim.
Kaysının üzerindeki incecik kabuk, bana eczahaneleri hatır-
lattı. Her meyve, şahane ambalaj içinde, mükemmel bir ilaç. Yer-
yüzü eczahane-i kübra! Safi ismi tecelli ediyor, otlar şifa dağıtı-
yor. Kuzuların, kedilerin ve tavukların sıhhatli oluşuna baktım,
çimenleri elimle okşadım. "Eğer insanlar, hayvanların yediği çi-
menleri ve benzerlerini yese, her bakımdan faydalı olacak..."
Ağacın başında binlerce kaysı, her kaysıda bir çekirdek ve
her çekirdekte bir ağaç!
Ağacın planı, şekli, rengi, kokusu, deseni ve nesli çekirde-
ğin içine yerleştirilmiş. Çekirdek değil mükemmel bir fabrika fi-
Hç inşa edilecek.
Çekirdek, aynı zamanda bir tabut. Avucumdaki çekirdek ne
kadar ölü ise, topraktaki çekirdek o kadar diri. Ölüm haliyle di-'
37
rilik halini bir çekirdekte bulunduran Allah, bu kanunu şümul-
lendirmiştir. Tabutta giden insan da dünya yönünden ölü, ahi-
ret yönünden diridir.
Ölü gıdalar midemizde dirilirken, ölen yokluğa gider mi?
İş arayan insanlar, bir çekirdeği toprağa itiverse, Allah on-
lara kocaman bir kaysı ağacı verecek.
Bahçe sahipleri, meyvelerin bolluğundan şikayetçi.
İnsanlar, çok az şükreder.
Dallara dayak verilmiş. Bu kuru odun parçaları, meyve
yüklü dala denk düşmüş. Çünkü dayak çekilse, dal yere inecek.
Talebeler, dinleyiciler, takdir ediciler de alimler için öyledir.
Onlar olmasa, alimin ilmi, kendisini yeyip bitirecek.
Alimler ilmiyle yüklü , meyve veren dal gibi.
Kayısının kemalâtı başkası içindir. Demek ki insanlara fay-
dalı olan alim, ehl-i kemaldir.
Her geçen gün suçluların sayısı artıyorsa, kemalata hasret
kaldık demektir.
İslâmiyet, her türlü kötülüğü işleme istidadında olan insan-
ları, her türlü kötülükten vaz geçirip, her türlü iyiliğe sevk eden
bir dindir. Eğer bilinse...
Yeryüzü mektep,
Kur'an, temel kitap,
Peygamberimiz baş muallim,
İslâm alimleri öğretmen,
Müslüman beşikten mezara kadar talebe
Ve, kâinat bir laboratuvardır!
H. İsmail
Soru: Hayatınızda bilimin yeri nedir?
1940'h yıllarda Allah isminin yerine tabiat konduğundan,
fizik, kimya, cebir, geometri hatta biyoloji ve coğrafya gibi bilim-
leri tabiat adına okuduk, tabiat kanunlarını öğrenip, tabiatçı
38
(naturist) olarak yetiştik.
Memur olduğumda etrafıma bakınmaya başladım. Allah'ın
statlarını öğrendim. İki sıfatı dikkatimi çok çekmişti: İlim ve
Sani.
Yirminci asrın medeniyeti ne kadar ileri giderse gitsin, bir
meyve, bir çekirdek yapamaz. Halbuki toprak gibi bir şeyden
sebzeleri ve meyveleri yaratan Allah'tır.
Kâinattaki herşey Allah'ın sanat eseri, bu eserlere hakim
olan Allah'ın ilmi.
Bu açıdan İslâmiyet'e bakınca gördüm ki, ilmi ve sanatı ha-
ram eden bir tek ayet ve hadis yok. Tam tersine teşvik ediyor.
O zaman anladım ki İslâmiyet başka, Müslümanlar daha
başka. İslâmiyet'i gerçek mânâda öğrenen, anlayan ve yaşayan
Müslüman çok az. O Azlar1! bulmaya, onları dinlemeye çalıştım.
Bir yandan da İslâmiyet'i öğrenmeye gayret ediyordum.
Mevzumuzla alakalı olarak iki hususu tesbit ettim.
Birincisi: Kur'an-ı Kerim'i ve Peygamberi gönderen Allah,
insana öyle bir akıl vermiş ki, bu ikisini anlasın diye. Öyle ise
insan aklının en mühim vazifesi İslâmiyet'i öğrenmek ve anla-
maktır.
Dekart rasyonalizmle akla büyük yer verir. Halbuki kumar-
bazların bütünü akıllı kimselerdir. Demek ki, İslâmdan ayrılan
akıl, kumara veya içkiye kayarak baş belası olabiliyor. Bu gerçe-
ği tesbit ettim.
İkincisi: Gördüm ki, yeryüzü bir mektep, bu mektebin temel
kitabı Kur'an-ı Kerim, Peygamberimiz baş muallim... İslâm bil-
ginleri öğretim üyesi ve Müslüman beşikten mezara kadar tale-
j be. Kâinat ise laboratuvar.
Böylece bir yandan tefsir, hadis, siyer, fıkıh okurken, öte
l yandan da kâinat laboratuvarını (astronomi, arkeoloji, biyoloji,
| fızk, kimya, coğrafya gibi bilimlerle) inceledim.
Kur"an'ı dört kısımda mütalaa etmek mümkün: İmana, iba-
dete, muamelata (İslâm iktisadına) ve ukubata (cezalara) dair
j ayetler...
Müslümanların ekserisi imana dair ayetleri öğreniyor. İba-
39
deti külli planda ele almıyor, islâm iktisadından ve ukubattan
da haberi olan çok az.
Halen İmam Hatip liselerinde, İlahiyat fakültelerinde İs-
lâm İktisadı, İslâm Siyaseti gibi ilimler yeteri kadar okutulmu-
yor. Öyle ise din görevlileri dahi (şahsi gayreti olmazsa) İslâm'ı
tam öğrenemez.
Ne yazık ki, cumhuriyet tarihi boyunca İktisat fakültelerin-
de İslâm İktisadı, Siyasal Bilgiler'de İslâm Siyaseti ve Hukuk
fakültelerinde İslâm Hukuku okutulmadı. Hiç değilse İLİM adı-
na bunlar okutulmalıydı. Üniversitelerimiz ilimde tarafgirlik
yapıyor ki, bu öğretim ve eğitimin ruhuna aykırıdır.
Türkiye'de şeriat münakaşaları da yaygın. Şeriat isteyenle-
rin hakkında halen şiddetli soruşturmalar, kovuşturmalar var.
TCK'nun 163. maddesi bir zamanlar evini değiştiremeyenler-
den, devletin temellerini değiştirip, dini esaslara uydurmaktan
hesap sormuştu. Halbuki Türkiye Büyük Millet Meclisi bile dev-
letin temellerini dini esaslara uyduramaz. Anayasanın ilk üç
maddesi buna manidir. Düşününüz: Meclis'in yapamadığını ga-
riban vatandaşlar yapacak diye dindarlar hakkıda binden fazla
soruşturma açıldı, belki otuz bin kişi, karakollarda, nezaretha-
nelerde, mahkemelerde, hapishanelerde perişan oldu, çoklarının
ocağı söndü. Bu hal Müslümanlar'm İslâmiyet'i öğrenmesine
mani idi. Ben de onbir defa ağır cezalarda, devlet güvenlik mah-
kemelerinde yargılandım. Suçumuz İslâmiyet'i öğrenmekti. Ya-
ni Türkiye de ilim tahsil etmek risklidir. Amerika'da, Avru-
pa'nın muhtelif ülkelerinde de bulundum, oralarda böylesi şey
yok. Dini de dinsizliği de öğrenmek serbest. Herhalde ilmin in-
kişafı da böyle olur.
Evet hakkında kıyamet koparılan ŞERİAT'a baktım. Anla-
dım ki şeriat Kur'an'dır. Şeriat isteyenlere Kur'an hediye etmeli.
Dolayısı ile şeriat istenmez yaşanır.
Amma gerek devlet ve gerekse halk İslâmiyet'i bilmediğin-
den, şeriat yüzünden bir bardak suda kıyamet koparılıyor.
Tesbitlerime göre şeriatı 4 bölümde incelemeli:
1. Şeriat-ı Garra. Parlak şeriat demektir. Ayetler, Hadisler
40
ve içtihadlar, nur gibi maddi mânevi dünyamızı aydınlatır,
Müslümanlar (hatta entel kimseler) bu sayede hakla bâtılı ayır-
maya başlar.
2. Şeriat-ı fıtrî. Fıtri, insan yapısıyla alakalı olduğu için, in-
sanı anlatan kitaplar şeriat-ı fıtri içinde ele alınır: Sosyoloji, psi-
koloji, fizyoloji, anatomi, felsefe ve mantık gibi. Müslümanlar
350 senedir şeriat-ı fıtriden habersiz kalınca, Avrupalılar bu bi-
lim dalım geliştirmişler.
3. Şeriat-ı kevni. Kâinatın yaratılışıyla alakalı kanunlar de-
mektir. Müslümanlar bu kanunlarla meşgul olmayınca, başka-
ları buna tabiat kanunları veya doğa yasası demişler. Tabiat ka-
nunlarını yaratan Allah olduğuna dair birkaç misal verelim: Li-
se fizik kitabında Arşimet Kanunu vardır, suların kaldırmasın-
dan söz eder. Halbuki Arşimet yok iken sular yine kaldırıyordu.
Öyle ise suyu yaratan kim ise, suların kaldırma kanununu ko-
yan da O'dur.
Adem aleyhisselam dünyaya gönderilmeden evvel yıldırım
düşüyor, şimşek çakıyordu. Yıldırım ve şimşek elektrik olduğu-
na göre, elektriğin olduğu yerde elektrik kanunları vardır. Asır-
lar sonra Ohm, Volt ve Amper gelmiş bu kanunları bulmuş.
Demirin paslanmasını emreden Allah, altının paslanmaması-
nı emretmiştir. Demek ki kimya denklemleri de Şeriat-ı kevnidir.
Misalleri artırdığımızda görürüz ki fizik, kimya, cebir, ge-
ometri, biyoloji, coğrafya gibi lise ders kitapları Şeriat-ı kevnidir.
Eğer Müslümanlar Şeriat-ı fıtriden, Şeriat-ı kevniden ha-
berdar olsalardı, lise öğrencisi sınıf geçmek için beş numara
alırken, daha yüksek notu Allah rızası için almaya çalışır, bizde
de büyük adamların sayısı artardı. Öte yanda namaz kılanlar
helâl iş yapmanın ibadet olduğunu bilir, kalkınmamıza hız ka-
tardı.
Amerika, Rusya, Japonya, Almanya gibi süper güçler Şeri-
at-ı kevni ile kalkınırken, İslâm ülkelerinde şeriat münakaşala-
rının yapılması ilimde ve teknikte ne kadar geri olduğumuza
delildir.
Ben, kandil gecelerinde dahi, herkes gibi namaz kılıp,
41
i
Kur'an okuduktan sonra, oturup, ibadet diye, lisan öğrenmiş, fi-
zik, kimya çalışmış ve denklem çözmüşümdür.
4. Adetullah: Buna sünnetullah da denir. Allah'ın yarattığı
herşey mükemmeldir. Adetullaha ittiba edip, sevap kazanmak
isteyen Müslüman, yaptığı işi mükemmel yapmalıdır. Eğer
Müslümanlar adetullaha ittiba etseydi, süper güç olurdu. Ne
yazık ki, Müslüman olmayan süper güçler, deney yoluyla ade-
tullahı bulmuş, tatbik etmiş ve gelişmişler.
İşte benim de ilim ve teknik anlayışım budur.
çlkarırlarmış.
Bu nasıl bir özgürlükse, insanları kötü alışkanlıklara esir
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti,
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
N. F. Kısakürek
Tanınmayan Kitap
Asırlarca evvel kurulan bu köyde herkes üzüm, elma, kiraz,
findik gibi meyve ağaçları dikerken sebzenin de her türlüsünü
yetiştirmişler, tavuk ve inek beslemeyi de ihmal etmemişler.
Gerçekten zengin bir köymüş, halen iki katlı binalar, ko-
naklar, bizlere çok şey söylüyor. Hele eskimez yazılı, kocaman
kocaman ciltli kitaplar...
On sekizinci asırda, İslâm dünyasında sam yeli estiği, yeşil
adına ne varsa hepsini sarartmaya başladığı da inkar edilemez.
İşte o zaman kütüphaneler kimsesiz kalmış, kahveler açıl-
mış, dedikodular yaygınlaşmış, bağlar bozulmuş, insanlar iş
aramış...
Osmanlı'nın son zamanlarındaki hürriyet ilanlarını, Cum-
huriyet takip etmiş, bu sefer köye içki girmiş, her bakkal bir
meyhane olmuş...
Çok değil elli sene evvel, köyün meydanında toplanıp, deli-
kanlılar esrar içip, hürriyetin, şimdiki adıyla özgürlüğün tadını
Köy öylesine ihmale uğramış ki, şimdi herşey şehirden geli-
yor, çokları bunları alamamanın ıstırabını çekiyor.
O bahçeler, bağlar, ahırlar, konaklar, hepsi, hepsi istilaya
uğramış gibi.
Herşeyiyle "Osmanlıyım!" diyen ahşap bir konak satılmış.
Yeni sahibi beni davet etti: "Şu kitaplar ne kadar eder?"
Çoğu eskimez yazılı, bir başka medeniyete ait gibi, okun-
maz olmuş. Kimbilir hangi asırda, hangi mübarek insan dividini
hokkaya batırıp, notlar almış.
Onun torunlarının, mirasçılarının kütüphaneyle ilişkileri
yok ki, kitaplara sahip çıkmamışlar. Bırakın okumayı, satmayı
bile akıl edememişler.
Parçalanmış bir kitap vardı, sahifeleri dağılmış, "çok eski"
diye bir köşeye atılmış.
Bir yaprak alıp, uzattılar:
- Bu ne?
Baktım: Kur'an!
Osmanlı konağında tanınmayan kitap!
Sordum:
- Konak sahibinin çocukları, yahut torunları ne iş yapıyor?
- Öğretmen...
- Nerden mezunlar?
- Arifiye Köy Enstitüsü'nden...
Hayır, tanınmayan sadece Kur'an değildi, bağlar, bahçe-
ler... Viran olan köy... Ve, fakir, fukara... Sonra, kafası du-
manlı insanlar, ne başkasını tanıyor, ne de başkası onu. Birini
sordum "ipsiz" dediler..
Hayret nasıl da çökmüşüz!
Şimdi kalkınmanın yollarını arıyoruz...
42
43
Fatih Sultan Mehmet mezarından
Kalksa, ne biz onu, ne de o bizi tanır.
"Eyvah İstanbul'umu Bizanslılar al-
mış" diye, bizimle savaşa kalkışır.
H. İsmail
Kültür değişmeleri
"Bizim dindarlığımız, sizin kötülüklerinizdendir."
Siz kimsiniz?
1940'h yıllardı, öğretmenimdin, hem sevgili öğretmenim...
Erkektin lokale gittin, tavla oynadın, sigara dumanım etrafa sa-
vurdun, her zaman içmezdin amma bulunca da kaçırmazdm. Bi-
ze çok şeyler anlattın, çok şeyler öğrettin fakat iyilik, doğruluk
adına hiçbir şey söylemediğin için yetiştirdiğin öğrencilerin ki-
misi ayyaş, kimisi kumarbaz, kimisi hırsız, kimisi katil oldu.
Çocukların ne dünyası, ne ahireti işe yaradı. İşte biz bu haller-
den kaçmak isterken, kendimizi dini hayatın içinde bulduk.
Şehir kulübüne de giderdin, derlerdi ki "Orada kumar oyna-
mak serbestmiş." Memurlar için kulübe gitmek mecburi idi,
halk da oraya gidenleri kumarbaz bilirdi. Bir şehrin başı bu
olursa, ayaklan nasıl olur, düşünün öğretmenim.
İşte biz kahveden, lokalden, kulüpten kaçarken, kendimizi
camide bulduk. Yoksa sizin anladığınız şekilde şu veya bu hoca
kolumuzdan tutup, bizi zorla medreseye, camiye götürmedi.
İteatsiz yetiştirilen gençlik, hocaya, hacıya neden iteat et-
sin? Amma kötülüklerin dehşeti karşısında dindarlığı seçmek
zorunda kaldık, pişman da olmadık, öğretmenim.
* * *
Sen öğretmenim, sen de hanımdın! Beni okuttun, bana çok
şey öğrettin. Çok iyi hatırlıyorum, Ankara'daki okullardan biri-
ne kaydımı yaptırıp, memleketime döndüğümde seninle karşı-
laşmış, elini sıkmıştım. Hatırladıkça halen üzülürüm neden eli-
ni öpmedim diye? Belki o el defalarca yüzümde saklamıştı am-
ma yine de öpülmesi gerekirdi, öpmeliydim fakat hiç mi hiç:
44
dindar etti.
* * #
Atatürkçüydüm, mübalağa yok, belki bin defa Atatürk'ün
hayatını okudum ve anlattım.
Sen Atatürkçü arkadaşım, sen kokteylli partide içkileri bir-
birine karıştırıp ayakta içtin, sarhoş olup, ağzından çıkanı kula-
ğın duymaz hale geldin...
Balolar, plajlar, altı kol iskambiller...
Zevkten ve menfaatten başka birşey bilmedin. Egoizmin te-
pesine tırmanırken, ben oradan usulca ayrıldım, bir mabedin
gölgesinde nefes aldım. Bunu da çok gördün Türk Ceza Kanu-
nu'nun 163. maddesiyle bana kan kusturdun. İşte bunun için di-
ne sarıldım. Çünkü sarılmasam kâfir olacaktım.
"Kapitalistim" dedin, parayla dağları aştığında, biz ovada
yürüyemez haldeydik. Her suçun, her haramın üstünü parayla
örttün. "Parası olan büyüktür, para kazanan akıllıdır" tesbitle-
rinden öylesine tiksinip, öylesine ürktüm ki, sizlerden kaçmayı,
uzaklaşmayı, KURTULUŞUN esası bildim.
Kapitalizm, Müslümanlar5! Hıristiyan dünyasına teslim e-
den sistem! Şimdi biz, bir Avrupa ülkesinde Müslüman olmaya,
dinimizi korumaya çalışıyoruz, haberin var mı?
Sen de sosyalisttin! Fakirliğe çare bulacaktın, geliri eşit da-
ğıtacaktın, sınıf farklarını ortadan kaldıracaktın. Fakat ortadan
kaldırdığın ilk şey DİN oldu. Subayla eri, işçiyle mühendisi eşit
yapabilir miydin? Suyu getirenle testiyi kıranı bir tutabilir miy-
din? Zaten defterinde helâl-haram yoktu, canının istediği gibi
yaşadın, felaketimiz oldun.
Senden kaçarken, kendimizi dinî hayatın içinde bulduk, ne-
fes aldık, memnun olduk.
Ey dindarların artmasından şikayet edenler, dindarın varlı-
45
ğı, sizin kötü yaşayışınızın sonucudur.
Batı'da fabrika bacaları yükselirken, bizde de Batılılaşma
adına dikenler büyüdü. Diken bu, yenmez, içilmez. Amma beyin
midesi ilim, kalb midesi iman ve ibadet istiyor. İşte siz, bizi
maddeten ve manen aç bırakınca, en azından diken olmamaya
çalıştık. Sonra meyva vermek istedik, amma sizin gibi 7'den
70'e kadar bebekler de dallarımızı kırdı.
Evet, evet şurasını hiçbir zaman unutmayınız ki, bizim din-
darlığımız, sizin kötülüklerinizin sonucudur. Sizler bu kadar kö-
tü olmasaydınız, bizler bu kadar dindar olamazdık. Hiç bilmedi-
ğimiz dinî hayatın içine giremezdik.
Sizlerden öylesine kaçtık ki... Nereye gittiğimizi bilmeden
kaçtık. Felaketten kaçarken bir yerlere gittik, bir de baktık ki
burası camiymiş, dershaneymiş...
Uçun kuşlar, uçun doğduğum yere;
Şimdi dağlarında mor sünbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.
R. T. Bölükbaşı
Hep böyle başladı
Kötülüğü beğenenler İslâmiyet'i tüketti. Kötülüğü süsledi,
bezediler. Birinci sınıf lokantaları düşünün, ne kadar temiz, ne
kadar görkemli. Burda içki içen niye kötü olsun? Kötülüğü bir
yana bırak, peynir ekmek yiyene göre büyük mü büyük!
Beş yıldızlı otelde, ışıkla karanlığın boğuştuğu loş barda,
yüksek sehbaya oturup, yükselmiş... Kafa dumanlandıkça bu-
lutlara çıkmış, gecekonduda oturan onu alkışlamış, daha nasıl
büyüsün?
Para mı dedin?
Devletin kasasına anahtar uyduran çok!
46
En büyük adam, en büyük rüşveti alır.
Dev adamların, dev borcu olur.
Hele bankalarla işbirliği yaptı mı, faizin üstüne basa basa
yükselir, para deste deste, daha nasıl büyüsün?
Büyük adamın evi büyüktür, içeri girsen eşyaların arasında
kaybolursun, küçüklüğün acısını çekersin.
Büyük adamın arabası şöyle, yazlığı böyle... Tatili anlı şanlı.
Büyüklük! Gafletin, cehaletin, günahların, hatta ihanetin
üstünü nasıl örtüyor!
Hep büyükleri beğendik, büyüklerin beğendiği günahları
beğendik. Böylece İslâmiyet'i beğenecek yerimiz kalmamıştı, yi-
ne de Müslüman'dık.
Para her kilitli kapıyı açarmış... Günah kapısına vurulan
Jdlidi bile açtı. Biz onu da beğendik.
Parası olan arabasını dağdan aşırırmış. Daha neler neler
aşırdı, fazilet adına ne kaldı? Biz ona da hayran kaldık: "Ne be-
cerikli adam" diye.
Aslında buraya kadar saydıklarım önemli değil. Bunlar de-
vede kulak. Dünya kumaşı gaflet ümikleriyle, günah ve cehalet
ipleriyle dokunmuş. İnsanların ekserisi kumaştaki nakışlara
hayran kalmış. Artık başka şeye nasıl hayran olsun?
Evet, evet bunlar önemli değil! Said Nursi'ye, Süleyman
Hilmi Tunahan'a, Abdülhakim Arvasi'ye, Gönenli Mehmet'e ba-
kıyorum, herşeylerini İslâm'a vermişler, her biri tek başına çok
büyük işler başarmış. Bunlar büyüklüğün sırrını İslâm'da bul-
muşlar. Ya bunların talebeleri?
Onların talebeleri ekseriyetle faziletli kimseler...
Peki, pirincin içinde beyaz taş yok muydu? Bu beyaz taşı,
şu veya bu bahaneyle beğenenler olmadı mı?
- Diş kırabilir amma, bu da bir sanat eseri, denilebilir.
Ama adalet ihmal edilmemeli.
Kötü beğenilmemeli.
Para yiyenler, Müslümanlar*! bankalara muhtaç etti.
Para yiyenler, ümmet, millet, kardeşlik kelimelerini de ye-
diler.
47
Piyasa fertlere kaldı, bankalar anonim şirket.
Yahudiler birader.
Mü'minler de kardeşmiş, bir zamanlar... Şimdi mü'minler
manen kardeş, maddeten değil. Çünkü onun, bunun parasını yi-
yenler, hâlâ akıllı geçiniyor.
50-60 sene evvel fertlerin yaptığını, bugün yüz binler yapa-
mıyorsa... İslâm milleti görünürde yoksa, bu demektir ki kötü-
leri de, kötülüğü henüz içimizden atamamışız.
Haksızlık yapana hak verilmiş. Hakk'a inananlar, hakkı,
haklıya vermemişiz...
İçimizdeki kötülerin, haksızların sayısı çok az, onları da baş
üstünde tuttuk.
Zalim olmayın, zalime de fırsat vermeyin!
Zira kötülüğü beğenen iyi olamaz.
Haksızlığa razı olan, Hakka nasıl inanır?
Cinayeti gizleyen cani değil mi?
Öyle ise zalimi, kötülüğü, haksızlığı, cinayeti beğenmeyin
ki Allah sizi beğensin.
Kötüler, kötülüğünü yalanla, iki yüzlülükle örtüyor, başka-
larım ona inandırabiliyorsa, öbürünün ciğeri yandı.
Yalan söyleyen, sözünde durmayan, emanete hıyanet eden
münafıktır, münafık, kafirden eşeddir.
Öyleyse münafığın yalanına, iki yüzlülüğüne kanmayın ki
millet, ümmet tecelli etsin, kardeş olalım.
Münafıkların sayısı çok az, bunları koruyan çok.
Kötülüğü beğenirsek iyilikten uzaklaşırız.
Haksızlığı beğenince Hakk'a imanımız sarsılır.
Çünkü para korkunç bir şey! "Herşeyin başı para" deyince
geriye birşey kalmadı.
Cani gizlendi, maktul suçlu oldu, çünkü şahitler caniyi be-
ğendi...
Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Yiğit belli değil, mert belli değil.
Herkes yarasına derman arıyor
Deva belli değil, dert belli değil.
Ruhsati
Aydın problemleri
Rahmetli Mehmet Kaplan, "Cumhuriyet devri Türkiye-
si'nde politik ve sosyal sahada laikliğe büyük önem verilmekle
beraber, dinin özüne dokunulmamış" diyor. Halbuki 1935 sene-
sinden sonra 16 yıl devlet okullarında din eğitim ve öğretimi ya-
pılmamıştır, devlet eliyle din adamı yetiştirilmemiştir.
Hem dinî eğitim ve öğretim yapılmayacak, hem de "Dinîn
özüne dokunulmamıştır" denecek, nasıl olur?
Mehmet Kaplan devam ediyor: "Dinî hayat kendi kendine
devam etmiş, hatta bu devirde çağdaş akımlarla dinî uzlaştır-
maya çalışan yeni bir dindar gençlik efe yetişmiştir.
Dinî hayat kendi kendine devam etmemiş, Türk Ceza Ka-
nunu'nun 163. maddesi, İslâmiyet! öğrenmeye, yaşamaya çalı-
şanlara kan kusturmuş, hayatı onlara zindan etmiştir. Amma
hurafelerle örtülü (bir dinî hayat) yaşayanlar serbest bırakıl-
mıştır.
"Dinsiz nesil" yetiştirmek isteyen bir kısım devlet adamlarına
inat "dindar gençlik" yetiştirmenin nelere mal olduğu ortadadır.
"Din de diğer sosyal müesseseler, duygular, düşünceler gibi,
zamana göre değişir" diyor aynı sahifede.
"Allah'tan başka ilah yoktur" gibi dinin aslı değişmez, deği-
şiklik teferruatta olur. Bunu da fetva makamındaki kimseler ta-
yin eder.
Kaplan'ın şöyle tesbitleri de var:
"Dindarlar çağdaş medeniyetin, sanayinin ve makinanın
aleyhindedir. İstanbul'da çıkan Hareket dergisinin eski sahibi
ve başyazarı Nurettin Topçu yazılarında sık sık bu konuyu ele
ahrdı. Ruh maddenin zıddı olduğuna göre, dini böyle bir zaviye-
den ele almak elbette mümkündür. Mevlânâ ve Yunus Emre de
48
49
ruhu maddeye karşı çıkarır."
Evvela "çağdaş medeniyet" iki şekilde kendim gösterir. Biri
meyhane, bar, kumar, yalancılık, dolandırıcılık gibi kötü yönleri.
İkincisi de ilim ve teknik gibi iyi yönleridir.
İlmi ve tekniği haram eden bir tek ayet ve hadis gösterile-
mez. Dolayısıyla Müslüman da ilmin ve tekniğin aleyhinde bu-
lunamaz.
Ruhla madde birbirine zıt görünse de aslında bunlar birbi-
rini tamamlar: İnsan, ruhla cesetten meydana gelmiştir, bunlar
birbirinden ayrılırsa ölür.
Bu modeli Allah koymuştur, öyle ise ruhla maddeyi ayrı ay-
rı düşünmek ruha dost olup, maddeye düşman olmak Adetul-
lah'a aykırıdır.
Kaldı ki fizikte maddeyle enerji bütünleşir. Çünkü enerjinin
pekiştirilmiş, yoğunlaşmış şekline madde denir. Yani maddenin
aslı enerjidir.
Enerji, Allah'ın hayat sıfatının bir tecellisi olduğuna göre
buna "maddenin ruhu" da diyebiliriz.
Demek ki ruhla maddeyi ayrı ayrı ele alıp, birine dost, öbü-
rüne düşman olmak ilme, akla, dine aykırı.
"Tanrı, Mevlânâ ve Yunus'un ısrarla belirttikleri gibi, insa-
nın dışında, tabiatta, maddede değil, insanın içinde, ruhunda-
dır" diyen Kaplan, dini vicdanlara gömmek istiyor. Halbuki ta-
biat ve maddeyi yaratan, bunlara nizam veren, bu nizamı de-
vam ettiren Allah'tır. Rab'bimizin sıfatlarım Kur'an-ı Ke-
rim'den, Hadis-i Şerifler'den ve kâinat kitabından öğrenebiliriz.
Allah'ı sadece sıfatlarıyla öğrenebiliriz, başka türlü öğrenmek
de mümkün değildir.
Mehmet Kaplan, dindarların işçilere önem vermesini Mark-
sistler'e benzetirken, şunu da söylüyor: "Yeni İslâmiyet akımı,
sadece dini değil, aynı zamanda sosyal ve politik bir maksat da
taşır. Ton ve üslup benzerliği de gösteriyor ki, onlarla Marksist-
ler arasında bir benzerlik vardır."
İslâmiyet sosyal bir dindir, elbette sosyal hayatta olan her-
şeye önem verecektir.
50 '
Dindarlarla Marksistler arasında benzerlik bulmak, işin
mahiyetini görmemezlikten gelmektir. Çekirdekler de birbirine
benzer fakat fidanı, meyvesi başka başkadır.
Bazı dertleri teşhiste dindarlarla Marksistler aynı görüşü
paylaşabilirler. Çünkü Türkiye, Adan Z'ye kadar düzeltilmeye
muhtaç. Amma onlar Karl Marx'a tâbi olurken, dindarlar
Kur'an'a tâbi.
Dindarlarla Marksistler! birbirine benzetip "uçlar birleşi-
yor" demek, dindarları çürütmekten başka bir işe yaramaz. Din-
darlar olmazsa, din hurafecilere kalır ve biter.
Kaplan "Dinî siyasete alet etmek" meselesi üzerinde de du-
ruyor.
Evet din gibi ulvî bir şey, siyasete alet edilmemeli ve edil-
mez de. Amma siyaseti dine alet edenler çıkabilir.
Her iki şıkkın dışında din, kendi varlığıyla, bütünlüğüyle
ortaya çıktığı gün, onun siyasi, iktisadi, hukuki ve kültürel yön-
lerinin olduğu da görülecektir.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan bizden yana idi, onu rahmetle
ananz. Bu yazıyı yazmamın sebebi: Dev gibi aydınlarımızın da-
hi İslâmiyet'i gereği gibi anlayamamış olmalarına bir misal için-
dir. Çünkü onlar İslâmiyet'i yeteri kadar öğrenme imkanı bula-
madılar. Kaplan, imanı yakılan gençliğin arasından çıkıp, ken-
dini bu kadar kurtarabilmişti. Allah rahmet etsin.
'
Vaktiyle baban kimseye minnet mi ederdi?
Yok, kalmadı hâşâ sana zillet pederinden
Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi;
Silkin şu mezellet tozu uçsun üzerinden,
İnsanlığı pâmâl eden alçaklığı yık, ez;
Billah yaşamak yerde sürüklenmeye değmez.
T. Fikret
Tez, antitez
Fransızca'dan dilimize giren bu iki kelime sosyal, kültürel
ve ekonomik hayatımızda çok önemli olduğu gibi, dinî hayatı-
51
mızda da önemlidir.
Tez (these) ileri sürülen fikir manasına gelse de, bir şeyi,
açıkça, bütünüyle, delilleriyle ortaya koymaktır. Antitez (antit-
hese) de buna karşı çıkmak.
Sosyal hayatımızda: Evvela sosyal kelimesiyle toplumsal
elele verip içtimai kelimesini tekme, tokat kovmuştur. Bu, bir
bakıma Avrupa ile Avrupa hayranlarının gücünü gösterir.
Hem Avrupa âdetlerine karşı çıkıyoruz, hem de bir adab-ı
muaşeret kitabımız yok. Diyeceksiniz ki "Biz bu kitabın ismini
anlamadık, cismini nasıl anlıyalım?"
Haklısınız.
Modaya karşıyız amma onun dışında bir konfeksiyon geliş-
tiremedik.
Bakınız konfeksiyon (confection) diyoruz, damanmız kesilse
Sen Nehri akar.
Kısacası: Fertle cemiyet arasındaki ilişkileri Müslümanca
düzenleyemedik. Kahvelerde toplananları, daha başka yerde
toplayamadık.
Kültürel hayatımızda tez ve antitez: Acaba kültürel (cultu-
rel) demesek de gelenek, hars, ilim, irfan kelimelerinden bir
şeyler mi türetsek?
Bizim Milli Eğitimimiz, Avrupa kültürünün ta kendisidir.
Materyalist yönü de ağır basar.
Üretici değil, tüketici yetiştirdikleri, halimizden anlaşıl-
maktadır. Diplomalar, ekmek karnesi gibi dağıtılıyor. Bunun
için devlet, diploma verdiği gençlere, iş de vermek zorundadır.
KiT'lere arpalık denmesi bundandır. Arpalık da, arpa yiyenleri
çağrıştırıyor ki hoş olmasa gerek.
Tiyatroya, sinemaya, basın-yayına hükmetmiyenlerin kül-
türle ne alakası olabilir?
Öyle bir kültür hayatımız var ki ilimde, teknikte ilerleye-
memişiz, böylece ilericilik de anlaşılmaz olmuş.
Bu tenkitler antitezdir, biz Müslümanlar kültür tezimizi or-
taya koymamışız. Tenkit de belli ölçüde faydalı olabilir, kurtarı-
cı değildir.
52
Politika kelimesini de, politikacıyı da beğenmeyiz, "Bizim
siyasetimiz var." Evvela şu hususu tesbit edelim: Politika, eko-
nomiyle bütünleşmişken biz siyaseti İslâm iktisadıyla bütünleş-
tirebiliyor muyuz? Şu tersliğe bakınız: Meydan Larousse ve Ana
Britannica siyaset-i mülk, siyaset-i nefsiye, siyaset-i amme, si-
yaset-i hassa, siyaset-i şer'iyye'den bahsediyor, bu tabirlere aşi-
na olan kaç siyasetçi gösterebiliriz?
Kapitalizme ve sosyalizme karşıyız, faiz de haram!
Neden yana isek onu ortaya koyalım...
Bankalar da anonim şirkettir, kâr dağıtan şirketler kursak,
bankaların sayısı azalır.
Hep antitezdeyiz, teze geçemiyoruz.
Bunun için resmi ideolojiye karşıyız... Yabancı ideolojilere
düşmanız... Dinsizliğin de bir nevi din olduğu söyleniyor, İslâmi-
yet'i ortaya koyamıyoruz. Bir kısım insanların batıl ideolojilere
gösterdiği sadakati; Müslüman, İslâmiyet'e göstermezse, bunun
sonu ne olur?
Atatürkçülüğe, laikçilere ve benzeri akımlara karşı çıkmak
antitezdir. Tezimizi ortaya koyamazsak başarılı olmamız müm-
kün değil.
Antitezde kalmak ilim istemez. Herşeye hayır diyenlerden
hayırlı vatandaş olamaz. Evet demesini bilmeliyiz, tezimizi or-
taya koymalıyız.
"Lafla peynir gemisi yürümez" demişler. Nazariye ile tatbi-
kat arasındaki fark bilinirse, tezimizin tatbikat şeklinde olması
şarttır.
İslâm'ı yaşayan Müslüman tezdedir.
Deniyor ki: "Mevcut düzen, MİT, masonlar, Siyonistler, CIA,
MOSSAD, KGB vesaire." Bunlar, İslâm'ı yaşamamıza mani ola-
maz ki!
Olmaz ve olamaz da. Tarihte bunun misalleri çoktur. Müslü-
manlar, çok zor şartlar içinde düştükleri yerden kalkabilmişler.
Artık dindarların kültür seviyesi epeyce ilerledi: Tezle anti-
tez arasındaki fark görülmeli, antitezden teze geçmeli. Karşı
çıkmakla, tenkit etmekle hiçbir yere varılmaz. Ne yapmamız ge-
rekiyorsa, onu yapmaya çalışalım, tez budur...
53
Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez görgüden yok vâyesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi!
M. Akif
Galileo davası ve Türkiye
Galileo (Galile) 1610'da yayınladığı eserinde teleskopla gör-
düğü gezegenlerden söz edip Copernicus (Kopernik)'le aynı fikir-
de olduğunu açıkladı.
İncil'in Yeşu kitabında ise Güneş'in durduğu, Ay'ın yerinde
kaldığı yazılıdır. Bu görüşe göre Dünya âlemin merkezidir.
Böylece ilim adamlarıyla kilise karşı karşıya gelmiştir.
Galileo 1613'te yayınladığı bir başka eserinde hem Dün-
ya'nın bir gezegen olduğunu tekrarladı, hem de İncil'i kendine
göre te'vil etmeye kalkıştı.
25 Şubat 1616'da kardinallerin hazırladığı rapor, Papa Be-
şinci Paul (Pol)'e okundu.
Papa, gerek Copernicus'in ve gerekse Galileo'nin görüşleri-
nin yanlış olduğunu, İncil'e göre Dünya'nın durduğunu, Gü-
neş'in onun etrafında döndüğünü belirtip: "Eğer Galileo, bu gö-
rüşe uymazsa, kendisinin cezalandırılacağım" ilan etti.
Galileo, Roma'dan ayrılarak Floransa'ya gitti.
Onyedinci asır, Avrupa'da ilmin geliştiği bir devirdir. Dola-
yısıyle kilise ile ilim adamları mücadele halindedir. Bir tarafta
papalar, kardinaller; öte yanda ilim adamları...
13 Şubat 1633'te tekrar Roma'ya celp edilen Galileo, 12 Ni-
sanla 21 Haziran arasında 4 defa sorguya çekildi. İşkence ile
tehdit edilince: "Kardinallerin kararından evvel böyle bir şey e
inanıyordum, şimdi inanmıyorum. Dünya sabit, Güneş onun et-
rafında dönüyor" deyip, ifadesini imzaladı.
Mahkemeden çıkarken ayağını yere vurup: "İşte dünya yine
de dönüyor" diye birşey söylememiştir, bu sonradan uydurul-
muştur. (Bertrand Russell, İlimden Beklediklerimiz, 1957 Anka-
ra, sh. 202.)
54
Galileo tekrar Floransa'ya döndü, mühim alimler tarafın-
dan ziyaret edildiyse de astronomiye ait görüşlerini tekrarlama-
dı, ıstırap içinde yaşadı, sonunda gözlerini de kaybetti, 8 Ocak
1642'de 78 yaşında öldü.
Şimdi diyeceksiniz ki: "Bunun Türkiye'yle ne alakası var?"
Türk aydını, İslâmiyet'in Müslümanlar5! geri bıraktığını id-
dia etmiş, böylece İslâmiyet'ten uzaklaşırken Avrupa'ya yaklaş-
mıştır.
Halbuki ilme ve tekniğe karşı çıkan İslâmiyet değildir, Hı-
ristiyanlık'tır.
Bunun için Hıristiyanlar kiliseden uzaklaştıkça, Müslü-
manlar da İslâmiyet'e yaklaştıkça ilerlemiştir.
Matbaanın geç alınması gibi şeyler bahanedir. Çünkü Avru-
pa ilim adamları, kiliseye inat ilerlerken; bizim ilim adamları-
mız neden aynı şeyi yapmamıştır? Kaldı ki ilmi ve tekniği ha-
ram eden bir tek ayet ve hadis yok, tam tersine teşvik vardır.
Amma bizim aydınımız hem İslâmiyet'i, hem de Avrupa'daki il-
mi mücadeleleri bilmediğinden ampule dost, nura düşmandır.
Türk aydını, Japon, Alman, Amerikan, Rus, Çin gerçeği
karşısında iflas etmiştir. Dünyanın en geri ülkeleri çeşitli savaş-
ların içinden geçerek kalkınırken, Türkiye'nin 70 senedir kalkı-
namaması aydınların anlayışsızlığındandır.
Afaroz müessesesine rağmen kilise bertaraf edilirken, bizim
aydınımıza hangi cami, hangi din görevlisi mani oldu? Öyle ise
Türkiye neden kalkınamadı? Halkımız bunun hesabını sormalı-
dır.
55
^^^
Ben böyle bakıp durmayacağım, dili bağlı,
islâm'ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım!
Haykır! Kime, lâkin? Hani sahipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım.
M. Akif
Hıristiyanlık propagandası mı?
Bir sonbahar İzmir'in sahil ilçelerinden birine yolum düştü.
Yaşlı bir adam iki kat kesilmiş, oturuyor, yanında birşeyler yığı-
lıydı, sordum:
- Bu adam ne satıyor?
- Sabun.
- Nasıl sabun?
Arkadaşım anlatmaya başladı:
- Arif Amca bambaşka. Şu yamaçtaki zeytinlikleri o yetiş-
tirdi. Kocaman da bir bağı var. Durmadan çalışır, her çeşit mey-
ve ve sebze yetiştirir. Çocuklarını okutmuş, her biri bir yana git-
miş. Hanımı da geçen sene vefat etti. Yalnız başına... Amma
durmadan, dinlenmeden çalışır, bir vakit namazını da kaçırma-
mış...
- Bu sabunları anlamadım?
- Kasaptan, zeytinciden, şundan, bundan yağ toplar. Bun-
ları büyük varillerde eritip, içine (galiba) sudkostik katıp kay-
natırmış... Tortusu dibine çökünce, eriyiği kalıplara dökermiş,
işte sana sabun.
- Peki alan oluyor mu, pek şekilsiz...
- Kapışırlar. Arif Amca'yı tanımayan yok, bir haftada bun-
lar biter.
Hoşuma gitti, Arif Amca'ya biz de yaklaştık, bir iki derken
laf derinleşti, Arif Amca da sohbete hasretmiş:
- Savaştan evvel buralarda Rumlar otururdu. Her taraf
bağlık, bahçelikti. Halen bazıları gelip gezer.
Etrafına bakındı, içini çekti, ellerini ovuşturdu:
- Sana birşey diyeyim mi? Buraya gelen Rumlar bize acı-
yor. "Her tarafı yakıp yıkmışsınız... Vatanınıza bunca düşmanlık
niye? Yoksa buraların bizim olduğunu siz de mi kabul ediyorsu-
nuz?" deyince ciğerim yanıyor amma ne edeceksin? Öyle bir ne-
sil yetişti ki, meyvayı yemekle kalmıyor, dalını da kırıyor. Be-
nim zeytinliği yaktılar. Aylak aylak dolaşıyorlar. Rumlar'ın
üzüm bağlarından bir teki kalmadı. İnsan vatanına bu kadar
düşman olur mu? Amma vatan da onlardan intikamını alıyor.
Hani boş gezenin ayağına pislik bulaşırmış ya...
Hayalim Amerika'ya gitti. Bin dört yüz elli üçte İstanbul
fetholunduğunda Amerika Kıt'ası keşfedilmemiş. Biz o zaman-
lar süper güçmüşüz, Amerika Birleşik Devletleri de yokmuş...
Amerika doğmuş, büyümüş, gelmiş, şimdi İslâm ülkelerine
yardım ediyor. Felek mi dönüyor, insanlar mı dönek, belli değil.
Amerika'yı bu hale getiren hikayelerden biri de şöyle:
Delikanlının biri papaza gitmiş:
- Muhterem peder, bana dua eder misin? demiş.
Papaz karşısındaki etli, canlı gence bakıp:
- Sabun yapmasını öğren!
- Muhterem Peder, ben sizden dua istedim, siz sabunculu-
ğu tavsiye ettiniz.
Papaz kızmış:
- Ben sana dua ettim, duamın tesirini anlamak istersen
bana itaat et!
Delikanlı gitmiş, yaşının ilerlemesine rağmen, sabuncuya
çırak olmuş. Bakmış ki çalışmayana ekmek yok. Hemen kolları
sıvamış, atölyeyi temizlemiş, ustasının ekmeğini, suyunu yetiş-
tirmiş, derken göze girmiş...
Üç sene sonra tekrar papazın yanına gelmiş:
- Efendim, daha evvel ziyaretinize gelmiş, dua istemiştim.
Sabunculuğu öğrenmemi emir buyurmuştunuz. Şimdi iyi bir sa-
bun ustasıyım.
56
57
Papaz, delikanlının gözlerine bakarak:
- Sabun yapmasını çok iyi öğrendin mi?
- Evet efendim.
- Öyle ise küçük bir bodrumda sabun yapmaya başla!
Delikanlı gülmüş:
- Duanız bu kadar mı muhterem Peder?
Papaz elindeki şeylerle meşgul olurken:
- Hayır! Kağıt kalem çıkar...
Delikanlı kalemini çıkarmış, belli ki kağıdı yok. Onu da pa-
paz uzatmış:
- Yaz.
Delikanlı evvela tereddüt edip, sonra yazacak gibi hazırlan-
mış.
- Bir: Yaptığın sabunlar kaliteli olacak, onlara en güzel bi-
çimi, rengi ve kokuyu vermeyi unutma!
İki: İçkiden, kumardan, bardan uzak kal, hayatını işine ver.
Üç: Doğru ol. Dört: Alacak, vereceğini iyi takip et. Amin.
Delikanlı da bu modern duaya amin demiş.
Tahmin edeceğiniz gibi bu delikanlı Amerika'nın en büyük
sabun firmalarından birini kurmuş.
Evet, biz neden geri kaldık? Çünkü seksen yaşındaki ihti-
yar, sabun yapıp para kazanıyor, gençler işsizlikten yakınıyor.
Ziraat mühendislerinin iş aramasına ne dersiniz?
Üç yüz senedir Müslümanlar dil ile dua ediyor. Fiilen dua
edenler de, Müslümanlar1! yönetiyor.
Halbuki İslâmiyet her iki dua şeklini de bir bütün olarak
emrediyor. Amma Müslüman'ın İslâmiyet'i öğrenmesine fırsat
verilmemiş ki...
58
Kumandana iteat ettiğimiz kadar,
Allah'a da iteat etsek, evliya oluruz.
Kâinat bir kışladır,
herşey Allah'ın askeridir
Müslümanlar'ın da, kafirlerin de vücudundaki zerrelerin
bütünü, Allah'a itaat etmektedir. Çünkü insan vücudundaki en
küçük nesne, hücre değil, atomdur. Atomların yapısı, güneş sis-
temine benzetemektedir, merkezde çekirdek ve bunun etrafın-
daki elektronlar dönmektedir. Dolayısı ile atomlarda, hayatın
enerji şekli vardır. Allah'ın hayat sıfatı, elementler (cevherler)
de enerji olarak tecelli etmektedir, cansız zannettiğimiz şeyler
bile (enerji) isimli hayata sahiptir.
Atom harflerinden kâinat kitabım yazan Allah, sentez ve
analiz kanunlannı da yaratıp, moleküllerin meydana gelmesini
sağlamıştır.
Atomlar, moleküller ve hücre... Hücreler, insan gibi faaliyet
gösterir.. Yer, içer, irkilir, çoğalır ve ölür.
Hücrelerden, ciğer, kalb, damar ve göz gibi organlar yaratıl-
mış. Her organın vazifesi ayrı, her organ birbirine yardımcı.
Organlardan da insan teşekkül ettirilmiş. Ve, insana bir sü-
rü kabiliyetler verilmiş.
Yazımızın başındaki cümleyi şöyle ele alabiliriz: İnsan vü-
cudu bir kışla, her atom birer asker, hücreler manga, uzuvlar
bölük, tabur veya tugay... Bunların hepsi kumandan-ı âzam
olan Allah'ın emrinde çalışmaktadır. Böylece insan vücudunda-
ki herşey, Allah'a itaat ederken, kafir sadece sözle isyana git-
mektedir. Bu bakımdan kafirin kendisinde tenakuz vardır,
anarşi vardır.
İnsan, kendi vücudundaki nizama baksa, nizamsız kalama-
yacağını anlar. "Hayatıma nasıl nizam vermeliyim?" sorusuna
cevap arar.
Dikkat edilirse atomlar, moleküller, hücreler, uzuvlar, insan
59
've kâinat, hepsi kendi öz dünyalarında bir hususi nizam için-
deyken, tekrar, hepsi bir bütün halinde, toplu bir nizam içinde
hareket etmektedir. Atomdan güneş sistemine kadar, her şey
birbiri ile irtibatlanmış, birbiriyle alışveriş yapması temin edil-
miş, külli bir nizam kurulmuş, kâinat bir makina gibi çalışmak-
tadır.
Herşeye ve kâinata nizam veren Allah, İslâmiyet'i gönder-
miştir. Eğer, herşeydeki ve kâinattaki nizam güzel ve kusursuz-
sa, İslâmiyet de güzel ve kusursuzdur. Çünkü bu nizamları ko-
yan ve devam ettiren tek'dir, o da Allah'tır.
İnsanın yapısı ve kabiliyetleri diğerlerinden çok farklıdır.
Herşeyden evvel insan, helâlla haram meselesinde serbest bıra-
kılmıştır. Ayrıca insanı, harama sevk edecek istekler vardır: Kin,
şehvet, menfaat ve muhabbet gibi. Böylece insanın maddi ve ma-
nevi makamı serbest bırakılmış. Dünyada evliya ile şeytan ma-
kamı arasında, ahirette cennetin yedinci kademesi ile cehenne-
min dibi arasında yer alabilir. Bu hal hayvanlara, meleklere ve-
rilmemiştir. İnsandan başka her yaratığın makamı sabittir.
• İnsanın içinden gelen istekler onu harama itebilirken,
Kur"ân-ı Kerim, Peygamberimiz aleyhisselam ve aklımız... Bun-
ların üçü, bir bütün şeklinde mütalaa edilince üstün insan mo-
deli ortaya çıkar, içimizden gelen isteklere ve itmelere, sünnet-i
seniyye esaslarınca yön veririz, herşeyle beraber biz de Allah'a
itaat ederiz, o zaman kâinat, bir cami-i kebir, herşey Allah'a iba-
det eder, Müslüman da bu ibadetin içinde yer almış olur.
İnsanlık tarihi çok eski olduğu için herşey karışmış. Dolayı-
sıyla Müslümanların vasfıyla, kafirlerin vasfı da birbirine ka-
rışmış. Bu sebeple kafirlerde İslâm sıfatlarını, Müslümanlarda
da kafir sıfatları görmek mümkün. İlim, sanat, doğruluk, temiz-
lik gibi İslâm sıfatları kafirlere gitmiş ise, bu sıfatlar onları
dünyada hakim duruma getirir, galip eder. Bilgisizlik, becerik-
sizlik, tembellik, kabalık, pislik gibi kafir sıfatları da Müslü-
manlar^ gelmiş ise, bu sıfatlar da Müslümanlar'ı dünyada peri-
şan eder. Demek galip gelen kafirler değil, kafirlerdeki İslâm sı-
fatlarıdır. Mağlup olan da Müslümanlar değil, Müslümanlarda-
ki kafir sıfatlarıdır.
60
Şimdi gayrimüslimlerin hayatını yaşayan Müslüman-
lardan, İslâmiyet namına ne bekleyebiliriz? Kâinatta herşey Al-
lah'a itaat ederken, bir kısım Müslümanlar isyan ederse, bun-
dan daha büyük ve korkunç anarşi olabilir mi? Her anarşinin
sonu felakettir. Her felaket kaderin attığı ikaz taşlarıdır, kendi-
nize gelin!" diye.
Arkadaşlar, arkadaşlar
Şevk mezhebi yoldur bize!
İmâna doymuş yoldaşlar,
Dikenler hep güldür bize!
M. F. Gülen
2000'li yıllara kimler hazırlanıyor?
2000'li yıllar Miladi Takvimle ilgili bir rakamdır, dolayısı ile
Hıristiyanlar için çok önemli.
Bizi ilgilendiren Hicri Takvim ve Hicri asırlardır, fakat bu-
na da kulak asan yok.
Hicri 15. Asrın başındayız. Demek ki, bu asrın meşhurları
henüz çok genç.
Her Hicri Asır bir savaş meydanıdır. Biz savaşmıyoruz, İs-
lâm'ı ortadan kaldırmak isteyenler... Putlan için Allah inancı-
na hayat hakkı tanımayanlar... Müslümanlara kölelik elbisesi
biçenler... Sanayideki kalkınmalarını bir kelepçe gibi bilekleri-
mize geçirenler... Harp sanayisindeki hamleleriyle Müslüman-
lar^ mezar kazanlar bizimle savaşıyor. Müslümanlar ya ölecek,
sürünecek, esir olacak... Veya Müslümanlar da insan gibi yaşa-
masını öğrenecek, başkası yok.
Müslümanların "insan gibi yaşama" isteği, ecnebilerin kanı-
na dokunuyor. Bunun için her fırsatta savaş açıyorlar, savun-
mak zorunda kalan Müslümanlara da sosyalist liderlerden tu-
tun, kapitalistlere kadar hepsi savaşmamak tavsiyesinde bulu-
nuyorlar.
Öyle ya, 1918'de İslâmiyet'in ve Müslümanların dünyadan
61
silindiğim zannetmişlerdi... Şimdi bu İslâm ülkeleri, bu Müslü-
manlar ve bu İslâmî fikirler nereden çıktı? Şaşıyorlar.
Evet biz de modaya uyup "2000'li yıllara kimler hazırlanı-
yor?" sorusuna cevap vermeye çalışalım.
Batı Almanya'nın Doğu Almanya ile bütünleşmesi, Alman
İmparatorluğunun yolunu açtı amma, Avrupalılar1! asıl korkutan
husus, Batı Almanya'nın, Doğu'da kuracağı modern tesislerdir.
Bir fabrikanın makinalarını çöplüğe atıp, yerlerine yenileri-
ni yerleştirmek oldukça zor. Fakat yeni açılan fabrikalara yeni
teknolojinin oturtulması daha kolay. Bu bakımdan Avrupa'nın
sanayide gelişmiş İngiltere, Fransa, İtalya ve benzeri ülkeleri,
Batı Almanya'nın Doğu'da kuracağı yeni fabrikalarla rekabet
edememenin sıkıntısı içindeler.
Öyle ise sorumuza cevap verebiliriz: Yeni teknoloji ile kuru-
lacak yeni sanayi tesisleri 2000'li yılların hakimi olacaktır.
Efendim, yalnız teknoloji mi?
Bizde bir atasözü vardır: Akıllı; soğanı, sarımsağı hesapla-
yıncaya kadar, deli parçayı ver...
Biz, "Maddiyattı, maneviyattı, dindi, ahlaktı" deyinceye ka-
dar, teknoloji İslâm ülkelerini silindir gibi ezip geçiyor. 300 se-
nedir kuvvetli olan haklı sayılıyor. Hakk'a inanan Müslümanlar
da bu yüzden hakkım koruyamıyor. Bu derdin çaresi bir yandan
üstün insanlar yetiştirmekse, öte yandan da bu insanların en
ileri teknolojiyi yakalayabilmesidir.
Dünya Müslümanları, "Alman modeline" dikkat etmelidir.
Almanya, kuzeyindeki Hollanda ile öylesine anlaşmış ki, sanki
sanayiyi kendisi almış, ziraatı ona bırakmış. Sonra gümrüğü,
mümrüğü, kontrolleri adeta kaldırmış. Böylece bu yavru devleti
kendine hizmetkar etmiş.
Almanlar, Polonya'dan Avusturya'dan gelenlere "mülteci"
gözüyle bakmıyorlar. Bunlar, büyük Alman İmparatorluğu'nun
eyaletlerinden biri, Macaristan da öyle.
62
Bence 2000'li yıllara hazırlanan İslâm ülkeleri "ülkeleri bir-
leştirme" sevdasından vazgeçmeli, ittihad-ı İslâm'ın sırrını ülke-
lerarası ekonomik, politik ve kültürel işbirliğinde aramalı.
İlimde, teknikte birlik beraberlik olur. Cehalette, fakirlikte,
ahlaksızlıkta beraberlik olmaz!
2000'li yıllara hazırlanan Müslümanların, mutlaka ilimde
ve teknikte ilerleyip, İslâm ahlakıyla ahlâklanmaları gerekir,
bunun dışında herşey laf-ı güzaf...
Bir zamanların "güneş batmayan imparatorluğu" olan İn-
giltere, şimdi ekonomik sıkıntıların içinde can veriyor. Bununla
beraber biz burnumuzun dibindeki adalara sahip çıkamazken o,
Arjantin açıklarındaki Falkland ve Güney Georgia adalarına
halen sahip.
Artık Avrupa "dünya gündemi"nden çıkıyor fakat Almanya
müstesna.
Dünya gündemine giren Asya'da Rusya'nın geleceği pek bel-
li değil. Fakat Çin ve Hindistan, dünyayı korkutuyor.
Asya'nın kaplanları olan Tayland, Malezya, Kore ve Japon-
ya, bu devlerin üzerine konmuş at sineği gibi.
Asya'nın asıl önemi Müslümanlardan ileri gelmektedir. Ar-
tık Müslümanlar sürünmek, aç kalmak, ölmek, dövülmek iste-
miyor. Allah'ın emriyle ayağa kalkmayan Müslümanlar, düşma-
nın değneğiyle ayağa kalktı. Nasihatle uslanmayanın hakkı kö-
tektir, gibilerden...
Çin'in Moğolistan'dan bir korkusu yok. Hatta bu gibi dev-
letlerin varlığı kalkınmak isteyen ülkelerin ekmeğine yağ sürer,
çünkü bunlar kıyamete kadar pazar'dır.
Rusya ve Hindistan, Çin'le herhangi bir savaşı göze alamaz.
Öyle ise Çin, çok rahat gelişebilir.
Çin'e komşu olan Türk-İslâm cumhuriyetleri de, Çin için
herhangi bir tehlike teşkil etmediği gibi, hatta Çin'e muhtaç da.
Öyle ise 2000'li yıllara Müslümanlar, Çin ve Hindistan bü-
yük iddialarla giriyor. Bu tezimizi isbat için kıtalarda ilmen ve
hayalen dolaşalım.
Polonya ve Avusturya ile ekonomik, politik ve kültürel iliş-
63
kilerini artıran Almanya, yarın bunlarla bütünleşebilir. Bu ba-
kımdan Avrupa'yı Büyük Alman İmparatorluğu korkusu şimdi-
den sarmış bulunuyor. Böylece Avrupa bitmiştir.
Afrika'nın ayağa kalkması mümkün değil.
Avustralya, kûşe-i vahdete çekilmiş bir ülke...
Alaska'yı eyaletleri arasına katan Amerika buralardan
Rusya'yı tehdit etmek istiyordu Fakat, o devirler çok gerilerde
kaldı.
Kanada ve Meksika ile iyi anlaşan Amerika Birleşik Dev-
letleri, Kuzey .Amerika'da korkusuz yaşayabilir.
Güney Amerika oldu olasıya iddiasız bir kıta ve kıtanın hu-
yundan mıdır suyundan mıdır, buradaki devletler de öyle.
Herhalde Antartika'dan ve Kuzey Buz Denizi'nden birşey
bekleyemeyiz.
Geride kaldı; Müslümanlar, Almanya, Çin ve Hindistan...
Şimdilik, Çin ve Hindistan, Müslümanların kalkınmasına
engel teşkil etmez. Hatta Müslümanların kalkınması bu iki ül-
keyi sınırları içinde tutabilir, fakat ne zaman ki Müslümanlar-
dan beklenen kalkınma gerçekleşmezse, o zaman Çin ve Hindis-
tan cennet gibi İslâm ülkelerini istila için yerinden kımıldar. El-
lerindeki modern silahlar, cihazlar ve vasıtalarla Batı'ya yürür-
se, herşey yerle bir olur. İki milyar nüfusa sahip bu iki ülke,
herhangi bir harekatta iki yüz milyon telef verse önemi yok.
Başka ülkeler buna dayanamaz.
Çin'le Hindistan'ın Batı'ya yürümesine epeyce zaman var.
Evvela böyle bir şeye hazır değiller, sonra bu işe mani olacaklar
bulunur. Ne zaman ki Çin ve Hindistan'da teknolojik patlama-
lar olur, o zaman çılgınlaşan insanlar Batı'ya yürümek ister.
Eğer Müslümanlar ilimde teknikte ilerleyip, ittihad-ı İslâm
fikrini yakalarsa, Doğu'dan gelecek bu göçü durdurur.
•Uzatmayalım: Müslümanlar hakimiyet noktasına tırmanı-
yor, ne zaman inişe geçerlerse, Çin'le Hindistan da Batı üzerine
yürür, ondan sonrası görünmüyor.
Allahsıza hiçlik oldu Allah,
Varlıktan edince gönlü ikrah.
Herkes seni başka başka anlar,
Bir gün inanır inanmayanlar.
Çırpındı da yok deyip direndi,
idrâkini put yapıp beğendi.
Hiçten düzülüp yapılma bir put,
Hiçlikler için tapılma bir put.
Bıktım kula kulluk eylemekten,
Her hırsı çıkarmışım yürekten.
H. A. Yücel
"Allah Bir" isimli kitabından
İslâm'a karşı hareketler
"Baki bir dava, fani insanların omuzuna bina edilemez."
İslâmiyet, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanı yaratan Al-
lah, din göndermiştir. Madem ki DİN Allah'ındır, öyle ise o da
bakidir.
İnsanlar ise gelip geçicidir.
Din düşmanları açıktan açığa DİN'e, Allah'a hücum edemi-
yorlar, ederlerse en gafil insan bile uyanır ve tepkisini gösterir.
Tepkinin büyümemesi için, din düşmanları taktik uygulu-
yor: Dine değil, dindara çatıyor, Allah'a değil, Allah'a iteat ede-
ne hücum ediyor.
Hücum ettiği bir insan veya bir cemaattır. Herkes de bu in-
sanı veya cemaatı tutamayacağına göre, din düşmanı ayağına y-
er eder. Her geçen gün saldırılarını artırır, hatta kendini haklı
bile çıkarır.
Halbuki dindara atılan kurşun, onun şahsmdaki İslâmi-
yet'e de isabet eder. Bir din düşünün ki onun tabisi yok, bu din
lasıl ayakta kalabilir?
Dine tabi olan dindardır, dindar da bir kısım insanlara he-
ief tahtası olmuşsa, atılan kurşunlar İslâma'dır.
Allah'ı seven, O'na iteat eden olmazsa, ister istemez putçu-
|luk devri başlayacaktır.
64
65
Allah'ı sevene, O'na itaat edene hücum ediliyorsa bu, dinin,
imanın kökünü kazmaktır.
Bu bakımdan Müslümanlar çok dikkatli olmalı: "Falan ada-
mın veya falan cemaatın aleyhinde bulunuyorlar" deyip geçeme-
yiz. Eğer o adam ve o cemaat İslâm'a bağlı ise, yapılan hücum-
lar da İslama'dır. İslâm'dan yana olanlar, bu hücumları yüreğin-
de hissedip, yerini ve tavrım belli etmelidir.
İslâm büyükleri, kendi şahıslarında İslâm'ın zarar görme-
mesi için buyurmuşlar ki: "Baki bir dava, fani insanların omu-
zuna bina edilemez." Yani insanları çürütmekle dava çürümez.
İnsanlar gider, İslâmiyet ayakta kalır.
Mesela bir zamanlar din düşmanları, Bediüzzaman Said
Nursi'yi hedef almışlardı. Yalan, yanlış ve bir sürü iftiralarla
ona hücum ediyorlardı ki, hem Said Nursi'yi, hem Risale-i Nur
Külliyatı'm, hem de Risale-i Nur talebelerini gözden düşürsün-
ler diye. Eğer, din düşmanları bunda başarılı olsaydı, İslâmi-
yet'e hizmet eden bir grup çökertilecekti.
Said Nursi vefat edeli 30 seneden fazla oluyor, Risale-i
Nurlar daha fazla satılıyor, daha fazla okunuyor. O zamanki id-
dia ve iftiralann hiç birinin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Çünkü
Said Nursi fani bir insandı geldi, geçti. İslâmiyet ise baki.
Eğer Said Nursi'nin kitapları ve talebeleri İslâm'a uygun
ise devam edecektir ve ediyor da.
Said Nursi gibi pek çok hocalar çıkacak, İslâm'a hizmet ede-
cek ve yaşıyacak. Din düşmanlarının da taktiği değişmeyecek:
Yine bunlara (varsa) bunların cemaatlerine hücum edecekler, ta
ki, İslâmiyet'i yaşanmayan bir din haline getirsinler diye. Neti-
cede değişen birşey olmayacak. İslâmiyet de, Müslümanlar da
devam edecek, din düşmanları da her fırsatta onlara iftira okla-
rı atacak. Din düşmanlığı daha çok basın-yayından geliyor. Hal-
buki bunların ahlâksızlığı, pek çok kimsenin dindar olmasına
sebep olmuştur. Solcu ve sağcı iki yayın düşünün, biri Rusya'yı,
öbürü Amerika'yı övsün. Kalbinde zerre kadar imanı olan nasıl
Rus veya Amerikalı gibi yaşar? Bunlardan tiksinen insan, ken-
dini İslâmî hayatın içinde bulacaktır. Demek ki Müslümanların
66
artmasının sebebi bir kaç dindarın gayretinden çok, din düşma-
m yayınların tiksindirici hallerindendir. Dün her köşe başında
bir video bandı satan dükkan açılırken, bugün kapanıyor. Dün
videolar kapış kapış satılırken, bugün alıcı bulamıyor. Artık te-
levizyonlar ve müstehcen basın hediye dağıtarak okuyucu, se-
yirci bulmaya çalışıyor.
70 milyonluk Türkiye'de 6 milyon gazete satılmıyor, çünkü
bunların 5 milyonu haramı reklam ederek, din düşmanlığı ya-
parak halkı kendinden soğutmuştur. Türkiye, basm-yayınım
bulmamış bir ülkedir, bulduğu gün, işler biraz daha iyiye gide-
cektir.
IBP
Şehit kanıyla sulanmış hazır bir vatan buldunuz;
"Hürriyet" deyip, en iğrenç çıkarlara kul oldunuz.
M. Çınarlı
İslâm'a karşı savaşanlar
"Ahir zamanın harpleri, harflerle olacaktır."
İnsanlar birbirine fikrini, idealini kabul ettirmek için bela-
gat silahını kullanacaktır.
Güzel konuşmak, güzel yazmak, inandığı gibi yaşamak be-
lagatın üç çeşididir, dördüncüsü de yoktur.
insan hangi ideolojiden, hangi rejimden yana olursa olsun,
bunu yaymak ve yaşatmak ister, "propaganda" demlen belagat,
bütün çeşitleriyle kendini gösterir.
Hiçbir ideoloji, hiçbir rejim, kendini yok etmek isteyene ha-
yat hakkı tanımaz. İşte kavgaların temelinde yatan budur.
İlimde, teknikte ilerliyemiyen, fikrini ve inancını bu yolda
kabul ettiremeyen, silaha sarılır.
Bu hükümlerden tatbikata geçelim: Türkiye Cumhuriyeti
bir Avrupa ülkesi olmak istedi. 1919'da Almanya, Japonya ve
67
Rusya ile yola çıktı. Onlar ilimde ve teknikte çok çok ilerlerken,
biz geri kaldık. Fakat devlet gücüne dayananlar, gericilik yafta-
sını kendi boyunlarından çıkanp, dindarların boynuna taktılar.
Güya onlar Ay'a gidecekmiş de, ayakları bizim teşbihe takılmış.
Dolayısı ile Ay'a gidememenin suçlusu dindarlarmış.
Bir kısım devletleri süper güç yapan 2 şeydir: İlim ve tek-
nik. Yirminci asrın başlarından itibaren dindarların, Müslü-
manların fonksiyonu tükendi veya tüketildi. Eğer gericilik Müs-
lümanlara has bir hal idiyse, neden dindar olmayanlar ilimde
teknikte ilerlemedi, neden Türkiye bir Almanya veya Japonya
olmadı?
Çünkü cahiliyet devrini yaşayacak kadar gerici olanlar,
Asr-ı Saadeti yaşamak isteyenlere gerici diyordu.
Çünkü elektrik ışığında kumar oynayanlar nura düşmandı.
Bunlar bize .şeriatçı, yobaz, gerici, muhafazakar, faşist, sağ-
cı, mürteci dediler.
Devletin düzenini değiştirecekmişiz, teokratik bir düzen ku-
racakmışız, radikalmişiz, fundamentalistmişiz.
Atatürk düşmamymışız, laikliğe karşı imişiz, devleti, mille-
ti geri bırakan bizmişiz. Her türlü yeniliğe düşmanmışız...
1950'li yıllarda bunlan duymaya başladığımda düşman ta-
rafından çepe çevre kuşatıldığımı zannettim. Kuşatılmadan
kurtulmanın tek yolu: İçki içmem, kumar oynamam ve kız arka-
daş edinmemdi...
Bunlar da imkansız olduğuna göre, kuşatılma devam edi-
yordu, her geçen gün çember daralıyor, başımın üzerinde bir sü-
rü felaketlerin döndüğünü hissediyordum.
Tahminim doğru çıktı, her türlü günah işleyen rahat rahat
yasarken, biz namaz kılmasını öğreniyoruz diye takiplere, tev-
kiflere, sürgünlere muhatap olduk.
Din düşmanları fevkalade bir strateji uygulayıp: Dine giden
yolları kesmiş, bu yola çıkanları hedef seçmişti.
Bunlar dine saygılıymış, şeriata düşmanmış...
Bunlar Müslümanmış, dindara düşmanmış...
68
Bunlar Allah'a inanıyormuş, Müslüman'la İslâmiyet arasın-
da bir sürü mamalar koyacakmış...
Allah var, Kur*an var, Peygamber var... Kısacası İslâmiyet
var, fakat oraya hiç kimse gitmemeli, onunla hiç kimse meşgul
olmamalı.
Sonra İslâmiyet'e gitmeye ne gerek: "Din vicdan işidir" do-
layısı ile dini vicdanlarınıza gömün, hem siz, hem de din düş-
manları kurtulsun!..
Vicdanları, İslâmiyet'in mezarı yapmak...
Mehmed Çınarlı'mn dilinden halimizi şöyle anlatalım:
Şiirin, felsefelerin yok değeri,
^.dam aldatma günün tek hüneri,
•remiler geçmeyen ummanlarda
rarız kaybedilen besteleri.
)ldü "ölmez" denilen,
Bitti "tükenmez" sanılan,
3ir güvensiz yaşayış kaldı geri.
lep nasır bağladı, hançerlene hançerlene kalb,
•Bölsen on parçaya, olmaz haberi.
JKaldık altında yıkıp her şeyi, hiç bilmiyoruz:
[Ne zaman, kim yapar, beklenileni?
69
ÜçüncüKısım
Se teslim edeyim.
O günkü çektiği ıstıraplar, yüzünden okunuyordu, devam
..etti:
- İşte bu herif beni şikayet etmiş, hem de gelmiş merdiven
'• istiyor, verir miyim?
* * *
Bitsin hicran, gam vakti,
Muhabbetin tam vakti,
işte bu akşam vakti,
Bir selâm bekliyorum.
M.'N. Bursalı
Doğu'nun çilesi
1995 yazında izinli olduğum için Erzincan'da kitapçı Meh-
met Kıyak Bey'in dükkanında oturuyordum. Komşusu geldi:
- Mehmet Bey merdivenim alabilir miyim?
Mehmet ağabey bir kızdı, bir bağırdı:
- Alamazsın, vermiyorum, lazımsa merdiven yaptır, bir da-
ha gelip, birşey isteme!
Adam evvela şaştı, sonra sarardı, yutkundu gitti.
- Ağabey, adamcağız merdiven istedi, vermiyorsan vermez-
. sin, böylesine kızmana ne gerek var? dedim.
-Sen bilmezsin, Elif Cüzü getirmiştim, satıyordum. Bu
adam beni şikayet etmiş, karakola götürdüler, komiser sordu:
- Elif Cüzü satmanın yasak olduğunu bilmiyor musun? Ne-
den satıyorsun?
Ben de saf saf:
- Ticaret yapıyorum efendim, üç-beş kuruş kazanıyoruz,
dedim.
Komiser:
- Ya öyle mi? Atın bunu içeri... deyince:
- Efendim bir daha satmam, isterseniz mevcutları da poli-
70
Rahmetli Prof. Münif Çelebi'nin yazdığı Elif Cüzü 1954'te
[ çıkmıştı. Bu tarihe kadar Kur'an basmak, satmak, Elif cüzü
ı basmak, okutmak yasaktı. 1954'de serbestlik geldi ama, çeşitli
r yerlerde, çeşitli muameleler yapılıyordu.
1940'lı ve 1950'li yıllarda İslâmiyet'i öğrenmek isteyenlerin
j çektiği çileleri Serdengeçti dergisinde Aşık Fedai şöyle dile ge-
[tirmişti:
Bir zulmet devrinde biz atılmıştık meydana,
Çektiğimiz çileler sığmaz hiçbir destana!...
Istırap gıdamızdı, meskenimiz zindanlar,
Yaralıdır kalbimiz, yaralıdır vicdanlar!...
Karışmadan yabancı bir tek ses türkümüze,
Varımız, yoğumuzu harcadık ülkümüze!...
Ne yalan, ne gösteriş, ne zilletti ülkümüz;
Sadece Allah, vatan ve milletti ülkümüz;
Bir suçmuş bizim için bunları sevmek meğer,
Ne kadar lânetlesek o devri, billah, değer!
Katlandıktan sonra biz bin bir cefaya, çevre,
Kavuşur gibi olduk özlediğimiz devre!..
Didinmişiz boşuna, bilinmedi kadrimiz,
Eller oldu bermurad, boyladık zindanı biz!..
Kâm almadan hayatın baharından, güzünden,
Ezildik insafsızca bir "dönme"nin yüzünden!..
Gülmedi bu çağda da yüzümüze hiç talih,
Tekerrür ediyormuş, gerçekten, meğer tarih!...
Neler reva görüldü, ah, neler bizim için;
71
Gurbetlik halimize yanarız için için!..
Böyleyken ne mürteci, ne mason, solcu olduk;
Hak yolunda yeniden seferber, yolcu olduk!..
Kafilemiz perişan, hakir imiş, ne çıkar?
Hanemiz viran, harap, fakir imiş, ne çıkar?
Asil milletimizin sevgisi yeter bize,
"O"nun dertlerini dert edindik kendimize!..
Bu kalenin burcunda herbirimiz bir sancak,
O gülerse bizim de yüzümüz güler ancak!..
Bu imanla, bu aşkla zulmeti boğuyoruz,
Çok şükür Rabbimize yeniden doğuyoruz,
Bütün ülkü erleri, bütün Serdengeçtiler,
Hak yolunda savaşa yeniden and içtiler!...
Kırık minarelerden duyulmaz ezan...
Hep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan.
Bir inilti duydum, sandım bir ozan;
Sesime ses veren karlı dağlarmış.
M. F. Köprülü
Doğu gerçeği...
1974'te Ceylanpınar'da konferans verecektim. Urfa'dan yola
çıktık, bitmez, tükenmez bir ova. Toprak verimli mi verimli...
Çekirdek düşse yeşerecek. Fakat yeteri kadar işlenmemiş, halk
fakir, evler ihmalin her türlüsünü haykırıyor.
Doğu'da konferans falan vermeye kalktın mı, emniyet sefer-
ber olur, polisten, jandarmadan izin kaldırılır, konferansçı yakın
takibe alınır. Bunların hepsi normal, çünkü devlet, olup biten-
den haberdar olmalıdır. Fakat aynı şeyi Batı'da görmek müm-
kün değil.
Ceylanpmar'a gittik, üç sınıflı bir ilkokulun, küçük bir oda-
sında konferans vermem istendi, izin bu kadar.
İyi amma buraya girse girse 20-30 kişi girebilir, halbuki
>ylanpınarlılar ayağa kalkmış, konferans dinleyecek.
İlkbaharın sıcak, güneşli, çiçekli bir günü. İlçe meydanında
ionuşmak istedim.
- Asla! Emir var, mutlaka kapalı yerde konuşulacak...
Pencereden baktım dışarısı tıklım tıklım dolu, çoğu da kadın.
Kürt hanımların ekserisi Türkçe bilmez; bunun için beni ça-
ğıran arkadaşıma sordum:
- Hocam, bunlar beni anlayamaz, ayrıca dışarıya hoparlör
de konmamış. Niçin toplandılar?
- Gözen kurban, bilmişler ki İstanbul'dan bir hoca gelmiş,
onu görmeye geldiler. Seni görsünler yeter...
Çok duygulandım.
Pencerenin önünde konuşmama izin verdikleri için, dışar-
dakiler de, içerdikeler de beni gördü. İki saat güneşin altında
dinlediler. Yaşmaklarına gözlerini silenler çoktu. Onlara Al-
lah'ın sıfatlarım, ahireti, haşri, öldükten sonra dirileceğimizi ve
iki Cihan Serveri'ni anlattım, ağladılar...
Konferanstan sonra bir bahçeye gittik, yemyeşil, çiçekler,
tavuklar, horozlar, köpekler, kediler, cırcır böcekleri velhasıl her
şeyiyle bir köy, doyulmaz bir manzarada sofralar dizilmiş, tabii
emniyet mensupları da telsizleriyle bizimle beraber, beraber ye-
yip içiyoruz, beraber gezip, konuşuyoruz.
Aslen Kürt olan fakat Türkçe ve Arapçayı çok iyi bilen şah-
sa soruyorum:
- Hocam, beni anlıyamıyan dinleyicilerim ağlıyordu, niçin?
Dikkat ederseniz "Hocam ben Türkçe konuştum, halbuki
bunlar Türkçe bilmiyordu, beni nasıl anladılar, neden ağladı-
lar?" demiyorum. Çünkü orada Türk, Kürt kelimesini kullan-
mak gayet tehlikeli. Amma Müslümamm dedi mi canını verir.
Dedi ki:
- Elini öpeyim...
Halbuki benden yaşlı.
- Estağfirullah, ben sizin elinizi öperim...
- Allah, Peygamber, haşir dedin, bunlar yıllardır buralarda
73
yasak. Yazın dağlarda kimisine Kürtçe, kimisine Arapça İslâmi-
yeti anlattık, kışın ahırlarda, ya ineklerle, ya da koyunlarla be-
raber oturup, yine dini, imanı anlatmaya çalıştık. Amma korku
dağları bekliyor. Bunun için bir gelen bir daha gelmiyor. Öte
yandan günahların hepsi serbest. Dedik ki: "Bunlar bizi dinsiz
etmek istiyor, isteyen dinsiz olsun, isteyen de birşeyler öğren-
meye çalışsın..."İşte böyle büyüdük, ilk defa siz geldiniz, hem
de devletin mektebinde pencereye dikildiniz, elinize mikrofon da
aldınız, Allah, Peygamber, ahiret diye bangır bangır bağırdınız,
nasıl ağlamıyalım.
Mikrofon sadece okul içine hitap ediyordu. Dışardakiler du-
yabildikleri kadar duydular. Birbirine aktardıkları kadar işittiler.
Mahalli kıyafetli kadınlar, erkekler, çocuklar "Şu Allah di-
yeni görelim" diye meydanda kaynaşıyordu. Erkeklerden gelen-
ler, elimi sıkanlar, dua edenler ve boynuma sarılanlar...
Tek kelime Kürtçe bilmeyen bir kimseyim, Kürtçe konuşan-
lara hitap etmiş ve onlarla kardeş olmuştuk, hem de özkarde-
şimden daha ileri kardeştik. Halen o meydanda Allah sesini
duymak isteyenleri hürmetle, saygıyla muhabbetle anıyorum.
Ey İslâmiyet, sen ne büyük bir dinmişsin ki, kavimleri kardeş
ediyorsun.
Ey ırkçılık sen korkunç bir şeymişsin ki kardeşleri düşman
ediyorsun!
Göklere ulaşan ak saçlı dağlar,
"Vatan, vatan" diye seslenir bana!
Koynu tombul tombul salkındı bağlar,
"Vatan, vatan" diye seslenir bana!
M. F. Köprülü
Doğu gerçeği
Çarşaf gibi Osmanlı Devleti parçalanıp, elimizde mendil ka-
dar bir ülke kalınca, yıkılmalar, devrimler, devirmeler birbirini
takip etti. Doğu Anadolu öksüz kaldı.
Doğu Anadolu'nun ormanları bitti... Hayvancılık tarihe ka-
rıştı. Doğu Anadolu'nun dağları açılmadı, madenleri işletilmedi.
Nehirlerine yeteri kadar baraj yapılıp, sulama ve sanayi gelişti-
rilmedi. Bu yörenin altı petrol doludur, bırakınız sondaj kuyula-
rını, kendiliğinden çıkan petrol kaynaklan bile kapatıldı. Netice-
de işsizlik başını aldı yürüdü, fakirler de çareyi göçte buldu, san-
ki Doğu'nun insanı Batı'ya yük oldu. Halbuki Türkiye'nin kal-
kınması ancak ve ancak Doğu'nun kalkınması ile mümkündür.
Meseleyi sadece ekonomik yönden ele almak gayet yanlıştır.
Doğu'da Lazlar, Türkler ve Kürtler yaşamaktadır.
Özellikle Rize tarafında bulunan Lazlar, Türkçe öğrenerek,
mevcut eğitime ayak uydurdular.
Kürtler ise, Türkçe bilmediklerinden Milli Eğitim'den fay-
dalanamadıkları gibi, Türkçe yazılmış dinî eserleri de okuyama-
dılar.
Arapça, Türkçe bilmeyen Kürtler'e, Kürtçe yayın yapma im-
kanı da verilmeyince, bunların cahil kalmaları için her türlü
tedbir alınmış oldu.
Bir devlet düşünün ki bir kısım vatandaşlarının cahil kal-
masından fayda umuyor, böyle şey olur mu?
V Kürtler ekseriyeti itibariyle Şafii'dir, fakat İslâmiyeti nasıl
ve nereden öğreneceklerdi? Kürtçe tefsir, hadis, siyer, fıkıh ya-
sak. Arapça, hepten yasak. Şu hale bakınız. Müslümanların İs-
lâmiyet'i öğrenmesi yasak edilmiş. Fakat "İslâmiyet"! öğrenmek
yasak" denmemiş. İslâmiyet'e giden yollar kesilmiş: Arapça ya-
sak, Kürtçe yayın yapamazsın, Türkçe öğrenme imkanı da yılla-
rı alacağına göre, dinini nasıl öğrensin?
Kürtlerin durumu böyle... Bize gelince, Türk'tük, Türkçe
yazıp, konuşuyorduk fakat 1954'e kadar Kur'an-ı Kerim bas-
mak, satmak, öğrenmek yasaktı. Yani Türk olmak, Türkçe bil-
mek de fazla bir değişiklik getirmiyordu. Birkaç yıl evvel hac fa-
rizasını ifa ederken, Harem-i Şerifte oturuyordum. Yanıma yaş-
lıca bir şahıs geldi, beni tanıyormuş. Hoş, beşten sonra hayatın-
dan şöyle bir kısım anlattı:
74
75
- Gençlik yıllarımda Türkler'e çok kızıyordum, bir yandan
Türk düşmanı iken, bir yandan da Kürtçü idim. Amma kapımız
herkese açık, gelenimiz gidenimiz çok oluyordu. Gelen misafir-
lerden birinde Said Nursi'nin bir kitabını gördüm. Biz, onu Kürt
bilir, Said-i Kürdi derdik. Bu kitabı aldım, küçük birşeydi, saba-
ha kadar okuyup, bitirdim. En çok hayret ettiğim husus, Said
Nursi, Türkler'e çatmıyor, din düşmanlarına hücum ediyor. Ba-
na göre ise, Kürtler'i dinden uzak bırakan Türkler'di. Bu sırrı
çözmek için hemen büyüklerimizin yanına gittim, durumu an-
lattım. Dediler ki: "Kürtler'i dinsiz bırakanlar, Türkleri de din-
siz bıraktı, yani onlar da dinini, imanını öğrenme imkanı bula-
madı."
Bu gerçeği anlayınca dindar Türklerle kardeş oldum, din
düşmanlarıyla mücadeleye başladım" dedi.
Gerçekten onunla kardeştik, dersler okuduk, yedik, içtik, en
ufak ihtilafımız ohnadı.
Şurası kati ki, İslâmiyet herkesi kardeş ederken, ırkçılık
milleti birbirine düşman etti.
Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et!
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir!..
Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir.
Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;
Yalnız sert bakışlı bir göz, yalnız ağır bir yumruk!..
M. E. Yurdakul
Doğu Doğu dedikleri...
Derler ki; "Ankara'yı geçtin mi Doğu." Yine 1970'li yıllar,
Tarsus, Adana konferansından sonra Osmaniye'ye geçtim. Sala
veriliyor, herkes cumaya hazırlanıyor, namazdan sonra parkta
konuşma yapacağım. Geldiler.
- Sizi Emniyet Müdürlüğü'nden çağırıyorlar.
Alışkın olduğum için, hemen yola koyuldum.
Bekletmeden beni bir odaya aldılar. 35 yaşlarında yağız bir
delikanlı, sivil elbise giyinmiş, koltuğunu doldurmuş.
- Pek çok yerde konferans veriyorsun, masrafı kim karşılıyor?
- Kendi gelirim, kendime yetiyor.
- Niçin konferans veriyorsun?
- Halkın moralini kuvvetlendirmek, onları daha iyi hare-
ket etmeye sevketmek için...
- Bu bilgileri nerden aldın?
- Amerika'dan...
- Amerika'da neden ve niçin bulundun?
Geniş geniş bilgi verdim, merakla dinledi.
- Asker bir insanın dinle, moralle, konferansla, açık otu-
rumla ne işi var? dedi.
- USA War Office, Texas Fort Bliss okulunda beş kilise var-
dı, teğmenden, albaya kadar papazlar içimizde dolaşır, vaz-u
nasihatta bulunurdu, isteyenlere bedava kitap dağıtırdı...
Artık bataryalardaki kilise köşelerini, papaz duasıyla derse
başlamayı, hastanelerde dolaşan rahibe ve rahipleri bir bir an-
lattım, uzun çeker diye burda kısa kesiyorum.
- İşte dedim, Amerika moral kelimesini din manasında an-
ladığı gibi profesörün bir manası da papazdır. Amerika dinle bü-
tünleşmiş bir ülke. Kışlasında, fabrikasında, okulunda kilise
var. Onların bu çalışması ilimde ve teknikte ilerlemesine mani
olmadığı gibi, içkiye, kumara ve bara düşen insanlar da devletin
sırtında bir yük.
- Peki şimdi bir papaz gibi, bir Amerikan subayı gibi mi
konuşacaksın?
- Hayır iyi, güzel şeyleri anlatacağım. Daha iyiye, daha ile-
riye gidebilmek için dinleyenlerimi teşvik edeceğim.
- Gelip dinleyeceğim, dediklerini söylemezsen, burada yine
beraber olacağız...
Konuşmamız iki saati geçmiş, cuma namazı kılınmış, sade-
76
77
ce vaktin farzım kılıp, konferansa başladım, fakat müthiş açım.
İri ağaçların altına sandalyeler konferans biçimi dizilmiş,
en önde emniyet amiri veya müdürü ve diğer devlet adamları.
Konuşmaya başladım, kuşlar hep bir ağızdan cıvır cıvır ötmez
mi? Onlarla ağız birliği yaptım, beraber konuştuk, beraber an-
lattık:
- Toprağa bakınız, ağaca bakınız. Şu topraktan, şu ağacı
yaratan Allah'tan başka kim olabilir? Dallar havada ne kadar
serbestse, kökler de toprak da o kadar serbest. Çünkü Allah ha-
kim-i mutlaktır...
Yapraklardan, çiçeklerden misaller verdim, kuşların sırtın-
daki kürkü gösterdim. Gökteki bulutun, yerdeki otla irtibatını
anlattım.
- Hiç birşey başıboş değilken, insan nasıl başıboş kalabilir?
Herşey Allah'a itaat ederken, insan neye itaat ediyor? Herşey
bir nizam içindeyken, insan nizamsız kalabilir mi?
Kuşlar ötüşüyor, yapraklar oynuyor, dinliyenlerden ağlıyan-
lar var:
- Ey insan haram işleyenleri gördün... Onların ne kadar
kötü hallere düştüğünü de gördün, Allah, haramda hayır yarat-
mamıştır, artık haramlardan vazgeçin. Ben Amerika'da içki iç-
meyen, kumar oynamayan, kız arkadaş edinmeyen insanlar gör-
düm. Onlar Müslüman değilken bu haramlardan kaçarken, ey
Müslüman sen ne zaman haramlardan kaçacaksın? Amerika sa-
nayisim kuran parktaki, bardaki adam değildir. Tam tersine gü-
nahlardan kaçmış, günahlardan kaçtığı için tahsil yapma imka-
nı bulmuş, ilimde teknikte ilerlemiş kimselerdir. Bunu yeriyle,
ismiyle isbata her zaman hazırım. Buyurun gitmeyeceğim, iste-
yenlere geniş geniş bunları anlatacağım. Bizi aldatmışlar, kah-
veyi, meyhaneyi, barı medeniyet diye göstermişler. Halbuki me-
deniyet atelyedir, laboratuvardır, fabrikadır, kısacası ilimdir, sa-
nattır. İlme ve sanata karşı çıkan bir tek ayet ve hadis., bir tek
Müslüman var mı?
Yine iki saattir, kendimi unutmuşum, kan ter içinde kalmı-
şım, baktım emniyet müdürü gözünü kırpmadan beni dinledi ve
memnun ayrıldı.
78
Doğu'nun hamuru dinle yoğurulmuştur, Doğu'yu ya din
ayağa kaldırır veya anarşi önlenemez. Nitekim, konuşmamdan
değil, dine susayan insanlar benden çok çok memnun olmuştu.
1974 senesindeki konferansımı Kur"an'dan, hadisten değil
de Amerikan kültürüyle verdiğimi söylemem halen yüreğimde
bir derttir. Çünkü Ceza Kanunu'nun 163'üncü maddesi İslâmi-
yet'i adeta yasaklamıştı. Benim o tarz ifadem belki emniyet mü-
dürünü bile memnun etmişti. Hiç değilse 163'üncü maddeyi tat-
bik etmek zorunda kalmamıştı.
O zamanki din yasağının bugünkü acı meyvesi anarşi, terör
ve isyan... .
En şanlı yiğitlik dağları bizde,
Bağlara dönüp de bozulan biziz.
Define var diye yüreğimizde
Her devir bir türlü kazılan biziz.
S. Ertürk.
Doğu'ya vurulan darbe
1973 yılında Doğu vilayetlerinden birinde konferans ver-
dim. Sohbet 22'den sonra bitince herkes evine çekildi.
Sabahın erken saatlerinde şehrin eşrafından biri kaldığım
eve gelip:
- Ağabey, seni Birinci Şube'den istiyorlar dedi.
Böyle şeylere alışkın olduğum için kalkıp, gittim. Belki üç
saat boyunca 20-30 soru sordular. Bunlardan biri:
- Sen Türk'sün, Kürt Said'in peşinden neden gidiyorsun?
Dedim ki:
- Ben, sünnet-i seniyyeye ittiba eden Said Nursi'nin peşin-
den gidiyorum, siz de sünnet-i seniyyeye ittiba edin, sizin de pe-
şinizden gidelim, elbiseleriniz evliya olmaya mani değildir.
- Peki, dediler, Said Kürdi, Kürt devleti kurarsa ona yar-
dım edecek misiniz?
- Yanılıyorsunuz, dedim. Müslümanlar bir millettir, mev-
79
cud sınırlar dahi politiktir, aslında Müslümanların bütünü kar-
deş, bütünü tek millet. Değil ki yeni devletler kurmak, mevcut
İslâm ülkeleri arasında ekonomik, politik, kültürel yakınlaşma-
ları artırmak gerek. Said Nursi'nin Bitlis'te dünyaya gelmesi,
ana dilinin Kürtçe olması Allah'ın büyük bir lütfudur. Çünkü
Türkiye'de çok ırk olmasına rağmen önemli olan iki ırk vardır:
Türkler ve Kürtler. Bin senedir. İslâm'a sancaktarlık yapan bu
milleti Allah helak etmemek için Kürtlerden Said Nursi'yi (İs-
lâm âlimi olarak) göndermiş, biz Türkleri ona talebe etmiş.
Böylece Türklerle Kürtler bütünleşmiş. Zaten istenen de bu de-
ğil mi?
Sordular:
- Kürtler de Türk değil mi?
- Biz bunu söyleyebiliriz fakat onlar kabul ediyor mu? İn-
sanlık tarihinde bir ırkı inkar etmek, o ırkın dilini, yazısını ya-
saklamak, hangi medeni ülkede görülmüş? Hem, neden Kürtler
"Türk'tür" diye faydasız iddialar peşinde koşuyoruz? Kürtler
Türk olsa ne olur? Biz Türk olmuşuz amma kahveleri, meyha-
neleri, barları dolduran insanları ne yapacağız? Kavmiyetçiliğin
faydası yok, önemli olan Doğu'yu nasıl kalkındıracağız? Onları
ilimde, teknikte nasıl ilerleteceğiz?
1960'da işçi ihracına başladık. Bu konu tartışılabilir. Fakat
işçi ihracı yerine teknoloji ithal etseydik, bugün Doğu problemi
olmayacaktı. 'Yap-İşlet modeli"yle yabancı şirketlere yer göster-
seydik, elektrik temin etseydik, hem yöre halkı iş bulur, hem de
ekonomik kalkınmasının yanında kültürünü artırırdı. Pek çok
ülke yabancı sermayeyle kalkınırken, Türkiye bundan kork-
maktadır. Halbuki mevcut yatırımcıların tutum ve davranışları,
onlarla bunların arasında fazla farkın olmadığını da gösteriyor.
Doğu'nun ekonomik kalkınmaya ihtiyacı var. Rize çayla
kalkınırken, Artvin kalkınamamıştır. Batman'ın, Gaziantep'in,
Elbistan'ın kalkındığı gözler önünde, GAP ile Güneydoğu Ana-
dolu kalkınacaktı, o zaman dertlere derman bulunacaktı. Bunu
anlayan dış güçler PKK olaylarını başlattı. Onlara göre Doğu
kalkınmamalı. Zira Doğu kalkınırsa, Türkiye kalkınır.
GAP gündeme gelir gelmez, Türkiye tarihinde ilk defa Ba-
tı'nın büyük şirketleri Şanlıurfa dolaylarında arazi almaya baş-
ladılar. Yani Batı, Doğu'ya göçmeye başlayacak, böyece Türkiye
gerçek mânâda kalkınacaktı. Anarşi, buna mani oldu.
Hep dış güçler mi suçlu? Cehaletten fayda umanlar suçlu
değil mi? İsviçre gibi el kadar bir ülkede dört lisan konuşulur-
ken, Kürtçe'ye bu kadar karşı çıkıp, onların ilmi gelişmelerine
mani olmada ne fayda var? zaten resmi dil Türkçe, herkes Türk-
çe'yi öğrenmek zorunda.
İslâmiyet milleti kardeş ederken, ırkçılığa kayıp, bunları
karşı karşıya getirmede ne fayda var? Bugün dünya ekonomik
kültürel kalkınmanın çabasında iken, biz ırkçılık gayretleri
içinde anarşiye prim veriyoruz.
Sanki herşey efsaneydi, masaldı,
Ayrılık ruhumu elimden aldı,
Gözlerim yollara takılıp, kaldı,
Gelmek istiyorum, gelemiyorum.
N. Genç
Hatıralarda kalan Anadolu
1949 yılında 17 yaşındayım, topa fazla dalmışım ki, güneş
batacağı sırada dükkana geldim; babam:
- Yaptığın işi beğendin mi, bu gece bağın suyu var, araba-
lar gitti, haydi yaya git ki göresin...
Köy on kilometre, iki saatte gideceğim.
Karanlık, ay ışığı yetmiyor, yıldızlar birşey demiyor, in, cin
yok, yapayalnız yürüyorum.
Bir baktım gökyüzünde simsiyah birşeyler geliyor, büyük
mü büyük. Hemen arka girdim, belimdeki bıçağı elime aldım.
Sürü bana iyice yaklaşmıştı ki tıngır mıngır tel sesleri duy-
dum, anladım ki sığırcık sürüsü gelmiş, telefon tellerine çarpan-
j lar düşmüş...
Cin ve peri masallarının tesirinden biraz kurtuldum. "Kaç-
80
81
saydım, ben de bir cin masalı anlatırdım" diye yola koyuldum.
İnsanlardan değil, cinlerden, şeytanlardan, hortlaklardan,
al karılarından korkuyordum. Bunun için her ağaçtan, her ot
demetinden uzak geçiyordum.
Palanga'yı geçtim Sofu'nun kırlarına geldim, burada Ay bi-
raz daha parlak. Bir de baktım ki gökyüzünde pırıl pırıl bir şey
uçarak bana doğru geliyor. Yoldan hemen ayrıldım ve arka
uzandım, yine bıçağım elimde, herhalde cini vuracaktım...
Parlak cisim iyice yaklaştı, bir de ne göreyim: Bir kadın
debbeyi başına koymuş gidiyor. Kadının ehramı araziye uydu-
ğundan onu göremiyorum, debbe de kalaylı olduğu için uçar gibi
görülüyor.
Debbe, güğümün bir çeşididir, genellikle ayran doldurulur,
kadın bir eline pilav tenceresini, bir eline de ekmek bohçasını
alır, debbeyi de başına yerleştirip, ırgata yemek taşır. Özellikle
harman vakitleri köylü geceleyin çalışır.
Kadın geçip gidinceye kadar yerimden kımıldamadım ki, o
da benden korkup, debbeyi dökmesin.
O gitti, ben de kadından korktuğuma, veya onun korkma-
yıp, tek başına gidip, benim korka korka gittiğime epeyce sinir-
lendim ve yürümeye başladım. Amma koca karıların bol bol peri
masalı anlattığı kara ağaçlara gelince, olanca hızımla koşarak o
bölgeden uzaklaştım.
O zamanlar saatle işimiz yoktu amma köye geldiğimde tah-
minen on olmuştu. Bir iki lokma birşeyler yeyip, beli omuzlayıp,
suyun yolunu tuttum.
Su vaktine epeyce var, bunun için ayaklarımı arka uzatıp,
uyudum. Su gelirse ayaklarıma değer, ben de uyanır, hem suyu
bekler, hem de bağı sularım. Her taraf zifiri karanlık, ağaçlar
heyula gibi üzerime çökmüş, bir kul oğlu kul yok.
Demek ki Osmanlı'nın örf ve âdeti... Onun ahlâkı, onun gü-
vencesi 1949'a kadar gelmiş ki, bir kadın tek başına (gece vakti)
yol alabiliyor, ben karanlık gecede dolaşabiliyorum...
Şimdi bırakın bir kadının gece vakti köy yollarında yürü-
mesini, kocaman tren bile gidemiyor. Otobüslerin vay haline...
- Gardaş en son otobüse bilet ver ki Erzincan'ı, Erzurum'u
gündüz geçip, Kars'a da gündüz inelim...
Öbürü de:
- Ölmüş eşeğin kurttan korkusu olmaz, ne zaman boşsa o
zamana ver, diyor.
Görüyorsunuz, Türkiye ne kadar ilerlemiş. En modern oto-
büslerin binlercesi yolda... Trenler birinci sınıf. Amma can gü-
venliği yok. Asker yolcular, uçaktan başkasına binemiyor.
Bırakın Doğu'yu, Batı'da gece vakti kır gezisine çıkabilir
misiniz?
Kapınıza çift kilit yaptırmadınız mı? Tahta kapılar demir
kapılarla değiştirilmiyor mu?
Verdiğiniz borcu alabiliyor musunuz?
Dönen çek sahipleri tevkif edilse her şehire stadyum büyük-
lüğünde hapishaneler gerek...
Türkiye ne kadar ilerlemiş değil mi? Medeni olmuş, çağı ya-
kalamış, okur-yazar nisbeti artmış...
- Aman kapınızı her gelene açmayın, en yakınınız, iki bile-
zik için gırtlağınızı kıtır kıtır kesebilir.
Türkiye Avrupa ülkelerinden biri...
- Türk'üm doğruyum, çalışkanım...
Devam et hemşehrim devam et, erkeksen git de Doğu'da de-
vam et, yine gazeteler yazsın:
- İki tane köy öğretmeni öldürüldü.
Görmeden ölürsem millette ümit ettiğim feyzi,
Yazılsın seng-i kabrime, vatan mahzun, ben mahzun.
N. Kemal
Doğu Anadolu neden kalkmamadı?
Bu soruya cevap ararken, Osmanlı Devleti'ne bir göz ata-
lım: O zamanlar en hızlı vasıta at arabasıydı. Koskocaman dev-
82
83
letin bir başından bir başına gitmek için aylarca yol almak gere-
kirdi. Yani Erzincan'da bir hadise olsaydı, İstanbul'a bir ayda
haberi gelirdi, İstanbul'un Erzincan'a müdahale etmesi de bir-
kaç ay sürerdi. Araya bir de kış girmişse, o iş bahara kalırdı.
- Peki, bu kadar geniş ülkeyi, devlet nasıl idare etti?
Birincisi: Devlet eyaletlere, sancaklara ayrılmıştı, böyece
her bölge kendi kendim idare ediyordu. Eyalet valisi iyi ise,
halk hayatından memnun bir şekilde yaşardı.
İkincisi: Halkın İslâm âlimlerine, İslâm büyüklerine itibarı
fazla idi. Hürmet, sevgi, saygı yaygındı. Bırakınız büyüğe isyan
etmeyi, onun önünden bile geçilmezdi.
Aleviler, Kur'an'la ve camiyle fazla meşgul olmamalarına
rağmen, onlarda da büyüğe saygı ileri derecede olduğundan, ah-
lâklarım her zaman koruyup, birbirlerinin hak ve hukukuna
saygı göstermişlerdir.
Böylece çeşitli mezhep ve meşrep sahipleri bir arada asırlar
boyu yaşamışlardır.
Osmanlı Devleti'ni ayakta tutan İslâm âlimleri olmuştur.
Onların şefkati ve merhameti, halkı kendilerine bağlamaya yet-
miş, ahlâklı halk da devletin işini kolaylaştırmıştır. En azından
kendi yağıyla kavrulma hali görülmüş, halk, devlete, devlet de
dış yardımlara muhtaç olmamıştır.
Avrupa'da gelişen sanayi, bunun neticesi olarak ithalatın
artması ile el sanatlarının gerilemesiyle halkın geçimi bozul-
muş, bu da bir yandan göç olayını başlatırken, öte yanda bir kı-
sım ahlâksızlıkların önünü açmıştır. Demek ki halkın devlete
zararı olmamış, devletin halka zararı olmuştur, bu da yıkılmayı
hızlandırmıştır.
- Cumhuriyet devrinde durum nasıl oldu?
Cumhuriyet devrinde sanayi hareketleri görülmedi değil,
hatta geçmişe nazaran kalkınmaya hız da verildi. Fakat yöneti-
ciler, kalkınmaktan çok, dinle uğraştılar. Bu hal bir kısım İslâm
âlimlerini küstürürken, halk da harama kaydı. Yani âlimi olma-
yan, harama kayan bir millet düşününüz bunun sonu ne olur? ->
Cumhuriyet devrinde çıkan huzursuzluklar tarafsız bir göz-
le incelenmemiştir. Bir gün gerçek mânâda cumhuriyet tarihi
yazılırsa, huzursuzlukların temelinde din düşmanlığının yattığı
görülecektir.
Şimdi Kemalistler, kapitalistler, sosyalistler, devrimciler,
eylemciler feryadı basacaktır:
- Böyle birşey yok!!
Dikkat edilirse insanlar dindar olduğu için isyan etmedi,
dinsiz kalmanın korkusuyla ayağa kalktılar. Hukuk sistemleri-
nin bütününde olaya sebebiyet veren mesuldür. Öyle ise 12 isya-
nın asıl sebebi, Müslümanların, İslâmiyet'ten uzaklaştırılması-
dır. Halk gavur olmamak için dinine sarıldıysa suç mu?
Bir kısım yöneticilerin dine karşı çıkmasıyla ne kendileri-
nin, ne devletin ve ne de milletin bir kârı olmuştur.
Halkı İslâm'dan ayırmak kolaydı. Dinî eğitim ve öğretim
yasak edildi mi, Müslümanlar, İslâmiyet'ten ayrıldı sayılır.
İslâmiyet'ten ayırdığımız Müslümanlar"! neye bağladık?
Hıristiyan oldular mı? Yok.
Dinsiz oldular mı? Asla!
Peki ne oldular?
Cahil kaldılar, anarşizme kaydılar, her geçen gün suçluların
sayısı arttı. Öyle bir yönetim anlayışı vardı ki cehaletten fayda
umuluyordu. Halbuki cehalet bütün kötülüklerin anasıdır.
Batı Anadolu kalkındı fakat mahkemeler, hapishaneler,
hastaneler, tıklım tıklım dolu.
Doğu Anadolu ise kalkmamadı, çünkü yatırımcı, çevresin-
dekilere güvenemiyordu, nasıl yatırım yapsın? Böylece Do-
ğu'nun insanı gelip, Batı'ya yatırım yaptı. Büyük şehirlerdeki
tüccarların, iş adamlarının ekserisi Doğulu'dur.
Doğu'da devletin yaptırdığı fabrikaların, sanayi çarşılarının
Çoğu çalışmaz. Ne zaman ki halkımız, Doğu'ya yatırım yapar,
Doğu o zaman kalkınır. Bunun için de Doğulu Müslümanca tah-
sil yapabilmelidir, veya bir yandan dinini, imanını öğrenirken,
bir yandan da sanat öğrenmelidir. İlim, sanat, ahlâk elele ver-
mezse Doğulu kalkınamaz.
84 .
85
Bu düzen böyle mi gidecek?
Pireler filleri yutacak;
Yedi nüfuslu haneye
Uç buçuk tayın yetecek!
O. V. Kanık
1991 Petrol ve Körfez
Ondokuzuncu asrın yarısından sonra motorlarla beraber
petrol de önem kazandı. Günümüzde ise, petrol enerji kaynağı-
dır, teknoloji de enerjiye istinat etmektedir.
Petrol, yakıt, plastik, ilaç, giyecek ,iplik, deterjan, patlayıcı
madde, kimyevi maddeler, boya gibi şeylerde kullanılınca "En-
düstrinin kam" demektir.
Bu KAN'ın kalbi de Ortadoğu olunca, dünya, kalbine sahip
çıkacaktır. İşte Birleşmiş Milletler de ittifakla alınan kararlar
ve Hıristiyan dünyasının yaptığı çıkarmalar bunun içindir. Sad-
dam figürandır.
Nitekim Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefikimiz Al-
manya, Bağdat demiryolu ile, Irak petrollerine ulaşmak ister-
ken, İkinci Dünya Savaşı'nda, Alman ordularının hızla Kafkas-
lar'a ilerlemesi de Baku, Batum ve Hazar Denizi kıyılarındaki
petrol yataklarını ele geçirmek içindi.
11 Mart 1921'de Kazım Karabekir Paşa kumandasındaki
Türk birlikleri Batum'a girmişti. Doktor Rıza Nur"un tabiri ile
"Batum Türkiye'ye beladır" diyerek orayı Ruslar1 a bırakmak zo-
runda kaldık. O gün, bugün, Batum'un yanındaki Rize'de ve
Artvin'de petrol arayamıyoruz.
1926'da Musul tamamen elimizden çıkarken, çıkan petro-
lün % 10'unu, 25 sene müddetle Türkiye alacaktı, onu dahi ta-
lep edemedik.
Ortadoğu, dünya petrolünün üçte birine sahiptir, gelişmi^
ülkeler, bu bölgeye sahip olmasa, kan damarları kurumuş de
mektir. Çünkü dünya petrolünün 2/3'ünü on tane gelişmiş ülke
tüketmektedir. İşin daha kötü tarafı, 20001i yıllarda petrol kay
naklarınm kuruyacağı tahmin edilmektedir. Böyle birşey olduğu
takdirde, uçak, gemi, otomobil gibi motorlu vasıtaların durdu-
ğunu düşününüz... Bunlara fabrika ve kalorifer gibi yerleri de
ilave ederseniz, insanlık için ürkütücü bir manzara ortaya çıkar.
Bu büyük felakete gönüllü gitmemek için, süper güçler, petrolün
idaresini ellerine aldı. Birleşmiş Milletler'deki kararlar bu doğ-
rultudadır.
Türkiye'ye gelince: Lozan Andlaşması'ndan sonra, petrolsüz
topraklar Türkiye'ye bırakılırken, sanayiden, motorlu vasıtalar-
dan yoksun olan Türkiye, gazyağmdan başka birşey almıyordu.
Nur'unu kaybeden Müslümanlar, tenekelerle gelen gazyağı ile
aydınlanıyor, böylece AYDINLAR tarihi başlıyordu.
24.3.1926'da Petrol Kanunu kabul edildi, ilk kuyu Mar-
din'in Basbirin mevkiinde 1934'te açıldı, petrol bulunmadı. Bu
hikaye, 1948 yılına kadar devam etti, yani yabancı şirketlerin
açtığı kuyuların hiç birinde petrol yoktu.
1948'te Raman'da petrol bulundu, 1954'den sonra bu iş hız-
landı. Mobil, Shell, BP gibi yabancı firmalar, yurdumuzdaki da-
hili petrol harcamalarının dörtte üçünü karşılamaktadır. Gerisi
de Petrol Ofisi ile Türk Petrol tarafından karşılanıyor. Böylece
Türkiye, dünya petrol politikasının içinde uyumlu yerini almış
oluyordu.
Petrolün yerine nükleer enerjiyi, kömürü ve elektriği koy-
maya çalıştılar, bugüne kadar başarılı olamadılar. Gerçi bugün
petrol harcaması on sene evveline nazaran yüzde doksan azal-
mıştır. Buna karşılık elektrik harcaması da o nisbette artmış-
tır.. Kömür tozunu fueloil yerine kullanan ülkeler de var.
1956'da Mısır, Süveyş Kanah'm kapatınca petrol tankerleri-
nin yolunu kapatmış oldu ve Avrupa ekonomisi krize girdi. Güç-
lü Avrupa'nın, hele hele Amerika ve Rusya gibi süper güçlerin
Müslüman ülkeler elinde oyuncak olması hoşlarına gitmedi. Bu-
nun üzerine Amerika'nın eski dışişleri bakanı Yahudi asıllı Kis-
singer, OPEC'in kurulmasında önemli rol oynadı, petrol çıkaran
ülkeleri, özellikle İslâm ülkelerini kontrol altına aldı. Onların
petrol üretiminden, fiyatlarına ve toplanan petrol paralarının
86
87
bloke edilmesine kadar her şeylerini kontrol altında bulunduru-
yordu. Çünkü sanayi ülkeleri, Arapların çıkardığı petrolün %
90'ını tüketiyordu. Bu dev sanayiinin ipini Araplarm eline ver-
mesi mümkün değildi.
Müslümanlar dinlerim koruyamadığı gibi, petrolü de koru-
yamadılar. Böylece petrol onların başına bela oldu. Petrol üre-
ten ülkeler, her zaman Amerika'nın lütfettiği kadar rahat bir
hayat yaşamıştır. Mısır, Suriye, Yemen, Irak gibi ülkeler de za-
man zaman Rusya'nın da tesirinde kalmıştır. Yakın zamana ka-
dar Amerika ile Rusya dünya petrolünü yönetmek istiyordu.
Şimdi Rusya, Amerika'nın yörüngesine girince, Müslümanların
işi zorlaştı.
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül âlemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
Aşık Veysel
Ittihad-ı İslâm
. Yeryüzündeki bütün Müslümanların tek millet gibi hareket
etmesine İttihad-ı İslâm denir. Avrupalılar buna "Pan İslâ-
mizm" demiş. "İslâm birliği" yönünde çalışmalar manasına gelir.
Müslümanların "tek millet" olması; sınırların kaldırılması,
devletlerin yıkılması değildir. Sınırlar ve devletler yerli yerinde
durur, siyasi, kültürel ve iktisadi işbirliği yapılabilir.
Bunun için İslâm ülkelerinin zengin olması gerekir.
Petrol gibi yeraltı kaynaklarından zengin olmak kurtarıcı
bir rol oynamadı. Petrolle bir kısım İslâm ülkeleri zengin oldu
fakat insan unsuru yeterli olmadığından hakim duruma geleme-
diler. Mesela; Suudi Arabistan'la, Hollanda'yı mukayese edelim.
Suudi Arabistan petrol sayesinde zengin olurken Hollanda
teknoloji sayesinde zengin oldu. Petrol zenginliği fertlerin ilim-
de ve sanatta ilerlemesini zorlamıyor. Teknoloji ise hem tezgah-
ta hem de ziraatte ferdi araştırmaya sevk ediyor. İster istemez
insanları kollektif çalışmaya itiyor. Lisan, sanat öğrenmeye zor-
luyor. Dünya ile irtibatını kuruyor.
İslâm ülkelerinde yeraltı servetleri fazla. Pek çok ülkenin
dağları açılmamış, ovalar yeteri kadar değerlendirilmemiştir.
Sondaj ile su da, petrol de, kükürt de çıkarılabilir. Bunları ya-
parken mutlaka ilme ve teknolojiye yönelmek zorunluğu vardır.
Barajlar, bir yandan elektrik temin ederken, öte yanda sa-
nayiye hız verir. Sanayi ise insanların seviyesini yükseltir.
Öyle ise Müslümanlar yeraltı servetleriyle birlikte ilimde
ve sanatta da ileri giderek güçlü olabilirler.
Bu güç İttihad-ı İslâm'da önemli rol oynayacaktır.
Müslümanlar birleşsinler...
Fakirlikte, yoksullukta, beceriksizlikte birleşmek bir mana
ifade etmez. Amerika Birleşik Devletleri varlıkta, ilimde, tek-
nikte birleşip, süper güç oldular. Aslında Amerika'daki her eya-
let, bir devlet gibidir. Eyalet valisi, eyalet meclisi, eyalet kanun-
ları var. Amerika, bu sistemini bugün dünyaya tatbik ediyor,
"dünya devleti" var. Bu dünya devletinin başı Amerika'dır. Ame-
rikan ekonomisi, Amerikan kültürü, Amerikan politikası dünya-
ya hakimdir. Devletlerin bütünü eyalet durumundadır. Çin, Ja-
ponya, Hindistan ve Almanya bu eyalet sistemini bozmaya ha-
zırlanıyor. Fakat şu anda birşey yok.
Müslümanlar da eyalet olmaktan çıkıp, süper güç olabilirse
kurtulur.
İttihad-ı İslâm'a ekonomik maniler olduğu gibi politik ve
kültürel maniler de var. Mesela, Müslümanların parti parti bö-
lünmeleri, bu partilerin birbirine muhalefet etmeleri İttihad-ı
İslâm'a manidir. Diğer partinin veya partilerin hatalarını, nok-
sanlarını saymak yerine kendi meziyetlerini anlatmak en çıkar
yoldur. Muhalefet eden her zaman anti tezdedir. Fikrini, inancı-
nı, hedefini söyleyen ise tez'ini ortaya koymaktadır.
Tez'ini söyleyen ve yapan, birinci mevkide iken, anti tezde-
ki, ikinci sınıftır. Başarı tez sahibinindir.
Kültürel maniye gelince bunu iki şekilde ele alacağız: Birin-
çişi şahsın, Şark'ı da, Garb'ı da bilmemesi ve anlamamasıdrr.
İkincisi ise Garb'ı (Avrupa'yı) biliyor ve Avrupa metodlarıyla İs-
lâm'a hizmet etmek istiyor.
Avrupa ve İslâm kültürüne sahip olmayan insan, imanın-
dan aldığı güç ve gayretle İslâm devleti ister, İslâm'ın tatbiki
için konuşur, söyler, bağırır, çağırır. Kendisi gibi hareket etme-
yenleri de İslâm devletini ve şeriatı istememekle suçlar, hatta
kafirlikle itham eder. Bu şahıs İslâm devleti nasıldır, tarih bo-
yunca nasıl tatbik edilmiş, bu devlet nasıl gelir, gibilerden ken-
dine sorular sormamış ve bunun cevabım da aramamıştır. Evve-
la, olmayan ümmetin devletini aramak gibi bir hataya düşmüş-
tür. Bunun için fikri yayılmaz, hareketi yer tutmaz. Büyüyeme-
menin vebalini kendinde değil de başkalarında any arak, İtti-
had-ı İslâm'a iyice darbe vurur.
Şeriat ise, Kur'an'dır. Öyle ise şeriat, istenmez yaşanır.
İslâm'ı, şahsi, ailevî ve iş hayatında yaşamayan Müslüman,
kurtuluşu "İslâm devleti"nde buluyor. "Gelsin İslâmî yaşamımı-
zı kolaşlaştırsın.." diyor.
İslâm devletini kim getirecek, kim kuracak? Bunları düşün-
mez.
İşte bunları düşünmeyen Müslüman, bildiği ve anladığı ka-
darı ile ortaya çıkınca, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bul-
gurdan da oluyor, İttihad-ı İslâm gerçekleşmiyor.
Madem ki İttihad-ı İslâm Müslümanlarla gerçekleşecek, öyle
ise İttihad-ı İslâm'ın olmaması da Müslümanların yüzündendir.
Müslümanların ekserisi Milli Eğitim okullarında okudu-
ğundan (çoğu bilmeyerek) natüralizme, pragmatizme ve mater-
yalizme kaymıştır. Fiziğe çalıştığı kadar, İslâm'a çalışan Müslü-
manların sayısı çok azdır. Kaldı ki fiziği de şeriat-ı fıtri (kevni)
olarak değil, materyalist açıdan ele almıştır. Böylece Avrupa'yı
bilen, İslâm'ı bilmeyen Müslümanlar türemiştir. Bu Müslüman-
lar, bu ters bilgi içinde yine Müslümanlığından vazgeçmiyor,
hatta İslâm'a hizmet etmek istiyor. Bu sefer Avrupa metodlarıy-
la İslâm'a hizmet şekli gündeme geliyor ki mümkün-değil.
Kanuni Sultan Süleyman devrinde nefsine uyan birkaç in-
san bugünleri getirdi. Bugün İslâm'a uyan birkaç iyi insan da
iyi günlerin gelmesine sebep olabilir. Bir çekirdekten bir ağacı
yaratan Allah, küçük çaptaki İslâmî gayretlerle, İttihad-ı İslâmî
getirebilir. Getirirse O, getirir L
Bize düşen vazife?
1. Herkes fıkıhta ittifak etmeli.
2. Herkes şahsım ve işyerini İslâm'a uygun vaziyete getir-
meli.
3. Selamı aramızda yaymalıyız.
4. Müslümanı kötülemekten, muhalefetten, gıybetten vaz-
geçmeliyiz.
5. Şirketleri yaygın hale getirip, her cemaatten, her parti-
den, her zihniyetten insanları orada toplayıp, ayrılıkların suni
olduğunu göstermeliyiz.
6. İslâm ülkeleriyle alış-verişi artırmalıyız.
7. Doğru, çalışkan ve işini bilen Müslüman olmalıyız.
Ve, şunu kat'i bilmeliyiz ki her Müslüman İttihad-ı İslâm'ın
bir parçasıdır. Mezhep, meslek, meşrep farkı gözetmeksizin
"Mü'minler kardeştir" ayetine sarılmalıyız.
İttihad-ı İslâm'ı hedef almayan her hareket batıldır, mah-
kumdur. Müslümanlar bir millettir. Her Müslüman bu şuur
içinde çalışmalıdır. Müslümana karşı cihad yoktur. Cihad iki şe-
ye karşı yapılır. Biri şahsi günahlarımızla, diğeri de düşmanla...
(1991).
90
91
Dördüncü Kısım
Ellerin yurdunda çiçek açarken
Bizim ile kar geliyor gardaşım.
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım.
A. Karakoç
Demokrasi
Demokrasi var ya, adam hemen kuruculan seçip partisini
kurdu.
Delegeleri seçerek teşkilatım tamamladı.
Milletvekili adaylannı da kendisi seçti, seçimi kazandı. Re-
jim yara almasın diye "Hakimiyet milletindir" sözünü hep söyle-
yip, durdu. İçinden de "Hakim olan benim, başka türlü de olmaz
ki!" diyordu.
"Demokrasi halk idaresidir" diyordu, hemen düşünüyordu:
"Acaba halk mı beni yönetiyor, ben mi halkı?"
- Yahu kurucuları seçen ben, partiyi kuran ben! Delegeleri
ben seçtim, teşkilatı ben kurdum, kendimi başkan seçtirdim,
milletvekillerini de ben. . .
Burda durdu:
- Aman sesini çıkarma, millet 'uyanır.
Sonra aklı başına geldi.
- Demokrasi çok sesliliktir, konuşmalıyım.
Jeton düştü:
- Amma nasıl?
Kendi kendine cevap verdi:
- Herşeyi tersine çevirerek: "Demokrasi halk idaresidir!"
Sigarasını tüttürerek, kahvesini yudumladı:
- Ha falancası "Atatürkçü olacaksın!" diyor, olurum karde-
şim kızma... Filancası "Avrupa Topluluğu'na gireceksin" daha
bilmem neler "Gümrük Birliği'ne katılacaksın" diyormuş, tatlı
canını sıkma, hepsi olur, hepsini yaparım. Demokrasi bu ya...
Canı sıkıldı:
- Amerika "Malımı alacaksın, filmlerimi oynatacaksın" di-
yormuş. Yahu zaten hayatımız film...
İşte burda Amerika kaşlarını çattı: "Hani bir Türk atasözü
varmış; 'Derici, sevdiği deriyi yerden yere çarparmış...' Malum,
seni çok seviyoruz ya..."
- Hoppala, Amerika beni nasıl yerden yere çarparmış?
Aklı yattı:
- Öyle ya bizden mal almasa, bir de aldırmasa, ihracat bitti.
Hayali uzaklara daldı: Gidenler gitti... Hemen kendini top-
ladı:
- Demokrasi adına en berbat filmlerin, o biçim tekliflerin
baş üstüne!
- Laiklik?
- Emredersiniz efendim!
- Dinci avı?
- Yeter ki isteyin!
- İslâm ülkelerine arkanı dön, istikamet Paris, marş marş!
Adamcağız hem koşuyor, hem de düşünüyor:
"Yahu ben galiba askerliğimi yapmıştım..."
Aklınla çok yaşa, nasıl da bu sorulara cevap buluyorsun:
- Oğlum bu askerlik değil, demokrasi, demokrasi! Minare-
ye kılıf uydur, gerisini boş ver. Millete yağ çek, varsın aşı yağsız
olsun, senin mevkin, makamın, işin şöhretin yerinde ya...
- Yaşasın demokrasi!
Ha şöyle, bağır ki millet adam görsün!
92
93
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
M. Akif
İslâmiyet ve demokrasi
Demokrasinin İslâmiyet'le uyumlu olup olmadığı tartışılıyor.
Evvela demokrasi (demokratia) Grekçe (Yunanca) bir keli-
me olup, halk idaresi, yani, azınlığın çoğunluğa tabi olmasıdır.
Avrupa'da iki mühim medeniyet vardır: Yunan ve Roma...
Her ikisi de beşeri sistemdir, bugün dünyaya hakimdir.
İslâmiyet ise Arapça olup, vahye dayanır yani İlahi bir dindir.
Demek ki demokrasi ve İslâmiyet: Vatanı, milleti, medeni-
yeti ayrı olan iki nizam iken, birinin beşeri, diğerinin İlahi ol-
ması da önemlidir.
Onyedinci asırda başlayan sanayi devrimi demokrasiyi ön
plana çıkarıp, İslâmiyet'i unutturmak istemiş. Üç asır böyle de-
vam etti, şimdi İslâmiyet de -gündemde. Bunun için İslâmiyetle
demokrasinin uyuşup uyuşmadığı şözkonusu.
Evvela her iki rejimin nazariyatı ile tatbikatı farklı.
Nazariyattaki demokrasi özgürlük ve fazilet mesleği iken
tatbikattaki demokrasi de tabular (yasaklar) ve rezaletler var-
dır.
Kitaptaki İslâmiyet de güzeldir, Müslümanlar ise İslâmi-
yet'in dışında başka bir hayat yaşıyor gibi. Rejimlerin, ideoloji-
lerin, sistemlerin, bir de zevklerin ve menfaatlerin tesirindeler.
Demek ki demokrasi ile İslâmiyet'in zıt olup olmadığını
aramadan evvel bunların nazariyatı ile tatbikatı arasındaki zıd-
diyyeti tesbit etmeli.
Mesela nazariyattaki demokrasi "Özgürlük" esasınca İslâmî
öğretim ve eğitime izin verip, Müslümanlar'ın İslâm'ı yaşaması-
nı temin etmeli... Etmeli amma böyle bir hal var mı?
Bir zamanların TCK'ndaki 163. madde İslâmiyet'i öğrenme-
ye izin vermezken, bugünkü anayasa da İslâmî eğitime izin ver-
94
Demektedir. Bilinmiyen İslâmiyet'in yaşanmıyacağı da açıktır.
Öyle ise demokrasi dünyanın pekçok yerinde altın yumurt-
layan tavuk olabilir, bizde ise tabular manzumesidir.
Herşeyden evvel Müslüman halkımız haramlara boğulmuş-
tur. Artık haramlarla helâllarm mücadelesi vardır. Haramlara
tanınan özgürlük helâllara tanınmadığı için, mücadele şansı bi-
le yoktur. Haramlann yıkıcılığı gözönünde bulundurulursa (yı-
kıcılıktaki kolaylık, yapıcılıktaki zorluk da hesaba katılırsa),
Müslümanlar'ın ne kadar şanssız olduğu anlaşılır.
Bu manada ele alınan demokrasi, bir yandan kültür emper-
yalizmi iken, öte yanda ekonomik üstünlüğü ile siyasi otoritesi-
ni kurmuştur.
Böylesine bir demokrasi (islâmiyet adına) Müslüman'a ne
verirse ona razı olunacak. Olmayanlar, demokrasinin kaynağı
olan yörelerden bombardımana tutulacak, teokrasi, fundamen-
talizm, laiklik, radikalizm, politik gibi gülleler başlarına yağa-
caktır.
Demokrasinin bu şekline bakan bir kısım kimseler ondan
nefret edip, İslâmiyet'e zıt buluyor. Bu zıtlık aynı zamanda
halkla devlet arasındaki duruma da işaret eder.
Bilgili kimseler ise demokrasinin manasına, birçok yerler-
deki tatbikat şekline bakıp: "Neden benim ülkemde böyle değil?"
diyerek, isyan ediyor.
Tabii şu soru da sorulabilir.
- Neden demokrasi de, İslâmiyet değil?
Bu sorunun cevabını anlıyabilmek için "Dünya Devleti" ta-
birini anlamak lazım.
Geçmişteki Hıristiyan Müslüman savaşları (keşifler, icatlar
ve sanayi devrimi ile) Avrupa ve Amerika'yı gündeme getirdi,
aynı alemin gayrimeşru çocuğu olan Rus sosyalizmi de tarih
sahnesine çıkınca Müslümanlar'ın namı okunmaz oldu.
Şimdi Dünya-Devleti'nin hükümeti Amerika (ABD)'dir, di-
ğerleri de eyalet!
Amerika, demokrasiyi benimsemiş, İslâmiyet'e "buyur" di-
yemez, hiçbir rejim kendini yıkacak sisteme izin vermez.
95
- Peki ne olacak?
Allah'ın koyduğu hükümler değişmez: İlimde, teknikte iler-
leyen süper güç olur. Bunun daha açık mânâsı adam yetiştir-
mek ve ekonomik üstünlüğü sağlamak. Çünkü luıvvet oyunu bo-
zar. (1991).
Göster İlahi bu millet kurtulur tek mucize
Bir utanmak hissi ver gaip hazinenden bize
M. Akif
Fertlerle devletler
40-50 sene evvel İslâmiyet'le irtibat kurmaya çalıştık, kar-
şımızda devleti bulduk. Yani ferdin devletle mücadelesi başla-
mıştı, devletin çıkardığı 163'üncü madde, devletin polisi, devle-
tin hakimi ve devletin hapishanesi... Bunların karşısında fert!
Her biri tek tek (Müslüman olduğu halde) yine de Müslüman ol-
maya çalışıyordu, devlet de buna karşı çıkıyordu.
Böyle başladı: Ferdin devlete mücadelesi...
Hemen arkasından komünizmle mücadele: Rusya'yı, Çin'i
düşünün, fakültelerde okutulan sosyalizmi hatırlayın, sosyalist
partilerin evrimi, devrimi, eylemi... Ve, bunların karşısında yi-
ne fert!
Kapitalizmle mücadele aklımıza gelmedi diyebilirim amma,
Amerika ile hatta Avrupa ile mücadelemizin olduğu da inkar
edilemez.
Gele gele geldik, 163'üncü madde kalktı, devlet karşımız-
'dan çekildi. Sosyalistlerin eylemi yön değiştirdi, fakat kapitaliz-
min hepimizi yuttuğu da pek anlaşılamadı.
Derken, globalleşme, küreleşme, dünya devleti tabirleri gün
ışığına çıktı, başladık onunla uğraşmaya...
Bu hemgame içinde Gümrük Birliği gündeme gelince, olan-
96
jca gücümüzle ona yüklendik.
Böylece kendimizle uğraşacak, hiç mi hiç vakit bulamadık.
Az değli, 50 senedir bu meselelerin içindeyim, belki 50 bin
dava arkadaşıyla koştum, onlar ne oldu?
İçki, kumar gibi şeylerden uzak kalınca, bir de bilgi ve bece-
rilerini artırıp para kazanınca, hepsi zengin oldu. Mesut ve ra-
hat olduklarını bilmiyorum amma altın ve döviz yığınaklarını
ahmin ediyorum. İşte bu noktada bittiler ve tükendiler.
Daha ileriye, daha ileriye gidebilirlerdi: Gerek Türkiye'de
ve gerekse dünyanın çeşitli ülkelerinde tek başına büyük işler
başaran insanlar çok. Bunlar büyük şirketler, büyük iş merkez-
leri kurdukları gibi sosyal, kültürel ve politik faaliyetler de gös-
erebilmişlerdir. Bugün dindarların şikayet ettikleri kapitaliz-
ain ağababaları bir kısım fertler olduğu gibi, masonluk, rotary
ı lions gibi cemiyetlerin başlangıcı da tek ferde ulaşmaktadır.
Ülkemizdeki il ve ilçelerin sayısı 700'e varmaktadır. Bunla-
ın bazısı kalkınmış, bazısı kalkınmamış niçin?
Bu soruya cevap aradığımızda, bazı yerlerdeki becerikli
kimseler, sanatını ve kazancını umuma yaymasını bilmiş, o yö-
reyi kalkındırmış... Diğerleri ise kendi çevresini aşamamış.
İsterdim ki ticaretinde başarılı olan bir şahıs, bir beldeyi
kalkındırsaydı... Bir sanatkâr, bir köyü veya ilçeyi sanatıyla
doldursaydı... Bir dindar, bir ceviz çiftliği kurup örnek olsaydı...
Bunların hepsi bir yana bırakıldı, Gümrük Birliği aşağı,
Gümrük Birliği yukarı... Sorsam, "Sana ne?" Öyle laf ebesi ol-
muş, öyle politize olmuş ki, bir sürü laf eder bunun sonunda yi-
ne işe yaramayan bir insan modeli ortada kalır. Çünkü başkala-
rıyla uğraşmaktan kendimizle uğraşacak vakit .bulamadık
(1994).
97
De ki: "Rabbim, bize destanda da nâdir görülen
Ve güzellik, iyilik, doğruluk uğrunda ölen
Ortaçağ erlerinin benzeri insanlar ver!
F. N. Çamlıbel
Kuvvete dayanan fikir
Devlet "kuwef'i temsil eder, resmî ideolojisi de bu kuvvete
dayanır, o zaman "fikre dayanan kuwet"le "kuvvete dayanan fi-
kir", karşı karşıya gelebilir. Bir bakıma bu, milletle devletin zıd-
diyetidir. O zaman Ceza Kanunu'na "devleti koruyan" bir sürü
maddeler, yerleştirilir, bir bakıma devlet "suçlu üretimi"ne baş-
lar.
Bir taraftan okullar açılır fikir üretilsin diye, öte taraftan
hapishaneler yapılır resmi ideolojiye uymayanlar hapsedilsin
diye...
Öyle ise resmi ideoloji halka uygun olmalı...
Ne garip değil mi "Resmi ideoloji halka uygun olmalı" diyo-
ruz. Yani malûmu ilan ediyoruz.
Devlet milletin içinden çıkmaz mı? Devletin vazifesi milleti
idare etmek değil mi?
Şimdi düşününüz: Müslüman bir milleti, İslâm'a aykırı şe-
kilde idare ediyoruz... O millette huzur kalır mı? Milletle devlet
karşı karşıya gelmez mi? Resmi ideoloji ile milli ideoloji çatış-
maz mı? Bir sürü ideolojiler türeyip, bunlar birbirine karşı düş-
manca tavır almaz mı?
kuvvetin hakkı var çünkü Kudret Allah'ın sıfatıdır. İnsan
Esma-ül hüsnadan hangisini beşer planında tatbik etse başarılı
olur.
Kuvvet, fikri ezebilir amma yok edemez. Fikirle kuvvet in-
sanlık tarihi boyunca varolmuş, olacaktır da. Ne zaman ki fikir
kuvvetle hakim olmuşsa insanların yüzü gülmüş, ne zaman da
kuvvet galip gelmişse, insanlar sürünmüştür.
Peki fikir nedir?
- Düşünceden doğan hükümler!..
98
İnsan beyni sonsuz fikir üretir, bunların hangisi doğru,
hangisi yanlıştır, ölçü nedir?
Bir mütefekkir ile bir filozof arasında fark yok mu?
Felsefe tarihe baktığımızda, tenkit edilemeyen filozof yok.
Kaldı ki bu filozofları rahatlıkla ikiye ayırabiliriz: İnananlar
inanmayanlar... Kendilerinin tabiri ile ateist eist, spiriluatist
materyalist...
Filozoflar iki zıt gruba ayrılırken, insanlığın da iki zıt gruba
ayrıldığını gözden uzak tutmamalıdır.
Öyle ise insan birbirine zıt fikirler üreten bir varlıktır. Bur-
da önemli olan devletle millet, birbirine zıt olmamalı, olursa her
ikisi de hayat hakkını kaybedebilir.
Evet filozoflar hakikati ararken, Müslüman, İslâmiyet'i ha-
kikatin ta kendisi olarak bilir ve bunu anlamaya çalışır.
Dinle insanlığın bütünlüğü vardır. Çünkü insandan başka-
sına din gönderilmemiştir.
Tarih şahittir ki insanlar hak dinden uzaklaşınca hemen
bâtılım icat etmiştir.
. İnsanlar dinsiz de, imansız da kalmamıştır. Bir Hindli'nin
öküze imanı, bazı Müslümanların (olması gereken) müsbet ima-
nını aşabilir.
İman peryodlar çizer, müsbet iman kadar menfi iman da
her zaman sözkonusu olmuştur. Bunun için bir kısım insanlar,
tabiatı, lideri, maddeyi putlaştırmıştır, bazan puta kul olanlar,
Allah'a kul olanlara hükmetmiştir.
Halbuki kedilerde böyle bir hal gözükmez. Onlara bir din
gönderilmediği gibi, bir din icat etmeyi de düşünemezler. Yani
kedilerin beyni ile insan beyni arasında büyük farklar olduğun-
n insan, kedi gibi yaşıyamaz.
Kaldı ki insanda bir de kalb gerçeği vardır.
Kalbi anatomi açısından ele almak, insan kalbiyle dana yü-
reğini eşit tutmak olur. Halbuki kalbsiz insanların ne kadar
Merhametsiz ve zalim olduğuna bakarsak, anatomideki kalbe
bir şeyler ilave etmek zorundayız.
Taş kalbli insanlar, kalbini meyhane gibi temiz tutanlar,
99
kalbini satanlar, kalbini çıfıt çarşısına çevirenler gibi tabirler
bir kısım gerçekleri haykırmıyor mu?
Bu durumda düşünce veya fikir deyince kalble kafanın bü-
tünleştiğini görüyoruz.
Fikirle iman insanlık tarihinde yoluna devam ederken, her
ikisinde de müsbetle menfi, faydalı ile zararlı, iyi ile kötü, per-
yodlar çizerek zıtlar âlemine renk katmıştır.
Hangisi diğerine galip gelmişse, toplum modeli ona göre şe-
killenmiştir.
Fikirsiz kuvvetin canavarlaşacağına inandığım kadar, kuv-
vetsiz fikrin de zelil olacağına inanıyorum.
Müsbet bir fikir, kuvvetini bulmamışsa, Firavunların oyun-
cağı olur.
Ne ki mevcut ise âlemde, güzel doğru, iyi;
Arayan fikri, bulan ruhu seven sevgiliyi,
Bize bahşetmiş olan Hazret-i RAhman'a şükür.
F. N. Çamhbel
Bir tahlil
"Sovyet Rusya'da birçok Müslüman: "Ben komünist ve din-
sizim fakat Müslüman'ım" diyormuş.
Evvelâ her komünist dinsiz midir, bu soruya cevap araya-
lım.
1925'de Rusya'da "Din Aleyhtarları Propaganda Teşkilatı"
kurulup, çocuklara 3 yaşından itibaren dinsizlik aşılanmaya
başlanmıştır. Bunun için okullar açılmış, üniversite çalışmaları
hızlandırılmış, basın-yayın bu teşkilatın emrine verilmiş. Her
komünist "dinsizim" demek zorunda bırakılmış.
Komünizmin sulandırılmış şekline sosyalizm denir. Hıristi-
yanlar, sosyalizmi ekonomik bir görüş kabul ettiklerinden, bazı-
ları hem sosyalist, hem de Hıristiyan olabiliyor.
100
Bizdeki sosyalistlerin ekserisi ise, din düşmanıdır.
Neticede: Komünistlerin bir kısmı dinsiz iken, diğerler din-
siz gibi gözükmüştür. Şartlar onları bu noktaya sürüklemiştir.
Hem komünist, hem dinsiz olduğunu söyleyen şahıs, nasıl
oluyor da Müslüman olduğunu söyleyebiliyor? Bu üç kelime bir
araya nasıl geliyor?
Evvela İslâmiyet'i öğrenememiş, sonra "dinsizim" deyince
tahsil, mevki, makam imkanı bulmuş bir şahıs, ruhunun derin-
liklerindeki Müslüman mühürünü silemediği için, fırsat bulduk-
ça Müslüman olduğunu da itiraf etmiştir.
İslâmiyet ceket değil ki, Müslüman onu vestiyere asıp git-
sin!.- O, ruha vurulmuş damgadır, Müslüman ne kadar çamura
düşerse düşsün, "Müslüman değilim" diyemez.
Hatta bazı kimseler "dinsizim, ateistim" diyebiliyor fakat
"Müslüman değilim" demiyor.
İslâm'a dolaylı yollarla hücum edenler de Müslüman oldu-
ğunu söylüyor.
İslâmiyet'le alakası olmadığını sandığımız kimseler, Müslü-
manların örf ve adetini rahatlıkla paylaşıyor.
İçki içen adamın ezan okunduğunda kadehi bırakıp, ezanı
dinlediğini gördüm.
Namaz kumaşa da cenaze için camiye gelen, mezarlığa gi-
den, hocayı dinleyen çoktur.
Düğünlerde, sünnetlerde, ziyafetlerde de bunları aramızda
görebiliriz.
"Müslüman değilim" diyen yok, "Müslüman değilsin" diyen
var. Kadı'nın ilmine sahip olmayanlar, onun selahiyetine sahip
olursa, doğacak yanlışlıklar ortadadır.
Nasıl ki tohumlar, çekirdekler her yerin yemyeşil olmasını
teinin ederse, Müslüman'ım! demek veya Allah Allah diyerek
zikretmek de İslâmî hayatın çekirdeğidir. İman yakılsa, ibadet
.kül olsa, İslâm'ın üzerine zulümat çöküp, kış bastırsa, tek keli-
jttıeden bir hayat fışkırır, o da İslâmiyet'tir!..
Dinsizlik rejimi olan komünizm, sadece ve sadece Allah ke-
Jlimesiyle yıkılmıştır. Dinsizlik karşısında Allah demek Müslü-
101
man ve Hıristiyanlar'da müşterek noktadır.
Allah diyerek kurtulan Müslümanlar, Allah'ın nizamına uy.
malan için yine halden hale düşerler, çünkü her hadise bir ikaz-
ı ilahi'dir.
Bu kadar din düşmanına karşı, Müslüman'ın İslâmiyet'i ya-
şamasındaki gayreti, bazen savaş manzarası arzeder.
Bir taraftan İslâmî kültür çekilmiş... Öte yandan Batı Kül-
türü İslâm ülkelerini istila etmiş...
Helâllar prangaya vurulmuş...
Haramlara taarruz emri verilmiş...
İbadetlerin yerini keyfi hareketler almış...
Böylesine bir hayatta Müslüman ne kadar İslâmiyet'i yaşa-
yabilir? dinsizim diyen de, bu sözüne ne kadar sadıktır?
Ne kadar dinsiz (ateist) gördüm ki kötülüklerin çoğundan
kaçıyor.
Halbuki kötülüklerden kaçmayı emreden peygamberlerdir.
Hem kötülüklerden kaçıp, hem de dinsizim demek, insanın
kendini bile bilmemesidir.
Bu vatan, toprağın kara bağrında
Sıra dağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.
O. Ş. Gökyay
Bir ibret levhası
Altınordu Devleti Toktamış Han zamanında eh büyük dev-
resini yaşamış fakat 1395'de Timur'la yaptığı savaşta mağlup
olunca, devlet dağılmış, hanedana mensup hanlar arasında çı-
kan savaşlardan faydalanan Rus Prensliği kurtulup, devlet ha-
line gelmiş.
102
Evvela Altınordu Devleti de, Timur imparatorluğu da Müs-
lüman! Sonra, bunların hanı, hakanı olanlar da Müslüman...
BU Müslümanlar birbirini yemeye kalkınca, Allah, onların başı-
na Rus belasını gönderiyor ki "Mü'minler kardeştir" ayeti anla-
şılsın.
Bela bir anda geliyor amma asırlarca gitmiyor.
1925 yılında Rusya "Dinsizlik Propagandasına başlıyor,
dinle ilgili yaşlıları çeşitli şekillerde tesirsiz duruma getirirken,
işe çocuklardan başlayıp, onları dinden uzak yetiştiriyor. Bu
dinsizlik programı en fazla Müslümanlara uygulanıyor. Çünkü
bir zamanlar Altınordu Devleti'nin himayesinde olan Rusya bili-
yor ki, Müslüman, İslâmiyet'i öğrenirse üstün olur, bu üstünlük
fertten devlete kadar uzanır.
Çağdaşlık, medeniyet, insan hakları... Bunlar Müslüman-
lar^ uygulanmayan şeylerdir. Kendi aralarında medeni olanlar,
Müslüman'a karşı canavar kesilebilir, nitekim 1926'dan sonra
Rusya'da din aleyhtarlığı artırılmış, İslâmiyet'e hayat hakkı ta-
nımamıştır.
1925'den günümüze kadar Rusya'da kurulan din aleyhtarı
müesseseler şunlardır:
Din aleyhtan konuşmacılar için açılan özel okullar
Marksizm-Leninizm Üniversitesi'in Ateizm Bölümü
Halk Üniversiteleri
Temel Bilgiler Okulu
Tabiat, Toplum ve İnsan Hakları Okulu
Bilimsel Ateizm Üniversitesi
Ateizm Konseyi
Kültür Sarayı
Bunlara özel radyoları, bu babda çekilmiş filmleri, tiyatro-
ları ekliyebilirsiniz.
Dinsizlik propagandası için yetiştirilenler, çobanlara kadar
ulaşıp, dağda, kırda onlara dinsizliği aşılıyarak, bu yoldan köy-
103
ft-
lere girme imkanını bulmuşlardır.
- Bunların bütünü ne için yapılıyor?
Altmordu veya Osmanlı Devleti geri dönmesin diye!.
İslâmiyet'i bilmeyen Müslümanların İslâmiyet adına yap-
tıkları da kurtarıcı olmuyordu. Ümmet anlayışı kaybolunca fert-
ler ve gruplar da kayboluyordu. Böylece din düşmanları, Müslü-
manlar'ı piyon gibi kullanıyordu.
. İslâmiyet'e karşı materyalizm inancı çıkarılmıştı.
Maddeye inananlar, Allah'a inananları yönetiyordu.
İnsanları başarıya götüren prensiplerin sayısı çok azdır.
Kim bunlara sahip çıkarsa başarılı olur, kim de bunlardan
uzaklaşırsa sürünür.
* *
Komünizm veya sosyalizm açıktan açığa İslâmiyet'e böyle
karşı çıkarken; kapitalizm perde arkasından aynı şeyi yapıyor-
du. Pragmatizm, pozitivizm, naturizm gibi felsefi cereyanları di-
nin yerine oturtup, Allah'ı ve peygamberi unutturmayı hedefle-
mişlerdi. Kapitalizm, İslâmiyet'e ve Müslüman'a hücum etmiyor-
du, fakat hemen bir levha yapıp, üzerine gerici, yobaz, politik gi-
bi kelimeler yazarak bunu hedef tahtası gibi dikerek, ateşe başlı-
yordu. Arkada İslâmiyet ve Müslüman ölüyor, yaralanıyordu.
Sonuç: Rusya'dakinin aynı idi. Ne var ki biri meydan muha-
rebesi yapıyor, diğeri perdeli çalışıyordu.
Komünizm yıkıldı amma sosyalistler din düşmanlığından
hâlâ vazgeçmediler.
Zavallı Müslümanlar!..
Kimi peygambere inanır;
Kimi saat köstek donanır;
Kimi kâtip olur, yazı yazar;
Kimi sokaklarda dilenir.
O. V. Kanık
Beş milyar insan
İnsanları düşündüm, çoğu kendini düşünüyor: Kediler, kuş-
lar gibi.
Tahsil, diploma, mevki, makam, hep daha iyi yaşamak için.
Sanat, servet de öyle...
Evleniyorsa kendi için, çocuklar yine öyle.
Bitkileri düşündüm, her bitki, her şeyiyle kendine hizmet
ediyor. Hiç biri: "Şu hayvana veya bu insana faydalı olayım" de-
mez. Eğer ondan faydalanan varsa bu, bitkinin iradesi dışında-
dır.
* *
Her hayvan kendine hizmet eder. Yavrusuna bakmakta bile
şahsi zevki vardır.
İnsanlar hayvanlardan faydalanır ama hiçbir hayvan bu iş-
te gönüllü değildir.
* * *
Kendisi için yaşayan dört buçuk milyor insan, dünyayı ya-
şanmaz hale getirmiş. Bunlar yaşamalarıyla değil, ölümüyle in-
sanlığa hizmet ederler. Bunun için (geçmişte) pek çok kavim he-
lak olmuş...
* * *
AIDS'lilerin ölümünü düşününüz... Çok uzağa gitmeyiniz
ölen yakınlarınıza bakınız, yaşasaydı ne yapacaktı?
104
105
Nice başı kopacak insanlar var ki, onlara baş sağlığına gidi.
lir. Yani ölenin ölmesi yetmiyor, yaşayan niçin yaşıyor?
Eskiden İstanbul gözde idi, sorarlardı:
- Nerdesin?
- İstanbul'da...
- Oooo, desene yaşıyorsun... Bir başkası taşı gediğine yer-
leştirirdi:
- Tahtakurusu gibi.
* * *
Evet yaşıyor...
Bitkiler ve hayvanlar gibi yaşıyor.
Ölmediği için yaşamak zorunda kalan ne kadar insan var.
Zamanı öldürmeye çalışanların hayat hakkı yok amma, onu
da insandan saymışlar.
Bunun için her savaştan sonra insanlar biraz daha terakki
etmiş.
Tekamüle gelince ya binde bir veya milyonda bir.
* * *
Her hak-ı harimi hakka merhem mi sanırsın?
Her taç giyenleri çulsuz Ethem mi sanırsın?
Dehri araşan binde bir adem bulamazsın,
Adem görünen harlan adem mi sanırsın?
Hakk'a inananlar, hakkı haklıya vermek zorunda olduğuna
göre, hemen belirtelim ki: Hayvanlık bazı insanlar için merhale-
dir.
Bugün hangi insana "eşek" dense kızar, hem de böyle şeyler
ayıp!
İyi amma insanlık tarihi boyunca hangi eşeğin, hangi insa-
na zararı dokunmuştur?
Eşek kadar insana faydalı olan kaç insan gösterilir?
Tokadizade Sekip, bu gerçeği şöyle dile getirmiş:
Eşek bihis bakar yaksan cihanı,
Telaş etmez, düşünmez in-ü ânı,
Tutuştursan da hatta asumanı,
Şikayetsiz kalır mutlak lisanı:
Eşektir zevki aşkındır başından,
Ne anlar kâinatın göz yaşından?
Bu eşk âlud-u matem aşiyanlar,
Verirken kalbe suzişler, figanlar,
Olur ta arşa vasıl el emanlar,
Fakat merkep'kadar mesut olanlar:
Telehhüften, tezalümden cücadır,
Eşeklik lutf-u mahsus-u Hûda'dır
* * *
Kibar insanların huzurunda böyle şeyler anlatmak ayıptır.
Zaten haramı gösteren mikroskop yapılmadığı gibi, "günahlan
ölçmek" için de terazi icat edilmedi. Bu sebeple aynalar yalan
söyler, herkes kendini beğense de...
"Çeken bilmez" demişler "bilen çeker!"
Neyi bilip, neyi bilmediğini bilen, kaç kişi var?
"Hayaf'ı bilmeyen insan, hayatı yaşanmaz hale getirince,
her geçen gün "ölümü mumla arayanlar"ın sayısı arttı.
Yine de idamı yasaklıyorlar. Katiller de aynı şeyi yapsa ya...
106
107
Medeni insanlar, çağdaş insanlar, yangına körükle gidip,
savaşları hızlandırıyor.
İnsanlık tarihi boyunca hangi canavar bu kadar insan öl-
dürmüştür?
Demek canavarların yapmadığını yapana da "insan" diyo-
rit.
* * *
Beş milyar insan!
İnsanların sayısı arttıkça çevre kirlendi, hava kirlendi, eller
kirlendi, vicdan kirlendi.
İnsan elinin değdiği herşey bozuldu. Çünkü kötüler ekseri-
te.
yette.
Devlet denince hep vergi geldi aklıma
Jandarma deyince kırbaç...
En gümrah ırmaklarım boşuna akıp gitti
Üç beş adım ötesinde toprağım vardı kıraç.
Y.B. Bakiler
Gübreler ve ötesi
Gazetemizde çıkan "Sapıtan kavimler helak edildiler" isimli
dizide, Milattan sonra 79 yılında İtalya'nın Pompei semtinde,
Vezüv Yanardağı'mn lavlar saçmasıyla şehrin haritadan silindi-
ği anlatılırken bir kısım günahlar da sıralanıyor.
Üzerinde durmak istediğim husus şudur: O gün Pompei'de
işlenen günahların hepsi bugün dünyanın pekçok ülkesinde iş-
lenmektedir.
Türkiye her türlü günaha serbesti tanıyıp, günahlara öz-
gürlük verdiğinden, Türkiye'nin Pompei'den geri kalır yanı yok.
108
Bunun için Necip Fazıl:
"Geçenler geçti seni, uçtu papucun dama
Çatla Sodom, Gomore, patla Bizans ve Roma"
Diyerek bu gerçeğe parmak basmaktadır.
Zaten insanın haram işleme kabiliyeti olmasa idi, din ne-
den gelsin?
Yani insanın haram işlemesi "eşyanın tabiatı"ndandır.
İnsanın haramlardan kaçınması ise imanının gücü ve ilmi
nisbetindedir. Bu demektir ki Müslümanlar da günah işleyebi-
lir. Bu sebeple "tövbe" söz konusudur.
Peki:
- Pompei'de işlenen günahlar, surda, işlendiği halde, neden
oradaki insanlar helak edilmiyor?
Felaketler, günah işleyenlerden çok, sevap işleyenlerin du-
rumuna bakar.
Meselâ bir köyde yığınlarla gübre var. Gübrenin olması fe-
laket değildir, gübrelerin bağlarda, bahçelerde ve tarlalarda
kullanılmaması felakettir.
Seve seve haram işleyenler, insanlık âleminin gübresidir.
Haramların zararını görüp, helâllara yönelenler varsa...
Dine uyup, helâlla haramı ayıranlar varsa...
Gerek dil ile, gerekse hâl ile harama dalanları kurtarmak
isteyenler varsa... Artık o kavim helak edilmez. Tam tersine
gübreden faydalanan çiftçiler o beldeyi yemyeşil eder.
Ben günahkarların çokluğundan değil, dindarların becerik-
sizliğinden korkmuşumdur.
- Beceriksizlik ne demek?
Hani, şeker, un, yağ var fakat helva yapmasını bilmemek
katıksız ekmeğe talim etmek...
Ecnebiler kadar cesur olmamak...
Onlar kadar ilimde, teknikte ilerlememek.
Onlar kadar birbirini tutmamak...
Felâketlerin asıl sebebidir.
109
Bankalar kadar da doğru olmayan, Yahudiler kadar da bir-
birini tutmıyan, Almanlar kadar başarılı olmayan Müslüman-
lar, üçyüz senedir felaketlerimizin sebebidir. Vezüv'ün patlama-
sına gerek yok!..
Bir genç "Kıyamet Alâmetleri" isimli kitaptan bir iki sahife
okuyup:
- Ağabey bunların hepsi çıkmış, neden kıyamet kopmuyor?
diye sordu.
Dedim ki: Günah işleyenler var amma, sevap işleyenler de
var. Hatta öyle bir devirde yaşıyoruz ki haram işleyenlere mevki
ve makam dağıtılıyor... Haramlar alkışlanıyor... Haramzadeler
medeni, çağdaş sayılıyor...
Sevab işleyenler ise itilip, kakılıyor, horlanıyor.
Buna rağmen hâlâ sevap işleyenler varsa, bu demektir ki
samimi Müslümanlar da var. İşte onların yüzüsuyu hürmetine
kıyamet kopmuyor ve kopmayacak.
"İmanı kâmil var oldukça, kıyamet kopmayacaktır!"
Siz güldeki dikenden korkmayın, hiç bir zaman gül ağacını
kesip, ocağa atmazlar. Hatta gülün hatırı için, dikene ilişmezler.
Gevenleri ise keser, söker yakarlar.
Müslümanlar insanlık âleminin gülüdür, onlar oldukça, di-
kene bile rahmet yağacaktır.
Ne zaman ki çiçeksiz, meyvesiz dikenler kalırsa, o zaman
onlar ateşe verilecek.
Öyle ise dikenin yanmasının sebebi, gülün olmamasıdır.
Geceye sebep olan güneşin batmasıdır.
Bahçıvan yoksa gübreyi tezek yapar ve yakarlar.
Bahçıvan varsa, her taraf gül, gülistan olur, yılanlar
korkutmasın!.
sem
110
Gel kardeşim, engelleri birden aşalım, gel,
Seller gibi dâvada beraber tasalım gel,
Bayraktaki rüzgar gibi destanlaşalım gel,
Allah'a giden yolda beraber koşalım gel,
Bin derdini islâm ilinin paylaşalım gel!...
A.U. Kurucu
Herşey hareket halinde...
İnsan çok konuşan, çok hareket eden bir mahlûk. İnsandan
başka her varlığın hareketi sınırlı olduğu halde, insanın hare-
ket ve kabiliyetine sınır konmamış. Amma insan başı boş da bı-
rakılmamış, ona İslâmiyet gönderilmiş.
İyiliklerin bütünü İslâmiyet'tedir, İslâmiyet'in dışında iyilik
olamaz. Eğer Müslüman olmayan kimsede, iyilik namına bir şey
görürseniz, biliniz ki, o da İslâm'ın mâlıdır.
Meyveler nasıl kemale erer, olgunlaşırsa, İslâm'ı yaşayan
mü'min de kâmildir. Böyle bir mü'minin en büyük düşmanı,
şahsi günahlarıdır.
Bir tek ahlâk vardır, o da haramlardan kaçmak, helâlleri,
yapmaya çalışmaktır. Haramlardan kaçmayanın (İslâmî mânâ-
da) ahlâkı yoktur.
Ahlâk'ın mânâsı insanlara, milletlere ve ülkelere göre de-
ğişse de, insanı yaratan kim ise, insana en güzel hayat tarzını
öğreten de O'dur. Öyleyse, en güzel yaşama biçimine ahlâk diyo-
ruz. İslâmiyet bir hayat tarzıdır. Bu sırrı yakalayamayan
mü'min, İslâmiyet'i kitaplara bırakmış demektir.
En büyük bela, Müslüman'ın İslâmiyet'i yaşamamasıdır.
Zaten cehalet de hakla bâtılı karıştırmaktır, bilgisizlik değil.
Eğer gerçekten cesur bir kimse iseniz, İslâmî yaşamaya
gayret ediniz. Zira İslâmiyet'i yaşamayanlar esaretin en kötüsü-
ne düştüler ki, o da, kötü alışkanlıklardır. Kahveler, meyhane-
ler, yalancılık, dolandırıcılık, insanların ayağında pranga gibi-
dir, pranga mahkûmları camiye gelemez!..
Haramlar ne kadar pranga ise, helâller o kadar özgürlüktür.
111
Nefsinizden fazla şikayet etmeyiniz. Zira harama meyleden
nefsinizi helâle döndürüp, aynı nefisle velayet makamına çıka-
bilirsiniz. Herşeyin iki yönü vardır: Ateşle evi de yakar, yemek
de pişirebilirsiniz.
Sabır, sıhhatinizin ve huzurunuzun bekçisidir. Ağzınızda
manevi bir süzgeç bulunsun, kötü ve kaba kelimeleri dışarı bı-
rakmasın...
Günahlardan kaçmakta ve sevap işlemekte inat ediniz.
Böylece inadın sırtına binip, cennete gidiniz.
Nasıl ki her gemide pusula varsa... Nasıl ki gemiler gide-
cekleri yeri pusulayla tayin ediyorsa...
İnsan, zaman okyanusunda giden bir gemidir. Bid'at ve da-
lalet kayalıklarına çarpmadan ebedi saadete ulaşmak istiyorsa
İslâm pusulasını kullanmalıdır.
Çünkü herşey hareket halinde fakat herşey bir nizam için-
dedir. Acaba insan başıboş mu bırakılmış? İnsanın nizamı ne-
dir?
Öyle ise "Allah'a sığınıyorum" diyen mü'min, Sünnet-i se-
niyye kalesine girip, kurtulmalı. Allah'tan yardım isteyen, İslâ-
miyet'i yaşamalı.
Zira İslâmiyet'i yaşamak, devamlı şükürdür. "Elhamdülil-
lah" diyen mü'min, İslâm'ı yaşamıyorsa, harama da şükredilmez
ki...
İslâm'ı kolay yaşayabilmek için, İslâm'ı yaşayanlarla bera-
ber olmalı. Zira İslâmiyet cemaat dinidir.
Camiler cemaati, cemaat da imamı davet eder. Yeryüzü de
bir camidir, bu camiye de imam gerektir, yeter ki "Cemaat-i
kübra" denilen o ümmet bulunsun.
Neden bir avuç Sahabe süper güç olurken, bir buçuk milyar
Müslüman sürünüyor?
Bu sorunun cevabını araştırdığımızda, bu yazının mahiyeti
daha iyi anlaşılır.
Deli gibi âşık olsa da güle
Kim acır çöllerde öten bülbüle
Bir gün alev alev yanıp da küle
Dönmek istiyorum, dönemiyorum
N. Genç
İnsan menfeatinin ve zevkinin peşinde koşar.
Din burada meydana çıkar, helâlla haramı gösterir.
Helâl-haram şuuruna eren sadece insandır, başkası değil.
Bu şuurdan mahrum olanlar fizyolojik yönden insan sayıla-
bilir.
Bunlara insan dememek, ilk nazarda kötü görünüyor. Fa-
kat ilimle, ahlâkla, hakla, hukukla alâkası olmayana ha insan,
ha kedi denmiş, ne fark eder.
Çünkü hayvanlar ilimle, ahlâkla, hakla, hukukla alâkadar
olamaz.
İnsanın şekil bakımından herhangi bir hayvana benzemesi
mümkün değildir fakat huy ve davranış yönünden pekala ben-
zeyebilir.
Evlenirken nikâhı düşünmeyen insanın kediden ne farkı
i var?
Katır gibi çifte atan, köpek gibi havlayan, aslan gibi parça-
layan, domuz gibi pis kokan kimseler, maddeten değilse de ma-
nen bir şeylere benzetemektedir.
Maddeten ve manen insan olmanın yolu,ilimden,ahlâktan
ve hukuktan geçmektedir.
Öyle ise kendini sevmiyen insan, ilimden, ahlâktan uzakla-
şandır.
Bunlardan uzaklaşan neye yaklaşıyor, düşünsün...
Agop'un kazı gibi düşünenler de kendini sevmiyor.
Hele hele:
içkiyle aklını karartanlar...
Kumarla iflas edenler...
112
113
Kahvelerde zamanı öldürenler...
Dedi-koduyla düşmanlık tohumu ekenler...
Boş laflarla çürüyenler...
Kendilerim hiç mi, hiç sevmiyor. Hatta bu insanların kendi
kendine düşmanlığı kadar başkasının onlara düşman olması
mümkün değildir.
Hapishane hayatı insana uygun değil amma, hapistekilerin
de pek çoğu insanlığını yitirmiş...
Özellikle katiller "Düşmanım var" diyor, bunlar, hiçbir za-
man kendi kendilerine düşman olduğunu bilemiyecek, anlaya-
mayacak. Çünkü:
"Cehalet kötülüklerin anasıdır."
Çeşitli sebeplerle köy köy, şehir şehir dolaşıyorum, her yer-
de boş, aylak, gençler görüyorum:
- Bunlar kendilerine düşman!
Diye haykırıyorum.
Boş zamanlarında lisan veya sanat öğrenmeyen...
Gençliğini boşa harcıyan insanlar yaşlandığında işsizliğin,
fakirliğin çukuruna düşecek.
Şimdi siz söyleyin, bu ayaklar kendine dost mu?
Şarkılar, türküler, oyunlar...
Filmler, solistler, videolar...
Ekran veya perde karşısında ömrünü tüketenler...
Hoparlörle beyni yıkananlar...
Bunlar kendine dost olabilir mi?"
Şu anda R.Arden'nin yazıp, İbrahim Berkalp'in 1943'te ter-
cüme ettiği "Kendini Sevindiremeyen Adam" isimli kitap önüm-
de duruyor.
1943 nere, bugün nere? Aradan elli sene geçmiş. Elli sene
evvelki gayretim bugün bu makaleyi ortaya koydu.
Evet kendini sevdirmeyen, hatta kendinden nefret ettiren
insan çok.
Fakat kendini sevmiyen insanlar da var. Zevkinin, menfa-
atinin ateşine yananlar, hem kendini sevmez, hem de sevdirmez.
Pekçok yaşlının zor duruma düşmesinin sebebi budur.
Biraz evvel sözünü ettiğim kitabın fiyatı "yüz kuruş"muş,
yani bir lira.
Aynı kitabın bugünkü değeri yirmi bin... (1993)
İnsanımız değer kaybettikçe paramız altından pula döndü,
gavur parası kıymetlendi bizimki düştükçe düştü. Çünkü:
Zamanın kıymetinim bilmeyen insan ve ona bağlı olan her-
şey kıymetini kaybeder.
Böyleyken ne mürteci, ne mason, solcu olduk;
Hak yolunda yeniden seferber, yolcu of dük!..
Kafilemiz perişan, hakir imiş, ne çıkar?
Hanemiz viran, harap, fakir imiş, ne çıkar?
Asil milletimizin sevgisi yeter bize,
"O"nun dertlerini dert edindik kendimize!...
Aşık Fedai
Kuvvetler dengesi
Herşeyi yaratan Allah olduğundan, herşeyi birbiri ile irti-
batlamış, bunlarla ilgili çok az sayıda kanun koymuştur. Mesela
bir ağaçla ilgili kanun, bir devlet için de geçerlidir.
Ağacın (dış dünyasındaki) güneşle, havayla, toprakla, suyla
sıkı bir ilişkisi olduğu kadar, kendi alemindeki kökten, meyvaya
kadar her unsuriyle de irtibatı vardır.
Bunun için devleti, devletler arasında ele almalı, onların
Türkiye'ye tesirini bilmeli. Bu devletlerin çoğu güneş olsa, ülke-
mize doğmaz; bulut olsa damla su bırakmaz; hava almamızı hiç
istemez; bırakın toprak olmayı, toprağımıza göz diker. Burada
kuvvet, oyunu bozar.
Devletin kendi iç alemine gelince, burada en önemli rol oy-
nayan ilim ve tekniktir.
114
l
İlim ve tekniğin düşmanı da kahveler, meyhaneler ve bar-
lardır. Bunun için, ilimde ve teknikte ilerlemek isteyen devlet
(veya millet) mutlaka ahlâk anlayışım tayin etmelidir. Böylece
bünyesi güçlenir.
Milletin kökü mazidir. Yaprağın kökten su istemesi gericilik
olmadığı gibi, aynı yaprağın güneş ışınlarıyla gıdalanması
(özümleme yapması) da ilericilik değildir.
Kirazın da gövdesi var, kavağın da... Biri meyva verir, öbü-
rü püskül. «
Kirazın kuruması, istenmez, kavak ise kesilir kereste olur.
Bir milletin meyvası ilim, teknik ve ahlâktır. Bunlara sahip
olanın hayat hakkı varken, olmayan parçalanır.
Her ağacın yaprağı vardır amma meşeninki ile asmanınki
aynı değildir.
Akasya da çiçek açar, elma da. Biri meyvaya dönüşür, öbü-
rü dökülüp gider, geriye dikenleri kalır.
Meyva, çağala devresinden başlar, kemale erer ve çekirde-
ğinde ebediyeti yakalar.
Nasıl ki kökleri çürüyen ağaç ayakta duramazsa, mazisini
(geçmişini) inkâr eden milletler ve devletler de sallanır.
Müslüman Türkiye'nin şanlı geçmişi ile irtibatını kesmesi,
İslâmiyet'le irtibat kuramaması yeşil yaprakların kızarmasına
sebep olmaktadır.
Tarlaya ekin ekilmezse, dikenler kendiliğinden biter. Diken
ekilmez!..
Sosyalizm, komünizm ve kapitalizm gibi ideolojilerin kendi
kendine tükendiğini veya tükeneceğim sanmak büyük gaflettir.
Tarlasını sürmeyenin, ekin ekmeyenin, dikenlerden şikayete
hakkı yoktur.
Kaldı ki fuhuş, içki, tembellik ve beceriksizlik gibi ahlâksız-
lıklar, ideolojilerden daha tehlikelidir.
Devrimlerin yetmişinci yılında kültürden, ekonomiden, poli-
tikaya kadar büyük sarsıntıların his edildiği bir zamanda "dev-
rim" kelimesiyle devirmenin eş anlama geldiği zannedilebüir.
116
Köklerin kesilmesi devrim ise, ağacın devrilmesi gerekmek-
tedir.
"Hayatta en hakiki mürşid ilimdir" denmiş.
Halbuki:
Harf harf ilim yağdı üzerimizden
Kimimiz gül olduk, kimimiz diken!..
Dekart'm akla verdiği önem de kumar masasında tükendi,
çünkü kumarbazların bütünü akıllı.
Hele hele "meyva" adına öyle çağalar türedi ki hamlığın acı
burukluğu, kemalatı mumla arattı.
Evet, ağaçtaki nizama dikkat edilirse, millet de, devlet de
nizamını bulmuş olur. çünkü Nazım-ı mutlak tektir. Kâinata ni-
zam veren kim ise, İslâmiyet'i gönderen de O'dur.
Müslüman'ın İslâmiyet'le ilgisi kesildiği müddetçe ağaç sal-
lanır, yapraklar sararır, meyvalar olgunlaşamaz!.. Tıpkı kökleri
kurumuş ağaç gibi...
Gövde çürürse onu kim ayakta tutabilir?
Meyve tırtılları, ağaç kurtları
Giriyor kabuktan öze bu gece.
Boşalan şehirler gibi terkettik
Yaz bahçelerini güze bu gece.
A.O. Hacıtahiroğlu
Türkiye'de ziraat
Küçük arazilerde yapılan ziraat, çalışanları geçindirme-
diği için göç başlıyor. Gençler şehirlere göçerken yaşlılar köy-
lerde bekliyor. •
Neyi beklediklerini kendileri de bilmeden zamanı öldü-
rüyorlar.
Zaman ölürken ortada dipdiri meyyitler kalıyor.
117
Verimli araziler verimsiz oluyor. Bağlarda, bahçelerde
ağaçlar kururken, maddi.ve manevi yeşile hasret!
Ziraat fakülteleri, ziraat teknik okulları tüketici yetiştir-
diği için, ne toprağın, ne de sermayenin karşılığı alınıyor.
Meralarda yağmur sularıyla büyüyen otlar, hayvanlara
yetmiyor.
Nehirlerden, yeraltı sularından faydalanmakta o kadar
geriyiz ki, temmuzun yarısında her taraf bozkıra dönüyor.
Her geçen gün hayvan besliyenlerin sayısı azalırken, Do-
ğu Anadolu'da deri fabrikaları kurulamıyor.Büyüyen şehir-
ler, ovaların kanına girerken, dağlarda ormanlar bitiyor, ma-
den ocakları açılacağına kapanıyor.
Öyle bir devletiz ki, halen nehirler denizlere dökülüyor,
halen dağlar açılmamış, sanayi kurulmamış.
Japonya'da "tepsi serası" geliştirilirken, Hollanda "toprak-
sız ziraafle bol bol sebze yetiştirirken, Ziraat Bakanlığı'nın ve
ziraat fakültelerinin "topraksız ziraaf'ten haberi yok.
Hollanda "topraksız ziraaf'le bir domates fidesinden yir-
mi altı kilo domates alırken, bizde sadece altı kilo domates
alınıyor, onun da bir kısmı tarlada kalıyor.
Kanada'da bire altmış buğday alınırken, bizde bire yirmi
alınmakta.
Türkiye teknolojide ve ziraatte geri kalınca, turizme bel
bağlamakta, bir kısım turistler de ahlâkta Haçlı Seferleri
açarak, İslâmiyet adına kalan son kırıntıları da yok etmek
istemektedir.
Türkiye coğrafi bakımdan dünyanın en güzel ülkelerin-
den biri. Her türlü meyva ve sebze yetişmekte... Üç tarafı de-
nizlerle çevrili.. Her türlü hayvan yetiştirilebilir.
Fakat yeteri kadar üretim yapamadığımız gibi, iç ve dış
pazarlardan da faydalanamıyoruz, organize çok bozuk.
Bu cennet vatanda ziraat mühendisleri boş kalıp, iş
ararsa, öğretim ve eğitimin ne kadar yanlış olduğu kolayca
anlaşılır. Yani ziraat mühendisleri dahi tüketici olarak yetiş-
tiriliyor, üretici değil.
118
Neler yapılabilir?
1- Kavaklık, cevizlik gibi ağaç çiftlikleri kurulmalı, bu
çiftliklere uygun hayvanlar yetiştirmeli.
2- Senede üç defa biçilen yonca gbi otlar yetiştirilip, hay-
vancılık geliştirilmeli.
3- Madenciliğe önem verilip, dağlar açılmalı.
4- Doğu Anadolu'ya küçük küçük barajlar yapıp, ucuz
elektrik üretilmeli sanayi teşvik edilmeli.
5- Rize, Artvin, Erzurum, Bingöl, Batman, Mardin hat-
tında petrol aranmalı.
6- Gölet balıkçılığına hız verilirken, göllerde de balık ye-
tiştirilmeli.
7- Seracılık yaygın duruma getirilmeli.
8- Topraksız ziraate geçilebilmeli.
9- bunların olabilmesi için Milli Eğitim tüketici yetiştir-
mekten vaz geçip, üretici yetiştirmeli.
Türkiye, üç yüz milyon insanı çok rahatlıkla besleyebilir-
ken, işsizden söz ediliyor.
Bir yanda işe yaramayan insanlar işsiz kalırken, öte
yanda iş üretemeyen büyükler mevcut!
Ne yazık ki bu cennet gibi vatanı cehenneme çevirmek
isteyenler var. (1992)
119
"Bu paradır, boru değil,
Gün kazanılır, gün biter.
Peynir gemisi bununla yürür,
Düdük, bununla öter.
Bu paradır, kokla bunu,
Her şeyin başı budur.
Seni katil etti,
Beni memur.
Para ve sermaye
Her para sermaye değildir. Sermaye olmayan para ihtiyaç-
ları teminde kullanılır veya başkasına sermaye olur.
Sermayenin Avrupa'da karşılığı "Kapital"dir. Bankalar ka-
pitali temin ederken, kapitalizm doğmuştur.
Kapitalizm ise ekonomik bir akım (sistem) olmaktan çık-
mış, politik bir nahiyet de almıştır. Yani kapitalizmin olduğu
yerde meyhane, bar, diskotek ve benzeri şeyler bulunur.
Max Waber'e göre: "Kapitalizm Protestan ahlakıyla doğmuş
ve Protestan ahlakıyla yürüyecektir."
Türkiye kapitalizmi aldı, Protestan ahlâkını almadı, İslâm
ahlâkından da ayrılınca ekonomimiz ahlâksız kaldı. Bunun için
bankalar kendi prensiplerinde doğru, İslâm'ı iyi anlayamayan
Müslümanlar da eğri olabiliyor. Bankalar kimsenin parasını ye-
mezken İslâmiyet'i anlayamayan Müslümanlar emanete riayet
etmeyip, borçlannı ödemiyorlar. 1992 kenesinde yedi trilyon li-
ralık çek ve senet ödenmedi. Türkiye'de Müslümanlar, birbiri-
nin parasını yerken, Almanya'da bir tek çek ve senet geri dön-
medi. Onlar, oyunu kaidesine göre oynarken, biz hem kapitalis-
tiz, hem de kapitalist ülkeler gibi ilimde, teknikte ilerlememişiz,
hem de ticaretin kurallarına dikkat etmiyoruz. Böylece faiz mü-
essesesi olan bankalara muhtaç olmuşuz.
Hıristiyan dünyası, parayı SERMAYE yapabildiği için kal-
kınırken, Müslümanlar bunu başaramamıştır.
Müslümanlar da döviz, altın bol. Sermaye yok.
Bir kısım Müslümanlar ise, küçük küçük işyerleri açarak,
küçük sermayeleri ile iş yapmakta...
Halbuki Allah büyük, Kur"an büyük, Peygamber büyük ve
120
İslâm büyük! •
Bu büyüklüklere küçüklükler yakışmazken, küçük işlerin
bütünü Müslümanlara ait.
Müslümanlar KÜÇÜKLÜK'ü seçtiklerinden, gelen kafasına
vuruyor, giden itip, kakıyor... Çünkü bankaların dışında Müslü-
manlar büyük sermaye bulamadı. Bankaların hakim olduğu pi-
yasa ise kapitalisttir. Yani hem Müslümanız, hem kapitalist. İs-
lâm iktisadi ise gündemde yok.
Hatta "İslâm Devletf'nden sık sık söz eden Müslümanlar'ın
bile İslâm iktisadını (muamelât'ı) bilmedikleri acı bir gerçektir.
"Finans kurumları"na banka ismi verilmedi. Finans da,
banka da Latin kaynaklı kelimeler....
- Neden "fınans kurumu" dendi de, "faizsiz banka" denmedi.
Bankalar faiz oranını diledikleri gibi aşağı çekemezken, fa-
izsiz banka nasıl kurulur?
Finans kurumları faizle fiili mücadele etmektedir.
Faizsiz banka kurulduğu gün, kapitalizm gitti demektir. Bu
da rejim değişikliği anlamına gelir ki, süper güçler kapitalist
değil mi? Yani dünyanın hakimiyeti kapitalistlerin elinde bu-
lunmuyor mu? Nasıl olur da kapitalistler: "Buyurun İslâm niza-
mını kurun" der.
Zaten islâmiyeti yaşamak için, başkasından izin alan Müs-
lüman, davayı baştan kaybetmiştir. İslâm'ı yaşamak için kimse-
den izin alınmaz, Allah emreder, Müslüman yapar. Bunu yapar-
ken de İslâmiyet'i en güzel şekilde yaşamış olan Peygamber
Efendimiz'in sünnetine itiba eder ve kurtulur.
Bankalann birer anonim şirket olduğunu düşünürsek, kâr
ve zarara(istinat eden her anonim şirket bankaların rakibidir.
İş bilmiyen, işe yaramayan Müslümanlar şirket kurup, or-
tak toplayınca hepsi battı.
İşinden kâr eden Müslümanlar da ortak almayınca, banka-
ların hakimiyeti devam etmektedir.
Dört prensip tatbik edilse dünyanın en büyük şirketleri ku-
rulabilir:
1- Bir Müslüman, bir işi çok iyi bilecek
2- Bildiği bu işten kâr edecek.
121
3- Kâr ettü işe ortak olacak.
4- Kâr dağıtacak,
Böylece dünyanın en büyük şirketi kurulmuş olacaktır.
Bu şirketler bankalarla, dolayısı ile krapitalizmle mücadele
edebilir.
Şirket çalışmalarında' başarılı olmayan Müslümanlar, İslâm
devleti de kursalar yine kapitalizme muhtaç olur.
Dikkat edilirse "İslâm devleti" olduğunu iddia eden ülkeler
de süper güç olamadığı gibi, süper güçlere de muhtaçlar. Çünkü
bunlar parayı SERMAYE yapamadılar. Parayı sermaye yapan
ülkeler süper güç oluyor.
Parasını sermaye yapamayan Müslümanların çocukları,
her zaman sermaye sahiplerine muhtaçtır. Bu sebeple dövizle,
altınla çocukların geleceğini emniyete almak mümkün değildir.
"Para ve sermaye!" Bu tabir çok önemlidir. Her para ser-
maye değildir, sermaye ise her zaman paraya hakimdir, bu se-
beple paralı kimseler de paralanır!..
Ne haklı iş tuttuk, ne doğru sanat,
Ayağa baş dedik, kuyruğa kanat.
Komaz yakamızı sol meşhur inat;
Ağızda gem, arkamızda palan var!
M. S. Erdoğan
Enflasyon ve Müslüman
İstanbul'da taksi plakaları ikiyüz milyona satılıyor. Halbuki
bunlar bir teneke üzerine yazılmış bir kaç rakam ve harften iba-
rettir.
Taksi plakalarını kıymetlendiren, onların belli sayıda olma-
sıdır. Eğer yeni yeni plakalar bastırılıp piyasaya sürülse, tanesi
on paraya düşer.
Para da öyledir.
122
Devlet para basar piyasaya sürerse, kıymeti düşer, yani
alım gücü azalır.
Devlet para basmasa, o zaman para kıymetlenecektir.
- Peki devlet niçin para basıyor?
Bütçe açığı olduğundan. Yani devletin gideri fazla, geliri az.
Devletin en büyük geliri ihracattır (turizm buna dahil).
İhracatımız iki yönden yetersiz: Birincisi ithalatımız, ihra-
catımızdan fazla olunca "dış ticaret açığı" ortaya çıkıyor.
İkincisi: Mal satıp, teknoloji alıyoruz.
Bütçe açığının diğer sebebi vergi sistemi...
"Kamu İktisadî Kuruluşları" denen KiT'ler de de hatır, gö-
nül için adam alınan "iltimas firmaları" olduğundan, zararı kâ-
rından büyük.
Halkın yeteri kadar yatırım yapamaması, üretim yetersizli-
ği, kalitesiz mal üretimi bunlara eklenince, para pul oluyor, bu-
na da "enflasyon" denir.
Denecek ki:
- Cuma gününde dindar bir gazetede dindar bir yazarın
enflasyonla ne işi var?
Evet, İslâm'ın temel kitaplarında "İslâm iktisadı" diye bir
tabir yok, muamelat var. İktisadi hayat insanı bütünüyle kuşa-
tır. İslâmiyet de insana hitap ettiğine göre, İslâmiyet'i iktisat-
tan ayırmak yanlıştır. Aç insanın Kur"an okuyamayacağı da
açıktır.
Dünyayı terk ettiğini kabul ettiğimiz bir 'zahid' uzlete çekil-
se, sırtındaki cübbe, elindeki ekmek iktisadidir.
Zaten İslâmiyet, insanların arasındaki ilişkileri düzenler.
İhtilafların, kavgaların sebebi üçtür: Para, makam ve kadın!
Bunlar İslâm'a uygun şekilde yerli yerine oturtulsa, hem
kavga biter, hem de Müslümanca hayat başlar.
İnsan zevklerinin ve menfaatinin esiri iken, İslâmiyet ona
"helâl daire'de özgürlük getirmiştir.
Görülüyor ki (helâl veya haram), zevklerin dahi islâmiyet'le
sıkı sıkıya ilişkisi var.
Besmelenin yüzler mânâsından (veya tatbikatından) biri
123
şudur ki: Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
Helâl işe başlarken Besmele çekilir. Haram, bozuk, sahte iş-
lere başlarken besmele çekilmez.
Demek Müslümanlar Besmeleyi anlasaydı ekonomimiz (ik-
tisadî hayatımız) düzelirdi.
İslâmiyet mükemmel bir dindir. Bu dinin mensupları da
mükemmeldir. Dolayısı ile onların iktisadî hayatı da mükemmel
olur.
Eğer iktisadî hayatımız mükemmel değilse, İslâmiyet'le
Müslümanların arasına birsürü mamalar konmuş demektir.
İslâmiyet'i bilmeyen, yaşamayan Müslümanların mükem-
meliyeti nasıl olur?
Mükemmel olmayan Müslümanın hangi işinde, hangi ha-
linde kemâlat aranır.
Paradan evvel Müslüman enflasyona uğradı. Müslümanın
kıymeti azalınca, paranın kıymeti de düştü.
Parayı altın etmek mümkün amma, "24 ayar Müslüman'la-
rın sayısı artsa...
TSE damgalı mallar üretiyoruz amma, TSE damgalı insan
yetiştiriyor muyuz?
İnsanlar, insana kurt (düşman) olursa, bunun dinle, imanla
ne alakası var? (1990).
Sallanan bir ağacın olgun meyvesi düşer,
Plansız iş yapanın, encam hevesi düşer,
islâm ile şuuru işlenmezse bir gencin
Nihayet kafasına cehlin güvesi düşer.
B. Coşkun
Anonim şirketleri başarıya
götüren prensipler
1. Yönetim kurulu başkanı, personel arasında geçimsizlik
çıkarsa ve kâr düşerse müdahale etmeli.
124
2. Her şahıs kendi işini çok iyi bilmeli ve yaptığı işi mükem-
mel yapmalı.
3. Hedef meşru kârdır.
4. Firmanın iç tüzüğü olmalı, yoksa herkes günlük, hafta-
lık, aylık ve üç aylık işlerini plajılamalıdır.
5. Anonim şirketlerde iki şeye büyük ihtiyaç vardır: Biri
mal sahibi gibi çalışanlar, ikincisi: Teftiş heyeti.
6. Mal sahibi gibi çalışanlar sadece şirketin menfaatini gö-
zeten kimselerdir. Bunlar mala sahip çıkar, geliri artırır, yeni iş
sahaları bulur.
7. Arkadaşları arasında geçimli olmayanın, teftişi kabul et-
meyenin evvela işi değiştirilir, sonra işten çıkarılır.
8. En geç üç ayda bir delilli bilanço çıkarılmalıdır. Bilgisa-
yarlara itimat etmeyip, fiili sayıma da gidilebilir.
9. Firmada itimat ve itimatsızlık söz konusu değildir, her-
kes teftişe tabidir, herkes usulüne göre, kanunlar çerçevesinde
çalışmalıdır.
10. Her yönetici, mahkemede ifade verecek ve beraat edecek
şekilde çalışmalarını düzenlemeli, evraklarını buna göre hazır-
lamalıdır.
11. Herkes, her mesele için yönetim kurulu başkanına gide-
bilmeli, buna müdürler mani olmamalıdır.
12. Şirketlerde ispiyonculuk sözkonusu olamaz, herkes her
aksaklığı müdüründen, yönetim kurulu başkanına kadar bildir-
meye mecburdur.
13. Hapse girmemek için Türk Ticaret Kanunu'na, cehenne-
me girmemek için de İslâmiyet'e dikkat etmelidir.
14. Avrupalılar en kötü adamı en iyi şekilde çalıştırırken,
bizimkilerin en iyi adamı en kötü şekilde çalıştırmalarının sebe-
bi/yönetim bilgi ve kabiliyetinin noksanlığmdandır. Dolayısıyla
bir şirkette ne kadar az problem çıkarsa, şirket müdürü o kadar
başarılıdır.
15. Her yönetici, personelin hatasını bulmak için değil, per-
sonele yardımcı olmak için tedbirler almalı, teftişler yapmalıdır.
125
16. İstişare bağlayıcı değildir fakat azami ölçüde istişare
yapılmalıdır.
17. Her hatadan evvela müdürler ve daha üstteki kimseler
mesuldür.
18. Personel ücretlerini kısarak gelir artırımına gitmek, ka-
zancın iyi olmadığım gösterir, tedbir alınmalıdır.
19. Toplantılardaki sohbetin konusu daima geliri artırma
yönünde olmalıdır.
20. Her şahsa dosya tutulmalı, her türlü durum bu dosyaya
işlenmelidir. Terfi ve maaş artınım bu dosyaya göre yapılmalıdır.
21. İşe alınan her şahıs deneme süresine tabi tutulmalı, her
iş teklifine açık olmalıdır.
* Bu prensipleri tatbik eden firmaların başarılı olduğu, tatbik
etmeyenlerin zor durumlara düştüğü görülmüştür. Şurası hiç
bir zaman unutulmamalı ki: İnsanın insana üstünlüğü yoktur,
insanları başarıya götüren prensiplerdir.
Kurulduğu günden beri böyledir
Biri gülmüş, biri bakmış bir dünya
Değişmemiş yine aynen öyledir.
Biri yanmış, biri yakmış bir dünya.
H.C. Alpay
Savaş zarureti
Bu acı gerçeği anlatabilmek için "israf ekonomisi"nden söze
başlayayım.
El işlerinden "makina imalatı"na geçip, atölyeler, fabrikalar
kurulunca, "tüketim" hız verildi. Tüketim olmazsa, fabrikalar
çalışmaz, fabrikalar çalışmazsa binlerce, hatta milyonlarca işçi,
işsiz kalır, bu da bir başka felakettir.
İç tüketim kadar ihracat (dış tüketim) da önemlidir. Bu se-
beple gelişmiş ülkeler iç tüketimde israf ekonomisini uygular-
126
, dış tüketimde de PAZARLAR aradılar ve buldular.
PAZAR ÜLKELER'in belli başlı vasfı ilimde ve teknikte ge-
ri olmaları veya geri bırakılmalarıdır.
Geri kalmış ülkeler hammadde ve mal satar, "teknoloji"
alırlar. Mesela Türkiye üzüm, findik, tencere, tekstil satar bilgi-
sayar alır.
Sattığımız şeylerin hepsi maldır, hepsi paradır.
1991 hesaplarına göre:
Otuz milyonluk bilgisayarın ise sadece bir milyonluk kısmı
mal, yirmi dokuz milyonluk kısmı teknolojidir.
Yani Japonya bir milyonluk malzemeyi teknolojik üstünlü-
ğüyle otuz milyona satarken, biz de bu otuz ton fındığı otuz mil-
yona satıyoruz.
Teknoloji satan ülkeler kalkınmış, mal satan ülke geri kal-
mıştır.
İslâm ülkelerinin hepsi PAZAR'dır, hepsi ilimde, teknolojide
geridir.
Denecek ki Milli Eğitim, Avrupa bilimlerinin tamamını öğ-
retiyor, neden ilimde ve teknikte geri olalım?
İki sebepten geriyiz: Birincisi Milli Eğitim üretici değil, tü-
ketici yetiştiriyor, diplomaları ekmek karnesi gibi dağıtıyor.
Devlet okuttuğu her gence iş bulmak zorunda kalıyor. Bunun en
acı örneği Ziraat Fakültesi mezunlarında görülüyor. Bugün bin
beşyüz ziraat mühendisi boştur, iş arıyor. Çünkü bunlar iki ko-
van arı veya dört tane inek besleyemez, bir ağaç dikip verim
alamaz.
İkincisi: Bizde medeni olmak için ilimde, teknikte ilerlemek
yeterli değil, mutlaka içki içmeli, Milli Piyango'ya karşı çıkma-
malı ve kız arkadaş edinmelidir. Bunları yapmazsa hele bir de
memur veya işçi ise mimlenir, soluğu dışarda alır.
Avrupa'da durum tersinedir. Bunun için onlar ilerler, biz ge-
ri kalırız.
İleri ülkeler (süper güçler) ağır sanayi kurmuştur, milyon-
larca işçi çalışır. Ağır sanayi denince akla ilk gelen "Harp sana-
yisidir.
127
Harp sanayisi ancak savaşla ayakta durabilir.
Bu savaş da iki türlü olur. Ya süper güçler diğerlerini birbi-
rine düşürür, İran-Irak Savaşı gibi. Veya süper güçlerden biri
ufaklıklardan birine yüklenir: Rus-Afganistan, Amerika-Irak
savaşları gibi.
Müslümanları kırk altı ülkeye bölmüşler, tıpkı ekmeği par-
çalayıp lokma yapmak gibi.
Süper güçler savaşmaz veya savaş çıkarmazsa ağır sanayi
çalışmaz, işçiler işsiz kalır, bu da hükümeti, devleti sallar.
Hiçbir süper güç İslâm'a hizmet etmez. Müslümanların da
kendine hayrı yoksa, hayırsız günler peşpeşe eklenir.
Eğer "Savaş olmasın" diyorsak "Denge unsuru" olmalıyız.
Müslümanlar da süper güç olursa, o zaman savaş durur.
Yoksa zayıfın varlığı, her zaman güçlüyü mütecaviz edecektir.
Demek ki, savaş, bir haklı sebebe binaen yapılmıyor. Ağır
sanayinin çalışması, işçilerin boş kalmaması, depoların boşal-
ması, ihracatın artması için savaş oluyor ve olacak da. Müslü-
manlar da tepelerine düşecek bombaların parasını, aldıkları it-
hal mallarının bedeliyle öderken, ihracat yapamamak da "Pazar
olma"ya rıza göstermektir.
Artık "ekonomik köleler" vardır, bunların da hayat hakkı,
efendilerinin iznine bağlıdır.
Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam. dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
N. F. Kısakürek
İthalat ve ihracat
Bir memleketin ithalatı fazla ise...
Bir memleket mal ihraç edip, teknoloji alıyorsa... O memle-
128
ket PAZAR'dır. Buna ekonomik kölelik de denebilir.
Ekonomik kölelik, kültürel ve politik kölelikleri beraberin-
de getirir.
1950'ye kadar pek çok vatandaşımızın evinde "teneke soba"
dahi yoktu. "Kendi kendine yetme" prensibi tatbik ediliyordu.
Yani ekeceğiz, biçeceğiz, besleneceğiz. Bulduğumuzu da giyinin-
ce yaşayacaktık. Bunun için zenginler çay içerken, fakirler süt
içiyordu. Çünkü çay, şeker alacak para yoktu amma, süt inek-
ten, pekmez duttan veya üzümden yapılıyordu. Memurlar ve
zenginler yamasız elbise ve ayakkabı giyer. Halk da "Yırtık bü-
yük, yama küçük" diye fakirliğin ateşine yanardı.
O tarihlere baktığımızda ihracatımız, ithalatımızdan fazla
idi. Dolayısıile paramız da değerliydi. Bunun tek sebebi, "ke-
merleri sıkmak" yani fakir yaşamaktı.
Bu fakirlik kütüphanesiz, hatta 'kitapsız' evlerin sayısını
artırmıştı. Cehalet kol gezmeye başlamış, suçlu sayısı kabardık-
ça kabarmıştı.
Demek ki kendi kendimize yetinmekle ithalatı azaltabiliriz.
Dolayısı ile ihracat kendiliğinden artar. Bu formülü, bugün tat-
bik etmek, hemen hemen imkansız.
İkincisi, ihracatı artırabiliriz. Bugünkü ihracatımız üzüm,
pamuk, tütün, incir ve fındık gibi zor üretilen malların ypanın-
da konfeksiyon, iplik, ayakkabı, tencere ve bir kısım madenler.
Son on senede alınan bilgisayarlar, ihracatımızın bütününü
karşılar da geçer bile.
Bilgisayarların ham maddesinin toplam bedeli, ihraç ettiği-
miz malların otuzda biridir. Bunu şöyle bir misalle açıklayalım:
1991 hesaplarına göre:
Otuz milyonluk bilgisayarın hammadde tutarı bir milyon-
dur. Şimdi otuz milyonluk üzüm ihraç etsek, bir tane bilgisayar
alsak, bu demektir ki, otuz milyonluk üzümü bir milyona sattık.
Bu durumda nasıl kalkınabiliriz?
Kaldı ki, Türkiye 'bilgisayar mezarlığı' olmuştur.
Yalnız bilgisayar mezarlığı mı? Cumhuriyet tarihi boyunca
ithal edilen otomobiller, uçaklar, gemiler, radarlar ve bir sürü
129
elektrikli ve elektronik cihazlar, aletler vesaireler... Bunlara
kimyevi ve optik malları da ilave ederseniz, şu sonuç çıkar ki:
Teknoloji alıp, mal sattığımız müddetçe kalkınmamız söz konu-
su değildir.
İslâm ülkelerinin silah, kimya ve optik sanayide ilerleme-
mesine çok dikkat edilmiş.
Silah sanayini kursak sömürülmekten kurtuluruz.
Kimya sanayii kursak, ufak bir değişiklikle kimyevi bomba-
lar yapabiliriz...
Optik sanayii kurarsak kalkınırız. Henüz gözlük camlarını
ve çerçevelerini dahi ithal eden bir ülkeyiz.
Bir kamera yirmi milyon. Ne kadar buğday satacağız ki, bir
kamera alalım.
Bir kamyon buğday bir senede üretiliyor. Bir kamera üç sa-
atte yapılıyor.
Kameranın hammaddesi beş yüz bin lira olduğundan, bir
kamyon buğdayı beş yüz bin liraya sattık demektir.
Bu örneklerden şu sonuç çıkar: Bırakınız ithalatımızın fazla
olmasını, ihracatımız fazla olsa bile yine kalkmamayız. Çünkü
mal satıp teknoloji alıyoruz.
Şimdi bir iplik fabrikası kurmayı düşününüz. Bilmem kaç
iplik makinasına milyarlarca lira ödiyerek alacaksınız (ki, bu
makina demirden, alüminyumdan ve plastikten yapılmıştır).
Pamuğu iplik yapıp satacaksınız.
Yine teknoloji alıp, mal sattınız. Şahsen zengin oldunuz, ka-
pitaliniz var, fakat ülke kalkınamaz, ancak ve ancak şahsi kal-
kınmalar söz konusudur. Bu da batan geminin kamarasında ke-
yif patlamaktan başka bir şey değildir.
130
Kapitalizm ve din
Ulu Tanrım, şu karanlık yolları,
Bizi sana ulaştıran yollar et!
İhtirasla kilidlenmiş kolları,
Birbirini kucaklayan kollar et!
O.S. Orhan
Kapital: Servet, sermaye anlamına gelir. Fakat bakkal dük-
kanını çalıştıran da, uçak fabrikasını işleten de sermayedir.
Hıristiyanlar bankalar vasıtasıyla büyük sermayeleri bu-
lurken, Müslümanlar bunu becerememiş, bankalara muhtaç ol-
muşlar. Zahiri görüntüyle Müslümanlar kapitalizmle bütünleş-
miş, İslâm ülkelerinin bütününde bol bol banka vardır.
Bankalar bir rejimin temsilcisi olduğundan, bankanın oldu-
ğu yerde, meyhane, bar, kumarhane de vardır.
Müslümanlar akraba şirketleriyle büyük sermayeyi yakala-
maya çalışırken (halka açık ortaklıktan kaçındıkları için), dün-
ya piyasasında söz hakkı olan sermayeyi bulamadılar.
Halka açık şirketler kurulamazsa bir avuç insan patron, ge-
risi de işçi olur. O zaman devlet işe el atıp, yatırımlar yapar,
böylece "kapitalist devlet" modeli doğar.
Nereden bakılırsa bakılsın kapitalizm tekelcidir, piyasaya
hayat hakkı tanımaz. Yani insanların ekserisi boğazı tokluğuna
çalışır, her geçen gün işsizlik artar. Bu da çeşitli bunalımlara,
bozulmaya ve ahlâksızlığa yol açar.
Kapitalizmle mücadele eden Karl Marx haklı idi. Teşhisleri
isabetli, tedavisi yanlıştı.
Kapitalist Hıristiyanlar onyedinci asırdan itibaren zaten
dinden uzaklaşmıştı. Karl Marx da aynı fikirdeydi, fakat Müslü-
man sosyalistler bu şablonu İslâmiyet'e de uygulayıp, dinsizliği
sosyalizmin esas saydılar. Bu hal de Müslümanların kapitaliz-
me kaymasına sebep oldu. Müslüman deyince akla sağcı geldi.
Halbuki sağcılığın, solculuğun İslâmiyet'leilgisi yoktur. Müslü-
131
man sadece ve sadece Müslümandır, başka şey olamaz.
(Kur'an-ı Kerim'de geçen, 'Amel defteri sağından, solundan
verilenler1 tabirleri ahirete aittir.)
Bu kitabi bilgilerin yanında, İslâm ülkelerinin kapitalist ol-
duğu, acı bir gerçektir. Şimdi sermaye sahibi Müslümanlar, ka-
pitalizm vebalinden nasıl kurtuluyor? Ona bakalım:
1. Zekat verilecek.
2. Dinî hizmetlere maddeten ve manen destek olunacak.
3. Ortaklık sistemi kabul edilecek.
4. Çalışanlara prim de verilecek.
5. Haramlardan kaçılacak, helâller farz, vacip, sünnet sıra-
sıyla yapılacak.
Bu şekilde çalışan Müslüman, Avrupa gemilerinde seyahat
eden yolcuya benzer. Kamarasının kapısını kapatmış, gemideki
günah yüküyle alakasını kesmiş, ibadetiyle meşgul. Gemi bat-
mazsa bir Hıristiyan ülkesine çıkacak, batarsa kamarasının ka-
pısını bir daha açamayacak...
Öyle ise rejimin adı konmalı: Kapitalizm, sosyalizm ve İslâ-
miyet.
Kapitalizm ve sosyalizm ekonomik isimlerdir. Hem ekono-
mi, hem rejirr, hem ideoloji.
İslâmiyet'i kapitalizmle veya sosyalizmle takviye etmek, İs-
lâmiyet'in noksanlığına inanmaktır ki, dinen çok tehlikelidir.
Öyle ise "İslâm ekonomisi"nden haberdar olmak lazım.
İslâm'da alış-verişler...
Anlaşmalar...
Şirketler...
Malın kalitesi...
Sigorta...
Ücret meselesi...
Narh...
Bunlar gibi "İslâm hukuku"nu dolduran bir sürü meseleler
vardır.
Çünkü her Müslümamn kapitalizmden kurtulması şarttır.
Hem kapitalist, hem Müslüman! Bu iki zıt şeyi bir araya getir-
132
sek de kapitalizm ağır basar, diğerini yutar.
Ekonomi, insanın hayatını kuşatır. Bir şahsın hayatı kapi-
talist, kendisi Müslüman!
O zaman din nazariyede kalıyor. Asr-ı saadet şöyle imiş...
Falan evliya böyle yapmış, Fatih Sultan Mehmed de İstanbul'u
almış.
İyi ama, bugünkü Müslüman İstanbul'u Konstantinopolis'e
çevirdi. Çünkü her köşe başında bir banka var, bankalar ise ka-
pitalizmin temsilcisi... İslâmiyet'i camilerde ara, sokaklar Fran-
sa'ya teslim!..
Anlayım: Kimlermiş dost sandıklarım;
Muhabbetlerini kıskandıklarım?
Anlayım: Ne hoşmuş inandıklarım?
Şu yalan hayatı bana anlatın!
O.S. Orhon
İşin emrine girmek ve iş ahlâkı
Alman iktisatçılarından Max Weber "Protestan Ahlâkı ve
Kapitalizm" diye bir kitap yazmıştı, bu kitap, Türkçe'ye de ter-
cüme edildi.
Protestanlık, Hıristiyan mezheplerinden biridir. Asli İn-
cil'de imana ve ibadete dair ayetler vardır, iktisada ve cezalara
dair ayetler yoktur.
Asıl İncil'de bulunmayan, tahrif edilmişlerde hiç bulunmaz.
Yüz küsur İncil'den elene elene elimizde dört incil var. Bunların
arasındaki muazzam farkları da göz önünde bulundurarak diye-
biliriz ki: "İncil'lerde ekonomiye dair birhüküm yok. Öyle ise
Protestan ahlâkı ve kapitalizm nerden çıktı?
Şair:
Beşerin böyle'delâletleri var
Putunu kendi yapar, kendi tapar
133
Demiş. Tanrı (mabut) yapan insan, neden kendi yazdıkları-
nı tanrının sözü diye ileri sürmesin?
Kur'an-ı kerim ölçülerine göre, Protestanlığın, asli İncil'e
daha çok yaklaştığını söyleyebiliriz. Amma Protestanlık, İncü-
ler'den çıkarılan hüküm manzumesi değil,, insanların akıl ve
deney yolu ile bulduğu gerçekleri din adına ileri sürmesidir. Ka-
pitalizm de öyle.
Bununla beraber Max Weber gibi bir ekonomistin kapitaliz-
me dini veçhe vermesi, yabana atılacak gibi değil.
Bu onların meselesi, gelelim bize: Biz Müslümanlar kapita-
lizmi almışız, protestan ahlâkını gündeme hiç getirmemişiz. İs-
lâm ahlâkından da ayrıldığımızdan, bizim ekonomimiz ahlâksız
kaldı, bunun için, kapitalizmin nirengi noktaları olan bankalar
kadar doğru adam bulmak zor. Yani tahrif edilmiş dinin men-
supları, banka gibi öyle müesseseler kurmuşlar ki, Müslüman-
lar birbirlerine değil, Hıristiyanların kurduğu müesseselere ko-
şuyorlar. İmalat, ihracat ve ithalatta da öyle.
Kapitalizmi İncil'e bağlamak mümkün değil. Peki bir kısım
kapitalistlerin ahlâklı olmasının sebebi nedir?
İş adamı, işin emrine girer. Her iş, doğruluğu, çalışkanlığı
ve becerikliliği emreder. Bunları yapan iş ahlâkına sahip olur-
ken, bunları yapmayanın iş ahlâkı da olmaz (başka ahlâkı var
mı yok mu onu da bilmiyoruz).
Evet iş ahlâkı iki yönden gelişir:
1. İşin başındaki görgülü, bilgili kimseler, personelini ken-
dilerine uygun şekilde yetiştirmeye gayret eder. Bunun için kül-
tür filmleri, konferanslar, dersler, sohbetler tertipleyebilirler.
2. Doğru, çalışkan, becerikli olmayan kimseleri, iş hayatı
başarısızlıkla cezalandırır. Bunu gören ibret alır, ders alır, başa-
rının yollarım araştırırken, karşısına iş ahlâkı çıkar.
Dikkat edilirse hiç bir işin kabahati yoktur. Çünkü her iş-
ten kâr eden de, zarar eden de var. Öyle ise suçlu olan iş değil,
insandır. Neden bir adam falan işte başarılı oluyor da, diğeri ay-
nı işte başarılı olamıyor? Bu sorunun cevabını herkes kendi ha-
yatında aramalıdır.
134
Bir de "İslâm ahlâkı" var değil mi? Ne yazık ki Müslüman-
ların çoğu bu ahlâktan habersiz olduğundan, iş ahlâkı gündeme
geliyor. Halbuki iş ahlâkı, İslâm ahlâkının bir kısmıdır.
Dikkat edilirse Hıristiyanların deneme usulü ile bulduğu
ahlâk kaideleri, İslâmın hükümlerinde vardır. Eğer başarılı iş
yerleri, kuruluşundan bugüne kadarki durumu tetkik edilirse,
bunların İslâm ahlâkı ile geliştiği görülecektir. Bugün, Müslü-
manların en çok muhtaç olduğu kitap; "dünyanın büyük firma-
ları nasıl kurulmuş, nasıl çalışıyor?" isimli eser olacaktır.
Pek çok firmanın tarihçesini okudum, pek çok Hıristiyan iş
adamının biyografisini inceledim, doğruluk, çalışkanlık, bece-
riklilik değişmeyen kaide iken, bu Hıristiyanların içkiden, ku-
mardan ve zinadan uzak yaşadıklarını da müşahede ettim. Me-
sela Pastör'ün, Benjamin Franklin'in hayatı gibi.
İşte asıl terslik burda: Başarılı Hıristiyanlar, Müslüman gi-
bi yaşarken, Müslümanlar haramda başarı arıyor.
Hıristiyanlar, Müslümanca firmalar kurarken, Müslüman-
lar burunlarının doğrultusunda gidip, tökezliyor.
Neticede: İş ahlâkını iş öğretir. İşin dilinden anlamayan iş-
siz kalır, bunun da sonu ekonomik felakettir.
Hemşıhrim, ne sen sor, ne ben açayım;
Özüm l itmez tasa, tükenmez derttir.
Aynı minval üzre, nere kaçayım?
Bu memleket baştan başa gurbettir.
O. Atila
Maddî iktidar manevî otorite
Laiklik sebebiyle devlet dinden uzaklaşırsa, maddi iktidar
olur, maddeye önem verir ve milleti maddeten idare eder. Her
Şey mal, mülk gibi alınıp satılır. O zaman derler ki:
135
- Her insanın bir fiyatı vardır.
Yani rüşvet öylesine yayılır ki, bin liraya da iş gören bulu-
nur, bir milyar liraya da...
Parası olan arabasını dağdan aşırır, olmayan düz ovada şa-
şırır.
Böylece rüşvet başım alıp gider.
Rüşvet ya birisinin hakkını, sırasını almak veya devletten
bir şeyler koparmak için verilir.
Bazı kimseler malım, mülkünü korumak için bazı şeyler ve-
rir ki, buna rüşvet değil, "gasp" denir. Yani insanın malını koru-
ması için başkalarına bir şeyler vermesi...
Madde böylesine hakim oldukça, maneviyat esir düşer.
Fakat insanlar esaret zincirini kırmış.
Bileklerindeki zinciri, ayaklarındaki prangayı koparan in-
sanlar, acaba ruhunu kurtaramaz mı?
İşte maddî iktidarı, manevi otorite böylesine zorlar!
Materyalizm, pragramatizm, naturizm ve darvinizm gibi
şeylerle ayağına yer edenler, halkın manevi davranışlarıyla aya-
ğının altından toprağın kaydığını hisseder.
İlk nazarda madde ile mânâ birbirine zıt gibi görünür. Nasıl
ki, mânâsız kelime olmazsa, ruhsuz beden de olamaz.
Madde iktidarda, maneviyat halkta kalırsa ortaya bir ölü
çıkar.
Bunun için devlet madde kadar maneviyata da sahip çıka-
cak... Halk da maneviyat kadar maddeye önem verecek ki, ha-
yat bulsun.
Laiklik, "Dinle devletin ayrılması" diye tarif edilirse, mad-
deyle maneviyat bölüşülüyor demektir.
O zaman "Devletin malı deniz, yemeyen domuz" diyenlerin
sayısı artar.
O zaman "Devletin kasasına anahtar uydurmak" isteyenler
çoğalır. Yolsuzluklar, tüketiciler, işsizler devleti yer, bitirir.
Halbuki en kötü devlet, devletsizlikten daha iyidir. Bu se-
beple yıkıcı değil, yapıcı olmak lazım.
136
Maddeyle maneviyatı bölüşemeyiz. "Madde devletin, mane-
viyat halkın olsun" diyemeyiz. Bunu dediğimiz anda ölürüz, yok
oluruz.
Allah kâinatta öyle bir nizam kurmuş ki, maddeyle manevi-
yat bir bütün. "Cansız" dediğimiz taşlar bile atomlardan yaratıl-
mış, elektronlar hareketli. Hareketin olduğu yerde HAYAT oldu-
ğuna göre, taş ve demir bile hayattardır. Bu hayat, maneviyatın
taa kendisi...
Herşeyde madde ile maneviyat bir bütündür. Adetullaha it-
tiba eden muvaffak olur. Öyle ise devlet "maddi iktidar" olamaz,
maneviyat da halkta kalamaz. Devletle halk birbirinden ayrıla-
maz, birbirine zıt düşemez. Bunların bütünleşmesi için halk ne
kadar maneviyatçı ise, devlet de o kadar maneviyatçı olmak zo-
runda. Zaten devlet halkın içinden çıkar, sunî şekillenmelere ge-
rek yok.
"Ortaçağ prensipleri" diye dinden uzaklaşanların, milattan
evvelki laiklik prensibini savunmaları, rasyonalizmi de inkârdır.
Laikliğin mucidi Yunanlılar, "modası geçmiş bir fikir" diye
laikliğe sahip çıkmazken, bizim de maddi ve manevi dünyamızı
"eskiciler çarşısı"na çevirmemiz yanlıştır.
Müslüman halk, maneviyatı temsil ederken, laikliği "Dinle
devletin birbirinden ayrılmasıdır" diye tarif etmeye devam ede-
cek miyiz, yoksa buna yeni bir tarif bulacak mıyız?
Laiklik, bir kısım kimselerin gizli emellerine alet olmamalı,
mutlaka anayasada ve ceza hukukunda tarifi yapılmalı...
137
Milliyet dâvası fişka büründü,
Ridâyı diyanet yerde süründü;
Türk'ün ruhu zorla asi göründü,
Hem Peygamber'ine, hem Allah'ına...
R. T. Bölükbaşı
Müslümanların müşterek iş yaparken
karşılaştıkları problemler
Paranın önemi:
İmamı Azam devrinde su dereden, meyva ağaçtan, buğday
tarladan, süt inekten gelirdi. Yani paranın önemi yoktu. Bugün
ise, her şey para ile alındığından, para büyük önem kazandı, bu-
nun için evin erkeği öldüğünde adeta yuva yıkılıyor.
Mevcut ekonomik sistemler:
Eğer bazı kimseler zengin olup, bazıları fakir kalıyorsa, bu-
na kapitalizm denir.
Halk fakir kalıp, devlet zengin oluyorsa, bu da sosyalizmdir.
İslâm ekonomisinde kitle kalkınması vardır. Peygamberi-
miz de, Sahabe de fakir yaşıyordu fakat Hazreti Ömer zamanın-
da hepsi birden öyle zengin oldu ki, zekat verecek Müslüman
bulamadılar, zekat sandıklan ihdas etmek zorunda kaldılar.
İslâmda, servete güvenmek yoktur, sisteme güvenmek var-
dır, o sistem İslâmiyettir, onun en bariz sonucu da ümmettir.
Ümmet, zekatla bağışla birbirini korur, çünkü onlarda şevkat ve
merhaet vardır. Zaten mü'minler kardeştir.
Bugünkü müslümanlarm ekserisi kapitalist olduğundan,
kitle kalkınması gerçekleşemez, bazı Müslümanlar çok zengin
olurken, bazıları fakir kalır. Zenginler de zekat vermeyip, mer-
hametsizce hareket ederse, zengin fakir arasındaki düşmanlık
kapanmaz.
TSE damgası ve Müslüman:
Tüketiciyi korumak, ihracatı artırmak için sağlam mal
üretmek lazım, bunun için de TSE damgası gerekli. Acaba sağ-
138
lam mal yapanlar veya yaptıranlar, bedenen ve ruhen sağlam
insan yetiştirebildi mi? Eğer insanlar da mallar kadar sağlam
olsaydı, bunca çek ve senet dönmezdi. Bankalar kadar doğru in-
san yetiştirilirdi.
Eğer, bir memlekette, çekler ve senetler geri dönüyorsa,
bankalar doğru bir kısım Müslümanlar eğri ise, o memlekette
manen kardeş, maddeten birbirine düşman olan insanlar vardır,
bu da ümmetin teşekkülüne manidir.
Süper güçleri ilerleten, Müslümanları geri bırakan
sebepler nelerdir?
İki tane şeriat vardır: Biri Şeriat-ı garra ki, bu, Kur"an, Ha-
dis ve içtihatların bütününü kucaklar. İkincisi: Şeriat-ı kevni
veya Şeriat-ı fıtridir ki, buna bazı kimseler "Tabiat veya doğa
yasası" demişler. Yani fizik, kimya, biyoloji, cebir, coğrafya gibi
bilim dallarında ne kadar kanun, formül, teorem, denklem var-
sa, bunların hepsini Allah yaratmıştır, bilim adamları bulmuş-
tur. Bunun için tabiat kanunlarının İslâmda karşılığı Şeriat-ı
kavnidir, yani yaratılanlarla beraber gönderilen kanunlar. Su-
larla beraber suların kaldırma kanunu, elektrikle beraber,
elektrik kanunları gönderilmiştir.
300 senedir, Müslümanlar Şeriat-ı kevniden haberdar olma-
dıkları için, kalkınamamıştır. Süper güçler de Şeriat-ı kevni ile
kalkınmıştır. Türkiye gibi ülkelerde Şeriat münakaşaları yapı-
lırken, Hıristiyan ülkeler Şeriat-ı kavni ile kalkınmakta.
Müslümanlar, geriat-ı kevni'yi anladıkları gün, seccade ile
tezgahı bütünleştirmiş olacaklar. Yani namaz kılmak nasıl iba-
detse torna tezgahının başında çalışmak da ibadettir.
Şeriat-ı kavni anlaşıldığı zaman camiyle okul, İmam Hatip
Lisesi ile, sair liseler bütünleşecek. İslâmiyet bir sanat gibi öğ-
renilmeyecek, her Müslüman dinini öğrenecek, helâl kazanma-
nın, helâl yere para harcamının ibadet olduğu anlaşılacak.
Neden böyle oluyor?
İmam Hatip Liselerinde, İlahiyat Fakültelerinde ve İktisat
Fakültelerinde İslâm İktisadı okutulmuyor. Hiç değilse ilim adı-
na okutulması lazımken, bir asra yakın kapitalizm, sosyalizm,
139
karma ekonomi, mikro ekonomi, ınakro ekonomi okutuldu, İs-
lam İktisadı okutulmadı, kimse de okutulmasını istemedi.
İslâm iktisadım bilmeyenler, bu iktisadı nasıl tatbik edebi-
lir? Halbuki Namaz'da okunan Ayet ve Hadisler, çarşıda, pazar-
da tatbik edilmeliydi.
Müslümanlar, İslâm iktisadından uzaklaşınca kapitalizmle,
sosyalizmin hakimiyeti ve kavgası gündeme geldi. Şu anda ka-
pitalizm bozuk. Bu sebeple mallarımız çürük, ihracatımız bo-
zuk, trilyonlarca lira değerindeki çek ve senetler ödenmiyor. Al-
manya ve Japonya gibi ülkelerde böyle birşey yok.
Bankalara gelince:
Bankalar, kapitalizmin nirengi noktalarıdır, yani bunlar bir
rejimi temsil eder, dolayısı ile bankaların olduğu yerde, bar,
dans pilaj vardır.
Bankalar, anonim şirketlerdir, eğer işini bilen, çalışkan,
doğru bir Müslüman iş kurup, kar dsğıtsa, şirketi çığ gibi büyü-
yecek, bu şirketler bankalara muhtaç olmayacak. Böylece kar-
zarar esasmca çalışan şirketler, banka müşterilerini çekecektir.
Şirket kuracak şahsın vasıfları nelerdir:
1. İşini iyi bilecek. Yani bir şahıs hangi işi iyi biliyorsa, o iş
üzerine şirket kuracak.
2. Doğru olacak. Yani kimsenin faraşını yemediği gibi, fir-
satlardan istifade de etmeyecek, kâr dığıtacak.
3. Çalışkan olacak.
4. Kurduğu şirketi, iktisat ilmini bilen şahısların idare ve
kontrolüne verecek.
5. Şeffaf muhasebe tutulacak, her ortak, istediği zaman ge-
lip hesabını öğrenebilecek. Teftişi kalul etmeyen personel bir
gün iş başında bulundurulmayacak.
6. İstişare, itiraz eden şahısların di katılımıyla yapılacak.
7. Hapse girmemek için Türk Ticaret Kanununa, cehenne-
me girmemek için de İslâm İktisadına (Muamelata) dikkat edi-
lecek.
Özetle: Tüketiciyi koruyacak şekilde imalat ve satış yapar-
sanız, ortaklarınıza kâr dağıtırsanız, şrketiniz çığ gibi büyür.
140
Bunun için pahalı adamlarla çalışınız. Öyle adamlar çalıştırınız
]u onların aylık geliri sizinkinden fazla olsun. Çünkü ucuz
adamlarla yapılacak hiç bir iş yoktur.
Bu düzen içinde İslama uygun ticaret yapılır mı?
Yapılır, çünkü Sahabe müşrikler içinde islâm ekonomisini
tatbik derken, Osmanlının son zamanındaki Müslümanlar, Ab-
dulhamid gibi bir veli padişahın idaresinde İslâm ekonomisini
tatbik etmeyip, çöktüler. Demek ki yer ve zaman bahanedir. Be-
ceriksiz insanlar, mazeretlerin arkasına sığınır.
Peki bugüne kadar dindarların kurduğu şirketler ne-
den battı?
1. İnsan bilmediği iş üzerine şirket kurarsa elbette batar.
2. Ucuz adam çalıştırmak, üniversite öğretim üyelerinden
faydalanmamak.
3. Karlı işleri şahsına alıp, az karlıları şirkete vermek.
4. Şeffaf muhasebe yürütmemek, müfettiş koymamak.
5. Kendisini tastik eden insanlarla istişare yapmak. İtiraz
edeni yanına yanaştırmamak.
Siz insanları dünyaya sevk ediyorsunuz:
Zaten dünyadayız, şu cennet gibi dünyayı başımıza cehen-
nem etmemek için İslâmiyeti Sırat-ı müstakimde yaşamak zo-
rundayız. Aksi halde Fransızlar gibi yaşayanlar, Fransızlar gibi
göz yaşı döker.
Haram-helâl ayırmadan kazanç sağlayanlara "Ehl-i dünya"
denir. Helâl kazanmak ibadet olduğundan, bu işi yapanlar hem
dünyasını, hem de ahiretini cennet eder. Zaten önemli olan ev-
vela dünyamızı cennet etmektir. Ahiretteki cennet bunun deva-
mıdır.
"Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır" hadisinde, dünya-
dan kasıt haramlardır. Yoksa Peygamberimiz ve Sahabe de bu
dünyada yaşadılar ve 22 senede süper güç oldular. Tarih şahit-
tir ki ne zaman Müslümanlar İslâmiyeti yaşamışsa süper güç
olmuşlar, ne zaman da yaşamamışlarsa, düşmanın ayağının al-
tına düşmüşlerdir. "İnanıyorsanız üstünsünüz" ayetine dikkat
etmeli. Maddede ve manada üstün olmayan Müslüman, imanını
141
kontrol etmeli. "Veren el, alan elden üstündür" hadisini hatırla-
yan Müslüman, Müslümanların kimlerden yardım aldığını görüp,
İslânıı anlamadığını, gereği gibi yaşamadığını fark etmelidir.
Geleceğin tahlili:
Müslümanların elinde patrol, su ve gençlik gibi üç büyük
enerji var. Müslümanlar ittihad-ı İslâm ile bu enerjiye sahip ç>
kabilirlerse, süper güç olurlar. Bir milyar Müslüman kardeş
olup, süper güç olamazsa: Çin ve Hindistan, ellerindeki imkan-
larla ve iki milyar nüfusu ile Batı'nın üzerine yürüdü mü, evve-
la İslâm ülkelerinin bütünü, sonra Avrupa yerle bir olacaktır.
Her haramın bir cezası vardır, İttihad-ı İslama gitmemenin ce-
zası düşmanın ayağının altında kalmaktır.
Fakat Müslümanların fazla birşey yapamadığını bilen ve
gören Allah, Rahman ve Rahim sıfatlarıyla tecelli edip, ecnebi-
leri kavmiyetçilikle birbirine düşürmektedir. Bu karmaşadan is-
tifade ile, Müslümanlar ayağa kalkabilir.
İslâm medeniyeti nasıl olabilir?
İslâm medeniyetinin 3 unsuru vardır: İlim, teknik ve İslâm
ahlâkı. Artık Müslümanlar ilimde ve teknikte ilerlemeye başla-
dı, bir de İslâm ahlâkına sarılırlarsa, İslâm medeniyeti, İslâm
hakimiyeti geldi ve insanlar nefes aldı demektir.
İslâmiyet:
İslâmiyet, insanların dünya hayatını nizama, düzene bağla-
yan bir dindir. Bunun için, insanla alakalı her şeyi, İslâm esas-
larınca insana en faydalı duruma getirilmelidir. Tiyatrolar, sine-
malar, TRT programları, kulüpler, yurtlar bu açıdan ele alınma-
lı. Lions, Rotary ve benzeri firmaların Müslüman'caları kurul-
malı. Özellikle gençler Müslümanca tahsil yapmalı, Müslüman-
ca çalışmalı. Müslümanlar, Müslümanca yaşamazsa, bu halin
İslâmiyetle ne ilgisi var? Müslümanların Müslüman'ca yaşama-
sı için, Müslümanların paraya hakim olmaları gerek, bunun ba-
şında da şirketler gelir. Müslümanlar, bankaların yerini tuta-
cak, büyük sermaye kaynaklarım bulamadıkları sürece, mahku-
miyetleri devam edecektir.
142
Dervişlik özüne hâkim olmaktır,
Esir-i nefs olan derviş değildir.
Aşkı rehber edip hakkı bulmaktır,
Keşkül, teber, asa, tığ, şiş değildir.
R. T. Bölükbaşı
İşe yaramak
İkinci Dünya Savaşı sırasında esir düşenlerden biri hatıra-
tında şöyle diyor:
- Bir sabah ellerimize tenekeleri verdiler: "Varilleri doldu-
run" dediler. Nehirden su getirip, varile boşaltınca, döktüğüm
suyun alttan çıkıp gittiğini gördüm. Meğersem dipsiz varilleri
doldurmamız emredilmiş. O zaman işe yaramayan, boşuna çalı-
şan bir insan olduğumu anlayıp, üzüldüm.
Çok seviyeli insanmış. İşe yaramadığını, boşuna çalıştığını
görünce üzülmüş.
Birden bire hayalim kahvelere kaydı: Bu adamlar ne işe ya-
rıyor? Ne yapıyorlar? Ya sokaklarda avare dolaşanlar? Eskiler:
"Sokakta boş gezenin ayağına pislik bulaşır" demişler. Şimdiki-
ler de hoşa gitmeyen birşey görünce: "Pislik yapma" diyorlar.
"Kaldırım mühendisi" tabiri de çok hoşuma giderdi. Asfalt-
tan evvel caddeler, yollar kaldırımdı, kaldırımda dolaşan gençle-
re bu unvan verilirdi. Mühendis olduğuna belki sevinenler de
vardı.
Meyhanedekilere ne dersiniz? Dünya akıl ile ilerlerken,
bunlar aklını karartıyor.
"İşe yaramak" tabiri çok güzel! Her insanın, her eşyası işe
yararken, insanın işe yaramaması çok acayip.
Fabrikalar, atölyeler, laboratuvarlar durmadan birşeyler
yapıyor. Birşeyler yapan insan "yapıldığım" biliyor mu? İnsanı
yapan sanatkâr kim? Neden insanı yaratmış? Neden bu âlemi
kurmuş? Bu âlemi kuran, bir başka âlem kuramaz mı? Dünya-
daki hayatımızın hesabını ahirette soramaz mı?
Hayır, hayır ahirete de kalmıyor, işe yaramayan insanlar
143
itilip, kakılıyor. Fakirlik onların belini büküyor. Can sıkıntısı
dünyalarını zehir ediyor... Zira zamanın kıymetini bilmeyen,
kıymetsiz olur. Kıymetsiz insanlar, dünyanın talihsizliği...
Halbuki her insan bir saray gibidir, böyle yaratılmış. Neden
bu saray baykuşlara yuva olmuş?
Saray vardır, haramların yuvası, zulmün mahzenidir. Saray
var, helâlları güneş ışığı gibi yayan, hakkı, adaleti gösteren sul-
tanların yuvasıdır.
Bir mütefekkir helaya bakıp cinas yapmış: "İnsanın içine
giren herşey bozuluyor" demiş. Çünkü insanların ekserisi işe
yaramıyor. İşe yaramayan çürümeye terkedilmiş, durgun sular
kurtlanmış...
Beş milyar insanın belki dört milyarı işe yaramıyor. Kaliteli
mal arayanların çoğu kalitesiz. Bunlar Türk Standartları Ensti-
tüsü'nde kontrol edilse hiç birine TSE damgası vurulmaz. Am-
ma evlerindeki mallar TSE damgalı.
"Tüketici korunmalıdır" diye feryat edenler kendini koru-
muyor. En başta zamanın kıymetini bilmemişler ve bilmiyorlar.
Kavak, çam gibi meyvasız ağaçları kereste yapıyorlar, demiyor
ki: "Ben meyvah mıyım, meyvasız mıyım?" Meyvalı ağaçlar
meyvalarım yemiyor, başkalarına ikram ediyor. Başkalarına
faydalı olmayan insan da meyvasızdır. Yıllar önce alim ve arif
bir şahsa sormuştum:
- Hocam, mü'minle kafirin tarifini bir de siz yapar mısınız?
İki dizinin üzerinde doğruldu, elini uzatarak:
- Evladım, ben beni düşünür, sen de seni düşünürsen olur
gavurluk... Ben seni düşünür, sen de beni düşünürsen, olur
Müslümanlık!
Demişti. O zaman anladım ki, meyva vermeyen ağaçları ke-
sip, odun yapıp, yakıyorlar. Meyvasız ağaçların zaten sonu belli.
Akl-ı maaş, geçinme aklıdır, hayvanlarda da var: Kediler,
kuşlar geçinip, gidiyor.
Akl-ı maad sadece insanlarda bulunur. Geçinmeden sonra,
sanat, din, ilim ve vesaire de lazımmış.
Ya, geçinemeyenlere ne dersiniz? Fakirlik küfre yakındır
144
buyurulmuş.
"İnsanın kendini idare etmesi" her zaman önemli. Kendini
idare edemeyenler, başkalannı idare etmeye kalkınca, mum gibi
yanıp tükeniyor. Sadece kendi yanmıyor, yangın da çıkarıyor.
"Yandım!" diyenlerin sesini duymuyor musunuz?
Kısacası işe yaramayan insanlar, dünyanın tadını kaçırmış.
Bunlara bakınca ölümün dahi nimet olduğu anlaşılıyor. Ölerek
çevresine hizmet edenler az değil. Kıyamete gelince, tahmin
ederim dünya çöplüğü ancak böyle temizlenir.
Haberdar olmayan yerden, semadan
Kalır âzâdeser elbet ezadan,
Nasibin yoktur ey âkil safadan,
Doğar korkunç teessürler zekâdan,
Tokadizade Sekip
Nüfus planlamasındaki
karanlık noktalar
Maddeten ve manen gelişme... Bu ayırıma itiraz eden
çok. Fakat önümüzde bir tatbikat var: İlimde, teknikte ilerle-
miş ülkelerde hürmet ve merhamet öylesine azalmış ki,
gençler çılgınca eğlenirken, ebeveynler "Çocuk beslemekten-
se köpek beslemek daha iyidir" diyor.
Böylece çocuk yerine köpeklerin sayısı artıyor. Hıristiyan
dünyasında genç nüfusun sayısı azalıyor. Yaşlılar da mevcut
sanayiyi yürütemeyecekleri gibi, vatanlarını da koruyama-
yacak.
Devlet, çocuk yapanlara çeşitli mükafatlar vaad ediyor
fakat gençlerin şerrinden, ebeveynleri koruyamıyor.
Her türlü teşvike rağmen Hıristiyanlarda nüfus artışı ol-
muyor.
Bu durumu tespit eden devletler, işçi ithali ile sanayile-
145
rini yürütürken, paralı askerlerle de vatanlarını korumaya
çalışıyorlar.
Fakat!
İslâm dünyasında şu güçler var:
1- Genç nüfus fazla,
2- Gençler, İslâmiyetle irtibat kuruyor,
3- Petrol,
4- Su,
5- Maden yatakları,
6- Ekilmemiş topraklar.
Sırası gelmişken potansiyel enerjiden söz edelim.
Büyük bir göl düşünün, deniz seviyesinden bir hayli
yüksek ve bir sürü çaylar, dereler buraya akıyor. Çıkış olma-
dığından burda potansiyel enerji var, demektir.
Gölün bir tarafını yarsak, o durgun su, acayip bir şekilde
akmaya başlar ki buna da kinetik enerji denir.
Akan bu sudan elektrik elde edilir, hem şehir aydınlatı-
lır, hem de sanayi kurulur.
Bu su ile sulama yapılır, her taraf yemyeşil olur.
300 senedir Müslümanlar, çıkışı olmayan bir göl gibi bü-
yüdüler. Potansiyel enerji tamam. Şimdi ecnebilerin korku-
su, bu potansiyel enerjinin kinetiğe dönüşmesidir.
Amerika, körfez senaryosunun sonunda, 1991'de Arap
petrollerini kontrol altına aldı.
Doğum kontrolü ile genç nüfusun azalmasına, yaşlıların
artmasına çalışılıyor.
Su meselesinde Suriye, Irak ve İsrail gibi ülkeleri bize
musallat ediyorlar.
Avrupa Topluluğu, Avrupa Ortak Pazarı hikayeleriyle
madenlerimize ve ekilmemiş topraklarımıza göz dikiyorlar.
70 senedir çağdaşlık çığlıkları atan devletimiz, halkımızı
ilimde, teknikte ilerletemeyince ümidini doğum kontrolüne
ve turizme bağladı.
Halbuki Almanya'nın teknolojisini, Hollanda'nın ziraatı-
146
nı alsak, vatanımız beş yüz milyon nüfusu besleyebilir. Hu-
zurun temini için de İslâm ahlâkı şart.
İşin garip tarafı Türkiye'de doğmu kontrolü de, aile
planlaması da mevcut. Zengin ve kültürlü ailelerin ya bir
veya iki çocuğu var. Bunlar Avrupa'nın telkin ettiği doğum
kontrolüne karşılar fakat kendileri bu işin gönüllüsü. Bu te-
zadı tespit ettikten sonra, ikincisine geçelim:
Fakir, kültürsüz çevreler bol bol çocuk yapıyor.
Geçim sıkıntısını bahane ederek çocuk yapmamak caiz
değil.
Hem zengin, hem kültürlü, çocuklarını İslâmî yönden en
iyi şekilde yetiştirebilecekler, çocuk yapmıyor... Fakir, kül-
türsüz olup, çocuklarına İslâmiyet adına bir şey veremiyecek
olanlar da çocuk yapıyor, terslikler peşpeşe.
Bu arada pek çok genç, İslâm'a ilgi duyuyor.
İslâm'ın, ilmin, tekniğin dışına kayıp, suç üstüne suç iş-
leyenler de bir hayli var. Hıristiyan dünyasına gerek kalma-
dan bunlar bizi içimizden yıkabilir.
Şu acı gerçek de bilinmeli: Dindar ailelerin % 70'inin ço-
cuğu dindar değil.
Bugün dindar gençlerin çoğu, dindar olmayan ailelerden
geliyor.
Dolayısıyle doğum kontrolüne karşı çıkıp, potansiyel
enerjimizi artırmaya devam edeceğiz. Genç nüfus, büyük bir
güçtür!
147
O sefil doymazlık; ete, kana, paraya
Öylesi bir açlık ki eksilmeyen, bitmeyen
İnsan, ezebildiğince mutlu insan, oğul
Nereye gidersen git hep o tuzak, o dümen.
Ü. Y. Oğuzcan
İktisatta hakim sınıf
İktisaden kalkınan fert, hakim bir güç ortaya korken, ikti-
saden kalkınan akrabalar topluluğu da hakim duruma gelmek-
tedir. Madem ki servetle insanlar bütünleştikçe hakim sınıflar
teşekkül edebiliyor, o zaman şirketler akla gelir. Daha ileri gidi-
lerek, İktisaden kalkınan devletin hakim güç olduğu görülür.
Sosyalist ülkeler gibi. Halbuki sosyalistler "işçi sımfı"nı hakim
güç yapmak isterken, işçileri hem mahkum duruma düşürdüler,
hem de sendikasız bırakıp, ezdiler.
Sınıf ve zümre üstünlüğünü sadece sosyalizme vermek in-
safsızlıktır. Kapitalizmde de sınıflar, zümreler vardır, kapita-
lizm de devleti "iktisadi güç" haline getirmek istemektedir. Müs-
lümanların ekserisi Amerika'nın tesirinde kaldığından, (sosya-
listler de din düşmanı olduğundan) bir kısım Müslümanlar ka-
pitalizmi tercih etti. Halbuki Müslümamn her zaman tercih
edeceği şey İslâmiyettir. İslâm iktisadından haberdar olmayan-
lar, ister istemez içinde bulunduğu iktisat sistemini kabul ede-
cektir.
Müslümanların duası, namazı, haccı, içtimaî hayata tesir
etmeyip, şahsî hayatlarının dar kalıpları içine sığıştığından, in-
sanların hayatlarıyla ilgili vasıtaları elinde tutanlar "hakim sı-
nıf olup, Müslümanların elinde sadece, tatbikatı olmayan
Kur"an kalmaktadır. İktisadi sınıf çok kere, fikir ve inanç farkla-
rını da bünyesinde eritip, insanlan "iktisadi topluluk" durumu-
na getirmektedir. Bunun için dindar bir ailenin çocuğu, çalıştığı
fabrikada evvela namazı terkeder, sonra kokteyl partilere katı-
lır ve en kısa zamanda elinde kadeh görmek de mümkündür.
Bu, tatbikata konmayan Kur'an'ın elden alınış şeklidir.
148
Cumhuriyet devrinde kızlara tahsil yapma imkanı verildi,
şimdi iktisadi bir başka esaret şekli ortaya çıktı: Yüksek tahsili-
ni tamamlayan kız, inancıyla ibadetiyle, kıyafetiyle çalışacağı y-
er bulamadığı için, evinde oturmak zorunda kalıyor. Bir kısım
evler de deccalı, şeytanı aratmayacak şekilde dini tahribata
sahne oluyor. Böylece inançlı ve tahsilli kız, Türkistanlıların
Rus idaresinde çekmediği işkenceyi, anasından, babasından çe-
kiyor. Çünkü insanların yaşamasınla alâkalı olan vasıtalar, baş-
kalarının, başka sınıfların, başka zümrelerin elindedir. Onlar
öyle bir güç oluşturmuş ki, Müslüman ailelere tesir edip onların
öz evlatlarını ateşe atıyorlar. Sam rüzgarlarının esip, bütün
yaprakları sarartması gibi.
Ekonomik güç devamlı olduğu için, periyot düşünülmüyor.
Yani bugün ekonomik güç olanın, yarın güçsüz kalacağı, dolayısı
ile bir başkasının ekonomik güç olacağı pek hesap edilmiyor. Bu
hal de ümitsizliklere sebebiyet veriyor. Evet, ekonomik güçlerin
yıkılmasını beklemeye hakkımız yok amma, bir başkası rahat-
lıkla ekonomik güç haline gelebilir. Eğer ekonomik hayata pano-
ramik bakılırsa, periyotlar görülecektir.
Halk arasında, vilayetlerde ve devletler bazında ekonomik
güce ulaşanların aynı zamanda idareci olduğu, idarecilerin de
ekonomik güce ulaştığı görülmektedir. Bunlar yekpare bir sınıf
manzarası gösterip, dağınık olanları idare ederler.
Bu İDARE işi bazan beyinlerdeki düşünceye, bazan da
kalblere kadar uzanır, imana istikamet verirler. Yani insanların
maddi ve manevi hayatlarını kontrol altında bulundururlar. Bu
kontrol selahiyeti sadece ve sadece "iktisatta hakim güç" olma
halinden ileri gelmektedir.
Müslümanlar iktisadı çok dar mânâda ele aldıklarından,
hem kendileri bir sınıf (ümmet) olamayıp, hem de hakim sınıfla-
rın idaresine giriyorlar. Başlarına gelen felaketlerin sebebini
anlayacak durumda değiller, çünkü onlar için iktisat, ipek böce-
ğinin kozasını örmesinden ibarettir. Suyu kaynatanı nasıl gör-
sünler?
İktisadî hakim güçleri göremeyen Müslümanlar, bir birbiri-
ni suçlamakla zafere ereceklerini zannederler. Düşmanını gör-
149
T
meyen, teşhis etmeyen bir kumandanın, zaferden nasibi olabilir
mi? Fertten devlete kadar Müslümanlar, henüz düşmanlarını
teşhis edememiştir.
Siyasi kuvvetin iktisadi kuvvetle bütünleştiği bir devirde,
halen ferdi ve ailevi zenginlikler ve servetler peşinde koşanlar,
seccadenin üzerinde de olsa gafildir.
İslâm'da MÜLKİYET mübarektir, azizdir, hiçbir zaman ter-
kedilemez. Fakat tapulu malını istediği istikamette kullanan
kaç insan vardır? Mesela, sizin arsanız, eviniz, barkınız olabilir.
Fakat bunun içindeki herşey Paris usulüdür. O zaman iktisada
Parisliler hakim ki senin aile hayatına da hakim olmuşlar.
Müslümanlar "Bu mülk benimdir" derken, biraz daha dü-
şünsünler ve etraflarına iyi baksınlar, o zaman şöyle de diyebi-
lirler: "Mülk, Parisliler'in, Moskovalıların, Washingtonlular'in"
da diyebilirler. Çünkü mülkler yabancı kültüre hizmet ediyor.
Artık bir "dünya mületi"nden söz edilebileceği gibi, bir
"dünya ailesf'nden de söz edilebilir. Sınırlar ve hakimiyetler iza-
fidir, istiklaliyet şekilden ibarettir. Basm-yaym sınır tanımıyor,
ekonomi ise tek para sistemine kavuştu bile...
Durma Yunan durma kibrini artır,
Türklüğün başına hakaret yağdır,
Uyuyan bir kavme bu zillet azdır!
Vur eski kölesi utandır onu!
• Bırakma uyusun, uyandır onu!..
Z. Gökalp
Yine teknoloji
Kalkınmanın alameti teknolojidir. Teknolojide ilerleyen ül-
ke kalkmıyor sayılır.
Teknoloji ucuz bir malı pahalı (kârlı) duruma getirir. Tıraş
makinasımn hammaddesi belki bir kaç bin liradır. Teknoloji, bu
150
hammaddeyi otuz, kırk katına çıkarıyor. Daktilo ve ütüde de du-
rum aynıdır. Biraz daha ileri teknolojiye geçersek görürüz ki
hammaddesi çok ucuz olan tıbbi cihazlar, bilgisayarlar, dizgi
makinaları, astronomik rakamlara fırlıyor.
Bilgisayar satan ülke, aslında teknoloji s atıyor Demektir.
Japonya gibi arazisi ziraate elverişli olmayan, maden ya-
takları bulunmayan ve nüfusu kalabalık ülkeler, teknoloji sata-
rak kalkınmıştır.
Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelerin iki şeye ihtiyacı
var: Biri büyük sermaye, diğeri ihtisas elemanı.
İhtisas elemanı olup, sermaye bulamıyanlar da gelişmiş ül-
kelere göç etmiş. Mesela 1949 yılından 1970 yılına kadar Ameri-
ka Birleşik Devletlerine yaklaşık 100 bin doktor, ilim adamı ve
mühendis gitmiş. Amerika bunlara kollarım açarak, eğitim gi-
derlerinde 4 milyar dolar kâr etmiş. Tabii, kalkınmamış ülkeler
de o kadar zarara uğramış.
Bu ihtisas elemanları neden Amerika'ya göçetti?
Lisan öğrenmek, para kazanmak, daha iyi şartlar içinde ya-
şamak için.
Eğer Türkiye'deki firmalar, ihtisas elemanına bu imkanları
sağlarsa onları elinde tutabilir.
Geriye kaldı, büyük sermaye!..
Bir firma ne kadar küçük olursa olsun, kâr dağıttığı müd-
detçe büyür.
Mesela, kendini büyük davalara adamış bir şahsın küçük
bir bakkal dükkanı olsun. Bu şahıs yanına bir ortak alıyor. Bü-
yük şirketlere bakıp, çıkacak pürüzlerin bütününü önlüyor. Söz-
leşmelere, kanunlara, maliyeye dikkat ediyor. İş bölümü yapı-
yor. Vazife ve selahiyetler belirleniyor.
Bu küçük bakkal dükkanında iki kişi kâr edip, gül gibi geçi-
niyorlar. Bunların haline imrenen bazı kimseler, işi büyütmele-
rini, kendilerini de ortak olarak almalarını teklif eder. Böylece
bakkal dükkanından markete, ordan da toptan gıda pazarlama-
sına geçebilirler. Bu sırada mum ve çiklet gibi şeyler de imal
edebilirler.
151
T
Denecek ki, bunların teknoloji ile ne ilgisi var?
Birincisi, Türkiye gibi ülkelerde kıymetli adamlar, sermaye
bulamıyor. Sermaye bulmanın yolunu basit bir misalle anlattık.
İkincisi, kıymetli adamlar büyük sermaye bulunca, serma-
yelerinin bir kısmım teknolojiye ayırabilir. Bugün daktilo yapar
yann elektronik dizgi makinalarma geçebilir. Ecnebi ülkelerden
patent alabilir. Müşterek yatırımlar yapılabilir.
Gelişmemiş ülkelerin en büyük vasfı: Halk, herşeyi devlet-
ten bekler. Devlet ise belli seviyenin üzerine çıkamaz. Çünkü
halka göre devlet olur, devlete göre halk değil.
Ne yazık ki İslâm ülkelerinde doğan çocuğu, ilim, teknoloji
ve fazilet beklemiyor. Oyunlar, eğlenceler ve rezalet beklemekte-
dir. Müslümanlar okul ve işyeri meselesini halletmedikçe hiçbir
şey yapamaz!
Bugün pekçok dindarın çocuğu rezil bir hayat yaşıyor. Çün-
kü o çocuğa bizim eğitimimizi veremedik, işimizde çalıştırama-
dık. Öz evladımızı yabancılara teslim edince, çocuk da yabancı
oluveriyor.
İlim; teknoloji, ekonomi, ibadet sahasında çok mühim yer
işgal ederken, Müslümanlar buna gereken önemi veremiyor.
Yanlış hedeflere taş atıyorlar. Komünistlere, kapitalistlere, ma-
sonlara kızdıkları kadar, kendi beceriksizliklerine de kızsalar,
kurtulacaklar. Herşeyi devletten bekleme yerine kendileri bir-
şeyler yapsalar koltuk değneklerini atacaklar. Kendilerine döne-
miyorlar. İslâmiyet'te bile, başkalarının yaşamasını istiyorlar.
Başkalarını düzeltmeye çalışıyorlar. Kendine dönen "kendine
gelen" insanların sayısı arttıkça şafak sökecektir.
Müslüman, hangi cemaatte, hangi partide, hangi şirkette
olursa olsun, mükemmeli yakalayabilmen', mükemmel olmalı-
dır. Bu mükemmel fertler, aileyi, şirketi, milleti, devleti mükem-
mel eder.
152
En çetin şartlara rağmen, yine şahlanmada din,
Külle örtülmesi mümkün mü o kudsl alevin?
Müslüman birliğinin kendine tekrar dönüşü,
Ruh ve mânâ dolu bir yepyeni dünya görüşü.
Kurtuluş azmini imanlara yerleştiriyor
Kitlenin ruhunu, bir noktada birleştiriyor..
A. U. Kurucu
Ümitsizlik, terakkiye de,
tekamüle de manidir
Hayat mektebinde ders alanlar bilir ki Avrupa'nın terakki
etmesi karşısında Müslümanların geri kalmasının pek çok se-
beplerinden biri de ümitsizliktir.
Ümitsizlik, manevi hastalıklardan biridir, kendini hasta bi-
len, derdine derman arayan, İslâm alimlerinden tabibini,
Kur'an eczahanesinden de ilacını bulmalıdır.
Allah'ın rahmeti her yere müsavi yağan yağmur gibidir.
Gayri müslimler bu rahmetten istifade ederken, Müslümanların
istifade etmemesi, hem büyük bir noksanlık, hem de bir tezadın
sergilenmesidir.
Rahman ve Rahim olan Allah'tan ümidi kesmek "Yapamam,
edemem" demek, aczin ifadesidir.
Allah, ekseri kullarına tekamülün ve terakkinin yolunu aç-
mış, bunun için lazım olan akıl, hafıza, kabiliyet gibi ihsanlarda
bulunmuştur. Amma bilgisizlik, doğru olmamak, çalışmamak,
metodsuzluk üç asırdır Müslümanların başına felaket yağdır-
mış. Ahirette çekilecek ceza bir yana, dünyada bol bol bu suçun
cezası çekilmiş ve halen çekilmektedir. Kendi öz yurdumuzda
bile Hıristiyanlara tanınan din hürriyeti Müslümanlardan esir-
genmektedir. Çünkü maddeten cılızız.
Müslümanlar bir asırdır felaketten felakete, helaketten he-
lakete sürüklenmiş. Her felaket, bir saadetin başı olduğuna gö-
re, artık fecri sadığın emareleri gözükmüştür. Zamanın çarkı İs-
lâm'ın lehine dönmeye başlamış. Bunun için deriz ki: "Umitvar
olunuz, istikbalde en gür seda İslâm'ın sedası olacaktır." Bu ger-
153
T
çeği din düşmanları, bizden daha iyi anladığından, Müslüman-
lara çeşitli bahanelerle yüklenmektedir.
Müslümanlar, manen olduğu kadar maddeten de terakki et-
meye kabiliyetlidir. Hiçbir âyet, hiçbir hadis, ilmin ve tekniğin
aleyhinde bulunmamış, tam tersine teşvik etmiştir. Müslümanlar
Kur'an'a, İslâm'a dönmekle bu gerçekleri anlayıp ilerleyecektir.
Tarih şahittir ki ne zaman Müslümanlar İslâm'a sarılmış, o
zaman ilerlemişler, ne zaman da gevşeklik göstermişlerse geri-
lemişlerdir. Hıristiyanlar bunun aksine bir hayat yaşamıştır.
İncil tahrif edildiğinden, beşeri bir kitap ve beşeri bir sis-
temdir. Elbette iki bin sene evvelki İncil yazarlarının fikirlerine
uyulursa, Hıristiyanlar gerileyecek... Bunun için ne zaman Hı-
ristiyanlar İncil'den, kiliseden uzaklaşmışsa ilerlemişler. İncil'e
sarılınca taassuba kayıp gerilemişler...
İslâmiyet, zamanı yaratan, ezeli ve ebed sultanı olan Al-
lah'ın dinidir. İslâmiyet, kâinata nizam veren Allah'ın nizamı-
dır. Onun için beşeri sistemler yaşlandıkça, Kur'an gençleşiyor
ve yirmibirinci asırda İslâmiyet başa geçiyor.
Eğer biz İslâmiyeti fiilen yaşasak, sair dinlerin tabileri de
İslâm'a girecek.
Ey Müslümanlar ibret alınız: Yıkılan yuvalardan, sönen
ocaklardan ibret alınız. Zaptedilen vatanlardan, esir düşen
Müslümanların durumundan ibret alınız. Düşmanın insafına sı-
ğınmayınız, zira onda böyle bir şey yok. Müslümanlara hayat
hakkı tanımayanlardan yardım istemeyiniz, zira dost görünen
düşman çok. Mütefekkirler, münevverler ibret alınız.
Kur'an şakirdi olan Müslümanlar, İslâmî hakikatleri isbat
yoluyla akla kabul ettirecek bir seviyeye gelmiştir. Beşerin ilim
ve sanayide ileri gitmesi bir kısım ayetlerin daha iyi anlaşılma-
sına sebep olmuştur. Böylece Kur'an, beyinleri fethediyor, Avru-
pa'nın ilim adamları, Kur'an'a tabi oluyor, ey Müslümanlar siz
ne zaman tabi olacaksınız?
Yol açıktır: Hıristiyanların ilim ve sanayi adına yaptığı her
şeyi yapabiliriz. İslâm ahlâkını yaşayarak, dosta ve düşmana gü-
neş olabiliriz. İyi ile kötüyü, hak ile batılı ayırmaları için yol gös-
154
terebiliriz. Yol açıktır. Yeter ki himmetimizi aile çevresinin dışı-
na taşıralım, millete hizmet etmeyi aklımıza getirelim. O zaman
pek çok sır çözülecek, o zaman Müslümanlar ayağa kalkacak!.
Soyguncu soysun da, vurguncu vursun
Sen ana karnında boşa uyursun
Doksan günde gel dokuz ay dursun
Doğmaya gayret et, doğmaya bebek.
Sonra geç kalırsın yağmaya bebek.
A. Karakoç
Zenginlik ve fakirlik üzerine
düşünceler
Bugün "İslâm iktisadı" tabiri yaygın olmakla beraber, böyle
bir tabir Kur'an'da ve Hadisler'de geçmemektedir.
Çünkü İslâm'da iktisat başlı başına, bağımsız bir bilim da-
lı değil, İslâmî ilimlerin bütününde ve ibadetlerin içinde, kısa-
cası insandan ayrı düşünülmeyen bir nesnedir. Psikolojide "ya-
lınlama" .diye bir tabir vardır, yani elmayı, renginden ayrı dü-
şünemezsiniz. Bunun gibi İslâmiyet'i, iktisattan ayn, iktisadı
da İslâm'dan ayrı düşünmek mümkün değildir. Paraya düş-
man olduğunu söyleyen kimselerin, parayla sarmaş, dolaş ol-
duğu gibi.
Elbette ki Müslümanlar helâlından kazanıp, zengin de ola-
bilirler. Yine Müslümanların içinde fakirler de bulunabilir. Son
üç asırdır, zengin fakir durumu değişti. Çünkü bir taraftan ze-
kat unutulurken, öte yanda faiz, zengini, iyice zengin edip, faki-
ri de daha çok fakirleştirdi. Bu da zengin-fakir düşmanlığım do-
ğurdu. Avrupa'da kapitalist, sosyalist çatışmalarına kadar va-
rıp, bu sam yeli, İslâm ülkelerinin üzerinde esince, yemyeşil
yapraklar sarardı.
Daha beteri? Fakirin kaybedecek birşeyi yoktur. Bir canı
155
T
var, belki intihar etmeyi düşünmüyor amma, ölümden de kork-
maz. Zaman zaman yaşadığı hayat, ölümden beter olunca, ölme-
yi mumla arıyabilir. O zaman saldırgan olabilir.
Zengin ise, mal, mülk sahibi oldukça çoluk çocuk sayısı art-
tıkça, bunları torunlar takip ettikçe, ölmek istemez. Bir yandan
ölümden korkarken, öte yanda malının kaybından, yakınlarının
ölümünden de korkmaya başlar, ıstırabı arttıkça artar.
Bu tabloda ortaya çıkan terslik şudur: Fakir İslâmiyet'i öğ-
renip, yaşayamazsa, hangi ulvi dava için hayatını ortaya koya-
cak? Zengin de İslâmiyet'i öğrense ve yaşasa, gerektiğinde haya-
tım ortaya koyamazsa, İslâmiyet'i ne ölçüde koruyabilir?
Meseleyi Türkiye gerçekleriyle ele alacak olursak? 1959'da
eylem planına çıkan komünistler, batıl davalan için az mı can
verdiler? Az mı işkence çektiler? Müebbet hapsi bile göze aldı-
lar, yıllar yılı hapis yattılar.
Bir de anarşistlere göz atalım: Bunların yatması, yemesi,
içmesi, giyinmesi gayet iptidai. Her an başları belada. Her an
vurulabilir de, vurulabilirler de. Herşeyden evvel "Geleceği ol-
mayan by" nesil." Hal böyle iken yollarından dönmüyorlar.
Anarşistle, teröristi aynı kefede değerlendirirsek, hırsızlara
bir göz atalım. Bunlar ister fakirlik sebebiyle, ister ahlâk anla-
yışları yüzünden böyle bir yöne gitsinler amma: Hırsızlar girdiği
evde vurulursa, yakalanırsa, kaybedecek bir şeyi yok. Ev sahibi
ise çok haklı olmasına rağmen, kaybedecek çok şeyi bulundu-
ğundan hırsızdan, karakoldan, soruşturmadan korkar.
Yazımı okuyan pek çok kimse, "Biz, hamdolsun varlıklıyız,
yiyoruz, içiyoruz, gül gibi de yaşıyoruz" diyebilirler. Böyle kim-
seler Türkiye'de çoktur. Çünkü Türkiye, dünya üzerinde benzeri
olmayacak kadar zengin, güzel, dört mevsimi bir arada yaşıyan
bir diyardır. Bu yönüyle, herşeyden evvel Türkiye'nin düşmanı
çoktur. Endülüs Emevileri'ni Franklar'ın, Abbasiler! Moğol-
lar'ın, Osmanlı'yı Avrupalıların imha ettiği unutulmamalı.
Kaldı ki, sakin, güzel bir hayat yaşayan varlıklılar, etrafın-
daki fakirlere, İslâm'ı bilinmeyenlere, kahvelere, meyhanelere
bir göz atacak olursa, geleceği güven altında görmeyebilirler.
156
Tahsil yapamayan, sanat öğrenmeyen, İslâm'dan, ahlâktan ha-
beri olmayan fakir bir çocuk büyüyünce ne olur?
Kahvede ömrünü tüketen, bir gün bir başkasının ömrünü
tüketmez mi?
Meyhanede aklım dağıtan, akılsız işler yapamaz mı?
Bunlara karşı dindarlar, hatta Müslümanlar geleceğini ne
ile güven altına alacaklar?
Devlet, kanun, polis, ordu dediğiniz, insanlardan teşekkül
eden şeylerdir. İnsanın olduğu yerde problem vardır. Bu prob-
lemleri önleyici bir eğitim yapılmış mıdır? Belli bir ahlâkta ka-
rar kılınmış mıdır? Yani güvendiğiniz ünitelerden, o ünitelerin
insanlarından size zarar gelmeyebilir mi? Gelirse bunu ne ile
önleyeceksiniz?
Kısacası fakirliğin felaket, zenginliğin de pısırıklık olduğu
bir devire sürüklendik. Tedbir yok mu, çoook! Çoklarınız bunun
tedbirini almışsınız bile. Bizim vazifemiz hayat laboratuvarla-
nnda olayları incelemektir, bunun için bir kısım acı gerçekleri
gözler önüne seriyoruz. Bunun ümitle, ümitsizlikle ilgisi yok,
düşünelim yeter!
Ezanımdan alışıp tekbire,
Buldunuz mutluluk, imânımla...
Vatan ettim sizi, ey topraklar,
Beş vakit damgalayıp alnımla!
A. N. Asya
Osmanlı Devleti niçin yıkıldı?
Bunun birçok sebepleri vardır amma biz, önemli gördüğü-
müz birkaçına işaret edeceğiz, ta ki ibret alınsın.
15. ve 16. asırlarda ilim adamlarıyla sanatkârlar reform ve
rönesans hareketini başlatırken din ve dil ayrılığı sebebiyle
bundan haberdar olunamamıştır. Lisan bilinseydi bu gaflet ön-
lenirdi.
feft 157
Avrupalılar, okyanuslara açılıp, yeni kıtalar keşfedip, yeni
sömürgeler edinirken Osmanlı bu imkandan mahkumdu. Sö-
mürgeler serveti, servet de ilim ve teknikte ilerlemeyi getirmiş-
tir. Osmanlı, fakirleştikçe ilimde ve sanatta da geri kaldı, Avru-
pa'ya karşı koyamaz duruma geldi.
Büyük ve zengin devletler, Osmanlı tebeası olan kavimleri
isyana sevk etti. Böylece kölelerine mağlup olan bir devlet mo-
deli ortaya çıktı.
Devletin çok geniş sahaya yayılmış olması, merkezi kuvve-
tin her yere yetişememesi, din alimlerinin azalması, bunların
halk üzerindeki otoritesini kaybetmesi acı sonu getirmişti.
Devlet savaşlarda mağlup oldukça, değil ki ganimet topla-
mak, savaşın ağır yükü de omuzlarına biniyordu. Her mağlubi-
yet iç karışıklıklara da yol açıyordu.
17. asır sonunda Viyana bozgunu ile artık yenilmez sanılan
Osmanlılar gitmiş, yerine yenilebilir Osmanlılar gelmişti. Bu da
komşu devletlere cesaret verdiğinden sık sık savaş açıyorlardı.
Devlet kendi gücüyle ordunun ihtiyaçlarını karşılamadığı için
vergiler artıyordu. Bu da halk arasında huzursuzluğa sebepti.
Her savaşta Hıristiyan tebea devletten ayrıldıkça, hem dev-
letin itibarı, hem de iktisadı sarsılıyordu.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında temelleri atılan, Bi-
rinci Mahmut devrinde kesin bir şekil alan kapitülasyonlar, ön-
ce Fransızlara, arkasından Felemenklilerde, Venediklilerde, İngi-
lizler'e geniş ticari imkan hazırlamıştı. Burda dikkat edilecek
husus şudur? Kanuni zamanında devlet güçlü olduğundan kapi-
tülasyonların zararı olmamıştı. Ne zaman ki üretim azalmış,
deniz ticari "filolarımız gelişememiş, o zaman ithalat, yerli sana-
yiyi öldürdüğü gibi, deniz nakliyatı da tamamen Avrupalıların
eline geçmişti. Demek ki düşmanın kuvveti Osmanlı'nın zayıflı-
ğındandır.
Devletin ekonomik durumu bozuldukça, yabancı devletler,
Osmanlı'nın içişlerine karışmaya başladı. Bu karışıklıklarda
Osmanlı milli menfaatmdan çok şeyler kaybederken, diğerleri
kazanıyordu. Özellikle Hıristiyan tebea şımartılarak dağılma
hızlandırılıyordu.
158
Fatih zamanında İstanbul Rum Patrikhanesine geniş imti-
yazlar verilmişti. Osmanlı Devleti zayıfladıkça Patrikhane güç-
lendi. Hıristiyan tebeamn üzerinde geniş bir nüfuza sahip oldu.
Bu da Osmanlı'nın aleyhine siyasi ve ekonomik faaliyetleri ge-
liştirdi. Mesela Fenerli Rum beyleri, dış siyasette Osmanlı'nın
aleyhinde önemli çalışmalar yaptı.
Halk, zenginler fakirler diye iki kısma ayrıldı. Rüşvet arttı.
Gerek zirai ve gerekse sanayi ürünleri azaldı. Böylece kıymetli
adamlar yetişemez oldu. Devlet yönetimi ehliyetsiz ellere geçti.
Mekteple medresenin ayrı ayrı olması, hatta bunların birbi-
rine düşmanca bakması,, sadece Osmanlı'nın değil, umum Müs-
lümanlar'ın faleketiydi. Hiç şüphe yok ki, Osmanlı'yı yıkan se-
beplerin başında öğretim ve eğitim bozukluğu gelir.
Osmanlı ilimde ve teknikte geriledikçe, Avrupa ilerliyordu.
Birinci Dünya Savaşı'nda ilim ve teknik geldi, Osmanlı'yı istila
etti ve tarihten sildi.
Daha geniş bilgi almak isteyenler Yusuf Akçura'nm yazdığı
"Osmanlı Devleti'nin Dağılma Devri" isimli kitaba bakabilir.
Osmanlı'nın yıkılış sebeplerini bilemezsek, yaşamanın, var
olmanın sırlarını yakalayamayız. Güzel şeyler söylemek ve yaz-
mak belli bir noktaya kadar işe yarar, ondan sonrası felaket.
Bugün İslâm dünyasını, ayağa kaldıracak 3 şeydir: İlim,
teknik ve İslâm ahlâkı.
Burada hiç kimse durucu değil,
Hepimiz dünyadan göçmeye geldik.
Kör olan bu işi görücü değil,
İyiyi kötüden seçmeye geldik.
M. F. Gülen
Maddî medeniyet
Manevi medeniyet de varmış gibi hemen buna karşı çıkar-
lar "medeniyet, medeniyettir!" derler. Halbuki maddi medeni-
159
yetten bahseden bizim hocalar değil, Fransız bilim adamların-
dan Fernand Braudel'dir (1902-1985).
Dünya nüfusu arttıkça insanlar üreticilikten tüketiciliğe
dönmeye başladı, böylece para kıymetlendi.
Kıymetlenen para bazı ellerde toplanmaya başlayınca kapi-
tal (sermaye) meydana geldi.
Kapital sahibine "kapitalist" dendi. Kapitalistin özelliği:
Kapitalini artırmaya çalışmak, dolayısı ile diğergam olmamak,
başkalarını düşünmeksizin, egoistçe davranıp, kendi maddi im-
kanlarını daha iyiye götürmektir.
Kapitalistlerin bulunduğu yerde kapitalizmin de olacağı
açıktır.
Kapitalizm, her ne kadar bir ekonomik görüşse de, rejim ol-
duğu da inkar edilemez. Kapitalizmin içinde devlet de vardır.
Bankalar, kapitalizmin nirengi noktalan iken, faiz, bunun
en belli başlı alametidir.
Kapitalizmin esası rekabettir: Ucuza mal edip, pahalı sat-
mak!
Ucuza mal ederken işçiyi, pahalı satarken tüketiciyi ezer.
Kapitalist devletler de pazar arar, ekonomik emperyalizm
kendim gösterir, ekonomik köleler, sömürgeler modeli ortaya çı-
kar.
Dikkat edilirse herşey paranın (kapitalin) etrafında dön-
mektedir. Para öylesine bir kıymet kazanır ki, mü'min bile, "Pa-
ra, mabut değildir amma onun yaptığı işleri yapar!" demeye
başlar, fakat gün gelir ki para bulur, sıhhat ve saadet bulamaz.
Ölüm ise kapitalisti, kapitalden ayıran acı bir gerçektir. Miras
ise çok zaman varisleri çileden çıkarmıştır.
Materyalizmde madde, mabut durumuna gelirken, parayı
bunun dışında mütalaa edemeyiz. Öyle ise, Allah'a inanan Müs-
lüman ya maddeyi, dolayısı ile parayı esir alıp, İslâm'a hizmet-
kâr edecek, veya bunlara esir olacaktır.
Bugünkü Müslümanların genel görünümü: Hakimiyetten
çok, esarettir.
160
Esaretten kurtulmaya çalışan Müslümanlar, muhteşem bir
kavga vermektedir. Bu kavga şahsın kendisinde başlayıp, ailede
ve iş hayatında da devam ederken, devletlerarası bir seviyeye
ulaştığı da inkâr edilemez.
Max Weber kapitalizmin ruhunu Protestanlığa, dolayısı ile
Hıristiyanlık'taki reformlara bağlarken Werner Sombart, Röne-
sans'a uzanır.
Ne olursa olsun, kapitalizm herşeyiyle Hıristiyanların ma-
lıdır.
Yirminci asra pençelerini uzatan vahşi kapitalizm, komü-
nizm canavannı doğurdu. "Kapitalizmin en akıllı çocuğu sosya-
lizmdir" diyenlere bakılırsa, ne korkunç rejimlerin insanları ku-
şattığı kolayca görülür.
Rusya'daki sosyalizm yıkılırken, onun yerine gelen kapita-
lizm, enflasyonu da beraberinde getirdi. Dolayısıyla işsizlik ve
fakirlik çığ gibi büyürken, ağır hayat şartları altında ezilen
halk, tekrar sosyalizmi istemeye başladı: "Hiç değilse o zaman
karnımızı doyurup, birşeyler giyip, başımızı sokacak bir yuva
buluyorduk" diyecek.
insanlar, kapitalizmden daha iyisini bulamadıkları için ona
razı olmuştur. Müslümanlar'ın çoğu kapitalizmle öylesine bü-
tünleşmiş ki, ne yaşadığı hayatın, ne de onun dışındaki rejimle-
rin farkında!.. Müslümanlar sermayesini analiz laboratuvann-
da incelese, Kur'an'ın reddettiği noktalara rastlayacaktır.
Kapitalizmin en büyük özelliklerinden biri de (hiç şüphesiz)
ümmet mefhumunu yok etmesidir. Bu rejim içinde ancak cema-
atler ayakta kalabilir ki, bunlar da kapitalizm çölünde vaha'dır.
"Tek dişi kalmış bir canavar", tek gözlü canavar diye tasvir
edilen maddi medeniyet, kahveleri, meyhaneleri, barları insan-
lığa hediye edip, ekseriyeti fazilet kulesinden, rezalet çukuruna
atmıştır. Kapitalden sermayeye geçemeyen Müslüman, bu çu-
kurdan çıkamayacaktır.
161
Pazarcılar gibi alış-verişle,
Öbür âlem için bir sürü işle,
Az bir sıkıntı, biraz bekleyişle,
Hakk'a giden yolu açmaya geldik.
M. F. Gülen
Neden kalkınamadık?
Lozan Andlaşması 1918 mağlubiyetinin devamı olup, İslâ-
miyet'ten ayrılma karşılığında Hıristiyanlar, Türkiye'ye bir kı-
sım haklar ve özgürlükler tanımıştı.
İlimde, teknikte ilerleyen Avrupa, geri kalanları ezmişti.
Avrupa hayranları Batıcı ideolojiye saplanarak Osmanlı'ya,
Müslüman'a, hatta İslâmiyet'e karşı çıkmıştı.
Demek ki meselenin temelinde Avrupa'nın ilimde, teknikte
ilerlemesi, Osmanlı'nın geri kalması yatıyordu.
Madem ki galip Avrupa, Müslümanların İslâmiyet'ten ay-
rılmasını istiyordu, o zaman, yöneticiler Türkiye'nin ilimde ve
teknikte ilerlemesini sağlamalıydı.
Akla önem verdiler, pozitivizme sarıldılar, ulaşımda, ima-
latta bir kısım hamleler yaptılar fakat kalkınamadık, 70 yıllık
Cumhuriyet'in sonunda halen kıvranıyoruz, sancılar çekiyoruz,
niçin?
Çünkü:
1- Karma ekonomi diye birşey tutturuldu, bunun içinde ka-
pitalizm de, sosyalizm de vardı İktisat fakültelerinde devlet
hem sosyalizmi öğretti, hem de sosyalist avına çıktı.
2- Türk Ceza Kanunu'nun 141 ve 142. maddeleriyle solcu,
sosyalist, komünist avcılığı yapılırken, 163. maddeyle, Müslü-
manın islâmiyete ulaşması yasaklanmıştı.
3- Devlet partisi olan CHP'nin altı okundan biri milliyetçi-
lik olduğu halde, 1944'te Türkçüler tevkif edilmişti. "Ne mutlu
Türküm diyene" sözü pankartlarda kalmış; "Türküm, doğru-
yum" da ilkokul çocuklarının işiydi.
4- Milli Eğitim üretici değil, tüketici yetiştiriyordu. Diploma
162
verdiğine iş de vermek zorundaydı.
5- Bu sebeple Türkiye (Rusya dahil) Hıristiyan dünyasının
pazarı olmuştu. İthalatımız fazla, ihracatımız azdı. Bu da dış ti-
caret açığını... O da dış borçlanmayı getirdi.
6- Devlet tahvilleri faizli olduğundan dindarlar almadı. İç
borçlanma yetersiz kalınca, devlet dış borçlanmalara yüklendi,
bugün bunlann faizini ödeyemiyoruz.
7- Kapitalizm faize dayanır. Bunun için faizsiz banka aç-
mak, kâr-zarar esasına dayalı tahvil vesaire çıkmak devlet ide-
olojisine aykırı düşüyordu. Böylece birileri bizleri karşı karşıya
getiriyordu ki, bu da devletin, milletin birlik ve beraberliğini
sarsıyordu.
8- Kalkınmış ülkeler Türkiye'den İslâmiyet'i kaldırmak is-
teyince, Türkiye'nin İslâm ülkeleriyle ilişiğini de kestiler. Böyle-
ce ihracatımıza büyük bir darbe vurdular.
9- Her milletin kendine göre bir ahlâk anlayışı vardır. Tür-
kiye'de İslâmiyet ve ona bağlı şeyler istenmediğine göre, acaba
ahlâk anlayışımız neydi? Çek ve senetlerin ödenmemesi, hileli
ticaret, kalitesiz mallar, İslâmiyet'ten uzaklaştığımız kadar, Av-
rupa'dan da uzaklaştığımızı gösteriyordu. İcralar tıklım tıklım
dolu, ağır ceza mahkemeleri bile bir günde yirmi davaya bakı-
yor, beşbin kişilik hapishane yapmakla rekor kırmamız, ters yo-
la girdiğimizi göstermez mi?
10- Rüşvet yaygın hal aldı. Devlet malı yağmalandı, K-
İT'ler(Kamu İktisadi Teşekkülleri) hükümetlerin iş bulma kuru-
mu oldu. Torpil (adam kayırma) aldı, yürüdü.
11- Yeteri kadar yatırım yapılmayınca, kahvelerin meyha-
nelerin, hastahanelerin ve hapishanelerin sayısı arttı. İşin garip
tarafı bunlar medeniyetin, çağdaşlığın alameti sayıldı. Soyunan
kadın ilerici, kapanan gerici. Böylece içki içen, kumar oynayan,
kız arkadaş edinen memur baş köşeye oturtulurken, bunları
yapmayan mimlendi, hakkında soruşturma açıldı, hatta işinden
kovuldu. Bankalarda hademenin kapalı, memurelerin açık ol-
ması, kapitalizmi anlatan ibretli bir tablo değil mi?
12- Pozitivizm, atölyeler, laboratuvarlar ve fabrikalar ma-
163
bet haline getirilip; cami, mescid ve tekke gibi mabetler, okulda,
fabrikalarda ve kışlada iltifat görmedi.
13- Doğu Anadolu'nun dağları açılmadı, nehirlerine yeteri
kadar baraj kurulmadı, petrol ihmal edildi.
14- Hollanda'nın ziraatı, Almanya'nın sanayisi alınmadı; zi-
raat ve makina mühendisleri bile boş geziyor.
15- Laiklik, demokrasi, liberalizm, Atatürkçülük, sağcılık,
solculuk, şeriat gibi kelimelerle devletle millet oyun oynuyor.
Halbuki Avrupa'yı bu duruma getiren ilim ve tekniktir. Türkiye
de ilim, teknik ve islâm ahlakıyla süper güç olur.
16- 1920'li yıllarda yüz lira çok büyük bir paraydı. 1940'lı
yıllarda bin lirası olan çok azdı, bir kuruş işe yarardı. 1958'de
bir dolar ikiyüz seksen kuruştu. Her hükümet Türk parasının
değerini düşürerek bugüne geldik. Şimdi ihracat teşvik ediliyor,
KiT'ler satılıyor, yüksek faizli devlet tahvilleri çıkarılıyor ki dö-
viz iktidardan düşsün, Türkiye bunalımdan çıksın.
İhracatın artması için: Kaliteli, ucuz mal üretilecek, bürok-
raside kolaylık sağlanacak; malı satan da, alan da güvenilir ha-
le getirilecek. İslâm ülkelerine selam vermedikçe ihracatımız da
artamaz.
Yüksek faizli devlet tahvillerine gelince: Dış borçlanmadan-
sa, iç borçlanma her zaman iyidir.
KiT'lerden ve ek vergilerden gelen paralarla, ekonomik ya-
ra sarılacak. Üç veya beş sene sonra bu paralar suyunu çekince,
bundan daha korkunç ekonomik bir buhran gelecek.
Bu dertten kurtulmanın çaresi: İlim, teknik ve İslâm ahlâ-
kında ilerlemektir. İhracatımız böyle artar, ihracatımız arttığı
ölçüde Japonya, Almanya modeli yakalanır (1995).
164
Halimize bakıp da deme ki budur Kur'an;
Kur'an İslâmiyet'tir, Müslüman ona uyan!
Ö. Okçu
Devletçi, toplumcu, bireyci akımlar
Faşist, Nazist gibi totaliter yönetimler devletçi; sosyalistler
toplumcu, liberal demokrasiler de bireyci sayılıyor.
İslâmiyet, teokratik'miş...
Teokratik (Theocratique) Fransızca bir kelimedir. Luther
(1483-1546)'e kadar devam eden kilise yönetimindeki devlet bi-
çimidir.
İslâmiyet'te kilise olmadığına göre teokratik yönetim de ol-
maz. Zaten yabancı kelimeler İslâmiyet'i anlatamaz. İslâmiyet
İslâm ile anlatılmalı.
Meziyetlerimiz bize küsmüş, ecnebi pazarlarında müşteri
aramış, bulmuş. Bu cümleden olarak İslâm'ın toplumcu vasfını
sosyalistler; bireyciliğini liberaller; ilim ve tekniğini süper güç-
ler almış, bize de acayip bir hayat kalmış.
. İslâmiyet'te bireycilik (ferdiyet) önemli bir yer tutar: Asr-ı
saadette sahabenin her biri mükemmel Müslüman'dı. Zaten
ahirette (Mahkeme-i Kübra'da) devletlerin, milletlerin, partile-
rin, cemaatlerin, ailelerin muhakemesi yoktur, herkes tek tek
hayatının hesabını verecektir. Bu bakımdan her şahıs mükem-
mel Müslüman olmak zorundadır. Mükemmel Müslümanlar'm
aile hayatları, şirketleri, milletleri ve devletleri de mükemmel
olur.
İslâm'ın sosyal ve ekonomik hayatında, ya hep beraber kal-
kınma veya hep beraber gerileme vardır. Bu yönüyle İslâmiyet
toplumcu bir dindir. Çünkü mü'minler maddeten ve manen kar-
deştir. Elbette ki gerileme İslâm'a değil, Müslümanlarda aittir.
İlerleme ve kalkınma da sadece ve sadece İslâm prensipleriyle
gerçekleşir.
Bu noktaya gelince 'devlet'ten bahsetmek zorunluluğu var-
165
dır. Devlet iki şeyden ibarettir: Kanunlar ve memurlar. Kanun-
lar, İslâm'a aykın olmayacak. İslâm'da haramlar çok azdır, he-
lâller sınırsızdır. Ecnebi devletler bile (deney sonucu) içkiye, ku-
mara, zinaya, faize karşı çıkabiliyor. Çünkü insanı yaratan Al-
lah, İslâmiyet'i gönderdiği için; İslâmiyet, insanın tarifnamesi-
dir. Herkes için başarı: İslâm prensiplerindedir. İslâm medeni-
yeti ise: İlim, teknik ve İslâm ahlâkından ibarettir.
Memurlara gelince: İslâm ülkesinde memurlar (bilinçte ve
inançta) Müslüman olacağından, bunların planı, programı ve
yönetimi bir devlet biçimim ortaya kor ki, buna da "İslâm devle-
ti" denir.
Bugün ırkların, ideolojilerin ve devletlerin birbirine tesiri
olduğundan, İslâm devleti, ferdin günah seline düşmesiyle sar-
sılıyor, bencilliğin (egoizmin) tesiriyle de nazariyede kalıyor.
İnancım ilimle bütünleştiremeyen Müslümanlar, İslâm devleti-
ni hikaye eder, hatta: "Bir varmış, bir yokmuş, tarihte şu kadar
İslâm devleti varmış" gibilerden, sohbet, masala döner. Kısaca-
sı: Siz şuurlu Müslümanlar1! gösterin, biz de İslâm devletini gös-
terelim. Bununla "beraber siyasî çalışmalar da olmalı (1995).
Fabrika bacaları artık minareleşsin,
Minarelerin ruhu fabrikalara geçsin!
Bir yanda motor sesi, öte yanda da tekbir,
Göreceksin dinecek; dertler, ağrılar bir bir.
Ö. Okçu
Küresel kalkınma
Dünyamız "küre" olduğu için, ülkelerin topyekün kalkınma-
sına da "küresel kalkınma" deniyor.
Üretici olan süper güçler, geri kalmış ülkelerin "tüketici"
olacak kadar kalkınmalarım istiyor. Bu sebeple dış yardımların,
166
dış borçların üreticilik yönünde kullanılmasını istemiyor.
Ülkelerarası ekonominin birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı ol-
ması, süper güçlere fırsat veriyor. Geri kalmış veya gelişmekte
olan ülke yöneticileri, süper güçlerin emrine uymazsa "malını
almam!" tehdidiyle karşılaşır. Mal satılmazsa dış ticaret açığı
artar, o da dış borçlanmaya yol açar; enflasyon, işsizlik, suçlu
patlaması peşpeşe dizilir, yöneticilerle beraber bir ülke de zor
duruma düşer.
Süper güçler ileri teknolojiyle büyük kazançlar sağlarken,
"Hamal teknoloji"yi de diğer ülkelere bırakır. Böylece bir bilgi-
sayara karşılık dünyanın tenceresini, ceketini alır.
Ülkelerin içinde karışıklık çıkararak veya iki ülkeyi birbiri-
ne düşürerek, bol bol silah ve cihaz satıp, harp'sanayisini en ve-
rimli duruma getirir.
İçki ve uyuşturucuyu yaygınlaştırıp, nesilleri bozar; işe ya-
ramayan insanların sayısı artar.
"İslâm dünyası"nın varlığı inkar edilemez. Bir buçuk milyar
Müslüman'dan söz ediliyor. Amma süper güçlerin bütünü Hıris-
tiyan. Gayri müslimler kapitalist ve sosyalist kamplarına ayrı-
lırken, Müslümanlar "ekonomik alem"in dışında tutulmuştur.
Müslümanlar İslâmiyete göre büyük sermayeler edinemeyince,
bankalar, Müslümanlar için de geçerli kuruluştur. İslâm ülkele-
rindeki bankaları Müslümanlar ayakta tutmaktadır.
İslâm ülkelerinde dahi "piyasa güçleri" başkalarının elindedir.
İslâm'a bağlı dindar Müslümanların bile, bir çeşit "ruhban"
olması planlanmış, böylece Müslümanlar, İslâm'ın ekonomisin-
den, politikasından, hukukundan uzak bırakılmış. Çünkü süper
güçler, sadece ve sadece tüketici istiyor. Bu sebeple israf teşvik
ediliyor, üreticilik her fırsatta baltalanıyor.
İslâm ülkelerindeki dini cemaatler bile, üretimi değil, tüke-
timi (nerdeyse) ibadetten sayacak...
İşin içine bir de "ırkçılık" girince, ülke içinde veya ülkelra-
rası kavganın sebebi açık demektir.
Küresel kalkınma, üreticiler ve tüketiciler dengesi üzerine
kurulmuştur. Süper güçler bu dengenin bozulmasını istemiyor.
167
Müslümanların bütünü de tüketici... Bu sebeple Müslümanlar
ilimde, teknikte ilerleyip, İslâm ahlâkı ile ahlâklanamıyor. Ya-
şasın mefruşat; var olsun kristal eşyalar ve avizeler!.. (1995)
Biziz boynu bükük yollar üstünde
Bir çift söz var denmez diller üstünde;
Dalkavuk köpeği eller üstünde,
Toprağın bağrında ezilen biziz...
S. Ertürk
Piyasa güçleri
On sekizinci asırda sanayi devriminin başlamasıyla para,
dolayısıyla sermaye büyük önem kazandı. Bu problemi banka-
larla çözdüler.
Yirminci asırda sermaye kadar "adam"ın da önemli olduğu
anlaşıldı.
Günümüzde ise "yönetici" sermayenin önüne geçti.
Sadece Türkiye'de on milyondan fazla mudi, yani bankalara
para yatıran Müslüman var. Bu paralar irili, ufaklı olabilir am-
ma asıl önemlisi: Bu paraları sahipleri çalıştıramıyor, bankaya
"Al da sen çalıştır" diyor.
Elbette ki bankaların da yöneticileri var. Ve, gökten yönetici
yağmıyor. İnsanlar içinde en az bulunan "yönetici"dir. Bu sebep-
le bankalardan üretim beklemek yersizdir.
Bankalar, sermayesinin büyük kısmını kredi olarak dağıtı-
yor, "iş becerenler" bu paralarla bir şeyler yapıp faiz ödüyor,
bankalar da kazancının yüzde yetmişini faizden sağlıyor ve faiz
dağıtıp bir çeşit "müşteri sistemi" kuruyor.
Bankalar, "piyasa güçleri" içinde yerini korurken, Müslü-
manlar'ın, özellikle dindarların, kendi güçleriyle bir şeyler yapa-
mamaları... "Ekonomik esaret" içinde ibadetlerini yapmaları,
gelecek için ümit vermiyor.
Kendini yönetemeyenler,
168
Evinde problem olanlar,
İşyerinden uzak kalanlar,
İşini yürütemeyenler,
İslâm dünyasında, her zaman bir Afganistan, bir Bosna, bir
Filistin modeli ortaya çıkarabilir.
"Adam" ve "sermaye" piyasanın iki gücü olurken; adam:
Mafyadan başlayıp, sermaye sahibinden, genel müdürden, dev-
lete kadar uzanır.
Sermaye ise, yerli, yabancı gibi kısımlara ayrılırken, sahibi-
ne ve yöneticisine göre değer almaktadır.
İslâm ülkelerinde kadının "zillet yuvalarında "sermaye" ol-
ması...Sermaye için yapılan dolandırıcılıklar, sahtekârlıklar,
mafya, rüşvet; olayın menfi ve müsbet yönlerini gösteren misal-
lerdir.
Gelir dağılımındaki dengesizlikler... Borsa, döviz ve faiz
cazip hale getirilip, alışverişin durması...
Enflasyonun piyasa üzerine bir çığ gibi düşmesi... Fakirli-
ğin suça sebep olması... Ahlâk mefhumunun anlaşılmaz duru-
ma getirilmesi... Bir de "resmi ideoloji"nin halkla savaşı... Pi-
yasa güçlerinin şekillenmesinde önemli sebeplerdir.
Evet biz Müslümanız amma İslâmiyet bu değil! Malda, pa-
rada Müslümanca hareket edemeyen, batan geminin kamara-
sında servetini hesaplamaktadır (1995).
Karanlık damla damla erirken karşı camda
Yine mi yalnızım, ey Allah'ım ben bu akşam?
Gölgemle yapayalnız yine bu boş odamda.
H. N. Okay
Komünizm
Rusya seçimlerinde Komünist Parti birinci oldu.
Bilindiği gibi, Kafkasya'dan Doğu Türkistan'a kadar uza-
169
nan, Türk-İslâm cumhuriyetleri, komünizmin cefasını çektiler
malları, mülkleri ellerinden alındı, ataları şehid edildi, dinsiz
eğitime tabi tutuldular. Hal böyle iken o yörelerde bulunduğum
sıralarda baktık ki hem Türk, hem Müslüman olan o insanlar
komünizmi'istiyor. Çünkü kapıcısından en üst kademede bulu-
nan insanına kadar herkes devleti yağma etmiş ve Rusya çök-
müş. Şimdi herkeste para var, fakat meydana çıkaramıyor. Çı-
karsa "Nerden aldın?" diye sorulacak. Çıkarmasa ticaret yapa-
mıyor. Hazır paranın da arkası tez gelir. Kendine göre bir iş de
bulamıyor... Hem boş kalmanın sıkıntısı, hem de gelecekten en-
dişe etmek onu sarsıyor, kapitalizme dönen o insanlar, komüniz-
mi özlüyor.
Dinsiz rejim hürmet ve merhameti yok etmiş, yaşlılar zor
duruma düşmüş, kapitalizm de henüz "sosyal devlet" modelini
ortaya koyamayınca, bir lokmaya muhtaç olan yaşlılar, komü-
nizmi mumla aramaya başlamış.
Komünizmin helâl, haram gibi tabirlere yer vermemesi de
insanların gönlüne göre yaşamalarını sağlamış, bu bakımdan
rüşvetinden eğlencesine kadar kendilerine bir "yaşama biçimi"
kuranlar, bu rejime sahip çıkmıştır.
Gerçi, uzuvlarının zevkine tabi olanlar, gönlüne nedamet
ağacı diker amma, bu acı gerçeği iş işten geçtikten sonra anlarlar.
Rusya batıl bir rejimden bir başka batıla geçtiği için, aradı-
ğını bulamamıştır.
Kapitalizmin ileri noktalarında bulunan, gerçekten "sosyal
devlet" modelim ortaya koyan Danimarka'da bir gence neden
okuldan ayrıldığını, niçin sanat öğrenmediğim sorduğumda, "Ne
gereği var, çalışsam da para alacağım, çalışmasam da... Ben ça-
lışmadan para alıyorum, gönlüme göre yaşıyorum" demişti.
Gönlüne göre yaşamak da, boş gezme... Bir insan için en büyük
felaket boş kalmaktır. Boş kalanlar için zaman geçme bilmez.
Böyle insanlar kendim içkiye, uyuşturucuya vermek zorundadır.
Bunlara kuman, fuhuşu ilave edebilirsiniz. O zaman para yetiş-
miyecek, hırsızlık, cinayet birbirini takip, edecek. Kapitalizmin,
liberalizmin, demokrasinin zirvesinde olan Danimarka gibi Av-
170
rupa'nm sosyal devletleri sosyal bunalım içinde, genç nüfusu ar-
tıramıyor, ebeveynler çocuk yerine köpek besliyor. Orda bir kö-
peğin masrafı bizde bir ailenin masrafına denk.
İslâmiyet'ten uzak kalıp, akılla doğruyu bulmaya çalışan
insanlara felsefe tarihi şu cevabı veriyor: Her filozof kendinden
evvelkini haklı tenkitlere tabi tuttuğuna göre hakikat halen bu-
lunamamıştır.
İslâmiyet'ten uzaklaşan Müslümanlar da kendini bu akıbet-
ten kurtaramaz. Kapitalizme, liberalizme razı olanlar, komüniz-
me de razı olmak zorundadır. Zira kapitalizmin hataları, her za-
man komünizmi, sosyalizmi davet eder. Ta ki Müslümanlar İslâ-
miyet'i yaşayıncaya kadar! (Aralık 1995)
,,
Din, terakkiye mâni imiş, görelim hani?
Terakkiye hangi âyet, hangi hadis mâni?
Sanayii haram eden bir tek âyet göster;
Yok mu? Öyleyse yeter, artık iftira yeter!
Ö. Okçu
Çalışanların pay ortaklığı
Bediüzzaman Said Nursi: "Beşer, esir olmak istemediği gibi
ecir olmak da istemez" demiştir. Yani insanlar esaret (kölelik)
zincirini kırdığı gibi ücret zincirini de kıracaktır...
Köle ticaretinin uzantıları halen Amerika Birleşik Devletle-
ri'ndeki zencilerde, Avrupa devletlerinin sömürgelerinde görü-
lür amma devam etmez.
Doç. Dr. Mehmet Ali Gürol'un yazdığı Hak-İş'in yayınladığı
"Çalışanların Pay Ortaklığı" isimli kitap, ücretten prime, ortak-
lığa geçişi anlatan kıymetli bir eserdir. Bu eserin kurtarıcı yönü
vardır.
İnsanlık tarihi boyunca insanları esir eden, köle eden, onla-
ra hiçbir hak, hukuk tanımayan insanlar olmuştur.
171
İnsanlar, insanlarla mücadele ederek, kölelik zincirini kır-
mıştır.
On yedinci asırda başlayan sanayi devrimi ile kapitalizm
ortaya çıktı. Sermayesi olan, iş başaran şahıs, ücret verdiği in-
sanları köle gibi çalıştırıp, onları sadece ekonomik köle yapmı-
yor, aynı zamanda her türlü haklarım da elinde tutuyordu.
Sosyalizm bu zinciri kırmaya çalışırken, devleti patron, hal-
kı köle etti. Öyle ki halkın hayatına, evladına, dinine, malına el
koyarak, görülmemiş bir kölelik sistemi getirdi.
Bununla beraber kapitalizm canavarının tırnaklarını ke-
sen, dişlerini söken sosyalizm oldu.
Rus sosyalizmini deviren de kapitalizmdi.
Kapitalizmde fertler, sosyalizmde devlet zengin olurken, İs-
lâmiyet'te kitle kalkınması vardır.
Bu sebeple çalışanların işe ortak edilmesi kitle kalkınması-
dır, İslâm'a uygundur.
İnsanlar, sermayesini büyütmek ister. Asıl önemli olan fir-
mayı büyütmektir.
Ferdi sermaye ne kadar büyük olursa olsun, dünya sermaye
piyasasında küçüktür.
Firma büyümesi ise, sınırsızdır. Bugün dünya çapında fir-
malar var, dünya çapında ferdî sermaye yoktur. Bir kısım zen-
gin insanlardan söz edilir amma, onlar da firma sahibidir.
Firma sahibi olmanın, onu büyütmenin bir çaresi de prim-
dir. Büyük adamlara sahip olmak, büyük sermaye kadar önem-
lidir. Adam, her zaman sermayenin önündedir.
Bence, Müslümanlar sermayesiyle değil, ücret ve prim ver-
diği insanların sayısıyla övünmelidir (1995).
172
Yaşarsan dünyada neler görürsün,
Esrarın çözemez şaşar durursun.
Yol yordam bilmeze bir iş verirsin,
Ağzına yüzüne bular getirir.
Karamanlı I. Oğuz
Ekonomimiz
Partiler görüş ve düşüncelerini yansıtan broşürler yayınlı-
yor, liderler bu yönde konuşmalar yapıyor, Türkiye'de değişen
bir şey yok.
Devlet patron veya tüccar olmaktan vaz geçmeli. Lakin üre-
time, ihracata el atmalıdır.
Ülkemizde konfeksiyon, inşaat ve zirai üretim iyidir, amma
bunlarla kalkınmamız, bunlarla Gümrük Birliği'nde rekabet et-
memiz mümkün değildir.
Dokuz renk iplikle kazak ören Alman makinasmın fiyatı ye-
di milyar lira. Bu makina demirden, bakırdan, plastikten yapıl-
dığı için hammaddesi beş milyon liradır. Adamlar beş milyonluk
ham maddeyi teknoloji sayesinde yedi milyara satıyor. Biz han-
gi malda böylesine kazanç sağlayabiliriz?
Hesap ediniz: Yedi milyarlık bir örgü makinasmı alabilmek
için ne kadar fındık, ne kadar ceket veya ne kadar ayakkabı ve-
receğiz?
Bir misal vereyim: Fiyatı üç buçuk milyon lira olan yirmi
bin takım elbise verip bir adet örgü makinası alacağız.
•-, Örgü makinasmın ham maddesi beş milyon lira olduğuna
göre (bu maddeler de bizde bol bol bulunduğuna göre), demek ki
yirmi bin takım elbiseyi beş milyon liraya sattık! Haram değil
mi? Bu şekilde kalkınabilir miyiz? İşte memleketimizin övünç
sebebi olan, devletin de sırtını dayadığı konfeksiyon sanayisi bu!
Hastane cihazlarını, ordunun ihtiyaçlarını, bilgisayarları ve
benzerlerini düşününüz: Biz mal satıyoruz, teknoloji alıyoruz,
kalkınmamız mümkün değil, aziz milletimizi kandırıyorlar.
Öte yanda hileli ihracat, ekonomimizi baltalıyor, devlet bu
hususta caydırıcı bir ceza sistemi uygulamıyor.
173
Yetmiş senedir devlet adamlarından beklediğimiz hususlar
şunlardır?
Teknoloji üretimi, teknoloji ihracatı için, öğrenciden öğretim
üyesine kadar bir grup insan, devlet kontrolünde çalışmalı.
Bunlar için özel kanunlar çıkarılmalı. Selahiyet, sorumluluk,
imkanlar birbiriyle uygun olmalı.
Kalitesiz üretim yapana, ihracatı baltalayana ağır cezalar
verilmeli.
Çek ve senetlerdeki geri dönmeler önlenmeli.
Akreditifi asgariye indirebilmek için yurtdışı mağazalar
açılmalı, burda çalışanlar da özel kanunlara tabi olmalı.
Yabancı sermaye teşvik edilmeli.
Ticari mahkemeler hızlandırılmalı.
Bu hususları yerine getirecek bir hükümet, bir devlet, Avru-
pa'yla rekabet edebilir.
Yetmiş senede iki defa süper güç olan Almanya'yı, Japon-
ya'yı hatırlarsanız; el kadar ülkelerin dünya piyasasına el attı-
ğını düşünürseniz; bir avuç Yahudi'nin "dünya ticaret impara-
torluğu" kurduğunu kabullenirseniz, tekliflerimiz hayali veya
gerçek dışı değildir.
Biz süper güç olmanın şartlarını anlatıyoruz, başkaları da
başörtüsüyle meşgul oluyor; içki içmeyen memuru sürüyor, na-
maz kılan öğrenciyi okuldan atıyor. Tekrar haykırıyoruz: Bosna
içimizdedir!.. (1995).
Kim çıkarır sabahleyin erkenden
Dünyamıza ışık veren güneşi,
Gece vakti denizlere serpilen
Ay doğuyor; kim yapıyor bu işi?
M. A. Gövsa
Yabancı sermaye
Doğu Anadolu'da Çoruh, Fırat, Araş, Murat, Dicle nehirleri
üzerine elektrik barajları kurulsa, yabancı sermayeye: "Arazi ve
174
elektrik bedava... Gelin, fabrika kurun, genel müdür sizden, ge-
risi bizden, yirmi sene çalıştırın, sonra fabrikayı bize bırakın"
dense, Doğu Anadolu'ya en az yüzelli fabrika kurulur, batıdan
doğuya göç başlar.
Elektrik barajı ne demektir?
Bugüne kadar yapılan barajlar; sulama, elektrik, ulaşım, su
ürünleri ve benzeri hizmetler için kurulmuştur. Elektrik barajı
bunlardan ayrı bir şeydir. Mesela Fırat'ı on metre yükseklikten
düşürsek, bunun çevireceği türbin bir fabrikayı, hatta bir ilçeyi
rahatlıkla aydınlatır. Erzurum'dan Malatya'ya kadar sadece Fı-
rat üzerine yüzelli adet elektrik barajı, hem de çok ucuz fiyatla
kurulur. Çünkü Fırat ve Doğu Anadolu nehirleri dağlar arasın-
da aktığından, taş yuvarlansa şelale olur, bu da su gücünü do-
ğurur ki bir türbini çevirir.
Yabancı sermaye Doğu Anadolu'ya girse:
Deri fabrikaları kurulur, ayakkabı ve deri konfeksiyonu bu-
nu takip eder, hem o yörenin derileri batıya gelmez, hem de yö-
redeki işsizlik önlenir.
Süt tozu fabrikaları kurulur, hayvancılık teşvik edilir.
Kimya, makina gibi sanayiler birbirini takip eder.
Fakir Doğu Anadolu halkı kubbeli kubbeli camiler yapma
zahmetinden kurtulur, fabrikaların ayırdığı salonda namazları-
nı eda ederler. Çünkü ecnebiler demokrasiyi, laikliği din düş-
manlığı şeklinde ele almadıkları için, onlar fabrikalarında, Müs-
lüman işçiye, cami açıp, namaza; başörtüsüne izin verirler; içki
içmeyen, kumar oynamayan, aile hayatı düzgün olan işçiyi, me-
muru medeni, çağdaş, ilerici sayarlar. Böylece yerli yöneticiler-
den yaka silkenler, yabancı müdürlerle biraz nefes alırlar.
Yabancı sermaye Doğu Anadolu'nun dağlarım açar, maden
çıkarır. Yeri deler petrol fışkırtır. Nehirlere baraj yapar para
akıtır. Dereyi, tepeyi çiftlik yapar, her taraf cennet gibi olur. Bu
arada hocalarımız da rahatlıkla Kur'an okuyup, namaz kılabilir;
tarikatçılar da bol bol zikir edebilir. Sanırım maddeten ve ma-
nen kalkınma böyle gerçekleşecektir. (1995).
175
İçimde duyarak ölçüsüz bir nedamet
Merhametine koştum yine Rab'bim nihayet!
Bugün dilim varmıyor artık saymaya bir bir...
Ben miydim o isyankâr, sapıtmış, kızıl münkir?
Allah'ım! Beni affet, yaptığıma pişmanım,
Günahlarımın kızıl rengine döndü kanım...
El attığım ümidin, kaldı elimde dalı,
Baş vurduğum merhamet kapıları kapalı.
Arıyarak kendime keskin zevklerden bahar
Bütün iklimlerini dolaştım diyar diyar:
Bulamadım ruhuma huzur açan bir sabah,
Sana sığındım yine, medet ey büyük Allah'
Dağın eteklerini tutan su gibi yine
Daha bırakmam artık sarıldım eteğine.
H. Ulaş
Liderler
İlk insan, ilk peygamber olduğuna göre, insanlık tarihi li-
derle başlamış da diyebiliriz.
Peygamberler ve veliler seçimle işbaşına gelmez. İnsanı ya-
ratan Allah, bir kısım kullarına, bir kısım kabiliyetler, buna
bağlı olarak da bir kısım vazifeler verir ki, onlar da bu haliyle li-
der olsun diye.
Peygamberlerin ve velilerin liderliği diğerlerinden farklıdır:
"Lider" deyince insanları peşinden sürükleyen birisi akla gelir.
Halbuki pek çok peygamber ve veli, taraftarı olmadan ahirete
intikal etmiş, yalnız kalması liderliğine zarar vermemiştir. Çün-
kü onlar öldükten sonra da anılmış, adeta liderliği ölümünden
sonra da devam etmiş. Mesela İsa Aleyhisselam'ın bir avuç vari-
sini saymazsak, ümmetsizken dünyadan ayrılmış, sonra Hıristi-
yanlar ifrat bir sevgiyle onu put noktasına getirmiştir. Müslü-
manlar ise onu gerçek mânâda bir peygamber bilmiş, Deccal,
Mehdi kombinezonunda İsa Aleyhisselamı tekrar gündeme geti-
rip, dinsizlik karşısında Müslümanlarla Hıristiyanların müşte-
rek hareket etmesi söz konusu olmuştur.
İslâm tarihi gösteriyor ki seçilmeden lider makamına gelen-
ler, Müslümanların içinden her zaman çıkmış, yine çıkacaktır.
Beyinleri bilgisayar gibi yaratan Allah, bir kısım kullarının bey-
176
nini öyle programlamış ki cevapsız kalan sorulara cevap versin,
Müslümanların kurtuluş yolunu göstersin. Demire mıknatısiyet
veren Allah, bazı kullarına da mıknatısiyet verir, kitleleri onun
peşinden sürükler, ebedi saadetin yolunu gösterir.
Seçimle gelen liderlere gelince: Şirket müdürleri, parti baş-
kanları, kumandanlar, öğretim üyeleri bu cümledendir.
Bu liderler, kendilerini iki türlü kabul ettirirler: Biri bilgile-
riyle, yaşayışlanyla ve isabetli kararlarıyla... Dikkat edilirse
bu lider seçimle gelmiştir, fakat tabii lider vasfını da şahsında
toplamıştır. Aranan lider de budur.
İkincisi ise: Seçimle gelmiştir, korku ve dehşet salarak in-
sanlara hükmetmiştir, Lenin, Mao, Hitler gibi.
İnsanlar, sevdiklerine de, korktuklarına da iteat eder. Fira-
vun'dan korkanlar ona ne kadar iteat etmişse, Abdülkadir Gey-
lani'yi sevenler de onu o kadar hürmetle anmışlardır.
Demokratik sistemde parti liderleri aktüalitesini hâlâ koru-
maktadır. Yirminci asır, parti liderleriyle doludur. Bunların ba-
zısı, hem partisini, hem de ülkesini büyütmüş. Böylece parti li-
derlerinin iki eseri vardır: Parti ve ülke. Partisini büyütemiyen,
ülkesini kalkındıramayan liderler, ne sağlığında, ne de ölümün-
den sonra itibar görmüştür.
Bugün kalkınan ülkeler, gelişmiş ülkeler, süper güçler var.
Herhalde bunlar kendiliğinden olmadı. Hepsinde lider veya li-
derler mühim rol oynadı.
Yine bugün açlığın, hastalığın, yoksulluğun pençesinde kıv-
ranan ülkeler var. Geri kalmış, kalkınmamış ülkeler... Piyon gi-
bi yem olan ülkeler... Bir de bunların liderleri var.
Seçilmiş liderlerin gücü eserleri ölçüsündedir. Politikada li-
derler partisiyle veya ülkesiyle değer kazanır veya kaybeder. El-
bette ki her lider ölünceye kadar şansını deneyecektir. Lakin ta-
rihle ayna birbirine çok benzer: İkisi de olanı gösterir. Bu sebep-
le ekseri liderler, aynaya sireti için değil, sureti için bakar. Ger-
çeği yazan tarihe de itibar etmezler, çok şükür ki Mahkeme-i
kübra var.
177
T
Mektup yazdım Hasana
Ha Hasana, ha sana
A. Karakoç
Açık mektup
Muhterem kardeşim,
Mektubunuza teşekkür eder, iltifatlarınızın dua yerine geç-
mesini dilerim.
Kuyumculuk, sarraflık caizdir, fakat bir kuyumcu, milyar-
larca lirayı 3-4 elemanı ile çekip, çeviriyor. Yani siz bu çalışma-
nızla en fazla 5 insana veya aileye ekmek yediriyor sunuz.
İslâmiyet'te kitle kalkınması vardır. Bu sebeple çok işçi ça-
lıştıracağınız bir işe geçmeniz daha iyi olur. Ücret vermek eftal-
dir. Bir de buna prim ilave ederseniz, ekonomik kalkınmanın
ruhunu yakalarsınız. Çünkü insanlık esaret devrim kapattı, üc-
ret devri de kapanmalı, primle ortaklık devri başlatılmalı, Müs-
lümanlar gücünü sermayesinden değil, firmasından almalı.
Denecek ki "İşçiyle uğraşmak zor."
Amerikalılar, Japonlar ve Almanlar gibi pek çok gelişmiş
ülkedeki yöneticiler, onbinlerce işçiyle başarılı olurken, bizim
bahane aramamız yanlış. "Türk demek mazeret demektir" sözü-
nü silmeliyiz.
Dünyanın en büyük şirketini kurabilmek için şu hususlara
dikkat etmelidir:
1- Bir işi şok iyi bileceğiz.
2- Bildiğimiz işten para kazanacağız.
3- Para kazandığımız işe ortak olacağız.
4- Güven veya güvensizliği bir yana bırakıp, herşeyi kontrol
edeceğiz.
5- Ortaklarımıza kâr dağıtacağız.
Böylece dünyanın en büyük şirketim kurmuş olacağız.
Ekonominin dışında kalan bir tek ibadet gösterilemez. Bir
Müslüman'ın yediğine, içtiğine, giydiğine haram karışırsa, onun
178
duası nasıl kabul olur?
Bir Müslüman hem kapitalizmin gereklerini yerine getire-
cek, hem de gerçek mânâda İslâmiyet'i yaşayacak, olur mu?
Bunlardan alınma, genel kaideleri söyleyip, genel durumu
anlatıyorum. Öyle bir hale düştük ki, elimize derman kutusunu
alamıyoruz, yarası olan bize sırt çeviriyor. Siz de İslâm'ın derdi-
ni kendinize dert edinin, omuz omuza verip, beraberce bu dert-
lere derman bulalım... Zira ilimde, teknikte geri kalmış, ahla-
ken çökmüş bir milletin, sadece ibadet yaparak ayağa kalkaca-
ğını düşünmesi yanlıştır. İslâm dünyası, bu yanlışın kurbanı ol-
muş.
"Birşey bütünüyle elde edilemezse, bütün bütün de terkedil-
mez." Bu kapitalist sistemde Avrupa şirket modellerini İslâm'a
uydurup, Müslümanca iş yapmak kolay. Kendini kötü insanlar-
dan koru. Bunun için de kontrol mekanizmasını çok iyi çalıştır.
Ve, unutma, Resulullah buyuruyor ki: "Sizin için Deccal'dan da-
ha çok başka şerirlerden korkarım" (Riyazüs Salihin, Hadis No:
1840).
Selam ve Saygılar.
Bir gün sabah olur diye.
Katlandık her işkenceye,
Bu felâketli geceye
Nihayet ver Yarabbi!
K.K. Kamu
Bedava
Türkiye'deki Milli Eğitim'in ne verip, ne aldığını bir yana
bırakırsak; çeşitli ülkelerdeki eğitim ve öğretimin, bir kısım
devletleri süper güç yaptığı, bazı insanları da üstün duruma ge-
tirdiği gözlemlenmektedir.
Prof. Paul Davies, yazdığı eserinde "Evren bedava bir ye-
tıek midir?" diye soruyor.
179
Gerçekten de yeryüzü bir ziyafet sofrasıdır, baldan, karpuz-
dan pirince kadar her şey insan için yaratılmış ve bedava!
Çok basit bir hareketle, bir kayısı çekirdeğini çamura ite-
ceksiniz, Allah size kocaman bir kayısı ağacı verecek.
Eğer bu kadar zahmete katlanmazsanız, kargaların ağzın-
dan düşen cevizler yeşerip, size çok faydalı gıdalar ikram ede-
cektir.
Ormanları kesmeseydik, yakmasaydık, insan eli değmeden
yeşerip, büyüyen kestanelerden, eriklerden, hatta elma ve ar-
mutlardan bol bol faydalanacaktık.
Avcının vurduğu hangi hayvanda insan,emeği var?
Ya su ürünleri?
Evet, yeryüzü bir ziyafet sofrasıdır, elbette yeyip, içip şük-
redenle, nankörlük eden eşit olmamalıdır.
Sonra, bu kadar şeyleri bizlere bedava ikram eden, acaba
bizden ne istiyor?
Elbette ki bu sorulan kuşlar, koyunlar soramaz.
İnsan da sormazsa koyun seviyesinde de kalamaz. İsterse-
niz kahveleri, kumarhaneleri, hapishaneleri hayal ediniz.
Yaratılışla ilgili çeşitli dinler ve mezhepler farklı şeyler söy-
lemişler. Filozoflar ise, işi münakaşa sahasına çekip, hakikati
ararken, onun üzerini biraz daha küllemişler.
Müslümanlara gelince, onların çoğu akıllanyla, İslâmiyet'i
bütünleştirmeyince, asırlar öncesi tefsirleri, yorumlan geliştire-
memiş, yerinde saymışlar. Şu son yüz yılda ilmin ve teknolojinin
ilerlemesi, insanlık tarihine denk!
Öyle ise ayet ve hadisler son yüz yılın ışığında ele alınmalı,
çünkü keşif ve icatlar Kuı^an'ı gündeme getirip, gençleştiriyor.
Atom nazariyesi, cansız cisimlerin varlığını kabul ederken,
elektron hareketiyle de her şeyin hayattar olduğunu açıklamış
ki, hayat da Allah'ın sıfatıdır.
Allah'ın kudret sıfatını anlamak isteyen de astronomi okusun!
Görülüyor ki İslâmiyet'in ilimden korkusu yoktur. Nasıl ol-
sun ki, ilim de Allah'ın sıfatı! Bu sebeple İslâmiyet ilmi bir dindir.
180
Gerçi okul kitaplarında ilmin (bilimin) yönünü saptırıp,
bunlan kendi bâtıl ideolojilerine alet edenler var amma, Kur'an-
ı Kerim "ilim ve fünunun doğru hedeflerini gösteriyor..."
Determinist bir görüşle sebepler zincirini putlaştıranlar, bi-
yolojiye de aynı gözle bakıp, canlılardaki İlahi sanatı göremeyip,
Allah isminin yerine naturalizmi, tabiatı, (iyice düşenler de) do-
ğayı kor, basiret körlüğünü ilan eder. Böylece yeryüzünün insan
için kurulmuş bir sofra olduğunu göremez.
İnsanın yediği her şey birer ilaç!
İlacı gör, eczacıyı inkar et, olur mu? ,
Sofrayı gör Rezzâk'ı görme, bu kelimeyi bilme, olur mu?
Bu yol bitmez gardaş koşamadıkça,
Deryalar misâli taşamadıkça,
İnsanlık huzura kavuşmaz asla '
Harfiyen islâm'ı yaşamadıkça.
B. Coşkun
On bin liranın hikayesi
1939 yılında Ziya Gökalp İlkokulu'na kaydoldum. Atatürk
Caddesi'nde ilerler, bu okula varırdım.
Babam kasap olduğu için etin kilosunu bilirdim, sadece 25
kuruş. Bir koyun da 5 lira idi.
Erzincan'a tren yeni gelmişti, kamyon çok azdı, otobüs de-
nen şeyi hatırlamıyorum.
Erzincan üzümleri, civar illere at, katır üzerinde taşınır;
Kemah'ın tuzları şehre eşek kervanlarıyla gelirdi.
Nakliye imkanı olmayınca iç tüketim yetersiz kalıyordu, yo-
ğurtlar, yağlar, meyvalar müşteri bulamazdı.
Cumhuriyet çocuğu hayata adımını kuruşla attı. Lira bü-
yük bir şeydi. 100 liralar pek az kimsede bulunurdu, 500 lira
zenginlerin harcıydı, daha yukarısına da akıl ermezdi.
181
Memurların hepsi zengindi, ihalelere giren tüccarlar da
zengin olurdu. Bunun dışında yamasız elbise giyen yoktu.
Bu sebeple halkın gözü, devlet kapısındaydı.
- Yavrum devletin kasasına anahtar uydur, kurtulursun,
derlerdi.
Deveyi hamuduyla yutanlara bakıp:
- Devletin malı deniz, yemeyen domuz!
Deyip, doğrulukla domuzluğu eş manada görürlerdi.
Memur olanlar kulüpte denenirdi: Çağdaş mı, değil mi? Ku-
lüpte kumar oynamak serbestti. Buraya gelmiyenin defteri dü-
rülürdü.
İkinci imtihan halkevlerinde verilirdi. Memur dediğin hal-
kevine gelecek, kokusuz içki içecek, dans edecek... Bunu yapmı-
yanın kısmeti kesilecekti.
1952'de ben de memur oldum, 172 lira maaşla işe başladım:
Büyük bir para!
Baktım memur arkadaşlarımın hepsi içki, kumar, bar, kız
arkadaş illetine kapılmış... Şu anda düşünüyorum da bunların
bütününden uzak kalan tek kişi yoktu. Medeniyet buydu!
Yıllarca okuduğumuz derslerin hiçbiri tatbikat sahası bula-
mamış; memurlar, içki, kumar ve bar gibi şeyleri yaygın hale
getirmekle görevliydi.
İş Bankası'nı kuran Celal Bayar gibi iktisatçılar, büyük
devlet adamları; içkiden, bardan uzak kalıp, tek hanımla yaşa-
dıkları halde, bunlar da kapitalizmin amansız savunucuları, İs-
lâmiyet'in de o derece düşmanı idiler.
Bu yönleriyle kapitalistlerle sosyalistlerin benzerlikleri çoktu.
Demokrat Parti ile ithalat hız kazandı. Dış ticaret açığı art-
tı, bunu dış borçlar takip etti, dolayısıyla 1959'da dolar, 280 ku-
ruştan 9 liraya firladı.
İhracatı artırmak için yeterli bir faaliyet olamazdı. Çünkü
kahveleri, meyhaneleri, kumarhaneleri boşaltmak lazımdı ki
üretim artsın. O zaman da medeniyet, çağdaşlık, Batılılaşma el-
den giderdi.
Devlet kendine göre bir kısım eğlenceler bulmuştu: Evvela
182
7'den 70'e herkes çalıp, oynuyordu. Düğünler, bayramlar, balo-
lar bir alemdi. Şeker fabrikalarında kollektif bir hayat yaşanı-
yordu.
Devlet hem siyasal bilgilerde, iktisat fakültelerinde sosya-
lizmi öğretiyordu; hem de bu rejimi beğenenleri takip ve tevkif
ediyordu.
Kapitalizmin hataları halkı canından bezdirmişti, fakat ra-
kip kabul etmiyordu.
Cumhuriyet halk idaresiydi, halkımız da Müslümandı, İslâ-
miyet'i öğrenmek isteyen ceza kanununun 163. maddesinin hış-
mına uğrayıp, karakolda başlayan çile hapishanelerin hangi
ayında, yılında biteceği bilinmiyordu.
Buna rağmen ihracat düştükçe düşüyor, ithalat artıyor. Dış
borçlar bunu takip ediyor, enflasyon, yoksulluk, işsizlik, suçlu-
luk kervanı peşpeşe diziliyordu.
Devletin medeniyet, çağdaşlık, ilericilik anlayışı böyleydi.
Bu anlayışla 1960'da bir daire 10 bin liraydı, bugün 2 ek-
mek bu fiyata.
1967'de Minyeli Abdullah sadece 10 liraydı, bugün yüzbin-
lerce...
1982'de on bin lirayla 55 dolar alınır, bir daire kiralanırdı,
şimdi 2 tramvay bileti alınıyor.
1982'de l ekmek 5 lira... Etin kilosu 600 lira, kavun 2 lira..
Bugün 100 lira yok, 500 lira işe yaramıyor, 1000 lira bir ku-
ruş gibi ve on bin lira teneke oldu.
İşte Cumhuriyet çocuğu bunları tek tek yaşadı, nasıl cum-
huriyetimizi beğendiniz mi?
Ne güzel devlet adamlarımız varmış değil mi?
Ata Sözleri kitabını karıştırırken: "Gavur parasıyla on para
etmez" diye bir tabire rastladım. Bir şeyin kıymetsizliğini anlat-
mak için söylenir. Şimdi "Türk parasıyla on para etmez" demeli.
Nasıl Avrupalı olduk mu?
"Kişinin iştir ayinesi lafa bakılmaz" demişler. Şimdi iş ol-
madığına göre, aynasız mıyız? Yoksa aynalar bizi tanımıyor mu?
Yahut aynaya düşman mıyız?
183
Madeni on bin lirayı elime aldım: "62 yıllık ömrün sonu bu
mu olmalıydı?" demekten kendimi alamadım.
İlkokula giderken elimdeki bir kuruş neydiyse, bugün on
bin lira o! Bu ne korkunç tersine gidiş? Hâlâ kelimelerde cam-
bazlık mı yapacağız? Ne zaman bu cennet gibi yurdumuzu ce-
hennem etmekten vaz geçeceğiz? Ve, bunu kim yapacak?
Şimdi "Ne mutlu Türküm diyene" mi demeli, yoksa "Ne
mutlu, mutlu yaşıyana mı?.."
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
C. S. Turancı
Politika
Halk tabanının üzerinde baskı grupları, onun üzerinde si-
yasi güçler, onun üzerinde de devlet ve en üstte hükümet (ikti-
dar) bulunur. Bu yapı bir piramiti andınr, tepede cumhurbaşka-
nı zannedilse de, icraat yönünden başbakanı orda görmek daha
isabetlidir.
Fertlerden aileler, şirketler, cemiyetler, dernekler, partiler
şekillenirken; millet, devlet ve hükümet birbirini takip eder.
Fert temeldir amma cemiyet bozulmuşsa, ferdin şansı yoktur.
Devlet belli bir biçim almışsa iktidar kudretini gösteremez.
Siyasi güçlerin iktidara muhalefeti ölçüsüzse hükümet,
hükmedemez.
Ordu, emniyet, üniversite, belediyeler ve tüccarlar gibi bas-
kı grupları, kendi ideolojileri yönünde pres yaparsa, iktidarın
canı çıkar.
Her ne kadar parlamenter demokrasi ideolojilere hayat
hakkı tamsa da, ideolojiler her zaman demokrasiyi yıpratır.
184
Eğer bir resmî ideoloji de varsa, o zaman devlet halkıyla
mücadeleye başlar.
Zorunlu olarak siyasetle meşgul olan halkın elinde sadece
oy hakkı vardır. Dilediği partiye oy verir amma partileri kur-
mak, delegeleri ve adayları seçmek, listeleri hazırlamak entel-
lektüel sınıfın elindedir. Bu bakımdan seçim meselesi de zanne-
dildiği kadar hür değildir.
Hiçbir zaman ve hiçbir yerde ne halk, ne de işçiler iktidar
olmuştur. İktidar her zaman belli bir sınıfın elindedir, keşke bu
sınıf ilim ve irfanıyla ün yapıp, ekonomik imkanlarla üstünlü-
ğünü iddia etse.
Politika tarihi boyunca halk, idealindeki iktidarı değil var
olanı kabullenmek zorunda kalmıştır.
Hükümetler ise sınırlı kaynakları sınırsız ihtiyaçlara sarf
edince, bütçe yamalı bohçaya dönmüştür.
Her kuruluş, halkın içinden çıktığına göre, halkı teşkil eden
fertlere baktığımızda, karmaşık bir âlemle karşılaşırız. O za-
man bu tabana nasıl bir tavan olmalı, sorusu çoklarım düşün-
dürür.
En kötü insan da en iyiyi istiyebilir, fakat en iyi de, iyi bir
»temele oturmalı ki ömrü uzun olsun.
Tahmin ederim Eskimolar'ın hükümeti ekonomik bir rahat-
lama getirse gaye hasıl olur. Fakat Müslümanların sadece eko-
nomiyle huzur bulamıyacağı açıktır. Hiç değilse Hindistan dev-
letinin ineğe gösterdiği saygıyı, İslâm ülkelerindeki hükümetler
de, devlet de İslâmiyet'e göstermeli ki Müslüman'ı memnun ede-
bilsin.
Ne yazık ki süper güçlerin hepsi Hıristiyan! Bazan dış bas-
kılar, içteki baskı gruplarından daha baskın çıkabilir, bazan da
çeşitli yöntemlerle iç baskı gruplarım yanlış yöne sevkedebilir.
Politika çok yönlü birşeydir. Engin bir kültürle geniş görüş-
lü olunmazsa, kolay kolay anlaşılmaz. Amma her politik faali-
yet bir hedefe doğru ilerler, o durdurulamaz, yön verilebilir.
185
Daha sürer mı tersin bu
Yarını ne olacak dünyamızın.
Biz yaşımızı, başımızı aldık,
Allah çocuklarımıza acısms
Rönesans
Rönesans
Batı'da Rönesans hakkında ne kadar kitap yazılmışsa, hep-
sinde Müslümanlara hakaret vardır. Halbuki Rönesans'ta İslâm
medeniyetinin payı büyüktür. Müslümanlar da bu hususta eser
yazmamıştır.
Miladî 7. asrın başlarında başlayan İslâmî hareket, birden-
bire cahilleri alim, zalimleri iyi insan ve kabileleri millet yapar-
ken, en kısa zamanda bir kol Maveraünnehir boyunca kuzeye
giderken, diğer kol Afrika'nın kuzeyini katedip, 711'de İspan-
ya'ya çıkıp, Endülüs Emevi Devleti'ni kurdu. 9. asırda Sicilya'ya
giren Müslümanlar, 11. asırda da Anadolu'da yayılmaya başla-
dı. 1453'te İstanbul'un fethi ile Avrupalılar: "Bu nasıl bir din ki,
dünyanın en kuytu köşesi olan Mekke ve Medine'deki en cahil
insanları birdenbire dünyanın fatihi yaptı ve bunlar gittikleri
yerlere ilim ve ahlâk götürerek kendilerini halka sevdirip, asır-
larca kalabiliyorlar?" dedirtti.
Rönesans, İtalya'da 15. asırda başladığına göre o zaman Av-
rupa'nın doğusu, batısı ve güneyi tamamen Müslümanlarla çev-
riliydi.
İki asır boyunca Sicilya'da yaşayan Müslümanlar1 dan İtal-
ya'nın çok şey aldığı inkar edilemez.
Paule Faure diyor ki: "Rönesans kelimesi yeniden diriliş
manasına gelse de bu, yeni temellerden yola çıkılarak, yeniden
işe başlamak şeklinde tarif edilmelidir."
Rönesans, coğrafi keşiflerle elde edilen yeni sömürgelerin
sömürülmesiyle zengin olmaya başlayan İtalya ve diğer Avrupa
ülkelerinin sanata verdiği önemle başlar.
Bir kısım zenginler, sanatkarları maddeten destekleyince
edebiyat, resim ve heykeltraşlık gibi dallarda büyük sanatkar-
186
lar yetişti ve Avrupa'nın çehresi değişmeye başladı. Öyle ki sa-
natkarlara para vermek zenginler arasında moda haline geldi.
İtalya'da başlayan Rönesans'ın Roma'daki papanın tesirin-
de kalacağı, zengin kiliseden yardım göreceği açıktır.
Bu hareket tarih, ekonomi, politika ve teknoloji sahasında
da kendini gösterdi.
Rönesans hareketi Avrupa ülkelerinde dalga dalga yayılır-
ken Almanya'da Luther (1483-1546) Protestan mezhebini kura-
rak sadece Katolik ve Ortodoks mezheplerine darbe vurmakla
kalmadı, kilisenin de otoritesini sarstı. Daha sonraki yıllarda
Max Weber (1864-1920) Protestan ahlâkına dayalı kapitalizmin
temellerini attı. Auguste Comte (1798-1857) de Pozitivizm İlmi-
hali'niyazarak ilim ve tekniği putlaştırdı. Böylece Avrupalılar:
Pozitivist, skolastik ve kendi halinde olanlarla üç kısma ayrıldı.
Rönesans, reform hareketlerini doğurdu, onu sanayi devri-
mi, onu da sosyalizm takip etti ve Birinci Dünya Savaşı, tekno-
lojik cihazları ve silahlan Avrupa'nın başına bela etti.
Telsizden radyo, radardan televizyon yapılırken, program-
lar insanlığı ahlâki çöküntüye sürükledi. Bu misallerin sayısını
artırdığımızda görürüz ki, Avrupa medeniyeti insanlığa faydalı
olmamış, İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği felaketler yetmiyor-
muş gibi, aile çöktü, cemiyet dağıldı, suçlu patlaması huzuru
bozdu.
Demek dünya yeni bir medeniyete muhtaç. Bu da ancak sa-
nayi devrimiyle ve İslâm rönesansıyla olur. Sermaye kültüre yö-
neldikçe iyi günler gelecektir.
187
Ebedi ve ezeli,
Sözlerin en güzeli,
Nur içinde bezeli,
La ilahe illallah!
A. Doğan
Kütle
Atomlardan meydana gelen maddeye (varlığa) "kütle" denir,
bu da katı, sıvı ve gaz halinde bulunur. Fizik, kütleyi böyle an-
latır.
İnsan da atomlardan yaratılmış bir varlıktır. Bu varlığı di-
ğerlerinden ayıran hususiyetler şunlardır:
1- Okur, okutturur,
2- Anlar, anlattırır,
3- İlim ve sanat sahibidir.
Fakat bu vasıfları, iyiliğe de kötülüğe de kullanır. İnsan
varlığıyla sınırlı kalmaz, diğer varlıkların çoğuna tesir eder. Te-
siri menfi sonuçlar doğurduğundan dünya, yaşanamaz bir hal
almıştır.
Katı insanlara rastlandığı gibi, sulu insanlara da rastlamak
mümkündür. Ruh gibi insanların sayısı da az olmasa gerek.
Her maddenin bir ağırlığı olduğu gibi, her insanın da ağırlı-
ğı vardır. Kimisi on gram gelirken, kimisi dünyanın dengesini
bozacak kadardır.
Her maddede kuvvet vardır, kuvvet de mekanik, statik, di-
namik olmak üzere üçe ayrılır.
İnsan da bir madde (varlık) olduğuna göre, kimi insan saat
gibi mekanik kurulur, böylelerini başkaları işletir. Zembereği
atarsa statik duruma düşer, yani çalışmaz. İnsan mühendisleri
yetiştirilmediği için zembereği atanı da tamir etmek imkansız-
dır.
Dinamik insan pilli saate benzetilebilir.
Saatlerin önemli bir özelliği, insanı namaza çağırır, kendisi
ibadet nedir bilmez. Bu sebeple cennete gidemez. "Aleme verir
188
telkini, kendisi yutar salkımı" misaline uyanlar saat gibidir.
İman dinamik bir güç verir, insanı külli ibadete iter.
Müslümanlar ibadetle bütünleşince, büyük bir kuvvet doğar.
Buna mani olmak isteyenler imam yakar, o zaman Müslü-
man statik (durgun) bir hal alır. Bu da ecnebilerin işine yara-
madığından mekanik kuvvet gündeme gelir, Avrupa çalar, Müs-
lüman oynar. Bunu da pek çok kimse iş sanır.
Allah'ın kanunları azdır fakat çok şümullüdür. Fizikteki et-
ki-tepki kanununu, sosyal hayatta da görmek mümkündür.
At arabaya etki ederken, araba da ağırlığı oranında tepki
gösterir. Bu tepki yeterli olmayınca araba, atın çektiği yönde gi-
der.
Avrupa müslümanlara etki etmiş, Müslüman ağır olmayın-
ca, Avrupalı'nın peşinden gitmiş.
Aynı Müslümana İslâmiyet de etki etmek istiyor, bu sefer
engeller ortaya çıkıyor, Müslüman da ne İslâmiyet'in, ne de Av-
rupa'nın istediği yönde gidiyor, bir başka yöne gidiyor ki acayip
bir şey ortaya çıkıyor. Buna da eylem diyebiliriz.
Bir de eylemsizlik var: Tavana asılı makaraya bir ip takı-
nız, bu ipin iki ucuna da aynı ağırlıkta iki cisim bağlayınız, ci-
simlerin hareket etmediğini göreceksiniz ki, buna fizikte eylem-
sizlik denir. Müslümanlar'm günahlarıyla sevapları birbirine
denk geldikçe, din düşmanlanna karşı eylemsizlik baş gösterir,
atıl kalırlar.
İlimden teknikten mahrum kalan Müslümanlar, barajlar
kadar potansiyel bir enerjiye sahiptir.
Süper güçler, bu potansiyel enerjinin, kinetik enerjiye dö-
nüp, iş yapmasını istemiyor.
Cumhuriyet tarihi boyunca devlet adamları: "Çalışın, çalı-
şın!" diye bağırırken, milleti kahvelerde, barlarda, kulüplerde
oturtmanın imkanlarını aradılar. Neticede bir sürü işsiz ve bir
sürü işe yaramayan insan ortaya çıktı. Böylece milletin potansi-
yel enerjide kalmalarım, durgun sular gibi kurtlanmalarını te-
min ettiler. Başörtüsü mücadelesi de bu senaryonun bir başka
bölümüdür.
189
İslâmiyet kinetik enerjidir. Müslümanı işle, güçle bütünleş-
tirir. Bunun için İslâmiyet'ten korkup, Müslümanla İslâmiyet
arasına haram duvarını ördüler, Müslüman işsiz, güçsüz kalsın
diye.
Gavura düşman olan Müslümanlar, haramlara ve haramı
yayanlara düşman olsa kurtulurlar.
En çetin şartlara rağmen yine şahlanmada din,
Külle örtülmesi mümkün mü o kudsi alevin?
A. U. Kurucu
Herşey Müslümanlar için
Astronomi ve arkeolojiye göre ateş parçası olan dünyada Al-
lah, havayı, suyu, toprağı yaratmış... Sonra elma, armut, tavuk,
inek yaratarak, insan için gerekli olan herşeyi hazırlamış ve A-
dem aleyhisselamı dünyaya göndermiş.
Adem Aleyhisselam Peygamber olduğundan diyebiliriz ki,
yaratıkların bütünü Peygamberlere ve onların yolunda gidenle-
re hizmetkâr edilmiştir. İnsan elmayı yemiş, çalıyı yakıp, ısın-
mıştır.
Herşey, Allah'ın Müslümanlar'a ihsanıdır.
Bugün fakir olan Müslümanlar, Allah'ın ihsanını kabul et-
memiş kimselerdir.
İnsanlar Allah'ın ihsanını red edince, inanmayanlar, (men-
feat duygusuyla) o ihsana (hakları olmadığı halde, sahip çıkmış-
lardır.
Halen bir avuç şuurlu Müslüman, İslâmiyet'i sırat-ı müsta-
kim'de yaşamaya çalışıyor. Gerçek manada mü'min kalmadığı
gün, kıyamet kopacaktır. Çünkü, Allah, bu âlemi, kâfirler için
yaratmamıştır.
190
Bu kıyamet olayı da gösteriyor ki herşey Müslümanlar için-
dir. Müslümanlar, Allah'ın ihsanına sahip çıkmayınca, ecnebiler
bunlardan faydalanmaya başladı. Mü'min kalmayınca kıyamet
yine kopacaktır.
Televizyon, bilgisayar gibi optik ve elektronik cihazların bü-
tünü de Allah'ın ihsanıdır. Bunların hammaddesini Allah yarat-
tığı gibi sentez ve analiz kanunlarım da Allah koymuştur. Teyp
gibi madenlere konuşma kabiliyeti veren, Allah'tan başkası ola-
maz!.. Teknolojinin esası fizik, kimya ise, bu bilimlerdeki for-
mülleri, denklemleri, teoremleri yaratan da Allah'tır. Bunların
bütünü Allah'ın Müslümanlar'a ihsanı iken, Müslümanlar bu
ihsanlara sırt çevirdi, ceza olarak da Allah, ilimde teknolojide
ilerleyen ecnebileri, Müslümanlar'a efendi yaptı. Ta ki, Allah'a
itaat etmeyen Müslümanlar, gavura itaat etsin diye.
Dünyanın üç yüzü vardır. Biri Allah'ın sıfatlan bu âlemde
tecelli eder, kul da bu sıfatları talim etmek zorundadır. Mesela
Allah Adil'dir, kul da adil olmalı. Allah Gani'dir, kul da zengin
olmalı.
Denecek ki: "Zengin olan Müslümanlar bozuldu?"
İşte sır burda: Zengin olduğu halde bozulmayan Müslüman-
lara ihtiyaç var. Müslüman zengin olmalı, İslâm'a hizmet etme-
li, halk gibi yaşamalı. Bunlar, Allah'ın Gani, Rezzak, Kerim, Ra-
him gibi sıfatlarını beşer planında talim etmektir.
Dünyanın ikinci yüzü: Dünya ahiretin tarlasıdır. Mü'min
burada İslâmiyet'i öğrenir, anlar ve yaşar, ahirette ebedî saade-
te nail olur.
Üçüncüsü: Dünyanın haramlarla ilgili yanıdır, mü'min bun-
dan şiddetle kaçmalıdır.
İşte "ehl-i dünya" dediğimiz, dünyanın üçüncü yüzünde ya-
şayıp, haramlara girenlerdir. Mü'min ilk iki yüzde ne kadar ileri
gitse, ehl-i dünya değil, ehl-i diyanet olur, hem dünyasını, hem
de ahiretini mamur eder.
Dünyada Müslümanca yaşamayan insanlar, ahirette hangi
saadete konacak?
Mü'minlerin kaçırdığı gerçek şudur: Namaz kılmamak nasıl
191
Karamsa, tembellik, bilgisizlik, beceriksizlik de öyle haramdır.
Borcunu ödemeyen, sözünde durmayan mü'min ümmet hayatın-
dan uzaklaşmıştır.
Mü'minler ümmet olamazken, ecnebiler millet olursa, dün-
ya Müslümanlara zindandır. Halbuki Rahman ve Rahim olan
Rab'bimiz, şu cennet gibi dünyayı başımıza cehennem etmeye-
lim diye İslâmiyet'i göndermiştir.
Bugün dünya Müslümanlar'a cehennem olmuşsa, bu de-
mektir ki, Müslümanlar İslâmiyet'i anlıyamamış.
İslâmiyet'in kurtarıcı vasfına perde çeken Müslümanlar in-
dallahta mesuldür!.. Bu gerçek bir bilinse...
192
BİR MİLLET
UYANIYOR
H e k i m o ğ l u İsmail
Başını açmadığı için üniversiteden
atılanlar, namaz kıldığı için
memuriyetten, fabrikadan kovulanlar
yılmıyor, dini yaşamaya devam
ediyor. İslam'a sarıldığı için ana-baba
şefkatinden mahrum kalanlar, hatta
onların düşmanca hakaretine
muhatab olanlar, hicret ediyor,
akrabasından ve arkadaşından
uzaklaşıp İslamiyet'i yaşamaya
çalışıyor. Kısacası, "bir millet
uyanıyor."
Bir tutkudur Timaş kitapları.
SONSUZA
YÜRÜYÜŞ
Hekimoğlu ismail
1 İnsanoğlu, duraklardan bir bir geçerek
sonsuza doğru yürümektedir. Ruhlar
aleminden gelip, ahirete geçeceği
kabir kapısına kadar dünyada imtihan
edilen insan, 60-70 yıllık ömrü
boyunca pekçok olayla
karşılaşmaktadır. Sonsuza Yürüyüş,
insanoğlunun dünya hayatında
doğumdan ölüme kadar geçirdiği
evreleri ele alıyor. Birçok sorunuzun
cevabını bu kitapta bulacaksınız.
Bir tutkudur Timaş kitapları..
Ben Bir Müslümanım
NEYE, NASIL
İNANIRIM?
Hekimoğlu İsmail
İçinde yaşadığımız toplumda kime
sorsanız "ben müslümanım" der.
Fakat şu da üzücü bir gerçektir ki,
müslüman olmakla ne tür bir
sorumluluk aldığının farkında değil
kimi insanlar.. İslam'ın temeli olan
Akaid ilminde, Akaid kelimesinin
manasını bilmeyeler dahi bu eserden
istfade edecek, imanlarını
kuvvetlendireceklerdir.
Bir tutkudur Timaş kitapları..
OLUM
YOKLUK MUDUR?
H e ki m o ğ l u İsmail
Bu kitapçıkta; her hayat bir ölümün
sonu, her ölüm de bir hayatın
başlangıcıdır, sırrı sadece
anlatılmamış, isbat da edilmiştir.
İnsanın ve herşeyin dirildiği, herşeyin
ebediyet müzesine gittiği, Yokluk'un
yok olduğu, ölenin de yok olmayacağı
yine isbat edilmiştir. Bazen büyük
hacimli kitaplarda bulamayacağınız
bilgiler, bu kitapçıkta istifadenize
sunulmuştur.
İNSAN OKUDUKÇA
DÜŞÜNCELER
H e k i m oğ l u İsmail
Düşüncelerimiz bir dantel kadar
güzel, iç açıcı ve simetrik olmalıdır.
Bir tarafını ihmal ederseniz,
düşüncenizle beraber hayatın
dengesi de bozulur... Ey
sanatkârlar; sanatınızın esaslarını
öğrendiğiniz gibi, dininizin de
esaslarını öğrenin. Dininizin
sağlayacağı kazanç, sanatınızın
kazanandan az değildir!..
Bir tutkudur Timaş kitapları..
YAPRAKLAR
Hekimoğlu İsmail
Ey Avrupa'yı başında şapka, sırtında
redingot olarak giyen! Viski içip,
havyar yiyen! Ey Hristiyan kamçısı
ile Müslüman döven!
Bizden misin?
Dağların baş eğdiği asfaltta kan,
dönen dişlilerin arasında can var.
Sen neredesin?
Neredesin ey seccademi çiğnemeyen
ayak?
Bir tutkudur Timaş kitapları.
HİKAYELER
MENAN
CİNLERİ
Hekimoğlu İSMAİL
Toplumun her kitlesinden,
zamanımızdan ve asırlar öncesinden
insan tiplemeleriyle derlenmiş bir
hikaye kitapçığı.. Kimi zaman
mizahî, kimi zaman dramatik
sahneleri gözlerinizin önüne getiren
Menan Cinleri, insanoğlunun
yüzyıllardır değişmeyen duygu ve
düşüncelerinden kesitler sunuyor.
İNSAN OKUDUKÇA..
MÜSLÜMAN
VE PARA
v_
H e k im o ğ l u İsmail
Kapitalist sistemden tiksinen
müslümanlar, islam iktisadıı
bilmedikleri veya yaşayamadıkları
için, paraya, ticaret, mala hayır
demişler. Bunların yüzlerin serden
hayra çevirmemişler, kapitalist
sistem içinde kalmışlar. Her işini para
ile görüp, paraya düşman olan
müslümanlar! Sermaye biriktirip
kapitalizme düşman olan
müslümanlar! Müslüman ve Para'yı
mutlaka okuyun.
Bir tutkudur Timaş kitapları..
~ „
''
- n
Müslümanl
devri/ir.
Hekimoğlu İsmail _ Mum
Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.
UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...
Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacıgörme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.
Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.
Yaşar MUTLU
İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders
kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir
şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."
bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitabı Tarayan ve Düzenleyen Arkadaşa
çok çok teşekkür ederiz. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek
tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
Not sitemizin birde haber gurubu vardır.
Bu Bir mail Haber Gurubudur. Grupta yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeniz gerekmektedir.
Grubumuza üye olmak için
kitapsevenler-subscribe@googlegroups.com
adresine boş bir mail atın size geri gelen maili aynen yanıtlamanız yeterli olacaktır.
Grubumuzdan memnun kalmazsanız,
kitapsevenler-unsubscribe@googlegroups.com
adresine boş bir mail gönderip, gelen maili aynen yanıtlayarak üyeliğinizi sonlandırabilirsiniz.
Daha Fazla Seçenek İçin, grubumuzun ana sayfasını
http://groups.google.com.tr/group/kitapsevenler?hl=tr
Burada ziyaret edebilirsiniz.
saygılarımla.
Hekimoğlu İsmail _ Mum