Yaratılışta Benzer ve Farklı Yönler
İnsan Bütününde Kadın Ve Erkek
YAKIN GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MODERN KADIN ANLAYIŞI
ÇOCUKLUK VE GENÇ KIZLIK ÇAĞLARI
2- Nesli Ve Aile Kurumunu Korumak İçin
3- Kadına Gerçek Bîr Kimlik Ve Kişilik Kazandırmak İçin
2- Güven Ve Huzur Duyulacak Bir Mekan
Anlaşmazlık Durumları Ve Talak
TEVHİDİ MÜCADELEDE KADIN VE ERKEK
Rahman ve Rahim olan Rabbimizin adıyla.
Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyk doğru yolu gösteren Allah (cc.)'a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, a'line, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.
Türkiye'de yepyeni bir vaha olan İslami uyanış, bu coğrafyada yaşayan müslümanlan hem olumlu gelişmelerle ve hem de bir an önce halledilmesi gereken acil sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. Bu sorunlardan gözardı edemeyeceğimiz önemli bir tanesi de, Türkiye'de yaşayan müslüman kadının sorunudur.
Yaşadığımız coğrafyadaki müslüman kadınımız, İslami uyandın bir gereği olarak kimlik ve varoluş problemiyle karşı karşıya gelmiştir.
Müslüman kadın kimdir?
Nasıldır?
Hangi düzlemde ve nasıl bir kimlikle varolacaktır?.. Ciddi kaygılarla sorulan bu gibi soruların, aynı ciddilikte ve yeterince cevaplandığını ne yazık ki söyleyemeyiz. Bu konuda kaleme alınan eserlerden bazıları, çağdaş sorunlara geleneksel din anlayışından cevap arama niteliği taşımaktadır. Geleneksel din anlayışında faydalanabileceğimiz görüşler ve örnek davranışlar olmakla beraber, tarihi süreçte yozlaştırılmış, asıl gaye ve amacından uzaklaştırılmış muhtelif görüşler de bulunmaktadır. Şablonik yaklaşımlarla günümüze adapte edilmeye çalışılan bu gibi görüşler, müslüman kadınımızı yaşadığı çağa yabancılaştırmakta ve sorunları daha karmaşık bir duruma getirmektedir.
Güncel olarak kaleme alınan bazı eserler ise, Kur'an-ı Kerim'i dikkate alarak müslümanlara cevap vermekten ziyade, batı kaynaklı eserleri dikkate alarak, batılılara cevap verme niteliği taşımaktadır. İslam'ın kadınlara tanıdığı hakkı, batının kadın haklan anlayışına göre tevil etmeye ve bu anlayışa göre savunmaya çalışan bazı kardeşlerimi, bu savunmayı gerçekleştirebilmek gayesiyle Kur'an ve sünnete yönelmektedirler.
Tabi ki yanlış bir gaye ile yanlış bir yöneliştir bu!.
Çünkü batıl istifhamları veya batıl ithamları dikkate alarak, her ne pahasına olursa olsun bu istifhamları giderebilmek ve batıl ithamlara karşı İslam'ı savunabilmek gayesiyle yapılan böylesi yönelişler, objektif yönelişler olmayacağı gibi böylesi yönelişlerle meseleyi net olarak değerlendirmek, değerlendirebilmek de mümkün olmayacaktır. Nitekim İslami kaynaklara bu savunma psikolojisi ile yönelen bu kardeşlerimizin, müslüman kadınla ilgili bazı istisnai tavır ve davranışları bile müslüman kadının genele davranışlarıymış gibi gündeme getirmeleri ve böylesi istisnai davranışlarla günümüzdeki müslüman kadını yüz yüze getirmeleri, İslami kaynaklara yanlış gaye ile yönelişin, yanlış tezahürleridir.
Oysa bu önemli mesele özelde müslüman kadınlarımızın, genelde bütün müslümanların ortak bir meselesidir. Batıkların şeytani önyargılarını dikkate alarak, meseleyi bu çarpık anlayışlara göre eğip-bükmeye, onlara hoş göstermek veya onlara hoş görünmek için olmadık yorumlara sapmaya ve meseleyi asıl mecrasından çıkarmaya hiç gerek yoktur. Hem bu önemli meselemizi onlara ve onların sapık anlayışlarına göre neden değerlendireceğiz ki!.
Bu konudaki ölçü veya mihenk taşı onlar mı?
Kadın ve kadın haklarından ne anlaşılması gerektiğini, onların batıl anlayışlarından etkilenerek mi belirleyeceğiz?
İslam'ın meşruluğu, gayuİslami anlayışların lastiğine veya bu anlayışlara paralel olmasına mı bağlı?
Yoksa bütün bunlar İslam'ı onlara hoş gösterip, onları İslam'a kazandırmak için mi?
Oysa onlan İslam'a kazandırmak için, İslam'ı onların çarpık anlayışlarına göre makul veya hoş göstermeyi bir kenara bırakarak, önce kendimizi, kendi kimlik ve kişiliğimizi İslam'a göre kazanmalıyız. Aksi halde biz onları İslam'a kazandırmadan, onlar bizleri kendi dinlerine kazanacaklardır!..
Bu gibi hususlara yeterince dikkat etmeden Batı anlayışına reaksiyoner bir cevap niteliğinde kaleme alınan bazı eserler, yaşadığımız coğrafyadaki müslüman kadının kimlik ve varoluş meselesine değinmekte ve toplumsallık adına müslüman kadınımızı sokaklarda varolacak bir kimliğe davet etmektedir. Büyük bir cüretkarlık ile Allah adına yapılan bu gibi davetler, ne yazık ki Allah'ın hoşnutluğuna değil, gadabına yakın davetlerdir. Çünkü İslam'ın tertemiz öğretisine göre müslüman kadınımızın kimlik ve kişiliğini kazanacağı önce düzlem, sokaklar ve meydanlar değildir. Müslüman kadınımız öncelikle kendi beytinde, kendi evinde varolacaktır. Kimlik ve kişiliğini rahmeti bir derinlik ile kendi evinde, kendi beytinde kazanacaktır. İslami bir kimlik ve kendi evinde varolamayan bir kadının ise, özel veya istisnai durumlarda bile sokak ve meydanlarda yeri olmayacaktır.
Bunları söylememiz, kadınların evlere hapsolması anlamına gelmemesine rağmen, bazı batılı çevreler her zamanki üslupları ile sizler kadınlarınızı evlere hapsediyorsunuz!, diyebileceklerdir!. Dolayısıyla bu konuda hakkı gündeme getirecek olan kardeşlerimizin, böylesi vesveseleri kesinlikle ciddiye almamaları gerekir Çünkü ciddiye almamız gereken husus, daha önce de belirttiğimiz gibi batının şeytani vesveseleri veya önyargıları değil, konuyla ilgili İlahi hükümlerdir. Nitekim yaşadığımız coğrafyadaki müslüman kadının her sorununa değil, bazı Önemli sorunlarına genel olarak değinecek olan bu kitap çalışmasını, batılıların vesvesesini, kınayıcılann kınamasını hiç ka'le almadan, İlahi vahyin pak ve muhteşem görüşlerine sadık kalarak sürdürmek istiyoruz.
Hayra ve yardıma layık olabilmemiz duasıyla...
Mehmed ALAGAŞ İZMİR-1993
İnsanın, alemlerin Rabbi Allah (c.c.) tarafından yaratılmış olması, temiz akıl sahibi kimselerin tartışabileceği bir mesele değildir. Meseleyi gerçeklik düzleminde yeterince değerlendiren her akıl sahibi, bu konuda akli bir ihtilafa düşmeyeceği gibi, kalbi veya fıtri bir ihtilafa da düşmeyecektir. Çünkü dünyada varolan bütün insanlar, Kalu Bela'da Allah'ın birliğini tasdik ve ikrar eden insanlardır.
“Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti de) onlar: Evet (Rabbimizsin), şahid olduk demişlerdi (Bu,) Kıyamet günü: Biz bundan habersizdik dememeniz içindir. Ya da: Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin? dememeniz için.” [1]
Dünya alemine gelen her insanın özünde bu İlahi gerçek, bu fıtri hakikat bulunmaktadır. Nitekim “Hatırlat” emri ile muhatap olan tüm peygamberler, insanlara bu llahi gerçeği hatırlatıyorlar ve insanları bu İlahi gerçeğe davet ediyorlardı. Duydukları ve gördükleri ayetleri tefekkür ederek bu İlahi gerçeği hatırlayacak olan samimi insanlar, tabi ki bu gerçekler istikametinde yaşayacaklar ve kendileri gibi birer beşer olan müstekbirlerin şeytani taleplerine karşı çıkacaklardır.
Tabi ki dünya insanlarını kendi çıkarlan istikametinde ezmek ve sömürmek isteyen müstekbirler için, oldukça sakıncalı bir itikaddır bu!. Bu itikadı bozmaları ve iğdiş etmeleri ise, insanları Allah'ı inkara veya eş koşmaya davet etmeleriyle mümkündü.
Ancak, bu insanlara kendilerini ve tüm kainatı yaratan Allah (c.c.)'ı inkar ettirebilmeleri için, herkesin açıkça müşahade ettiği bu yaratılışla ilgili bir görüş, bir teori ileri sürmeleri gerekiyordu. Çünkü en basit düşünceli insanlar bile, Allah'ı inkar etme temayülündeki bu kimselere; “Yaratıcı olarak Allah'ı inkar ettiğinize göre, bütün bu yaratılmışlara! yaratıcısı kim?” sorusunu soracaklardı.
İşte dünya emperyalistleri, kendilerine bağlı bilim adamlanndan bu konuda çalışmalarını ve insanlann zihinlerini bulandıracak bilimsel safsatalar üretmelerini istemişlerdir. Nitekim insanın yaratılışıyla ilgili olarak bilimsellik adına son yüzyıllarda ileri sürülen bütün teoriler, gerçeğe veya ciddi bilimsel bulgulara değil, kesinlikle ve kesinlikle küfre dayanan teorilerdir. Çünkü söz konusu bilim adamlanndan bu konudaki gerçeğin araştınlması değil, küfür teorisinin güçlendirilmesi istenmiştir. Allah'ın varlığına yüzbinlerce ayet, yüzbinlerce işaret ve delil içeren tabiattan, Darwin gibi sapıklann teorilerine delil arayan bu zavallılar, kendilerini değişik gelen bir kemik fosiliyle karşılaştıklan zaman, bu fosil hakkında milyarlarca seneyi içeren ve sadece hayallere dayanan bir destan yazmaktadırlar!. Ellerine aldıklan bir madeni inceledikten sonra “Bu madenin veya bu bileşimin bir gramının meydana gelebilmesi için şu kadar milyon yıl gerekir, dolayısıyîe dünyanın yaşı şu kadar milyar yıldan fazladır!” şeklinde görüş beyan eden bu şaşkınlar, Allah (c.c.)'dan gafil olduklan gibi, şanı yüce Rabbimizin şu sünnetinden de gafildirler.
“Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: Ol der, o da hemen oluverir.” [2]
Yaratıcıya inanmadıklannı söyleyen bu kimseler, mahluklara özgü kafaları ile söz konusu madenin “Ol” emri ile hiç beklemeden nasıl oluvereceğini de anlamayacaklardır. Netice olarak dünyanın yaşını kendi mahluk anlayışlarına göre milyarlarca ve hatta trilyonlarca yıl olarak ifade edecekler ve küfri teorilerini, milyarlarca yıllık bir tarihi geçmişe nisbet edeceklerdir!.
Peki ama neden?
Bu sapıklar, küfri teorilerini milyarlarca seneyi içeren, gözlenmesi, sorgulanması ve tartışılması mümkün olmayan tarihi bir boşluğa neden götürüyorlar? Dünya insanlarına günümüzdeki gözle görülebilir, elle tutulabilir olaylardan da neden örnek vermiyorlar?
Bilimsel somutluktan anladıklan bu mu?
Yoksa savunduklan bu safsatayı, sadece ve sadece tarihin bilinmezlik boşluğunda mı koruyabileceklerini zannediyorlar?
Oysa hakkı açıklayan ve insanları hakka davet eden Kur'an-ı Kerim, insanlara yaşadıklan zaman diliminden binlerce örnek, binlerce ayet göstermektedir.
Netice olarak küfri bir ön kabulle başlayan veya daha açık bir ifadeyle kalkış noktası sadece küfür olan bu teorilerin asıl amacı, ortaya bilimsel bir gerçeklik koymak değil, insanlann yaratılışla ilgili düşüncelerine şüphe katmak ve bu düşüncelerden kaynaklanan temiz inancı bulandırmaya çalışmaktır. Nitekim bu şeytani girişimler genel olmasa da bazı istisnai sonuçlar elde etmiştir. Milyarlarca seneye nisbet edilen efsaneyi kabul ederek, düşünsel olarak milyarlarca senelik bir derinlik kazandıklarını(!) zanneden bazı zavallılar ve yegane yaratıcı olarak Allah'a inandıklarını söylemelerine rağmen, Darwin teorisini de ciddiye alan bazı şaşkınlar bulunabilmektedir.
Zamana ve mekana muhtaç olan kainatın, zamandan ve mekandan münezzeh olan Allah (c.c.) tarafından yaratılmış olması, her temiz akıl sahibi kimsenin binlerce ayet, binlerce delil ile kabul edebileceği apaçık bir gerçektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim, insanın yaratılışını da aynı gerçeklik düzleminde bizlere iletmektedir.
“Andolsun, insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık” [3]
“Allah size kendi nefislerinizden esler yarattı ve size eşlerinizden de çocuklar ve torunlar yarattı ve sizi güzel şeylerden nzıklandırdı. Şimdi onlar, batıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?” [4]
İnsanı yaratan ve bizlere bu gerçeği beyan eden şanı yüce Rabbimiz, insanın yaratılış merhalelerine ise şu ayet-i kerimeler ile açıklık getirmektedir.
“Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir kan pıhtısından, sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkça göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminizin de, bildikten sonra hiç bir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşhlığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabanr ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir.” [5]
“Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir kan pıhtısı olarak yarattık; ardından o kan pıhtısını bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.” [6]
“Sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan kendi eşini var etti ve sizin için davarlardan sekiz cifi indirdi Sizi annelerinizin karınlarından, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir kan pıhtısından yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki hakkınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: Ol der, o da hemen oluverir.” [7]
İnsanın yaratılışıyla ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de daha birçok ayet-i kerime bulunmaktadır. Sadece bir kısmını zikrettiğimiz bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, insani rahimlerde yaratılışıyla ilgili olarak jinekoloji ilminin henüz ulaştığı bazı gerçekleri ondört asır önce beyan eden Kur'an-ı Kerim, ortaya koyduğu tartışılmaz gerçeklik ile modern ilme meydan okumanın ötesinde, bu ilme öncülü eden bir keyfiyete sahiptir.
Önce başlıkta zikrettiğimiz ayet-i kerimeleri dikkate alırsak, bu ayet-i kerimelerde sadece erkeğin veya sadece kadının erkeği ve kadını içine alan insanın yaratılışına açıklık getirilmektedir. İnsan olarak erkek veya kadının genel ve catak bir yaratılışı vardır. Her ikisi de topraktan yaratılmak her ikisine de eller ayaklar, gözler kulaklar, diller gönüller verilmektedir. Yaratılışın bu boyutunda veya diğer bir iyişle insan olarak yaratılışta, kadın ve erkek arasında cnel bir farklılık yoktur.
Kadın ve erkeğin yaratılışındaki farklılıklar, tür boyutunda dec cinsi boyuttaki farklılıklardır. Her ikisi de insani olarak yaratılışta bulunmasına rağmen, cinsi boyutta kadın olmak üzere iki farklı cinsiyete sahiptirler.
İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, erkek ve kadın cinsler arasında da hiçbir fark yoktur diyemeyiz, Çünkü insanı aratan Rabbimiz, kadın ve erkeğin bazı farklı özelliklere sahip olduğunu beyan etmektedir.
“Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün hldığı şeyi teme'ri etmeyin. Erkekler için kendi kazandıklarından bir pay, kadınlar için de kendi kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan onun fazlını (ihsanını) isteyin. Gerçekten, Aüah, her şeyi bilendir.” [8]
Bu ayet-i kerimedeki “Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin...” buyruğundan, sadece erkeğin kadına veya kadının erkeğe değil, erkek ve kadının bazı hususlarda birbirlerine üstün kıhndıklanm anlamamız gerekir. Nitekim fiziki güç, metanet, sabır, soğukkanlılık, adil ve itidal davranmak gibi özelliklerde erkekler kadınlara nazaran daha üstün olmalarına karşın; fiziki zerafet, letafet, duygusallık, nezaket, incelik, merhamet ve şefkat gibi özelliklerde de kadınlar erkeklere nazaran daha üstündürler. Aynı ayet-i kerimede, bu hususun temenni edilecek bir şey olmadığı da önemle belirtilmektedir. Bu farklılıklan dikkate alarak değişik komplekslere kapılmamıza tabi ki gerek yoktur. At bizden hızlı koştuğu veya öküz bizden kuvvetli olduğu için aşağılık kompleksine düşmediğimiz gibi, fıtri olan bu farklılıkları da bir kompleks meselesi durumuna getirmememiz gerekir. Ayrıca kişilerin kendi kazanımlanndan ziyade fıtri olan bu kısmi üstünlüklerin, kişilere yüklediği sorumluluklar ve ödevler bulunmaktadır. Nitekim kadın erkek meselesi bu sorumluluk ve ödevler düzleminde karşılıklı olarak mukayese edilip, karşılıklı olarak değerlendirildiği zaman, erkeğin kadına nazaran ödev ve sorumlulukta bir derece üstünlüğü bulunmaktadır.
“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç 'hayız ve temizlenme süresi' beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helal olmaz. Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada (herkesten) daha çok hak sahibidirler. Onların lehine de, aleyhkrindeld ma'ruf hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece (farkı) var. Allah Aziz olandır. Hakim olandır.” [9]
Diyeceksiniz veya diyecekler ki, neden?
Erkeğin kadın üzerindeki bir derece farklı konumda olmasının nedeni veya hikmeti ne?.
İşte bunun cevabını, İslam dininin temel özelliğinde yani tevhidde aramamız gerekir. Tevhid dini olan İslam, akidede, amelde ve sosyal yaşantıda tevhide önem verdiği gibi, aile yapısında da tevhide önem vermektedir. Aile yapısında birlikte yaşayacak olan kadın ve erkek aynı haklara, aynı konuma sahip olsaydı, aile içinde birlik ve tevhid gerçekleşmezdi. Birkaç günlük yola çıkan müslümanlara dahi, aralarından birini imam tayin etmelerini öneren İslam, uzun yıllar birarada yaşayacak olan kadın ve erkeği, hiç şüphesiz ki iki başlı anarşik bir yapıya sürükleyecek değildir. İşte bu konudaki velayet erkeğe verilmiş olup, erkek bu velayeti veya diğer bir deyişle bu sorumluluğu yerine getirmeye daha ehil bir fıtratta yaratılmıştır.
“Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde 'sorumlu yöneticilerdir'...” [10]
Hiç şüphesiz ki insanların iradesi dışında vukubulan ve herhangi bir uğraşı ile elde edilmeyen bu durum, erkekler için İlahi düzlemde bir üstünlük vesilesi değildir. Çünkü İlahi düzlemde geçerli olan üstünlükler, kişilerin kendi kazanırdan olan üstünlüklerdir. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi Allah katındaki üstünlük kişinin ırkına veya cinsine göre değil, takvasına göredir.,
“Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler olarak kıldık Hiç şüpesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.” [11]
Kur'an-ı Kerim, erkeği ve kadını genel olarak insan bütünlüğünde ele almaktadır. Nitekim yaratılışla ilgili bütün ayet-i kerimeler, daha önce de belirttiğimiz gibi erkeğin veya kadının değil, insanın yaratılışına açıklık getiren ayet-i kerimelerdir.
“Ki O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da bir çamurdan başlayandır. “Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır.” “Sonra da onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti Ne kadar az şükrediyorsunuz?” [12]
“Doğrusu, Biz, insanı en güzel bir biçimde yarattık” [13]
Bu ayet-i kerimelere dikkat edersek, insaniann gayet değersiz gördüğü çamurdan, insan gibi mükemme! bir canlıyı yaratan şanı yüce Rabbimiz, sadece erkeği veya sadece kadını değil, insanı en güzel bir biçimde yarattığını beyan etmektedir. Erkeğin veya kadının en güzel olan bu yaratılış düzleminde birbirlerinden önemli bir farkları yoktur. Erkekler de, kadınlar da hem tür olarak ve hem de cins olarak en güzel bir biçimde yaratılmışlardır. Yaratılıştaki cinsi farklılıklar, birini diğerine nazaran daha güzel bir konuma getiren farklılıklar değildir. Erkeğin, erkek olarak yaratılışı güzel olduğu gibi, kadının da kadın olarak yaratılışı güzeldir. Dolayısıyla karşı cinsten olmaya heves ederek kendi cinsine yabancılaşmaya çalışan ve “Erkek gibi kadın” veya “Kadın gibi erkek” ifadeleriyle tanımlanan kimseler, kendi fıtri güzelliklerinden uzaklaşan sapık kimselerdir. Nitekim Buhari ve Ebu Davud'da zikredildiğine göre İbn-i Abbas (r.a.) şöyle rivayet etmiştir;
“Kendisini kadına benzeten erkeklere ve kendisini erkeklere benzeten kadınlara Resulullah (s.a.v.) lanet okudu.”
Bu lanete muhatap olmamak ve böyle bir iğrenç duruma düşmemek için erkeğin erkek gibi, kadının da kadın gibi olması gerekmektedir. Çünkü erkek erkek olarak, kadın da kadın olarak güzeldir.
Erkek ve kadının buluşabilecekleri ortak düzlem, cinsi değil insani bir düzlemdir. Kadın ve erkek, cinsi düzlemde değil insani düzlemde aynıdırlar. Nitekim İslam kadın ve erkeği, “İnsan” kavramı içersinde ele almakta ve insani hak ve görevleri belirlerken, aynı kavram içersinde gördüğü, aynı kavram içersinde bütünleştirdiği kadın ve erkek arasında herhangi bir ayırıma gitmemektedir. Çünkü İslami anlayışa göre “İnsan” denilirken, insandan kastedilen şey, ne sadece erkek, ne de sadece kadındır. İslam dinindeki insan kavramı, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, herkesi kapsamına alan böylesine bütüncül bir kavramdır.
Günümüzde oldukça popüler olan “Kadın Erkek Eşitliği” adı altında ileri sürülen görüşleri, tezleri veya önerileri dikkate aldığımız zaman, bu konuda birbirleriyle çelişen birçok görüşün olduğunu ve fikri bir anarşinin yaşandığını söyleyebiliriz.
Bu fikri anarşinin içine, bir başka fikir anarşisti olarak girmememi? için, meseleyi önyargılarla değil, önyargılardan uzak sağlıklı bir metod ile değerlendirmemiz gerekmektedir. “Kadın Erkek Eşitliği” meselesini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz ise, bu meselede yer alan “Kadın”, “Erkek” ve “Eşitlik” kavramlarına açıklık getirmemizle mümkündür. Bu nedenle öncelikle eşitlik üzerinde durmamız, bu kavramı adil bir düzlemde ve doğru olarak tanımlamamız gerekecektir.
Adil bir düzlemde eşitlik nedir?
Bu soruyu sormamız, belki de bazı kimselerin gülmesine neden olacaktır. Fakat yine de lütfedecekler ve bizlere dönerek “Eşitlik demek, iki unsur arasındaki dengenin sağlanması, her iki unsura da aynı muamelede bulunulması ve aynı hakların verilmesidir” diyeceklerdir.
Yaşadığımız toplumda kendilerine aydın(!) denilen kesim arasında yaygınlaşan bu tanım, hiç şüphesiz ki gözlem ve düşünce fakirlerinin tanımıdır. Nitekim “Kadın Erkek Eşitliği” meselesinde eşitliği bu şekilde tanımlayan düşünce fakirleri, bu tanımdan hareket ederek birçok görüşler ileri sürmektedirler. Kadını ve erkeği kemiyet terazisinin birer kefesine oturtup; erkeğe verilen bir hak, kadına veya kadına verilen bir hak, erkeğe verilmediği zaman “Bu eşitlik değildir! Bu apaçık bir haksızlıktır” diyerek feveran edenler, yine bunlar, yine bu gözlem ve düşünce fakirleridir. Oysa bu kimselere “Eşitlik nedir?” sorusunu değil, “Adil bir düzlemde eşitlik nedir?” sorusunu yöneltmiştik. Belki de gülmeyi bırakarak şaşkınlıkla yüzümüze bakacaklar ve “Aralarında ne fark var ki!” diyeceklerdir. Cevabımız gayet açık olacak ve bu kimselere “Zulüm ile adalet, hak ile haksızlık arasında ne fark var ise, o fark vardır.” diyeceğiz.
Çünkü eşitliğin adil bir düzlemde tanımlanması demek, eşitliğe getirilecek olan tanımın teori ve pratikte adil olması, tatbik edildiği zaman tarafları haksızlığa değil, hak ve adalete götürmesidir. İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, hak ile eşitliği veya haksızlık ile eşitsizliği birbirinden ayırmamız gerekir. Çünkü günümüzde yaygınlaşan anlayışın zannettiği gibi, her eşitlikte hak, her eşitsizlikte haksızlık yoktur. Aynı olan şeylere eşit davranmak hak ve adalet iken, aynı olmayan şeylere eşit davranmak hak ve adalet değildir. Dolayısıyla eşitliğin adil bir düzlemde tanımlanması demek, farklı olan şeyler arasında değil, aynı olan şeyler arasındaki dengesizliğin önlenmesi, aynı olan şeylere aynı değerin veya aynı ödev ve hakların verilmesidir.
Gerçi pratik yaşantının açık realitesinde, bunun böyle olduğunu kendileri de bilmektedir. Mesela düzenledikleri olimpiyat yarışlarında kadınlara ve erkeklere ayn davranmaktalar, yüz metreyi 11 saniyede koşan kadın atlete alün madalya verirken, aynı mesafeyi 10 saniyede koşan yüzlerce erkek atlete demir madalya bile vermemektedirler.
Bu durum, kadın ve erkek arasında bir eşitsizlik değil midir?
Ebetteki eşitsizliktir!.
Ancak bu eşitsizlikte bir haksızlık, bu eşitsizlikte bir adaletsizlik yoktur. Çünkü kadın ve erkeğin farklı özellikleri dikkate alınmakta ve dolayısıyle farklı düzlemlerde yarıştırılmaktadırlar. Kadın ve erkeğe bu konuda eşit davranmamalarının, onlan aynı düzlemde yarıştırmamalarının adil ve hak oluşu, kadın ve erkeğin bu konuda eşit olmadıkla dandır. Daha açık bir ifade ile, eşit olmayan şeylere eşit davranmamak, adalet ve hakkın bir gereği olmaktadır.
Peki, kadın ve erkeğin farklı düzlemlerde ele alınması gereken durumlar, sadece bu gibi müsabaka durumlan mıdır?
Kadın ve erkeğin farklı özelliklere sahip oluşunun, sosyal yaşantıya ve sosyal eylemlere yansıyan boyutları yok mudur?
İşte bu soruîan sağlıklı bir şekilde cevaplandırabilmemiz, kadını ve erkeği doğru tanımlayabilmemizle mümkündür. Eşitliğin adil düzlemdeki tanımını yaptığımız gibi, kadın ve erkeği de adil bir düzlemde tanımlamamız gerekecektir.
İnsanı yaratan ve yarattığı insanı hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimizin, daha önce zikrettiğimiz bir ayet-i kerimede “Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin.”, buyurduğunu, bu üstünlüğün sadece erkeğin kadına veya kadının erkeğe üstünlüğü olmadığını belirtip “Nitekim fiziki güç, metanet, sabır, soğukkanlılık, adil ve itidalli davranmak gibi özelliklerde erkekler kadınlara nazaran daha üstün olmalarına karşın; fiziki zerafet, letafet, duygusallık, nezaket, incelik, merhamet ve şefkat gibi özelliklerde de kadınlar erkeklere nazaran daha üstündürler.” demiştik. Dolayısıyla kadın ve erkeğin adil bir düzlemde tanımlanması, insani olarak aynı, cinsi olarak ise birbirlerinden farklı, birbirlerine nazaran üstün olabildikleri bir tanımlamadır.
“Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin”, buyruğuna dikkat edilirse, buradaki üstün kılınma vakıasında bir mukayese bulunmakta ve söz konusu üstünlük, mukayeseli bir üstünlük olmaktadır. Peki, bu mukayese doğru mudur? Kadını veya erkeği tanımlarken, her iki cinsin üstün veya zayıf yönlerini belirlerken, bu iki cinsin birbiriyle mukayesesi gerekli midir?
Elbetteki gereklidir!.
Çünkü kadın ve erkek birbirinden ayrı, birbirinden müstakil canlılar değildir. Her ikisi de insan kavramı içersine girmekte ve her ikisi de aynı yaşamı birlikte yaşamak, birlikte paylaşmak durumundadırlar. Dolayısıyla kadını veya erkeği tanımlarken, bunlara sosyal yaşantıda bir yer verirken, mutlaka ve mutlaka karşı cinsin dikkate alınması gerekmektedir. Birçok feministin yaptığı gibi erkeği dikkate almadan kadını, kadını dikkate almadan erkeği tanımlamak ve bu tanımlamaya göre onlara dünya yaşantısında bir yer vermeye çalışmak; hiç şüphesiz ki denizleri dikkate almadan karalan, karalan dikkate almadan denizleri tanımlamaya ve dünya haritasını, bu tek taraflı tanımlamaya göre çizmeye benzeyecektir!.
Oysa gözümüzün nuru İslam, kadını ve erkeği birbirinden ayrı, birbirinden müstakil, birbirinden bağımsız düşünmüyor. Kadını tanımlarken ve kadına sosyal yaşantıda yer verirken erkeği dikkate aldığı gibi, erkeği tanımlarken ve erkeğe sosyal yaşantıda yer verirken de mutlaka kadını dikkate alıyor. Çünkü erkeğin erkek olarak varlığı, kadının varlığıyla anlam kazandığı gibi; kadının da kadın olarak varlığı, erkeğin varlığıyla anlam kazanmaktadır. Kadının olmadığı bir dünyada erkeklere özgü erkeksi özelliklerin önemli bir anlamı olmayacağı gibi, erkeğin olmadığı bir dünyada da kadınlara özgü kadınsı özelliklerin önemli bir anlamı olmayacaktır.
Kadın ve erkek, birbiriyle önem, birbiriyle anlam kazanan iki cinstir.
Netice olarak erkeği dikkate almadan kadını tanımlamamız, kadının hak ve ödevlerini belirleyebilmemiz mümkün olmadığı gibi, kadını dikkate almadan da erkeği tanımlamamız, erkeğin hak ve ödevlerini belirleyeb ilmemiz mümkün değildir. Peki bu belirlemede, bir pastayı tam ortasından bölmek gibi bir eşitlik olacak mı?
Eşitliğin adii bir düzlemde tanımlamasını yaparken “Farklı olan şeyler arasında değil, aynı olan şeyier arasındaki dengesizliğin önlenmesi, aynı olan şeylere aynı değerin veya aynı ödev ve hakların verilmesidir.” demiştik. Kadın ve erkek arasında aynı olan yönler olduğu gibi farklı olan yönler de bulunduğuna göre, kadın erkek eşitliğini konuşacağımız ve tartışacağımız zaman, aynı ve farklı olan bu yönleri mutlaka ve mutlaka dikkate almamız gerekecektir.
İşte bütün bu gerçekleri dikkate aldığımız zaman, kadın ve erkeğin bütün hak ve ödevlerini “İnsan hak ve ödevleri” gibi genel bir başlıkta ifade edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi kadın ve erkek insani düzlemde aynı olmasına rağmen, cinsi özellikler düzleminde birbirlerinden farklıdırlar. Dolayısıyla kadın veya erkeğin hak ve ödevlerini belirlerken, bu belirlemede bütün insanların ortak özellik ve konumlarını dikkate alarak “İnsan hak ve ödevleri” başlığına yer vermekle beraber, kadın ve erkek arasındaki farklı özellikleri dikkate alarak da “Erkek hak ve Ödevleri” ve “Kadın hak ve ödevleri” olmak üzere iki ayrı yardımcı başlığa da yer vermemiz gerekecektir. Çünkü her iki cinsin, insan olarak ortak hak ve ödevleri olacağı gibi, farklılıklardan kaynaklanan, kendilerine veya cinslerine özgü özel hak ve ödevleri de bulunacaktır.
İnsani düzlemde, insan olarak aynı olan kadın ve erkek, insanın sahip olması gereken can, mal, akıl, nesil ve din güvenliği gibi bütün haklara sahiptirler. Allah'a kulluk, İlahi ceza ve mü-kafaat meselesinde önemli bir ayırım olmadığı gibi, zalimlik veya mazlumluk meselesinde de durum değişmez. İslam'a göre zulme uğrayan mazlumun veya zulüm yapan zalimin cinsiyetine bakılarak karar verilmez. Dolayısıyla İslami ve insani düzlemde belirlenecek olan “İnsan hak ve ödevleri” hukukunda kadın erkek ayırımı yoktur. Nitekim İslami anlayışa göre “İnsan hak ve ödevleri” denilirken, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla bütün insanlar muhatap alınmaktadır.
Kadın ve erkeğin bazı farklı özelliklere sahip olduğu cinsiyet düzleminde ise her iki cinsin farklı durumlan ve sadece müslümanlan bağlayacak olan bazı farklı İslami vecibeleri dikkate alınarak bu hak ve ödevler belirlenir. Hak ve ödevleri birlikte zikretmemizin nedeni, bazı hakların ödevlerden ayrı düşünülemeyeceği içindir. Çünkü İslam'a göre erkek ve kadın arasındaki bazı farklı haklar, erkek ve kadının bu konulardaki farklı ödevlerinden kaynaklanmaktadır. Meseleyi örneklendirmek gerekirse, İslam'daki miras hukukunu ele alabiliriz. Hiçbir sağlıklı ölçüye ve insafa sahip olmadan İslam'ı eleştirmeyi bir meslek haline getiren günümüzdeki birçok yazann sık sık gündeme getirdikleri gibi, İslam'daki miras hukukunda erkeğe iki, kadına bir pay verilmektedir.
Bu durum eşitsizlik midir?
Tabi ki eşitsizliktir!. Ancak bu eşitsizlikte bir haksızlık, bu eşitsizlikte bir adaletsizlik yoktur. Çünkü aynı eşitsizlik bu konudaki ödevlerde de bulunmakta, kardeşlerinin, anne babasının ve ailesinin maddi ihtiyaçlannı karşılama ödevi, kadına değil erkeğe verilmektedir.
Peki, “İslam'daki miras hukukunda erkeğe iki, kadına bir pay veriliyor! Bu nasıl adalet!.” diyerek fevaran edenler, erkeğe yüklenen farklı ödevler konusunu neden gözardı ediyorlar?
Objektif olmaktan anladıklan bu mu?
Oysa haklar konusundaki eşitsizliği dikkate aldıklan gibi, ödevler konusundaki eşitsizliği de dikkate alarak, bu konudaki farklı hak ve ödevleri birlikte değerlendirdikleri zaman, farklı hakların, farklı ödevlerden kaynaklandığını anlayacaklardır.
İslam'a göre kadın ve erkeğin hak ve ödevleri belirlenirken, cinsiyet düzlemindeki fiziki ve psikolojik farklılıklarla beraber, sadece müslümanlan bağlayacak olan bazı farklı İslami vecibelerin de dikkate alındığını belirtmiştik.
Feminizmi savunan bazı kimseler için kadınların hak ve ödevleri belirlenirken, kadının onuru, iffeti ve Allah'a kulluğu gibi vasıflan yeterince önemli olmasa da veya bazı vasıflara kendilerince bir anlam verip, bu anlamla yetinseler de; kadına gerçek manada değer veren İslam, kadına değer kazandıran bu vasıflara gerçeklik düzleminde önem vermekte ve yükleyeceği ödevlerde bu vasıflan korumayı gözetmektedir.
Nitekim bu kitap çalışmasında kadınla ilgili olarak işleyeceğimiz konular ve bu konulardaki İslami hükümler, meselenin İslam'a göre nasıl ele alındığını gösterecektir. İslam'ın hak ve adalet eksenindeki bu yaklaşımlardan herkesin razı ve memnun olması tabi ki mümkün değildir. Ancak şunu itiraf etmeleri gerekir ki, onların razı ve hoşnut olmadıkları şey, İslam'daki kadının durumu değil, İslam'ın ta kendisidir. İslam'a olan düşmanlıklarını, kadını kullanarak gündeme getiren bu kimseler “İslam'da kadının özgürlüğü yoktur!.” sloganı altında, bu düşmanlıklarını yürütmektedirler. Onların bu sloganını tekzip edecek ve bu sapıkların anlayışına göre başıboşluk veya başmabuyrukluk manasına gelen özgürlüğü kabullenerek “İslam'da kadın özgürdür!.” gibi bir safsatayı tabi ki savunmayacağız. Fakat bu şaşkınlara İslam'da kadının özgürlüğü olmadığı gibi, erkeğin de özgürlüğünün olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü İslam, bunların anladığı manada bir özgürlük dini değil, Allah'a kulluk dinidir. Allah'a kul olan bütün müslümanlar ise hem kadınıyla ve hem de erkeğiyle İlahi hükümlerin bağlayıcılığı altındadır. Kadın ve erkeğin hak ve ödevleri konusundaki farklılıklar, erkeği özgür, kadını köle durumuna getiren farklılıklar değildir. Aile yapısında kadına hakim gözüken koca dahi, başınabuyruk bir özgür(!) değil, İlahi hükümleri dikkate almak ve yaşamak zorunda olan bir kul durumundadır.
Meseleyi sonuca bağlayacak olursak, İslam dininde, bazı düşünce özürlü kimselerin ileri sürdükleri gibi yaşamın her boyutunda, bütün hak ve ödevlerde aynılık anlamına gelen kadın erkek eşitliği(!) gibi bir saçmalık yoktur. Çünkü hak ve adalet dini olan İslam, böyle bir eşitliğin hak ve adaletten uzak olduğunu, özellikle kadına zulmetmek anlamına geldiğini beyan etmektedir.
Dolayısıyla fıtri farklılıkların dikkate alınması gereken konularda, İslam bu farkhlıklan dikkate almakta ve kadını kadın olarak, erkeği de erkek olarak muhatap almaktadır. Nitekim İslam'ın erkeğe yüklediği özel ödevlerde, erkeğin özel durumu dikkate alındığı gibi, kadına yüklediği özel ödevlerde de kadının özel durumu dikkate alınmakta ve netice olarak yüklenen ödevlerde farklılık olduğu gibi, bu ödevlerden kaynaklanan haklarda da bazı farklılıklar olmaktadır.
Ancak kadın ve erkek arasında farklı olan ve farklı olması gereken bütün bu haklar ve bütün bu ödevler mukayeseli olarak birlikte değerlendirildiği zaman, en ufak bir haksızlıkla değil apaçık bir adaletle karşılaşılacaktır. Eşitsizlik gibi görülmesine rağmen sonucu hak ve adalet olan böylesi farklılıklar ise, gerçek manada eşitsizlik değil, eşitliğin, hak ve adalet karşısında gerçek eşitliğin ta kendisidir.
İnsanlık tarihi, Adem ve Havva ile veya diğer bir deyişle kadın ve erkekle başlayan bir tarihtir. Yeryüzüne yerleşen insanoğlu, kadın erkek beraberliği ile üreyip-yaygınlaşırken, içinde bulunduklan dünya ve tabiat şartlarına karşı da belli bir yaşam mücadelesine girmişlerdir. Nitekim ilerleyen zaman sürecinde erkeğin kadına nazaran daha etkin bir konuma geçmesi, bu yaşam mücadelesinin kendisine özgü şartlarından da kaynaklanmaktadır. Fizyolojik ve psikolojik boyutta kadına nazaran daha güçlü ve daha dayanıklı olan erkek, bu özelliklerin önem kazandığı yaşam mücadelesinde ön plana çıkmıştır.
İçinde bulunduklan yaşam mücadelesinde kadına nazaran daha etkin bir konuma geçen erkekler şayet adil olup, meseleyi adaletle değerlendirselerdi, insanlık tarihinde hem erkekler ve hem de kadınlar hakettikleri önemli ve saygın yeri alabileceklerdi. Ancak böyle olmamıştır!.
Fiziki boyuttaki mücadeleleri ile vücut yapılan daha da gelişen, kaba kuvvetleri daha da kabalaşan erkekler, aynı kabalıktaki bencillikleri ile kadınlara yaklaşmışlar ve kadınlan haketmedikleri bir konuma itmişlerdir.
Kadınlar, üçüncü, dördüncü sınıf canlılardır onlar için!. Altındaki pisliği temizlemekten aciz olan iki yaşındaki bir erkek çocuk, bu çocuğu türlü meşakketler ile dünyaya getiren, besleyen, yetiştiren annesinden değerli, çok daha değerlidir bu erkeksi anlayışa göre!. Çünkü hak ve adaletin kuvvete göre değerlendirildiği, kuvvetlinin haklı olduğu bir dünyada, savaşacak olanlar, hakkı alacak veya hakkı gaspetecek olanlar erkeklerdir.
Kadınlar ise bu durumlar karşısında çaresizdir!.
Kaba kuvveti elinde bulunduran erkeklere karşı herhangi bir yaptırımdan söz konusu değildir. Güzel ve akıllı olan veya sıradan olmayan bazı yeteneklere sahip kadınlar ise; bu erkek zorbalığı karşısında genel bir kadınlık için değil, özellikle kendilerini kurtarmak, kendilerine özel ve rahat bir statü kazandırmak için mücadele vermişlerdir.
Netice olarak erkek zorbalığını dizginleyen, kadınlara hakettikleri yeri veren yegane unsur, semavi dinler ve bu dinlerin İlahi mesajlan olmuştur. İnsanlık tarihinde kadınların kendilerine gelebildikleri, rahat bir nefes alabildikleri dönemler, İlahi mesajın gerçek veçhesiyle kabul ve tasdik edildiği böylesi dönemlerdir.
Tabi ki bunlar da uzun ömürlü olmamış, tevil ve tahrif edilen semavi dinler, kadınlar ve kadın haklan konusunda da tahrif edilmişlerdir. Bu tahrifatların en olumsuz yönleri ise, kadınlara din adına zulmedilmesi olmuştur. Haksızlık ve zulümler Allah'a isnat edilir olmuş ve özellikle erkekler tarafından tahrif edilen semavi kitaplarda, erkeklerin zulmünü destekleyen ifadeler yer almıştır. Erkek zorbalığı altında ezilen kadınlar, bu zorbalıkla birlikte sapık dinlerin zorbalığı altında da ezilmeye başlamışlardır. Helaller ve haramlar konusunda kadın erkek ayırımı yapılmış ve bütün bu safsatalar dine, yani Allah'a nisbet edilmiştir.
“Bir de dediler kû Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize aittir, esterimize ise haramdır. Eğer o, ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar Alkili, (bu) düzmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz 0, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir.” [14]
Böylesi toplumlarda erkek evlada sahip olmak başlı başına bir onur vesilesi iken, kız evlada sahip olmak ise kişiyi aşağılandıran, küçük düşüren bir durum kabul edilmektedir.
“Onlardan birine dişi (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir. “Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı topluluktan gizlenir; onu aşağılanarak tutacak mı, yoksa toprağa gömecek mi? Bak, verdikleri hüküm ne kötüdür?” [15]
Kız evladlarını toprağa gömerek ölüme terkeden bu müşrikler, bu vahşeti yine Allah adına yapıyorlar ve kız evladlannı Allah'a kurban ettiklerini ileri sürüyorlardı!, Nitekim erkek evladlannı kendilerine ayırıp, kız evladlannı Allah'a kurban ettiklerini söyleyen bu müşriklere, Allah (c.c.) şu soruyu sormaktadır.
“Yoksa O, yarattıklarından kızları (kendine) edindi ve erkekleri size mi ayınpbıraktı?” [16]
Bu soruda açıklığa çıkarılmak istenen husus bellidir. Şanı yüce Rabbimiz bu müşriklere neden erkek evladlannı değil de, kızlan kurban ettiklerini sorarak, aslında kız evlatlardan kurtulmak istediklerini açığa çıkarmaktadır!. Kaldı ki şanı yüce Rabbimiz, erkek veya kız olsun hiçbir çocuğun kendisine kurban edilmesini, öldürülmesini istememiş ve bütün bunların karmakarışık hale getirilen bir dinin tezahürleri olduğunu beyan etmiştir.
“Yine bunun gibi onların ortaklan, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem de kendi aleyhlerinde dinlerini karmakarışık kılmak için. Aüah dikseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak”. [17]
Nitekim her zulme olduğu gibi bu zulme de karşı çıkan İlahi vahiy, çocuklann diri diri gömülmesini öncelikle
şu ayet-i kerimelerle gündeme getirmiştir.
“Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza” sorulduğu zaman: “Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” [18]
Bu soru ile öldürülen çocuklann hesaba çekilmesi, bu soru ile o mazlum çocuklann yargılanması yoktur. Hesap gününde çocuklara yöneltilecek olan bu soru, çocuklannı diri diri gömen ve hala yaşamakta olan zamanın babalarına da yöneltilen bir soruydu.
O masum çocuğu, o küçücük kızcağızı, o şipşirin yavrucağazı, hangi suçundan dolayı öldürdünüz?
Bu soru, kulak verilip duyulduğu, düşünülüp anlaşıldığı zaman taşlaşmış kalpleri parçalayacak ve insani hasletleri bir yanardağ patlaması gibi günyüzüne çıkaracak bir sorudur.
Nitekim kadınların aşağılandığı, bir mal gibi satıldığı, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü böyle bir ortamda Resulullah (s.a.v.)'in rahmetli tebliğiyle gündeme gelen İslam, bu İlahi mesaja teslim olan kadınlar için uzun yıllar aydınlık ve onurlu bir dönem başlatmıştır. Ne yazık ki tarihi süreç içersinde bu aydınlık anlayışta da bazı kısmi gölgelenmeler, bazı yozlaşmalar olmuştur.
İslam'ın aydınlık dönemiyle müşerref olmayan ve İslam'la yeterince tanışmayan Batı dünyasında ise yakın tarihe kadar kadının konumunda önemli bir değişiklik olmamıştır. Yakın tarihe kadar kadınlara ikinci, üçüncü sınıf bir canlı, bir mal gözüyle bakan, kadınların bir insan olup olmadıklarını tartışan Batı dünyası, Amerika'nın keşfinden çok uzun yıllar sonra kadının da insan olduğunu keşfede bilmişlerdir.
Nitekim günümüzdeki modem kadın anlayışı, yakın tarihte insan olduğu anlaşılan lakin yanlış tanımlanan Batı kadınının, şeytani restoreye uğramış son seklidir.
Kadının toplumsal statüsü, 19. yüzyıldaki sanayi devrimiyle değişmeye başlamıştır. Bu zamana kadar sokak ve meydanlara davet edilmeyen kadınlar, sanayi devriminin yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde evlerinden çıkmaya ve seslerini duyurmaya başlamışlardır.
Acaba bunun nedeni neydi?
Kadınlar yeni yeni mi uyanmaya başlamıştı?
Yoksa bu uyanış kadınlardan değil de, kadınların dışındaki bazı çevrelerden mi kaynaklanıyordu?
Meseleyi kendi dönemine ve dönemin gelişen şartlarına göre değerlendirdiğimiz zaman bu uyanışın kadınlardan değil, kadınlan kullanmak isteyen dış çevrelerden kaynaklandığını görmemiz zor değildir. Kadınları, kadın haklan adına sokaklara ve fabrikalara davet eden bu çevreler, hiç şüphesiz ki bu daveti kadınlara bir değer verdikleri veya kadınları kadın olarak önemsedikleri için yapmamışlardır. Bu çevreler için önemli olan sanayi ve teknoloji putunun yücelmesi, üretimin artması ve kapitalist kasaların dolmasıdır.
Sanayi devrimiyle birlikte ferdi üretimden, toplu üretimlere hızlı bir geçiş başlamıştır. Toplu üretimlerin bellibaşlı sahipleri olan kapitalistler, makina ve fabrikalarla birtikte, bu fabrikalarda çalışacak çok sayıda işçilere de gerek duymuşlardır. Fabrikalarda çalışacak işçilerin, çok üstün vasıf veya becerilere sahip olmasına da gerek yoktu. Çünkü üretimin maharet ve yetenek isteyen yönünü, zaten makinalar yapmaya başlamıştı. İşçilerin fonksiyonu ise bu makinalara yardımcı olmak, makinaların çalışmasını sağlamaktı. Dolayısıyla işçinin vasıflı veya yetenekli olmasından ziyade, ucuz olması önemliydi, Bu konuda sadece erkek işçilere yönelinse, yapılacak iş ne kadar basit olursa olsun, aile sahibi olan erkeğe yine de asgari bir ücret verilecekti. Şeytani zihniyete paralel olan kapitalist zihniyet için, bu durum tabi ki cazip değildi. Çünkü böyle bir durum, kapitalistlerin fabrikasında çalışacak olan bir erkeğe, bu erkeğin bakmakla yükümlü olduğu 3-4 kişinin nafakasını vermek demekti'..
Oysa böyle olmamalıydı, bir kişinin emeğine karşılık, 3-4 kişinin nafakası verilmemeliydi!. Kapitalist sermaye,
bir kişiye nafaka veriyorsa, bu kişinin emeğini mutlaka ve mutlaka almalıydı. Daha açık bir ifadeyle yetişkin olan herkes, kendi nafakasına karşılık kendi emeğini, kendi işgücünü sunmalıydı! Evlerde oturan, ev ve aile işleriyle uğraşan, nafaka için kocasının (kapitaliste göre kendisinin) eline bakan kadınlar, kapitalistler için bir hazıryiyici idi. Kapitalistlerin üretimine hiçbir katkıları bulunmamasına rağmen, kapitalistlerin verdiği nafakayı yiyorlardı!.
Evlerin kapıları çalınmalı ve evlerde oturan bu hazır yiyiciler fabrikalara, üretim dünyasına davet edilmeliydi, Ve kapılar çalındı.. Ve kadınlar önce pencerelerden bakmaya, kapılanı çalan bu adamı tanımaya çalıştılar. Bu adam,
kocalarının patronuydu, zengin ve saygıdeğer bir insandı!.
Hemen kapılara yöneldiler, bu saygıdeğer işverenin neden geldiğini sormak ve bu kutlu nedeni öğrenmek istediler!. Fakat kapıları açtıklan zaman, kapıda saygıdeğer patronu değil, bu patronun uşakları olan yazarları, düşünürleri, sanat adamlarını gördüler. Hepsi birden ağzını açmış ve hepsi birden konuşmaya başlamışlardı.
“Sayın hanımefendi!. Yıllarca ezilmekten, evlere hapsolunmaktan daha bıkmadınız mı?”
“Erkeklerin bu sömürüsüne daha ne kadar katlanacaksınız?”
“Bunca ağır ev işlerini yapmanıza rağmen sizlere değer veriliyor mu?”
“Sizin erkeklerden neyiniz eksik, niye ikinci üçüncü sınıf insan muamelesine razı oluyorsunuz?”
“Erkeklerle eşit olduğunuzu ispatlamanır ve haklarınızı almanın zamanı gelmedi mi?”
“Uyanın.. Uyanın ey kadınlar!.”
Şaşırmışlardı!.
Ne diyordu, ne demek istiyordu bunlar?
Gerçi söyledikleri de doğru şeylerdi!. Erkeklerin otoritesi altında yaşadıkları bir gerçekti. Evin bütün işlerini yapmalanna, çocuklarına bakmalanna rağmen kocalanna bir türlü yaranamıyorlar, onların birçok hakaretleriyle karşılaşıyorlardı.
Kocalarından yedikleri dayaklarla kafası patlamış, gözleri morarmış olanlar, korku ve umudla sordular.
İyi ama nasıl, nasıl olacak bu?
Bekledikleri ve istedikleri soruyla karşılaşan kapıdakiler, hepbir ağızdan tekrar konuşmaya başladılar.
Kocalarınızın despot hakimiyeti, kocalarınızın ekonomik gücünden kaynaklanıyor, Kocalarınıza ekonomik bağımlılık ile özgür olamazsınız.
Bir an önce çalışma hayatına atılmanız ve ekonomik özgürlüğünüzü kazanmanız gerekir.
Erkeklerin yaptığı birçok işi, sizler de yapabilirsiniz..
Kadınlar yine birbirlerine bakmaya başladılar. Aralarından bazıları “Bizler kadınız, utanırız, korumamız gereken bir iffetimiz, bir namusumuz var!” diyecek oldular. Kapıdakiler ise soruyu duymadan cevabı hazırlamışlardı.
Namus ve utanmak da ne demek? Namuslu ve utanan bir köle kalacağınıza, ıhım, şey bir özgür olun. Ve kadınlar bu propaganda şaşkınlığı ile sokaklara çıkmaya, kapitalist düzende yerlerini almaya başladılar. Müslümanlar bütün meşru işlerine “Allah'ın adıyla” başlamalana karşın, bu zavallı kadınlar meşru veya gayrimeşru bütün işlerine “Kadın haklan ve eşitlik adıyla” başlar oldular!. Kadınların fabrikalarda ve değişik üretim sahalarında yer almalan, kapitalistler için iki önemli menfaat sağlamıştı. Bunlardan birisi iş gücünün fazlalaşması, diğeri ise erkeğe rakip olarak çıkan ve daha ucuza çalışmaya talip olan kadının, erkeğin işgücü değerini düşünmesiydi.
Kadını böylesi bir kalkış noktası ile kullanan kapitalist mantığın, kadın hakları konusunda ne derece dürüst ve samimi olduğu ise, kadınları getirdiği noktadan bellidir!. Meşhur bir mankene, büyük bir işveren durumuna gelen kadına, üç-beş kadın sanatçıya bakarak, sakın ola ki “İşte özgür kadın bu” demeyin!. Çünkü bütün bunlar, çağdaş özgür kadının kitlesel değil, istisnai bir durumudur. Yüzbinlerde bir kadın bu konuma ulaşırken, kitleleri oluşturan kadınlar ise bambaşka bir konumdadır.
Özgür denilen kadın kitlesi, kadınlıkla ve hanımefendilikle ilgisi olmayan ilimleri öğrenmek için yıllarca okula giden ve bir masada iki büklüm, evlerine gelince dört ipüklüm çalışan kadınlardan oluşuyordu!.
Özgür denilen kadın tyitlesi, kendi evinin hizmetçimi olmaya isyan edip, yüzlerce eve hizmetçiliğe giden kadınlardan oluşuyordu!. özgür denilen kadın kitlesi, kendi çocuğunu komşuya bırakıp, başkalannın çocuklarına bakıcılığa giden kadınlardan oluşuyordu!.
Özgür denilen kadın kitlesi, evindeki bir erkeğe üstünlük sağlamak için, yazıhanelerde, dükkanlarda, işyerlerinde, pavyonlarda binlerce erkek tarafından aşağılanan, kullanılan kadınlardan oluşuyordu!.
Özgür denilen kadın kitlesi, manken veya artist olabilmek için evinden kaçan ve kaderin değil, kapitalist düzenin binbir cilvesi ile pezevenklerin sermayesi olan kadınlardan oluşuyordu!.
Kitleleri oluşturan kadınlar, böyle bir özgürlüğe ulaşan kadınlardı!. Artık erkeğin karşısında boyunlannı bükmeden oturabilecekler, zorba erkeklere karşı özgür ve eşit olduklarını söyleyebileceklerdi!.
Nitekim, sabahın alacakaranlığında elinde sefertasi ile otobüs bekleyen, otobüsteki sarsıntı ve sarkıntı ile fabrikaya giden, bütün bir gün makina ve, erkek homurtuları altında çalışan, yorgunluktan şaşkına dörien vücudunu itlip-kakılan kalabalıklar arasından eve taşıyan, bir günde yapması gereken ev işlerini iki-üç saatte bitirme telaşıyla çırpınan, sofrayı toplayıp, bulaşıkları yıkadıktan sonra kocasının karşısına oturan, bacak bacak üstüne atabilmek için iki eliyle kaldırmaya çalıştığı bacağını, öteki ayağının üstüne koyan kadın, gözlerini açmaya, dilini konuşmaya zorluyarak kocasına “Ben artık özgür bir kadınım” diyordu!.
Bu zavallı kadın, acaba haklı mıydı?
Özgürlük bu muydu ve o özür müydü?
Sorusuna cevap aramak içirt bir haline, bir kocasına baktı!. Kocası ise bir eliyle karısının maaşını çerez olarak yerken, diğer elini ona uzatarak beklediği cevabı gayet açık bir lisanla ifade ediyordu.
Bana bak kadın! Haddini bil. Kaç para maaş aldığın belli. Hem çalışan kadın yalnız sen değilsin. Vururum şeyine bir tekme, başka bir çalışan kadın alınm haa!.
Doğruydu kocasının söyledikleri!. Patrona cilve yapmadığı için maaşı gerçekten azdı. Ayrıca çalışan kadın sadece kendisi değildi ki! Eşitlik ve özgürlük adına çalışan ve çalışmaya talip olan yüzbinlerce kadın yok muydu?
Sustu..
Modem ve çağdaş kadının açık bir sembolü olabilmek için doğrulmaya, yediği kazıklarla dik durmaya çalıştı!.
Halk arasında kadınların ne yapacağına erkekler karar verir şeklinde bir anlayış vardır. Meseleye erkeksi bir asabiyetle yaklaşanların yaygınlaştırdıkları bu anlayış, genel olarak yadırganmayan ve kabul gören bir anlayış. Nitekim bu anlayışın tesirinde kalan bazı müslümanlar, aynı hadisenin İslam'da da olduğunu zannederek “Kadının fıkhını kocası belirler” gibi bir ifadeyi sahiplenebilmektedirler!.
Mümine bir kadının öncelikle kulluk bu genel ifade, hiç şüphesiz ki Kur'an-ı Kerim’e göre kabul veya tasdik edeceğimiz bir ifade değildir. Çünkü kulluk fıkhını belirleyeci merci, Eab olma vasfına sahip bir mercidir. Kocaların ise kadınları üzerinde kesinlik böyle bir vasıfları yoktur. Kadınların asli fıkhını belirleme yetkisi, pengamber dahi olsa erkeklere verilmeyen bir yetkidir. Kadını ve erkeği yaratan Rabbimiz, erkeğin asli hukukunu kendisi belirlediğigibi kadının asli hukukunu dakendisi belirlemektedir.
“Kadınlar konusunda senden fetva isterler, De ki; Onlara ilişkin fetvayı size Allah veriyor. (Bu feva). Kendilerine yazılan (hakları veya mirası) vermediğiniz ve kendilerini nikahlamayı istediğiniz yetim kadınlar ve zayıf çocuklar (hakkında) ile yetimlere karşı adalrti ayakta tutmanız konusunda size Kitab’ta okunmakta olanlar. Hayır adına her ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir.” [19]
Kadınların fıkhını erkeklerin veya erkeklerin fıkhını kadınların belirlemesi hadisesine, erkeklik veya kadınlık asabiyetinin karışmaması söz konusu değildir. Bu fıkhı belirleyecek olan erkekler, İlahi vahyin disipline ettiği peygamberler dahi olsa, kadınlık asabiyetiyle buna karşı çıkılabilecek ve peygamberlerine dönerek “Sen erkek olduğun için böyle fetva veriyorsun” diyenler veya böyle bir şüpheyi kara bir gölge gibi kalplerinde taşıyanlar olabilecektir. İşte insan fıtratıyla ilgili bütün bu gerçekleri, bu zafiyetleri hakkıyla bilen ve gerçek adalet sahibi olan Rabbimiz, kadınların fıkhıla ilgili hükümleri kendisi vazetmektedir.
Kadının fıkhını erkeklere bırakmayan, insani düzlemde kadın ve erkeği birbirinden ayn, birbirinden fara görmeyen İslam, kadının konumunu, misyonunu, hakkini ve değerini de, kadının kendi gerçeklik düzlemindelınımlamaktadır. Mesela kadının anne olması ve annelik lisyonunu üstlenmesi, kendi gerçeklik düzleminde kazabileceği yüce ve kutsal bir makamdır. Ne var ki kadının malık makamına ulaşması böylesine yüce bir eylem olmlna rağmen, bilhassa erkekler tarafından oldukça küçi senmiş ve hor görülmüştür!.
Her kutsal, her yüce eyleme kendilerini layık gören erkek zihniyeti, ulaşamayacakları bu analık makamını ne yazık ki küçümsemeyiyeğlemişlerdir. Bu erkeksi propagandanın tesirinde kalaladıfılar ise, analığı kendileri de küçümseyerek analık misyuridan uzaklaşmaya ve kendilerine değer kazandıracak daha başka eylemlere yönelmeye başlamışlardır. Hakim erkek anlayışı tarafından belirlenen diğer değerli eylemler ise, genellikle erkeklere özgü düzlemlerde gerçekleştirilen eylemler olduğu için, bu düzlemlerdeki eylemlerde doğal bir geri kalmışlığa itilmişlerdir!. Erkeklere özgü düzlemlerde mücadele veren kadınların bu mücadelesi, hiç şüphesiz ki altın madalya için erkeklerle yaptıklan bir mücadeleden ziyade, gümüş madalya için kendi aralarında yaptıkları bir mücadele görünümündedir.
İşte kadınlara değer veren İlahi vahiy, kadınların değer kazanabileceği düzlemi, kadınlara özgü bir düzlem olarak sunmakta ve analığa gerçek değeri vererek, kadınlan öncelikle bu makam ile onurlandırmaktadır. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerimede, analığın önemine şöyle işaret edilmektedir.
“Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır...” [20]
Kadınlara özgü hamilelik ve doğum hadisesinin, kadınlar için zorluklarla ve güçlüklerle dolu bir eylem olmasını dileyen şanı yüce Rabbimiz, hiç şüphesiz ki güçlüklerle dolu bu hadise ile kadınların karşılığı olmayan bir eziyet görmelerini değil, bu zorluk ve güçlüklerin fevkinde olan bir makama, kutsal ve değerli olan analık makamına ulaşmalarını dilemiştir.
Analığa gerçek değeri veren ve bir dünya görüşü, bir yaşam biçimi olan İslam'a göre, bazı fiiller ferdi olarak gözükse de, bunlar genel bir insanlık düzleminde değerlendirilir. Mesela bir insan hırsızlık yaptığı zaman, yüzbinlerce insandan sadece bir insan hırsızlık yapmış denilerek, bu eylem küçümsenmez. Bütün bir insanlığın hırsızlık yapması halinde karşılaşılacak durum ne kadar vahim ise, tek bir hırsızlık eylemine de aynı vehametle yaklaşılır. Çünkü böyle yaklaşılmadığı zaman, tek bir fertte görülen eylemin bütün bir topluma yansıması ve bütün bir toplumda yaygınlaşması söz konusudur. Dolayısıyla meseleyi böylesi bir genel düzlemde ele alan bu toplumsal bakış, bir insanı öldürmek veya dirilmesine, diri kalmasına vesile olmak vakıasını da aynı düzlemde değerlendirir. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerime, bu genel yaklaşımı şöyle ifade etmektedir.
“Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andobun, peygamberlerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.” [21]
Bir insanı öldüren bütün bir insanlığı öldürmüş gibi, bir insanı dirilten bütün bir insanlığı diriltmiş gibi olacağına göre, bu İlahi prensip istikametinde anneler hakkında da gayet açık bir ifadeyle “Bir insanı doğuran, bütün bir insanlığı doğurmuş gibidir!” diyebiliriz.
Bütün bir insanlığı doğurmak!.
Bu ifade, analar ve analık için mübalağalı bir ifade değildir. Analar gerçekten bütün bir insanlığı rahimlerinde taşıyan, bütün bir insanlığın doğum sancısını çeken, bütün bir insanlığı doğuran, bütün bir insanlığı sütleriyle besleyen, bütün bir insanlığın altını temizleyen, bütün bir insanlığı yetiştiren insanlardır..
Mü'min ve müslim anneler ise, bu genellemenin daha özel ve daha yüce bir tanımına muhataptırlar. Çünkü doğurduğu evladını İslam terbiyesi ile büyüten ve onu güzel bir müslüman olarak yetiştiren mümine bir anne,
bütün müslürnanlan doğuran, bütün müslümanları yetiştiren bir anne gibidir. Dolayısıyla herhangi bir müslümanın, diğer müslüman kardeşinin annesine “Anne” demesi, hem saygıyı ve hem de bu gerçeği ifade etmektedir.
İslam'ın açıkça ortaya koyduğu bu gerçek ise, akıl ve insaf sahibi bütün erkeklerin gıpta edecekleri bir makamı sadece kadınlara veren ve bu makam ile sadece kadınlan onurlandıran bîr gerçektir.
Erkeklere özgü bazı düzlemlerde kadınların erkeklerle yarışması mümkün olmadığı gibi, kadınlara özgü böylesi düzlemlerde de erkeklerin kadınlarla yarışması, yarışabilmesi mümkün değildir. İnsani düzlemde kadın erkek ayırımı yapmayan ve bütün insanlar hayırlarda yarışmaya teşvik eden İslam, cinsi özelliklerin önem kazandığı düzlemlerde ise bu ayırımı dikkate almakta ve kadınları, kendi gerçeklik düzlemlerinde yanşmaya, kendilerine özgü bu düzlemde değer kazanmaya davet etmektedir. Nitekim kadınların gerçek değerlerini kazandıkları, kazanabildikleri düzlemler, İslam'ın kadınları davet ettiği ve kadınlan onurlandırdığı kendilerine özgü düzlemlerdir.
Kadınlar İslam'ın öngördüğü bu düzlemlerde gerçek kimliklerini bulabilecekler ve bu düzlemlerde değer kazanabileceklerdir.
İslam gerçeğinde kadını değerlendirirken, öncelikle kadının çocukluğundan başlayıp, genç kızlık dönemine uluşıncaya kadar ki seyrini genel hatları ile vermemiz gerekecektir. İslam'a ve İslam'a teslim olan müslümanlara göre kız evlada bakış nedir ve bu kız çocuğu nasıl yetiştirilir gibi sorular, konuyla ilgili cevaplamamız gereken sorulardır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi kadının önemsenmediği eski cahiliyelerde, erkek evlada sahip olmak bir onur ve gurur vesilesi olurken, kız evlada sahip olmak ise yüz kızartıcı bir durum kabul ediliyordu. Kız evlada sahip olmayı bir utanç vesilesi kabul eden bu zihniyet, Kur'an-ı Kerim'de şöyle beyan edilmektedir.
“Oysa onlardan biri, O Rahman (olan Allah) için verdiği örnek ve (kız çocuğunun doğumuyla) müjdelendiği zaman, yüzü simsiyah kesilmiş olarak kahrından yutkundukça yutkunuyor.” [22]
Nitekim bu utanç dolayısıyîe birçok kız çocuğu diri diri toprağa gömülüyor, yetişkin kadınlara satın alınabilecek bir mal, bir meta gözüyle bakılıyordu. Böyle bir çağda inmeye başlayan İlahi vahiy, her zulme olduğu gibi bu zulüme de karşı çıkmış ve bu olaydaki korkunç cehaleti, vicdanları sarsacak bir üslupla gündeme getirerek hakkı tesis etmiştir.
İslam öncesi cahiliyeyi dikkate alan bazı kimseler “İslam, kadın haklan meselesine tedrici bir şekilde değinmiş, cahili anlayışı ve muhtemel tepkiyi dikkate alarak kadını olması gereken yere değil, cahiliyedeki konumundan biraz daha iyi bir konuma getirmiştir” diyorlar!. Böyle bir anlayışa katılmamız tabi ki mümkün değildir. İslam'ın bazı meselelere tedrici bir şekilde yaklaştığı doğrudur. Ancak şu hususun dikkate alınması gerekir ki, İslam tedrici olarak yaklaştığı meselelerde dahi, o meseleyi yanm bırakmamış, söz konusu meseleyi kamil bir noktaya ulaştırmıştır. Bunun aksini düşünmek, İlahi vahye veya diğer bir deyişle Kur'an-ı Kerime noksanlık nisbet etmek olacaktır. Halbuki İlahi vahyin bitiminde kadına verilen yer ve kadının tanımı, kamil noktaya ulaşmış bir yer ve bir tanımdır.
İslami anlayış, evlad meselesinde kız erkek ayırımı yapmamış ve her ikisine de gerçek değerini vermiştir. Mesela İslam öncesi cahili anlayışa göre, soyun devam etmesi, sadece erkek evlad ile gerçekleşen bir olaydı!. Nitekim erkek evladları ölen ve sadece kız evladlara sahip olan Resulullah (s.a.v.)'e, bu cahili anlayış tarafından “Ebter (soyu kesik)” deniliyordu. İlahi vahiy ise bu cahili anlayışı tekzip ederek, soyun kız evlad ile de süreceğine işaret etmiştir.
“Doğrusu, asıl ebter (soyu kesik) olan (sen değil) sana kin duyandır.” [23]
İki veya üç kız çocuğuna sahip olup de, bunlan İslam terbiyesi üzere büyüten ve evlendiren anne babalann muhtelif hadis-i şeriflerde müjdelenmesi, İslam'da kız evladlara verilen özel değerin bir başka ifadesidir.
Kız evladlarının yetiştirilmesiyle ilgili olarak Resulul-lah (s.a.v.)'in sünnetinde örnekler olduğu gibi Kur'an-ı Kerim'de de örnekler bulunmaktadır. Bu örneklerden en açık olanı, Hz. Meryem validemizle ilgili olanıdır. Hz. Meryem validemizle ilgili örneği kavrayabümemiz için, öncelikle aşağıdaki ayet-i kerimeleri dikkate almamız gerekecektir.
“Hani İmran'ın karısı: Rabbim karnımda olanı, 'her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak' Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten, bilen Sen'sin Sen. demişti.” “Fakat onu doğurduğunda Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken dedi ki; Rabbim, doğrusu onu bir hz doğurdum. Erkek ise, hz gibi değildir. Ona Meryem adım koydum. Ben onu ve soyunu o taşa tutulmuş şeytandan Sana sığındırırım.” “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi Zekeriyyaty da ona sorumlu kıldı. Zekeriyya, ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: Meryem, sana nerden bu? deyince, Bu, Allafı katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız nzık verendir dedi” [24]
Bu ayet-i kerimelerde Allah'a adanan Hz. Meryem'in, Allah tarafından nasıl ve ne şekilde yetiştirildiğine açıklık getirilmektedir. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), kendisine adanan Hz. Meryem'i, nasıl yetiştirdiğini şu kısacık cümle ile ifade etmektedir.
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulİe kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Tabi ki kısa olmasına rağmen, uzun uzun düşünmemiz gereken bir ifadedir bu.
Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Bitkilerle insanları mukayese ettiğimiz zaman, karşımıza çıkan en belirgin farklılık, ikisi arasındaki hareket farklılığıdır. Hareket etme ve yürüme istidadında olan insanlar, ihtiyaçlarının kendilerine gelmesini beklemekten ziyade, ihtiyaçlarına doğru yürürler. Bitkilerde ise bu özellik yoktur. Toprağa kök salan ve kök saldığı yere bağımlı olan bir bitki, ihtiyaçlarına doğru serbestçe hareket etme yeteneğine sahip değildir. İhtiyacı olan suyu, köklerinin bulunduğu ve köklerinin uzanabileceği kendi yerinde, kendi toprağında arar. Susuzluktan kurusa dahi, yüz metre ilersindeki bir su kaynağına yürüyerek veya köklerini dışarıya çıkanp yuvarlanarak gitmez, gidemez. Çünkü kendisinin sevdalandığı ve kendisi için vazgeçilmez olan ilk şey topraktır. Bu sevda ile toprağa köklerini salmış, bu sevda kökleri ile dik, dimdik durabilmiştir. Suya olan ihtiyacından dolayı topraktan kopması, köklerini dışarıya vurması, hiç şüphesiz ki dikliğini, doğruluğunu ve onurunu kaybetmesi demektir.
Bu nedenle kopmaz, kopamaz sımsıkı bağlandığı topraktan. Toprağı sevda ile kucaklayan kökleri, susuzluktan kuruma pahasına da olsa bu sevdaya ihanet etmez. Kendilerini dosdoğru kılan bir sevdalı onurla yaşadıklan gibi, aynı sevdalı onurla ölürler. Nitekim “Ağaçlar ayakta ölür” onurlu ifadesinin, gerçek kahramanlan bunlardır.
Bu kahramanlar, ölürken değil, yaşarken bile ayakta olamayan insanlara açık, apaçık mesajlar vermektedirler.
Bu kahramanlar, “Allah'ın ipine sımsıkı nasıl tutunacağız, nasıl tutunmamız gerekir?” diye soran tüm müslümanlara, bu onurlu halleriyle cevap vermekte ve onlara “Bizim gibi, bizim toprağı tuttuğumuz gibi” demektedirler.
İşte kök saldıklan toprakta sessiz ve sakin bir şekilde varlıklarını sürdüren bitkilerin, ağaçlann böylesine onurlu bir hali, böylesine onurlu bir kimlikleri vardır. Toprağa, havaya ve güneşe olan ihtiyaçları gibi, suya da ihtiyaçları olmasına rağmen, bu ihtiyaçları onları isyana değil, tevekküle ve sabıra davet etmektedir. Bulunduklan yerde sebat göstererek, Allah'ı zikredip ve Allah'a tevekkül ederek, sadece Allah'tan beklemektedirler.
İşte Hz. Meryem böyle olduğu gibi, Hz. Meryem'in yetiştirilişi de böyleydi. Şanı yüce Rabbimiz Hz. Meryem validemizi “Güzel bir bitki gibi yetiştirdiğini” beyan ederken, ayet-i kerimede verilen bitki Örneği, Kur'an-ı Kerim çerçevesinde düşünüldükçe hikmetleri anlaşılabilecek bir örnektir.
Kur'an-ı Kerim'i ve Sünnetullah'ı dikkate alan bütün anne ve babalann da, Rabbimizin verdiği bu hikmetli örneği idrak ederek kız çocuklannı narin ve nadide bir çiçek gibi yetiştirmeleri gerekmektedir. Çünkü kızlara ve kadınlara yakışan, kabalık veya hoyratlık değil, incelik ve nezakettir. Erkeklerdeki bazı sert ve katı tavırlar, erkeklere o\r nebze yakışsa dahi, böylesi tavırlar kızlara yakışmaz. Büyüdükleri ve evlendikleri zaman, yeni nesillerin mürebbiy«esi durumuna gelecek olan kız çocuklanndan yeni nesilleri nasıl yetiştirmelerini bekliyorsak, onlan aynı şekilde yetiştirmemiz gerekmektedir.
Ananın mürebbiyeliği ise, hiç şüphesiz ki şefkat, merhamet ve nezaket düzleminde gerçekleştirilen bir mürebbiyelik olmalıdır. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'in kız çocuklannı nasıl yetiştirdiğini dikkate alırsak, bu yetiştirmedeki şefkat, merhamet ve nezaket örneklerini müşahhas bir şekilde görebilmemiz mümkün olacaktır.
Eğitim Kız çocuklarının eğitimi, dini meseleleri öğrenme ve öğretme hususlannda erkek çocuklarından pek farklı değildir Müslüman bir ailede hem erkek ve hem de kız çocuklarına anlayış seviyelerine göre İslami gerçekler anlatılmakta çocuklann anlayabileceği örneklerle İslam'ın temel meselelerine açıklık getirilmektedir. Çocuklar amel etme çağma geldikleri zaman ise çocuklann amelle ilgili gene. fıkıhları anne ve baba tarafından izah edilmekle birlikte, biz çocuklarının kendilerine özgü farklı fıkıhları, özellikle anelen tarafından kızlarına iletilmektedir.
Kız çocuklarının yetiştirilmesinde annelerin dikkate alacağı diğer önemli mesele ise, kız çocuklarını bir evnanımı olarak yetiştirmeleridir.
Okumak, öğrenmek, ilim tahsil etmek, çok önemli eylemler olmasına rağmen, bütün bu eylemler, bir kızın veya bir kadının ev işlerini öğrenmesine ve yapmasına engel olmamalıdır.
Ne kadar okumuş olursa olsun, para kazanamayan, evinin geçimini temin edemeyen bir erkek, müslüman bir aile için genelde tercih edilebilecek bir erkek olmadığı gibi, ne kadar okumuş olursa olsun, ev işlerini bilmeyen, bunları yürütemeyecek olan bir kadın da, yine müslüman bir aile için genel olarak tercih edilebilecek bir kadın değildir.
Dolayısıyla İslam toplumu için müslüman bir aile ne kadar gerekli ise, müslüman bir aile için de, evinin geçimini temin edebilen bir baba ve evin işlerini yürütebilen bir anne o kadar gereklidir.
Kız çocuklarının yetiştirilmesinde önemle üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise, kız çocuklarına namus ve iffet bilincinin verilmesidir.
İffet, kadınlar için kazanılan değil, korunan bir haslettir. Bu değer kadının yaratılışında vardır. Dolayısıyla kız çocuklanna bu iffet şuurunun verilmesi ve bu iffeti özenle korumaya teşvik edilmeleri gerekmektedir. “Nasıl olsa çocuktur” diyerek kız çocukla çıplaklığa ve çıplaklık kültürüne yönelten anne ve babalann, ilerleyen yaşlarda çocuklarına iffet ve utanma duygularını vermeleri oldukça zordur. Nitekim böylesi ailelerde yetişip, çıplaklığı doğal bir kültür olarak algılayan ve bu çıplaklık kültürü ile namus ve iffetini yitiren nice kızlar bulunmaktadır!.
Cahiliye döneminde bazı kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüklerini söylemiştik. Fakat hiç şüpheniz olmasın ki yaşadığımız çağda ailesi tarafından çıplaklığa, ahlaksızlığa ve küfre saptınlan birçok kız çocuğu. İlahi hesap gününde babalan tarafından diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının tertemiz yüzlerine bakacaklar ve gözlerindeki dehşetli öfke ile kendi anne babalanna dönerek, onlara şöyle haykıracaklardır.
Keşke bizleri diri diri çirkefe gömeceğinize, diri diri toprağa gömseydiniz!.
İslam'ın, müslüman kadınlar için öncelikli emirlerinden olan tesettür, şeytan ve dostlarını en çok rahatsız eden meselelerden birisidir. Rahatsızlık duydukları husus, mümine bir kadının örtünmesinden ziyade bu eylemin diğer kadınlar arasında da yaygınlaşması ve diğer kadınların da, gerçek kadınlık değerlerini farkederek örtünmeye meyletmeleridir. Tabi ki bu duruma pek tahammülleri yoktur.
Çünkü serbestlik adına, kadını çıplak bir şekilde görmek istemektedirler.
Çünkü ekonomi adına, kadının çıplaklığını kullanmak istemektedirler.
Çünkü cömertlik adına, kadının vücudundan faydalanmak istemektedirler.
Nitekim mü'min bir kadın için problem olmayan bu tesettür eylemi, şeytani zihniyete sahip böylesi kimseler için başlı başına bir problem olmaktadır. Çırılçıplak gezenlerden rahatsız olmayan ve onların bu halini nefsani bir tebessümle karşılayan bu zihniyet, örtülü bir kadın gördükleri zaman sinirli bir telaşla konuşmaya başlamaktadırlar.
“Kızım niye öcü gibi kapanıyorsunuz?”
“Bu yaşta niye örtünüyorsunuz. Gençliğinize yazık değil mi?”
Örtünmeyi, gençliğe yazık etmek olarak algılayan bu zihniyete göre, gençliği yazık etmemek için ne yapılacağı bellidir!. Nitekim bu anlayışa göre, soyunup dökünen, erkeklerin malı ve maskarası olan Birigitte Bardot, gençliğine yazık etmeyen mümtaz kadınlardan birisidir!.
Oysa vücudunu yani etini teşhir ve takdim ederek belli bir servet biriktiren ve bu servetini köpeklere vakfeden Birigitte Bardot, gençliğine, kimlik ve kişiliğine yazık etmemiş midir?
Etini satarak kazandığı parayı köpeklere vererek, gerçek düzlemde etini, kimliğini, namus ve onurunu sokak köpeklerine vakfetmemiş midir?
İnsana ve insanlığa değer veren İslam, kadınlara da gerçek düzlemde değer vermekte ve kadınların bu değere sahip çıkabilmeleri için mutlaka ve mutlaka örtünmeleri gerektiğini beyan etmektedir.
“Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablanndan) üstlerine giymelerini söyle; onların (iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” [25]
Tesettür hadisesini hangi boyuttan değerlendirirsek değerlendirelim, güzel ve hikmetli gerçeklerle karşılaşmamız mümkündür. Oldukça güncel olan “Kadınların neden örtünmesi gerekir?” sorusu, birçok boyuttan cevaplandınlabilecek bir sorudur. Biz bu nedenlerden sadece üç tanesine genel olarak değinebiliriz.
Bu başlığı gören bazı kimseler “Açık giyinen herkes ahlaksız mı? Açık giyinen herkes fuhuş mu yapıyor?” diyeceklerdir.
Elbetteki hayır!.
Moda denilen iğrenç büyünün etkisi altında kalarak açık giyinmelerine rağmen, kendi anlayışlarına göre oldukça namuslu, kendi anlayışlanna göre oldukça iffetli kadınlar bulunmaktadır. Ancak şu hususun dikkate alınması gerekir ki, açık veya kapalı giyinmek, kişinin sadece kendisini veya kendi iç dünyasını ilgilendiren bir mesele değildir. Bu meselenin topluma dönük, topluma açık bir yönü bulunmaktadır. Dolayısıyla açık veya kapalı giyinmeyi, kadının sadece kendisine, kendi anlayış ve yaklaşımına göre değil, bu kadınla karşı karşıya gelen, bu kadını gören topluma göre de değerlendirmemiz gerekecektir.
Kadınla karşı karşıya gelen kesimi dikkate aldığımız zaman, ister istemez meselenin vehçesi değişecek ve kadının kendi dünyasına ve kendi bakışına göre pek mahsurlu gözükmeyen bu fiil, meselenin toplumsal boyutunda derin bir vehamet kazanacaktır. Çünkü içinde yaşadığımız toplumda, erkeklerin ve erkeksi yaklaşımların bu meseleye nasıl baktıktan ve açık giyinen bir kadın gördükleri zaman, bu kadınla ilgili olarak neler düşündükleri genel olarak bilinen şeylerdir.
Bir kadın için açık veya kapalı giyinmek, kadın açısından önemli olmasa da, bu kadını gören erkekler açısından oldukça önemlidir.
“Efendim, bu benim için hiç önemli değildir. Ben herhangi bir kadının bacağını veya göğsünü gördüğüm zaman aklıma hiçbir cinsi tema gelmiyor” diyenler, ya doğru söyleyen birer hadım veya yalan söyleyen birer erkektirler. Çünkü herhangi bir erkek tarafından, bir kadının bacağı veya göğsü veya başka bir yerleri görüldüğü zaman bazı cinsi temaların akla gelmesi ve cinsi olarak kadının arzulanması, ahlaki değil fıtri bir olaydır!.. Fıtraten sağlıklı her erkek, cinsi görüntüsünü ön plana çıkaran veya cinsi özelliklerini teşhir eden kadınlara karşı nötr değildir. Meselenin ahlaki etkinliği, bu fıtri isteği yoketme noktasında değil, disipline alma veya engelleme noktasında kendisini gösterir. Mesela müslüman olduktan sonra birçok açık kadını görmelerine ve bazı cinsel görüntülerle ister istemez karşılaşmalarına rağmen zina yapmayan miiyonlarca erkek müslüman vardır. Zina yapmak bir yana, bu kadınlarla rahat sosyal ilişkilere bile girmeyen bu müslümanlara bakarak “Bunlar kadınlardan etkilenmiyorlar, kadınlara karşı oldukça soğuklar..” diyemezsiniz. Çünkü müslüman olan bu erkekler ile, diğer erkekler arasında, fıtri bir farklılık yoktur. Cinsel görüntülerle karşılaşan diğer erkekler nasıl etkileniyorlarsa, müslüman erkekler de bir erkek olarak etkilenmektedirler. Müslümanların zina yapmamalannın nedeni kadınlardan etkilenmemeleri değil, Allah korkusuyla kendilerini bundan engellemeleridir.
Meseleyi diğer erkeklere göre değerlendirdiğimiz zaman, hiç şüphesiz ki karşılaştıkları birçok kadından etkilenmelerine rağmen, birçok kadınla cinsi ilişki arayışına girmeyen erkekler de bulunmaktadır. Bunun ahlaki veya sosyal nedenlerini ise şöyle sıralayabiliriz.
1- Kendi sosyal konumunu, saygınlığını ve itibarını düşünerek, girebileceği ilişkinin getireceği sonuçlardan çekinmek.
2- Karşılaştığı kadının, böyle bir riske değmeyeceğini düşünmek.
3- Olayın maddi faturasını, yüksek görmek.
4- İlişki arayışına girse bile, bu arayışta hiçbir şansının bulunmadığını kabul etmek.
5- Kadının hastalıklı olabileceğinden çekinmek.
Bu maddeleri çok daha fazlalaştırmamız mümkün değildir. Birkaç madde daha ilave edilse de, nedenler genel olarak bunlardır. Bazı erkeklerde bu maddelerden birkaç tanesi, birçok erkekte ise sadece bir tanesi bulunabilmektedir.
Ancak hiçbir şüpheniz olmasın ki, bir erkekte bu nedenlerin hepsi olsa da, bu nedenlerin etkisi veya erkeği cinsi ilişki arayışından engelleyen keyfiyeti, karşılaşılan kadına göre değişmekte ve bütün bu nedenleri dikkate alan erkek, dayanamayacağı bir kadınla karşılaştığında bu nedenler delinebilmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İlahi olmayan belli prensiplere sahip olsalar dahi, her erkeği baştan çıkarabilecek bir kadın, her kadını baştan çıkarabilecek bir erkek bulunmaktadır.
Meseleyi müslümanlara göre değerlendirdiğimiz zaman, karşılaştıkları kadınla cinsi ilişki arayışına girmeyen müslümanlarda, yukarıda maddeler halinde saydığımız nedenlerin fevkinde bir neden vardır.
Bu görkemli neden Allah korkusudur!.
Müslümanların sahip olduklan ve yaşadıkları bu neden, yukarıda saydığımız nedenler ile mukayese edilemeyecek muhteşem bir neden olmasına rağmen, evet, böylesine görkemli bir neden olmasına rağmen, yine de bazı olaylarda gözardı edilebilecek veya delinebilecek bir nedendir!.
“Hiç olur mu? Müslüman bir erkek hiç zina yapar mı?” demeyin!. Bütün müslüman erkekler, Allah korkusu ile zinaya yaklaşmaz, zinaya yaklaşamayabilirler. Zinaya yaklaşmama eylemine, Allah korkusu ile hepsi güç yetirebilirler.
Ancak zinaya yaklaşmışlarsa, bu meselede haddi aşarak iki üç adım ileriye girmişlerse, son noktadan geriye dönmeleri, fıtri ve nefsani arzularını gemleyebilmeleri çok zor bir hadisedir. Nitekim erkeğiyle kadınıyla insanı yaratan ve insanın cinsi arzularını ve bu arzulardaki zafiyetini hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz, müslümanlara “Zina yapmamalarını” değil, “Zinaya yaklaşmamalarını” emretmektedir.
“Zinaya yaklaşmayın, şüphe yok, o 'çirkin bir hayasızlık' ve kötü bir yoldur.” [26]
Zina yapmamanın tek mümkün yolu, ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi zinaya yaklaşmamaktır. Çünkü Allah korkusuyla zina yapmamaya değil, zinaya yaklaşmamaya güç yetirebiliriz. Herhangi bir müslümandaki Allah korkusu, o müslümanı zinaya yaklaşmaktan ahkoyamıyorsa, zina ile burun buruna geldikten sonra hiç ahkoyamayacaktır.
Müslüman kadının tesettür meselesinde, erkeklerin bu fıtri durumlanna açıklık getirmemiz, tabi ki meseleyi kendi mecrasından çıkarmamız değildir. Çünkü kadının tesettür meselesi, erkeklerle ilgili bir meseledir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, kadının örtünüp örtünmemesi, sadece kadını ilgilendiren bir mesele değildir. Meselenin önemle dikkate alınması gereken toplumsal bir boyutu vardır. Nitekim İslam'daki tesettür emri de, meselenin bu toplumsal boyutu dikkate alınarak beyan edilen bir emirdir.
Herhangi bir kadın, erkekleri tahrik edecek bir açıklıkta giyindikten sonra “Efendim, ben böyle giyiniyorum, bu kimseyi ilgilendirmez” diyebilir. Ancak onların böyle demesi, onların bu haliyle kimsenin ilgilenmeyeceği manasına gelmez. Onlann bu halini görenler, hiç şüpheleri olmasın ki onların bu haliyle yakından ilgileneceklerdir.
Bazıları ıslık çalarak laf atacaklar, bazıları elleriyle sarkıntılık yapacaklar, bazılan cinsel ilişki arayışıyla tekliflerde bulunacaklar, bazıları ise zorla tecavüz edeceklerdir!..
Hiç olur mu demeyin, oluyor bütün bunlar!. Yaşadığımız toplumda bu şekilde taciz edilen kadınlar, hiç şüphesiz ki hepsi ahlaksız olan kadınlar değildir. Tecavüze uğradıktan sonra utanç dolu gözyaşıyla ifade veren kadınlar, ahlaki değerlerini henüz yitirmeyen kadınlardır. Fakat buna rağmen böylesi olaylara kanşabilmekte, yakın veya uzak çevresinden cinsi tacizlerle karşılaşabiimektedirler.
Peki, bu olaylarda sadece karşı taraf, sadece erkekler mi suçludur?
Bu suçun temel nedeni, fıtraten kadını arzulayan erkeğin gördükleriyle tahrik olması değil mi?
Bu olayda görüntüsüyle erkeği tahrik eden, hal ve hareketleriyle umudlandıran kadınların suçu yok mu?
İşte gözümüzün ve gönlümüzün nuru olan İslam bu meseleye iki yönlü yaklaşarak, hem erkeklere ve hem de kadınlara önemli uyanlarda bulunmaktadır. Zinaya yaklaşmayın buyruğuyla hem kadınlan ve hem de erkekleri bu çirkin eylemden sakınmaya davet ederken, tesettür buyruğuyla da kadınlan mahrem yerlerini kapatacak kutsal bir örtüye, erkeklerin kendilerine şehvetle değil saygıyla bakacakları onurlu bir kimliğe davet etmektedir.
Herhangi bir toplumda fuhşiyatın önlenmesi, insanları fuhşiyata götüren nedenlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Fuhşiyatın kalkış noktasında ise tahrik vakıası bulunmaktadır.
Bu tahrik vakıası, tahrik eden ve tahrik edilen taraflardan veya daha açık bir ifadeyle cinsi cazibesini açığa çıkaran kadınlardan ve bunlardan etkilenerek tahrik olan erkeklerden oluşmaktadır. Tahrik vakıasının erkekler boyutundan çözümü, cinsi cazibesini açığa çıkaran kadınlara ya hiç bakmamalan, ya da hayalarım burdurarak erkekliklerini öldürmeleridir!.
Tabi ki ne istenen ve ne de yapılabilecek bir şeydir bu!.
Dolayısıyla tahrik vakıasının önüne edilebilmesi, tahrik edici unsurun disipline edilmesiyle mümkündür. İşte bu noktada kadınların erkekleri tahrik edebilecek görüntülerden sakınmaları ve çağdaş modanın teşhircilik akımından kendilerin kurtarmaları gerekmektedir.
Nitekim sağlıklı düşünen her onurlu kadın, meseleyi cahili toplumlardaki moda anlayışına göre değil, kendisine yani kendisinin asil kimliğine göre değerlendirdiği zaman aynı sonuca varabilecektir. Düşünmesini bilen ve onuruna düşkün her kadın, hakikat aynasının karşısına geçecek ve soracaktır kendi kendine.
“Tanımadığım kimselere, yabancı erkeklere bacaklarımı veya göğüslerimi neden gösterecek, daracık elbiselerle vücudumu neden teşhir edeceğim ki?”
“Orama, burama şehvetle bakılmasını istemediğime göre, oramı buramı neden açacağım ki?”
“Cinsi bir tacizle karşılaşmak istemediğime göre, cinsi bir tahrikte neden bulunacağım ki?”
“Ayrıca ben Allah'a inanıyorum. Allah'a inandığıma göre Allah'ın bu tertemiz emrine neden isyan edecek, neden karşı çıkacağım ki?”
İşte sorulması gereken bütün bu sorulara verilecek gerçekçi cevaplar, kadını tesettüre ve onurlu bir kimliğe götürecek cevaplardır. Bu cevaplar istikametinde kutlu bir örtüye girmek, onurlu bir kimliğe bürünmek, gayet doğal, gayet tabi bir davranış olacaktır bu kadınlar için.
Nitekim müslüman bîr kadın için örtünmek, erkekleri ilgilendirmeyen özel bir mektubun zarfa konulması veya satılmayacak bir malın vitrinde teşhir edilmemesi gibi gayet tabi ve doğal bir olaydır.
Zinaya yaklaşmak ve zina yapmak, kendi başına değerlendirebileceğimiz veya kendi çerçevesinde kalan bir eylem değildir. Çünkü zina eylemi, topluma yansıyan, nesli ve aile kurumunu derinden etkileyen bir eylemdir. Zinaya hoşgörüyle yaklaşılan Batı toplumlarında her yıl milyonlarca gayrimeşru çocuğun doğması, hiç şüphesiz ki ferdi değil, toplumsal bir olaydır. Bu olayın bir toplum için müsbet olmadığını ise Batı toplumları bizzat kendileri ifade etmektedir. Böylesi toplumlarda ne olduklan belirsiz nesiller yetişmekte, aile ortamından uzak kalan gayrimeşru çocuklar çok vahim kişilik problemleriyle karşı karşıya gelmekte ve aile kurumlan derinden sarsılmaktadır.
Gerçi zina nedeniyle yıkılan yuvalara, sönen ocaklara yaşadığımız coğrafyada da sık sık rastlamamız mümkündür. Halkı müslüman olduğu iddia edilen bu ülkede, hergün yüzlerce aile kurumu zina nedeniyle yıkılmaktadır. Zina olaylarının resmi kayıtlara geçen veya basına yansıyan yönü ise devede kulak değil, belki de devede bir kıl mesabesindedir.
Gazetelerde bir tanesini okuyup, yaşadığımız bölgede yüzlercesini gördüğümüz bu gibi olaylar, günümüzdeki birçok aile kurumunun geldiği çöküş noktasını göstermektedir. Tabi ki bir insan olarak dikkatle gözlemlenmesi ve sorgulanması gereken bir olaydır bu!. Sorgulama dediğimiz zaman, sakın ola ki günümüzdeki mahkemeleri ve bu mahkemelerdeki sorguyu anlamayınız. Çünkü onların meseleye nasıl baktıklan ve nasıl sorguladıktan bellidir. Mesela aşağıdaki vakıa, mahkemelere yüzlerce kez gelen vakıalardan sadece bir tanesi olup, diğer vakıalarla birlikte aynı sorgulama ile, aynı yargıya bağlanacak olan bir vakıadır.
Kansma tecavüz edilen adam, mahkemede hakime olayı şöyle anlatmaktadır.,
Efendim bu adam benim iş arkadaşımdı. Ben bu adama evimi açtım, evimde yemek yedirdim, evimde yatırdım. Fakat bu namussuz, evde olmadığım bir zaman eve gelerek, kanma tecavüz etmiş.
Mahkemenin öbür tarafındaki namussuz ise sanık sandalyesinde oturmakta ve kendisine yöneltilen suçlamaları dinlerken olayları baştan sona tekrar düşünmektedir. Arkadaşı kendisi hakkında doğru söylemektedir. Evini gerçekten kendisine açmıştı. Bazı akşamlar kendi karısıyla birlikte arkadaşının evine gider, gayet samimi olarak karşılanırdı. Arkadaşının kansıyla tokalaştığı, onun sımsıcak elini sıktığı ilk gün, heyecanlanmış ve bu kadından etkilendiğini hissetmişti. Nitekim daha sonraki akşamlar, arkadaşından ziyade kadın için gitmişti o eve. Arkadaşıyla konuşurken dahi kadını izliyor, kadının hareketleri, konuşması, gülmesi, yürüyüşü, oturuşu, bacak bacak üstüne atması kendisini hayli etkiliyordu. Bazen arkadaşının da onun kansı hakkında böyle şeyler düşünüp düşünmediğini merak ediyordu. “Yok canım sende” diyordu kendi kendine. Arkadaşı onun karısı hakkında böyle şeyler düşünmez, onun kansına böyle bir gözle bakmazdı. Fakat kendisi etkilenmişti işte arkadaşının karısından. Bu etkilenmeden kaynaklansa gerek, yalnız basınayken dahi kadınla ilgili bazı fantaziler kuruyordu. Nitekim kurduğu bir fantazide arkadaşı evde yokken eve gidiyor ve olaylar arzuladığı biçimde gelişiyordu. İşte o gün, bu fantaziyi denemek için bir emaneti bırakma vesilesiyle arkadaşının evine erken gitmişti. Kadın kapıyı açmış ve kendisini içeri buyur etmişti. Kadınla on-onbeş dakikane konuştuğunu pek hatırlamıyordu. Çünkü konuştuğu mevzu ne olursa olsun, iç dünyasındaki tüm düşünceler tek bir hedefe kilitlenmişti. Ve olan olmuştu işte!. Gerçi arkadaşı eve biraz erken gelmeseydi, belki de hiç açığa çıkmayacaktı bu hadise..
Tabi ki bütün bunlan anlatmadı hakime, ayıptı anlatamazdı!. “Ya hakim bey! Ben bir erkeğim ve şöyle şöyle durumlarla karşılaşarak etkilendim. Durduramadım, engelleyemedim kendimi!.” diyemezdi. Zaten hakim beyde meselenin bu yönünü dikkate alarak arkadaşına dönüp “Ulan deyus! Bu adamı tahrik eden, bu işe teşvik eden sizsiniz!. Adamın önüne yağı, irmiği, şekeri koyan sizsiniz. Helvayı pişirdi diye niye kızıyorsunuz!.” demiyordu. Demek ki meselenin bu yönü hiç önemli değildi. Suçlu sadece ve sadece kendisiydi!.
Nitekim hakim de kendisini suçlu bulmuştu. Şimdi yapılacak iş şikayetin geri alınması ve zaten hafif olacak cezanın biraz daha hafifletilmesi için, avukat aracılığı ile arkadaşıyla tazminat pazarlığına girmekti. Nasıl olsa arkadaşı “Ulan ben pezevenk miyim?” demiyecek olan çağdaş bir insandı. Hem olaydan sonra arkadaşı yakasına yapışarak “Ulan bunu neden yaptın” dememişti. Herhalde bir erkek olarak anlamıştı, anlayabilmişti neden yaptığını!.
Ayrıca yapmış olduğu şey, cinsi bir sapıklık değildi ki! Zaten bir psikologa giderek başından geçenleri anlatsa, psikolog anlattığı birçok şeyi normal karşılayacaktı. Psikologun koltuğuna uzanıp “Doktor bey! Bir akşam arkadaşımla birlikte oturmuş, hem konuşuyor ve hem de televizyon seyrediyorduk. Arkadaşımın hanımı ayağında dar bir pantolon ve üstü açık bir bluz ile bize servis yaptıktan sonra o da televizyon seyretmeye başladı. Televizyonda oldukça açık bir yatak sahnesi vardı. Bir an kadına baktım, o da bana bakmıştı. İşte o an kadınla ikimizi aynı yatak sahnesinde düşündüm. Aklımdan hep buna benzer şeyler geldi geçti. Söyleyin doktor bey, bütün bunlar sapıklık mı? Yoksa kadınla birbirimize baktığımız o an, dağdaki keçileri, ovadaki inekleri mi düşünmem lazımdı? Falancanın düğününde arkadaşımın karısıyla dansederken, kollarımın arasındakini annem olarak mı, yoksa bir yastık, bir valiz olarak mı görmem lazımdı?” dediği zaman, doktor ne diyecekti ki!. Cinsi özelliklerini yitirmemiş sıhhatli bir erkeğin aklına gelebilecek şeyler değil miydi bütün bunlar? Nitekim buna benzer şeyleri doktora anlattığı zaman, doktor onun cinsi bir sapık değil, normal bir erkek olduğunu anlıyacaktı ve belkide “Düşündüğün ve hissettiğin şeyler fıtri olarak normal olmasına rağmen bütün bunları gizlemeliydin, yapmamalıydın, frenlemeliydin kendini..” diyecekti. Tabi ki bunlan bir doktor olarak, doktor hasta ilişkisinde söyleyecekti. Oysa aynı doktora bütün bunlan bir arkadaş olarak anlatsa ve “Kocasına yakalanmadan işi bitirdim” dese, doktor kendisine nefsani bir gıpta ile bakacak ve “Sen gerçekten bitirim bir adamsın” diyecekti!.
İşte anlatmaktan dahi iğrendiğimiz fakat anlatmak zorunda kaldığımız bu gibi olaylar, yaşadığımız toplumda ne yazık ki sık sık karşılaşılan olaylardır. Bu olayların nedeni cinsi sapıklık ise, bu cinsi sapıklığın önlenmesi gerekmektedir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu olaylann nedeni cinsi sapıklık değil, normal cinsi isteklerdir. Bu eğilimin cinsi sapıklık olduğunu ileri sürenlerin, kendilerinin de cinsi'sapık olduklarını kabul etmeleri gerekir. Çünkü olayı kendi nefislerinde değerlendirdikleri zaman, benzer eğilimlerin doğal olarak kendilerinde de bulunduğunu göreceklerdir. Nitekim bu konuyla ilgili olarak evli olan bütün erkeklere açıkça şunu söylemek istiyoruz.
Size güzel gelen bir kadının, bacaklarına veya göğüslerine hangi duygularla bakıyorsanız, hiç şüpheniz olmasın ki karınızı güzel kabul eden bir erkek de, karınızın bacaklarına ve göğüslerine aynı duygularla bakacaktır!.
Bu apaçık ifademiz, namusuna düşkün bütün erkeklerin, öfkeyle sarsılmlarına ve kendilerine gelmelerine neden olabilecek bir ifadedir!. Zaten bu ifade ile muhatap aldığımız kimseler de, bu ifadeyi nefsi bir tebessümle karşılayacak olan deyyuslar değil, aile kurumuna ve ailesinin onuruna değer veren şahsiyetli erkeklerdir.
Herhangi bir aileyi yıkıma götürebilecek olan zina olayından sakınmak demek, bu gibi olaylara neden olan davranışlardan da sakınmak demektir. Kadının kendisini böylesi durumlardan koruyamadığı aile kurumlan, ne yazık ki korumasını yitirmiş aile kurumlandır. Çünkü aile kurumunun korunması, öncelikle ve özellikle kadının korunmasıdır. Bu konuyla ilgili İslami öğretiler, hiç şüphesiz ki aile kurumunu tertemiz bir düzlemde koruyan ve kutsayan öğretilerdir.
İşte bu öğretilerden sadece bir tanesi ve en önemlisi olan tesettür buyruğu ise, kadını böylesi durumlardan korumakla, aynı zamanda nesli ve aile kurumunu da korumaktadır. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz iğrenç olayların İslam'a teslim olan ailelerde meydana gelmemesi bir tesadüf değil, bu tertemiz öğretinin, temiz sonuçlarından birisidir. Tesettürün nasıl ve ne kadar olacağı ise, hiç şüphesiz ki İlahi ölçülere göre belirlenen bir gerçektir. Tesettürün şekli konusunda belli bir muhayyerlik olsa da, sınırlan konusunda herhangi bir muhayyerlik yoktur, Toplumdaki modaya veya toplumsal anlayışa göre iki-üç parmak uzun giyinmek, tesettürün gereğini yapmış olmak değildir. Dola-yısıyle sahillerdeki üstsüzleri dikkate alarak giydikleri mayo ile kendilerini muhafazekar zannedenler nasıl bir yanılgı içindeyseler; mini etek giyenlere bakarak, dizaltı etek ve yarım eşarp ile kendilerini tesettürlü zannedenler de benzer bir yanılgı içindedirler. Tesettürün sınırlan, toplumsal anlayışa göre değil, İlahi ölçülere göre belirlenen bir sınırdır. Nitekim her türlü ahlaksızlıktan Allah'a sığınan ve Allah'ın yardımına mazhar olan kadınlar, bu İlahi ölçüleri dikkate alan kadınlardır.
Kimlik ve kişilik kazanma meselesi de, genel olarak toplumdan ayn düşünülebilecek bir mesele değildir. Herhangi bir toplumun ferdi olarak yetişen ve yaşayan insanlar, kimlik ve kişiliklerini genel olarak üç türlü oluştururlar. Bunlardan birincisi, kimlik ve kişiliklerini yaşadıklan topluma göre oluşturanlardır. Bir insanın kimlik ve kişiliğini oluşturabilmesi için, bu insanın mutlaka ve mutlaka bir değer ölçüsüne ihtiyacı vardır. İşte bu değer ölçüsünü yaşadıklan toplumdan alan, toplumun değerli gördüğü şeyi değerli, değersiz gördüğü şeyi değersiz kabul eden kimseler, bilerek veya bilmeyerek kimlik ve kişiliklerini topluma göre şekillendiren kimselerdir.
Yaşadıklan toplumda çapkınlık beğeniliyorsa bunlar birer çapkın, kavgacılık beğeniliyorsa, birer kavgacı, sahtekarlık beğeniliyorsa, birer sahtekardırlar!.
Çünkü kendi kimliklerini sahiplenip, bu kimlikleri kabul edebilmeleri için, öncelikle bu kimliği topluma kabul ettirmeleri gerekmektedir. Varolmalan ve varlıklarını isbat edebilmeleri, ancak ve ancak toplumun kendilerini kabul etmesiyle mümkündür. Toplum hangi kimlikleri kabul ediyor, hangi vasıflan alkışlıyor ise, bu kimliğe ve bu alkışa layık olabilmek için birbirleriyle yarışırlar. Toplumdan dışlanmak, dünyadan dışlanmak gibi bir kabustur bunlar için!. Dolayısıyla toplumsal değerlerin doğruluğunu veya yanlışlığını, güzelliğini veya çirkinliğini dikkate almadan, kimlik ve kişiliğini bu değerlere göre oluştururlar.
İkinci gruptaki kimseler, kimlik ve kişiliklerini topluma göre değil, doğruluğunu bildikleri gerçeklere göre oluşturan kimselerdir. Gerçek düzlemde veya güzel olan neyse, bunlan bir değer ölçüsü olarak kabul eden bu kimseler, toplumun bu konuyla ilgili yargılannı pek dikkate almazlar. Doğru bildikleri bir hususta bütün toplum “Yanlış” dese dahi, bu toplumsal haykınş onlardaki doğruyu ve doğru düşünceyi değiştirmez. Dolayısıyla bu kimseler toplum ne derse desin, kimlik ve kişiliklerini inandıklan gerçeklere göre şekillendiren kimselerdir.
Üçüncü gruptaki kimseler ise, ilk iki grubun arasında kalan kimselerdir. Bunlar bazı konularda toplumdan, bazı konularda da gerçeklerden etkilenirler. Doğru veya güzel bir gerçekle karşılaştıkları vakit, bu gerçeği fazla zorlanmadan kabul ederler. Çoğu zaman bu gerçeklerle birlikte yaşamaları da mümkündür. Ancak kabul ettikleri bazı gerçekler konusunda toplumsal bir baskıyla karşılaştıkları vakit, bir kısmının karşı çıkmaya çalıştıklarını, bir kısmının şaşkınca baktıklarını ve büyük bir kısmının da daha önceleri kabul ettikleri gerçekleri suskunlukla bohçalayıp, gündemlerinden çıkardıklannı görürsünüz!. Netice olarak bu kimselerin kimlik ve kişilikleri, genel olarak mozaik kimlik ve kişiliklerdir.
İnsanlardaki kimlik ve kişilik oluşmasıyla ilgili olarak yaptığımız bu genel tasniflere, hiç şüphesiz ki kadınlar 'da girmektedir. Birinci grubun rnüntesipleri, erkekler arasında olduğu gibi kadınlar arasında da oldukça çoktur. Toplumdan etkilenme ve topluma göre şekillenme vakıası, yaşadığımız çağda oldukça yaygınlaşan bir vakıadır.
İkinci grubun rnüntesipleri ise ne yazık ki hem kadınlar ve hem de erkekler arasında oldukça azdır. Bu azlığın önemli nedenleri, bilinç yetersizliğiyle birlikte, toplumsal baskıya direnç zafiyetidir.
Şimdi kimlik ve kişilik oluşmasıyla ilgili olarak kısaca zikrettiğimiz bu hususlan dikkate alarak tesettür meselesini değerlendireceğimiz zaman, birçoklarımızın sık sık karşılaştığı şu durumu fazla zorlanmadan tahlil edebiliriz.
Allah'a inandığını ve müslüman olduğunu iddia etmekle beraber, tesettür buyruğunu da kabul eden birçok kadından, bu kabulden sonra bir “Ama” sözü işitirsiniz. Size şaşkın şaşkın veya çaresiz gibi bakarak.
“Ama nasıl olur?”
“Ama ne derler?”
“Ama nasıl bakarlar?.” derler.
Bütün bu amalar, karşınızdaki kadının toplumun bir bölümünü dikkate alarak söylediği amalardır. Çünkü içinde yaşadıklan toplumun bu bölümü, Batıdan ve Batının batıl değerlerinden etkilenen bir bölümdür. Kimleri ne için taklit ettiklerini bilmeyen bu kimselere göre açık saçık giyinmek ilericilik kabul edilirken, tesettür ise gericilik olarak telakki edilmektedir. Günümüzdeki basın yayınla birlikte medyayı da elinde bulunduran bu toplumsal bölüm, ne yazık ki toplumun büyük bir kısmını etkileyebilmişler ve tesettüre karşı uzun yıllardır olumsuz bir bakış oluşturmuşlardır.
Kimlik ve kişiliklerini yaşadıklan topluma göre şekillendiren kadınlar, toplumsal değerlerin doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulama bilincinden yoksun olarak, bu değerleri kabul edebilmektedirler. Batıdaki ahlak sapıgi modacıların çizdikleri her modeli sırtlarına geçiren, bilinçsiz, şuursuz tahta mankenler gibidir bunlar!.
Kendilerine sunulan şey her ne olursa olsun, moda adına sunulduktan sonra kabul görebilmektedir. Mesela bu kadınlardan birine giderek “Bugün burnunu ıslanmış turp rengine boyayıp, kulaklarına iki küçük armut, boynuna bir dizi yer elması takıp, dizden aşağısı kapalı, dizden yukansı ise elma büyüklüğünde gözenekleri olan bir elbise giyerek sokağa çıkar mısınız?” diye sorduğunuzda, size öfkeyle bakacaklar ve çok kısa bir ifadeyle “Siz bizi manyak mı sandınız?” diyeceklerdir. Oysa ilerki yıllarda bu söylediklerimiz moda olduğu zaman, “Siz bizi manyak mı sandınız?” diyen bu kadınlan burnu boyalı, kulaklarında armut, boynunda yer elması ile görmeniz mümkündür!.
Peki ne oldu?
Bunu kendilerine ilk söylediğiniz zaman “Siz bizi manyak mı sandınız?” diyen bu kadınlar, şimdi manyak olmadılar mı?
Bunlar çağdaş modanın büyüsüne kapılan birer moda manyağı değil mi?
Açık giyinmelerine rağmen iffet ve onurlarına düşkün olduklannı iddia eden birçok ev hanımı, verdiğimiz bu örnekten kendilerini ayn tutacaklar ve “Biz kesinlikle böyle bir şey yapmayız” diyeceklerdir. Oysa bu moda büyüsünden, onlar da paylarına düşeni almaktadırlar. Mesela bundan on onbeş sene önce bu hanımlara arka dikişi bir kanş sökük etek vererek “Bu etekle sokağa çıkar mısınız?” diye sorsaydık, kendilerine ahlaksızca bir teklif yaptığımızın bilincinde olarak “Siz ne diyorsunuz? Bu etekle bizim baldırlarımız gözükür. Siz bizi ahlaksız mı sandınız?” derlerdi.
Eeee e, şimdi ne oldu!.
Yırtmaçlı etek moda olduktan sonra, onurlu olduklarını, ahlaklarına düşkün olduklarını iddia eden bu hanımefendiler yırtmaçlı etekleri giymediler mi? Yırtmaçlı etekler giyerek, elalemin erkeklerine baldırlarını göstermediler mi?
Göstermiyorlar mı?
Daha önce bunu ahlaksızlık olarak telakki etmişlerdi, şimdi ahlaksızlık değil mi?
Bazı saf kadınlar, ahlaksızlık değil, moda bu!. diyeceklerdir.
Evet moda bu!
Moda adına yapıldığı zaman ahlaksızlık değil!. Çünkü yüce moda putunun sunduğu, makul ve meşru gördüğü hiçbir şey ahlaksızlık değildir!.
Yabancı erkeklerle tokalaşmak, sarılmak, öpüşmek, dansetmek ahlaksızlık değildir!.
Flört etmek, ahlaksızlık değildir!.
Mini veya yırtmaçlı etek giymek ahlaksızlık değildir!.
Sokağa don ve sutyenle çıkmak ahlaksızlık, ancak mayo adı verilen don ve sutyenle plajlarda dolaşmak, erkeklerin önünde sere serpe yatmak ahlaksızlık değildir!.
Çünkü bütün bunlar modadır!.
Bu zavallılara göre güzeli çirkini, iyiyi kötüyü, helali haramı moda tayin etmektedir!.
Moda başlıbaşına bir din, modacılar da bu dinin hüküm koyucularıdır!.
Dünya kadınlan, birer tahta manken gibidir bu modacıların gözünde. İtiraz etmeye, konuşmaya, karşı çıkmaya hiçbir hakları yoktur.
Şimdi tüm kadınlara sormak istiyoruz..
Modaya ve modacılara köle olmuş bir zihniyet ile, kimlik ve kişiliğinizi kazanmanız mümkün müdür?
Bir kadın olarak ne olduğunuzu keşfetmeniz, nelere sahip olduğunuzu farketmeniz ve kendinizi dosdoğru tanımlayabilmeniz mümkün müdür?
Ne yazık ki hayır!.
Ne yazık ki modaya ve modacılara köle olmuş bir zihniyet ile kendinizi doğru olarak tanımanız ve yine doğru olarak tammlayabilmeniz mümkün değildir. Çünkü onlar size bu fırsatı vermiyorlar.
Çünkü onlar sizleri kendi heveslerine, kendi isteklerine göre tanımlıyorlar. Sizi nasıl görmek istiyorlarsa, sizi nasıl tanımlamak istiyorlarsa, sizi o kılığa sokup, o şekilde tanımlıyorlar.
Şöyle bir sarsın kendinizi!.
Başınızı sağa sola salhyarak uyanmaya çalışın!.. Sonra bir boy aynasının karşısına geçerek, çağdaş erkek zihniyetinin sizi hangi kılığa soktuğunu ve size kadınlık adına, nelerinizi dikkate alarak değer verdiğini anlamaya çalışın.
Evet, cevaplandırın bu soruyu!.
Çağdaş erkek zihniyetinin en değerli gördüğü kadınları gözünüzün önüne getirin. Bu kadınlan en değerli konuma getiren şeylerin ne olduğunu düşünmeye çalışın. Bu sorunun iki kelimelik bir cevabı vardır. Güzellik ve cömertlik!.
Vücudu güzel olan ve bu güzelliğini cömertçe erkeklere sunan kadınlar, çağdaş anlayışa göre en değerli ve en makbul kadınlardır!.
Sizi tanımlayan ve size değer veren çağdaş zihniyetin, sizleri neyinize göre tanımladığını ve neyinize göre değer verdiğini anladınız mı? Ve razı mısınız buna?
Sizleri etinize butunuza göre değerlendiren bu zihniyete karşı bir isyanınız, bir başkaldırınız yok mu? Yoksa siz,
siz gerçekten böyle misiniz? Etinize butunuza göre mi bir değer, bir anlam, bir kişilik kazanıyorsunuz?
Oysa, fiziki yapısıyla, gençliğiyle, dinçliğiyle değer kazanan atlardan, ineklerden, koyunlardan farklı değerlendirilmeniz, farklı değerlere sahip olmanız gerekmez mi?
Bütün bu sorulann cevabını erkeklere bıraktığınız zaman, çağdaş erkek zihniyeti sizleri cinsel bir obje olarak görmeye ve bu şekilde tanımlamaya devam edecektir. Çünkü bu erkeklerin hayvani duyguları, sizleri böyle görmek ve böyle tanımlamak istemektedirler. Ne var ki sizlere reva gördükleri bu yaklaşımı, kendilerine reva görmezler!. Kendilerini etleriyle butlarıyla değil, yetenek ve özellikleriyle tanımlarlar.
Bir araba lastiğinin önünde slip kilotla durarak lastik reklamı yapmayı onur kinci telakki ederler. Kendileri için onur kırıcı olan bu eylemi, sizler için bir değer vesilesi olarak empoze ederler!.
O halde meseleyi kendinize, kendi temiz dünyanıza göre değerlendirmeniz ve bu temiz dünyanızda karşılaştığınız değerlerle, kendinizi değerlendirmeniz, bu değerlerle kendinizi tanımlamanız gerekmez mi?
Bir kadın olarak kendinizin nasıl görülmesini, hal ve hareketlerinizin nasıl yorumlanmasını istiyorsunuz?
Kılık ve kıyafetiyle bedenini teşhir eden, karşı tarafın dikkatini bacaklarına ve göğüslerine çeken bir kadın, kendisini doğru bir tanımlama şekline mi yönelmiştir?
Erkeklerin karşısına oturduktan sonra eteğini biraz yukarı çekerek bacaklarını teşhir eden ve kendisini bu bacaklar ile tanımlamaya çalışan kadının basitliğini, utanmazlığını görmüyor musunuz?
Peki bu eteğin elle yukarı çekilmesi ile, terziye ölçü verilirken yukan çekilmesi arasında Önemli bir fark var mıdır? Her iki yaklaşımda da basitlik, her iki yaklaşımda da utanmazlık yok mudur?
İnsanın kimük ve kişiliğine değer katan unsurlar, bacaklar ve göğüsler midir?
Kendisini etiyle, vücuduyla tanımlamak İsteyen ve erkekler nezdinde değer kazanabilmek için bu organiannı ön plana çıkaran kadınlar, kimlik ve kişilik yoksunu birer zavallı değil midir?
Anlamıyor musunuz, anlamıyor musunuz bütün bunları!.
Oysa yegane hak din olan İslam, sizleri böyle görmüyor, böyle görmek istemiyor. Sizleri bacaklanniza veya göğüslerinize göre değil, sahip olduğunuz insani değerlere göre tanımlıyor. Sizleri açık, apaçık bir şekilde görmek isteyen hayvani erkek zihniyetini dikkate alarak, bacaklarınızı, göğüslerinizi ve başlarınızı örtün diyor. Bacaklarınızı ve göğüslerinizi açarak, birbirinizle bacak ve göğüs yarışı yapmayın, etinizle butunuzla yanşarak, kimlik ve kişilik kazanmaya çalışmayın diyor. İnsani ve İslami değerlere sahip çıkın, bu değerler istikametinde yansın, bu değerlerle değer kazanın, kimlik ve kişiliğinizi bu değerlerle oluşturun diyor.
Asil ve onurlu bir kimlik kazanmak isteyen tüm hanımefendilere soruyoruz, lütfen, lütfen cevap veriniz.
Sizleri postu yüzülmüş koyun gibi görmek isteyen deyuslar mı doğru söylüyor?
Yoksa İslam mı?
Evlilik ve aile meselesi, evli veya bekar bütün müslümanların ilgi duydukları bir mesele olmasına rağmen, geniş bir düzlemde ve rahatlıkla konuşulan bir mesele değildir. Bu durumun önemli bir nedeni, evlilik ve aile meselelerinin özellikle bizim insanlarımızca genel olarak mahrem kabu! edilmesidir. Mahremiyet anlayışındaki bu katılık, konuşulması ve açıklanması gereken meselelere de yansımaktadır. Geleneksel kültürden kaynaklanan bu olumsuz katılığı, vahiy adına tasvip edebilmemiz tabi ki mümkün değildir. Çünkü evlilik ve aile yaşantısıyla ilgili olarak gerçekten mahrem oian ve konuşulmasında hayır olmayan meseleler olmasına karşın, insanlarımızın bizatihi yaşadıkları birçok sorunlan İslam'a göre konuşmamızda bir engel olmadığı gibi, evlilik ve aileyle ilgili bu sorunların tartışılması, sebeb ve sonuçlarıyla ortaya konulması İslami bir gerekliliktir.
Yaşadığımız coğrafyada evli olmalarına rağmen, evlilik ve aile konusunda pek konuşmak istemeyen büyük bir çoğunluk, genel olarak çaresizlikten ve umudsuzluktan kaynaklanan bir sessizliği tercih etmektedirler. Evlilik ve aile meselesinde ufak veya büyük bazı problemleri, bazı dertleri yaşayan bu insanlar, yine de bu problemlerinin, bu dertlerinin konuşulmasını istemezler. Bu önemli konuda dertli olmalarına rağmen dertlerini gizleyen ve “Derdimi deşmeyin” diyen insanlar, genel olarak dermandan umudunu yitiren insanlardır. Tabi ki bunun önemli bir nedeni, yaşanılan bu dertlerin, genel olarak yaygınlaşan dertler olması ve birçok ailede ortak olarak bulunmasıdır. Dolayısıyla “Kelin merhemi olsa, önce kendi başına sürer” diyen bu insanlar, karşılaştıkları birçok insanda aynı kellik sorununu gördükleri için, o insanlarla kellik sorunlarını konuşmaya ve onlardan bir çözüm beklemeye hiç gerek duymamaktadırlar.
Günümüz müslümanlarına pratikte örnek olabilecek evlilikler, yaşadığımız çağda ne yazık ki çok azdır: Müslümanlar için pratikte örnek alınabilecek evliliklerin genel olarak geçmişte, ibret alınabilecek evliliklerin ise günümüzde gerçekleşmesi, tabi ki gözardı edemeyeceğimiz bazı önemli sorunların bulunduğuna işaret etmektedir.
Evlilik ve aile hususundaki İslami ideallerimizle, yaşanan realitenin birçok boyutta çatışması, meselenin güncel vehametini göstermektedir. Bu vahim meseleye toplumsal beklentilerle yaklaşmak, çözümü toplumdan beklemek, tabi ki sonuçsuz kalacaktır. Yaşadığımız coğrafyada evlilik ve aile meselesinde sorunlarını çözümleyen nadide müslümanlar, bu sorunlarını genel olarak kendi bünyelerinde çözümledikleri için, benzer sorunlan yaşayan diğer müslümanların da, bu çözümlemeye öncelikle kendi bünyelerinde başlamaları gerekecektir.
Konuyla ilgili meselelere başlıklar halinde kısaca değinmemiz, umud ederiz ki hangi konularda yanılgıya düşüldüğüne, hangi konularda geri kalındığına veya hangi konularda haddi aşıldığına kısmi bir açıklık getirebilecek ve bazı sorunların çözümüne ışık tutabilecektir.
Evliliğe hazırlık denildiği zaman, genel olarak kızların çeyiz hazırlaması, erkeklerin ise iş güç sahibi olmalan anlaşılmaktadır. Oysa hazırlıktan kastedilen şeyler yalnız bunlar olsaydı, bunları hazırlayan kız ve erkekler evliliğe hazırlanmış olup, evliliklerinin daha ilk dönemlerinde bazı önemli problemlerle karşılaşmazlardı. Ancak evliliğin ilk dönemlerinde karşılaşılan bu gibi problemler, eşlerin evliliğe yeterince hazırlanmadıklarını göstermektedir.
O halde evliliğe hazırlıktan neyi anlamamız gerekir?
Bu beklentiler hiç şüphesiz ki sadece çeyiz veya iş güç değildir, evliliğe hazırlıktan kastedilen ve kastedilmesi gereken en önemli şey, evliliğe eşlerin hazırlanmasıdır. Evlenecek olan erkek veya kadınların, evliliğe eşyalarını değil, öncelikle ve Özellikle kendilerini hazırlamalandır. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'in çeyiz olarak bir entari, bir kova ve içi izhır denilen kokulu ot ile doldurulmuş bir yastık verdiği pak kızı Hz. Fatıma validemiz, evliliğe bu çeyizini değil, kendisini hazırlamıştı!.
Peki bu hazırlık nasıl olacaktır?
Bu hazırlığın en kısa ifadesi evlenecek olan erkeğin veya kadının, birbirlerinin haklı beklentilerini ve aile sorumluluklarını karşılayabilecek bir duruma gelmeleridir. Bu haklı beklentiler nedir veya ne olmalıdır sorulan ise, İslami ölçüleri dikkate alan erkek veya kadın bütün müslümanlarca cevaplanabilen sorulardır. Nitekim bu müslümanlara “Evlilik sonrası haklı beklentiler ne olmalıdır?” sorusunu yönelttiğiniz zaman, bu soruya verilen cevaplar, genel olarak doğru ve güzel cevaplardır. İşte evliliğe hazırlık demek, evlenecek olan eşlerin belli bir seviyeye gelmeleri ve birbirlerinin haklı beklentilerini karşılayabilecekleri kimlik ve kişiliğe ulaşmalan demektir.
Ancak bu nasıl olacak ve bu hazırlığa kimler, nereden başlayacaktır?
Bu sorunun en kısa cevabı, bu hazırlığa kişilerin kendilerinden başlamalarıdır. Müslüman erkeklerin, kendilerini mutlu edecek müslüman kadın aramaktan önce, müslüman bir kadını mutlu edebilecek müslüman erkek kimliğini kendilerinde aramalan, bu kimlik ve kişiliği öncelikle kendilerinde oluştun ilandır. Aynı şeyi müslüman kadınlar için de söylememiz mümkündür. Müslüman kadınların da, kendilerini mutlu edebilecek müslüman erkek aramadan önce, müslüman bir erkeği mutlu edebilecek kimliği kendilerinde aramalan, bu güzide kimlik ve kişiliği öncelikle kendilerinde oluşturmaları gerekmektedir.
Meselenin kendimizle ilgili yönünü gerçekleştirmeden beklemek veya bu beklentiler istikametinde bazı araştırmalarda bulunmak, bizleri beklediğimizle karşılaştırmayacaktır.
Müslüman erkeklerin, beklentilerine karşılık verebilecek müslüman kadın aramaları; müslüman kadınların, umduklarını bulabilecekleri müslüman erkek aramaları, boş ve anlamsız arayışlar olacaktır. Çünkü bir erkek veya bir kadın olarak aranabilecek bir kimlikte değilsek, aranabilecek bir kimliği bulmamız da mümkün olmayacaktır.
Hem nerede bulacağız ki?
Aradığımızı göklerde değil, yerlerde aradığımıza göre, aranan şeyin yerlerde olması, benlerde, senlerde, bizlerde bulunması gerekmez mi?
Birbirimizde olmayan bir şeyi, birbirimizde nasıl bulabileceğiz:.
Oysa beklentilerimizi karşılayacak müslüman bir kadını veya müslüman bir erkeği dış dünyada aramak yerine; müslüman bir kadının veya müslüman bir erkeğin beklentilerini bulabileceği bir kimliği iç dünyamızda aramak, bu kimliği bulmak ve bu kimliği yeşertmek, birbirimizde aradıklarımızı bulabilmemiz için çok olumlu bir adım olacaktır.
İslam'ın nuruyla aydınlanan bir müslüman kendi nefsi için istediğini, öncelikle kardeşinin nefsi için de isteyen bir müslümandır. Meseleye bu duyarlılıkla yaklaşıldığı zaman, müslümanın aile yapısına yönelişi; kendi nefsini mutlu etmekten önce, evlendiği veya evleneceği müslümam mutlu edebilmeyi amaçlayan bir yöneliş olacaktır. Nitekim böylesi müslümanlarda (salt olarak bencilliği ifade eden) “Beklediğimi bulabilecek miyim?” endişesinden önce, “Evleneceğim müslümanın beklentisini karşılayabilecek miyim?” endişesine yer verilmektedir. Çünkü hesap gününde alacaklı değil, borçlu durumuna düşmekten korkan bir müslüman için, haklı olarak beklenmesi gereken şeyleri karşı tarafa verememek, karşı taraftan bekleneni bulamamaktan çok daha vahim bir hadisedir.
Meseleye bu bilinçle yaklaşılması, güzeli arayan çirkin olmak yerine, aranan bir güzel olmaya çalışılması, aradıklarımızı bulabilmemiz için hayırlı ve gerçek bir adım olacaktır. Çünkü aradığımız kimliği bulabilmemiz, aranan bir kimlik olmamızla mümkündür.
Netice olarak güzel bir mü'min, güzel bir mümine aramak için değil, öncelikle güzel olmak için mücadele vermeliyiz. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın huzurunda toplanacağımız günde, o müthiş hesap gününde, eşleri güzel olanlar değil, Öncelikle kendileri güzel olanlar, eşleri tarafından hoşnut edilenler değil, öncelikle Allah rızası için eşlerini hoşnut edenler kurtuluşa ereceklerdir.
İslam evlilik meselesinde müslümanlara tam manasıyla muhayyerlik vermemiş, “İsteyen, istediği ile evlensin” diyerek, müslümanları bu önemli konuda başıboş bırakmamıştır. Bu konuda helal ve haramlarla birlikte, teşvik ve tavsiye hükümleri de bulunmaktadır. Müslümanların kimlerle evlenip, kimlerle evlenilemeyeceğine dair Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ayet-i kerimelerden bazılan şunlardır.
“Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir cariye, -hoşunuza gitse de- müşrik, bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de, iman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir köle, -hoşunuza gitse de-müşrik bir erkekden daha hayırlıdır. Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izni ile cennete ve mağfirete çağınr. O, insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler” .[27]
“Kadınlardan babalarınızın nikahladıklarını nikahlanmayın. Ancak (cahiliyyede) geçen geçmiştir. Çünkü bu, 'çirkin bir hayasızlık' ve 'öfke duyulan bir iğrençliktir'. Ne kötü bir yoldu o!.” “Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, hz kardeşlerin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt hz kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemisseniz, size bir sakınca yoktur, sizin sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve ila kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı Ancak (cahüiyyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” [28]
“Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı (Kendilerine) Kitab verilenlerin yemeği size helal sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü'minlerden özgür ve iffetli kadınlar ik sizden önce (kendilerine) Kitab verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz takdirde- size (helal kılındı) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğrayanlardır.” [29]
“Zina eden erkek, zina eden ya da müşrik olan bir kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden bir kadım da, zina eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikahlayamaz. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.” [30]
“Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara; iyi ve temiz kadınlar, iyi ve temiz erkeklere; iyi ve temiz erkekler, iyi ve temiz kadınlara (yaraşır). Bunlar, onların demekte olduklarından uzaktırlar. Bunlar için bir bağışlanma ve kerim (üstün) bir nzık vardır.” [31]
Müslümanlann evlenecekleri eşleri seçme veya seçebilme insiyatifleri, yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz bu hükümler çerçevesinde kalan bir insiyatiftir. Resululiah (s.a.v.)'in konuyla ilgili hadis-i şerifleri de, yine müslümanlar tarafından dikkate alınması gereken hadis-i şeriflerdir.
Mesela Buharı ve Müslim'de rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resululiah (s.a.v.), kadının dört şey (Malı, soyu ve şerefi, güzelliği ve dindarlığı) için nikahlanacağını belirtip, dindar olanın tercih edilmesini tavsiye etmiştir. İbn-i Mace'de ise aynı konuda şu hadis zikredilmektedir.
Kadınlarla güzellikleri için evlenmeyiniz. Çünkü umulur ki güzellikleri kendilerini felakete götürsün. Malları için de evlenmeyiniz. Çünkü umulur ki malları onlan bastan çıkarsın. Fakat onlarla din(leri) için evleniniz. Allah'a yemin ederim ki, siyah, kulağı delik ve dindar bir cariye (diğerlerinden) daha faziletlidir.
Bu hadis-i şerifte kendilerini felakete götürecek bir güzelliğe, baştan çıkarmaya götürecek bir mala sahip olan kadınlar, güzelliğe veya mala sahip olmalarına rağmen dindar olmayan kadınlardır. Nitekim kendilerini güzelliğin ve malın fitnesinden koruyabilecek dini vasıflara sahip olmadıkları için, istenmese de bir felakete gidebilecekleri ve baştan çıkacakları umulmakta veya beklenmektedir.
Konuyla ilgili olarak zikrettiğimiz ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde dikkate almamız gereken diğer bir husus; kadın erkek ayırımı yapılmadan bütün emir, nehiy veya teşviklerin genele şamil kılınamayacağıdır. Mesela müslüman erkeklerin Ehl-i Kitap'tan kız alabileceklerini beyan eden [32] ayet-i kerimesi, bu izini kadın erkek bütün müslümanlara değil, sadece erkek müslümanlara vermektedir. Tabi ki bu durumun, kendi şartlarında gözlemleyebileceğimiz hikmetli nedenleri bulunmaktadır.
Aile reisinin erkek olması ve ailedeki yaptırım gücünün erkekte bulunması, böylesi evliliklerde aileye vaziyet etme noktasında erkek için bir avantaj olurken, kadın için dezavantaj olacaktır. Dirayetli müslüman bir erkek Ehl-i Kîtnp'tan bir kızla evlendiği zaman, aileye vaziyet etme noktasındaki bu avantajını kullanabilecek ve dolayısıyle kendi dinini koruyabildiği gibi, Ehl-i Kitap'tan olan eşinin de bazı hayırlara ulaşmasına vesile olabilecektir. Tabi ki bu olumlu durum, Ehl-i Kitap'tan bir erkekle evlenmeye kalkışan müslüman bir kadın için söz konusu değildir. Ehl-i Kitap'tan bir erkekle evlenen kadın, kocasında Ehl-i Kitab'ın şu vasfını, şu arzusunu görecektir.
“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki Kuşkusuz doğru yol Allah'ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tutkularına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” [33]
Ehl-i Kitap erkeğin bu arzusu, zamanımızda dini bir istek olarak değil, bir hayat görüşü ve bu görüşün paralelindeki tavırlar olarak karşısına çıkacaktır. “Şunu şöyle yapalım, bunu böyle yapalım!.” şeklindeki istekler, aile içindeki erkeğin avantajlı durumuyla ağırlık kazanacak ve yaptırım gücü bulunmayan kadını çaresizlik içinde bırakabilecektir.
Aileye vaziyet etme ve yaptırım gücü noktasında erkeğe nazaran dezavantajlı bir durumda bulunan müslüman bir kadının, böyle bir duruma düşmemesi ve bu dezavantajını bir avantaj durumuna getirebilmesi, kendisinden daha dindar olan müslüman bir erkekle evlenmesine bağlıdır.
Herhangi bir erkeğe zenginliği veya güzelliği için talip olmak, müslüman kadınlar için oldukça sakıncalı bir durumdur. Çünkü aile reisliğine sahip olan müslüman erkeklerin bile sadece zenginlik ve güzellik için yapacakları evlilikten sakındınlmalan, aile reisliğini ellerinde bulundurmayan ve bulundurmayacak olan müslüman kadınlar açısından çok daha vahim bir sakındırma olarak algılanmalıdır.
Ehl-i Kitab'ın günümüzde yeniden tanımlanması ise dikkate alınması gereken diğer bir husustur. Ehl-i Kitab'ın en kısa tarifi, kendilerine semavi bir Kitab verilen insanlardır. Ehl-i Kitab'ın Kur'an-ı Kerim'deki ıstılahı manası ise kendilerine semavi bir Kitab verilmesine ve hak bir din vazedilmesine rağmen, dinlerinin gereğini yapmayan ve dinlerini tahrif eden kimseler topluluğudur.
Eh Kitab'ın bu tanımını dikkate aldığımız zaman, günümüzde Ehl-i Kitab ifadesiyle kastedilen zümrenin, sadece Yahudiler veya Hıristiyanlar olmadığını anlayabiliriz. Çünkü kendilerii Kur'an-ı Kerim verilmesine ve kendilerini İslam'a nisbet etmelerine rağmen, halleriyle, yaşantılarıyla, akideleriyle müşriklerden bir farkı olmayan, bid'at ve hurafelerle dinierini tahrif eden kimseler, Ehl-i Kitaptan farklı kimseler değildir.
Dolayısıyla mü'mine bacılarımızın ve bu bacılanmızın velileri olan müslüman anne ve babaların bu hususa önemle dikkat etmeleri, iş, güç, güzellik veya makam gibi sebeblerle kendilerini ve kızlarını ateşe sürüklememeleri gerekir. Anne babaların bu konudaki sorumluluklarıyla ilgili olarak Efendimiz şöyle buyurmaktadır.
“Dininden ve ahlakından razı olduğunuz bir kimse kızınıza talip çıkarsa, kızınızı ona nikah ediniz. Eğer yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve fesad olur.”
Resulullah (s.a.v.)'e “Ey Allah'ın Resulü.. Eğer fakirse ne olacak?” diye sorduklarında Resulullah (s.a.v.) üç defa tekrar ederek “Dîninden ve ahlakından razı olduğunuz birisi kızınıza talip olarak gelirse, kızınızı onunla evlendiriniz” buyurdu.
Kızlarının dünyada ve ahir tte hayırlarla karşılaşmasım dileyen bütün anne babaların Tirmizi'de rivayet edilen bu hadis-i şerif-i dikkate almalan, dünyaca fakir olmasına rağmen din ve ahiak boyutunda zengin olan müslüman bir genç, kızlarına talip olduğu zaman, bu olaya olumlu bakmaları ve kararı, kızlarına bırakmaları gerekir.
Tevhidi düşünceyle karşılaşan ve İslam gerçeğini kavrayan bazı bacılanmız, anne babaya itaat adı altında mal veya makam sahibi cahillerle evlenebilmektedirler. Oysa mü'mine bir bacının, öncelikle ve özellikle bu konudaki Allah'ın hükümlerini dikkate alması ve anne babaya itaatin, Allah'ın hükümlerine rağmen bir itaat olmadığını bilmesi gerekir.
Bizler hangi mü'mine bacımızın, hangi durumlara, ne kadar dayanabileceğini bilemeyiz. Dolayısıyla bu konuda bizleri değil, durumlarına şahit olan ve durumlarını hakkıyle bilen Allah (c.c.)'ı dikkate alarak, anne babalarına bu durumlarını rahmetli bir üslupla izah etmeleri ve cahili evliliklerden güçleri nisbetince sakınmaları gerekecektir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in erkeklere hitaben söylediği “Allah'a yemin ederim ki, siyah, kulağı delik ve dindar bir cariye (diğerlerinden) daha faziletlidir,” buyruğunun kendileri için de geçerli olduğunu bilmeleri ve kendilerine talip olan müslüman bir erkekte illa güzellik veya zenginliği aramamaları gerekir. Çünkü mü'mine bir kız için en hayırlı evlilik, işi veya makamı ne olursa olsun kendisinden daha dindar, daha muttaki müslüman bir erkekle yapacağı evliliktir. Bu şekilde gerçekleştireceği evlilik bazı dünyevi sıkıntılarla içice gözükse dahi, sabır ve kanaat hasleti ile bu sıkıntılar tamamen ortadan kalkabilecek ve evliliğin uhrevi neticesi, ebedi hayır ve rahmetle sonuçlanabilecektir.
Evlenecek olan kadın ve erkek arasındaki kültür farklılıkları ise, dikkate alınması gereken bir diğer husustur.
Çünkü eşler arasındaki bu kültür farklılıkları, bazı durumlarda önemli sorunlara neden olabilmektedir.Müslüman eşler için sorun olabilen bu kültür vakıası,hiç şüphesiz ki İslamı kültürden ziyade yaşanılan çevreden ve günümüzdeki eğitim sistemlerinden kaynaklanan kültür vakıasıdır.
İslami kültür, şu veya bu şekilde eşlerin birbirlerine nakletmeleri gereken ve nakledebilecekleri bir kültür olmasına rağmen;okul ve eğitim süresince kazanılan kültür, eşlerin birbirlerine nakledebilecekleri veya nakletmeleri gereken kültür değildir.
Böylesi kültür farklılıklarının sorun olması, edenilen kültürden ziyade, tarafların bu kültür vakıasına yaklaşım ve yorumlamalarından kaynaklanmaktadır. Daha açık bir ifadeyle eşler arasındaki bu kültür farklılığının sorun olması veya olmaması, eşlerin bu kültür farklılığına bakışı ve önemseyişiyle ilgili bir meseledir. Mesela bu kültüre sahip olan ve önem veren bir insan,bu kültüre sahip olmamakla beraber önem de vermeyen diğer bir insanla hayatını birleştirdiği zaman;eşler arasındaki bu kültür farkı ve bu kültür farkının eşlere göre farklı yorumlanması, çok ciddi sorunlara neden olabilmektedir.
Bu sorun en sağlıklı çözüm, kaldırılması veya eşitlenmesi mümkün olmayan bu kültür vakıasını, büyütmekten ve küçültmekten sakınarak doğru bir yere oturtmak, kendi yerinde ve kendi yeri kadar doğru bir değerlendirmeye tabi tutmaktır. Bu değerlendirme şöyle veya böyle olmalıdır demek,yani üçüncü veya dördüncü şahıslara söz hakkı vermek, eşler arasındaki bu sorunu çözümlemeyecektir. Burada önemli olan evlenecek olan eşlerin, bu kültür vakıasını ortak bir değerlendirmeye tabi tutabilmeleridir. Bu tanım ve değerlendirmede herhangi bir sorunla karşılaşmadan meseleyi ortak değerlendirebiliyorlarsa, evlendikleri zamanda bir sorunla karşılaşmayacakları umud edilebilir.
Tabi ki burada önemli olan, evlilik öncesi ve evlilik sonrası yaklaşımlarda bir değişiklik olmamasıdır. Daha açık bir ifadeyle, eşlerin evlelik öncesi tanışmalarda birbirlerine münafık gibi değil, apaçık bir sadelikle ve dürüslükle yaklaşmalarıdır. Üzerimize diktireceğimiz herhangi bir elbisenin ölçüsünü verirken nasıl ki karnımızı içimize çekip,omuzlarımızı kaldıramayacağımıza göre, nasıl isek öyle görünmemiz,
Hem karşı tarafa açık bir dürüstlük ve hem de aile yaşantımız için bizlere bir rahatlık olacaktır.
Hepimizin bildiği gibi İslami bir aile öncelikle iki şahıstan, bir mü’min ve bir mü’mineden meydana gelmektedir. Ailenin kimliği, bu iki kimliğin ortak bir yansımasıdır. Şayet bu iki kimlikte yeterli bir netlik yok ise, bu kimliklerin ortaklaşa oluşturacakları aile yapısında da netlik olmayacaktır. Aile için önemli olan ve sadece İslami vasıflarla çözümlenebilecek olan bu kimlik meselesiyle birlikte, aile yapısındaki hukuk meselesi de adil bir düzlemde ele alınması gereken bir diğer meseledir.
“Aile yapısındaki hukuk ne olmalıdır?” sorusuna getirilen çözümler, beşeri zihniyetlerin sık sık tartıştıkları ve karşı cinslerin birbirlerini devamlı itham ettikleri çözümlerdir. Erkek veya kadın asabiyetinin etkisiyle şekillenen bu gibi beşeri çözümler, hiçbir zaman erkeklerin ve kadınların ortaklaşa kabul edebilecekleri istikrarlı çözümler olmayacaktır.
Allah'a inanan ve Allah'ın hükümlerine teslim olan müslümanlar için, muhkem ayet-i kerimeler çerçevesinde belirlenen aile hukuku, tartışılmadan kabul edilebilecek adil bir hukuktur. Nitekim Kur'an-ı Kerim’e iman eden müslümanlar olarak “Aile yapısındaki hukuk ne olmalıdır?” sorusuna yine Kur'an-ı Kerim'den cevap verecek ve konuyla ilgili ayet-i kerimelere kısaca açıklık getireceğiz.
Tevhid dini olan İslam, aile yapısında da tevhide yani birliğe önem vermektedir. Yola çıkıldığında dahi, yola çıkan müslümanların aralarından birisim imam seçmelerim emreden İslam, bir ömür boyu sürecek aile yaşantısında da anarşiyi önlemek ve düzenli bir istikran sağlamak için aile reisliğini esas almakta ve bu reisliği erkeğe vermektedir.
“Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde 'sorumlu yöneticilerdir'. İyi kadınlar gönülden (Allah'a) itaat edenler, Allah, (onları ve haklarını) nasıl korudu görünmeyeni koruyanlardır...” [34]
Ailenin geçim ihtiyacını karşılama ödeviyle birlikte aile reisliği kendisine verilen erkek, bu reislikte başı boş bırakılsaydı, hiç şüphesiz ki bu adil bir aile reisliği değil, zalim bir aile diktatörlüğü olurdu. Ancak alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) erkeği bu konuda başı boş bırakmamış, ailesine nasıl ve ne şekilde davranacağım açık hükümlerle kendisine beyan etmiştir. Bu hükümleri dikkate alan aile reisine, yani erkeğe karşı kadınların görevi ise yukardaki ayet-i kerimede zikredildiği gibi gönülden itaat etmeleridir. Allah'ın hükümleri istikametinde hareket eden peygamberlere veya emir sahiplerine itaat etmek, nasıl ki Allah'a itaat etmek ise, İlahi ölçüleri dikkate alan müslüman kocaya, Allah'ın emri gereği itaat etmek de, gerçek düzlemde kocaya değil, Allah'a itaat etmektir.
Nitekim Allah'ın emri üzere Adem (a.s.)'a secde eden melekler, gerçek düzlemde Adem (a.s.)'a değil Allah'ın emrine boyun eğmişler ve Allah'ın emrine itaat etmişlerdir. Dolayısıyla mümine bir kadın için müslüman bir kocaya itaat etmek eylemi, Allah'ın hükmüne itaat etmek bilinciyle mutmainlik kazanan kalbi bir eylemdir. Gönülden yapılması gereken bu itaatin olmaması veya bu konuda kalplerin kayması durumuna, şanı yüce Rabbimiz peygamber hanımlanndan örnek vermiş ve neticenin ne olacağını, yine kendilerine bildirmiştir.
“Hani peygamber, eşlerinden bazılarına gizli bir söz söylemişti Derken o (eşlerinden biri), bunu haber verip Allah da ona bunu açığa vurunca, o da (Peygamber) bir kısmını açıklamış bir kısmım (söylemekten) vazgeçmişti. Sonunda ona kendisi haberi verince (eşi) demişti ki Bunu sana kim haber verdi? O da Bana bilen, (her şeyden) haberdar olan (Allah) haber verdi demişti. “Eğer sizler (peygamberin iki eşi) Allah'a tebe ederseniz (ne güzel); çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah, onun mevlasıdır; Cibril de ve mü'minlerin salih olanları da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.” “Belki onun Rabbi, eğer o sizi boşayacak olursa ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı müslüman, mü'min, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dul ve bakire eşler verir.” [35]
Resulullah (s.a.v.)'i ve onun pak zevcelerini muhatap alan bu ayet-i kerimeler, hiç şüphesiz ki Efendimiz (s.a.v.)'i kendilerine örnek alan günümüz müslümanlarını ve bu müslümanların hanımlannı da muhatap almaktadır. İlahi hukuku gözeten müslüman bir kocaya karşı gelen kadınlar, Allah'ın, meleklerin, Cebrail'in ve salih müminlerin kocasına destek vereceklerini bilmeleri ve bu tavırlarından vazgeçmezlerse kendilerini boşayacak olan kocalanna, Allah'ın onlardan daha hayırlı eşler verebileceğini dikkate almaları gerekir.
Böylesi durumlarda meseleyi “Kocamdan ayrılırsam ne olur?” sorusuna göre değil, “Allah'tan, meleklerden, Cebrail'den, salih müminlerden ve kocamdan ayrthrsam ne olur?” sorusuna göre değerlendirmeleri gerekir. Çünkü böylesi bir aynlıkta Allah'ın, meleklerin ve salih mü'min-lerin kimden tarafa olacakları ayet-i kerimede beyan edilmektedir.
Aile yapısı içersinde itaat eden değil, itaat edilen merci olan erkeklerin durumu ise kadınlara nazaran çok daha zor, çok daha endişe verici bir durumdur. Çünkü kadınlar itaat hükmüyle mükellef tutulurken, bir yönetici durumunda olan erkekler, yönetimle ilgili diğer bütün hükümlerie mükellef olmaktadırlar. Müslüman bir erkeğin sağ eliyle yani meşru olarak sahip olduklarına güzellikle davranması, bir yönetici olarak dikkate alması gereken ilk hükümlerdendir.
“Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” [36]
Bir erkeğin ailesine güzellikle davranması demek, onların meşru ihtiyaçlarını karşılaması, onları hayra ve rahmete güzellikle davet etmesi demektir. Yoksa ailesini hoşnut etmek isteyen günümüzdeki bazı erkeklerin yaptıklan gibi ailesinin bütün nefsani isteklerini yerine getirmeye çalışmak değildir. Yönetici durumunda olan bütün müslümanların öncelikle İlahi hukuku, Allah ve Resulünü dikkate almaîan gerekir. Allah ve Resulünün isteklerini, eşlerinin ve çocukîannın isteklerinden önceye, çok çok önceye almaları ve nihai tercihlerini bu önceliğe göre yapmalıdırlar.
“De ki; Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıkhr topluluğuna hidayet vermez.” [37]
“Ey iman edenler, gerçek şu ki, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu halde onlardan sakının. Yine de affeder, (mizaçtan kaynaklanan bazı kusurlarını) hoş görür ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” [38]
İkinci ayet-i kerimedeki eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir lasını sizler için (birer) düşmandırlar., buyruğunu, eşlerimizin ve çocuklarımızın bir kısım isteklerinin, bilerek veya bilmeyerek yapılan düşmanca istekler olabileceği şeklinde de anlıyabiliriz. İlahi buyruk istikametinde bunlardan sakınmak ise, hiç şüphesiz ki İlahi ölçüleri dikkate alarak gerçekleşebilecektir. Doiayısıyle müslüman bir kadın olarak kocanızdan bir istekte bulunacağınız veya müslüman bir koca olarak kannızın bir isteğini yerine getireceğiniz zaman, mutlaka ve mutlaka İlahi ölçüleri dikkate almanız gerekmektedir.
Mesela Resulullah (s.a.v.) hanımlarının isteğini ve hoşnutluğunu dikkate alarak, bir rivayete göre bal yememek (diğer rivayete göre ise bir cariyesine yaklaşmamak) hususunda yemin etmişti. Bunun üzerine nazil olan ayet-i kerimelerde Efendimiz (s.a.v.) şöyle ikaz edilmektedir.
“Ey peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Allah'ın sana helal kıldıklarını niçin haram kılıyorsun? Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” “Allah, (böylesi) yeminlerinizin (keffaretle) çözülmesini size farz kıldı Allah sizin mevlanız (sahibiniz, yardımcınızdır. O bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.” [39]
Bu ayet-i kerimelerden hareket ederek, kendilerine herhangi bir helali haram kılan erkekleri eleştirmeye kalkışmayacağız. Çünkü eşlerinin hoşnutluğunu dileyerek bir helali değil, eşlerinin hoşnutluğu için farz olan cihadı terkeden binlerce erkekle(!) karşılaşıyoruz.
Peki, ne demeli bu şaşkınlara?
“Behey şaşkınlar! Neyi nerede arıyorsunuz? Lütfen istikametinizi değiştirin..” desek, olmaz, doğru anlaşılır!. O halde nasıl, nasıl kendilerine getirebiliriz bu şaşkınları!.
Oysa kendilerine erkek denilen bu aile reisleri şayet Allah'a ve Resulüne iman ediyorlarsa, kendilerini ve yakınlannı nefsi hoşnutluk ile cehenneme sürüklemekle değil, kendilerinin ve yakınlarının nefislerine hoş gelmese de ateşten korumakla mükelleftirler.
“Ey iman edenler, kendinizi ve yalanlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.” [40]
Ailesini, eşini ve çocuklarını seven, onları gerçekten seven müslüman bir erkek, gücü nisbetince onlan ateşten sakındıran, onlan hayra ve rahmete davet eden bir erkektir. Ailesini seven, dünyada be raber oldukları gibi ahirette de beraber olmak isteyen müslüman kadınlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Onlar da cennet arzusu İle kocalarını hayra davet edecekler ve kocalarının hayırlı davetlerine, yine cennet arzusuyla icabet edeceklerdir. Nitekim müslüman bir erkek için ailesine namazı emretmesi ve bunda kararlı olması, ailesinin hayır ve rahmetinde kararlı olması gibi asil bir davranıştır.
“Ehline (ümmetine) namazı emret ve onda kararlı davran. Biz senden nzık istemiyoruz, biz sana nzık vermekteyiz. Sonuç da takvanındır.” [41]
Hayra ve rahmete davetteki bu kararlılığı, karşı tarafa kesinkes dayatmalarda bulunmak şeklinde anlamamalıyız. Buradaki kararlılık, bazı yaptırımlardan ziyade davette kararlılıktır.
Şanı yüce Rabbimiz yerlere ve göklere isteyerek veya istemeyerek emrime gelin buyurmuş, yerler ve gökler de İsteyerek geldik şeklinde bir cevapla, bu davete icabet etmişlerdir. Ancak “İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin" şeklindeki bu davet, herhangi'bir muhayyerlikleri ve tercih haklan bulunmayan yerlere ve göklere yapılan bir davet şeklidir. İnsanlar ise Allah'a kulluk bazında belirli tercih hakianna sahiptirler. Dolayısıyla insanlara kulluk bazında götüreceğimiz bütün davetlerde, onların bu daveti, emrivaki olarak değil, öncelikle isteyerek icabet etmelerine önem vermeliyiz. Daveti götürdüğümüz karşı tarafın bir tercih hakkı olduğunu bilmeli, hayn ve rahmeti tercih edebilmeleri için bu daveti yumuşak bir üslupla ve hikmetli açıklamalarla götürmeliyiz. Muhatabımızı herhangi bir Rabbani fiile davet etmeden önce, bu fiilinin önemini, neden ve ne için yapılacağını, yapıldığı ve yapılmadığı zamanlar ne olacağını, neyi karşılaşılacağını yine muhc abamızın seviyesine göre anlaşılabilir örneklerle izah etmeliyiz.
İslam dininin asli meseleleriyle ilgili davetlerimize inadi olarak icabet edilmediği durumlarda dahi, onları her ne pahasına olursa olsun müsiümanlığa zorlamak değil, gerekirse bir erkek olarak boşama veya bir kadın olarak boşanmayı isteme hakkımız vardır. Kadınların boşama değil, boşanmayı isteme hakkı olması, kadınları çaresizlik içinde bırakacak bir eşitsizlik değildir. Çünkü aile yapısı içersinde kadın erkeğinden değii, erkek kadınından sorumludur. Dolayısıyla erkeğini hayra davet etmesine rağmen bu davetine icabet edilmeyen kadın, kendi kulluk farizasını yerine getirerek kurtuiuşa erebilir. Fakat aynı şey, kadınından sorumlu erkekler için geçerli değildir.
Yukarıda zikrettiğimiz boşama veya boşanmayı isteme hakkı, yine de çok ciddi durumlarda gündeme gelmesi gereken bir haktır. Çünkü boşanmak, bazı rivayetlerde bildirildiği gibi Allah'ın sevmediği bir helaldir. Nitekim birbirlerinde hoşlanmadıkları bazı kısmi şeylerle karşılaştıkları için yuvalarını yıkan, çocuklannı annesiz veya babasız bırakan kimseler, bilerek veya bilmeyerek büyük bir vebalin altına giren kimselerdir.
Oysa farklı özelliklere, birbirinden ayn huy ve mizaçlara sahip insanlar olarak, birbirimizde hoşlanmadığımız bazı durumlarla karşılaşabileceğimizi dikkate alan İlahi vahiy, bizlere böylesi durumlarda şu nasihati etmektedir.
“Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkışmanız size helal değildir. Apaçık olan 'çirkin bir hayasızlık' yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmını gidermeniz (kendinize almanız) için onlara baskı yapmanız da (helal değildir.) Onlarla güzellikle geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” [42]
Eşlerimizde hoşlanmadığımız bir şeyle karşılaştığımız zaman, bu şeyin bizler için hayır, çok çok hayır olması,
hoşlanmadığımız bu şeye Allah'ın nzasını gözeterek sabretmemize, affetmemize, hoşlanmadığımız bu şeyi, hoşgörmeye çalışmamıza bağlıdır. “Allah rızası için (Allah'ın affedebileceği bir şeyi) affeden, affedilecektir..” vaadini düşünmemiz bile, böyle bir durumda karşılaşacağımız ilk hayn görmemize vesile olabilecektir.
Ayet-i kerimede ayrıca “Onlarla güzellikle geçinin” buyurulmaktadır. Bu hayırlı davet, erkeklerle beraber kadınları da muhatap almakta, kadın ile erkek güzellikle geçinmeye davet edilmektedir. Biz müslümanlar için bunun en pratik yolu, eşlerimize bir mümin veya bir mü'mine olarak değer vermek ve onlara bu değere yakışan davranışlarda bulunmaktır. Mesela mümine bir bacımızla evli olan ti'n erkeklere sormak isteriz.
Nikahınız altındaki kadın, Resulullah (s.a.v.)'in bir kızı olsaydı, ona karşı haksız veya kaba davranabilir miydiniz? Haksız yere onu üzmenin, Efendimiz (s.a.v.)'i üzmek olacağını düşünüp, daha bir dikkatli, daha bir rahmetli yaklaşmaz mıydınız?
Bir müslüman olarak bu sorulara vereceğiniz cevaplar bellidir. Oysa mesele bu örnekten farklı bir mesele değildir. Nikahınız altındaki mü'mine bacımız, sadece kızlarına değil, ümmetine de aynı merhametle yaklaşacak olan Resulullah (s.a.v.)'in ümmetinden olup, alemlerin Rabbi olan Allah'ın kuludur. Daha açık bir ifadeyle babası peygamber değildir, peygamber değildir ama, Rabbi ve sahibi Allah'tır.
O halde Allah'ın bizlere nikah akdi ile emanet olarak verdiği kadınlarımızla ilgili olarak muazzam hesap gününde “Emanetime ne yaptınız? Nasıl davrandınız? Onları hangi durumda alıp, hangi durumlara getirdiniz?” sorulanyla karşılaştığımız zaman, mutmain bir kalp ile mutmain cevaplar verebilmemiz için, ne yapmamız ve onlara nasıl davranmamız gerektiği belli değil mi?
Kadınlarımızın da aynı ömeği kendi boyutlarından düşünmeleri, birer Hz. Fatıma olabilmeleri için, müslüman kocalanna Hz. Ali muamelesi yapmaları gerekmez mi? Kocaları Hz. Ali gibi olmasa da, kendileri Hz. Fatıma gibi olmak istemezler mi?
Aileyi münkerden menetme ve bu menetmede kararlı davranma meselesinde bir yaptırım olarak “Dayak var mıdır, yok mudur?” sorusu, müslümanlar arasında da tartışılan bir sorudur. Nitekim müslümanlar tarafından tanınan ve oldukça sevilen bir yazar, kadınlarla ilgili bir konferansa giderken “İslam'da kadını dövmek var mıdır?” sorusuyla karşılaşabileceğinden oldukça korktuğunu ifade etmektedir. Bu korkunun psikolojik nedeni, yazarın vermek istediği cevabı veremeyeceğinden duyduğu endişedir. Bu konudaki feminist baskıları dikkate alan yazar, “İslam'da kadını dövmek yoktur?” cevabını vermek istemesine rağmen, aşağıdaki aye-i kerime kendisini bundan engellemektedir.
“Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde 'sorumlu yöneticilerdir', İyi kadınlar gönülden (Allah'a) itaat edenler, -Allah, (onları ve haklarını) nasıl koruduysa görünmeyeni koruyanlardır. Başkatdırıp diretmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarda yalnız bırakın, (ya da hafifçe) döğün. Size itaat ederlerse, aleyHerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.” [43]
Daha sonra aynı yazar Tefsiru'l Mizan'ı okuduğunu ve bu müşkülünü Merhum Tebatebai'nin tefsirinde çözdüğünü (ki nasıl çözdüğüne de pek açıklık getirmiyor) belirterek “İslam'da kadını dövme yetkisi diye bir şey asla yoktur, işte bu kadar” diyebilmektedir!.
İslam adına konuşmalarına rağmen feminizmin veya İslam'a düşman olan mercilerin bu konudaki yoğun propagandalanndan etkilenerek, benzer ifadelerle bu görüşü destekleyen başka yazar ve düşünürler de bulunmaktadır.
Feminist baskıları veya kadını dövmekle ilgili yanlış uygulamaları dikkate alarak “İslam'da kadını dövmek yoktur” demek, açık bir cüretkarlıkla haddi aşmaktır. Kadını dövme hadisesinin cahili toplumlarda yaygınlaşan yanlış uygulamaları ayrı bir husus, İslam'da olup-olmaması ise apayrı bir husustur. Nisa suresinin 34, ayet-i kerimesi, müslümanların tevii ve tahrif etmeden kabullenmeleri gereken bir ayet-i kerimedir.
Meseleyi Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde değerlendirmemiz de, bu ayet-i kerimedeki apaçık manayı değiştirmeyecektir. Mesela Hz. Eyyub (a.s.) hastalığı döneminde hanımına bir nedenden ötürü' kızmış ve rivayetlere göre “İyileştiğim zaman sana kırk sopa vuracağım” diyerek yemin etmişti. Rivayetler Hz. Eyyub (a.s.)'ın iyileştikten sonra hanımına kırk sopa atacağına dair yemin ettiği için pişmanlık duyduğunu nakleder, “Yeminin gereğini yapayım mı, yoksa kefaretini ödeyip yapmayayım mı?” endişesini taşıyan Hz. Eyyub (a.s.)'a, Rahman olan Rabbimiz şöyle yol göstermektedir.,
“Ve elinle bir deste (sap) al, böylece onunki vur ve andım bozma. Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönetip dönen biriydi.” [44]
İslam'a göre kadını dövmek veya kadına vurmak caiz olmasaydı, şanı yüce Rabbimiz caiz olmayan bir amel için Hz. Eyyub (a.s.)'a yol gösterir miydi? Bu örneği Resulullah (s.a.v.)'e ve bütün müslümanlara verir miydi?
Daha önce de belirttiğimiz gibi müslümanın ettiği ve edeceği yeminier ile herhangi bir helal, haram olmayacağı gibi, herhangi bir haram da helal olmaz. Böylesi yeminler, kefaretle hemen bozulması gereken yeminlerdir. Dolayısıyla Hz. Eyyub (a.s.)'ın yemini, bozulması gereken böyle bir yemin değil, gereğinin yapılması gereken bir yemindir.
Meseleyi salt eylem olarak düşündüğümüz zaman, kadının dövülmesi hiç şüphesiz ki hoş bir şey değildir. Burada hoş olmayan şey, kadının dövülmesinden ziyade bir insanın dövülmesidir. Dövme ve dövülme hadisesinde kadın erkek ayırımı yapıp, "Erkeğin dövülmesi hoş fakat kadının dövülmesi hoş değildir" diyemeyiz. Bir insan olarak hem erkeğin ve hem de kadının dövülmesi hoş bir hadise değildir.
Ancak biliyor ve iman ediyoruz ki, dinimiz İslam'da gerekli görülen bazı durumlarda bir ceza, bir yaptırım olarak dövme hadisesi bulunmaktadır. Toplumsal disiplin için bazı durumlarda caiz ve gerekli görülen bu eylem, ailenin disiplini için de bazı özel durumlarda gerekli görülmekte ve erkeğe bu yetki verilmektedir. Dolayısıyla bu konudaki tartışmalanmızı “Dövmek var mıdır, yok mudur?” sorusu çerçevesinde değil, bu meselenin yanlış tatbikatleri üzerine yapmamız gerekir. Çünkü bu konuda karşılaşılan sorunlar, genel olarak gereksiz ve yanlış tatbikatlerden kaynaklanan sorunlardır.
Öncelikle şu hususun kavranması gerekir ki, İslam'a göre kadının eğitim ve terbiyesinde dayak esas alınmaz. Kadının eğitim ve terbiyesinde aile reisine, y^ni evin erkeğine emredilen öncelikli tavır, ailesine karşı güzellikle davranması, ailesini hayra ve rahmete en güzel bir biçimde davet etmesidir. Münkerden nehyetme meselesine de öncelikli yaklaşım bu şekildedir. Ancak bütün bu yaklaşımlara ve öğüt vermelere rağmen inadi bir azgınlıkta bulundukları veya müslüman bir erkeğin nikahmdaki kadına kesinlikle yakışmayacak bazı münkerieri işledikleri zaman, bir yaptı olarak yataklannda yalnız bırakılmalarına veya aşınya kaçmadan ve yüzlerine vurulmadan dövülmelerine izin verilmektedir.
Mesele bu noktaya geldiği zaman, bütün erkeklere altını çizerek şu hususu hatırlatmak isteriz ki, herhangi bir müslüman erkek zorunlu kaldığı durumlarda dahi karısını kendisinin menfaati veya maslahatı için değil, karısının menfaati veya maslahatı için döver. Karısını seven ve karısıyla cennette beraber olmak isteyen bir erkek, karısını cehenneme götürecek fiiiier karşısında geçit vermeyen bir dağ gibi durmasını bilen erkektir. Dolayısıyla kadınına vurması, dünyevi sebeblerin fevkinde uhrevi sebebler için olmalıdır. Yemeğin tuzu az olduğu veya karısında hoşlanmadığı bir şey gördüğü için karısını dövenler, hiç şüphesiz ki kadınlarına zulmeden zalimlerdir. Tabi ki kadınlarını başıboş bırakanlar, onların cehennemlik fiillerini görmemezlikten gelenler de aynı zalimlerdendir, Nitekim erkeğin acizliğinden dolayı yıkılan yuvalan veya kadının azgınlığı ile cehenneme doğru yol alan aileleri gördüğümüz zaman, aile reisi olan bu erkeklere bakıyor ve dilimizin ucuyla “Keşke gerektiği zaman karısını dövebilseydi, keşke bu çareyi de deneseydi!.” diyoruz.
Netice olarak kadını dövmek, aklen ve ruhen sağlıklı hiçbir erkeğin veya kadının hoşlanacağı bir şey değildir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi İslam'da bu hüküm ve bu hükmün hikmetli bir yeri vardır. Bizlere düşen örev, hoşlanmadığımız bu ey; lemden sakınmaya ve karşı tarafı da sakındırmaya çalışmamızdır. Böyle bir duruma düşmekten sakınan Resulullah (s.a.v.) bu hadiseyi hiç yaşamamış, hiçbir hanımına bir fiske dahi vurmamıştır. Nitekim bazı hanım münevverlerimiz Resulullah (s.a.v.)'in hiçbir hanımına bir fiske dahi vurmadığını belirterek, erkek müslümanlan böyle bir tavıra davet etmektedirler. Bize göre bu davet, tek taraflı olduğu için hayra ve rahmete vesile olabilecek bir davet değildir, Çünkü Resulullah (s.a.v.) ile ilgili olarak karşılaştığımız örnekte, hanımlarına bir fiske dahi vurmayan Resulullah (s.a.v.) ile birlikte,kendilerine bir fiske dahi vurdurmayan, vurdurmaya gerek göstermeyen peygamber hanımları, annelerimiz vardı.
Her iki tarafın da örnek alınması gerekmez mi?
Bu başiığı zamanımız müslümanlarına gerekli olduğu için değil, üzerinde çok tartışılan ve özellikle İslam düşmanı merciler tarafından sık sık suistimai edilen bir mesele olduğu için açıyoruz. Bu konuyla ilgili daha önceki bir yazımızdan da alıntılar yaparak, bu meseleyi kendi tabiatına ve kendi ortamına göre kısaca değerlendireceğiz.
İslam'a göre çok evlilik meselesi, müslümanlar arasında dahi yeterince açıklık kazanan bir mesele değildir. Meselenin günümüz cahili toplumlanndaki pratiği ve yansıması ile gerçek İslam'ın hakim olduğu toplumlardaki pratiği ve yansıması hiç şüphesiz ki birbirinden farklı olacaktır. Dolayısıyla meseleyi öncelikle İslam'ın hakim olduğu toplumlara göre değerlendirecek ve bu İslam toplumlarındaki pratiğine açıklık getirmeye çalışacağız.
Çok evlilik meselesini İslami toplumda ve İslami ölçülere göre kadın ve erkek boyutundan ayn ayrı değerlendirdiğimiz zaman, birden fazla evliliği genel olarak iki ayn başlıkta ele alabiliriz..
Bunlardan birincisi dünyevi sıkıntıları gidermek, fıtri ihtiyaçları karşılamak ve sosyal problemleri halletmek için yapılan çok evliliklerdir. Savaş, ölüm veya belli bir sayısal dengesi olmayan doğum gibi nedenlerle erkeklerin kadınlara nazaran az olduğu dönemlerde (ki genel olarak tarihin her döneminde ve günümüzde de durum aynıdır), kadınları gayrimeşru bir yola itmeden onlara meşru bir statü kazandıran bu hüküm, yeterince ve iki taraflı düşünüldüğü zaman erkeklerden ziyade kadınların maslahatını gözeten bir hükümdür. Yaşanması zorunlu olmayan, tarafların kendi tercihleriyle gerçekleşen bu çok evliliklerde, kadınlardan ziyade erkeklerin sorumlulukları artmaktadır.
Karşılaşılan sosyal problemleri, fıtri İhtiyaçlan veya dünyevi sıkıntıları çözümlemek için yapılacak olan bu gibi evliliklerde gerek duyulabilecek maddi potansiyelin kadında veya erkekte bulunması ve ayrıca erkeğin adil olması gerekmektedir. Çünkü konuyla ilgili ayet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır.
“Eğer yetim (kız)lar konusunda adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda, size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikalılayın. Şayet, adalet yapamıyacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş) ya da sağ ellerinizin malik olduğu (cariye) ile (yetinin). Bu sapmamanıza daha yakındır.” [45]
Bu ayet-i kerimedeki İlahi vahyin öngördüğü ve teşvik ettiği adalet vasfı, gücü nisbetince adil olmaya cehdeden ve bu cehdi ile zulümden uzaklaşıp, adalete yaklaşabilen müslümanların vasfıdır. Çünkü hiçbir müslümanın en ufak bir zulümden dahi müstağni olan adil bir kimliğe tam manasıyla ulaşabilmesi mümkün değildir. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerimede bu durum dikkate alınmakta ve müslümanlara şu nasihat yapılmaktadır.
“Kadınlar arasında adaleti sağlamaya -ne kadar özen gösterseniz de güç yetiremezsiniz. Öyleyse, büsbütün (birine) eğilim (sevgi ve ilgi) gösterip de öbürünü askıdaymış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” [46]
Dünyevi sıkıntıları gidermek, fıtri ihtiyaçları karşılamak ve sosyal problemleri halletmek için yapılan bu gibi çok evliliklerde; bir hanımının şer'i ihtiyaçlarını karşılarken zorlanan bir erkeğin, ihtiyaç sahibi ikinci bir hanımı alması, bu sosyal dertlerin çözümlenmesi değil daha da büyütülmesidir. Dolayısıyla ihtiyaç sahibi mü'mine bir kadını nikahlama sorumluluğu, adil olmak veya adil olmaya çalışmak vasfıyla birlikte bu kadının ihtiyaçlarını giderebilecek güçte olan müminlerin öncelikli sorumluluğudur. Daha açık ve genel bir ifadeyle, evliliğe neden olan beklentilerin, söz konusu evlilikte karşılığını bulabilecek beklentiler olması gerekmektedir.
İkinci başlıkta ele alacağımız çok evlilikler ise, dünyevi ihtiyaçların veya fıtri beklentilerin fevkinde, İsîami hareketin maslahatı için yapılan çok evliliklerdir. Efendimiz (s.a.v.)'in sosyal kariyeri bulunan veya kişisel özellikleri yüksek olan annelerimizle evliliği, bu başlığa örnek gösterebileceğimiz evliliklerdir. Bu evliliklerde İslami hareketin maslahatına öncelik verilmekte ve buna paralel olarak kadın dünyasıyla ilgili birçok boşluklar, diğer kadınlara örnek olabilecek yetkinlikteki böylesi mü'minelerin yetiştirilmesiy-le doldurulmaktadır. Nitekim hem kendi çağdaşlarının ve hem de günümüz kadınlarının birçok sorusuna cevap veren ve bütün müslüman kadınlara örnek olan annelerimiz, Resulullah (s.a.v.)'e eş olan, kendi kişisel gayretleriyle beraber Efendimiz (s.a.v.)'in kutlu öğretisiyle bu aşamaya yükselen annelcrimizdir.
İslami hareketin maslahatıyla ilgili olan bu evliliklerde, maddi konumdan ziyade ilim ve kişisel özellikler esas alınmaktadır. Dolayısıyie bu gaye ile yapılabilen çok evlilikler, özellikle ilmi yetkinlikteki dava adamlarının ve bazı konumlara talip olmakla birlikte, bunun gereğini de yapabilecek hasletlere sahip olan mü'minelerin gerçekleştirebildikleri evliliklerdir. İslami düzlemde ve İslami gayelerle yapılan bu evlilikler ile, kadın ve erkek dünyaları arasında ciddi ve bilinçli köprüler kurulabilmektedir. Yaş durumunun pek önemsenmediği veya ön plana çıkarılmadığı bu gibi evliliklerde, hanımından daha yaşlı bir müminin veya kocasından daha yaşlı bir mü'minenin uzun yıllar yaşayarak ve düşünerek kazandığı olgunluk, kendileriyle evlenen gençlere ve dolasıyla genç nesillere daha aktif ve daha pratik bir yolla intikal edebilmektedir.
Günümüzdeki anlayışlara göre yukarıdaki ifadelerin anlaşılabilmesi ve toplumsal yaşantıda yerine oturtulabilmesi tabi ki mümkün değildir. Fakat bu ifadeler anlaşılsın veya anlaşılmasın, müsiüman toplumbilimciler tarafından dikkate alınsın veya alınmasın özellikle asr-i saadet döneminde açıkça müşahade edilen bu toplumsal gerçeklikleri tekzip edecek değiliz.
Çünkü asr-ı saadet döneminde, günümüzde olduğu gibi kadın dünyası ile erkek dünyası arasında önemli bir yabancılaşma ve gençlerin dünyası ile yaşlılann dünyası arasında kutuplaşmaya varan bir uzaklaşma yoktu. Toplumsal ahengi ve toplumsal olgunluğu engelleyen bu gibi olumsuzlukların olmayışında ise, yukarıda anlatmaya çalıştığımız yönelişlerin önemli bir etkisi bulunmaktadır. Genelde değil, özelde dikkate alınması gereken ve yetkin insanlarca özelde dikkate alınan bu gibi yönelişlerin rahmeti, sonuç olarak özelle birlikte genele de yansıyan rahmetlerdir.
Çok evlilikle ilgili olarak kısaca ifade ettiğimiz bu değerlendirmeler, meselenin başında da belirttiğimiz gibi çok evliliğin İslami düzlemde değerlendirilmesidir. Günümüz toplumunda ise yaşanan şartiar ve anlayışlar oldukça farklıdır. Hiç şüphesiz ki bir müsiüman olarak bu farklılıkları ileri sürerek “Birden fazla evlilik hükmü neshedilmiştir veya birden fazla evlenmek haramdır” diyemeyiz.
Ancak söz konusu farklılıklar, mutiaka ve mutlaka dikkate alınması gereken farklılıklardır. Dolayısıyie böylesi evliliklere niyet eden ve bunu gerçekleştirmek isteyen kimselerin; iyimser temennileri veya nefsi temayülleri bir kenara bırakarak yukarıda belirttiğimiz hususlarla birlikte içinde yaşadığımız cahili toplumun yadırgayıcı baskısını da dikkate almaları ve karşılaşabilecekleri sorunların üstesinden gelip-gelemeyeceklerini gerçekçi olarak tesbit etmeleri gerekir. Kaldı ki İslam'a göre çok evlilik, müslümanların teşvik edildikleri bir eylem değildir. Yukanda zikrettiğimiz ayet-i kerimeden de anlaşılacağı gibi, müslümanlar adalete daha yakın olan tek evliliğe teşvik edilmektedirler.
İslam'daki çok evlilikten ziyade bizatihi İslam'ı yadırgayan ve her fırsatta “İslam gelirse, erkekleriniz üç-dört evlilik yapabilecek!” diyerek kadınları İslam aleyhine kışkırtmaya çalışan küfür odaklan ise küfrün tabiatında bulunan sahtekarlığı yaşamaktadırlar. Satılmış sanatkarlarca kaleme alman yazılarda “Erkek iki-üç kadın alabilir. Ama kadın iki-üç koca alamaz. Bu nasıl eşitlik?” sorusunu devamlı gündemde tutan resmi ideoloji, günümüzdeki uygulaması ile acaba kadınlara ve erkeklere eşit mi davranıyor?
Resmi uygulamaya göre kadınlar ve erkekler sadece bir evli mi?
Hepsi birden ağzını açacak ve hepsi birden “Tabi ki bir evli!.” diyeceklerdir.
Peki, şu Genelevler kimlerin hizmetinde!. Resmi olarak bir evli gözüken T.C’nin erkek vatandaşları, kapılarından istedikleri zaman girecekleri resmi veya gayriresmi Genelevler ile, tuttukları garsoniyerler ile üç-beş evli olmuyorlar mı?
Kadın erkek eşitliğini savunanlara soruyoruz, bu nasıl eşitlik? Resmi ideoloji, kendisini benimseyen kadın vatandaşlarına da bu hizmeti neden götürmüyor?
Diyelim ki götüremiyorsunuz!. O halde sadece erkeklere açık olan ve erkekleri birden fazla evli durumuna getiren Genelevlerini de kapatmanız gerekmez mi?
Kapatmanız gerekir, gerekir ama, siz kapatmazsınız. Çünkü ahlaki değil ekonomik nedenlerle iki-üç evliliğe karşı çıkan sizler, evlenmeden, kadınların geçimini ve sorumluluğunu üzerinize almadan, yüzlerce kadından, yüzlerce kızdan faydalanmak isteyen namussuzlarsınız!. İhtiyaç içersindeki bir kadını nikahınıza alıp, onun geçimini tek başınıza karşılamak erkekliği yoktur sizlerde. Sizlerin eline düşen böyle bir kadının aç kalmaması ve kamını doyurabilmesi için, sizlerden birisine değil, hepinize karılık yapması ve hepinizi memnun etmesi gerekir.
Cevap verin beyler!. İslam'daki çok evlilik hadisesi mi yadırganacak bir şey, yoksa sizlerin bu iğrenç uygulamalarınız mı?
Garsoniyerlerde metres hayatı yaşayan, erkekler arasında paslaşılan, düştükleri genelevlerde binlerce erkeğin maskarası olan kadınlara mı acımak gerekir, yoksa,
İslam toplumundaki bir müslümana kendi isteği ile ikinci hanım olup, tertemiz bir yaşantı süren kadınlara mı?
Aile yapısında iş bölümü demek, bir ailede yapılması gereken bütün işlerin, bir pasta gibi ortadan ikiye bölünmesi, erkek ile kadının aynı işleri, aynı oranda yapmaya çalışması demek değildir, Kadın erkek eşitliğini savunan bazı merciler, bu çarpık eşitlik anlayışının bir uzantısı olarak kadın ve erkeği çalışma hayatına birlikte davet etmektedirler. “Hayat müşterektir” tezi ile kadın ve erkeği çalışma hayatına sürükleyen bu kimseler, kadını ve erkeği müşterek kullanmak isteyen kapitalistlerdir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi İslami bir aile öncelikle iki şahıstan, bir mümin ve bir mü'mineden meydana gelmektedir. Ailenin kimliği, bu iki kimliğin ortak bir yansımasıdır. Şayet bu iki kimlikte yeterli bir netlik yok ise, bu kimiiklerin ortaklaşa oluşturacaktan aile yapısında da netlik olmayacaktır.
Aile bireylerini tanımlarken, kadını dikkate almadan erkeği, erkeği dikkate almadan kadını tanımlamak, erkekten ve kadından oluşan aileleri ahenkli bir uyuma değil, çelişkili bunalımlara sürükleyecektir. Müslüman bir erkek veya müslüman bir kadın kendisini tanımlarken, kendisine yaşamda ve aile yapısında bir yer verirken, mutlaka ve mutlaka kendisiyle birlikte karşı cinsi de dikkate alması gerekir. Meseleye iki yönlü yaklaşılacak ancak fiiliyat noktasında öncelikle kendilerine düşeni yapacaklar, pratiğe kendi nefislerinden başlayacaklardır. “Kocam şöyle davranmıyor veya kanm böyle yapmıyor..” demezden önce, bir kadın ve bir koca olarak öncelikle kendi üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir.
Müslüman bir ailede iş bölümü demek, yapılacak işlere bu bilinçle yaklaşılması, kadın ve erkeğin kendi üzerlerine düşen görevi bu bilinçle tesbit etmeleri demektir. Nitekim kadın ve erkek ayrımını dikkate alan ve kadına özel bir değer veren İlahi vahye göre bu iş bölümünün en genel tasnifi, evle ilgili günlük işleri kadın üstlenirken, sokakla ilgili işleri erkeğin üstlenmesidir. Tüm ailesinin geçimini tedarik etmekle yükümlü olan erkek, bu geçimi helalinden temin etmekle ve ailesine helal yidirmekle mükelleftir. Helal ve haram hükümleriyle kendisinin de mükellef olduğu kadın ise aynı ölçülere riayet ederek ev işlerini yürütmek ve kocasının hakkını korumakla yükümlüdür.
İstisnai durumlar hariç oimak üzere genel olarak bu çerçevede yapılan iş böiümü, müslüman kadın ve erkeğin ibadet telakkisi ile yerine getirmeleri gereken bir iş bölümüdür. Genel hatlarını İslam'ın belirlediği bu iş bölümünde, erkek ile kadının kesinlikle birbirlerini rencide etmemeleri ve birbirlerini minnet altında bırakmamaları gerekir. Ailesinin geçimini kendileri temin ettikleri için bunu bir üstünlük vesilesi kabul edenler ve bu üstünlük kompleksi ile ailelerini hor görüp, onlara aşağılayıcı söz söyleyenler, kulluk şuurundan uzaklaşmış zavallı erkeklerdir. Çünkü kulluk şuurundaki mü'min bir erkek, bu görevi kendisine ailesinin değil Allah'ın verdiğini bilerek, ailesinin geçimini kendisine farz olan bir ibadet gibi yerine getirir. Allah rızası için yerine getirilen bu ibadet ise kulların başına kakılacak, onlan töhmet akında bırakacak bir eylem değildir.
Aynı şeyleri müslüman kadınlar için de söylememiz mümkündür. Onlar da ev işlerini yaparlarken, kocalarının hakkını gözetirlerken, çocuklanna bakarlarken, bütün bunları bir ibadet bilinciyle yerine getirmelidirler. Kendilerine kocalarının değil İslam'ın yüklediği bu işleri yaparlarken devamlı sızlanan ve şikayetlerde bulunan kadınlar, kendilerine farz olan namazdan sızlanan ve şikayetlerde bulunan şaşkınlar gibidirler!. Oysa Allah rızasını gözeterek çamaşır veya bulaşık yıkamak ile Allah'ın rızasını gözeterek namaz kılmak arasında, ibadi düzlemde önemli bir fark yoktur. Allah rızası için yapıian bütün eylemler, karşılığı ecir olan birer ibadet olmaktadır.
Aile içersindeki iş bölümünden kaynaklanan bazı ihtilaflar, genel olarak tarafların birbirlerini ve birbirlerinin yaptıkları işleri küçümsemesinden kaynaklanmaktadır. Taraflar birbirlerinin yaptıkları işe bakarak “Sen ne yapıyorsun ki!” dedikleri zaman, ihtilaf ve huzursuzluklar başlamakta ve her iki taraf da kendilerinin daha çok iş yaptıklarını iddia etmeye başlamaktadırlar. Erkek eve geldiği zaman bütün gün yaptığı işlerden uzun uzun şikayet etmekte, kadın ise maksatlı olarak akşama ertelediği bazı işleri yapmaya çalışırken “Sen ne diyorsun! Bak benim işim hala bitmedi, hala çalışıyorum..” diyerek, kocasına baskın çıkmaya çalışmaktadır.
Oysa böyle mi olmalıdır?
Müslüman ailelerin geceleri bu telaş, bu dır dır ile mi geçmelidir?
Halbuki birbirlerine ve birbirlerinin yaptıkları işlere saygı duydukları zaman, yukarıdaki tablo tam manasıyla değişecektir. Evin hanımı işlerini gündüzden bitirecek, kocasını gülen bir ev ve gülen bir yüz ile karşılayacak, hanımını ev işlerini yaparken görmese de evin o hale kendiliğinden gelmediği bilen erkek hanımına minnettarlıkla selam verecek, kocasını çalışırken görmese de, kocasının elindeki filenin kendiliğinden dolmadığını biien hanım aynı minnettarlık ile selama mukabele edecek ve bu bilinçli saygı ile birbirlerine yaklaşan eşler, huzur ve rahmet dolu bir gece geçireceklerdir.
Böylesi daha iyi değil mi?
Havva validemizin, Adem (a.s.)'dan yaratılmış olması oldukça düşündürücüdür.
Neden Adem (a.s.)'dan yaratıldı?
Şanı yüce Rabbimiz Adem (a.s.)'ı yarattığı gibi, Havva validemizi de neden müstakil olarak yaratmadı?
Tabi ki birçok hınmetleri olmasına rağmen, bizlerin yeterince anlayamadığı, yeterince cevaplayamadığı sorulardır bunlar!.
Acaba kadın ve erkeğin birbirlerine olan fıtri ihtiyaçlarında, birbirlerine olan arzularında, birbirleri için vazgeçilmez oluşlarında, aynı vücuttan yaratılmalarının bir ilgisi var mıdır?
“Yoktur” diyemiyoruz.
Çünkü kavuşmanın anlamlı sevincini, ayrılığın anlamlı acısını yaşayanlar bileceğine göre, bir “Acaba?” sorusu düşüyor zihnimize ve “Acaba, kadın ve erkeğin oldukça anlamlı olan birleşmeleri, aynı vücuttan anlamlı ayrılmalarından mı kaynaklanıyor?” diyoruz.
Meseleyi bir erkek olarak değerlendirdiğimizde ve kendimizde gözlemlediğimizde, herşeyimizin değil, fakat fıtri olan bazı şeylerimizin eksikliğini ve bu eksikliğin boşluğunu hissediyoruz. Bir ve tamam, tastamam olmanın verdiği mutmainliği ve rahatlığı değil, eksikliğin ve boşluğun verdiği rahatsızlığı hissediyoruz bu yönlerimizde. Bilinmeyen veya bize yabancı olan bir şeyin yokluğunu değil, sanki bildiğimiz ve bizlere hiç yabancı olmayan bir şeyin yokluğunu yaşıyoruz, tek ayakla doğan, iki ayakla hiç yaşamamış olan birisinin hissettiği gibi bir boşluk değil de; senelerce iki ayakla yaşayıp, bir ayagınt kaybeden kimsenin hissettiği türden bir boşluğu, bir ayak boşluğunu yaşıyoruz sanki!.
Fıtri yaratılışımızın bir yönünde hissettiğimiz bu boşluğu doiduracak olan şeyin ise, ne kadar kamil, ne kadar iyi, ne kadar güzel olursa olsun herhangi bir erkekte değil, kadında, kadının fıtri yapısında olduğunu bilircesine hissediyoruz.
Erkeklerin fıtri olarak yaşadığı bu boşluğu, sadece cinsi içgüdülerle açıklayanlar, meselenin insani derinliğini algılayamayanlardır. Bu boşluğu cinsi içgüdülerle yorumlayan ve cinsi ilişkiler ile giderebileceklerini zanneden bu kimseler, ne yazık ki bedbaht kalmaya mahkum olan kimselerdir. Çünkü örnek olarak verdiğimiz bu boşluk, kadına cinsi bir meta gibi bakarak, sadece cinsel ilişkiler esnasında giderilebilecek bir boşluk değildir. Sadece cinsel ilişkiler ile yaşamlanndaki bu boşluğu gidermeye çalışan erkeklerin, ne imkanları ve ne de cinsi güçleri buna yeterli olabilecektir, Böylesi zihniyete sahip olanlar, kadını belli vakitlerde ellerine alabilecekleri bir baston şeklinde görenlerdir. İlişki vakitleri dışında yine aynı boşluğu yaşıyacaklar ve çözümü farklı bastonlarda görerek, farklı kadınlara yöneleceklerdir. Netice olarak sadece cinsel ilişkiler ile gideremeyecekleri bu boşluk, onları belki de erkeklere yöneltecek ve bu cinsi sapıklık içinde mahvedecektir.
Oysa sağlıklı bütün erkeklerin yaşadığı bu fıtri boşluk, sedef kakmalı da olsa bazı bastonlarla veya baston anlayışıyla giderilebilecek bir boşluk değildir. Ayrıca sözünü ettiğimiz bu boşluk, bilinçli erkeklerin sadece günün muayyen vakitlerinde gidermek istediği bir boşluk da değildir. Severek ve sevilerek beraber olacakları kadının, seven bir gönül ve seven bir can ile doldurabilecekleri bir boşluktur. Onlardan bir parça ve onlarla bir bütün olabilecek olan bu can, yürürken, otururken, yatarken kısacası yaşarken onlarla birlikte olacaktır. Bu birliğe yeterince ulaşan herhangi bir erkek, bu birliği çoğul olan “Biz” kelimesiyle değil, tekil olan “Ben” kelimesiyle ifade edecektir. “Ben” derken hem kendisini ve hem de kendisiyle bir olan, birlikte yaşayan, birlikte soluyan hanımını kastedecektir.
Erkekler boyutundan ifade ettiğimiz bu bütüncül yaklaşımı, aynı şekilde kadınlar boyutundan da ifade edebiliriz. Kadınlar da bazı yönlerinde hissettikleri fıtri boşluklan, ancak böylesi bütüncül yaklaşımlarla giderebilirler. Çünkü erkeğin bu anlamda kadınla bütünleşmesi, bir ve beraber . olması, erkek için ne kadar önemli ve gerekli ise, kadınlar' için de aynı önem ve gereğe sahiptir.
Netice olarak kadın ve erkeği, birlikten ayrılığa, ayrılıktan birliğe uzanan yolculuğun, birbirlerine muhtaç yolcuları olarak görüyoruz. Bu yolculukta biriik ve bütünlüğe varanlar, meseleye sadece erkeksi asabiyetle yaklaşanlar olmayacağı gibi, feministler de olmayacaktır. Hiç şüphesiz ki kadın ve erkeği birbirinden müstakil veya birbirinden müstağni olarak değerlendiren bütün zihniyetler, bütün izmler, fıtri kanunların yargısına boyun eğmek zorunda kalacaklardır. Çünkü kadın ve erkek, bir bütünün şekilde farklı, anlamda aynı olan iki yarısı gibidir. Nitekim birlik ve bütünlüğün mutmainliğini yaşayabilmek için birbirine muhtaç olan bu iki yan, ancak ve ancak İslam'ın rahmet gölgesinde bu anlamlı ve kalıcı beraberliğe ulaşabileceklerdir.
İşte bu beraberlikteki cinsel ilişki, kısmi bir birlikteliğin sınırlı bir ifadesi değil, bütün bir yaşamlannı birleştiren ve ahirette de beraber olmayı gözeten eşler arasındaki psikolojik bütünlüğün fiziki bir ifadesidir.
Takva adına bu ilişkiyi ciddi bir görev gibi yapanlar, bu konuda eşlerine ve kendilerine zulmetmektedirler. Çünkü eşler arasındaki cinsel ilişki, arzunun ve sevginin verdiği rahatlık ile yaşanabilecek tabi bir olaydır. Cinsel ilişkiyle ilgili Kuran ve sünnette beyan edilen bazı prensiplere dikkat edilmesi, bu ilişkiyi resmi veya ciddi bir formalite durumuna getirmez. Mesela Kur'an-ı Kerim'de konuyla ilgili şu ayet-i kerimeler zikredilmektedir.,
“Sana 'kadınların aybaşı halini' sorarlar. De ki: O, bir rahatsızlık (eza) dır. Aybaşı halinde kadınlardan ayrılın ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Eğer temizlenirlerse, Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever. “Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için (güzel şeyler) takdim edin. Allah'tan da korkup-sakının ve bilin ki elbette O'na kavuşucusunuz. îman edenlere müjde ver.” [47]
Cinsel ilişkiyle ilgili bu ve buna benzer ayet-i kerimeler, hiç şüphesiz ki evli olan bütün müslümanların dikkate almaları gereken ayet-i kerimelerdir. Hadis-i şeriflerle de açıklık kazanan bu gibi ayet-i kerimeler, belli hudutlar dahilinde müslümanlara geniş ve rahat bir cinsel ilişki sahası bırakmaktadır. “Kadınlarınız sizin tarkınızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın”. buyruğunda kadının, ekildiği zaman mahsul verebilecek olan tarlaya benzetilmesi, toprağın değerini bilenler için elbetteki kadını küçültücü bir örnek değildir. Ayrıca tarla örneğinin verilmesindeki diğer neden ise kadınlarla yegane birleşme mahallinin, ekildiği zaman mahsul verme özelliğine sahip olan kadınlık organı olduğuna işaret edilmesidir. Nitekim Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin, buyruğu ile birleşme mahallinin bir olduğu zikredilmekte ve muhtelif hadis-i şeriflerde de anal seksin haram olduğu beyan edilmektedir.
Müslümanları cinsel hayat konusunda bilgilendirmek için Efendimiz (s.a.v.)'in özel hayatından örnekler vermek, sıhhat derecesini bilmediğimiz rivayetler ile “Şöyle şöyle yapmıştır..” demek, müslümanm edeb ve saygısına yakışmayacak davranışlardır. Çünkü bu konuyla ilgili olarak Re-sulullah (s.a.v.)'in ne yaptığını değil, müslümanian nelerden nehyettiğini bilmemiz gerekir. Bu nehiyler dikkate alındıktan sonra, müslümanların kendi düzlemlerinde rahat olan bir cinsel yaşantıları olabilecektir. Nitekim Kadınlarınız sîzin tarkınızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi vann.. buyruğu, müslüman eşlerin birbirlerine yaklaşımlarında ve bu, yaklaşım biçimlerinde geniş bir muhayyerlik veren buyruktur.
Netice olarak müslüman eşlerin belli hudutlara riayet ederek, karşılıklı anlayışa ve tanışıklığa dayanan sıcak bir ilişki düzlemi oluşturmaları gerekir. Bu ilişkilerde karşı cinsin tanınması, hassas bölgelerin ve hoşnut edici yaklaşımların bilinmesi bir gereklilik olduğu gibi, ilişkilerde bencil davranılmaması ise önemle üzerinde durulması gereken bir diğer husustur.
Yazmakta zorlandığımız ve tafsilata girmekten kaçındığımız bu meseleler, günümüzdeki birçok müslüman aile için gerçekten önemli meselelerdir. Çünkü bu gibi ailelerde karşılaşılan huzursuzluklann en önemli nedenlerinden birisi, cinsel ilişkilerdeki cehalettir. Dolayısıyla bu gibi ailelerin, kadın ve erkeğin biyolojik yapısıyla ve cinsel özellikleriyle ilgili bazı bilimsel kitaplan okumalan, birbirlerini tanımaları ve keşfedebilmeleri için birbirlerine yardımcı olmaları gerekir. Bütün bunlarla birlikte bencillikten uzak sıcak bir sevgiyi ve samimi bir rahatlığı esas alan cinsel ilişkiler, eşlerin birbirlerini daha çok sevmelerine ve' huzurlu bir aile ortamına kavuşmalarına vesile olabilecektir.
Kadınların tarihini, erkekler yazmıştır desek, herhalde mübalağalı bir ifade kullanmamış oluruz. Erkekler günümüze kadar kadınlar üzerinde gerçekten müessir olmuşlar, istedikleri konularda onlan onurlandırırken, istedikleri konularda da küçümseyebilmişlerdir. Bu erkeksi zihniyet, kadmlann en kutsal misyonu olan analık meselesine de aynı şekilde yaklaşmıştır.
Kaydadeğer bütün önemli eylemleri kendilerine layık gören erkek zihniyeti, ulaşamayacakları bu analık konumunu ne yazık ki küçümsemeyi yeğlemişlerdir. Nitekim hamile kalma, doğurma ve yetiştirme eylemlerini hayvanların dahi yaptığını belirterek, bu eylemleri insani değerlerden ayrı ve hatta aşağılayıcı eylemler olarak empoze etmişlerdir.
İnsanlar ile hayvanları böyle bir mantık ile mukayese eden ve benzer eylemleri aynı düzlemde değerlendiren zihniyet, hiç şüphesiz ki tartışılması gereken bir zihniyettir. Önce şu hususun açıklık kazanması gerekir ki, insanlardaki bazı eylemler, hayvanlarda olsa dahi, bu eylemler arasında önemli keyfiyet farklılıkları vardır. Bu keyfiyet farklılıkları olduğu sürece, insanlann eylemleri ile hayvanlann bu konudaki benzer eylemlerini aynı düzlemde değerlendirenleyiz.
Meseleye açıklık kazandırmak için, sadakattan örnek verebiliriz. Bilindiği gibi sadakat vasfı, insana değer kazandıran vasıflardan birisidir. Bu vasfın görünür düzlemde köpeklerde de olması, bu vasfın değerini düşürmez. Çünkü köpeklerdeki bu vasıf, herhangi bir gayeyi ve doğru ölçüleri gözeten bilinçli bir vasıf değildir. Dolayısıyla sahibinin kimliğini, kişiliğini bilmeden ona itaat eden, ona bağlı, kalan köpeğin bu vasıflarını, insani düzlemde değerli kabul ettiğimiz sadakat vasfıyla mukayese edemeyiz. Sadakat vasfını keyfiyet düzleminde güzelleştiren ölçüler, insani ve İslami düzlemde vazgeçilmez olan hak ölçülerdir. Bu ölçüleri gözardı ederek şeytana veya şeytanın dostlarına itaat eden kimseler, bu itaat ve bağlılıklanyla sadakatin görkemli zirvesine çıkmak yerine köpeklerin durumuna düşmektedirler. İşte sadece böylesi durumlarda, bu kişiler ile hayvanları mukayese etmemiz ve İlahi vahyin ifadesiyle “Bu kişilerin hayvanlar gibi ve hatta hayvanlardan daha aşağı derecelerde olduklarını..” söylememiz doğr u olur.
Analık vasfını da, kısaca belirttiğimiz bu örnek istika metinde değerlendirmemiz gerekir. İslami ve insani düzlemde değerli kabul edilen analık, hiç şüphesiz ki çocuğunu doğurduktan sonra cami kapısına bırakan veya üç-beş kuruş karşılığında satan kadınların analığı(!) değildir!. İslami ve insani düzlemde değerli kabul edilen analık, çocukla emzirmesi için yaratılan göğüslerini bir seks ve güzellik organı kabul ederek, göğüslerinin bozulmaması için çocuğunu ana sütünden mahrum eden ve tüm inekleri, yetiştirdikleri neslin “Süt annesi” durumuna getiren şaşkınlar da değildir!.
Daha önce de belirttiğimiz gibi bir çocuğun doğurulması, bakılması ve yetiştirilmesi, İslam'a göre bütün insanlığın doğurulması, bakılması ve yetiştirilmesi gibi önemli, çok önemli bir eylemdir. Bu yüce eylemi, bu yüce bilinçle yerine getiren kadın, İslam'ın analık makamına layık gördüğü kadındır.
İslam'a göre salih evlada sahip olabilmek; bir aile için oldukça hayırlı bir lutuftur. Nitekim böyle bir lutufa ulaşabilmek için müslüman ailelerin yaptıklan dualar Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde beyan edilmekte ve zamanımızdaki anne babalara bir örnek olarak zikredilmektedir..
“Ve onlar: Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınhğı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahihlerine önder kıl, diyenlerdir.” [48]
“O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan da eşini var etti Onu (eşini) örtüpbürüyünce, o da bir yük yüklendi de bununla (bir süre) gezindi Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rabkri olan Allah'a dua ettiler: Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenden olacağız.” “Ama O, onlara salih verince, kendilerine verdiği şey konusunda O'na ortaklar hlmaya başladılar. Aüah, onların şirk koşmakta olduklarından yücedir.” [49]
Son ayet-i kerimedeki şirk vakıası, Allah'ın lutfu ve yaratmasıyla çocuk sahibi olan eşlerin, bu çocuğun yaratılmasında falanca babayı, filanca doktoru veya daha genel bir yaklaşımla kendilerini pay sahibi görmeleridir. Oysa herhangi bir çocuğun dünyaya gelmesinde birer vesile durumunda olan anne ve baba, birer vesile durumunda olan kendilerini de Allah'ın yarattığını idrak ederek, çocuğun yaratılması fiiline kendilerini ortak görmemeleri ve kendilerine salih bir çocuk armağan eden Allah (c.c.)'a yürekten şükretmeleri gerekirdi!,
Allah'a samimi dualarda bulunmalarına rağmen henüz çocuk sahibi olamayan müslüman eşlerin, tekkelere veya türbelere giderek adakta bulunmaları, şaşkınlıkla ve sapıklıkla izah edilebilecek bir yaklaşımdır. Dinimize göre bazı meşru dileklerin yerine gelebilmesi için adakta bulunmak elbetteki vardır. Ancak bu adak, hiçbir aracıya gerek duyulmaksızın Allah'a yapılabilecek bir adaktır. Dolayısıyla Allah'a dua ve adakta bulunmalarına rağmen henüz çocuk sahibi olamayan eşlerin, gerekli sağlık kontrollerini yaptırmaları ve sonuç ne çıkarsa çıksın yine de Allah'tan umud kesmemeleri, İslami bir yaklaşım olacaktır. Nitekim Hz. İbrahim ve Zekeriya (a.s.)'m çocukla ilgili dualanna çok ilerki yıllarda icabet edilmesi ve bütün bu süre boyunca Hz. İbrahim (a.s.)'ın Allah'tan umud kesmemiş olması, Allah'tan umud kesmemeleri gereken müslümanlar için açık bir örnektir. Kaldı ki çocuk sahibi olamama vakıası, müslümanlar için bu şekliyle de hayırlı olabilecek bir vakıadır. Çocuk sahibi olanlar, çocuklarıyla imtihan edilirken, çocuk sahibi olamayan eşler de bu duruma, bu yokluğa gösterecekleri sabır ve rıza ile imtihan olmaktadırlar.
Nüfus planlaması adına “Yapabildiğin kadar değil, bakabildiğin kadar çocuk yap” ifadesi veya buna tepki olarak söylenen “Bakabildiğin kadar değil, yapabildiğin kadar yap” gibi ifadeler, İslami bir bilinçle söylenecek ifadeler değildir. Müslümanların öncelikle “Çocuk yapmak” gibi nahoş ifadelerden sakınmaları gerekir. Çocukların ana rahimlerinde yaratılışına vesile olmaktan sakınıp-sakınmamak ise, müslüman eşlerin muhayyer oldukları bir meseledir. İçinde bulunduğumuz toplumsal durumdan ziyade kendi durumlarını dikkate alarak fazla çocuk sahibi olmak istemeyen eşler, azil veya insan sağlığına zarar vermeyecek yöntemlerle kendilerini sakındırabilirler.
Ancak bu gibi önlemler, Efendimiz (s.a.v.)'in de beyan ettiği gibi Allah'ın takdirini kesinlikle değiştirebilecek olan mutlak önlemler değildir. Dolayısıyla bu önlemleri almalarına rağmen hamile kalan müslüman hanımların,
bu hamileliği şeytandan değil, Allah (c.c.)'dan bilip, kürtaj gibi açık bir vahşetten sakınmaları gerekir. Çocukların öldürülmesi olayına şiddetle karşı çıkan İlahi vahiy, bu vahşetle ilgili olarak şu ayet-i kerimeleri zikretmektedir.
“De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram bldığını okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın, anne babaya iyilik edin, yoksuttuk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da nzıkkmnı Biz vermekteyiz-, çirkin kötülüklerin açığına da, gizli olanına da yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz.” [50]
“Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; onlara da, size de Biz nzık veririz. Şüphe yok, onlan öldürmek büyük bir hata (suç ve günah) dır.” [51]
Mekke dönemi müşriklerinin kız çocuklarını sadece yoksulluk endişesiyle değil, bir utanç olarak gördükleri için öldürdüklerini dikkate alırsak, bu ayet-i kerimelerin Mekke müşriklerinden ziyade çocuğa bakamama ve yoksulluk endişesiyle kürtaj yaptıran geçmiş ve günümüzdeki zalimleri de muhatap aldığını görebiliriz. İslami anlayışa göre doğan çocuklan diri diri toprağa gömmek ile ana rahimlerinde canlı bir duruma gelen çocuklan öldürmek arasında önemli bir fark yoktur, İlahi hesap gününde diri diri toprağa gömülen kızcağıza sorulacağı gibi, diri diri doktor klozetine atılan çocuklara da sorulabilecektir.
“Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” [52]
Allah'a ve ahiret gününe iman eden müslümanların şimdiye kadar cehaletle yaptırdıklan kürtaj var ise, Rahman olan Rabbimizin affedeceğini umarak tevbe etmeleri ve böylesi bir vahşete bir daha dönmemeleri gerekir.
Zamanımızdaki bazı müslümanlar arasında tartışma mevzuu olan “Müslüman bir kadın çocuğunu emziripemzirmemekte muhayyerdir!.” şeklindeki görüş ise, bizim anlayabildiğimiz bir görüş değildir!.
Çocuk doğduğu zaman İlahi hikmet gereği kimin göğüslerine süt geliyorsa, çocuğu öncelikle onun emzirmesi gerekmez mi?
Anayı ve analığı hakkıyle tanımlayan Kur'an-ı Kerim, kadının hamileliğini, doğum yapmasını ve çocuğunu emzirmesini hep birlikte zikretmektedir.
“Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikle) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır. Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip brk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda da salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip sana yöneldim ve gerçekten ben müslümaniardanım,” [53]
Çocuğun süt anne tarafından emzirilmesine cevaz veren aşağıdaki ayet-i kerime ise siyak ve sibakı dikkate alındığı zaman evli olan müslüman eşleri değil, talak hükmü ile birbirinden aynlan eşleri muhatap almaktadır.
“(Eşlerinden ayrıldıktan sonra) Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirkr. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği bilinen (örfle uygun olarak, Çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Kimseye güç yetirece-ğinin dışında (sorumluluk) teklif edilmez. Anne çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da, çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın; mirasçı üzerindeki (sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse, ikisi için de bir güçlük yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz, örfe uygun vereceğinizi ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur. Allah'tan korkup-sabnın ve bilin ki, Allah yapmakta olduklarınızı görendir.” [54]
Çocuğunu sevgiyle ve rahmetle emzirebilecek olan yegane varlık, bu çocuğun kendi annesidir. Nitekim önceki şeriatlarda süt analığının haram kılınmış olması, çocuklann anneleri dışındaki kimseler tarafından emzirilme vakıasına Rabbani düzlemde aynı fıtri gerçeklikten bakıldığına işaret etmektedir.
“Biz, daha önce ona süt analarını haram etmiştik (Kız kardeşi:) Ben, sizin adınıza onun bakımını yüklenecek ve ona öğüt verecek (veya eğitecek) bir aileyi size bildireyim mi? Dedi” [55]
Dolayısıyla süt annelik meselesini, zorunlu durumlarda baş vurabileceğimiz bir ruhsat şeklinde algılamamız ve Allah'ın verdiği ana sütünü, bu ana sütüne gerçekten muhtaç olan çocuklarımıza maddi pazarlıktan uzak bir sevgi ve bir rahmetle sunmamız gerekmez mi?
İnsanlar, kendiliğinden yetişecek, iyiliğe ve güzelliğe kendiliğinden meyledecek, kötülükten ve çirkinlikten kendiliğinden sakınacak, doğrunun doğruluğunu, yanlışın yanlışlığını kendiliğinden bilecek kimseler değildir.
Şayet böyle olsaydı, kendi hallerinde yetişmeye terkedilen bütün çocuklar, mümtaz birer insan olurlardı. Oysa terkedilen ve köprü altında yetişen çocukların böyle bir kimliğe değil, iyi kötü ayırımından uzak bir serkeşliğe düştüklerini görüyoruz. Gerçi köprü altında yaşayan bu çocuklar ile bir evin çatısı altında yaşamalarına rağmen kendileriyle ilgilenilmeyen çocukların da aynı istikamete yöneldiklerini görmek güç değildir.
Tabi ki şaşırtıcı bir durum değildir bu!.
İnsanın yaratılışıyla ve nefsi yapısıyla ilgili ayet-i kerimeleri dikkate aldığımız zaman, insanın iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik gibi iki ayn kutuba sahip olduğunu ve bu kutuplar arasında başıboş bırakılan insanlann, bencil ve nefse hoş gelen istekler ile kötülüğe meyledebileceğim anlayabiliriz.
“Gerçek şu ki, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı” .[56]
“Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsini de heva (istek ve tutkular)dan sakındırırsa (kurtuluş bulur),” [57]
“Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).” Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.” “Ve onu (isyanla, günahla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.” [58]
Bütün bunlan dikkate alarak çocukların terbiye edilmesi, çocukların kendi dünyalannda yalnız bırakılması veya onların her isteklerinin yerine getirilmesi değildir. Çocuk terbiyesinde sevgiyle birlikte disipline de yer verilmekte ve bazı yanlış isteklerin gerçekleşmemesi gerektiği veya meşru da olsa istenilen her şeyin gerçekleşmeyeceği çocuğa öğretilmektedir. Nitekim azgınlarla ilgili olarak, Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır.
“Yoksa insana 'arzu edip, dilekte bulunduğu her' şey mi var?” [59]
İnsanlann arzu ve isteklerini iyilik, güzellik, doğruluk ve mümkünat çerçevesinde sınırlandıran İlahi vahiy, aynı terbiye metodunu anne ve babalara da öğütlemektedir. Çocukların terbiye metodunda öncelikle ve özellikle dikkate alınması gereken husus, çocukların fıtratıdır. Çocuklann fıtratını veya daha genel bir ifadeyle insanlann fıtratını yeterince bilen ve bu önemli hususu yeterince dikkate alan anne ve babalar, işleyecekleri hammaddenin sırrına vakıf sanatkarlar gibi olup, bu hammaddeyi en güzel bir biçimde işleyebilecek olan anne ve babalardır. Dolayısıyla konumuzla yakından ilgisi olan insan fıtratı meselesine, daha önceki bir yazımızdan da bazı alıntılar yaparak açıklık getirmemiz, yeni nesillerin yetiştirilmesi gibi büyük bir öneme sahip olan bu konumuza ışık tutabilecektir. Çocuklar, yaşadıkları dünyaya yabancı kalmamaları ve ilahi bir imtihan olan dünya yaşantısı karşısında müsbet veya menfi tavır gösterebilmeleri için bazı özelliklere sahip olarak yaratılmışlardır. Bu özellikler; dili, ırkı, rengi ne olursa olsun tüm çocuklann, tüm insanların ortak özellikleridir. Bütün insanlarda bulunan bu ortak özelliklere, ortak temayüller de diyebiliriz. Mesela her insan sevmeye, sevilmeye, korkmaya, bilmeye, itaat etmeye, yaşamaya vs. meyyal olarak yaratılmıştır. İnsanların yaratılışında olan bu ortak temayüller, insanlann fıtratında bulunmakta ve fıtratın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir.
Yeni doğan bir çocuğun fıtratını oluşturan bu temayülleri, kendilerine has özellikleri olan içi boş kutular olarak tasavvur edebiliriz. Sevmeye ve korkmaya meyyal olmalarına rağmen; nelerin sevilip, nelerden korkulacağını bilmemektedirler. Daha sonra anne, baba ve yakın çevreden müdahaleler başlar. Fıtraten korkmaya meyyal olan çocuğa; “Şunlardan korkacaksın” denilerek veya çocuk bazı şeyler ile korkutularak, temayüllerden meydana gelen fıtri boşluklar doldurulmaya başlanır.
Çocuklara ister İslami kültür, ister cahili kültür verilsin, bu çocuklarda değişen şey fıtrat değil, fıtri boşluğun içine konan malzemelerdir. Daha açık bir ifadeyle, yetişkin müslüman ile yetişkin kafirin fıtratlarında önemli bir değişiklik yoktur. Bu insanlann fıtratlarını oluşturan ortak temayüller, gelişmiş veya az gelişmiş olarak her iki insanda da varlığını sürdürmektedir.
Mü'min ve kafir olan gençlerin her ikisi de sevmeye meyyaldir, korkmaya meyyaldir, sevilmeye meyyaldir, yaşamaya meyyaldir.. Bu iki genç arasındaki değişiklik, fıtri temayüllerde değil, bu temayüller ile sahiplenilen şeylerdedir.
Her ikisi de fıtraten korkmaya meyyaldir, müslüman, Allah'dan korkarken; kafir olan, tağuttan ve güç sahibi gördüğü müstekbirlerden korkmaktadır. Her ikisi de fıtraten sevmeye meyyaldir, müslüman, Rabbani ölçüye göre sevilmesi gerekenleri severken; kafir olan, cahili ölçüye göre sevilmesi gerekenleri sevmektedir.
Her ikisi de fıtraten sevilmeye meyyaldir, müslüman, Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v.) tarafından sevilmeyi isterken; kafir olan, toplum ve çevresindeki değer verdiği insanlar tarafından sevilmek istemektedir.
Her ikisi de fıtraten varolmaya ve bu varlığı yaşamaya meyyaldir, müslüman, gerçek ve ebedi olan cennet yaşantısına talip olurken; kafir olan, gördüğü geçici dünya yaşantısına talip olmaktadır.
Fazlalaştırabileceğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı üzere; insanlarda değişen fıtri temayüller değil, bu temayüller ile kabullendikleri şeylerdir.
Tebliğde ve çocuk yetiştirilmesinde çok önemli olmasına rağmen ne yazık ki birçok müslümarın gafil olduğu bu meseleden, şeytan ve dostlan gafil değildir. Psikoloji ve sosyoloji gibi ilimlere önem veren ve yaptıklan bütün batıl propagandalarda kendilerine göre tanımladıklan insan fıtratını muhatap alan günümüz müstekbirleri, bu fıtratla uyuşabilecek ve fıtri boşlukları doldurabilecek vesveseler vererek, dünya insanlarını sapık ve karanlık vadilere sürük-leyebilmektedirler. Nitekim batıl propagandalar ile fıtraten korkmaya meyyal olan insanlara; kanun ve müstekbir korkusu, açlık ve yokluk korkusu, hapis ve işkence korkusu... vs. gibi vesveseler verirlerken, bu insanlann fıtratını muhatap almaktadırlar.
İnsanı yaratan ve insan fıtratının boşluk kabul etmediğini, boşluğa karşı tahammülsüz olduğunu hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz, İlahi vahiy ile insan fıtratını muhatap almakta ve temayüllerden meydana gelen fıtri boşluklara, başlı başına birer rahmet olan Rabbani değerleri sunmaktadır. Evlatlarımızı, yavrularımızı ve kardeşlerimizi yetiştiren mü'mine bacılanmızın ve genç annelerimizin bu ciddi meseleye önemle dikkat etmeleri gerekir. Dolayısıyla bütün mü'mine bacılanmıza, bütün mü'mine annelerimize, çocuklanmız adına yalvarır ve yakanr bir ifadeyle şöyle seslenmek istiyoruz..
Ey mü'mine annelerimiz!..
Sizler, İslam toplumunun mürebbiyeleri, bu toplumun en aziz öğretmenlerisiniz. Sizlerin terbiyesi ve kutlu öğretisi altında yetişebilecek olan kardeşlerimiz, dava yolunda bizlerin gururu olacaktır. Bu çok önemli ve bu çok büyük görevi yerine getirirken, çocuklanmızın fıtratını lütfen gözönünde bulundurunuz. Temayüllerden meydana gelen fıtratın boşluk kabul etmediğini, sizin doldurmadığınız, müdahale etmediğiniz, biçimlendirmediğiniz fıtri boşluklann şeytan ve dostlannın müdahalesine maruz kalacağını, onlar tarafından şeytani malzemelerle doldurulacağını bilerek; tertemiz olan fıtratlara, tertemiz olan Rabbani değerleri sununuz.
Biliniz, çok iyi biliniz ki, farkına varamayip yok kabul ettiğiniz, önemsemediğiniz, ihmal ettiğiniz bazı fıtri temayüller şeytan ve dostlarının müdahalesine maruz kalacaktır. Yetişmekte olan yavrumuz, evde ve yakın çevresinde dolduramadığı fıtri boşluğunu, başka çevrelerde doldurmaya çalışacaktır.
Dünyayı tanımayan, iyi ve kötü, doğru ve yalan nedir bilmeyen çocuklarımız, belli bir yaşa kadar duydukları ve gördükleri her şeyi alacaklardır. Mesela siz onlara bir masal anlatırsınız. Bu size göre bir masaldır. Masalın ve yalanın ne olduğunu bilmeyen çocuklara göre ise gerçek bir olaydır. Siz masalı anlatırken, onlar hayal dünyalannda bu masalı canlandırarak yaşarlar. Masalda verilmek istenen mesaj ne ise, o mesajı büyük bir sadakatle alırlar. Şeytan ve dostlan bu nedenle değişik masallar hazırlatmakta ve özellikle televizyonlarda gösterime koyarak, çocuklarımızın temiz, tertemiz dünyalarına girmektedirler. Rahat iş yapabilmek veya başlannı dinleyebilmek için çocuklannı televizyonun karşısına oturtan kadınlar, çocuklarının kimlik ve kişiliğini katleden, bilerek veya bilmeyerek onlan bencilliğe, sadistliğe, zorbalığa, ahlaksızlığa sürükleyen kadınlardır. Oysa çocuklarımıza yiyecek olarak ne verdiğimize, ne yedirdiğimize dikkat ettiğimiz gibi; onlara ne anlattığımıza, ne duyurduğumuza ve ne gösterdiğimize de dikkat etmeliyiz.
Evet bunlara, bütün bunlara dikkat edebilmeliyiz ki, çocuklanmızın özlediğimiz müslümanlar olabilmeleri için, umud ve dua etmeye hakkımız olabilsin!.
Resulullah (s.a.v.)'in Kolaylaştınnız, güçleştirmeyiniz. Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz, buyruğu, özellikle çocuk yeüşürmekle mükellef olan anne ve babaların önemle dikkate almaları gereken bir buyruktur. Çocuklanmızı, alemlerin Rabbi oian Allah (c.c.)'a severek ve sevinerek kulluk yapan müslümanlar olarak yetiştirmemiz gerekir. Mesela akıl baliğ oluncaya kadar kendisiyle yeterince ilgilenilmeyen çocukları, akıl baliğ olduktan sonra veya daha önce “Mutlaka namaz kılın” diyerek, onları isteyerek kılmayacakları bir namaza sevketmek çözüm değildir. Böylesi baskılarla belli bir dönem namaz kılan nice çocuk, yeüşkin duruma geldiği zaman namazı terketmekte ve namazla ilgili bir davetle karşılaştığında “Ben yıllarca kıldığım namazın ne olduğunu biliyorum. Dolayısıyla bana namazı hiç anlatma” diyerek, namazı bilinçli olarak terkettiğini zannetmektedir!.
Oysa ne olduğunu bilmediği ve bilerek kılmadığı bir namazı terketmiştir!.
Böylesi durumlarla karşılaşmamak için çocukİanmıza “Namaz kılın” demeden önce, onların anlayış seviyesine göre İslam gerçeğini kıssa ve hikayelerle izah etmemiz, İslam'da namazın ne olduğunu, ne için ve nasıl kılınması gerektiğini yine çocuğun büyüme aşamalannı dikkate alarak ve gelişen anlayış seviyelerine göre örneklendirerek peyderpey anlatmamız ve netice olarak namaza başlama kararını belli bir süre onların tercihine bırakmamız gerekir.
Bir çocuğun İslam terbiyesi üzere yetiştirilin siyle ilgili olarak bütün bu anlattıklarımıza örnek arayan, ömek vermemizi isteyen anne ve babalara, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Hz. İbrahim fa.s.) kıssasından bir bölümü nakletmek istiyoruz.
“Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk) armağan et.” “Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik.” “Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): Oğlum dedi Gerçekten ben seni rüyamda boğazhyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun. (Oğlu ismail) Dedi ki: Babacığım, emrohınduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.” “Sonunda ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı”. “Biz ona: Ey İbrahim diye seslendik Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbanı fidye verdik.” “Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.” “İbrahim 'e selam olsun.” [60]
Evet selam olsun, binlerce kez selam olsun İbrahim (a.s.)'a. Zikrettiğimiz bu kıssada, önce İbrahim (a.s.)'ı dikkate almamız gerekir. Dualarla istediği, uzun yıllar beklediği, severek ve sevilerek öpüp-kokladığı yavrusunu, bir peygamber olarak Allah'tan aldığı kesin emir ile boğazlaması gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'in diğer ayetlerinde oldukça yumuşak huylu, halim ve merhametli olduğu beyan edilen İbrahim (a.s.), evet merhamet yüklü olan bu İbrahim (a.s.), aldığı emir üzerine sevgili oğluyla konuşmakta ve onu boğazlamak için alın üstü yatırmaktadır.
Heyhaat!.
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) şahid olsun ki, Kur'an-ı Kerim'de bundan daha müthiş, bundan daha görkemli bir imtihan görmedik.
Ya Rabbi ne müthiş, ne muazzam bir imtihandır bu!.
Ve sen, sen Ey İbrahim!. Ağlayarak ve merhametle kabaran yüreğimizin ortasında uf alarak soruyoruz sana,
“Nasıl?”,
“Nasıl üstesinden gelebildin bu imtihanın?”
Nemrud'un ateşine atılırken gösterdiğin sabrı, gösterdiğin tevekkülü, mü'min olarak bir nebze, bir nebzecik anlamamıza, anliyabilmemize rağmen, ateşe atılmakla mukayese bile edilemeyecek olan bu muazzam imtihan sınırlarımızı zorluyor, sınırlarımızı zorluyor Ey İbrahim!.
Söyie nasıl, nasıl üstesinden gelebildin bu İmtihanın? İsmail'i alın üstü nasıl yatırabildin, nasıl dayanabildin ve böylesine muazzam bir imtihandan alnın ak, gönlün aydınlık olarak nasıl çıkabildin?
Şaşkınlık ve samimiyetle sorduğumuz bütün bu sorulara, İbrahim (a.s.)'ı tanıyan ve bizlere tanıtan İlahi vahiy şöyle cevap veriyor.
“Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, oldukça duyarlı ve gönülden (Allah'a) yönelen biriydi.” [61]
Allah'a gönülden yönelmek, iman ve teslimiyetin görkemli zirvesini teneffüs etmek..
İşte bakışlarımızı yukarılara, çok çok yukarılara kaldırarak görmeye çalışacağımız İbrahim (a.s.) buydu!.
Kıssada dikkate almamız gereken ikinci husus, İbrahim (a.s.)'ın Allah katında kesinleşmiş olan bir emri, oğluna yumuşak bir istişare üslubuyla götürmesidir.,
“Oğlum dedi. Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.”
Hak dinin tabiatına uygun olarak emirlerin dahi yumuşak bir teklif üslubuyla götürülmesi, çocuklarına İslami tebliğde bulunacak olan bütün anne ve babalara ayrı bir örnek niteliğindedir. Bu örnek babanın, ömek evladı olan İsmail (a.s.)'ın verdiği cevap ise “Çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz, nasıl terbiye etmemiz gerekir?” sorusunu soran ve bu konuda örnek isteyen bütün anne ve babaları dehşete düşürebilecek bir açıklıktadır.
“(İsmail) Dedi ki: Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaaüah, beni sabredenlerden bulacaksın.”
Evet, lütfen dikkate alınız ve anlamaya çalışınız bu cevabı!. Hz. İbrahim (a.s.)'ın ve Hacer validemizin kutsu öğretisinde yetişen, rahmet ve merhametle terbiye edilen İsmail (a.s.), henüz çocuk denilecek bir yaşta iken karşılaştığı İlahi emre, kendisinin boğazlanmasıyla ilgili olan İlahi emre, biz büyükleri şaşkınlığa düşürecek bir teslimiyet ve bir tevekkülle şu cevabı vermektedir.
“Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.”
İsmail (a.s.)'ın nasıl yetiştiği, nasıl terbiye edildiği, verdiği bu cevaptan belli değil mi?
Bir çocuğun kendisinin boğazlanmasıyla ilgili İlahi emre kendi iradesiyle verdiği cevabı düşündüğümüz ve bu cevabı isteyerek veren çocuğun nasıl bir terbiye gördüğünü, nasıl yetiştiğini dikkate aldığımız zaman, çocukların terbiyesi ve yetişmesiyle ilgili birçok sorumuz cevabını bulacaktır. Dolayısıyla “Çocuğumuzu nasıl yetiştirmemiz gerekir?” sorusunu soran bütün anne babalara, İlahi vahiy şu cevabı vermektedir.
Hz. Hacer'in ve İbrahim (a.s.)'ın, oğullan İsmail'i yetiştirdikleri gibi!.
Verdiğimiz bu örneği, çocuklarını bakkaldan ekmek almaya gönderebilmek için, onların karşısında kırk cilve yapan ve çocuk dediği zaman bakkalın yolunu tutan anne babaların yeterince anlaması, anhyabilmesi tabi ki mümkün değildir. Fakat az da olsa, az da olsa anlamaya çalışsınlar!.
İçlerinde oturduğumuz, ailemizle beraber yaşadığımız evlerin, biz müslümanlar için birer rahmet evi olması gerekmektedir. Eskiden beri söylenen “Yuvayı dişi kuş yapar!” ifadesi, müslümanlar için de doğru sayılabilecek bir ifadedir. Müslüman erkekler, yuvanın yapılması, şekle ve şemale sokulması, düzenlenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması hususunda, kadınlar için sadece bir yardımcı durumundadırlar. Müslüman ailelerin yaşadıkları ve ömürlerinin büyük bir kısmını geçirdikleri evler, genel olarak kadınların idaresine, kadınların insiyatifine bırakılmıştır. Dolayısıyla evlerimizin birer rahmet evi durumuna gelmesi ve getirilmesi, öncelikle kadınlarımızın önemsemesi ve dikkate alması gereken bir husustur.
“Kendi insiyatiflerinde olan evleri”, birer rahmet evi durumuna getirmekle mükellef olan kadınlarımız, belki de bakışlannı sağa sola çevirerek, “Nasıl bir ev, nasıl bir rahmet evi” diyeceklerdir. Bu kadınlarımıza örnek bir ev göstermek için, Efendimiz (s.a.v.)'in hanımları olan annelerimizin yaşadığı küçücük odaları gösterip “İşte tamı tamına böyle!” demiyeceğiz. Muhtelif hadis-i şeriflerde geniş evlerin de tavsiye edildiğini dikkate alarak evlerin şeklinden ziyade, özellikleri ve keyfiyeti üzerinde duracağız. Çünkü önemli olan, müslümanların yaşadıklan evlerin küçüklüğü veya büyüklüğü değil, bu evlerin keyfiyeti ve yüklendikleri misyondur. Dolayısıyla “Evlerimizin keyfiyeti ve yükleneceği misyon ne olmalıdır?” sorusunu sormaları gereken ve bu soruyu soran tüm kadınlarımıza, Kabe-i Muazzama'dan örnek vermek istiyoruz.
İşte Kabe-i Muazzama, işte Beytullah, işte Allah'ın evi!..
Lütfen bakışlarınızı Ka'beye çevirin, bakın Ka'beye, bakın bu kutlu beyte!..
Ve okuyun ve anlamaya çalışın ve anlayın Ka'benin misyonunu!.
Ka'benin kutlu misyonu ne ise, bu kutlu misyonu kendi evlerinizde de gerçekleştirmeye çalışın. Çünkü Kabe-i Muazzama hem İslam'ın mescidlerine ve hem de müslümanların evlerine önemli mesajlar vermektedir.
Şeklen ve şemalen kendisine benzemeseler de, müslümanların yaşadığı bütün evlere bazı misyonlar vermekte ve bu misyonlar konusunda örnek olmaktadır. Zamandan ve mekandan münezzeh olan Allah (c.c), kendi Zatı'na temsilen nisbet edilen evin nasıl olmasını dilemiş ve bu kutlu beyte hangi misyonu yüklemiş ise, yaşadıklan evlere şeytan aleyhillaneyi değil, Allah (c.c.)'ı konuk etmek isteyen kadınlanmızın da bu misyonu dikkate almaları ve Beytullah'ın bazı misyonlarını, kendi evlerinde de gerçekleştirmeleri gerekir.
İşte kendi evlerimizde de gerçekleştirebileceğimiz bu kutlu misyonlardan bazıları şunlardır.
Kabe-i muazzama'nın şekli veya zahiri diyebileceğimiz ilk görünür özelliği temizliği ve müslümanlar tarafından temiz tutulmasıdır.
“Hani evi (Ka'beyi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik, yeri laldık. İbrahim 'in makamını namaz yeri edinin, İbrahim ve İsmail'e de, Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin diye ahid verdik.” [62]
“Hani biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (söyle emretmiştik) Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.” [63]
Müslümanların yaşadıkları evlerin de bu temizlik vasfına sahip olması, özellikle kadınlarımız tarafından temiz, tertemiz bir ev durumuna getirilmesi gerekmektedir.
Müslümanların insiyatif indeki Kabe-i Muazzama, müslümanlar için nasıl ki güven ve huzur duyulan bir yer ise, müslümanların yaşadıkları evler'de, müslümanlar için bir huzur ve güven mekanı olmalıdır. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerime'de, müslümanların yaşadıkları evlerle ilgili olarak bu vasıf zikredilmektedir.,
“Allah, size evlerinizden (içinde) güvenlik ve huzur bulacağınız yerler aldı.” [64]
Müslümanların yaşadıkları evlerin, genel bir düzlemde huzur ve güvenlik mekanı olabilmesi, hiç şüphesiz ki bu evlerin bulunduğu beldelerle ve bu beldelerdeki hakim otoritelerle de ilgili bir meseledir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) duasında “Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıldandır diyerek”, Kabe'nin güvenliği ile Kabe'nin bulunduğu şehrin güvenliğini birlikte ele alması, meselenin toplumsai boyutuna da işaret etmektedir. Netice olarak bu toplumsal boyutu dikkate almakla ve meselenin bu boyutunda mücadele etmekle beraber, evlerimiz üzerindeki şu an ki tasarruflarımız ile, evlerimizi sınırlı bir çerçevede de olsa birer huzur ve güvenlik mekanı durumuna getirebilmeliyiz.
Herhangi bir evin, o evde yaşayan insanlara huzur vermesi, evde yaşayan insanların birbirlerine olan davranışlarıyla ilgili olduğu gibi, evin sadeliği ve temizliği ile de ilgili bir hadisedir. Geçmiş tarihimizdeki birçok müslüman aile, bir göz odada rahat ve huzur içersinde ömürierini geçirmelerine karşılık, üç oda bir salon gibi geniş evlerde yaşayan günümüzdeki birçok aile, geçmiş ailelerin yaşadıklan rahat ve huzurdan oldukça uzaktırlar. Çünkü günümüzdeki cahili ihtiyaç ve tüketim kültürünün etkisinde kalarak oturmak için koltuk takımına, yemek için yemek odası takımına, yatmak için yatak odası takımına sahip olmayı birer farz telakki eden ve bütün bunlarla beraber evlerini gereksiz birçok eşya ile dolduran bu kimseler, kendilerini bu gibi eşyaların esiri durumuna getirmişlerdir.
Mekke dönemindeki müşrik kadınlar, evlerinin en mümtaz köşesini ağaç oyma putlarla dolduruyorlar ve her-gün saygı ile bu putların tozlarını siliyorlardı!
Peki, evlerinin en güzel ve en geniş olan odasını koltuk takımı, vitrin, yemek takımı gibi şeylerle doldurularak ev halkının kullanımına kapatan ve faydalarından çok zararları olan bu eşyaları hergün büyük bir Özenle, silen günümüzdeki bazı kadınlar, evlerinin bir bölümünü puthane yapan ve buradaki ağaç oyma putların hergün tozunu alan cahiliye dönemi kadınlarına hiç benzemiyor mu?
Bir ev için zaruri olan ihtiyaçlara elbetteki bir şey demiyoruz. Buzdolabı, fırın, çamaşır makinası gibi eşyalar, güç nisbetince alınabilecek olan eşyalardır. Fakat kullanımdan ziyade teşhir için alman eşyalara ne demeli?
Niye almıyor bunlar ve neden teşhir ediliyor ki?
Hayırlarda yarışmakla mükellef olan müslüman hanımlarımız, hayırları bırakıp, bu gibi fuzuli eşyalara sahip olmak için mi birbirleriyle yarışacaklar?
Kocalarını hayırlara davet edecekleri yerde, “Fatma hanımlar kristal vazo almış. Biz ne zaman alacağız!.” diyerek dırdır mı edecekler?
Günümüzdeki böylesi Fatma hanımları bırakıp, Hz. Fatıma validemizi örnek almaları gerekmez mi?
Hem kristal vazo da ne olacak?
Evin içini kristal bardak, kristal vazo gibi eşyalarla doldurmak, evin içini musibetlerle doldurmak değil midir? Bu gibi eşyalann kırılmaması, zarara uğramaması için evlerinin içinde rahat hareket edemeyen, çocuklarını bu konularda ikaz etmekten, İslami meselelerde ikaz etmeye fırsat bulamayan bu şaşkınlara mı özeneceğiz?
“Şuraya dokunma, buna elleme, oraya girme!” buyruklarının hükümferman olduğu evler, değil bizlerin, dünyaya en iyimser gözle bakan çocuklarımızın bile huzur duyacağı evler değildir.
Oysa bizler, evlerimizde rahat etmek, huzur ve güven duymak isteyen müslümarılarız. Müslümanlara huzur ve güven verecek olan evier ise ev halkının tutumlarıyla birlikte sadeliği ve temizliği esas alan evlerdir.
Kabe'nin ve Kabe'yi örnek alan müslüman evlerinin temizliğine önem veren İlahi vahiy, bunun öncelikli gerekçesini şöyle beyan etmektedir.
“Hani Biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyte emretmiştik) Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.” [65]
Müslümanların evleri, müslümanlar için Allah'a ibadet etmeleri gereken ve Allah'a ibadet ettikleri temiz, tertemiz mekanlardır. Özellikle küfri kanunların yürürlükte olduğu cahili toplumlarda, müslümanların içinde yaşadıkları evler, bu müslümanlar için bir mescid, bir ibadet mekanıdır. Nitekim Hz. Musa (a.s.)'a yapacakları evlerle ilgili beyan edilen İlahi buyrukta, müslümanların evlerine bu misyon yüklenmektedir.
“Musa ve kardeşine (şöyle) vahyettikle Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz hhnan (ve kıbleye dönük) yerler yapın ve namazı dosdoğru kıhn. Mü'minkri de müjdele.” [66]
Müslümanlann insiyatifindeki Kabe, müslümanlar için açık bir örnek olurken, müşriklerin insiyatifindeki Kabe'de müşriklerin yaptıkları ise birer ibret niteliğindedir. Kur'an-ı Kerim, müşriklerin ve kafirlerin Kabe-i Muazzama önündeki bu cahili durumlarını şu şekilde beyan ediyor.
“Onların, Beyt(-i Şerif) önündeki duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başkası değildir. Artık küfretmekte olduklarınız dolayısıyla tadın azabı.” [67]
Kabe-i Muazzama ile ilgili olarak bu iki ayn durumu dikkate aldıktan sonra, müslümanların hangi durumdan sakınıp, hangi durumu örnek alacaklan bellidir. Bu açık örneklere rağmen Allah'a kulluk edilmesi gereken evlerini, alkışlarla, ıslıklarla şarkı söylenen, göbek atılan, birer pavyon, birer gece kulübü durumuna getiren kimseler ile yukarıdaki ayet-i kerimede zikredilen müşrikler arasında ne yazık ki önemli bir fark yoktur.
Efendimiz {s.a.v.)'e nisbet edilen bir zaman gelecek insanlar mü'min olarak geceleyip, kafir olarak sabahlayacaklar d ut buyruğunu uzun zaman anlayamamıştık. Kendi kendimize “Müslüman bir ailenin fertleri, birbirlerini küfre, birbirlerini şirke davet ermeyeceklerine göre bu nasıl olacak, insanlar uykularında mı, rüyalarında mı kafir olacaklar?” diye düşünmüştük!.
Ve anlayamamış, anlayamamıştık bu Nebevi buyruğun hikmetini!.
Ancak, yabancıların girmemesi için evlerine kapı yaptırmalarına rağmen televizyon vasıtasıyla binlerce yabancıyı evlerinin baş köşesine oturtan, küfrün ve fuhşiyatın yüzlerce örneğini sergileyen iğrenç filmlere gözlerini ve gönüllerini açan ve yukarıda belirttiğimiz gibi evlerini bir pavyon, bir gece kulübü durumuna getiren kimseleri gördüğümüz zaman, önceleri anlıyamadığımız hadis-i şerifin manası açılı verdi gözlerimizin önüne!.
Sık sık Euzübillahimineşeytaniracim diyerek şeytandan ve şeytan aleyhillanenin renksiz ve görüntüsüz vesvesesinden Allah'a sığınan bu şaşkınlar, baş köşeye koydukları televizyonlar ve seyrettikleri küfri programlar ile şeytan ve dostlannın renkli ve görüntülü vesvesesine gözlerini, kulaklarını açıyorlardı!. Bu gibi şaşkın müslümanların yaşadığı böylesi evler, ne yazık ki apaçık birer küfür mekanı durumuna gelmişti. Nitekim böyiesi evlerde geçirilecek geceler, müslümanların imanını tehlikeye sokacak, müsîü-manlan küfre götürebilecek gecelerdi!.
Oysa şeytan ve dostlanndan Allah'a sığınması gereken müslümanların yaşadıkları evler, birer küfür değil, birer hidayet mekanı oimahdır. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerime, Kabe-i Muazzama'nın bu vasfını şöyle zikretmektedir.
“Gerçek su ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan Ka'be)dir.” [68]
Bir hidayet istikameti, bir hidayet, kıblesi olan Kabe-i Şerifi örnek almak, evlerimize aynı rahmetli istikameti vermemizle ve bu rahmetli istikameti yaşamamızla mümkündür.
Kabe-i Muazzama'nın misyonuyla ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyordu. “Hani Biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik) Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, byam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.” [69]
Bu ayet-i kerimedeki kıyamı, sadece Allah'ın huzurunda kıyama durmak şeklinde anlamamamız gerekir. Nitekim böylesi bir kısır anlayışa sahip olanlar, Allah'ın huzurunda kıyama durarak namazlarını kılmakta fakat sokağa çıktıkları zaman karşılaştıkları birçok münker karşısında boyunları bükük bir tavır sergilemektedirler. Oysa müslümanların kıyamı, bütün bir yaşantılarını kuşatan bir kıyamdır. Allah'ın huzurunda kulluk onuru ve kulluk izzetiyle kıyama durdukları gibi, bütün münkerler karşısında da aynı onur ve izzetle kıyama kalkmaları, kıyama durmaları gerekmektedir. Çünkü tüm müslümanlar, toplumsal içeriği olan böylesi bir kıyam ile de mükelleftirler. Nitekim Kabe-i Muazzama'nın müslümanlar için en önemli vasıflarından birisi de, dünya müslümanlar için bir kıyam, şeytan ve dostlarına karşı bir ayaklanma yeri oluşudur.
“Allah, Beyt-i Haram (olan) Ka'beyi insanlar için bir ayaklanma (hyam evi) kıldı; Haram ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu sizin bilmeniz içindir.” [70]
Kabe-i Muazzama'nın bu misyonu, hiç şüphesiz ki evlerimize taşımamız gereken çok önemli misyonlardan birisidir. Kıyam etmekle mükellef olan müslümanların, bu kıyama öncelikle evlerinden başlamaları ve öncelikle evlerinden kıyam etmeleri gerekmektedir.
Cahiliye toplumlarında yaşayan müslümanlar için, bu müslümanların yaşadıkları evler birer kıyam merkezi durumundadır. Genel kıyamın kalkış merkezi Kabe-i Muazzama olduğu gibi, ferdi kıyamın kalkış merkezi de, bu müslümanların yaşadıkları ve İslam'a göre şekillendirdikleri, İslami vasıflarla bezendirdikleri evleri olacaktır. Evet, müslümanların yaşadıkları evlerin misyonuyla ilgili olarak Kabe-i Muazzama'dan kısaca beş örnek verdik. Şimdi düşünün, düşünün ey bacılar!.
Oturduğunuz, yemek yediğiniz, yattığınız, kalktığınız evlerinizde, Kabe-i Muazzama ile ilgili olarak sadece beş tanesini zikrettiğimiz bu misyonlan gerçekleştirdiğiniz zaman, evleriniz birer rahmet evi olmayacak mı? Ve sizler, rahmet evinin, rahmet dolu sakinleri olmayacak mısınız?
Lütfen cevap veriniz!. Herkesin duyacağı, herkesin anlayacağı açıklıkta bir cevap veriniz.
İstenmeyecek veya istemediğiniz bir şey mi bu?
Kadın ve erkek, birbirleriyle her konuda anlaşabilecek standartlarda yaratılan kimseler değildir. Her insanın kendisine özgü bazı özellikleri, mizaç ve huyları bulunduğu gibi, her insan farklı çevrelerden ve farklı kültürlerden de etkilenebilmektedir. Falanca kimseyle çok iyi anlaşabilen bir insan, filanca kimseyle devamlı kavga edebilmektedir.
Bütün bunlann sebeblerini, olaylardan ziyade ilişkiye geçen insanların kişiye özel durumlanyla açıklayabiliriz,
Aileyi oluşturan eşler arasında da, farklı özellik ve farklı beklentilerden kaynaklanan bazı anlaşmazlıklarla karşılaşılması, yadırganmaması gereken bir durumdur. İnsanlar arasında olduğu gibi, aileyi meydana getiren eşler arasında da bazı ihtilaflar, bazı görüş ayrılıkları ve bazı huzursuzluklar olabilecektir. Önemli olan bu huzursuzlukların büyütülmemesi ve en kısa yoldan çözüme gidilmesidir. Çözüm arayışları hiç şüphesiz ki sadece erkeğin veya sadece kadının maslahatını gözeten tek taraflı arayışlar olmayacak, eşler için ortak olan bir çözüm keyfiyeti taşıyacaktır. Her iki tarafın maslahatını gözeten çözüm, elbetteki her İki tarafa rahmetle yaklaşan Kur'an-ı Kerim'in çözümüdür. Dolayısıyla böylesi durumlarla karşılaşan müslüman eşlerin öncelikle yapmaya çalışacakları iş, birbirleriyle cedelleşmeye girmeden söz konusu anlaşmaz-lıklannı Allah'a götürmeleri ve aralarında Allah'ı hakem kılmalarıdır.
“Allah'tan başka bir hakem mi ariyayım? Oysa O, size Kitab'ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitab verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, salan kuşkuya kapılanlardan olma.” [71]
Ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi Allah (c.c.)'ın hakem kılınması demek, karşılaşılan ihtilafı Kur'an-ı Kerim'e götürmek ve alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın bu İlahi Kitab'taki hükmüne teslim olmak demektir. Karşılaşılan ihtilaflarla ilgili olarak Kur'an-ı Kerime müracaat etme yeteneği, eşlerden herhangi birisinde olması veya salih bir müslüman vasıtasıyla öğrenilmesi bu meselenin çözümü için yeterli olabilecektir. Çünkü her iki taraf da Kur'an-ı Kerime iman ettiklerini ve teslim olduklannı iddia ediyorlarsa, Kur'an-ı Kerim'in anlaşmazlık!anyia ilgili olarak beyan ettiği hükme birlikte teslim olabileceklerdir. İslami şuur veya bilgisi fazla olan tarafın, bu fazlalığı karşı tarafın aleyhine kullanması, hiç şüphesiz ki karşı tarafa zulmetmek olacaktır. Her şeyi hakkıyle bilen Allah (c.c.)'ın kendilerine şahit olduğunu idrak eden bir müslüman, karşı tarafın savunduğu hakkı değişik tevillerle örtmeye çalışan değil, karşı tarafın bilmediği bir hakkı dahi, karşı tarafa teslim eden müslümandır.
Meselenin bu şekilde çözümlenmemesi durumunda, her iki tarafın adaletine güvenebilecekleri birer hakem tayin etmeleri ve söz konusu anlaşmazlığı bu hakemlerin çözümüne bırakmalan buyurulmaktadır.
“(Kadın ile kocanın) Aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında basan sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir, haberdar olandır.” [72]
Anlaşmazlığı Allah nzası istikametinde çözmeye taraftar olan ve bu nedenle kendilerine birer hakem tayin eden eşlerin, sonuç olarak hakemlerin kararına uymaları ve bu kararı kalbi bir mutmainlik ile kabul etmeleri gerekir. Çünkü Allah ve Resulünün hoşnutluğu için tayin edilen hakemlerin verecekleri karar, hakemleri tayin eden müslümanlar için Allah ve Resulünün karan gibidir. Allah ve Resulünün karanna nasıl icabet edileceği ise aşağıdaki ayet-i kerimede açıkça beyan edilmektedir.
“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem falıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” [73]
İhtilafa veya anlaşmazlığa düşen tarafların müslüman olduğu ailelerde, yukarıda belirttiğimiz yaklaşımlarla çözüme gidilmesi, çözüme gidilebilmesi gerekmektedir. Çünkü dünyevi nedenler veya şeytani vesveselerle anlaşmazlığa düşen taraflar, şayet samimi bir şekilde anlaşmaktan yana iseler, yukarıda belirttiğimiz yaklaşımlar çözüm için yeterli olabilecektir. Ayrıca şunu da belirtmek isteriz ki, anlaz-mazlığa neden olan bu meselelerin İslam'ı dikkate almayan günümüz mahkemelerine intikal etmesi, meselenin çözümünü İslam'dan uzaklaştıracaktır. Dolayısıyla meselelerin çözümünü öncelikle ve özellikle İslam'dan bekleyen müslümanlar olarak, karşılaşılan sorunların güç nisbetince İslam dairesinde çözülmesine gayret gösterilmelidir.
İslam'a göre almaları gereken meşru haklanm, İslami yaklaşımlarla alamayan tarafların, beşeri hukuku esas aîan mahkemelere başvurarak almalarını veya almaya çalışmalarını, yaşadığımız şu an ki ortamda tasdik veya tekzipten uzak üzüntülü bir suskunlukla karşılıyoruz. Ancak bu mahkemeler kanalıyla İslam'a göre gayrimeşru olan haklann talep edilmesi ve alınmaya çalışılması ise hiçbir müslüman tarafından kesinlikle kabul edilemeyecek bir durumdur.
Talak yani boşama ve boşanma fiili, İslami bir evlilikte en son akla gelmesi gereken ve çaresizliğin son çaresi olarak yapılabilecek bir şeydir. Talak ve talak sonrasına ait hukuk, Kur'an-ı Kerim'de en tafsilatlı olarak beyan edilen hukuklardan birisidir. Bunun nedeni, meselenin öneminden ziyade bazı kırgınlıklarla aynlan eşlerin, bu kırgınlıkların olumsuz tesirinde kalarak birbirlerine zulmetmemeleri içindir. Şayet bu mesele Resulullah (s.a.v.)'in insiyatifine veya müçtehid imamların içtihadına bırakılacak olsaydı, meseleye ön yargıyla yaklaşacak olan taraflar hadis-i şeriflerin sıhhatini veya ictihadların doğruluğunu tartışarak kendi isteklerine uygun bir çıkış yolu arayabileceklerdi. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu meseleye bizzat İlahi vahyin müdahale etmesi ve tafsilatıyla açıklaması, bu gibi olumsuzluklara fırsat vermemektedir.
Talak meselesinde tartışılan önemli bir husus, hanımına “Üç talakla boş ol!” diyen erkeğin, bu ifade ile karısını üç kez boşayıp-boşamadığıdır. Bu konudaki kişisel kanaatimiz, taraflar arasında bir nikah akdinin olduğu ve bu nikah akdinin ilk talakla boşa çıkarıldığını dikkate alarak, “Üç talakla boş ol!” ifadesindeki son iki talağı, boş ve abes bir ifade olarak görüyoruz. Fakat yine de eşler arasında böylesi ifadelerin kullanılmaması ve eşlerin böylesi ifadelerden şiddetle kaçınmalan gerektiğine inanıyoruz.
Ayrıca hiçbir müsiüman erkeğin, Rabbimizin üç olarak belirlediği talak hükmünü bire indirmek veya bir ifadede birleştirmek gibi bir hakkı da yoktur. Çünkü İslam'daki talak hükmü, eşlerin ayrılmasını ve aile yuvasının dağıtılmasını gözeten bir hüküm değildir. Şayet meseleye böyle yaklaşılmış olsaydı, taiak hükmü bir ile sınırlandınlır ve bu hükümle iş bitirilmiş olurdu. Oysa Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği gibi eşler arasında üç talak vardır.
“Boşanma iki defadır. (Sonra ise) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmadır. Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir Şeyi geri almanız sizin için helal olmaz; ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (durumu başka). Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsanız, bu durumda (kadının) fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah'ın sınırlarına tecavüz ederse, onlar zalimlerin ta kendileridir.” [74]
İslam'a göre talağın üç olması, ilk iki talağın ayrılığa değil, rahmetli bir beraberliğe neden olması içindir. Çünkü birlikte yaşayan birçok eşler, birlikte yaşarlarken ne yazık ki birbirlerinin kıymetini pek bilmemektedirler. Birbirlerin-de gördükleri bazı olumsuzlukları gözlerinde büyüterek, karşı tarafı sadece bu olumsuzluklar ile tanımlamakta ve karşı tarafın birçok olumlu özelliklerini gözardı edebilmektedirler. Nitekim böylesi yaklaşımlar ile birbirlerinin kıymetini bilmeyen, birbirlerinden soğuyan ve ayrılmaya karar veren eşler, bir talak hükmü ile boşanmakta ve ayrılığın acı gerçeğiyle karşılaşmaktadırlar. Birlikte yaşarlarken birbirlerinin kıymetini bilmeyen birçok eş, bu ayrılık vakıası ile gerçekleri daha net olarak görmekte ve birbirlerinin yokluğunda, birbirlerinin kıymetini daha iyi idrak etmektedirler. İşte bu gerçekleri yaşayarak gören ve haklı bir pişmanlık içine düşen eşlere, İslam yeni bir fırsat vermekte ve tekrar bir araya gelmelerine olanak sağlamaktadır.
Tabi ki aynlıkla ilgili bütün bu gerçekleri aynlmadan idrak etmek ve “Ölmeden önce ölünüz” buyruğunda tavsiye edildiği gibi “Ayrılmadan önce ayrılmak” yani ayrılığı ve ayrılığın getireceklerini düşünerek gerekirse kısa bir süre ayrı kalmak, eşler için çok daha sağlıklı bir yol olacaktır.
İslam'da talak hükmünün üç iie sınırlandırılması ise, bu vahim meselenin gelişi güzel iğdiş edilmemesi içindir. Dolayısıyla evliliğe önem ve değer veren eşlerin, üç talaktan sonra dönülmeyeceğini bilerek, meseleyi üç talağa vardırmadan çözümlemeleri gerekmektedir. Üç talaktan sonra hülle denilen anlaşmalı evlilik vakıası ile eski kocaya dönebilme safsatası ise İslam'a yapılan en açık iftiralardan birisidir. İslam'ı bu haiıl. aörüşten tenzih ettiğimiz gibi, Resulullah (s.a.v.)'i de bu konuyla ilgili olarak kendisine nisbet edilen iftiralardan tenzih ediyoruz. Meselenin İslam'daki yeri, aşağıdaki ayeH kerimede beyan edildiği gibidir.
“Yine onu (kadını üçüncü defa) boşarsa, (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikahîanmadıkça ona helal olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (iîk koca ile kansı) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklar.” [75]
Kocasından üç talakla ayrılan bir kadın, tekrar eski kocasına dönmek için değil, evlenmek ihtiyacı ile başkasıyla evlenir ve evlendiği kocası ile anlaşamayıp aynlırsa, tekrar birinci kocası ile evlenmesinde bir günah yoktur. Bazı münafıklar, meseleyi kendilerine göre değerlendirerek “Kadın eski kocasına dönmek için böyle bir anlaşmalı evlilik yapabilir” diyeceklerdir. Münafıklar için doğru olan bu ifade, utanmazlıktan ve riyadan sakınan mü'min erkekler veya mümine kadınlar için doğru değildir. Çünkü onlar, alemlerin Rabbi olan Allah'ın kalplerde olana şahid olduğunu bilmekte ve böylesi bir duruma düşmekten yine Allah'a sığınmaktadırlar.
İslam'a göre hülle denilen anlaşmalı nikah caiz olsaydı, bu nikahın piri fani bir ihtiyarla yapılması da caiz olur ve İslam'daki Kolaylaştınnız, zorlaştırmayım!, prensibi istikametinde bu bu olay kısmen kolaylaştınlabilirdü. Fakat İslam'ın bu vakıaya yaklaşımı böyle değildir. Nitekim İslama göre ilk kocasında üç talakla ayrılmış durumda bulunmayan herhangi bir kadının, piri fani bir ihtiyarla evlenmesi caiz görülürken, böyle bir durumda caiz görülmemesi, müslüman kadınların ilk kocalanna dönme niyetiyle anlaşmalı bir nikaha tevessül etmemeleri içindir.
Boşanmayla ilgili olarak talak yani boşama yetkisinin kadına verilmesi ise Kur'an-ı Kerim'i dikkate alarak anlayabildiğimiz bir şey değildir!. İlahi vahiy ile erkeğe verilen boşama yetkisi, hangi hak, hangi anlayış ve hangi mesnet ile kadına devredilebilecektir?
Böyle bir pazarlık ve yetkiyi devretme hakkı erkeklere verilmiş midir?
Biz böyle bir şey bilmiyoruz!..
Günümüzdeki sosyal düzlemler, müslüman kadınların rahatça hareket edebilecekleri, bütün sosyal ilişkilere diledikleri gibi girebilecekleri ve istedikleri yerde, istediklerini yapabilecekleri düzlemler değildir. Çünkü kadının onuruna, kadının iffetine, kadının kişiliğine değer veren İlahi vahiy, değer verdiği bu unsurlan korumakta ve korunması gerektiğini beyan etmektedir.
Bu değerlerin korunması ise konuyla ilgili İlahi hükümlerin dikkate alınması ve gözetilmesiyle mümkündür. Günümüzdeki müslüman kadınların İslami faaliyette bulunabilecekleri sosyal düzlemler, bu kadınların öncelikle yakın çevrelerinde oluşturabilecekleri ve ilişki hududlannın dikkate alındığı düzlemlerdir. Müslüman kadının İslami faaliyeti öncelikle aile içersinde başlamakta ve yakın çevreden uzak çevreye doğru kısmi ve temkinli bir gelişim göstermektedir.
Kadınların aile bütçesine katkıda bulunmak veya nafakayı temin için çalışıp-çalışmayacaklan meselesi ise ailenin durumuna ve kadının yapacağı işe göre değerlendirilmesi gereken bir meseledir. Fakat öncelikle şunu belirtelim ki, İslam'a göre hiçbir kadının aile bütçesine katkıda bulunması için çahşma zorunluluğu yoktur. İslam bu görevi evin erkeğine vermekte ve kadından da erkeğinin getirdiğine kanaat göstermesini istemektedir.
Ancak bununla beraber kadının kendi isteğiyle evinde bir üretimde bulunması veya yine kendi isteğiyle kocasının çiftçilik gibi bazı işlerine yardımcı olması, makul karşılanan durumlardır. Tabi ki bu ifadelerle kendileri köy kahvesinde oyun oynarken, kadınlarını tarlada çalıştıran erkek bozuntularının zuimüne onay vermiyoruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi evin nafakasını temin edebilmek için yapılacak bütün işler, öncelikle erkeklerin mükellef oldukları işlerdir. Evin erkeği bu işler karşısında yetersiz kalırsa, karısını zorlamamak kaydıyla ondan yardım isteyebilir. Dolayısıyla böyle bir durumda dahi kanşı tarlada çalışırken kahvede oturmakla değil, tarlada karısından daha fazla çalışmakla mükelleftir.
Kocası öldüğü veya hastalandığı için çalışmak zorunda kalan kadınların ise İslami ölçüleri dikkate alarak çalışmalarında bir sakınca görülmemiştir. Tabi ki yapacakları işlerin, kadınlık onurunu ve iffetlerini zedelemeyecek işler olması ve bu işlerde çalışırken, bir kadın olarak hal ve hareketlerine dikkat etmeleri gerekmektedir. Meselemizin bu bölümüyle ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de Şuayb (a.s.)'ın kızlarından şu örnek verilmektedir.
“(Musa) Medyen suyuna vardığı zaman, ondan su almakta olan bir insan topluluğu buldu. Onların gerisinde de (hayvanlarını suya götürmekten) sakınan iki kadın buldu. Dedi ki: Bu durumunuz ne? Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz sürülerimizi sulayamayız; babamız da yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır, dediler.” “Hemencecik onların sürülerini suladı, sonra yine gölgeye çekilerek dedi kt Rabbim, doğrusu bana indirdiğin her
hayra muhtacım.” [76]
Babaları hasta olan bu iffetli kadınlar, geçimlerini temin edebilmek için sürüyü kendileri otlatmakta ve kendileri sulamaktadır. Ancak ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi, erkek çobanların bulunduğu su başına rahatça yaklaşarak sürülerini sulamaktan kaçınmaktadırlar. Rivayetlere göre kendilerine utanarak yaklaşan ve yüzlerine bakmadan soru soran Musa (a.s.) ile konuşmalarına rağmen, çobanlarla konuşup, çobanlardan sürülerini sulamak için izin istememeleri, çobanlann iffete ve iffetli kadınlara değer vermeyen cahil kimseler olduklarına işaret etmektedir.
İşte böylesi bir durumda, zamanımizdaki bazı cahil kadınların yaptığı gibi erkeklere hoş görünmeye çalışarak su başına yaklaşmamaları, cahil erkekler ile nefsi olabilecek olan bir konuşma düzlemine girmemeleri, kendilerini çalışma zorunluluğunda gören günümüzdeki bütün müslüman kadınlarınm örnek almalan gereken iffetli bir davranıştır.
Konumuzla ilgili bir diğer mesele olan İslam'da okumak ve ilim öğrenmek ise, kadın erkek bütün müslümanlara farzdır. Kadın veya erkek bütün müslümanîar okuyacak ve öncelikle Allah'a kulluklarıyla ilgili asli meseleleri öğreneceklerdir. Kur'an-ı Kerim'de tüm müslümanları muhatap alan “Oku” emri olduğu gibi, Resulullah (s.a.v.)'in pak sünnetinde de okumanın önemi vurgulanmaktadır. Mesela savaş esiri olarak alınan okuyup-yazma bilen kimselerin, fidye karşılığında değil de, müslümanlardan oh kişiye okuyup-yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakılmaları, bu meseleye fidye veya dünya malından çok daha fazla değer verildiğini göstermektedir. Efendimiz (s.a.v.)'in Hz. Aişe (r.a.) validemize ücretli öğretmen utarak okuyup yazma öğretmesi, meselenin önemine işaret eden bir diğer yaklaşımdır.
Beşeri ilimleri tahsil etmek ise kadınlar için öncelikle kendi branşlarını içeren veya İslam'a göre tahsilinde fayda umulan konularda makbul görülür.
Tabi ki kadınların İlim tahsil etmeleri için sağlanacak olan ortamın, ya kadınlara özgü ortamlar, ya da müslüman kadının helal ve haramlara riayet edebileceği genel ortamlar olması gerekmektedir. Çünkü kadının namusuna ve iffetine, ilim Öğrenmekten daha çok değer veren İslam, Kur'an-ı Kerim ilimlerinin öğrenilmesi için dahi bir erkek ile bir kadının kapalı bir yerde yalnız olarak ders yapmalarına müsaade etmemektedir. Dolayısıyla ilim tahsil etmek isteyen bütün bacılarımızın, öncelikle ve özellikle İslamİ ölçüleri dikkate almalan gerekir. Falanca üniversiteden atılmamak veya filanca üniversiteden mezun olabilmek için başlannı açan ve bu konuda fetva veren(!) bel'amlan dikkate alan bacılarımıza, bu bel'amlan değil, üniversitelerde başörtüsü ve tesettür mücadelesi veren bacılarımızı dikkate almalarını, tercihlerini yeniden gözden geçirmelerini ve Allah'tan gereği gibi korkmalannı tavsiye ederiz.
Unutmayın ki, bu laik düzenin sizlere vereceği hiç bir şey, sizlerin Allah'a kulluğu, sizlerin iffet ve onuru kadar değerli değildir. Basın yayın organlarında “Müslümanlar kızlarını okutmuyorlar! İslam kadinlan cahil bırakıyor!.” diyerek fevaran eden sahtekarları da” lütfen dikkate almayınız.
Müslüman kızların okumasını değil, kulluk bilincinden uzaklaşmasını isteyen bu sahtekarlar, bir taraftan “Müslümanlar kızlanni veya kadinlannı okutmuyor! İslam, kadınları cahil bırakıyor!.” diyerek fevaran ederlerken, diğer taraftan ise üniversitelere giden bacılarımızın başlannı açabilmek için soysuzca birçok mücadele yürütmektedirler. Çünkü bunlar gerçekten ikiyüzlü, gerçekten sahtekardırlar!.
Oysa İslam'a göre cahillik, günümüz üniversitelerinden mezun olup olmamakla ilgili bir hadise değil, bir insanın yaratılış hikmetini ve kulluk ödevlerini biîmemesidir. Dolayısıyla İslam sizleri böylesi gerçek bir cahilliğe veya fasıklığa değil, öncelikle kulluk fıkhınızı bilmeye ve bu bildiklerinizi yaşamaya davet ediyor.
Kadının İslam toplumundaki sosyal yeri ve hakları, konuşulduğu zaman, sapıklığı meslek edinmiş bu sahtekarlar tarafından devamlı gündeme getirilen iki kadının bir şahidliği ve mirasta erkeğe iki, kadına bir pay verilmesi meselesi ise, İslam gerçeğine devamlı negatifinden bakan ve İslam'daki kadın erkek hukukuyla ilgili diğer hükümleri gözardı eden bu sapıkların ileri sürdükleri gibi bir haksızlık değildir.
“Kadın erkek eşitliği” meselesinde de belirttiğimiz gibi her eşitlikte hak, her eşitsizlikte haksızlık yoktur. Dolayısıyla bu meseleyi değerlendirirken haksızlık ile eşitsizliği birbirinden ayırmamız gerekir. Miras hukuku meselesini açıklarken, sosyal konum ve ödevler itibariyle erkeklerin kadınlara nazaran (kardeşlerinin, anne babasının ve ailesinin maddi ihtiyaçlarını karşılamak gibi..) farklı ödevler yüklendiğini belirtmiş ve erkeğe mirasta verilen farklı hakkın, bu gibi farklı ödevlerden kaynaklandığını zikretmiştik.
Şahidlik meselesine gelince, bu meselede beyan edilen ve batıl kafalarca tartışılan hüküm şu şekildedir.
“Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir katip doğru olarak yazsın, katip Aüah'ın kendisine, öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah'tan korkup-sabnsın, ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı ya da za'f sahibi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında en adil, şahidlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yalan olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendiniz için (bir zulüm ve günak) fısktir. Allah'tan korkup sahnın. Allah size öğretiyor. Aüah her şeyi bilendir.” [77]
Bu ayet-i kerimeyi kendi maksatlarına uygun olarak gündeme getirenler, iki kadının şahidliğinin bir erkeğin şa-hidliğine denk olduğunu belirterek “Netice itibariyle İslam'a göre kadın erkeğe nazaran yârım olup, iki kadın bir erkek olmaktadır!.” şeklinde bir görüş ortaya çıkarıyorlar!. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi İslam'a göre insani düzlemde kadın erkek ayırımı yoktur. Kadın erkek arasında karşılaştığımız farklılıklar, fıtri özelük ve sosyal ödevlerden kaynaklanan farklılıklardır. Nitekim zikrettiğimiz ayet-i kerime de kadın ve erkeğin genel veya mutlak bir .değerlendirilmesiyle değil, sadece sosyal bir mesele olan şahitlikle ilgili olup, bu meseledeki hükmü beyan etmektedir. Dolayısıyla konuşmamız gereken mesele, bu şahitlik meselesidir.
Adaletin gerçek sahibi olan şanı yüce Rabbimiz, her hükmünde olduğu gibi bu hükmünde de adaleti gözetmiş ve adaletin yerine gelmesi için “İki erkek veya iki erkek yoksa bir erkek, iki kadın şahit” tutulmasını buyurmuştur. Bu hükmünün hikmetini veya sebebini bizîere açıklamaya-bilirdi. Fakat aynı ayet-i kerimede bunun sebebi de beyan edilmektedir.
“Biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın”
Şimdi tüm hukukçulara “Şahitlikte unutkan olup-olmamak önemli midir?” diye soralım. Hepsi ağız birliğiyle “Elbetteki önemlidir” diyeceklerdir. Şüphesiz doğru bir cevaptır bu. Çünkü şahitlik meselesi, bazı kısa akıllıların zannettiği gibi dünkü bir olaya bugün şahitlik etmek değil, gerekirse on yıl önce vuku bulan bir olaya, on yıl sonra şahitlik etmektir. Bu şahidlikte unutmak veya şaşırmak ise, alacaklı veya haklı tarafa zulmetmek olacaktır.
O halde, şahitlik meselesini toplumsal düzlemde değerlendirirken, şahitlikte oldukça önemli olan hıfzetme veya unutmama üzerinde de durmamız, kadın ve erkeğin bu konularda birbirlerine nazaran unutkan olup olmadıklarını dikkate almamız gerekmez mi?
Bu sorumuza hepbir ağızdan değil, sadece ilim ve insaf sahibi olanlar “Elbetteki, bu da gerekir” diye cevap vereceklerdir. Öyleyse toplumsal içerikli meselelerde kadının erkeğe nazaran daha unutkan olup-olmadığını konuşmamız ve bunu sonuca bağlamamız gerekecektir.
Aslında kadının erkeğe nazaran daha unutkan olup-olmadığı sorusu, istatistik verilerini ve kadın psikolojisini dikkate alan bütün toplumbilimciler tarafından rahatlıkla cevaplanabilecek bir sorudur. Özellikle toplumsal meselelerde, kadının erkeğe nazaran daha ilgisiz ve daha unutkan olduğu psikologlarca bilinen ve istatikçilerce görülen bir gerçektir. Bu durumun şüphesiz ki istisnalan vardır. Ancak genel duruma itibar edileceği zaman, söz konusu durum bilindiği ve görüldüğü gibidir.
Fakat şu hususun da altını çizmemiz gerekir ki, kadının böylesi meselelerde erkeğe nazaran daha ilgisiz ve daha unutkan olması, kadınlar için bir aşağılanma veya onur kinci bir durum değildir. Nitekim ayet-i kerimede de kadınların bu durumu hiç verilmemekte ve bu durum gayet makul karşılanmaktadır. Çünkü kadınların bu gibi şeyleri unutabilecekleri veya unutkan olabilmeleri, herhangi bir eksiklikten değil, makul sebeblerden kaynaklanmaktadır. Bu makul sebeblerden birisi, hiç şüphesiz ki akıl noksanlığı veya zeka eksikliği değildir. Allah (c.c.) her insana akıl vermiş ve her insanı akıllı yaratmıştır. Ancak insanlar, kendilerine verilen bu akılı kullanma meselesinde, birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Bazısı çok az kullanırken, bazısı oldukça fazla kullanmaktadır. Netice olarak devamlı kürek çeken kayıkçılann kollan, devamlı koşan atletlerin ayakları kuvvetlenip, güç kazandığı gibi, düşünen insanların da akıllan kuvvetlenip, gelişmektedir. Dolayısıyla erkek veya kadın, genç veya yaşlı bütün insanlar arasında akıl farklılıkları varsa, bu farklılıklar yaratılıştan ziyade insanların akıllarını kullanıp-kullanmamalarından kaynaklanan farklılıklardır.
Unutma veya unutmama meselesinin ise direkt olarak akıl ve zeka ile bir ilgisi yoktur. Nice zeki insanlar ve nice düşünürler vardır ki, sıradan bir insandan çok daha fazla unutkandırlar.. Bu durumun birçok örnekleri fıkra gibi anlatılmakta ve insanlanmız tarafından bilinmektedir.
Peki unutkan olupolmamanın gerçek sebebleri nelerdir?
İlk sebeb ilgidir. İnsanlar yakından ilgilendikleri, merak ettikleri meselelerde, bir söz veya bir ifadeyle karşılaştıkları zaman, bunu kolay kolay unutmazlar. İlgisizlik ise başlıbaşına bir unutkanlık sebebidir. İnsanlar merak veya ilgi duymadıkları bir konuda ne işitirlerse işitsinler, ne görürlerse görsünler, bu işittiklerini ve gördüklerini belli bir süre sonra unutabilirler. Mesela gazetede yayınlanan “Falanca inşaatın ihalesi, şu kadar bedelle ve şu tarihte ihaleye çıkarılacaktır” haberini milyonlarca insan okusa dahi, okuyuculardan büyük çoğunluğu inşaatın yerini, bedelini ve tarihini birkaç saat içersinde unutur giderler. Çünkü böyle bir işle ilgi ve alakalan yoktur. Fakat aynı haberi okuyan ve bu işlerle yakından ilgilenen kimseler ise aradan bir sene de geçse inşaatın yerini ve özellikle ihale bedelini unutmazlar.
Unutkanlığın diğer bir nedeni, duygusallık ve duygusal olaylann yoğunluğudur. Olaylara duygusal bakan ve karşılaştıklan müsbet veya menfi olaylardan oldukça etkilenen hashas kimseler, diğer insanlara nazaran daha derinden yaşadıklan sevinç ve üzüntü gibi duygusal olaylann tesirinde kalarak bazı şeyleri unutabilmektedirler. Yaşadığımız toplumsal hayatta bunun birçok örnekleri bulunmaktadır.
İşte kadının psikolojik yapısıyla birlikte sadece bu unutkanlık sebeblerini dahi dikkate alsak, İslam'ın şahitlikle ilgili hükmünü ve1 bu hükmün hikmetini anlayabilmemiz mümkün olabilecektir. Kadın erkeğe nazaran çok daha duygusal ve erkeğe nazaran çok daha sübjektiftir. Kadının erkeğe nazaran daha duygusal olduğunu ve yaşadığı olaylardan daha fazla etkilendiğini tartışmamıza gerek yoktur. Günümüz psikolojisi zaten bu gerçeği kabul etmektedir. Kadının erkeğe nazaran daha sübjektif olması ise, hem psikolojinin ve hem de sosyolojinin kabul ettiği bir gerçektir. Kadınlar erkeklere nazaran daha sübjektif, yani daha öznel, daha kendilerine özgüdürler. Kendilerine ait olay ve görüşlerle daha çok ilgilenmelerine rağmen, genele veya umuma ait işlere aynı ilgiyi göstermezler. Kadınlardaki bu durum, onların sosyal konumlarıyla ve aile ödevleriyle ilgili olduğu için, İslam bu durumu da gayet makul karşılamaktadır. Çünkü bu kitap çalışmasında da belirttiğimiz gibi, ev ve aileyle ilgili ödevlerde kadına yoğunluk verilirken, evin dışındaki ödev ve faaliyetlerde erkeğe yoğunluk verilmektedir. Dolayısıyla erkeğin kadına nazaran toplumsal olaylara çok daha duyarlı olması ve bu olaylarla daha fazla ilgilenmesi, kendisine yüklenen ödevlerin bir gereğidir.
Bütün bunları dikkate alarak şahitlik meselesine dönecek olursak, kadınların toplumsal meselelerde erkeklere nazaran daha ilgisiz ve daha unutkan olabileceklerini ve böylesi bir unutkanlığın herhangi bir adaletsizliğe neden olmaması için, biri unuttuğunda diğeri hatırlatabilecek olan iki kadın şahide gerek duyulduğunu söyleyebiliriz.
Netice olarak İslam'daki bu hükmü yeterince düşünerek gündeme getirecek olan ilim ve insaf sahibi herkes, hiç şüphesiz ki İslam'daki bu hassas adalet anlayışını ve böylesine adil olan bu hükmü ya ilmin bir gereği olarak tasdik edecekler, ya da insafın bir gereği olarak sükutla karşılayacaklardır.
İslam toplumunda ve yö. etim mekanizmasında, kadınlara her görevin verilmemesi de, kadınların kendilerine özel durumlanyla ilgisi vardır. Burada sözü uzatmamıza, hepsini ayrı ayrı anlatmamıza gerek yoktur. Zaten kadın ve erkek psikolojisiyle birlikte, İslam toplumunda erkek ve kadının öncelikli ödevlerini yeterince bilerek, söz konusu meseleleri değerlendirecek olanlar, bu konudaki hikmetli gerçekleri de anlayabileceklerdir. Bazı fikir fakirlerinin ileri sürdükleri gibi “Kadın hakim niye olmuyor?” demiyeceklerdir!. Böylesi safsatalarla karşılaştıkları zaman, ölüm hükmünün verilmesiyle, ölüm hükmünün infazı arasındaki yakın ve duygusal ilgiyi dikkate alarak “Kadın cellat niye yoksa, kadın hakim de ondan yok!.” diyebileceklerdir. Öyle değil mi!.
Bu bölümde işleyeceğimiz konulara “Tevhidi mücadelede kadın” veya “Tevhidi mücadelede erkek” başlığını vermemiz mümkün değildir. Çünkü insanİann yaratılış gayesi olan Allah'a kullukta ve bu kulluğun görkemli bir uzantısı olan tevhidi mücadelede, kadını veya erkeği birbirden ayrı, birbirinden bağımsız düşünemeyiz. Nitekim insanlar için apaçık bir çağn olan İlahi vahiy, kadınıyla erkeğiyle bütün bir insanlığı muhatap almakta, bütün bir insanlığı hidayete ve Allah'a kulluğa davet etmektedir.
“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki sahnasımz.” [78]
“Ben, cinleri de, insanktrı da, yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.” [79]
Erkeğiyle kadınıyla bütün bir insanlığı muhatap alan İlahi vahiy, kulluk sorumluluğunda olduğu gibi bunun neticesi olan ceza ve mükafatta da hem kadınlan ve hem de erkekleri muhatap almaktadır. Nitekim cehennem azabına, erkeğiyle kadınıyla bütün kafirler, bütün müşrikler, bütün münafıklar girecektir.
“Bir de; kötü bir zan ile zanda bulunmakta olan münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azablandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin. Allah, onlara karşı gazablanmış, olanları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür.” [80]
Aklımızla kavnyamayacağımız, hayalini bile kuramayacağımız ebedi cennet hayatına ise, iman edip salih amel işleyen erkek ve kadın bütün mü'minler, bütün müslümanlar gireceklerdir. Şanı yüce Rabbimiz ister kadın olsun, ister erkek olsun hiçbir müslümanın salih amelini boşa çıkarmayacağını beyan etmekte ve onları cennetle müjdelemektedir.
“Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar, cennete girecek ve onlar, bir çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır.” [81]
“Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va'detmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” [82]
Hidayete ve Allah'a kulluğa davette, cehennem tehdidi ve cennet müjdesinde kadın erkek aynmı olmadığı, Allah'a kullukla ilgili ve İslam dininin aslını oluşturan birçok emir ve nehiyde de kadın erkek ayınmı yoktur.
“Hiç şüphesiz, müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü'min olan erkekler ve mü'min olan kadınlar, gönülden (Allah'a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar, (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır.” [83]
Allah'a kullukla ilgili bütün bu hususlarda kadın ve erkek arasında bir ayırım olmamasına rağmen, değerlendireceğimiz mesele tevhidi mücadelenin toplumsal boyutuna uzandığı zaman, kadın ve erkek arasında bazı farklı mükellefiyetler söz konusu olmaktadır.
Mesela günümüzdeki müslüman kadınların İslami faaliyette bulunabilecekleri sosyal düzlemlerin, bu kadınların öncelikle yakın çevrelerinde oluşturabilecekleri ve ilişki hududlarının dikkate alındığı düzlemler olduğunu belirtmiştik. Müslüman kadının İslami faaliyeti öncelikle aile içersinde başlamakta ve yakın çevreden uzak çevreye doğru temkinli bir gelişim göstermektedir.
Her gün yeni şeyter öğrenmek isteyecek olan çocuklarına İslami öğretiyi sunan, kadın akrabalarına haliyle, hareketiyle ve rahmetli anlatımıyla İslami tebliğ eden, cahiliye üzere olan komşularıyla insani diyalog kuran, onların ister istemez takdir edecekleri bir kimlik ve kişiliği onlara gösteren ve böylesi zeminlerde onlan hayra, onları tevhide davet eden mü'mine kadınlarımız, hiç şüphesiz ki gıpta edilmesi gereken mü'mine kadınlanmızdır. Bütün bunların fevkinde olarak aile içi ve yakın çevredeki İslami faaliyetlerini hakkıyle yerine getiren ve özel yeteneklere sahip bazı istisnai kadınlanmız ise, bu faaliyet sınırlarını İlahi ölçüleri dikkate alarak uzak çevreye doğru kısmi ve temkinli olarak genişletebileceklerdir.
Kısmi ve temkinli olarak dememizin nedeni, kadınıyla erkeğiyle insanı yaratan ve ne yarattığını hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz, kadın ile erkek arasındaki bazı farklılıkları ve özel durumları dikkate alarak her nefse sadece ve sadece güç yetirebileceği şeyleri yüklemesidir. Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği gibi tüm insanlara din konusunda güçlük yüklemeyen Allah (c.c), kadın veya erkek hiçbir nefse de güç yetireceği dışında bir şey' yüklememiştir.
Hiçbir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz. Söylediğiniz zaman -yalanınız dahi olsa- adil olun. Allah'ın ahdine de vefa gösterin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.
Hiçbir nefse güç yetiremeyeceği, kaldıramayacağı bir şeyi yüklemeyen şanı yüce Rabbimizin bu Sünnet'ini dikkate aldığımız zaman, peygamberlerin erkeklerden seçilmesinin hikmetini de anlayabiliriz. Peygamberlerin erkeklerden seçilmesi, bazı kimselerin ileri sürdükleri gibi Allah katında erkeklerin kadınlardan üstün tutulması değildir. Rabbimiz katında kadın erkek ayırımı kesinlikle yoktur. Dünya yaşantısıyla ügili olarak vazedilen bazı hükümlerdeki kadın erkek ayırımı, Allah katında değil, insanlar nezdinde yapılan ve yapılması gereken bir ayrımdır. Rabbimiz katında ise Allah'a kul olmuş bir kadın ile, Allah'a kul olmuş bir erkek arasında herhangi bir fark yoktur. Şayet böyle bir fark olsaydı, İlahi huzurda kadınlar ve erkekler ayrı ayn toplanır, kadınların ve erkeklerin hesaplan ayn ayn yapılırdı. Oysa Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği gibi İlahi huzurda cinsiyet ayrımı yapılmayacak, kadın veya erkek bütün insanlar aynı İlahi sorgulamaya çekilip, aynı İlahi ölçülerle cennete veya cehenneme gideceklerdir.
Peygamberlerin erkeklerden seçilmesi meselesine dönecek olursak, tüm peygamberler, Allah'ı bilmenin ve Allah'a kulluk etmenin yanısıra tevhidi mücadelenin toplumsal boyutuyla da görevlendirilen seçkin insanlardı. Genellikle cahiliyenin yaygınlaştığı ve azdığı ortamlarda gönderilen bu peygamberler, cahili toplumlann yoğun baskılan ve işkenceleri ile karşılaşıyorlardı. Kendilerini Allah'a kulluğa davet eden peygamberleri aşağılayabilmek için her çareye başvuran cahiliye mensuplan, bu peygamber kadın olduğu zaman hiç şüphesiz ki çok daha adice yaklaşımlarda bulunabilecekler, iik fırsatta kadın peygamberin onur ve iffetine saldırabilecekler veya değişik iftiralar nisbet edebileceklerdi. Cahiliyenin şiddetli baskı ve işkenceleriyle beraber, böylesi iğrenç yaklaşımlarla da muhatap olunması, müslüman bir kadının tahammül edebileceği, güç yetirebileceği şeyler değildir. Peygamberliğin getirebileceği bu gibi zorluklar, fıtri olarak kadınlardan ziyade erkeklerin dayanabilecekleri, erkeklerin güç yetirebilecekleri bir iş olduğu için, şanı yüce Rabbimiz peygamberlerini erkeklerden seçmiştir. Mesele bu noktaya geldiği zaman bazı kardeşlerimiz şöyle diyebileceklerdir.
Bu söylediğiniz şeyler, mutlak geçerli olan şeyler değildir. Çünkü her şeye kadir olan Allah (c.c), kadın peygamberini tüm bunlardan koruyabilir ve onu bütün baskılara rağmen aziz bir duruma getirebilirdi!.
Evet, doğru bir düşüncedir bu..
Nitekim meselenin bu boyutunu bizler de düşündük!.
Hatta ve hatta, fakirlerin hor görüldüğü toplumlarda fakirlerden peygamber gönderen ve cahiliyenin hor gördüğü fakirleri aziz bir duruma getiren şanı yüce Rabbimiz, aynı hikmetli sünneti istikametinde “Kadınların hor görüldüğü toplumlarda, kadınlardan niye veya neden peygamber göndermemiştir?” sorusunu sorduk kendimize ve Kur'an-ı Kerim'de bu sorunun cevabını aradık!. Mesela alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), Hz. İsa (a.s.)'a değil de, Kendisine adanan, Kendisinin koruduğu ve yetiştirdiği Hz. Meryem validemize peygamberlik verebilirdi!.
Ancak peygamberliği Hz. Meryem validemize vermemiştir!.
Peki neden?
Her hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimizin, bu hükmündeki hikmet neydi?
Meseleyi Hz. Meryem validemiz üzerinde düşünüp, onun bazı kadınlık zafiyetleri üzerinde yoğunlaştırdığımız zaman, herhangi bir sonuca varmamız, varabilmemiz mümkün değildir. Çünkü az önce ifade edildiği gibi şanı yüce Rabbimiz İlahi yardımı ile Hz. Meryem validemizi sadece kabilesinden değil, tüm dünyadan ve dünyanın için-dekilerden koruyabilirdi. O halde meselenin, yani Hz. Meryem validemize peygamberlik verilmeyişinin nedeni, Hz. Meryem validemizle ilgili bir husus değildi!.
İşte bu meselenin hikmeti, Hz. Meryem validemizden ziyade Hz. Meryem validemizi kendilerine örnek alabilecek olan müslüman kadınlarla ilgiliydi!. Şayet Hz. Meryem validemize peygamberlik verilip, Hz. Meryem validemiz tevhidi hareketin toplumsal boyutunda açık, apaçık bir mücadele verseydi, kıyamete kadar yaşayacak olan bütün müslüman kadınlara bu mücadelesiyle örnek olacak ve tüm müslüman kadınlar bu apaçık mücadele fikhıyla karşı karşıya geleceklerdi. Peygamberlerin kadın olması durumunda karşılaşılacak bütün olumsuzluklar ile, sadece Hz. Meryem validemiz değil, onu örnek alan tüm müsiüman kadınlar da karşılaşabilecekti. İşte yaşamış ve yaşayacak olan bütün müsiüman kadınlar için böyle bir zorluk dilemeyen, onlan tahammül edemeyecekleri, güç yetiremeyecekleri şeylerle mükellef tutmayan şanı yüce Rabbimiz, bu hikmetli neden ile kadınlara peygamberlik vermemiş ve tüm peygamberlerini erkeklerden göndermiştir.
“Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkekler dışında peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, şu halde zikir ehline sorun.” [84]
Peygamberliğin erkeklere verilmesiyle ilgili olarak bu söylediklerimizi, peygamberlik ve peygamberliğin misyonuyla birlikte değerlendirmemiz gerekir. Dolayısıyla peygamberlikle ilgili olan ve bütün erkek müslümanların örnek alması gereken bazı sosyal eylemler, kadınlara değil, erkek müslümanlara özgü eylemlerdir. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'in cahili toplum içersinde açıkça yaptığı birçok eylemde Hz. Hatice (r.a.) validemizin bulunmaması, günümüzdeki müsiüman bacılarımızın örnek alması gereken hususlardır. Çünkü İlahi vahye göre müsiüman kadının tevhidi mücadelesi, erkek müslümanların yükümlü oldukla gibi açık, apaçık bir mücadele değildir. Nitekim kadın ve kızların özellikleriyle ilgili ayet-i kerimede, şöyle buyurulmaktadır.
“Onlar, zinet içinde büyütülüp de mücadelede (mulıale-fet, düşmanlık ve çekişmede) açık olmayan (hzlar)ı mı (Allah'a yakıştırıyorlar)?” [85]
Allah'a kurban olarak adanan müşrik kızlarıyla ilgili olarak nazil olan bu ayet-i kerimedeki beyan edilen vasıflar, kızlara veya kadınlara cahiliye tarafından nisbet edilen ve İlahi vahyin tekzip ettiği vasıflar değildir. Fıtri olarak erkeklerden daha hassas ve çok daha zarif olan kızlar, gerçekten süs ve zinet içinde büyütülen narin çocuklarımızdır.
Bu kızlarımızın ve kadınlanmızın muhasamada yani muhalefet, çekişme ve düşmanla mücadelede erkekler gibi açık olmamalan ve bunun gereğini erkekler gibi yapamamaları ise İlahi vahye göre yadırganan değil, makul ve makbul karşılanan bir durumdur. Nitekim doğmadan önce kendisine adanan Hz. Meryem validemizi yetiştiren Allah (c.c), Hz. Meryem validemizi zamanımızdaki bazı bacılarımızın özendiği militan bir kimlikte ve militan bir kişilikte değil, onu nadide ve güzel bir bitki gibi yetiştirdiğini beyan etmektedir.,
“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi Zekeriyya'yı da ona sorumlu kıldı. Zekeriyya, ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: Meryem, sana nerden bu? deyince, Bu, Allah kalındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir dedi.” [86]
Kendilerini ve kızlarını yetiştirmeye talip olan bacılarımızın, Hz. Meryem validemizin İlahi terbiye ile nasıl yetiştirildiğini dikkate almaları gerekir. Müslüman kadınlanmıza bir Örnek olarak verilen Hz. Meryem validemize emredilen eylemler ise, bütün kadınlarımızın muhatap ve mükellef oldukları eylemlerdir.
“Hani melekler de: Meryem, şüphesiz Allah seni seçkin kıldı, seni arındırdı ve alemlerin kadınları üzerine seçti demişti Meryem, Rabbine gönülden itaatta bulun, secde et ve rüku edenlerle birlikte rüku et.” [87]
Müslüman bir kadının rüku edenlerle birlikte rüku etmesi demek, hiç şüphesiz ki mutlaka camilere gitmesi veya cemaatlere dahil olması anlamında değildir. Müslüman kadını muhatap alan bu buyrukta, zaman ve mekan birliğinden ziyade eylem birliği vardır. Rüku veya secde etmek, müslümanların ortak eylemleridir. Dolayısıyla kendi odasında rüku veya secde eden bir kadın, dünya müslü-manlanyla birlikte rüku veya secde eden bir kadındır. Ayn-ca camilere veya mescidlere giderek cemaate dahil olmak müslüman kadınlar için farz olmadığı gibi, bazı durumlar dikkate alınarak bundan sakınmaları dahi tavsiye edilmiştir. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde şu rivayet bulunmaktadır.
Ebu Humeyd Es-Saidi'nin hanımı olan Ümmü Humeyd bir gün Resulullah (s.a.v.)'e gelip;
“Ey Allah'ın Resulü, seninle namaz kılmayı seviyorum (bu isteğime ne buyurursun)” der.
Resulullah (s.a.v.):
“Benimle namaz kılmayı sevdiğini biliyorum. Fakat bilmiş ol ki (namazın için yapılmış) evinde kıldığın namaz, odanda kıldığın namazdan daha hayırhdır. Odanda kıldığın namaz, evin açık bir yerinde (salonda) kıldığın namazdan daha hayırlıdır. Evinde kıldığın namaz, mahallen veya kavmine mahsus mescidde kıldığın namazdan daha üstün ve hayırhdır. Kavmine ait camide kıldığın namaz ise, bu cami-i şerifimde kıldığın namazdan daha hayırlıdır.” buyurdu.
Hadisin ravisi şunları söylüyor:
“Bu kadına, Resulullah (s.a.v.)'in emir buyurduğu gibi evinin en derin ve kuytu köşesinde kendisine has bir mescid yapıldı. Allah'a kavuşuncaya kadar, namazını orada kılmaya devam etti.”
İmam Ebu Davud'un Sünen'inde de, aynı manada şu hadis-i şerif zikredilmektedir.
Mes'ud oğlu Abdullah (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır.
“Kadının (hususi ve dahili) odasında kıldığı namazı, salonda kıldığı namazından daha üstündür Evin içerisindeki yatak odasında kıldığı namazı, umuma açık olan evde kıldığı namazdan daha üstündür.”
Resulullah (s.a.v.)'in mescidinde ve Resulullah (s.a.v.)'in cemaatine dahil olarak namaz kılmak, kadın veya erkek bütün müslümanlar için çok görkemli, çok değerli bir eylem olmasına rağmen, Efendimiz (s.a.v.) rivayette söz konusu edilen müslüman kadına ve bu kadının şahsında zamanımızdaki tüm müslüman kadınlara evde kılacakları namazın Rabbimiz katında daha hayırlı, daha efdal olacağını buyurmaktadır.
Dolayısıyla Resulullah (s.a.v.)'in cemaatine dahil olarak, rahmet peygamberinin arkasında namaza durmak için değil, bazı sosyal faaliyetler adına itilip-çekişmeli mitinglere katılan ve bu gibi olaylarda girişkenlik adına ön plana çıkarak haddi aşan bütün bacılarımızın düşünmeleri ve dikkate almaları gereken bir tavsiyedir bu!. Çünkü yukarıdaki tavsiyede, müslüman kadının iffet ve onuruna, böylesi sosyal eylemlerden değil, Resulullah (s.a.v.)'in arkasında namaz kılmaktan bile daha fazla, çok daha fazla değer verilmektedir.
İslam'a teslim olmuş müslüman kadınlar böyle bir takvaya davet edilmelerine rağmen, evlerinde çözümleyemedikleri bir meseleyi çözümleyebilmek veya ev halkından öğrenemedikleri gerçekleri öğrenebilmek için mescide gelenler de, kınanıp, tenkid edilmemişlerdir. Dolaytsıyle zaruret hallerinde bu duruma ruhsat verilirken, genel düzlemde bundan sakınılması tavsiye edilmiştir.
Vasat bir mü'mine olmanın fevkinde, tevhidi mücadelede öncü olmak ve hayırlarda öne geçmek isteyen günümüzdeki seçkin bacılarımızın, kendilerine apaçık birer örnek olması gereken peygamber hanimlanyla ilgili aşağıdaki ayet-i kerimeleri mutlaka ve mutlaka dikkate almaları gerekir.
“Ey Peygamberin kadınları, kim sizden açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa, onun azabı iki kat olarak arttırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır.” “Ama kim de sizden Allah'a ve Resulü'ne gönülden itaat eder ve salih bir amelde bulunursa, ona da ecrini iki kere veririz. Ve biz ona üstün bir nzık da hazırlamışadır.” “Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma'ruf bir tarzda söyleyin.” “Evlerinizde vakarla-oturun, ilk cahiliyye (kadınlanjnın süslerini açığa vurması gibi-, siz de süslerinizi açığa vurmayın; dosdoğru namaz kılın, zekatı verin, Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” “Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphe yok Allah, latiftir, haberdar olandır.” [88]
İlk iki ayet-i kerimede öncü ve örnek olmak isteyen ve diğer müslüman kadınların da kendilerini örnek alacakları mumineler için, azap ve ecirin iki misli olacağı beyan edilmektedir. Dolayısıyla böyle bir misyonu yüklenecek olan mü'mine bacılarımızın, diğer mü'minelerden çok daha takva sahibi olmaları, hal ve hareketlerine çok daha fazla dikkat etmeleri gerekmektedir. Ayet-i kerimelerin devamında konuşma adabı verilmekte ve son iki ayet-i kerimede ise evlerinde vakarla oturmaya, öncelikle evlerinde okuyup, evlerinde düşünmeye davet edilmektedirler. Dolayısıyla öncü ve örnek olmak isteyen mü'mine bacılarımızın bütün bu hükümleri dikkate almalan, cennet yolunu önce evlerinde aramaları, onurlu bir kimlik ile öncelikle evlerinde var olmalan, sosyal faaliyetler veya erkek müslümanlarla diyalog düzlemlerinde ise peygamber hanimlanndan bir adım geride kalmaları gerekir. Çünkü bütün müsiümanların anneleri olan ve herhangi bir müslümanın nikahlayamayacağı peygamber hanımlan, bu durumları itibariyle günümüz mü'minelerinden farklı bir konuma sahiptirler.
“Peygamber, mü'minler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri de onların anneleridir...” [89]
“Ey iman edenler, peygamberin evlerine yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın girmeyin, ancak çağlırsanız artık girin; yemeği yediğinizde de dağıhverin. Söz ve sohbet için de (evlerine) girmeyin. Gerçekten bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır. Oysa Allah, hak(kı açıklamaktan utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri, için de daha temizdir. Aüah'ın Resulü'ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedi olarak (helal) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir günah)tır.” [90]
Bazı mü'mine bacılarımız bu yazdıklanmızdan rahatsız olabilecekler ve kalbi bir burukluk ile “Tevhidi mücadetenin toplumsal boyutunda biz olmayacak mıyız?” şeklinde bir soru yöneltebileceklerdir. Konumuzun başında da belirttiğimiz gibi tevhidi mücadelede kadın veya erkek yalnız başlarına değil, birlikte, birbirlerini tamamlayıcı bir nitelikte bulunmaktadırlar. Tevhidi mücadelenin toplumsal boyutunda müslüman kadın ve erkek arasında bir rekabet, bir yanş değil, ahenkli ve anlamlı bir yardımlaşma olacaktır. Dolayısıyla kadın ve erkeğin yardımlaşmaları gereken bu mücadele boyutunda, kadın ve erkek rekabet anlayışıyla bir yarışa girer ve birbirlerinden daha fazla faaliyette bulunmaya çalışırlarsa, müslümanlar' olarak hayırlarla değil, birçok musibetlerle karşılaşırız.
Müslümanlann hayırlarda yarışmakla mükellef olduklarını tabi ki biliyoruz. Ancak hayırlarda yarışmakla mükellef olan bu müslümanlarda rekabet anlayışının aksine yardımlaşma anlayışı hakimdir. Meselenin kadın ve erkekle ilgili diğer önemli boyutu ise kadın ve erkeğin birbirlerini tamamlıyarak üstesinden gelebilecekleri eylemlerde, böyle bir yanşma değil, kadın ve erkeğin birbirini tamamlaması vardır.
Ayrıca müslüman kadınlar ile müslüman erkeklerin, çağdaş cahili anlayışta olduğu gibi birbirlerine karşı komplekse girmelerine, birbirlerini kıskanmalarına veya birbirlerine hased etmelerine hiç gerek yoktur. Çünkü dinimiz İslam'a göre şerre yardım etmek ile şerri yapmak arasında önemli bir fark olmadığı gibi, hayra yardım etmek ile hayrı yapmak arasında da önemli bir fark yoktur. Mesela Ebu Leheb'e serde destek veren karısı, Ebu Leheb'le birlikte cehennem ehli olmaktadır.
“Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu da, Malı da, kazandıkları da kendisine bir yarar sağlamadı Alevi olan bir ateşe girecektir. Esi de; odun hamalı (ve) Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak.” [91]
Bu örneğin aksine, İbrahim ve İmran ailesi ise alemler üzerine seçilen ve müjdelenen ailelerdendir.
“Gerçek şu ki, Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti.” [92]
İbrahim (a.s.)'ın ailesi, İbrahim (a.s.)'ın yaptığı birçok eylemi yapmamasına rağmen, İbrahim (a.s.) ile birlikte İlahi müjdeye muhatap olmaktadır. Onlar İbrahimi eylemleri yapmamışlardı ama İbrahimi eylemlerde İbrahim'e yardım etmişler, ona destek olmuşlardı.
Aynı olayı Resulullah (s.a.v.)'in sünnetinde de görmemiz mümkündür. Hz. Hatice validemiz, Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte cennette olacak olan mümtaz bir validemizdir.
Peki, Mekke sokaklarında veya Ukaz panaymnda Hz. Hatice var mıdır?
Hz. Ömer (r.a.) müslüman olduktan sonra Kabe-i Şerife doğru topluca yürüyen müslümanlar arasında, bir tek kadın müslüman, bir tek mümine var mıydı?
Tevhidi mücadelenin bu boyutunda, Resulullah (s.a.v.)'i ve birçok erkek müslümanı sık sık gördüğümüz gibi, bazı sınırlı istisnalar dışında diğer mü'minleri de görüyor muyuz?
Bizatihi görmüyoruz, göremiyoruz!.
Fakat alemlerin Rabbi olan Allah'a yemin ederiz ki.
Mekke sokaklarında türlü eziyetlerle karşılaşan, Ukaz panayırında İslam'ı anlatmak için çırpınan Resulullah (s.a.v.)'in bütün bu mübarek eylemlerini, Hz. Hatice validemizden ayn görmüyor, ayn düşünemiyoruz. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'e gücü nisbetince yardımcı olan, Efendisini her üzüntüde teskin, her hayırda teşvik eden Hz. Hatice validemizi, Resulullah (s.a.v.)'in mübarek eylemlerinden ayrı görmemiz, ayrı düşünebilmemiz mümkün değildir.
Günümüzdeki birçok müslüman eşler arasında, böylesine anlamlı ve ahenkli bir bütünlük ne yazı ki yoktur. “İslami mücadelede erkekler ne yapıyor, kadınlar ne yapıyor?” gibi sorularla kadın erkek ayırıma gidilmekte ve bu aymmlı düzlemde bazı kompleksler ile bencil tartışmalar olabilmektedir, Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi bu konularda kıskanç veya bencil yaklaşımları bir kenara bırakarak, birbirimizle yardımlaşmamız ve birbirimizin yaptıklarıyla onur duymamız gerekir. Meselenin bu boyutuna fıtri olan bir gerçeklikten örnek vermek istiyorum. Mesela kendisini selam ve rahmetle anmak istediğim bir anacığım vardır. İslam adına yaşadıklarımı, yaptıklarımı ve yapmaya çalıştıklanmı gördüğü zaman “Oğlum yaptı, ben de yapayım!.” gibi düşüncelere veya vesveselere hiç kapılmadan benimle iftihar eder, benimle onur duyar.
Her anne ile oğul arasında yaşanabilecek olan bu olayı ve bu olayın nedenini düşünmemiz gerekir. Analar böylesi durumlarda evladlanni niye kıskanmıyorlar, niye komplekse düşmüyorlar ve bütün bunlann fevkinde evladlanyla niye iftihar ediyorlar?
Çünkü bu analar,evladlanni kendilerinden ayrı, kendilerini evladlarından ayn düşünmüyorlar. Bu çocuğu Allah'ın izniyle ben doğurdum, ben emzirdim, ben yetiştirdim bilinciyle ve analık sevgisiyle bütünleşen duygular, onlan kıskançlığa değil, iftihara götürüyor. Evladlannm yaptığı hayırlı amellerde kendilerinin de önemli bir payı olduğunu bilerek, idrak ederek, bu amelleri sanki kendileri yapmış gibi ve hatta daha fazla seviniyor, daha fazla onur duyuyorlar.
Peki, kadın ve erkek müslümanların da birbirlerine bu bilinç ve bu sevgiyle yaklaşmaları gerekmez mi?
“Erkekler şunu yaptı, kadınlar bunu yapmadı!.” tartışmasına girmeden, birbirleriyle yardımlaşıp, birbirleriyle onur duymasınlar mı?
Birbirlerinin yaptıkları hayırlı eylemleri, bu onurlu bilinçle paylaşmasınlar mı?
Oysa İlahi vahiy, kadın ve erkeği rekabete değil, birlik ve bütünlüğe davet etmektedir. Davasının şuurunda olan müslüman erkekler kadınlanyla onur duyarlarken, davasının şuurunda bulunan müslüman kadınlar da erkekleriyle onur duymaktadırlar.
Sokaklarda ve meydanlarda gerçekleştirilen Rabbani eylemlerde genel olarak erkekler gözükse de, bu erkeklerin arkasında kadınlar bulunmaktadır. Bu erkekler, kendilerini yetiştiren analanndan, kendilerini hayra teşvik eden ve destekleyen hanımlarından ayn değildirler. Nitekim müslüman kadınların böylesi meydanlarda varolması demek, meydanlara teşvik ettikleri kocalarıyla, . meydanlar için yetiştirdikleri oğullanyla varolmalan demektir.
Günümüzdeki kadın ve erkek müslümanların ve özellikle evli olan mümine bacılarımızın, bütün bu hususları önemle dikkate almalan gerekir. Çünkü evli Müslümanlar arasında oldukça yaygınlaşan uyuşukluk ve pasiflik, arasındaki bu bilincin ve bu hikmetli yardımlaşmanın olmayışından kaynaklanmaktadır. Evli olduğunuz erkekleriniz müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen sokaklarda veya meydanlarda yoksa, tevhidi mücadelenin bu önemli boyutunda henüz gömülmeyen ölüler gibiyse, bu utanılası durumdan sadece erkekleriniz değil, sizler de utanınız. Çünkü zamanımızdaki birçok müsiüman erkeğin pasifliği ve uyuşukluğu, belli bir düzene girmemiş çarpık aile yaşantısından ve hanımlarından kaynaklanmaktadır.
Netice olarak tevhidi tebliğe ve tevhidi mücadeleye susamış sokaklar ve meydanlar, öncelikle sizleri, siz değerli bacılarımızı değil, hayra teşvik edeceğiniz kocalarınızı, hayır üzere yetiştireceğiniz oğullannızı bekliyor.
Kadınlarla ilgili bu sınırlı kitap çalışması genel hatlarıyla dikkate alındığı zaman, İslam'ın kadınlara verdiği değer kısmı de olsa açıklık kazanacaktır. İslam'a göre kadınların, arayarak veya bulmaya çalışarak değil, kendilerinde olanı koruyarak, kendilerinde olana sahip çıkarak kazanabilecekleri iffet ve onurlan vardır. Kadınlara bizatihi verilen bu iffet ve onurun korunarak kazanılması ise konuyia ilgili İlahi hükümlerin dikkate alınmasıyla mümkündür.
Kadına gerçek değerini veren yegane merci, kadını yaratan ve yarattığı kadına merhametle yaklaşan Allah (c.c.)'dır. Dünyadaki tüm kadınları İslam'ın rahmet ve adalet iklimine davet eden İlahi vahiy, kendi daveti ile diğer bütün beşeri davetlerin mukayese edilmesini istemekte, bu mukayese ile sağlıklı bir tercihte bulunulmasını dilemektedir.
Kadın haklan adına konuşan tüm beşeri mercilerin, günümüz kadınını dünya yaşantısında hangi noktaya getirdiği ve ahirette hangi akibete sürüklediği aşikardır. İslam ise kendisine teslim olan tüm kadınlara, tertemiz bir dünya hayatı ve bu dünya hayatıyla mukayese edilemeyecek olan ebedi bir cennet va'detmektedir.
İşte bu İlahi vaade, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın lutfuna ve yardımına mazhar olabilmek, dünya yaşantısında Allah'ı ve Allah'ın hükümlerini dikkate alabilmekle mümkündür. Şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de kadınlan rahmet ve adalete götürebilecek hükümleri vazetmekte ve sonuç olarak da, evet, sonuç olarak da, tüm kadınlara aşağıdaki şu örnek ve ibretleri vermektedir.
“Allah, küfretmekte olanlara, Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek olarak verdi İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikahları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, onlara (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: Diğer girenlerle birlikte ateşe girin denildi.” “Allah, iman etmekte olanlara da Firavun'un karısını örnek olarak verdi Hani demişti ki; Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.” “İmran'ın kızı Meryem'i de. Kî o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz de ona kendi ruhumuzdan üfledik O da Rabbinin kelimelerini ve Kitab'larını tasdik etti O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı” [93]
Yaşadığımız toplumda bazı kadınlar vardır!.
Babalannın veya kocalannın Allah'a kulluk yaptıklarını dikkate alarak, bu durumdan kendilerine de bir pay çıkanrlar. “Ben Allah'a- kulluk yapmasam da, müslüman olan kocama şöyle şöyle hizmet ediyorum. Onun çamaşırlarını yıkayıp, ona yemek hazırlıyorum..” diyerek, en kötü ihtimalde bile hizmet ettikleri kocalarından aynlmayacakla-nnı ve onlarla beraber cennete girivereceklerini zanneder.
Şanı yüce Rabbimiz batıl bir zan üzere olan bu şaşkınlara, Nuh ve Lut (a.s.)'ın eşlerinden örnek vermektedir. Bu şaşkın ve sapık kadınlar İlahi huzurda “Ya Rabbi!. Cennete giden şu adamlar, bizlerin kocalarıydı. Bizler onlara hizmet etmiş, onların çamaşırını, bulaşığını yıkamıştık. Bu yaptıklarımızın hiç mi değeri yok. Bizi onlardan niye ayırıyorsun?” dedikleri zaman, şanı yüce Rabbimiz kendilerine dünya yaşantısında verilen bu örneği hatırlatacaktır. Onlara Nuh ve Lut (a.s.)'ın eşlerini göstererek “Bunlar peygamber olan kocalarına hizmet eden kadınlardı. Ancak kocalarının hak olan davetlerine ihanet etmişler ve Bana kulluk yapmamışlardı. Şimdi onlarla beraber girin cehenneme!.” buyuracaktır.
Müslüman bir kocaya Allah nzası için hizmet etmek, hiç şüphesiz ki müslüman kadınlar için karşılığı ecir ve mükafat olan saygın davranışlardır. Ancak bir insan olan kadınların öncelikli görevi, yaratılış gayelerine uygun olarak Allah'a kulluk etmeleridir. Şayet kadınlar, erkeklere hizmet etmek için yaratılmış olsalardı, Nuh ve but (a.s.)'a hizmet ederek bu görevi yerine getiren eşleri cehenneme değil, cennete giderlerdi. Oysa şanı yüce Rabbimiz kadınlan erkeklere hizmet etmeleri için değil, kadınıyla erkeğiyle tüm insanları öncelikle ve özellikle kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır. Müslüman bir erkeğin kansının haklarına riayet etmesi ve onun ihtiyaçlannı gidermesi, müslüman bir kadının kocasının haklarına riayet etmesi ve onun hizmetini görmesi, Allah'ın nzası gözetilerek yapıldığı sürece, Allah'a kulluk içine girmekte ve karşılığı ecir olmaktadır.
Günümüzdeki birçok kadının, Allah'a kulluk hususunda öne sürdükleri bir ikinci mazeret ise, İslam üzere olmayan veya İslami duyarlılığı bulunmayan kocalarıdır, Bu kadınlar İslami davetlerle karşılaştıkları “Zaman, bu davetleri genellikle kabul ettiklerini belirtirler ve bu bilinçsiz tastiğin hemen arkasından “Ahh şu kocalarımız!.” diyerek, kocalarını büyük bir mazeret olarak ileri sürerler. Bu şaşkınlar aynı mazereti İlahi huzurda da savunabileceklerini düşünmektedirler. Allah (c.c.)'a karşı boyunlannı bükerek “Ya Rabbi”. Kocalarımız müslüman olsalardı, hiç şüphesiz ki bizler de müslüman olurduk!. Fakat bizim kocalarımız şöyle şöyle insanlardı. İçki içerler ve bizlere eziyet ederlerdi. Bizler de bu nedenle onlara uyduk ve Sana kulluk edemedik!." dedikleri zaman, bu mazeretlerinin geçerli olacağını' zannederler!. Oysa Allah (c.c), iman etmelerine rağmen bu durumda olan bütün kadınlara Firavunun kansını örnek vermektedir.
“Allah, iman etmekte olanlara da Firavun'un karısını örnek olarak verdi Hani demişti kU Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.” [94]
Lütfen düşünelim!.
Zamammızdaki hangi koca, bütün kavmine ilahlık taslayan, binlerce e;kek çocuğunu vahşice boğazlatan, mucizelerle karşılaşmasına rağmen küfründe inat eden Firavundan daha kötüdür!. İşte böyle bir Firavunun kansı olan mümine validemiz, böylesi şartlarda dahi Allah'a yönelmekte ve Allah'a sığınmaktadır. Kocası olan Firavun'un yaptığı bütün zulümlerden kendisini beri tutmaya çalışan, gücü nisbetince Allah'ı zikredip, Allah'a kulluk eden bu mümtaz validemiz, kocalarını mazaret olarak ileri süren bütün kadınlara örnek olarak verilmekte ve kendilerini “Sizin kocalarınız, Firavun'dan daha rnı kötüydü?” sorusuyla karşı karşıya getirilmektedirler. Tabi ki cevapsız kalacak bir sorudur bu!.
Kadınlarla ilgili olarak verilen son ömekde, Hz. Meryem validemiz zikredilmekte ve onun durumu beyan edilmektedir.
İmran'ın kızı Meryem'i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz de ona kendi ruhumuzdan üfledik O da Rabbi-nin kelimelerini ve Kitab'larını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı,[95]
Cahili toplumlarda yaşamalarına rağmen Allah'a kulluğun gereğini yapmakla mükellef olan bütün kadınlar, hiç şüphesiz ki bazı cahili baskılarla ve ithamlarla karşılaşabileceklerdir. Bazıları aileleri içinde yalnız kalacaklar, hem ailelerinin ve hem de cahili toplumun değişik tenkit ve ithamlarıyla karşı karşıya gelebileceklerdir. İşte bütün bu kadınlarımıza Hz. Meryem validemiz örnek olarak verilmektedir.
Kendi kabilesi olmasına rağmen yalnızlığı yaşayan Hz. Meryem validemiz, bu yalnızlık içinde iffet ve onurunu korumuştu. İffet ve onuruna böylesine düşkün olan ve bu değerlerini büyük bir özenle koruyan Hz. Meryem validemiz, kendisi için oldukça dehşetli olan aşağıdaki hadiseyi yaşamış ve Allah'ın apaçık bir emriyle karşılaşmıştı.
“Kitab'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti”. “Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çekmişti Böylece ona ruhumuz (Cibril'i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü.” “Demişti ki; Gerçekten ben, senden Rahman (olan Allah)a sığınırım. Eğer takva sahibiysen (bana yaklaşma).” “Demişti ki; Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için (buradayım).” “O, Benim nasıl bir erkek çocuğum okıbiUr? Bana hiçbir beşer dokunmanınken ve ben azgın-utanmaz (bir kadın) değilken dedi” “İşte böyle dedi Rabbin, dedi İd: Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk olacaktır). Ve iş de olup bitmişti” “Böylelikle ona gebe kaldı, sonra onunla ıssız bir yere çekildi” [96]
Allah'ın emri ve takdiri gereği, babasız bir çocuğa sahip olmak!..
İffet ve onuruna özenle değer veren mü'mine bir kadın için, ne muazzam bir imtihandır bu!. Bu imtihanın ne anlama geldiğini, kendilerini Hz. Meryem validemizin yerine koyan ve olayı sonrasına göre değil, öncesine göre yaşayacak olan iffetli bacılarımız çok iyi anlayacaklardır. En yakınlan da dahil olmak üzere bütün bir toplum “Bu çocuk da ne? Bu ne utanmazlık, bu ne ahlaksızlık!.” diyeceklerdir. İffetli bir kadın iffetsizlikle, namuslu bir kadın namussuzlukla, onurlu bir kadın onursuzlukla suçlanacaktır!. Nitekim Hz. Meryem validemiz aynı hakaretlerle, aynı ithamlarla karşılaşmıştı.
“Böylece onu taşıyarak kavmine geldi Dediler ki: Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın.” “Ey Harun'un kız kardeşi, senin baban'kötü bir Hşi değildi ve annen de azgın-utanmaz (bir kadın) değildi” [97]
İffet ve onuruna her şeyden daha fazla değer veren mümine bir kadının dayanabileceği, tahammül edebileceği
ithamlar değildir bunlar!. Ayrıca şu hususu da dikkate almamız gerekir ki, Hz. Meryem validemiz babasız bir çocukla kavmine gideceği zaman böylesi iğrenç ithamlarla, böylesi hakaretlerle karşılaşacağını biliyordu.
Fakat bunlan, bütün kınlan bilmesine rağmen bir mü'mine olarak teslim olması, bu hükme boğun eğmesi gerekiyordu!. Nitekim “Neyle karşılaşacak olursam olayım, Allah'ın emrine teslim olmalıyım” diyor ve bu bilinçle teslim oluyordu. İşte böylesine muazzam bir imtihandan alnı ak, gönlü pak olarak çıkan Hz. Meryem validemizi, saygı ve hürmetle selamlıyoruz.
Allah'a iman eden bütün bacılanmızın, bütün kadınlarımızın bu apaçık örnekleri dikkate almalan gerekmektedir. Hz. Meryem validemizle ilgili örneği yaşarcasına anlamaya çalıştıkları zaman, öncesinde apaçık bir toplumsal itham, apaçık bir toplumsal aşağılama gözüken Allah'a teslimiyetlerde dahi, sonuç olarak zilletin değil, şeref ve izzetin olduğunu göreceklerdir. Nitekim Hz. Meryem validemizi izzetli bir azize durumuna getiren, mü'mine bir kadın için zillet gibi gözüken bu imtihandaki iman ve teslimiyetidir.
Netice olarak Allah'a teslim olan tüm mü'mine bacılarımızı saygıyla selamlamak, bu teslimiyete henüz ulaşma mış diğer bütün kadınlarımıza yine saygıyla şunlan söylemek isteriz. Allah'a gereğince teslim olabilmeniz için vakit geçti demiyoruz!.
Allah'a gereğince teslim olabilmeniz için daha çok vakit var da demiyoruz!.
Vakit veya fırsat, yaşadığınız bu andır..
Tesettürü ve Allah'a kulluğu yaşlılığa bırakan, “Fiziki ve maddi olarak çirkinleştikten sonra manen güzelleşirim!.” diyen kadınlar, maddi ve manevi bir çirkinlik ile mezar çukurlarını doldurmaktadırlar. Çünkü insanlar, ya inandıkları gibi yaşamakta veya yaşadıkları gibi inanmaya başlamaktadırlar. Şu an kalbinizde makes bulan ve kalbinizi yumuşatan İlahi gerçekler, gereği üzere yaşanmadığı zaman sizleri terkedecek olan gerçeklerdir. Bu gerçeklere karşı şimdi yumuşak olan kalbiniz, bu gerçeklerin yaşanmadığı bir vücudda katılaşacak, kaskatı olacaktır. Dolayısıyla şimdi yaşamak istemenize rağmen yaşamadığınız İlahi gerçekleri, yannlarda katılaşan kalblerinizle yaşamanız, yaşayabilmeniz mümkün olmayacaktır. Kur'an-ı Kerim'in beyanını esas alarak kısaca belirttiğimiz bu kalbi durumun doğruluğunu veya yanlışlığını, çevrenizdeki insanlara ve cahili bir yaşantı üzere yaşlanmış zavallı kadınlara bakarak anlıyabilirsiniz.
Kaldı ki Allah'a kulluğu yarınlara ertelemelerine rağmen, yarınları göremeden ölen milyonlarca genç insan da bulunmaktadır.
Örnek ve ibret almanız için, “Ya Rabbi ben geldim, ben Sana geldim!.” diyerek İslam'ın rahmetine girmeniz için bütün bunlar yetmez mi?
Lütfen kendinize geliniz!.
Ve kendinize geldiğiniz zaman İlahi gerçekler doğrultusunda kendinizi öyle tutunuz, kendinizi öyle tutunuz ki,
bir daha kendinizi, izzet ve onurunuzu kaybetmeyiniz..
Selam ve sevgi, hidayete tabi olanlar üzerinedir..
[1] A'raf: 7/172-173.
[2] Mü'min: 40/68.
[3] Hicr: 15/26.
[4] Nahl: 16/72.
[5] Hac: 22/5.
[6] Mü'minun: 23/12,14.
[7] Mü'min: 40/67-68.
[8] Nisa: 4/32.
[9] Bakara: 2/228.
[10] Nisa: 4/34.
[11] Hucurat: 49/13.
[12] Secde: 32/7,9.
[13] Tin: 92/4.
[14] En'am: 6/139.
[15] Nahl: 16/58-59.
[16] Zuhruf: 43/16.
[17] En'am: 6/137.
[18] Tekvir: 81/8-9.
[19] Nisa: 4/127.
[20] Ahkaf: 46/15.
[21] Maide: 5/32.
[22] Zuhruf: 43/17.
[23] Kevser: 108/3.
[24] Al-i İmran: 3/35-37.
[25] Ahzab: 33/59.
[26] İsra: 17/32.
[27] Bakara: 2/221.
[28] Nisa: 4/22-23.
[29] Maide: 5/5.
[30] Nur: 24/3.
[31] Nur: 24/26.
[32] Maide: 5/5.
[33] Bakara: 2/120.
[34] Nisa: 4/34.
[35] Tahrim: 66/3,5.
[36] Nisa: 4/36.
[37] Tevbe: 9/24.
[38] Teğabün: 64/14.
[39] Tahrim: 66/1.2.
[40] Tahrim: 66/6.
[41] Taha: 20/132.
[42] Nisa: 4/19.
[43] Nisa: 4/34.
[44] Sad: 38/44.
[45] Nisa: 4/3.
[46] Nisa: 4/129.
[47] Bakara: 2/222-223.
[48] Furkan: 25/74.
[49] A'raf: 7/189-190.
[50] En'am: 6/151.
[51] lsra: 17/31.
[52] Tekvir: 81/9.
[53] Ahkaf: 46/15.
[54] Bakara: 2/233.
[55] Kasas: 28/12.
[56] Mearic: 70/19.
[57] Nazi'at: 79/40.
[58] Şems: 91/7,10.
[59] Necm: 53/24.
[60] Saffat: 37/100,109.
[61] Hud: 11/75.
[62] Bakara: 2/125.
[63] Hac: 22/26.
[64] Nahl: 16/80.
[65] Hac: 22/26.
[66] Yunus: 10/87.
[67] Enfal: 8/35.
[68] Al-i İmran: 3/96.
[69] Hac: 22/26.
[70] Maide: 5/97.
[71] En'am: 6/114.
[72] Nisa: 4/35.
[73] Nisa: 4765.
[74] Bakara: 2/229.
[75] Bakara: 2/230.
[76] Kasas: 28/23-24.
[77] Bakara: 2/282.
[78] Bakara: 2/21.
[79] Zariyat: 51/56.
[80] Fetih: 48/6.
[81] Nisa: 4/124.
[82] Tevbe: 9/72.
[83] Ahzab: 33/35.
[84] Enbiya: 21/7.
[85] Zuhruf: 43/18.
[86] Al-i İmran: 3/35,37.
[87] Al-i İmran: 3/42-43.
[88] Ahzab: 33/30,34.
[89] Ahzab: 33/6.
[90] Ahzab: 33/53.
[91] Tevbe: 9/1,5.
[92] Al-i İmran: 3/33.
[93] Tahrim: 66/10/12.
[94] Tahrim: 66/11.
[95] Tahrim: 66/12.
[96] Meryem: 19/16,22.
[97] Meryem: 19/27-28.