Hayata Düşülen Dipnotlar
TİMAŞ YAYINLARI
Bu Kitabın Serüveni :
Gene! yayın yönetmenliğini Osman 0%u'nun yaptığı
Hayata Düşülen Dipnotlar adlı bu kitap,
Nihat Vuranın editörlüğünde
Tim Tanıtım tarafından baskıya hazırlandı.
Kitabın kapak tasarımı Kenan Özcan'a ait
Baskı ve cilt takibi Ekrem Çalış tarafından yapıldı
Kitabın kapak ve İç baskısı Ayytlda Ofsette,
cilt işlemleri ise Sistem M ücellithemesinde gerçekleştirildi.
2. Baskı olarak 1998 Aralık ayında yayımlandı.
Kitabın Uluslararası Seri Numarası (ISBN): 975-562-365-8
İrtibat İfk Ankara Cad. No; 50 Eminönü / İstanbul
Yazışma \çin. P. K. 50 Sirkeci / İstanbul
Tel: (0 212] 513 84 15 Fax: (0 212) 512 40 00 / 664 77 97
İnternet: www.timas.com.tr
Elektronik posta: timas@timas.com.tr
Hekimoğlu. İSMAİL
1932 yılında Erzincan'da doğdu. Asıl adı, Ömer Okçu'dur. Dedesi¬nin ismi olan Hekimoğlu İsmail imzasıyla yazılarını yazdı, böyle tanındı.
Babası, Istaklâl Savaşı sırasında Kazım Karabekir Paşa'nın emrinde 4 yıl askerlik yaptıktan sonra, memleketine döndüğünde İstiklal Madal-yası'nı satıp, viran olan evini yaptırdı.
Savaşlar içinde büyüyen Hekimoğlu İsmail'in anne ve babasının okuma yazması yoktu. Dolayısıyla yazarımız kitap bulunmayan evde doğdu, büyüdü.
Lise tahsilinden sonra Amerika'da elektronik üzerine ihtisas yaptı. I967'de meşhur Minyeli Abdullah romanını yazdı. O günden bu yana pek çok dergi ve gazetede yazılar yazan Hekimoğlu'nun, 20'den fazla eseri vardır. Yurtiçi, yurtdışı konferansları da yüzlercedir.
Halen Zaman Gazetesi'nde makaleleri yayınlanan Hekimoğlu İsma¬il'e, Harran Üniversitesi tarafından Edebiyat Doktoru unvanı verilmiş¬tir.
1950'den itibaren çeşitli zamanlarda yazıları dolayısıyla mahkemelere verildi.
Hekimoğlu 1953'den beri sigara parasını kitaba verip, bir Ömür bo¬yu talebe gibi çalışmıştır.
Eserleri:
m Minyeli Abdullah (Roman)
m Maznun (Roman)
m Menan Cinleri (Hikâyeler)
m Bir Millet Uyanıyor
m Düşünceler
ı Yokuş
m Yapraklar
m Mum
s İnsan Bu
m Sevdalı Şiirler I (Derleme)
m İyiliğin Kaynağı
m Sevdalı Şiirler 2 (Derleme)
m 100 Soruda Bediüzzaman
m Sonsuza Yürüyüş
m Mülüman ve Para
m İlimler ve Yorumlar
m Derdimi Seviyorum (5 Cilt)
« Ölüm Yokluk Mudur?
m Neye Nasıl inanırım?
m Güneşi Arayan Adam
m Mehmed Akife Göre...
m Hayata Düşülen Dipnotlar
İÇİNDEKİLER
Birinci Kısım
Danimarkalı Genç Kız 9
Medeniyet ? 12
Dinsiz ; t. ... 17
Gönüllü Köleler ? 22
İngiltere'deki İntihar Etme Cemiyeti 24
Deccal 27
Viktor'ım İç Dünyası 29
Almanlar ve Irkçılık 31
Avrupa'da Dinine Sarılanlar 33
Alman General r 35
Savaş ve Dua 37
Gavurun Kızı 38
Almanya 40
Şeytanın Sonu 43
Alimler ve Allah " 45
İnkârdan İmana 47
Akla Veda 49
Prof. Bernard Lewis'in Laiklik Dersi .- 51
Avrupa'da Ahlak Arayışları 52
Bere 57
Seni Unutmayacağız Siyah Kardeşini 59
İkinci Kısım
Satuk Buğra Han Destanı 63
Üzgün Değilim 65
Osmanlılar İtalya'da İken 66
Fuzûlî Destanı 68
İslam Atlasında Yunus Emre'nin Yeri 70
Yahya Ağa 73
Vatansız Adam 75
Ağlayan Kadın 78
Böyle Dert Sevilir mi? -.- .80
Üstün İnsan . . 82
Ey Ruh! 84
Re.nklehn Kavgası ve Beşinci Kol 86
Kimler Atatürkçü? 88
Bir Senaryp da Ben Yazdım . .' 90
Üçüncü Kısım
Dörtyüz Senelik İslamî Anlayışımız Değişmelidir . .95
Teknoloji Kötünün Eline Geçti 97
İman, Cesaret, Savaş 98
Müslümanlar Bu Kafa ile Kalkınamaz 100
Adı Yok 102
O Adam (I) ; 103
Din Pazarı 106
Pahalı Mal Üretmekten Kaçınıp, Ucuz Mal Almak.. .108
Türkiye'nin Birincilikleri ? 11.0
Gericilik '. .112
Bir Otobüs Yolculuğu 114
Baharistan 116
Gülistan 118
O Adam (II) . .120
Rum Tüccarla Bir Sohbet 121
Siyah ve Beyaz 124
Öteler 126
Bir Adım . .128
Bir Toplantı 130
Manastırda İbâdet . : 132
Filistin ?....- 134
Buket : 135
Dördüncü Kısım
Sorular ve Cevaplar 139
Yeni Düzen 144
Deli I46
Bayram 148
Gizli Din ' I49
Siyaset, Din ve Eğitim '. 151
Çocuk ve Devlet : 153
Söylemediklerimi İşitiyor musunuz? 155
Torbadaki Sorular 157
Kurtuluşun Sırrı 159
Güzeller I61
Bize Gelince 163
Âlemler İçice ? ? ? 'I64
Ölüyle Röportaj ? ?? I67
İhtiyar I69
Karacaahmet Mezarlığında Hesap Defteri 171
Oksijen Aleminde Bir Seyahat . . . . .' 176
Soylu Bir Davranış
Karıncalar
Karıncalar Saltanatı , 184
Olmuyor! ' 186
Karıncalar Laf Anlar mı? I88
Güzel Konuşmak, Güzel Yazmak .
ve İnandığı Gibi Yaşamak Belagattır 190
Bir Sanatkârın Sahtekârlığı 195
BİRİNCİ KİSİM
Danimarkalı genç kız
Herkes gibi o da sarı saçlı, mavi gözlüydü, hem de fidan gi¬biydi. On üç yaşında iken babası evi terk etmişti. Boşanma la¬fına alışkın olduğundan fazla sarsılmadı. Annesi işsizlik ücreti alır, kendisi de okula devam ederdi.
On sekiz yaşma gelince İzmirli bir Türk'le evlendi. Buna "Evlenmek" de denmez ya... Çünkü İzmirli, Danimarka'da kal¬mak için bu yolu seçmişti. Charlotte de, evet kızın ismi Char¬lotte idi, o da tatlı sözlere kanmış. Kendine bir YAR bulduğu¬nu sanmıştı.
Atlattığı kalb krizinden eser yoktu anıma şimdi teşhisi kona¬mayan bir hastalığa yakalanmıştı, kemikleri kolayca kırılıyordu.
Böylece ayrılma, pardon boşanma mazereti de ortaya çıktı.
Charlotte bir ameliyattan ötekine koşarken annesi de Öldü. Artık dünya başına yıkılmıştı, İsa'dan, Tanrı'dan söz edilmesi¬ni istemiyor, iradesinin dışında kendisini felakete atan kadere isyan ediyordu. Kiliseyi manasız buluyor, çan seslerini gürül¬tü sayıyordu. Zaten İzmirli de İslamiyet adına ona birşey ver¬memişti.
Her ameliyattan sonra küçücük evinde yalnız yaşar, "Bu son!" derdi. Bahçedeki çimenlere, çiçeklere bakar, koşuşan çocuklar, dolaşan insanlara imrenir di.
9
Bir gün kapısını Nurgül çaldı. Charlotte az-çok Türkçe, öbürü de o kadar Danimarkaca biliyordu; konuştular, anlaştı¬lar.
Nurgül'e göre komşusu çok cana yakın, sevimli bir kızdı. Asıl sebep ise Nurgül'ün şuurlu bir müslüman olmasıydı. Ay¬rıca şefkat kaynağıydı. Bir yandan "İslamiyet adına ona birşey-ler verebilir miyim?" diye çırp mirken, öte yandan 3'apayalnız bir hanıma can yoldaşı olmak istiyordu.-
Günler böyle geçerken, bir gün telefon çaldı, Charlotte:
- Nurgül artık yaşama gücüm kalmadı, evdeki ilaçların
hepsini içtim, elveda!
Nurgül beyninden vurulmuştu, bağırıyor: "Charlotte, Char¬lotte!" Ses yok, telefon kapanmıştı.
Hemen polisi aradı: "Lütfen, acele edin, arkadaşım intihar ediyor, adres..."
Belki üç dakika sonra siren sesleri duyuldu. Kapıyı çaldılar çıt yok, kırıp içeri girdiler; melek gibi genç bir kız, derin bir uykuya dalmıştı. Hemen sedyeye koyup, cankurtarana taşıdı¬lar.
Ertesi gün Nurgül hastaneye koştu: "Acaba?.,"
Onun ölüm haberiyle karşılaşmak istemiyordu. Başka ne
yapabilirdi? Korkak adımlarla hemşireye yaklaştı. Çekingen
bir ifade ile:
- Charlotte?..' . .
- Ooö Charlotte mu, çok iyi, çok iyi...
Alay mı ediyordu? . ' ?
- Ciddi misin? ?
- Elbette,
Beraberce bir odadan içeri girdiler, Nurgül ağlıyordu. Char¬lotte yalvarırcasına:
- Sen benim anam mısın, bacım mısın? Neden bana sahip
çıkıyorsun?
Nurgül gözyaşlarını sildi:
•10 ' '
- Sana nasıl yardımcı olabilirim?
Aynı ses tonuyla:
- Hiçbir şeye ihtiyacım yok, sadece konuşan birisine... Yal- .
nızhk zor, susmak zor, yanımda birisi olsa... Neden beni kur- .
tardın? Ne güzel uçup gitmiştim...
Bu sefer Charlotte gözlerini siliyordu.
- Her gün geleceğim, belki yarın hastahaneden çıkarsın,
hep beraber olacağız.
Yarınlar birbirini kovaladı, kontroller, kontroller ve nih^et acı teşhis kondu: Kan kanseri.
Hayret, Charlotte birdenbire canlandı: - Artık çok yaşamam! Öleceğine seviniyordu.
Nurgül irkildi: "Ölümü bu kadar Özlemek, hayattan bu ka¬dar nefret etmek..."
- .- Nurgül çok daldın, yoksa... Evet, yoksa öleceğime üzülü¬yor musun?
- Ölüm, dünya şehrinden ahiret yurduna.göçmektir. Dün¬
yayı yaratan Allah, ahir e ti de yaratmıştır. Bizi dünyaya getiren
Allah, ahirele de götürür...
Gözlerini lambaya dikmiş sayıklar gibi konuşuyordu.
- Anlat Nurgül anlat, lütfen devam et, ben senin inandığın
Allah'a inanıyorum, ne olur anlat.
Artık o andan itibaren Charlotte Tuba oldu. Tuba'nın ma¬nasını öğrenince çok sevindi: "Bari ahiretim cennet olsun..."
Eskiden sohbetler havadan, sudandı, .şimdi bu hastahane odası medreseye dönmüştü: Kitaplar, dergiler...
Hastahane personeli bir Türk'le, bir Danimarkalı'mn bu de¬
rece samimiyetine gıpta edip, memnun oluyordu, bütün kapı¬
lar Nurgül'e açılmıştı. ? ? ;'' ,.??'.'
Tuba'nın dilinden Allah kelimesi düşmüyordu:
- Allah, Allah...
11
Neş'e dolu gözleriyle arkadaşına baktı:
- Nurgül, biliyor musun, artık ölümden korkmuyorum. İn¬tiharı hiç mi, hiç düşünmüyorum. İçimde tarifi mümkün ol¬mayan bir rahatlık var. Hani Besmele'de öğrettin ya, işte ben Rahman ve Rahim olan Allah'ı seviyorum. O'nun adil olduğu¬na inanıyorum. İnanıyorum ki, çektiklerim için beni mükafat¬landıracak. Kötülüklerin, hastalıkların olmadığı bir aleme gidi¬yorum Nurgül. Sana uzun ömürler dilerim amma, her halde, seni orada da özleyeceğim.
Onların ağlamaları bile eğlenceleriydi.
Tuba'nın günleri kelime-i şehadet getirmekle, Allah'ı zikret¬mekle geçiriyordu.
Vefat ettiğinde sarı bir gül demeti gibi yatağmdaydı. Etaje¬rin üzerinde bir mektup vardı: "Lütfen, cenazemi İslam Kültür Merkezine teslim ediniz, beni müslüman mezarlığına gömsün¬ler, elhamdülillah, Tuba (Charlotte)" Nurgül arkadaşına baktı baktı:
- Ya Rab, topraktan bu güzel cesedi nasıl yarattın, ve bu güzel vücudu nasıl toprak yapacaksın? Sen Kudret sahibisin herşeye gücün yeter! Charlotte rnüslümandı Ya Rab, şehadet ederim. Onu cennetine koy.
Medeniyet
Danimarka dağı, tepesi bulunmayan bir memleket, her taraf yemyeşil, sık sık göletlere rastlarsınız. Başka ülkelerde gölet yaparlar, bunlar göletleri kurutmaya çalışır, baş edemezler. Bir de ağaçlan bitiremezler.
16 yaşına gelen Hans tekvando dersleri almaya başladı. "İn¬san her bakımdan kuvvetli olmalıdır" derdi.
12
Bir °ün arkadaşının bir şeyler yaptığını, anlaşılmaz hareket¬lerde bulunduğunu gördü; "Ahmet bu oyunun adı ne?" diye
etrafında dönüp, dolaştı,
Nihayet Ahmet konuştu: "Bu bir ibadettir oyun değil, ismi
de namaz."
Hans peşpeşe sorular sordu, Ahmet de namazı, İslamiyeti
| anlattı.
Hans:
- Ben de namaz kılabilir miyim?
- Kılarsın amma müslüman olmalısın...
Hans fazla uzatmadan müslüman oldu, namaza başladı, ar¬tık onun ismi Abdullah'tı.
Danimarka Radyosu'nun "Vesterbroda İslam" adlı progra¬mında Abdullah'la epeyce röportaj yaptılar.
Durumu öğrenen Zafer Bey, Abdullah'ı arayıp buldu. Onunla samimi oldu, gezip tozdu. Bu arada Türkiye'yi bol bol anlattı. "Çok büyük camilerde, uzun ince minarelerde ezanlar okunur, halk namaza koşar..." Abdullah:
- Ah oraları bir görsem... Diye yanıp yakılıyordu. Zafer Bey, olup bitenleri karısına anlatıp:
- Acaba izine giderken Abdullah'ı da götüremez miyiz?
Nur gül:
- Olur, niye olmasın ki... Gerçi 16 yaşında amma ona bir
annelik yapayım, belki şuurlu bir müslüman olur. Bu Dani¬
markalılar bizi dinlemiyor belki Abdullah'ı dinler. Belki Ab¬
dullah ırkdaşlarmı müslüman eder.
Bu ümitlerle Abdullah'ı yanlarına alıp yola çıktılar. Nurgül
sıkı sıkıya tenbih etti:
- Abdullah, canının istediği gibi hareket etmeyeceksin, herşeyini bana danışıp, benim iznim olmadan birşey yapma¬yacaksın!
İ
T o
P-
cr
co a-
O P
*-? p P cr
en
td
cr CD
> er
era
>
p-
P O
CÜ
p- r
cr
3 cr P s- er
era
er
p-
- ?tf
İS s
P-
O P-
era
P-
P-
W P-
P- CD
9- B- B
O CD
^- p-
< 7
O t»
0Q
i. O
a- ET
o- a
CT
cr
er
CD P-
i:
o-
8 ^
(D N _^ CD !
a
M
er -
CT
?p-
0Q
P-
P-
o '?<
." |-n O"
p-
er
o
0Q
0 ^ 0
?n o
&• P
cd P
P-
P-
< ~>
era
O
>
00'
p- 9-
CD P
cr
cr
Pi-
P-
3 B
era cr o
O
cr
P cr
N
P p era
PL-
^ cr
CD p
era*
3 -5"
P >?
HL P
P 3
P- CD
>
3 cd
p
p-
3
s S
N o
S- I
d
p
p-
3
3 P 5 p
p
>
p-
3
P P n P
p-
P-
CD et) O
cr
cr cr
o P
i:
P-
p-
j
P P-
CD
1-^1
O P CD P-
5"
CD
C/3
3
3
P-
<
p -)
p
tn O
3
>-J P
?« p-
tu O
2. O O
P P
< o
cr ^ E P 3 S-
7T ^ p
OQ o cr co o era*
r
era
?5 °
cr p"
?s s
p-
3
CD CD P CO
p p-
ffi r
Sı ^ cr co
P P-
S*
p
p-
7?
CD P
P
era'
P-P
cd
O
pi &
CD* P
r+ <<
o ??
p 3 ^
-en i-1 LJ.
t» E ^5
CTQi P CD^
P-
S-3
P CD
^ cr.
'- c! P
CfQi p- ^
P p P-
p ? co
P era;
cr
P-
P
?
P CD
a
P n
~ Şimdi?
- Şey anne kız arkadaşım var...
Nurgül ciddileşti:
- Bak Abdullah, Danimarkalılar nikahsız evlenebilir, sen
müslümansm unutma.
- Ah anneciğim, bu açıdan bakınca müslüman o kadar az
ki...
Zaman durmadan akıyor, takvim yaprakları çöpe atılıyor ve
bir gün Abdullah, annesinin karşısına dikildi. Selamdan sonra ceketini çıkarıp, oturdu. Nurgül misafirim tepeden tırnağa sü¬zerek:
- Abdullah belindeki o kama ne?
Sesini yumuşattı:
- Yavrum sana kama da, kabadayılık da yakışmıyor, akıllı
ol.
. Abdullah acı acı güldü, başını salladı:
' ~ Anne Ramazan ne zaman?
- İki ay sonra,
Sevindi:
- Ramazan'da oruç tutup, namaz kılacağım...
- Namaz kılmıyor musun?
- Anne^ rüyamda annemi gördüm, namaz kılıyordu. Ertesi
gün anneme gidip, müslüman olmasını isteyecektim. Aklıma
geldi ki evvela ben namaza başlamalıyım...
Parmaklarını birbirine geçirdi, yüzü ıstırapla doldu: - Anne çok yalnızım, etrafım kötülerle dolu, ben onlarla arkadaşlık ediyorum, ne olur beni af et!.
Fırladı gitti.
Kapıyı kapamadan giden Abdullah bir zamanlar harçlığını bile Afganistan mücahidlerine gönderip kendisi de oraya git¬mek istiyordu. Şimdi nereye gidiyordu? 16
Nurgül yine
B
doksare
seU aUp
iyormuş...
a bemm, be. HayıfadmAbdulla,
^Umden ,«. mr m^üman beni ye-
H^sıde
"H^sıdehıçkırahıçkıraagUdı...
oturu.p
^ Her mevsim tükenmez «si, her z
Dinsiz
Hollanda'nın kışı bir daki yağmuru, kar. -f vam eden yeşillik; kuş arm otlayan sığırlar, koyunlar-
hayata düşülen dipnotla! F 2
17
Liseye giden Ali çok, ama çok çok başarılıydı. Zaten Hol-' landa'da doğup, büyümüştü. Anadili olan Türkçe'yi az, Hol-landaca'yı çok iyi biliyordu. Ayrıca Almancası da iyi idi.
Duyduğumuza göre öğretmenleri ona hususi bir ilgi göste-rirmiş, Türk değil, Hollandalı kabul ederlermiş. Zaten Ali de dersinden başka hiç birşeye kulak asmazmış.
Böyle bir kış gecesi yemekler yenmiş, çaylar gelmişti. Belki
misafirin hatırı için ailenin bütünü salona toplanmıştı. Söz sı¬
rasında Ali, gayet tabii olarak bir şey söyledi, söyledi amma bii
bomba gibi patladı: " \
- Ben Allah'a inanmıyorum!
Annesi "Ayyy!." diye bağırırken, babası, sandalyeden doğ¬ruldu:
- Şeytan diyor ki şunun ağzına bir tane vur!
O güzelim hava birdenbire karıştı. İçerdeki fırtına dışarda-kini unutturdu. Misafir, gayet sakin bir sesle:
- Neden inanmıyorsun?
Ali endişeli gözlerle annesine, babasına baktı, belki onları da ikna edebilirim diye başladı konuşmaya:
- Görünmeyen birşeye neden inanayım? Bizleri görünen,
bilinen şeyler meşgul etmeli. İnsanlar hurafelere dalıp, ilmi ve
tekniği ihmal ederse, gerici, yobaz olur. Kavgacı, kaba olur.
Kagaların, savaşların sebebi batıl inançlar değil mi?
Böylece babasına da cevap veriyordu. Onun ne kadar cahil olduğunu biliyordu, cahil olduğu için yumruğunu sıktığına inanıyordu.
Misafir:
- Görmediğimiz pek çok şeye inanıyoruz. Mesela elektriği,
atomu, aklımızı görmüyoruz. Psikoloji ruhun yaptığı şeyleri
anlatır, ruh görünmez ve bilinmez.
Baba rahatlamıştı: ...
- Hanım hele çayları tazele... ? ...
Ali: .
18
Elektrik varlığını bildiriyor, atomların varlığı da element-i den anlaşılıyor. Kimya denklemleri atomlara dayanır. Psiko¬loji bir bilim dalıdır, anlattığı herşeyi isbat eder. Olunun anlattıklarını dinleyen baba:
- Ha şöyle güzel güzel anlatsana...
Hava yumuşamıştı. Misafir:
- Allah da yaptığı şeylerle varlığını bildiriyor. Mıknatıs ve
mıknatıslanma olmasaydı alternatif akım olmazdı. Atomlarda
çekirdek ve elektron düzenini kuran kim? Her atomun ilk yö¬
rüngesinde ikiden fazla elektron bulunmaz. Üçüncü elektronu
buraya hiç kimse yerleştiremez. Psikolojiye gelince.: Ruhun
yaptığı işleri anlatıp, ruhu inkar etmek mantıksızlık olur.
- Tabiat, bunlar...
Misafir, Ali'nin sözünü kesti:
. - O konuya da geleceğim. Nasıl ki elektrik, atomlar, ruh yaptığı işlerle kendini belli ediyorsa, şu çiçeğin, şu otun...
Ellerini uzattı:
- Organlarımızın sanatkârı da Allah'tır. ,
Ali güldü: .
- Tabiatı anlatıyorsunuz.
- O zaman "Allah'a inanmıyorum" demek yerine, tabiata
inanıyorum, benim rabbim tabiattır demeli.
Ev sahibi gürledi:
- Sus, sen de kafir oldun! Tabiata Allah denir mi, Allah ta¬biat olur mu?
Ali manalı manalı güldü, kafiri ikilediğine sevinmişti.
Evin hanımı işin sarpa sardığını görünce: - Böyle kargacık, burgacık şeylerden bahsedeceğinize gü¬zel güzel konuşsak ya...
Diye bir teklif getirdiyse de alev bacayı sarmıştı. Ali:
- Tabiat da, Allah da ayrı ayrı iki özel isimdir, birbirinin
yerine kullanılmaz, buna karşıyım.
19
Misafir, herşeye ragmen Ali'yle sohbetini sürdürmek isti¬yordu:
- Tabiatı tarif eder misin?
- Gördüğümüz, bildiğimiz herşey tabiattır.
- Bu gördüğümüz şeyleri yaratan kimdir?
- Tabiat.
Ev sahibi bir sigara yakıp, derin derin çekmeye başladı. Ha¬nımı can sıkıntısı içinde çayları dolduruyordu. "Nerden çıktı bu işler?" der gibiydi.
Misafir pencereye elini uzattı.
- Topraktan bu otları,, ağaçları yaratan kim?
- Tabiat.
- Biz de Allah diyoruz. Yani tabiatı da, herşeyi de yaratan
Allah'tır diyoruz.
- Siz Allah diyorsunuz, bir başkası tanrı, öbürü got, vesa¬
ire...
Misafir:
- Siz de tabiat diyorsunuz...
- Hayır ben ateistim sizin inançlarınızı red etmiyorum. Siz
Allah'a, İsLamiyete, daha başka şeylere inanabilirsiniz. Ben
labratuvara inanıyorum. Benim işim ilimle, bilimle... Görün¬
meyen güçlerle değil.
- Ali, biliyorsun ki Hollanda'yı idare edenler Yahudi. Yahu-
diler'in bütünü Tevrat'a, Allah'a, ahirete inanır. Havraya, haha¬
ma öriem verirler. Neden onlar dinli iken, sen dinsiz olasın?
Ali doğruldu, parmağını misafire uzatarak:
- Neden Türkiye, özellikle Doğu Anadolu fakir? Neden
Hollanda zengin? Acaba yahudilik müslümanhktan daha mı
üstün?
Baba sigarasının külünü döktü:
- Sohbeti burada bitirelim çünkü Hollanda'da Yahudiler'in
alejdıinde konuşmak yasak, ekmeğimizden oluruz,
20
Oğluna döndü:
Oğlum, bu Yahudiler Kur'an'da lanetlenmiştir. Bunlar mason, lions, rotary gibi şeylerdir. Görmüyor musun İsrail ya-hudileri, Filistin müslümanlarına neler ediyor? Ne ise kapata-hm bu bahsi, sen Yahudiler'e inanma evladım.... Fakat oğlu dertli idi, misafirin gözlerine bakarak: - Sizin dinsiz dediğiniz öğretmenlerimiz bilgili, temiz, ki¬bar insanlar. Bir de git kahvelere bak. Anadolu'nun kahveleri¬ni Hollanda'ya getirdik, buraları da kirletmeye başladık. Sapa¬sağlam insanlar çalışmıyor, devletten işsizlik ücreti alıp, ye-yip, yatıyor. Bu paralar haram değil mi?
Misafir havayı yumuşatmak için şaka yaptı:
- Hani sen inanmıyordun, haramla işin ne?
Fakat atılan taş yerini bulmuştu, baba:
- Ben kahveye giderim amma kalbim temizdir. Hem gavu¬
run malı ganimettir, yeriz, birşey olmaz.
Ali üzgün ve ümitsiz bir şekilde konuştu: - Kalbi görmediğim için temiz mi, pis mi olduğunu b'il-ıem. Hollandalılar gavur, Türkiye müslümansa aradaki çeliş-ûyi, zıtlığı anlayamam. Kısacası bu kahvedeki Türkleri değil, .aboratuvardaki Hollandalüar'ı beğeniyorum. Evin hanımı, misafire döndü:
- Hocam bu çocuklara birşey demeye gelmiyor. Hollanda hükümeti diyor ki ananızdan, babanızdan hoşnut, değilseniz, gelin; biz size bakarız. Yedirir, içiririz, okuturuz. Eee ben ne yapayım: Oğlanın biri içki masasından kalkmaz. Kızı iblisin birine verdik, herif kahvede, bu da böyle... Yine en iyileri Ali, hiç değilse aklı başında. Onun dediğine bakmayın hocam, Al¬lah birdir, şeriki yoktur. Ne yapalım, gurbet işte...
Misafir:
Efendim çok teşekkür ederini, bir randevum daha vardı...
Ev sahibi:
- Hani bu gece bizde yatacaktınız...
21
Ayağa kalktı, gülerek, halinden memnun gibi gözürerek:
- Bir başka zaman yine gelir, yine kalırız, şimdilik hayırlı
geceler. • .
Böylece oradan ayrıldı, sağnak halinde yağan yağmurda emanet aldığı arabaya binip, otelin yolunu tuttu.
Odasına çekilince perdeleri açtı, Rotterdam ışıklarını sey¬retti. Hollanda'nın fabrikalarını, seralarını, çiftliklerini düşün¬dü: "Hollanda Konya kadar. Nerde Konya, nerde Hollanda. Onlar müslüman, bunlar Yahudi." Sonra Ali'yle babası aklına geldi. "Bu ne biçim.inkar, bu ne biçim iman?" Yıl 1980'di.
Elemi, kederi bir hayli fazlaydı. Çantasından çıkardığı por¬takal suyunu içti, elbisesiyle yatağa uzandı. Gözleri pencerede iken bir mısrayi mırıldandı: "Ağla Meraga göklerinden Mera-.ga'ya bakan yıldızlarım!" Dünyanın gözyaşları camlardan sü¬zülüyordu.
Gönüllü köleler
Abraham Lincoln, Amerikan zencilerine hürriyet verdiğin¬de, onlar bayram sevinciyle sokaklara fırlamış.
Fakat sevinmek karın doyurmaz ki... Biraz sonra evsiz, barksız ve aç olduklarını anlayınca, bu sefer gönüllü olarak efendilerinin yanma dönmüşler. Efendileri demiş ki: "Emir var, artık kölelik yasak edildi, sizleri evlerimize alamayız."
Durum hükümete bildirilince, hürriyetin, kölelere zarar ge¬tirdiği anlaşılmış ve "isteyen noter sözleşmesiyle efendilerinin yanına dönebilir" şeklinde bir emir yayınlanmış. Bu sefer "Gö¬nüllü köleler" devri başlamış.
1997'de.elliden fazla İslam ülkesi var. Bunlar bağımsızlıkla¬rını eide etmiş fakat iktisadi, kültürel, dolayısı ile siyasi yönden
22
vie durumundalar. Çünkü meyhane, kumarhane ve bar gibi r lanüyetce haram kılınmış yerlerin sayısı çok. Daha doğrusu, haram eğlenceleri, medeniyet zannediyorlar. Harama kayan her Müslüman, her millet, zoraki efendi arıyor demektir. Bun¬ları da gönüllü kölelerin arasına katabiliriz.
Müslümanlar içinde şuurlu Müslümanlar da köle duru¬mundadır. Günah çamurlarını misk-i amber sanıp, yüzüne gö¬züne bulaştıran, yani alenen günah işlemekten 2evk alacak du¬ruma gelen; günahı (günah) bilmeyecek kadar gafil olan Müs¬lümanların içinde, şuurlu Müslüman garip, kimsesiz ve yal¬nızdır.
Geçen gün otobüste geliyoruz. Yanımdaki arkadaşa anlatı¬yordum: "Arkadaşlar arsa, daire aldıkça çoluk çocuğunu ha¬berdar ediyorlar. OnSarı sevindirmek istiyorlar, fakat yaş ilerli¬yor, mal artıyor. Ahiret yolculuğu başlıyor. Hiç değilse malım¬dan bir kısmını hayır işlerine vereyim dediği an, kıyametler kopuyor. Çocuklar büyümüş, hepsi düğün parası, sermaye isti¬yor. Hepsinin arabaya, yazlığa ihtiyacı var. Hepsi konfor için¬de yüzmek niyetinde. Kim hayra hasenata razı olur? Adamca¬ğız da bu yaşta kavgayı göze alamaz, dolayısı ile kendi malını dilediği yerde kullanamaz. Anlar ki esirim."
Baktım ki yanımdaki arkadaş ağlıyor.
- Hayrola, ne var?
- Ağabey, ben senin anlattığın gibiyim. Beş kuruşumu bir
yere veremem. Kazanacağımı da bunlara vermek zorundayım,
başka türlü olamaz.
içimden "asri köleler" ibaresi geçti. Pek çok kimse kasada can veren zengine benziyor. Kimisi maddeten, kimisi, de ma¬nen ölüyor.
Yol uzun olduğundan sohbetimiz devam etti, arkadaş dedi
ki:
Ağabey, ben artık hiç bir işe yaramıyorum. Doğrusu bu söze üzüldüm. Arkadaşımın işe yaradığını isbat
etmeliydim. Otobüsümüz şirin bir kazadan geçiyordu. ağaçları öyle yüklenmiş ki, dallarına dayak vermişler.
- Bakınız dedim, şu dayaklar, dallar kadar mühim. E&er dayak çekilse dal yere inecek. Aynı şekilde dinleyenler ve yar¬dımcılar olmasa ilim adamları, hizmet adamları işe yaramaya¬cak.
Arkadaş çok sevindi. "Bunu yapabiliyorum" diye bir çok misaller verdi.
Aile çerçevesi içinde kalmak...
Ev, mobilya, araba... Sonra yazlık ev, sonra arsa, servet... Sonra daha lüks ev, daha pahalı araba, yeni komşular, yeni eğ¬lenceler, yeni ziyafetler...
Komünistler, masonlar, lionslar, rotariler dünya çapında ai¬le olmaya çalışırken, Müslümanların çoğu, çoluk çocuğun ara¬sında kayboluyor. Misafirlik demlen evcilik oyunlarını da hiz¬met sanıyorlar.
Halbuki "kimin himmeti milleti ise, o, tek basma bir millet¬tir. Hele bu millet, millet-i İbrahim olursa..."
V
İngiltere'deki intihar etme cemiyeti
Bir kısım Müslümanlar bid'atlarla Örülü bir dünya hayatı kurmuş, yaşıyorlar. Bir kısım insanlar da İslam dışı, yani gayri müslim olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Bunların bütünü, ha¬yatı yaşanamaz hale getirdiği için, intihar edenlerin sayısı sür'atle artıyor. İngiltere'de Exit isminde, intihar etme cemiyeti kurulmuş. Bu cemiyete dahil olanlar, en rahat şekilde nasıl in¬tihar edileceğini öğreniyor.
Almanya'da bulunduğum sırada, köpek beslemenin yasak¬lanması yönünde haberler çıktı, Bunun üzerine yürüyüşler
24
A- nleııdi: "Köpek beslemeyi yasak ederseniz, kiminle konu-- zr> ve "Evlat beslemektense, köpek beslemek daha iyi¬dir" gibi pankartlar dikkatimi çekmişti.
İnciller ve kiliseler, Avrupa gençliğini tatmin etmiyor. Ana babaların öğütü de tesirsiz. Çünkü ebeveyn, hayat tecrübe¬lerini çocuğuna aktarırken "benim gibi ol" demek istiyor. İyi amma, niçin onun gibi olsun? O, yaşadığı hayattan zevk almış¬sa aynı hayat tarzı bir başkasına lezzet vermeyebilir. Bunun için şahsın, bir başka şahsı taklit etmesi zordur. Mesela Alman baba divor ki: "Günde bir kadeh içki içebilirsin." Çocuk da di¬yor ki "Ben iki kadeh içeceğim." Böylece babanın tavsiyesi işe yaramıyor, her geçen gün mesafe açılıyor, bir de bakıyoruz ki baba bir yana, ana bir yana, evlat da bir yana gidiyor. Çile çe¬ken, yaşlılar oluyor.
Görülüyor ki İslamiyeün haram kıldığı günahlar, Avrupalı j insanı hayatından bezdirmiştir. Müslüman, Allah emrettiği için günahları terk etmektedir. İslamiyet bir nizam olduğu için, onun içinde hayatını düzene sokmaktadır. Allah için ya¬pılan pek çok şeyi, her hangi bir insan için veya devlet için yapmak mümkün değildir. Din ile ruhumuz, toprakla suyun birleşmesi gibi, birleşip, yemyeşil sahalar ortaya koyabilir, fa¬kat insan başka şeylerle aynı şekilde birleşip, aynı sonuçları ortaya koyması mümkün değildir. Bir müslüman, çocuğuna Allah'ın emrini tebliğ ederse, gereği gibi anlatabilirse tesiri olur. Başkasının emirleri bu kadar tesir edemez. Zaten ibadet¬ler, Allah emrettiği için yapılır. Böylece müslüman sabahın er¬ken saatinde kalkar ibadet eder. Amma spor için dense asla Kalkmaz. Saat 10'da sporumu yaparım der. Önemli olan Al¬lah'ın hakimiyetini anlamak ve O'na itaat etmektir.
Şuurlu bir Müslümamn boş zamanı yokken, modern Avru¬palı boş kalmakta, köpeklerle konuşmaktadır. Müslüman ise, ^ur an okur, namaz kılar, ilim adamlarını dinler, tefekkür euer, temizlik yapar, zikreder, Öğrendiğini bir başka müslüma-na anlaUr, derken bir dakika boş zamanı kalmaz. Boş zamanı
25
kalmayan hayattan tad alır. Her şey hareket halinde iken, insa¬nın atıl kalması, adetullaha muhaliftir.
İslâm ülkelerinde, modernlik adı altında Avrupa'yı taklit başlamıştır. Bunun için yaşlı kimseler evlerinde huzur bula¬mayıp, huzur evlerinin yolunu tutmuştur. Bunun için Müslü¬manlar arasında da intihar vakalarına rastlanmaktadır.
İntiharların asıl sebebi İBADET noksanlığıdır. İbadetler, in¬sanı, Esma-ül Hüsna ile irtibatlar. Kul, Allah'ın sıfatlarını be¬şer planında yaşadıkça, ruhen zevk alır, insan olmanın saade¬tine erer. En basitinden Allah Allah diye zikreden insan, bun¬dan zevk alıp, geceleyin uyumaz, bazan on bin defa Allah der. Amma aynı şahsa on defa Tanrı Tanrı dedirtemezsin. Çünkü Tanrı demekte İBADET'in ruhu yok. Ruhsuz bir kelime.
Allah'a gereği gibi inanan bir kimse, Allah'ın sanat eserlerim ni seyretmekten, sinema seyreder gibi zevk alır. Her şeyde Es¬ma-ül Hüsna'mn tezahürünü görür, her şeyle irtibat kurar, ma¬nevi ilmiklerle her şeye bağlanır ve bütünleşir. Adeta kainat mescidinde bir abid olup, mahlukatla ibadet eder. Öyle bir:: makama gelir ki, dertleri bile, Allah'ın hediyesi kabul eder, dertleriyle arkadaş olur, şükreder. Bunun yanında "Mü'minler kardeştir" ayetinin sırrına ermiş bir cemaatı düşünün... Müba- . rek cemaat içinde, hangi mü'minin aklından intihar geçebilir?
Exit yani intihar etme cemiyeti göstermiştir ki, maddi geliş¬meleri medeniyet zan edenler, insanı hayattan bıktırmıştır. Di¬ne karşı çıkanlar, komünizm belasını getirmiştir. Hayatı ikti¬sattan ibaret görenler, insanı hayvan durumuna düşürmüştür. Hayata küsenler, ancak dini hayattan zevk alabilirler, eğer mo¬dern eşkıyalar izin verirse... "Din hayatın hayatı, Hem nuru, hem esası îhya-ı din ile olur Bu milletin ihyası."
Hayattan tad almak isteyenler, dini hayata buyursun. Aksi halde onlar da exit cemiyetine dahil olabilirler.
26
Deccal
Nietzsche (Nice) 1844'te almanya'da doğdu, bir papazın oğ¬ludur. Evvela ilahiyatta okudu, sonra filoloji (lisan) tahsili yaptı ve 1869 yılında, 25 yaşındayken profesörlüğe yükseltildi. Evvela musiki üzerine, sonra ahlakla alakalı kitaplar yazdı. 187O'te Alman-Fransız Savaşı'na gönüllü katıldı, hastalan¬dı. Şifa bulmayınca 1879'da üniversiteden ayrılıp Zerdüşt Böy¬le Dedi; İyi ve Kötünün Ötesinde; Ahlâkın Soykütüğü isimli ki¬taplarını yayınladı. Putların Batışı ve Deccal isimli kitaplarıyla da kiliseye karşı çıktı.
Frengi hastalığına yakalanan bu büyük ve münzevi dahi,
1900'de çıldırarak öldü.
Nice "Deccal" isimli kitabında Hıristiyanlığa lanet eder. Bu eserinde "Tanrı" kelimesine takılmıştır: "Hıristiyan Tanrı kav--ramı: Hasta Tanrısı olarak Tanrı, Örümcek olarak Tanrı, ruh olarak Tanrı... Bunlar yeryüzüne ulaşmış en yoz Tanrı kav¬ramlarıdır." (sh. 29) der.
"İsrail'in Tanrısı, halkın Tanrısı, hıristiyanların Tanrısı..."
(sh.28)
: Tabii Tanrı anlaşılmayınca, dinde hiçbir şey anlaşılmaz. Bu sebeple İslâmiyet'te Allah, sadece sıfatlarıyla Öğrenilir. Yara¬tıklar, yaratıcının sıfatlarının tecellisi olduğuna göre, Rabbimi-zi Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve kainat kitabı anlatır. Hı¬ristiyanlar da Allah'a inanır amma sıfatlarında hata ederler. İş¬te Nice, kilisenin anlattığı Tanrı'ya inanmaz.
İlim adamı olan Nice gerçeğe inanır. Pozitivizmi (müsbet il¬mi) din olarak ele alır, bu sebeple Budizmi bile Hıristiyan¬lık'tan gerçekçi bulur, iyilikten ve iyilik severlikten yanadır
(sh. 31) der.
Kilise hakkındaki hükmü şudur? "Asalak insan türü olan rahipler, Tanrı'nın adını kötüye kullanmaktadır." (sh. 40).
27
"Ahlâki dünya düzeni" yalanı, yeni felsefesinin içinde boy¬dan boya uzanır. (Sh. 40).
Hıristiyan sözcüğü bile bir yanlıştır. Bir tek Hıristiyan var¬dı, o da çarmıhta öldü. (sh. 56) Gerçekte Hıristiyan diye birisi yoktur. Hıristiyan, iki bin yıldır kendini yanlış anlayandan başkası değildir. Hıristiyanlığın kökündeki biricik öge içgüdü¬sel nefrettir, (sh. 57).
Hıristiyanlık, her türden ruhsalhğa da karşıdır. Ancak hasta akıl, onun işine yarıyabilir. Hıristiyanlık her türlü ahmaklığın yanında yer alır. (sh. 79)
Ve 103. sahifede şöyle haykırır: "Günaha karşı ölümüne sa¬vaş, çünkü günah Hıristiyanlıktır!"
Kitap, baştan başa böyle devam ederken, kiliseye karşı çı¬kan filozoflar, bilim adamı, yazar pek çoktur. Hatta Katolik ki¬lisenin hatalarını düzeltmek için Protestanlık ortaya çıkmamış mıydı? Bunlar, yıllarca birbiriyle savaşmamış mıydı? Protes¬tanlığın meyvesi olan kapitalizm, materyalist değil miydi? Ko¬münizmi başlatanlar da Hıristiyan'dı.
Günümüze gelince: Biz, artan dinsizlik ve ahlaksızlık cere¬yanları karşısında, İncil'in aslına yaklaşan Hıristiyanlarla iş¬birliği yapmak isteriz.
Nice kendini Hıristiyanlığın deccalı olarak ilan ederken, Tanrı anlayışı, gerçekçilik, bilim ve ahlak üzerinde çok duru¬yor.
Müslümanlar da Allah'ın sıfatlarında hata yaparsa, gerçeğin kendisi olan İslamiyet'i anlamazlarsa, bilimden uzaklaşıp, İs¬lâm ahlakıyla ahlaklanmaziarsa, elbette ki bunlara da bir dec-cal lazımdır.
İslamiyet'i gönderen Allah, acaba Müslümanların hurafeler-' le, bid'atlarla ömür tüketmelerine ne kadar izin verebilir?
Kurtlu elmanın dalda durma şansı yoktur!.. t-
28
Viktor'un iç dünyası
- Baba, bana söz vermiştin, "İç dünyamızı" anlatacaktın...
- Sırası gelince, demiştim.
- Sıranın geldiğini nereden bileyim?
- Demek ki, iç dünyamı göremiyorsun!..
Viktor, önce şaşırdı, sonra birdenbire sordu:
- İç dünya nedir, baba?
- Hatıralarımız, hayallerimiz, bilgilerimiz, acılarımız...
Gerisini Viktor tamamladı:
- Sevdiklerimiz, kızdıklarımız, ümitlerimiz...
İkisi birden sustular. Sonra yüzyüze bakışıp, gülüştüler. Viktor:
- Evet baba...
- İşte bunlar, iç dünyamızın gezegenleri...
- Kuyruklu yıldız da var mı, baba?
- İşin şakası bir yana, çıkar duygusunu, kuyruklu yıldıza
benzetebiliriz.
- Çok iyi bir öğretmensin!
- Fakat...
- Af edersin babacığım, bir sorum daha var...
- Dinliyorum...
- Hatırlarsan geçen gün inanmak istediğimi söylemiştim
hatta...
- Anladım, hemen söyleyeyim ki, inanmak sevmek, ümit
etmek, acımak gibi bir duygudur. Bunları iç dünyamızdan sö¬
küp, atamayız.
- Ben inanıyorum baba!..
- Neye inanıyorsun?
- Atomları, güneş sistemi gibi tanzim edene...
- Oğlum, bunlar senin için çok erken. Bak, biz devrimciler,
789 olaylarını dine karşı değil, kiliseye karşı yaptık.
29
- Hiç bir şey anlamadım baba.
- Derdim ya, çok erken.
- Ne olursun baba, anlatıver. Çünkü sen benim hem ba¬
bam, hem de öğretmenimsin...
- Öyie ise iyi dinîe: Aslında din her zaman ve her yerde
iyiliği emreder."Fakat papazlar, bir başka deyimle kilise, iyili¬
ğin dışına çıktı, yenilikleri önlemeye çalıştı. Bilime ters düş¬
tü...
- Biliyorum baba...
- İşte bunun için 1789 Fransız Devrimini yaptık. Kilise ka¬
pılarını, kilise adamlarının-üzerine kapattık. Fakat din gerekli¬
dir.
Oğlunun yüzüne baktı:
- Şimdi sana bir soru: Neden din gereklidir?
- Bir dakika.. Konu ne idi? Afedersiniz "iç dünyamız"dan
başladık, söz kiliseye, devrime geldi. Haaa: hatırladım, İnan¬
mak... Evet evet, inanmak iç dünyamızın vazgeçilmez parçası.
- Aferin, sen iyi bir öğrencisin...
- Sağol baba!..
- Madem ki insanlar inanmak zorundadır, öyle ise onları
iyiye ve doğruya inandırmak lazım. Aksi halde herkes bir şeye
inanır. Bu da milletimizin bütünlüğünü bozar.
- Neye inansınlar baba?
- Kiliseye değil, dine inansınlar...
- Baba, kilise ile Hıristiyanlığı ayırmak olağan mı?
- Mümkün, yani olağan! Bunun yolu ilimden geçer, eğitim¬
le hedefe varılır. O zaman dine uygun dindarlar yetişir, böyle¬
ce dindarın, dine ters düşmesi de ortadan kalkar.
- Dindarın dine ters düşmesi...
- Elektrik mühendisi, elektriğe çarpıtabilir... Şoför trafik
kazası yapabilir. Usta keseri eline vurabilir...
Viktor, bir noktaya baktı, baktı:
30
_ İç dünyamız çok karışık, çok renkli... Onu konuştuk am¬ma anlatamadık, anlayamadık. Dış alem de onun eseri.
Babası yerinden kalkıp, oğluna elini uzattı:
- Tebrik ederim. Anlatamasak da, anlayamasak da sende zeka kıvılcımları görüyorum, tebrik ederim.
Almanlar ve ırkçılık
Almanya'da özellikle Türklere yönelik ırkçılık eylemleri gi¬derek artış gösteriyor. Kendilerine Dazlaklar (Neo-Naziler) adı veren bir grubun başı çektiği bu eylemler Almanya'da yaşayan vatandaşlarımız arasında büyük tedirginliğe sebep oluyor.
Nazi militanlarına bizimkiler "dazlak" diyor. Saçlarını bir acaip tıraş ederler. Onlar da Türklere "Kara Kafalılar" der. Çünkü Türkler'in hemen hemen tamamı siyah saçlı, Almanlar ise sarı.
Dazlakların Türk düşmanı olması dikkatimi çekti. Çünkü Hitler, Müslümanlara dosttu. Onun ordusunda bulunan Müs¬lümanlar rahatlıkla, cemaat halinde namazlarını kılardı. Yuna¬nistan'ın işgal eden Almanlar, Türkiye üzerinden Rusya'ya ge¬çemedi. Ayrıca tarihin derinliklerine varan Türk-Alman dost¬luğu ve anlaşmaları var...
Bunları bir Nazi'ye anlatınca güldü.
- Bunları hep biliyoruz, ayrıca Türkler'i severiz, fakat vata¬nımızı, özellikle Almanlar'ı daha çok severiz. Türkler tarih bo¬yunca esaret yüzü görmemiş bir kavim. Müslüman olunca, İs¬lâm devletlerine lokomotif olmuş bir kavim. Türkler'i Alman etmek mümkün değil. Türkleri ne kadar parçalasak, her Türk bir devlet başkanı gibi hareket ediyor, birşeyler yapıyor, erimi¬yor. Eritildiğini hissettiğinde daha çok benliğine bağlanıyor.
31
Biz eritemeyeceğimiz kavimleri istemiyoruz. Enlemediğimiz kavimler, döner bizi eritir. Hangi millet kendini eritecek kav¬me izin verir?
Doğrusu şaşırmıştım, meğersem biz ne imişiz... Şaşkınlığımdan istifade eden Nazi, devam etti:
- Faslı'ya, Tunuslu'ya, İranlı'ya bu kadar karşı değiliz. On¬
lar hiçbir zaman milletleri peşinden sürüklememiştir. Fakat
Türk, Osmanlı'nın torunudur. Herhalde Osmanlı'nın ne de¬
mek olduğunu siz daha iyi bilirsiniz.
Tekrar etmemek için adamın tarihi izahlarını yazmıyorum. Enteresan bir şey daha anlattı:
- Geçen gün Düsseldorf hava alamndaydım. İster istemez
gözüm Türkler'e takılır. Bunlardan biri üst kata çıktı. Oraya
arabasız insanların çıkmaması gerekir, merakımı çekti, takip
ettim. Adam çıktı, temizce bir yer buldu ve namaz kılmaya
başladı. Düşününüz, bir binanın beşinci katı, hiç kimse yok,
yalnız bir Türk namaz kılıyor! İşte bu hali, diğer Müslümanlar¬
da bulmak mümkün değil. Yalnız basma iken de Allah'ın em-
ri-nde bir kısım hareketler yapabilen bir insan Alman olamaz.
Almanya, Almanlar'm yurdudur, Alman olmayanlar, olmaya¬
caklar bu toprakları terk etmelidir.
Bakınız sürüyle Polonyalı geliyor, bunlar geçmişte olduğu gibi, renkleriyle, hareketleriyle yüzde yüz Alman olacaktır. Al¬manlar güç kazanacak. Almanlar üstün bir ırktır, her ırk A1-. man olabilir fakat Alınan her zaman ırkını korur.
İsterseniz size bir örnek daha vereyim. Bir gece yolculu¬ğumda arabamı park yerine çektim, birşeyler yeyip içecektim. Baktım çimenlerin üzerinde iki kişi namaz kılıyor. Sabahın bu erken saatinde, ıslak çimenler üzerinde Türkler'den başkası-namaz kılmaz.
- İyi amma pek çok Türk'ün içkili lokantalar, hatta barlar
açtığını, kılık kıyafet ve yaşama, yönünden sizlere benzediğini
gördüm.
32
- Onlar her kılığa, her hale girebilirler fakat hiç bir zaman "ben Almanırn" demezler. Hatta meyhanede birisi Peygamberi¬nizin aleyhinde söz söylerse, eğer orada Türk varsa çıngar çı¬kabilir-
Kadınların İslamiyet'e ve Türklüğe sahip çıkması daha güç¬lü. Açık gezen kadın da oruç tutabiliyor, dini merasimlere ka¬tılabiliyor. Dinle alakası olmayan bir aile, çocuğunu Kur'an kursuna gönderebiliyor.
Türk, mermer gibidir, ne kadar çamurlanırsa çamurlansm, şildin mi pırıl pırıl ortaya çıkar.
- Amma Berlin'deki Türk şehitliğine tecavüz etmeniz, me¬
zar taşlarını, kırıp sökmeniz, tarihi dostluğumuza sığar mı?
- Onu Almanlar'm yaptığım sanmam, sizin sosyalistleriniz
yapmış olabilir, şehitliğe inananların bir şeyler yapmasını iste¬
mişlerdir. Dindar Türkler, dini gayret ile Almanlar'a karşı ge¬
lirse, Alman polisi bunu hiçbir zaman af etmeyecektir.
Üzgünüm aziz dostum, siz Türklüğe, İslamiyet'e sarıldığı¬nız müddetçe, sizinle birlikte yaşayamayacağız. Çünkü Al-
İ..ı
ıanya sadece ve sadece Almanlar'mdır.
vvrupa'da dinine sarılanlar
Un fabrikasının müdürü geldi.
- Ağabey, İslâmiyet'i anlatan bir kitap istiyorum, dedi.
İslâmiyet'in bütününü bir kitapta toplamanın mümkün ol-
1 madiğim anlattım, itiraz etti:
- Ben şimdi İslâmiyet'i öğrenmek istesem, öğrenemem mi?
- Öğrenirsin amma fiziği öğrendiğin kadar çalışırsan... Bir
de öğretmen lazım.
33
Güldü:
hayata düşülen dipnotlar F 3
- Ne ise, dolambaçlı yollardan gitmeyeyim, siz yabancı de¬
ğilsiniz, açıkça anlatayım: Kardeşim, İsviçre'de tahsil yaparken
kız arkadaşı ile evlenmeye karar vermiş.
Kız arkadaşı da onu evine çağırmış, kardeşim gidince, kız arkadaşı sormuş:
- Sen Müslüman mısın?
- Evet.
- Öyle ise Kur'an tercümesi getir, onu okuyup, karar vere¬
yim, demiş.
Kardeşim, iki ciltlik bir Kur'an meali bulmuş, müstakbel, kayınvalidesine götürmüş. Kadıncağız kitabı evirmiş, çevir¬miş:
- Bu kitabı 15 günde bitiririm. 15 gün sonra- gel kararımı
bildireceğim, demiş.
Kardeşim 15 gün sonra gitmiş. Kadıncağız:
- Kitabınızı okudum, "bu kitaba uyan kötü olmaz. Kitaba
uyacağına söz verirsen, kızımı veririm. Amma şunu da aklın¬
dan çıkarma, eğer bu kitaptaki emirlere aykırı hareketlerde bu¬
lunursan, kızımı geri alırım.
Tabii kardeşim hiç düşünmeden, Kitaba uyacağını söylemiş ve böylece evlenmişler.
Aradan bir kaç hafta geçmiş, bizim gelinin kaşları çatılmış:
- Sen ne kiliseye gidiyorsun, ne camiye, dinsiz misin?
Sonra içki içiyorsun, anneme söylerim...
Bunu bir kaç kere tekrar edince, pabucun pahalı olduğunu anlayan kardeşim, mektup yazıyor, telefon ediyor:
- Aman ağabey, İslamiyeti öğreten bir kitap gönder.
Şimdi, kardeşime nasıl bir kitap göndereyim ki, hanımın¬
dan ayrılmasın?
Son cümleyi söylerken kendisi de gülüyordu, ben de acı acı güldüm.
Türkiye'de evlenmek isteyen erkeğe malı, mülkü, vereceği başlık ve aylığı sorulur. İsviçre'de "Kur'an-ı Kerinı'e uyma" şartı koşuluyor.
34 ' .
Me kadar işler tersine dönmüş...
Simdi hep beraber düşünelim: İsviçreli annenin yaptığını bir Türk kadını yapsa, Medeni.Kanuna muhalefetten hüküm oiyebilir. "Evlenmenin şartı olarak Kur'an'a uymak ve Kur'an'a uymayınca boşamak..." Hele yalancı ve fırsatçı basma düşse, ne çığlıklar atarlar:
- Devrimler elden gitti, inkılaplar bitti, gericilik arttı.
İsviçreli kadın Kur'an-ı Kerim mealini bir defa okumakla
onun yüksek bir ahlak sistemi olduğunu anlıyor, bizimkiler, böyle bir gerçeğin varlığından habersiz veya kasıtlı,
Bizim irilerden biri Pakistan'a gitmiş, beş yıldızlı bir otelde ( kalmış. Tabii hemen içki istemiş, garson elinde bir kağıt ile ba¬sma dikilmiş, parmağıyla işaret ederek:
- Buraya "Müslüman değilim" diye yazarsan, içki verebili-
Üiz, demiş.
Adam tepesinden vurulmuşa dönmüş:
- Öyle şey olmaz, ben Müslümanım! diye bağırıvermiş.
Evet bu millet Müslümandır amma her şey,onu, dini haya-
|tın dışına çekiyor. Elin uşakları bırakmıyor ki, bizim yavrular ave gelsin.
Alman general
Birinci Dünya Savaşı'nda Alman subaylarına "hizmeteri" vermek zordu. "Ben gavura hizmet etmem" diyen, geri çekili¬yordu.
Bu hal, Osmanlı zabitlerini için için sevindiriyordu.
Hasan bunu kabul etmiş, Alman General'in postası olmuş¬tu.
Savaş yılları çadırda, dağda, derede geçiyordu.
35
Fırsat bulduğu her yerde Hasan, abdest alıp, namaz kılıyor ve orucunu tutuyordu.
Alman General'in dünyasına yeni bir insan girmişti: Hasan!
Kış, yaz demeden soğuğa, sıcağa aldırmadan abdest alan bu insan, Generali düşündürdü. Belki bir haftayı aşkın, çizmeleri¬ni çıkarmamıştı amma kar üzerinde ayaklarını yıkayan, kapu¬tuna sarılarak namaz kılan Hasan, yepyeni bir dünyaya pence¬re açmıştı.
Bir gece duyduğu sese uyanan General, Hasan'ı yemek yer¬ken buldu. Kırık dökük Türkçesiyle sordu:
- Gece, yemek?
- Kumandanını yarın Ramazan!
- Düşman, soğuk, olursun hasta?
- Allah büyüktür kumandanım, gavur gibi de olmuyor.
Generalin gözleri açıldı, öyle kaldı ve dönüp gitti.
Hasan çok mahcup oldu, elini dizine vurup dudağını ısırdı:
- Baltayı taşa vurduk...
Akşama doğru General sofra hazırlıyordu. Hasan bunu gö¬rünce hemen kızardı, hem titredi: "Paşayı darılttık" diye. Fakat biraz sonra General bağırıyordu:
- Hasan, Hasan!
Hasan koştu, cam gönülden bir selam verdi:
- Buyur kumandanım!
Alman General gülerek:
- Otur, iftar edelim beraber.
Hasan utandı, mahcup oldu, geri çekilmek istedi, General:
- Otur, otur! Sevdim, senin dinini, otur.
Hasan saf saf:
- Ben müslümanım...
- Biliyor, biliyor. Herkes senin gibi olsa, burda işimiz ne?
Süleyman Padişah Belgrat'ta, ben burada, neden?
- Bir sır buldu, bir manevi hava buldu, onu teneffüs etmek
36
istedi. Kalktı raftan bir kitap çekti. Hasan'a gösterdi: Kur'an!
Hasan, Müslüman oldu diye, hemen generalin elini öptü-.
General, Kur'an-ı Kerim'i rafa koyup, geri dönerken, mendi¬liyle gözlerini gözlerini siliyordu.
Oturup yemek yediler.
- Çanakkale geçilmez...
Savaş ve dua
Çıkarma gemisinde kontrollerini yapan komutan, Hasan Onbaşı'nm yanına gelince durdu. Onu tepeden tırnağa kadar süzdü, tebessüm ederek:.
- Hasan, şu tankın üzerine bir dua yaz!
- Onun duasını yaptım, komutanım.
Komutan merakla sordu:
- Nasıl?
- Vazifemi çok iyi öğrendim, tankımın bakımını yaptım.
İkmali de tamam... Böylece fiili duayı tamamladım. Sıra geldi
dil ile duaya. Onu da sık sık söylüyorum.
Komutan ayağının ucu ile vapurun zeminine birşeyler çizi¬yor gibiydi. Sonra başını kaldırdı. Hasan'ın yüzüne baktı, tak¬dir eder bir ifade ile:
- Hasan, bir müslümanın vazifesini yapması dua ise, böyle
yaşanırsa, bu milletin sırtı yere gelmez ve gelmeyecek de. İste¬
rim ki bütün Müslümanlar senin gibi olsun, ben de dahil.
Hasan:
- Estağfirullah komutanım! Siz, bize îıer hususta örneksi¬
niz...
- Sae ol evladım.
37
Ey namusumuzu, malımızı, canımızı ve kitabımızı içinde bulunduran vatan! Sen bizim olduğun sürece, içinde bulunan her şey bizimdir! Sen (Allah korusun) elimizden çıktığın an, hiç bir şey bizim değildir.
Ey mabedlerimizi, mezarlarımızı, çaylarımızı, derelerimizi ve dağlarımızı başının üzerinde taşıyan VATAN, sensiz millet oimak da mümkün değildir!...
Ey denizleriyle, havasıyla, merasıyla bizim olan VATAN, sen bizimle, biz de seninle yaşamak hakkına haiziz!
Bunun için para, mal, can, mevki, makam hep senin için birer kurban... Sen bu kurbanların üzerinde yükseleceksin, sen yükseldikçe bizim göğsümüz en büyük nişanları taşıya¬caktır.
v
Ordumuzun her bir ferdi silahına bakarken, eğitimini ya¬parken, yazısını yazarken velhasıl ordu ile alakalı her işi başa¬rırken, yaptıklarının bir nevi ibadet olduğuna inanıyor, ibade¬tin böylesini yaparken, istirahat zamanlarında da namazlarını kılabiliyor.
Çalışmak, ibadet haline gelince, şehitlikte ölmezliğin sırrı bulununca, o ordu, kendisinin on misli kuvveti mağlup ede¬cek, yine iman dört kıtayı kuşatacak, yedi iklime hükmedecek ve etmekdedir de...
Gavurun kızı
Artık her yanda yazlıklar yaygınlaştı. Şehirlerden kaçanlar hava alacağı bir yer arıyor. Haftada bir iki gün yahut senede bir iki ay için uzaklara gitmek.,.
38
Servetin şuraya, buraya yatırılması bir yana, insan köy ha¬yatını özlüyor. İş adamları için coğrafya, okullarda okutulan ders kitabı değil artık. Ağaçların, otların, böceklerin dünyası anlatılamaz. Herkesin gönlündeki alem ayrı...
Coğrafi güzelliklerin içine gömülmüş bir ilçede, parklarda, kahvelerde oturanlar, gelip geçenlere de doya doya bakıyor... Adamın cebindeki parayı bile biliıiermiş.. Herkesi öylesine ta¬dıyorlar.
Birisi mırıldandı: "Gavurun kızı..."
I Başlar o tarafa çevrildi. İnce, uzun boylu, sırtında pardösü, 'ayağında pantolon ve başını sıkıca kapatmış.. Kızının elinden tutmuş, oğlu biraz yaramazca... Kızı da kendisi gibi örtünmüş, halbuki daha çocuk...
- Kızını Kur'an kursuna götürüyor...
- Ayol burda Kur'an kursu var mı?
- Bir hanım hayrına okutuyormuş...
Öbürü güldü:
- Yahu bu gavurun kızı bizimkilere Kur'an öğretmesin?..
- Niye olmasın ki?
- Türkçesi azmış,..
- Zaten Kur'an da Türkçe değil... .
Tam bu sırada gavurun kızı parkın önünden geçiyordu, bi¬ze de iyice yaklaştı. Yollar tıklım tıklım insan doluydu; gelen, giden; yaşlı, genç; kadın, kız.. Dünya bir alem... Millet gezme¬ye çıkmış.
Tahmin ederim biri kasten yine mırıldandı: "Şu gavurun kı¬zma bakın..."
Diğeri manalı manalı baktı: - Peki onun yanındaki mini etekli kız kimin? Caddede her türlüsü var. Mini etekliler, şortlular, bir de ga¬vurun kızı...
Ama gavurun kızı genç, güzel ve Örtülü... Üstelik basit ve ucuz şeyler giymiş. Bir hedefe yürürcesine gitti.
' 39
Biri patladı:
- Kardeşim çağdaşlığı anlamıyorsunuz. Atatürk, cumhuri¬
yeti gençliğe emanet etti. Gericiliğe, yobazlığa geçit yok!
. Yan masadaki:
- Bu nutukları bayramlarda çok dinledik. Hep aynı saz, ka¬
famız şişti...
Münakaşa büyüdü, her kafadan bir ses yükseliyor. Baktım boş adamlar, ne konuşsunlar? Haklı olan da, olmayan da işsiz.
Merak ettim "Gavurun kızı kimmiş?"
Almanya'da okumuş, rahibe mektebine de gitmiş. Ordan ayrılıp, üniversitede okurken bir Türk'le tanışmış. İçki içme¬yen, uyuşturucuya karşı çıkan, kumarın yanma yaklaşmayan ve kız arkadaş edinmeyen bir insanla ilk defa karşılaşmış. Me¬rak etmiş.. Dev sanayinin gölgesinde çocuksuz aileler, yalnız yaşayanları, gençleri düşünmüş.. "Galiba İslamiyet'te in_sa'n, bulacağım" diye, Müslümanlara yaklaşmış.. Bir Müslümanla
evlenmiş...
Türkiye'ye geldiğinde ona "Gavurun kızı "diyenlere Kur'an öğretmiş, sohbet etmiş ve namaz kılmış..,
"Şimdi Müslümanların içindesin, rahat mısın?" diyenlere:
- Şu haliyle de çok iyisiniz. Sizde komşuluk ve arkadaşlık var, Amma ben, Allah'ın emrinde olmaya çalışıyorum, Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamberi çok seviyorum. Bazen kendimi Mekke Müslümanlarının içinde zannediyorum...
Gülüyordu... ?
Almanya
Bir aydır Almanya'dayım, geldim İzmir, hemen arkasından Trakya seyahatleri... Aşık Veysel'in dediği gibi,
40
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece...
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece.
Artık vakit buldukça da makale yazıyorum. Almanya topraklarına girince uçak akaidi. Yerleşim yerleri hemen,hemen aynı büyüklükte. Her köye sanayi götürmüşler, her köyü büyütmüşler, çok kalabalık şehir de yok. Alman dev¬letine hayran oldum. O devlet, Almanya'yı tekrar süper güçler
arasına kattı.
Seniorenheim AWO Worms, Remeyerhofstr. 19 Yaşlılar
Evi'nde Türkler.'e bir konferans verdim.
Dev binanın kapısından girince, salonda 70'in üzerinde jaşlı Alman oturuyordu. Selamla şıp, diğer salona geçtik. I Almanya'da herkes işsizlik ücreti veya emekli maaşı alır. (Kendilerini idare edemeyecek kadar yaşlananlar, Yaşlılar Evi'ne alınır. Artık onların parayla ilişiği kalmamıştır, her türlü ihtiyaçları burdan temin edilir, gelenleri, gidenleri de olmaz.
90 yaşında bir hanımın yanma yaklaştık, sorularımıza ce¬vap verip, vermeyeceğini sorduk, kabul etti. - Nasılsınız desek, ne cevap verirsiniz?
Güldü:
-*? Doğru, iyiyim desem, acaba Öyle miyim?~KÖtüyüm de¬sem, değilim.
- Sıhhatiniz nasıl?
- Kafam halen çalışıyor, başkası değil.
- Yaşlılık nasıl bir şey!
Kahkaha altı:
- Görmüyor musunuz? ?
Sırtında bir entari, saçları azalmış ve bembeyaz. Şakakları çıkmış, el ve ayak damarları kabarmış. Eski resimlerini görse,
belki kendisi de tanıyamaz.
41
N o
o
t-j
p-
03 CU
cr ?£
P- o
P-
n a" w
CD O p_ CD
?<
2 p
N N
00'
OQi
p-
p-
o r-
I '
P cr
P-OQ'
'< CD
3 6? S Ö ^
p- >r p CD -a
C/5
P-
H- O
0 O: P-
OQ OQ
CD KJ
sr CD
CD ^c
cr
cr
n cr
i a
^ CD
CD K
O ÇD
a
CD
P-
cr
'?<
P-
CD CJ"
CT
p-
pl
cr
cr 0
CD OQi ?-<
CD £D 3 -en P- S
P-
qa.
CD CT
CD
OQ OQi CD CD
?CO CD ff. P-
"S S
pi N
R-
03
cr cd o >=
n
CD t^
3 B-
P-
ÇL
P-
cr
CT
cr
cr
cr
era»
cr
. OQ
P- <
cr
0 Si. co
era
^3
P-
P-
03 0"
cr
?7T
7 S 22 O
cr
O
•pi
'?<
B: 3
3 td ? w p'
P- CD P3 CD
5 I
CfQ> en
P-
OQ»
p-
era» 0
p-
P-
O
CD P-
>
?r CD
O ÇD a
p
en aa ^
cr a S
CD CD CD
< 0) CD
era
3 CD n
•to >—
P-
cr o: y
0 C 0 0
•C/Î
O
ç
p-
P-
cr
cr -cü
P-
OQ'
(D 03
p-
0 td
?e/i
cr
aa
& O
cr
P- CD
P-
a 2
s:
CD '<
a
o
OQ'
03 p-
cr
cr ç"
cr CD
P-
0 P- a
c o.
QQ ^
£- o
3 0
P-
CD
0-
P-
p-
03 O
7? a
P- pa
OS'. P-
OQ
O
0
-î a
CD
1Q CD o"
O 0
CD OQ
CD cr
OQ'
0 3
P- CO
o" r
9- cr 9r
cr ?•< cr -
O
i—? sr CD
>-l Oi i-i
P- „ -O
--? p. CD
QQ' 03 ör
cr
P-
CD CD
Artık Karin'in gözü arkadaşlarında, servette ve şöhrette de-ğiîdi. Yaşadığı hayatı sevmemişti. Daha on sene evveî imrendi¬ği hayattan şimdi nefret ediyordu. Amma neyi istediğini de bilmiyordu, kendisini, beyaz zehirin kollarına terk etmişti.
Bir gün geldi onu da beğenmedi, kurtulmayı aklından geçir¬di, esaretini anladı, o zaman kendinden iğrendi:
- Böyle mi olacaktım?
Pencerenin önüne gitti, caddelerde kaynaşan insanların ha¬yattan zevk aldıklarını düşündü:
- Hayır, herkes bana imreniyor, ben ise kendimden kaçıyo¬
rum. Bu hayatı istemiyorum. Hiç bir zaman herkes gibi olma¬
dım. Şöhretin zirvesinde dolaştım. Şimdi ayaklar altına düşe-
mem...
Diyerek, kendini pencereden bıraktı, bir çığlık attı, beş katlı binadan asfaltın üzerine çakılmıştı. Herkesin imrendiği hayat, şimdi et çuvalı gibi yerdeydi.
İnsanlık tarihi boyunca pekçok insan cennet gibi güzel dünyayı, başına cehennem ederek gitmiştir. Rüzgar nasıl çer ve çöpleri alıp götürürse, ecel de onları öyle götürmüş, geride boşluk kalmamıştır. Ölemediği için yaşayanlardan, yaşamanın gayesini anlayamayanlardan .İnsanlık sadece zarar görmüştür. Ne yazık ki ekseri çocukların geleceği budur.
İnsan şehvetten, şöhretten ibaret değil ki bunlarla yetkisin. Kaldı ki şehvet ve şöhret, imtihan dünyasında iki mühim hu¬sustur.
Karin, güzelliğini zevci için kullansaydı, kendisini insanla¬ra beğendirme yerine Yaratan'a beğendirseydi, daha çok mesut olurdu.
Beynini, ilmin çöplüğü yapanlar, kalbini bâtıl inançlarla dolduranlar ve yaratılışın gayesini bilmeyenler, hiçbir zaman mesut olamaz.
44
Allah'n verdiği herşeyi, Allah'a isyanda kullananlar, şöhre-kulesinde de olsalar, saman çöpü gibi uçup giderler. 1 insan denilen harika makinanm tarifnamesi İslamiyettir: Herşeyi bulup, İslâmiyetten habersiz yaşayanlar, şeytanı bile
kor kutur. . .
Sanki herşey insanı bozmak için... Böylesine bu sistem içinde yetişen çocukların hedefi şöhrettir. Şöhret ise, afetten başka bir şey değildir.
Alimler ve Allah
İnamullah el Meşriki, biyoloji ve matematik üzerine ihtisas yapmış, atom bombası nazariyatını ileri sürmüş, buluşlarıyla ve fikirleriyle Avrupa bilim adamları arasında yer almış Hindli bir Mü si uman dır.
? Pakistan'da yayınlanan Nakuş Dergisi'nin özel sayısında şöyle bir hatırasından bahseder:
1909 senesinin soğuk ve yağışlı bir pazar günü evden çık¬tım, Cambridge Üniversitesi profesörlerinden James Jeans'Ia karşılaştım, selam verdim almadı. Tekrar selâm verdim.
- Benden ne istiyorsun? dedi.
- Efendim, yağmur yağıyor, şemsiyenizi neden açmadınız?
Gülümsedi ve şemsiyesini açtı.
- İkinci sorum şu: Dünyaya sesini duyurmuş sizin gibi bir
alimi, kiliseye çeken nedir?
Biraz durakladı, şu cevabı verdi:
- Akşam çayına evime geliniz, lütfen...
Evine vardığımda kapıyı hanımı açtı: "James, çalışma oda¬sında sizi bekliyor" dedi.
Odaya girdiğimde onu kitaplarının arasında çay içerken
buldum. Selam verdim, oturdum. Hemen yıldızların, gezegen¬lerin nizamından, uçsuz bucaksız fezadan, yörüngelerden, ca¬zibe kanunlarından, ışık hızından anlatmaya başladı. Astrono¬mi bilgisini Allah'ın ilim ve kudret sıfatlarıyla bütünleştiriyor-du. Hem anlatıyor, hem de ağlıyordu.
- Ey İnamullah, Allah'm eşsiz sanatının tecellisi olan şu
aleme baktığımda ilâhî Kudret'in sonsuzluğu karşısında ürpe-
riyorum, titriyorum. "Allah'ım sen çok büyüksün, çok yüce¬
sin" diye dualarıma başlayıp, adeta bütün hücrelerimle ona
dua ediyorum. Böylece huzura, saadete eriyorum. Kiliseye gi¬
diyorum amma benim düşüncem her biri Allah'ın sanat eseri
olan yaratıklar ve şu âlem! Her şeyi yaratan, her şeyi yöneten
Allah'a inanıp, ona yalvarıyorum...
Prof. James'i dinledikçe zihnimde korkunç fırtınalar, tufan¬lar başladı: İlimden Allah'a gidiş... Bir Hıristiyan'ın bunları an¬latması... Amerika ve İslâm âlemi...
Ben de 35. sûrenin 28. âyetini okudum; "Allah'tan kullan içinde ancak alimler korkar."
Prof. James aniden bağırdı:
- Ne dedin? Allah'tan, kulları içinde ancak alimler mi kor¬
kar? Müthiş bir şey! 50 senelik ilmi çalışmalarımın ve gözlem¬
lerimin sonunda Allah'a inanmak, O'nu sevmek, O'ndan kork¬
mak zorunda kaldım. 1400 sene evvelki ümmi bir insan bunla¬
rı söyleyemez. Eğer söylediğin bu gerçek, Kur'an'da varsa, O
Allah'ın kitabıdır, Muhammed de Peygamberdir. Böyle inanı¬
yorum, böyle yaz.
İnamullah her ne kadar Amerika'ya bir Müslüman olarak gittiyse de, böylesine ilim adamlarını görerek, onları dinleye¬rek İslâmi şuura erdiği de bir gerçektir. Bu şuurla Hindistan'a dönünce siyasi hayata atıldı, parti kurdu ve Pakistan'ın doğum sancılarını çekti. "Tekmile" isimli eseri Nobel ilim Ödülüne la¬yık görüldü, bunun için İngilizce'ye çevrilmesi istendi. "Urdu
46
dilini tanımayan bir konseyin ödülünü kabul etmiyorum" diye reddetti.
v
Kapitalizm, Allah inancına imkan verirken, sosyalizm pe¬şin bir kararla inkara saptığından, "ilmin doğru hedefleri" adı¬na kapitalist ülkelerde bir şeyler bulurken, 'sosyalist ülkelerde I şeyi bulmak mümkün değildir.
İslâm ülkeleri de ilimle İslâmiyet'in bütünlüğünü, daha ye¬ni yeni anlıyor. ?
İnkârdan imana
Bakas Caparov 1923'te Kırgızistan'da doğmuş, üniversitede profesörlüğe kadar yükselmiş, verdiği dinsizlik (ateizm) ders¬leriyle madalyalar almış, komünistlerin ileri gelenlerinden ol¬muş. Ekim 1997'de Türkiye'ye gelmiş, cuma namazını kılmış, "Elhamdülillah ben Müslümamm/' demiş.
- Sayın Caparov, niçin dinsizlik-dersi?
"Bilindiği gibi Avrupa ve Rusya Hıristiyan'dı. Kilise sosyal hayata hakimken Hıristiyanlar geri kaldı. İlim adamları ve devlet adamları, papazlar tarafından aforoz ediliyor, mahke¬melere veriliyordu. Rönesans'tan, reformdan, Fransa îhtila-li'nden sanayi devrimine kadar, Avrupa'daki devrimlerin bü-fünü kiliseye karşıydı.
Sanayi devrimi ile kilisenin dışında bir dünya kuruldu: Ekonomide kapitalist, inançta materyalist.
Kapitalistler, kapital için işçiyi ezdi. Karl Marx da işçiyi ko¬rumak için yola çıktı, komünizmi, sosyalizmi başlattı.
Yani Karl Marxian evvel dinsizlik başlatılmıştı."
47
co
CL
o-- ^ w 9-
-— to p p-p. CD cr :^>
cr
p.
cr OQ
i—- CD
2- P-
CD CD
P -
P- CD
7T CD Cü <
cr p- <
OQ*
PL CD
CD
O
PL
cn
O:
P-
£
P-
"0
cr P
3
CD p P
OQ'
cr
CD P> P'
P-
p-
'?<
p 00'
CD
CD
n
p* p-
P
D
cr P-
p-
P
O cr
1
p O
p-
??<
p CD
cr
cr
ps O
3 3
B g
"fD N
N
P-
'7?
p CD
P- cr
CL p
'? ı—^
CL m
1-1 OQ'
T3
77- o
OQ
cr
P. -b
O
cL CD
CD W
P- P
?-i p;
Cd B/
OQ'
cr
i—1 cr ?cn
P -n P P
CD P- 5r 3 >-i CL
CD P i—'
P 3-
cr
?n p cc
O:
7T p-
cr. p
B CD
p-o
1-
11
a' £
p
OQ
CD CD
CD
P~
CD
cr
^
OQ
a ^ -
p O -
cr a a
-j- P ^ CD
CD P-
P P P P
P-CD
p-
eu
P_ N
O
3 P-P
!2
3 P.
a
PL
p p
P
P p
pt p
r-. -, (.u f-î ?
CL
P- H
03
P-P
P-
p * O r-«-
p-
CD P O P P.
CD p
rr P
P-CD 03 7?
n 'CD
CD OQ' 7^
&?
P p cn
3 ^ ^
3
p r;
P
3 p;
cr
cr
CD
>-! S"
P-
Cfi
P P
-T3 >-"
i—n
CO ^-n CD S
£- 3
"" o -i
i—C P
CL P
4
o p
5^
s* S .^ 3
PL
r-r P
CD CT 7?
p
7? CD P H
^ P "?
cu CT cn
•Cn P CD
P ^ P
P-CD
OQ
£ a 3
N & P
CL P ^
O __, P-
^ cr o
^ M rr
O- CD '
OQ
N CD
P
OQ' CD
p
P ^
P 3
P CL
•^. a ? ? p-
: - ^ p °2. ro
CD CD
P 2-
P- ^
E 3
CD -
P P
3 £
B P-
cr
PL
2 DL
^r.p-
a" £-
P- P 2 a
p OQ
S a g
p- p-
P CD
?z
3 P
N P P
OQ CD P
-n
p-
OQ*
i-i
CD P
(T)
a
e-
P a a P-
>
a
P^
Q P
P cn
CD
P-
£L a
cr
?ö
p- o
P °-^.^ 3 3.
aa cc CD r*
< p- p o P- w
P 5=
S-Q
P P
p
P PT
" CD
P
OQ" cr
3 P
P OQ
P- Ş
p w-1
cr P
to r
3 P
P Q3
P B
7^ Cn
P
p> CD
p p- ^ p 3 3
H 3
CD ^
P
S2. P P
3WJ
?cn P
at a P
CO %
2 ^5"
, §. 3 &
>
P
PL
P
-. P —-en
P P
haberlerle doludur, içindeki ses, düşmanlarının demediklerini der ve bir türlü alışkanlıkların prangasından kurtulamaz.
Dünyaya kendi iradesiyle gelmediği gibi, hayat yolunu da iç ve dış baskılarla çizmiş! Öyle bir dünya kurmuş ki, kendisi yok. "Ben, ben olamadım!" diye feryat etse de, verilecek cevabı
anlayacak akıl felç!..
Akıl konduğu kabın şeklini ve rengini alan şey. Hiç kimse akılsızlığı kabul etmez amma, çoklarının da akılla ilişiği yok.
trafik işaretlerini akıl değil, örf, adet ve görenek dikmiştir, Genç, kendi vücuduna, hayatına kaptan olduğunu bilmeden yol alır, ne kadar isabet ettiğini hadiseler gösterecektir.
Delikanlı tabiri, asırlarca, milyonlarca genç gözetlenerek, konmuş bir isimdir. Kime delikanlı desek memnun olur, bu kelimeye kızan bir genç gördünüz mü? Ama biraz düşünürsek deli kelimesiyle gencin bütünleşmesi pek hoş olmasa gerek, fa¬kat gerçek!
Gencin yaşı ilerledikçe içten gelen itmelerin gücü artar. En başta eğlence, onu işgal eder, hemen arkasından menfaat yeti¬şir. Şehvet, kin, intikam, inat ve kötü alışkanlıklar birbirini ta¬kip eder.
Hani demokrasi, laiklik gibi birşeyler diyorlar ya... Bunlar gençlere kurulan bir dünyadır. Yani genç, içten gelen itmeler¬le, dıştan gelen çekmelerin isyan noktasına ulaşır.
Ona göre en iğrenç şey nasihatlerdir. Lafa değil, hayata ba¬kar, bunları değerlendirmeye çalışır, fakat akıl, alışkanlıkların
köle sidir.
Boş hafızaya doldurulan bilgiler bir gün orayı da çöplük ha¬line getirir.
Vicdan, bilinmeyen bir mefhum, kalb, biyolojik bir yaratık. Bunların gerçek manada yerlerini alabilmesi için, istikametli bir ilim ve ibadet gereklidir. Halbuki taklitçilik, genci alıp gö¬türür.
Denecek ki: "Hep erkekler için birşeyler söyledin, kızlar
için ne diyeceksin?"
Aslında genç deyince kız, erkek ayırımı yapmadım amma, ? delikanlı tabiri sizde böyle bir anlayış doğurabilir.
Müslüman olanla olmayanların, ibadet edenle etmeyenlerin mukayesesi de, pek çok genci şaşırtır. Hayatta aradığını bula¬mayanlar, felsefede de sarp kayalıkla karşılaşır.
Artık ölçü kendisidir, iyiyle kötüyü o tayin eder. Zaman ilerledikçe pişmanlıkların sayısı artar; istikbal, meteorolojik
50
Prof. Bernard Lewis'in laiklik dersi
I Bir bankanın davetlisi olarak Türkiye'ye gelen Fransız pro-
| fesörlerinden Bernard Lewis,
- Geçmişte kilise ile devlet arasında zorlu mücadeleler, çe¬lişkiler oldu, buna son yermek için laiklik ihdas edildi, böyle¬ce kiliseyle devlet birbirinden ayrıldı. Bu hal, hem kiliseye, hem de devletlere geniş özgürlükler getirdi. Türkiye'de ise kili¬se modeli yok, caminin devletle mücadelesi de yok. Bu sebep¬le laiklik İslâmiyet'in, Müslümanlar'm malı değildir, Avru¬pa'dan alınmıştır.
Laikliğin elden gittiğini zanneden dinleyiciler itiraz edince'
Lewis şöyle demiş:
- Müslümanlar, Avrupa'dan gelen hastalıklara yakalandık¬ları için, bunun tedavi şeklini de Avrupa'dan alırlar...
Hıristiyanlık tarihi boyunca kilise-devlet kavgası devam et¬tiğinden laiklik ilacı ile bunu tedavi ettiler.
Müslümanlar da cami-devlet kavgası yok, olmayan derde ilaç alınca, bu sefer derman dert oldu. Bu sebeple laikliğin ..prospektüsünü (tarifesini) yazamadılar. Herkes istediği gibi kullanınca, münakaşaların sonu gelmedi. Her ne kadar bu işin
51
uzmanı olan bir profesör, laikliğin vatanından gelip, gerçeöj dile getirse de, hastalığı kronik hale getirenlere laf anlatma^ zor, Hastalığını kabul etmeyen de tedavi edilmez ki...
Aynı gün gazetelerde Cumhurbaşkanı'nın Adana'da bir be. yanatı yer almıştı: "Laik düzen değişmez."
Fransa'ya gittiğimde çok az kalmama rağmen hem laikliği, hem de laik düzeni gördüm. Fakat ömrüm Türkiye'de geçti, ne laikliği, ne de laik düzeni gördüm. "Laiklik, dinle devletin bir¬birinden ayrılmasıdır" diye bir tarif getiriyorlar, çok komik! Çünkü devlet dine her yerde, her zaman müdahale ediyor. Ay¬rılık bu olursa, bütünleşme nasıl olacak?
Öyle zannediyorum ki, Prof. Lewis'in dediği gibi hastalık haline gelen laikçilik, nüksetmesin diye bu şekilde tarif edi¬yorlar: "Laik düzen değişmez!" Halbuki olmayan birşey değiş¬se ne olur, değismese ne olur? Türkiye, Avrupa'nın sosyal standartlarını uygulayamadığı gibi, laikliği de aynı ölçülerde uygulamayıp, kendine göre birşey icat etti.
Evvela politik uygulamaların ekonomiyle sıkı sıkıya ilişkisi var. Yani demokrasimiz de, laikliğimiz de ekonomimiz gibi krizdedir. On milyonu aşkın işçiye hangi sistemi anlatacaksı¬nız? Zam yağmuru altında kime, ne diyeceksiniz?'
Nasıl ki papyonu, gerektiği zamanlarda devletin üst düzey yetkilileri takıyorsa, laiklik de ona benzer birşeydir.
Avrupa'da ahlak arayışları
Fransız ilim adamlarından Emile Durkheim (1879-19l7)'de yaşamış, Ziya Gökalp'in de hocasıdır.
Türkiye, Fransa'yı taklit edip, onu model olarak aldığı için Ziya Gökalp da Türkiye'ye hocalık yapmış, yazdığı makalelerle inkılaplara yön vermiştir.
52
Durkheim'in La Morale Professionnelle yani "Ahlak Mesleği, profesyonel Ahlak" .isimli kitabı MEB tarafından "Meslek Ahla¬kı" ismiyle 1986'da yayınlanmış.
Bu kitaptan aldığımız kısımlarda onunla ilgili yorumlarımız aşağıdadır:
"Durkheim, 1789'dan beri sürüp gelen çeşitli buhranları, bunların da başhcası olarak gördüğü ahlak buhranını anlamak ve karşılamakta oynayabileceği önemli rol hakkında kesin bir fikir sahibi idi. (s.IV).
Ona göre: Fransa'nın herşeyden ziyade manevi ve ahlaki bir kalkınmaya ihtiyacı vardı. Bunun için de manevi ilimlerde bir inkılap yapmak, onlara da müspet ilmin şeklini vermek, mane¬vi şeyleri de, başka şeyler gibi, müspet metotla incelemek gere¬kiyordu, (s. III.)
Diyor ki: "Bizim istediğimiz ahlakı ilimden çıkarmak değil, ahlakın ilmini yapmaktır. Bu işe tamamiyle başka bir şeydir. Pek haklı olarak deniliyor ki ahlak bir buhran geçiriyor. Az za¬man içinde cemiyetlerimizin yapısında derin değişmeler olmuş¬tur. İmanımız sarsılmıştır, geleneğin saltanatı yıkılmıştır. Fert muhakemesi cemiyet muhakemesini aşmıştır. Hastalığın çaresi, cemiyet durumunun bugünkü şartlarını artık karşılamayan, ve ancak suni ve zahiri bir ömür sürebilecek olan adet ve hareket¬leri yeniden canlandırmak değildir. Başlıca iş, bu .hastalığı, anomaliyi, durdurmak, birbirine aykırı adetlerle, birbiriyle çar¬pışan uzuvları ahenkli olarak çalıştırmak vasıtalarını bulmak¬tır. O halde hastalığımız, sanıldığı gibi, fikri bir hastalık değil¬dir. Onun daha derin sebepleri vardır. Eğer bugün bir hastalık¬tan ıstırap çekiyorsak, bunun sebebi, bugüne kadar tatbik ettiği¬miz ahlakı hangi nazari mefhum üzerine dayamak gerektiğini bilmememiz değil, fakat bu ahlakın, bazı kısımlarında, çaresiz¬ce sarsılması ve bize gerekli olan ahlakın da henüz kurulma¬mış olmasıdır. Böylece bugün birinci vazifemiz kendimize bir ahlak edinmektir" (s.V>).
Durkheim ve onun gibileri "ahlak arayışı" içine girdiklerin¬de gönül isterdi ki: Osmanlı Devleti İslam'ın (Kur'an'm) yüce ahlakım yaşayarak onlara örnek olabilseydi.
53
Ne Durkheim ahlak ararken onu Müslümanlarda bulabildi ne de Karl Marx İşçi, işveren haklarını düzenlemeye çalışırken Müslümanlarda bununla ilgili bir ışık gördü.
Kitle kalkınmasını esas alan İslam iktisadıyla Osmanlı, "fa¬kiri bulunmayan" bir ülke olsaydı, Karl Marx komünizmi ilan etme yerine Müslüman olurdu.
Ölümden çok korkaa Tolstoy (1828-1910} İncil'i okuyup, bitiriyor, aradığını bulamayınca, başını İncil'in sahifelerine gö¬müp, hüngür hüngür ağlıyor. Sonra Kafkasya bölgesindeki Müslümanlar'a gidiyor, onlarda da birşey bulamayınca, ıstı¬raplı günler yaşayıp, sonunda, şuursuzca bir trene binip, çok sevdiği evinden, barkından kaçıyor ve bir istasyonda ölüyor.
. O zamanlar Fransa'da şimdi de Türkiye'de intihar olayları artmakta, bunun için Durkheim şöyle diyor:
"İntihar teşebbüslerinin bu şekilde artabilmesi için, cemiyet yapısının derinden değişmiş olması lazımdır. İmdi, bu kadar tehlikeli ve hızlı bir değişmenin marazi olmaması imkansızdır; çünkü bir cemiyetin yapısı bu kadar süratle değişemez. Tutul¬duğumuz hastalık büyük bir iktisat sefaletinin değil, kaygı veri¬ci bir ahlak sefaletinin delilidir. Bu tarzda gözümüzün önüne serilen bu ahlaki karakter bozukluğu, cemiyet yapımızın derin bir bozukluğunu göstermektedir. İntiharların artmasıyla çağdaş cemiyetlerin tutulduğu umumi hastalık aynı sebeplerden ileri gelmektedir. Kendi isteğiyle Ölenlerin yüksek sa}/ısı, medeni ce¬miyetlerin muzdarip olduğu derin bir hastalığı göstermektedir, o da ahlak buhranı." (S: VI).
Fransız filozoflarından Emil Durkheim, MEB'nin 1986'da yayınladığı "Meslek Ahlakı" isimli kitabında diyor ki:
"Ekonomik hayatın bu şekilde ahlak dışında kalması, kamu hayatı için bir tehlike teşkil etmektedir. Ekonomik fonksiyon¬lar millet kuvvetlerinin büyük bir bölümünü kendine çekmek¬tedir. Birçok fertlerin hayatı ticaret ve sanat muhitlerinde geçi¬yor. Dolayısıyla hayatlarının büyük bir kısmı her türlü ahlak faaliyetlerinin dışında böyle bir durumun büyük bir ahlak çö¬küşüne sebebiyet vereceği açıktır. (S. VII) (1).
54
Ekonomik fonksiyonlar alanında meslek ahlakı gerçekten Dek iptidai bir durumda bulunuyor. Başarı en ayıp hareketleri bile bağışlatıyor. Mubah olanla yasak olan, doğru olanla doğru olmayan arasında sabit bir sınır yoktur. Bu sınır fertlerin keyfi uzuvlarına göre yer değiştirmektedir. Bu kadar belirsiz ve bu kadar gevşek bir ahlak, bir disiplin kuramaz. Böyle bir anarşi¬nin marazi bir hadise olduğu apaçıktır. (S. VII)
Hıristiyanlık tamamiyle insani bir dindir. Çünki dinin Tan¬rısı, insanın kurtuluşu için ölmüştür. Hıristiyanlık'ta insanın Tanrı'ya karşı başlıca vazifesi, insanlara karış insanlık vazifeli-rini yerine getirmektir.(2) (X)
Dini demekten maksadım şudur: Ahlaklarında sayısı en çok, en önemli vazifeler insana karşı vazifeleri değil, insanın Tanrılara karşı vazifeleridir.
Esas mükellefiyetler hemcinsine saygı göstermek, yardım etmek değil, buyurulan ayinleri tamıtamma yerine getirmek, Tanrılara olan borcu ödemek, hatta gerekirse onların uğruna hayatını bile feda etmektir. İnsani ahlaka gelince, o pek ufak sayıda birkaç ilkeden ibarettir. (S. X)[3)
Bu bakımdan eskiden ahlakımız din iken, gelecekte dini¬miz ahlak olacaktır. Bugünkü ahlak buhranı işte bu geçit nok¬tası üzerinde durmamızdan ileri geliyor.(S. XII) (4)
Okullarımızda çocuklarımıza tamamiyle. laik bir ahlak ter¬biyesi vermeye karar verdik. Bundan, kitabi dinlerin dayandığı prensiplerin yardımı olmaksızın, ancak yalnız akılla ispat edi¬len fikirler, duygular ve harketlere dayanan bir kelime ile ta¬mamiyle rasyonalist bir terbiye anlamak gerekir. (S. IX)(5).
Din ile ahlak, tarih.boyunca öyle birbirine karışmıştır ki, "ahlakı ve ahlak terbiyesini rasyonalize etmek maksadı ile, ye¬rine bir şey koymaksızın, ahlak disiplininden dini olan.her şe¬yi atmakla yetinecek olursak, o zaman asıl ahlak unsurlarını ,atmak tehlikesiyle karşılaşabiliriz. O zaman da rasyonel ahlak adı altında fakir ve renksiz bir ahlak elimizde kalır."(S. XI) (6), Amma: Ölmez İnciller yoktur. İnsanlığın gelecekte yeni în-ciller tasarlamaya güçsüz olduğuna inanmak için ortada bir se¬bep yoktur .(S. XIII) .
55
Biricik yo! "ahlak hayatı vakıalarını müspet ilimlerin meto¬du ile incelemektir. Bundan maksat ahlakı ilimden çıkarmak değildir. Fakat ahlakın ilmini yapmaktır. (S. XIV](7)
1. İslâm ahlakından ayrılan Müslümanlar, kapitalizmle ah¬laki çöküntüye gidince çekler ve senetler ödenmez oldu. Müs¬lümanların birbirine itimadı kalmadı, bankaya itimat eden, kardeşine itimat etmez oldu. Böylece ümmet; millet vasfımızı yitiriyoruz.
2- Durkheim, İnciller'e göre İsa aleyhisselamm Tanrı oldu-, ğunu ve öldürüldüğünü söylüyor. Biz aynı inançta değiliz. Za¬ten o da buna inanmadığı içirr Inciller'in de öleceğini söylü¬yor.
3-Bu yanlış anlayışın Müslümanlar'da da olduğunu söyle-. yebiliriz: Sabah namazını kaçırmayan Müslüman sözünde durmazsa, güya Allah'a karşı vazifesini yapmış, kula karşı olan vazifesini yapmamıştır. Hak'ka inanan Müslümanlar ken¬di hakkını gözettiği kadar, karşıkinin hakkını da gözetmezse, Durkheim'in tenkidi bunlara da şamildir.
4- Müslümanlar için İslamiyet'ten başka hiçbir din olamaz.
Fakat Kur'an ahlakıyla ahlaklanmayan Müslüman'ın dini anla¬
yışına da katılmıyoruz.
5- Türkiye laikliği aldı, laik ahlakı almadı, İslâm ahlakın¬
dan da ayrılınca ahlaksızlık yayılm^a, dolayısıyla suçlu sayı¬
sı artmaya başladı, huzur kalmadı.
6- Rasyonalizm (akılcılık) resmi ideolojinin prensibidir, bu¬
nun için meyhanelerin, kumarhanelerin sayısı arttırıldı, zira
ayyaşların ve kumarbazların bütünü akıllı kimselerdir. Demek
dinden uzaklaşan akıl, kurtuluşumuz için yeterli değil.
7- Başkasının hakkını, hukukunu koruyan şuurlu Müslü¬
man'dır. Korumuyorsa bu ne biçim dini ve ahlaki anlayıştır?
Bere
1946.
Ermeni vatandaşlarımızdan Tatyos, Çemberlitaş civarında bir handa dökümcüymüş. Gümüşten pirince kadar pek çok madeni eritip ev eşyası, süs eşyası yaparmış...
Fotörü kendine yakıştıramamış, kasketle de başı hoş değil-
Fransa'dan gelen bir yakını, ona bere getirmiş. "Hah şimdi oldu" diyerek bereyi başına geçirmiş. Birisi demiş ki:
- Tepesindeki püskülü olmazsa giyemezsin...
Tatyos "Ne demek istiyorsun?" gibilerden yüzüne bakınca:
- Berenin üstünde fasulye kadar bir şey var ya... İşte o ol¬
madı mı, Türk Ceza Kanunu'na göre bu bere yasak, sakın onu
koparma!
Gülüşmüşler:
- Kocaman devlet nelerle uğraşıyor?.. ,
Misafirlerden biri, bir hatırlatma daha yapmış:
- İçindeki etiketi de koparma. Polis eline aldı mı "Beret
Basque Caracas" markasını okursa, berenin Avrupa'dan geldi¬
ğini anlar, cezadan kurtulursun... Yoksa berenin parasından
çok ceza ödersin, nezarette kalman, Kıyafet Kanunu'na muha¬
lefet etmen de caba...
"Bere kültürü" hakkında epeyce sohbet ettikten sonra misa¬fir:
- Fransa'da bere giyen çok. Ayrıca İngiliz tankçıları da bere
giyer.. Türkiye'de de problem olmamalıydı...
- Problem olmaya olmaz amma şartlarını yerine getirir-
sen...
Tatyos son sözü söylemiş:
- Anlaşılan bu bereyi rahatlıkla giyebilirim...
56
57
Günler birbirini kovalamış. Bir akşam acele acele köprüde yürüyormuş ki, Kadıköy vapuruna yetişsin. Köprü Karakolu'ndaki bir polis:
- Hop, hemşehrim bir dakika!
Deyince Tatyos durmuş, polis bir eliyle onun kolunu tutar¬ken, öbür eliyle başındaki bereyi almış:
- İçeri!
Adamı karakola sokmuş, bereyi komiserin masasına atıp:
- Yemlik, deyip çıkmış.
Komser, evire çevire bereye bakmış:
- Adın ne?
- Tatyos...
- Ermeni misin?
- Evet.
- Bereni al, git.
Adam karakoldan çıkınca, olaya şahit olan birisi'yaklaşmış:
- Hemşehrim berene bakınca seni dindar sanıp içeri aldı¬
lar. Müslüman olmadığını anlayınca da saldılar...
- Yani bu bere dindarlık alameti mi?
- Bazılarına göre öyle.
Tatyos beresini kaptığı gibi Halic'in sularına fırlatmış.
- Ben Müslüman değilim, böyle bir alamet taşımamalıyım.
Amma neden Müslümana yasak olan bana serbest?
Sonra adama bakıp:
- Yemlik ne demek?
- Eğer müslüman olsaydın rakı parasını senden alacaklar¬
dı, Ermeni olduğuna şükret.
Kadıköy'e gelmişlerdi, Tatyos ayrılmak için elini uzatırken, öbürü:
- Korkma sana bir şey olmaz, bizim için de dua et...
58
Seni unutmayacağız siyah kardeşim
1974
Büroda çalışırken, "selamün aleyküm" diyerek içeri bir zen-ri eirdi. Elimle oturmasını işaret ettim. Arapça konuşmaya başladı. Anlamadığımı görünce Fransızca konuştu, ingilizce bilip bilmediğini sordum, bu sefer İngilizce konuştu.
20 yaşlarında, zayıf ve gösterişsiz bu zencinin üç lisan bil¬mesine şaştım.
İsmi Abdullah'mış, Ganalı imiş. Memleketinde lise tahsilini tamamlayınca Lübnan İslam. Üniversitesi'ni bitirmiş, İran'da staj yapmış, Malezya Üniversitesi'nde mastır yapmak için, im¬tihana girmiş, burs kazanmış, şimdi oraya gidecekmiş ve para¬sı yokmuş. Malezya uçak bileti beş yüz dolar tutuyormuş. Bu parayı temin etmek bizim için oldukça zordu.
Üç, beş kişi küçük bağışları hemen yaptı. Bu paralarla uçak biletinin yanma yaklaşmak mümkün değildi, amma bağışı ya¬panlar da kendilerini aşmıştı.
Daima tebessüm eden, tevekkül içinde bulunan bu müslü-manla çok iyi anlaşmıştık. Beraber yeyip, içiyoruz, beraber oturup, meşgul oluyorduk. Her gün gelir, bizden haber bekler¬di, Bir hafta geçmesine rağmen bileti alacak parayı toplayama¬mıştık. Bizim ümidimiz kırıldığı halde, onun ümidi hiç kırıl¬mıyor, üzülmüyor ve bekliyordu.
Pek çok iş adamı, Ganah'ya bilet almayı hizmet saymıyordu. Pek çoğu da yorgun savaşçı gibiydi, vermekten adeta bıkmıştı.
Büroya gelenler zenciyi görüp bir şeyler soruyorlar, biz de her gelene hikayeyi baştan anlatıyorduk. İşin en garip tarafı renklerimiz farklı olduğu halde, gerçekten kardeş olmuştuk. "Müminler kardeştir", ayeti sanki güneş ışıklarıyla gökyüzüne yazılmıştı.
Her akıl verenin, gösterdiği istikamette koştuk. Hiç ümit et¬mediğimiz bir esnaf bu işi kökünden halletti. Yalnız mağaza-sındaki müzik seti dikkatimizi çekti. Bunu anlamış olacak ki:
59
- Elhamdülillah, biz de müslümamz, müslümanlarm der¬
dini kendimize dert edinecek kadar şuurlu müslümamz, fakat
bazı zaaflarımız var, günahlarımız var, biliyoruz. Çok görmeyi¬
niz.
Mahcup olduk "estağfirullah" demek zorunda kaldık.
Yine Abdullah'la başbaşaydık, ayrana şeker döküp içti, kar¬puza tuz ekip yedi. Her yiğidin kendine göre bir ayran içişi varmış. Bu kardeşimiz gerçekten yiğitmiş. Malezya'da mastır yapıp, memleketine dönecekmiş, oradaki misyoner faaliyetle¬rine karşı, çalışmalar yapacakmış. Gayesi, yüksek diploması, mastırı, üç lisan bilgisiyle Avrupalı misyonerlere karşı koy¬mak. İşte, işin burasında biraz durakladım. Bizde üniversite bitirenler, lisan öğrenenler nereden ne kadar para kazanırım hesabını yaparken, bir müessesede kaybolup gidiyorlar. Bu zenci ise, tahsilini, diplomasını, kültürünü, İslama hizmet için kullanacak, Müslümanm böylesi nasıl sevilmez? Gerçekten hepimiz onu sevmiştik.
Abdullah'ın bileti alındı, biraz da harçlık verildi, sıra uğur¬lamaya gelmişti. On kişi toplanmıştı. Kimisi buğday tenli, ki¬misi beyaz, kimisi sarı ve Ganalı hemşerimiz siyah idi. Hepsi ayrılığın verdiği hüzün ile birbirlerin'e bakarken Abdullah:
- Bana dostça davrandınız. Bizi birbirimize kardeş eden İs¬
lâmiyet'tir. Maddi yardımlarınıza karşılık verem^orum. Müs¬
lüman olmamız sevgi ve yardımlaşma ile tezahür etmiştir. Bu¬
nu Allah biliyor. Kalblerimizdeki sevgiyi Allah biliyor, madem
biz birbirimizi sevdik, Müslümanları seveni de Allah sever, o
mükafatını verecektir, sizler için dua edeceğim, siz de benim
için dua edin.
Bir savaşa uğurlar gibi onu uğurladık. Yaşlı gözlerle birbiri¬mize sarıldık, hüzünlü ifadelerle güle güle dedik. O yine "Se-lamün aleyküm" diyerek yanımızdan ayrıldı ve gitti.
Her müslüman bulunduğu yerde dinine hizmet ediyor. Ga¬na, Malezya, Türkiye... Hepsi İslâm ülkesi değil mi? Müslü¬manlar bir millet, müslümanlar bir vücut gibi, biz tezgahımızın
60
başında çalışalım. Her ağaç tek tek büyür, onlardan orman har, gelen seller ormanda parçalanır, esen rüzgarlar ormanı lar geçer ve yağan yağmur ormanında rahmet olur.
61
İKİNCİ KISIM
Satuk Buğra Han destanı
îyliraç'ta Peygamberimiz, Cebrail'den bir'şahsı sormuş, ce¬vaben:
- O peygamber değildir, sizden üç asır sonra, dininizi Tür¬
kistan'da yayacak şahsın ruhudur, denmiş...
Peygamberimiz, bu habere çok sevinip, ona dua etmiş.
Sahabeler de bu şahsın ruhunu görmek isteyince, Allah'ın izniyle kırk atlı belirmiş, selam verenin Satuk Buğra, diğerleri¬nin de onun arkadaşları olduğu anlaşılmış.,
901 yılının kış mevsiminde Satuk Buğra dünyaya gelince yer sarsılmış, kaynaklar kurumuş, çiçekler açmış.
Olmaz işlerin olduğunu gören falcılar annesine gidip:
- Senin çocuğun atalarının dinini terk edip, Müslüman
olacak, öldürülmesi lazım, deyince o da:
- Henüz çocuktur, masumdur, ne olacağı belli değil. Müs¬
lüman olduğu zaman düşünürsünüz, diyerek çocuğunu kur¬
tarmış.
Satuk Buğra 12 yaşındayken ava çıkmış, gördüğü bir tavşa¬nın peşine atını sürüp, arkadaşlarından ayrılmış. O zaman, tavşan, ihtiyar bir adam şeklini alıp, genci yanma çağırmış:
? 63
- Oğlum, yolunu şaşıranları niçin takip edersin? Allah'ı;
çizdiği yola gir, dünya ve ahiretini cennet et, diye nasihat ^
mis. Cehennemlik olanların çektiği azabı da mânâ âlemiıni,-
göstermiş.
Satuk Müslüman olup, dinini Öğrenmek istemiş.
- Aradığın şahsı Allah sana gönderecektir, diyen ihtiyar
birdenbire kaybolmuş.
Birkaç gün sonra Ebu Nasr Samanı ile karşılaşan Satuk, on¬dan İslâmiyet'i öğrenip ve cami inşaatına başlamış. Artık onur, ismi Abdulkerim'dir.
Satuk'un babası ölünce, amcası; annesiyle evlenmiş ve ha¬kan olmuş. Yeğeninin cami yaptırdığını duyunca, büyük bir hışımla gelip, binanın puthane olmasını istemiş.
Abdulkerim de ona Müslüman olmasını teklif etmiş. Olma¬yınca yer yarılmış, yere girmiş ve Abdulkerim de 926'da hakan olmuş.
Eskiden Türkistan deyince Türkmenistan, Özbekistan, Ka¬zakistan, Tacikistan, Kırgızistan bunların hepsi akla gelirdi. İş¬te bu geniş topraklarda İslamiyet'i yaymış, Karahanlılar bütü¬nüyle Müslüman olmuş...
Çin'le savaşmış, İslamiyet'i bugünkü Moğolistan sınırına kadar götürmüş.
90 yaşına kadar yaşayan Abdulkerim Han, Meşhed'de vefat edip, şehitliğe gömülmüş.
Bu destanla Türklerin Müslüman olması Mirac'a kadar götü¬rülür ve Peygamberimizin dualarıyla irtibatlandınlır. {Destan¬lar, halkın dilinde dolaşmış hikayelerdir, İslam'ın hakikatiyle karıştırılmamalı, amma büsbütün de hayali değildir. Geniş bilgi için: Necla Pekolcay, İslami Türk Edebiyatı, 1967, sh."15.)
Abdulkerim Han'ın 4 oğlu, 4 kızı da kendi yolunda yürü¬müş, Hasan Buğra Han, Kaşgar hükümdarıdır.
Bediüzzaman.Said Nursi de: "Ey Türk kardeş, bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslamiyet'le bütünleşmiş, ayrılmak mümkün değil, ayrılırsan mahvolursun." (Mektubat 436) diyor. 64
Türkler İslamiyetle bütünleşmiş... Tarih boyunca esaret al-tma düşmemiş ve sürekli devlet kurmuş, her ırkla, her dinle beraber yaşayabilmiş...
İslâm'da ırkların inkarı yoktur, her ırkın vazifesi İslamiyet'i öğrenip, anlayıp, yaşamaktır.
Üzgün değilim
Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu, büyük insan ve bü¬yük Müslüman Osman Gazi, öîûm saatinin yaklaştığını anla¬mıştı. Oğlunu çağırdı.
- Evladım, harbe hazır olmayan millet, esarete hazır de¬
mektir. Müslümanlara istiklal yaraşır. Her bakımdan üstün ol¬
mak, dinimizin emridir.
Şahsı, ailesi için hiçbir şey istemeyen, ölüm döşeğinde da¬hi, ulvi davasıyla meşgul olan Osman Gazi canlanmış, adeta ölümü unutmuştu. Alnındaki inci taneleri gibi duran terleri sildi:
- Artık ölüyorum fakat üzgün değilim, arkamda senin gibi
bir evladım var. Adil, merhametli, çalışkan olduğunu biliyo¬
rum. Her işini alimlere danış.
Ağzı iyice kurumuştu, dudakları birbirine yapışıyordu. Be¬yaz tülbenti suya batırıp, ağzına bir iki damla damlattılar. De¬vam etti:
- İslâmiyet ahlâk demektir. Müslümanlar bir vücut gibidir,
sen o vücuda baş olacaksın.
Belki daha başka söyleyecekleri vardı fakat sözünü yarıda kesti, besmele çekerek ahiret yolculuğuna çıktı. Başta Peygam¬berimiz, Sahabe-i Kiram, imamlar ve üstadlar meclisini ziyare¬te gidiyordu.
düşülen dipnotlar F: 5
65
69 yaşında idi, ihtiyarlığı delikanlılık devrindeydi, yaşasay¬dı daha çok şeyler başarırdı, fakat hizmet, elden ele, dilden di¬le devredilerek gidiyordu.
Onu, Bursa'da Gümüşlü Kümbet'e gömdüler. Aslında göste¬rişli mezar da istemezdi. Çünkü sağlığında ne tahtı, ne tacı ve ne de sarayı vardı.
Alın dünyalar sizin olsun, alın
Türbeler söyleyin sermayenizi
Orada toprağa dokunan alın
Burada karınca içer denizi.
Çok dikkat etmek lazım: Osman Gazi zamanındaki Müslü¬manlar devlet kuruyordu. Sultan Mehmet Vahdettin zamanın¬daki Müslümanlar devlet yıkıyordu. Şu hal gösteriyor ki, Müs¬lümanlar ne zaman dinlerine sarılmışlarsa ilerlemiş, ne zaman da lakayt kalmışlarsa gerilemişlerdir.
Bursa'da Gümüşlü Kümbeti ziyaret ederken, İslâmiyet'in ne derece hayat dini olduğunu bir daha anlıyorum. Yıkılan Bi¬zans ve büyüyen Osmanlı İmparatorluğu gözlerimin önüne ge¬liyor, göğsüm kabararak Osman Gazi'ye ve onun oğlu Orhan Gazi'ye dualar okuyorum. Sizi sevmek benim için saadet, size layık torun olamamak ıstıraptır.
Osmanlılar İtalya'da iken....
148O'de Gedik Ahmet Paşa kumandasındaki Osmanlı do¬nanması, İtalya'nın güneydoğu ucundaki Otranto Burnu'na çı¬karma yaptı, burada 500 asker bırakan kumandan, Rumeli'ye geçip, toplayacağı büyük bir ordu ile tekrar Otranto'ya gelerek, buradan Roma'ya yürümeyi planlıyordu. Fakat 1481'de Fatih Sultan Mehmed'in vefat etmesiyle bu plan gerçekleştirilemedi.
66
0 zamanlar İtalya'da Venedik, Napoli, Floransa ve Papalık
1 küçük devletler bulunuyordu, bunlar arasında şiddetli ça¬
tışmalar vardı.
Napoli krallığı, Müslüman askerleri ikna edip, ücretli ola¬rak kendi ordularına kattı. Böylece Papalık'la yapılan savaşı kazandılar.
Kumandan Müslüman-askerleri toplayıp:
- Siz, Hıristiyandmız, hıristiyan bir ananın babanın çocuk¬
larıydınız. Osmanlı Devleti sizi devşirme usulüyle Müslüman
yaptı. Şimdi asıl dininize dönmeniz gerekir.
Askerlerden biri söz aldı:
- Sayın kumandan, evet annemiz babamız Hıristiyandı
amma biz Osmanlı'ydık. Osmanlılar bizi zorla askere almadı.
Biz isteyerek bu mesleği seçtik. Müslüman olmamız için de
baskı yapmadı. Biliyorsunuz, Osmanlı tebeası olarak pek çok
Hıristiyan var, Osmanlılar bunların hiçbirinin Müslüman ol¬
ması için baskı yapmıyor, hatta böyle bir teklif getirmiyor bile.
Biz, Osmanlı Müslümanlan'm beğendik, İslâmiyet'i de beğen¬
dik, bunun için Müslüman olduk, şimdi de Hıristiyan olmak
niyetinde değiliz.
Kumandan sinirli bir ses tonuyla bağıra bağıra:
- Sizi, size bırakacak halimiz yok! Artık sizler Napoli kral-
lığının adamısınız, benim emrimdesiniz. Askersiniz, ne emre¬
dersem onu yapmak zorundasınız! Şimdi emrediyorum, hepi¬
niz Hıristiyan olacaksınız. Olmayanların askerliği devam ede¬
cek, ücret verilmeyecek, gerekirse cezalandırılacaksınız!
Bir başka asker söz aldı:
- Sayın kumandan, Otranto'da bizimle anlaşırken, dinimi¬
ze, paramıza, hayatımıza karışmayacağınızı söylemiştiniz.
Şimdi ise...
Kumandan sözünü kesti:
? - Size fazla yüz verdiğimiz konuşmalarınızdan belli. Ben emrederim, siz yaparsınız. Emrime uymayanları cezalandırırım!
67
Kumandan hızlı adımlarla ayrılıp gitti.
Müslüman askerlerin aynı birlikte kalamayacakları, çeşitli kışlalara sevk edileceği emri gelince, onlardan biri:
- Arkadaşlar, bu bizim sonumuzdur, artık birbirimizi göre¬meyiz. Keşke Otranto'da savaşarak şehid düşseydik. Osman¬lı'nın hoşgörüsünü bunlarda bulamayacağız, kimimiz zorla Hı¬ristiyan olacağız, kimimiz felaketlerden felaket beğeneceğiz. Bu hali haber alan Papalık savaş ilan ederse, bu defter de böy¬lece kapanacak...
15. asırda Osmanlı Müslümanları, İslâmiyet'i biliyordu, ya¬şıyordu. Müslümanlığı halka sevdiriyordu, Avrupa ise mezhep savaşlarıyla, kralların mücadelesiyle çalkalanıyordu. 18. asır¬dan sonra işler tersine döndü.
Fuzûli destanı
Kur'an-ı Kerim'de 28 yerde zikir kelimesi geçer. Bu zikrin birkaç çeşidini yapabilmek için tekkelere açılmış, bu yerleri dolduranlar, dirilerden daha çok ölülerle meşgul olup, şeyh silsilesini ezbere okur, onlara dua eder, onların menkıbelerin¬den zevk alırlardı. Aynı gemide seyahat etmenin zevkini çıka¬rırlardı.
Tekkeler kapatıldı, tarikatlar yasak edildi fakat fıtrî istekle¬rin önüne geçmek mümkün değildi. "Allah" demeyi kim ya¬saklayabilir? Hatta yasaklar, sanki bir şey kaçıp gidecekmiş gi¬bi, ona sarılanların sayısını artırdı, İşte yasaklar dünyasında bir Şeyh Efendinin sohbetinde bulundum. Buyurdular ki:
Eski zamanlarda Mehmed isimli bir tüccar varmış dünyanın dört bucağından Bağdat'a mal getirir satarmış. Her zamanki gi¬bi bir akşam yine konaklamışlar. Nöbetçiler kervanı beklerken,
68
diğerleri istirahata çekilmiş. Mehmed Efendi uykuya dalmış dalmamış, biri koşarak gelmiş:
- Efendim, piri fani bir ihtiyar geldi, yemez içmez sadece
kahve ister. Kahve yapmak için de yakacak bir şey yok, ne bu-
yurulur?..
Mehmed Efendi, başını yastıktan kaldırmadan emretmiş:
- Bir top ipek yakın, ihtiyarın kahvesini pişirip verin...
Ne var ki nöbetçiler cimrilik edip, bir fincan pişirecek ka¬dar ipek yakmışlar ve ihtiyara da bir fincan kahve vermişler.
Mehmed Efendi rüyasında bakmış ki ay ışığında, gümüş gi¬bi akan bir nehrin kenarında, mübarek insanlar hatme-i şerifte zikrediyorlar. Hemen yaklaşmış, nasılsa kahve ikram ettiği ih¬tiyarı tanıyıp, onun arkasına oturmuş.
Kavuklu, cübbeli insanlar, bütün alem uyurken zikrediyor, bir âdem de kahve dağıtıyormuş. Bizim piri fani kahvesini alınca işaret buyurmuş:
- Bir tane de arkaya...
Böylece Mehmed Efendi'nin fincanı doldurulmuş.
Salatlar, selamlar, istiğfarlar devam ederken, kahve de bir yandan dağıtılıyormuş. Maddi ve manevi alem iç açıcı...
Kahve yine piri faninin önüne gelmiş, bizim ihtiyar kahve¬sini almış, Mehmed Efendi fincanını uzatmış, İhtiyar:
- Bire, bir! demiş.
Kahveye bakmayınız, ilâhi feyze bakınız! İlâhi feyzden na¬sibini alan Mehmed Efendi fırlamış. Bunun rüya olduğuna çok üzülmüş. Çadırdan çıkarak ihtiyarı aramış, nöbetçilere sor¬muş. Biri demiş ki:
- Efendim, o ihtiyar kahvesini içtikten sonra, birdenbire
kayboldu. İyi biliyorum, birdenbire kayboldu. Hatta ben çok
korkmuştum, aşir okumaya'başladim.
Mehmed Efendi ne olmuşsa olmuş, kervanı, arkadaşlarına terk.etmiş. Ömründe şiir yazmayan adam, başlamış ezberden şiir okumayaT
69
Gözümden dem. be dem bağrım ezip, yaşım gibi gitme ~
Seni terk etmezem çün ben, beni sen dahi terk etme.
Amandur zalim olma, ben gibi mazlumu incitme
Canım gözüm Efendim, sevgili sultanım benim.
Mehmet Efendi, Fuzûli ismini gönüllü olarak almış: Hat rae-i şerif dışında kaldığı için Fuzûli... Evini, barkını, işini gt}. cünü terk ettiği için Fuzûli... Ruhuna kanca atanın peşine düş, muş, dünyada Fuzûlî.
İşte böyle o "Fuzûlî" gibi, herkesin sevmediği bir sıfatı ahp onu meşhur ve mübarek ederken, ne kadar insan var ki müba¬rek isimleri rezil etmektedir.
O, ilahi aşkı işledi. Bu uğurda çile çekti. Zaten çilesini çek¬mediğimiz şey bizim değildir. Gerekirse dindar olmanın çilesi¬ni çekmeliyiz. Her türlü derdi, dinden uzaklaşmak zehirine, panzehir bilmeliyiz. Derdin teşbihini elimize alıp, bir derdi, bir derde derman etmeliyiz...
Şeyh Efendi sükut buyurdular. O susunca, herkes harfiyen zikre başladı.
İslâm atlasında Yunus Emre'nin yeri
Cengiz Hülagu, Haçlılar ve Birinci Dünya Savaşı gibi İs¬lâm'a yönelik hareketler, orduları mağlup edip, devletleri orta¬dan kaldırırken, en güçlü İslâm âlimleri tarih sahnesine çıkı¬yordu.
On üçüncü asırdaki Moğol zulmü, Müslümanlar'm uyan¬masına sebep olurken, Yunan filozoflarının tesirinde kalan Müslümanlar'a en güzel cevapları veren İmam-ı Gazalî'nin feyzi, öte yanda Ahmed Yesevi'nin himmeti Osmanlı'nın te¬meli sayılır.
70
Yunusla aynı asırda yaşayan Mevlâna, Beydavi, Esireddİn-i Ebheri, İtkâni, Osman Gazi, Teftazani, Sadreddin-i Konevi ve Said Eddin-i Fergani bir tesadüfün neticesi değildir, Çünkü hadiseler, kaderin hükmü üzerine çekilmiş tenteneli bir perde¬dir.
Osmanlılar da yıkılırken, tefsirde Elmalıh Hamdi Yazır, Ha¬diste Ahmed Nairn, şiirde Mehmed Akif, ilm-i kelamda Bedi-üzzaman Said Nursi, tasavvufta Abdülhakim Arvasi, Süley¬man Hilmi Tunahan gibi kimseler, 1918'de, İslâm devletleri-, nin esir düşmesiyle, Hıristiyanlar'm zafer hevesini kursakla¬rında bıraktı: Bir taraftan 52 İslâm ülkesi istiklaline kavuşur¬ken, öte yandan laik Türkiye'nin camileri tıklım tıklım dol¬maktadır. Her şey Müslüman'ı dinsizliğe çağırırken, akıl almaz bir sırla, gençler dinle meşgul olmaktadır. Kalpleri, beyinleri yaratan Allah, onlara yön vermektedir. Bütün iyilikler Al¬lah'tan, kötülükler nefsimizdendir.
Demek ki Yunus Emre, Osmanlı'nın kuruluşunda yerini al¬mış, 600 sene yaşayacak imparatorluğun mimarlarından biri
olmuş...
Yunus, tefsir, hadis, siyer gibi îslâmi ilimlerin dışında şiirle İslâm'a hizmet etmek imkanını bulmuştur. İslâmiyet'ten uzak¬laşan Müslümanlar hastahanedeki hastalara benzer. Nasıl ki hastalara çorba, sütlaç gibi hafif gıdalar lazımsa, İslâm'dan " uzaklaşan hastalara da tefsir, hadis gibi ilimler ağır gelir, beyin mideleri böylesine ağır gıdaları kaldıramaz. Nitekim halk, Yu¬nus Emre'yi sevmişti, onun şiirlerini ezberlemişti.
Bazı kimselerin Yunus'a karşı çıkması, kaderin hükmünü anlamamalarmdandır. Evet, herkes şiir yazabilir amma, Yu-nus'u halka sevdiren kimdir? Nasıl ki inşaat demiri durup du¬rurken mıknatıs olmazsa,, Yunus'un mıknatıs olup asırlarca halkı peşinden sürüklemesinin hikmetini kaderde aramak la¬zımdır.
Molla Kasımlar mıknatıs olamamanın ıstırabım her zaman
çekmiştir.
71
Ynnus elbette Hak aşığıdır. Avrupa'nın seksüel aşkına ma¬ruz kalanlar, Yunus'un aşkını anlamayacağı gibi Aristo'nun platonik aşkını da anlamazlar.
Divan Edebiyatı bile, Yunus'un edebinden ayrılınca kurtarı¬cılık vasfını kaybetti.
Eğer roman, hayatın aynası ise, hiçbir roman güzel yaşan¬mış hayat kadar güzel olamaz. Bu sebeple Yunus'un ümmi ve¬ya alim olmasını bir yana bırakıp, onun Sünnet-i seniyyeye uygun olan hayatına bakmak lazım. Ne yazık ki Yunus'un şiir¬lerini sahnede, perdede ekranda okuyanlar, onun gibi yaşama¬yı havai bile etmiyor. Belki içine düştüğü bataklıktan kurtula¬mıyor.
Yunus'Iarm devrinde yaşamak bir sanat imiş- Müritler şeyhlerinden İslamiyeti öğrenmiş. Şeyh usta, mürit çırak... Onu gibi yerlermiş, giyerlermiş, konuşurlarmış. Böylece kısa yoldan insan-ı kamil olurlarmış. Dikkat edilirse herşey kema-lata gider. Ham meyvayı kim yer?
Hatta "İslâmi eğitim ve öğretimin meyvesi Edeb'dir" diyen¬ler olmuş. Edebiyat da Edeb'den gelir. Edep, ecdatla beraber gidince üdeba da gitti. (İstisnalar müstesna}.
"Anam, atan hakkın yetirdin ise
Yeşil donlar giyesin, donanasm.
Eğer. komşu hakkı boynunda ise
Cehennemde yarın baki kalasın."
Manayı, lafza feda edenler, Yunus'u zor anlar. Nasıl ki de¬nize düşen damla, umman olursa, Müslüman da İslâmiyet'i yaşamalı ve onu anlatmalıdır. Buna "vaaz"'diyenler çıkıyor. Aslında vaaz, sanat için tenzil-i rütbe değil, şerefdir. Fakat aşa¬ğılık duygusuna kapılanlar, sanatın üzerinde İslâmi alamet görmek istemeyebilir.
Sanatı batıl davalarına alet edenler varken, Müslümanlara ne oluyor ki, varlıklarını İslâm'a adamıyorlar. "Sanat, sanat içindir" diyenler, sanatı İslâm'ın hizmetinden çekmeye çalışı¬yorlar, geriye hiçbir şey kalmaz.
Yunus'un şiirleri İslâm'ı anlatır, hayatı şiirlerinden de gü¬zeldir. İşte bu zihniyet, Osmanlı'yı 6 asır yaşatmış. Çok dikkat etmek lazım. Osmanlı'yı kuranlar da Müslümandı, yıkanlar da. Kurulurken halkın ekserisi dinden yana idi. Yıkılırken ise bilgisizlik, görgüsüzlük, kabalık gibi haller kol gezerken, mezi¬yetlerimiz de bize küsmüş, ecnebi pazarlarında müşteri arıyor¬du.
Yunus'u anlamak için İslamiyet'i anlamak lazım. İslâmiyet daha çok Yunuslar yetiştirir. Yeter ki İslâm'a uyan Müslüman¬lar olsun.
Yahya Ağa
1595 yılında Çekoslavak sınırını aşıp Almanya içine giren Osmanlı ordusu, sonbaharın yaklaşması sebebiyle Belgrad'a çekildi ve kışı burada geçirmeye karar verdi. Bunu gören düş¬man kırk bin kişilik bir kuvvetle Budin Belgrat yolu üzerinde¬ki İstoni Kalesi'ni kuşattı. Kalenin suyu dışardan geliyordu, hemen suyu kestiler ve kaledekileri susuz bıraktılar.
Kuşatmayı haber alan Budin Kalesi kumandanı Yahya Ağa yanma aldığı iki bin kadar asker ile, düşman kuvvetlerini ya¬rıp, kaleye girmeye muvaffak oldu. Fakat kalede içilecek su yoktu. Susuzluğa dayanmak da mümkün değildi.
Bu sırada düşman kumandanından bir teklif geldi. "Kaleyi savunan askerler silahlarını alıp, gidecekler. Kale teslim edile¬cek, kimsenin malına ve canına dokunulmayacaktı..."
Osmanlı askerleri bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Na¬sıl olsa yaz gelince, bu kaleyi tekrar almak mümkün. Ve anlaş¬ma imzalandı.
İmza anma kadar hiç konuşmayan Yahya Ağa dedi ki:
73
- Ağalar, susuzluk bizim belimizi büktü, umumun selame¬ti için bu anlaşmayı imzaladınız. Fakat ben, kendi adıma bu anlaşmaya uymuyorum. Başımı önüme eğip gidemem, kaleyi düşmana teslim edemem, susuz kalıp ölmek de uygun düş¬mez, öyle ise tek başıma savaşacağım. Ya ölürüm, yahut düş¬man hatlarını yararım. Benim bu hareketimden sonra, bu an¬laşma tatbikata konsun, teklifim budur.
Hepsi bu teklifi kabul etti. Hatta düşman elçisi, anlaşmaya Yahya Ağa'mn teklifini bir madde halinde ekledi.
Ertesi gün kuşluk vakti, iki metre boyundaki Yahya Ağa, büyük heybeti ve cesareti ile oklarını alıp, kılıcını kuşandı ve kale kapısına doğru yürümeye başladı. Yahya Ağa cesur ve sa¬vaşmasını iyi bilen bir kimse olduğundan herkes ona "Adem Ejderhası" der ve öyle çağırırdı. Tek basma düşman müfrezele¬rine karşı koyacak kadar asker adamdı,
Onun gibi düşünen, onun gibi hareket etmeyi seven sekiz kişi, hemen Yahya Ağa'mn yanında yer aldı. Yürüdüler, kale kapısından dışarı çıktılar. Allah'ım bu dokuz kişi, nasıl olur da kırk bin kişiye karşı savaş ilan eder, nasıl olur da bunlar düğü¬ne gider gibi, Ölüme gider?...
Yahya Ağa ve arkadaşları iyi talim görmüş, savaşın bütün inceliklerini bilen kimselerdi. Öyle göğüslerini düşmana gerip.. "Haydi öldürecekseniz gelip öldürün" der gibi bir hareket ta¬kınmadılar. Askerlik sanatını en iyi şekilde bilerek döğüştüler. Mevziye yattılar. Oklarını boşuna harcamamda, her atılan ok ile, bir düşmanı öldürmeye çalıştılar ve başarı sağladılar. San¬ki düşman dokuz Müslümanla değil de bir taburla savaşıyor-muş gibi, hummalı bir hareket içine girdi.
Nihayet Yahya Ağa'mn ve arkadaşlarının okları tükendi. Bu sefer kılıçları çekip, taarruza geçtiler. Vuruştular, vurdular, ya¬ra aldılar. Bir yandan kanlan akarken bir yandan kılıç sallayan kollarının takati eridi. Ve, tek tek şehid oldular.
Nihayet bu savaş bitti, düşman askerlerinden yüzlerce ölü vardı. Bu ölülere merasim yapıldı. Aynı merasim Yahya Ağa
74
arkadaşları için de yapıldı. Başta düşman kumandanı ol-mak üzere bütün düşman askerleri bu dokuz Müslümamn ce¬nazesine selam durdular, tâ ki kahramanlık ruhu biraz da ken¬dilerine intikal etsin diye...
İşte Müslümanlar bin dört yüz seneye yakın bir zamandan beri he-p tarih yaptılar. Aslında onların gayesi tarih yapmak da de^il, dünyada Müslümanca yaşamak, ahirette de bunun mü¬kafatını almaktı. Bu gaye onları zaferden zafere koşturdu. Si¬lah tutan eller, kalem tutmasını, çekiç tutmasını da bildi. On¬lar tarihi yaşadılar, tarih onları sayfaların arasına alamadı, sı¬ğıştırmadı. Onları ancak ebediyetler içine aldı, onlar ebedi sa¬adete erdi.
Vatansız adam
Dindar bir ailenin çocuğu olmakla beraber, akrabalarına da, okula da ilgi duymadı, arkadaşlarına uydu. Öğretmenler kuru- . lunun kurdardığı dersler, bir bakıma onu da kurtardı, böylece liseyi bitirip, hukuk fakültesine girebildi. Canının istediği gibi yaşadı. Nasıl olduysa bu arada tahsilini de tamamlayabildi. Mezuniyet haberini götürdüğünde, babasını ölüm döşeğinde
buldu.
- Oğlum, maziye bir sünger çekebiliriz, madem hukukçu olmuşsun, sıradan bir insan olma, Hakkı, haklıya teslim etmek için mücadele et. Bugünün insanlarından farklı yaşa ve farklı öl. Yaşadığına göre, memleket ve millet namına birşeyler yap, yaşaman işe yarasın...
Sanki rüya aleminde yaşıyordu, olup bitenlere bir mana ve¬remedi, böylece avukatlık stajına başladı. Aylar, yıllar birbirini kovaladı. Bir gün sosyal adaletten bahsetti, ona "sosyalist" dedi¬ler. Uykudan uyanır gibi oldu, çünkü ilk defa "bir şey" olmuştu.
75
Bir başka gün; "Türkiye'de pekçak ırk vardır, her ırka geniş özgürlük tanınmıştır. Tarih boyunca Türkler'le beraber olmuş Kürtler'e dil, örf ve adet serbestisi tanımak, büyük devlet ol¬manın vasfıdır" deyince adı "Kürtçü"ye çıktı.
Türkiye'de bir şeyler oiuyor, bir şeyler dönüyordu. Kendini hadiselerin içine atmak istedi, kulüpte otururken: "Hıristi¬yan'ız veya kafiriz diyemediğimez göre, Müslüman'ız demek zorundayız. Bu memlekette Müslüman'ız da diyemezsek başka ne diyeceğiz?" diye uzun bir konuşma yapmak istedi, bulu¬nanlardan biri onu susturdu:
- Ümmetçiler, Türkiye'nin düzenini dini esaslara uydur¬
mak istiyor, onlara kuvvet vermek, burada oturanların işi de¬
ğildir, dedi.
Bizim avukat, papucun pahalı olduğunu anlayıp, dışarı çık¬tı. Kendi başına dolaştı ve düşündü: "Başkaları gibi düşünüp, başkaları gibi yaşamak zorundayım. Kendim gibi olamayaca¬ğım. Ne biçim hayat?"
Aynı hızla baroya gitti:
- Hunlar'dan, Atillalar'dan devam eden Türk tarihi ve
Türk medeniyeti var. Türkler bu çizgiden ayrılmaz. Avrupalı
olmak, tarihi inkar etmek manasına gelemez. Hele Karahanlı-
iar devrinde Türkler'in Müslüman olması, bin senedir İslâm
sancağını ellerinde taşımaları var ki... Bugün bu gerçeklere sır¬
tımızı çeviremeyiz, İslâmiyet'siz Türk tarihi düşünülemez.
Avukatlardan biri, alay edercesine:
- Ne yani, bundan sonra Atatürk'ü bırakıp, sana mı tabi
olacağız?
Sanki herşey buz tuttu, herkes sustu, Avukatlardan biri "tavlaya var mısın?" diğeri "haydi kafayı çekelim" diyerek buz¬ların çözülmesine yardım ettiler ve kısa zamanda baro boşaldı.
Bizim avukat, başını taşıyamaz duruma gelmiş, eğilmiş ve çökmüştü:
- İçki, kumar, zina serbest, her fikre bir itham, bir damga!
Olmaz böyle şey! diye haykırdı.
76
Olmaz işlerin içine girdi, sefahet dünyasına fikir sancağını -ekti. İlim, iman, mantık üçlüsüyle bir dünya kurdu, bu dün¬yanın mahkumu oldu. Ona deli, serseri, sosyalist, Kürtçü, üm-etçi, Turancı, yobaz diyen çoktu. Amma kumarcı, ayyaş ve i değildi. Bunun için itibarını kaybetmiş, bunun için yalnız
kalmıştı.
Birgün kaptanlık yapan okul arkadaşlarıyla karşılaştı. Ko¬nuştu, dertleştiler, kendisinden iş istedi. Evvela şaka zanne¬den kaptan, işin ciddiyetini anlayınca, memnuniyetle kabul etti ve bizim avukat, kamarot olarak gemide işe başladı.
Onun hayat hikayesini kırık dökük dinleyen tayfalar, ona "Vatansız" dediler, öyle ya içenler, kumarbazlar ve zaniier va¬tanperver olunca, bunları yapmayanlara vatansız denebilirdi. Vatansız aşağı, vatansız yukarı...
Yerin kulağı var, demişler. "Vatansız" ismi resmi kulaklar¬da da çınlar. Zaten göze batmış bir avukatı kim serbest bırakır? Böylece onun gemisinde, onun kamarası aranacaktı.
Kamaranın kapısını açıp içeri girdiler, bir yatak ve yatağın baş tarafında bir Türk bayrağı, onun önünde Kur'ân-ı Kerim ve üstte "Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal" mısrası yer alıyordu. Bir diğer duvarda Rizeli'nin, Edimeli'nin, Muşlu'nun resimlerini asmış, altına "milletim" diye yazmıştı. Ötede dağ, dere, ağaç resimleri ve altında "Vatanım" yazısı vardı. Masa¬nın üzerinde yazılar ve bunlardan biri: "Meyhanesiyle, barıy¬la, camisiyle, mektebiyle yurdum, yuvam... Vatan bu, millet bu, herşeyi olduğu gibi kabul etmek, herşeyi düzeltmek için gerekirse kendini feda etmek. Vatanım ve milletim kurban isti¬yorsa, kurban oldum bile" yazısına rastladılar,
Savcı takipsizlik karan verirken "Tanıştığıma memnun ol¬dum" diye elini uzatmıştı. Çıkarken de dostluğun nişanesi olan şakayı ihmal etmedi:
- Vatansız, bizim vatana buyur gel, seni misafir ederiz,.de¬di.
Gülüştüler.
77
Ağlayan kadın...
Nasıl olmuşsa eline "Derdimi Seviyorum" kitabı geçmiş, okumuş ve telefona sarılmış, ağlıyor:
- Bu dert sevilir mi? Veya nasıl sevebilirim?
Hıçkırıklarını tutamıyor, bekliyorum ve zor anlaşılır, ağla¬
maklı ifadelerle:
- Kocam bir başka kadınla ilişkili...
Konuştukça anlıyorum ki yaşları ilerlemiş, kemale ermesi gerekirken, başka şeylere ermiş, çürümüşler, çocukları büyü¬müş, hepsi, dinden, imandan nanay.
Nasihat etmekten başka çarem yoktu:
- Kocam vazgeçiremezsin, öyle ise sıhhatini korumaya ça¬
lış. Sıhhatin bozulursa çocukların bile sana bakmaz, daha zor
duruma düşersin, madem kocan başka kadınla, siz de bütün
benliğinizi İslama veriniz. Çocukları dindar yetiştiriniz ki, on¬
ların da başına bu gibi hadiseler gelmesin.
Cevabı çok acı oldu:
- Bu söylediklerinizin hepsi doğru fakat nasıl yapabilirim?
Çok geç kaldım...
Ve, hıçkırıklarla telefon kapanıyor.
Hayalimin dizginleri elimde değil, yıllar öncesi bir genç kız:
- Dindar koca istemem, içmesini, gülmesini, eğlenmesini
bilmeli, diyordu.
- İyi ama bunun ölçüsünü nasıl koyacaksınız? Ya fazla
içerse, ya fazla eğlenir, size uğramazsa...
- Boş ver, o kadar karamsar düşünmeye gerek yok. Artık
hangi çağda yaşıyoruz?
Şuh bir kahkaha ile geçip, gitmişti.
78
Sonra dilediği gibi oldu. Dinle alakası olmayan, Müslüman bir erkekle evlendi. Her ikisi de bir Parisli gibi giyinip, Parisli ribi gezip, eğlendiler. Şıklıklarını göstermek için her düğünü bir fırsat bildüer. "Açılıp, nefes almak için" sokakları, caddele¬ri, enine, boyuna Ölçtüler. Parklara, pikniklere kavuştular.
Bu gül bahçesinde dikenler çıkmaya yılanlar dolaşmaya başladı. Çok küçük şeylerden, birbirlerine sitem etmeye, naz¬lanmaya, darılmaya kalkıştılar. "Gülü seven dikenine katlanır" derler, erkek buna razı olmadı ki, bir başka gülü sevmiş... Evet, ölçü ne?
Eğer ölçü, insanların zevkleri, menfaatleri ise, bunun sının nerde başlar, nerde biter?
Kadınların ekserisi paradan, makamdan uzaktır. Tam tersi¬ne erkek, paraya ve makama çok yakındır. Bu dengesizlik, ka¬dının aleyhine gelişiyor. Çocuk ve ev işleri gibi çok önemli yü¬kü omuzlayan kadın, ölçüsüz erkeğin elinde eziliyor.
Bunun tersini de düşünmek mümkün: Ölçüsüz kadının elinde erkek de ezilebilir. Netice şu çıkıyor: Ezilmemek için ezeceksin!
İşte çağdaş anlayış budur.
Halbuki İslâmiyette Müslümanm insana eziyet etmesi ha¬ramdır. İnsanlar karşıkine eziyet etmezse, saygılı, hürmetli bir topluluk ortaya çıkar. ? Çıkar amma, o Müslümanları nerede bulacağız?
İslamiyet'ten uzaklaşarak çağdaşlaşmaya çalışan insanlar, genelevleri, barları, randevu evlerini kabullenmekle yetinme¬diler, telekız devreye girdi, özel anlaşmalar, parkta, pastahane-de buluşmalar, sokakta sarılmalar birbirini takip etmeye başla¬dı. Temiz bir arabaya binmiş, temiz elbiseler giymiş pis bir er¬kek, şık bir kadının yanında durup, onu kibarca arabasına da¬vet ediyor. İşte Türkiye'nin Avrupalılaşmadan anladığı budur!
Seminer sebebiyle gittiğim bir şehirde lüks otelde kalmak, zorunda kaldım. Temiz, şık bir otel, insanları kibar mı" kibar.
. 79
Zahiri nezafet ve nezaket altında fuhşun ve içkinin kirli yüzü sırıtıyordu.
Gece yarısı geçmek üzere. Seminerden dönüyoruz, herkesle beraber lokantaya girdik. Gece hayatını olmadığı için Sa-hur'dan başka gece yemeyi bilmem. Ne ise ''şöhretin böyle fe¬laketleri vardır" diye, ekiple beraber lokantaya girip, masaları¬mıza oturduk. En büyük günahların, en güzel yerlerde işlendi¬ğini bildiğimden, sezdirmeden dikkat kesildim. Üç tane genç kız, belli...
Bunlar müşterilerini buldukça gidiyorlar, geliyorlar...
Bu Müslüman memlekette, bu lüks.otelde veya lokantada tefsir okusam (kendi kendime okusam) normal mi?
Herşey, ne gaye ile kurulmuşsa, o doğrultuda çalıştırılıyor. Bu sistem, insanı, aileyi bozmak için kurulmuş, ağlayacaksın. Sen de bozmak için yola çıktın, ölçüyü kaçıranla karşılaşınca aklın başına geldi, ağlayacaksın!
îfe
Böyle dert sevilir mi?
Bir genç kızın mektubunu aşağıya alıyorum:
Muhterem beyefendi,
9 ay önce İslamiyet ailesine üye oldum. O zaman lisede okuyordum. Öğretmenim tarafından haksızlığa uğradığım gibi, ailem de beni okuldan aldı. Böylece komünist yanlısı, aynı za¬manda İslama düşman olan ailem, tahsilli Müslümanların ço¬ğalmaması için bu yolu seçti.
Şimdi başörtüsüyle geziyorum. Onlar beni kuaföre gönder¬dikçe, ben camiye gidiyorum. "Yalnız Değilsiniz" filmi sanki benim hayatımı yansıtıyor.
Her gün dayak, her gün işkence... Bir saat evvel gözümün biri mor renk aidi. Allah sizinkini doğal renginden ayırmasın.
80
îslami çevrelerle haşır neşir oldukça, yumruklar eksik olmu1
yor.
Yalnız annem, babam değil, çevrem, akrabalarım, arkadaş- . larım, hepsi aynı. Sosyete içinde.doğup, büyüdüm. Yegane ka¬palı Müslüman benim, bunun için şimşekleri üzerime çekiyo¬rum.
Derdimi bilen bir arkadaşım, sizin "Derdimi Seviyorum" ki¬tabınızı verdi. Elimde İslama ait tek vaaz kitabı bu. Artık bü¬tün sahifelerini ezberledim, diyebilirim. Ne kadar teşekkür et¬sem azdır. İmanımı kurtardınız, hayranlığımı ve saygılarımı
sunarım.
Uzun zamandır odama kapatılmış vaziyetteyim. Namaz, oruç yasak. İbadet yok, İslam yok. Bugün evden ellinci defa kovuluyorum, derdin böylesi sevilir mi? Bari kitabınızın ismi¬ni "Bazı Dertler Sevilir" koysaydınız.
Şu anda saat 16.30. Dileğim İkindi Namazını kılabilmek. Adımı: Anarşist. Atatürk düşmanı, faşist koydular. En nefret ettiğim şey de iftiradır. Fakat ben 03de bir sanığım ki, savunma şansım yok.
Ailemin bütün fertlerinde İslam ismi var. Fakat bunlar öyİe kimseler ki, İslami anlatan hocalara, vaizlere değil de, Kur'an'ın değiştiğini söyleyen kimselere gidiyorlar. Komünizm yıkıldı diyorlar, bir de bizim evde olup bitenleri bilseler, böyle, iddialardan vazgeçerler.
Sizler mahkemelik de olsanız, sürgün de edilseniz şükrede¬bilirsiniz. Ben bir kısım, ailem bana düşman olmuş, beni dü¬pedüz kovuyor, "çık evimden git" diyorlar, işte bu çok zor. Ne¬reye gidebilirim? Gerçek Mü'minlere mekan kalmamış...
Siz çalışın, İslami anlatın, yaşayın, bizim elimiz kolumuz bağlı. Biz bir şey yapamıyoruz. Ailemiz işkencesini eksiltmi¬yor, biz de İslâmdan vazgeçmiyoruz,.
İslâm tarihini lise sıralarında okudum. Bilmiyorum, tarih bo¬yunca insanın öz ailesi, başını örten kızma bu kadar işkence ede¬bilir mi? Hani düşmanın eline düşseydik "Ne yapalım, düşman?"
81
hayata düşülen dipnotlar F: 6
derdik. Fakat öz annem, başörtüyü çekerken, saçlarımı yolduğu¬nu, "Ay" dememe, karşılık, erkek gibi bana yumruk attığını, tarih görmüş veya siz böyle birşey duymuş musunuz?
Babama en ufak birşey söyliyemem, çünkü onun tavrı büs¬bütün değişik: Vurur, söver, kovar. Sosyete toplantılarında ki¬bar olan bu insanlar, nasıl böyle vahşi oldular, nasıl böyle ka-balaştılar, bilmiyorum?
Evimde, çevremde yapayalnızım. Başını örten sadece be¬nim. Arkadaşlarımı bulmak için başka mahallelere gitmem la¬zım. Amma baş Örtümü bayrak gibi taşıyorum. Bayrağa olan saygım kadar, başörtüsüne saygım var. Ne yazık ki bayrağımızı sadece düşmanlar yırtabilir, benim başörtümü sık sık ailem ta¬rafından yırtılıyor, her seferinde saçlarımmdan bir kaçı bera¬ber gidiyor.
Mektubunuzu Serpil Tel ismiyle yazınız, iki cümle de olsa bana birşeyler söyleyiniz, saygılarımı sunarım.
Üstün insan
Yıllar çabuk geçiyor. Gençlik yıllarımızda Türkiye sağcılar, solcular diye ikiye ayrılmıştı, İslâmi öğretim ve eğitim yasaktı...
Üniversiteyi bitirmiş, lisan bilen sosyalist şef, zengin bir ai¬lenin kızını, baloda beğenip almıştı. Öyle ki nikah salonuna giderken, gelinlik giymiş nişanlısını kucağında taşımıştı. Al¬kışlar, kahkahalar birbirini takip etmiş, "ilerici gençlerden be¬ğeni toplamış"tı.
O zamanlar şeker fabrikaları bir alemdi. Lojmanlarla fabrika bir aradaydı. Halkla alakası yoktu, devlet içinde devletti. Aile¬ler yemeklerini gazinoda yer, kendi aralarında eğlenir, içki partileri, balolar, cazlar, hayatın bütününü doldururdu.
82
Ne yazık ki genç evlilerin balayı kısa sürdü, her geçen gün, zehir aylarının geldiğini haber veriyordu. Bir gün, evet bir gün aenç gelin eşyasını toplayıp gitti.
Evi bomboş bulan bizim şef, büfedeki içki koleksiyonların¬dan ne bulduysa kafasına dikti ve sızıp, kaldı.
Artık o, bir sarhoştu.
Aylar böyle geçerken şefin elleri titremeye, rengi sararmaya
başladı.
Yaşlı müdürlerden biri şefle çay içerken:
- Kardeşim, hayatın karının cebinde değildi ki, o gidince her şey bitmiş olsun. Şimdi karının gitmesi bir felaket, sağlığı¬nın bozulması ikinci felaket. Ve, sağlığın bozulunca da geriye hiçbir şey kalmayacak.
Şef, müdürün yüzüne dikkatli dikkatli baktı, bir sigara çı¬karıp, uzattı:
- Yakmıyacağım...
Kendisi sigarasını yakıp, havaya üfürürken, müdür?
- Ülkemiz kapitalist sistemi uyguluyor fakat şeker fabrika¬
larında sosyalist sistem, kollektif yaşam uygulanıyor. Sağlığı¬
mız bozulursa... İşimizi kaybedersek, ideolojimiz, ümitlerimiz
kaç para eder? ?
- Sayın müdürüm bana ne önerirsin?
- Akşam yemeğini beraber yiyelim...
Dostlukları böyle başladı, şef içkiyi bırakmakla kalmadı, açıktan açığa namaz kılmaya, dini kitaplar okumaya da gayret
ediyordu.
Bir kokteyl partide fabrika müdürü, gençlere gereken Öğüdü
verdi:
- Baylar, bayanlar, çağdaş insan, salonlarda en güzel şekil¬de giyer, kelebelekler gibi uçar, iki kadeh de atar... İşinin başı¬na geçince aslan gibi. Unutmayalım ki, çağdaşlık bir yaşam
tarzıdır.
Şef, bundan alınmıştı: "İçince çağdaş, içmeyince gerici olu¬yorum, bu nasıl iş?" diye söylendi.
83
Bir gün bekar odasında haykırdı: "İslâmiyet de bir yaşam tarzıdır!"
Onu, kollarında kelepçeyle gördüm, mahkemeye götürüyor¬lardı. Kehepçeli ellerini kaldınp: "Mesudum!" deyince gülü¬yordu, ben de ağlıyordum
Kapitalizm, sosyalizm ve İslamiyet...
Zavallı memleketim!
Ey ruh!
Mabetsiz bir şehre ibadet geldi, binaların altına, üstüne; ke¬narına, köşesine camiler, mescitler yapıldı. Avizeler asıldı., mermerler döşendi. Minareler yerle göğü birleştirmeye, ezan¬lar semalara yükselmeye, dualar rahmete ulaşmaya çalıştı.
Siyahı beyaza boyadılar, karanlığa meydan okudular, putu heykel yaptılar...
İşte tanı bu sırada en büyük camide en btlyük cemaat top¬landı, bir büyük adamı andılar.
Andılar amma ne kadar anladılar? İyi yanımız toprağın al¬tında kalmışsa, toprağın üstü cehennem sayılmaz mı? Yanma¬ya alışan insanlar, cehennemden korkmaz mı?
O muhteşem cemaat! Dualar, ilahiler, meallerle vccde geldi. "Lafla pe}?nir gemisi 3ai.rti.mez" diyenlerin kulakları çınlasın...
Biri fısıldadı: "Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri geli¬yor..."
Herkesin nefesi kesildi, herkesin gözü ufka dikildi. Çünkü duvarlar kesafetini terk etmiş, "cam mı" desem, "a3'na mı" de¬sem, koskoca şehir bir sahra olmuştu.
O mübarek insan tebessümle sordu:
- Tahkik-i imanı elde ettiniz mi?
84
Herkes sanki dirildi:
- Elhamdülillah!
- İslâm'ın şartını da yerine getirdiniz?..
- Çok şükür!..
- Zekâtınızdan, bağışınızdan haberim var...
Cemaat sevindi.
- Bankalara yatırdığınız parayı, kardeşinize emanet edebi¬
lir misiniz?
Millet şaşırıp, birbirine bakındı.
- Bankaları dolduranlar Müslüman değil mi?
İyice şaşırdılar,
- Onun bunun parasını yiyene karşı çıktınız mı?
Yutkundular.
Etrafına bakındı:
- Birbirine ihanet etmeyen ortakları göremiyorum, hasta
mıyım?
Kaşlarını çattı:
- Ödenmeyen çekler, senetler... icra dairelerinde kuyruğa
girenler... Mahkemelerde sıra bekleyenler... Cemaatin başı Önlerine düştü. O da döndü ufka baktı:
- Bir menfaate uzanan binlerce el, bir koltuğa oturmak is¬teyen yüzlerce insan, neyin nesi? Yoksa bir kabus mu görüyo¬rum?
Cemaatten biri fısıldadı: ?
- Bize bir şey demedi... Hemen öbürü fırladı: "Üstaaad!"
Aziz insan açıldı, dağıldı, havanın zerrelerine karıştı... Ce¬maat bir uykudan uyanırken, film başladı....
Bir insan, Sünnet-i Seniyye kalesinden âleme ders veriyor. Güzel konuşmak, güzel yazmak ve inandığı gibi yaşamak bela¬gatın ta kendisi. Hayatı eserlerinden güzel, eserleri reçete...
85
f
Irklar, milletler, devletler bu tek, kimsesiz, garip, yarı ümml insana hayran!
- Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?
- Doğruluk!
- Eğer biz islam ahlakının ve iman hakikatlarmın kemalaü-
nı fiilen gösterebilirsek, sair dinlerin tabibeîeri de, cemaatler
halinde, elbette İslâm'a girecekler. Belki kıtalar, belki devletler
İslâm'la müşerref olacaklar...
- Olmamışsa?
- Demek ki İslamiyet lafta kalmış, çarşrya, pazara intikal et¬
memiş...
Birdenbire perde kapandı, nur çekildi, camide ampul ışık¬ları, dışarda güneş, cemaat hoş bir halde, zevkle, şevkle iba¬detlerini yapıp, kardeş kardeş sarılıp, dağılıp, ayrıldılar.
Renklerin kavgası ve beşinci kol
Apalar başkanlığında, dünya çapında büyük bir toplantı 3/a-pildi. Çin'i temsilen Sarı, Rus'u temsilen Kırmızı, Amerika'yı temsilen Beyaz, NATO'yu temsilen Mavi ve Müslümanları temsilen de Yeşil, yerlerini aldılar. Sarı söze başladı:
- Sayın Başkan, toprak su, hava ve güneş, dördü bir olur,
yeryüzünü yemyeşil eder.
Döndü birisine baktı:
- Değil mi Yeşil kardeş?
- Doğru söylediniz.
Devam ederek:
- Su kesilirse, rahmet yağmazsa, otlar sapsarı kesilir...
Yeşil oturduğu yerden bağırdı:
- Müslüman, aleme rahmet!
San, tebessüm edip rahatladı:
- İşte sayın hakimler, suçlu yakayı ele verdi. Eğer Müslü-
lanlar rahmet olsaydı, biz sararmazdık..,
Kırmızı doğruldu:
- Bir sarhoşun izmaritiyle otlar tutuşmazdi, kıpkırmızı
[levler göklere yükselmezdi...
Beyaz oturduğu yerde mırıldandı:
- Her şey bembeyaz kül olmazdı.
Başkan, Mavi'ye döndü:
- Sen neden Yeşü'e düşmansın?
I - Sayın Başkan ben çölde serabım... Bir denizin, bir gölün serabıyım, bu sebeple maviyim. Eğer çöl yeşillenirse, ben yok 3İurum, bu sebeple ona düşmanım. Sarı tekrar söz aldı:
- Sayın Apalar Yüksek Meclisi ve Sayın Başkan! "Gaflet".
tabiri Müslümanlara ait. Onlar gaflete düşeli asırlardır gece ol¬
du. Bu sebeple Kırmızı, "Kızıl şafaklarda uyanmak" istiyor. Bu
sebeple Müslümanlar sabahı bekliyor. İslam'dan uzaklaşarak,
o güneşi batıran Müslümanlardır. Güneş batınca gecenin baş¬
layacağı, karanlığın çökeceği açıktır. "Rahmet" tabiri de onla¬
rın. Müslümanlar aleme rahmet olsaydı, otlar sararmaz, kızıl
alevler bacayı sarmaz, alem kül olmaz ve çöllerde masmavi se¬
raplar gözükmezdi...
Davacı olarak gelen Yeşil, suçlu duruma düşünce şaşırdı:
- Efendim, her sabah çıplak başın, milyonlarca askeriyle
bana saldırıyor. Porno görüntüsü veren ekranlar, sahneler, per¬
deler saldırıyor. Kahveler, meyhaneler, barlar, tembellik, ceha¬
let, beceriksizlik, sahtekarlık gibi Beşinci kolun tamamı bana
düşmanca hareket ediyor. Günah selleri, ibadetleri alıp, götü-
;.rüyor. İbadetsiz Müslümanlarla ben nasıl ayakta kalabilirim?
Birbirine zıtmış, karşıymış gibi görünen San, Kırmızı, Beyaz
.ve Mavi, Beşinci kolla bütünleşip, beni yok etmek istiyorlar,
lütfen merhamet... ' * -
87
Başkan, manalı bakışlarla ve sakin bir ifadeyle:
- Evladım, sen düşmanından merhamet mi dileniyorsun?
Sende olması gerekeni başkalarında mı arıyorsun?
Yeşil sallanmaya, sendelemeye başladı:
- Hastalandı, hastalandı, hemen hastahaneye-kaldırın.
Alıp, götürdüler, kim bilir hangi düşmanın hastahanesinde
yatacak.
Kimler Atatürkçü?
Moskova Şark Üniversitesi'nde okuyup, Türkiye'ye döndü¬ğünde, komünist faaliyetlerinden dolayı 1925'de 10 yıl hüküm giyen Şevket Süreyya Aydemir, affedilince 1928'de Ticaret Li-sesrne müdür oldu, bir ömür boyu, sosyalistlikle Atatürkçülü¬ğü beraber yürüttü. Sadece Vedat Nedim, Tör, Yakup Kadri, Burhan Belge gibi kadrocular değil; solcusu, sağcısı kurtuluşu Atatürkçülükte bulup, yine şahsi fikirlerini yayıp, şahsi hayat¬larını yaşadılar.
1908 doğumlu, maden mühendisi Behçet Kemal Çağlar, Mustafa Kemal'e peygamber diyerek, hatta onu ilahlaştırarak, en iyi imkanlara ulaştı.
1938'de Milli Eğitim Bakanı olan, komünistleri himaye etti¬ği için Prof. Kenan Öner tarafından mahkemeye verilen Hasan Ali Yücel de... Vatan Gazetesi'ni çıkaran Neyzen Tevfİk'in ta¬biriyle vatanı 10 kuruşa satan Ahmet Emin Yalman da Ata¬türkçüydü.
Türkçülüğüyle meşhur Ziya Gökalp de, komünistliğiyle meşhur Sebahattin Eyüboğlu da, milliyetçiliğiyle meşhur Prof. Dr. Muharrem Ergin de, Ali Fuat Başgil de Atatürkçüydü.
1950li yıllarda başlayıp, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim üyeleri tarafından çıkarılan, komünizmin en bilinçU
dergisi Forum'da yazılar yazan Serif Mardin, Mümtaz Soysal oibi profesörler de Atatürkçüydü.
Cumhurbaşkanı olur olmaz pullardan, paralardan Ata¬türk'ün resimlerini kaldırıp, kendi resimlerini bastıran; daire¬lerden Atatürk'ün resmini indirip, kendi resmini asan; kendi heykellerini yaptıran İsmet İnönü de... "Tarihi boyunca İslami¬yet'e ve Müslüman'a karşı çıkan Cumhuriyet gazetesi de..." Re¬şat Nuri Güntekin de; Sebahattin Ali de Atatürkçü idi.
27 Mayıs 1960 ihtilalini yapan Atatürkçü ordu; Atatürk'ün yakın arkadaşı, Atatürkçülüğün piri Celal Bayar'a karşıydı, emirle kurulan mahkeme onu idam isteği}de yargıladı, mason¬luğu kurtuluşunun en önemli sebebi oldu. Öyle ki ihtilali ya¬panlar da, yıkanlar da Atatürkçüydü.
Çok çeşitli ve birbirine z*ıt Atatürkçülükleri gören solculu¬ğun hamisi Nadir Nadi, "Ben Atatürkçü Değilim" diye kitap yazmak zorunda kalırken, Atatürkçü olduğundan hakkında so¬ruşturma açılmadı.
Dış ve iç borçları artıran, enflasyonu azdıran, Türk parası¬nın değerini düşüren herkes Atatürkçü geçinmiyor mu?
Rüşvete adı karışan devlet memurları... Uyuşturucuyu orta öğretime kadar sokanlar... Liselerde kız yüzünden cinayet işle¬yenler... Anarşizmi, terörizmi bugünkü duruma getirenler... Türkiye'nin süper güç olmasına mani olanlar, kendini Ata¬türkçü saymıyor mu?
Atatürkçülük şemsiyesini açmayanın başına yağacak bela¬lar sayılmakla bitmez zannediliyor.
Atatürkçülük ilimde, teknikte ilerlemekse niçin üniversiteli kızın başörtüsüyle uğraşılıyor?
Her türlü insan Atatürkçü olurken, Atatürkçülüğün tarifi yapılmıyor, fertten devlete kadar herkes Atatürkçülükle meş¬gulken, Türkiye en zor günlerini yaşıyor.
89
Bir senaryo da ben yazdım
1989'da Malta'da toplandılar, fırtınalı bir günde, süper güç¬ler arasındaki tipiyi, tufanı durdurmaya çalıştılar. Bush:
- Bak, Gorbaçov kardeşim, artık birbirimizle uğraşmaktan
vazgeçelim. Yeni süper güçler geliyor, onlara dikkat edelim.
Çin bir milyar, Hindistan sekiz yüz milyon nüfusuyla Batı'ya
yürürse, herşeyin bittiği bir andır. Adamlar modern vasıtalar¬
la, tesirli silahlarla yürüyecek, öldürmekle bitmez. Öte yandan
Almanya ve Avrupa Topluluğu var. En iyisi dünyanın jandar¬
malığından vazgeçip, hayatta nasıl kalacağız, iki ayağımızın
üzerinde durabilecek miyiz, bunu konuşalım...
Gorbaçov şaşkın bir ifade ile:
- Çok karamsar bir tablo çizmedin mi?
- Dahası var: Bak, bizim gençlerimizin yüzde altmışı uyuş¬
turucu ve benzeri kötü alışkanlıkların elinde tükenirken, Müs¬
lüman gençler tövbekar oluyor. Bizim kadınlar çocuk yapmaz¬
ken, Müslümanların genç nüfusu her geçen gün artıyor...
- Bunun çaresini bulunuz...
Bush ayağa kalktı, parmağını Gorbaçov'un burnuna uzatarak: -ı Peki, bir gün Müslümanlar bizlere petrol satmazsa, mo¬torların hepsi demir yığını gibi kalmayacak mı? Adamlar sa¬vaşmadan bizi teslim almayacak mı? İki elini yukarı kaldırarak haykırdı:
- Gorbaçov uyuyorsun, istikbal İslâm'ındır görmüyorsun!
Gorbaçov, tasdik edercesine:
- Öyle ise Çin'i, Hindistan'ı, Almanya'yı bir yana bıraka¬
lım, Müslümanlarla daha yakından meşgul olalım...
- Bravo, anlaştık!
Malta konferansı böylece bitti.
Atatürk Barajı doldurulmaya başladı. Bush'un yüreği eri¬yordu:
90
- Hem İslâm'a dönmeye çalış, hem kalkın, olmaz böyle
şey!-.
Suriye, Irak gazeteleri ateş .püskürüyor:
- Türkiye, kan damarımızı kesti, ölüyoruz. Böyle plmek-
tense, savaşarak ölmek daha iyidir.
Bütün Arap alemi tasdik etti.
Papuç pahalı idi, Saddam Hüseyin de, Hafız Esat da çata¬cak yer arıyordu. Davet edilmeden Turgut Özal kalkıp, Ameri¬ka'ya gitti. Bir kısım gazeteler veryansın ederek.
- Protokoîa aykırıdır, bir devletin başı nasıl çağırılmadan
gider?
Turgut Özal, "Türkiye'nin Batı ülkelerinden biri olduğunu Amerika'nın sarsılmaz ve şaşırmaz dostu bulunduğunu" rast¬ladığına anlattı.
Bush gayet sinirli bir ifade ile sekreterine sordu:
- Ne istiyormuş?
- Efendim, Irak, özellikle Suriye bize vurmasın yeter, diyor.
- Mr. Robert, sen Türkiye'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun
devamı olduğunu biliyorsun, değil mi?
- Evet başkanım.
- Peki bunların İslamcılığı ve kalkınması ne?
Sonra kendi kendine söylendi: "Ben, sana gösteririm." He¬men telefona sarıldı:
- Gorbaçov, Gorbaçov bir ricam daha var. Şu Suriye'ye
söyle, Türkiye'ye şimdilik vurmasın...
Tatsız birşeydi amma "şimdilik olur" dediler. Öte yanda Amerikan büyükelçisi, Saddam'in en yakın dos¬tu:
- Kuveyt gerek coğrafi, gerekse tarihi bakımdan Irak'ın ay¬
rılmaz parçası...
Saddam manalı bakışlarla elçiyi süzdü:
- Yani Amerika senin gibi mi düşünüyor?
91
- Biliyorsun kişisel görüşlerimi açıklıyorum, amma bura¬
dan esen havayı anlarsın...
- İyi yahu, bana göz kırpın kafi...
2 Ağustos günü, Kuveyt'in işgalinden daha müthiş bir hadi¬se oldu. Sayın Özal telefonu eline alınca rengi sararmaya baş¬ladı. Konuşan Bush'tu:
- Kardeşim Özal, dostluğunu isbat etmenin zamanıdır. Ku¬
veyt'i kurtarmak için ambargo uygulamanı istiyorum.
- Onların kan damarlarım keserim efendim.
- Yooo, suya ilişme, boruyu kes.yeter.
Özal, telefonu bıraktı: Avrupa ve Amerika.gibi ülkelerle kırktan fazla antlaşma yapmışız. Birleşmiş Milletler, NATO... Elimiz kolumuz bağlanmış. Sonra Türkiye'nin kuvvetlenmesi¬ni kim ister?
Elemi büyüktü, yumruğunu masaya vurdu: "Kendimiz ola¬mıyoruz!"
Aradan aylar geçti, Irak Hariciye Bakanı ile Amerika'nınki karşı karşıya oturdular. Yankee:
- Sana on kilometre sahille, iki adayı da verelim, Ku¬
veyt'ten çık.
Aziz:
- Babanın çiftliği gibi dağıtıyorsun. Sen kimsin ki bana yer
veriyorsun, alıyorsun. İslâm topraklarında ne işin var, çekil
git!
Altı saat süren toplantı sonucu, Amerikan Dışişleri Bakanı şöyle açıklama yaptı:
- Barış için çok çalıştık, Saddam'ı yola getirmek mümkün
değil.
Böylece bir yandan müttefik kuvvetler taarruza geçerken, öte yandan, Türkiye'ye baskı yapılıyordu:
- Yirmi sekiz ülke malıyla, canıyla sulh için, gasbedilmiş
Kuveyt için çarpışırken, sen de NATO'ya bağlılığım göster, çe¬
vik kuvvete "evet" de.
92
NATO'nun, Birleşmiş Milletler'in hatırı için "Evet''.
EVET, olduğu yerde durmadı: "Bunlar bostan korkuluğu değil- NATO'nun kuvvetlerini Irak'a sal!"
Almanya, Birinci Dünya Savaşı'ndaki beraberliğini hatırla-yjp, "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır" diyerek, Türki¬ye'nin bu işe bulaşmamasını istedi. Amma 3nrmi sekiz ülke "Haydi!" diyordu.
Uzatmayalım, çevik kuvvet Irak semalarında dolaşmaya başlaymca. Bush ayak ayak üzerine attı, sütlü kahvesini içer¬ken:
- Ehh elime düştün yine şimdi savaşı yavaşlatalım, Irak sa¬na vursun da gör. Gör ki kalkınmanın ve İslâm'a yönelmenin cezası ne imiş?
Affedersiniz, biliyorsunuz serde romancılık var, böyle bir uman yazsam olur mu, diye soruyorum.
93
ÜÇÜNCÜ KISIM
Dört yüz senelik İsiâmî anlayışımız değişmelidir
Osmanlı devletinin duraklama devrini Sokollu'nun 1579'daki ölümüyle başlatıyorlar.
Duraklama gerilemeyi, o da 1918 felaketini getirdi. Hâlâ lünyanın her yerinde dövülen, aç kalan, sürünen, öldürülen [üslümanlardır. Halbuki Rahman ve Rahim olan Rabb'ımız [slamiyet'i göndermiş, ki. dünya ve ahiretimizi cehennem etmi-/elim diye.-Bugün, dünyamız cehenneme dönmüşse, bu de-ıektir ki İslami anlayışımız yanlış. İsiâmî anlayışımızı düzelt-ıek için:
1- Seccadeyle tezgahı bütünleştirmeli: İslâm'ın beş şartını
merine getirmeye çalışan Müslüman'ın helal kazanç için çalış-
ıası da ibadettir. Diploması veya sanatı olmayanların zor du¬rumlara düştüğü acı bir gerçektir. Kendine hayrı olmayanın İs¬lâm'a da hayrı olmaz! Öyleyse kurtuluş fertten başlamalı, aile-re, işyerine, devlete doğru tırmanmalıdır.
2- Camiyle okulu bütünleştirmeli: İlim, Allah'ın sıfatı olduğun-
lan, camideki ilim başka, okuldaki ilim başka olamaz. Allah'ın
/?arattıkların! anlatan ders kitapları, bir kısım ayet ve hadislerin
95
şerh ve izahıdır. İmam, okul ders kitaplarıyla ayet ve hadisleri açıklamaya çalışacak; öğretmen de Allah inancıyla dersini anlata¬cak. Tabiatçılıkla, doğacılıkla veya yabancı ideolojilerle değil.
3- Camiyle tekkeyi bütünleştirmeli: Bir gecede binlerce defa
Allah diyen mürid, Allah'ın kitabını, bu kitabın ilk tefsiri olan
Resulullah'ın hadislerini (sünnetini) öğrenirse, camiyle tekke
de bütünleşir.
4- Müslüman'la İslamiyet bütünleşmeli: Müslümanlar, İsla¬
miyet'i öğrenmeli, anlamalı, yaşamalı ki dünya ve ahiretleri
cennet olsun. Ne yazık ki asırlardır Müslüman başka şey İsla¬
miyet daha başka. Bu başkalık İslamiyet'in kurtarıcı vasfını or¬
taya koymuyor.
5- Çarşıyla camiyi bütünleştirmeli: Camilerde içki, kumar,
yalan, hile yok. Maddeten ve manen tertemiz. Sokağa çıkıyo¬
ruz sanki Paris! Namazda okuduğumuz ayet ve hadisleri haya¬
ta uyguladığımız gün camiyle çarşı, pazar bütünleşecek, asır¬
lardır devam eden gecenin sabahı olacaktır.
6- Dünyayla ahireti bütünleştirmeli: Müslüman dünyada ya¬
şıyor, İslamiyet de dünyada, yaşanır, ahirette bunun mükafatı
alınır. Bir Müslüman'ın sözü, işi, davranışları İslâm'a uygun
ise, bu şahıs ehl-i diyanet'tir. Tersine, Müslüman helal haram
gözetmeden bir şeyler yapryorsa o zaman ehl-i dünya'dır, dün¬
yası iyi olsa da ahireti tehlikededir. Müslüman, dünyayı kötü¬
lere bırakmamalıdır. Manastır hayatı yaşamamalı, ruhbanlığa
da kaymamalıdır.
7- Para, sermaye olmalıdır: Müslümanların parasını altına,
dövize yatırması, işsizliği; o da çok büyük felaketleri hazırlar.
"Mü'minler kardeştir, komşusu aç iken karnım doyurup yatan
şuurlu Müslüman olamaz, ikazlarına dikkat eden, parasını ça¬
lıştırmalı, bazı kimselere iş vermelidir. Finans kurumları iyidir
amma kar dağıtan, prim veren şirketler, Müslümanları sosya¬
list veya kapitalist sistemden İslami nizama geçirebilir.
Kısacası: Kitaplardaki İslamiyet fevkalade güzeldir. Müslü¬man, İslamiyet'i öğrenir, anlar, yaşarsa o da güzel olur, dünya
96
da güzelleşir. Bunun için 400 senelik İslâmî anlayışımız, yuka¬rıda belirttiğimiz ölçülerde değiştirilmelidir.
Teknoloji kötünün eline geçti
Savaşlar, teknolojik icatlarda önemli rol oynadı. Telsizden radyo, radardan televizyon yapıldı. Bunlar da kötünün eline geçince, faydadan çok zararı oldu.
Her insan, radyo ve televizyon karşısında ürpermelidir. Çünkü bu cihazlar, demirden, bakırdan, plastikten, çamdan ve kömürden yapılmıştır. Nasıl oluyor da bu madenler konuşu¬yor, nasıl oluyor da bir insan milyonlarca 3^erden bir anda gö¬rünüyor?
Fizik, kimya, elektrik ve elektronik hattıyla derinleşirsek, bu madenleri yaratanın Allah olduğu ve bu milimlerle alakalı kanunları da Allah'ın koyduğu açıkça görülecektir.
Eğer Allah, kafatasımızın içine insan beyni değil de koyun beyni koysaydı, bu cihazları yapabilir miydik?
Allah'ın bu sıfatları her şeye böylesine hakim iken, Allah'ın sıfatlarını beşer planında talim etmek adetullah, sünnetullah, yani ibadet iken; Müslümanlar, kesitleri de, icatları da başka¬larına bırakmış, bu cihazların kullanımı da onlara kalınca, Müslümanlara çile çekmek kalmış.
Bir kısım sapık düşüncelerin sahipleri "Müslümanların tek¬nolojiye karşı" olduklarını zannediyorlar. Halbuki biz, tekno¬lojiye değil berbat programlara karşıyız.
Teknoloji kötünün eline geçti...
Uçaktan atılan bomba; kadın, çocuk, hasta, yaşlı demeden öldürüyor. Ya atom bombası, hidrojen bombası...
97
Tankların her şeyi eze eze yürüdüğünü... Topların 20 kilomet¬re uzaklıktaki evleri yıktığını, yangın çıkardığım düşününüz...
hayata düşülen dipnotlar F; 7
Neticede siz de karar vereceksiniz ki, teknoloji kötünün eline geç-
mıs.
Peki iyiler nerdeydi?
Fabrikaların, laboratuvarların, atölyelerin, süper marketle¬rin, çiftliklerin, köylerin sahibi bir veya birkaç kişi olursa... Geriye kalan "Derdin teşbihini eline alıp, bir derdi, bir derde derman edecek.." Teknoloji kimlere hizmet ediyor?
Kaldı ki, en kötü adamların elinde, en ağır işler olsa, işsiz¬ler de gidip, orda iş bulsa... Kim razı olmaz ki?
İyiler, kötülere bu kadar muhtaç olmamalıydı.
Avrupa'nın elinde Afrika bu duruma düşmemeliydi...
Orta Asya Müslümanları 70 yıldır dinsizliğin çilesini çek¬memeliydi.
Amerika'nın Libya'da, Irak'ta, Suudi Arabistan'da ne işi •var? Afganistan bu hale düşmemeliydi. 1967'de 25 milyon Mı¬sır, iki buçuk milyon Yahudi'ye mağlup olmamalıydı. Cezayir, Fransa'nın pençesinde kıvranmamalı, Bosna, Filistin, Çeçenis-tan, Azerbaycan kara günlere ağıt yakmamalıydı...
Yakar, çünkü teknoloji, kötünün eline geçmiş. O zamanlar, iyiler neredeydi?
Bankalar, dernekler, örgütler, mevkiler, makamlar kimin elinde? Markm, doların cebimizde işi ne?
Zavallı iyiler, iyiliği bile rezil ettiler...
iman, cesaret, savaş
"Garb'in afakini sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun korkma, nasıl böyle bir imanı boğar, Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?"
98
Safahat11 anlayan İslamiyet'i de anlar, bu bakımdan Meh-rned Akif'i rahmetle anıp, konumuza girelim.
Körfez Savaşı'nda Amerikan halkı savaş istemedi: "Çocuk¬larımızın ölmesini istemiyoruz!" diye bağırdılar. Yetkililer de: "Kayıp vermeden bu savaştan döneceğiz" diye söz verdiler.
Arabistan'a çıkan Amerikalı askerler de ölümden tir tir titri¬yordu. Komutan:
- Hayır, siz savaşmayacaksınız, düşmanla yüz yüze gelme¬yeceksiniz. Gerçek manada bir tatbikat yapıp döneceğiz...
Pilotlara emir verdiler "yüksek irtifada, verilen koordinatla¬ra bombaları bırakıp, dönün."
Bu iş pilotların hoşuna gitti, çünkü bedavadan kahraman
oldular.
Diğerlerini roketlerin yanına götürdüler: .
- Düşman var mı?
-Yok.
- Öyleyse verilen şu değerlere göre roketi ateşleyin...
Amerikalı askerler memnun oldular "Bu, bir savaş değil,
tatbikat" dediler. Bu savaşta yüz bin Iraklı şehid oldu, 16 Ame¬rikalı da kazaen öldü.
Öte yanda Ruslar, Çeçenler'in üzerine yürürken askerler korkularından savaşmak istemedi. Komutan bir grup askeri mevzilenmiş tankın yanma götürdü:
- Bakın çocuklar, düşman falan yok, biz bizeyiz. Şimdi ni¬
şancı teleskobun basma geçsin... Ne görüyorsun evladım?
- Bir apartman kumandanım...
- Tamam, ateş edin!
Tank gürler gürlemez, beş katlı apartman alev alev yanma¬
ya başladı. Kumandan: ' ?
- İşte savaş bu kadar!...
3 ayda 45 bin Çeçen şehid oldu.
Artık insanın insanla savaşı yok, teknolojik savaş var. Göğ¬sümüz imanla dolu olsa da, teknolojiye laf anlatamayız, ölen her zaman bizden olur.
99
Ölmemek için hem imanlı olalım, hem de o imanla tanka, uçağa binelim, roketin başına geçelim. O zaman barışı sağlaya¬biliriz.
- Efendim şehid olacağım...
Yapılması gereken işleri yaptmsa ol, yapmadmsa?.. Şunu hiçbir zaman unutmamalı ki yaptıklarımızın mükafatını, yap¬madıklarımızın da cezasını göreceğiz.
Müslümanlar bu kafa ile kalkınamaz
İnşaat yerinde kazı yapan makinaya baktım, sahibiyle soh¬bete daldık:
- 1959 yılında Amerika'nın Dallas şehrinde Caterpillar
Fabrikası'nı gezdik. Erzincan Övasi'mn yarısı kadar bir alana
binlerce inşaat makinaları dizilmişlerdi. Tabii bunların çoğu¬
nu İslâm ülkeleri alacak. Süper güçler işin kolayını bulmuş,
evvela yıkıyorlar, sonra da tamir için makina satıyorlar... Ca-
terpiller "tırtıl" demektir. Bu makina kaç kilo?
- Yaklaşık 20 ton.
- Demir olarak satsak kaç lira eder?
- 60 milyon lira...
- İşte bu 60 milyon liralık demiri. 10 milyara satmaya "tek¬
noloji" denir. Divriği'den demir çıkaracağız, Amerika'ya sata¬
cağız, o da bunu iş nıakinası yapacak ve 200 misli fiyata bize
satacak, bu kafa ile nasıl kalkınırız?
Muhatabım, hayret edilecek şekilde bu meseleleri biliyor:
- İş makinalarını yapmak gayet kolaydır, Diyelim ki moto¬
runu ithal ettik, paletler, dişliler, kepçe, hidrolik donanımı ko¬
layca yapılabilir... Acaba neden yapmadık?
- Birinci Dünya Savaşında Almanîar'la İngilizler, karşı kar¬
şıya mevzilerde aylarca beklemişler. İngiliz devlet adamlarından
100
Churchill (Çorçil) tarlayı süren traktöre dikkatle bakıp: "Bu¬nun üzerine bir zırh geçirsem, askerlerimi koruyup, Alman as¬kerlerini vursam olmaz mı?" düşüncesiyle yola çıkıyor, 200 kadar tank yaptırıyor. Malum tank su deposu demektir. Fabri¬kalar su deposunu yaptığını sanıyor, fakat Çorçil, bunları alıp, traktörlerin üzerine geçiriyor ve cepheye sürüyor. Almanlar ateş ediyor, faydasız... Bu sefer kaçan kaçıyor, kaçmayan palet¬lerin altından can veriyor, böylece Almanlarla beraber Os¬manlılarda mağlup oluyor. Ne zaman cumhuriyet bayramla¬rında tankların resmi geçidim seyretsem, hep bu olay aklıma gelir. Yani Çorçü'in bir icadı, tarihin seyrini değiştirdi, harita¬lar, atlaslar değişti, İslâm devletleri ortadan silindi...
İşin dahası var. 1918'de mağlup olan Almanlar kalkmdı. 1939'da süper güç oldu, binlerce tankla zırhlı tugaylar, tümen¬ler kurdular, tek başlarına dünyaya meydan okudular.
Cumhuriyet ilan edileli 73 sene oluyor, traktöre kepçe ta¬kıp, iş makinaslna döndürememişiz...
1950'li yılların başında Ankara'da traktör fabrikamız vardı,, kapatıldı.
Hıristiyan ülkelerinden binlerce traktör, binlerce iş makina-îarı ve yüzlerce tank almışız. Artık nasıl idare edildiğimize siz karar verin.
Kuzey Avrupa ülkeleri tarıma elverişli olmadığından tekno¬lojide ilerlemek zorunda kalmışlar.
Biz ise, dünya devletleri içinde tarım bakımından kendi kendine yeterli olan 5-6 ülkeden biriyiz. Bu sebeple çalıyı ter¬sine sürüklemişiz.
Ne yazık ki, yine bir "fakat" demek zorunda kalacağız. Çift¬çiler öküzleri satıp traktör aldı. Elbette ki teknik ziraat bu ka¬dar değil. İsrail çölü yemyeşil ederken, hıyar tohumunun tane¬sini 15 bin liraya satıyor.
Türkiye ziraatle de kalkınır amma İsrail'in ve Hollanda'nın teknik ziraatini yakalayabilirse...
Dünya üzerinde Türkiye kadar verimli bir başka ülke göste-
101
rilemez. Tahmin ederim bu kadar zengin bir ülkede fakir yaşa. yan da yalnız biziz.
1923'te bir köyden farklı olmayan Ankara, bugün dünyanın. en mamur şehirleri arasında... Aynı Ankara, Türkiye'yi, kendi¬si gibi' ilerletemedi. Bu yıl yine fındık satıp tomografi alaca-
nz...
Bu kafayla kalkınmak mümkün değil.
Adı yok
Avustralya'da bir kutunun üzerinde "No name" yazısını okudum. Yani adı yok. Bu malı imal eden firma bu kutunun üzerine ismini yazmamış. Çünkü mal arızalı.
Arızalı mal satan firmalar da var. Bunlar arızalı mallan çe¬şitli firmalardan toplayıp, kendi isimleriyle satıyorlar. Halk da ucuz olduğu için bu malları alıyor.
Birdenbire hayalim bir buçuk milyarlık İslam alemine kay¬dı. Arabça, tefsir, hadis, siyer, fıkıh bilmeyen Müslüman çok. Ayrıca tahsil yapmamış, sanat öğrenmemiş, beceriksiz, pis Müslümanlar...
Zannediliyor ki bunlar îslam fabrikasının defolu malları.
Hayır, İslamiyet bir fabrika değil, bir sistemdir, bir nizam¬dır. Mü'min iman bileti ile bu nizamın içine girer, artık ne ka¬dar o nizama uyacak, uymayacak, onu kendisi bilir.
İnsanın huyları onun manevi yapısını gösterir.
Mü'min İslam ahlakıyla ahlaklanarak manen de insana ben¬zer.
Manen insana benzemeyen mü'minin, maddi hayatı da Müslümanca değildir. Bunlara bakan, İslamiyet'i itham eder. Sanki onların arızalı olmasına İslamiyet sebepmiş gibi.
102
Her Müslüman "Elhamdülillah ben Müslümamm!" diyerek, firmasının ismini bildiriyor.
Müşteri bakıyor, mal defolu.. O zaman İslamiyet'in ve Müs-lümcirılar'ın dışında arayışlar başlıyor.
Burda Müslümanlar'm yapacağı fazla birşey yok. Yani hiç kimse: "Benim İslâmî noksanlarım var, günahkârım" diye ken¬dini İslam dışına çekemez.
Amma hatalı Müslüman'ı görenler, Müslüman'la, İslamiyet
arasındaki farkı da görmeli.
Madem ki yazımıza ticari bir misalle başladık, bilmem ki, cami ile çarşı arasındaki uçurumu da görüyor musunuz?
Müslüman'ın imalatına, ticaretine güvenmezsek, bilmem neyine güveneceğiz?
Yıllar yılı faizin aleyhinde bulunanlar cebinde banka cüz¬danı taşıdı.
Evet halkımızın % 99'u Müslüman amma bankalar, icra da¬ireleri, hapishaneler, kahveler yine bu insanlarla dolu.
Ah "No name!" Ah, firmasını gizleyen mal, seni ne kadar çok sevdim!
O adam (I)
Onu kendim kadar tanıyorum. Kapitale, kapitalizme isyan ederek sermayeden kaçındı. Şahsı sermaye edinmedi amma, başkalarına para kazandırmak için çalıştı. Yetimin, dulun, emeklinin ufak ufak paralarından sermaye kurdu, hem kâr, hem ücret dağıttı.
"İhtiyar dünya ikindiden sonrasını yaşıyor, ne yapılırsa kâr¬dır" derdi.
Bunun için kooperatifler kurdu, şimdiye kadar üçyüz ondo-
kuz daire yaptı ve teslim etti.
103
Binlerce kooperatifin battığı devirde, o, hem üyelerin para¬sını korudu, hem de her üye aldığı daireden bol bol kazandı.
Bir gayeye gönül vermişti, bir hedefe yürüyordu, bu sebeple kendisi için edilen dualara kulak vermiyordu. Sanki su alan geminin mürettabatiydi.
Fakat!
Evet fakat, fazla değil sekiz kişi, hem de dindar... Para öde¬memek için elli dolap çevirdi.
Hani "Yarsm doktor candan, yarım hoca dinden edermiş" derler ya bunlar da akitler, ahde vefadan, ayetten, hadisten, deiil getirerek menfaatleri temine çalışıyordu. Bilmedikleri ya¬hut bilmek istemedikleri birşey vardı:
"İslam'da zarar etmek de, zarar vermek de yoktur!"
Onlar ise kooperatifi ve taşeron firmayı zarara sokmak için ellerinden geleni yapıyordu. İşin en çirkin tarafı menfaatlerine İslamiyet'i alet etmeleriydi. "Aç kurt sürüye nasıl zarar verirse, menfaatine düşkün insan da, İslâm'a öyle zarar verir."
O adama geçen gün baktım sarsılmıştı:
- Kooperatifçiliğe son! dedi.
Yahu bu kadar insanı başkalarına mı teslim edeceksin? de¬dim.
- Din düşmanlarıyla mücadele etmek beni hiç sarsmadı.
Fakat menfaatine ve zevkine düşkün Müslümanlar beni yere
vurdu...
Baktım rüyada gibi konuşuyordu:
- Rryazüs Salihin üçüncü ciltte buyuruluyor ki: "Adem Aiey-
hisselam devrinden kıyamete kadar Deccal'in şerrinden daha
büyük bir fitne olmamıştır..."
Durdu, ıstırabını yutar gibi zorlandı, zaten hazmedilmeyen sözleri yuta 311ta ülser olmuştu, yine onlardan biri:
- Ahirzamanda salihler, alimler ölür, arpa, hurma dökün¬
tüsü gibi (çer-çöp) insanlara kalır, Allah onlara da ehemmiyet
vermez...
104
Ve bir hadisin mealini bomba gibi patlattı: ~ Sizin için Deccal'dan daha çok, içinizdeki şerirlerden kor¬karım...
Bu, büyük bir itham değil mi? diye sordum.
- İtham değil, İslamiyet bir mehenktir, herkes ayarını öğre¬
nebilir.
Savaş meydanındaki bir asker gibi ağlamayı unutmuş bu insanın, gözleri yaşardı:
- Beni îslami çalışmalardan hiç kimse geri çekemedi fakat
menfaatine, anlayışsızlığına mağlup olanlar kooperatif çalış¬
malarımı durdurdular.
Gözyaşlarını içine akıttığı belli idi, devam etti:
- Onlara diyorum ki: Kardeşim iki mühendis getirin, daire¬
niz kaça mal olmuşsa o parayı verin, kâr vermeyin.
Yüzüme dik dik baktı: "Anlıyor musun?" dedi. Diğer koope¬ratifler topladığı parayı yiyor, biz almandan fazlasını harcıyo¬ruz. Dünya üzerinde üyesinden alacaklı olan kooperatif var. mı?
Anlıyorum, elemi fazla idi:
- Doğruluk gösterileri yaptık, borçlandık, cebimizden har¬
cadık, adamların dairesini bitirdik, üçyüz ondokuz üye içinden
sekizi (ipe un serip] borcunu ödememek istedi, haklı çıkmak
için, haksızlığına hakkı kurban etti.
Sinirlenmiş, bağırıyordu:
- Kardeşinin yapmadığım yaptım, adamları mal, mülk sa¬
hibi ettim, teşekkürü bırak düşman kesildiler. Buyursunlar ken¬
dileri de bir mü'mine beş kuruş kazandırsınlar...
"Her silahın en büyük düşmanı kendisidir" vecizesini hatır¬ladım, artık "Müslüman'a, Müslüman'dan mı zarar gelecek" diye inledim.
105
Din pazarı
Milli Eğitim Temel Kanunu'nda imam hatip liseleri, meslek lisesi şeklinde tanıtıldığından, bizim Fatoş'la, Meloş bu işin ti¬caretine başlamış, nasıl ki leblebici, muhallebici varsa, bunlar da dinci olmuş, dükkan açmışlar. Açık yeşil zemine, koyu ye¬şille Din Pazarı yazmışlar, yeşillenmek isteyen, bu dükkana gelsin diye.
- Kız Fatoş, bu dükkanı açtık amma, buralarda Din alan
olur mu? Yoksa hava mı alacağız?
- Aman efendim düşündüğüne bak, hani "Rızık Allah'tan¬
dır" diye okumadık mı?
Meloş düşündü düşündü, kafasını kaşıdı:
- Kitapla millet birbirine uymuyor ki...
Sözünü bitirmeden içeri biri girdi:
.- Din mi satıyorsunuz? Çeşitlerinizi görebilir miyim?
- Her çeşidinden var beyim... Ayrıca tarikat, Arapça, ne
emredersiniz...
Adam parmağını çenesine dayadı:
- Ben Atatürkçüyüm, tarikat, Arapça asla! Yobazlık, gerici¬
lik hiç istemem... Düşünüyorum, Atatürk ne kadar DİN almış¬
tı, ben kaç gram alsam?
Magazinin şansı açıktı, kadınlı, erkekli, çocuklu müşteriler doldu:
- Hey dinci bize de baksana! Laikciier için birşey yok mu?
Şöyle suya, sabuna dokunmayan cinsten olsun;..
Fatoş atıldı:
- Suya dokunmadı mı abdest alamazsınız, abdest alama¬
yınca...
Lai^kci çok sinirlendi, Fatoş'un sözünü kesti:
- Biz laikliğin beşiği, eşiği olan Paris'te okuduk. Orda ab¬
dest var mıydı ki, laik Türkiye'de de olsun?
106
Etrafına bakındı, bağırmanın uygunsuzluğunu anladı ki, sa¬kin bir sesle:
- Sayın bayan, orta çağ dini olmasın yeni çağ, hatta olanak
varsa, 2000'li yıllar için, 250 gram din verir misiniz?
Fatoş tezgahtarlığını göstermek istedi:
- Çok ucuz satıyoruz, şöyle bir kaç kilo alsanız, kârlı çıkar¬
sınız...
Laikci manâlı manâlı baktı:
• - Dini, mini ne yapayım? "Dinsiz" demesinler diye 250 oram alıyorum. Hatta 50 gram da olabilir. Çünkü aşırı dinci derler de, az dinci demezler, Fatoş, dini tartarken birisi:
- Çoluk, çocuk bekliyoruz. 2 tezgahtarla bu iş olur mu?
Meloş, Atatürkçü'ye 1921 dininden bir paket yaparken:
- Buyurun efendim, ne istediniz?
Blujin elbiseli kadın, eşinden evvel söze başladı:
- Biz demokratız...
- Demokratlar için çok güzel çeşitlerimiz var: Sulu, yağlı...
Hangisinden istersiniz?
Elindeki listeyi okumaya başladı:
- 50 gram Arapça, 225 gram tefsir, 75 gram tarikat... Anla¬
yacağın türlü yapacağım. Bu yemeğe ateizm, hümanizm, femi¬
nizm de gerekli ki lezzetli olsun...
- Hepsi sizde var mı?
Meloş başını kaldırmadan cevap verdi:
- Depoda var hanımefendi, depoda var. Ne isterseniz var.
Allah'tan M. Kutup "Dinsizlik Dini" diye bir kitap yayınladı
da, böylece dinsizliği de din diye satabiliyoruz... Siz müşteri-,
lerimize karşı mahcup-olmuyoruz.
Fatoş merak etmiş olacak ki Sordu:
- Teyze bu yemeği yalnız mı yiyeceksiniz?
Kadın kahkahayı bastı:
107
- Ayol bu kadar yemek yalnız yenir mi? Oğlumun sünnet düğününde evvela mevlüd okutacağız, dincilerle yemek yiye¬ceğiz, daha sonra kokteyl parti düzenleyip, meze edeceğiz, bi¬ze "demokrat" derler.
Müşteriler gidince Meloş kapıya çıkıp, elini kulağına atıp, bağırmaya başladı:
- Hacıya, hocaya din!.. Bürokrata, teknokrata, sivile, resmi¬ye din!.. Din satıyoruz, din! Vatandaş sen de al, bayramlarda, kandillerde, cenazede lazım olur. Tonlarla alıp, başını belaya sokma, gram gram al.
Solcular caddeden geçerken yan gözle bakıyordu, belli ki DİN PAZARI'nı şikayet edecekler. İnsan haklan, hukukun üs¬tünlüğü de bunu gerektirirdi zaten...
Pahalı mal üretmekten kaçınıp, ucuz mal almak...
Bir kısım ülkeleri süper güç yapan: İlini ve tekniktir. İlim ve tekniği de öğrenen, uygulayan insandır. Biz de insanız, biz de ilim ve tekniği öğrenir ve uygularız... "Peki neden süper güç olamadık?"
Çünkü devletimiz ilimle, teknikle değil de daha başka şey¬lerle meşgul oldu, bu sebeple ilme ve tekniğe el atacak zamanı kalmadı.
Türkiye, hastane cihazları, laboratuvar aletleri, bilgisayar¬lar, aklınıza ne kadar alet, edevat gelirse bunların hepsini ya¬pabilir, yeter ki yaptıran olsa.
Gerçi İslam ülkelerinde harp sanayii, optik ve kimya sanayi sınırlı ve kontrollüdür. Olsun, bunları da yabancı sermayeyle müşterek yapardık.
Yapmamışız, çünkü bizdeki üretim pahalıya mal oluyor¬muş. Avrupa'dan, Amerika'dan alırsak daha ucuzmuş... ?
Dikkatimizden kaçan husus şudur: Bir malı pahalıya mal etsek de, para bir cebimizden çıkar, diğerine girer. Yabancı ül¬kelerden alırsak, para cebimizden çıkar, başkasının cebine gi¬rer.
- Efendim, pahah olduğu için hastane cihazlarını bizden
almazlar, ithal ederler... ?
İşte devlet bunun çaresini bulacak.
- Biz ithal yapmazsak, diğer ülkeler de bizden mal almaz...
Mazeret bulmakta üstümüze yok.
Muz ithal edeceğimize Alanya muzlarını ıslah etseydik da¬ha iyi olmaz mıydı?
Haydi diyelim ki yıllar yılı röntgen alıyoruz, bu arada biz de kaç tane yapamaz mıydık?
Cep telefonu da mı yapamazdık?
Her şey yapabiliriz, Türksat'ı bile... Fakat milletler, yöne¬tenler ve yöneticiler diye iki kısma ayrılır. Yöneticiler istesey¬di Türkiye, bir Amerika, bir Japonya, bir Almanya olabilirdi...
Arz ettim ya, mazeret bulmakta bire biriz.
- Amerika 300 senedir süper güçmüş... Japonya ve Alman¬
ya dominyon olunca kalkınmış, vesaire...
Peki, 1918'den bu yana kalkman ülkelerin listesini yapınız, bakınız nasıl acı bir hakikatle karşılaşacaksınız.
Evet, geri kalmış ülkeler de var. Türkiye geri kalmış ülkeler listesinden çıktı, gelişmekte olan ülkeler listesine girdi. Süper güç de olurdu, fakat: İlerici gerici... Laikçi olan olmayan... Ata¬türkçü olan olmayan... Çağdaş olan olmayan..: Radikal olan ol¬mayan... Abdülhamid'i seven sevmeyen...
Malezya'dan dönen hanım milletvekillerinden biri: "Bizim Türkiye'yi temsil edip, etmeyeceğimiz gündeme gelince, sanki iki Türkiye varmış gibilerden, bir manzara ortaya çıktı." de¬miş.
109
îki Türkiye yok da, bir ülkede iki millet yaşıyor gibi. Şimdi Doğu Anadolu olaylarıyla tekrar tekrar aynalar kırıyor, görün¬tü sun'i olarak çoğaltılıyor.
Şu kocaman devlete bakınız, 113 senedir terör ve anarşi karşısında nutuk çekmekle yetiniyor, hala yalnız Doğu'da de¬ğil, Türkiye'de güven ortamı aranıyor.
Kısacası devlet istese Türkiye de süper güç olur, istemezse olamaz. Bunun için devletin meşguliyet alanları değişmeli. Bir _% sürü din, mezhep, ırk, dil bulunan ülkelerin listesini verelim mi? Devlet bunlarla uğraşmayı bıraksın, kanunları uygulasın, süper güç olmanın çaresine baksın, kurtuluşumuz bu kadar kolay...
Türkiye'nin birincilikleri
Mafyanın mucidi İtalyanlardır, şimdi İnterpol'ün aradığı 100 kişiden ll'i Türk. Yani dünyaj^a ün salmışız, herkes bizi arıyor...
Ödenmeyen çek ve senetlerde de üstün bir yerimiz var. icra dairelerindeki dosya sayısına bakılsa, birinci gelmesek de ikin¬ciyiz.
Bir de mahkemelerdeki dosyaları bunlara ilave edersek, na¬mımız arşa yükselir.
Cumhuriyet tarihi boyunca suçlu sayısı, hapishane sayısı, boşanma sayısı, iflas sayısı durmadan arttı.
İçki fabrikalarının, meyhanelerin, kumarhanelerin, barla¬rın, kadınların satıldığı yerlerin de sayısı arttı ve artıyor.
Bozulma böylesine hızlanırken, elbette ki düzelmek iste¬yenler de çıkacaktır. Bunlardan biri de mafya!
Adam İstanbul'a gelmiş, gariban ve kimsesiz. Onun bu ha¬lin acıyan biri: "Sana beş-on kuruş vereyim, bir dükkan aç" de¬miş. O da bir tuhafiye açmış.
110
Para da kazanmış, duaların bini bir para. Hacı Amca'dan bir de senet istemiş. Sonra, Hacı Amca'ya kafa tutmaya başla-rrnş. Aldıklarını vermediği gibi, senetler de icraya verilmiş...
Hacı Amca, anlayıp, puflarken, birisi onunla meşgul olmuş.
- Kimdir, bu adam?
- Aha şu!
Bir gün tuhafiyeciyi Mersedes'in bagajına atmışlar, kapağı kapatmışlar. Aniden frenler, aniden fırlamalar... Sağa, sola sert dönüşler. Adam yayıktaki ayran gibi çalkalanmış, yağı çıkma¬mış ama az kalsın canı çıkacakmış.
Issız bir yerde sormuşlar:
- Hacı Amca'nm parasını verecek misin?
- Evet, hemen.
Tenbih etmişler.
- Hemen borcunu Ödeyeceksin, hem de bu şehirden gide¬
ceksin. Gitmezsen, yerin şu hendek...
Hacı Amca böylece hakkını almış, Mafyaya binbir dua! Düşününüz öyle bir ülkede, öyle bir sistem var ki mafyaya dua ettiriyor.
Hacı Amca hukuki yoldan hakkını alamazdı. Çünkü alacak¬lı olduğuna dair elinde bir kağıt yok.
Tüccarlar çok kere- mecburen bu duruma düşüyorlar, On defa itimat edilen bir adam, bir gün geliyor ki, deveyi hamu-duyla yiyor. O zaman gelsin mafya. Gelsin amma bu işin sonu nerde biter? Çeklerin, senetlerin bile üç senede tahsil edildiği bir memlekette nasıl ticaret yapacaksınız? Almanya böyle mi?
Sahi, bir de okullardaki ahlak dersine bakınız. İslami eğiti¬min yeteri kadar yapılmadığı bir ülkedeyiz.
Sonra imam hatip liseleriyle.savaşanlar var...
Neden mafyaya muhtaç olmayalım? Allah, kimseyi muhtaç etmesin.
Allah etmez amma, birileri ediyor işte...
111
Gericilik
Taa Muaftan evveline gidip, Aristo mantığını günümüze taşıyan...
Taş devrindeki elbisesizler gibi çıplak dolaşan... Lut kavmine benzeyip AÎDS hastalığına yakalanan... Fetret devrindekiler gibi dinden, imandan uzak kalan... Eskimolar tarzında hayat tutturan... ? Karl Marx gibi dine düşman olan... Dinozorlar devrini aratmayacak kadar gücüne güvenen... Afrika pigmeleri gibi kitapsız, mabetsiz kalan... İnsanı biyolojik yaratık sanan.,. Aleme zorla yön veren...
İçkiyi, kumarı, fuhuşu sevdiği kadar insanları sevmeyen... Aklıyla hayatını mahveden... Budizme hayran, tabiata kurban olan... Ne yaptığını bilmeyecek kadar hırsına, menfaatine düşkün olan...
Klan devrini özleyip, millet olmayı içine sindiremeyen...
İşte, bunların hepsi gericidir.
"Bu kadar gerici nerden çıktı?" demeyiniz, dahası var:
Türkiye'yi geri bırakanlar da gerici değil mi?
80 yıldır "Batı medeniyetini alacağız, çağdaş olacağız" de¬dik, durduk. Evet durduk, ileri gitmedik ki hâiâ Avrupa kapı¬larını bize açmıyor.
Politik tıkanmalar, sistem kargaşası, ekonomik bozukluklar, anarşi, terör, suçlu patlaması, işsizlik, fakirlik, işkence, yıllar¬ca süren muhakemeler...
Bunların hepsi gericilik değil mi?
112
İnsanlar karşı karşıya geçmiş birbirini suçluyor?
- Sensin gerici!
Öbürü de aynı şiddetle bağırıyor:
- Gerici sen!
Kelimelerle milleti böldüler, kahvelerde uyuttular, meyha¬nelerde çürüttüler, sokaklarda yürüttüler, hâlâ hay kırıyorlar:
- Gerici!
Bu ses dağlarda yankı yapıp geri dönüyor:
- Gerici...
Evet, dağlar, "gerici" diyeni gericilikle suçluyor. Zira ilim¬den, teknikten, ahlaktan yana olan şuurlu Müslümanlar öyle¬sine mahkum edilmiş ki, hakkını korumaya hakkı yok. Buna da "ilericilik" diyen Avrupa mukallitleri var.
İlericiliği inhisarına alanlar çıkardıkları kanunlarla ilim adamının ağzına bant yapıştırıp, bileğine kelepçe vurup, kale¬mini kırdılar.
Kitapların toplatıldığı devirleri unuttunuz mu? Neden Amerika'da, Almanya'da, Fransa'da, Hollanda'da ih¬tilal olmaz?
Dikenli tarlaya kuşların düşürdüğü buğday tanelerini topla¬yıp, yaktılar.
Bir ömür boyu mahkum psikolojisiyle kendi öz vatanında yaşayan insanı "gerici!" diye damgalayanlar, ülkeyi geri bırak¬tılar.
Hâlâ mı ilerleyen ülkelere hayran olacağız? Hâlâ mı ilme, tekniğe, ahlaka düşman olanları yumruğu al¬da \'aşayacağız?
113
En ilerde olana gerici, en gerici olana ilerici de. Bu ne ters antik!
düşülen dipnotlar P:
Bir otobüs yolculuğu
Doğu Anadolu'dan batıya gelmek kolay değil... Saatlerce yol gideceksin, güneş batacak, doğacak...
Ne ise, otobüse bindik, dağlar, deresler aştık. Birisi şoföre yaklaştı: "Kaptan kardeşim, namaz kılacağız, uygun bir yerde durur musun?
Kaptan "peki" manasında başını salladı.
Bir benzinlikle durduk. Yolculardan biri ayağa kalktı, hay¬retle etrafına baktı:
- Burada çay içilecek bir yer bile yok, niçin duruyoruz?
- Namaz kılacaklar buyursun...
- Herkesin namazı kendine, ben onu bekleyemem! O, be¬
nim içmemi bekler mi?
Onlar konuşurken ben de indim, abdestim olduğu için he¬men farzı kılıp, otobüsün yanma döndüm.
Diğerleri helaya gitti, abdest aldılar, namazı sünnetiyle, far-zıyla kılıp, bir de tesbihat yaptılar, baktım tam 20 dakika...
Otobüse bindik, münakaşa başladı. Sesi gür çıkan, yumru¬ğunu sıkan, ortalığı biraz yatıştırdı. Bu hal, bir tarafın zaferiy¬di, amma hırslar kine dönüşüyordu.
Yanımdakine dedim ki:
- Takdim, tehir yapıp, iki vakti bir "arada kılsak nasıl olur?
- O, Şafii'nin içtihadı, biz Hanefi'yiz...
Çok yavaş ve yumuşak bir sesle:
- İma ile namazımızı kılsak...
- Ne münasebet canım, para verdik, istediğin yerde dura¬
cak.
- Peki, bir teklifim daha var, abdestli olsak, namazların
yalnız farzını kılıp, tesbihatı da otobüste yapsak...
- Ağabey sen yüreksizin birisin...
Beni tanımıyorlardı, ben de kendimi tanıtmadım... 114
Yardımcının sesi duyuldu:
- Sayın yolcular, yarım saat yemek ye ihtiyaç molası, lüt¬
fen yolcularımız geç kalmasın...
İndim, abdest tazeledim, biraz da bir şeyler yiyip, otobüse döndüm.
Hareket edince biri mırıldandı:
- Biz, sizin yemeğinize, biranıza bir şey diyor muyuz?
Öbürü patladı:
- Bu herkesin ihtiyacı, sizinki ise 3-5 kişiyi ilgilendirir. Ka¬
za da edebilirsin...
Kızılca kıyamet kopmuştu. İş namaz kılmaktan, moladan, biradan uzaklaştı, Müslüman'sın değilsin... Atatürkçülük, laik¬lik... Malum, bir ömür boyu dinlediğimiz birbirine zıt görüş¬ler... Ne Avrupa'sı, ne ortaçağı, ne aya gitmesi kaldı.
Benim susmama da sinirlendiler
- Sakalından utan, namaz kılıyorsun, amma domuzdan ya-.
na mısın ne?
Öyle bir hal ki kim bir söz söylese, yangına dökülmüş ben¬zin misali, alevler bacayı sarıyor...
Yine namaz kılanlar borusunu öttürdü, araba durdu, nama¬zı eda ettik...
- Çöp arabası mı bu, elli yerde duruyor?
- Kaptan Bey molada 50 dakika duracaksın, ben de kafayı
çekeceğim...
?Konuşmalar buraya sığmaz, ayrıca yazılamayacak şeyler... Bizimkiler azınlıkta. Kaptan da: "Kardeşim firmanın emri var namaz saatlerinde de, molalarda da duracağız." diyor.
Yine hostesin sesi duyuldu:
- Sayın yolcularımız yemek ve ihtiyaç molası...
Hepimiz indik, arabanın içi dışı,temizlendi, bindik, kaptan da yerine oturdu. Trafik polisi geldi, yüksek sesle:
- Kaptan değişecek...
115
Kaptan ehliyetini, ruhsatını çıkarmak istedi, polis "gerek yok" gibilerden eliyle itti.
- Komiser bey yedek şoförümüz var...
Polis:
- Kavgaya münakaşaya sebebiyet verdiğiniz için, her iki
kaptan da yolcu gibi seyahat edecek, arabayı, bizim tayin etti¬
ğimiz kaptan kullanacak, yolunuz açık olsun.
Yeni kaptan mindere oturmadan yolculara döndü: -. Mola saatlerini öyle ayarladım ki; isteyen namazını kıla¬cak, İste3^en çayını içecek. Hiç kimsenin namazı kazaya kalma¬yacak, zaman kaybı da olmayacak, iyi yolculuklar.,.
Baharistan
O adamla kırlara, bayırlara çıktık:
- Kışın suya düşen kâinat kitabını Allah yeniden yazıyor...
Yeryüzü de, gökyüzü de O'nun yazı tahtası; silip silip yeniden
yazıp, çiziyor. Kitap katipsiz olur mu?
Elleriyle işaret etti:
- Ayaklarımızın altına renk renk, desen desen çiçeklerle
süslü halılar serilmiş... Sanat eseri, sanatkârsız olur mu?
Ağaçlan gösterdi:
- -Kışın kemik gibi duran şu odunlar, bakınız çiçek çiçek,
3'aprak yaprak diriiiyor... Kökten giren topraklar ve gübreler
harika fabrikalarda sebzeye, meyveye dönüşüyor...
Durdu, tebessüm etti:
- Kötüler dikenler gibi, iyiler çiçekler gibi dirilecek...
Ellerini, kollarını açtı:
- Bakınız tohumlar, çekirdekler birer cenaze gibi toprağa
girdi, çürürken filizlendi, dirildi.
116
Bir avuç toprak aldı,, bize gösterdi:
- Şu cansız topraktan yaratılan canlı bitkilere bakınız... İn¬
sanlar canlı organizma yapamadığına göre, bu canlıları yaratan
Allah'tan başkası olur mu?
- Midemizi yaratan kim ise, midenin ihtiyacını da yaratan
O'dur.
- Gökteki bulutun yerdeki otla irtibatını görünüz...
- Güneş, toprak, su, hava; bu dört büyük ortak, yeryüzünü
çatısız fabrika gibi çalıştırıyor. Nazım-ı Mutlak Allah'tır.
- Sular denizlerin dibinden değil de yüksek yerlerden çıkı¬
yor... Ovalara, tarlalara, bahçelere koşuyor, ta ki midelerin ih¬
tiyacı temin edilsin. Bu işte tesadüfe, kendi kendine oluşa yer
verilir mi?
- Tarlalara, bahçelere gübre çeken köylüler, gübrelerin diril-
diğini görüp, Ölen insanların da dirileceğine inanmaları gere¬
kir. Ahiret inancı insana yüce bir ahlak verir.
Koyunlar yayılmış, kuzular analarını emmeye çalışıyor. Bi¬rini kucakla:
- Bakınız! Allah topraktan ot yaratmış... Koyunlar ot yiyi-
yor; ottan da et, süt ve kuzu oluyor.
Yere çömeldi, bir eliyle kuzuyu tutarken öbür eliyle toprağı
gösteriyor.
- Topraktan ot, ottan kuzu... Bunların birbirine benzer tarafı
var mı? Topraktan otu, ottan kuzuyu yaratan Allah'tan başkası
olabilir mi? Şu kuzunun gözlerine, kulaklarına, burnuna, bir
do sırtındaki kürke bakınız. Bir de şu ota ve toprağa bakınız...
Topraktan bitkileri ve hayvanları yaratan Allah, her şeyi öldü¬
rüp, Öldürüp diriltiyor ki, öldükten sonra dirileceğimize inana¬
lım diye.
Kuzuyu bıraktı, yavrucak, koşa koşa gitti, sürünün içinde
anasını bulup, emmeye başladı:
Koyunlar ot yiyor, yavrusuna süt veriyor, alimler gibi... İlim adamının da sözleri süt gibi olmalı, süt içerken yağı da almalıyız.
117
Yine etrafına bakındı:
- Her taraf fabrika dolu... İnekler süt fabrikası, ağaçlar mey¬ve... Tavuklar da yumurta fabrikası gibi çalışırken, Müslüman¬lar neden fabrikalara bu kadar soğuk bakmış?
Sineklerden, tırtıllardan, yılanlara kadar, kâinat kitabını sa-hife sahife, fasikül fasikül okurken, ünsiyet perdesini açıyor, yaratıkları Esmaü'l- Hüsna'3'a izah ediyordu.
Gülistan
Apalar yönetimi ele geçirdi. Akrabalarını en yüksek mevki¬lere getirdi, memurlarına, askerlerine bol bol para verip, onları her bakımdan memnun etti. Artık Apalar'm aleyhine söz söy¬leyenin burnu, orada kırılırdı. Apalar bu kadar zalim değildi; fakat onun çevresi "vur" dedi mi Öldürüyordu.
Yaşlı çok yaşlı bir nine vardı. Onun da oğulları, torunları "büyükler" arasındaydı. Bir bayramda hepsi, elini öpmeye gel¬di. O da bol bol dua etti. Amma bir ara dedi ki:
- Ben, yaşlı bir kadınım, kimseye kötülüğüm olmaz. Gücüm
yettiği kadar da iyilik ederim.
Birdenbire iki dizinin üzerinde doğruldu, hiç beklenmeyen bir sertlikle kolunu ileri uzattı:
- Amma çomara "tut!" dedim mi köpeğin açtığı yarada be¬
nim de vebalim vardır.
Tekrar yerine oturdu, sırtını mindere dayadı:
- Sizin kralı övmeniz Önemli değil, benim "ah" im onu daha
iyi tasvir eder, Kılıçtan daha keskin şeyler var ki, pek çok kral
toprak oldu, pek çok saltanat da yıkıldı.
118
Hani meşhur cimriler vardır ya, bal kavanozunu dışından yalar ki bitmesin diye...
Hani öyle sahtekârlar, dolandırıcılar vardır ki, insaniyeti hi¬çe sayar, paraya, mala batar...
Bir tane de deli varmış, sela verilen yere yetişir, cenaze na¬mazından sonra ölüye bağırırmış:
- Hemşehrim gidiyorsun elini kefenden çıkar da biraz iyilik
yap!..
Sonra mezarlığa giderlermiş. Bizim delinin çenesi durmaz-mış, zaten deli ya:
- Ooo şuraya bak zalimler de, mazlumlar da burda toplan¬
mış... Burası mezarlık mı, mahkeme mi?
Deli ya, şehre gelince de etrafına bakınıp, söylenirmiş:
- Mallar, paralar, arabalar duruyor, sahipleri değişiyor... Bu¬
gün benim olan, yarın başkasının...
Apalar'm aklı başına gelmiş, kendisini öven vezirine:
- Bana ninelerin, dedelerin sözlerini ulaştır, aleyhimde olsa
bile. Sana gelince, sen vezirim olduğun için beni övmek zo¬
rundasın. Tarladaki, bahçedeki ne diyor?
Bir varmış, bir yokmuş; padişah mührünü muma basmış, herkes okumuş...
Herkesin şaşkın bakışları altında, bu sefer mührünü taşa basmış, epeyce de zorlamış iz bırakamamış.
- Ey insanlar, demiş, insan yumuşak olursa nasihat kâr
eder, taşa ne?
Her yere yağmur yağsa da taşlar yeşermez ki... Şipşirin bir beldede isyan çıkmış; Bağıranlar, vuranlar, kı¬ranlar...
Menan cinleri bu tezatlar ülkesine koşmuş, biri söylenmiş:
- Dede, herkesin evi var, işi var... Her taraf güllük gülistan¬
lık, bu kan ne?
Menan Dede kılıncım uzatmış:
- Buna yumruk vur!
119
- Elim-parçalanır...
İşte hikaye budur: Bir taraf kılınç uzatmış, öbür taraf yum¬ruk vurmuş, bakalım kan bunları ne zaman boğacak?
O Adam (II)
Yıl 1974
O adamın fazla ilmi yoktu, iddialı birisi de değildi, sessiz ve sakin. İbadet etmeyi esas almış. Farzları yapmak, haramlar¬dan kaçmak o adam için değişmeyen hedef. Gücü yettiği kadar sünnetleri de yerine getirmeye çalışıyor, Haddini ve hududu¬nu Biliyor, biliyor ki kendisi sıradan bir müslüman. Fakat müslüman kelimesinin taşıdığı manayı iyi seziyor. Bu kelime¬ye layık olmaya çalışıyor.
Evet o adam, camiye gider. Namaza girerken çıkarken, etra¬fındakilere dikkat eder. Yanında oturanın haline, tavrına ba¬kar.
Geçen gün Ocak ayının soğuk günlerinde paltosuz ve par-desüsüz namaza gelen birine bir paket yolladı, İçinde bir palto vesaire vardı. Palto az kullanılmıştı...
Kendisi vermedi. Yaşlı ve sessiz bir şahsı seçti. "Siz veriniz, benim gönderdiğimi sö3'lemeyiniz", dedi.
Paltoyu verdiği adam, yine ceket ile camiye devam etti. Üşüyordu fakat neden paltoyu giymemişti?
Araştırdı. Baktı ki liseye giden oğluna vermiş.
O adam, yaranın büyük olduğunu sezdi. Camiye giderken ve camiden çıkarken hep düşünmeye başladı. Cemaatın yafa¬larını nasıl sarabilirim?
Gerçi caminin tamiri için para toplanıyordu. Kur'an kursu¬na, İmam Hatip okullarına da para toplanıyordu. Bunlara bir
120
şeyler vermeye çalışıyordu. Lakin sofrasında sıcak çorba bu¬lunmayan insanlar var mı, diye gözyaşı döküyordu. Şu yalın ayak adam, şu titreyen şahıs acaba evinde sobasının yakabili¬yor muydu?
İşsizlik başını almış gidiyordu. Para darlığı had safhada idi. Ticaret iyice durmuştu. Buna rağmen merhamet damarları in¬celmiş yardım edemediği adamların derdiyle dertlenip, yardım etmenin imkanlarını arıyordu.
O adam bir pardesü aîdı, yine az kullanılmıştı. Cebine 2000 lira koydu. Biliyordu azdı amma, vereceği belki bu kadardı. Namazdan sonra ceketle namaza geleni takip etti. Münasip bir yerde yanma yaklaştı. "Af edersiniz, sizinle biraz konuşmak istiyorum. Seîamün Aleyküm. Bir şahıs şu paketi sizin için. gönderdi. Kabul etmenizi rica etti, hediye ediyormuş."
Ceketle gezen adam baktı. Hafifçe kızardı. Peki dedi. "Allah razı olsun. İyi olur inşallah" diyerek paketi alıp gitti.
O adam, başkalarının derdiyle dertli. Sanmayın ki kendi evinde dertleri yok. Belki onun derdi hepimizin derdi gibi yü¬kü. Fakat o, başkalarının derdini kendine dert edinmiş. Bunun için kendi derdi küçülmüş. Hani bazı kimseler bir hastalıktan dolayı doktora gider. Bazıları da sayar: Romatizma, damar sert¬liği, şeker, gastrit, baş ağrısı, sinir bozukluğu... Fakat bunlar¬dan biri onu aşırı derecede rahatsız ediyordur. İşte o adamı, müslümanların dertleri dertlendirmiş. Bunun.için kendi derdi¬ni küçük görüyordu.
Rum tüccarla bir sohbet
Bir iş yerine uğradım, beni görünce:
- Aman ağabey iyi geldin, biz de sohbet ediyorduk, dediler.
121
Oturduk, tanıştırdılar:
- Arkadaşımız Yunanistan'dan geldi, eski müşterilerimizden
biri... Alışverişimiz bitti, şimdi yeyip, içip iki laf ediyorduk.
- Buyurun sizi dinliyorum...
- Yani bu "Müslüman- Hıristiyan işi" ne olacak?
- Böyle bir şey yok.
- Ağabey, susma anlat...
- Asırlarca evvel Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında sa¬
vaşlar olmuş. Bugün ise ne Müslüman, ne de Hıristiyan dinine
sahip çıkabiliyor. Kapitalistler de, sosyalistler de materyalist
görüştedir. Yani spiritüalizmi (maneviyatı) inkâr ederler. Fab¬
rika, atölye, laboratuvar mabet haline gelirken, para adeta put-
laştırıldı. İnsanların değeri malıyla, servetiyle ölçülüyor. Ate¬
izm (inançsızlık) başını aldı gidiyor. Bunlar yetmiyormuş gibi
günahlar reklam ediliyor. İnsanlar, günaha daldığı ölçüde din¬
den uzaklaşıyor. Öyle ise bugün Hıristiyanlar'la, Müslümanlar
dinsizlik ve ahlaksızlık cereyanları karşısında müşterek hare¬
ket etmeli. Hiçbiri tek başına başarılı olamaz. Çağımızı temsil
eden Avrupa da, ayağa kalkmaya çalışan İslam âlemi de din¬
sizlik ve ahlâksızlık ceryanları karşısında zor durumdadır.
Hemen biri kalktı, elini uzattı:
- Ben Grigoryus, Rum'um, Ortodoks'um, sizin tabirinizle
Yunan'ım, Yunanistan'dan geldim. Gördüğümüz gibi Türkçeyi
ve Türkiye'yi çok iyi biliyorum. Sizinle tanışmaktan memnun
oldum.
- Teşekkür ederim ben de...
Yerine oturdu, çayım yudumlarken:
- Fatih, Kanuni devirleri çok gerilerde kaldı. 19. asır felaket¬
lerinden de söz etmeyeceğim. Biz de çok çektik; amma Müslü¬
manlar yaklaşık üç asırdır perişan. Gelecek için bir ışık görü¬
yor musunuz? Hani "Hıristiyanlarla el ele vereceğiz" dediniz.
Siz oturuyorsunuz, Hıristiyanlar ayakta, hatta koşuyor, nasıl el
ele vereceğiz?
122
- Biliyorsunuz Avrupa'yı ve diğer ülkeleri süper güç yapan
iki şeydir: İlim ve teknik... Biz de ilimde, teknikte ilerler, İslam
ahlakıyla ahlâklanırsak, çok kısa bir zamanda süper güç olu¬
ruz...
Misafirimiz burda tebessüm etti, yüzüme bir zaman baktı, tabağım masanın ortasına sürerken:
- Haklısınız, bir zamanlar İslam dünyasının sanatkârı, tüc¬
carı Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler'di. Daha elli sene evvel
İstanbul'da da durum böyle idi. Şimdi Müslümanlar sanatkâr
ve tüccar oldu.
Cebinden kalemini çıkardı, baktı, evirdi, çevirdi:
- Müslümanları da iki kısımda ele almak lazım: Biri şuurlu
yani ibadet edenler; diğeri de diğerleri işte...
Gülüştük, meyveler geldi. Herkes birer ikişer atıştırırken Grigoryus Bey devam etti:
- İslam'a sarılan Müslümanlar, sanata, teknolojiye, ticarete
de sarılmış, Şirketler, vakıflar, okullar... Her tarafa el atmışlar.
Bu demektir ki Müslümanların anlı şanlı devirleri geri gele¬
cek... *
Parmağını kaldırdı:
- Şahsım adına bunları tebrik ederim, Yunanistan adına as¬
la!
Beni işaret etti:
- Beyefendigibi ben de inkardan ve vurdum duymaz insan¬
lardan rahatsızım. Zengin ve kültürlü olmam bana garanti ver-,
miyor. Güvenli bir ortamda yaşamak isterim. Müslümanlar bu¬
nu temin etsinler, ben de Türkiye'ye gelirim.
Gülüştük, şakaîaştık, adam ciddileşti:
- Fakaaat! Bir ülke için en büyük talihsizlik komşusunun
güçlü olmasıdır. Bu sebeple açtığınız okullardan, yurtlardan...
Şirketlerden, vakıflardan... Tekkelerden; camilerden... İmam
hatiplisinden, üniversitelisinden... Kısacası kozasından çıkan
Müslümanlardan rahatsızız. On milyon Yunanistan, yanında
123
dev gibi bir Türkiye görmek istemez. Diğer komşularınız da bi¬zim gibi düşünüyor. Türkiye gibi bîr pazarı kim kaybetmek is¬ter. Şuurlu Müslümanlar ise Türkiye'yi pazar olmaktan çıka¬rıp, pazar arayacak, çok tehlikeli bir girişim...
Siyah ve beyaz
Babası 1940'h yıllarda Ankara'da gecekondu arsası satardı. Üstü başı tabanca, bıçak doluydu. Yardımcılarına bol bol para verir, yakınları arasında memur da vardı.
Serpil, İngiliz Filolojisi'nde okudu, sonra İngiltere'ye gitti.
Ateistti, teokrasiye karşıydı. Babası bu kelimelerden bir şey anlamaz fakat kızının kendisini tenkit etmesine içerler, iki ka¬deh fazla atardı.
"Ekonomik bağımsızlığa" ulaşan Serpil, babasından ve onun muhitinden uzak yaşamaya çalıştı. Kelimenin tam anla¬mıyla "kendi hayatını yaşıyordu".
Böylece evlendi. Ne yazık ki kocasında aradıklarını bula-, madı. O istiyordu ki kocasıyla el ele tutuşup, hep yükselsin...
Akrabalarını evine hiç mi hiç davet etmedi. Onların görme¬meleri gereken şeyler vardı: Büfedeki viski şişeleri, duvarlar¬daki resimler, çeşit çeşit sigaralar...
Aradığını bulamamanın ıstırabını çekerken; işinden artan zamanını eğlenceyle geçirip, zamanın akışını hızlandırırdı.
Oğlu ortaokulu bitirdiğinde, o yaz kocası öldü.'Acıyla ümit yan yanaydı. Ölüm ve ayrılık içini burkarken; "Acaba yeni bir hayata adım atabilir miyim?" diye ufka bakıyordu.
Doğrusu oğlundan da uzaklaşmak istiyordu. 16 yaşındaki bu çocuk hırçınlaşabilir... Bir köpek satın aldı ve oğlunu koleje verdi.
124
Söylentilere göre kolej, onun düşünce ve inançlarına zıt-ııı.i. Çocuk da hem yurtta kalacak, hem kolejde okuyacak, böylece onu ellere teslim etmiş oldu.
Memuriyet hayatına devam ederken dostlarından ve arka¬daşlarından vefasızlık, hatta ihanet gördü. İngiltere'ye gidip, eski günlerini aradı. Oradan Amerika'ya geçti. Arayış içindey¬di anıma ne aradığını bilmiyordu.
Oğluna yazdığı mektuplara "kafir annen" diye imza atardı. Kaç defa kadehini yiyecekmiş gibi ısırdı, Kaç defa gözyaşla¬rı mektuba damladı, yırttı attı. Yalnızlık onu kahrediyordu.
Oğlundan gelen mektupları burukluk içinde okur "Rousse¬au buna şöyle der, Desnitski. böyle der" diye onun yanlışlarını, hatta yetersizliklerini bulur, tebessüm ederdi.
Tam iki sene sonra oğluyla karşılaştı. Sofraya kasten içki kor, kendisi, oğlu, bir de köpek, masanın etrafına-dizilirdi. Birbirine zıt, birbirine yabancı iki insan gibi konuşurlardı. - Evladım senin bu cümlelerin bana Pascal'ı, Leibniz'i hatır¬latıyor. Luther'den bile sende bir şeyler var...
Çerken, manâlı manâlı oğluna bakıp kadehini doldurup, si¬garasının dumanını havaya savururdu.
Oğlu bunlara hiç aldırmaz, vakit geldi mi namazına durur¬du.
İşte o zaman Serpil, oğlunu uzun uzun seyreder: "Nasıl olur, sigara, içki içmeyen bir genç... Bu kibarlık, bu itaat, bu temizlik nasıl olur?.. Bu çocuk ne akrabalarıma benziyor, ne de arkadaşlarıma. Bu kim? Ben neyim?"
Haftalar aylar böyle geçti, bir gün kalemi eline aldı: "Evla¬dım, senin inandığın Allah'a ben de inanıyorum", diye mek¬tup yazdı.
125
Öteler
Bir sohbetten dönmüştü, hanımını selamladı, televizyon seyreden kayınvalidesine:
- Anne, bu gece hepimiz öleceğiz!
Derken, o kahkahayı patlattı, kadıncağız yerinden fırladı hanımı koşup geldi:
- Ayol ne oluyor, ne biçim söz?
?Genç adam koltuğuna gömüldü:
- Bu gece herkes ölecek!
- Oğlum ağzını hayra aç...
Hanımı:
- Ne olursun biraz ciddi ol...
- Anlatacağım, anlatacağım... Hocamız:
"Yatağa girip, uyuduğumuzda, dünyayla, evimizle, işimizle, paramızla ilişiğimiz kesilir. Rüya ile bir başka âleme geçeriz, orda dolaşır, işler görürüz." diye anlattı bu akşam.
İki kadın da bir "oh" çekip, yerlerine oturdular.
- Hele şükür.
Adamcağız onların hallerine bakıp bir kahkaha da^ıa attı;
- Çok mu korktunuz?
. - Amaaan Salih, bir anda korkulacak o kadar çok şey oldu ki: Evvela ölüm korkunç! Sonra hem "öleceğiz" diyorsun, hem de kahkaha atıyorsun, çıldırdın mı?
- Yani, ahireti en iyi anlatan rüyalarmış. Rüya görenin nasıî
ki yatakla ilişiği kalmıyorsa, ölenin de mezarla ilişiği yokmuş.
Zaten peygamberler, evliyalar da ölüyor. Onların mezarla iliş¬
kisi olsa, çekecekleri azap korkunç! Günahsız oluşları nerde
kalıyor?
O anda televizyondan bir çığhkyükseldi, herkes başını ek¬rana çevirdi.
Kaymvalde:
126 ?
- Bu film çok güzeldi, bırakmadınız ki seyredeyim... Delikanlı salondan çıkarken, hanımı da onu takip etti. Salih sabahleyin erken kalktı. Bomboş olan salona geçti, te¬levizyonu açmadı, oturup, düşündü: "Saat kaçta uyudum, bil¬miyorum. Diyelim ki 12'den 6'ya kadar, tam 6 saat, kendimden seçmişim. Bir ara terlemişim de... 6 saat. boyunca ne yatakla, ne hayatla irtibatım oldu. Rüya gördüm...
Rüya, öyle ya, bir başka âlemde yaşayış...
Her gece dünyadan ayrılıp, bir başka âlemde yaşıyoruz, sa¬bahleyin tekrar dünyaya dönüyoruz. Yine de soruyoruz: "Ahi¬ret var mı? Ölenler dirilir mi?
Ahiret de bir başka âlem değil mi? Yahut bir başka âleme ahiret denmez mi?
Uyku da ölüm değil mi? Uyuyan insan uyanması işte öldü, rüyası biraz uzun sürecek...
Ne demişti, o hoca: Ölüm öyle bir elektrik anahtarına ben¬zer ki, dünya lambasını kararttığı an, ahiret lambasını yakar. Ölen insan aniden ahirete çıkar. Artık dünyayla, mezarla ilişi¬ği kalmaz. Her şeyi açıkça görür. İnançsız olanlar "Neden inanmadım?" diye öyle bir pişmanlığa düşer ki, bu hal cehen¬nem azabından beter olur.
Neden inanmadım?
Neye?
Ahiretin varlığına...
Eee, bu âlemi yaratan, bir başka âlem de yaratır, bizi bu âle¬me getiren, başka âleme de götürür.
Ya, Ölenlerin dirilmesi?...
Biz 100 sene evvel yoktuk. Bizi yoktan var eden, yok olan insanları tekrar var edemez mi?
Hep ölü gıdalar yiyip, diri diri geziyoruz.
Ölmüş gıdaları vücudumuzda dirilten, Ölmüş insanları di-riltemez mi?
Canlıları cansız topraktan yaratan, toprak olan insanları tekrar yaratamaz mı?
127
Hocanın bir sözü daha Salih'in kulaklarında çınladı: "Adil olan Allah, zalimleri cezalandırmak, mazlumları mükafalan-dırmak için, kabir kapısından geçeceğiz, ahiret sarayına çıka¬cağız, hayatımızın hesabını vereceğiz. Adil olan Allah, ahiret hayatını gerçekleştirecek, herkese hayatının hesabım soracak¬tır. Demek, ahirete inanmak Allah'ın Adil sıfatına inanmaktır. Dolayısıyla ahirete inanmayan, Allah'a inanmıyor demektir."
Hanım seslendi:
- Efendi işine geç kalacaksın biraz acele et. ^
Bir adım
Aşık Veysel:
Uzun ince bir yoldayım,
Gidiyorum gündüz gece...
Bilmiyorum ne haldeyim,
Gidiyorum, gündüz gece...
Dediği gibi, ben de gündüz gece giderken, 25 yaşlarında hoş sohbet bir gençle karşılaştım.
"Arkadaşlara uydum, okumadım, sanat Öğrenmedim. Kah¬veler, sahalar, sokaklar derken askerlik geldi. Onu da bitirdim, bu sefer hayat başıma dank dedi. İş yok, para yok. Ana, baba benim elime bakıyor. Ben kimin eline bakayım? Kafam kızdı, eskiciden beğendiğim bir çift ayakkabı aldım. Evde bunları söktüm, her parçasını ayırdım. Malzemeciye gittim, bu parça¬ların hepsini aldım: Parçaların ismini kağıda yazdım. Yapıştı¬ğı, biz, iğne, falçata, hepsini alıp, eve döndüm. Babamla anne¬min hayret dolu bakışları altında oturup ayakkabıyı yaptım. Doğrusu ben de beğenmedim; amma artık eskici dükkanı aça¬bilirdim. Tekrar malzemeciye gittim, yaptığım ayakkabıyı gös¬terdim. Katıla katıla güldü. Sonra ciddileşti:
128
- Bunu sen mi yaptın?
- Evet.
- Tebrik ederim, sen adam olacaksın...
Adamcağız bana tekrar ayakkabının parçalarını verdi, beni dikiciye gönderdi. Yanımda telelfon edip: "Buna yardım et, ba¬na yardım etmiş gibi olacaksın." dedi.
Ne ise dikicinin dükkanına girip, hayat hikayemi kısaca an¬lattım. O da diktiğim ayakkabıya bakıp, epeyce güldü.
- Şu parçaları dik, ben tekrar ayakkabı yapacağım...
- Yani bu ayakkabıyı yeniden yapacak mısın? .
- Evet.
- Yahu sende iş var, diyerek kesip, biçtiğim parçaları dikti.
Ben de ayakkabıyı kalıba çektim, tabanını, taban astarını ya¬
pıştırdım, ertesi gün de adamcağız, kenarlarını dikti, fevkalade
güzel bir ayakkabı ortaya çıktı. Artık gülen yoktu, benim azmi¬
mi, becerikliliğimi tebrik ediyorlardı.
Usta yüzüme baktı baktı:
- Sen ne yaptın biliyor musun?
- Ayakkabı.
- Ayakkabı amma, ayakkabının her şeyini yaptm. Halbuki
benim çıraklarım, kalfalarım, ayakkabının bir tarafını bilir,
hep onu yapar.
- Yani ben kalfa oldum mu?
-Hem de nasıl...
- İyi öyleyse, yarından itibaren işe başlayayım...
- Bir şartla: On yaşındaki çocuk gibi laf dinlersen, söz tutar¬
san, gel başla, yoksa başıma bela olma.
Böylece işe başladım, hamd olsun şimdi geçimim iyi, usta¬ya teklif ettim, işi büyütüp seri imalata başlayacağız. Belki us¬tanın kızıyla da eyleneceğim..."
?? s
129
Bu makalevi birisine okudum. "Kardeşim, Clinton APEC
hayata düşülen dipnotlar F. 9
üyelerini ele geçirdi... PKK'hlar Yunanistan'da eğitim yapıyor Kıbrıs bulgur kazanı gibi kazanıyor. Yeltsin yeni işler çeviri¬yor... Üçüncü kaynak paket açıldı... Sen kalkmış ayakkabıcı¬dan bahsediyorsun... Biraz aktüaliteye dikkat et" dedi.
Arkadaşın hakkı vardı, iyi ki enflasyonu, yoksulluğu, açlığı bunlara ilave etmedi.
Bir toplantı
İşadamlarının aylık toplantısında 35 yaşlarında birisi söz istedi.
Elindeki çantayla ilerledi, kürsüye geldi. Dosya büyüklü¬ğünde bir şey çıkardı, herkese göstererek:
- Aziz davetliler, bu gördüğünüz cep telefonudur. Cebiniz¬de taşıdığınız telefonda ne kadar parça varsa, hepsini temin et¬tim, bu şasiye yapıştırdım. Transistor, kondansatör, diyot, mikrofon, hoparlör, hepsi yerli yerinde. İsteyen gelip, istediği numarayı çevirip, konuşabilir... Bununla göstermek istediğim şudur: Biz de, cep telefonu yaparız. Yüzde 70'i yerli, yüzde 30'u ithal malzeme kullanılacak. Kibrit kutusu kadar olup, 100 gramı geçmeyecek. Kaliteli pille pek çok konuşma yapabilirsi¬niz. Maliyeti de, piyasadakilerinin dörtte biri kadar. Sizlere bîr şeyin olabilirliğini gösterdim. Artık sermaye temini, seri ima¬lat, hukuki meseleler size ait. Toplantı sonunda hepinize kartı¬mı vereceğim, görüşmek isteyenler, telefon edebilirler...
Eminim ki toplantının gündemi başka idi. Fakat bu elektro¬nik mühendisi gündemi değiştirdi. Salonda bir uğultu başladı. Herkes birbiriyle konuşuyor:
- Neden daha evvel yapılmadı? Piyasa doydu mu?
- Dev firmalarla rekabet edebilir miyiz?
130
|- Acaba telefon işi PTT'ye mi ait? ,- İhracat yapabiliriz...
- Yatırımın eni, boyu ne olacak?
- Bu adamın yaptığı, eskileri çöpe atacak...
Çay, meyve suyu falan içtiler. Bu işin oluruna inanmayan¬lar da vardı:
- Hayır, biz cep telefonu yapamayız!
- Kardeşim, bunu yapanlar da insan, biz de insanız. Neden
yapamayalım?
Adamcağızı tekrar kürsüye davet ettiler:
- Bu işe yatırılacak sermaye ve fabrika hakkında da bilgi ve¬
rir inisiniz?
- Bakınız ben kendi imkanlarımla cep telefonu yapmışım.
Bunu küçültebilirim de... Yani, ne kadar telefon yaparsak, o
kadar sermaye lazım. Az da, çok da olabilir. Fabrikaya da ge¬
rek yok. Malzemenin hepsini piyasadan alıp, montajını yapa¬
cağız. Evvela bir firmaya plastik kısımların hepsini döktürü¬
rüz. Sonra yaptığım şasi üzerine parçalar lehimlenir, yerine
takılır, telefon hazırdır. Bunun için de 20-30 kişiye kurs göste¬
rilir, parça başına iş yaptırılır.
- Bu iş, bu kadar kolay mı?
- Arzu ederseniz, sizin önünüzde, söylediğim ölçülerde ve
ağırlıkta bir telefon yaparım. Yaptığım işi, başkalarına yaptır¬
mam da kolaydır. Mühendislerden, teknikerlerden de faydala¬
nabiliriz...
Müftü kalktı, adamcağızı tebrik etti:
- Allah, senden razı olsun. Namaz kılan bir kardeşimizin,
teknolojide de başarılı olması, asırlardır hasret kaldığımız bir
idealin gerçekleşmesidir. Mühim bir ibadettir. Arzu ederseniz
ben de Arap ülkelerine gidip, malınızı tanıtabilirim. Avrupalı¬
lardan mal alan Müslümanlar, artık Müslümanlardan alsın.
Asırlardır devam eden bu gece, bu kış bitsin!
Müftünün heyecanlı ve ilmi konuşması davetliler üzerinde olumlu tesir yaptı. Ümit ederim ki bu imalat da gerçekleşir.
131
Manastırda ibadet
Roy Brus, tahsilini tamamlamış, çalışkan bilgili, yakışıklı bir gençti. Fabrika müdürü ona çengeli taktı, fabrikasına aldı, odasını gösterdi, en güzel imkanları verdi.
O kadar yakınlık gösteriyordu 'ki, Brus hem buna şaşıyor, hem de "Kabiliyetimden ve başarılarımdan dolayı müdür bey beni onurlandırıyor" diye seviniyordu.
Haftalar; aylar böyle geçti, müdür bey, genç ve güzel bir kızla Brus'u tanıştırdı. Onlar da birbirini sevdiler.
Brus'un kızla evlenmesini istiyordu, kız da buna razıydı, sonra bir de duydu ki, bu kız müdürün rnetresiymiş...
Birdenbire başı döndü, kendini koltuğa bıraktı: "Bu kadar iyilikler, bir tuzak mıydı?" dİ3'e mırıldandı. "Bir insan bu ka¬dar iyilikle, kötülüğü nasıl bünyesinde bulundurabilir?" diye söylendi. Artık soruların ardı arkası kesilmiyordu. Kalktı iki kadeh likör attı. Dışarı çıktı, deli gibi dolaştı...
Geceleyin gözüne uyku girmedi. "Çıldıracak mıyım?" diye şüphelendi. "O fabrikaya nasıl gidebilirim? O güzel kızın yü¬züne nasıl bakabilirim? Bu kadar güzel bir yüz, bu kadar çir¬kin bir huyu nasıl gizledi?"
Sorular, delilerin attığı taşlar gibi başından yağıyordu. Ka¬rarını verdi: "Ne fabrika, ne iş, ne kadın, manastıra çekilece¬ğim! Ben, sadece ben olacağım..."
Brus, bcrylece manastıra çekildi, hiç kimseyle konuşmuyor, İncil okuyor, kütüphanenin karşısına geçip, kitapları uzun uzun seyrediyor. Çok az yiyip, içiyor... Manastırın bahçesinde saatlerce dolaşıyor. Allah! Bu bir kelimedeki sırrı çözmeye ça¬lışıyordu.
Akrabalarından ve arkadaşlarından gelenler olduysa da "Bu da geçer" deyip, gittiler.
132 '
Brus, güçlü cümlelerin hayranı... Beyninin sınırlarını zorla¬yan, gönlüne bir şeyler koyan, sahbetleri, zevkle dinliyordu.
Her pazar dersini dinliyor ve kiliseye geçip, ibadetini yapı¬yordu.
"Yalnızlık! Bu nedir? Niçin yalnızım?"
- İnsanlardan kaçtım.
- Ben neyim?
Artık içinde iki insan vardı, biri söylüyor, diğeri cevap veri¬yor. Bunlar birbirine dost da sayılmazdı. Zıt konuşmalar, bit¬mez, tükenmez hayaller. Kitaplar ve broşürler...
Brus, manastırın demirbaş adamıydı. Çok okuduğu, bir şey¬ler yazdığı, az konuştuğu herkesin bildiği bir haldi.
Bir sabah güneşin doğuşunu seyrederken uykuya daldı. Bu¬na uyku da denemezdi. Uykuyla, uyanıklık arasında bir hal. Zaten kendinde başkalaşımlar olduğunun farkındaydı, gözleri¬ni açmadı.
Büyük bir sarayın, büyük bir salonunda, orkestra elbiseleri giymiş kimseler, avizeler vesaire şeyler. Biri:
- Manastırda bir adam, her türlü ibadeti yapıyor, her türlü
kitabı okuyor... Çok düşünüyor, çok biliyor... Kendini de bili¬
yor. Hiç kimseye zararı yok, fakat faydası da yok. Sadece ken¬
disi için yaşıyor,, ne zamana kadar? Çünkü sen arabanı dikkatli
kullansan da başkası sana çarpabilir... Bu adam, aile nedir,
topluluk nedir, millet nedir, bunları bilmiyor.
Döndü Brus'a baktı: "Çok bilgili, çok iyi bu adamdan kim¬seye fayda yok..."
Brus, ağır bir taşın altından kalkarcasma doğruldu, hızlı adımlarla, kaçarcasına yürümeye başladı. "Nereye gidiyor¬sun?" diyenlere cevap vermeden, kendini dışarda buldu, artık sokaktaydı...
Himmetini dar dairede tutan Müslüman'a, dünya da bir manastırdır.
? ? 133
Filistin
Mülk Allah'ındır. Dünya nüfusunun az olduğu Milat'tan Önceki yıllarda kabileler, ırklar veya dinler, verimli topraklara yerleşip, buraları yurt edinmişler, yurtlarına kudsiyet vermiş¬ler.
Filistin topraklarına Yahudiler "Ken'an İlleri" der.
636'da bu topraklar İslam yönetimine geçti.
Dünyanın dört bucağına dağılan Yahudiler, çeşitli dilleri öğrenirken kendi dili olan İbranice'yi de ihmal etmediler; Za¬ten dil, ırkı yaşatır.
Yahudiler, Tevrat'ı da kendilerine uydurunca ırkçılıkları iyice güç kazandı.
On1 ar birbirini dolandırmaz ve kandırmaz. Bu sebeple ara¬larında parasız ticaret yapma imkanı doğmuştur. Yani ülkele¬rarası birbirlerine mal gönderirler, satılan malın bedeli alacak¬lıya ulaştırılır.
Bu prensiple vatansız Yahudiler, Dünya Ticaret İmparator-luğu'nu kurdu.
Eğer bir Yahudi iflas ederse, havrada, hahamın başkanlığın¬da, bir tüccar heyetinin huzurunda durumu öğrenilir. Hata şahsına aitse sermaye verilir ve bir Yahudi tüccara ortak olur. Hatası yoksa, işini yürütecek kadar gereken sermaye ödenir. Bu sebeple iflas edip, piyasadan silinen Yahudi görülmez.
Yahudiler arasındaki mal akışı da para kazanmayı kolaylaş¬tırır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Filistin, İngiliz yönetimine geçince, zengin Yahudiler, fakir Araplar'dan araziler satın alıp, çiftlikler kurdular, Araplar'ı da işçi olarak çalıştırdılar.
Vatanlarının satıldığını anlayan îzzuddin Kassam gibileri taa 1973'de silahlı eylemlere başladılar.
134
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da Yahudiler, Palmach ör¬gütünü kurarak, satın aldıkları topraklan silahla korudular.
1948'de İsrail Devleti kuruldu.
Masonluk, Siyonizm, Lions Kulübü, Rotary Kulübü gibi teş¬kilatlar İsrail'e yardımcıdır.
Bilindiği gibi bir kısım Hıristiyan ülkeler süper güçtür. İsra¬il'in ırkı, dini farklı olmasına rağmen, gelişmiş ülkeler onu hi¬maye eder, çünkü:
İsrail olduğu müddetçe İslam Birliği gerçekleşemez.
İsrail'den korkan İslam ülkeleri bol bol silah ve gereçler alıp; gelişmiş ülkeler, harp sanayisinden para kazanır.
Petrolüyle, nehirleriyle, maden dolu dağlarıyla, verimli ovalarıyla, genç nüfusuyla potansiyel güç olan Müslümanla¬rın, kinetik duruma geçip, güçlerini kullanmasına imkan veril-, mez. Müslüman ülkeler arasında ekonomik, politik, en önem¬lisi askeri anlaşmalara mani olunur. Filistin'de bile Fetih'le Hamas; milliyetçilerle solcular karşı karşıya getirilir.
Kendi vatanlarını, kendi dinlerini koruyan Müslüman ör¬gütlere terörist denirken; İsrail adeta haklı gösterilmeye çalışıl¬maktadır. Bu da dünya devletinin eyaletlerine tamimidir.
Düşünün ki Kudüs'e, Hayfa'ya, Gazze'ye giremeyen Araplar aç kalmaktadır.
Yahudiler servetlerini kültürle bütünleştirip büyük bir güç oluşurken; Müslümanların fakir kalıp, camilerini bile koruya¬mamaları, İslamiyet'i yanlış anladığımıza en.büyük delildir.
Buket
Filistinli şehidi ahirette karşılayıp: "Dünyada ne var, ne yok?" diye sormuşlar, 'israil kurşun, biz de taş atıyoruz.." ce¬vabını alınca, hepsi oturup, İslam'ın hüsranına ağlamış.
135
Bir şeyh efendinin pekçok müridi varmış, akın akın kendi¬sini ziyarete giderlermiş. Birgün buyurmuş ki: "Hep bana geli¬yorsunuz, bir gün de kendinize gelseniz ya..."
Afganistan'dan da bir şehid ahirete gitmiş. Kendisini karşı¬layanlara "Cihadımız devam ediyor!" deyince, biri: "Birbirinizi yemenin-cihad olduğunu kini söyledi?"
Adamcağız öyle mahcup olmuş ki cehennem ^azabı çekmiş. Zaten şehidliği de haksız yere öldürülmesindenmiş...
Bir ilim meclisinde başkalarından şikayet eden adamı din-lemşler. Ariflerden biri sürahideki suyu tasa doldurmuş:
- Kirlendi mi?
- Hayır.
Tencereye doldurup, yine aynı soruyu sormuş. Suyun kir¬lenmediği cevabını alınca: ?
- Su temiz olduktan sonra kabın toprak veya altın olması
Önemli değil. Zaten sizi de zorla kirli kaba koymazlar, buyur¬
muş.
Miske demişler ki: "Ne kadar güzel kokuyorsun..." Buyur¬muş ki: "Gül ile arkadaşlık ettim."
Biber suçu güneşin üzerine atmış: "Acı olmamım sebebi odur!" demiş.
Üzüm itiraz etmiş: "Koruktum sabrettim, yandım, piştim, bal oldum."
Arif bir kişi heykele bakıp bakıp: "Acaba heykeltraş da ken¬dini adama benzetti mi?" diye söylenmiş.
En tehlikeli şey, başkasının dindar olmasını istemektir. Halbuki İslam'ı temsil eden tebliğ edebilir. Temsilde de en önemli husus İslam ahlakıyla ahlâklanmaktır.
Delikanlı 10 bin metrelik koşuya hazırlanıyormuş.
Arif ve alim dedesi onu tebrik edip, demiş ki:
- Eğer tuttuğun yol İslam'dan başka yerlere gidiyorsa, yata¬
ğını cehenneme serebilirsin...
Sabahın sekizinde Dolmabahçe Stadyumu'nun önünden ge¬çiyordum, bir de baktım ki o adam ayakta dikili}'or. "Hayrola?"
136
deyince, parmağıyla kalabalığı gösterdi: "Dokuz saat sonraki maça şimdiden kuyruğa girmişler. Bunların futbola bağlılığını ben de ibadete bağlılıkta gösterebilsem diye, ibretle seyrediyo¬rum."
O adam Almanya'da vaaz ederken de: "Alman polisine itaat ettiğiniz kadar Allah'a itaat etseniz, evliya olursunuz" demişti.
Vezirin biri veliye rica etmiş:
- Himmet buyurun ne olursunuz, gece gündüz padişahımı
memnun etmeye çalışıyorum, yine de üzerim diye korkuyo¬
rum...
Veli derin bir iç geçirmiş:
- Keşke senin padişahını memnun ettiğin kadar.ben de
Rabb'imi memnun edebilsem...
Her kuş yeme koşarken tuzağa düşer. Her haram da bir tuzak!.
137
DÖRDÜNCÜ KISIM
Sorular ve Cevaplar
- Çok üzüldünüz mü?
İslamiyetin en büyük hususiyetlerinden biri de ifrat ve tef¬ritten uzak kalmaktır, bunun için sırat-ı müstakimden söz edi¬lir. Bu bakımdan "çok" kelimesine fazla iltifat etmemeli. Hele hele üzülmekte, sevinmekte... Herşeye üzülen, her şeye sevi¬nen insan, esen rüzgara tabi olup, yaprak gibi sallanır. Son 300 senelik tarihimizi okuduğumda üzülüyorum. Müslümanla İslamiyet arasında utanç duvarları çekilmiş. Müslümanlar İsla-miyeti gereği kadar öğrenip yaşayamıyorlar. Batının ilmini, tekniğim alamadığımız gibi, İslam medeniyetinden de uzak kalmışız. Şahsi hayatımdaki üzüntülerin hiçbir önemi yok. Fa¬kat Müslümanların İslamiyet'ten uzak kalması üzüntü sebebi...
- Çok sevindiniz mi?
"Sevmek nedir?" Kalbsiz miyim? dedim. Sonra anladım ki dün¬yaya gelmemizdeki gaye Allah'a iman etmektir. Allah'a inananlar, O'mı sıfatlarıyla öğrenebilirler, başka türlü öğrenmek mümkün de¬ğil.-Sıfatlarıyla öğrendiğimiz Allah'ı severiz. Allah'ı sevmenin ala¬meti O'na itaat etmektir. Yani Haramlardan kaçıp, helal dairede ya¬şamaktır. Hangi yemeği sevip, sevmediğimi bilmiyorum. Çocukla¬rı, kırları, kibar insanları sevdiğimi de söyleyemem, hoşlanıyorum.
139
Sevgi içe ait bir keyfiyet, ölçülemez. İç dünyamız çok geniş ve ka¬rışık, oralarda dolaşıp, bir karara varmak zor. Amma insanı yara¬tan Allah İslamiyet'i gönderdiği için, dinimizle bütünleşen insan güzeldir. Dinimiz ölçü ve ahenk... İslam ahlakı şahane!. Bunlar se¬vilebilir. "Çok sevdim" ifadesini hayatımda kullanmadım, hatırla¬mıyorum.
- Ah keşke dediniz mi?
İrademiz dışında dünyaya geldik. Çocukluk devremizde kendi kendimize değildik, ebeveynimizin gösterdiği yolda yü¬rüdük Delikanlılık devremizde deliliğimiz tutmuş olabilir am¬ma çevrenin tesiri de inkar edilemez. Hayal dünyasına dalıp mazinin tarlalarında dolaşarak "Ah keşke" diyeceğimiz çok şey olabilir, neye yarar? Mazi elimizden çıkıp gitmiş, istikbale hükmedemeyiz, Öyle ise yaşadığımız zamanı en iyi şekilde kıymetlendirmek gerekir. İyiyi, güzeli tarif eden de İslamiyet-tir, eğer anlaşılırsa... Namık Kemal:
Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake,
Edip tezyid-i gayret müstefit olmak nedametten.
Diyor. İnsan gayretini artırırsa geçmişin pişmanlıklarından intikam alır.
- Çok beğendiniz mi?
Kainat nizamıyla İslam nizamının bütünleşmesini çok be¬ğeniyorum. İslamla Müslümamn bütünleşmesini çok beğeni¬yorum. İlimle sanatla, ahlakla bütünleşen insanları beğeniyo¬rum. Kendini insanlara değil de, Allah'a beğendirmeye çalı¬şanları beğeniyorum. Bu arada kendimi beğenmediğimi de söyleyeyim.
- Çok pişman oldunuz mu?
"En büyük keşifler, hayalle doğar" derler, doğrudur. Fakat pek çok insanı da atalete atan, hiçbir şey yapamaz hale getiren yine hayallerdir. "Boş insanlar bol bol hayal kurar.
Romancı olduğum için hayalimin kuvvetli olduğunu ben
140
de kabul ederim. Yüksek mevkiler, makamlar kazanabilirdim. Zengin de olabilirdim. Nefis böyle şeyler istiyor. Kaçırılan fır¬satlar pişmanlık doğurur. Amma dindar olmanın çilesini çe¬kenler de. Ben hep çilesini çektim, pişman değilim. Çünkü bi¬liyordum ki çilesini çekmediğim şey, benim değildir, pek çok kimse benim gibi kimselerin lüks hayat yaşadığını zanneder. Halbuki harflerin dünyasında kaybolmuşum. Hiçbir şeyin ta¬dını alamaz duruma gelmişim. Dünya bana, ben de ona küs¬müşüm... pişman değilim.
- Hiç anlamadığınız nedir?
Gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında inançsız (ateist) in¬sanlarla karşılaştım. Allah'a inanmadığını söyleyen insanların da organlarını yaratan ve yaşatan Allah. Adamın her zerresi Allah'ın varlığına delil, sadece diliyle Allah'ı inkar ediyor. Bu mantıksızlığı anlayamadım. Hatta "Prensiplerim" dediği şeyler İslam'a çok uygun. İslam'a düşman olmasını anlıyamadım. Hı¬ristiyanlığa karşı çıkan pek çok ilim, sanat adamlarının, müte¬fekkirlerin, filozofların İslam'a çok yaklaştıklarını gördüm, Müslümanların onlara, onların İslama ulaşamamasının sırrını anlamıyorum. Kısacası insanları anlamak zor, yoksa başka şey¬ler kolay anlaşılıyor.
- Hiç sevmediğiniz?
Her evde hela da var, mutfak da, kütüphane de olmalıdır. Hela temiz tutulmalı, kapısı, örtük olmalı. Mutfakta yemek piş-meli fakir fukara unutulmamalı. Midelerine güzel ve lezzetli gıdaları dolduran insanlar, beyin midesini ilimle, kalb midesi¬ni de imanla ve ibadetle doyurmalı. Her insan bir saray gibi¬dir. Acaba bu saray hangi ülkenin sarayına benzemektedir? Bazılarını sevemiyorum.
- Asla kabul etmiyeceğiniz?
Keşke hiçbir menfi tavrım olmasaydı, Kabul etmem, iste¬mem, yapmam gibi kelimeleri ya hiç kullan ma saydım veya
141
çok az kullansaydım. böylesine ince ahlaki kaideleri anlatan az. Herkes gibi hayata başladım, sonra kendimin heykeltıraşı oldum. Mermer sütunumu yonta yonta onu insana benzetme, ye çalıştım. Menfi kelimeleri, menfi halleri ata ata bitireme-dim. Alışkanlıkların prangasından kurtulmak zor.
1952'de memuriyete başladım. O zaman içki içmekle, ku¬mar oynamakla ve kız arkadaş edinmekle çağdaş olunuyordu. Böylesine çağdaşların ilimden, kültürden mahrum kaldıklarım gördüm, sağlıklarını kaybetmişler, itibarları hiç yok. İşte o ha¬yatı kabul etmedim. Sürünmemek için ilme, irfana ve dinime sarıldım. İslamiyetin dışındaki hiçbir hayatı kabul etmek iste¬mem.
- Neme lazım der misiniz?
Meyhaneler, kumarhaneler, barlar ve benzeri yerler ağzım açmış dev gibi, evlatlarımızı, torunlarımızı istiyor. Haramda hayır yoktur. Bunu yakinen gördük. Öyle şeyler var ki, onlara "Neme lazım" desek, kendimizi .onlara peşkeş çekeriz. Hayat, insan yutan kumsala dönmüştür. "İnsan ol" dediklerimiz de insan, Biyolojideki insanla, insanlık vasfını kazanan arasında çok fark var, Yalnız, evet yalnız ilim ve irfan yolunda ilerleyen insanların da yalnızlığı inkar edilemez. Acaba bunlar neme la¬zım mı diyor, yoksa karanlık dünyamıza bir mum olup, yanı¬yor mu?... İslam güneşi batınca Müslümanlar karanlıkta kal¬mış. Yol göstermeye giden çukura düşebiliyor...
- Tek arzunuz ne olabilir?
Taa 1953 yılında bir alemin içine düştüm. Ben kimim, ne yapmak istiyorum? Gayem nedir? Nereye gidiyorum? Bu soru¬ları ya sormadım veya sordumsa da hâlâ cevapsız kaldı. Mut¬laka birşeyler yaptım. Koştum, terledim. İzin kullanmadım, dinlenme nedir bilmiyorum. Ne yaptım, ne kazandım? Bunla¬rın hesabını hiç yapmadım ve yapmıyorum. Allah'ın rızasına nail olma ahirette anlaşılacak birşey... Ümit ederiz. Fakat bu dünya! Bu karışık dünya ve beni bana bırakmayan bu dünya...
142
fvlevki, makam, servet istemedim. İstemeden elde ettiklerimi de elden çıkardım. Her hadiseyi bir ikaz-ı ilahi kabul ettim. Gül güzel, dikeni de gerekli başka ne isteyebilirim? İslamiyeti öğrenmek, anlamak ve yaşamak elbette ki her Müslümamn en büyük arzusu. İlim okyanusunda boğulmadan Cennet sahiline çıkabilmek ne güzel.
- 'Harikayım' diyebilir misiniz?
İnancımıza ve tecrübelerimez göre: "Bütün iyilikler güzel dinimizden, bütün kötülükler şahsımızdan kaynaklanmakta¬dır, Denecek ki: "Müslüman olmayıp da.iyi olanlar da var?" Onlar, ya İslam medeniyetinden faydalanmıştır veya tecrübe¬leriyle iyiliği bulmuştur. Mesela, ayyaşı görüp onun durumu¬na düşmemek için içki içmeyen gayri müslim çok. Bendeniz de ilmimi, sağlığımı, itibarımı'dinime borçluyum. Eğer 1953'de İslami çalışmalara başlamasaydım, hatalı hem de çok hatalı bir hayat yaşayabilirdim. Çünkü arkadaşlarımın çoğu perişan oldu. Ben 25 kitap yazdım, hem de şükredebileceğim bir hayatı yaşadım. Harika değilim, harika olan İslamiyet, Al¬lah'a hamdedelim.
- Oh olsun dediğiniz var mı?
Zamanın, gençliğin, dinin kımetini bilmeyenler çok kötü durumlara düştü. Allah bu dünyada da verdi. Ağlayan göze yüreğim tahammül etmez. Birileri için "Oh olsun!" demekten¬se "Rabbim beni koru" demeyi tercih etmişimdir. "Rabbim. ne¬yin benim için hayırlı olduğunu bilmem, Sen beni rızana mu¬vafık noktada bulundur."
İntikam da insana ait bir lezzettir amma kanayan yaraları sarmak, düşenin elinden tutmak, gözyaşı silmek güzel. Menfi¬den müsbete geçmek lazım. -
143
Yeni düzen
Bir zamanlar, insan ayağı değmemiş, balta girmemiş, koca¬man bir orman varmış. Ağaçların başı göğe erer, diplerinden buz gibi sular akarmış. Her türlü hayvan kendine yer bulup, geçinip giderlermiş.
Bir gün Apalar bu ormana kral olmuş. Varlığım belli etmek, kendilerini saydırmak için karar üstüne karar almışlar:
- Ayaksız solucanlara ayak takılacak, kırkayakların da ayak¬
ları azaltılacak!
Emir demiri eritirmiş. Solucanlar meydanın bir yanma, kır¬kayaklar da öbür tarafa toplanmış. Kral tarihi nutkunu söyle¬miş:
- Sevgili milletim, biz çağdaşız, sosyal adaletten yanayız.
Akıl var, yakın var: Solucanlar ayaksız gezerken, öbürünün
kırk ayakla kırk zahmet çekmesi, çağ dışı bir olaydır. Şimdi
kırkayaktan yirmi ayağı alıp, solucanlara takacağız, her ikisi
de rahat edecek.
Solucan:
- Sayın ve çok çağdaş kralımız ve onun etrafındaki ateş bö¬
cekleri! Bizi toprak altından çıkararak, hepimize en büyük kö¬
tülüğü yaptınız. Belki hepimiz öleceğiz. Bir de ayak takmaya
kalkarsanız bırakınız yürümeyi, sürünenleyiz bile.
Kral ayağa kalktı, parmağını ileri uzatarak, olanca gücüyle bağırdı:
- Hiç kimse akıl yolundan bizi geri çeviremez, hiç kimse
çağdaşlığa mani olamaz! Ateş böceklerinin.aydınlattığı yolda
yürüyeceğiz!
Kırkayak parmak kaldırdı, kral yan gözle bakıp:
- Beni memnun edeceğin bir sözün varsa söyle,,yoksa sus!
- Sayın kralım sizin memnun olup olmayacağınızı bile¬
mem. Lakin ben kırk ayağımla çok rahat yürüyorum. Bunun
birini alsan, yürümeyi sasırım...
144
Kral iki elini havaya açtı:
- Bu kadar akılsız bir milletle ben ne yapabilirim?
Aslan kahkahayı bastı:
- Boa yılanına da boynuz tak, her şey düzene girsin...
Apalar çok kızdı:
- Unutmayın ki ben kralım! Hepiniz bana itaat etmek zo¬
rundasınız! Aksi halde...
Sözünü tamamlamadan Menan Cinleri tahtın her tarafına doldu. Menan dede arkadan başını uzatıp, kralın kulağına fı¬sıldadı:
- Kurulu bir düzeni bozuyorsun, senin de düzenini bozar¬
lar...
-Kim?
- Mikroplar.
- Mikroplar kendine güveniyorsa meydana çıksın, hepsini
helak edeceğim!
- Helak olmak için -kurulu düzeni bozup, kendi düzenini
kuruyorsun...
- Bu dünyada sadece benim düzenim vardır, başkası ola¬
maz! . ? •
Tam bu sırada kralın, sancısı tuttu, feryadı yeri, göğü çınlat¬
tı. - '
Solucanlar, kırkayaklar dağıldı.
Boa yılanı, boynuzlarının bitip bitmediğini anlamak için
gole baktı.
Aslan büyük bir taşın üstüne çıkıp, kükredi:
- Ahmağın öldüğüne yanmam da, bir gün "Burada büyük
bir kral yaşadı" deyip, benim krallığıma gölge düşüreceklerine
yanarım, diyerek, kayadan indi, salma salma ormanın içinde
kayboldu. '
145
hayata düzülen dipnotlar F: 10
Deli
Belediye bulunan köylere "belde" diyorlar. Beni de böyle bir yere çağırdılar.
Otobüsten.indim, çantamı sallaya sallaya beldeye doğru yü¬rüyordum.
îlerde bir kalabalık vardı: "Acaba beni karşılamaya mı çıktı¬lar?" diye oeketi ilikledim, saçımı, sakalımı düzelttim. Kalaba¬lığa yaklaştım, benimle ilgilenen yoktu. 40 yıllık köylü gibi milletin arasından geçip, ortaya çıktım. Yerde bir kedi ölüsü yatıyordu, biri de dikilmiş nutuk çekiyordu:
"Yeri asla doldurulamaz! Zıpladı mı duvara çıkardı. Buldu¬ğunu yer, yutardı. Helal, haram dinlemezdi. Mart ayında aşkı¬nı ilan ederdi. Nikah, mikah umurunda değildir. Dilediğiyle gezer, istediğiyle sevişirdi. Ters birine rast gelirse saatlerce hırlardı, mırlardı. Zayıfı buldu mu ezerdi. Köpeği gördü mü kavağa tırmanırdı." - Adamcağız nefes alıp, yutkundu, bir alkış tufanı koptu. O
devam etti:
"Artık yağmur yağmayacak, yerler çamur olmayacak, güneş de doğmayacak. Onu erken kaybettik. Aslan kedim... Şüphe yok ki o hayvanların şehidiydi..."
Biri devreye girdi:
- Şehidse cenazesi yıkanmaz, kefenlenmez...
Öbürü ellerini açtı:
- Bari dua edelim...
Deli kızdı:
- Beyinsiz, hayvana dua edilir mi?
Alkışlar, kahkahalar birbirini takip ederken, yine delinin sesi duyuldu:
- Ey cemeat, bizim kediyi nasıl bilirsiniz?
146 .
Herkes buz gibi kesildi, biri mırıldandı: "Hayvanın biriy¬di..."
Deli ciddileşti, parmağını kalabalığa uzattı: - Şu kedi, hayattayken, hanginize zarar verdi? Kimin malını yedi, kime iftira etti, kime yumruk attı? Ey cemeat, kedimi iyi¬likle anın!...
10 yaşındaki çocuk sordu:
- Onu iyilikle ansak, cennete gidecek mi?
Deli gerdan kırdı, herkese manâlı, manâlı baktı:
- Ne cenneti be, cehenneme bile gidemez! Onun yeri hen¬
dek.
- Öyleyse bırakıp, gidelim...
Deli, duygulu gözlerle kedisini süzdü, kendi kendine söyle-nircesine: "Onun üzerine yağmur yağmasın, köpekler onu par¬çalamasın... Ona güzel bir mezar yapacağım..."
Belli ki rahatsızlığı artmıştı, topluluğa bir göz attı:-
- Kedime dua okumayacaksınız haa, o ne güzel minnoşdu...
Yaşlı adam akıllılığını gösterdi:
- Ula deli, hayvanlar dua ister ini?
Deli, birdenbire neşelendi:
- Öyleyse alkışlayalım...
Alkışlar başlayınca:
- Şarkı da söyleyelim:
Kedim, kedim güzel kedim.
Dmgır mıngır edelim.
Şangur şungur gidelim.'
Kedim, kedim güzel kedim.
Kediyi alkışlarla, şarkılarla gömdüler.
Kalabalık dağılırken biri: "Bu adamın aklı gidip, gidip geli¬yor. Bir leş için bize neler neler söyledi: Kedi kadar iyi insan azmış... Bu, delinin söyleyeceği söz mü?"
O sırada beni gördüler:
147
- Arkadaş sen niye geldin?
- Konferans verecekmişim...
-Ha, desene şimdi de seni dinleyeceğiz...'
Bayram
Doğu Anadolu'da dolaşırken Bayram isimli bir adamcağızla karşılaştım.
- Demek sen doğunca annen, baban bayram etmiş ki, senin
ismini Bayram ko3'nıuşlar...
Güleceğini zannettim, önüne baktı, bir zaman sustu, mırıl-danırcasına:
- O devirler çok gerilerde kaldı, belki milattan evveldi...
Dinlediğimi görünce, devam etti:
- Köyü yerle bir ettiler... Davar gitti, tavuk gitti, tarla gitti.
Kerpiçten, taştan da olsa, başımıza sokacak bir evimiz vardı.
Tezek de yaksak, sıcacık bir yuvamız vardı. Tarladan ekmek,
koyundan peynir, dereden su gelir, kimseye minnet etmeden
yaşardık. Şimdi yersiz, yurtsuz kaldık. Gün oluyor, bir ekme¬
ğe, tek yumurtaya muhtacız. İş yok, para yok, gerisini var dü¬
şün. O kadar çaresiz, o kadar kimsesizim ki, bazan kendi ken¬
dime soruyorum; "Nerde benim milletim, devletim?"
"Bayram gele, bayram gele" dedik, işte bizim Bayram böyle geldi.
Ben de hüzünlendim, ağzımı bıçak açmadı. Dert adamı söy-letirmiş, o anlattı:
- Bir avuç PKK'lıydı gardaş, on sene evvel bir avuçtu... Bir
avuç PKK'lı, kocaman devlet, on sene bir ömür... Ne bitmez,
tükenmez bir şeymiş bu? Aslında devlet de, PKK da beni ilgi¬
lendirmez, biz perişan olduk. Yani vatandaş perişan oldu. Hatta
148
eskiden "köylü efendimizdir" derlerdi ya, efendi uşak oldu, di¬lenci oldu, suçlu oldu.
Sağa, sola baktı, ellerini ovaladı, gözlerimin içine bakarak:
- Bizim felaketimiz başkalarına bayram oldu: Koruyucu
bayram eder... Zamlı maaş alan memur bayram eder. İşini yo¬
luna koyan esnaf bayram eder. Hatta PKK'ya karışan, evine üç,
beş kuruş gönderip, o da bayram eder. Elbette Ankara'da da
bayram güzeldir. Bize gelince gardaş, bize gelince, var olan bir
şey yok ki, yok olanı söyleyeyim. Eğer işe yararsa dert var,
elem var, keder var...
Gözünü ve burunu sildi:
- Bunları anlatmamın ne faydası var? Dermansız derde düş¬
müşüz... Ümidimiz bahara kaldı. Hiç olmazsa titremekten kur¬
tuluruz, sırtımız ısınır, biraz ot toplarız..: Kağıdı, kalemi topla¬
dığımı görünce:
- Gazeten var diye bağrımı açtım, belki yazarsın, belki oku¬
yan olur. Belki bu vatanda, bizim gibi vatandaşların da oldu¬
ğunu duyan olur.
Yaşlı gözlerle adamın elini sıktım, çıkıp, dolaştım. Bomboş uzanan ovalar, cenaze gibi yatan dağlar, gözyaşı gibi akan çay¬lar. Sanki ağaçlar saçım, başını yolup, kupkuru kalmış... Sanki gök kubbe, yer için ağlamış.
Zengin yurdumun fakir insanları da böylece bayram yap¬mış. Devletin, hükümetin gözü aydın olsun!
Gizli din
Gerçi "Allah indinde din İslamiyet'tir" amma, Hıristiyan, Musevilik, Budizm gibi birçok din var.
"Dinsizlik dini"nden de söz edilince, dinler enine boyuna yayılmaktadır.
149
Allah isminin yerine idea, monat, tabiat, doğa, materyalizm gibi kelimeler kondu.
Hele izm'le biten felsefi akımlar, düşünen beyinleri epeyce meşgul etti, edeceğe de benziyor...
Tapma meselesi iyice dallı budaklı... Hintli'nin öküzünden Buda'nın heykeline kadar tapan'tapana...
Bir güzel kadına, bir soliste... Paraya, makama, şöhrete...
Hastalık başkadır, teşhis daha başka... Bazı doktorlar teşhisi söylemez ki hasta çökmesin...
Putu teşhis etmek hiç kimsenin işine gelmez, herkes az çok bir ümit ışığıyla yaşıyor.
Ferdin şuna, buna inanması... Hayatını, şöyle böyle düzen¬lemesi zannedildiği kadar önemli değil. Asıl önemli olan ferdi, belli bir hayat şekline sevk etmektir.
- Benim istediğim gibi yaşayacaksın!
Çok çeşitli devlet kuruluşları var. Memur veya işçi olan bel¬li bir şekli, belli bir işi ve mesaiyi kabul etmiştir. Fakat gönüle uzanan ellere ne diyeceksiniz?
- Özel hayatını da kontrol ederim...
- Benim istediğimi seveceksin!
- İş yerinde yönetmeliğe uyacaksın, salonda iki kadeh ata¬
caksın, inancın gereği namaz da kılabilirsin...
Bu istekler, bu emirler, ferdi tepeden tırnağa elden geçirir, onu istediği kılığa, kıyafete soktuktan sonra, iç dünyasını da katar karıştırır ve şahsı ümitsizliğe atar. İşte sen busun!
"Seni bu hale sokan kimdir?" diye sorulsa belki hemen ce¬vap veremeyebilir, belki de gururuna yediremez." Canımın is¬tediği gibi yaşıyorum.." der. Baskılar, ister içten, ister dıştan gelsin... İslami hayatın dışında çeşit çeşit yaşayış tarzı var ya... Sistemler, rejimler, ideolojiler ve eğitim... Bunların hepsi ferde bir yaşama biçimi verir... Konuşmasından, giyimine, ye¬mesine, içmesine kadar her şeyde onun yerini tayin eder. Ne yazık ki çoğu yerini bilmez.
150
Çevresine göre şekillenenler... Alışkanlıkların esiri olan-iar... Hayatını ideolojisine vakfedenler, nelere, nelere hizmet ederler?
Pek az dindar, İslam'a bu kadar bağlıdır.
Gizli bir din milyarlarca insanı kendi dünyasında yaşatır¬ken, acaba kaç Müslüman, Nuh'un gemisine binebilmiş...
İslam'a tabi olan, İslam'a hizmet eden herkes, gizli dinin hedefidir.
Siyaset, din ve eğitim
1997.
Benim yaşımda, her zaman görüşüp, konuştuğumuz CHP'li, emekli arkadaşımla bir sohbet yaptık:
- Sekiz yıllık kesintisiz yasa tasarısının dördüncü maddesi¬
ne Baykal karşı çıkıyor, Meclis'ten geçerse Anayasa Mahkeme-
si'ne gideceğini söylüyor, siz ne dersiniz?
Tebessüm etti:
- Baykal kendi çizgisinden epeyce ayrılmış. Marksizm'e gö¬
re: "Dinin silinip gitmesi kendiliğinden olmaz. Halkı tabiat bi¬
limleriyle, ateizm (inkarcılık) ruhuyla yoğurmak lazım ki din
gitsin." Nasıl ki Müslümanlar eğitimle İslamiyet'i halka öğret¬
mek istiyorsa, Marksist'ler de eğitimle halkı dinden uzaklaştır¬
mak ister. Baykal, din ve ahlak derslerinin Milli Eğitim Bakan-
lığı'na verilmesini istiyor. Düşününüz Marksist çizgideki bir
solcu, din ve ahlak eğitimin kabul ediyor, daha ne istiyorsu¬
nuz?
Bu sefer gülmek sırası bana gelmişti:
- Kur'an kurslarını, hafızlık eğitimini kabul etmiyor, din eği¬
timini de Diyanet'e değil Milli Eğitim'e veriyor, çelişki değil mi?
151
- Bir solcunun din eğitimi istemesi, kendi ideolojisine ters...
Çünkü sosyalist devrimlerde din, sosyal etkisini er geç bitir¬
mek zorundadır. Siz de neredeyse Baykal'm imamlık yapması¬
nı isteyeceksiniz...
- Peki, size göre kesintisiz eğitim nedir?
- Bizde parti liderleri de general gibidir, her şey emir ve kumandayla yürür. Erbakan'm vazifesi politize olmuş dindar¬ları bloke edip, sokağa dökmemekti. Vazifelerinden biri de ik¬tidara gelmemekti. Fakat diğer partilerin hataları RP'yi iktidara taşıdı. Onun taraftarları deşifre oldu. Bu da diğer ideolojileri rahatsız etti. İki hedef seçtiler. RP, koltuktan inmeli!. İkincisi de RP bir daha iktidarolmamalı. RP'nin iktidar olmaması için, onun zamanında onun taraftarlarını iyice rahatsız ettiler. İkti¬dara gelmemesi için de dinî eğitimin köküne asit döküyorlar...'
- Yani bütün mesele Refah Partisi mi?
- Hayır siyaset...
- Biraz açar mısın?
- Birincisi iktidar kavgası var. Bunu da iki kısımda ele ala-,
cağız. Evvela halkımız Müslüman. Nasıl Müslümansa, işte öy¬
le Müslüman... Hangi parti dini omuzlasa, onunla mücadele
edilemez. t>yleyse dinle bütünleşen bir parti olmamalıdır. Za¬
ten hepsi de dinle bütünleşemez. Bunun için RP'nin, dini siya¬
sete çekmesine hiçbir parti izin vermez. İkincisi "Müslüman
değilim" demezler amma ideoloji, rejim, felsefe, artık ne derse¬
niz deyiniz, bunların gereği olarak, İslamiyet'e, Müslüman'a
karşı çıkan çok. Onlar ideolojilerine öyle sahip çıkıyor ki,
Müslüman, İslamiyet'e o kadar sahip çıkamaz. Her Müslü¬
man'ın da dini anlayışını ve yaşayışını beğenmek mümkün de¬
ğil. Sonra, evet sonra; gelişen, ilerleyen, süper güç olan kapita-
iist ve sosyalist ülkelerdir. Bunların da kökü Hıristiyanlıktır.
Bu devletler İslamiyet'e hizmet etmeyeceğine göre ihanet ede¬
cekler...
- Yarınlar için ne dersiniz?
- Refah, muhalefetteyken İslamiyet'e daha çok hizmet edebilir.
152 .
Müslümanlar ekonomik, kültürel üstünlük sağlamadığı sürece diğer partilerin dini hizmetlerine razı olmalı, gürültü de etmeme¬liler.
Çocuk ve devlet
1997.
Bir köye yolum düştü. Şadırvanda abdest alıp, caminin ba¬hçesine oturup, köyü seyretmenin zevkine daldım. Baktım bir çocuk: "Siz neyi bekliyorsunuz!"
- Namazı...
- Okuyor musun?
- İlkokulu bitirdim, bir buçuk senede hafız oldum, imam
hatibe gidecektim, kapattılar...
- "Niçin imam hatibi seçtiniz?
- Biraz Arapça, birazcık da din öğrenirdim, ondan sonra iş¬
letmeci olacaktım.
- Neden işletmeci?
- Diyanet'ten maaş almak istemiyordum... İmam Hatip lise¬
sinde aldığım bilgileri geliştirerek ilim adamı da olabilirdim... '
Tebessüm ederek:
- Maaşı başka yerden almak, İslam'a hizmet etmek..
- Maşallah, bunları neiden öğrendin?
- Babam, hocalarım ve yazılar...
- Çok güzel.
. Hemen bir soru daha sordum:
- İmam Hatip lisesini seçmenin sebebi, sadece Arapça ve di¬
ni bilgiler mi?
153
- Orda anarşi, sigara, uyuşturucu yokmuş... Kız öğrenciler
ayrıymış... Okullar, camiye yakınmış... Babam böyle şeyleri
çok anlatıyor...
- Baban neci?
- Fabrikada bekçi...
- Tebrik ederim, babanız iyi bir evlat yetiştiriyor.
Kalktı, ezan okudu, zevkle dinledim. Camide de müezzinlik yaptı. Namazdan sonra imam: "Köyümüzün tek hafızı" diye, . çocuğu takdim etti. "Çocuklardan tek hafız" demeyi de ihmal etmedi.
Biz, yine o çocukla sohbete daldık:
- İmam hatibe gidemeyeceğinize göre, hangi okula gidecek¬
sin?
Bir noktaya baktı, baktı:
- Bilmiyorum...
Özel kolejlere gidemeyeceği belli, söylesem, üzülecek...
- Devlet okullarına gidebilirsin... Şimdi 14 yaşındasın, 3 se¬
ne dahaokuyacaksm 17... O yaşta İmam Hatip lisesine gitmek
ister misin?
- Bilmiyorum...
- Hafız olduğuna pişman gibisin...
- İmam Hatibe gidecektim...
- Sizi dinliyorum...
- Babam bir hafta gece, bir hafta gündüz bekçilik yapıyor.
"Müdür de benim gibi insan" diyor. "Ben süründüm, sen sürün¬
me" diye beni okutuyor. Hayırsız evlat olmamam için tedbirler
alıyor... Kötü alışkanlıklar, kötü örnekler çok. İşletmeci olacak¬
tım, yönetici olacaktım.. İşe hafızlıktan başladım... Sonra İngi¬
lizce, yüksek tahsil... Müslüman işadamı... Ne bileyim bir sürü
tabirler, idealler... Fakat yolumuz kesildi. Bu duruma, en çok
üzülen babam. Onun bir planı vardı. Şimdi planı suya düştü.
Üzülüyor, kızıyor, bağırıyor. Paralı kolejlere gidemem, fakiriz.
Devlet okullarına güvenemiyor. Ben anlamıyorum amca devlet
niçin İmam Hatipleri kapattı? Biraz da sen konuşsana...
154
- İdealini kaybetme. Hangi okula gideceksen git, büyük adam ol, dertlerimize çare bul...
Yaralı bir insan gibi ayaklarımı sürükleyerek oradan ayrıl¬dım...
Söylemediklerimi işitiyor musunuz?
Bin sene evvel yeryüzünde insan çok azmış. Halk nehir ya¬hut deniz kenarlarında, ormanlık yerlerde yaşarmış. Su dere¬den, tuz kayadan, süt inekten, meyve de ağaçtan gelir, herkes şen ve şakrakmış...
Dağm yamacında bir belde varmış. Aşağıda nehir akar, kar¬şıdaki ova yayılır, uzarmış.
Karnaval günü millet meydanda toplanmış: İçenler, gösteri¬ler, maskeli maskaralar, çalıp, oynarmış.
Onlardan biri dağm başına çıkmış, birdenbire dili tutul¬muş. Dizleri titremiş, düşmemek için kayalara sarılmış.
Sonra kendine gelmiş, geri dönüp, olanca gücüyle kabilesi¬ne bağırmış:
- Düşman geliyor, düşman!
Dereler, kayalar yankı yapmış: "Düşman geliyor, düşman geliyor, düşman..."
Karnaval iyice coşmuş: "Deli deli tepeli, Kulakları küpeli..."
Adam oturup, düşünmüş: "Dağın ardını görmek suç mu? Düşmanı haber vermek delilik mi?"
Biraz evvel o- da karnavaldaydı. Bilinmeyen bir hisîe dağa tırmanmış, düşmanı görmüştü.
155
Gelenlere dikkatlice baktı: "Silahları müthiş, atları besili, arabaları avcı kulübesi gibi..." .
Birdenbire hayali geçmişe daldı: "Meyhanede silah yapılır mı? Kumarhanede at beslenir mi? Bize içki gönderenler, şimdi bizi öldürmeye geliyor..."
Dağın başında zihni iyice açılmıştı: "Vatanın güzelliği, düş¬mana davetiyedir. Artık her şeyin bittiğini görüyorum. Dizle¬rimde fer kalmadı ki koşayım... Nefesim kesildi ki bağıra-yım..."
Gözünü ufka dikip, kendi kendine söylendi: "Manastır da, meyhane de işgal edilecek. Birbirine zıt iki hane mezar-olmak¬ta bütünleşecek!"
Düşman sırtı aşıp, derenin içinden şehre iyice yaklaştı. Ba¬zılarına maske takıp, onları karnavala saldı. Sarhoş olmayan bu adamlar, sarhoş gibi davrandı.
Dakikalar ilerledikçe, karnavala katılan kadın ve erkeklerin sayısı da artıyordu.
Tepedeki adam şaşıp kalmıştı: "Düşman dost mu oldu? Kendisi dosta düşman mı demişti? Sahiden çıldırmış mıydı?"
Deredekilerin sayısı azaldıkça karnavaldaki maskelerin sa¬yısı artıyordu. Sızanlar sızıp kaldı, sızmayanların gözü dört açıldı, zira bekçiden krala kadar yönetim tamamen değişmiş, deîlak avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
- Ey halk, duyduk duymadık demeyin, silah taşımanın ce¬
zası ölümdür!
Biri mırıldandı:
- Biz zaten şişe taşırdık, silah değil...
Onların eline yine şişe verdiler: "Dünyaya bir kere gelecek¬siniz, yeyin, için, eğlenin..." dediler.
Bir de baktılar ki, kral, domuz çobanı olmuş... Ey at, ey ok, ey araba, sen neleri alt üst ettin!...
156
Torbadaki sorular
Tahsilli, kültürlü, bilgili adam anlatıyordu:
- Niçin bu dünyaya geldim? "Geldim" diyorum, aslında ben
gelmedim. Başka bir şey de olabilirdim. Annem, babam başka¬
sı da olabilirdi. Daha evvel nerdeydim?
Düşündü, ufka bakarcasma konuşmasına devam etti:
- Şimdi dünyadayım, ne yapacağım? Yaptıklarım yeterli
rai? Her şeyi açıkça bilemiyorum, Herkes de birbirine açık de-
Sil—
Döndü yüzüme baktı, ellerini ovuşturdu:
- Nereye gideceğiz? "Başka alem" diyorlar, nedir, neresidir? .
- Tefsir, falan okuyor musunuz?
Güldü:
- İnancımı mı soruyorsunuz?
- Yoo, dini kitaplar okuyor musunuz?
- Okumamak mümkün değil. Din, kültürün bir parçası.
Şöyle, böyle herkesin dünyasına din girmiş. Din olgusu, dün¬
yanın her tarafında olmuş, olacak!
- Bir kısım sorularınıza orda cevap bulabildiniz mi?
- Soru çok! Doğumdan evveli, ölümden sonrası.. Bu iki
meçhulün arasında güya bilmen dünya! Ben kendimi bilemi¬
yorum.'Bazı hallerimi anlayamıyorum... İnsanları hiç anlaya¬
mıyorum, diyebilirim. İnsanların insanlarla ilişkisi çok çeşitli.
Ot gibi yaşamak da mümkün değil. Artık ben okuyan, düşü¬
nen, soru üreten bir insanım. Bir kısım sorularımın cevapsız
kalması beni rahatsız ediyor, tatminsizlik doğuyor...
Büyük bir şehirde doğmuş, büyümüş, köklü, zengin, kültür¬lü bir aileye mensup... Tahsilini yapmış, mevki, makam edin¬miş; okuyan, düşüren bu şahsı dinledikçe: "Herkes inkılap ta¬rihini okuyor, herkes Atatürkçü oluyor mu? Descartes'm kitap¬larını okuyanlar rasyonalist olabilir mi? Aynı şekilde tefsir, ha¬dis okumak başka, iman etmek başka!
157
"Tefsir, hadis okumak başka, Müslüman olmak başka" diye¬cektim, fakat cevapsız sorularım pençesinde kıvranan veya so¬ruları atıp, canının istediği gibi yaşayan bir sürü Müslüman var. Açıkçası iki milyara yakın Müslüman.... Müslümanlarda da iman her zaman sorular listesindedir: İman nedir? İmanın, şartlarına "inandım" demek yeterli mi? Neden İslamiyet bir iken, Müslümanlar muhtelif? İmanın alametleri, imanın yaptı¬ğı işler, imanda mertebeler var mı?
Soru üreten insana "Müslüman mısın?" diye sorsaydım, herhalde "evet" derdi.
Müslümanlığın temeli imandır. İmanla, inanmakla alakalı şeyler "soru plam"ndaysa; bu sorulanı üzerine gidip, kafi so¬nuçlara varılmamışsa insan, denizdeki tahta parçasına döner, dalgalara tabi olur.
İmanı, ilmin, ibadetin ötesinde ele almak lazım. Yani iman, apayrı bir konu.
Herkesin ilmi olabilir, herkes bir kısıra ibadetler yapabilir... Bu hallerde bile imanın varlığı, yokluğu., bütünlüğü, yarımlığı gündeme gelebilir.
Zayıf imandan söz edebilir amma yarım iman lafta kalır. İman ya vardır veya yoktur.
Kanada'nın varlığını kimse inkâr edemez. Ederse atlasta ye¬rini gösteririz. Daha olmazsa bir uçak bileti alıp, onu Kana-da'ya göndeririz.
İşte imanın altı şartı da böyle isbat ister.
Cebir dersinde çözülen problemleri, öğrenciler sınıf geçmek için zanneder. Sınıfı geçtikten sonra da onların çoğu unutulur. Bilmezler ki, hayat bir denklemdir. Her gün karşımıza belki beş-on denklem çıkar, insan denklemin unsurlarını yerli yeri¬ne koymasını bilip, hepsinin değerini iyi tayin etmelidir. Bir harfi, yahut rakamı veya işareti.yanlış koydu mu, sonuç bam¬başka çıkar. Hemen şunu söyliyelim ki, insanların ekserisi ha¬yat denklemini yanlı'ş kurmuştur.
158 -
İmanın şartlarını da Öğrenmek başka, anlamak başka, yaşa¬mak daha başkadır.
Müsteşrikler de İslam'ı çok iyi bilir, fakat iman meselesini anlayıp, anlatamazlar, zaten onlar Müslüman değil.
Kurtuluşun sırrı
Bugün Cuma, ulu mabet taşîaşan halini terk etti, kavuk var¬dı, cübbe giydi, Osmanlı oldu. Yılların, belki asırların hasreti¬ni giderdik, içice, can canaydık.
Tanrı, doğa, tabiat gibi kelimeler bana birşey demiyor. Al¬lah dedikçe taşlara can, damarlara kan geldi. Hoca Efendi, Al¬lah'ın emrini, Peygamberin sünnetini tebliğ etti. "Baş üstüne!" dedik.
îslâmiyetin büyüklüğünü, asırlara hitap edişini bir daha an¬ladım: İnsanı nerden nereye getiriyor. İlim, pusula haline gel¬miş, saadet-i ebediyeyi gösteriyor; ibadet, abidi mıknatıs yap¬mış cemaati peşinden sürüklüyor: Mermer sütunlar cemaate yer vermek için kımıldanmaya çalışıyor. "Gelme" dendiği hal¬de bu kadar gelmiş, "gel" deyince yeryüzü bir cami olurmuş.
Arapça, Kur'ân'm kapısını açan anahtardı. O, Arapça konu¬şan Resulûllah'ın diliyle konuştu, baktım aklımla değil, kal¬bimle dinliyorum. Bunun için ne dediğini anlatamam, müm¬kün değil.
Güneşe tebessüm eden çiçeklerimi, her rüzgarda sallanan yapraklarımı, afaka uzanan dallarımı, esbaba sarılan köklerimi, vaazıyla sıktı, beni bir damla su etti. Gördüm ki ona aynayım.
Hayatın başlangıcı su! Ve, hayata mânâ veren gözyaşı su! Kalbimi eritip, gözümden akıttı:
- Savaş meydanında, asker- ağlamaz, dedim."
Gördüm ki günaha atılan en güçlü mermi bu!. Gözyaşı de¬ğil, Asr-ı Saadete akan bir ırmaktır su!. ?
159
- Küfür saldırgandır, dedi.
Ben, idamım bekleyen mahkumdan farksız, bekliyordum Öteler yol bulak için kirnbilir, belki de sehpayı seçmiştim.
- Yine korkuyorlar ha!.
Bir ara çözüldük dağıldık. Mabedin her bir taşı fırladı, biz kanat açtık. Kocaman kuşun küçücük taşla düştüğü gibi:
- Şu hatibe tenkit oku değmesin, diye dua ettim, ben de tir-
keşimi getirmemişim, çok şükür.
Ruhumun, bedenime hakimiyetini bu kadar hissetmemiş¬tim, Hayat gergefinde, ilim iğnesiyle, belagat nakışlarını, doku¬duğu için beni de gergefe germişti, artık ben "ben" değildim, biz'dik, cemaattik.
- Emanete riayet edin!
Ruhumun kulesinde, iz'anımm emriyle, imanımın olanca gücüyle haykırdım:
- Kurtulduk!
Din emanettir, uzuvlar emanettir, mal emanettir, makam emanet!.
- En büyük düşmanınız şahsi günahlarımzdır. Siz kurtuldu¬
ğunuz gün, herşeyin kurtulduğunu göreceksiniz. Bütün Nebi¬
ler, Allah'a sığınarak putlara galip gelmiş, Sünnet-i Seniyye
kalesine girin, sadece emanete riayet edin, kurtulacaksınız!
Bu nasıl bir din ki, asırlara hitap ediyor! Bu nasıl bir din ki bir emri, bir milyar Müslümanı kurtarmaya yetiyor!
Hatibin hayatında ruh gibi dolaştım, o, emanete riayet ettiği için, cemaetiyle beraber tay-ı mekan edip, günahların sel gibi aktığı bir yerde, bizi, Fatih Sultan Mehmed devrinde yaşattı. "Akşemseddin'im" diye elini öpecektim, mahkûmiyetimi ha¬tırladım, gardiyanımdan izin alamadığım için, oturduğum yer¬de kaldım.
-Karanlık dünyama ışık oldun, sağol!.
Güzeller
1969'un güzellik kraliçesi Avusturyalı Eva Reeber Stair, şöhretin zirvesine tırmanmak, daha çok alkışlanmak için bir rejisörle evlendi. On yıl sora hamileyken kocası öldü, geriye bir sürü borçla, bir. de yetim çocuk kaldı. Bir de ümitlerini yi¬tirmiş güzellik kraliçesi...
1972 yılının güzellik kraliçesi ise daha acaip bir hayat yaşa¬mış. Avustralyalı olan Belinda Green aşkından deli olan rock sanatçısı Rod Stewart'la evlendi. Ne yazık ki Rod kendisine yeni sevgililer buldu ve güzellik kraliçesinin pabucu dama atıldı.
O da kendisini içkiye verdi. Düşünmemek, sızıp kalmak için içti. Bu da yetmeyince uyuşturucu kullanmaya başladı ve psikiyatri koğuşlarında ömrünü tüketti.
Şu cennet gibi dünyayı başına cehennem edenlerden biri de 1973 yılının güzellik kraliçelerinden Amerikalı Marjorie Wallance'dir. Sevgilisi otomobil yarışlarında ölünce onsuz ya¬şamayacağını sanıp intihara kalkıştı. Hayatı kurtarıldı amma, olayların şokundan kurtulamayan Wallance, istemediği, sev¬mediği bir hayatın içine girdi.
1974'ün güzeli Helen Morgan kraliçe tahtına çıkmış, sonra evli bir erkekle yaşadığı, ondan bir çocuğu olduğu an¬laşılınca, dört gün sonra tacı başından alınmış, o da seks filmlerinin oyuncusu olmuş...
Morgan'm yerine Güney Afrikalı Annelien Kriel oturmuş. 1974 yılının güzellik kraliçesi Kriel'in birinci evliliği kısa sür¬müş. İkinci defa evlendiği sevgilisi de ölünce, fotoğrafçılara çıplak poz verip, para kazanmış. Birkaç ay sonra yanma kim¬se uğramamış, zira fotoğraflarını çoğaltıp çoğaltıp satmışlar... Artık güzellik kraliçesi de çirkin bir hayatın kurbanı..,
160
hayata düşülen dipnotlar f: 11
161
Taht mı, baht mı? sorusu insanlık tarihi boyunca devam ederken 1977 güzellerinden İsveçli Mary Staven, Los Arıge-les'ta striptiz yaparken tanıştığı bir artistle evlenip, sinema dünyasına girmiş. Ölçüsü ve prensibi olmayan insanların ne yapacağı da belli olmayınca, iyi günlerin yerini kötü günler al¬mış. Boşanmakla kalmamışlar taçlı güzel yalnızlığın çilesine itilmiş...
Fiziki güzellik/huy güzelliği ve akıllı olmak.. Bunlar ayrı ayrı şeyler. Nitekim 1979 güzeli Bermudalı Gina Swainson, dört torun sahibi esrar kaçakçısı bir ihtiyara gönlünü kaptıra¬rak, hayatım zehir etmiş..,
1980 Alman güzeli Brum'un hayat hikayesi daha başka. Se-gilisi: "Benden başkası sana güzel demesin" ısrarı karşısında tEteını iade etmiş, ne yazık ki bu aşıklar mesut olamayınca ay¬rılmak zorunda kalmışlar. Porno filmler çeviren ikinci koca¬sından da bol bol dayak yeyince o da hayata küsmüş...
*
1980 güzeli Kimberty Santos, bir sporcuyla evlendi. Kıs¬kanç koca eşinin gezip tozmasına izin vermeyince, bir gün ge¬linliklerini giydi, düğüne gider gibi hazırlandı, çekmeceden al¬dığı silahı şakağına dayayıp, tetiği çekti... Artık taç kanlıydı.
*.
1987 dünya güzeli Avusturyalı UUa Weigerstorfer, tacını gi¬yer giymez gazeteler kıyamet kopardı: "Bu fahişeyi neden kra¬liçe yaptınız?"
Bu durumda soruyoruz: Güzellik nedir?
162
Bize gelince..
1932 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Halis kazanmış... Bu güzel, Belçika'nın Spa şehrinde düzenlenen "Dünya Güzellik Yarışmasında Tür¬kiye'yi temsil etmiş. Başkan, jüri üyelerine hitaben:
- Biz, şimdi dünya güzelini seçmiyoruz, Hıristiyanlığın (Av¬rupa'nın) zaferini kutluyoruz. Çünkü dün Fransa'daki dansa müdahale eden Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu, bugün, mayo ve sutyenle karşımızdadır. Dün, so.kağı kafes ardından seyreden Müslüman kadın, bugün çıplak olarak sokaktadır. Öyleyse Keriman Halis'i dünya güzeli setnp, kadehlerimizi Av¬rupa'nın zaferi için kaldıracağız!"
Hatırladığım kadarıyla o günden bu yana Türkiye, dünya güzellik yarışmalarına katılmaktadır.
Geçen gün gazetelerde gözüme ilişti, Almanya'run Baden kentinde düzenlenen "Dünya Güzellik Yarışmasında Yeşim Palandüz birinci olmuş.
Güzel kızlar, yakışıklı erkekler çok. Bunlar hiç düşünüyor mu?
Bunları anaları, babaları mı güzel yaptı?
Güzellikleri kendi eseri mi?
Sakat olmamak için ne gibi tedbir aldılar?
Kendileri de çirkin olabilirdi...
Aslında bedeni çirkinlikten çok, huy çirkinliği kötü sonuç¬lar veriyor.
Nice insanlar tanırım ki güzel prensiplerle güzel bir hayat yaşarken... Nice insanlar da tanırım ki, güzelliklerine rağmen kötü hayatın (yaşayışın) kurbanı olmuştur.
"Güzellik engerek yılanından daha tehlikelidir" sözü halen
163
doğruluğunu koruyor. Hangi güzellik kraliçesi mesut bir hayat yaşamış?
Görüyorum ki güzel, sağlıklı, varlıklı olan gençler, daha çok günah işliyor. Sanki Allah'ın verdiği imkanlarla, Allah'a isyan ediyor.
Elbette ki bu imkanlarla ibadet edenler de var.
Nasıl ki en güzel yerlerde, en büyük günah işleniyorsa... İmkanı bol olanların çoğu, günah seline kapılıp, bir çöp gibi gidiyor.
Kadınların açılması kendi açılarından iyi olmadı: Çünkü bir güzele bin göz bağlanırken, çirkin, bunun acısını çekiyor.
Televizyon programlarına hem güzel kadınları çıkarıyorlar, hem bunları soyuyorlar, hem şarkı söyletip, hem oynatıyorlar, Hiçbir devirde haramlar bu kadar reklam edilmedi.
Televizyon bir sahneyi milyonlarca ekranda gösteren bir ci¬haz.
Gazete ve dergiler de öyle değil mi?
Yıllarca evvel Avrupa'dan tonlarca eski tarihli dergi alıp, çıplak resimleri kendi gazete ve .dergilerinde basarak, bu mille¬te hizmet ettiklerini sandılar.
Öyle bir güzellik anlayışı geldi ki, gerçek güzelliği mahkûm etti.
Âlemler içice....
1978 Üçüncü katta bir hastahane odası; hakim renk beyaz ve her taraf ilaç kokuyor, pencere Önündeki dallar birer haya¬let gibi sallanıyor, sessizlik ve bitmeyen gece insana bambaşka bir hal veriyordu.
Saat gecenin ikisini vurdu.
164
- Baba!
- Buyur, bir şey mi istedin, oğlum?
- Hayır. İyi ki hastalandım. Üniversite sıralarında bozul¬
muştu. Günahlar galip gelmiş, beni esir almıştı. Şimdi senin
anlattıklarını hatırladım. "İnsan vücudunda simetrik, eşit olan
çok şey var, bunlar kendi kendine olamaz" derdin.
Durdu, başım öteye çevirdi:
- Küçücük mikroplara, benim gibi yiğidi mağlup ettiren ka¬
inatın hakimi var, ona inanıyorum, baba.
- Süt içer misin evladım?
- Gidiyorum, baba!
- Öyle söyleme, iyileşeceksin...
- Senden hiç yalan söz işitmedim. Bu da yalan değil, beni
teselli etmek için söylüyorsun. "Ölüm yokluk değil" demene
öyle inanmışım ki, ayağımı atınca ahirete geçeceğim. Peygam¬
berimiz orda!...
Kolunu, basma koyup, gözyaşlarını babasından gizledi. İp¬lik iplik akan gözyaşlarıyla sanki eriyordu. Kendini topladı:
- Sahabe-i kiram, tabiin, imamlar, evliyalar ve üstadlar hep
orda, Yalan söylemediğin ne iyi olmuş baba, şimdi ben bunla¬
ra da inanıyorum, hem bütün kalbimle.
- Bir bardak süt vereyim, rahatlarsın...
- Dünya bir bulut kümesi gibi, haldan hale, şekilden sekile
giriyor. Şahane renkler, ışıklar, pırıltılar birbirini kovalıyor.
Hayatım gözümün önünde, günahlarım beni rahatsız ediyor.
Başka bir şey yok, her şey kuş tüyü gibi uçmuş, ben buhar gi¬
biyim, baba...
Adamcağız, çenesini göğsüne dayamış, iki kat olmuştu.
- Baba, bir avuç hayat yaşamışım, içinde pislikler var. Dua
et, Rabbim beni günah pisliklerinden .temizlesin. Zira cennete
pislik giremez, değil mi?
Uçurumlar gibi derin bir sessizlik, saatler kadar yavaş iler¬leyen dakikalar. Dünya ile ilişiğini kesmiş iki insan...
165
- Düşünce ne kadar değişken bir şeymiş? Çocukken ayrı, ft.
sede ayrı, üniversitede ayrı ve şimdi ayrı düşünüyorum. Hele
şimdi çok başka haller içindeyim, ağrılarım tamamen durdu
Bir kapı açılacak ve ben o kapıdan gireceğim. Ne kadar da ha¬
zırım, değil mi baba?
- Saati geldi, ilacını alsan...
Babasının yüzüne baktı:
- Hafızamın çöplüğünden, yıllar evvelki incileri çıkarıyo¬
rum. "Şafii kerim" derdin. İlaca, şifa haysiyeti veren Allah, ar¬
tık o kapıyı kapadı. Bir bambaşka dünya içindeyim, rüya değil.
Bir alem ki küçük değil, büyük değil. Artık zaman ve ölçüler
kendini kaybetti, benim yaşadığım dünya değil.
Başını doğrultup bakmak istedi, çok hafif kımıldayabildi:
- Ağlıyor musun baba? İşte bir terslik de burda, ben sana
ağlamak istiyorum, sen bana ağlıyorsun. Demek şefkat aklım
mağlup etti. Öyle ise bana yine oku. Hani başımı dizine ko¬
yup, dinlerken uyuduğum zamanlardaki gibi oku. Okuduğun
şeyler, içinde bulunduğum alemle ne güzel uyum sağlıyor,
oku!
Adamcağızın manevi dünyasında fırtınalar kopuyordu. İçindeki duyguları bastırarak kitabı eline-aldı, okudu. Göz pı¬narları kurumuştu. Arada bir suyu yudumlayarak, hıçkırıkları¬nı yutmaj'a çalışıyordu.
"Allahu ekber, Allahu ekber" diye ezan okunmaya başladı. Delikanlı gözlerini açtı "Çağırıyorlar" diye tebessüm etti ve öy¬lece kaldı.
Babası, "Derdi vereni bildinse derman içinde dermandır bil" diyerek, abdest aldı, huşu içinde namaza durdu.
Sudaki halkalar gibi, alem içinde alem var ve insan, halden hale giriyor.
Koca çınarın bir dalı daha uçtu, yuvası bozulan kuşlar ağla¬sın.
166 ?
Ölüyle röportaj
Gece bütün karanlığı ile bastırmış, şehirler yer yer aydın¬lık... Lambalar, ah bu lambalar, yolsuz insanlara yol gösteren lambalar. "Zulmetle ayrılık bestesi yazan'lara ışık tutan lam¬balar...
Ölülerin ışığa değil, nura ihtiyaçları var. Bu sebeple mezar¬lıklar karanlık mı karanlık.
Karanlığın yorganını başıma çektim, ölüyle sırdaş oldum.
- Selamün aleyküm ya ehl-i kubur.
- Aleykümselam ya ehl-i dünya!
- Bizde "dinle alâkası olnıayanlar"a ehl-i dfcnya denir, biz
ise ehl-i diyanetiz.
- Yani dünyadasınız...
- Orası öyle, âhiretten bakınca dünyayı nasıl görüyorsunuz?
* Ölü, burada biraz dalgın dalgın düşündü, parmağıyla çene¬
sini hafifçe k'aşıdi:
- Dünya bir okulmuş, orada tahsil yapmalıymışız, Allah'ı sı¬
fatlarıyla öğrenmeliymişiz... Allah'ın hakimiyetim anlamalıy-
mışız, Cennet'e lâyık bir hal almahymışız...
- Bunu yapanlar da var, yapmayanlar da...
Elini salladı:
- Yapmayanları bir yana bırak. Yapanlar da, ya anlar, ya an¬
lamaz...
- Anlamadım.
- Okula yeni giden bile elektrikten haberdardır, fakat elekt¬
riği anlamış mıdır? Bunu anlamaya lise bile yetmez, fakülte
gereklidir.
- Yani sizce iman etmek, Müslüman olmak yetmez mi?
- İman etmek, ağaçların çiçek açmasına benzer. Akasyalar,
167
hatmiler, zakkum da çiçek açar amma meyve vermez. Meyve vermeyen ağaçları odun diye yakarlar, kereste diye kullanırlar Müslüman'ın meyvesi ibadetleridir, ibadet etmeyen müslü-man meyve vermeyen meyve ağacına benzer. Onu da ya keres¬te gibi keser biçerler, veya odun gibi yakarlar. Müslümanlar'm başına gelen felaketlerin sebebi budur. Meyve verenler de iki¬ye ayrılır, kimisi ahlat gibi olup, yenmez, kimisi armut gibidir, yenir. Yenen armut, bitki makamından insan makamına ula¬şır. İnsan tekamül etmek için'dünyaya gönderilmiştir, bu da İslâmiyet'i yaşamakla olur.
- Sizce dünya nedir?
- İnsan uzun bir yolculuğa çıkmış bir yaratık. Yolunun bir
yerinde mola veriyor, işte burası dünyadır.
- Peki, siz Ölümü bizzat yaşadınız, nedir bu ölüm?
Güldü:
- Mola yerinden kalkıp, yola devam etmek...
- Ölü bir insan yola nasıl devam eder?
Yüzüme manâlı manâlı-baktı, acı acı güldü:
- Dedim ya: Biz uzun bir yolculuğa çıkmışız-. Yüzlerce sene
evvel bir başka alemdeymişiz, orada ölüp, annemizin vücu¬
dunda dirilmişiz... Bakınız: Başka alemlerde insanız, annemi¬
zin vücudunda yine insanız; amma bambaşka... Dünya da da¬
ha başka. Demek ölmek, yok olmak değil, şekil, yer değiştir¬
mek, hayatın, bir şeklinden diğerine geçmektir.
- Amma mezar...
Bana acır gibi baktı:
- Fizikte okudunuz; madde, enerjinin peTaştirilmiş (yoğun¬
laşmış) şeklidir. Enerji ise Allah'ın hayat sıfatının bir nevi te-
. cellisi.... Mezarın maddesine- bakma, ondaki enerjiyi, yani si¬zin tabirinizle atomları, elektronları gör, o kapıdan gir ve hayat sıfatının çeşitli tecellileri üzerinde dolaş!
- Peki, öldün ne oldu?'
- Bir anlık bir karanlık, sonra kapılar açıldı, bir bambaşka
168
aleme çıktım. Bir baktım yanımdaki dövünüyor: "Neden inan¬madım?" diye. Meğer bu adam ahirete inanmazmış, görünce pişmanlığın bini bir para... Beni de büyük bir pişmanlık bastı, çünkü ahirette herşey çok açık görülüyor. Dünyada imanın esasları ne kadar nazari ise burada o kadar açık, o kadar tatbi¬ki...
- Kabir azabı, Cehennem falan?
- O pişmanlık ateşi hepsini bastırıyor. Allah'ın ihsan ettiği
nimetler, insanların nankörlüğü... Bu mahcubiyet, en büyük
ateş.
- Bana ve okuyucularıma bir tavsiyen var mı?
Yüzüme ters ters baktı, azarlarcasma:
- Böyle bir soruyu sorduğun İçin tevbe istiğfar et. Allah'ın
Kur'an'da anlatüklarjT-Peygamber'irı sünnetleri size yetmiyor
mu ki, bir de bizden tavsiye veya öğüt istiyorsunuz?
fa. O zamaıi anladım ki gaflet yorganı karanlıktan daha kalm-|;mış, ölüden izin isteyerek, mezarların diriliğinden şehirlerin l'ölülüğüne geçtim ve kimsesiz sokaklarda yürüyordum...
İhtiyar
Geniş asfalt yolda taksiler su gibi akıyordu. Yaya kaldırım¬larında ise omuz omuza yürüyen insan kalabalığı, bir telaş, bir
didişme içinde...
Yolun hemen yanında yükselen, eski bir medresenin taş s duvarı, ecdadımızın vatan topraklarına attıkları imzalardan bi¬ri gibiydi. Ve, bu duvarın dibinde, ayakta iki kat duran, ihtiyar adam, ak saçlarında, kırışık yüzünde bir asrı hülasa ediyordu.
Belli ki bastonundan, daha fazla kendine yardım edecek bi¬rini bulamamış, onun üzerine abandıkça abanıyordu.
169
Birşey söylemeden bekliyor, yalnız kendine uzanan ellere el açıyordu.
Silahı çapraz takıp, atı zengilediğini hatırladı, Doksanüc Harbi dahil bütün harplere iştirak etmişti. At sürünce yerden taş toplardı. Onun heybetine, maharetine herkes hayrandı. Ya¬ğız bir delikanlıydı. At üstünde doğmuştu, at üstünde öleceği¬ni zannederdi.
Bu anda birisi beş kuruş uzattı, ihtiyar, gözlerini kapamış. Dumlu'da taarruza kalktığından bunu göremedi. Adam, beş kuruşu ihtiyarın yere paralel duran sırtına koydu gitti.
Kaçan, esir düşen düşman ve yer yer yanan viran olan memleket bir uçtan bir uca uzanıyordu.
Yetim kalan yavrular, dul kalan gelinlerin yanında, harp zenginlerinin hali çekilir gibi değildi.
İstiklâl madalyasını düşündü, onu ne haller içinde satmıştı.
Gözlerini açtı ve göz ucuyla geçenlere baktı. Gömlekli pan-tolonlu bir delikanlı, japone kollu ve mini etekli bir-kızın omuzuna elini koymuş gidiyordu. Arkadan bir diğeri elele tu¬tuşmuş yürüyordu. İyi giyinmiş bir adam, yarımdan heykel gi¬bi geçti. Bir, genç kız, yürürken göğüslerinin kalkıp inmesine dikkat ederken ihtiyarı süzüyordu.
Asırlık adam, tarih yapan neslin analarını düşündü. Asırlar boyu imparatorluk kuran orduların analarım "Dünya ne kadar değişmiş" dedi. Acaba bu anaların evlatları ne yapacak?.
Sonra İstanbul'u işgal ederek İngiliz subaylarını tavlamaya çalışan sözüm ona güya modern kadınları, kızları hatırladı.
"Ey çıplak bacaklarını fuhşuna sancak yapan, ey içinin çir¬kinliğini gizlemek için yüzünü boyayan, sefahet baykuşları doğuran ve ey her fuhşu bir düşman güllesinden daha çok va¬tanı tahrip eden... Siz, evet siz! Ne Aziziye tabyalarına, ne Ma-raş k-alesine, ne Çanakkale'ye, şu yahut bu meVziye layıksınız. Çünkü o ruhtan o kadar mahrumsunuz ki sizler için bu tabya¬lar, düşmana bir ölüm yeri- değil, kendinize bir dans salonu, bir meyhane yahut bir kumarhane olur.",
170 ? -
Sonra Çanakkale şehidlerini ziyarete giden bir grup gencin temi direğine, bayrak yerine kadın külotu astıklarını hatırladı, içi sızladı.
"Biz, düşmanın içki içmesini ve kadın âlemleri yapmasını beklerdik ki baskın yapalım."
Sonra:
"Hayır, hayır! dedi. Bu kuvvetli kökten kuvvetli filizler ye-şerir."
Durdu, hayatını hayalinde hülâsa etti:
"Her evin bir helası vardır" dedi.
Birisi yere yirmi beş kuruş attı, gitti. Sonra arkadaşına dert yandı:
"Bunların bankada parası vardır amma, insanın içi acıyor, veriyor" dedi.
Bunu duyan ihtiyar:
- Sen de haklısın diye düşündü. Benim gibi bin tane pû-i fani ölse, bu millet birşey kaybetmez, fakat, bin yıldır taşıdığı¬nız, İslâmiyet sancağı, Türklerden alınıp başka bir kavme veri¬lirse her şeyi kaybettik demektir. Dolayısıyle İslâmî müessese¬lere yardım edin. İslâm âlimleri yetiştirin, göreceksiniz ki o za¬man dilenci de tükenecek dert de.
İçindeki nutuğu burda bitirdi:
"Galiba bir ekmek parası oldu" deyip paraları topladı, tek maddi istinadgâhı olan bastonuna dayana dayana yürümeğe başladı. Bu anda kalbi "Elhamdülillah" diye atıyordu.
V
Karacaahmet mezarlığında hesap defteri
Güzel bir dünyada, güzel bir bahar Her gün açılır kapanır bin mezar Sevinir böcekler "ziyafet" diye...
171
Ölüyü toprağa gömünce hemen, <
Artık ne gelen kalır, ne de giden . İnler mezar taşı "felâket" diye.,.
Bununla beraber bir âlem açılır ötelere... Zira mezar, olsa olsa bir "kapı" dır. Bu kapıdan geçen ruh âhiret sarayına çıkar. Her sarayın hem salonu, hem hapishanesi vardır. Bunun için mahkeme de gereklidir. Dünyanın hesabı burada verilir. Kimi¬si salona, kimisi hapishaneye alınır.
İşte ölülerden biri, kabir kapısından geçip, kendini hesap melekleriyle karşı karşıya bulmuş.
Defterleri karıştıran meleklerden biri hayretle bağırıp:
- Bu adamcağızın sigortası var! deyince, diğer melek:
- Bizi ilgilendirmez! demiş.
Evvelki devam etmiş:
- Öyle değil, bakın ne diyorlar: "Yaşamı da, yaşam sonrasını
da güven altına alan, küçük tasarrufları üstün verimle değer¬
lendiren çağdaş anlamda sigorta sistemi."
Melekler, kuş dili de bildiklerinden, bu ibareyi gayet kolay anlamış.
Bizi ilgilendiren "Yaşam sonrasını da güven altına alan" cümlesidir deyip Ölüye sormuşlar:
- İşte yaşam sonrasına geldin, şimdi güvendiğin nedir?
Ölü, gülmüş:
- Yaşam sonrasından kasıt, ben öldükten sonra eşimin ve
çocuklarımın güvence altına alınmasıdır.
Melekler birbirine bakışmış; . - Peki, şimdi eşiniz ve çocuklarınız neye güveniyor?
- Tümbank Sigortaya!
Melek onun sözünü kesmiş:
- İstersen çocuklarını görmeye gidelim, bakalım, onlar ne
olmuş?
172
Ölü bu teklife çok sevinmiş. Hemen büyük bir şehrin üzeri¬ne kuş gibi inmişler. Geniş yollarda bir sürü arabalar gidiyor¬muş. Melekler, bunlardan birinin üzerine yaklaşmış. "Oiü" ru¬huyla arabanın içine uzanmış:
İltifat olsun diye, melekleri de çağırmış:
- Sîz de gelin canım, hep beraber.
Meleğin kaşları çatılmış:
- Biz İslâmi giyimli, İsİâmiyeti yaşıyan müslümanlann sey¬
redebiliriz. Bunları değil.
O zaman, bizim Ölü, dikkatle arabanın içine bakmış. Bak¬mış ki kendi oğlu konuşuyor:
- Ya, bizim peder öldü de, sigorta ödeneği aldık. Artık para¬
lıyız. Şimdi iyi bir keyf patlatabiliriz. Para olduktan sonra ya¬
şam kolay şey...
Heehey hey
Heehey hey
Ye iç eğlen gül oyna
Böyle gelmiş bu dünya
Böyle gider üzülme
Sen bak keyfine
Şarkılar böyle söyler.
Böyle söyler masallar."
Ş.eklinde, hep birlikte bir de şarkı tutturmuşlar. Ölü yine gülmüş:
- Dünya...
Araba, sahil yolunda, bir kafeteryada durmuş. Altı kişi in¬mişler. Hepsi de genç... Kimi kız, kimi erkek... Fakat ayırmak zor muş.
Elele tutuşmuşlar, oynamışlar, söylemişler. Melekler, ölüyü alarak yükselmişler. Yükseğe'çıkınca görüş sahası genişlemiş. Surların önünde köpekler, sahilde gençler sevişiyormuş. İkisi de sokakta... Bu hal ölünün dikkatini çekmiş, biraz üzülmüş.
173
Dünyadakiler:
- Hey çocuklar, bira içelim mi?
"Bira içelim
Denize girelim
Keyf edelim
Haydin çocuklar"
Gülmüşler, saçlarını geriye atıp, yanyana sokulmuşlar...
Bu sırada sakallı bir adamla baş örtülü bir kadın geçmiş. Sakallı göz ucuyla bakmış, kadın ise başını çevirip, onları sey¬retmiş, adeta yüzleri sararmış, gözleri mahzun olup, gülmeyi unutmuşlar.
Ölü, bu zıtlıkları çok iyi görüp, düşünmüş;
- Haaa Ramazan ayı...
Diyebilmiş.
Meleğin biri, anlatmaya başlamış:
- İnsanlar, oruç yedikleri, açık gezdikleri ve içki içtikleri
için kıyamet kopmayacak. Bütün günahlar, insanları anlayış¬
sız kılar. Günahların' sayısı ve çeşidi arttıkça insanlar ahmak-
laşır. Ahmakların rütbeleri ve mevkileri ne olursa olsun, İlâhi
hitaba muhatap olamazlar. İlâhi hitap, Kur'an-ı Kerim'dir.
Kur'an'a ve Peygambere tabi olmayan insanlar, birbirleri için
kurt hükmüne geçip, canavarca yaşarlar.
Bu sırada ölünün feryadı duyulmuş;
- Kavga ediyorlar, ayırın!..
Melekler, ölüye bakıp, acı acı gülmüşler. Belli ki anlatılan¬lardan hiçbirşey anlamamış.
- Olabilir. Kuvvet denemesi yapıyorlar... Veya bir menfaate
bir kaç el uzanmış...
Öte yanda duvarın üzerinde iki kedi, bağıra çağıra birbirine tırnak atıp, diş gösteriyormuş...
- Ah, öldü.
- Sizin oğlunuz mu Öldü?
174
Ölü başını sallarken ellerini sıkı sıkıya yüzüne kapatmış. Melek:
- Üzülme, henüz ölmedi. Daha onun epeyce ömrü var. Ölü¬
mü defalarca arayacak, zaman zaman intihar etmeyi de düşü¬
necek. "Sevgilim" dediği şu sarışın kızla ilerde evlenecek, üç
sene sonra da boşanmanın yollarını arayacak.
Ölü:
- Hani, hayatı güvence altındaydı?
Melek:
- Onu dünyada düşünseydin. Her insana para, tahsil, sanat,
iş ev lazım. Bunlar bir vasıtadır. İyiye de kötüye de kullanılır.
İnsanlığını kaybeden insana hemen hemen her şey zararlıdır.
Diğer melek:
- İsterseniz biraz dolaşalım...
Ölüyü alıp, kabir hayatını gezdiler. Azap çekenler de, çek¬meyenler de vardı. Bilhassa azap çekenleri gördükçe titredi.
- Ben, âhiretin varlığına inanıyordum...
Diye kekeledi. Melek cevap verdi:
- Evet sen inanıyordun. Fakat inanmanın ne demek olduğu¬
nu bilmiyordun. İmanınla ilgili düşüncen yoktu. Düşünceleri¬
nin bütünü, şu dünya içindi. Zaten sen Avustralya adasının
varlığına da inanırdın.
Ölü heyecanla başını salladı:
- Vallahi inanırdım.
Melek tebessümle devam etti:
- Avustralya adasının olduğunu bilirdin, onun için hiçbir
şey yapmazdın. Çünkü o ada seni ilgilendirmezdi. Senin vata¬
nın, yurdun değildi. Halbuki ahiret senin vatanın ve yurdun¬
du. Ahirete inandığına göre onun için birşeyler yapmalıydın.
Bakalım defterine ne yazdırmışsın?
Meleklerden biri:
~ Efendim, bu ölü sigortalıydı.
175
- Evet, bu ölü, dünyada iken, çocuklarını maddi yönden ye¬tiştirmiş. O masum yavrucakları dünyanın ateşine atmış şimdi sigorta paralarının hepsini getirin. Bu ölünün gönlünde¬ki para sevgisinin üstünü açın. Paralar, kabrin bir yanından girsin, öte yanından uçsun. Kabir hayatı boyunca, paraları tut¬mak için, bu adam çırpının, kendi kendini parçalasın.
"Eyvah!" diyemeden emir hemen yerine geldi. Kabrin bir .yanı açıldı, Paralar... Allı, yeşilli, kırmızılı, sarılı paralar... İçinde dayanılmaz bir sevgi. Paralan almak, tutmak, bağrına basmak istiyor. Fakat renk armoniler içinde paralar salınarak, oynayarak gelip geçiyor. Ölü bir o yana, bir bu yana bakıyor, uzanıyor, koşuyor, atılıyor ve yine kabrin içine düşüyor. Para¬lar...
Karacaahmet mezarlığı! İnsanlığın geleceği, bundan daha güzel resmedilemez!
Karacaahmet mezarlığı! Dışı ne kadar sakinse, içi o kadar geniş, karışık ve değişik bir âlem!..
Dünyanın hesabını vermek için ölmek!,.. .
Ve, ebedi yaşamak için dirilmek!..
İnsan, iki alemin ana kapısı... Bir tarafta dünya, bir tarafta ahiret!...
Ve insan "sır" denilen âlemin üzerine vurulmuş kilit!..
İman, bu kilidin anahtarı...
İmanlı olanlara ne mutlu...
Oksijen aleminde bir seyahat
Yıllarca bütün benliklerini ilme veren bir grup insan. İlim Okyanusunda boğulmamak için sadece atmosferi incelemeye karar verdiler. Atmosferi teşkil eden unsurlardan oksijeni ele
176
aldılar. Oksijen atomu iki elektron ve bir çekirdekten meydana gelmiş. Bunu.mikroskoplarla görmek mümkün değil. Bazı in¬sanlar "Allah olsaydı görülürdü" diyorlar. Halbuki insanların görmediği, belki de hiç göremeyeceği öyle şeyler vardır ki, on¬lara ilmen inanmak zorundayız. İşte atomları da gözümüzle ve mikroskoplarla göremediğimiz halde, onların varlığına inanı¬yoruz. Eğer atomların varlığına inanmazsak fizik, kimya gibi ilimler değerini kaybeder ve bütün varlıkları da inkâr etmek
garipliği doğar.
Oksijenin iki elektronu, çekirdeğin etrafında hızla dönmek¬tedir. Elektronların iç yapılan hakkında ilmin herhangi bir bir bilgisi yok. Yani insana verilen ilim, elektronun kapışma gelir ve durur. Burdan içeri giremez. Elektronun iç yapısındaki bi¬lim ve teknik (herşeyde olduğu gibi) Allah'ın İlim ve Sani sı-fallarında kalmaktadır.
S
\' Çekirdekte ise nötron ve protonlar vardır. Nötron ve pro-i tonların artı ve eksi değerleri üzerinde birşeyler söylenebilir. Fakat bunların da yapısı hakkında bilgimiz yok. Demek ki in¬san ilminin varacağı en son noktalardan biri de "Bilmiyoruz" diyebilmektir. Şu hal gösteriyor ki, insanın ilmi sınırlıdır. Sı¬nırsız ilmi olan sadece Allah'tır.
Oksijen atomları belli sayıda vardır. Fakat onları sayamadı-ğımız için "sonsuz sayıda oksijen vardır" deriz. Halbuki son¬suzluk Allah'ın sıfatlarına aittir. Yaratıkları daima sonludur. Yalnız ahiret demlen alemde sonsuzluk başlar ki, ahiretin de¬ğer ve Ölçüleri dünyadan daha başkadır.
Atmosfer üzerinde çalışan bir grup insan ilim kürsüsünde havanın zerrelerini toplantıya davet ettiler. Hemen ilk toplan¬tıda hava zerreleri adına oksijen söz aldı:
- Havayı teşkil eden arkadaşlarım, beni sözcü olarak seçti¬
ler. Müsaade ederseniz, diğer arkadaşlarım vazifelerinin başı¬
na dönsünler, ben sorularınıza cevap vereceğim.
Önüne baktı. Tebessüm etti. Sonra başını kaldırarak:
- Bilemediğim şeyler için de "bilmiyorum" diyeceğim. Bazı
1 77
hayata düşülen dipnotlar F. 12 L '
insanlar gibi herşeyi biliyor görünmek bizim prensiplerimize uygun düşmez.
Oksijene teşekkür ettik. İlim gözüyle seyrettiğimizde, oksi¬jenin çok küçük olduğunu bir daha gördük. Kendisine ilk so¬rumuz şu oldu:
- Affedersiniz, çok küçük ve çok güçsüz olduğunuz görünü¬
yor. Deneylerimiz ve kitaplarımız ise sizin çok büyük işler ba¬
şardığınızı gösteriyor. Bu hususta ne dersiniz?
- Allah, kendi büyüklüğünü ve kudretini göstermek için
çok küçük şeylere, çok büyük işler yaptırmaktadır. Sizler ilim
adamısınız. Fakat herşeyle meşgul olmak istediğinizden önem¬
li hususları gözden kaçırabilirsiniz. Kâinatı bir laboratuar ola¬
rak ele alırsınız, incelersiniz. Mikropların iç organlarını dü¬
şünmezsiniz.
Güldü. Elini salladı ve:
- Kâinatı öğrenmek kolay değil, kocaman bir ilim denizi. İn¬
san denilen kayık bu denizde rahatça dolaşamaz. Bazan ceha¬
let kayalıklarına, bazan anlayışsızlık bataklığına rastlayabilir.
Yüzüne hayretle baktık.
- Yooo! 'Hakaret kabul etmeyiniz. Tasvir ile hakaret arasın¬
daki farkı anlarsınız. Aynalara kızmak hakkımız değil.
Biraz durdu, düşündü, etrafına bakındı ve devam etti:
- Evet, sizler kâinattaki herşeyle meşgul olmak istersiniz.
Fakat maddi varlıkların en küçük parçasının atom olduğunu
unutursunuz. Düşününüz ki: Allah o kadar büyük ki, şu koca¬
man kâniatı çok küçük atomlardan yaratmış. Kâinat denilen
kocaman ağacı, atom çekirdeğinden halkeden Allah, benim gi¬
bi bir oksijen atomuna da büyük vazifeler verebilir ve vermiş.
İlk anda fazla önem vermediğimiz oksijenin karşısında ya¬vaş yavaş kendimizi toplamaya ve biraz daha dikkatli dinle¬meye, saygılı hareket etmeye çalıştık. Durumumuzu anlamış olmalı ki, rahatlıkla:
- Soracağınız başka bir soru var mı? dedi.
178
Biz de en yaşlımızı başkan seçtik ve oksijen ile onun ko¬nuşmasını istedik. Arkadaşlarla hem oksijeni dinleyip, hem de notlar alacaktık. Oksijenin hataları olursa yakalayacak, başka¬nımıza da yardım edecektik. Başkanımız dedi ki: - Yaptığınız işler hakkında bize bilgi verirseniz memnun
oluruz.
Oksijen gayet kararlı ve askerce bir şeşle dedi ki: - Biz kâinat denilen eğitim meydanında Allah'ın askerleri¬yiz. Rabbimiz bizim bu küçücük vücudumuza yapacağımız iş¬lerin ühristesini koymuştur. Biz, o fihristede olan işleri yapa¬rak Rabbimize daima itaat ederiz. Bizde isyan diye birşey yok¬tur. Çünkü irademiz Allah'ın kudretine bağlıdır. Bu sebepten küçük bünyemizle büyük işler başarırız. Mesela: Size göre uç¬suz bucaksız gibi görünen okyanuslar benimle, kardeşim olan hidrojenden meydana gelmiştir. Hidrojen ile birleşip su olma kanununu koyan Allah'tır. Amma duyuyoruz ki, bazı öğret¬menler suyu Tabiat'in yaptığını söylüyor. Biz buna çok kızıyo¬ruz. Ve bütün hidrojen ve oksijenler Allah'a müracat edip di¬yorlar ki: "Yarâbbi biz sana bağlıyız, sana itaat ederiz. Bizi ya¬ratan sensin. Bizimle alâkalı her türlü hali ve şekli tertip ve tanzim eden de sensin. Sen, bizim Rabbimiz. ve Halikımızsm. Lâkin bu öğretmen bize iftira etti. Sana değil de tabiata bağlı olduğumuzu söyledi. Davacıyız..." diyoruz. Adil olan Rabbi¬miz de hidrojen ve oksijen atomları sayısında o öğretmene gü¬nah yazıyor. Öğretmenin ciğerlerine girip teneffüs etmesini is¬temiyoruz. Lâkin Rabbimiz fihristemize yazmış. Her canlının imdadına koşacağız. Öyleyse öğretmen inkâr da etse, iman da etse, merhamet sultanı olan Rabbimiz onun teneffüs etmesine müsaade etmektedir. Böylece Rabbimizin eseri olan öğretmen, Rabbimizi inkâr edip, tabiatı putlaştırmaktadır.
Anlattığı şeylere çok hayret ettik. Doğrusunu isterseniz bi¬raz da kendimizden şüphelendik. Acaba böyle bir şeyi biz de yaptık mı?
Oksijen bizim dalgın dalgın düşünmemize baktıktan sonra: - Bu küçücük vücudumuzla Rabbimiz adına yapı t iğimiz bü¬yük işleri anlatıyorduk, değil mi? Şimdi, ister ilminizin, ister¬seniz hayalinizin atma binip dolaşınız. Ufacık bir kaynaktan asırlar boyunca akan Fırat gibi, Dicle ve Nil gibi nehirlerin te¬mel maddesi yine hidrojenle oksijendir. Ekvator bölgelerinde buharlaşan, sonra bulut olup havanın sırtına bindirilen, rüzgâ¬rın kamçısıyla Türkiye üzerine sevk edilip Nisan mevsiminde bereket ve rızkın alâmeti 'olarak yağan yağmurlar, bulutlar, bu¬harlar ve sislerde de biz varız. Binlerce sesi şaşırmadan, değiş¬tirmeden, bozmadan yerli yerine ulaştıran atmosfer bizimdir. Ciğerlerinize giren hava ve hücrelerinizdeki karbonu alan ok¬sijen bizimdir. Affedersiniz, bizimdir derken, Firavun gibi her işi biz yaparız, bizim eserimizdir demek istemiyorum. Daha evvel arz ettiğim gibi bizler, Rabbimizin askerleriyiz. Allah'ın ihsanı olarak bize verdiği bu büyük ve şerefli vazifelerle övü¬nüyoruz. Övünmemiz kendi adımıza değildir. Allah'ın sıfatla¬rına ayna oluyoruz. Bize bakan, Aliah'm sıfatlarını görmeli ve anlamalı Allah'a itaat edip ve secde etmelidir.
Doğruldu, yüzümüze baktı, durdu ve devam etti: - Çalışmalarımızı gösteren bir eğitim filmini size göstermek isterdik, şimdi yoruldunuz, onu da başka zamana bırakalım, dedi.
Selâmlaşıp ayrıldık.
Soylu bir davranış
"İstanbul" deyince çoklarının aklına Boğaziçi gelir. İkindi¬den sonra bir çay bahçesine oturmak, masanın üzerinde sema¬ver, bir yanda bahçeli evler, öbür yanda Boğaziçi'nin sayılama-3'acak kadar güzellikleri ve hafif hafif eşen bir rüzgâr... 180
Sadece bu kadar mı? İnsanın giyinmesi, insan içine çıkma¬sı, güzel yerlerde oturması ve arkadaşlarla, dostlarla sohbet et¬mesi...
Yıllarca evvel değişik fakülteleri bitirenler; yüksek mevkile¬re, makamlara ulaşanlar "felekten bir gün çalmak" için toplan¬dılar. Söz biter mi? Herkes bir şeyler anlattı, güldüler, şakalaş-tılar...
Bir tanesi, Turan Dursun'un kitabını çıkarıp, işaretlediği yerleri okumaya başladı. Ona göre bir kısım ayetler ve hadis¬ler, akla, ilme aykırıydı. Bilimle dinin çatıştığını.açıklayıp, sosyalizme, materyalizme biraz daha haklılık kazandırıyordu.
45 yaşlarında, Siyasal Bilgiler mezunu, iki lisan bilen, me¬muriyette uç noktalara ulaşan bir hanım sordu:
- Arkadaşlar biz Müslüman mıyız, değil miyiz?
Hiç kimse "Müslüman değiliz" diyemedi. Bazıları mırılda¬narak "Müslümamz" dedi. Aynı hanım:
- Bizim dinimiz bu kitaptaki gibi mantıksız, ilme aykırı,
ciddi değilse, o dini bırakmak lazım...
Herkes şaşkmlıklabirbirine bakarken o devam etti:
- Ben araştıracağım, İslamiyet böyleyse nüfus cüzdanımdan
"İslam" kelimesini sildireceğim. "Müslümanım" gibi mânâsız
bir taraftarlıktan kaçınacağım...
Bu konuşmalar materyalizme gayet uygundu, amma bu ka¬dar keskin çizgilerle ele alınamazdı.
O hanım İslamiyet'i araştırdı; sordu, soruşturdu; radyo ve televizyonlarda özellikle bazı kimseleri izledi, kitaplar ve der¬giler alıp okudu ve kararını verdi: Ben Müslümanım!
Bir gün aynı arkadaşlarının huzuruna kapalı bir kıyafetle çıktı. "Ayyy!" diye çığlıklar koptu:
- Ayol, en akıllımız sendin, bu ne hal?
- Akıllı olduğum için...
İSİ
Kapitalizm, sosyalizm, İslamiyet... Bunların arasına yüksek duvarlar çekilsin mi? Çekilmesin mi?
Yoksa ekonomik görüşlerle sosyal görüşler farklı olsun mu?
Siyasal, işletme, iktisat gibi fakültelerde kapitalizm, sosya¬lizm bütün boyutlanyla okutulurken, gençlere bunlardan biri¬ni seçmek düşer. Okutulmayan, öğretilmeyen, İslamiyet, nasıl
bilinecek?
Aynı hanımın oğlu da Amerika'da okurken sosyalizmi seç¬miş. Kapitalistlerde kilise, havra var... İslamiyet'te de cami... "Yaşasın sosyalizm, ne kilise, ne cami!.. Ne helal, ne haram!"
Felsefeyle meşgul olan bir Avrupalı köpeğine bakmış bak¬mış; kendi kendine söylenmeye başlamış: "Şu köpeğin hiç kimseye zararı yok, bu haliyle pek çok insandan iyi. Bana da çok faydalı. Arkadaşlarımdan, akrabalarımdan uzaklaşıp bu¬nunla yoldaş olmam, onun ne kadar iyi olduğunu gösteriyor..." Biraz durup düşünmüş: "Ne din, ne iman... Ne cami, ne ki-1 lise... Özgür bir şey. Acaba insanlar köpek gibi olamaz mı? Bir¬birlerine hiç zarar vermeseler, hep faydalı olsalar, özgürce ya¬şasalar..."
Koskoca diplomalarla insanlar hâlâ arayış içinde... Avrupa medeniyeti, insanı köpeğe arkadaş etti, ya bizimkiler?
Karıncalar
Kavanozun üzerinde iki karınca dolaşıyordu. Biri:
- İçeri girsek bayram edeceğiz, dedi.
Öbürü:
- Nasıl gireceğiz?
Sohbetleri devam ederken, kavanozun ağzını açtım. İki ka¬rınca hızla ilerleyip, içeri atladılar. "Yaşadık!" diye bağırırken, baldan da yemeye başladılar.
182
Karınları doymuş olacak ki, şöyle bir dolaşmak istediler. Ne müm'kün, ayaklan öyle yapışmış ki, kımıldamanın imkanı
yok.
Biri seslendi:
- Kardeş su var mı?
Diğeri ümitsiz ümitsiz etrafa göz gezdirdi..
Kavanoza eğildim:
- Siz de kapitalist misiniz? diye sordum.
"Bu da neyin nesi?" diye yüzüme baktılar...
- İşte büyük bir servete kondunuz, ne yazık ki, onu bitire-
meden öleceksiniz...
Karıncalar: "Ümidimiz gerçekleşti amma..." diye düşünür¬ken devam ettim:
- Evet balı buldunuz amma suyu bulamadınız.
Onlar şaşkın şaşkın bakarken:
- Kapitalistler de para buldular, huzur bulamadılar. Servete
kondular rahat edemediler. Her türlü imkanın içinde sağlıkla¬
rını koruyamadılar. "Para her kapıyı açar" dediler saadet kapı¬
sını açamadılar, can sıkıntısından patladılar. Zekatlarım da
vermedilerse, ne dünyaları işe yaradı, ne de ahiretleri, tıpkı si¬
zin gibi...
Baktım anlamadılar, devam ettim:
- Kavanoza atladığınızda "Yaşadık" diye bağırdınız, işte ya¬
şamakla ölüm kucak kucağa...
- Kapital de öldürür mü?
- Bazılarım manen..
- Bizim ahireümiz nasıl olur?
- Hayvan geldiniz, hayvan gidersiniz...
- Hakaret mi?
- Yooo! Birisine "Karmca gibi adam" desek ne kadar sevi¬
nir... Zaten bizde aslanlar, kaplanlar, bülbüller çok. Bunlar bir
yana; bazı insanlar.o kadar alçalıyor ki, hayvanlık onlar için
183
bir makamdır. İnsanın insana ettiği kötülüğü hangi canavar et- ?
mistir?
Baktım karıncalar çöktü.., Birdenbire hayalime saraylar, ya¬lılar, konaklar geldi. Adamlar ölmeseydi ne kadar iyiydi... Nice mallar, ne mağazalar el değiştirdi. Neler, neler har vurup, har¬man savruldu... Bir de Efes, Bergama, Truva gibi harabeleri düşündüm... Acaba hangi haller o beldeleri viran etti?
"Viran olan gönlümde bil ki her şey bahane..." Nice gönül¬ler, nice insanlar kendi kendini viran etti...
Kavanoza biraz su koydum, karıncalar suyun yüzüne çıktı, batan geminin malları bunlar.
Şimdi bal da, su da var amma can yok.
Zamanında yağmayan yağmur kıtlığa alamettir.
Şerbeti içerken bal arısını, peteği, çiçeği düşündüm... Bir kaşık bal nerelerden geliyor? Güneş, bulut, toprak, çiçek, arı ve bir kaşık bal!
Her şey insana hizmet ederken, insan neye hizmet ediyor?
Karıncaların ölümüne üzülürken, düşündüm ki, yüz sene sonra hiçbirimiz olmayacağız. Bugünküler gidecek, yarınkiler gelecek... Baki-i hakiki yalnız Allah'tır!.
Karıncalar saltanatı
Tasta biraz bal vardı. Baharın gelmesiyle karıncalar yuvala¬rından fırlayıp, bala hücum etmişler. Herkese göre türlü türlü şehidlikler icat olunca, bunların da çoğu şehid düşmüş, balın yüzü simsiyahtı. Anladığım kadarıyla bazıları ölülerin üzerine basa basa ilerleyip, balın ortasında teslim olmuş.
Madem ki "Şehid" dedik, ölü karıncalardan birisinin dün¬yasına girip, konuştuk:
184
- Tehlikeyi göremediniz mi?
- Biz, canımızın istediğim yaparız, bunun dışında hesabı¬
mız yoktur!
- Bu ne biçim can ki, kendi isteğine kendini feda ediyor? .
Kendinden emin bir vaziyette cevap verdi:
- Evet, biz canımızın isteğine canımızı feda ederiz.
- Peki, yaşamak duygusu, canınızın bu isteğini bastıramıyor
mu?
Biraz düşündü, dalgın dalgın:
- Yaşamak duygusu var, bunun için bazı şeylerden korka¬
rız: Yuvalarımızı öyle yaparız ki su girmesin, soğuktan da ko¬
runsun... Kapıya nöbetçi dikeriz, düşmanlarımız zarar verme¬
sin...
Yüzüme dikkatli dikkatli baktı:
- İçini yiyecekle de doldururuz... Hep yaşamak için!
- Biraz evvel canınızın isteğine canınızı feda ettiğinizi söy¬
lediniz, burda bir terslik yok mu?
Tebessüm etti:
- Korkuyu da, canımızın isteğini de biz içimize yerleştirme¬
dik. Bizi yaratan kim ise bu duygulan içimize yerleştiren de
O'dur. Vücudumuza nizâm veren, hayatımıza da nizam ver¬
miş, hatta bu iki nizamı, kainat nizamıyla bütünleştirmiş, böy¬
lece karnımızı doyuruyoruz, barınıyoruz ve yaşıyoruz...
- Beni ilgilendiren bal hikayesiydi: Tatlıyı seviyorsunuz,
burdan gelecek tehlikeleri size bildiimediler mi?
Bir kahkaha attı:
- Yahu, bizi insan mı zannettin?
Başladı ders vermeye:
- İnsanın da cam var, canının istedikleri de var... Allah on-
lan canlarının isteği ile kendi isteği arasında serbest bırakmış:
İsteyen canının istediğini yapar, isteyen Allah'ın koyduğu ha¬
yat nizamına tabi olur...
185
- Şimdi okuyucularım der ki: "Karınca bunları nerden bili¬
yor?"
- Doğru: Dünyada iken bunları bilemezdik, şimdi başka âle¬
me geçtik, burda her şey açık seçik görünüyor...
- Madem her şeyi açık açık görüyorsunuz, canının istediği¬
ni yapan insanlar için ne dersin?
Elini kaldırdı, gözlerini yırtıhrcasma açtı:
- Ha onlar, karınca sefası sürüyorlar demektir. Haram eğlen¬
celerin bütünü zehirli bala benzer, karınca misali insancıklar
ona hücum eder, nalları havaya diker!
Ellerini dizlerine vurup güldü, güldü:
? Nerden de aklıma geldi, nalları havaya dikmek?
Ciddileşti:
- Evet biz ilâhî nizamın dışına çıkamayiz. Hayatımız da,
ölümümüz de o nizamın içindedir. Amma canının istediği gibi
yaşayanlar, Çorçil gibi yaşar, onun gibi ölür.
Olmuyor!...
Canın istediği için açılıp, saçılmışsın. Salma, salma yürür, kahkahayı patlatırsın. İster elele tutar, ister sarılırsın. Yollar, parklar, plajlar senin...
Fakat, neden şunun bakışından, bunun sözünden müteessir oldun? Sarkıntılıktan korkuyorsun, kaba hareketlerden tiksini¬yorsun...
Demek herşey, canının istediği gibi olmuyor.
Arabayla uçmak, caza ayak uydurmak, kafeteryada birşey-ler atıştırmak. Yani canının istediği gibi yaşamak... '
İspanyol çizmen, kot pantolon ve yakası iliklenmeyen blu¬zunla, hastahane koridorunda ağlıyordun. Ameliyat masasında olmamak isterdin. İsterdin, isterdin amma ameliyat masasında
186
sen değil annen yatıyor. "Hayat dolu bir kadın" şimdi hayatsız, baygın...
Demek herşey, senin istediğin gibi olmıyor.
"Hayat sevgidir" derdin, kendini sevgilinin kollarında bilir¬din. En ufak bir kederi, bir kadeh içki ile giderirdin. Sevilmek, takdir edilmek isterdin. Daima gündemde olmak ve bir alkış için neleri vermezdin?
Şimdi neden kederlisin? İçsene, gülsene, müzik şeddine gitsene...
Biraz evvelki tatlı diller, dikene döndü, eline değil, kalbine battı, kanattı. Sanki pembe geceler, kızıl kana boyandı. Artık kimseye güvenmeyeceksin, değil mi?
Evet, herşey, senin istediğin gibi olmuyor. ?
Keşke felaketleri hep gazetelerde okusaydık, aile dramlarını filmlerde seyretseydik...
Komşunun arabası gözüne batıyor. Kardeşin geceleri gel¬mez oldu. Annen, kocasına yalvarıyor:
-Az iç...
Dişin ağrıyor, münasebetsiz birşey. Canın sıkılıyor. "Hayat çekilmez" diyorsun..
- Pazar gelse, pikniğe gitsek, top oynasak...
Kamptaki günleri hatırlıyorsun.. Birşeylerin senden kopup gittiğini anlıyorsun, bunlara bir mana veremiyorsun.
- Düşünme, demişti. Düşünmek iyi değil. Hayat eğlencedir,
hızlı yaşa, genç öl...
Böylece sana "parçalı sigara" yi uzatmıştı. İçip, kendinden geçmiştin... Artık bir başka dünyanın insanıydın... Hayal gibi, rüya gibi.
Ne kadar güzel günler, ne kadar şen şarkılar, balolar, dans¬lar, geçip gitmişti.
Giyemeyeceğin elbiselere, atacağın ayakkabılara, kapağını açmadığın albüme bakıyorsun:
- Herşey istediğim gibi olmuyor!..., deyip, iç geçiriyorsun.
.187
Her geçen gün, istemediğin şeylerin sayısı artarken, her ge¬çen gün, başkaları için yaşamaya başlıyorsun. Hani "Kendi ya¬şamını" yaşayacaktın? Başkalarının koyduğu kurallara uymak¬tan sıkılıyorsun...
"Başka çare yok, diye, başkalarına uyuyorsun.
Zaten işin can sıkıcı tarafı da bu ya...
Bırak canının istediği gibi yaşamayı, çevrendekiler arasında çok kere tercih bile yapamıyorsun..,
Olmuyor, olmuyor!
Herşey, canının istediği gibi olmuyor. Demek "bir başka şey isteyen" de var.
Güzellik, servet, sıhhat... Bunlar, kıymeti bilinmeyen ni¬met!.. Zaten "nimef'in ne olduğu bilinmiyor.
İşte bu "bilinmezler"in içinde insan, bilinmez bir hayat ya¬şıyor, bilinmez bir yolda yürüyor, bilinmez bir yere gidiyor.
Bilmek de istemiyor.
Bildiği birşey var: "Herşey canının istediği gibi olmuyor.
Karınca laf anlar mı?
Sofrayı hazırlayan anne bir de ne görsün, bir karınca gez¬miyor mu. Tencereyi kenara bıraktı;
- Ah güzelim ezileceksin, kenara çıksana. Haydi evladım, haydi tatlım ayak altından çekil. Ooo, sen de yaramaz olmuş¬sun, beni dinlemiyorsun. Ne ise sana yardım edeyim de kurtul bari...
İki yaşındaki Sadi, koşarak geldi annesinin eteğinden tutup başını ileri uzattı "annem kiminle konuşuyor" diye yarı merak, yarı korku ile bakmaya başladı.
Annesi, karıncayı kağıt üzerine alıp, kenara bırakınca Sadi sordu:
188
- Anne, karınca seni anlıyor mu?
- O anlamaz amma, sen anlarsın yavrum...
Sadi ellerini göğsünün üzerine bastırdı gururla:
- Elbette, ben abiyim, anlarım xledi.
Annesi tebessüm ederek sofrayı hazırlamaya koyuldu. Dü¬şünüyordu: "Şimdi anlamazsın yavrum, şimdi anlamazsın. Be¬nim karıncaya gösterdiğim merhamet aklında kalır, sen de merhametli olursun, büyüyünce, insanlara merhamet eder, derneği kafalarına vurmazsın."
Gözleri nemlendi. Şu cennet gibi dünyayı başımıza cehen¬nem eden insanları düşündü. "Acaba yavrum..." diye inledi. Sadi koşarak geldi:
- Anne bir şey mi dedin?
Annesi yavrusunun yüzüne doya doya baktı:
- Hayır yavrum, deyip başım okşadı.
Sadi, annesinin ayağına sarıldı. Küçücük kollarıyla sıkmaya başladı, sanki onu tutuyordu...
Sandalyeye oturdu, oğlunu kucağına aldı, kollarıyla kavra¬yıp sıkmaya başladı, ağlıyordu.
Büyük anne içeri girdi:
-Yine ne var, ne oldu?
" Sadi başını annesinin göğsüne gömmüştü. Genç kadın göz¬lerini silerken:
- Gazetelerde o kadar çok kötü şeyler okuyoruz ki, acaba ya¬
rın benim yavrumun da kötü haberi çıkar mı...
Cümleyi tamamlayamadı, gözlerine mendili bastı. Büyük anne, kökünü sel sularının oyduğu bir meşe gibi du¬vara yaslandı:
- Haklısın yavrum, haklısın anıma, dövülmeden ağlamak da
iyi değil. Bizi korursa Allah koruyacak, Allah korumazsa kim
koruyabilir. Hepimiz O'na emanet...
? Sallana sallana odasına doğru yürürken kendi-kendine mı¬rıldanıyordu: "Gerçekten her şey bozuldu. Bu masum yavruları
189
hangi merhametli insana emanet edeceğiz? Bozuldu, herşey bozuldu.
Bari sen, karanlık dünyamıza bir mum ol, bizi aydınlat yavrum".
Güzel konuşmak, güzel yazmak ve inandığı gibi yaşamak belagattır
Belagat, Arapça bir kelime olup, belga kökünden türetilmiş¬tir-. Ulaştı, sona erdi, kafi geldi gibi manalar taşımaktadır.
Belagatın ıstılah manasına gelince: Evvela tarf-ı ala ve tarf-ı esfel olarak iki kısma ayrılır.
Tarf-ı ala, yani belagatın ala tarafı ki, bunun örneğini Kur'an-ı Kerim'de görüyoruz. Kur'an bütünüyle ezberlenebil¬diği gibi, her asırda her insana hitap etmektedir. Manasmdaki zenginlik ve insanlara müsbet tesiri onun mucizeleri arasmda-dır. Benzeri yazılmamış, yazılamaz da.
Kur'an'm bir ismi de el-Belagul Mübin. Hakla bâtılı açıkça gösterip, insanları varacakları en mükemmel noktaya ulaştı¬ran.. Mübin, Allah'ın sıfatıdır.
Suhuflarm ve Kitab'larm bütünü, belagatın tarf-ı alasını teşkil eder. Öyle ise belagatın tarihi, insanlık tarihi kadar eski¬dir.
Belagatın esfel tarafım Said Nursi şöyle anlatıyor-.
"Elbette nev-i beşer ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecek¬tir. Bütün kuvvetini ulûm ve fünûndan alacaktır. Hüküm be¬yan, cezalet ve belagat-ı Kur'an'iyyeyi mükerreren ileri sürdü¬ğünden remzen anlattırıyor ki: Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belagat ve cezalet, bütün envaiyle ahır zamanda en mer-
190
gup bir suret alacaktır. Hafta insanlar, kendi fikirlerini birbiri¬ne kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silahı cezalet-i beyandan ve en mukavet-suz kuvve¬tini belagat-ı edadan alacaktır" nı
Bu ibareyi açıklayacak olursak: Ahir zamanın özelliklerin¬den biri de, insanların ilimde ve teknikte ilerlemesidir. Fertler ve kuruluşlar güçlerini, ilimden ve teknikten alacaktır. İlimde ilerleyen hükmedecektir; Dikkat edilirse burada ırk, din, ülke ayrımı yapılmıyor. Kim ilimde teknikte ilerlerse, o, hakim güç olacaktır. Kur'an-ı Kerim'deki belagata, müslümanlarm belagat mesleğinde ilerlemesini teşvik ediyor. Burdan remzen anlaşılı¬yor ki, belagatını bütün çeşitleri ahirzamanda rağbet görecek. İlimlerde olduğu kadar teknikte de belagat geçerlidir. İnsanlar hangi ideolojiye mensup olursa olsun, fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek 've birbirlerine hükmetmek için güzel konuşa¬caklar, güzel yazacaklar (cezalet-i beyan)... Bir de inandıkları gibi yaşayarak telkin güçlerini artıracaklar ki bu da belagat-ı edadır, en tesirlisi de budur.
Hadiseler de gösterdi ki Avrupa'yı ayağa kaldıran iki şeydir: İlim ve teknik.
Avrupa'da belagat Aristo (Aristoteles)nun Rhetorique (Reto¬rik) isimli eseriyle başlamıştır {2\ Rönesansla rayına oturmuş, o günden bugüne gelişmeler devam etmektedir.
İslam medeniyetinin de üç unsuru vardır: İlim, teknik ve İslam ahlakı.
Belagatı tekrar üç kısımda ele alacağız: Maan-i beyan ve be-di ">
Maani; Bu kelime mana'nın çoğulu olmakla beraber, ıstılah¬ta, muhataba uygun konuşmaya verilen bir addır. Zaten mana¬lar kelimelerin sırtına binerek dolaşır. Dolayısıyla, muhataba göre kelime seçmek, muhataba göre konuşmak, belagatın gere¬ğidir. Sonsuz ilme sahip olan Allah, kullarının anlayacağı şe¬kilde hitap ettiğinden Kur'an, tekrar bir belagat örneği olarak karşımıza çıkıyor,
191
Beyan: Söz veya yazının en az kelime ile en açık şekilde an¬latılmasına beyan denir.
"Harf harf ilim yağdı üzerimizden Kimimiz gül oldnk, kimimiz diken." gibi. Bedi: Eşi, benzeri olmayan, bir de garip manasına gelmekte¬dir. Burada işin içine SANAT girmektedir. Sanatı da iki kısım¬da ele alacağız: Ebedi kaideler ve sanat eserleri. Edebi kaide¬ler, edebiyat kitaplarında geniş geniş anlatılır, bundan sonra sanat eserleri başlar. Biri ne kadar objektifse, öbürü o kadar
sübjektifdir.
Ahmet Hamdi Tanpmar, bir öğrencisinden bahsediyor. Bu şahıs Anadolu'yu dolaşacak, halkın örfünü, adetini, psikolojik durumunu tesbit edecek, sonra dönüp bir roman yazacak... Bu
? projeye kaişı Tanpmar diyor ki: "Roman insanın dışında değil
içindedir" |4J.
Edebi kaideleri bilmek başka, bir sanat eseri ortaya koymak daha başkadır. Herkes az çok şehirleri tasvir eder, fakat Beş Şehir'i sadece Tanpmar yazmıştır.
Nasıl ki nota bilmek enstrüman çalmaya yetmezse, edebi kaideleri bilmek de, edebi bir eser vermeye yeterli olamaz. Ne var ki edebi bilgiler, insanı SANAT SARAYI'nın kapısından içeri sokar, bundan sonrası, şahsın gayretine bağlıdır. Zaten başarının onda dokuzu ter, biri kabiliyettir.
Altı milyon genç futbol oynuyor, milli takıma on bir kişi se¬çiliyor. Gençlerden şiir, roman, hikaye yazan çoktur amma, bı¬rakın bunlardan on.bir kişi bulmak, yıllar geçiyor, bir Tanpı-nar, Bir Necip Fazıl veya Yahya Kemal bulmak zor.
Hemen şunu söyliyelinı ki futbolcunun antremanlan kadar, herhangi bir genç de edebi sanatların biriyle meşgul olsa, ba¬şarılı olur.
Edebiyatta, heykelde, resimde, müzikte, mimarlıkta ve ti¬yatroda SANAT olayı vardır. Bunun için Rönesans hareketleri de belagat yönünden ele alınmalıdır. ?192
1950li yıllarda Turan Tanın'm cebir kitabı on altı baskı yapmıştı. Neden bir başka kitap ikinci baskısını yapamazken, Tamn'mki on altı baskı.yapıyor? Çünkü Tanın, kitabını az ke¬limeyle çok açık anlatmıştır ki bu da belagattır. Demek ki bela¬gatı, fen kitaplarında da arıyabiliriz. Nitekim fizik, kimya gibi ders kitaplarının da defalarca basıldığını gördük. Bu kitapların tutulmasının sebebi belagattır, yoksa hepsi aynı bilgileri veri¬yordu.
İrlandalı yazar Bernard Shaw (1856-1950) yazılarını kelime sayısına göre satarmış. Bunun için bir Amerikalı bir Cent gön¬derip, bir kelime rica etmiş. O da "Merci" yazıp postalarmış. "Thank you" yazsa iki kelime olacak, dolayısı ile zarara gire¬cekti...
Ansiklopedilere makale yazanlar da yazılarım kelime ade¬dine göre satarlar. Fakat ideal bir makale, tek kelime çıkarmak¬la tek kelime ilave etmekle de bozulmalıdır. Bu bakımdan her yazı yazan, yazar değildir, her yazının beliğ olması da düşüne-
lemez.
Bir makale yazmak istediğimde, gazetenin baskısı kadar öğ¬rencisi bulunan bir sınıfta kendimi farzederim. Bu sınıfta ha- ? mal da, vali de vardır. Şimdi öyle yazmalıyım ki yazım, hama- * la zor, valiye basit gelmesin. Ve, en zor meseleyi, en kolay an¬laşılır tarzda yazmalıyım. Sonra seçtiğim kelimelerle cümleleri kurar, bazı kelimelerin sık sık tekrarlanmasını önlerim. Bir de iç ahenk (alliterasyon) temin edildi mi, tamam. Makaleyi tek¬rar baştan başa okur, fazla kelimeleri atarım, böylece yazım, gün ışığına çıkmış olur.
Burda "Sanat, sanat için mi, insan için mi?" sorusu günde¬me gelir.
Emile Zola ne kadar naturalist, dolayısıyle materyalist idiy¬se, Victor Hugo da okadar spiritualistti. Pitigrilli ise daha baş¬kadır, onun bir ideolojiye, bir akıma tabi olmaması, sanat için sanat yaptığını göstermez. Pitigrilli, Emile Zola'dan daha za¬rarlı olmuştur. Zola'yı anlamak bir seviye isterken, Pitigrilli okuyucusuna seviye kaybettirmiştir.
hayata
düşülen dipnotlar F:13
Ülkemizde ise sol yayınlardan daha çok, müstehcen yayın zararlıdır, fazilet adına ne varsa silip süpürmüştür. Haramı reklam eden "Sanatkârlar" İslamiyete en büyük darbeyi vur¬muştur. "Sanat, sanat içindir" diyerek kendilerini gizleyemez-ler.
1950'li yıllarda Varlık Dergisi "Sanat sanat içindir" diyerek manasız şeyler yayınlardı. Hatta gazeteden lalettayn kelimeler toplayıp, bunlara bir şekil veren şahsın yazısı, şiir diye yayın¬lanmış. Bu hareket, nazım sanatına suikast değil mi? Bir misal verelim:
KUZUNAME
Telefonlar çalacak
Bu bir korkunun dağılmasıdır
Ağır adlı bir lunaparkta
Ey kesikbaş çıkar hançerini
Bu bir kuzunun damıtılmasıdır
Telefonlar çalacak
Sokak başlarında ölüme koşut
I love you ey Nagant
Bu bir sevinin durdurulmasıdır
Az biraz karanlıkta
Telefonlar çalacak ve trak Bir kuzu daha alınmdan Salah Birsel.'*1
Şimdi bu şiire "Sanat, sanat içindir" deyip geçebilir miyiz? Yoksa, Mehmet Kaplan gibi bu şiirde bir ideolojinin izlerini bulur muyuz?
Sonuç olarak şunu söyleyelim ki: Sanat, insan içindir. Za¬ten müzede gezen kuşlarda sadece yiyecek arar. Müzeler ve
194 . " ? ?
sanat eserleri, insanlar içindir. Yeryüzü de bir müze ve yara¬tıkların hepsi sanat eseri.
Fen ve edebiyat bilimlerinin bütünü insana yöneliktir. Be¬lagat hepsinin üzerinde, hepsine hakimdir. Bunun için hita¬bette ve yazıda belagata dikkat etmeli, elbette ki inandığı gibi yaşamak, belagatın zirvesidir. Hiç bir roman, güzel yaşanmış bir hayat kadar güzel olamaz.
DİPNOTLAR
1. Sözler, Bediüzzaman Said Nursi, 20. Söz.
2. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi. Dergah Yayınlan, ilk baskı.
3. Celaleddin M ehem m e d'in yazdığı Telhisü'l Mü'tah ile Teftazani'nin Mutav-
vel'ini, Abdünnafi Efendi Türkçe'ye tercüme etmiş, Hicri 129ü yılında Mat-baa-ı Amire'de bastırmıştır.
Ruscuklu M H. Hayri 188(Vda Belagat-ı Osmaniye'yi yazmış, Mekteb-i Hukuk't a okutmuştur.
Hacı ibrahim Efendi ise Şerh-i Belagat'ı yazıp. Recaizade Ekrem'in Talİm-i Edebi-. yatı'na, onun şahsında Tanzimat Edebiyatı'nm mensuplarına, yani Batılılaş¬mak isteyenlere çatmıştır.
4- Edebiyat Üzerine Makaleler, Ahmet Hamdı Tanpmar. M.E.B. İstanbul 1969. Sh. 40.
5. Cumhuriyet Devri Türk Şiiri. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, İstanbul 1973. Sh. 443.
Bir sanatkârın sahtekârlığı
1889 yılında doğan Van Meegeren, daha çocukluğunda re-sirn yapmayı seviyordu. Derslerine çalışmayıp resim yapardı.
195
Bu durum 11 yaşma kadar devam etti. Bir gün babası bütün resimlerini yaktı. Meegeren de baba ocağından soğudu. Bir an Önce iş bulup evden uzaklaşmayı kafasına koydu. O, kendini ressamlığa adamıştı. Birazcık boş kalsa hemen resim yapmaya başlardı. Niçin, neden böyleydi? Bunu kendisi de bilmiyordu. Bilmek de İstemiyordu. Resimle uğraşmaktan zevk alıp vecde geliyordu. Başarısının sırrı da buradaydı.
Resim yapmaya son derece tutkun olan Meegeren, resim yapmanın teknik yönüyle pek ilgilenmedi. Dolayısıyla sanat eleştirmenlerinin sert tenkitleriyle karşılaştı. Sanat eleştirmen¬leri ise, Jan Vermeer ve Pieter de Hooch gibi meşhur ressamla¬rı esas alıp onlar gibi resim yapmayanları eleştiriyorlardı. Hal¬buki Meegeren'e göre bu ressamlar pek başarılı sayılmazdı. İs¬tese onların tablolarını aynen yapabilirdi. Bunu da kimseye söyleyemezdi. Zira herkes güler, hatta çıldırdığına bile hükme¬derlerdi.
M-eegeren, her sanatkâr gibi geçimsiz bir kimseydi. O, sade¬ce resimle meşgul olup resim dünyasında yaşıyordu. Başka meşguliyetlerden hoşlanmaz ve sıkılırdı. Evlendi. Mesut sayı-hrdı, fakat kadınlı toplantılara katılmayı sevmediğinden aile içinde de problemdi.
Bir gün, meşhur ressamların, zannedildiği kadar üstün sa¬natkârlar olmadıklarım ispatlamak ve sanat eleştirmenlerin¬den intikam alıp, onların da sanattan anlamadıklarını ortaya koymak için işe girişti. }an Vermeer zamanında yapılmış üçüncü sınıf bir ressamın tablosunu satın aldı. Bu tablonun kanaviçesinden faydalanacaktı. Madem ki Jan Vermeer gibi ressamların tablolarını taklid edecekti, öyle ise kaneviçe, boya, herşey üç asır evveline ait olmalıydı.
Boyalar üzerinde epey çalıştı. Renk ve kalite ayarlaması yaptı. Resimlerini üç asır evvel yapılmış gibi gösterebilmek için, firma koyması gerekiyordu. Evinde bir fırın yapmayı ko¬layca başardı. Lakin sıcağı gören boyalar değişiyordu. Boyalara leylak yağı katarak bu meseleyi de halletti. Evindeki aşın leylak kokusu dikkati çekmesin diye her tarafı saksılarla doldurdu.
196
Yaptığı tabloları fırına sürdü. Boyların kabardığım görünce yine çareler aradı. Bazı kimyevi maddeleri boyalara katınca kabarma işini de önledi.
Jan.Vermeer tarafından, 17. asırda yapılmış olan İsa Emma-us adlı tabloyu 6 ayda tamamladı. 1936 yılında yaptığı bu tab¬lo, ayırt edilemeyecek kadar aslına benziyordu. Yaptığı tablo¬yu fırına soktu. Boyalar iyice kurudu ve sertleşti. Bunu bir si¬lindire sararak çok hafif çatlakların meydana gelmesini sağla¬dı. Şimdi büyüteçle baksalar bile "Bu tablo, üç asır Önce yapıl¬mış, Verneer'e aittir" diyebilirlerdi.
Meegeren, sadece bir ressam değil, her türlü ihtimali hesa¬ba katan, daima doğru sonuca ulaşan akıllı bir matematikçi gi¬biydi. Arama aklını sahtekarlıkta kullanıyordu. Akla güvenen¬lerin kulakları çınlasın.
Yaptığı tabloyu alıp Fransa'ya gitti. Boymans Müzesi'ne 174 bin dolara sattı, Böylece sanat eleştirmenlerinden intikam aldı. Ressamlıkta mihenk taşı olarak kabul edilen meşhur Jan Ver-meer'i geçmişti. Şimdi onu kiminle mukayese edeceklerdi? Kimseyle mukayese edemezlerdi çünkü o meşhur kalemşörler, tabloların sahtesi ile gerçeğini ayıramayacak kadar zor duruma düşmüşlerdi.
İşin garip yanma bakın ki, doğru iken fakir yaşayan Meege¬ren, sahtekarlığı başlayınca zengin oldu. Dünyanın hiçbir ka¬nunu ve hiçbir polis teşkilatı sahtekarlığın böylesini önleye¬mezdi, Bundan dolayı, doğruluğun sırrı, kafalara ve kalblere yerleştirilmeliydi. Sahtekarları toplamak, sahtekarlığı önleye-miyor, bazen sahtekarlığı önlemeye memur olanlar, sahtekar¬larla işbirliği yapabiliyorlar.
Meegeren durumundan çok memnundu. Pieter de Ho-och'un iki tablosunu da taklit etti ve 800 bin dolara sattı,
Bu işi devam ettirdi. Meşhur ressamların meşhurluğu ile alay edercesine iki ayda bir tablo yapıp binlece dolara satarak zengin oldu.
İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar, Hollanda'yı işgal etti.
197
Sonra Müttefikler, Almanları yenilgiye uğratıp Hollanda'yı ge¬ri aldılar. -Sattığı bir tablodan dolayı, Meegeren hakkında so¬ruşturma açıldı. 29 Ekim 1947'de Amsterdam mahkemesinde, tabloyu İtalyan asıllı bir aileden aldığını söyled\ İtalya,. Al¬manya'nın müttefiki olduğundan, "Düşmanla işbirliği yapmak¬la" itham edilerek tevkif edildi. Pabucun pahalı olduğunu an¬layan Meegeren, herkesi aptallıkla itham ederek:
- Aptallar, meşhur ressam Jan Vermeer'e ait olduğunu san¬dığınız tabloyu ben yaptım, dedi.
Onlar da Meegeren'i delilikle suçladılar. ?
Meegeren deli olmadığını ispatlayabilmek için tabloyu mahkeme huzurunda tekrar yapmayı teklif etti. Bu teklif, bilir¬kişi heyeti önünde tatbikata kondu. Ressamlar ve eleştirmen¬ler neredeyse küçük dillerini yutacaklardı. Çünkü olmaz sanı¬lan işler o anda oluyordu. Ve Meegeren "vatan haini" ithamını boynundan atıp "sahtekar" sıfatına boyun eğdi. Bir yıl1 hapse mahkûm olduysa da kalp yetmezliğinden öldü.
Bu hikayeyi her. hatırlayışımda, dünya çapındaki sahtekâr¬lıklar hatırıma gelir.
Tabiat tablosunun sanatkârını inkâr edip, tabiatı sanatkâr ilan eden sahtekarlara ne demeli?
Allah'ı unutup, heykeli, resmi veya insanı putlaştıran aptal¬lara...
En meşhur ressamların tabloları kopya edilirken, bir porta¬kalı yapmayan, plastik portakalla hakikisi arasındaki sanat far¬kını göremeyen, bir çekirdeğe portakal ağacını yerleştiren Al¬lah'ın sanatını anlamayan anlayışsızlara ne demeli?
DERDİMİ SEVİYORUM
(5 KİTAP)
H e k i m o ğ I u I s m a i! R. Şükrü Apuhan A. Erkan Kavaklı
Dertlerin insanın karşısına dağ gibi dikildiği zamanlarda, derdini sevmekle işe başlayanların tevekkül ve huzur dolu gönüllerinden yansıyan parıltılar.. Özgün tarzı, sohbet havası içindeki üslubuyla severek okuyacaksınız. Büyük bir beğeni ile karşılanan Derdimi Seviyorum serisi beş cilde ulaştı.
198
İNSAN OKUDUKÇA..
100 Soruda Bediüzzaman
Said Nursi
Hekimoğlu İsmail
Yaşadığı dönemde ve günümüzde her zaman odak noktası olmuş, eserleri ve yetiştirdiği talebeler ile yakın tarihimize damgasını vurmuş önemli şahsiyetlerdendir Bediüzzaman Said Nursî... Üstad ve eserleri hakkında, Risale-i Nurlar ve talebeleri hakkında zihinlerde dolaşan sorulara en açık ve net cevapları bu kitapta bulacaksınız.
FETİH YURDU SAHN-I SEMÂN KİTAPLIĞI
Y**nif No;
8ıra No:
HAYATA DÜŞÜLEN DİPNOTLAR
Efendim,
Yıllar yılı dolaştım, gördüklerimi, duyduklarımı, okuduklarımı yazdım. Topladım toplayacaklarımı, onları edebi sanatların içinde yoğurdum; en güzel şekli, en güzel biçimi vermeye çalıştım ve sizlere faydalı olmak için böyle bir eser hazırladım.
Beyne bilginin zarafeti, gö'nüle sanatın estetiği, kalbe iman ve vicdana ışık; kitapla insan böyle bütünleşmeli.
En güzel arkadaş, en iyi dost, seçtiğiniz kitap olmalı.
Kitap, okuyucusunu yokuştan kurtarmalı, karanlıktan çıkarmalı, ümit vermeli, aşk vermeli ve yepyeni bir hayat vermeli!
Hep sizin için çalıştım, yazdım. Sizlere saygı sizlere sevgi aziz okuyucularım.
Hekimoğlu İsmail
ISBN.975-362-365-8
iî
799753
'6236591
Hekimoğlu İsmail _ Hayata Düşülen Dipnotlar
Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.
UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...
Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacıgörme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.
Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.
Yaşar MUTLU
İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders
kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir
şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."
bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitabı Tarayan ve Düzenleyen Arkadaşa
çok çok teşekkür ederiz. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek
tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
Not sitemizin birde haber gurubu vardır.
Bu Bir mail Haber Gurubudur. Grupta yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeniz gerekmektedir.
Grubumuza üye olmak için
kitapsevenler-subscribe@googlegroups.com
adresine boş bir mail atın size geri gelen maili aynen yanıtlamanız yeterli olacaktır.
Grubumuzdan memnun kalmazsanız,
kitapsevenler-unsubscribe@googlegroups.com
adresine boş bir mail gönderip, gelen maili aynen yanıtlayarak üyeliğinizi sonlandırabilirsiniz.
Daha Fazla Seçenek İçin, grubumuzun ana sayfasını
http://groups.google.com.tr/group/kitapsevenler?hl=tr
Burada ziyaret edebilirsiniz.
saygılarımla.
Hekimoğlu İsmail _ Hayata Düşülen Dipnotlar