KİŞİYE ÖZEL. 2

Önsöz. 2

GENEL DURUM... 3

ZAMAN, ÖMÜR VE BİZ.. 4

RIZIKTA HELAL VE HARAM... 7

GÖZÜMÜZÜN NURU NAMAZ.. 11

Anne Ve Babaya Güzel Muamele. 17

İnfakta Bulunmak. 22

MÜSLÜMANLARLA İLİŞKİLERİMİZ.. 28

İNSANLARLA İLİŞKİLERİMİZ.. 32

CENNETE DAVET.. 34

SONUÇ.. 36


KİŞİYE ÖZEL

 

Önsöz

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebeddc var olan, lııtfuyla kainatı ve biz­leri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (c.c.)'a mahsus­tur.

Salat ve selam da, alemlerin Rabbi. tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, aline, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.

Asr-ı saadet döneminde “Falanca müslüman oldu” denildiği zaman, diğer müslümanlar sevinmekte ve bu habere açıklık kazandırmak için ikinci bir soru sormamaktadırlar. Çünkü haber gayet açıktır, falanca Şahıs apaçık bir şekilde müslüman olmuştur.

Günümüzde ise durum böyle değildir!.

“Falanca müslüman olmuş” denildiği zaman,  bu habere sevinçle değil, değişik sorularla yaklaşılmakta­dır.

Nerede müslüman olmuş?

Kimler tarafından müslüman olmuş?

Nasıl bir müslüman olmuş?

Gerçekten müslüman mı olmuş?

Bu gibi sorular doğru mudur? yanlış mıdır? gerekli midir? gereksiz midir.? tartışmalarına gir­memize gerek yoktur. Çünkü yaşadığımız coğrafyada müslümanlıkla ilgileri olmayan ancak her fırsatta müslüman olduklarını iddia eden kitleler vardır. Bu coğrafyadaki toplum tarafından müslüman kabili edilmeyenler, sadece Allah'ı inkar eden ateistler veya marksistlerdir. Nitekim Allah'ı inkar eden herhangi bir marksist, Allah'a inandıklarını söylemelerine rağmen Allah'a eş koşan muhafezakar liberallerin safına geçtiği zaman “Falanca marksist artık   müslüman oldu?” yaygaraları kopmaktadır. Verdiğimiz bu örnek, meselenin sadece  bir boyutudur. Kendilerini İslam'a nisbet eden birçok sapık fırkanın davetine icabet eden­ler de “Elhamdülillah, artık biz de müslüman olduk!” diyebilmektedirler. Tabi ki böylesi yönelişlerde bulu­nan kimseler, islam gerçeğine göre ne yazık ki henüz müslüman olmayan kimselerdir.

Fakat işin tuhaf tarafı “Nasıl bir müslüman ol­muş?” sorusu, İslam'a göre gerçekten müslüman olan kişi veya gruplar için de sorulmaktadır. Çünkü bu müslümanlar da; hal, yaşantı ve yönelişle riyle birbi­rinden farklı müslümanlardır. Bu müslümanların ni­hai hedefleri aynı olmasına rağmen; kendilerini bu ni­hai hedefe   götürebilecek ara hedefleri, birbirinden farklı ve hatta birbiriyle çelişen hedeflerdir.

Güncel hedeflerde, güncel amaçlarda farklılık olduğu gibi, müslümanları bu amaçlara götürebilecek araçlarda da fark­lılıklar vardır. Bazıları akıl. bazıları mantık, bazıları bilgi, bazıları silah yoluyla amaca varmaktan yanaclırlar. Bütün bunların fevkinde olan iman yolu ise, bu yolu benimsediklerini iddia eden bazı gruplar tara­fından dejenere edildiği için gündeme dahi gelmemek­tedir!.

Netice olarak yaşadığımız coğrafyada böylesi farklı kimliklerle, böylesi farklı yönelişlerle karşılaş­mak, bizler için yadırgamayı dahi unuttuğumuz bir alışkanlık durumuna gelmiştir!. Bu kimselerin defa­larca sordukları ve daha defalarca sorabilecekleri aşa­ğıdaki soruları artık ezberlemiş bulunuyoruz.

“Tağutlar yıkılarak îslami devrim nasıl gerçekle­şebilir?”

Bu soruyu soranların haline, bu soruyu soranların yaşantısına, bu soruyu soranların kimlik ve kişiliğine baktığımız zaman şaşkınlığımızı gizleyebilmek için kendimizi oldukça zorluyoruz. Fakat yine de onların anlayabile­ceklerini umud ederek “Bu soruyu sizler değil, tağut­lar ve tağuti değerler karşısında kıyam halinde duran müslümanlar sorduğu zaman, ancak o zaman gerçek­leşebilir” diyoruz.

Birçok kimsenin yönelttiği “İslam'a göre siyasi partilerin durumu nedir?” sorusu ise, artık bıkkınlık duyduğumuz sorulardandır. Bu soruyu soranlar, bu sorunun yerine “İslam'a göre benim, bizim durumumuz nedir?” sorusuna önem uerselerdi, hiç şüphesiz ki içinde bulundukları bu olumsuz durumlarda bir deği­şiklik olabilirdi!.

Meseleye kuru akıl ve bilgilenme açısından yak­laşanların soruları ise, meraklı olarak yaratılan insa­nın ve insan fıtratının, merak edebileceği şeyler kadar çoktur.

Düşüncenin temel ilkelerinde, marksist yaklaşı­ma eleştirel bir bakış getirir misiniz?

Efendim, uluslararası siyasi politikayı etkileye­bilmek için dünya müslümanlarının ekonomik yapı­lanmaları nasıl olmalı? İslam'a göre, zaniyi pazarhyan ancak zina yap­mayan pezevenkler de cezalandırılır mı? Bu durumun bir hukuk olarak Kur'an ve Sünnette yeri nedir?

Tabi ki böylesi sorularla gündemlerini oluşturan bu gibi kimselerin yanışını, samimi bir kardeşleriyle karşılaştıkları zaman, bu kardeşlerine ciddi sorular yönelten bazı nadir müslümanlar da vardır. Bunların soruları   ütopik, bunların soruları akademik değildir. Bunların soruları, sadece bilgilenmek, bilgiye bilgi katmak için yö­neltilen sorular hiç değildir.

Bunlar dertlerini bilen, dertli müslümanlardır. Yönelttikleri sorular da, meraklarından değil, dertle­rinden kaynaklanan sorulardır.

Bu dert ile yaşaran ve bu yaşlarla aydınlanan gözleriyle size bakarak, ne yapalım can, ne yapalım kurban. ne yapalım kârdaş? derler. Yüreklerden, gönüller­den yükselen bu sorular karşısında, boynunuzun bü­küldüğünü, dilinizin tutulduğunu hissedersiniz. Çünkü bu müslümanlar, ağzınızı açıp, gözünüzü ve gönlünüzü kapatarak konuşacağınız müslümanlar değildir. Allah ve Resulü (s.a.v.)'i dikkate alarak son soran bu müslümartlara cevap verirken, Allah ve Resulünün bu cevaba şahit olacağını ve bu cevaptan sorguya çekileceğinizi yakın­dan hissedersiniz.

Susmak geçer içinizden, susmanın ve suskunluğun gölgesine sığınmak is­tersiniz.

Ancak az da olsa. bazı. şeyleri bilmenin verdiği so­rumlulukla titreşen yüreğinizden, sessiz fısıltılar yük­selir. “Dinle can, dinle kardaş..” kitabıyla başlayan bu fısıltıları, yürekleri ile yüreğinize ortak olan bu kar­deşlerinize iletmek istersiniz. işte bunları, bu fısıltıları içeren elinizdeki kitap, herkesin okuması için değil, sadece bu canlara, bu kardeşlere, bu kişilere özeldir.

Mehmed ALAGAŞ Mart-1992

 

GENEL DURUM

 

“Türkiye'de yaşayan müslümanların ne yapması gere­kir?” sorusuna, “Kuran ve sünnete yönelmeleri gerekir?” şeklinde genel bir cevap verilmektedir. Bu cevap yeni veri­len bir cevap olsaydı “Bu güzel cevabın, güzel neticesini bekleyelim!” diyebilirdik. Oysa yıllar önce verilen bu ce­vap, ne yazık ki geneldeki birçok olumsuzluğun önüne geçmemiş, geneldeki birçok olumsuzluğu ortadan kaldır­mamıştır.

Tabi ki bu cevap eksiktir veya bu cevap yanlıştır de­miyoruz. Birçok sorun ve problemlerimizi çözebilmemiz için hiç şüphesiz ki bu kaynaklara yöneiecek ve bu kay­naklarda araştırma yapacağız.

Ancak, “Müslümanların Kur’an ve sünnete yönelmeleri gere­kir?” cevabı doğru olmasına rağmen, bu cevabın pratiğe geçirilmesinde önemli hatalar olmuştur.

Bu hatalardan ilki, müslümanların yaşadıkları sorun ve problemleri çö­zümleyebilmek için bu kaynaklara yönelen birçok kardeşi­mizin, bu yönelişin hakkını vermemeleridir. Yaşadığımız coğrafyada Kur'an ve sünnete yönelen bir hayli müslüman olmasına rağmen, neye yöneldiklerinin bilincine vararak, bu yönelişin gereğini yapanlar yok denecek kadar azdır. Bu durumu izleyen bazı kardeşlerimiz, meseleye yine de olumlu bakarak; “Kuran ve Sünnete hiç yönelmemelerin­den, az da olsa yönelmeleri iyidir” diyeceklerdir. Ne yazık ki böyle düşünmüyoruz!. Kur'an ve sünnete gereği gibi yönelemeyen bu müslümanlar, bu yönelişlerinin hakkını veremediklerini idrak ederek hadlerini bilselerdi, bu durum Kur'an ve sünnete hiç yönelmemelerinden iyi, çok daha iyi olabilirdi. Ancak karşılaştığımız durum böyle değildir!. Üç-dört aylık bir çalışmayla bazı İlahi gerçeklere vakıf olan birçok kardeşimiz, bütün sorunları bu gerçeklere göre çözme iddiasıyla ortaya çıkmakta ve konuşmaya başlamaktadırlar!. Çünkü karşılaştıkları İlahi gerçeklerin güzelliği ve anlam genişliği, bu kardeşlerimizin iç dünyalarını doldur­muştur.

Bazı gerçeklere vakıf olan bu kardeşlerimiz. bu gerçeklere vakıf olmakla hiçbir alimin asla yaşa­madığı ve asla yaşayamayacağı ilmi bir doygunluğu yaşa­maktadırlar sanki!. Bildikleri çok. bilmedikleri az şeylerdir bu kardeşlerimizin!.

Oysa ilim gerçeği böyle değildir!. Bir insanın ne kadar az şey bildiğini idrak edebilmesi için. çok şey bilmesi gereklidir. Herhangi bir insanın ilmi seyrinde, genel olarak şu ifadeler vardır.. Pek bir şey bilmiyorum, bazı şeyleri öğrendim, çok şey biliyorum, her şeyi öğrendim, bildiklerimde bazı eksiklikler varmış, bilmediklerim de vardır. bilmediklerim ne kadar çokmuş. bildiklerini çok az. bilmediklerim pek çoktur..

İşte Kur'an ve sünnete kısmi yönelerek “Her şeyi öğ­rendim” aşamasına gelen ve bu aşamayı geçemeyen kardeşlerimiz, bu aşamanın verdiği güvenle iddialı konuşma­larda ve davetlerde bulunmaktadırlar. Nitekim Kur'an ve sünnete yöneldiklerini söyleyen müslümanlar arasında meydana gelen görüş ayrılıkları ve ihtilaflar, genel olarak olgunlaşmamış böylesi görüşler arasındaki ayrılıklar ve ihti­laflardır. İnsanları “Yarım doktor candan, yarım hoca din­den eder” sözü, ne yazık ki bu boyuttan doğru bir sözdür.

Kur'an ve sünnete yönelmekle ilgili yapılan hatalar­dan bir diğeri ise. araştırma gayesiyle yapılan bu yönelişle­rin genel bir mükellefiyet haline getirilmesidir.

Oysa unutulmaması gereken husus, böylesi yönelişlerle ve ciddi araştırmalarla herkesin mükellef olmadığıdır. Fakat bazı kardeşlerimiz bu konuda hem kendilerini mükellef görmekteler ve hem de yaşadık­ları çevrede bulunan bütün müslümanlan bu mükellefiyete davet etmektedirler!.

Hiç şüphesiz ki her müslüman. usulüne riayet ederek gücü nisbetince Kur'an ve sünnete yönelecek ve yöneliş gayesini fazla iddialı bir duruma getirmeden, bu kaynaklar­dan faydalanabilecektir. Ancak müslümanların genel prob­lemlerini çözmek, hareket fıkhını ortaya çıkarmak gayeleriyle Kur'an ve sünnete yönelmek, çok ciddi bir konudur. Nitekim Kur'an ve Sünnete bu amaçla yönelen ve etrafın­daki kardeşlerini de buna davet eden birçok müslüman, hakkını vermedikleri veya veremedikleri bu çalışmalarda boğulmuşlardır. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur'an ve sünnete ciddi araştırmalar gayesiyle yönelmek, bütün kardeşlerimizin mükellef olduğu bir çalışma değildir.

Kuran ve sünnete ciddi araştırmalar gayesiyle yöne­len kardeşlerimizin, hem böylesi yönelişlerle bütün kardeşlerimizi mükellef tutmamaları ve hem de araştırmalarında karşılaştıkları her gerçeği, müslümanların genel gündemi­ne getirmemeleri gerekir. Çünkü müslümanların genel gündemine gelmesi gereken meseleler, teferruattan ve de­taylardan uzak meseleler olmalıdır. Birçok konuda araştır­ma yapsak ve bu araştırmaların neticesinde çok derin an­layışlara sahip olsak dahi, bunların hepsi genele yansıtmamız elzem olan şeyler değildir. Çünkü bu gibi me­seleler herkesin değil, sadece bu konularla mükellef olan kişilerin ilgi sahasındadır.

Netice olarak “Türkiye'de yaşayan müslümanların ne yapması gerekir?” sorusuna da, teori düzlemindeki genişliklerden sakınarak, pratik düzlemde genel cevaplar veril­mesi gerekmektedir. Gerçi bu soruya bazı pratik cevaplar verilmektedir. Ancak bu cevaplar birbirini tamamlayan, birbiriyle bütünleşen cevaplar değildir. Nitekim birbiriyle dahi çelişen bu cevaplarla karşılaşan, bu cevapların kar­maşık sıkıntısını yaşayan birçok samimi kardeşimizin gön­lünden , şu özlem, şu temenni geçmektedir.

“Resulullah (s.a.v.) aramızda olup, bizlere ne yapaca­ğımızı söyleseydi ne iyi olurdu!..”

Hiçbir şüphem yoktur ki, samimi müslümanların çok samimi özlemleri, çok samimi temennileridir bu.. Ve biliyorum ve inanıyorum ki, Efendimiz (s.a.v.) bu soruyu soran bir kardeşimize herhangi bir ağacı göstererek “Sen bu ağacı bekle” deseydi, o kardeşimiz canla başla o ağacı bekleyecek ve Resulullah (s.a.v.)'e itaat ederek Allah'a kulluğu yaşamanın mutmainliğini hissedebilecekti.

Birçok müslümanın gönlünden geçen ve Efendimiz (s.a.v.)'e yöneltmek istedikleri bu soru, kuşkusuz ki Peygamber (s.a.v.)'e varis olan bütün alimlerin, Kur'an'ı Ke-rim'i esas ve Resufullah (s.a.v.)'i örnek alarak cevaplandır­maları gereken bir sorudur.

Bizler ise, “Alimler peygamber varisidir” gerçeğini bildiğimiz gibi, bu manada bir alim. bu manada bir varis olmadığımı­zı da bilen müslümanlarız. Nitekim bunu veya daha açık bir ifadeyle haddimizi bildiğimiz için. bizi ister istemez deh­şete düşüren “Allah ve Resulünün hoşnutluğu için ne ya­palım” sorusu, hiç cevaplamak istemediğimiz bir soru ol­maktadır. Çünkü biliyoruz ki bu soruya verdiğimiz her cevaptan, söylediğimiz her kelimeden hesaba çekileceğiz. İşte bu korkutuyor bizleri!.

“Efendim!. Bildiğiniz hiç İslami gerçek, bildiğiniz hiç İslami nasihat yok mu? Onlardan birkaçını söyleyiverin” di­yebilirsiniz. Ancak biz bunu diyemiyoruz kendimize. Çün­kü Efendimiz (s.a.v.) nasihat isteyen müslümanlara; o an aklına gelen İslami bir gerçekle değil, nasihat isteyen müslümanlara gerekli olan, o müslümanlara söylenmesi ve iletilmesi elzem olan İslami gerçeklerle nasihat etmiştir.

Bunları bildiğimiz için Allah ve Resulü adına konuş­mak yerine, kendi adımıza susmak, susmanın ve suskunlu­ğun emin gölgesine sığınmak geçiyor içimizden. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi Rabbimizin lutfuyla çok az da olsa bazı gerçekleri bilmenin, bu gerçekleri yaşayarak hissetmenin verdiği sorumluluk endişesiyle, suskunluk vebalini yüklenmekten de korku­yoruz.

İşte bütün bunlar. dikkate alarak “Resulullah (s.a.v.) aramızda olup, bizlere ne yapacağımızı söyleseydi ne iyi olurdu!” diyen samimi kardeşlerimize bakıyor ve bu kar­deşlerimize Allah ve Resulü adına bazı nasihatleri iletmek istiyoruz.

Fakat bununla beraber yine de kendilerini şu hususta uyarmak.

Önemle uyarmak isteriz ki!.

Allah ve Resulü adına bazı nasihatleri iletecek olan müslümanlar, nasıl ki Allah ve Resulünü dikkate almak zorunda ise; Allah ve Resulü adına bazı nasihatleri dinlemek iste­yen müslümanların da. bu nasihatleri hangi müslüman ve­rirse versin Allah ve Resulü adına dikkatle dinlemeleri ge­rekmektedir.

Netice olarak bazı başlıklar halinde ileteceğimiz nasi­hatler, günümüz müslümanlan için yeterli olmasa da, mutlaka ve mutlaka gerekli olan nasihatlerdir. Ayrıca bu nasihatler, Allah ve Resulünün hoşnutluğu için bir şeyler yap­maktan yana olan samimi kardeşlerimizi, sadece  bu  kardeşlerimizi  muhatap  alan   nasihatler olacaktır.

Böyle bir kaygınız. böyle bir dileğiniz, böyle bir özleminiz yok ise, sizin için faydasız, çok faydasız olan bu kitabı kapatıp, vebal yükünüzü daha da fazlalaştırabilecek olan ilerki yazılan lütfen hiç okumayınız!..

 

ZAMAN, ÖMÜR VE BİZ

 

Sahih-i Müslim ve Buhari gibi hadis kitaplarında riva­yet edildiği göre, Resulullah (s.a.v.) kendisinden nasihat is­teyen birçok müslümana “Bir yakının ötmedi mi? Sizin oralarda hiç adcın oğlu ölmüyor mu?. Ölüm nasihat olarak yetmez mi?” buyurarak, bu müslümanlara ölüm gerçeği İle nasihat etmiştir. Nitekim Kuram Kerim'in üç ayrı yerinde zikredilen,

“Her nefis ölümü iadıcıdır.” [1]

İlahi buyruğu da, insanlara bu ölüm ger­çeğini hatırlatmaktadır.

Peki niye?

İlahi mesaj ve Resulullah (s.a.v.) bizlere niye ölümü hatırlatıyor?

Dünyaya ve dünya yaşantımıza sırt çevirip, bütün dik­katimizi ölüm ve ölümden sonraki hadiselere çekmek için mi?

Kefenimizi ve tabutumuzu hazırlayıp, ölüm vaktini beklememiz için mi?

Değil, elbetteki değil.. ölüm   gerçeğine   dikkat   çekilmesi. Öleceğimizi   ve ölümden sonra karşılaşacaklarımızı dikkate alarak, yaşadığımız anların, yaşadığımız zamanların, yaşadığımız ömrün kıymetini bilmemiz içindir. “Ölmeden önce ölünüz” nasihati da, hiç şüphesiz ki kendimizi ölü yerine koyduktan sonra dirilmek için kıya­meti ve hasrı bekleme nasihati değildir!. Bu gibi nasihatler ölüm gerçeğini yakından hissederek, yaşamın ve yaşanan fırsatların idrakine varabilmemiz içindir. Nitekim Resulullah (s.a.v.). yaşadıkları zamanın kıymetini bilmeyenlerle il­gili olarak şöyle buyurmaktadır.

“İki nimet vardır ki, insanlardan çoğu bu nimetle­ri kullanmakta aldanmıştır; Sıhhat ve boş vakit[2]

Bu gibi uyanlarla müslümanlardan istenen ise, hastalanmadan önce sağlığın, ölmeden önce, yaşadıkları hayatın ve yaşadıkları za­manın kıymetini bilmeleridir. Zamanın kıymeti, hiç şüphesiz ki zamanın kuşattığı her canlı için değil, sadece zamanın kıymetini bilenler ve zamanı değerlendi­renler içindir. Nitekim aynı zaman dilimini, müslümanlara, münafıklarla, kafirlerle ve hatta hayvanlarla birlikte ya­şıyoruz. Mesela otladıktan sonra bir köşeye çekilerek aheste aheste geviş getiren bir ineğe bakınız.

“Bu inek için zaman kıymetlidir!”diyebilir misiniz? Gerçi müşriklerin ve kafirlerin yaşadıkları zamanı na­sıl ve hangi eylemlerle geçirdiklerine bakarak, geviş geti­ren ineklerin geçirdiği zamanı, çok temiz zamanlar olarak görebilirsiniz. “Keşke şu müstekbirlerin veya şu politikacı­ların yaşadığı zamanlar da, ineklerin yaşadığı zamanlar gibi temiz olsa!” diyebilirsiniz.

Ancak meseleyi  kendimize göre  değerlendirdiğimiz zaman müslümanlar olarak bizlerin görevi; yaşadığımız zamana inekler gibi yaklaşmanın çok fevkinde, bu zamanı gerçek manada değerlendirmemizdir. Zamanın değerini bilerek, zamanı gerçek manada değerlendirebilmek ise. hiç şüphesiz ki yaşanan zaman diliminde değerli şeylerin, de­ğerli eylemlerin yapılmasıyla mümkündür. İlahi mesajda beyan edilen ölüm ve ölüm sonrası hesabını dikkate alarak yaptığımız ve yapacağımız bütün Rabbani eylemler, yaşa­dığımız ve yaşayacağımız zamanları değerlendirecek, de­ğerli kılacak eylemlerdir. Nitekim hesabını verebileceğimiz anlar, hesap bilinciyle yaşadığımız böylesi anlardır.

Dolasıyla hergün kendi nefislerimize yönelttiğimiz “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusunu aşarak, “Koskoca yirmidört saattir, Allah için yapman gerekirken, neleri yapmadın?” sorusunu sormamız gerekir. Çünkü muhteşem hesap gününde Allah için yaptıklarımızdan değil, yapma­mız gerekirken yapmadıklarımızdan da hesaba çekileceğiz. An be an soluduğumuz, yaşadığımız fakat kıymetini bilemediğimiz zamanlar­dan hesaba çekileceğiz.

İlahi mesaj, bütün bunları idrak edebilmemiz, yaşadı­ğımız zamanın kıymetini bilebilmemiz için bizlere ölüm gerçeğini hatırlatmaktadır. Ayrıca önemle dikkate almamız gereken bir diğer husus ise bizlere öleceğimizi bildiren İla­hi mesaj, ne zaman öleceğimizi bildirmemiştir. İnsan ömrü belli bir süre ile standart hale getirilmemiştir. Bütün bunla­rın önemli bir hikmeti, ölüm gerçeğinin her an gelebilece­ğini bilmemiz ve buna hazırlıklı olmamız içindir.

Peki bunu biliyor muyuz?

Bu bilinçle yaşıyor muyuz?

Yapmamız gereken hayırlı amellerde, bu bilinçle ace­le ediyor muyuz?

Oysa bu bilince sahip olarak bütün hayırlı amellerde acele etmemiz, acele etmeniz gerekmez mi?

Mesela ne zaman patlayacağını bilmediğiniz bir saatli bombanın yanında olsanız, onun ibresini geriye almak için hiç acele etmez misiniz? “Nasıl olsa daha patlamaz” diye­rek, o saatli bombanın yanında çay içip, muhabbet etme­ye veya üç-beş kuruşluk paranızı mal sevgisiyle tekrar tek­rar  saymaya   ya   da   televizyon   seyretmeye   devam   mı edersiniz?

Veya zilin ne zaman çalacağını bilmediğiniz bir imti­handa olsanız, bildiğiniz cevaplan yazmakta hiç acele et­mez misiniz? Yanımzdakilerle şakalaşip, “Oğlum adam ola­cak, fırıl fırıl bakacak, daha sonra yazacak..” ninnisini mi söylersiniz? Yoksa yazım çok ince ve çok narin olsun di­yerek devamh kalemini yontan, aslında ömrünü yontmak­ta olan kimseler gibi mi davranırsınız?

Halimize bakarak yaşadığımız  zamanlan  nasıl  geçirdiğimize  bakarak, kendimize gelmemiz gerekmez mi?

Yoksa insan ömrünü uzun mu görüyoruz!. “Bugün olmazsa yann olur” derken, daha pek çok yarınlar, daha pek çok zamanlar yaşayacağımızı mı zanne­diyoruz?

Oysa insan ömrü, gerçekleri aktedebilecek kadar uzun, yapılması gere­kenleri erteleyemeyecek kadar kısadır.

Nitekim Kur'an'ı Kerim'de;

“İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: “Kabininiz, bizi çıkar, yaptığımızdan baş­ka salih bir amelde bulunalım..” Size orada (dünya­da), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıp-korkutan da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur.” [3] buyruğu ile ömrün gerçekleri akledebilecek kadar uzun olduğu beyan edilirken, salih amelle­ri erteleyemeyecek kadar kısa olduğuna işaret edilmekte­dir.

Günümüzde “İnsan ömrü kısa mıdır, uzun mudur?” sorusu etrafında bir araştırma yapsak, bu soruya değişik cevaplar verilecektir. Ancak huzuru mahşerde verilen ce­vaplar genelde hep aynıdır.

“Kıyamet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkarlar, tek bir saatin dışında (dünya hayatı) ya­şamadıklarına and içerler.” [4]

“Gündüzün bir saatinden başka hiç ömür sürme­mişler gibi onları bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar.” [5]

Ayet-i kerimedeki kimselerin yaşadıklarıyla ömürle il­gili olarak söyledikleri söz, gerçek zaman anlayışına göre doğru bir sözdür. Nitekim sanı yüce Rabbimiz;

“Gerçek­ten, senin Rabbinin katında bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” [6] buyura­rak, bizlere gerçek zaman anlayışını vermektedir. Zaten peygamberler, bu gerçeği dünya hayatını yaşarken farketmektedirler. Efendimiz (s.a.v.)'in dünya hayatıyla ilgili olarak “Sen çöldeki bir ağacın gölgesinde bir saat mola ve­ren  yolcu  gibiyim”  buyurması,   dünya   yaşantısına   bu gerçeklikten baktığına işarettir.

Müslümanlar olarak bizlerin de bu gerçeği öldükten sonra değil, ölmeden önce kavramamız gerekir. Gerçek zaman anlayışına göre bir saatlik olan bu ömrü, Allah'ı hoşnut edici amellerle, eylemlerle, zikirlerle güzelleştirerek değerlendirmeliyiz. Zaman zaman bir köşeye çekilip Al­lah'ı zikretmek, toplumsal sorumluluğu ön plana çıkaran bazı kardeşlerimize tuhaf gelebilecektir. Oysa yaşantımızda yer alması gereken bu durumun hiç de yadırganmaması gerekir.

Günde beş köşeye gidip boş vakit geçirebilen müslümanların, zaman zaman bir köşeye gidip tevbe ve istiğfar­la Allah'ı zikretmesini de bilmeleri gerekir. Çünkü bilinçli bir şekilde tevbe ve istiğfarla geçireceğimiz bu anlar, basit . bir Örnekle banyoda geçirdiğimiz arınma ve temizlenme anları gibidir. Allah'ı zikrederek geçirdiğimiz ve geçireceği­miz böylesi anlar,  bu anlamda değerlendirdiğimiz anlar olacaktır.

Cehennemlikler ise, yaşadıkları fırsatların değerini, bu fırsatları kaçırdıktan sonra anlıyan kimselerdir. Dünya­da iken televizyon, sinema ve değişik eğlencelerle vakit öl­düren bu kimseler, öldürdükleri vakitlerin değerini ancak o zaman anlamışlardır. Nitekim kendilerine verilen fırsatların değerini, ancak öldükten sonra anladıkları için, bu fırsatla­rı tekrar yaşamak ve tekrar dünyaya dönmek isterler.

“Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başlan öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amel­de bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle ina­nanlarız” (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.” [7]

Dünyaya dönmek isteyen bir de şehidler vardır. “Ya Rabbi bizi dünyaya döndür, tekrar şehid olalım, tekrar şe-hid olalım, tekrar tekrar şehid olalım” derler.

Peki bunu niye derler?.

Bildiğimiz gibi şehidler, Rabbimizin katında nimetlen-dirilmektedir. Şehadetin gerçek karşılığı olan cennetle henüz karşılaşmayan, sadece bazı nimetlerle nimetlenen bu insanlar, kendilerine sunulan bu kısmi nimetlerin görkemi karşısında Allah (c.c.)'ın kadrini ve kıymetini çok daha ya­kından hissederek, çok daha yakından idrak ederek.

Böyle bir Rabbimiz için, böylesine güzel bir Rabbimizin hoşnutluğu için “Bir can daha, bir can daha, bir can daha verelim” diyerek, bu arzularını dile getirmektedirler.

Rablerini  hoşnut,  daha  bir  hoşnut edebilmek  için. tekrar tekrar şehid olmak istemektedirler. Bir kez daha şehid olmak için, bir fırsat, bir fırsatçık daha istemektedirler. Çünkü böyle fırsat, gerçekten çok güzel bir fırsattır. Çünkü böyle bir fırsat, her güzel şeyin bulunduğu cennette, cennette dahi bulunmayan bir fırsattır.

Çünkü cennette dahi.

Allah'ı hoşnut edebileceğimiz böylesi vakitler, böylesi fırsatlar yoktur.

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) hoşnut etmeyi, hoşnut edilmekten daha çok seven müminler için, Allah'ı hoşnut edebilecekleri bu vakitler, cennet vakitlerin­den daha sevgili, çok daha sevgilidir.

Ve bizler, Allah'ı hoşnut etmek isteyen biz müminler, cennette dahi bulamayacağımız bu fırsatları yaşıyoruz. Sevdiğimiz Rabbimizi hoşnut edebileceğimiz bu anları, bu zamanlan yaşıyoruz.

İşte, hem bu anların içinde olduğumuzu ve hem de bu an­ların biteceğini bilmemiz gerekir.

Yaşadığımız anlara, kendimize, dünyaya ve dünyanın içindekilere bu bilinçle bakma­mız gerekir.

Mesela duyduğu bir rahatsızlıktan dolayı doktora gi­den ve muayenesi sonucu öleceğini öğrenen insanın duru­mu ne olur hiç düşündünüz mü?

Bu insanın dünyası ve dünyaya bakışı bir anda deği­şiri. Sevdiği birçok şeye karşı, sevgisini yitiriverir. Anlamlı gördüğü birçok şey anlamsızlaşıverir. Şu an dert edindiği birçok şey, dert olmaktan çıkar. Korktuğu birçok şeyden korkmaz olur. Elli yıl çalışarak biriktirdiği milyarları, elli gün daha fazla yaşamak için vermek ister. Bu insan müslümansa ne yazık ki bu müslümanda da değişiklikler olur. Ölüm haberine her an hazır olan, bu haberi her an bekleyebilen bir müslümanda olmayacak, olmaması gereken de­ğişiklikler, zamammızdaki birçok müslümanda oluverir.

Ölüm haberini alan bu müslüman bir anda kendisine geliverir. Öldükten sonra hesaba çekileceğini bildiği için, başını arkaya çevirerek hesap vereceği yaşantısına bakar. Sevdiği Rabbi için yapmadığı. ertelediği, geciktirdiği bütün güzel eylemler bir dağ gibi yığılır gözlerinin önüne!.

Ağlamaya, hüngür hüngür ağlamaya başlar..

Öleceği için değil. ame! heybesini, güzel amellerle dolduramadığı için, göğsünü ve gönlünü gere gere “Ey güzel Allah'ım, ey güzel Rabbirn, hana lütfettiğin ömrümle Sana bu amelleri­mi getirdim” diyemeyeceği için ağlar ve ağlar ve ağlar...

Tabi ki gecikmiş bir idrak, gecikmiş bir gözyaşlarıdır bunlar. O halde sizler geç kalmayın canlar, gecikmeyin kardaşlar!..

Şimdi gülüp, ölürken ağlayanlardan değil, şimdi ağlayıp. Ölürken gülenlerden olun...

Vakit öldüren ölülerden değil, dipdiri eylemlerle vakitlerini dirilten, dirilerden olun..

Çünkü sizlere bir doktor, bir profesör, bir kahin değil sizleri yaratan Allah ve O'nun Resulü (s.a.v ) bildiriyor.,

“Öleceksiniz!..”

 

RIZIKTA HELAL VE HARAM

 

İnsanların ve toplumların sapmalarında önemli bir neden vç ilk yol ayrımı, helal-haram tanımadan dünya malına yönelmeleri olmuştur. Böylesi toplumlarda zengin olmak bir amaç haline getirilmiş ve bu amaca ulaşabilmek için her yol mubah, her ma! helal görülmeye başlanmıştır. Nitekim kendilerini semavi dine nisbet eden. ancak semavi dinin hakikatinden oldukça uzaklaşan Ehl-i Kitab, haram ve helal konusunda bu duruma düşen bir topluluktur.

“Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta ve ha­ram, yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür. Bilgin yoneticileri (Rabbaniyyun) ve yüksek bil­ginleri (Ahbar), onları, günah söylemelerinden ve ha­ram yiyiciliklerinden sakındırmak değil miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür.” [8]

Şanı yüce Rabbimiz Ehl-i Kitab'ın içine düştüğü bu durumu belirtmekle beraber, Ehl-i Kitab alimlerinin bu duruma müdahale etmeleri gerektiğini de beyan etmektedir. Herhangi bir ülkede veya herhangi bir toplumda kendileri­ni Allah'ın dinine nisbet eden insanlar, helal haram tanımadan dünya malına yönelmişlerse; bu ülkelerdeki alimlerin, insanları uyarmaları ve sa­kındırmaları gerekmektedir. Nitekim müslümanlara ve ümmetindeki bütün alimlere örnek olan Resulullah (s.a.v.), bizleri bu önemli konuda şöyle uyarmaktadır..

Muhakkak ki helal açık, haram da apaçıktır, (Ancak) bunların arasında şüpheli bir kısım vardır ki, insanların bir çoğu bunu bilmezler. Şüpheli olan bu kısımdan kim sakınırsa, din ve ırzında tertemiz kalır. Şüpheli kısma kendini kaptıran da harama düşmüş olur; koru etrafında koyunlarını güden çoban gibi (ergeç) sının aşmasından korkulur. Dikkat edi­niz! Her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın ko­rusu da haram kıldığı şeylerdir. Yine dikkat ediniz! insan bedeninde bir parça et vardır ki, bu et sağlam olduğu vakit, bütün vücut sıhhatlidir. Rahatsız olun­ca da bütün vücut rahatsız olur. Dikkat ediniz! O kü­çük parçacık kalbdir.

Buhari-Müslim-Ebu Davud-Tirmizi-Nesei Hadis-i şerifte işaret edilen şüpheli kısma, helal veya haram diyemeyiz. Çünkü hadis-i şerifin başında, haram ve helalin açık. apaçık olduğu beyan edilmektedir. Hakkında açık hüküm olmayan bu kısımda, yorum veya tevillerle mubah ve mekruh kabul edilebilecek şeyler bulunmaktadır. Kişinin harama girmemesi, harama düşmemesi için en emin yol, bu şüpheli kısımdan gücü nisbetince sakınmasıdır. Bu şüpheli bölgeye “Nasıl olsa haram değildir” diyerek girmek, insanların helala değil, harama yaklaşmasıdır. Böyle bir yaklaşım ise, o insanları çoğu zaman harama düşürmektedir.

Bir ümmet olarak müslümanların genel durumunu dikkate alacak olursak, bu hadis-i şerifin tecelli ettiğini görürüz. Önceleri değişik yorumlarla şüpheli şeylere yönelen ve bu yönelişte herhangi bir mahzur görmeyen insanlar, daha sonraları aynı yorum mantığı ile haramları da şüpheli bölgeye dahil ederek, bu haramlara düşmüşlerdir.

Ehl-i Kitab'ın içine düştüğü durum, kendilerini İslam'a nisbet eden birçok kimsenin içinde bulunduğu durumdur. Hayırlarda yarışmakla mükellef olan müslümanlar, ne ya­zık ki dünya malını kazanmak için yarışır olmuşlardır!. Çünkü günümüzdeki birçok anlayışa göre “Müslümanın kı­yama kalkabilmek için iki ayağı üzerinde durabilmesi” de­mek, yaşadığımız toplumdaki hv müslümanm hic kimseye muhtaç olmadan her türlü çayujş. ihtiyaçlarını karşılayabi­lecek maddi bir seviyeye ulaşması demektir!.

Değişik nedenlerle bu anlayışı benimseyen insanlar ne yazık ki İslami bir kimlikle kıyama kalkabilmek için değil, kapitalist bir kimlikle köşeyi dönmek için mücadele eder olmuşlardır. Kapitalist düzlemlerde gerçekleşen ve ka­pitalist mantıktan ister istemez etkilenen bu mücadelelerde ise, hadis-i şerifte beyan edilen şüpheli bölgelerden değil, çoğu zaman bizatihi haram olan bölgelerden dahi sakına­bilmek mümkün olmamaktadır. Nitekim geçenlerde konuş­tuğumuz bir şahıs, bu konuya açık bir ibret niteliğindedir. Bir zamanlar her sohbette tevhidi düşünceyi anlatan bu kimsenin, ödemesi gereken bir çeki karşılayacak parası yoktur. Karşı taraf söz konusu çeki bir çek mafyasına ver­diği için, bu adamların tehdidiyle de karşılaşır. Rakam yük­sek olduğu için bu rakamı karşılayabilecek TL. veya mark borcu bulamaz. Netice olarak bankadan faizli kredi alına­rak bu borç ödenir.

Niye   böyle  yaptığını  sorduğumuzda  İse.   kendisine göre  iki  önemli  neden  söyledi.   Birincisi  çek  karşılıksız damgası yiyerek ticari itibarını kaybetmemesi, ikincisi ise mafyanın tehditlerinden kurtulabilmesi!..

Bu duruma düşen o kimseye bir zamanlar bildiği fa­kat ekonomik mücadelede unuttuğu bir hususa dikkat çe­kerek sadece iki soru yönelttik.

Bir mü'min olarak kişinin Allah katında itibarı mı önemli, yoksa ticari itibarı mı?

Mafyanın tehditleri mi korkutucu, yoksa Allah'ın teh­ditleri mi?

Sustu!. Kafasını soktuğu pisliğin içinde, sessiz ve ha­reketsiz kaldı!.

Bir süre bekledik!.

Kafasını pislikten çıkarmasını ve “Tevbe Ya Rabbi, tevbeler Ya Rabbi, tevbeler tevbesi Ya Rabbi..” diyerek kendisine gelmesini bekledik!.

Fakat olmadı. kafasızın kafası çıkmadı pisliğin içinden!.

Ve hala, bankanın B'sini, otomobilin O’sunu, kredinin K'sini arıyor o pisliğin içinde!.

Oysa şüpheli şeylerden kaçınan müslümanlar. hiç kuşkusuz ki harama karşı çok daha duyarlı, çok daha mukavemetli müslümanlardır. Bu yapılmadığı ve şüpheli şey­lere girildiği zaman, harama düşme tehlikesi çok daha ko­lay olmaktadır. Nitekim mal kazanma ve köşeyi dönme yarışına girenler, Efendimiz (s.a.v.)'in işaret ettiği şu kimse­lerin durumuna düşmektedir.

“Bir zaman gelecektir ki, kişi bir malı halatından mı, haramından mı aldığına aldırış etmeyecektir.” [9]

Bu zihniyete göre önemli olan rızkı kazanmak, çok kazanmak, daha çok kazanmaktır. Oysa fazla rızık kazanma meselesi, kesinlikle yarışacağımız bir mesele değildir. Ayrıca rızkın daralıp-açılması, bizlerin çalışmasının fevk de Rabbimizin takdiriyle gerçekleşmektedir daraltan da, genişleten de Rabbimizdir.

“Allah, kullarından dilediğine rızkı yayıp genişletir, onu kısar da. Hiç şüphe yok Allah, her şeyi bilendir.” [10]

“Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, diledi­ğine rızkı genişletip-yayar ve (dilediğine) kısar da. Şüphesiz bunda, iman etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” [11]

Ayet-i kerimelere dikkat edilirse, rızık verilmeyeceğin­den değil, rızkın daralacağından bahsedilmektedir. Dolayısiyle rızkımızın daraldığı zaman rızkımızın kesileceği korku­suna hiç kapılmamamız gerekir. Çünkü Rezzak olan şanı yüce Rabbimiz, sadece kendi rızasını gözeterek rızka doğ­ru yürüyenleri değil, rızka doğru yürüyemeyen ağaçları, bitkileri ve rızıklannı taşıyamayan nice hayvanları dahi rızıklandırmaktadır.

“Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki, onu da, sizi de Allah rızıklandırmaktadır. O, işiten­dir, bilendir.”[12]

Ancak biliyoruz ki şanı yüce Rabbimiz rızık olarak sa­dece helalleri yaratmamıştır. Domuzu yaratan Rabbimiz, bizlere domuz etini haram kılmıştır. Dolasıyla “Rızık ol­sun da nasıl olursa olsun” yaklaşımında değil, helale talip bir yaklaşımda bulunmamız gerekir. Nitekim Kur'an'ı Kerim'e göre helal haram tanımadan rızık kazanmada birbiri­mizle yarışmakla değil, sadece rızkımızı helal olarak kazan­makla mükellefiz. Helala talip olarak çalıştığımız zaman bize takdir olunan dar veya geniş rızıkla karşılaşacağız. Az kazananın yerinip kahrolmasına, çok kazananın sevinip şı­marmasına hiç gerek yoktur.

“Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysa kî dün­ya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında ol­dukça geçici) bir meta dan başkası değildir.” [13]

Ayet-i kerimede işaret edildiği gibi rızkı genişletilen nice insan, sahip oldukları geçici dünya metaının çokluğu­na bakarak “Bunu ben kazandım, bu işi ben becerdim” di­yerek büyüklenmektedir. Bunların durumu.

herhangi bir tiyatro oyununda milyarder rolünü üstle­nen, fakat bunun geçici bir rol olduğunu unutan kimsele­rin durumu gibidir!. Oysa bir oyun olarak gördükleri dün­ya hayatı bittiği zaman, perde arkasındaki yani ahiretteki gerçek mal varlıklarıyla karşılaşacaklardır.

Fakat ne yazıktır ki. sahip oldukları geçici dünya me­taının çokluğu ile büyüklenerek insanlara yukarıdan bakan kimselerin bu durumu, diğer insanlar tarafından değil, müslüman olduklarını iddia edenler tarafından dahi makul karşılanabilmektedir!.

Efendim! Adam çalışmış, çabalamış bu duruma yük­selmiş. Böyle böyle yapmak, şöyle şöyle konuşmak tabi ki hakkıdır. Sen de o duruma gel, sen de konuş!.

Mal sahibi olduklan için büyüklenenler ve bu büyüklenmeyi makul görerek onların yerinde olmak isteyenler, hazinelerinin anahtarlarını kervanla taşıtan Karun'a ve Ka­run'un bu durumuna özenenlere benzemektedir. Bu kimse­lerin kendilerine gelebilmesi İçin Kur'an'ı Kerim'deki Karun vakıasını tekrar tekrar okumaları gerekecektir..

“Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavminde/idi, an­cak onlara karşı azgınlaştı. Biz ona öyle hazineler ver­miştik ki, onun anahtarları birlikte (taşımaya) davra­nan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: “Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.” “Allah'ın sana verdiklerimle ahiret yurdunu, ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Al­lah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda, bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgun çıkaranları sevmez. “Dedi ki: “Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir. “Bilmez mi, ki gerçekten Allah, ken­disinden önceki kuşaklardan kuvvet bakımından ken­disinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır, Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: “Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bu­lunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabreden­lerden başkası kavuşturulmaz” dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir top­luluğu olmadı. Ve o kendi kendine yardım edebilecek­lerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladık­larında:”Vay, demek ki Allah, kullarından dilediği­nin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten küfre sapanlar felah bulamaz” demeğe başladılar.” [14]

Birçok kardeşimiz Karun kıssasındaki bu gerçekleri bilmekle beraber, müslüman olduklarım ifade eden zengin­lere yine gıptayla bakmakta ve onları Örnek bir şahsiyet durumuna getirebilmektedirler. Oysa Allah'tan korkan mu minler olarak öncelikle fazla kazanana değil, helal ka­zanana özenmeliyiz. Şüpheli bir kazançla baklava börek yiyenlere değil, şüphesiz bir kazançta soğan ekmek yiyen­lere gıpta etmeliyiz.

“Efendim, çoluk çocuğumuza daha iyisini yedirebilmek, daha iyisini giydirebilmek için fazla, daha fazla kazanmak istiyoruz” demek, genellikle nefsi bir mazerettir. Çünkü Allah'ın verdiği kadarıyla sorumluyuz. Mesela hanı­mından boşanan bir insan, boşandığı hanımına daha yük­sek bir nafaka veremediği için üzülüyor mu? Gücü nisbetince verdikten sonra kalbi mutmain olmuyor mu? Zaten Kuran'ı Kerim de bizlere bunu emretmektedir..

“Geniş imkanlan olan, nafakayı geniş imkanları­na göre yapsın. Rızkı kendisine kısıtlı tutulan da, ar­tık Allah'ın kendisine verdiği kadarıyla versin. Allah hiçbir nefse, ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlülüğün ardından bir kolaylığı kılıp-verecektir.” [15]

Boşadığımız hanımlarımıza karşı nafaka mükelle­fiyetimiz nasıl ki gücümüz nisbetince ise, nikahımız altında­ki hanımlarımıza da aynı mükellefiyetimiz vardır. Bunu daha iyi bir seviyeye çıkarmak için şüpheli kazançlara yö­nelmek, mü'min bir erkeğin ve mü'min bir kadının kesin­likle arzu edemeyeceği bir şeydir. Nitekim bu bilinçteki mü'mine hanımlar, işe giden erkeklerine şöyle demektedir­ler.

“Aç kalmaya tahammül edebiliriz, ama haram yiye­rek cehennem ateşine asla!.”

Bazılarımız ise fazla kazanma isteklerini direkt olarak İslam ile bütünleştirmekte ve “Davaya daha fazla yardım edebilmek için bunu istiyoruz” demektedirler. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi Allah (c.c.) hiçbir nefse güç yeti-remeyeceğini yüklemez. Davaya güçleri nisbetince yardım eden müslümanların, kendilerinden isteneni yapmanın mutmainliğini yaşamaları gerekir.

Daha fazla kazanmak ve daha fazla verebilmek, müslümanlar için güzel bir özlem olmakla birlikte, aklı başında olan müslümanların yine de korku ve endişeyle yaklaşmaları gereken bir meseledir. Şu an ki ka­zançlarının gereğini yerine getirebildikleri gibi, acaba fazla kazancın da gereğini yerine getirebilecekler midir? Kaldı ki “Davaya daha fazla yardım edebilmek için daha fazla ka­zanmak istiyoruz” diyen birçok insan, ne yazık ki davaya henüz güçleri nisbetince dahi yardım etmeyen insanlardır!.

İslam'a göre oldukça önemli olan rızıkta helal ve ha­ram meselesine günümüzde çok farklı yaklaşılmaktadır. Bazı kimseler muttakilîk adına şüpheli şeyleri haram görmekten hareket ederek, helalleri dahi haram kabul eder duruma gelmişlerdir. Oysa konunun başında zikrettiğimiz hadis-i şerifte de beyan edildiği gibi, helallar ve haramlar apaçıktır. Şüpheli şeylere helal demek ne kadar yanlış ise, haram demek de o kadar yanlıştır.

Bazı kimseler “Şüpheli şeyieri haram görmek ve gös­termek, insanları bunlardan daha kolay sakındırır” diyebilirler. Böylesi yaklaşımlar belki bazı kimselerin şüpheli şey­lerden uzaklaşmasına neden olabilecektir ama, değişik nedenlerle veya alışkanlıklarla bu şüpheli şeyleri bırakama­yan birçok kimsenin kendilerine olan güvenlerini yitirerek harama yönelmelerine de neden olabilecektir. Çünkü şüp­heli şeyleri doğru veya yanlış yorumlarla haram ilan et­mek, bu şüpheli şeyleri işleyen kimselerin “Nasıl olsa hara­ma düştüm!” diyerek bizatihi haram olan şeylere karşı duyarlılıklarını yitirmelerine ve harama daha rahat yaklaş­malarına neden olabilecektir. Oysa şanı yüce Rabbimiz. helal ve haramı bizlerin yorumlarına bırakmadığını açıkça beyan etmektedir..

“De ki: “Allah'ın .sizin için indirdiği, sizin bir kıs­mını haram ve helal kıldığınız mıhtan, haber var mı? Söyler misiniz?” De ki: “Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan yere iftira mı uyduruyorsunuz?” [16]

“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla: “Şuna helal buna haram” demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.” [17]

Fakat, kendilerini haram ve helal tayin etmekte yetkili gören günümüzdeki bazı kimseler, muttakilik adına helalleri bile haram kabul eder duruma gelmişlerdir. Mesela yumur­tayı haram gören kimseler, buna mesnet olarak tavuğun pislik yeme olasılığını gündeme getirmektedirler. Dolasıyla yumurtanın helal olabilmesi için tavuğun alınıp bir süre temiz yiyeceklerle beslenmesi, sonra etinden ve yumurta­sından faydalanılması gerekirmiş!.  

Gönül isterdi ki. tavuğun ne halt yediğine dikkat eden bu kimseler, öncelikle dünyalarını ve ahiretlerini teslim ettikleri şahısla­rın ne halt yediğine dikkat etselerdi!.

Dikkatimizi tekrar Kur'an'ı Kerime yöneltiyor ve bu konudaki ayet-i kerimelere tekrar dikkat çekiyoruz..

“Ey iman edenler, Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüp­hesiz Allah, haddi aşanları sevmez. Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden helal ve temiz olarak yiyin, Kendisine inanmakta olduğunuz Allah'tan da korkup-sakının.” [18]

“De ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram, kılmıştır?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için ayetle­ri böyle birer birer açıklarız.” [19]

Muttakilik adına helalleri bile haram gören bu gibi yaklaşımları dikkate alan diğer bir grup ise, bunların söylediklerini asıl ve doğru kabul edip, “Netice olarak böyle bir toplumda helal yiyebilmek mümkün değildir” diyebilmekte­dirler!.

“Böyle bir ülkede helal yiyebilmek mümkün değildir” diyen birçok kimse, “Nasıl olsa helal yiyebilmek mümkün değildir” diyerek haramda haddi aşan, bazı haramları meş­ru veya makul gören kimselerdir.

“Helal yiyebilmek mümkün değildir” de ne demek?

Bu söz ve bu yaklaşım doğru ise, Kuran'ı Kerİm'deki helal ve haramla ilgili birçok hük­mü “Mümkün değildir veya gücümüz yetmez” diyerek neshetmemiz veya rafa kaldırmamız gerekecektir!.

Oysa biliyoruz ki rızıkta helal ve haramın, müslümanların sosyal veva siyasi yapısıyla bir ilgisi yoktur. Müslüman her yerde ve her konumda helale talip olmakla ve helal yemekle mükelleftir.

Bazı kimseler “Aldığımız ekmeğe dahi bilmem ne ka­dar faiz veriyoruz. Böyle bir toplumda helal yiyebiîmek nasıl mümkün olabilir!” diyorlar.

Bunlar lütfen kendilerine gelsinler!..

Ekmeği yapan bazı kimselerin, ekmeğin maliyetine faizi yansıttıkları doğrudur. Zaten bizler de bu meseleyi gündeme getirirken ve bu konuda örnek verirken, faize dayalı kapitalist ekonominin halka yansıttığı pahalılığa, halka yansıttığı zulme işaret ediyoruz. Ancak bizler fırın­dan ekmek alırken, faizli bir alış-veriş yapmıyoruz. Malı üreten şahıslar, bu malın maliyetine ister faiz borcunu, is­ter kumar borcunu, ister içki borcunu ilave etsinler. Bizler o malı zorunlu olarak alırken içki, kumar veya faiz borcunu değil, sadece o malın borcunu Ödüyoruz. O malın sa­hipleri, o malın kazancıyla ister meyhane, ister dershane yaptırırlar. Meselenin bu yönü, böyle bir toplumda bizim insiyatifimizin dışındadır. Malının zekatını veren bir esnaf­tan mal aldığımız zaman, nasıl ki zekat vermiş olmuyorsak, diğer meseleyi de aynı paralelde düşünmemiz gerek­mez mi!.

Ayrıca şu hususun da dikkate alınması gerekir ki, faiz hükümlerinin öncelikli muhatapları faiz verenler değil, öncelikle faiz alanlardır.

“Ey iman edenler, Allah'tan korkup sakının ve eğer inanmıştanız, faizden artakalanı bırakın.” [20]

“Ey iman edenler, faizi kat kat arttırılmış olarak yemeyin. Ve Allah'tan korkup saktnın, umulur ki, kurtulursunuz.” [21]

“Ondan nehyedildikleri halde faiz almaları ve in­sanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyle (öyle yaptık.) Onlardan kafir olanlara  pek acıklı bir azab hazırlamıştık.” [22]

Bu ayet-i kerimeleri hiç şüphesiz ki faiz almak ha­ram, vermenin ise bir mahzuru yoktur şeklinde yorumla­maktan Allah'a sığınırız. Burada dikkate alınması gereken husus; faiz alan ile faiz veren arasında bazı farklılıkların bulunmasıdır. Çaresiz bir konumda, gücü yetmediği için faiz sermek zorunda kalan birisinin belki mazereti olabilir ama, faiz alan birisininin hiçbir mazereti yoktur. Mesela borcunu gününde ödeyemediği için borcuna faiz ilave edilen birisi ile, alacağım gününde alamadığı için bu alacağına faiz ila­ve eden birisinin durumu bir değildir. Faiz farkını vermek bazı durumlarda isteğe bağlı yani ihtiyari olmamakla bera­ber, faiz almak isteğe bağlıdır.

Müslümanlar olarak hiç şüphesiz ki bütün ilişkilerimizde faiz almaktan sakındığımız gibi faiz vermekten de sakınmamız gerekir. Gününde ödemediğimiz zaman faiz eklenecek olan borçlarımızı, gücümüz nisbetince gününde ödemeye gayret etmeliyiz. Kaybolan veya unutulan elektirik ve su paralarından dahi faiz alındığı bu ülkede, insiyatifimiz dahilinde faiz vermemeye gayret göstermeliyiz. An­cak bu gayreti göstermemize rağmen herhangi bir kardeşimiz çaresiz kalarak ödeyemediği bir borcun faizini vermek zorunda bırakılıyorsa; faiz vermek istemeyen lakin kendisinden zorla faiz alınan bu kardeşimizi “Sen de faizci oldun” gibi ifadelerle yargılamamamız gerekir.

Böyle bir toplumda, haramlara bulaşmadan helal yi­yebilmek mümkün olmakla birlikte, gerçekten dikkat gösterilmesi gereken zor bir iştir. Çünkü bir varil harama bir kova helal katsak, o haramhk vasfını kaybetmez ama bir varil helale bir bardak haram katsak helallik vasfını kaybe­der. Dolasıyla haran) ve helal meselesi, oldukça dikkatti yaklaşmamız gereken bir meseledir.

Tevhidi düşünen müslümanlar arasında helal ve ha­ramlar konusunda genel bir ittifak vardır. Bu konudaki bazı farklılıklar, dar'ul harp fıkhını savunan zihniyetlerin, öne sürdükleri bazı görüşlerden kaynaklanmaktadır. Savaşmaktan ziyade, ganimet toplamaktan yana olan bu zihni­yet, dar'ul harp fıkhını mesnet göstererek, hakkı tebliğ et­medikleri ve hak için savaş açmadıkları insanların malını gaspetmeyi, onları aldatmayı İsiami bir vecibe görmekte­dirler. Gerçi geçmişte daha yaygın olan bu zihniyetin, şim­dilerde sadece bazı kalıntıları bulunmaktadır.

Meseleye mülümanlardan farklı yaklaşan bir diğer grup ise, liberalizmin tesirinde kalan ve demokratlığa sempati duyan kimselerdir. Yaşadığımız toplumdaki liberal re­aliteyi değiştirmekten değil, bu realiteye göre değişmekten yana olan bu 'zihniyet; müslümanların sosyal ve ekonomik ilişkilerini de, liberalizme göre tanımlayarak realist oldukla­rını ileri sürmektedirler. Liberal bir ekonomik sistemde kö­şeyi dönmek isteyenler, bu zihniyetin söylediği yalanlan severek kabul etmektedirler. Çünkü söz konusu yalanlar, talip oldukları harama ve pisliğe kılıf niteliğinde olduğu için, bu yalana kulak tutmaktadırlar.

“Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyiciler­dir. Sana gelirlerse aralarında hükmet ya da onlar­dan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Arala­rında hükmedersen de adaletle hükmet. Şüphesiz, Al­lah, adaletle hüküm yürütenleri sever.” [23]

Hakka kulak tutmayan, hakkı duymamazhktan gelen bu insanların, yalana kulak tutmalarının nedeni, yalan işlerine geldiği içindir. Liberal ekonomide köşeyi dönmek iste­yenlere, liberal prensipler bu nedenle cazip gelmektedir. Oysa helal ve haram konusunda hangi ölçülerden, hangi hükümlerden hesaba çekileceğimiz bellidir. Nitekim bu öl­çülere dikkat etmemiz, kazancımızı bu ölçülere göre disip­line etmemiz gerekmektedir.

Kazancın helalliği, serbest çalışanlar ve ticaretle uğra­şanlar İçin ölçülere dikkat etmeleridir. Alış verişte dürüst olmak, alıcıyı aldatmamak, bilinen bu ölçülerden bazıları­dır.

Bir kişinin veya bir mercinin yanında çalışanların du­rumu ise. kişinin kimin yanında çalıştığından önce ne iş yaptığı ile ilgilidir. Bir müslüman için arzu edilen öncelikli durum, iyi bir kişinin yanında iyi bir iş yapmasıdır. Ancak bu ikisi bir araya gelmiyorsa, kimin yanında çalışacağımıza değil, öncelikte ne iş yapacağımıza dikkat etmemiz gere­kir. Böyle bir toplumda iyi bilinen bir kimsenin yanında şer bir işte çahşmaktansa, kötü bilinen bir kimsenin yanın­da hayırlı bir iş yapmak daha makbuldür. Mesela resmi bir memur olmasına rağmen insanların uyanmasına vesile olacak faydalı şeyler anlatan bir öğretmenin durumu, gele­neksel bir dini grubun maaşlı personeli olarak insanları uyutacak şeyler anlatan kişinin durumundan çok daha iyi­dir.

Netice olarak kazancımıza dikkat etmemiz, bütün ha­ramlardan bilinçli bir tiksintiyle uzaklaşmamız gerekir. Mesela yemeğimizin içinde bir hamam böceği olsa, bu ye­mekten ne kadar tiksinirsek, müslümanlar olarak haramlardan daha fazla, çok daha fazla tiksinmeliyiz.

Ne yediğimize ve çoluk çocuğumuza ne yedirdiğimi­ze dikkat etmeliyiz.

Efendimiz (s.a.v.) evinizde misafiriniz olsa, ona gönül rahatlığı ile verebileceğiniz yemekler, gönül rahatlığı ile yiyibileceğiniz yemeklerdir. Şayet, evinize teşrif etmiş olan Efendimiz (s.a.v.)'e elinizdeki yemek sinisini götürürken yaptığınız işi ve kazanç yolunu­zu düşünerek duraksıyorsanız, “O mübarek insana, o tertemiz peygambere bu şüp­heli yemekler yakışmaz” diyorsanız, hiç kuşkusuz o ye­mekler bir mü'min olarak size ve sizin ailenize de yakış­maz.

Efendimiz (s.a.v.)'in sizlere, siz müsümanlara bu hu­sustaki nasihati, hiç şüphesiz ki şöyle olacaktır.

“Bana, gönül rahatlığı ile sunabileceğiniz temiz zıklara talip olunuz.”

 

GÖZÜMÜZÜN NURU NAMAZ

 

Efendimiz (s.a.v.)'irı risaletinden Mekke müşrik­lerinin dinini reddeden, onların putlarını inkar eden az sa­yıda kimseler bulunmaktaydı. Putları ve putperestliği red­deden bu insanlar, Allah'a inanmalarına rağmen Allah'ın hoşnutluğu için nasıl İbadet edeceklerini bilmiyorlardı. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl “Ya Rabbi hangi yönün Senin için sevgili olduğunu bilemiyorum!” diyerek elinin içine secde ederken, bir diğeri ise yerde yuvarlanarak “Al­lah'ım, Sana nasıl ibadet edileceğini bir biiebilseydim” sözleriyle Allah'a yakarıyordu.

İslam tarihinde okuduğumuz bu gibi olaylar. birçoklarımızın yeterince anlayamadığı, anlıyamayacağı olaylardır.

Çünkü bizler bunu yaşamadık!.

Allah'a iman eden müminleri hüzünle ağlatan, yerler­de yuvarlayan bu bilinmezlik boşluğunu hiç görmedik. Nitekim bu yokluğun acısını tadmadığımız için, varlığın kıy­metini de yeterince bilemedik.

Bu müminlerin durumunu biraz anhyabilmek için. kendimizi bir an onların yerine koymamız gerekecektir. Putperest bir toplumda yaşamamıza rağmen temiz fıtratın bir gereği olarak bütün alemlerin yegane yaratıcısı oian Allah'a inanacağız. Hem aklımızla, hem kalbimizle, hem dilimizle “Allah vardır. Vallahi vardır..” diyerek haykırma­mıza rağmen. Allah için ne yapacağımızı, Allah'a nasıl iba­det edeceğimizi bilmeyecek, bilemeyeceğiz!.

Allah'ı hoşnut edebilmek gibi bir gayeleri olmayan, “İnandık” diyerek cennete giriverceğini zanneden şaşkınlar için. belki rahat bir durumdur bu!.

Ancak kendilerini ve bütün alemleri yaratan Allah (c.c.)'ı hoşnut etmek isteyen müminler için, bu duruma katlanmak, bu duruma katlanabilmek oldukça zordur. Allah'a inanmak.

Allah'ı sevmek fakat Allah için bir şey yapamamak!. Gerçekten zor, katlanılması çok zor bir durumdur bu. Allah'ı hoşnut etmek isteyen müminleri, çaresizlik içinde yerlerde yuvarlayacak bir boşluktur bu..

Nitekim dayanılması zor olan bu durumu yaşayarak elinin içine secde eden veya yerde yuvarlanan o müminlere “Size Allah'ın en çok sevdiği ameli haber vere­lim mi?” diye sorsaydık, hiç şüphesiz ki yuvalarından fırla­yan gözleriyle bizlere bakacaklar ve yavrusunu kaybeden anaların yakarışıyla “Söyle can, söyle kurban!” diyeceklerdi.

İşte bu güzel soruyu Efendimiz (s.a.v.)'e, kendisi ve bizler adına Abdullah İbn-i Mesud soruyor, İbn-i Mesud (r.a.) şöyle dedi. Peygamber (s.a.v.)'e

“Allah'ın   en   çok   sevdiği amel hangisidir?” diye sordum.

Vaktinde kılınan namaz, karşılığında bulundu.

“Sonra hangisi?” dedim. Peygamber (s.a.v.);

“Ebeveyne (anne-babaya) iyi muamele etmek,” ce­vabını verdi.

“Sonra hangisi?” sorusuna da;

“Allak yolunda cihad,” buyurdu. Bu kadar söyle­di. Daha sorsaydım söyleyecekti.” [24]

Resulullah (s.a.v.)'in verdiği eevaplar, gerçekten dü­şünmemiz gereken cevaplardır. Çünkü Allah'ı hoşnut et­mek isteyen bütün kardeşlerimize “Allah için ne yapmak istersin?” sorusunu sorsak, birçok kardeşimiz “Tağutlan yıkmak. İslam'ı hakim kılmak” cevabını vereceklerdir. Hiç şüphesiz ki güzel bir özlem ve güzel bir cevaptır bu. An­cak Allah'a en sevgili gelen amel, yukarıdaki hadis-i şerifte de belirtildiği gibi vaktinde kılınan namazdır. Dolasıyla “Allah için ne yapmak istersin?” sorusuyla karşılaştığımız zaman, vermemiz gereken en güzel cevap “Allah için ge­reği gibi namaz kılmak” olmalıdır.

Belki bazılarımıza göre bu cevap, basit veya sıradan bir cevap gibi gözükecektir. Hatta bazıları bu cevabı veren genç kardeşimize bakarak “Namazı babam da kılıyor. Sen ne yapmak istersin, onu söyle?” diyeceklerdir.

Namaza karşı böylesi yaklaşımların önemli bir nede­ni, yaşadığımız toplumda namaz eyleminin iğdiş edilmesi­dir. Tağuta kulluk yapan birçok kimse, günümüz camileri­ne gelmekte ve namaza durmaktadır. Hiç şüphesiz ki bunların kıldıkları veya kıldık sandıkları namazı dikkate ala­rak, namaz eylemini değerlendirenleyiz. Bazı sapıklar tara­fından içki sofralarına meze yapılan zeytin, peynir gibi ni­metlere bakarak, bu nimetlere karşı nasıl ki menfi bir tavır koymuyorsak, bu şaşkınların kıldıkları namaza bakarak da, namaz eylemine karşı olumsuz veya hafif bir yaklaşımda bulunmamamız gerekir.

Müslümanların en önemli eylemi olan namaza, dü­şünmeye gerek duymayan bir taklitçi gibi yaklaşmak, müs-lümanlan namazın hakikatinden uzaklaştıracaktır.

Namaz nedir?

Neden kılınmalıdır?

Nasıl kılınmalıdır?. gibi sorular, bu konuda cevap­lanması gereken sorulardır.

Namaz eylemi, hiç şüphesiz ki dıştan gözüktüğü gibi salt hareketlerden kaynaklanan bir eylem değildir. Şayet böyle bir eylem olsaydı, namaz kılmak birçok insana zor gelmezdi. Üç-beş kilo zayıflayabilmek için aylarca kültür fi­zik yapan kimseler, gayet kolay bir şekilde namaz da kıla­bilirlerdi. Ancak bıkmadan, usanmadan kültür fizik yapan birçok kimseyi namaza davet ettiğiniz zaman motoru kilit­lenmiş araba gibi durmaktalar ve biraz düşündükten son­ra.

“Namaz kılmak zor.”, demektedirler!.

Bu sözü kendilerine göre değerlendiren müslümanlar ise hemen bu söze karşı çıkarak, namaz kılmanın kolaylı­ğından bahsetmektedirler.

Oysa bu insanların söyledikleri söz, kendilerine göre doğru bir sözdür.

Namaz kılmak, namaz kılabilmek, bu insanlar için gerçekten zor, çok zor bir eylemdir. Eylemin zorluğu, eylemde yapılan fiziki hareketler değil, eylemin keyfiyetidir. Mesela baş sallamak, fiziki olarak ga­yet kolay bir eylemdir. Ancak bir merciye karşı teslim ol­mak anlamına gelen baş sallamak, birçok insana zor gelen bir eylemdir. Buradaki zorluk, yukarıda da belirttiğimiz gibi eylemin fiziki yönü değil, eylemin bizatihi keyfiyetidir..

Namaz kılmak veya namaza başlamak İse, bambaşka bir eylemdir. Yeryüzünde dik yürüyen, hiç kimse ve hiçbir merci karşısında eğilmekten yana olmayan insan nefsinin, insan benliğinin, bütün şeytani vesveselere rağmen Yaratı­cıya teslim olması, O'nun huzurunda 'eğilmesi ve secdeye kapanmasıdır. Nitekim İslam'ın rahmet iklimini teneffüs et­meyen bütün insanlara zor gelen, zor gözüken, namazın bu vechesidir.

Namazın hakikatini içeren bu keyfiyeti gözetmeden namaz kılmak veya namaz kılıyor gözükmek, tabi ki zor bir eylem değildir. Müslüman bir işadamının yanına giren bazı işçilerin, patronun rızasını gözeterek namaz kılmaları, bu insanlara isteyerek kılacakları gerçek namaz gibi zor gelmemektedir. Çünkü münafıklar bile, bu şekilde namaz kılmaktadırlar. Nitekim İslam'ın devlet olduğu Medine dö­neminde dünyevi menfaatler için namaza katılan münafık­lar, bu namazlarını iç ve dış teslimiyeti ile değil, sadece dış görüntüleriyle yerine getiriyorlardı. Kur'an'ı Kerim müna­fıkların bu durumunu bizlere şu ayet-i kerimelerle bildiri­yor..

“Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldat­maktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar, insanlara gös­teriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlar­la. Allah kimi saptırırsa, artık sen ona yol bulamaz­sın.” [25]

Dünyevi menfaatler için namaza kalkan bu münafık-larjn yamsıra değişik nedenlerle insanlara gösteriş yapmak için namaz kılanlar da bulunmaktadır. Tabi ki böylesi na­mazlar, Rabbimizin katında makbul olan namazlar değil­dir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz bu kimselerden müjdeyle değil, tehditle bahsetmektedir.

“İşte (şu) namaz kılanların vay haline, Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar. “Onlar gösteriş yapmaktadırlar.” [26]

Dolasıyla namaz konusunda bu gibi sapıklardan ib­ret, asr-ı saadet dönemi müslümanlarından ise örnek al­malıyız. Çünkü bizler için gerçek namaz, asr-ı saadet dö­nemindeki müslümanların kıldıkları namaz olup bizleri arındıracak ve diriltecek keyfiyete sahip bir eylemdir. Gay­rimüslimlere zor gelen böylesi namaz, gerçek müminlere kolay ve hatta sevgili gelmektedir. Nitekim  Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde “Bana dünyada üç şey sevdi­rildi. Güzel koku, güzel kadın ve gözümün nuru na­maz” buyurmaktadır.

Peki aynaya bakarak kendimize soralım.

Bizlere dünyadan kaç şey sevdirildi?

Muttaki kabul ettiğimiz müslümanlar için bu rakam otuzüç ise, diğerleri için herhalde üçyüzotuzüçtür!.

Ve yine soralım kendimize, şu an bize sevgili gelen otuzüç veya üçyüzotuzüç şe­yin arasında namaz var mı?

Namazı da seviyor muyuz?

Namazımızı da severek ve sevinerek kılıyoruz mu­yuz?

Bu sorulara gönül rahatlığı ve mutmainliği ile olumlu cevaplar veremiyorsak, namaz meselesini ve kıldığımız na­mazı yeniden düşünmemiz gerekir. Namazın hakikatini anlıyabilmemiz için neden namaz kıldığımızı ve namazla ilgili diğer soruları tekrar tekrar düşünmemiz gerekir.

Evet, neden namaz kılıyoruz?

Gerçi bu soruya verilebilecek genel bir cevap vardır.,

“Allah (c.c.) namazı farz kıldığı için.”

Peki neden farz kıldı?

Kendi zatı için mi, yoksa bizler için mi?

Elbetteki kendi zatı İçin değil. Nitekim Kur'an'ı Ke­rim, bu önemli sorumuza bizlerle ilgili olarak şu cevabı yermektedir.

“Sana Kitab'tan vahyedüeni oku ve namazı dos­doğru kıl. Gerçekten namaz, çirkince utanmazlıklar­dan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyükdbadetjtür, Allah, yapmakta ol­duklarınızı bilmektedir.” [27]

Namaz kılmak veya gereği gibi namaz kılabilmek, na­maz kılan insanları kötülüklerden uzaklaştırmaktadır. Çünkü hem namaz kılmak ve hem de birçok kötülüğe birlikte yö'nelebilmek mümkün değildir. Namaz kılan bir insan kö­tülüklere karşı mukavemet kazandığı gibi. kötülüğün ger­çek veçhesini daha açık görerek, namazla birlikte bu kötü­lükleri kendisine yakıştırmaz, yakıştıramaz. Mesela içki içmek, namaz kılmayan bir insan için her an işlenebilecek bir cürüm olmasına rağmen, namaz kılan ve kıldığı nama­za değer veren bir insan için mümkün değildir. Gereği gibi kılınan namaz insanı kötülüklerden uzaklaştırdığı gibi, insa­nı iyi ve güzel fiillere de yaklaştırır. Nitekim Şuayb (a.s.)'ın kavmini hakka davet etmesi, kötülüklerden nehyedip, iyi­likleri emretmesi namazla bütünleşen bir fiildir..

“Dediler ki: “Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyle­ri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediği­miz gibi davranmaktan vazgeçmemişi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.” [28]

Meselenin bir yönü namaz kılan insanın kötülükler­den uzaklaşması olduğu gibi. diğer yönü de birçok kötülü­ğün, gereği gibi namaz kılan insandan uzaklaşmasıdır. Efendimiz (s.a.v.). bu duruma şu hadis-i şerifi ile işaret etmektedir..

Rebia b. Rab el Eşlemi (r.a.)den..

Geceleyin Peygamber (s.a.v.)in yanında bulunur­dum. Ona abdest almak için su ve diğer ihtiyaçlarım sağlardım da bana;

“Dile, istediğini işte!” buyurdu.

“Cennette arkadaşlığını dilerim,” dedim.

“Bundan  başka bir şey istemiyor musun?” diye sordu.

İstediğim bundan ibarettir, karşılığını verdim. Peygamber (s.a.v.);

“Çok çok secde etmek, yani namaz kılmak sure­tiyle kendinden kötülükleri uzaklaştırıp, hayrı celbet,ek suretiyle bana yardımda bulun,” dedi. [29]

Rebia b. Kab el Eşlemi (r.a.)'in yerinde biz olsaydık acaba aynı şekilde mi davranırdık?

Efendimiz (s.a.v.)'den cennet arkadaşlığını diledikten sonra “Bundan başka bir şey istemiyor musun?” soru­suna da aynı cevabı mı verirdik?

Yoksa!.

“Ya Resulullah! Bundan başka şunu, şunu, şunu, son­ra efendime söyleyim bir de şunları istiyoruz.” mu derdik? Oysa ne istediğini bilen ve istediğinin ne anlama geldiğini idrak eden müminin verdiği cevap çok açıktır.

“İstediğim bundan ibarettir. Bundan başka isteğim, bundan başka dileğim yoktur..”

İşte gerçek bir dava adamı, gerçek bir idealist!.

“Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar” sözüne göre, gönlündeki biricik aslanı, biricik ideali ifade eden bir yiğit!. Günümüzdeki birçok yiğidin gönülleri ise adeta hayvanat bahçesi gibi! Bunların gönüllerinde hem aslanlar yatmakta, hem kediler miyavlamakta, hem köpekler havlamaktadır! Oysa teke indirilerek uğrunda mücadele verilen idealler, gerçekleşme olasılığı en yüksek ideallerdir.

Zikrettiğimiz hadis-i şerifteki Efendimiz (s.a.v.)'in Re­bia b. Kab el Eslemi'ye;

“Çok çok secde etmek, yani na­maz kılmak suretiyle kendinden kötülükleri uzaklaştı­rıp, hayrı celbetmek suretiyle bana yardımda bulun.” buyruğu, bizlere namazın önemli bir fonksiyonunu beyan etmektedir. Gereği gibi namaz kılan müslümanlardan Rabbimizin lutfuyla (bu müslümanların güç yetiremeyecekleri) bazı kötülükler uzaklaştığı gibi, bu müslümanlara hayır ve rahmet de yaklaşmaktadır.

Nitekim Allah'tan hayır, rahmet ve yardım dilemek, namazla bütünleşen, namazla gerçekleşen. eylemlerdir. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın yardımına muhatap ol­manın en kısa ve en mükemmel yolu, sabırla ve namazla yardım dilemektir.

“Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz içi  saygıyla   Ürperenlerin  dışında   kalanlar  için   bir ağırlıktır.” [30]

“Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım di­leyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir.” [31]

Namaza durmak, Allah (c.c.)'dan namazda yardım di­lemek, Allah'a müracaatın. Allah'a yakınlaşmanın en mükemmel yoludur. Sosyal yaşantılarında Allah'tan uzaklaşa­rak Allah'tan yardım dileyenlerin durumu ile, her namazda Allah'ın huzuruna çıkıp, Allah bizatihi müracaat ederek yardım isteyenlerin durumu hiç şüphesiz ki aynı değildir.

Gereği gibi namaz kılmamızın diğer önemli bir nede­ni ise arınmamız, arınabiimemiz içindir. Hele ki küfrün ve şirkin yaygınlaştığı böyle bir toplumda yaşıyorsak, sadece ve sadece gereği gibi kılacağımız namazlar ile arınabiime­miz mümkündür.

Nitekim Resulullah (s.a.v.), meselenin bu yönünü çok açık bir örnekle dile getirmektedir..

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu.

“Söyleyin bana? Kapısı önünden bir nehir geçip de günde beş defa bu nehirde yıkanan kişinin üstünde kir kalır mı?”

“Hayır asla kalmaz,” dediler. Peygamber (s.a.v);

“İşte beş vakit namazın misali budur. Allah (ge­reği gibi kılınan) bu namazlar yüzünden (kebairden başka) bütün günahları siler, yok eder.” .buyurdu. [32]

Bazı kimseler yaşanılan topluma bakarak şunu söyle­yebilirler..

Birçok insan namaz kılmasına rağmen, ne kötülükler­den uzaklaşıyorlar ve ne de arınıyorlar? O halde mesele namaz kılmakla ilgili değil!..

Bu sözü kabul edemeyiz. Çünkü mesele namaz kıl­makla, gereği gibi namaz kılabilmekle ilgilidir. Hiçbir insan "Ben gereği gibi namaz kılmama rağmen namazla ilgili bu İlahi vaadlere muhatap olmadım!” diyemez. Şayet namaz kılmasına rağmen bu vaadlerle karşılaşmıyorsa, bu İlahi va-adlerden değil, kıldığı namazdan kuşku duymalıdır. Namazı gereği gibi kılıp-kılmadığına tekrar tekrar dikkat etmelidir..

Peki gereği gibi namaz kılmak ne demektir?

Namazı gereği gibi nasıl kılabileceğiz?

Namazın öncelikli şartı, sadece ve sadece Allah için kılınmasıdır. Bir insanın sadece karısını-kocasını, annesini-babasını veya işverenini memnun etmek veya sadece dünyevi menfaatlere ulaşabilmek için kıldığı namaz, Rabbimiz katında makbul değildir. Gerçi Allah için namaza baş­layan herhangi bir İnsan, kendisinin namaza başlamasını arzu eden annesini, babasını veya kocasını da memnun et­mek isteyebilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, ki­şinin namaz kılmasına öncelikii ve görkemli nedenin Allah için olmasıdır. Zaten o insanı namaza davet eden müslümanlar da, o insanın kendileri için değil, Allah için namaz kılmalarını istemektedirler. Çünkü namaz. Kuram Kerim'de de beyan edildiği gibi sadece Allah için yapılması gereken bir eylemdir..

“De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, di­rimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır.” [33]

“Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” [34]

Herhangi bir işverenin yanında çalışan isçi, işvereni kendisine “Namaz kıl” dediği zaman namaz kılıyor, “Namazı terkedip. şu işleri yap” dediği zaman, namazı terkedebiliyorsa. bu kişinin namazı Allah için değildir.

Çünkü Allah için kılınması gereken ve sadece Allah için kılınan namazlarda bir başkasına böyle bir bağımlılık olmadığı gibi, süreklilik de vardır.

“Rabbim, beni namazı(nda) sürekli olan kıl, so­yumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur.” [35]

“Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve ha­yat sürdüğüm müddetçe, bana namazı ve zekatı vasi­yet (eınr) etti.” [36]

“Ancak namaz kılanlar hariç; “Ki onlar, namazlarında süreklidirler.” [37]

Ayet-i kerimelerde de işaret edildiği gibi sürekli cen­net için, sürekli ameller makbul olmaktadır. En hayırlı amel olan namazın sürekliliği ise, hiç kuşkusuz vazgeçile­meyecek bîr sürekliliktir.

Namazın vaktinde kılınması İse dikkat edilmesi gere­ken bir diğer husustur. Çünkü namaz, vakitleri belirlenmiş bir farzdır. Sevdiğiniz birisi kapıyı çalınca, nasıl ki fazla ge­cikmeden kapıyı açıyorsanız, namaz vakti girince de (haklı mazeretler dışında) namazı fazla bekletmeden kılmanız ge­rekmektedir.

Şanı yüce Rabbimiz namaz kılarken sesimizi ne fazla yükseltmemizi ve ne de fazla kısmamızı istemektedir.

“De ki: “Allah' diye çağırın, “Rahman” diye çağı­rırı, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel isimler O'nundur.” Namazında, sesini çok yükseltme, onda çok da kısma, bu ikisi arasında (orta) bir yol benimse.” [38]

Namazda sesin fazla yükseltilmesi, yanımızda namaz kılan diğer kimselerin dikkatini çekip, tedirgin edebileceğinden bundan menedilmekteyiz. Sesin fazla kısılmaması ise hikmetinden şüphem olmamakla birlikte benim yeterin­ce anlayabildiğim bir husus değildir. Sesimizi ne kadar kı­sarsak kısalım, Semi yani herşeyi hakkıyle işiten Rabbimizin bu kısık sesi de işitebileceğimizden bir kuşkumuz yoktur. O halde sesin fazia kısılmaması, bizlerle ilgili bir hadisedir. Ayetleri içimizden okuyarak, namazı sadece iç dünyamızla değil, orta bir sesle okuyarak dilimizi ve kulağı­mızı da namaza dahil etmemiz, namazı iç ve dış bütünlü­ğümüzle kılmamız ınurad edilmiş olabilir.

“Namazın nerede kılınacağı?” ise günümüzde bazı ih­tilaflara neden olmaktadır. Namazın nerede kılınacağı sorusuna yaşadığımız toplumdaki İnsanlar tarafından “Hiç şüphesiz ki öncelikle camilerde” şeklinde bir cevap veril­mektedir. İslam'ın hakim olduğu ülkeler için doğru olan bu cevap, İslam'ın hakim olmadığı diğer ülkelerde tartışılması gereken bir cevaptır;

Herhangi bir ülkede İslam hakim olmamasına rağ­men camiler ve mescidier müslümanların tasarrufunda ise bu ülkelerdeki cami ve mescidier, hiç şüphesiz ki müslü­manların camileri ve mescidleridir. Ancak herhangi bir ülkede İslam'ın hakimiyetini reddeden siyasi otoriteler tara­fından camiler ve mescidîer işgal edilmiş ve bu camilerde reddedilmesi gereken küfri rejimlere peşkeş çekiliyor ve küfür devletinin maslahatları gözetiliyorsa, İslam'ın hakimi­yetinde olmayan bu camiler ve mescidler müslümanların değildir.

Böylesi yerlerde resmi ideolojiyi benimsemiş olan na­maz kıldırma memurlarının arkasında namaza durabilmek, namazına değer veren müslümanlar için mümkün değildir. Çünkü herhangi bir İmama tabi olarak namaza durmamız demek, namazımızı o imama teslim etmemiz demektir. Kaldı ki dünyalarını ve ahiretlerini küfür rejimlerine teslim eden namaz kıldırma memurlarına, değil namazımızı, abdest ibriğimizi bile teslim edemeyiz. Çünkü bir mu min ola­rak namazımıza değer vermekle ve namazımızı korumakla mükellefiz..

“Namazı ve orta namazını (üstlerine düşerek, ti­tizlik göstererek) koruyu ve Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza) durun.” [39]

“Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır.” [40]

Günümüzde namazı korumak, ne yazık ki böylesi na­maz kıldırma memurlarından da korumak anlamına gel­mektedir. Böylesi cemaatlere dahil olduğumuz zaman, bu memurların verdiği vaaz, hutbe ve nasihatlerdeki batıl gö­rüşlere ya cemaat içinde başkaldırmamız veya hemen ce­maati terketmemiz gerekmektedir. Çünkü batıl bir söz kar­şısında itirazsız bir şekilde oturma, oturan kimseleri o cemaate ve o söze dahil edecektir. Oysa Efendimiz (s.a.v.) böylesi mescidlerde cemaatlere dahil olmak değil, bu ce­maatlerin önüne geçip, bunlara namaz kıldırmayı bile ka­bul etmemiştir.

“Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiçbir za­man durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha. uygundur. Onda, arınmayı içien-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.” [41]

Ancak müstevliler tarafından işgal edilen topraklarda dahi “Yeryüzü Allah'ın mescididir” prensibi istikametinde müslümanlar nasıl namaz kılabiliyorlarsa, günümüzdeki müslümanlar da böylesi yerlerde münferid olarak namaz kılabilmektedirler. Fakat yine de evlerimizi ve işyerlerimizi birer mescid durumuna getirmemiz, namazımızı buralarda kılmamız, Kuranı Kerime göre ilk tercihimiz olmalıdır.,

“Musa ve kardeşine (şöyle) vahy ettik: “Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılı­nan yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın. Müminleri de müjdele.” [42]

Namazı terketme veya terkedebilme, müslümanlar için mümkün değildir. Bacılarımızın muayyen günleri gibi bazı istisnai durumlar hariç olmak üzere, bir müslümanm namazı terketmesine hiçbir haklı mazereti yoktur. Çünkü Kuran ve sünnete göre hastalık, seferilik veya savaş halin­de dahi namazı terketmek değil, namazı hafifletmek, kı­saltmak veya cemetmek vardır.

“Yeryüzünde adım attığınızda (savaşa çıktığınız­da), kafirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kafirler, sizin apaçık düşmanlannızdır.” [43]

Ticaret veya atış-veriş İse namazı terketmek için ke­sinlikle mazeret değildir..

“(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne de ahşueriş on­ları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz”; on­lar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetden allak bullak olacağı) günden korkarlar.” [44]

Şanı yüce Rabbimiz içki yasağıyla ilgili ayet-i kerime­ler nazil olmadan önce, sarhoş veya cünüb iken namaza yaklaşılmamasıyla ilgili olarak şunları buyurmaktadır..

“Ey iman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bitin­ceye ve cünüb iken de yolculukta olmanız hariç gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta, iseniz ya da biriniz ayak yolundan !hacet yerinden) gelmişseniz yahud. kadınlara dokun­muş da su bulamamıştanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin, (hafifçe) yüzlerinize ve elle­rinize sürün. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirge­yendir.” [45]

Bu ayet-i kerimeye dikkat edilirse sarhoşlarla ilgili olarak “Ne dediğinizi bitinceye kadar namaza yaklaş­mayın” buyurulmaktadır.

Ne dediğinizi bilinceye kadar!.

Ne gariptir ki günümüz toplumlarında sarhoş olma­malarına rağmen namazlarında ne dediklerinin bilincinde olmayan milyonlarca insan bulunmaktadır.

Peki ne yapalım?

Namazda ne dediklerini bilmeyen bu insanlara “Ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın!” mı diyelim?

İçki sarhoşu değil, cehalet ve batıl propaganda baygı­nı olan bu insanlara hiç şüphesiz ki “Namaza yaklaşmayın” diyemeyiz. diyemeyiz ama, hiç olmazsa namazda ne dediklerini bilerek, öğrene­rek biraz ayılsınlar. Kimin huzurunda durduklarını. Kime ne söylediklerini bilerek, dikkate alarak biraz kendilerine gelsinler. Nitekim namazı dosdoğru kılmak ve namazdan gafil olmamak ancak böyle mümkün olabilecektir.

Namazda huşu içinde olmak ise günümüz müsiümanlarına anlatılması en zor meselelerden birisidir. Çünkü bu mesele sadece akli olarak değil, aynı zamanda kalbi olarak anlaşılacak, hissedilecek bir meseledir. Gerçi namazda huşu içinde olabilmek için, namazla ilgili olarak fazladan bir şey yapmamıza hiç gerek yoktur. Önemli olan namazı gereği gibi kılmak ve eylemin idrakine varmaktır. Nitekim namazda huşu içinde olmak, bazı özel kişilerin değil, bütün müminlerin genel bir vasfıdır.

“Onlar namazlarında huşu içinde olanlardır.” [46]

Namazda huşu içinde olmak sadece bilgi ile gerçekle­şebilecek bir şey değildir. Çünkü meselenin bilgi yönü. namaz kılan insanın kimin huzurunda durduğunu, kime ne söylediğini bilmesi olup, birçok insan bu bilgiden yoksun değildir. Mesela namaz kılan binlerce insana “Namaz kılar­ken kimin huzurunda duruyorsunuz?” sorusu yöneltilse, hepsinden ortak bir ses, ortak bir cevap yükselecektir.

Tabi ki Allah'ın huzurunda duruyoruz!.

Bu cevabı veren binlerce kişiden, acaba kaç kişi ver­diği bu cevabın idrakindedir?

Acaba kaç kişi, Allah'ın huzurunda durmanın ne an­lama geldiğini biliyor ve bu bilinci hissediyordur?

İşte bu sorulara ne yazık ki olumlu cevaplar vereme­yiz. Müdürünün, patronunun, hocasının, şeyhinin, üstadı­nın huzuruna girerken heyecanlanabilen, kendisine çeki düzen veren nice insan. Allah'ın huzuruna paldır küldür girebilmektedir!.

Oysa bilerek, idrak ederek, hissederek Allah'ın huzu­runa girmek, o huzura çıkabilmek böyle değildir. Allah'ın huzuruna çıkmanın ne anlama geldiğini biraz olsun anlıyabilmemiz için daha önce verdiğimiz bir örneği tekrarlıyarak kendimize şu soruyu sormamız gerekir.

Herhangi birimizin evine Resulullah (s.a.v.) misafir olsa. Efendimiz (s.a.v.)'in bulunduğu odaya nasıl gireriz?

Odanın kapısına nasıl yaklaşır ve kapının tokmağını çevirirken neler hissederiz?

Hiç şüphesiz ki bütün bir vücudumuz heyecanla titrer ve o zamana kadar hiç yaşamadığımız duygularla karşılaşırız.

Tabi ki güzel ve yerinde duygulardır bunlar!.

Ancak Resulullah (s.a.v.)'in huzuruna değil hem Efendimiz (s.a.v.)'i ve hem de bütün alemleri ya­ratan Allah (c.c.)'ın huzuruna girmek, verdiğimiz örneğin çok fevkinde bir hadisedir. Nitekim bunun idrakinde olan Hz. Ali fr.a.), vücuduna saplanan ve kendisine oldukça acı veren bir okun, kendisi namaza durduğu zaman çıkarılma­sını istemiş ve namazdayken okun çıkarıldığını hissetme­miştir.

Namaza durdukları zaman saçlarına veya takkelerine sinek konsa bunu hisseden insanların, Hz. Ali (r.a.)'ın yaşadığı hali anlıyabilmeleri tabi ki mümkün değildir. Bu in­sanların anlayışına göre. vücudun herhangi bir yerindeki acıyı hissetmemek için, o bölgenin ilaçla veya morfinle uyuşturulması gerekmektedir.

Peki namazdayken okun acısını hissetmeyen Hz. Ali (r.a.), namazda iken uyuşmuş muydu?

Elbetteki hayır!.

Okun acısını hissettirmeyen gerçek uyuşmak veya uyuşukluk değil, Allah'ın huzurunda durmanın verdiği haş­yet ve huşudur. Hz. Ali (r.a.)'ın namazda duyduğu huşu, başka bir şeyi duymasına, duyumsamasına fırsat vermeyecek kadar anlamlı ve görkemliydi.

Meseleye açıklık kazandırmak için günümüz insanları­nın anlıyabileceği bir örnek vermemiz gerekirse, sıkılarak da olsa şu örneği verebiliriz. Mesela vücudunun herhangi bir yerinde acı duyan bir insana “Sana falancadan şu ka­dar miras kaldı” deseniz, acısının o an kesildiğini ve vücu­dunun sevinçle titrediğini hisseder. Çünkü tüm ilgisini mi­ras haberine yönelttiğinden, ilgi yöneltmediği acıyı hissedebilmesi mümkün değildir.

İşte namazlarını gereği gibi kılan ve namazlarında huşu duyan müminler de, tüm ilgilerini Allah'a yönelten ve bu ilginin görkemini teneffüs eden müminlerdir.

Bunlar namaz kılarken dünya işlerini değil, dünya iş­lerini yaparlarken namazı düşünen müminlerdir. Dosdoğru namaz kılan ve böylesi namazlarla doğrulan, dosdoğru olan müminlerdir.

Nitekim bizlere merhametli ve şefkatli olan, bizlerin arınmasını, bizlerin doğrulmasını dileyen rahmet peygamberi Efendimiz (s.a.v.) des aşağıdaki kısacık ifade ile bizleri çok büyük ve anlamlı olan böylesi görkemli bir eyleme davet etmektedir.

“Namazınızı vaktinde ve sürekli olarak dosdoğru kılın ve namazınızı koruyun..”

 

Anne Ve Babaya Güzel Muamele

 

Dünyadaki tağutla bir an önce yerle bir etmek iste­yen bazı kardeşlerimiz için anne ve babaya güzel muame­lede bulunmak, belki de peksiz bir nasihattir. Çünkü bu kardeşlerimiz Allah yolunda cihad etmeyi en efda! amî olarak görmekte ve bu prensibi liste başı kabul etmektedir­ler.

İslam tarihine bu gözle baktığımız zaman, müslümanlar fiili savaş halindeyken İslam dinini kabul eden bazı kimseler, iki rekat dahi namaz kılmadan Resulullah (s.a.v.)'in buyruğu ile hemen savaşa dahil olmuşlardır. Bu doğrudur..

Ancak böylesi durumların dışında yeni müslüman olan kimselere “Silahlarının bakımını yaparak cihada hazırlan” nasihatından önce, kişinin kendi nefsini cihada hazır­layacak nasihatlerde bulunulmaktadır. Daha önce zikrettiğimiz Abdullah İbn-i Mesud (r.a.)'ın Efendimiz (s.a.v.)'e sorduğu sorular, bu meselemizle de ilgili sorulardır..

Peygamber (s.a.v,)e “Allah'ın en çok sevdiği amel hangisidir?” diye sordum.

“Vaktinde kılınan namaz, karşılığında bulundu.”

“Sonra hangisi?” dedim. Peygamber;

“Ebeveyne (anne-bahaya) iyi muamele etmek”, cevabını verdi.

“Sonra hangisi?” sorusuna da;

“Allah yolunda cihad,” buyurdu. Bu kadar söyle­di. Daha sorsaydım söyleyecekti.

Allah'a en sevgili gelen ameller, hiç şüphesiz ki bizle­ri Allah katında en sevgili durumuna getirecek amellerdir. Müslümanin kimlik ve kişiliğini yükselterek sevgili durumu­na getirecek olan bu ameller, hadîs-i şerifte de belirtildiği gibi namazı dosdoğru kılmak ile başlamakta ve anne-babaya güzel muamele ile devam etmektedir. Allah yolun­da cihad ise bunlardan sonra gelmektedir.

“Anne ve babaya güzel muamelede bulunmak!,”

Hadis-i şerifte beyan edilen bu nasihat. Kuram Kerim'in muhtelif yerlerinde de zikredilmektedir.

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle dav­ranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zor­lukla- (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması da, iki yıl içindedir. “Hem Bana, hem de anne ve ba­bana şükret, dönüş yalnız Bana'dır.” [47]

“Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davran­masını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır. Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: “Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretme­mi ve senin razı olacağın salih bir amelde bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda da salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip sana yöneldim ve gerçekten ben müslümanlardanıın.” [48]

Peki neden?

Şanı yüce Rabbimiz bu konuya neden çok önem ve­riyor?

Kur'an'ı Kerim'de beyan edildiği gibi, insan nankör bir yaratıktır. İnsanın nankörlüğü Allah'a karşı olduğu gibi, diğer insanlara karşı da olabilmektedir. Nankörlüğün şidde­ti, neye veya hangi hakka karşı yapıldığına bağlıdır. Nite­kim en büyük nankörlük, bir insanın kendisini yaratan ve yaşatan Allah'a karşı nankörlüğüdür. Kullar arasındaki en büyük nankörlük ise bir evladın anne ve babasına karşı nankörlüğü olmaktadır. Çünkü üzerimizdeki en büyük kul hakkı, anne ve babamızın üzerimizdeki hakkıdır. Bir çocu­ğun dünyaya gelişinde ve yetişmesinde, annelerin ve baba­ların uzun emekleri, büyük haklan bulunmaktadır.

Gerçi bu şekilde yaratılmaya bilirdik!.

Havva validemizi annesiz, İsa (a.s.)'ı babasız, Adem (a.s.)'ı hem anasız hem babasız yaratan şanı yüce Rabbimiz, hiç şüphesiz ki bizleri de hem anasız hem babasız yaratabilirdi!.

Veya yumurtadan da çıkabilirdik!.

Hamilelik veya doğum hadisesi, hiç meşakketsiz de olabilirdi!.

Ancak birçok hikmetlere ve imtihan vesilelerine bina­en bunlar olmakta ve türlü meşakketlerie bir anadan ve bir babadan dünyaya gelmekteyiz. Hepimizin bildiği fakat ye­terince anılyamadığı gibi bizleri dünyaya getirmek isteyen annelerimiz, bizleri dokuz ay ellerinde veya sırt çantaların­da değil, türlü meşakketler ile içlerinde taşıyorlar.

Bizleri, bizler doğuncaya kadar kanlarıyla, doğduktan sonra sütleriyle besliyorlar.

Geceleyin ağladığımız zaman baldan tatlı olan uyku­ları, uykudan tatlı olan evlad sevgileri ile bölünüveriyor. Altımızı özenle temizleyip, kamımızı sevgiyle doyuruyorlar.

Tabi ki bütün bunlar, birçok anne babaya göre sade­ce başlangıç oluyor. İlerliyen yıllarda ihtiyaçlarımız ve on­lara verdiğimiz üzüntüler ve endişeler daha da fazlalaşıyor. Bizimle ilgili olan bütün meselelerde bizlerden fazla üzülüp, bizlerden fazla seviniyorlar!.

Üzerimize titreye titreye. bıkmadan, usanmadan. severek ve sevinerek büyütmeye, adam etmeye çalı­şıyorlar bizleri..

İşte bütün bu hakiara karşı nankörlük, en şedid nan­körlük olmaktadır. Nankörlüğü sevmeyen Rabbimiz. kullar arasındaki en büyük nankörlüğü evladın anne ve babasına karşı nankörlüğü olarak görmekte ve müslümanları böyle bir duruma düşmekten şiddetle sakındırmaktadır.

“Hem Bana, hem de anne ve babana şükret, dö­nüş yalnız Berna'dır.” [49]

Kuranı Kerim'in hiçbir yerinde şükürle ilgili olarak Allah (c.c.) ile beraber melekler veya peygamberler dahi zikredilmezken, anne ve baba zikredilmektedir, Şanı yüce Rabbimizin “Hem Bana. hem de anne ue babana şükret” buyruğu, bu boyuttan düşünmemiz ve dikkate alma­mız gereken bir uyandır!.

Anne ve babaya güzel muamelede bulunmanın bir diğer yönü veya bir diğer hikmeti ise, toplumsal ahenktir. Hepimizin bildiği gibi toplum denilen vakıa, sadece genç ve güçlü yetişkinlerden değil, çocuklardan ve yaşlılardan da meydana gelmektedir.

Toplumu değerlendirirken sadece güçlü yetişkinleri dikkate aian ve bunlara değer veren zihniyet, zamanımızdaki sanayi ve ekonomi zihniyetidir. Çünkü böylesi sanayi toplumlarında insanın değeri, en yüce değer kabu! edilen parayı kazanabilmesine ve üretebiimesiyle orantılıdır. Para kazanabilecek ve üretebilecek durumda olan insanlar, di­ğerlerine göre en değerli insanlardır. Nitekim sanayiyi elle­rinde bulunduran dünya müstekbirleri, sanayide çocuklara veya yaşlılara değil, güçlü yetişkinlere İhtiyaç duydukları için. kültür ve eğitim faaliyetleriyle bu batıl zihniyeti empo­ze etmekteler ve çocukları kreşlere gönderirlerken, ihtiyar­ları ise huzur evlerine terketınektedirler. İnsani değerlerin, iş yapabilme kapasitesiyle ölçüldüğü bu gibi toplum­larda, yaşlılara hiç şüphesiz ki sıkılmış limon gözüyle bakılmaktadır. Nesillerin birbirine bu gözle baktıkları Batı top­lumlarında, bu nesiller birbirinden ayrılmış, birbirinden kopmuştur. Evladianndan kopuk yaşayan, evladlanndan ilgi ve sevgi görmeyen yaşlı anne ve babalar, evlerinde ye­tiştirdikleri birkaç köpek ile yalnızlıklarım gidermeye çalış­maktadırlar. Evlad sevgisini, İt sevgisi ile doldurmaya çalı­şan bu zavallılar, modern batı medeniyetinin yaşayan ölüleridir.

Ailevi ve ahlaki bir çöküş içinde olan Batı toplumu­nun geldiği bu nokta, insanlık tarihi için yüzkızartıcı bir noktadır. Annelere ve babalara karşı yapılan bu ihanet, in­sanlığın kendi kendisine ihanetidir. Bu ihaneti yapanlar,

yarınlarda aynı ihanetle kendileri de karşılaşacak olanlar­dır. Huzur evi denilen yerlerde, evladlarından ve torunla­rından uzak olmanın verdiği buruk huzursuzluğu kendileri de yaşayacaklardır.

İşte bizler için göz ve gönül aydınlığı olan İslam, biz­lerin de böyle bir duruma düşmesini istememekte ve bizle­ri bu konuda önemle uyarmaktadır. İslam'a göre herhangi bir evlad. anne ve babasına sağlıklarında iyi muamelede bulunmakla mükellef olduğu gibi, ölen babasının dostuna dahi iyi ve güzel davranmakla mükelleftir. Nitekim Sahih-i Müslim'deki bir rivayete göre Resulullah (s.a.v.) “İyiliğin en iyisi, çocuğun, babasının samimi dostuna iyiliği ve ilgiyi devam ettirmesidir” buyurmuştur.

Bazılarımıza basit gelebilecek olan bu prensiplerin. toplumsal düzlemde bütün bir insanlığa örnek olabilecek yankılan bulunmaktadır. Mesela kendi evladları tarafından huzur evine terkedilen bir baba. ölen bir dostunun müslüman evladı tarafından iyilik ve ilgi gördüğü zaman, bu in­san vicdanının rahmetle sarsılmaması mümkün değildir. Kendi evladlarından görmediği ilgi ve iyiliği bu müslüman evlattan gören yaşlı baba, yaşaran gözleriyle bu nuislümana bakacak ve vicdanından yükselen şu gerçeği hıçkıracaktır..

“Evlad” denilen hakikat işte buymuş!.

Anne ve babasına güzel davranan müslümanlar, böy­lesi davranışlarla topluma fiili mesaj vermektedirler. Bu müslümanlar, her temiz vicdanın gıptayla seyredeceği bu güzel davranışlarla “İşte İslam budur ve her evladın böyle davranmasını ister!” demektedirler.

Anne ve babaya güzel davranışlarda bulunmak, nan­kör bir insan, nankör bir evlad durumuna düşmemek, hiç

şüphesiz ki İlahi ölçüler dikkate alınarak gerçekleşebilecek bir hadisedir.

Çünkü insanoğlu ölçülere dikkat etmediği zaman anne ve babasına nankörlük yapabilecek bir fıtrattadır. Cocuklanna karşı oldukça merhametli ve sevecen olan insan­lar, anne ve babalarına karşı aynı merhamete ve sevgiye sahip değildirler. Nitekim Murad Kapkıner kardeşimiz gü­zel bir yazısında “Sevgi bahsinde insan, fıtraten arkası valideyne yüzü çocuklarına doğru yaratılmış olduğundan. Cenab-ı Rabbil alemin, insana hep ana-babaya iyiliği, itaati emrederken, çocuklardan sakındırır..” ifadeleriyle, mesele­nin bu yönüne açıklık getirmektedir.

Bu güzel kardeşimizin de belirttiği gibi sevginin yo­ğunluğu ana-babadan ziyade çocuklara yöneliktir. Bu fıtri gerçeği dikkate alan İlahi vahiy, bizleri bu konuda şöyle uyarmaktadır..

“Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız, sizi Allah'ı zikretmekten 'tutkuya kaptırıp -alıkoymasın'; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” [50]

Anne babaya karşı böylesi uyarılar olmamakla bera­ber, onlara sadece Allah'a ve Allah'ın hükümlerine eş koş­mak meselesinde itaat yoktur.

“Biz insana anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yapmakta ol­duklarınızı size Ben haber vereceğim.” [51]

“Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu du­rumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın)da onlara iyilikle (ma 'ruf üzere) sahiblen (onlarla geçin) ve Bana gönülden-katıksız olarak yönelenin' yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, böylece Ben de size yapmakta olduklarınızı haber vereceğim.” [52]

Bu ayet-i kerimelere dikkat edersek, onları keskin ve kaba tavırlarla reddetmek değil, söz konusu hususlarda on­lara itaat edilmemesi emredilmektedir. Fakat ne yazık ki bazı kardeşlerimiz, anneleri veya babalan tevhidi akidede olmadığı için onlara kaba davranıp, onları terkedebilmek­tedir!. Oysa annelerimize ve babalarımıza güzel davranma­mız, onların müslüman ve muvahhid olmaları şartına bağlı değildir.

Onlar müslüman oldukları veya olmadıkları için değil, annelerimiz ve babalarımız oldukları için onlara güzel dav­ranmamız emredilmektedir. Şayet müslüman iseler haliyle daha güzel, çok daha güzel davranmamız gerekmektedir. İmana karşı küfrü tercih etmek hususunda ise babala­rın veli edinilmemesi gerektiği zikredilmektedir.

“Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli­ler edinmeyin. Sizden kim onları veli, edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır.” [53]

Fakat dikkat edilirse bu ayet-i kerimede anneler zikredilmemektedir. Çün­kü annelerin babalara nazaran daha özel bir konumları bulunmaktadır. Nitekim tüm iyi ve güzel davranışlara layık ve muhatap olma meselesinde de, anneler babalardan çok daha önce gelmektedir. Resululiah (s.a.v.) bir hadis-i şeri­finde, bu hususa şu şekilde açıklık getirmektedir..

Resulullah (s.a.v.)'e bir kimse geldi ve,

“Benim güzel hizmet ve ülfet (yakınlık) etmeme insanlar için­de en layık ve en haklı olan kimdir?” diye sordu. Re­sululiah (s.a.v)

“Annendir” buyurdu. O zat..

“Sonra kimdir?” dedi. Resulullah (s.a.v.);

“Sonra annendir,” buyurdu. O zat.

“Sonra kimdir?” dedi. Resululiah (s.a.v.).,

“Sonra annendir”, buyurdu. O zat..

“Sonra kimdir?” dedi. Resulullah (s.a.v.).,

“Sonra babandır” buyurdu. [54]

Dikkat edilirse dört iyilikten öncelikle  üçü anneye, dördüncüsü babayadır. Bunun bir hikmeti ise ana hakkı­nın, baba hakkından daha fazla olmasıdır. Müslüman bir insan güzel bir kimliğe sahip olmak ve çevresine güze! davranmakla mükelleftir. Bu güzel davranışlara ise öncelikle anne ve babasından başlamakta ve halka halka topluma uzanmaktadır..

“Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koş­mayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yok­sullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda, kalmışa ve sağ ellerinizin malik ol­duklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her bü­yüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” [55]

Dikkat edilirse ayet-i kerimede güzel davranışlardan sonra, bu güzel davranışları engelleyebilecek olan büyüklenmekten bahsedilmektedir. Nitekim anne ve babasına güzel davranışlarda bulunmayan birçok insanda, bu büyük­lük kompleksi vardır. “Ben artık büyüdüm” diyerek büyüklenen birçok insan, bu büyüklenme ile anne ve babasına tepeden bakabilmekte ve onlara hor davranabilmektedir.

Böylesi marazlar ne yazık ki bazı müsiümanlarda da bulunmaktadır. Anne ve babalarına güzel davranmak iste­diklerini söylemelerine rağmen onlarla devamlı çekişen bu kardeşlerimiz, suçlu olarak kendilerini değil onları görerek şöyle demektedirler..

Efendim çok huysuz davranıyorlar. Bir köşeye çeki­lip sakin sakin otursalar hiç huzursuzluk olmayacak- Ama böyle yapmıyorlar ki!.

Anne ve babalarını köşeye koyabilecekleri bir vazo gibi gören ve onları kendi anlayışlarına göre terbiye etmek isteyen bu kimselerin mazereti, Kur'an'ı Kerime göre ge­çerli bir mazeret değildir. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de mesele­nin bu yönüyle ilgili olarak şöyle buyuruimaktadır.

“Senin Habbin, O'ndan başkasına kulluk etmeme­nizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şa­yet onlardan biri veya ikisi yanında, yaşlılığa ulaşırsa, onlara: “Öf bile deme ve onları azarlama; onlara gü­zel söz söyle. Onlara düşkünlükten (dolayı) alçak gönüllülük kanadını ger ve de ki: “Rabbiın, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, Sen de onları esirge.” [56]

Ayet-i kerimeye dikkat edilirse anne ve babaya “Öff” dememek, herhangi bir şarta bağlanmamıştır. Daha açık bir ifadeyle “Haksız olduğunuz meselelerde 'Öf demeyin. Haklı olduğunuz meselelerde ise ne isterseniz söyleyebilir­siniz!.” anlamı yoktur. Anne ve babalarımıza karşı haklı veya haksız olduğumuz bütün meselelerde “Öff” bile deme­mek ve onlara güzel davranmak zorundayız.

Yaşadığımız toplumdaki birçok kimse, anne ve baba­lan sağ iken onlara güzel ve gerekli muameleyi göstermemelerine rağmen öldükten sonra geleneksel adetleri büyük bir farzmış gibi yerine getirmektedirler,

Bu geleneksel adetlerden birçoğu dinimizde yeri ol­mayan birer safsata olmakla birlikte, müslüman olarak ölen anne ve babalarımız için hayırlarda bulunmak ve on­lara dua etmek dinimizde de bulunmakta ve hadis-i şerif­lerde beyan edilmektedir. Nitekim Ebu Davud'da zikredilen bir hadK i şerifte şöyle buyurulmaktadır..

Seleme oğullarından bir adam gelip; dedi ki:

“Ya Resulullah, ebeveynim öldükten sonra ken­dilerine yapacağım bir iyilik kalmış mıdır?”

Resulullah (s.a.v.).,

“Evet,  onlara dua etmek,  onlar için  istiğfarda bulunmak, (meşru) vasiyetlerini yerine getirmek, onlar vasıtasıyla  akrabalığın   bulunan  kimselere  karşı  iyi münasebetleri devam  ettirmek,    dostlarına  ikram  ve iyilikte bulunmak, (kalmıştır)” buyurdular.

Ancak hadis-i şerifte zikredilen dua ve istiğfarı. İslam üzere ölen anne ve babalarımız için yapabiliriz. Cennet da­vetine icabet etmeyen ve cehennem üzere ölen anne ve babalarımıza dua etmemiz caiz değildir.

Kendilerine onların gerçekten çılgın ateşin arka­daşları oldukları açıklandıktan sonra yakınları dahi olsa müşrikler için bağışlanma dilemeleri peygambere ve iman edenlere yaraşmaz.

“İbrahim'in babası için bağışlanma, dilemesi, ona yalnızca verdiği bir söz dolayısıyla idi. Kendisine, onun gerçekten Allah'a düşman olduğu açıklanınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim, oldukça duyarlıy­dı, yumuşak huyluydu.” [57]

Oysa anne ve babalarımıza. onlar sağ İken nasihatlerde bulunmamız, onların iyi­liğini ve kurtuluşunu onlar sağ iken istememiz gerekmek­tedir. Evlada düşen görev bu olduğu gibi anne ve babalara düşen görev de, evladlarını ciddiye alarak bu davete icabet etmeleridir. Ne yazık ki birçok anne baba evladlarını hala küçük bir çocuk görerek onların söylediklerini ciddiye al­mamakta ve onların söylediklerini kabul etmeyi sanki bir aşağılanma, bir küçülme olarak telakki etmektedirler. Oysa bir anne baba için böyle bir durum aşağılanma veya küçülme değil, evladlarıyla gurur duyma, onlarla onurlan­ma vesilesi olmalıdır. Kuram Kerim bu önemli meselede hem evladlara ve hem de anne ve babalara şu örneği ver­mektedir.

“Hani (İbrahim) babasına demişti: “Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştınnayan şeylere niye tapıyorsun?” “Babacığım, gerçek şu ki, sana gelmeyen bir ilim geldi bana. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım.” [58]

Babalık kompleksiyle çocuklarına yukarıdan bakan, onlara her fırsatta “Sus, sen ne bilirsin?” diyerek onların söylediklerini ciddiye almayan kimselerin, bu ayet-i kerimeleri korku ve dehşetle dikkate almaları gerekmektedir. Çünkü babasının gözünde bir çocuk olan İbrahim (a.s,), babasına “Sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Artık bana tabı ol. Seni düzgün bir yola ulaştırayım” de­mektedir.

Herhangi bir baba, müslüman olan evladından böyle bir sözle, böyle bir davetle karşılaştığı zaman ne yapar?

Babalık kompleksinde bulunanlar, hiç şüphesiz ki bu davete olumlu yaklaşmayacaklar ve bu daveti kabul etmeyi kendileri için bir zül. bir ayıp telakki edeceklerdir.

Peki böyle yapmak. evladın davetine böyle yaklaşmak, İbrahim (a.s.)'ın babası durumuna düşmek değil midir?

İbrahim (a.s.)'ın babası, bu açık daveti oğlundan değil de babasından duysaydı belki kabul edebilirdi!. Ancak ken­disine gelmeyen, kendisinin bilmediği bir gerçeği, evladı­nın bilmesini kabul edememiş ve düşünmeye dahi gerek duymadığı bu daveti inkar ederek cehennemi tercih etmiş­tir.

Oysa mesele böyle değildir.

Hakkı tebliğ eden bir evlada tabi olmak, aşağılanmak veya küçülmek değil, böylesi bir evlad ile el eie tutuşarak onurla ve gururla yükselmek demektir.

Bütün bunları dikkate alarak anne ve babalarımıza güzel davranmak ve onları güzele davet etmekle yükümlü­yüz. Anne ve babalarımıza güzel muamelede bulunarak hem Rabbimizi ve hem de onları hoşnut etmemiz, önemle değerlendirmemiz gereken bir fırsattır. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) bunu fırsat bilmeyen ve bu fırsatı kullanamayanlar hakkında şöyle buyurmaktadır..

Resulullah (s.a.v.); “Burnu topraklanma, sanırı burnu topraklansın, sonra burnu topraklansın!” bu­yurdu.

“Ya Resululîah kimin burnu?” denilince.

“Anne babasına, ikisinden birine, yahut her iki­sine birden ihtiyarlık sırasında erişib de (onlara iyilik yaparak) cennete giremeyen kimsenin,” buyurdu.[59]

Anne ve babalarına iyilik edebilme fırsatıyla karşılaş­malarına rağmen bu fırsatı değerlendirerek cenneti kazanamayan kimselere, Efendimiz (s.a.v.) “Burnu topraklan­sın, burnu toprağa sürtsün” buyurmaktadır.

Annesi babası ölen müminler, belki de bu fırsatın değerini daha iyi anlıyan müminlerdir. Hiç şüphesiz ki bu kardeşlerimiz “Annemiz babamız sağ olsaydı da. onlara güzel davranışlarda bulunabilseydik” demektedirler. Bu kardeşlerimizin yapmaları gereken husus, önceki bir hadis-i şerifte de belirtildiği gibi onlar için hayır ve duada bulun­mak, baba dostlarına iyi muamele etmek ve eşlerinin anne babası sağ ise onları toplumsal anlayışa göre kaynana ve kaynata görmeyerek birer anne ve baba gibi kabul etmek­tir. Şanı yüce Rabbimiz kendisine kulluk eden müminlerin anne ve babalarına nasıl değer veriyorsa, herhangi bir müminde kendisine hizmet eden hanımının veya kendisi için çalışan kocasının anne ve babasına da değer vererek, onlara güzel muamelede bulunmak durumundadır.

Yaşlandığınız zaman evladlarınızdan nasıl bir muame­le görmek istiyorsanız, anne ve babalarınıza da aynı şekil­de davranınız. Çünkü çocuklarımız bizleri örnek alacaklar ve bizlerden gördüklerini yapacaklardır.

Çocuklarının yanında anne babaya kötü davranan, onlara hakaret eden kişiler, bu davranışlarıyla çocuklarına

“İşte büyüdüğünüz zaman sizler de bize böyle davranınız ve böyle hakaret ediniz” demektedirler. Tabi ki bir müslümana,  müslüman bir evlada yakışmayacak davranışlardır bütün bunlar. Müslümanlar Allah'ı hoşnut etmeye çalıştık­ları gibi, anne ve babalarını da hoşnut etmeye çalışırlar. Çünkü bilirler ve İman ederler ki., “Allah'ın emri üzere anne ve babaya güze! davranış­larda  bulunarak onları hoşnut etmek,  anne ve babanın hoşnut edilmesinin fevkinde Allah'ın hoşnut edilmesidir.”

Müslümanlar için oldukça önemli olan bu meseleyi, bir hadis-i şerif ile bitirmek istiyoruz. Ancak birçok hadis-i şerifteki mesajı kavrayabilmemiz için, kendimizi hadis-i şe­rifte yer alan müslürnanların yerine koymamız ve olayı ya-şarcasina hissetmemiz gerekmektedir. Nitekim aşağıda be­lirteceğim hadis-i şerifin benim şahsımda yankılanmasının nedeni de, kendimi hadis-i şerifte zikredilen o rnüslümamn yerine koyduğum içindir.

Dolasıyla siz kardeşlerim de, kendinizi o müslümanın yerine koyarsanız, hadis-i şerifteki mesajın ne anlama geldiğini daha yakından anlıyabileceksiniz..

Ortam, Medine ortamıdır..

Resulullah (s.a.v.) ve müminler, yeni bir sefer hazırlığındadırlar.

Ve siz de sizler de Medine'desiniz.

Ali’leri, Ömer’leri, Ebubekirleri görüyorsunuz. Bir dü­ğüne hazırlanır gibi, savaşa hazırlanan muhacirlere ve en-sara gıptayla bakıyorsunuz.

“Bunlar” diyorsunuz,

“Bunlar Resululîah (s.a.v.) ile birlikte cihada çıkacak­lar!.”

Bir mü'min olarak bütün güzel duygularınız kıyama kalkıyor.

Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cihada çıkmak,

o rahmet peygamberiyle birlikte yürümek,

birlikte savaşmak arzusu, çılgın bir sel gibi akıyor gönlünüze. Gönlünüzün genişlediğini, içini?.İn. içinize sığ­madığını hissediyorsunuz.

Bir büyük özleme koşturan adımlarınız, sizi Resulul­lah (s.a.v.)e götürüyor.

Bakıyorsunuz. bakıyorsunuz o rahmet peygamberine!.

Gözünüz ve gönlünüz aydınlanıyor. Tarihte okuduğu­nuz bütün büyük aşklar, bütün büyük sevdalar ufalıveriyor, ufalanıveriyor gözünüzde!.

Aşk denilen şey, sevda denilen gerçek işte bu, bu hissettiğim, bu yaşadığım engin duygular diyorsu­nuz.

Ve yalvarır bir sesle ve yakanr bir sesle. Resulullah (s.a.v.)'den izin istiyor­sunuz. Rahmet peygamberiyle rahmete doğru yürüyebil­mek, onunla cihada çıkabilmek için bir izin, izincik istiyor­sunuz.

Ve bizlere nakledilen aşağıdaki konuşmalar geçiyor aranızda.,

Resulullah (s.a.v.)e gelen bir kişi (yani sen), ci­hada gitmek hususunda izin istiyordu.

Resulullah (s.a.v.).,

“Annen-baban sağ mıdır?” diye sordu. O kişi,

“Evet sağdırlar,” diye tasdik etti. Resulullah (s.a.v.).,

“Şu halde sen, (evvela) onların rızası hususunda çalış” buyurdu. [60]

İşte bu, bu cevap karşısında şok oluyorsunuz!.

Sanki bütün dünyalarınız yıkılmış, bütün arzularınız zincire vurulmuştur!.

Nice özlemlerle gittiğiniz Resulullah (s.a.v.). sizleri anne babalarınızın yanma, onları hoşnut etmeye yollamış­tır!.

Bir destana katılmaya, bir destanda yer almaya hazırlanırken, anne ve baba­larla ilgili bir öyküye davet ediliyorsunuz!. Peki neden. neden. neden?., sorularıyla Kur'an'ı Kerimi okurken, anne babalarla ilgili ayet-i kerimelerde bütün nedenlerin birer hakikat tohumu gibi çatladığına şahit oluyor ve rahmet peygamberinin, bu rahmetli nasihatini anlamaya başlıyor­sunuz.

Bir destandan bir öyküye değil, aynı destanın, aynı kahramanlarından olmaya, olabilmeye davet edildiğinizi anlıyorsunuz!..

 

İnfakta Bulunmak

 

İnsanların dünya yaşantısında imtihana tabi tutulduk­ları meseleler ile insanların fıtratları arasında hikmetli bir ilişki bulunmaktadır. Mesela insanların üremesi için mutlak gereklilik olan cinsel ilişkiye. Kuranı Kerimin açık ve ıs­rarlı teşvikleri yoktur. Çünkü insanların fıtratı, böyle bir teşviğe hiç gerek duymayacak bir yapıdadır. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de böyle bir teşvik olmamakla beraber, in­sanların bu fıtri eğilimini denetleyici ve insanlan zinadan sakındıncı ikazlar bulunmaktadır.

İmtihana tabi tutulduğumuz ve teşvik edildiğimiz ko­nular ise fıtraten bazı zafiyetlerin, bazı eğilimlerin bulunabi­leceği konulardır. Bunlardan birisi olan infakta bulunmak, insanların belli bir mücadele ile gerçekleştirebilecekleri bir eylemdir. Çünkü Kuram Kerim'de de beyan edildiği gibi. insan cimri olarak yaratılmıştır.,

“De ki: “Eğer siz Rabhimin rahmet hazinelerine malik olsaydınız, bu durumda harcama endişesiyle gerçekten (cimrilik edip elinizde) tutardınız. İnsak pek cimridir.” [61]

Milyarlara sahip bazı kimselerin, birkaç milyon vermekten kaçınmaları şaşkınlıkla karşıladığımız olaylardır. Oysa insanı daha iyi tanıyan ve tanıtan Kur'an'ı Kerim, bizlere bu olayın çok daha fevkinde bir olayı anlatmaktadır. Bu insanlar dünyaya ve dünyanın içindekilere değil, Rabbimizin rahmet hazinelerine sahip olsalar, yine de elle­rini sıkarlar, yine de vermekten kaçınırlardı!.

Bu zafiyeti. bu marazı hiç tanımayan bir fıtratta yaratılmış olsay­dık, hiçbir akli dayanağı olmayan bu cimriliği anlayabilme­miz mümkün olmazdı. Nasıl olur? derdik.

Elli- altmış yıllık ömrü olan bir insan, beşyüz yılda tü­ketemeyeceği ve arkasında bırakıp gideceği malı, mülkü nasıl bu kadar sevebilir? Böylesine bir ihtirasla nasıl daha da arttırmaya çalışabilir?

Herhangi bir köpeğin Önüne yirmi otuz inek parçala­yıp koysanız, yiyebileceği kadarına iştahla saldırıp, karnını doyurduktan sonra geride kalan et yığınlarına boş gözlerle bakar. Köpekler dahi yiyemeyecekleri şeylere değer ver­mezlerken, bu insanlar ne acaip bir yaratıktır ki; yiyeme­yecekleri, kullanamayacakları birçok şeyi sevgiyle koruyup, ihtirasla arttırmaya çalışıyorlar!.

İnsanın çok tamahkar, çok cimri olduğunu beyan eden Kur'an'ı Kerim ayetleri, bütün bu sorularımızın ceva­bını vermektedir. “Damlaya damlaya göl olur” diyen insan­lar, herhalde damlaya damlaya göllerin de kuruyacağını kabul ederek, şu an sahip gözüktükleri göllerin kurumama-sı için, bu göllerden bir damlanın eksilmesine dahi taham­mül edemiyorlar!.

Bazı kardeşlerimiz her insanın cimri olmadığını söyle­yeceklerdir. Hiç şüphesiz ki sosyal ilişkilerde cimri olma-

yan ve oldukça cömert davranan birçok insan vardır. An­cak bu insanların cömertliğini fıtrata nisbet ederek “Bunla­rın fıtratında cimrilik değil, cömertlik vardır” diyemeyiz. Çünkü cimrilik veya cömertlik sadece yaratılışla İlgili bir mesele olsaydı, Rabbimizin katında cimrilik yerilip, cö­mertlik övülmezdi. Cimri kimselerin cimriliği mazur, cö­mert kimselerin cömertliği makul olurdu.

Fakat mesele böyle değildir!.

Cömert olan insanlar fıtratlarında bulunan cimriliğe ve mal sevgisine rağmen, cömert davranan insanlardır. Nitekim cömertlik, böyle bir mücadele veya böyle bir zor ter­cih neticesinde gerçekleştiği için değerli bir haslet, değerli bir meziyet olmaktadır.

Allah rızası için mallarını, mülklerini, paralarını veren müslümanlar, mal. mülk veya paradan nefret eden, bunla­rı sevmeyen müslümanlar değildir. Çünkü şanı yüce Rabbi-miz bütün insanlara mal sevgisini vermiştir, bütün insanla­rın fıtratında bu mal sevgisi vardır.

Allah rızası için mallarını veren bu müslümanlar, Kuram Kerim'in de beyan ettiği gibi mal sevgisine rağ­men mallarını veren müslümanlardır.

“Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, me­leklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlara, yetimlere, yoksulla­ra, yol oğluna (yolda kalmışa), isteyip dilenene ve kö­lelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kı­lan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savasın kızıştığı za­manlarda (direnip) sabredenler (in tutum ve davranı­şıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır.”[62]

İnsanları mal sevgisine rağmen cömert davranmaya sevkeden nedenler oldukça değişiktir. Bazıları bu sıfata sahip olabilmek için, bazıları insanlara gösteriş yapmak için cömert davranırlarken, müslümanların bu meseleye yakla­şımları çok daha farklı, çok daha yüce boyutlardadır, Çünkü İslam'a teslim olan müslümanlar, öncelikle ve öncelikle Allah'ın rızası, Allah'ın hoşnut­luğu için infak ederler.

“Kendileri, ona karşı duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Biz size ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yedir­mekteyiz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne de bir te­şekkür.”

“Çünkü biz, oldukça asık suratlı, zorlu bir günde Rabbimizden korkmaktayız.” [63]

Bu ayet-i kerimelerde Allah'ın rıza ve hoşnutluğuyla birlikte, Allah'tan korkmak da zikredilmektedir. Müslümanlar Allah'ın rızasını gözetmekle beraber, aynı zamanda Al­lah'tan korktukları için de infak ederler. Nitekim müşrikle­rin ve kafirlerin ahiretteki durumlarını ifade eden aşağıdaki ayet-i kerime, müslümanlan Özellikle infak konusunda uya­ran bir içeriğe sahiptir..

“Rablerine icabet edenlere daha güzeli vardır. O'na icabet etmeyenler ise, yeryüzündekilerin tümü ve bununla birlikte bir katı daha onların olsa mutlaka (kurtulmak için) bunu fidye olarak verirlerdi. Sorgu­lamanın  en  kötüsü  onlar içindir.   Onların  barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yataktır o!” [64]

Ayet-i kerimede müşriklerin ve kafirlerin yeryüzünde olanların iki katına sahip olsalar dahi, bütün bunlan azaptan kurtulabilmeleri için hemen verebilecekleri bildirilmek­tedir.

Azaptan kurtulmak için onbeş yirmi evin veya bir mahellenin veya bir şehirin veya bir ülkenin değil, sahip olunuian bütün bir dünyanın verilmesi doğru mudur?

Elbetteki doğrudur!.

Azaptan kurtulabilmek için bütün bunlan verebilecek olan müşriklerin ve kafirlerin bu yaklaşımları tavır olarak doğru, zaman olarak yanlıştır. Doğru olmasına rağmen ge­cikmiş, çok gecikmiş bir tavırdır!.

Müslümanlar ise böylesi tavırları gecikmeden, yani dünya yaşantısında gerçekleştiren insanlardır. Bu ayet-i kerimeyi okuyan ve kendilerini cehennem azabından kesin kurtulmuş kişiler olarak görmeyen müminler, kendilerine yönelerek.

“Cehennem azabıyla karşılaşırsam, bu azaptan kurtu­labilmek için bütün bir dünyayı verebilecek oian ben, şimdi bu azabtan uzaklaşabilmek için malımın bir kısmını neden vermeyim ki, neden vermeyecekmişim ki!.” derler..

Dolasıyla Allah rızası için ne kadar İnfak edecekleri­ni soran kimselere “Cehennemden korktuğunuz kadar!” cevabı verilse, bu cevap yukarıda zikrettiğimiz ayet-i keri­meyle birlikte müslümanların dikkate alması gereken bir cevap olacaktır.

Allah rızası için intakta bulunmanın önemli nedenle­rinden bir diğeri ise insanın kendi nefsidir. İnfakta bulunan müslüinanlar, infakta bulunurlarken başkalarına veriyor gibi gözükselerde. Rabbani düzlemde kendilerine vermek­tedirler. İnfak eden kimse, öncelikle kendi nefsi için infak etmekte ve daha açık bir ifadeyle kendisine vermektedir..

“Onların hidayete ermesi, nenin üzerinde (kesin bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini lıi­dayete eriştirir. Hayır olarak her ne infak ederseniz, kendiniz içindir. Zaten siz, ancak Allah'ın hoşnutlu­ğunu istemekten, başka (bir amaçla) infak etmezsiniz. Hayırdan her ne infak ederseniz -haksızlığa (zulme) uğratılmaksızın- size eksiksizce ödenecektir.” [65]

İnfakta bulunan kimsenin, gerçek düzlemde kendisi­ne verdiğini aşağıdaki ayet-i kerimede daha iyi anlıyabiliriz..

“Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının mülkünde olan ile, tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verdiğimiz, böylelikle ondan gizli ve açık infak eden kimseyi örnek olarak gösterdi; bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'ındır; fakat onların çoğu bil­mezler.” [66]

Ayet-i kerimede başkasının mülkünde olan kimseler­den bahsedilmektedir.

Başkasının mülkünde olanlar kimdir?

Başkasının mülkünde olanlar, en genel ifadesiyle bü­tün insanlardır. İnsanlar dünya yaşantısında bazı mallara, bazı mülklere sahip gözükseler de, kısa bir dönem için kendi tasarruflarında bulunan bu mülk, kendilerinin mülkü değildir. Çünkü biliyor ve iman ediyoruz ki, bütün mülkün sahibi, Malikü Mülk olan Allah (c.c.)'dır. Kendilerine kısa bir dönem için verilen bu mülkü, kendi hayırları için kul­lanmayan kimseler; başkasının mülkünde yaşayıp, başkası­nın mülkünde ölen ve kullanamadıkları bu mülkü terkeden kimselerdir.

Allah rızası için İnfakta bulunan müslümanlar ise böy­le değildir. Bu müslümanlar. kısa bir dönem için kendi tasarruflarına verilen mülkü, infakta bulunarak kendi mülkle­ri durumuna getiren insanlardır. Çünkü bu müsiümanların Allah rızası için verdikleri her şey, kat kat artarak bu müslümanların ebedi mülkü durumuna gelmektedir. Nitekim Resulullah (s.a.v.) bu gerçeği apaçık bir şekilde beyan et­mektedir.

İbnu Mes'ud (r.a) anlatıyor.

Resulullah (s.a.v.) bir keresinde;

“Hanginiz, vari­sinin malım kendi malından daha çok sever?” diye sordu. Cemaat;

“Ey Allah'ın Resulü, içimizde herkes, kendi malını varisinin malından daha çok sever” dedi­ler. Bunun üzerine; “Öyleyse şunu bilin ki kişinin ger­çek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da varislerinin malıdır.” buyurdu. [67]

Müslümanlar ile gayrimüslimleri, mal sevgisi düzleminde mukayese edecek olursak, fıt­ri kalkış noktası itibariyle hem müslümaniarda ve hem de gayrimüslimlerde mal sevgisi bulunduğunu belirtmiştik. An­cak müslümanlar geçici olan dünya malına değil, ebedi olan ahiret mülküne talip olmaktadırlar.

Gayrimüslimlerin dünyaya yönelik tamahkarlıkları, aşırı istek ve arzuları, müslümanlarda ahirete yöneliktir.

Mesela klasik tabirle soğan ekmek yiyerek dünya mah biriktiren cimriler vardır. Ellerinde imkan olmasına rağmen soğan ekmek yiyen bu cimrilere baktıktan sonra gözlerimizi Ebu zer Gıffari'ye çevirelim.

O da soğan ekmek yiyor!

O da eline geçen imkanlara rağmen, soğan ekmek yiyerek mal biriktiriyordu!.

Ancak, eline geçen her şeyi ahiret yurduna göndererek dün­ya yaşantısını yokluk sınırına yakın bir bölgede geçiren Ebu Zer Gıffari (r.a.), geçici dünya malını değil, ebedi ahi-rpt malını biriktiriyordu. Nitekim “Senin evinde güzel bir eşya yok mu?” diyenlere, “Biz güzel eşyalarımızı öteki evimize (ahiret yurdumuza) gönderiyoruz” cevabını veri­yordu. Çünkü ayet-i kerimelerde de beyan edildiği gibi Al­lah için her ne İnfak ederse, bunun kat kat karşılığını bula­cağına yakinen iman ediyordu..

“Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz 'tane' bulunan bir tek 'tane'ııin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah ihsanı bol olandır, bilendir.” [68]

Bir buğday tanesine yediyüz kat bereket veren tabi ki toprak değil, bu toprağı yaratan ve bereketin gerçek sahi­bi olan Allah (c.c.)'dır. Dünyevi ihtiyaçlar için toprağa atı­lan tohuma bu bereketi veren Rabbimiz, kendi rızası için infak edilen şeylere hiç şüphesiz ki kat kat bereket vere­cektir.

Allah'a karşı cömert davranan müslümanlar, kesinlikle ve kesinlikle çok daha cömert karşılıklara muhatap olacaklardır. Nitekim okuduğumuz ve iman ettiğimiz Kur'an'ı Kerim'e göre Allah rızası için cömert davra­nan kimselerin cömertlikleri kendi lehlerine, cimrilik ya­panların cimrilikleri de kendi aleyhlerinedir.

“İşte sizler boyleriniz; Allah yolunda infak etmeye çağ iriliyorsunuz; buna rağmen sizden kimi cimrilik et­mektedir. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik etmektedir. Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayanjdır; fakir olanlar ise, sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kav­mi getir ipdeğiştirir. Sonra onlar, sizin benzerlerim de olmazlar.” [69]

Allah rızası için infak etmemiz gereken şeyler, Rabbimizin bizlere rızık olarak verdiği ve tasarrufumuzda bulunan şeylerdendir.

“Ki onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kı­larlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden in­fak ederler.” [70]

“Allah'a ve Resulüne iman edin. 'Sizi kendileri hakkında halifeler kılıp, size harcama yetkisi verdiği' şeylerden infak. edin. Artık sizden kim iman edip infak ederse, onlar için büyük bir ecir vardır.” [71]

Mal sevgisine rağmen infakta bulunurken, en çok se­vilen şeylerden infak edilmesi ise infak eyleminin bir ke­mal noktasıdır. Sevdiğimiz şeylerden infak etmemiz, hiç şüphesiz ki bir ve takvaya, iyilik ve güzelliğe ulaşabilmemiz için gerekli bir yoldur.

“Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar, asla iyiliğe erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” [72]

Günümüzdeki bazı müslümanlar, infak hükmünü kabul etmekle beraber her fırsatta “Bu zamanda kime infak edeceğiz?” sorusunu, kendi yo­rumlarıyla birlikte gündeme getirmektedirler. İnfakta bulu­nacakları yerlerde veya şahıslarda kusur aramayı adet hali­ne getirmiş olan bu insanlar, karşı tarafta gördükleri bazı kusurlar nedeniyle infak etmediklerini savunmaktadırlar. Bu konuyla ilgili bir kıssa vardır. Dilencinin birisi oldukça zengin olan birisinden sadaka dilenir. Zengin adam dilen­ciye bakarak.

“Sana on akçe vermek bana yakışmaz. Bir altın ver­sem bu da sana yakışmaz!,” der.

Tabi ki, infakta bulunacak olan müslümanların meseleye böy­le yaklaşmamaları gerekir. Müslümanlar için önemli ve öncelikli olan husus, müslümamn infak etmeye liyakatli ol­masıdır. İnfakta bulunacağımız kimsenin, infağa layık olup-olmaması ise çok hassas değerlendirilecek bir mesele değildir. Çünkü ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmamızı emreden Kur'an'ı Kerim ayetlerinde, ihtiyaç sahiplerinin dünya görüşleri, akideleri veya güzel hasletleri birer şart olarak zikredilmemektedir..

“Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, me­leklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlara, yetimlere, yoksulla­ra, yol oğluna (yolda kalmışa), isteyip dilenene ve kö­lelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kı­lan, zekatı veren, ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı za­manlarda (direnip) sabredenler (in tutum ve davranı­şıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olan­lar da bunlardır.”[73]

İhtiyaç sahiplerine karşı bu şekilde genel bir yaklaşım olmasına rağmen, din adına çalıştıklarını iddia eden grup veya fırkalara bu esnek yaklaşım yoktur. Herhangi bir grup veya herhangi bir fırka din adına insanları kandırıyor veya insanları bazı sapık görüşlere davet ediyorsa, bu grup veya fırkalara yardımda bulunmak, şeytan ve dostlarına yardımda bulunmaktır. Biliyoruz ki Resulullah fs.a.v.) müs­lümanlar arasında fitne ve fesad çıkarmak için kurulan mescid-i dırar'a bir tuğla yardımında bulunmadığı gibi, bu mescidi yerle bir ettirmiştir.

Mescid-i dırar'a karşı böyle davranan Resulullah (s.a.v.), ihtiyaç sahiplerine ise oldukça cömert davranmış­tır.

Tanımadığı yoksullara, tanımadığı dilencilere, tanıdığı Allah'ın rızası için ver­miş ve vermeye devam etmiştir.

Halkında müslüman olan ülkelerde. Allah rızası için sadaka isteyen dilencilere “Allah versin” demek, ne yazık ki hiç yadırganmayan bir alışkanlıktır. Oysa böyle bir söz. müslümanların ağzına yakışmayacak bir sözdür. Çünkü meseleye bu mantıkla yaklaşmak, müs!umanlara değil, küf­re sapanlara özgü bir yaklaşımdır..

“Ve onlara: “Size Allah'ın rızık olarak verdiklerin­den infak edin” denildiği zaman da, o küfre sapanlar iman edenlere dediler ki: “Allah'ın, eğer dilemiş olsay­dı yedireceği kimseye biz mi yedirecek misiz? Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz.” [74]

Ayet-i kerimede zikredilen kimseler “Allah dilerse ih­tiyaç sahibinin ihtiyacını gideriverir. Bu işi yapmak bize mi kaldı? Haydi Allah versin!” demektedirler.

Müslümanlar ihtiyaç sahiplerine Allah rızası için yar­dım ederlerken, hiç şüphesiz ki ihtiyaç sahibi olan müslümanlara da, bu kardeşlerine de yardım ederler.

Ancak unutulmaması gerekir ki, herhangi bir müslümanın diğer müslümanlarla biraraya gelmesi, bu müslümanlarla birlikte olup, birlikte yaşaması, kesinlikle ve kesinlikle kendisine dünyevi ihtiyaçların­da yardım edilmesi için değildir. Müslümanlardan yardım alabilmek için müslümanlarla birarada bulunan kimseler, Kur'an'ı Kerim ifadesiyle münafık olan kimselerdir. Nite­kim aşağıdaki ayet-i kerime, münafıklara özgü bu mantığa açıklık getirmektedir.

“Onlar ki: “Allah'ın Rasulü yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağı­lıp gitsinler," derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar.” [75]

Resulullah (s.a.v.)'in yanında bulunan müslümaniara verilmediği veya infak edilmediği zaman, bu müslümanla-rın Resululîah (s.a.v.)'in yanından ayrılacaklarını, dağılıp gi­deceklerini iddia eden münafıklar, bu iddiayı neye göre yapıyorlardı?

Tabi ki kendilerine göre!..

Çünkü kendilerinin müslümanlarla birarada bulunma­larının nedeni buydu!.

Dünyevi menfaatler için biraraya gelebilen münafık­lar, kendilerine bu istekleri verilmediği zaman nasıl dağılıp, gideceklerse, müslümanların da aynı şekilde dağılacaklarını zannetmektedirler!.

Oysa müslümanlar, Mekke müşriklerinin uyguladıkları ambargo döneminin şiddetli yokluğunda dahi birbirlerinden kopmamışlar, birbirlerinden ayrılmamışlardır. Çünkü bu müslümanlar, Allah için, İsiam için biraraya gelen müslümanlardır. Müslümanlardan yardım görmek için değil, müslümaniara yardım etmek için onlarla beraberdirler.

Günümüzde ise bazı dünyevi sebeblerle birbirlerinden ayrılabilen müslümanlar bulunmaktadır!. Kendisine dünyevi bir işinde yardım edilmediği için müslümaniara buğzeden ve bu nedenle müslümanlardan ayrılan kimseler, üzülerek ifade edelim ki kendilerinde nifak bulunan kimselerdir.

Oysa müslümanların birbirlerine yardım etmeleri ge­reken önemli bir konuda, gücü yetiyorken yardım etme­yen bir müslüman varsa, bu durumda hesaba çekilecek olan kendisine yardım edilmeyen müslüman değil, yardım etmeyen müslümandır.

Bunun hesabını o verecektir!.

Kendisine yardım edilmeyen müslüman “Sana niye yardım edilmedi!” hitabı ile hesaba çekilmeyecektir!.

Bizler kendimize, kendi nefsimize düşeni yapmakla mükellefiz. Nitekim müslümanların birbirlerinin velileri olmaları da aynı gerçeği ifade etmektedir. Müslüman, müslü­man kardeşlerinden velilik beklemeden önce, bu kardeşle­rine velilik yapmakla mükelleftir. Çünkü muazzam hesab gününde, müslümanların bize velilik yapıp-yapmadıklarından değil, bizlerin müslümaniara velilik yapıp-yapmadığımızdan hesaba çekileceğiz. Dolasıyla meselenin bizleri ilgilendiren bu boyutunu dikkate almak ve gücümüz nisbetince bu boyutu yaşamak durumundayız.

Almaya değil, vermeye talip olmalıyız..

Çünkü Kuram Kerim'de “Alın” hükmüyle değil, “Ve­rin” hükmüyle muhatap oluyoruz. Yaşadığımız bütün bir hayat, vermenin yani infakta bulunmanın fırsatlarını taşı­maktadır. Ölüm gelmeden ve müthiş hesab günüyle karşı­laşmadan önce. bu fırsatları gece ve gündüz değerlendire­bilmemiz mümkündür..

“Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infak ederler. Artık bunların ecirleri Rableri kalındadır, onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacak­lardır.” [76]

“İman etmiş kullanma söyle: “Onda alış-verişin ve dostluğun olmadığı o gün gelmezden evvel, dosdoğ­ru namazı kılsınlar ve kendilerine rızık olarak verdik­lerimizden gizli ve açık infak etsinler.” [77]

Bazı kimseler ise infak etmek için zengin olmayı veya çağdaş ifadeyle köşeyi dönmeyi beklemektedirler. “Şu köşeyi dönersem daha fazla verebilirim”diyerek köşe­yi dönmeden infak etmeyen bu kimseler, dönülecek köşe çok olduğu için dünya hayatından köşeyi dönünceye ka­dar infağı ertelemektedirler.

Oysa ölüm saati gelmeden, infakla ilgili yaşadığımız fırsatları değerlendirmemiz gerekir. Mesela elli veya yüz-binlik banganotların birkaç ay sonra tedavülden kalkacağı­nı öğrendiğiniz zaman ne yaparsınız?

Söylesenize ne yaparsınız?

Bu paraların tedavülden kalkacağını hiç dikkate alma­dan üst üste koymaya, biriktirmeye devam mı edersiniz?

Elbetteki hayır!.

Bu paralar tedavülden kalkmadan önce, mutlaka harcamak, mutlaka kullanmak istersiniz. İşte müslümanlar da. belli bir süre için kendi tasarruflarına ve­rilen dünya malına bu gözle bakarlar. Bu mallar tedavül­den kalkmadan, varislerine intikal etmeden önce. kendileri için gerekli olan miktarın! Allah yolunda harcarlar, tasadduk ederler. Öldükleri zaman kendileri İçin tedavülden kal­kacak olan dünya malım, ebediyyen tedavülde olacak olan ahiret malına çevirirler.

Mallarından bir kısmını Allah yolunda kullandıkları gibi, varislerine bıraktıklarını da, Allah yolunda kullanmaları için bırakır. “Benim için bir hayır, benim için bir lütuf olan bu mal, inşaallah sizler için de hayır olur” derler.

Bu müslümanlar hem bollukta ve hem de darlıkta in­fak ederler. Darlıkta infakta bulunmayan fakir veya orta halli kimseler, bollukta infakta bulunmayan zengin kimsele­ri günümüzdeki gibi devamlı tenkid etmezler, edemezler. Çünkü infakta bulunmanın zengin fakir ayırımı yapılmadan bütün müslümanlara vacip olduğunu, her müslümanın bol­lukta ve darlıkta gücü nisbetince vermekle yükümlü oldu­ğunu bilirler.

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öf­kelerini yenenler ve insanlarfdaki lıaklannjdan bağış­lama ile (vaz'i geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.

Zor şartlarda ve zor günlerde infak, hiç şüphesiz ki Rabbimizin katında daha makbul olan infaktır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz İslami hareketin zor dönemlerinde in­fakta bulunanların, diğerlerine nazaran daha üst dereceler­de olduğunu beyan etmektedir..

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak etmiyorsu­nuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah'ındır, içiniz­den, fetihden önce infak eden ve savaşanlar (başkasıy­la) bir olmaz, işte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, yap­makta olduklarınızı haber alandır.” [78]

Kur'an'ı Kerim'de infakla ilgili olarak müslümanlara hem infakta bulunmaları emredilmekte ve hem de bu infağın nasıl yapılacağı beyan edilmektedir..

“Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra in­fak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri kalındadır, onlar için korku yoktur, onlar mahzun da almayacaklardır. “Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiç bir şeye ihti­yacı olmayandır, yumuşak davranandır. “Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını in­fak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Söyleşinin durumu, üzerinde top­rak bulunan bir kayanın durumuna benzer; ona sağanak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetirernez (elde edemezjler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. Yalnızca Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip-güçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağa­nak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağanak yağmur isa­bet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yapmakta ol­duklarınızı görendir.” [79]

Müslüman Allah rızası için bir iyilik yapmışsa, herhangi bir kimseye infakta bulunurken Aiiah'a veri­yormuş bilinciyle vermişse, yaptığı bu eylemin karşılığını o şahıstan değil, Allah'tan bekler. İyilik yaptığı bir insandan nankörlükle karşılaşsa dahi, o insanın kendisine yaptığı nankörlükten önce, hem o kişinin ve hem de kendisinin Allah'a karşı nankörlüğünü düşünür, Gereği gibi şükredemediği binlerce nimet yığılır gözünün önüne. Kendisine nankörlük yapan o insanı yargılamadan önce kendisini, kendi nefsini yargılar. Ayrıca o insana iyilikte bulunduğu için, hiçbir pişmanlık duymaz. Çünkü o insan nankörlük yapsa da, yaptığı iyiliğin gerçek karşılığını verecek olan Al­lah'ın, nankörlerden münezzeh olduğunu bilir. Müslümanlar, yaptıkları iyilikleri unutup, gördükleri iyilikleri unut­mayan kimselerdir. Bir insana yirmi iyilik yapıp, o insan­dan bir iyilik görmüşierse; yaptıkları yirmi iyiliği unutup, gördükleri bir iyiliği unutmazlar.

Karşı tarafa iyilikte alacaklıymış gibi değil, iyilikte borçluymuş gibi yaklaşırlar.

Nitekim meseleye böyle yaklaşan, kendilerini diğerle­rine borçlu hisseden müslümanların cemaati, en açık ifadesiyle bir rahmet ve bereket cemaatidir.

Allah rızası için infakta bulunan müslümanlar, kendilerine bu imkanı verdiği için Allah'a hamdederlerken, verdikleri infağın kabul edilmesi için de dua ederler. Çünkü riya ve gösterişle veya batıl yaklaşımlarla verilen infağın, Rableri katında makbul olmadığını bilirler. Nitekim Kuranı Kerim'in beyanına göre, vermek zorunda kaldıkları için is­temeye istemeye verenlerin ve verdiklerini bir cereme gö­renlerin infağı, Rabbimiz katında kabul edilen bir infak de­ğildir..

“Bedevilerden öyleleri vardır ki, infak ettiğini bir cereme sayar ve sizi felaketlerin sanvermesini bekler. Kötü felaket onları sanversin. Allah işitendir, bilen­dir.” [80]

Verdikleri infağı, boş yere verilmiş bir cereme olarak görenlerin ver­dikleri şeyler, bu kimseler için gerçekten bir ceremedir. Verdiklerini, karşılığını ummadıkları bir cereme olarak ver­dikleri için, gerçekten karşılığını bulamayacaklardır.

Fakat müminler bilerek, inanarak, karşılığını umarak verirler. Verdiklerinin karşılığını umdukları için “Bu verdiğim ya kabul edilmezse!” korkusunu ve endişesini yaşarlar. Allah rızası için infak ederlerken, kalpleri bu endişeyle tit­rer, bu korkuyla ürperir.

“Ve onlar gerçekten Rablerine dönecekler diye, ver­mekte olduklarını kalpleri ürpererek verenler.” [81]

Bu ayet-i kerimeleri anlıyabilmemiz, kalplerdeki ür­pertiyi hissedebilmeniz ve Asr-ı saadet döneminde infak edenlerin durumunu daha iyi kavrayabilmemiz için, infakta bulunamayan müminlerin şu durumunu dikkate almamız yararlı olacaktır.

“Allah'a ve Resulüne karşı “İçten bağlı kalıp hayra çağıranlar” oldukları sürece; güçsüz-zayıflara, hastala­ra ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir so­rumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. Bir de kendilerini bindirmen için sana her geliş­lerinde onlara: “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerin­den dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dö­nenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur.” [82]

Günümüzde Allah için infakta bulunmayan veya bulu­namayan genelde bir yığın insandan, özelde birçok müslümandan, acaba kaç kişi infakta bulunamadığı için ağlamakta, ağlayabilmektedir?

Çocuğuna bisiklet alamadığı için üzülebilen bu kimse­ler, kendilerini yaratan ve kendilerini yaşatan Allah (c.c.) için bir şeyler veremedikleri zamanlarda da üzülüyorlar mı?

“Rahman ve Rahim olan Rabbime bir şeyler vereme­dim” diyerek hüzünleniliyorlar mı?

Bütün bir İnsanlığın kurtuluşu için verilen mücadelede bir hurmam, bir tuğlam yok diyerek ağlıyabiliyorlar mı? Ne yazık ki üzülmüyorlar! Ne yazık ki hüzünlenmiyorlar! Ne yazık ki ağlamıyorlar!.

Çünkü hüzünlenmelerine ve ağlamalarına hiç gerek yoktur!.

Çünkü vermedikleri için kendilerini haklı, kendilerini mazur görmektedirler!.

Çünkü bu kimseler, kendilerine göre yorumladıkları şu ayet-i kerimeyi yaşamaktadırlar.,

“Ve sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: “İhtiyaçtan arta kalanı.” Böylece Allah, size ayetle­rini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.” [83]

Evet, ayet-i kerimede ihtiyaçtan artakalanın infak edilmesi emredilmektedir. İnfakta bulunmayan kimselerin ise ihti­yaçtan artakalan hiçbir şeyleri yoktur!.

İhtiyaçtan artakalan bir şeyleri olmadıkları gibi, daha birçok ihtiyaçları da vardır!.

İşi olanın bir evceğizi, evceğizi olanın bir arabacığı. arabacığı olanın bir yazlığı, yazlığı olanın bir kışlığı dahi yoktur!. Bunca İhtiyaç içindeyken nasıl versinler, nasıl verebilsinler ki!..

Meseleyi fazla uzatmamıza, örnekleri değil ibretleri sergilememize gerek yoktur. Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş müslümanlar olarak, infak meselesine ciddi yaklaşmamız gerekir. “Allah için canlarımızı vermeye hazı­rız” gibi sözleri söylemeden önce, mallarımızdan verip-vermediğimizi dikkate almalıyız. Çünkü Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde beyan edildiği gibi Allah yolunda mücadele veren müminler, önce canlarını sonra mallarını değil, önce mallardı sonra canlarını vermektedirler. Allah yolun­da can veren müminler, bu kutlu yoldan mallarını esirge­meyen müminlerdir. Bunlar İslam davası için severek mal­larını, sevinerek canlarını veren müminlerdir. Dolasıyla bunları örnek almamız, hem çevremizdeki ihtiyaç sahiplerine ve hem de bütün ihtiyaç sahiplerinin, bütün mazlum­ların kurtulması için yapılan İslami mücadelelere, İsîami ça­lışmalara vermemiz, severek ve sevinerek vermemiz gerekmektedir.

Allah yolunda can verenlerden olmak istiyorsak, ön­celikle Allah yolunda mal verenlerden olmamız gerekir. Şanı yüce Rabbimiz Kuram Kerim'de şehidlerin ölmediği­ni beyan etmektedir.

Allah yolunda öldürülenleri sakın “Ölüler” sayma­yın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler, mıhlan­maktadırlar.

Şehidlerin ölmemesi ne demektir?

Allah yolunda can veren şehidlerin diri olması ve Rabbimizin katında rızıklandırılmalan bizlere neyi, hangi gerçeği beyan etmektedir?

Bu müthiş olayın bizlere verdiği gerçek, şanı yüce Rabbimizin kadri ve kıymetidir.

Öylesine Rahman, öylesine Rahim, öylesine cömert bir Rabbimiz vardır ki, bütün güzel duygularımızı kıyama kaldıran bu Rabbimize, bu şanı yüce Rabbimize can veren müslümaniar, canını veren müminler cansız kalmıyor.

Peki canlar, peki kardeşler, Allah'a can veren cansız kalmadığına göre mal veren malsız kalır mı!.

 

MÜSLÜMANLARLA İLİŞKİLERİMİZ

 

Müslümanlarının en aci! meselelerinden birisi, birbirleriyle ilişki ve iletişim meselesi olsa gerek. Çün­kü zaman zaman büyük özlemlerde ve iddialarda bulunan günümüz müslümanlan, henüz birbirleriyle sıhhatli ve olumlu ilişkilere girebilmiş değillerdir.

Asr-ı saadet dönemindeki müslümanların birbirleri ile ilişkileri ve yaşadıkları kardeşlik, hiç şüphesiz ki örnek almamız gereken bir kardeşliktir. Bu seçkin müslümanların yaşadıkları bereketli ilişkileri ve rahmetli kardeşlikleri göre­rek, bunların erişilmez olduğunu düşünmek ve zamanımız­da böylesi kardeşliklerden umud kesmek yanlıştır. Çünkü bütün bunlar erişmemiz imkansız olan hasletler veya ulaşa­mayacağımız bir ortam değildir.

Cahiliyenin karanlığından, tevhidin aydınlığına kavu­şan bu müslümanlar, sihirli bir değnek ile bir halden, diğer bir hale geçmemişlerdir. Bu müsl uma ulardaki değişiklik. İlahi hükümlere iman ve teslimiyet ile gerçekleşmiştir. Ni­tekim bu insanları değiştiren İlahi hükümler, bizlerin de erişebileceği bir yerdedir. Yeter ki bu hükümlere onlar gibi iman etmesini ve onlar gibi teslim olmasını bilelim.

Günümüzde birbirlerini doğru veya yanlış ithamlarla tenkid eden birçok müslüman, kendilerinin değil, çevresin­deki müslümanların adeta kusursuz olmasını istemektedir­ler!. Çevresindekilerin kusur ve yanlışlarını aramaktan aynaya bakmaya fırsatları olmayan bu gibi kimseler.

Kendilerinin gelmediği bir hale, kendilerinin gelmediği bir kimliğe, öncelikle başkala­rının gelmesini beklemektedirler!. Kendi nefislerinin avu­katlığını, başkalarının ise yargıçlığını yapan bu kimseler, ellerinde bulunan tokmağı sık sık masaya vurarak herkesi yargılamaktan yanadırlar.

Kusursuz dost arayan bu kusurlu zihniyet, Uhud savaşının akabinde Medine'de bulunsaydı. Resulullah (s.a.v.)'in buyruğuna rağmen mevziilerini terkeden müslümanian herhalde öldürmeye kalkarlardı!.

Onların yaptıkları cürmü sohbetlerde ve kulis konuş­malarında büyük bir hareretle gündeme getirerek, onlara karşı tavır alırlar ve müslümanian da bu tavıra davet eder­lerdi. Bu tavıra İştirak etmeyenlere ise “Sizler de onlardan­sınız, sizler de yarınlarda mevziinizi terkedecek insanlarsı­nız” diyerek, böyle bir olayda ikiye, üçe bölünebilirlerdi.

Oysa bu olayı yaşayan müslümanlar, hiç de böyle yapmamışlardır. Olumsuz bir olay ile ikiye, iki olay ile üçe bölünmemişlerdir!. Bu müslümaniar karşılaştıkları olumsuz bir olayın, daha büyük olumsuzluklara neden vermesinden sakınmışlardır. Çünkü bir veya birkaç müslümanın yaptığı yanlış bir eylem, eylem olarak yanlış ve olumsuz olmasına rağmen, bu olumsuzluktan hareket ederek ayrılmak, tefri­kaya düşmek çok daha büyük bir olumsuzluktur. Nitekim Kur'an'ı Kerim bütün müslümanlan bu konuda önemle uyarmaktadır.

“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın.  Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini ha­tırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kar­deşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam bir ateş çu­kurunun kıy ısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” [84]

“Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbiri­nize düşmeyin, çözülüp yılgınladırsiniz, gücünüz gi­der. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraber­dir.” [85]

İlk ayet-i kerimedeki “Dağılıp ayrılmayın” hükmü, Allah'ın ipine sımsıkı sarılan müminler için başka bir şarta bağlanmamıştır. Yani haksız olduğunuz meselelerde ayrıl­mayın, haklı olduğunuz meselelerde ise müslümanlardan ayrılabilirsiniz şeklinde bir anlamı yoktur. Müslüman bir kimse yorum ve içtihada açık olan meselelerde, haklı veya haksız da olsa müsiümanlardan ayrılmaz, ayrılamaz. Mese­la Hz Ali (r.a.) bazı konularda müslümanlardan farklı dü­şünmesine rağmen, bu görüşünü beyan etmiş fakat müslümanlardan ayrılmamıştır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz de. bizlerden bunu istemektedir. Müslümanlann birbirlerinden ayrılmalarını, birbirlerinin arasını bozmalarını değil, bazı nedenlerden dolayı bozulan aralan dahi bulmalarını, dü­zeltmelerini emretmektedir.

“Müminler ancak kardeştirler, öyleyse kardeşleri­nizin arasını bulup düzeltin ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz” [86]

Bütün müslumanları geniş bir yere toplıyarak “Müslü­manların birbirlerini sevmelerini, birbirleriyle kaynaşmaları­nı kimler istiyor?” diye bir soru sorsak, herhalde bütün müslümanlar ellerini kaldırarak.

“Ben istiyorum, biz istiyoruz!.” diyeceklerdir.

Peki bu nasıl olacak?

Müslümanlar birbirlerini nasıl sevip, birbirleriyle nasıl kaynaşacaklar?

Bunun gerçekleşmesi için bütün müslümanların ön­celikle birbirlerine olumlu yönlerini dikkate alarak bakma­ları, birbirlerini olumlu yönleriyle değerlendirmeleri gere­kir. Müslümanları güzel ve olumlu yönleriyle görmek, müslümanlar arasındaki sevgi ve dayanışmayı arttıracaktır.

Müslümanların olumsuz yönlerini ön plana çıkaran bakış açılan ise, müslümanların birbirlerine buğz etmeleri­ne ve birbirlerinden uzaklaşmasına neden olacaktır.

O halde müslümarılardan bir ferd olarak, bu konuda yapmamız gereken iki önemli şey vardır. Bunlardan birincisi bütün müslümanlara, bu müslümanla­rın olumlu ve güzel yönlerini dikkate alarak bakmak, bu müslümanlan öncelikle bu güzel ve olumlu yönleriyle değerlendirmektir. İkincisi ise bir müslümana diğer bir müslümandan bahsederken, olumlu ve güze! yönlerini dikkate alarak bahsetmektir.

Bahsettiğimiz müslümanın hayrını anlatan, hayrını nakleden, hayırlı bir ravi olmamızdır.

Bunu gerçekleştirmek için en kolay yol ise, herhangi bir müslümandan bahsedeceğimiz zaman, o müslümanın yanımızda, yanıbaşımızda olduğunu kabul et­mektir. O müslüman yanımızdayken o müslümandan nasıl bahsedeceksek, o müsiümanın yokluğunda da aynı şekilde bahsetmek durumundayız. Çünkü o müslüman yanımızda olmasa da. o müslüman bizi görmese, bizi duymasa da, o müslümanın Rabbi bizi görmekte ve bizi duymakta­dır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz, gıybet etmeyi, ölü eti ye­meye benzetmiştir. Bu benzetmedeki ölü veya ceset, ken­disi hakkında konuştuğumuz kardeşimizin cesedidir. Onun gıyabında konuşurken söylediklerimize müdahale edemeye­cek, kendisini savunamayacak durumda olan bu kardeşi­miz, ölü bir ceset gibidir. İşte bu durumdaki kardeşimizin hakkına tecavüz etmek, onun ölü etini ısırmak, çiğnemek, savunmasız cesedini yemek gibidir.

Peki bizier. biz müslümanlar, canlı aslandan diyar diyar kaçan, fakat ölü bir aslanla karşılaştıkları zaman onun cesedine saldıran akbabalar veya leş kargaları gibi miyiz?

Tabi ki değiliz ve tabi ki olmamalıyız!.

Müslüman bir kimse, kardeşinin hakkını, kardeşinin hukukunu, bu kardeşinin hem varlığında ve hem de yokluğunda gözeten kimsedir. Kardeşi hakkında ya hayır konuş­mayı veya susmayı tercih eden bir kimliğe bir kişiliğe, bir karaktere sahiptir..

İşte bazılarımıza basit gibi gözükecek olan bu iki yak­laşıma sahip olduğumuz, kardeşlerimize hayırlı bir gözle bakıp, onlar hakkında hayır konuştuğumuz zaman, hiç şüpheniz olmasın ki müslümanlar birbirlerini daha çok se­vecekler, birbirlerine daha fazla yaklaşacaklardır.

Böylesi yaklaşımlarda bulunmak, şeytanın yaptığını yapmamaktır. Çünkü müslümanların en büyük düşmanı­nın, yine müslümanlar olacağını gayet iyi bilen ve dolayısıyla müslümanların arasını ayırmak, müslümanlan birbiri­ne düşman etmek isteyen şeytan aleyhillane, yukarıda belirttiğimiz iki yaklaşımın tam tersini yapmakta ve müslümanları buna davet etmektedir. Nitekim bu şeytani dave­ttin tesirinde kalan müslümanlar, birbirlerini devamlı olumsuz yönleriyle görmekte ve bu yönleriyle anlatmaktadırlar. Tabi ki böylesi bir bakış, müslümanların birbirlerini sevme­lerine değil, birbirlerinden uzaklaşmalarına neden olmakta­dır.

Oysa Kur'an't Kerim'i veya Resulullah (s.a.v.)'in sün­netini dikkate alacak olursak, müslümanların içine düştükleri hatalar veya yanılgılar, hiç şüphesiz ki bir huzursuzluk çıkmasın denilerek gözardı edilmiyordu. Günümüzdeki bazı gruplarda olduğu gibi cehennemlik eylemlere sapan kimseler, ayrılık olmasın denilerek cennetle müjdelenmi­yordu!. Ancak bu gibi sapmalar, hatalar veya yanılgılar gözardı edilmemesine rağmen, genellikle isim zikredilme­den beyan ediliyordu.

Bu beyanlarla. bu uyanlarla karşılaşan müslümanlar ise, söz konusu hataları kendi dışlarında değil, özellikle ve öncelikle kendi­lerinde, kendi nefislerinde arayan müslümanlardır. Zikredi­len hata herhangi bir kardeşinde varsa, o kardeşine mer­hametle yaklaşıp münasip bir şekilde ikaz etmekte ve kardeşinin bağışlanması için Allah'a dua etmektedirler.

Herhangi bir müslüman hata yaptığı zaman, o müslümana böyle yaklaşıp, nasihat etmek yerine bu hatayı değişik kulis konuşmalarında gündeme getirmek, müslümaiarın arasın, ayırmak olup, söz konusu hatadan çok daha şedittir. Ne yazık ki herhangi bir müslümanlar önce yaptığı ve rücu ederek tevbe ettiği bir hata, birçok kulis konuşmalarında hala aynı sıcaklıkla gündeme getirilmekte ve müslümanlar birbirlerine buğz etmektedirler.

Peki bu durumu, bu fitneyi nasıl önleyeceğiz?

Mesela şahsım olarak ben veya herhangi bir müslü­man, bir hata işlediğimiz zaman, bu hatanın düşmanlıklara ve ayrılıklara neden olmaması için ne yapmamız gerekir?

Rabbimizden af dilemekle birlikte, bütün müslümanlardan da ayrı ayrı af dilememiz mi gerekiyor?

“Ey müslümanlar! Bu hatamızdan dolayı bizleri bağış­layın. Bu hatamızı müslümanlar arasında sık sık gündeme getirerek fitne ve fesada ne olur yol açmayın!” demimiz mi isteniyor?

Bu hatamızdan rücu ederek, Rabbimizden af dileme­miz yetmiyor mu?

Oyga bizlerin ahedilnesi için dua etmeleri emredilen müslümanların, “Ya Rabbi bu kardeşlerimizi affet, bu kardeşlerimize merhamet et” diyebilmeleri için. öncelikle ken­dilerinin merhametle yaklaşmaları gerekmez mi?

Resulullah (s.a.v.) mü'minlerin bir vücud gibi oldukla­rını beyan ediyor. Vücudumuzdaki herhangi bir uzvumuz, bazı hastalıklar nedeniyle işlevinde aksaklıklar yaptığı za: man, o uzvumuzu hemen kesip atıyor muyuz?

Atmıyoruz, atamıyoruz!.

Çünkü biliyoruz ki bizimle bir bütün olan o uzuv, bize lazımdır. Dolayısıyîe merhametsiz bir şekilde kesip atmak yerine, o uzvumuza merhametle yaklaşıp, tedavi cihetine gidiyoruz.

Elimizdeki bir yara için, ayaklarımız kilometrelerce yolu bıkmadan, usanma­dan yürüyebiliyor, “Elden ve eldeki yaradan bana ne? Ya­ralı eli kesip atın!” demiyor. Çünkü el ve ayak ile, göz ve kulak ile, dil ve dudak ile bir bütün olduklarını, bu bütünlükle anlam ve hayatiyet kazandıklarını biliyorlar.

Peki müslümanların bütünlüğü de, böyle bir bütünlük değil mi?

Birbirlerine veli olmaları gereken ve birbirlerine veli olan müslümartlar da. birbirlerine lazım, birbirlerine elzem değil mi?

O halde neden, neden birbirimize bu bilinçle, bu merhametle yaklaş­mayalım?

İnsanları en güzel şekilde yarattığını beyan eden şanı yüce Rabbimiz, bu insanların hayvanlardan aşağı derecelere düşebileceğini de bildirmektedir. Hayvanlardan aşağı derecelere düşenlerin, sadece müşrikler ve kafirler Oldukla­rını söyleyen ve müslümanım demelerine rağmen birbirle­riyle çekişen, birbirlerini döven, birbirlerini yaralayan ve birbirlerini yiyen kimselere sormak istiyoruz..

Hangi hayvan kızdığı veya acıktığı zaman, kendi pençeleriyle vücudunu parçalayıp, kendi dişleriyle elini veya ayağını yiyor?

Bir vücud gibi olması gereken müslümanlar, birbirle­rini dövdükleri, birbirlerini yaraladıkları ve birbirlerini yedikleri zaman, bu vahşeti yapmayan hayvanlardan daha aşağı durumlara düşmüyorlar mı?

Bütün bunları dikkate alarak kendimize gelmemiz ge­rekmez mi?

Birbirlerine hakkı, birbirlerine sabrı, birbirlerine mer­hameti tavsiye etmekle yükümlü olan müslümanların, bu tavsiyeyi öncelikle kendilerinin yerine getirmesi, kendileri­nin yaşaması gerekmiyor mu?

“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyan (hüsran) içindedir. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.” [87]

Müslümanların birbirlerine merhameti, affetmeyi ve hoşgörüyü tavsiye edebilmeleri için, öncelikle kendilerinin, kendilerinin affedici olmaları gerekmektedir. Nitekim Kur'an'ı Kerim bizleri böylesi bir merhamete, böylesi bir affa davet etmektedir.

“Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Ve onunla bir­likte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler.” [88]

“Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Al­lah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, ba­ğışlayandır, esirgeyendir.” [89]

Rabbimizin bizleri bağışlaması için bağışlayıcı olma­mız, affetmesi için affedici olmamız gerekmektedir. Allah rızası için birbirlerini affedenler ve birbirlerini bağışlayan­lar, hiç şüphesiz ki Allah'ın affına ve bağışlamasına layık olacaklardır. Nitekim birbirlerine karşı oldukça bağışlayıcı ve affedici olarak yaklaşan müslümanlar, Rablerine şu du­ada bulunmaktadırlar.

Bir de onlardan sonra gelenler derler ki:”Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş olan kar­deşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olan­lara karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, geçekten Sen, Çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.”

Bütün müslümanlar için af ve bağışlama dileyen müslümanlar, aynı zamanda kardeşlerine karşı kalplerinde hiçbir kin bulunmaması için de Rablerine dua etmektedir­ler. “Ya Rabbil Müminlere karşı kalplerimizde kin bırakma. “

Rablerine böylesine samimi bir duada bulunan müminler, hiç şüphesiz ki kardeşlerine karşı kin duymak­tan nefret ederek sakınan müminlerdir. Herhangi bir müslümana kin duydukları zaman; duydukları bu kini, irinii bir yara gibi gören ve bu yaradan bir an önce kurtulmak iste­yen müslümanlardır.

Müslümanların arasını bozmak isteyen şeytan ve dostları, karşılaştıkları her fırsatta müslümanlarla ilgili ola­rak batıl isnatlarda ve iftiralarda bulunmuşlar ve buluna­caklardır. Müslümanlar böylesi bir batıl isnatla ve iftirayla karşılaştıkları zaman, bu gibi iftiraları reddetmek ve kar­deşleri hakkında hüsnüzan beslemek durumundadırlar.,

“Onu (iftirayı) işittiğiniz zaman,  erkek  mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: “Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir söz­dür” demeleri gerekmez miydi?” [90]

Günümüz müslümanlan ise bu konuda ne yazık ki yeterince bilinçli değillerdir. İslam düşmanlarının veya cahil kimselerin uydurdukları yalan haberlere inanmasalar bile, bu yalan haberi başkalarına naklederek, yalan haberin sa­dık ravileri durumuna düşmektedirler!,

Mesela yaşadığımız bir olay, bu hususa açık bir örnek niteliğindedir-. Dergi yayınına ara verdiğimiz bir dönemde şu haberle karşılaştık.,

“Said Hakim ile Mehmed Alagaş arasındaki fikri ayrı­lıklar nedeniyle dergi yayını durmuş!”

Said Hakim'in kim olduğunu bilenler tarafından güle­rek karşılanan bu yalanı pek merak etmememize rağmen yine de haberin nereden kaynaklandığını anlamak için ha­beri getirenlere sorduk. O kişi, falancadan duyduğunu, fa­lanca kişi filancadan duyduğunu söyledi.

Fakat ne gariptir ki söylenen şahıslar, hep müslümandı!. Haber yalan olmasına rağmen, haberin ravileri hep müslümandı. Daha açık bir ifadeyle bu kardeşlerimiz, yalan haberin sadık ravileri durumuna düşmüşlerdi!.

Oysa doğruluğunu bilmedikleri bir haberle karşılaştık­ları zaman, bu habere ya itibar etmemeleri, ya da bu ha­beri tahkik ermeleri gerekirdi.

Bütün müsiümanlan hayra ve rahmete davet eden Kur'an'ı Kerim, müslümanların birbirlerine yaklaşımlarıyla ilgili olarak şu kamil noktayı beyan etmektedir.

“Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırla­yıp imanı yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açık­lık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” [91]

Bu hükmü, bu kamil noktayı yaşıyor muyuz?

Durun!. Hemen “Yaşamıyoruz!.” demeyin.

Çünkü kimlik ve kişilik meselesinde bu kamil nokta­dan hiç ayrılmıyoruz!. Kendimizin sahip olmadığı birçok güzel hasletlere, öncelikle kardeşlerimizin sahip olmasını isteyebiliyoruz!.

Kendimiz adam olmadan, kardeşlerimizin adam olmasını, kendimiz güzelleşmeden, kardeşlerimizin güzelleşmesini istiyoruz. Oysa bütün müslümaniar adam olma, kimlik ve kişiliklerini güzelleştir­me gibi tüm hayırlarda ve hayırlı işlerde, birbirlerine karşı “Önce siz buyurun!” demekle değil, bu hayırlarda birbirle­riyle yarışmakla mükelleftirler. Nitekim ayet-i kerimedeki tercih meselesi, bu boyutta bir tercih değil, sahip olunulan nimetler ve imkanlar çerçevesinde bir tercihtir.

Tabi ki günümüzde yaşanan durumları dikkate ala­rak, hemen bu duruma, bu kamil noktaya gelelim, kardeşlerimizin nefsini, kendi nefislerimize tercih edelim diyemi­yoruz. Fakat hiç olmazsa kardeşlerimizin nefsini, kendi nefislerimizden gerilerde, çok gerilerde görmeyerek, kendi nefislerimiz için is­tediğimiz nimetleri ve imkanları kardeşlerimizin nefisleri için de isteyelim.

Müslümanların bir ve takvada yardımlaşmaları İse herhangi bir tartışma veya pazarlık konusu değildir. Müslümanlar, müslüman olmakla zaten bu mükellefiyeti kabul eden kimselerdir. Bütün müslümanlarla hayırlı işlerde yar­dımlaşmayı ibadet telakki ettikleri gibi günah veya haddi aşmada yardımlaşmayı değil, birbirlerini güzel bir dille uya­rıp, engellemeyi prensip edinmişlerdir.

“İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, gü­nah ve haddi aşmada yardımlaşmayla ve Allah'tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (Ceza ile) sonuçlan­dırması pek şiddetli olandır.” [92]

“Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgun­culuk (fesad) olur.” [93]

Yaşadığımız dünyada fitne ve bozgunculuk varsa, bunların nereden kaynaklandığı yukarıdaki ayet-i kerimede beyan edilmektedir.-Müslümanlar birbirlerine dost ve yar­dımcı oldukları zaman, müslümanların karşısına çıkan dün­ya istikbarı çaresiz kalmaktadır. Ancak, müslümanların karşısına yine müslümaniar çıktığı za­man, müslümaniar birbirlerine düşüp, birbirleriyle çekiştik­leri zaman, dünya emperyalistlerinin işi oldukça kolaylaş­maktadır. Çünkü böyle bir durumda. dünya müstekbirlerinin karşısında: birbirlerine veli, birbirlerine yardımcı olmayan ve dolayısıyie Allah'ın yardımından da uzaklaşan bilinçsiz et yığınları bulunmaktadır!.

İşte bu gibi durumlardan sakınır ve fazla detaylı olma­yan yukarıdaki prensipleri yaşamaya çalışırsak, bazılarımızın erişilmez gördüğü asr-i saadet kimliklerine yaklaşma­mız, yakınlaşabilmemiz mümkün olacaktır.

Değerli olan müslümanlar, müslümanlığa ve müslümanlara değer veren müslümanlardır. Müslüman olarak değer kazanmak, müslümana ve müslümanhğa değer vermekle mümkündür. Nitekim günümüz müslümaniarı birbirlerinin kıymetini bilerek, bir­birlerine sevgiyle ve merhametle yaklaştıkları zaman, hem değer kazanacaklar ve hem de Kuran': Kerim'in bütünlü­ğünde zikredilen İslami vahdete koşar adım yaklaşabilecek­lerdir.

Bazı kimseler “Bu gibi nasihatler değişik anlatımlarla birçok kez gündeme geldi, fakat bir yaran olmadı!” diyebileceklerdir.

Söylenen bu söz ve yapılan bu tesbit doğrudur!.

Ancak gündeme gelen bu nasihatlerin bir faydası ol­mamışsa, bu durumdaki yanlışlık yapılan nasihatlerde de­ğil, bu nasihatlere yaklaşım biçimindedir.

Çünkü gündeme getirilen bu gibi nasihatler, ne yazık ki muhatapsız kalan nasihatler olmuştur. Bu nasihatlerle karşılaşan birçok müslüman, bu nasihatleri başkasının, başkalarının yaşamasını beklemiştir!.

Meseleye en iyimser ve en olumlu yaklaşanlar ise, bu nasihatlerin hep birlikte yaşanmasından yana olmuşlardır. “Hep birlikte bu hükümleri, bu prensipleri yaşayalım” de­mişlerdir.

Tabi ki bu da olmamıştır!..

Çünkü mesele, toptan halledilebilecek bir mesele değildir. Çünkü karşılaştığımız bu sorun, “Ben” düzleminde halledilmeden,

“Biz” düzleminde halledilebilecek bir sorun değildir. Dolayisıyle bu konuda dikkat çekmemiz gereken husus, müslümanların birbirlerine yaklaşımlarıyla ilgili olarak belirttiği­miz prensiplere “Biz” değil, öncelikle “Ben” düzleminde yaklaşmamızdır.

Bu prensipleri karşı taraftan veya bütün müslümanlardan bekleyenler değil, bizzat yaşayanlar olmamızdır. Bunları yaşamamız, kimlik ve kişiliklerde bir devrim ola­caksa, bu devrimi öncelikle kendi nefislerimizde gerçekleştirmemizdir.

Kuram Kerim müslümanların birbirlerine böyle yak­laşmalarını emrediyorsa, bu İlahi emirlerle öncelikle kendimizi, kendi nefislerimizi mükellef tutmalıyız.

Karşı tarafın bir sahabe gibi olmasını beklemeden, öncelikle bizim, bizlerin birer sahabe gibi olması gerekir. Çünkü hesap gününde, kendisine güzel davranışlarda bulu­nulanlar değil, müslümanlara güzel davranışlarda bulunan­lar mükafatlandırılacaktır.

Ayrıca sahabeye benzemek, sahabe gibi olabilmek, sahabe muamelesi görmek değildir. Bütün müslümanlar bizlere veya bana. ben bir sahabeyrnişim gibi muamele etse, karşılaştığım bu güzel muamele ile ben sahabe gibi olmam, olamam. Ali'yi Hz. Ali, Ömer'i Hz. Ömer yapan gerçek, müslümanlardan gördükleri güzel davranışlar değil, kendilerinin müslüman­lara gösterdikleri güzel davranışlardır. Bir insan yıllarca fe­dakar davranışlara muhatap olsa, kendisine yöneltilen bu davranışlarla fedakar olmaz. Fedakar olmak, fedakar dav­ranışlara muhatap olarak değil, fedakar davranışlarda bulu­narak gerçekleşir. Nitekim çevresine fedakar davranan bir insan, çevresinden hiçbir fedakarlık görmese dahi, o insan yine fedakar, çok daha fedakar bir insandır.

Dolasıyla sahabe gibi olmak. sahabe gibi olabilmek, sahabe muamelesine muhatap olmamızla değil, sahabe muamelesini yapmamızla, sahabe gibi davranmamızla mümkündür. Çevresindeki müslümanlara sahabe muamelesi yapan, onlara, onlar sahabeymiş gibi davranan tüm müslümanlar, sahabe gibi olmaya namzet müslümanlardir.

Belki bazı kardeşlerimiz.

“Sen benden, çevremdeki müslümanlara. bu müslü­manlar birer sahabeymiş gibi muamelede bulunmamı isti­yorsun. Fakat çevremdeki müslümanlar sahabe deği! ki!” diyeceklerdir.

Olsun, olsun be canım kardeşim!

Onlar sahabe gibi davranışlara layık olmasalar bile, senin sahabe gibi davranmaya layık olman gerekmez mi?

Zaten onlar değil öncelikle sen, sen sahabe gibi olmak istiyorsun!.

Öyle değil mi!..

 

İNSANLARLA İLİŞKİLERİMİZ

 

Birçok toplumda birkaç kişiyi öldürdükleri veya her­hangi bir konuda halkın bir kısmını kazıkladıkları için ken­dilerine “Halk düşmanı” denilen insanlar vardır. Tabi ki gerçekten halk düşmanı olan kimseler; bütün bir halkı ka­zıklayan, milyonlarca insanı yokluğa ve sefalete sürükleyen emperyalist politikacılardır.

Peki büyüğüyle küçüğüyle bunlar halk düşmanı oldu­ğuna göre, halkın dostu kimdir, kimlerdir?

Müslümanlar böyle bir soru karşısında mutmain bir kalp ile “Halkın dostu biziz, bizleriz” demelidirler. İnsanların dünyevi zulümlerden kurtulmaları ve ebedi hayatlarını kazanmaları için mücadele veren, onları hem dünyevi ve hem de uhrevi kurtuluşa davet eden müslümanlar, halkla­rın ve bütün bir insanlığın gerçek dostlarıdırlar.

Basın-yayın faaliyetleriyle kafaları iğdiş edilen, dostla­rını düşman, düşmanlarını dost olarak tanıyan insanlar bu gerçeği bilmeseler dahi, öncelikle müslümanların bu gerçe­ği bilmeleri ve insanlara bu gerçeğin verdiği qüven ve sı­caklıkla yaklaşmaları gerekir.

İnsanları   sömürmek   isteyen   ve   insanlara   düşman olan politikacılar, insanlara dost gibi yaklaşırlarken, tüm insanları ve insanlığı kurtarmak isteyen müslümanlar, in­sanlara neden düşman gibi yaklaşsınlar ki!.

Günümüz müslümanlarının, bu hususu dikkate alarak insanlarla olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmeleri gere­kir. İnsanları dışlayıcı veya hor görücü tavırlarla insanlara yaklaşmak, müslümana ve müslümanın misyonuna yakış­mayacak davranışlardır. Çünkü toplumla alış-veriş içinde olabilmek, toplumdan, toplumsal gerçekleri alırken, toplu­ma verilmesi gereken mesajı verebilmek, toplumla ve top­lumdaki insanlarla bize göre olumlu olan ilişkilere girebil­memizle mümkündür. Nitekim böylesi olumlu ahş-verişler, olumlu ve güzel ilişkilerle oluşturulan düzlemlerde gerçek­leşebilecektir.

Bazı kardeşlerimiz belki de bu ifadelerimizi yadırgayabileceklerdir.

“Toplumdaki müşriklerle ve kafirlerle nasıl sıhhatli ve olumlu ilişkiler kurabiliriz!” diyeceklerdir. Çünkü bu kardeş­lerimiz, küfür veya şirk fillerine karşı göstermeleri gereken ve gösterdikleri tepkiyi, aynı şekilde bu fiillerin faillerine karşı da göstermektedirler.

Oysa bu fiilleri reddetmekle yükümlü olmamıza rağ­men, faillere karşı biraz daha farklı, biraz daha esnek yak­laşmamız gerekir. Çünkü Kur'an'ı Kerim öncelikle küfür veya şirk fiillerini yargılamakta, bu fiillerin ne olup, ne ol­madığına açıklık getirmekte ve bu açıklıktan sonra o fiilleri işlemeye devam edenleri müşriklik veya kafirlikle yargıla­maktadır. Küfür ve şirk fiillerini işleyen insanların özellikle Mekki surelerde “Ey müşrikler!” veya “Ey kafirler!” hitaplarıyla değil de, “Ey insanlar!.” Kitabıyla muhatap alınması, anlatmaya çalıştığımız bu gerçeği beyan etmektedir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz özellikle Efendimiz (s.a.v.)'i ve onun şahsında bütün davetçi müslümanları, öncelikle bu yaklaşıma davet etmektedir.

“(Ey Muhammed) De ki: “Ey insanlar, eğer benim dinimden yana bir kuşku içindeyseniz, ben, sizin Al­lah'tan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmiyorum, ancak ben, sizin hayatınıza son verecek olan Allah'a ibadet ederim. Ben, müminlerden olmakla emrolundum.” [94]

Meseleyi sadece fiil bazında değerlendirecek olursak, Allah'tan başkasına ibadet eden kimseler en acık ifadesiyle müşriktir. Ancak ayet-i kerimede de görüldüğü gibi bu kimselere yaklaşım “Ey müşrikler!” ifadesiyle değil, “Ey in­sanlar!” ifadesiyledir. Bu yaklaşımın özünde, Allah'a inan­dıklarını söylemelerine rağmen Allah'tan başka şeylere iba­det eden bu kimseler müslüman kabul edilmemekle beraber, onların yine de insan olarak muhatap alınması ve onlara insan olarak bir değer verilmesi sözkonusudur. Meselesine vakıf olan bir müslüman, müslümanhğa değer verdiği gibi insana, insanlığa da değer verir. “Müslüman olmayan kimselerin hiçbir değeri yoktur” ifadesiyle anlam kazanan yaklaşımlar, Kur'an'ı Kerim'e uygun yaklaşımlar değildir.

Hepimiz biliyoruz ki şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de müslüman olmayan bütün bir insanlığı muhatap alarak ve onları kurtuluşa davet ederek, onlara insan olarak bir değer vermektedir. Dolayısıyla insani değerler, müslü­manın reddedeceği veya hiçe sayacağı değerler değildir.

Herhangi bir insanı, insani değerlerin yücelerek somutlaştığı müslüman bir kimliğine davet edebilmemiz için, önce onun doğal insani değerlerine sahip çıkmalı ve bu insani değerleri bir kalkış düzlemi kabul etmeliyiz. Denizde boğulmakta olan bir in­sanı kurtarmak için; nasıl ki önce dibe batırıp, sonra yuka­rıya çekmek gibi bir uygulamada bulunmuyorsak, küfri veya cahili bataklıktaki insanları kurtarmaya çalışırken de, onlan hor görerek, aşağılıyarak dibe batırmamıza hiç ge­rek yoktur.

İlahi davet için muhatap aldığımız bütün insanlara, öncelikle insan oldukları için değer vermemiz, insanlarla ilişkilerimizde gözardı edemeyeceğimiz bir prensip olmalı­dır. Nitekim Kuram Kerime göre onurlu müslümaniar, iyiyi kötüden ayırd edemeyen, kendileriyle alay eden, ken­dilerine değer vermeyen cahillere dahi. insan olmaları ha­sebiyle bir değer vermekte ve onlara “Selam” diyerek, on­ların selametini dilemektedirler.

“O Rahman (olan Allahjın kullan, yeryüzü üze­rinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendi­lerine muhatap oldukları zaman da “Selam” derler.” [95]

Cahili toplumlarda yaşayan ve İlahi davetle yükümlü olan müsiümanlar, iyiliğe iyilikle karşılık verdikleri gibi kö­tülüğe dahi yine iyilikle, iyiliklerle karşılık vermektedirler.,

“Ve onlar Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) iste­yerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendile­rine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahîret mutluluğu) onlar içindir.” [96]

“İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyla ecirleri  iki defa verilir ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp ken­dilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” [97]

Kötülüğü İyilikle uzaklaştırmak, kötülük yapan insanlara merhamet duymakla ilgili bir meseledir. Ölümcül bir hastanın tüm hakaretlerine taham­mül eden insanlar, nasıl ki o hastaya acıdıkları için taham­mül ediyorlarsa; müslümaniar da kötülerin feci akibetini dikkate alarak onlara acımakta ve onları bu feci akıbetten, cehennem azabından kurtarabilmek için onlara iyilik ve merhametle yaklaşmaktadırlar.

Çevresindeki insanlara iyi ve güzel muamelede bulu­nan bir müslümanın. cahiller veya şirke bulaşan insanlar tarafından sevilmesi, bu müslümanın kimlik ve kişiliğini gölgelemez. Bir müslümanın böylesi davranışlarda buluna­rak müslüman olduğu için sevilmesi, topluma fiili bir tebliğ olup, sözlü tebliğ için de rahmetli bir zemin oluşturacaktır.

Çünkü tüm insanlar insan olarak değer verdikleri, sevdikleri kimselerin sözlerini dikkate alarak dinleyebilirler. Kaba, hırçın veya bencil davranışlarımızla nefretini uyandırdığımız bir insana, İslami bir mesaj iletmemiz, iletebilmemiz mümkün değildir, Topluma mesaj götürmek isteyen bir müslümanın, İs­lam'ın sınırları içindeki güzel davranışlarda bulunarak in­sanlar tarafından sevilmeyi istemesi, kesinlikle ve kesinlikle bir maraz da değildir. Çünkü müslümaniar bilirler ve iman ederler ki, bütün bir insanlık kendilerini sevse; bu sevgi, müslümanların Rabbimiz katındaki durumlarını değiştir­mez. Önemli olan Rabbimizin bizleri sevmesi ve bu sevgi­ye layık olmamızdır.

İşte bütün bunları dikkate alan bir müslümanın, insanlar tarafından sevilmeyi istemesi, bu müslüman için nefsi bir istek değildir. Burada önemü olan husus, o insan tarafından sevilmemiz değil.

o insanın bir müslümanı sevmesi, sevebilmesi ve bu sevgiyle müslümanlığa yakınlaşabilmesidir.

Mesela şahsım olarak insanların beni sevmesini ve severek dinlemelerini isterim. Onlara kendimi sevdirebilmek için onlar gibi ölçüsüz davranmaktan Rabbime sığın­makla beraber, Rabbimin belirlediği sınırlar dahilindeki güzel davranışlarla, her vicdanda bulunan insani duygulan uyandırabilmek için özen gösteririm.

Çünkü bilirim ki, benim bir. müslüman olarak sevilmem, beni seven İn­sanları İslam'a yaklaştırabilecek bir sıcaklık, bir yumuşaklık olacaktır. Meselenin bu boyutuna dikkat ettiğim gibi, bu­nun aksi bir durumuna düşmekten de Rabbime sığınırım. İnsanlarla olan ilişkilerimde yaptığım bir hatadan dolayı, şahsımda İslam'ın ve müslümanlığın yargılanmasından Al­lah'a sığınırım. Böylesi bir hatada bulunduğum zaman o insana “İslam'da ve müsiümanhkta böyle bir davranış yok­tur. Yaptığım bu hata İslam'dan değil, benden kaynakla­nan bîr hatadır. Dolasıyla bende gördüğün bu hatayı İs­lam'a nisbet ederek, İslam'ı bu şekilde değerlendirme..” derim.

Çünkü güzel hal ve davranışlarla bir kişiyi İslam'a ya­kınlaştırmanın büyük bir hayır olduğunu bildiğim gibi, kötü ve çirkin davranışlarla bir kişiyi İslam'dan uzaklaştırmanın da başlı başına bir şer olduğunu bilirim.

Nitekim meseleye bu şekilde yaklaşan ve insanların hayrına vesile olmak isteyen bütün müslümanlar, insanlar­la    olan tüm ilişkilerinde,insanlarla yaptıkları alışverişlerde, iyilikten ve fedakarlıktan yana olan müslümanlardır.

Müslümanların yoksul ve fakirlere yardım ederlerken din"ayırımı gözetmeyen bir yaklaşımda bulunmaları da, insana değer veren aynı gerçekliğin bir başka boyutunu gös­termektedir. Çevremizdeki insanlara meşru işlerinde yar­dım etmemiz, onlara merhametle yaklaşmamız, aç ve yoksulların ihtiyaçlarını Allah adına gidermeye çalışmamız, insanların birçok gerçeği müşahhas olarak görmelerine ne­den olmaktadır.

İktidar heveslisi politikacılar “Bizleri oylarınızla iktida­ra getirin de. sizlere yardım edelim!” yalanlarını uydururlar­ken, müsiümaniar iktidar olmadan, iktidara gelmeden bu insani işlevi yerine getirmektedirler.

Nitekim İlahi davete öncelikle yoksulann ve fakirlerin icabet etmesi, müslümanların yaklaşımlarıyla somutlaşan bu gerçeği, öncelikle yoksulların ve fakirlerin görmelerindendir.

İslam'ın insana değer verdiğini ve insanın, İslam ile değer kazandığını bilmelerindendir..

 

CENNETE DAVET

 

Resulullah (s.a.v.)'in davetine icabet ederek ona üm­met olan dünya müslümanlarının,

Efendimiz (s.a.v.)'in bu davetini yaşadıkları topluma götürmeleri gerekir. İlahi davete icabet etmek, aynı zamanda bu daveti yüklenmek ve bu daveti insanlara taşı­maktır. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in davetini dinleyen cin­lerden bîr grup. İlahi davete İcabet ettikleri gibi bu daveti kendi kavimlerine de iletmişlerdir.

“Hani cinlerden bir kaçını, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri, zaman dediler ki: “Kulak verin” sonra (dinleme işi) bitirilince de kendi kavimlerine (birer) uyarıcı-korkutucular olarak döndüler.” [98]

Efendimiz (s.a.v.)'in İslam adına bizlere örnek teşkil eden bütün hal, hareket ve sözleri, bizler için değerli birer sünnet olmakla beraber: sünnet-i seniyenin en kamil ör­neklerinden birisi, insanları hidayete ve kurtuluşa davet et­mektir. Nitekim alemlere rahmet olarak gönderilen Resu­lullah (s.a.v.)'in yoluna ve sünnetine tabi olmak;. İlahi davete icabet etmekle beraber, insanları Allah'a davet et­mekle mümkündür.

“Dedi ki: “Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Al­lah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.” [99]

Yaşadıkları toplumlarda ma'rufu emredip, münkerden sakmdırmakla yükümlü olan dünya müslümanları, insanları hüküm ve hikmetle cennete davet etmek durumun­dadırlar. Davet meseleleri ve bu meseleleri gündeme getiriş tarzı ise, Kur'an'ı Kerim ve muhatap aldığımız in­sanların durumu dikkate alarak belirlenmelidir.

Bazı kardeşlerimiz ne yazık ki davet meselelerini ken­dilerine göre değerlendirerek, kendileri için en önemli olan hususlara, gündeme getirdikleri davetlerde öncelik vermektedirler. Oysa bizler için oldukça önemli olan bazı hususlar, muhatap aldığımız insanlar için hiç de önemli ol­mayabilir!.

Mesela bazı müslümanlar günümüzdeki emperyalist zihniyetin özelliklerini topluma götürürken, bu zihniyetin küfür zihniyeti olduğu üzerinde uzun uzadıya durmakta ve bu emperyalist müstekbirleri halka tanıtırlarken, her fırsat­ta onların şu vasıflarını gündeme getirmektedirler.,

“Bu müstekbirler, Allah'ın hükümleriyle hükmetmi­yorlar!”

Bu satırları okuyan kardeşlerimiz “Peki bu söyledikle­rimiz yalan mı? Veya bu durum, gözardı edilecek bir durum mu?” diyebileceklerdir.

Elbetteki gözardı edilecek bir durum değil!.

Ancak şu hususa dikkat çekmek istiyoruz ki,

bir politikacının veya bir yöneticinin “Allah'ın hüküm­leriyle hükmetmemesi” bizler için, biz müslümanlar için önemli bir husustur.

Allah'ın hükmüyle hükmetmemek, bizlerin, biz müminlerin tepki gösterecekleri bir küfürdür.

Müminliği veya müslimliği yeterince bilmeyen, henüz kendi nefislerinde ve kendi yaşantılarında dahi Allah'ın hü­kümleriyle hükmetmeyen insanlarda ise, bu sözün bizlerdeki anlamı, bizlerdekî yankısı yoktur.

Dolasıyla insanlara dünya müstekbirlerini tanıtırken, müminlik bilinciyle tepki gösterilecek hususlardan ziyade, insanlık bilinciyle tepki gösterilecek hususlara ağırlık ver­memiz gerekir. Mesela zulüm olayı, dini, dili veya ırkı ne olursa olsun, bütün insani vicdanların doğal olarak tepki gösterecekleri, nefretle karşılayacakları bir olaydır. Nitekim bütün bir insanlığı muhatap alan Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde, toplumlara iletilmesi gereken İlahi mesaj, toplum­sal vicdanı harekete geçirebilecek böylesi örneklerle birlik­te iletilmektedir.

Dini yalanlamakta olanı gördün mi.

İşte yetimi itipkakan,

“Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.” [100]

Şanı yüce Rabbimiz bu ayet-i kerimelerde dini yalan­layan kimselere dikkat çekip, bu kimseleri insanlara tanıtırken, örnek olarak verilen eylemler, bütün insani vicdanları sarsacak eylemlerdir. Toplumun içinde garip garip, mah­zun mahzun dolaşan yetimlerin itilip kakılması, biçare yok­sulların doyurulmaması ve bunun da ötesinde doyurulmaya teşvik edilmemesi; insan vicdanının kabul edebileceği ey­lemler değildir.

Zalimlerin ve müstekbirlerin bu zulümlerine işaret edi­lerek, haktan uzaklaşmanın ne anlama geldiği, insanları hangi eylemlere sürüklediği beyan edilmektedir.

İşte zulmün bu veçhesi, bu açıklıkla verildikten sonra, hak ve hakikatin bu meseleye nasıl yaklaştığı da beyan edilmektedir. Mesela Kuranı Kerim'de yetimlere nasıl yaklaşıldığını ve İslam toplumunda yetimlerin durumunu inceledikten sonra, gayri ihtiyari şunu demiştim.

“İslam toplumunda yetim olmalıymışık!.”

Çünkü yetim olmayan çocukların birer anne ve baba­sı olmasına karşın, yetimlere bütün bir İslam toplumu annelik vs babalık etmektedir. Bütün bir toplumdan şefkat, bütün bir toplumdan merhamet görmektedirler.

En çok yadırganan kölelik hukuku da böyledir.

İslam'dan önce sosyal yaşantıda bulunan fakat İs­lam'ın getirdiği hükümlerle ve kölelerin azad edilmesine ilişkin teşviklerle, bir müddet sonra vakıa olarak ortadan kalkan kölelik hukukunda dahi; bu şefkat, bu merhamet vardır. Kapitalist bir toplumda işçi olmaktansa, İslam top­lumunda köle olmak gerçekten çok daha iyidir. Çünkü kö­lesi olan herhangi bir müslüman, kölesine zulmetmekten menedildiği gibi, bu kölesine yediğinden yedirmek, içtiğinden içirmek, giydiğinden giydirmekle mükelleftir. Nitekim bir hacı­nın yanında asgari ücretle çalışan evli bir kardeşimize, müslüman olduğunu iddia eden o hacıya gidip “Senin ya­nında işçi değil, köle olmak istiyorum” demesini söyledik. T.C. hükümetinin İşçi hukukunu severek kabul eden hacı (!), İslam'ın kölelik hukukunu her nedense kabul etmemiş­tir!. Çünkü İslam'daki kölelik hukukunu kabul ettiği zaman, o müslümana yediğinden yedirmesi, giydiğinden giydirme­si gerekmektedir. Oysa saygıdeğmez hacının sadece mut­fak masrafı, müslümana verdiği asgari ücretin üç-dört katı­dır.

Bu örnekleri fazlalaştırmamız, İslam'ın rahmetinden ve insanlara merhametinden daha birçok örnekler vermemiz mümkündür. Çünkü İslam, severek ve sevinerek tebliğ edebileceğimiz, insanlara onurla anlatabileceğimiz bir gerçektir.

Tabi ki, insanları hak ve hakikate davet ederken, dünya emperyalizminin gerçek veçhesini günyüzüne çıkarırken, bu insanlara, onların anlayabilecekleri bir düz­lemde hitap etmemiz gerekir. Muhatap aldığımız insanları öncelikle anlamamız ve bu insanlara anlıyabilecekleri bir üslupla, anlayabilecekleri örneklerle daveti iletmemiz gere­kir.

İlahi davetin en asli meseleleri, hepimizin bildiği gibi din ve tevhid gerçeğidir. Yaşadığımız toplumdaki milyon­larca insan, din ve tevhid gerçeğinin dışında ve bu gerçek­lerden bihaber olmalarına rağmen, bu insanların 'Önemli bir kesimi müslüman olduklarını hararetle iddia etmektedir­ler!.

Onların bu iddialarına karşı çıkmamıza, bu iddialarını tasdik veya tekzip etmemize ve bu düzlemde tartışmamıza hiç gerek yoktur. Bu insanlara yaklaşırken, bunları iddia ettikleri müslümanlığa, kendilerini nisbet ettikleri İslam'a davet etmek durumundayız.

Müslümanın nasıl inanması gerektiğini, nelerden sakınacağını,

neleri yapacağını anlaşılır bir dille ve muhatabın du­rumuna göre peygamber ifade etmemiz, açıklamamız gerekmektedir.

Bu kimseleri ürkütmeden, bu kimseleri tepkisel davranışlara sevketmeden, ken­dilerini nisbet ettikleri İslam'a, “Bu bizim Kitab'ımızdır” dedikleri Kur'an'ı Kerime açık, apaçık bir şekilde davet etmeliyiz.

İnsanlarımıza bütün bu gerçekleri, İnsanlarımızın an­layabileceği bir şekilde götürebilirsek, onların hidayetleri­ne, onların kurtuluşlarına vesile olabiliriz. Bir insanın hida­yetine vesile olmamız İse, hadis-i şerifte de beyan edildiği gibi dünyaya ve dünyanın içindekilerine sahip olmamızdan hayırlı, çok daha hayırlıdır.

Bir eve sahip olabilmek için yıllarca çalışabilen müs-lümanlar, tüm dünyaya sahip olmaktan daha hayırlı olan bir insanın kurtuluşuna vesile olmak için, sabırla ve sebatla neden çalışmasınlar ki.

Kur'an'ı Kerime göre bir İnsanın kurtarılması, bütün bir insanlığın kurtarılması gibidir. Nitekim bütün bir insanlığı kurtarmayı amaçlayan İslam davası, insanlann bir bir kurtanlmasıyla gerçekleşmektedir. Birlerin kurtarılması, yine birlerden meydana gelen milyonların kurtarılmasını gerçekleştirebilecektir.

İşte müslümanîarın bu rahmetli yaklaşımlarıyla, tevhid akidesini anhyan ve bu akideye teslim olarak İslam dinine giren insanlar, hiç kuşkusuz ki kurtuluşa yö­nelen insanlardır. İlahi davetin inanç ve akidesini kabul eden bu insanlara, İslam adına öncelikle yüklememiz gere­ken ameller ise. bu kitap çalışmasında kısaca verdiğimiz hususlar olacaktır. İlahi daveti kabul eden insanları, inandı­ğımız ve yaşadığımız bu eylemlere, bu güzel kimliğe davet edeceğiz.

Yapmadıklarını söyleyen ve oturdukları yerden insan­lara cennet yolunu tarif eden şaşkınlar gibi değil, gerçek birer cennet yolcusu olarak, insanları bu güzel, bu güpgüzel yolda, yol arkadaşlığına davet edeceğiz..

 

SONUÇ

 

Sonuçta nereye geldiğimizi, Kuran ve sünnetten kaynaklanan bu prensipleri ya­şadığımız zaman, netice olarak neyle karşılaşacağımızı an­lıyor musunuz?

Bu prensipleri yaşayarak karşılaşacağımız rahmeti, karşılaşacağımız bereketi şimdiden görüyor musunuz?

Rabbim şahittir ki, yaşanması gereken ve müslümanlar tarafından yaşa­nacak olan bu prensipler, bunları yaşayan müslümanîarın yollarını ve ufuklarını açacaktır.

Allah ve Resulü (s.a.v.)'e itaat ederek, yaşadıkları zamanın kıymetini bilen, haramlardan sa­kınan, namazlarını dosdoğru kılan, annelerine ve babaları­na güzel davranan, infakta bulunan, müslümanlara ve in­sanlara hayır üzere davranan, insanları inandığı tevhid akidesine ve yaşadığı bu eylemlere davet eden müslüman­lar, hiç şüphesiz ki yolları ve ufukları açık olan müslümanlardır.

Nitekim bu müslümanlar için “Ne yapmalı?” sorusu ve “Ne yapmalı?” endişesi de kalmamıştır.

Çünkü bü müslümanlar, yaşadıkları coğrafyada öncelikle ne yapacaklarını ve neleri yaşayacaklarını bilen bu müslüman vardır. Çünkü bu müslümanlar, Allah ve Resulü (s.a.v.)'in bu nasihatlerini yaşama­dan, “Ne yapmalı?” sorusunu sormaktan haya eden müslümanlardır.

Netice olarak, Allah ve Resulü (s.a.v.)'in bu nasihatlerini yaşayan davetçi müslümanların yollan ve ufukları nasıl açıksa, da­vet edilen ve davete icabet eden kimselerin de yolları ve ufukları açıktır. Çünkü İslam'ı yaşamak İçin vazgeçilmez olan bu prensipler, hem davet edenlerin ve hem de davet edilip, daveti kabul edenlerin yaşamaları gereken prensip­lerdir.

Nitekim tevhid gerçeğinin bir toplum İçinde yaygın­laşması, bu gerçekleri yaşamak ve bu gerçeklere davet et­mek gibi iki rahmetli adımın, birbirini takip etmesiyle mey­dana gelmektedir. İnsanların ve toplumların kurtuluşuna yönelen bu rahmetli adımların sahipleri, Allah'a tevekkül ederek yürümeye azmederlerse, hiç kuşkusuz bu adımların durması ve durdurulması mümkün olmayacaktır.

Kitabın önsözünde, Allah ve Resulü adına nasihat isteyen müslümanlar karşısında, Allah ve Resulü adına konuşmaktansa, kendi adımıza susmayı tercih ettiğimizi belirtmiş ve bu konuda Kütün söylediklerimizden hesaba çekileceğimizi ifade et­miştik.

Hiç şüphesiz ki müslümanlar olarak yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan hesaba çeki­leceğiz. Allah adına yaptığımız davetler, ileri sürdüğümüz görüşler ise, hesaba çekileceğimiz en ciddi ve en vahim hususlar olacaktır. Dolasıyla Allah adına yaptığımız bu davetten ve bu davete ilişkin yazdıklarımızdan biz, okuduk­larınızdan ise siz hesaba çekileceksiniz.

Hesap gününün bilincinde olan müslümanlar, hesaba çekilmeden önce kendilerini, kendi nefislerini hesaba çeken müslümanlardır. Nitekim meseleye bu ger­çek düzlemde yaklaştığımız için, bu yazdıklarımızın hesabı­nı verip-veremeyeceğimizi düşünüyoruz!.

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.), muhteşem hesap gününde “Sana kulak vererek ne yapmaları gerektiğini so­ran kullarıma ne cevap verdin, onları neye davet ettin?” buyurduğu zaman,

ben ne diyecek, ben ne diyebileceğim?

İşte bana müthiş gelen bu soru ile yazdıklarımı tekrar gözden geçiriyorum. Her an yırtmaya hazır olduğum bu kitabı, hesap gününün endişesiyle tekrar tekrar okuyorum.

Ancak yazılan meselelerde, verilen örneklerde günümüz müslümanları için bir ge­reklilik ve bir rahmet görünce, rahmetin gerçek sahibi olan Rahman'm bana yardım ettiğini hissediyor ve O'na hamdediyorum. Böylece yayınlamaya karar verdiğim bu kitapla ve yazdıklarımla ilgili olarak, Rahman'm rahmetine. sığınıp, Rabbime şöyle diyebi­leceğimi düşünüyorum.

Ya Rabbi!.

Sen benim ne olduğumu. neleri yapıp, neleri yapmadığımı ve o kullarını neye davet ettiğimi benden iyi bilirsin. Ben Kuranı Kerim'i ve Peygamberim Resulullah (s.a.v.)' in sünnetini dikkate alarak onları, o kardeşlerimi.

Yaşadığı ömürlerini idrak etmeye, haram ve helale dikkat etmeye, namazlarını dosdoğru kumaya, anne ve babalarına güzel muamelede bulunmaya, Senin rızan için İnfak etmeye, müslümanlara rahmetle, insanlara merhametle yak­laşmaya ve tüm insanlığı tevhid akidesiyle birlikte bu tavır­lara davet etmeye çağırdım. Çünkü biliyor ve iman ediyo­rum ki, bunlan yapmadan, bunları yaşamadan kurtulmamız ve kurtuluşa vesile olmamız mümkün değildir. Davet ettiğim ve yaşamaya çalıştığım bu hususları ne ka­dar yaşayıp/yaşamadığımı ise Sen hakkıyle bilensin. Aciz­liğimden kudretine, yoksulluğumdan mülküne, hastalığım­dan şifana, günahlarımdan affına ve rahmetine sığınıyorum... İşte ben, umud ederim ki böyle, böyle diyebileceğim!.Peki sizler, sizler ne diyeceksiniz? Şanı yüce Rabbim sizlere, siz kardeşlerime “Bu kulumun, Benim ve Resulüm adına yaptığı daveti duyduktan sonra sizler ne yaptınız?” derse, sizler, evet sizler ne diyeceksiniz? “Bütün bunları okuduk, sonra rafa kaldırdık mı” diye­ceksiniz?Hiç şüphesiz ki,bu daveti yaşamaya çalışmadan “Ya Rabbi yaşamaya çalıştık”, bu daveti yaşamadan “Ya Rabbi yaşadık” diyemeye­ceksiniz. O halde bu soru karşısında mutmain bir kalp ile han­gi cevabı vermek istiyorsanız, bu cevabı yaşayın canlar, bu cevabı yaşayın kardaşlar!..



[1] Al-i İmran: 3/185-21/35-29/57

[2] Sahih-i Buhari 2019.

[3] Fatır: 35/37.

[4] Rum: 30/55.

[5] Yunus: 10/45.

[6] Hac: 22/47.

[7] Secde: 32/12.

[8] Maide: 5/62-63.

[9] Buhari, Nesai.

[10] Ankebut: 29/62.

[11] Zümer: 39/52.

[12] Ankebut: 29/60.

[13] Ra'd: 13/26.

[14] Kasas: 28/76, 82.

[15] Talak: 65/7.

[16] Yunus: 10/59.

[17] Nahl: 16/116.

[18] Maide: 5/87-88.

[19] A'raf: 7/32.

[20] Bakara: 2/278.

[21] Al-i İmran: 3/130.

[22] Nisa: 4/161.

[23] Maide: 5/42.

[24] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi

[25] Nisa: 4/142-143.

[26] Ma'un: 10774, 6.

[27] Ankebut: 29/45.

[28] Hud: 11/87.

[29] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei.

[30] Bakara: 2/45.

[31] Bakara: 2/153.

[32] Buhari-Müsîim-Tirmizi-Nesei.

[33] En'am: 6/162.

[34] Kevser: 208/2.

[35] İbrahim: 14/40.

[36] Meryem: 19/31.

[37] Mearic: 70/22-23

[38] İsra: 17/110.

[39] Bakara: 2/238.

[40] Muminun: 23/9.

[41] Tevbe: 9/108

[42] Yunus: 10/87.

[43] Nisa: 4/101.

[44] Nur: 24/ 37.

[45] Nisa: 4/ 43.

[46] Mü'minurı: 23/ 2.

[47] Lokman: 31/14.

[48] Ahkaf: 46/15.

[49] Lokman: 31/14.

[50] Münafıkun: 63/9.

[51]Ankebut: 29/8.

[52] Lokman: 31/15.

[53] Tevbe: 9/23.

[54] Sahih-i Müslim-2548

[55] Nisa: 4/36.

[56] İsra: 17/23-24.

[57] Tevbe: 9/113-114.

[58] Meryem: 19/42-43.

[59] Sahih-i Müslim-2551

[60] Sahih-i Müslim-2549.

[61] İsra: 17/100.

[62] Bakara: 2/177.

[63] İnsan: 76/8, 10.

[64] Ra'd: 13/18.

[65] Bakara: 2/272.

[66] Nahl: 16/75.

[67] Sahih-i Buhari.

[68] Bakara: 2/261.

[69] Muhammed: 47/38.

[70] Bakara: 2/3.

[71] Hadid: 57/7.

[72] Al-i İmran: 3/92.

[73] Bakara: 2/177.

[74] Yasin:36/47.

[75] Münafikun: 63/7.

[76] Bakara: 2/274.

[77] Ibrahim: 14/31.

[78] Hadid: 57/10.

[79] Bakara: 2/262, 265.

[80] Tevbe: 9/98.

[81] Mü'minun: 23/60.

[82] Tevbe: 9/91-92.

[83] Bakara: 2/219.

[84] Al-i İmran: 3/103.

[85] Enfal: 8/46.

[86] Hucurat: 49/10.

[87] Asr: 103/1-3.

[88] Fetih: 48/29.

[89] Nur: 24/22.

[90] Nur: 24/12.

[91] Haşr: 59/9.

[92] Maide: 5/2.

[93] Enfal: 8/73.

[94] Yunus: 10/104.

[95] Furkan: 25/63.

[96] Ra'd: 13/22.

[97] Kasas: 28/54.

[98] Ahkaf: 46/29.

[99] Yusuf: 12/108.

[100] Ma'un: 107/1, 3.