“Bismillah”
Benden gelmişti bu ses!.
Uçaktan indikten sonra beni bekleyen arabamın yanına gitmiş ve “Bismillah” diyerek arabaya binmiştim. Ne kadar modem, ne kadar ilerici olursam olayım, bazı gelenek ve göreneklerimize bağlı olmaktan özel bir zevk duyuyordum.
Cuma namazlarına gitmek veya bir işe besmeleyle başlamak, bana rahmetli babamın öğrettiği şeylerdi. Nitekim küçük yaşlarda cuma namazlanna gitmeye başlamış ve cuma namazlarına giderek büyüdüğümü, cuma namazlarına giderek adam olduğumu hissetmiştim.
Yaklaşık yirmibeş sene olmuştu!.
Şimdi otuzyedi yaşında olduğuma göre demek ki yirmibeş, yirmiyedi senedir cuma namazlanna gidiyordum. Bazı kendini bilmezlerin aksine bu durumumdan tabi ki onur, tabi ki gurur duyuyordum!.
Dile kolay, yirmiyedi yıl!.
Bu süre zarfında zengin, çok zengin birisi olmama rağmen, bu zenginlikle şımarmamış, bu zenginlikle azmamıştım. Yine cuma namazlanna gidiyor, sıradan denilebilecek insanlarla yine cuma namazlarını kılıyordum. Onlar gibi veya onlardan biri olmadığım halde, sanki onlardan
biriymişim gibi onların arasına karışıyor ve “Allah kabul etsin” diyerek elimi sıkmak isteyenleri hiç terslemeden, elimi sıkmalarına izin veriyordum. Gösterdiğim bu tevazu, hiç kuşkusuz ki Allah'ın hoşuna giden bir tevazuydu. Açık söylemek gerekirse Allah'ı seviyor ve Allah tarafından sevildiğimi biliyordum.
“Efendim, nereye gidiyoruz?”
Menderes hava limanından çevre yoluna çıkıyorduk. Aklıma önce Hülya, sonra çocuklarım, sonra işim ve daha sonra karım Şirin geldi. Biraz düşündükten sonra cevap verdim.
“Gaziemir'e.”
Yaptığım bu tercih hoşuma gitmişti. Bir iş adamı olarak, her zamanki gibi önce işime önem vermiştim. Zaten işimi mühimsiyerek, işimi ciddiye alarak İzmir'in önde gelen bir tekstilcisi durumuna geldiğimi biliyordum.
Gaziemir'deki yeni fabrikamızı görmek istiyordum. Yurtdışındayken bana verilen talimata göre üç-dört gün önce faaliyete başlaması gerekiyordu. İnşaallah hayırlı olacaktı.
Fabrikaya gelmiştik.
Arabadan indikten sonra durdum. Etrafıma bakındım. Bahçe düzenlemesi dahil herşey bitmiş gibiydi. Ne yalan söyleyeyim, fabrikaya baktıkça göğsümün gerilerek genişlediğini, büyük bir gururla dolduğunu hissettim. Zeminle birlikte beş katlı bir binaydı bu. Her kat ikibinbeşyüz metrekare olduğuna göre toplam onikibinbeşyüz metrekareydi.
İşte bu bina, benim binamdı!.
Gariptir belki ama sanki benim bir uzvum, sanki benim bir parçam gibiydi bu bina!.
Bu koskoca binayı kendime nisbet ederek, kendimle bütünleştirerek bu bina ile daha bir büyümüş, daha bir genişlemiş, daha bir heybetli olmuştum sanki!.
Benim geldiğimi gören yetkili personel dışarı fırlamış ve üniversite mezunu pazarcı esnafı gibi çığırmaya başlamıştı.
“Hoşgeldiniz efendim.”
“Hoşgeldiniz Selçuk Bey.”
“Hoşgeldiniz..”
Bir zamanlar ben de bunlar gibiydim!. Patronun karşısında böyle tazimlerde bulunuyor, içimden ise kalayı basıyordum. Acaba bunlar da benim gibi içlerinden kalayı basıyorlar mıydı? Bu merakla hepsinin gözlerine baktım. Belli etmiyordu namussuzlar!. Gerçi ben de belli etmezdim ya!.
Başımı hafifçe sallayarak “Hoşbulduk” dedim.
En kıdemli adamım olan Nejat bey, antika ibriğim ile kapıda gözüktü. “Aferin” dedim içimden, aferin Nejat beye!. İbriğin içinde mutfakta veya çayocağında ılıttığı su olmalıydı, Bir an cünup olup-olmadığımı düşündüm. Cünup değildim. İyi ama bunu niye düşünmüştüm ki!. Ben zaten cünup gezmezdim. Belki de şeytani bir vesveseydi bu!.
“Mescid arka tarafta efendim.”
Hepbirlikte arka tarafa yürüdük. Fabrikanın arka tarafına güzel, şirin bir mescid yapılmıştı. Etrafımdakilerin yardımıyla ceketimi ve çoraplarımı çıkararak kollarımı sıvadım. Mescidde iki rekat şükür namazı kılmak için abdest alacaktım.
Tarihten aldığım bir ders idi bu!.
Fatih Sultan Mehmed han İstanbul'u fethettiği zaman önce iki rekat namaz kılmış sonra tahta oturmuştu. Ne güzel bir davranış, ne büyük bir tevazuydu bu!. Tarihten birçok şeyi unutmama rağmen bunu unutmamış ve bu soylu davranışı kendime örnek almıştım. Nitekim bundan iki yi! önce yaptırdığım büyük atelyeye de mescidde iki rekat şükür namazı kıldıktan sonra girmiştim!.
“Havlunuz efendim.”
Elimi yüzümü kuruladıktan sonra mescide girdim. Ben abdest alırken birisi mescide girmiş ve içeriye güzel kokulu bir deodorant sıkmış olacak ki, içerisi mis gibi kokuyordu. İki rekat namaz kılarak öylece oturdum. Kısa bir süre Allah'ı düşündüm. Hoşnutlukla gülümsedim. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah'ın, benim gibi çalışkan ve becerikli kulu ile iftihar'ettiğini hissetmiştim. Allah'ın varlığına nasıl inanıyorsam, Allah'ın beni sevdiğine de öyle inanıyordum.
Mescidden çıkarak fabrikaya yöneldim.
Depo olarak kullanacağımız bodrum katına inmeyi düşünmeyerek diğer dört katı dolaştım. Zavallı işçiler beni görünce ne yapacaklannı şaşırmışlardı sanki!. Fabrikada yaklaşık üçyüzelli-dörtyüz işçi olmalıydı.
“Burada kaç arkadaş var?”
“Dörtyüzotuz efendim.”
“Dörtyüzotuziki Selçuk bey.”
Dörtyüzotuziki diyen personel müdürüydü. Tabi ki onun söylediği rakam kesindi. Üst kata çıktık. En üst kattaki özel odamın kapısında güzel bir kız bekliyordu. Bu yeni sekreter yirmi yaşlannda olmalıydı. Odamın kapısını biraz daha açıp kenara çekildi ve inceltmeye çalıştığı tiz bir ses tonuyla “Hoşgeldiniz beyefendi” dedi. Hoşlanmazdım böyle yapmacık şeylerden. “Kendi sesinle konuş” diyerek içeriye geçtim.
Fabrikada fazla kalmayacaktım. Kendi masama geçmeye gerek duymadan misafir koltuklanndan birisine oturdum. Sigaradan olsa gerek ağzımda hafif bir acılık vardı. Cips ve neskafe göndermelerini söyleyerek yetkili personelin yerlerine dönmelerini istedim.
Sekreter kız sıkılgan bir tavırla yanıma yaklaştı.
“Beyefendi. Doktorunuz Zekai Bey iki gündür sizi anyor, görüşmek istediğini belirtiyor.”
Bir an düşündüm!.
Anlayamadım benimle ne için görüşmek istediğini!. Yurtdışına çıkmazdan önce Şirinle birlikte kendisine gitmiştik. Karımın rahatsızlığı kadın hastalığı idi. Bu arada ben de basımdaki ağrıdan şikayet etmiş ve Şirinle birlikte benim de bazı tomografilerim çekilmişti. Acaba Şirinin durumu kötü müydü? Yoksa, yoksa çocuklar mı hastalanmıştı!.
“Evi ara.”
Durdum!. Evi niye aratıyordum ki!. Doktorla görüşmem daha iyiydi.,
“Yok, yok!. Doktoru ara.”
Doktorla konuşmamız kısa sürdü. Meselenin benimle ilgili olduğunu ve karşılıklı görüşmek istediğini belirtti. Eve giderken uğrayacağımı söyleyerek telefonu kapattım.
Ne olabilirdi ki!.
Fazla düşünmek daha doğrusu evhamlanmak istemedim. Getirdikleri cipsten birkaç parça yiyerek fabrikadan ayrıldım.
Muayenehaneye girdiğimde saat altı civarındaydı.
Beni kapıda bizzat doktor karşılamış ve odasına buyur etmişti. Esas itibariyle doktorları sevmezdim. Beyaz önlüklü görüntüleri ile bana hastalan ve hastalığı hatırlatırlardı. Bununla beraber doktorla karşılaşmak istemeyenlerin, imamla karşılaşacaklarını da biliyordum. Dolayısıyla siyah cüppeli imam ile beyaz önlüklü doktoru yan yana koyduğumda, doktor gözüme çok şirin gözüküyor ve tercihimi hemen doktordan yana yapıyordum.
“Selçuk bey!. Ne alırdınız?”
Fabrikada neskafe söylemiş fakat içmeden ayrılmıştım.
“Neskafe.”
“Bir duble viski de olabilirdi.”
Pencereden dışarıya baktım. Ortalık daha aydınlıktı. Ve ben gündüz içki içmesini, gündüz içki içenleri hiç sevmezdim.
“Neskafe olsun.”
Telefonun ikaz düğmesine basarak sekreterine İki neskafe söyledi.
Her ikimiz de susmuştuk.
Tabi ki konuşması gereken doktordu. 0 da bunu anlamış olacak ki konuşmaya başladı.,
“Beyefendi!, Sizinle böyle bir konuşma yapmak zorunda olduğum için üzgünüm.”
Doktorun bu ifadeden sonra susması, beni hem meraklandırmış, hem de canımı sıkmıştı.,
“Devam edin..”
“Beyin tomografilerinizi tekrar tekrar inceledik. Fırontal bölgede dört çarpı dört ebadında çevreye invazyon yapmış malin beyin tümörü. Başınızdaki ağrının sebebi maalesef tümör.”
Doktorun söylediklerinden sadece bir kelimeyi, tek bir kelimeyi anlamış ve doktorun ağzından çıkan bu tümör kelimesi, namludan çıkan kurşun gibi idrakime saplanmıştı.
“Tümör!.”
“Aman Allah'ım!” fısıltısı çıktı ağzımdan!.
Kulaklarım uğuldamaya, bakışlarım titremeye başlamıştı. Ses ve görüntüler iç içe geçmiş, birbirine karışmıştı sanki. Konuşmaya devam eden doktorun söylediği cümleleri anlamıyor fakat bu cümleler içindeki bazı kelimeleri bir bir ayıklıyordum.
“Tümör..”
“Kötü seyirli..”
“Bu tip umutsuz durumlar...”
Cümleler içinden ayıkladığım bu kelimeler, birer hançer gibi bana, ben Selçuk beye saplanıyordu. Hafifçe silkelenerek kendime gelmeye, kendimi toparlamaya çalıştım.
Ne oluyordu?
Bu küstah doktor bana ne söylüyordu ki!.
Tıbbi ifadelerle konuşmasını sürdüren doktoru, ölümüme hükmeden zalim bir yargıç gibi görmeye başladım.
Herife bak!. Ne kadar da sakin, ne kadar da fütursuz konuşuyordu!.
“Bu sizin teşhisiniz mi?”
“Maalesef. Siz yurtdışındayken üç ayrı konsültasyon yaptık. Hücre tipi astrositoma olan bu tümörün inoperabl yani öpere edilemez olduğu konsültasyon neticesi..”
İkimiz de susmuştuk. Doktorun söyleyecekleri bitmiş olmalıydı. Meseleyi umutsuz gören doktora yine de sordum.,
“Öneriniz?”
Doktorun bir süre susarak düşüneceğini zannettim. Oysa cevabı çoktan hazırlamış olacak ki gözlerime bakarak “Dolu dolu yaşamanız” dedi. Dolu dolu yaşamak!.
Bu cevabın ne anlama geldiğini biliyordum, ölmesi kesinleşen kimselere verilen bir cevaptı bu!. Kendime acıdığımı hissettim. Kurtulmak istedim bu duygulardan. Hem daha bilmediğim, bilmediğim bir cevap daha vardı..
Ne kadar?
Dolu dolu ne kadar yaşayabilirdim?
Dilimin ucuna gelen bu soruyu, ağzımdan çıkaramıyordum. Doktorun vereceği cevaba hiç, ama hiç hazır değildim. Fakat yine de sormadan edemedim.
“Ne kadar?”
“Altı ay, belkide bir sene..”
“Altı ay!. Yüzseksen gün!. Aldığımız bazı malların normal ödeme süresi!.”
Zihnimde yüzseksen sadece yüzseksen gün!, sayıklamasını yaparken, bir günü ve bir günün kısalığını düşünüyordum.
Kapı açıldı.
Elinde iki neskafe fincanı ile sekreter içeriye girdi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktım. Ağır adımlarla sekreterin açık bıraktığı kapıdan dışarıya çıktım.
Kapının önüne çıktığımda şoför hemen kapıyı açtı. Arabanın önünde üç-beş saniye durduktan sonra şoföre “Sen git” diyerek Alsancak sokaklarına doğru yürümeye başladım.
Yarım saattir yürüyorum.
Ne için, nereye gittiğimin farkında değilim!. Alsancağın ara sokaklarından önce Kordona çıkmış ve oradan da Konağa yönelmişim!.
Hem yürüyor hem de kendi kendime hiçbir şeyi düşünmeme, hiçbir şeyi anlamama mücadelesi veriyorum. Çünkü olanları düşünmek, olanları anlamak istemiyorum.
Gerçi hiç de yabancı olmadığım, bir çok filimde, birçok kez karşılaştığım bir durumdu bu!. Filmin kahramanı doktora gidiyor ve doktor kısa bir süre sonra öleceğini bildiriyordu!,
Filmin kahramanında bir üzüntü, bir sarsıntı!. Ne yapacağına karar verememe, falan, filan!.
Filmi seyreden ben ise bir taraftan çerezimi yiyor, diğer taraftan kahramanın psikolojisini anlamaya çalışıyordum!.
Tabi ki fazla zorlanmadan, hiç de fazla zorlanmadan anlayıveriyordum durumu!. Anlayıveriyordum filmin kahramanının ne hissettiğini!. Sonra, sonra bu anlayışla çerezimi yemeğe devam ediyor, bu anlayışla kokakolamı yudumluyordum!.
Oturaklı bir küfür savurdum kendime!.
Ne demek ulan, bu psikolojiyi anlamak, bu psikolojiyi anlayabilmek ne demek!. Filimlerde seyrederek, kitab satırlarında okuyarak, bu psikolojiyi anlayabilmek mümkün mü?
Tabi ki değil!.
Başkasına verilen ölüm haberiyle, ölümün ve ölecek olmanın ne anlama geldiğini anlayabilmek, başkasının girdiği denizde ıslanmak, ıslanabilmek gibi bir şeymiş meğer!. Başkasının ölümünü, başkasının öleceğini düşünmek, sadece ve sadece ölüme başkalaşmakmış meğer!.
Düşünüyorum, düşünüyorum da, sık sık duyduğum ve benim de sık sık söylediğim bazı ifadeler vardı. “Hiçbir insan ölümsüz değildir, bütün insanlar elbetteki ölecektir, hiç kuşkusuz ben de öleceğim...” gibi!..
Ne kadar boş, ne kadar anlamsız kullanılan sözlermiş bunlar!.
Oysa şimdi, şimdi anlıyorum bu sözlerin manasını!. Şimdi anlıyorum bu sözlerin ne anlama geldiğini!. Çünkü ölümün ne olduğunu şimdi anladım!.
Ölümlü bir varlık olduğumu yeni anladım!.
Ölümün ve ölecek olmanın ne anlama geldiğini vallahi yeni anladım.
Doktorun ağzından çıkan tümör kelimesi, gizli bir neşter gibi özümdeki en özdaman koparıvermişti!.
Bir kelime, sadece bir kelime bu damarın koparılmasına yetmişti.,
Tümör!.
Oysa daha önceleri bu kelimeyi çok duymuş, çok işit-mistim. Son işittiğim kelimenin diğerlerinden tek farkı ise, bu kelimenin benle olan ügisi yani benim tümörüm oluşuydu!. Tümörün ne olduğunu birçok insandan daha iyi bilen doktorlar bile hiç kuşkusuz ki bir hasta için bu keiimenin ne anlama geldiğini anlayamazlardı. Nitekim doktor denilen Zekai, zoraki bir üzüntü ile bana bakmış ve sanki saatin kaç olduğunu bildiriyormuş gibi gayet rahat konuşmuştu.
“Başınızdaki ağrının sebebi maalesef tümör!.”
Elinin körü!.
Bunu söylemenin başka bir yolu, başka bir metodu yok muydu? Kılıcı başta kınında göstermek, sonra yavaş yavaş çıkarmak daha makul değil miydi? Gecenin karanlığında ateş gibi parlayan bir kılıçla karşıma çıkmanın, karşıma dikili vermen in alemi neydi?
“Maalesef tümör!.”
Evet, bu söz ile her şeyimi tutan bir şey kopuvermişti!. Bu söz ile en gizli ve en canlı olan bir damarım, yaşam dama kopuvermiş ve iç dünyamın tamamı korkunç bir dehşetle doluvermişti.
Peki neydi, neydi beni dehşete düşüren, neydi beni dehşetle dolduran şey!.
Koparılan yaşam damarımın içinden ne çıkmıştı? Can mı, kan mı, irin mi, su mu, hava mı? Değildi, hiçbiri değildi!.
Kesilen ve koparılan yaşam damarımın içinden sadece birşey, tek bir şey çıkmıştı.
Yokluk!.
Varlık damanmın içinden çıkan bu yokluk, bir anda içimi doldurmuş, bir anda beni dehşete düşürmüştü!. Kendimi bildim bileli bende bulunan bu yokluk korkusu, içimde taşıdığım yokluk duygusunun dev bir baraj ile zapdedil-miş şekliymiş meğer!. Ve bir söz, tek bir söz ile dev baraj yıkılmış ve bu yokluk duygusu, çılgın bir sel gibi her şeyi kaplayıvermişti!.
Bu yaşıma kadar “Ölüm, ölüm” derken kastettiğim küçücük bohça, bir kelime darbesiyle açılmış ve bu küçücük bohçadaki gizli anlam, bütün bir kainatı dolduruvermişti!.
Konak'taki saat kulesine gelmişim!.
Saat üçbuçuğu gösteriyordu. Durmuş olmalıydı. Saat durmuştu, durmuştu ama zaman durmuyordu. Ve her geçen zaman.beni ölüme yaklaştırıyordu. Bunu daha yeni farketmiştim,
Ne tuhaf değil mi?
Şimdiye kadar yüzlerce ay, binlerce gün yaşayan ben, yaşadığım her anın beni ölüme yaklaştırdığını daha yeni farketmiştim!.
Oysa, oysa bir denizde yüzüyor gibiydik!.
Aldığımız her nefesle bir kulaç atıyor, attığımız her kulaçla kıyıya, yani toprağa, yani kabire daha bir yaklaşıyorduk!.
Birçok insan kıyıyı görmeden, kıyıyı görmek istemeden kıyıya tosluyor, kendini bir anda kıyıda, kendini bir anda kabirde buluyordu!.
Benimse durumum farklıydı!.
Doktor denilen gözcümüz, hiç beklemediğim bir anda kuiağima eğilmiş ve hiç beklemediğim bir haberi çığırmaya başlamıştı.
Kıyı gözüktü, kıyı gözüktü!.
Ha dilin tutulaydı!.
Ha kıyıyı görmez ve göstermez olaydın!.
Saat 0.30
Geceyarısı..
Büyük Efes otelindeyim. İçki içmek istemiş ve hangi meyhaneye gideceğimi düşünmüştüm. Hiçbir meyhane, hiçbir restoran ilgimi ve hevesimi çekmemişti. Daha doğrusu insanlarla beraber olmak, onlarla beraber içmek istemiyordum. Çünkü ben tüm insanlara, tüm insanlar bana yabancılaşmış gibiydi. Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey olmayacakmış gibi oradan oraya koşuşturan bu insanlar, başka bir gezegenin, başka canlıları gibi gözüküyorlardı gözüme!.
Yalnız kalmak istiyordum.
Yalnız kalmalı ve içeceksem yalnız içmeliydim.
Bu düşüncelerle Efes oteline gelmiş ve oda servisine gerekli siparişleri vererek yatağa uzanmıştım. Hülya geldi aklıma. Bir telefon etsem, yirmi dakika içinde yanımda olurdu.
Yanımda olsun muydu? Yanımda olacak da ne olacaktı? Onunla ne konuşacak, ona ne anlatacak ve herşeyden önemlisi o ne anlayacaktı ki!. Onunla yatmak düşüncesi ise mevtayla yatmak gibi garip bir tiksinti, derin bir soğukluk verdi içime!. Ben de şaşırdım!.
Niye böyle düşünmüş, niye böyle hissetmiştim ki! Mevtayla yatmak örneği de neyin nesiydü. Ve kimdi, kimdi örnekteki mevta?
Ne kadar basit, ne kadar kolay bir soruydu bu!. Bir an durmam ve kendime göz ucuyla bakmam, bu sorunun cevabını bulmam için yeterli olmuştu. Tabi ki bendim, tabi ki bendim bu mevta!.
Yaklaşık altı saat evvel aldığım bir haber ile yaşayan mevta durumuna düşmüştüm. Daha önceleri benim için koskoca ve rengarenk olan dünya, dört çarpı dört ebadındaki küçücük bir tümör ile küçücük bir tabuta dönüşmüştü!.
Ve ben, kendini bir anda tabutun içinde bulan ben Selçuk bey, bu küçücük tabutun içinde ne yapacağımı, ne halt yiyeceğimi şaşırmıştım!.
“Yemek ve içeceklerinizi getirdim efendim!.”
“Haahh işte!. Ne halt yiyeceğimiz belli oldu!.” dedim içimden. Gelen oda görevüsiydi. Açık bıraktığım kapıya vurmuş muydu, vurmamış mıydı bilmiyorum. Yataktan hiç doğrulmadan “Servis arabası orada kalsın” dedim. Servis arabasını bırakarak öylece durdu. Herhalde bahşiş bekliyordu.
“Sehpanın üzerinde cüzdan var. Bahşişini oradan al.”
Cüzdanı itina ile alıp bana uzattı.
“Beyefendi buyrun.”
İstifimi bozmadan “Kendin al” dedim.
“Ne kadar alayım?”
“Ne kadar istersen.”
Şaşırmıştı!. Garsonun bu şaşkınlığı belki de gülünecek bir durumdu. Ne var ki üç-beş kuruş için ne yapacağını şaşıran bu garsona acıdığımı hissettim. Gözlerimi kapatarak garsondan ve bu olaydan kopmak istiyordum. Kısa bir süre sonra kapının kapanmasıyla garsonun gittiğini anladım.
Saat kaç olmuştu?
Bilmiyorum. Saat komodinin üzerinde, merak eden gitsin baksın!.
Kaç şişe, kaç duble içtiğimi de bilmiyorum. Bildiğim tek şey, içtikçe daha berbat, daha daha berbat olduğum. İçtikçe kendimi biraz toparlayacağımı, içtikçe biraz da olsa moral kazanabileceğimi umuyordum. Olmadı. Acı haber ile yere yığılan vücudum, acı içki ile sümükleşmeye ve bir kusmuk gibi yerde yayılmaya başlamıştı!.
Neden böyle oldu bilmiyorum!.
Oysa daha önceleri böyle olmazdı. Kuzey kutbumda bir sıkıntı olsa, içtikçe güney kutbuma yaklaşır, kuzey kutbumdan ve bu kutuptaki sıkıntılarımdan uzaklaşmaya çalışırdım!, Güney kutbumda bir sıkıntı olsa, doğru kuzey kutbuma!. Şimdi ise yakıcı güneşe en yakın yer olan ekvatora çakılmış gibiyim!. İçtikçe bütün kutuplarımı kaybettiğimi, içtikçe her tarafımın ekvatoriaştığmı hissediyorum!.
Boş ve dolu bütün şişeleri duvara fırlatmak, bütün şişeleri kırmak istedim. Hiç mecalim yoktu!.
İki-üç metre ilerdeki yatağa baktım. Vücudumu kaldırıp, o yatağa atmalıydım. Tabi ki vücudumla beraber dört çarpı dört ebadındaki tümörümü de, tümörümü de götürmeliydim yatağa!.
Sahi ya!.
Bazı kimselerin dediklerine bakılırsa tümörlü uzuvları kesip atıyorlarmış, kurtarıyorlarmış vücudu tümörlü uzuvdan!.
Hoop. Çüüşş bakalım. Bizimki beycin!.
Beyinsiz yaşanır mı?
Bütün gücümü toplayarak ayağa kalktım ve güç bela yatağa attım kendimi. "Beyinsiz yaşanır mı?" sorusunu düşünüyordum!.
İnsanları getirdim gözümün önüne!. Beyinsizce yaşayan çoktu, çoktu ama yine de hepsinin beyinleri vardı. Hiç kullanılmamış, gıcır gıcır beyinleri!.
Saçmalamaya başlamıştım.
Uyumalıydım artık!..
Ötelden gündüz onbir civarlarında ayrıldım. Önce eve gitmeyi, çocukları görmeyi düşündüm. Her nedense içim burkuldu, hüzünlendim. Böyle bir durumla çocukların karşısına çıkmak istemedim.
Önce doktora gittim.
Düne nazaran daha sakin, daha makul bir durumdaydım. Nitekim doktorun anlattıklarını daha bir ince, daha bir detaylı dinledim. Beynimdeki tümör, alın bölgemdeymiş. Çevreye yayılım yapmış olan tümör konum ve seyir itibariyle malin yani kötü huylu olup, hiçbir operasyona açık değilmiş. Avrupa'ya veya Amerika'ya da gitsem, bu gibi vakalara herhangi bir müdahale yokmuş!.
Avrupa'ya veya Amerika'ya gitmedim.
Önce İstanbul'a ve oradan da Ankara'ya geçtim. Bir hafta içinde konunun uzmanları eşliğinde bir sürü tomografi çektirdim. Bütün otoritelerin ortak görüşü, doktor Zekai'nin söylediklerinden farklı değildi.
Bu bir haftalık koşuşturmamın neticesi, altı aylık ömrümden bir haftanın eksilmiş olmasıydı!.
İzmir'e döndükten sonra traş olup, bir demet gül yaptırarak eve döndüm. Evdekilere hiçbir şeyi belli etmek istemiyordum. Zaten doktor Zekai'ye de bu hususu tenbih etmiştim. Kapının önüne geldiğimde yine de heyecanlandığımı, telaşlandığımı hissettim. Bir süre bekledikten sonra zile bastım. Kapıyı Şirin açtı.
“Selamünaleyküm.”
“Aleykümselam” dedikten sonra içten bir sesle ekledi “Hoş geldin hayatım!”.
Gülümsedim.
Elindeki gülleri vererek “Hoşbulduk” dedim.
Gözleri parlayarak gülleri aldı. Severdi ve sevinirdi böylesi şeylere. Sevginin ve ilginin bir tezahürü olarak görürdü. Gerçi öyleydide. Mizaç olarak karıma sevgi sözcükleri söyleyebilecek biri değildim. Karıma yönelik ilgi ve sevgimi böylesi şeylerle ifade etmem. Benim de kolayıma gidiyordu.
Akşam yemeği yiyorlarmış.
İlkin oğlum Kutsal gözüktü. Ona da “Sselamünaleyküm delikanlı” dedim. “Aleykümselam baba” diyerek elimi öptü. Onunla bu şekilde selamlaşmak hoşuma gidiyordu. Örf ve adetlerimizin izlerini görmek istiyordum oğlumda.
“Hogeldin babacığım!.”
Bu incecik ses de kızım Esma’dan geliyordu. Sevgili anacağızımın adıydı. “Hoşbulduk sultanım” diyerek kucağıma aldım. Evimizin sultanıydı bu.
“E ee. Nasılsın sultan?.”
Cevap vermedi. Cilveli cilveli gülerek beni öpmekle yetindi.
Birlikte yemek salonuna geçtik.
Şirin hemen bana da servis yaptı.
Birkaç lokma yedikten sonra çocoklara bakmaya başladım. Daha önceleri çocuklara bakınca genellikle istikbale ait şeyleri düşünürdüm.
Sevgili kızım büyüyecek, annesi gibi hatta annesinden daha mükemmel bir hanımefendi olacaktı. Onu kendi elceğizimle evlendirecek ve ona güzel, çok güzel bir ev döşeyecektim. Bir kucağıma torunumu alıp, bir koluma kızımı takatak gezintiye çıkacaktım’.
Aslan oğlum Kutsal'ı ise bilgili, kültürlü tam bir işadamı olarak yetiştirecektim. Bütün işlerin idaresini ona devrettikten sonra büyük bir yat yaptırıp, iki-üç yıllık bir dünya turuna çıkacaktım!.
Fakat bitmişti, herşey bitmişti artık!.
Çocuklarıma baktığım zaman altı aydan ilerisini göremiyordum artık!.
Altı ay sonrasındaki görüntü ise beni bir anda allak bullak etmişti!. “Yüreğim parça parça oldu” derken kastettikleri şey bu olsa gerekti. Yüreğim gerçekten parça parça olmuştu. Karşımda yemek yiyen iki çocuğu değil, defneden sekiz ve onbir yaşlarında iki yetimi görüyordum!.
Tuhaflaştım!.
Gırtlağımın hemen altından yüzüme doğru sıcak bir ürpertinin yükseldiğini hissettim. Bu ürperti bir anda gözlerime dayanmış, an be an artan bir baskıyla gözlerimi, gözdamarlarımı zorlamaya başlamıştı. Hafif hafif kanncalaşan, hafif hafif titreyen burnuma dokundum.
Ağlayacaktım!.
Ağzımı tutarak hemen sofradan kalktım.
“Galiba kusacağım” diyerek kendimi güç bela banyoya attım. Banyonun kapısını sürerken gözlerimden yaşlar boşanıvermişti. Yıllardır ağlamayan ve ağlamasını unutan ben, dolu dolu ağlamaya başlamıştım.
Ağlıyordum, hıçkırmamaya gayret etsemde, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
Hıçkırarak seslerimi örtmesi için banyodaki bütün muslukları bir bir açtım. Duş da açılmıştı bu arada. Hiç düşünmeden elbiselerimle duşun altına girdim.
Ayaklarım çözülmeye başlamıştı!.
Yavaş yavaş küvete oturdum. Duş olanca şiddetiyle başıma akıyor ve duşun suları gözyaşlarımla karışıyordu. Yüzümden akan sular, sadece ve sadece gözyaşlarınla sanki!.
Ne olmuştu bana, ne hale gelmiştim ben!.
Evet küvette iki büklüm oturarak ağlayan bu adam, birçok kimsenin kendisine gıpta ettikleri ve kendisinin yerinde olmak istedikleri bir beyefendi, bir iş adamı olan ben, ben Selçuk beydi!.
Arabayla Gaziemir’e yeni fabrikaya gidiyordum. Ne yapacağıma, ne yapmam gerektiğine hiçbir karar verememiştim. Bu kararı verinceye kadar hiçbir şey olmamış gibi eski yaşantımı, mutad olan işlerimi devam ettirmeliydim.
Tabi ki dış görüntümdü bu!.
İç dünyamda ise kıyamet çoktan kopmuş, kıyamet sonrası sessizliği yaşanıyordu!.
İstesem de, istemesem de devamlı ölümü ve öleceğimi düşünüyordum! Her şeye bu ölüm düşüncesiyle bakıyor, her şeyi bu ölüm düşüncesiyle yeniden tanımlıyordum.
Fabrikaya girdiğimde, kendimdeki tuhaflığı kendim de farkettim. Sanki başkasının fabrikasına girmiş gibiydim!. Etrafıma bakarken, iş konusunda hiç bu kadar gamsız, hiç bu kadar endişesiz olduğumu hatırlamıyorum. Hiçbir şey umurumda değildi. Yedîbinbeşyüz takımlık Belçika siparişi iki gün geçmesine rağmen henüz hazırlanmamış. Nedenini bile sormadan “Olsun” dedim.
Tabi ki şaşırmışlardı!. Çünkü böylesi aksiliklerde, makul nedenleri olsa bile oldukça ağır konuşurdum.
Fabrikayı uzun uzun gezdim.
Daha önceleri işçilerden ziyade yapılan işlere dikkat ederdim. Şimdi ise işlere değil, işçilere dikkat ediyor, işçileri tanımaya çalışıyordum. Hiçbiri diğerine benzemiyordu. Her biri ayrı bir insan, her biri ayrı bi dünyadı. Son on yıldır, insanlardan ve insan tanımından uzaklaştığımı hissettim.
“Elli işçi, yüz işçi alın” derdim personel müdürüne. Bunu söylerken kafamda tek bir canlı tipi, tek bir canlı tanımı, tek bir canlı kimliği olurdu.
“Benim için çalışacak ve bu sayede kendileri de nzık-lanacak olan insanlar!.”
Oysa herbiri farklı insan, herbiri farklı alemdi!.
İşçileri birer kemiyet olarak değil birer keyfiyet olarak gözlemlerken, zihnimin değişik İnsan tipleriyle dolmaya başladığını hissettim. Bir yandan geziyor ve bir yandan da kendi kendime “Amma çok işçi varmış ha!.” diyordum.
Çalışmakta olan bir işçiye sordum.
“Kimin için çalışıyorsun?”
Şaşırdı, heyecanlandı. Sonra yılışık yılışık gülerek “Sizin için beyefendi!.” dedi.
Namussuz yalancı!. Söylediği söz doğruydu ama kendisi yalan söylüyordu. Onun cevabını duyan birçok işçi gülümsemişti. Gülmeyen, asık suratla çalışmasına devam eden birisi vardı. Onun yanma giderek “Senin adın ne?” dedim.
Hiç düşünmeden cevap verdi.
“İşçi.”
Beni gülümseten bir cevap olmuştu bu. Aynı soruyu ona da sordum.
“Sen kimin için çalışıyorsun?”
Ciddi bir ifadeyle yüzüme bakıp, aynı ciddiyetle konuştu.
“Ailem için..”
Hoşuma giden bu cevabı kısa bir süre düşündükten sonra başımı sallayarak “Çok güzel” dedim.
İlk kattan dışarıya çıkıyordum ki genel müdür biraz telaşla yanıma geldi.
“Beyefendi. Yıldız grubunun yetkilileri görüşmek istiyor. Sizinle şartlan konuşmak, yeni sezona ilişkin bağlantı yapmak isterler.”
Yeni sezona daha sekiz ay vardı!.
Ben iki aylık mevta iken benimle bağlantı yapacaklarmış!.
Elimi sallayarak “Boşver” dedim.
Şaşırdı.
“Efendim, bildiğiniz gibi potansiyelleri çok yüksek.”
“Biliyorum. Ama sen yine de boşver.”
“Kendileriyle görüşmeyecek misiniz?”
“Nasipse yeni sezonda!.”
Gerçi nasip olacağa hiç benzemiyordu ya, hemeyse!. Kapıya yönelirken ilave ettim.
“Bu hafta bütün işçilere birer maaş ikramiye verin.”
Şaşkınlıktan aptallaşmışü!. Çünkü her patronun içinden geçirmesi ancak yapmaması gereken bir şeydi bu!. Çünkü işçilere birer maaş ikramiye demek, maliyeti arttırmak demekti!. Serbest rekabet ortamında maliyeti arttırmak ise olacak şey değildi!.
“Birer maaş mı?”
“Evet, birer maaş.”
Dışarıya çıktım.
Araba ve şoför hazır bekliyordu.
Arabaya binmedim. Biraz da bahçeyi dolaşmak istiyordum. Önce bekçi köpeğinin yanına gittim. Sert ve güzel bir köpeğe benziyordu. Üç-dört yıl önceki bir hadiseyi hatırladım. Yazlıktaki evimizin bahçesinde bir dalmaçyalı vardı. Yedi-sekiz aylık olan bu köpeğe bahçede güzel bir kulübe yaptırmıştık. Köpeğe birkaç kez yemek verirken, bahçe duvarının arkasından kırk kırkbeş yaşlarındaki bir adamın dikkatlice baktığını gördüm.
Köpeğe mi bakıyordu, köpeğe verdiğim haşlanmış etlere mi bilmiyorum. Yine birgün köpeğe yemek verirken aynı yerde durmuş, aynı şekilde bakıyordu. Yanına giderek “Hayrola, niye bakıyorsun?” dedim. Başını hafifçe yana eğerek “Hiç” dedi. Sonra sıkıla sıkıla şunları söyledi.
“Efendi!. Bu köpeğin yerine beni bağlasanız, bütün gece nöbet bekler, en ufak bir tehlikede size seslenirim.”
Şaşkınlıkla kendisine kaktım. Daha da utanmıştı. Kısık bir sesle ilave etti.
“İsterseniz havlarım da!.”
Espriyi anlamıştım. Adam şaka yapıyordu. Gülmeye başladım. Espriye espriyle karşılık vermek için “Köpek kulübesinde değil kümeste boş yer var. Yumurtlayabilir misin?” dedim.
Adamın da gülmesini bekliyordum. Fakat bu garip adam hiç gülmemiş, hüzünle karışık bir utangaçlıkla dönüp gitmişti!.
Evet, her insan ayrı bir alemdi. Fabrikanın arka kısmına geldiğimde ilk gördüğüm şey mescid oldu. On gün önce iki rekat namaz kıldığım mescid. Yine Allah'ı hatırladım.
Son on gündür Allah'ı her hatırladığımda ilgi ve dikkatimi başka şeylere yöneltiyor, Allah'ı düşünmek istemiyordum.
Allah'a kırgın mıydım?
Ne yalan söyleyeyim, kırgın sayılırdım!. Gerçi “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” sözünü biliyordum, biliyordum ama yine de Allah'a karşı kırgınlığa, küskünlüğe benzer duygular taşıyordum.
Açıkça söylemek gerekirse başıma gelen bu derdi, hiç kuşku duymadan Allah'tan biliyordum. Allah'ın bir dilemesi, Allah'ın bir takdiriydi bu!.
İyi ama neden, neden tümör? Neden bir başka hastalık değil?
Ve neden ben?
İntihar eden ve intihar etmek isteyen bunca insan varken neden ben?
İnançsız, amelsiz bunca insan varken neden ben?
Ramazanlarda oruç tutmuyor muydum!.
Teravih namazlarına gitmiyor muydum!.
Fakirlere yardım etmiyor muydum!.
Kendimi bildim bileli hangi cumayı kaçırmıştım!.
Ve işte bu mescid, bu mescidi de dinimin, imanımın, örf ve adetlerimizin bir gereği olarak yaptırmamış mıydım!.
O halde neden, neden ben?
Bu sorularla hüzünlendim!. Hüzünden başka bir şey taşımayan gözlerle tekrar mescide baktım. Mescidi boşuna yaptırmışım gibi bir düşünce geçti içimden!. İlk anda bu düşünceye ne doğru, ne de yanlış diyebildim.
Ama doğru değildi!.
Hangi sebebten olursa olsun bir gün ölecektik. Bir mescid yaptırmak ve içinde iki rekat namaz kılmak, hiçbir zaman pişmanlık duyulacak bir şey değildi.
Ahiret hayatında, hesap gününde, kendisine tutunacağımız amellerdi bunlar.
Abdest almaya ve bu mescidde iki rekat daha namaz kılmaya karar verdim. Abdest için hazırlanırken içimden bir ses “Gurursuzca davranıyorsun. Sıradan insanlar gibi acizliği kabul ediyorsun!.” dedi.
Cevap vermedim. Doğru olabilirdi!.
Muhtemelen doğruydu da!.
Koskoca Selçuk beyin, sıradan insanlardan ne farkı kalmıştı ki!. Fazlaca düşünmek istemedim. Hem “Her işte bir hayır vardır” derler. Belki bunda da, bu hastalıkta da bir hayır vardır.
Bu sözüme kendim de inanmadım.
Ölümün de hayn mı olurdu?
Hülya’ya gittim.
Son günler düşünmüş ve Hülya'dan ayrılmam gerektiğine karar vermiştim. Ölmeden önce ona bir şeyler vermek ve bu defteri kapatmak istiyordum.
Beni heyecanlı bir güleryüzle karşıladı.
Gerçi her zaman böyle karşılardı ya!. İşim olduğunu fazla kalamayacağımı söyledim. İtiraz eder gözlerle baktı fakat hiçbir şey söylemedi. Söylese de durumun değişmeyeceğini bilirdi. Çünkü nerede, ne kadar kalacağıma genellikle ben karar verirdim.
Çay demlemesini istedim.
Çayları içerken onbeş, yirmi dakika havadan sudan konuştuk. Daha sonra yumuşak ve merhametli bir yaklaşımla ayrılmamız gerektiğini söyledim. Önce şaşkınlık, sonra ağlama.. Gerçekten ağlıyordu, ağlıyordu ama ne için ağladığını bilmiyordum. Hülya'dan çocuğum olmadığı için ilk kez sevindim.
“Şirin abla mı? Şirin abla mı ayrılmamızı istiyor?”
“Yok kızım!. Bunu da nereden çıkardın, Hem o seni bilmiyor bile!.”
Gerçekten de bilmiyordu. Ne bileyim, söylememiştim işte!. Zaten iki yıllık bir meseleydi bu. Dini nikahımızı kıyan imam ve şahitlik yapan birkaç arkadaş biliyordu bu durumu. Başkaca hiç kimseye söylememiş, söylemek istememiştim.
Dini nikahı hatırladım. Dinen evlendiğime göre yine dinen boşamam iazımdı. Kendisine bakarak “Benden boşsun!.” dedim. Bu ifade bir kere mi söylenecekti, iki kere mi bilmiyorum!.
Her ihtimale karşı bir kere daha söyledim.
“Benden boşsun.”
Gözyaşlarını eliyle silerek şaşkınlıkla sordu.
“Neyim, senden neyim?”
“Benden boşsun. Hani dini nikah yapmıştık ya!. İşte o nikah bu söz ile bozuluyor. Artık dinen karım değilsin.”
Bu sözümü hiç önemsemedi. Dalgın dalgın pencereden dışarıya bakmaya başladı. Herhalde beraberliğimizi düşünüyordu. İkimiz de bu beraberliğin sevgiye değil, karşılıklı menfaate dayandığını biliyorduk.
Hüzün çağrışımları yapan bu sessizliğin daha fazla sürmesini istemedim. Cebimden bir satış vekaletnamesi ile onun adına açtırdığım banka hesap defterini çıkararak kendisine uzattım.
“Bu ev ile bankadaki bu hesap senin.”
Bir an durdu. Üzüntüsü biraz dağılmış gibiydi. Kısık bir sesle “İstemiyorum” dedi. Elimdekileri sehpanın üzerine bırakarak “Ben böyle istiyorum. Birbirimize çok hakkımız geçti” dedim.
“Bu bir bedel mi? Yaşadığımız güzel günlerin bir bedeli mi?”
Elimin tersiyle suratına vuruverecektim. Bir fahişe gibi konuşmuştu karşımda!. Kendimi tutmaya çalıştım. Kızdığımı anlamıştı, Kendisini toparlamaya çalışarak “Afedersin, ne söylediğimi bilmiyorum!” dedi ve biraz sustuktan sonra ekledi.
“Gerçekten bitti mi?”
“Evet.”
“Nedenini hala söylemedin!.”
“Belki siyasete atılacağım!. Üsteleme artık!.”
Her şeyi anlamışçasına kafasını salladı.
Kalkmak için hazırlandığımda “Bir daha görüşmeyecek miyiz?” dedi. Başımı iki yana sallayarak “Hayır” dedim.
Kapıyı açıp, kenara çekildi. Bana yine bir şey sormak, istiyor fakat ne soracağını bilemiyor gibiydi.
“Bundan sonraki yaşantım.. Bundan sonraki yaşantım için bana bir şey söylemeyecek, bir nasihatte bulunmayacak mısın?”
Durdum.
“Mutlaka öleceksin. Bunu dikkate alarak yaşa!”
Bakışları bir anda değişti!. Gözlenme korkuyla baktı. Kimbilir belki de kendisini benim öldüreceğimi veya benim öldürteceğimi sanmıştı.
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Bunu ben çıkarmadım!.” işaret parmağımla yukarısını göstererek “Öldürecek olan, ölüm hükmünü koyan O” dedim.
Alsancak sokaklarındayım.
Artık Hülyayı düşünmek istemiyordum. Arkamdan kapıyı kapattıktan sonra hiç kuşkusuz ki hemen hesap defterindeki meblağa bakmış ve bütün üzüntülerini unutmuş olmalıydı. “Allah hidayet etsin, Allah yardımcısı olsun” dedim kendi kendime.
Peki ben, ben ne yapmıştım ki!.
Bütün erkeklerin sahip olmak isteyecekleri Hülya gibi bir kadından, üç-beş cümle ile ayrılıvermiştim!.
Herneyse!. Biraz tuhaflaşmışhm ama pek üzülmemiştim. Çünkü bu güzel kadına karşı hiçbir heves, hiçbir tutku kalmamıştı içimde. Şimdi daha iyi anlıyorum ki dünyada birçok şey sıhhatle, sıhhatin de ötesinde ölümü unutmakla anlam kazanıyor. Ölümle karşılaşmak, öleceğini bilmek ise dev bir silgi gibi siliveriyor bütün bu anlamları!.
Öyle ki geride ne silgi kalıyor, ne de silinen!.
Kanuni Sultan Süleyman ne kadar da doğru söylemiş. “Olmaya cihanda devlet gibi... bir nefes sıhhat!.” Yok yok, böyle değildi. “Olmaya devlet sıhhat gibi.” Herneyse, daha sonra bu sözü bulurum.
“Dayı, yolver de geçelim!. Arkamı döndüm.”
İki kıza iki koluyla sarılmış olan onsekiz yaşlarındaki bir delikanlı benden yol istiyordu. Kızlardan birisini bıraksa, yanımdan rahatlıkla geçebilirdi. Herhalde buna niyeti yoktu. Yanındaki kızları göstererek “Bıraktığın zaman kaçıyorlar mı?” dedim.
Kızlar gülüştü: Delikanlı ise erkekliğe bok sürdürmek istemiyordu.
“Tatavayı evdeki hanımına yap. Çekilecek misin yoksa trafikten çekici mi getirelim?”
Önce kızar gibi oldum sonra gülümsedim. “Bak ben sana daha kolay bir yol göstereyim” dedikten sonra ceketimin önünü kaldırıp sol kalçamdaki ruhsatlı tabancayı göstererek “Bu silahla beni vurup, üstümden atlayıvereceksin!.” dedim.
Kızlar kaçışıvermişti. Delikanlı ise ürkek adımlarla geri geri giderken bir elini kaldırarak “Afedersiniz, afedersiniz..” diyordu.
Üzüldüm.
Böyle yapmamalıydım. Kenara çekilip yol verseydim belki daha iyi olacaktı.
Tekrar yoluma döndüm.
Bir zamanlar ben de bu delikanlı gibiydim. Fakat bizim zamanımızdaki gençler, büyüklere karşı biraz daha saygılı, biraz daha edebli idi. Bazı büyükleri tiye alıp, bunlarla dalga geçiyorduk ama bunlar, kendilerini bizlerle akran görmeye çalışan gençlik budalası kimselerdi.
Sevinç pastahanesine gelmiştim.
Oturayım mı, oturmayayım mı diye düşünürken akşam ezanı okunmaya başladı. Ezan sesi yetmiş, seksen metre ilerdeki Alsancak camiinden geliyordu.
Biran duraksadım!.
Kendi kendime “Hadi bir akşam namazı kılayım” dedim. Kendi isteğimi kendim de yadırgadım!. Ne oluyordu bana, ölüm korkusuyla dindarlaşıyor muydum yoksa? Bu duygudan, bu düşünceden hiç hoşlanmadım. En iyisi eve gitmekti.
Hey taksi..
Yaklaşık bir hafta geçti.
Ben hala ne yapacağıma karar verebilmiş değilim. Aklıma gelen ilk düşünce dünya turuna çıkmak, gidebildiğim kadar gitmekti. Nitekim doktor Zekai de dolu dolu yaşamamı söylemişti.
Hadi canım sende!.
Ne kadar abes, ne kadar saçma bir sözdü bu!. Öleceğini bilen bir İnsan, nasıl olur da dolu dolu yaşardı!. Sabah asılacağını bilen idam mahkumunun, geceyi eğlenerek geçirebilmesi mümkün müydü? Bazı idam mahkumlarına son istekleri sorulduğunda etli yemek istiyorlarmış!.
Fesuphanallah!.
Bunlar ya delirmiş, ya da olayın şokuyla kendini kaybetmiş, ne yaptığını bilmez kimseler olmalıydı. Birkaç saat sonra öleceğini bilen bir insan o yemeği ağzında nasıl çiğneyecek, o lokmayı nasıl yutabilecekti?
Dünya turuna çıkmak düşüncesi kısa bir. sürede cazibesini yitirdi. Bilmediğim yerlerde, bilmediğim insanlar arasında ölmek istemiyordum.
Ayrıca dünyada en çok görmek istediğim şeyler, Mısır piramitleri, Amazon ormanlan ya da Bahama adaları değil, çocuklarımdı.
Benim için dünyadaki en güzel iki şey, Esma ve Kutsal'dı.
Daha küçük olduğu için mi, daha şirin olduğu için mi bilmiyorum, kızımı daha çok seviyordum. “Ah sultanım, ah sultancık” dedim içimden.
Peki ne olacaktı, ne yapacaktım ben? Hiçbir şey olmamış gibi işe gidiyor, hiçbir şey olmamış gibi eve geliyordum ama hiçbir şey olmamış değildi ki!.
Her şey, ama her şey değişmişti, çok değişmişti!.
Etrafıma baktım!.
Malımı, mülkümü, servetimi gözümün önüne getirdim. Hepsinin piyasa değeri dün ne ise bugün de aynıydı. Hepsi aynı duruyor gibiydi, aynı duruyor gibiydi ama aynı değildi!. Hepsinde bir mana, hepsinde bir anlam değişikliği olmuştu sanki!.
Daha önceleri “Ben, ben” derken, içdünyamda canlı, capcanlı olan bu mallarımı, bu mülklerimi, bu servetimi kastediyor ve tüm benliğim bu mülküm, bu servetim ile itibar ve değer kazanıyordu. Ama artık hepsi ölmüş, oluvermişti!. İç dünyamda malın, mülkün, servetin hiçbir canlılığı kalmamıştı. Artık “Ben, ben” derken kastettiğim şey küçülmüş, küçülmüş, ölüme mahkum ufacık bir adamcağız haline gelmişti!.
Değişen bendim!.
Ben değişmiş ve benle birlikte herşey değişivermişti!. Daha önceleri üzerine oturduğum, güvenle arkama yaslandığım kıymetli koltuk, yine aynı koltuktu, yine aynı koltuktu ama koltuktaki değişmişti.
Koltuktakinin gözleri açılmıştı!.
Koltukta oturan Selçuk bey, yıllardır güvenle bağlandığı ve müstakim zannettiği bu koltuğun, denizin üzerinde olduğunu ve iki tahta parçası üzerinde yüzdüğünü yeni farketmişti!.
Bir dalga ile devrilecek, küçücük bir dalga ile alabora olabilecek bir koltuktu bul. Nitekim dört çarpı dört ebadın-daki küçücük dalga gözükmüş ve an be an büyüyerek kendisine yaklaşmaya başlamıştı!.
Yaklaşamaz olasıca!.
Evet, dört çarpı dört ebadındaki bu küçücük tümör, her şeyi değiştirivermişti!.
Ellerime, ayaklarıma bakınca, gördüklerim et değil topraktı sanki!. Şu an canlı, capcanlı duran kolum, bir yıl sonra toprak olacaktı!. Yüzümü ve gözlerimi ise düşünmek, hayal etmek istemiyorum!.
Yeşil gözlerim, yine yeşil olarak kalsın istiyorum zihnimde!.
Gerçi pek başaramıyorum.
Kesin bir bilginin, kesin bir ağırlığı altından kalkamıyorum. Her şeyimle toprak olacağımı biliyorum. Ve benimle birlikte, benim gibi.dört dörtlük bir adamı yere seren, dört dörtlük tümörüm de, tümörüm de toprak olacak!. Tümör!.
İsmi bile çirkin!. Ü ve ö harflerini, ölüm kelimesinden almış olmalı!.
Şu an beynimde değilde elimde, avucumda olsa, köpek dişlerimle parçalayıp, azı dişlerimle öğüttükten sonra yere tükürmek ve saatlerce ayağımın altında ezmek isterdim. Avucumun içinde tutabileceğim, sıkıp suyunu çıkarabileceğim küçücük bir şey, her şeyi değiştirmiş, her şeyi değiştirivermişti!.
Acaba, acaba bu tümörden kurtulsam, eski sıhhatime kavuşsam, yine eskisi gibi olabilir miydim? Dünyaya yine eskisi gibi bakabilir miydim?
Beni düşündüren bir soru oldu bu!. Gerçekten, gerçekten eskisi gibi olabilir miydim?
Hiç sanmıyorum. Ölümü tanımış, ölümün ne olduğunu anlamıştım bir kere!. Altı aylık ömrüm belki altı yıla, belki onaltı yıla çıkacaktı, çıkacaktı ama sonuç yine aynıydı, aynı olacaktı!.
Peki bu gerçeği daha önceleri neden görememiş, neden anlayamamıştım ki!. Daha önceleri öleceğimi bilmiyor
muydum?
Biliyordum, biliyordum ama anlamıyordum!.
Ölümü ve öleceğimi biliyor ancak bu gerçeğin ne anlama geldiğini bilmiyordum!.
Oysa anamı da, babamı da ben defnetmiştim.!.
Babamı kabre götürürken, kalbimle babam için üzülüyor, aklımla fabrikaya gelen son siparişin genel maliyetini hesaplıyordum!. Kabirden dönerken ise genel maliyet hesaplarını bitirmiş, karşı tarafa vereceğimiz îiyatı belirlemiştim bile!.
Ne bileyim!. O zamanlar doğa!, çok doğal karşılıyordum bu durumumu!. Herkes “Ölenle Ölünmez” diyordu. Doğru bir sözdü bu!. Ölenle ölünmezdi ki!.
Ulan ne adammışım be!,
Ölenle ölünmezdi, ölünmezdi ama bu olaydan alınacak hiçbir ders, hiçbir ibret yok muydu? Babam gibi kendimin de öleceğini bilerek, mutlaka ve mutlaka öleceğimi dikkate alarak birçok konuda kendime “Çüüşş” demem gerekmez miydi?
Zavallı anacığım!.
Zavallı babacığım!.
Şimdi düşünüyorum da içerisine bakmadığım, bakmak istemediğim bir çukura, gözüm kapalı atıvermiş, gözüm kapalı gömüvermişim onları!.
Ne ölümü düşünmüşüm, ne öleceğimi!.
Mezarları ve mezarlıkları, hep başkalarına ait yerler olarak hayal etmişim. Binlerce kabrin yanına, binlerce çukurun yanma açılacak olan kendi kabrimi, kendi çukurumu hiç dikkate almamışım!.
Aldığım her nefes ile nefes nefese yaklaştığım kendi kabrime, kendi çukuruma bakarak. Ölümün ne anlama geldiğini hiç düşünmemişim!.
Bildiğim fakat anlamadığım, ne anlama geldiğini hissetmediğim bir gerçekmiş ölüm!. Ve ben bunu şimdiye kadar hiç ama hiç anlamamışım!. Ateşi bilipte sıcaklığını hissetmemek, hatta ve hatta soğuk zannetmek gibi bir akılsızlık, bir duyarsızlık içindeymişim!
Tıpkı şu insanlar gibi!.
“Elbet bir gün öleceğiz” demelerine rağmen ölecekleri o güne daha çooook zaman olduğunu, daha pek çoook yaşayacaklarını zanneden, bu zan ile ölümü ve öleceklerini hiç akıllarına getirmeyen, biri iki, ikiyi dört, dördü sekiz yapmaya çalışan, ölümsüzlük ağacının yegane meyvası olarak gördükleri parayı ele geçirebilmek için paralandıkça(!) paralanan, Allah'ı müşteri çekleriyle hatırlayıp, samimi bir kalple “İnşaallah karşılığı vardır, İnşaallah karşılığı vardır.” Zikrini yapan, gerçek bir şaşkınlık içinde oradan oraya koşuşturan şu insanlar, şu insanlar gibi!.
Uyur-gezerden ziyade uyur-yaşar olan bu insanlar, hiç kuşkusuz ki ölümün ve ölecek olmanın ne anlama geldiğini bilmiyorlardı.
Ve bu uyur-yaşar insanlardan biri olan ben, uyanmıştım, uyanmıştım ama demirin sertliğini, demiri düşünerek, demire elimle usulca dokunarak değil, demire kafamla toslayarak anlamıştım!.
Dün gece biraz televizyon seyrettim.
“2000 yılında Dünya” diye bir program vardı!. Hiç ilgilenmedim, ilgimi çekmedi. 2000 yılından ve 2000 yılındaki dünyadan bana neydi!.
Diğer kanalda Fenerbahçenin şampiyonluğu anlatılıyordu. Bu haftaki maçı alırlarsa şampiyonluğu ilan edeceklermiş!. Yıllardır koyu bir fenerbahçeli olmama rağmen bununla da pek ilgilenmedim. İsterse amatör kümeye düşsün diye bir düşünce geçti içimden!.
Televizyonu kapattım.
Bu arada kızım yanıma geldi. Biraz keyifsiz gibiydi. Ne olduğunu sorduğumda "Baba, iki gündür başım ağrıyor" dedi.
Durakaldım!.
İki gündür başı ağrıyormuş!.
“Nedense evhamlandım!.” demiyeceğim. Çünkü neden evhamlandığımı biliyorum. Hemen doktor çağırdım. Muayeneden sonra birkaç ilaç vererek önemli bir şey olmadığını söyledi.
“Doktor!. Baş ağrısının sebebi ne?”
“Beyefendi!. Başağrısının binlerce nedeni olabilir. Kızımız biraz üşütmüş. Ondan olmalı.”
Başağrısının binlerce nedeni olabilirdi. Ama benim aklıma gelen, beni korkutan bir, sadece bir nedendi.
Doktorun söyledikleriyle kendimi toparlamaya, kendimi rahatlatmaya çalışırken "Basımdaki tümörün bende değilde, kızımda olmasını ister miydim!." gibi bir düşünce geçti içimden!. Bu,düşünceyle titreyen yüreğimden aceleci bir çığlık yükseldi.
“Allah korusun!.”
Yüreğimden yükselen bu çığlık daha sonra dilimde yankılanmaya başladı “Allah korusun, Allah korusun..” Kızıma, sultanıma sarılmak istedim hemen!.
Tümörümü alnıma, kızımı kucağıma alarak Allah'a en kalbi, en içten dualarda bulundum.
Allak bullak olmuştum!.
İçimi sızlatan, yüreğimi kabartan şey elbetteki merhametti. Bir babanın, bir annenin evlatlarına karşı hissettikleri en kuvvetli iki duygudan birisi olan merhamet!.
Gerçekten evlatlarımızı kendimizden daha fazla seviyor, onlara kendimizden daha fazla merhamet ediyorduk. Ve gerçekten güzel, çok güzel duygulardı bunlar. Sevgi ve merhamet!.
Peki bizlere bu sevgiyi, bizlere bu merhameti veren Allah, bizleri bizler kadar sevmiyor, bizlere bizler kadar merhamet etmiyor muydu?
Merhamet ediyorsa, gerçekten merhamet ediyorsa, bu almmdaki şey de neyin nesiydi?
Ben daha otuzyedi yaşında değil miyim? Öldüğüm zaman bu çocuklar yetim kalmayacaklar mı? Sevgili karımı dul, çocuklarımı yetim bırakacak olan bu İlahi takdir, gerçekten merhametli bir takdir midir?
Oysa ben olsaydım, birazcık merhamete sahip olan ben olsaydım!..
Durdum!. Duraksadım!.
Düşünmeye başladım!.
Ee eee!. Ben olsaydım, ben olsaydım ne yapacaktım kü. Burasını ebedi dünya hayatı mı? Yoksa kötülerin ayıklanıp, iyilerin huzura kavuşturulacağı bir cennet mi? Ahi-retteki cenneti dünyaya mı taşıyacak, dünyada mı gerçekleştirecektim?
Saçmalıktı bunlar!.
Her şeyi bilen, her şeye düzen veren Allah'tı.
Hem Allah'a niye kırılıyor, Allah'a niye güceniyorum ki!. İnandığım, gerçekten inandığım Allah, bizlere ebedi dünya hayatı vaadetmiş, ebedi dünya hayatı vaadetmiş de, sonra bu vaadinden dönmüş müydü?
Şüphesiz ki hayır!.
Allah zaten bu dünya hayatının ebedi olmadığım, her insanın her an ölebileceğim bildirmemiş miydi? Bildirmişti, bildirmişti ama bilen kim?
Bilip de anlayan kim?
Şu insanlara baksana!. Alemlerin Rabbi olan Allah bütün insanlara “Öleceksiniz” diyor tınlayan yok!: Çünkü bu İnsanlar için Allah'ın değil, doktorun sözü daha etkili, daha tesirli oluyor!. Nitekim aynı sözü bir doktordan duydukları zaman, şahsımda görüldüğü gibi ne halt yiyeceklerini şaşıracaklar!. Doktorun ağzından fıçıkan “Öleceksin” kelimesi ile sanki ölmüş gibi olacaklar!.
Ve anlayacaklar, o zaman anlayacaklar ölümün ne olduğunu, ne anlama geldiğini!.
Düşünüyorum, hastaneleri ve hastalan düşünüyorum!.
Hastaneler ve her insanın uzanacağı hasta yatakları geliyor gözümün önüne!. Hasta yatağına uzanmış, acılar içinde kıvranan insanları anlamaya çalışıyorum.
Bu insanlan anladıkça, bu zavallı insanlara daha çok acıyorum!.. Çektikleri ızdıraptan yorulmuş gözlerle doktora bakan, doktorundan müsbet bir söz duyabilmek için pür dikkat kesilen, kendilerine verilen her ilacı abıhayat umuduyla içmeye çalışan bu zavallılar, ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar çırpınırlarsa çırpınanlar, İlahi takdiri değiştiremeyecek olan ölüm mahkumlarıydı!. Tabi ki yalnız onlar değil, herkes ama herkes benzer acılarla, benzer ızdıraplarla aynı akıbete doğru gidiyorlardı!.
Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey olmayacakmış gibi yaşamaya devam eden bu insanlar, hastayken çekecekleri ızdıraplan, ölürken duyacakları korkulan bilseler, hiç kuşkusuz ki dünyaya gelmek istemezlerdi!.
Çünkü bu insanların karşılaştıkları, bu insanların karşılaşabilecekleri öyle ızdıraplar vardı ki, kırk yıl sefa İçinde yaşamak bile bu ızdırabı kırk dakika çekmeye değmezdi!. Kaldı ki dünya hayatında kırk dakika sefa sürmeden bu gibi acılarla, bu gibi ızdıraplarla karşılaşan milyonlarca insan, milyonlarca zavallı vardı!.
İyi ama niye. niye geldik ki şu dünyaya!.
Elması müthiş acılarla, derin ızdıraplarla dolu olan bu elma şekerini, neden elimize aldık ki!. Yoksa üzerindeki incecik şekeri yalamak, yalayabilmek için mi!.
Saçma, Vallahi saçma!.
Üzerindeki incecik şekeri yalamak, incecik şekeri yalayabilmek için acılarla dolu bu elma hiç yenilir miydi?
O halde neden, neden geldik şu dünyaya!.
Müslümanların, bütün müslümanların bu soruya verdikleri ortak cevap belliydi!. Dünya hayatını bir imtihan hayatı gören bütün müslümanlar “Biz bu dünya hayatına Cenneti kazanmak için geldik” diyorlardı.
Durdum, duraksadım, şaşırdım!.
İyi ama ben bu sözü, ben bu cevabı niye kendime değilde, kendi dışımda varsaydığım müslümanlara nisbet etmiştim ki!. Oysa ben de müsiümandım, ben de aynı cevabı, aynı netlikle vermeliydim!. Yoksa ben, ben bu söze inanmıyor muydum?
Kendimi yokladım.
Allah'ın varlığına nasıl inanıyorsam, hiç kuşkusuz ki Allah'ın vaadi olan bu söze de öylece inanıyordum. Bu söze de inanıyordum ama iç dünyamda fazlaca önemsediğim, ön plana çıkardığım bir söz değildi bu!. Dünyaya ne için geldik sorusuna vereceğim belki beşinci, belki onuncu bir cevaptı bu!.
Peki ama ilk dört, ya da ilk dokuz cevap neydi ki!.
Fazlaca düşünmeden buldum, fazlaca zorlanmadan hatırladım bu cevaplan!. Hepsi paraya, hepsi maddiyata, hepsi nefsi arzulara ait şeylerdi.
Gülümsedim!.
Daha önceleri doğru, mutlak doğru bilerek mermere kazır gibi iç dünyama kazıdığım bu cevaplar, ölüm gerçeğinin hafif bir esintisiyle silinivermişti!.
Ne kadar da boş, ne kadar da saçma cevaplarmış bunlar!.
Ölümün soğuk esintisiyle silinmeyen ve hatta daha da belirginleşen cevap, herhalde “Cenneti kazanmak için!.” olmalıydı.
Doğru bir cevap mıydı bu!.
Cenneti kazanmak, cennete girebilmek bunca acılara, bunca sıkıntılara değer miydi!.
Küçük yaştan beri cennetle ilgili duyduklarımı, cennetle ilgili bildiklerimi düşündüm. Böyle bir hayat var mıydı? Elbetteki vardı.
Dünya hayatını ve böyle bir kainatı yaratmaya kadir olan Allah, hiç kuşkusuz ki cennet hayatını da yaratmaya kadirdi. Allah'ın yarattığı dünya hayatı ne kadar gerçek ise cennet hayatı da o kadar gerçek, olmalıydı. Çünkü her iki hayatı da yaratan Allah, bütün müslümanlara cenneti, cennet hayatını vadetmişti.
Cennet hayatı!.
Ebedi bir hayattı bu!. Bu hayatta ne dert vardı, ne de sıkıntı!. Bu hayatta ne tümör vardı, ne de ölüm!. Her güzel şeyin, en güzel şekliyle bulunduğu bu hayat, hiç kuşkusuz ki gerçek bir mutluluğun, gerçek bir saadetin hayatıydı. Bu düşüncelerle tuhaf lastiğimi, bu düşüncelerle başkalaştığımı hissettim. Müslüman olmamı hiç bu kadar mühimsememiş, müslüman olmama hiç bu kadar sevinmemiştim!.
Ben müslümandım!.
Ebedi cennet hayatıyla müjdelenen müslümanlardan birisi de bendim. Sanki cennetle, cennet hayatıyla yeni müjdelenmiş gibiydim. İçimin sevinçle, içimin huzurla titrediğini hissettim.
Ebedi cennet hayatı!.
Evet, sadece ve sadece bunun için yaşanabilir, sadece ve sadece bunun için ölünebilirdü.
Son üç gündür geçmiş hayatımın muhasebesini yapıyorum. Günahlarımla, sevaplarımla bütün bir hayatımı gözümün önünden geçinneye çalışıyorum. Daha önceleri geçmişime baktığım zaman, en sevindiğim, en onurlandığım şeyler, aldığım ihaleler, yaptığım bağlantılar ve gerçekleştirdiğim büyük işlerdi. Şimdi ise bu gibi şeylere değil, kıldığım namazlara, fakirlere verdiğim sadakalara seviniyorum. Geçmişime baktığım zaman, geçmiş yaşantımda değer kazanan birer inci, birer yakut tanesi gibi görüyorum bu amellerimi.
Cuma namazlarında hiçbir eksiğim yoktu, ramazan oruçlarını genellikle tutmuş, teravih namazlarına gitmiştim, şimdiye kadar çok, pek çok fakire yardım etmiştim, imanlıydım, hiç cünup gezmemiştim, domuz etini ağzıma bile değirmemiştim, bazı gençleri evlendirmiştim, birçok cami inşaatına demir ve çimento almıştım, iki tane mescid yaptırmıştım ve bunlara benzer daha neler neler....
Elhamdülillah!..
Rahmetli babamı sevgiyle hatırladım. Hep onun nasihatleri, hep onun telkinleriyle yapmıştım bunlan. Anacı da kimbilir ne dualar etmişti.
Geçmişime baktığım zaman tabi ki görmek istemediğim, tabi ki pişmanlık duyduğum şeyler de vardı. Geçmiş yaşantımdan bunları silmek, bunları silebilmek için neler vermezdim ki!. Daha önceleri Allah'ın her şeyi affedeceğini düşünüyordum. Şimdi ise nedenini bilmediğim bir kuşku, bir tereddüt içindeyim!.
Acaba Allah bütün bunları affeder miydi!.
Beni rahatsız eden bu kuşkulardan kurtulabilmek için bazı imamlarla, bazı hocaefendilerle görüştüm. Onlara bir arkadaşımın hasta olduğunu, beş-altı ay sonra ölebileceğir ni, imanlı bir insan olan bu arkadaşımın birçok dini vecibeyi yerine getirmesine rağmen bazı günahlara da bulaştığını belirterek, Allah'ın bu günahları affedip-affetmeyeceğini sordum.
Ağızlarına sağlık!.
Bana öyle güzel, öyle sevindirici cevaplar verdiler ki, az daha sözünü ettiğim bu arkadaş benim diyecektim. En önemsedikleri şey ise bu arkadaşın yani benim, belirttikleri bazı hayır kurumlarına yardımda bulunmamdı. Tabi ki hiç önemli değildi bu. 0 arkadaşın namına verebileceğimi belirterek, beklediklerinin fevkinde yardımlarda bulundum.
Rahatlamıştım artık!.
Ölüm ve ahiretle ilgili bazı kitaplar aldım. Bu kitapları birkaç kez merak ve dikkatle okudum. Bu kitapları daha ; önceleri okusaydım, hiç kuşkusuz ki bu kadar anlamaz, bu kadar etkilenmezdim.
Konuyla ilgili ayet-i kerimeler, konuyla ilgili hadis-i şerifler beni gerçekten çok ama çok etkilemişti.
Gerçi ölüm düşüncesini yine sevmiyor, bu düşünceden yine hoşlanmıyordum ama artık eskisi gibi de korku vermiyordu bu düşünce bana. Ölümden kaçış yoktu ve bütün insanlar hiç kuşkusuz ki ölecekti. Benim bu insanlardan tek farkım, ölecek olmamı haber almam ve yaklaşık olarak ne zaman öleceğimi bilmemdi.
Peki bu fark, nasıl bir farktı?
Bir insanın ölecek olmasını ya da ne zaman öleceğini bilmesi, bu insan için bir artı değer miydi?
Ölümü bilerek, ölümü görerek, ölüme doğru gitmek mi iyiydi, yoksa ölümden bihaber yaşarken bir anda ölümle çarpışmak mı?
Bu sorunun tek bir cevabını bulamıyorum!.
Meseleye ahiret açısından yaklaştığım zaman öiümü bilmenin, ölümü dikkate alarak yaşamanın akibet ve ahiret için elbetteki daha iyi olduğu kanaatine sahip oluyorum. Çünkü hoşlanmasak da, hoşumuza gitmese de ölüme ve ölümden sonraki hayata doğru ilerliyorduk. Dolayısıyla gün be gün, an be an yaklaştığımız ölümü bilmek ve ölüme hazırlanmak, ölüme ansızın yakalanmaktan daha iyi olsa gerekti.
Fakat insanlar buna dayanabilir, insanlar bu habere tahammül edebilir miydi? Kalabalık caddelerde bilinçsiz bir sel gibi akıp giden şu insanların hepsi, hiç istisnasız hepsi ölecekti. Bu insanlar arasında elbetteki benden önce ölecek olan nice insanlar da vardı.
Peki, ne zaman öleceklerini bilmeyen bu insanlara, ne zaman ölecekleri bildirilseydi ne olurdu? Ya da bütün insanların bazı hayvanlar gibi standart bir ömürleri olsaydı, bu insanlar ölümlerine birkaç yıl, birkaç ay, birkaç gün kala ne yaparlardı?
Bu duruma nasıl dayanırlardı demiyeceğim!.
Çünkü dayanamazlardı!.
Ellerinden bazı malları alındığı zaman hırçınlaşan, sağa sola saldıran nice insan, ellerinden ömürleri alındığı zaman hiç kuşkusuz ki zabdedilmez birer deli, birer çılgın olurlardı!.
Dünyaya ve dünya malına büyük bir hırsla bağlanan nice insan, ölümüne üç yıl kala değil, ölümüne otuzüç yıl kala değişmeye başlar, ölümüne on yıl kaldığı zaman ise dünyadan elini eteğini çekerdi!.
Hayret değil mi!.
Öleceklerini, mutlaka öleceklerini bilen bu insanlara, sadece ve sadece ne zaman ölecekleri bildirildiği zaman dünyadaki her şey ama her şey değişiverecektü. Çünkü ölümü bilerek, ölümü görerek yaşamak, aslanların gezindiği bir ormanda piknik yapmak gibi bir şeydi!.
Her an üzerinize atlayabilecek olan aslanları görerek, aslanlar yokmuş gibi mangalda et pişirmeniz, teybi açarak oynayabilmeniz mümkün müydü?
Tabi ki değildi!.
Oysa bu insanlar ölümü bilmedikleri, ölümün simgesi olan aslanları görmedikleri zaman, aslanlar yokmuş gibi gayet kaygısız yaşayabiliyor, hatta ve hatta zil takıp oynayabiliyorlardı!.
Sonra, sonra ise bir aslan kükremesi ve birkaç çırpınışla küt kabire!.
Tabi ki bu kadar basit, tabi ki bu kadar kolay değildir ölmek!.
Sözünü ettiğim o birkaç çırpmış, hiç kuşkusuz ki birkaç ömür gibidir!. Bilmem düşünebiliyor musunuz, bilmem anlayabiliyor musunuz ölüm anını?
Benim üç-dört hafta önce duyduğum ve yavaş yavaş sindirmeye çalıştığım ölüm gerçeğiyle bir anda karşılaşmanız!.
Kendinizi bildiniz bileli içinde olduğunuz, içinde yaşadığınız, birlikte yürüyüp, birlikte koştuğunuz canlı, capcanlı vücudunuzun, direği yıkılmış çadır gibi yere yayılması!.
Yıllardır çalışan kalbinizin hiçbir şey söylemeden, hiçbir çığlık atmadan, derin bir suskunluk içinde duruverme
O ana kadar demirci körüğü gibi çalışan, nefes alıp nefes veren, nefes alıp-nefes veren ciğerlerinizin, nefes verip de bir daha nefes almaması!.
Şaşırmanız, çığ gibi büyüyen bir paniğe kapılmanız!.
İçinde bulunduğunuz et yığınının ölmesiyle, kendinizin de öleceğini bilerek dehşete düşmeniz ve vücudunuza bakarak “Ölme, ölmee, sakın ölmeee!.” çığlıklarını atmanız!.
Çalışması için kalbinizi, nefes alması için ciğerlerinizi zorlamanız!..
Hareketsiz bir vücudun, hareketsiz bir cesedin içinde mahsur kalan canınızın, tonlarca basınç ile git gide ezilen ve ezildikçe ağırlaşan dikenli bir gülle gibi gırtlağınızın altında toplandığını hissetmeniz!.
O ana kadar korkuyu ve korkulacak şeyi dışanda arayan gözlerinizin, içeride yaşanan dehşetli korku ile dışarıya fırlamak istemesi!.
Şimdiye kadar çok kullandığınız “Ölüm” kelimesini, şimdiye kadar hiç kullanmadığınız bir anlam derinliği ile
kullanarak “Galiba ölüyorum!.” demeniz!.
Patlarcasına açılmış gözlerinizle etrafınıza bakmanız ve siz ölüp giderken kılını bile kıpırdatmayan dünyanın ne kadar vefasız olduğunu anlamanız!.
Çok uzun zannettiğiniz bütün bir hayatınızı, bir anda gözünü/ün önünden geçirmeniz!.
Doğmamın, büyümemin, yaşamamın herşeyin ama herşeyin yegane nedeni buymuş, ölecek olmammış düşüncesine kapılmanız ve “Bunun için mi doğdum, bunun için mi büyüdüm, bunun için mi çalıştım, bunun için mi yaşadım...” sorularını hüzünlü bir suskunluk ile cevapsız bırakmanız! .
Açılmış gözlerinizden perdelerin kalkması ve ölüm meleklerini görmeniz!.
Can ve can çekişmeyi unutup, korkunç bir hayret ve dehşetli bir korkuyla bu meleklere bakmanız!.
Şimdiye kadar milyarlarca insanın ruhunu kabzeden meleklerin, engin bir sakinlik ile kudret ellerini size uzatmaları!.
Kaçmak isteyip de kaçamadığınız, kımıldamak isteyip de kımıldayamadığınız o an, iki parmak arasındaki zavallı bir karınca gibi aciz olduğunuzu anlamanız!. Çırpmamadan, kıpırday amadan, “Durun yahu, ne oldu, ne oluyor!.” diyemeden, korkuyla gırtlağınızın altına sinmiş olan canınızın sökülüp çıkarılması!.
Ve ölmeniz ve ölümün ne olduğunu, ölerek anlamanız!.
Sonra, sonra engin bir sessizlik!.
Yerdeki cesedinize bakıyorsunuz!.
Daha önceleri “Benim elim, benim ayağım, benim başım.” diyerek kendinizle özdeşleştirdiğiniz bu et yığınının sizden ayrı, sizden farklı bir şey olduğunu yeni farkediyorsunuz!.
Atını yitirmiş bir süvari gibisiniz!.
Yıllarca bindiğiniz, oradan oraya koşturduğunuz atınız ölmüştür artık!.
“Ben, ben..” derken kastettiğiniz şeyin, asıl itibariyle bu at değil, bu atın sürücüsü, bu atın süvarisi olduğunu anlıyorsunuz!.
Size emanet olarak verilen bu atın, size emanet olarak verilen bu cesedin Yaratıcısı geliyor aklınıza!.
“Allaaah” diyorsunuz dehşetle!.
Sizlere bu vücudu veren Allah'ın, bu emanetle ilgili emir ve yasaklarını hatırlıyorsunuz!.
“Dünya hayatında ne yapmam gerekirdi ve ben ne yaptım?” sorusu, ateşten bir göktaşı gibi düşüyor üzerinize!.
Eziliveriyorsunuz!.
Kalkamıyorsunuz, çırpınamıyorsunuz, kımıldıyamıyorsunuz bu sorunun altında!.
Oysa cevabını bildiğiniz, cevabını çok iyi bildiğiniz bir sorudur bu!. Fakat yine de susmayı, yine de bu sorunun altında ezilmeyi tercih ediyorsunuz!. Çünkü dilinizin ucuna gelen cevap, dilinizi bile utandıran bir cevaptır!.
Yine bir feryat yükseliyor benliğinizden.
“Allaaah!.”
Sorulan ve sorulmayan bütün soruların, bütün cevapları gizlidir bu “Allaah” deyişinizde!.
Benliğinizden yükselen bu feryat, ne yazık ki hoşnut ettiğiniz bir sevgiliye kavuşmanın sevincini değil, Adil ve Kahhar olan bir hesap sorucuyla karşılaşmanın dehşetini yansıtıyor!.
Dünya yaşantısında sadece gölgesini, soyut bir gölgesini gördüğünüz korkunun, somut olan gerçeğiyle, somut olan dehşetiyle karşılaşıyorsunuz!.
Panik içindesiniz!.
Bütün bunlardan kaçmanız, bütün bunlardan kaçabilmeniz, kendinizden kaçmanıza, kendinizden kaçabilmenize bağlı!.
Fakat ne mümkün!.
Size sizden uzak, size O'ndan yakın hiçbir şey yoktur etrafınızda!.
Çaresizliğin dikenli çukuruna bırakıveriyorsunuz kendinizi!. Pişmanlık duygusu, ateşte erimiş bir maden gibi akıyor içinize!. Kendinizi paralamak, kendinizi parçalamak isteğiyle,
paramparça oluyorsunuz!.
Ve, ve cesedinizin başına üşüşen insanlara bakıyorsunuz!.
Size bin yıl gibi gelen bu bir dakikalık sürede size bakan, sizi seyreden insanların, çenenizi bağlarken “Rahmetli. Sessiz sedasız, nasıl da rahatça canverdü.” demelerini duyuyorsunuz!.
Başkalarının ölümünden ölümü tanıdıklarını zanneden bu insanların, ölüme ne kadar yabancı, ölüme ne kadar duyarsız olduklarını ilk kez anlıyorsunuz!.
Evet, ölmek başka, bambaşka bir şeydi!.
Ölmekle her şey değil sadece bir şey bitiyordu!. Ve bu bir şeyin bitmesiyle, her şey yeni başlıyordu!.
Son zamanlar fabrikaya pek gitmek istemiyordum. Zorunlu durumlarda gidiyor, gelişmeleri öğrenip, gerekli direktifleri verdikten sonra ayrılıyordum. Bir anlamda işleri rölantiye almış gibiydim. Fabrika yine çalışıyordu, yine çalışıyordu ama koşturmayı bırakıp ağır adımlarla yürüyen bir insana benzemişti.
“Yeter” diyordum kendi kendime!.
Bu kadar çalışmasını bile fazla görüyordum!. Ölümlü dünyada daha fazla çalışıp, daha fazla, çok daha fazla kazanıp da ne olacaktı!. Oysa bir ay önce böyle düşünmüyordum. Hafifçe gülümsedim. Dünyanın ölümlü olduğunu. Ölümlü dünya olduğunu anlamıştım tabi!.
Fabrikadan erken ayrılmış ve garip bir istek ile doğruca kabristana gelmiştim!. Kabristanın girişinde biraz duraksadıktan sonra içeriye girdim. Yakın bir tarihte cenaze arabasıyla geleceğim bu kabristana şimdilik canlı olarak giriyordum!.
Burası kabristandı, burası herkesin geleceği son ikametgahtı!.
Kabristanı ağır adımlarla dolaşmaya başladım. Etrafıma büyük bir hayretle bakıyor, her şeyi görmeye, her şeyi anlamaya çalışıyordum. Daha önceleri işyeri veya fabrika yapacağımız arsaya gelir, arsanın bulunduğu yeri ve çevreyi etüd ederdim. Şimdi ise çok farklı düşüncelerle, çok farklı bir etüd içindeydim!.
Mezarlık sakin bir yerdi!.
Mezarlıklar arasında yürürken ve mezardakileri düşünürken, canlı olduğumu ilk kez farkediyor gibiydim!. Canlılık hayret verici bir şeydi!. Herhangi bir kayanın canlı gibi yürümesini, koşup zıplamasını görsek, hayretler içinde kalırız. Su, toprak, kaya gibi bir madde olan insanın yürümesini, koşmasını veya konuşmasını ise alışkanlıktan olsa gerek gayet doğal karşılıyoruz. Düşünce tembelliği içinde esneyerek “Canlıdır yürür, canlıdır koşar, canlıdır konuşur..” diyoruz.
İyi, iyi de bu can ne?
Bu canlılık neyin nesi!.
Herhangi bir kayaya can vermeye kalkışsak, can vermek bir yana, vermek istediğimiz canın ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu biliyor muyuz?
Belki bu sorunun cevabım canlı olan bizler değil, canını yitirmiş olan bu ölüler, bu mevtalar verebilirdi!, Bazı şeylerin ne olduğu, belki varlığında değil yokluğunda anlaşılıyordu!.
Kabristanın içinde ağır ağır dolaşmaya, kabirleri ve kabirdekileri düşünmeye devam ediyorum. Ne ben bunlara, ne de bunlar bana uzaktı!. Ölüme yakın bir insan olarak, kabirdeki mevtaları daha iyi anlıyor, onlan daha yakından hissedebiliyordum. Bir süre sonra kabirdekiierin gözüyle dışarılara, dışarıdakilerin gözüyle kabirlere baktım.
Heyhat!.
Hayretten irkilmiştim!.
Birbirinden ne kadar ayn, birbirinden ne kadar farklı bakışlardı bunlar!.
Baktığını gören, gördüğünü anlayan bakışlar, hiç kuşkusuz ki kabirdekiierin bakışlarıydı!. Çok net, çok açık, çok berrak bakışlardı bunlar. Ölü gözlerdeki bu canlı bakışlar, dünyayı ve dünyanın hakikatini gören bakışlardı!.
Dışarıdakilerin bakışları ise en caiz tabirle birer mevta bakışıydı!. Canlı gözlerin ölü bakışıydı bunlar!. Dışandan kabristana ve kabirlere bakan bu insanlar, görülmesi gerekeni değil, görmek istediklerini görüyorlardı!. Bazısı mezarlıktaki ağaçlan, bazısı mermerleri, bazısı mezarın üstündeki toprağı görüyordu!. Derin düşündüğünü zanneden bazı kimseler ise toprağın altına iniyor ve kefenlenmiş mevtayı görüyordu!.
İyi ama o kefeni, o örtüyü açmamız, o kefenin içindekine bakmamız gerekmez mi?
Etleri dökülmüş o kuru kafadan niye korkuyoruz ki!. Başımıza parmağımızla vurduğumuz zaman gelen “Tak, tak..” sesleri, bizim de aynı akibete mahkum, aynı kuru kafaya sahip olduğumuzu hatırlatmıyor mu? Etlerinden annmış o kuru kafada, yalanlardan arınmış bir gerçeği görmüyor muyuz? Kafatasındaki göz çukurlarına gözlerimizi yapıştırıp, ötelere, öte alemlere neden bakmıyoruz ki!.
Her yere yüzümüzü dönmek, bastığımız yere bakmak, gittiğimiz yeri görmek isterken, kabirlere, kabirdekilere neden bakmıyoruz?
Gün be gün, an be an gittiğimiz bu istikamete neden sırtımızı dönüyor, neden geri geri gidiyoruz ki!.
Yüzümüzü dünyaya döndüğümüz zaman, durduğumuzu, dünyaya demir attığımızı, kabristana ve kabristandaki çukurumuza yaklaşmadığımızı mı zannediyoruz!.
Bu sorunun cevabını kabirdekiler veriyor.
“Evet öyle zannediyorsunuz!. Evet öyle zannediyorduk!”
Doğru bir cevaptı bu!. Zaten herkes, zaten her şey doğru söylüyordu bu kabristanda!.
Burası başka gerçekten bambaşka bir alemdi. Herşey sessiz, herşey durgundu bu alemde!. Burada herşey bu sessizlikle, burada herşey bu durgunlukla anlatılıyordu!.
Anlamlı bir sessizlik, anlamlı bir sakinlik vardı kabristanda!. Bu kabristanı dolduran binlerce insan, hiç kuşkusuz ki bir zamanlar cadde ve sokaklarda oradan oraya koşuşturan insanlardı. Bir yerde yarım saat oturdukları zaman sıkılan, ne yapacaklarını şaşıran bu insanlar, uzun yıllardır aynı kabirde, aynı şekilde, aynı sessizlik içinde öylece yatıyorlardı.
Kabirdekilere bakarak tekrar, tekrar düşünmeye başladım!.
Acaba bu mevtalar gamsız, bu mevtalar tasasız, bu mevtalar kaygısız mıydı!.
Bu sorularla mezarlara teker teker baktım. Sorularımın cevaplanni yine bu kabirlerden, yine bu kabirdekiler den duymak istiyordum!.
Hayır!.
Vallahi hayır!.
Hiçbiri gamsız, hiçbiri kaygısız değildi!.
Kabirdekilerin hepsi, kıyamete kurulmuş saat, mahşere gerilmiş ok gibiydi!.
Hepsi nefesini tutmuş, hepsi pür dikkat kesilmiş, hepsi o anı, tekrar dirilecekleri o anı bekliyorlardı!.
Kaskatıydı hepsi!.
O ana yönelik dikkatlerinden, o ana yönelik heyecanlarından katı, kaskatı olmuşlardı!.
Yüzleri ve bakışlan farklı farklıydı!.
Kiminin son tebessümü, kiminin son pişmanlığı, kiminin son gözyaşı donmuştu, donakalmiştı yüzünde!.
Hepsi öylece, öylece bekliyorlardı!.
Acaba benim, benim yüzüm ne olacaktı? Yüzümde en son hangi mana, bakışlarımda en son hangi anlam donakalacaktı?
Korktum, paniğe kapıldım!.
Ölümden değil, ölümden sonraki durumlardan korkuyordum!.
Allah'ı düşündüm, boynum büküldü, ayaklarım çözüldü. Bir kabrin yanına uzanıverdim. Ne kadar aciz, ne kadar çaresiz olduğumu hissettim. Kundakta eli kolu bağlanmış zavallı bir bebe gibi ağlamaya başladım!. Bildiğim bütün lisanlan, bildiğim bütün cümleleri, bildiğim bütün kelimeleri unutmuştum. Hafızamda sadece bir cümle kalmış, bütün benliğim bu cümleye sarılmıştı.
“Allah'ım bana yardım et!.”
Hiç durmadan, hiç duraksamadan aynı cümleyi tekrarlıyordum. “Allah'ım bana yardım et!. Allah'ım bana yardım et!.”
Şimdiye kadar Allah'a çok dua etmiş, çok dua etmiştim ama kendimi Allah'a, Allah'ı kendime hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Sanki her tarafım, her uzvum, her hücrem başlı başına birer el olmuş ve ben bu binlerce elimle Allah'a tutunmuş, Allah'a sarılmış ve hiç bırakmadan ve hiç bırakmak istemeden Allah'a yalvarıyordum; “Allah'ım bana yardım et!. Allah'ım bana yardım et!.”
“Yardım ister misin?”
İrkildim!. Bu ses ve bu söz ile donakaldım!.
Bu ses yerden mi gelmişti gökten mi anlayamadım!. Yattığım yerden doğrularak etrafıma baktım. Sağ tarafımda, sekizon metre ileride bir adam duruyordu. Kendisine hayretle baktığımı görünce, sakin bir sesle “Selamunaleyküm” dedi.
Kırk yaşlarında, sakallı biriydi bu!.
Bir süre durdum. Ne yapacağıma, ne söyleyeceğime karar veremedim. Oturduğum yerden kalkarak üstümü hafifçe silkeledim. Adama dönüp “Aleykümselam” dedikten sonra kabristanın girişine doğru yürümeye başladım.
Canım sıkılmıştı!.
Hiç istemediğim bir anda, hiç istemediğim bir şekilde karşıma çıkan bu canlı, canımı sıkmıştı!.
İçkiye tövbe etmiş, beş vakit namaza başlamıştım. Önceleri rahatsız oldum. Bütün bunlan öleceğimi bildiğim için, ölüm korkusuyla yaptığım düşüncesine kapıldım. Hiç hoşuma gitmeyen bu düşünceye bir süre karşı çıkmaya, bu düşünceyi inkar etmeye çalıştım.
Fakat başaramadım!.
Çünkü işin aslı buydu!. Öleceğimi bildiğim için içkiye tövbe etmiş, öleceğimi bildiğim için beş vakit namaza başlamıştım. Daha sonra kabullendim bu düşünceyi. Hem bu düşünceye ne diye karşı çıkacaktım ki!. Zaten Allah bütün insanlara öleceklerini bildirmiş, bütün insanlann her an ölüme hazır olmalarını istemişti. Öleceğini bilerek ibadet etmek, zaten her müslümanın yapması gereken bir şeydi.
Bunlan düşünerek, bunları dikkate alarak beni rahatsız eden o vesveseden, o şeytani vesveseden kurtuldum. Lanetli şeytan, insanı nasılda saptırmaya çalışıyordu!. Şeytanın tesirinde kalarak ibadet etmeyen insanlar, herhalde başlan ve burunları dik olarak yaşayan ve kabiriere diklemesine giren insanlar olmalıydı!.
Allah'a şükürler olsun ki onlardan değildim.
Ancak açık söylemek gerekirse beş vakit namaz kılmanın nefsime bu kadar ağır geleceğini de hiç ummuyordum. Ne bileyim, dışarıdan gözüktüğü gibi kolay bir şey değilmiş bu!. Namaz kılacağım zamanlar içimin sıkıldığını, nedenini bilmediğim bir baskı altına girdiğimi hissediyorum. Selam verip de namazdan çıktığım zaman, dakikalarca suyun altında kalıp da su yüzeyine çıkmış gibi derin bir “Ohh” çekiyorum.
Oysa cuma namazlarında böylesine sıkıldığımı, nedeni belirsiz bir baskı altında kaldığımı hiç hatırlamıyorum. Gerçi şimdiye kadar kıldığım cuma namazlarında Allah'tan ziyade insanları, içinde yaşadığımız toplumu dikkate alıyordum. Kendim için çizdiğim bir imaj vardı. Tarihine bağlı, müliyetçi ve muhafazakar bir imajdı bu. Kendimi bu imajımla tanıtıyor, bu imajımın sarsılmasını istemiyordum. Nitekim cuma namazlarına gitmem de, bu imajın zorunlu bir gerekliliği idi. Allah'a inanıyordum, inanıyordum ama namaz kılmamın yegane nedeni Allah değildi.
Şimdi ise durum farklı!.
Şimdi ne imajımı, ne de toplumun değer yargılarını dikkate alıyorum. Üstündeki giysileri alev almış bir insan gibi görüyorum kendimi!. Yıllardır korumaya çalıştığım imajımı belirleyen bu giysileri telaşla üzerimden çıkarırken, ne toplumu dikkate alıyorum, ne de toplumun beni çıplak görmesini!.
Hiçbirini umursamıyorum!.
Umursadığım tek bir şey var, Allah!.
Ben Allah'ın kuluyum ve bu kulluğun gereğini yapmakla mükellefim. Hepsi bu kadar. Ne başka bir seçeneğim, ne de başka bir alternatifim var. Nefsim istemese de, şimdiye kadar hindi gibi kabarttığım nefsime zor gelse de, diğer müslümanlar gibi namaz kılmak, diğer müslümanlar gibi haramlardan kaçınmak durumundayım. Hem diğer müslümanlar derken, benim bu müslümanlardan ne ayrıcalığım var ki!.
Zengin ve itibarlı olmam mı?
Hasta olduğumu duymadan önce bunlar önemli ayrıcalıklarımdı!. Terazinin bir kefesine bin işçiyi, diğer kefesine sadece kendimi koyduğum zaman, ben ağır basıyordum!. Bin işçiyi yanında çalıştıran, bin işçinin geçimini temin eden bir insan, elbetteki bu bin işçiden daha değerli olacak, bin işçiden daha ağır gelecekti!.
Ne var ki hastalık haberiyle her şey değişti!.
Allah'la karşı karşıya gelmiş, Allah'a döneceğimi anlamıştım. Bu anlayışla farkettiğim en önemli gerçek ise, halkın değer verdiği servet ve itibar gibi şeylere, bütün mülkün, bütün kainatın yegane sahibi olan Allah'ın değer vermediği idi!. Dolayısıyla halk nezdindeki itibarım, hak nezdinde devam etmemişti!.
Hak nezdinde değerli olan yegane şey, kulluktu!.
Kulluğun gereğini yerine getirmekti!.
Açık söylemek, açıkça itiraf etmek gerekirse, hak nezdindeki terazinin bir kefesine benim gibi bin patronu, diğer kefesine kulluğun gereğini yapan bir işçiyi koysalar, hiç kuşkusuz ki bu bir işçi, benim gibi bin patrona ağır basacaktı!.
Dolayısıyla büyüklenmeye, dolayısıyle kibirlenmeye hiç gerek yoktu. Nefsime zor gelse de Allah'a kulluğun gereğini yapacak, beşbin sıkıntıyla da karşılaşsam bu beş vakit namazı kılacaktım!. Sımsıkı tuttuğum bu ipi bırakmaya hiç, ama hiç niyetim yoktu!.
Son günlerde başağnlanm biraz daha arttı. Bu ağrıların nedenini bilmediğim günlerde sadece ağrıları hisseder, sadece bu ağrılardan kurtulmak isterdim. Şimdi ise bu başağnlan, koca bir ağacın küçük dikenleri gibi gözüküyor gözüme!.
Doktor Zekai, durum ümitsiz olsa da kemoterapi yani ilaç tedavisine başlamamı istiyordu. İlaç tedavisinin yan tesirlerini dikkate alarak kabul etmedim, Bazı kimselere bir arkadaşımın hasta olduğunu söylemiştim. Otlardan İlaç yapan bir adamı tavsiye ettiler. Söylediklerine göre bazı kimseleri iyileştirmiş, Her nedense gittim bu adama. Çekilen filmleri göstererek durumu anlattım. Bana Allah'tan umud kesilmeyeceğini vereceği otları belli bir düzen içinde kullanmamı söyledi. Zaten benim de istediğim buydu. Az da olsa, çok az da olsa beni umudlandıracak bir şey yapmak istiyordum. Hem bu otların, diğer ilaçlar gibi yan tesirleri de yoktu. Adamın söylediklerini bir bir yapmaya başladım.
Tabiattan toplanan bu otlar, eczaneden alınan ilaçlardan daha hoş görünmüştü gözüme. İyileşmem için bir mucize lazımsa, bu mucize insanların yaptıkları ilaçlarda değil, Allah'ın yarattığı bu otlarda olmalıydı.
Fabrikadaki vakitlerimi genel olarak kitap okuyarak geçiriyorum. Burada güzel bir kitaplık oluşturdum kendime. Değişik konularda, değişik kitaplar aldım. En çok dikkatimi çeken kitaplar ise tasavvufla ilgili menkibeleri anlatan kitaplardı. Bu dünyadan ne büyük zatlar gelip geçmiştü. Hepsinin birbirinden ilginç, birbirinden güzel kerametleri vardı. Kendilerini ziyarete gelen bir insanla daha hiç konuşmadan onun ne için geldiğini biliyorlar, ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu zatlardan birisiyle karşılaşmak, ona halimi arzetmek ve onun sohbetini dinlemek isterdim.
Bu kimseler, peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'in “Ölmeden Önce ölünüz” nasihatinin bir gereği olarak hergün ölümü ve ölüm anını düşünen kimselerdi, ölecek olan bir insanın halini, herhalde en iyi onlar anlardı.
Acaba zamanımızda da böyle şeyhler, böyle mürşitler var mıydı?
İsmail geldi aklıma!.
Beymen'in yakışıklı tezgahtan!. Herkesin kendisine gıptayla baktığı filinta gibi bir delikanlıydı. Ne olduysa olmuş, Alsancağın hareketli eğlence atmosferinden kendini çekivermişti!. Camilerdeki ihtiyarları, diskoteklerdeki kızlara tercih eden bu delikanlı, hem çevresini, hem de beni şaşırtmıştı.
Ne bileyim, o zamanlar çok erken, çok garip karşılamıştım İsmail'in bu tercihini!.
İsmail hakkında tarikata girdi, tarikatçı oldu diyorlardı!. Ne derece doğru bilmiyorum. Hoş sohbet bir insan olan İsmail'le karşılaştığımız her yerde yine konuşur, yine şakalaşırdık. Kendisine “Ne haber modern yobaz!.” derdim. Hiç alınmazdı. Bana sistemin kokuşmuşluğundan, ahlaki değerlerin çöküşünden bahseder ve önce insan sonra müslüman olmamız gerekir derdi.
Tabi ki söylediklerine pek kulak aşmazdım!.
Sistem içinde basan kazanamayan bu gibi kimseler, elbetteki sisteme çamur atacaklardı. Ben bunu bir ezilmişlik kompleksi, bir başarısızlık mazereti olarak görürdüm. Kaldı ki nasihat etmesi ve nasihati dinlenmesi gereken kişi, İsmail değil bendim. Çünkü uzun yıllar tezgahtarlık yaptıktan sonra bilmem ne zoruyla küçük bir mağaza açan İsmail değil, ben başarılı bir insandım. Sözü dinlenmesi gereken bir kişi varsa, bu kişi, söz konusu başannın sahibi olan bendim!.
İsmail'i tekrar düşündüm!.
Hiçbir kuşku duymadan “Benden akıllıymış. Vallahi benden daha akıllıymış!.” dedim kendi kendime. Genç yaşta nefsini zapdetme başarısı ise birkaç fabrika sahibi olan benim başarımın çok fevkinde bir başarıydı.
Ne diyelim, helal olsun!.
Saat birbuçuk!.
Öğlen namazını kıldıktan sonra Konağa inip şu İsmail'i, şu bizim modem yobazı bir göreyim!.
Yarım saattir İsmail'in yanındayım.
Beni içten bir sevgiyle karşıladı. Oturduk, çaylar geldi. Önce biraz geçmişten, eski günlerden, eski tanıdıklardan bahsettik. Bazıları o yolda, o yaşantıda ölmüştü!. İsmail “Ne yapalım, elden ne gelir” dercesine omuzlarını kaldırarak boynunu büktü. Onların ölmesinden ziyade, o hal üzere ölmelerine üzülmüş olmalıydı!. “Konuştum, anlattım, anlamadılar ya da anlamak istemediler” dedi.
Sonra bana baktı. Bakışları “Senin durumun, senin halin nasıl?” der gibiydi. Sakin bir sesle beş vakit namaza
başladığımı söyledim.
Yüzünde, gözlerinde, bakışlarında bir patlama oldu sanki!.
Sevinç içinde ayağa fırladı!.
“Gel sana bir sanlayım!.” diyerek beni sevinçle kucakladı.
Şaşırmıştım!.
Bir insan, diğer bir insan için nasıl olur da bu kadar çok sevinebilirdü. Oysa namaza başlamama ben bile bu kadar sevinmemiştim. Fakat yine de İsmail'in bu içten tavrı, bu içten sevinci hoşuma gitti.
“Nasıl oldu?”
“Ne, nasıl oldu?”
“Namaza nasıl başladın?”
Soruyu anlamıştım. İsmail namaza neden, hangi se-beble, hangi vesileyle başladığımı sokuyordu. Ne cevap vereceğimi şaşırdım. Özel durumumu kimseyle, hiç kimseyle paylaşmak istemiyordum.
“Bir arkadaşta beyin tümörü oluşmuş. Herhalde ölecek. Bu beni çok etkiledi.”
İsmail alt dudağını ısırarak kafasını salladı.
“Kaç yaşında?”
“Hemen hemen ben yaşlarda!.”
“Ne diyelim Selçuk!. Ölümlü dünya!. Her şeyde hayır vardır derler ya, doğru bir söz. İnşaallah o arkadaşının da haynna vesile olur!.”
Kafamı sallayarak “İnşaallah” dedim.
“İsmail Bey!.”
Müşteriler gelmişti. İsmail bana bir çay daha söyleyerek müsaade istedi. Bir aile grubuydu gelen. Herhalde nisanlık ya da damatlık elbise alacaklardı.
Damat olduğunu zannettiğim genç birkaç elbise giymiş, hiçbirini beğenmemişti. Bu gence bakarak “Son giysin, kefen olacak delikanlı” dedim içimden. Kefen giydirilirken hiçbir mevta mızmızlık yapmıyor, şimdi olduğu gibi “Yok efendim şu renk olsun, şurası şöyle, burası böyle olsun!” demiyorlardı.
Mağazaya topal birisi girdi!.
Orta yaşlı, sakallı, biraz dökük kıyafetli biriydi bu!. Üç-beş adım attıktan sonra durdu, etrafına bakındı. İsmail'in müşterilerle ilgilendiğini görünce benden tarafa baktı. Ne yapacağına karar vermiş gibi topallayarak bana doğru ilerlemeye başladı.
Dilenci olmalıydı!.
Yüzündeki durgun İfadeyle yanıma yaklaştı, Bir an tereddüt ettikten sonra cebimden para çıkararak kendisine uzattım. Durdu öylece paraya baktı. “Allah kabul etsin” diyerek parayı aldı. Sonra İsmail'den tarafa dönerek, İsmail'e yardım eden tezgahtar kıza seslendi.
“Asuman hanım!.”
Yanımıza gelen kız tebessüm ederek “Hoşgeldiniz Said hoca!.” dedi. Hoşbulduk dedikten sonra elindeki parayı uzatarak ilave etti “Bunu lütfen bir fakire veriniz!”
“Hoşgeldin Üstad!. Buyur, geliyorum!.”
İsmail'di seslenen. İsmail'e de tebessümle başını salladıktan sonra şaşkınlık içinde olanları seyreden bana baktı ve “Selamünaleyküm” diyerek karşımdaki sandalyeye oturdu.
Kendimi toparlayarak “Aleykümselam” dedim ve hemen ilave ettim.
“Afedersiniz!.”
Gözlerime hafif bir tebessümle baktı.,
“Estağfurullah!. Allah için sadaka vermek, affa vesiledir, înşaailah affedilirsiniz!.”
Bu sözlerin ne anlama geldiğini tam anlayamamıştım ama yine de “İnşaallah” dedim. Bütün dikkatimle bu garip adamı bir anda süzdüm. Bu adamı İsmail'in giydirmediği ya da bu adamın İsmail'den giyinmediği belliydi. Üstü başı belki biraz eskiydi ama temiz gibiydi. Saç ve sakallarının yaklaşık üçte biri beyazlamıştı.
Sakin, durgun fakat anlamlı bir yüzü vardı. Dikkat ettim!.
Tezgahtar kızın hoca, İsmail'in üstad dediği bu adamın yüzü bana hiç yabancı gelmiyordu!.
Sanki bu adamla, sanki bu yüzle daha önce karşılaşmış gibiydim. Bakışlarımı bir başka tarafa çevirerek düşünmeye, hatırlamaya çalıştım.
Bulamadım!.
Belki bir zamanlar yanımda çalışmış, belki de bir camide karşılaşmıştık!. Hemeyse.
“İsmim Selçuk”
“Memnun oldum. Benim de Said.”
Müşterileri mağazanın kapısından yolcu eden İsmail yanımıza geldi. “Üstadım tekrar hoş geldin” diyerek elini sıktı. Yanımıza oturduktan sonra bizi birbirimizle tanıştırdı. Kur'ani ilimlere vakıf ve bildikleriyle amel eden, bildiklerini yaşayan muhterem bir kimse olduğunu söyledi. Beni ise eski bir arkadaş, yeni bir kardeş olarak tanıttı. Beş vakit namaza nasıl başladığımı söylemeyi de ihmal etmedi.
Adam öylece bana baktı.
Tereddütsüz, kıpırtısız, düz ve keskin bakışlardı bunlar. İsmail'in söylediklerine bir ilavem olup-olmadığını sorar gibiydi. Bakışlardaki soruya konuşarak cevap verdim.
“İsmail'in söylediği gibi!. Arkadaşımın durumunu görünce hepimizin öleceğini daha iyi anladım.”
“İlginç!.”
“İlginç olan ne? Öleceğimi anlamam mı?”
“Hayır!. Arkadaşınızın hastalığından böyle bir ders almanız!.”
Biraz şaşırmıştım.
“Anlayamadım!.”
Günümüz insanları başkalarının hastalığından değil, başkalarının ölmelerinden bile ders almazken, sizin bu durumunuzu hayretle karşıladım.
Ne söyleyecektim ki!. Söz konusu arkadaş benim mi diyecektim!. Öylece kalakaldım. Meseleyi adamın şahsına getirmek için “Siz başkalarının durumundan ders almaz mısınız?” dedim.
Başkalarının durumundan yeterince ders alsaydım, başkalarından farklı, çok farklı bir insan olurdum.
Adama öylece baktım. “Başkalarından farklı bir insana benziyorsunuz” diyecektim, demedim. Konuşmaları sessizce dinleyen İsmail'e döndüm.
“İsmail, Şahin bey nasıl?”
Şahin bey İsmail'in eski patronuydu. Çok hırslı bir işadamıydı. İsmail hafifçe gülümseyerek cevap verdi.
“Yaşlılık ve hastalıklar Şahin beyin kanatlarını kırdı. Geniş kapsamlı perhiz yapmak zorunda. Yiyebildiği üç-beş bisküi ile yaşamaya çalışıyor!.”
Ben de hafifçe gülümsedim. Belki benden de zengin olan Şahin beyin durumu, hem İsmail'i, hem de beni gülümsetmişti. Güzel bir sözü hatırladım. İnsanların yaşadım trajedi, düşünen insanları güldürüp, hisseden insanları hüzünlendirirmiş!. Gerçi Şahin beyin durumuna gülümsememe rağmen hüzünlenmediğimi de söyleyemem.
“İsmail, herşeyin başı sıhhat!. Hani Kanuni Sultan Süleymanın bir sözü var. Şimdi pek hatırlayamıyorum, nasıldı o söz?”
İsmail biraz düşündükten sonra Said hocaya baktı. Hoca cevap verdi.
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.”
Said hocaya dönerek “Evet bu” dedim ve ilave ettim.
“Güzel bir söz değil mi?”
Hiçbir tepki göstermeden “Nesi güzel?” dedi.
“Elinin körü” diyecektim, zabdettim kendimi.
Tabi ki manası.
“Manası ne? Nefes mi kıymetli, devlet mi kıymetsiz! Bu adam ya beni imtihan ediyor, ya da sabrımı ölçüyordu.” Tepkimi belli etmeden cevap verdim.
“Sıhhatli bir nefes, elbetteki devletten daha değerli, daha kıymetli!.”
Verdiğim cevabı duymamış, duysa da anlamamış gibi yüzüme baktı. Belki de saf bir adamdı bu!. Gülümseyerek “Anlamadınız mı?” dedim. Gülümsememe gülümseyerek karşılık vermedi. Sakin bir sesle “Anlamadım, sizin de anladığınızı sanmıyorum” dedikten sonra bir süre gözlerime bakıp ilave etti.
“Şu an dünyada sıhhatli bir şekilde nefes alıp veren milyarlarca insan var. Söyleyin bana!. Hangisinin aldığı “Nefes, hangi devletten kıymetli?”
Durdum, düşündüm, şaşırdım!.
Gayet mantıkh bir itirazdı bu!. Uzun yıllardır, uzun asırlardır herkesin doğru gördüğü, doğru bildiği bir söze böyle itiraz eden bu adama ne cevap vereceğimi bilemedim. En iyisi soruya soruyla karşılık vermekti.
“Sizce bu sözün anlamı ne?”
“Bence bu sözün belirli bir anlamı yok. Anlamlı değil, anlama muhtaç bir söz bu!.”
“Nasıl.”
“Sıhhatli bir nefes ve bu nefesle yaşanan zaman, her halükarda değerli ya da değersiz bir şey değildir. Zamanı değerli ya da değersiz kılan şey, bu zamanın harcanma şeklidir, neyin karşılığında harcandığıdır.”
Doğruydu adamın söyledikleri. Bu söylediklerini tasdik eder gözlerle kendisine baktım. Devam etti.
“Herhangi bir şeye bedel olarak verdiğimiz zaman, o şeyden daha değerli değildir. Çünkü değerli olsaydı, bu alışverişe razı olmamamız gerekirdi. Dolayısıyla devleti, malı, makamı ele geçirmek için harcanan zaman, harcandığı şeylerden daha değersiz bir duruma itilmiştir.”
Bu adamın sözleri, beni düşündüren, düşünce derinliğine daldıran sözler olmuştu. Bu söylediklerini bir neticeye bağlamasını istiyerek “Sonuç olarak!.” dedim.
“Sonuç olarak şu Devlete sahip olmaktan daha kıymetli olan nefes, devletten daha kıymetli bir ideal, daha değerli bir hedef uğruna tüketilen nefestir.”
“Yani.”
Sustu. İsmail'e baktı. Bu sorunun cevabını İsmail'in vermesini istiyordu. İsmail bana tebessüm ederek “Bunun cevabını sen de öğrenmişsin. Allah'ı razı etmek için, O'nun nzası istikametinde yaşamak” dedi.
İsmail'in tebessümüne tebessümle karşılık vererek “Doğru” dedim ve ekledim.
“İsmail, ben bunu biraz geç öğrendim. Fakat yine de Allah'a şükür!. Bunu daha öğrenemeyen, bunun farkında olamayan çok!.”
“O arkadaşın farkında mı?”
“Hangi arkadaşım?”
“Hani o hasta olan!.”
İsmail'in bu sorusu karşısında biraz bocaladığımı hissettim. Hasta dediğim o arkadaşı yani kendimi nasıl tanıtacağımı düşündüm!.
O arkadaşı kendi yerime koyduğuma göre kendim nasılsam, o arkadaşı da aynı şekilde tanıtmalıydım.
“Geçenlerde o da beş vakit namaza başladı. Zaten küçük yaştan beri cuma namazlarını kaçırmazdı. İyiliksever, hoş bir arkadaş.”
Daha önce konuştuğum bazı hocaefendiler gibi “Ha öyle mi!. Maşallah, maşallah!.” demelerini bekliyordum. Hiçbir şey demediler. Sevinir gibi olan İsmail Said hocaya baktı. Yüzünde hiçbir tepki olmayan Said hoca bana dönerek usulca sordu.,
“slam'ı biliyor mu?”
Soruyu acaba yanlış mı anladım diye bir an durakaldım. Yooo, doğru anlamıştım!. Bana İslam'ı biliyor mu diye soruyordu!. Ne kadar saçma bir soruydu bu!. Adamı bozayım mı yoksa hiçbir şey söylemeden kalkıp gideyim mi diye düşündüm. Said denilen bu adama tekrar baktım. Gayet sakin bir şekilde vereceğim cevabı bekliyordu. Susamazdım.
“Ne demek İslam'ı biliyor mu? Size o arkadaşın beş vakit namaz kıldığını söyledim. Duymadınız mı?”
“Duydum.”
Bu herif beni gerçekten çatlatacaktı!.
“O halde neden İslam'ı biliyor mu diye soruyorsunuz? Namaz kılan bir insan, İslam'ı bilmiyor mudur?”
İsmail de, Said denilen bu herif de bana öylece bakıyorlardı. Bakışlarında ne bir hayret, ne bir şaşkınlık vardı. Görünüşe bakılırsa bunlar beni anlıyorlardı, adıyorlardı ama ben bunları anlatılıyordum!.
Cevabı yine Said denilen adam verdi.
“Namaz elbetteki dinimizin emirlerinden biridir. Ancak İslam'a girmenin ilk şartı namaz değildir. Herhangi bir insan namaza başlamakla İslam'ı bilmiş, İslam'a girmiş olmaz.”
“Siz namaz kılanların müslüman olmadığını mı söylüyorsunuz?”
“Yoo. Böyle bir genelleme yapmadım. Her müslüman elbetteki namaz kılar. Fakat ne yazık ki günümüzde her namaz kılan kimseyi müslüman görmemiz, müslüman kabul etmemiz mümkün değildir!.”
“Yine anlayamadım!.”
“Bakınız!. İslam'ın ilk dönemlerinde namaz dinin şiarıydı. Namaz kılan bir insan görüldüğünde, o kimsenin müslüman olduğuna şahadet edilebilirdi. Çünkü o dönemlerde müşrikler de, kafirler de namazdan uzak kimselerdi. İslam'ın ilk dönemlerinde namaz kîlan kimseler, sadece ve sadece müslümanlardı. Ancak günümüzde böyle değil. Günümüzde müşrikler bile namaz kıhyor. Tabi ki buna namaz denilirse!,”
“Durun bir dakika!. Müşrikler neden namaz kılsın ki!. Allah'a inanmayan bir insan, neden camiye gitsin, neden namaz kılsın!.”
“Müşrikler Allah'ı inkar etmezler. Allah'a inanırlar fakat inandıkları Allah'a eş koşarlar!.”
Cami vaazlarında Allah'a inanmayan, Allah'ı inkar eden kafirleri çok duymuştum ama Allah'a eş koştukları söylenen bu müşrikleri ilk kez duyuyordum!.
İnsancın ne tuhaf yaratık!.
Bazıları inkar ederek Allah'ın bir olan varlığını kabul etmezken, bazıları ise eş koşarak Allah'ın bir olan varlığını ikiye, üçe çıkanyormuş!. İyi ama namaz kılan kimseler arasında da böyle sapık kimseler var mıydı?
“Hem namaz kılıp, hem de Allah ikidir, üçtür diyenler var mı?”
“Allah ikidir, üçtür demek, AİIah'a bir olan zatında eş Mesela tesiis inancına sahip olan yani Allah'a eş 2 çocuk nisbet eden hıristiyanlarda böyle bir şirk vardır. Halkında müslüman olan ülkelerde ise genellikle yoktur. Bu ülkelerde karşılaştığımız şirk hadisesi, Allah'a zatında değil, sıfat ve hükümlerinde eş koşulmasıdır. Samimi bir kalble “Allah birdir, bir tanedir” diyen birçok insan, bu ifadeyle Allah'ı zatında birlemesine rağmen ne yazık ki sosyal yaşantıdaki birçok yönelişinde, birçok tercihinde, birçok inanışında Allah'a sıfat ve hükümlerinde eş koşar.”
Kafam karışmıştı!. Ancak söylenenleri anlamak istiyordum.,
“Şunları bir daha tekrar etsene!.”
İtiraz etmedi, Söylediklerini bir kez daha ve biraz daha açıklayarak tekrar etti. Bir şeyler anlamıştım, anlamıştım ama yine de yeterince anladığımı söyleyemezdim. Bu adamın söyledikleri önemli, çok önemli şeylerdi. Adamın söylediklerinden yeni bir şeyler öğrenmekle beraber, eskiden bildiğim bazı şeylerin de sarsıldığını, değiştiğini hissediyor gibiydim. İlgimi çeken bu adamla konuşmak, daha uzun ve daha geniş konuşmak istiyordum.
“Bunları herhangi daha rahat bir ortamda konuşmamız gerekecek. Misafirim olur musun?.”
Düşünceli bir ifadeyle yüzüme baktı.
“Benim biraz sonra köye dönmem gerekiyor. İsmail bana dönerek “Üstad, Torbalı'nın bir köyünde oturuyor” dedi.
Torbalı, İzmir-Aydın yolu üzerindeydi. İzmir'e gelip giderken Gaziemir'den geçmek zorundaydı.
“Yeni fabrikamız Gaziemir'de. Yann İzmir'e inecek-seniz uğrayabilirsiniz.”
Kısa bir süre düşündü.
“İnşaallah saat on civarlarında.”
Ben de “İnşaallah” diyerek fabrikanın yerini tarif ettim. Sonra müsaade isteyerek ayağa kalktım. Vedalaştık. İsmai! beni kapıya kadar uğurladı. Ona sormadan edemedim.
“İsmail, nasıl bir adam bu?”
İsmail hafifçe gülümsedi.
“Bu soruyu yarın kendin cevaplarsın. Yalnız, söylediklerini çok iyi dinle!.”
Kafamı sallayarak “Tamam” dedim ve ekledim.
“Hoşçakal”…
Saat dokuz civarında fabrikaya geldim.
Dün gece Said hocayla konuştuklanmızı değerlendirmiş, ne yapacağımı, ne yapmam gerektiğini düşünmüştüm. İsiami konularda yeterli bir bilgiye, yeterli bir donanıma sahip değildim.
Önceleri bir hocaefendiyi çağırmak düşüncesine kapıldım. Çağırdığım zaman gelebilecek olan çok hoca vardı. Said hocayla yapacağımız konuşmaları bu hocaefendi de duysun, bu hocaefendi de değerlendirsin istiyordum. Sonra hoşlanmadım bu düşünceden. Hocaları birbiriyle kapıştırmaya benzeyecekti. Said hocaya karşı ayıp olabilirdi. En iyisi bütün konuşmaları banta almak, daha sonra bu bantı hocaefendilerle birlikte değerlendirmekti.
Evet, en uygunu, en münasibi buydu.
Evden getirdiğim teybi masanın üst çekmecesine koyarak kayıt düğmesine bastım. Sonra odamn değişik yerlerinde konuşarak gezindim. Teybi geriye alarak bu konuşmaları dinledim. İyiydi, konuşmaları gayet anlaşılır alıyordu. Teybi çekmecede hazır bırakarak Said hocayı beklemeye başladım.
Saat ona beş kala fabrikaya geldi.
Aşağı inerek onu birinci katın girişinde karşıladım. Birlikte yukarıya çıktık. Etrafıyla pek ilgilenmiyor gibiydi. Daha önceleri olsaydı ona biraz fabrikayı gezdirir, halk tabiriyle hava basabilirdim. Şimdi ise hiç böyle bir arzum yoktu. Çünkü bu koca binanın benim nezdimde bile önemli bir yeri, önemli bir değeri kalmamıştı!.
Said hoca biraz topallayarak yürüyordu. Sol ayağı hafif kısa mıydı, eğri miydi anlayamadım. Aksak ama sakin adımlarla odama girdi. Kendisine rahat bir yer gösterdim. Oturdu.
“Ne içersiniz?”
“Çay.”
“Duble mi olsun?”
Hafifçe gülümsedi.
“Aynı soruyu arkadaşlar sorduğu zaman erkekse teker teker gelsin diyorum!.”
Ben de gülümsedim. Telefonu açarak çaylan söyledim. Hemen mevzuya girmek istiyordum. Teybin düğmesine usulca basarak ilk sorumu yönelttim.
“Dün gece konuştuklarımızı düşündüm. Anlayamadığım bir husus var. Siz dünkü konuşmanızda her müslü-man namaz kılar, fakat her namaz kılan müslüman değildir dediniz. Anlayamadığım husus, dün siz gelmezden önce İsmail'e namaza başladığımı söylemiştim. İsmail'in sevincini görmeliydiniz!. Namaz kılmak madem İslam'ın şiarı değil, İsmail neden sevindi ki!.”
“Allah'ın hoşlanmadığı bazı kötülükleri terkederek namaza başlamak, hiç kuşkusuz ki her hangi bir insanın samimi bir kalble İslam'a yönelmesi. İslam'ı taleb etmesi demektir. İsmail'i sevindiren husus, sizin bu yönelişiniz, sizin bu talebiniz olmalı.”
Mantıklı bir açıklama gibi geldi bana. Demek ki İsmail'i sevindiren husus benim İslam'a girmem değil, İslam'a yönelmem, İslam'ı talep etmemmiş!. Tabi ki İslam'a girip girmemiş olmam konusunda getirilen yorum, bunlayorumuydu. Benimse bu konuda herhangi bir kuşkum voktu. Ben kes udim bileli İslam dinindeydim. Bazı
eksiklerime, bazı hatalarıma rağmen hiç kuşkusuz ki müslümandım.
“Anlayamadığım bir husus daha var. Dünkü konuşmanızda, beş vakit namaz kılan o arkadaşım hakkında İslam'ı biliyor mu diye sordunuz. Sonra da Allah'a şirk koşmaktan bahsettiniz. Sizin bu bildiklerinizi elbetteki camilerimizdeki imamlarımız da, vaizlerimiz de biliyor. Beş vakit namaz kılan o arkadaşı camiye hiç gitmiyor, hutbe ve vaazları hiç dinlemiyor mu sandınız?”
Durdu. Biraz hüzünlenmiş gibiydi. Konuşmaya başlayacaktı ki çaylar geldi.
Sustu. Çaylarımızı aldık. Çayına iki şeker attıktan sonra arkasına yaslandı ve gözlerime bakarak konuşmaya başladı.
“Dün çok kısa olarak değindiğimiz şirk meselesini, bütün imamların ya da vaizlerin bilip-bilmediğini bilemem. Benim bildiğim husus, bazı istisnalar ojsa da birçok camide bu gerçeklerin Dolayısıyla herhangi bir insanın namaza başlayarak camilere gitmesi, bu gerçeklerle karşılaşacağı, bu gerçekleri öğreneceği anlamına gelmez.”
Haydaa!. Önce müslümanlan itham eden bu adam şimdi de camileri, camilerdeki imamları itham ediyordu!. Allah'a şirk koşmak gibi önemli meseleler birçok camide anlatılmıyormuş!.
Durdum, düşündüm!.
Bunlar bir grup veya bir tarikat olmalıydı. Camilerde anlatılmıyor dedikleri meseleler, belki de kendi meseleleri, kendi propagandalarıydı!. Kendi gruplarına, kendi tarikatlerine girmeyenlere kafir diyenler varmış. Tabi ya, bunlar öyle bir grup, öyle bir tarikattı herhalde!.
“Sizin grubunuzun ya da tarikatınızın adı ne?”
Gülümseyerek “Bizim grubumuz ya da tarikatımız yok” dedi.
“Peki size ne diyorlar?”
“İslam'ı bilenler bizim gibilere sadece müslüman diyorlar. Bilmeyenlerin ise yakıştırdıkları çok isim var. Mesela aşın dinci gibi!.”
“Evet. Duymuştum bu isimleri. Demek aşırı dinci denilen kimseler bunlarmış!.”
Çayından bir yudum daha aldıktan sonra bana baktı. Bu kısa konuşmadan rahatsız olduğumu, tereddüte düştüğümü anlamış gibiydi.
“Şaşırmış gibisin!.”
“Evet, biraz şaşırdım. Ne bileyim, toplumda sizin hakkınızda pek iyi konuşulmuyor da!.”
Gülümsedi.
“Doğrudur. Halkı ve halkın değerlerini dikkate alsaydık, haîk nezdinde değerli, halk nezdinde övülen kimseler olurduk. Bizse sadece hakkı dikkate aldık, hakkı dikkate alıyoruz.”
“Hak dediğiniz şey nedir?”
“Önce Kur'an-ı Kerim, önce Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen gerçekler. Sonra ise Efendimiz (s.a.v.)'in pak sünneti.”
“İşte şimdi doğru söylediniz. Zaten bütün müslümanlar da böyle diyor.”
“Kendilerini İslam'a nisbet eden herkesin Kur’an ve sünnet dediğini biliyoruz. Söyledikleri bu sözün gereğini yapsalar, elbetteki aramızda hiçbir fark kalmayacak.”
“Hepsi aşırı dinci mi olacak?”
“Yoo. Sadece müslüman!.”
“Bu adamın müslüman kelimesini kullanış biçimi hiç hoşuma gitmiyordu. Bu kelimeyi öylesine özel bir anlamda kullanıyordu ki, bu anlamın dışında kalanların hepsi kafirdi sanki!.”
Sustum!. Ne diyeceğimi, ne söyleyeceğimi şaşırdım!. O da sustu. Öylece bana baktı. Gözlerinde hafif bir hüzün, hafif bir sıkıntı var gibiydi.
“Bakınız Selçuk bey!. Ben buraya sizinle tartışmaya, sizi üzmeye, sizin kalbinizi kırmaya gelmedim!. Allah'ın lutfuyîa karşılaştığımız, iman ettiğimiz İlahi gerçekler var. Bir müslüman olarak değer verdiğim, çok değer verdiğim bu İlahi gerçekleri size anlatmak, sizinle paylaşmak istedim. Buraya gelme nedenim sadece budur.”
İçten ve samimi olan bu sözleri hoşuma gitmişti. Belki de kabahat bendeydi. Belki de bu adama ön yargıyla yaklaşmamalı, bu adamı öncelikle dinlemeliydim. Onu rahatlatmak istedim.
“Zaten ben de sizi bunun için davet ettim, Ancak camiler hakkında söylediklerinize katılmıyorum. İstisna koymanıza rağmen birçok camide önemli meselelerin anlatılmadığını söylediniz. Oysa bütün camilerimizde İslam'ın en küçük, en ayrıntı meseleleri dahi anlatılıyor.”
“Ben camilerde İslam'ın en küçük, en ayrıntı meseleleri anlatılmıyor demedim. Bunlar anlatılıyor. Birçok camide anlatılmayan, İslam'ın en büyük meselesi olan tevhid ve şirk.”
“Anlatılmadığını nereden biliyorsunuz?”
Sabırlı bir insandı. Sözlerimi, itirazlarımı gayet sakin karşılıyordu.
“Ne zamandır camilere gidiyorsunuz?”
“Küçük yaştan beri.”
“Tabi ki bu yaşınıza kadar birçok hocanın hutbe ve vaazını dinlediniz.”
“Dinledim.”
“Şimdi söyleyeceklerime dikkat edin. Kur'an-ı Kerime iman eden bütün hocaların, bütün alimlerin, Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek alması gerekir. Çünkü alimler peygamber varisidir. Peygamberlerin yaşamadığı dönemlerde, peygamber varisi olan bu alimler, peygamberlerin nasihatlerini, peygamberlerin davetlerini insanlara iletmekle görevlidirler. Şimdi size soruyorum. Efendimiz (s.a.v.)'in ve bütün peygamberlerin en önemli daveti neydi biliyor musun?”
Durdum. Camilerde dinlediklerimi hatırladım. Cevap belliydi.
“Allah'a kulluğa davet etmekti.”
“Güzel ancak eksik bir cevap!.”
“Nesi eksik?”
“Yarısı!.”
“Anlayamadım.”
“Bakın. Şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'in Nahl suresinde, tüm peygamberlerin gönderiliş gayelerini iki esasa bağlıyor. İnsanları tağuttan ve tağuta kulluktan sakındırarak Allah'a kulluğa davet etmek. Şimdi söyleyin bana. Küçük yaştan beri dinlediğiniz vaaz ve hutbelerde, tağutun ne olduğunu, tağuttan nasıl sakınmanız gerektiğini öğrendiniz mi?”
Tağut!. İlk olarak duyduğum bir kelime. Belki türkçesini biliyorumdur!.
“Tağut ne demek?”
Durdu. Bakışlarında yine hüzün vardı. Bu hüzünle cevap verdi.
“Tağut, insanları Allah'tan ve Allah'a kuüuktan uzaklaştırarak, kendisine kulluğa davet eden her şeydir. Görüntüsü zaman ve mekana göre değişebilir. İnsanların karşısına bazen bir put, bazen bir firavun, bazen bir dinadamı, bazen bir tarikat, bazen bir parti, bazen bir ideoloji, bazen bir devlet olarak çıkabilir!.”
Şaşırmıştım.
“Ülkemizde hangi çeşidi var?”
“Ne yazık ki hepsi, hatta daha fazlası!.”
Başımı pencere tarafına çevirip dışarılara bakmaya başladım. Adam tağuttan bahsediyordu!.
Bütün peygamberler insanlan tağuta kulluktan sakındırmak ve Allah'a kulluğa davet etmek için gönderilmiş!. Peki neymiş tağut?
Tağut, insanlan Allah'a kulluktan engelleyip, kendisine kulluğa davet eden her şeymiş!. Ülkemizde birçok çeşidi varmış!.
Dışanları düşünüyorum, toplumu düşünüyorum, tarikatleri düşünüyorum, devleti düşünüyorum, düşünüyorum ama adamın söylediği anlamda hiçbir tağut göremiyorum!. Bu ülkede insanları Allah'a kulluktan engelleyen ne var ki!.
İsteyen, istediği camide namazını kılabiliyor!.
İstediği zaman orucunu tutup, kurbanını kesiyor!.
E eee!. İnsanlan Allah'a kuüuktan engelleyen tağut nerede?
Said hocaya döndüm.
“Söylediklerinizi arıladım ama bir yere oturtamadım. Bu ülkede insanları Allah'a kulluktan engelleyen hiçbir şey göremiyorum. İsteyen herkes namazını kılıp, orucunu tutabiliyor. Bütün bunlara kim engel oluyor ki!.”
Beni gayet iyi anlamışçasına kafasını salladı.
“Söylediklerin doğru. Bu gibi şeylere pek engel olunmuyor. Ama meseleyi biraz daha geniş düşün. Tağutun insanları Allah'a kulluktan engellemesi İki türlüdür. Birincisinde zor ve baskı vardır. İnsanlara zor kullanılarak, işkence edilerek “Allah'a kulluk etmeyeceksiniz” denilir. Nitekim geçmiş tarihte bunun çok örnekleri vardır. Mesela ashab-ı uhdud, imanlarından dönmeyen bütün mü'minleri ateş çukurlanna atmıştır. Bu tağutun birinci yaklaşımıdır. İkinci yaklaşımı ise birincisinden yumuşak ancak çok daha tehlikelidir. Tağut bu yaklaşımında insanlara zor ve baskı kullanarak “Allah'a kulluk yapmayacaksınız” demez. İnsanları sizin de belirttiğiniz gibi namaz, oruç gibi Allah'a kullukla ilgili bazı ibadetlerden engellemez. İnsanlardan sadece bir isteği, bir beklentisi vardır.”
Sustu. Belki de dinlenmek istiyordu. Ama ben meraklanmıştım.
“Nedir o isteği?”
“Hem Allah'a, hem de kendisine kulluk yapmaları!. Çünkü bunların akıl hocası, vesvese elçisi olan şeytan aleyhillane çok iyi biliyor ki, Allah'la beraber başka bir şeye kulluk yapan bir insan, kesinlikle ve kesinlikle Allah'a kulluk yapmış olmaz. Allah'a kullukta tevhid esastır. Çünkü Allah'a kulluk, sadece ve sadece Allah'a yapılan kulluktur. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), kendisiyle beraber başka bir şeye de kulluk yapılmasından kesinlikle razı olmaz. Böyle bir kulluğu kabul etmez.”
Said hocanın önemsediği şey, sadece Allah'a kulluk yapılmasıydı. Allah'ın kabul edeceği kulluk, sadece kendisine yapılan kullukmuş!.
Buna kimin ne itirazı olacaktı ki!.
“Çocuğunuz var mı?”
“Evet, bir oğlan, bir kız.”
“Allah İslam'a bağışlasın. Şimdi oğlunuzu ele alalım. Oğlunuz size baba demediği, babalığınızı inkar ettiği zaman kızarsınız değil mi?”
“Ne biçim soruydu bu!.”
“Tabi ki kızarım!.”
“İşte Allah'ı ve Allah'a kulluğu inkar edenlerin örneği bunun gibidir. Biraz önce söylediğim gibi tağutun ilk yaklaşımı, ilk daveti budur. İnkar ettirmek. Tağutun ikinci yaklaşımı ise size “Baba” demekten vazgeçmeyecek olan oğlunuzun, bazı kimselere de “Baba” demesini sağlamaktır. Peki böyle bir durumda ne yaparsınız? Oğlunuz sizden başka bazı kimselere de “Baba” diyorsa, size “Baba” demesinin bir önemi, bir anlamı var mıdır?”
İlginç bir örnekti. Düşündüm!.
Oğlumun bana “Baba” dememesi, benim babalığımı İnkar etmesi ile benimle beraber bazı kimselere de “Baba” demesi aynı şey gibiydi!.
Önemli olan benim babalığımı inkar etmemesi ve sadece bana “Baba” demesiydi.
Benden cevap bekleyen Said hocaya “Hayır” manasına kafamı kaldırarak “Bir önemi, bir anlamı yoktur” dedim. Devam etti.
“İşte Allah'la beraber başka şeylere de kulluk yapanların durumu, babasıyla beraber başka adamlara da “Baba”
diyen kimselerin durumuna benzer. Çocuğunun üzerinde sadece babalık hakkı bulunan sen, böyle bir durumu nasıl kabullenmiyorsan, insanların üzerinde İlahlık hakkı bulunan, insanlan yaratan, insanlan yaşatan Allah (c.c.) da, kendisiyle beraber başka bir şeye kulluk edilmesini asla kabul etmez.”
Gülümsedim.
Sadece Allah'a kulluk meselesini, ne güzel bir örnekle, ne güzel anlatmıştı!.
“Teşekkür ederim.”
Bakışlarında memnuniyet belirdi. Aynı memnuniyetle “Anladığınız için ben teşekkür ederim” dedi.
Evet, anlamıştım.
Allah'la beraber başka hiçbir şeye kulluk yapılmazdı. Hem Allah'a, hem de tağuta kulluk yapanlar, Allah'a değil tağuta kulluk yapan kimselerdi.
Tağut!.
Yine geldim bu kelimeye!.
İyi ama bu tağutun kim olduğunu, nerede olduğunu, insanları kendisine nasıl kulluğa çağırdığını hala bilmiyordum!.
“Bu ülkede tağutun ne olduğunu, kimler olduğunu hala anlayamadım!.”
Başını “Tamam” dercesine sallayarak “İnşaallah anlayacaksın” dedi. Sonra yerinden doğruldu. Gideceğini sanarak her nedense endişelendim.
“Tuvalete gitmek istiyorum!.”
Rahatlamıştım. Hemen ayağa kalktım.
“Lütfen buyrun.”
Ona tuvalete kadar refakat ettikten sonra odama döndüm. Teyb aklıma geldi. Hemen alıcı düğmesini kapattım. Kaset daha bitmemişti.
Her ihtimale karşı yeni bir kaset koydum. Sonra oturarak Said hocayı ve söylediklerini düşünmeye başladım.
Bana yeni, yepyeni şeyler anlatan bu adamı önemsemeye, bu adamı sevmeye başlamıştım.
Yaklaşık on dakika sonra geldi.
Yüzü ve saçları ıslak gibiydi. Herhalde hem tuvalet ihtiyacını karşılamış, hem de abdest almıştı.
Kendisine hemen bir havlu uzattım. Teşekkür ederek aldı. Masama geçerek oturdum ve yine teybin alıcı düğmesine usulca bastım. Bu sinsice hareketimden hoşlanmamıştım ama neyse Allah affetsin!.
“Tağuttan bahsediyorduk!.”
“Evet, her müslümanın sakınması gereken tağuttan bahsediyorduk ve sen bu ülkedeki tağutu, tağutları tanımak istiyordun.”
“Evet.”
“Başka çay hakkımız yok mu?”
“Afedersiniz. Hiç aklıma gelmedi!.”
Hemen iki çay daha söyledim. Saate baktım. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Telefonu tekrar açtım.
“Misafirimle burada yiyeceğim. Hazırlık yapın.”
Said hocaya dönerek “Herhangi bir perhiziniz ya da perhiz yemeğiniz var mı?” diye sordum.
“Perhizim yok. Fakat iştahım da pek yok. Zahmet etmeyin.”
“Estağfurullah, zahmet mi olur!.”
Çaylar hemen geldi. Oda görevlisine teşekkür ederek çayını aldı. İki şeker atarak arkasına yaslandı. Gözlerime bakarak konuşmaya başladı.,
“Selçuk Bey!. Din ve İlah kavramlarının ne anlama geldiğini anladığınız zaman hiç kuşkunuz olmasın ki tağutun da ne olduğunu, kim olduğunu da anlayacaksınız. Ben öncelikle din kelimesi üzerinde duracağım. Din nedir? Din dediğimiz zaman neyi anlamamız gerekir?”
Sustu!.
Cevap vermemi değil, düşünmemi istiyor gibiydi.
Oysa düşünülecek ne vardı ki!, Herkesin bildiği bir şeydi bu!. Din dediğimiz zaman hepimizin neyi kastettiği belliydi. Allah'ı hoşnut etmek için bazı ibadetleri yerine getirmemiz, içki ve domuz eti gibi bazı haramlardan sakınmamızdı. Bu cevabı bilmeme rağmen sustum. Onun cevap vermesini bekledim.
“Din bir yaşam şeklidir. İslam dini bazı kimselerin zannettiği gibi yirmidört saatimizin muayyen vakitlerine değil, yaşadığımız yirmidört saate müdahale eden, ışık tutan, denetleyen, disipline alan bir dünya görüşü, bir yaşam tarzıdır. Nitekim dinimizin asii kaynağı olan Kur'an-ı Kerime baktığımız zaman, Kur'an-ı Kerim'de bütün bir hayatımızı kuşatan, bütün bir hayatımızı denetleyen hükümlerin, kanunların bulunduğunu görürüz. Çünkü din budur. Çünkü din, bu genişlikteki bir yaşam tarzıdır, Dolayısıyla din dediğimiz zaman bunu anlamamız gerekir. Her din bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı olduğu gibi, her dünya görüşü, her yaşam tarzı da bir dindir. Putperestlik bir dindir, mecusilik bir dindir, insanlara belirli bir yaşam tarzı dayatan her ideoloji, her izm, bir dindir.”
Adamı öylece dinliyordum. Söylediklerini anlamaya çalışıyor ve anlıyordum. Din kelimesine oldukça geniş bir tanım getirmişti.
“Dünyada genel olarak iki çeşit din vardır. Hak din ve batıl dinler. Beşer kaynaklı bütün ideolojiler, bütün izmler, bütün dinler batıldır. Birçok batıl din olmasına rağmen bir tane, sadece bir tane hak din vardır.”
Hiç düşünmeden müdahale ettim.
“İslam!.”
Sözünü kesmiştim ama kızmadı, kısa bir süre gözlerime bakıp sordu.
“Neden İslam?”
Haydaa!. Soruya bak!. Bu adanl1 beni yine tereddüte düşürmüş, bu adam beni yine kuşkulandırmıştı.
“Nedeni var mı? İslam dini, beşer yani insan kaynaklı bir din değildir. Allah'ın gönderdiği bir dindir.”
“Doğru söyledin ama açıklaman gereken bir husus var. Musevilik de, hıristiyanlık da semavi yani İlahi kaynaklı bir dindir. Neden musevilik ya da hıristiyanlık demedin de İslam dedin?”
Durakladım!.
Doğru bir itirazdı bu. Musevilik de, hıristiyanlık da İlahi kaynaklı dinlerdi. Ama bir dakika!. Onlar dinlerini bozmuşlardı!.
“O dinler de İlahi kaynaklı ama onlar dinlerini bozmuşlar, değiştirmişler!.”
Hafifçe gülümseyerek başını salladı. Sözlerimi tasdik etmişti.
“Evet. Kaynağı İlahi olmasına rağmen insanlann değiştirerek, bazı ilave ve eksiltmelerde bulunarak tahrif ettikleri dinler de batıl dinlerdendir.”
Kısa bir süre sustuktan sonra sordu.
“Peki, müslümanım diyen insanlar da dinlerine bazı ilave ve eksiltmelerde bulunsalar, ismine yine İsiam dedikleri bu din, hak din olur mu?”
Ne diyecektim ki!. Verilecek cevap belliydi.
“Olmaz.”
“Evet olmaz. Bunları söylememin nedeni, İslam dinini hak din yaparı unsur, bu dinin sadece semavi oluşu ya da adına İslam denilmesi değildir. Dolayısıyla yaşadığımız dünyada adına İslam denilen her dine, adına İslam denilen her yaşam tarzına hak dindir diyemeyiz. Çünkü adına İslam denilmesine rağmen insanların ilave ve eksiltmelerde bulundukları, bilerek veya bilmeyerek tahrif ettikleri din, asıl itibariyle hak din olan İslam değildir. Kaynağı İlahi olmasına rağmen insanların değiştirdikleri bu dinin hıristi-yanlıktan, ya da musevilikten bir farkı kalmamıştır.”
Biraz durduktan sonra ilave etti.
“Allah katında yegane hak din olan İslam, Kuran ve sünnet çerçevesindeki İslam'dır. Çünkü hak olan din, hak ölçülere göre yaşanan dindir.”
Şaşırmıştım!.
Bildiğimi sandığım bir meselede, ne kadar bilgisiz olduğuma şaşırmıştan. Din kelimesinin ne kadar geniş, ne kadar özel bir manası varmış!.
Ya İslam'a, İslam anlayışıma ne demeli!. Daha önceleri adına İslam denilen her şeye haktır diyordum. Oysa hak olan İslam, Said hocanın belirttiği gibi hak ölçülere sadık olan İslam'mış!.
Niye misli, mışlı konuşuyorum ki!.
Adamın söyledikleri doğru değil mi? Adına İslam denilmesine rağmen değiştirilen, tahrif edilen bir dinin, hiristiyanlıktan ya da musevilikten ne farkı vardır? İlave ve eksiltmelerde bulunularak tahrif edilen hıristiyanlığa batıl diyeceğiz de, aynı şekilde tahrif edilen bir dine, adı İslam'dır diye hak mı diyeceğiz?
İyi ama, İslam dininde bu tahribat yapılmış mıdır? İslam dininde olduklarını söyleyen müsiümanlar da, museviler ya da hıristiyanlar gibi dinlerini tahrif etmişler midir?
“İslam dininde de tahribat yapılmış mı? İslam dini de batıl mı?”
Hemen elini kaldırarak beni susturdu. Bakışları bir anda değişmişti.
“Sümme haşa!. İslam dinini böyle bir genellemeye dahil etmekten Allah'a sığınırım. Günümüz dünyasında hak olan İslam'ı, hak olan ölçülere göre yaşayan milyonlarca müslüman vardır. Bu müslümanların tabi oldukları din, hiç kuşkusuz ki hak olan İslam'dır. Ancak adına İslam denilmesine rağmen bazı çevreler, bazı fırkalar, bazı tari katler tarafından tahrif edilen din, hak olan İslam değildir. Ben sadece bunu söylemek, bunu belirtmek istedim.”
Anlamıştım meseleyi.
Dünyada hak. olan yegane din İslam'dı. Ama adına İslam denilen her din, hak değildi. “Tamam” dercesine kafamı salladım.
“Din konusunda bu kısa bilgi şimdilik yeterli. Önemli oları dinin ne olduğunu bilmemiz, hak ve batıl dinlerin genel mahiyetini anlamamızdır. Hiç unutmamanız gereken husus, hak olan dinin, hak ölçülere sadık bir din olduğudur. Dolayısıyla hak olan İslam, Kuran ve sünnet çerçevesinde tanımlanan, aynı çerçevede yaşanan İslam'dır.”
Memnuniyetimi ifade eden gözlerle kendisine bakarak “Anlaşıldı hocam” dedim. Said hocaya ilk kez hocam demiştim. Bu sözümden hiçbir rahatsızlık duymadım. Gerçekten değerli bir insandı ve hocam sayılırdı.
Telefon çaldı. Açtım.
Sekreter bilmem kimi bağlayacağını söyledi. Kim olduğunu anlamadan “Bağlama, meşgulüm” diyerek telefonu kapattım. Sonra Said hocaya dönerek “Lütfen devam edin” dedim.
“Şimdi de İlah kavramı üzerinde biraz konuşmamız gerekecek. İlah nedir?”
Biraz sustuktan sonra devam etti.
“İlah, yüce bilinerek kendisine sığınılan, kendisinden yardım istenen ve kendisine ibadet edilen mabud, tarın demektir.”
Ehhh. Önceden bildiğimden farklı bir tanım değildi bu. Zaten benim de İlah kelimesinden anladığım bunun gibi bir şeydi!. Evet dercesine başımı salladım.
Devam etti.
“İşte İslam'ın yani İslam'a girmenin ilk ve öncelikli şartı, ilah olarak sadece Allah'ı bilmek, sadece Allah'a kulluk etmektir. Nitekim kelime-i şahadette yer alan kelime-i tevhidin manası budur. “La ilahe İllallah” yani Allah'tan başka ilah yoktur ancak Allah vardır.”
Bu da anlaşılır bir şeydi. Nitekim bütün müslümanlar ilah olarak sadece Allah'ı kabul ediyorlardı. Said hocaya bakarak “Bunu da anladım” dedim.
Durdu. Gözlerime düşünceli düşünceli bakarak “Acele etme!. Daha yeterince anladığını sanmıyorum” dedi. İtiraz etmedim. Hafifçe gülümsemekle yetindim. Onun ise bakışlarındaki ciddiyet değişmedi.
“Şimdi size bir şey sormak istiyorum. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına göre şanı yüce Rabbimiz bizleri neden ısrarla bu kelimeye, bu kelime-i tevhide davet ediyor?”
“Anlayamadım!.”
“Bakın size bir örnek vereyim. Daha önce oğlunuzdan bahsetmiştik. Siz hiç oğlunuza “Oğlum, senin benden başka baban yok. Senin baban ancak benim” dediniz mi?”
“Demedim!.”
“Tabi ki demediniz. Çünkü böyle bir sözü söylemeye hiç gerek duymadınız.”
Biraz durduktan sonra devam etti.
“Peki oğlunuzun yegane babası olan siz böyle bir söze gerek duymadınız da, insanların yegane Ilah'ı olan Allah (c.c.) neden böyle bir söze gerek duydu? Neden bizlere ısrarla “Sizin Ben'den başka ilahınız yoktur. Sizin ilahınız ancak Ben'im” gerçeğini hatırlatıyor?”
Sustum. Ne diyeceğimi şaşırdım!.
“Telaşlanmayın. Mesele pek karmaşık değil. Şunu düşünün. Oğlunuza “Oğlum. Senin benden başka baban yok” sözünü ne zaman söylersiniz. Ya da hangi durumlarda böyle bir söze gerek duyarsınız?”
İlginç bir soruydu!.
Ben çocuğuma hangi durumlarda “Oğlum, senin benden başka baban yok!.” derdim!. Cevabı bulmakta gecikmedim. Şayet oğluma bazı kimseler babası olduklannı söyleyip, yalan iddialarda bulunurlarsa o zaman bu söze gerek duyabilirdim.
“Şayet bazı kimseler oğluma babalık iddiasında bulunurlarsa, o zaman söyleyebilirim.”
Hafifçe gülümsedi.
“İşte bu kadar basit!. Nitekim kelime-i tevhide davet edilmemizin hikmeti de bu!. Allah'tan başka ilah yoktur, ilah yoktur ama bu dünya hayatında bizlere ilahlık taslayan, ilahlık iddiasında buiunan birçok şey bulunmaktadır. Allah (c.c), bizlerin “La ilahe” demesini ve bu sözün apaçık bir gereği olarak bizlere ilahlık taslayan bu gibi sahte ilahları reddetmemizi diliyor.”
Evet, söylenenleri şimdi anlamıştım. “La ilahe” diyerek varolan başka ilahları değil, bizlere ilahlık taslayan sahte ilahlan reddetmemiz gerekiyordu. Fakat anlayamadığım husus, bizlere nelerin iiahlık tasladığı idi!.
Peygamber döneminde putlar vardı. İnsanlar putlara tapıyorlardı. Ama bu putların hepsi tarihte kalmıştı. Belki Afrika'da hala puta tapan bazı kavimler vardı. Fakat bu kavimlerin bizimle, bizim toplumumuzla ne ilgisi vardı!. Bizim ülkemizde böyle bir put ve putperestler yoktu ki!.
“Yaşadığımız ülkede bizlere ilahlık taslayan, ilahlık İddiasında bulunan sahte ilahlar var mı?”
“Şanı yüce Rabbimizin İlahlık hakkını kendinde gören her kişi, her merci ya da her kurum insanlara iiahlık iddiasında bulunmaktadır.”
Açık söylemek gerekirse hiçbir şey anlamamıştım!.
“Anlayamadım!.”
“Rabbimizin tüm insanlar üzerindeki ilahlık hakkını anladığın zaman bunu da anlayacaksın.”
Sustu, gözlerime baktı.
Çok ciddi ve çok etkileyici bakışlardı bunlar. Sanki bana yukarılardan, çok yukarılardan bakıyordu. Niye böyle yaptı, niye böyle baktı anlayamadım!.
Bakışlarını değiştirmeden konuşmaya başladı.,
“Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, bizleri bu dünyaya keyfimize göre yaşamamız için göndermemiştir. Karşılığı cennet ya da cehennem olan bir imtihan dünyasıdır bu!. Bu imtihanın boyutlan, bu imtihanın çerçevesi ise bazı kimselerin zannettiği gibi muayyen vakitlerde namaz kılmak, muayyen vakitlerde oruç tutmaktan ibaret değildir. Daha açık bir ifadeyle şanı yüce Rabbimiz, bu insanlara “Muayyen vakitlerde namaz kılın, bu vakitlerin dışında istediğinizi yapın" gibi bir serbestlik vermemiş, insanlan böyle bir başıboşluğa terketmemiştir. Çünkü İslam'a göre Allah'a kulluk, muayyen vakitleri değil bütün bir yaşamı kuşatan, bütün bir yaşamı kapsayan kulluktur. Dolayısıyla şanı yüce Rabbimiz biz insanlara sadece namazla,"sadece oruçla ilgili hükümler değil, tüm yaşamımızla ilgiii hükümler indirmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'i açan ve okuyan her insan, yaşam ve yaşam tarzıyla ilgili bu hükümleri görür.”
Biraz duraksadıktan sonra gözlerime merakla bakarak sordu.
“İnsanlan yaratan ve değişik nimetlerle yaşatan Allah'ın, insanların nasıl yaşayacakla nyla ilgili olarak hüküm koymaya hakkı var mıdır?”
“Ne biçim bir soruydu bu!.”
“Elbette vardır!.”
“İşte var dediğin bu hak, Allah'ın insanlar ve toplumlar üzerindeki İlahlık hakkıdır.”
Anladığımı görerek sözlerine devam etti.
“İlahlık hakkını anladıktan sonra ikinci bir hususu daha anlaman gerekir. Allah (c.c.) bu ilahlık hakkını hiçbir peygambere, hiçbir evliyaya, hiçbir kişiye, hiçbir merciye, hiçbir kuruma, hiçbir devlete vermemiştir. İnsanlar ve toplumlar üzerindeki bu ilahlık hakkı, sadece ve sadece Allah'a ait bir haktır.”
Çok net ve çok açık konuşan Said hocaya öylece baktım. Gayet iyi anlamıştım söylediklerini. İnsanlar ve toplumlar üzerindeki ilahlık hakkı, sadece Allah'a ait bir haktı.
“Anladım hocam!.”
“Madem anladın, şu sorumu cevapla!. Herhangi bir insan, herhangi bir merci, herhangi bir devlet, Allah'ın insanlar üzerindeki ilahlık hakkım kendisinde görürse, böyle bir hak bende de var derse, kendisini ne yerine koymuş olur?”
Hemen cevap verdim.
“İlah yerine!.”
“Peki bunlar ilah mıdır?”
“Tabi ki değil!.”
Durdu. Tebessüm ederek başını salladı.
“İşte insanlara ilahlık taslayan, ilahlık iddiasında bulunan sahte ilahlar bunlardır. Allah'ın hüküm koyduğu bir meselede hüküm koymaya kalkışan, Allah'ın haram dediğine helal, helal dediğine haram diyebilen her kişi veya her merci, insanlara biierek ya da bilmeyerek ilahlık taslamaktadır. Müslümanın görevi ve müslüman olmanın şartı, kendisine ilahlık taslayan bu gibi şeyleri “La ilahe” diyerek reddetmesi, İlah olarak sadece Allah'ı kabul edip, sadece Allah'a yönelmesidir.”
Öylece kalakaldım!.
Şaşırmıştım ya da kafam karışmıştı demiyeceğim.
Çünkü ne şaşırmış, ne de kafam karışmıştı.
Söylenenleri gayet iyi anlamıştım, anlamıştım ama bu anladıklarım boşluktaydı sanki!. Bu anladıklarımı bir yere oturtamıyordum!.
“Biraz daha açar mısın!.”
“Tabi. Mesela şanı yüce Rabbimizin namaz konusundaki hükümlerinden biri, dünyanın neresinde olursak olalım Kabe'ye yönelmemizdir. Şimdi herhangi bir kişi ya da herhangi bir meclis, “Bundan sonra namaz kılarken Kabe'ye değil, İsviçre'ye yöneleceksiniz” derse, böyle bir kanun çıkarırsa ne yaparsın?”
“Ne yapacağım belli değil mi hocam!. Onlara sizin de, sizin kanunlarınızın da.”
Elini kaldırarak beni susturdu. Ve kendisi devam etti.
“Kısacası bu hükmü, bu kanunu reddedersin. Bu konuda hüküm koymak Rabbimin hakkıdır ve en güzel hüküm, Rabbimin hükmüdür dersin. Onların bu konudaki hükmünü ve hüküm kuyuculuğunu reddedersin. Öyle değil mi?”
“Evet” dedim.
“İşte önemli olan, Allah'ın bu hükmünde gösterdiğin müsiümanca tavrı, Allah'ın diğer hükümlerinde de göstermen. Çünkü şanı yüce Rabbimiz sadece namaz, sadece oruç hükmünü vazetmemiş. Kendisine kullukla ilgili olarak sadece bu hükümlerin gereğini yapmamızı emretmemiş. Hüküm ve hikmet sahibi olan Rabbimiz doğumumuzdan ölümümüze kadar bütün bir hayatımızı kuşatan hükümler vazetmiştir. Bu hükümlerin bir kısmı önemli, bir kısmı önemsiz değildir. Namazla ilgili hükümler nasıl önemliyse, evlilikle, aile hayatıyla, işimizle, ticaretimizle, toplum ilişkilerimizle ilgili hükümler de o kadar önemlidir. Bütün bu hükümler, Allah'a kulluğumuzun bir gereği olarak yaşamamız gereken hükümlerdir. Allah'ın bu konulardaki hükümlerine zıt hükümler koyarak, insanlan bu hükümlere itaate davet eden her kişi ya da kurum, insanlara iiahlık taslayan, insanları kendisine kulluğa davet eden birer tağuttur. Müslümanın görevi ise kendisine iiahlık taslayan tüm tağutları “La ilahe” diyerek reddetmesi ve tağuta kulluktan sakınmasıdır.”
Evet!.
Tağutun ne olduğu en sonunda açıklık kazanmıştı. Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan, İnsanları bu hükümlere davet eden her kişi ya da kurum, birer tağuttu. Ve peygamberler ve bütün peygamberler de insanlan tağuta kulluktan sakındırmak için gönderilmişti!.
“Zaten peygamberler de bunun için gönderilmişti değil mi!.”
Gözlerine yansıyan sevinçle başını salladı.
Said hocanın söylediklerini düşündükçe yerimde duramıyordum. Söyledikleri her şeyi kuşatmış, söyledikleri her şeyi aydınlanmıştı sanki!.
Odada yalnızmışım gibi ayağa kalktım. Pencerenin yanına giderek tekrar dışarıya, tekrar dışarılara baktım.
Her şeyi başka, çok daha başka görüyordum. Her şeyin maskesi düşmüş, her şeyin gerçek yüzü ortaya çıkmıştı sanki!.
Allah'ın hükümlerini inkar ederek, Allah'ın hükümlerini gözardı ederek, Allah'ın hükümlerini geçmişe nisbet ederek, insanlan kendi hükümlerine davet eden yüzlerce sahte ilah, yüzler tağut görüyordum dışarılarda!.
“Vay namussuzlar, vay hergeleler” diye bir fısıltı yükseldi içimden. İnsanları nasıl da aldatıyorlar, nasıl da kandırıyorlardı!.
Ki beni de, benim gibi kültürlü bir iş adamını da kandırmışlardı!.
Boğazıma, ta boğazıma kadar bir şirk pisliği içinde olduğumu hissettim. Daha önceleri hiç görmediğim, daha Önceleri hiç farkedemediğim bir pislikti bu!.
Ne yapayım, ne yapmam gerekir diye düşünmedim. Çünkü biliyordum, biliyordum ne yapmam, ne söylemem gerektiğini.
La ilahe!.
Allah'tan başka ilah yoktur!. Vallahi de yoktur, Billahi de yoktur.
La ilahe!.
İnsanlara illahlık taslayan bütün (ısahte ilahları, bütün tağutları reddediyorum.
La ilahe illallah!.
İnsanlara illahlık taslayan bütün sahte ilahları reddediyorum. Çünkü Allah'tan başka ilah yoktur. Ancak ve ancak Allah vardır.
La ilahe illallah!. La ilahe illailah!.
En güzel gerçeği, en güzel bir şekilde ifade eden bu sözü sanki yeni öğrenmiş, bu sözün hikmet dolu sırrına sanki yeni vakıf olmuştum.
Ne güzel ve ne muhteşem bir sözdü bu!.
Bu sözü her söyleyişimde, dışarılarda gördüğüm sahte ilahların, dışarılarda gördüğüm tağutun pisliğinden uzaklaştığımı, temiz, tertemiz bir kimliğe doğru yükseldiğimi hissediyordum.
Elhamdülillah!.
Şükran dolu gözlerle Said hocaya baktım. Sakin bir şekilde oturuyordu. Sanki hiçbir şey yapmamış, sanki hiçbir şey anlatmamış gibiydi!.
Oysa, çalı çırpı içinde kalmış ve birçok dallan birbirine karışmış olan koca bir ağacı, beş-on dakikalık bir konuşma ile budayıvermiş ve ortada düz, dümdüz bir gövde bırakmıştı!.
Açık, apaçık bir gerçekti ortada kalan!.
“Allah'tan başka ilah yoktur. Ancak Allah vardır”
Said hoca öğle yemeğinden birkaç lokma yedikten sonra müsaade istemişti. Kendisini arabayla göndermek istememe rağmen kabul etmedi. Ben de fazla ısrar etmedim.
Hoca gittikten sonra öğle namazı için mescide inmiş ve namaz kıldıktan sonra odama çekilerek kasetteki konuşmaları tekrar tekrar dinlemeye başlamıştım.
Akşam olmuştu.
Kasetleri kaç kez dinlediğimi bilmiyorum. Fakat her dinleyişimde daha iyi anlıyor, her dinleyişimde ufkum daha genişliyordu sanki.
Kasetteki bütün konuşmalar, üç kelime ya da üç kavram etrafındaydı.
Din, ilah, tağut!.
Fakat bu üç kelime, fakat bu üç kavram, bütün insanların özellikle ve öncelikle bütün müslümanların bilmeleri gereken kavramlardı. Çünkü bunları bilmeden, bunların ne anlama geldiğini kavramadan, sadece ve sadece Allah'a kulluk yapmamız, yapabilmemiz mümkün değildi!.
Daha önceleri okuduğum ve ilginç bulduğum iki mısra geldi aklıma.
Otuzüç yıldır saatim çalışmış, ben durmuşum.
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum!.
Zannedersem rahmetli Necip Fazıl'ındı bu mısralar. Bu mısraları ilk okuduğum zaman, meseleyi Necip Fazıl'ın şahsında değerlendirmiş, sadece onun bir gafleti olarak yorumlamıştım. Oysa söz konusu gaflet benim gafletimmiş, söz konusu gaflet koca bir toplum olarak bizim gafletimizmiş!.
Allah'a inanan ve Allah'a kulluk yapmak isteyen birçok İnsan, ne yazık ki bu gerçeklerden habersizdi. Belini doğrultmaktan aciz olan bu insanlar, hem Allah'ın huzurunda hem de tağutun önünde eğiliyorlardı. Oysa müslüman demek, sadece Allah'ın huzurunda eğilen insan demekti, Çünkü Allah katında makbul olan kulluk, sadece ve sadece Allah'a yapılan kulluktu.
Fakat bilmiyordu, bilmiyordu bu insanlar bunu!.
Ertesi gün fabrikaya geldiğimde bütün işçileri yemek salonunda toplayıp, hepsine “Din nedir, İiah nedir, tağut nedir biliyor musunuz?” demek geçti içimden. Hepsine bu gerçekleri anlatıp, hepsini namaza davet etmek istedim.
Sonra vazgeçtim bu düşünceden. Bu konuşmayı Said hocanın yapması daha münasib olurdu. Bu isteğimi Said hocaya iletmeliydim. Çünkü yanımda çalışan insanlara karşı bir görevim, önemli bir görevimdi bu.
Ben yine de öğlen ve ikindi namazlarını fabrikanın mescidinde kılan işçileri çağırarak onlarla konuşmak istedim. Önce sorular sordum onlara. Hepsi birbirlerinin suratına bakarak, sorularımın cevabını birbirlerinde bulmak istediler. Tağutun ne olduğunu sorduğumda ise daha çok şaşırdılar. En yaşlıları “Efendim o tağut değil tabut” diyerek, benim yanlışımı düzeltmek istedi.
Tağutun ne olduğunu anlamadan tabuta doğru ilerleyen bu işçiye üzülerek baktım. Senelerdir beş vakit namaz kılan, binlerce kez camiye giden bu insan, tağutu reddetmesi bir yana daha henüz tağutun ne olduğunu bilmiyordu!.
Birçok cami ve din görevlisi hakkında söylenenler doğru olmalıydı!.
Allah'ın razı olacağı dini öğrenebilmek için camilere giden birçok insan, ağaç dikmenin faziletini öğreniyorlardı ama İslam'ın faziletini öğrenemiyorlardı. İslam'a girmenin en önemli şartı olan kelime-i tevhidin ne anlama geldiğini, “La ilahe” derken neleri inkar edeceklerini bilmiyorlardı!.
Acaba onlar, insanlara bu gerçekleri anlatmayan din görevlileri ne diyorlardı bu duruma!.
Bilmiyorlar mıydı?
Yoksa bilip de susuyorlar mıydı?
Benim için önemli olan bu sorunun cevabını öğrenmek, bir an önce öğrenmek istiyordum!.
En iyisi onlarla konuşmak, onlardan dinlemekti bu sorunun cevabını!. Kasetler geldi aklıma. Onları çağırıp, kasetleri birlikte dinleyebilirdik. Zaten kasetleri bu niyetle doldurmuştum.
Hemen iki hocaefendiye telefon ederek, onları öğle yemeğine davet ettim. Davetimi kabul ederek namazdan sonra gelebileceklerini söylediler.
Mescidde öğle namazını kılıp yukarıya çıktıktan sonra hoca efendiler geldi. Her ikisi de yılların vaiziydi. Bulundukları çevrede önemli bir itibarları vardı.
Önce yemeklerimizi yedik.
Bana hasta arkadaşımın nasıl olduğunu sordular. Durumunda önemli bir değişiklik olmadığını söyledim. Herhalde hasta arkadaşım nedeniyle çağırdığımı zannetmişlerdi.
Onlara Said hocanın ismini vermeden meseleyi kısaca anlattım. Benim bu meselelerde yeterli bilgimin olmadığını dolayısıyle kasetleri dinleyerek değerlendirmelerini istedim.
Birisi kuşkulu kuşkulu yüzüme baktı. Sakallı olanı ise “Tabi Selçuk bey!. Dinleyelim!.” dedi.
Kahveleri söyleyerek birinci kasedi teybe koydum. Dinlemeye başladık. Ses oldukça netti ve gayet iyi anlaşılıyordu. Bana önce İsmail'in kim olduğunu sordular. “Eski bir arkadaş” dedim.
Dinlemeye devam ettiler.
Said hocanın birçok cami ve cami görevlisi hakkındaki sözlerini bir kez daha dinlemek istediler. Kasedi geriye alarak bir kez daha dinlettim. Sakalsız olanı diğerine bakarak kafasını iki yana salladı. Bunun ne anlama geldiğini çıkaramadım!.
Said hocanın tağut hakkındaki söylediklerini de dinledikten sonra ikinci kasedi koydum. Sanki huzursuz oldular. Saatlerine bakarak fazla vakitlerinin olmadığını söylediler. Kasedin kısa olduğunu belirterek dinlemelerini istedim.
İsteksizce kabul ettiler!.
Hiçbir şey söylemeden ikinci kaseti de dinlediler. Yüzlerindeki ifadeye bakılırsa kasette söylenenlerden hiç hoşlanmamış gibiydiler!. Teybi kapatarak sakalsız olana döndüm.
“Eee hocam!. Ne diyorsunuz?”
Hemen cevap vermedi. Durdu, düşündü, kafasını salladı sonra konuşmaya başladı.,
“Selçuk bey!. Kendilerine hoca denilen böylesi kimselere itibar etmeyiniz. Bunlar nerede yaşadıklannı bilmeyen, geçmişten ders almayan kimseler. Türkiye'de onca dinsiz varken, bu dinsizleri bırakıp din adamlarıyla uğraşan bu kimselere ne denir bilmem ki!. Ben bunlar hakkında yorum yapmak istemiyorum. En iyisi bunları Allah'a havale etmektir.”
Konuşmasına devam edeceğini sanarak bekledim. Sustu, devam etmedi konuşmasına!. Şaşırmıştım. Said hocayı Allah'a havale ederek işi bitirmişti!.
“Durun bir dakika!. Ben bu adamların ne olduğundan ziyade söylediklerini merak ediyorum. Söyledikleri doğru mu, yanlış mı?”
“Ne hakkındaki söyledikleri?”
Tağut hakkında, din ve ilah hakkında söyledikleri!.”
Sustular.
Önce birbirlerinin yüzüne sonra bana baktılar.
Ben ise cevap bekliyordum. Sakallı olanı meseleye açıklık getirmek istedi.
“Bakın, bu söylenenler doğru olsa bile her doğruyu, her yerde söylemek doğru değildir. Ayrıca biz hala devlet memuru sayılırız!.”
“Devlet memuru olmanızla bunun ne ilgisi var?”
Cehaletime bakarak tebessüm ettiler. Sakallı olanı aynı tebessümle cevap verdi.
“Selçuk bey!. Bu ülkede kanunlar vardır. Kur'an-ı Kerim'de yer alan her gerçeği, her yerde söyleyemezsiniz!.”
“Camilerde bile mi?”
“Tabi, camilerde bile!. Çünkü camilerde görev yapan arkadaşlarımız da maaşlı birer devlet görevlisidir. Her memur gibi onların da kanunlan dikkate almaları gerekir. Bunu yapmadıkları zaman hem görevden alınırlar, hem de haklarında kanuni işlem yapılır.”
“Pek anlayamadım!.”
“Anlaşılmayacak ne var ki!. Mesela camilerde görev yapan her arkadaşımız, Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenlerin kafir olduklarını bilir. Bilir ama bunu camilerde söyleyemez. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de yer alsa dahi devleti tenkid eden, devleti eleştiren ayet-i kerimeleri gündeme getirmek yasaktır. Bu yasağa uymayan birçok din görevlisi, devleti yıpratmak ve halkı devlet aleyhine kışkırtmak suçundan hapse girmiştir.”
“Hapse giren bu insanlann söyledikleri doğru şeyler miydi!.”
“Elbetteki doğru!. Hepsi Kur’an-ı gerçekler, hepsi hak...”
Sözüne devam edecekti ki yanındakinin dürtmesiyle duraksadı. Ne oldu dercesine ona baktı. Sakalsız olanı masaya bakarak, bakışlarıyla teybi gösterdi!.
Donakalmıştı!.
Teybe yönelen gözleri endişeyle büyüdü. Bakışlarını önce bana sonra teybe döndürerek fısıltıh bir sesle “Teyb açık mı?” dedi.
Onu rahatlatmak istemedim.
“Ne söylediğini duydum, kim olduğunu biliyorum” dercesine başımı sallayarak ona baktım. Ayağa kalkarak teybe bakmak istedi. Teybi masanın üzerinden alarak çekmeceye koydum.
Bir süre ayakta kalakaldı!.
Sonra yerine oturdu. Korkmuştu, evhamlanmıştı!. Bense öylece ona bakıyor, ne yapacağını, ne söyleyeceğini bekliyordum.
“Selçuk bey!. Sizden istirham ederim bu konuştuklarımız aramızda kalsın. Üçbuçuk yıl sonra emekli olacağım. Lütfen!.”
“Bu konuştuklarımız aramızda kalmayacak” dedim. Gözleri büyüdü. Ne yapacağını bilemez halde önce sakallarını sıvazladı sonra kaşımaya başladı. Sözlerime devam ettim.
“Bu konuştuklarımızın hepsi, huzuru mahşerde ortaya çıkacak!.”
Her ikisi birlikte derin bir “Ohhh” çekmişlerdi sanki!. Yüzlerindeki endişe, bakışlarındaki korku kaybolmaya başlamıştı, rahatlamış gibiydiler!.
Öylece onlara baktım!.
Allah'ın dinini öğrenmek için camileri dolduran onca insan bunlardan mı, bunlar gibi din adamlarından mı İslam'ı. Dört duvar arasında bile hakkı söylemekten korkan bunlar, umuma açık camilerde mi hakkı anlatacaklardı!.
Önce acıdım bunlara!.
Teyb korkusuyla karşımda süklüm püklüm oturan bu adamlara önce acıdım.
Acıdığımı hissettim!.
Sonra camileri dolduran milyonlarca çaresiz insan geldi gözümün önüne!. Acınması gereken insanlar, hiç kuşkusuz ki İslam'ı öğrenmek, İslam'ı öğrenebilmek için camileri dolduran o insanlardı.
İslam'a talip olmalarına rağmen İslam'dan bihaber olan o insanlara acımamız, o insanlara merhamet etmemiz gerekiyordu. O insanları acınacak hale getirenler ise bunlardı, bunlar gibi din adamlarıydı!.
Alacakları üç-beş kuruş maaş için hakkı gizleyen, emeklilik hakkını gözeterek İlahi hakkı gözardı eden bu adamlardan tiksinmeye başlamıştım.
Kısa bir süre ne yapacağımı, bu adamlara ne söylemem gerektiğini düşündüm, Söylemek istediğim tek söz, bu adamlara “Defolun” demekti. Ayağa kalkarak “Defolun” diye haykırmak istedim.
Fakat olmazdı!.
Misafirim sayılırlardı. Bu söz onlara yakışsa da, bana, benim ağzıma yakışmazdı!.
Kendimi tutmaya, kendimi zabdetmeye çalışarak onlara kapıyı gösterdim.
“Lütfen gidin, lütfen gidin artık!.”
Bugün pazar.
Karımla bu gece uzun uzun konuştum. Çocukları saat onda yatırdıktan sonra salonda yalnız kalmıştık. Bende hafif bir başağrısı vardı. Çayla birlikte iki ağrı kesici içtim. Karım Şirin, başağrılarımın çok çalışmaktan kaynaklandığını sanıyordu, öyle söylemiştim ona. Yine usulca fazla çalışmamam gerektiğini söyledi.
İyi bir insandı karım.
Ona sevgiyle, merhametle bakarak konuşmaya başladım. Önce inandığımız Allah'ı anlattım ona Allah'a olan inancımızın her türlü kuşkudan uzak olduğunu bir kez daha tekrarladım.
O da katıldı bu söylediklerime, samimi bir şekilde o da tasdik etti. Sonra peygamberleri anlatmaya başladım. Peygamberlerin insanlan sadece Allah'a kulluğa davet ettiklerini ve bu insanlara tertemiz bir din getirdiklerini söyledim. Söz buraya gelince dinin tarifim yapıp, hak ve batıl dinler hakkında kısa bir açıklama yaptım. İnsanlar peygamberlerin getirdiği bu hak dini tahrif etmeselerdi, insanlara bir peygamberin yeteceğini belirttim. Ancak insanların birçok hak dini tahrif ettiklerini ve her tahrifattan sonra Allah'ın yeni bir peygamber gönderdiğini söyledim.
Buraya kadar söylediklerimi çok iyi anladı.
Sonra tüm peygamberlerin gönderiliş gayesi olan insanları tağuta kulluktan sakmdırıp, Allah'a kulluğa davet emek meselesini açıklamaya çalıştım.
Tağutun ne olduğunu Şirin de pek anlamadı.
Tağutu anlaması için ısrar etmeden İlah kavramını tanımlayıp, kelime-i tevhidin manasını açıkladım.
Gerçek ilah ile insanlara ilahlık taslayan sahte ilahların, kelime-i tevhid ile birbirinden nasıl ay irildiğini, sahte ilahların reddedilerek yegane ilah olarak Allah'ın tasdik edilmesi gerektiğini anlattım.
Bütün söylediklerimi dikkatle dinlemiş ve anlamaya çalışmıştı. Gözlerime bakarak “Biraz önce tağut dediğin şey, İnsanlara ilahlık taslayan bu sahte ilahlar mı” demişti. Allah'a hamdederek “Evet, aynen öyle” dedim. Sonra tağutu örneklendirerek, kelime-i tevhidi bu bilinçle söylemesi gerektiğini belirttim.
“La ilahe illallah” dedi.
Durdu, düşündü sonra kafasını sallayarak tekrar “La ilahe illallah” dedi.
Bir süre sessiz kaldık.
Daha sonra “Peki Selçuk, başka ne yapacağız?” dedi. Karımın bu samimi sorusu hem hoşuma gitmiş ve hem de beni duygulandırmıştı. Kendisine açık bir cevap verdim.
“Allah'ın dinini kafamıza göre, anene ve geleneklerimize göre yaşamaktan vazgeçip, Allah'ın hükümlerine göre yaşayacağız. Çünkü sadece Allah'a kulluk yapmanın başka bir yolu yok!.”
Akıllı bir insandı.
Bu söylediklerimin ne anlama geldiğini biliyordu. Bana hafifçe gülümseyerek “Yani şeriatçı mı olacağız” dedi.
Ben de gülümsedim.
“Çili cılı ekleri boşverî. Zaten “La ilahe illallah” derken, yegane ilah ve hükümkoyucu olarak Allah'ı kabul ediyoruz. Allah'ın hükümlerini yani Allah'ın şeriatını reddederek başka hükümlere, başka şeriatlara yönelmemiz tabi ki mümkün değil.
Başını sallayarak “Tabi ki” dedi. Sonra durdu, düşünmeye başladı. Ne düşündüğünü hissediyor gibiydim. Yanılmamışım! .
“Selçuk, örtünecek miyim?”
“Örtünmek istemiyor musun?”
Yine durakladı!. Kafası karışmış gibiydi!.
“Bilmiyorum!. Ne tuhaf değil mi!. Örtünmeyi düşünürken aklıma Allah değil de, çevremizdeki insanlar, çevremizdeki kadınlar geliyor. Onların ne diyeceğini, onların bana nasıl bakacaklarını düşünüyorum!.”
Cevap vermeden öylece kendisine baktım.
Bu söylediklerinden nasıl bir sonuç çıkaracağını merak ediyor gibiydim. Bir süre daha düşündükten sonra “Saçma, Vallahi saçma” diyerek ayağa kalktı.
Yatak odasına doğru gitti.
Bense bekliyordum. Bekleyişim sevinçli bir hayretle sona erdi. Çünkü birkaç dakika sonra yatak odasından çıkan Şirin, başörtülü bir Şirin'di. Mevlidlerde kullandığı beyaz başörtüsünü başına dolamış ve “Bundan sonra inşaallah hep böyle” diyerek karşıma oturmuştu.
Ona baktım!.
Öylece bakakaldım ona!.
Gerçek bir şirin, şipşirin bir kadın olmuştu karşımda. Başörtüsüyle kuşatılan yüzü, ışıl ışıl yanmaya, ışıl ışıl parıldamaya başlamıştı sanki!.
Duygulanmıştım.
Gözlerimin dolduğunu hissettim.
Yerimden kalkarak onun yanına oturdum. Sağ elini ellerimin arasına aldım. “Senden Aİiah razı olsun” diyerek elini dudaklarıma götürdüm.
Öptüm, tekrar öptüm.
İrkildi, şaşırdı, utandı, sıkıldı. Ellerimi kendisine çekerek ve eğilip öperek “Allah senden de razı olsun” dedi.
Bir süre öylece oturduk.
Böyle bir eşin, böyle bir hayat arkadaşının insan için ne güzel ve ne değerli bir şey olduğunu daha iyi anladım.
Böyle bir eş, servetten de, maldan da, mülkten de daha değerliydi bir insan için!. Bana böylesine değerli bir eş nasip ettiği için Allah'a hamdettim.
“Ben yatsıyı kılmadım” dedim. Çülümseyerek “Ben de kılmadım” dedi. Beraberce namaz kıldıktan sonra yattık. Karım mutlu, gerçekten mutlu gözüküyordu. Bu geceki konuşmalarımızla yeni, yepyeni bir dünyaya girmiş gibiydi.
Pazartesi günü karımla beraber alışverişe çıktık. Birkaç mağazadan bazı şeyler aldıktan sonra İsmail'e uğradık. İsmail'de oldukça kaliteli kadın giysileri vardı.
Karım, tezgahtar kızın yardımıyla pardesülere, mantolara, elbiselere bakarken biz de İsmail'le oturduk. Bana Said hocayla olan konuşmalarımızı sordu. Kısaca anlattım. Benim için çok faydalı olduğunu belirttim. Said hocadan sadece benim değil birçok müslümanm faydalandığını söyledi.
Onunla tekrar nasıl görüşebileceğimi sordum, “Bilmiyorum, kendisiyle görüşmemiz gerek” dedi.
Karıma baktım. Bazı giysileri seçmekte zorlanıyor gibiydi. Onun yanına giderek beğendiklerinin hepsini almasını söyledim. Gülümseyerek “O kadarına gerek yok” dedi. Israr ederek “Ben öyle istiyorum, lütfen” dedim. Gerçekten de öyle istiyordum.
Ses çıkarmadı.
Tezgahtar kıza dönerek “Asuman hanım!. Beğendiklerinin hepsini ayırın” dedim.
İsmail telefonla konuşuyordu. Bir ara bana dönerek “Yarın fabrikada mısın?” dedi. Yarın ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum. Yine de “Evet” dedim.
Sonra oturduk.
İsmail bana Said hocayla konuştuğunu, kesin bir söz vermemekle beraber yarın öğleye doğru uğrayabileceğini söyledi. Durumda bir değişiklik olursa Said hoca bana telefon ederek bildirecekmiş.
Teşekkür ettim İsmail'e sevinmiştim!.
Alışverişi bu sevinçle bitirdim.
Öğle namazını İsmail'in orada kıldık. Şirin yeni aldığı pardesüyü giymiş ve bu pardesüye uygun bir eşarb takmıştı. İsmail'e diğer aldıklarımızı otoparka göndermesini söyleyerek karımla birlikte mağazadan ayrıldık.
Şirine güzel bir öğle yemeği yedirmek istiyordum. Kemeraltı camiinin karşısında kömür ateşinde döner yapıyorlardı. Oraya doğru yürümeye başladık.
Karımla birlikte yürürken arasıra vitrin camlarındaki görüntümüze bakıyordum. İkimiz de çok değişmiştik.
Bende üç-beş günlük sakal vardı.
Karım Şirin ise bambaşka bir hanım, bambaşka bir hanımefendi olmuştu. Her nedense bu yeni kimliğine hiç yabancılık çekmemişti gibiydi!. Bu yeni giysileri içinde eski bir rahatlık ile yürüyordu. Sanki bu giysilerle doğmuş, sanki bu giysilerle büyümüş gibi rahattı.
Yemeğimizi yerken, yeni durumumuzdan, yeni dünyamızdan konuştuk.
Gerçi yine yiyor, yine geziyor, yine dünya nimetlerinden faydalanıyorduk ama bütün bunları daha önce bir şaşkın kimliği ile yaparken, şimdi Allah'a bağlı bir kul kimliği ile yapıyorduk. En önemli değişiklik, bizlerde olan değişiklikti.
Biz değişmiş, bizimle birlikte her şey değişmişti sanki!.
Daha sonra bu dünya hayatının ebedi olmadığından ve er geç öleceğimizden bahsettik. Bir müslüman olarak her an ölüme hazır olmamız gerektiğini belirttik. Karım hem beni dinliyor, hem de söylediklerime doğru ve anlamlı katılımlarda bulunuyordu.
Onun bu durumu, ölümü gayet normal karşılayan sözleri karşısında bir an durakladım. Karıma hastalığımdan bahsetmeli miyim diye düşündüm. Bu sorumun cevabını onun yüzünde, onun gözlerinde bulmak istedim.
Mutluydu, çok mutluydu.
Vazgeçtim, söylemek istemedim. Onun bu yeni dünyasındaki yepyeni mutluluğunu gölgelemek istemedim. Hastalığımı ona sonra, daha sonra söylerdim!..
Öğleye kadar hiç telefon çalsın istemedim.
Her telefon sesinde acaba Said hoca gelemeyeceğini mi bildirecek diye endişelendim. Said hoca onbirbuçuğa doğru geldi. Onu yine kapıda karşıladım. Yukarıya kadar yorulmasını istemeyerek lobinin yanındaki büyük odaya buyur ettim.
Kısa bir hal hatır sormadan sonra önceki konuşmalar için kendisine teşekkür ettim. Bu konuşmaların benim için çok faydalı olduğunu belirttim. Ayrıca bu konuşmaları kendisinden izinsiz kasede aldığımı da söyleyerek özür diledim. Herhangi bir tepki göstermeden “Zaten bütün konuşmalarımızın kayda alındığını, defterimize yazıldığını bilerek konuşuyoruz” dedi.
Hoşuma gitti bu sözleri.
Kaseti dinlettiğim diğer hocalar aklıma geldi. Said hoca ile onlar arasında ne büyük fark vardı. Said hocaya onlardan da, onların konuşmalarından da bahsettim.
Onları küçümseyici ya da hor görücü bir tavır göstermedi. Sadece bütün hocaların öyle olmadığını, hocalar içinde hakkı anlatmaktan çekinmeyen mümtaz kimselerin de bulunduğunu belirtti.
İtidalli bir insandı bu Said hoca!.
Belirgin bir ilmi derinlik ile konuşuyordu. Daha önceleri herhangi bir insanla konuşurken, o insanla neyi ne kadar konuşacağımı düşünür, belli bir sınır koyardım kendime. Said hocayla konuşurken ise böyle bir sınıra, böyle bir çerçeveye gerek görmüyor gibiyim!.
Ne bileyim, sanki her meselemi rahatlıkla açacağım, rahatlıkla konuşabileceğim bir insandı bu Said hoca!. Hastalığım geldi aklıma!.
Hiç kimseye söylemediğim hastalığımı konuşacağım bir insan varsa, bu insan Said hoca olmalıydı.
Fazlaca düşünmeden patlayıverdim.
“Hocam!, Başında tümör olan o arkadaş benim!.”
Bu sözü söylemekle rahatladığımı hissettim. Said hocada ise ne bir hayret, ne de bir şaşkınlık belirdi. Bir an acaba daha önceden biliyor muydu diye bir düşünceye kapıldım.
“Hayırlısı olsun!.”
Cevap vermedim. İçimden usulca “Amin” diyerek bu hastalıktaki hayırların ne olabileceğini düşündüm.
“Ne zaman öğrendin?”
“Yaklaşık birbuçuk ay önce.”
Durdu. Düşünmeye başladı. Yüzü ve bakışları bu düşünceyle yıkanıyor, bu düşünceyle titriyor gibiydi. Duygulanmıştı. İçinden, ta içinden gelen kısık bir sesle konuşmaya başladı.
“Efendimiz (s.a.v.) ölüm gerçeğine işaret ederek “Nasihat olarak ölüm yeter” buyuruyor. Ölümü bilmek, ölmeden önce ölüm gerçeğini tanımak, gerçekten çok büyük bir nasihattir. İnsanlara bu nasihati bazen bir müslüman, bazen bir peygamber yapar.”
Biraz durduktan sonra devam etti.
“Sana ise bu nasihati Allah (c.c.) yapmış. Sana ölmeden önce öleceğini bildirerek, bu gerçekle uyanmanı, bu gerçekle kendine gelmeni dilemiş.”
Ürperdiğimi hissettim!.
Şimdiye kadar bu hastalığımın Allah'tan olduğunu biliyordum, biliyordum ama bu hastalığı Allah'tan bir nasihat olarak değil, bir musibet olarak kabul ediyordum!.
Oysa, oysa öyle değildi durum!.
Said hoca doğru söylüyordu. Beni eski yaşantım içinde her an öldürebilecek olan Rabbim bana rahmet etmiş, bana ölmeden önce öleceğimi bildirerek, altı ay gibi uzun bir mühlet vermişti. Bu düşüncelerle sevindiğimi ve bana rahmet eden Rabbimi daha fazla, çok daha fazla sevdiğimi hissettim.
Said hocaya hafifçe başımı sallıyarak “Doğru söylüyorsun hocam” dedim ve ekledim.
“Bu hastalık vesilesiyle ölümlü bir fani olduğumu gayet iyi anladım.”
“Daha önceleri.”
Daha önceleri ölümü biliyor ancak ölümle kendi aramda hiçbir ciddi ilişki kurmuyordum. Daha doğrusu ölümü hiç hissetmiyordum. Ölümü hissetmeden, ölüm gerçeğini anlamak tabi ki mümkün olmuyor. Ne bileyim, sanki dünyada ebedi yaşayacakmışım gibi bir duygu içindeydim.”
“Bu duyguyu hiç düşündün mü?”
“Hangi duyguyu.”
“Ebedilik duygusunu.”
“Herhalde batıl ve saçma bir duygu olmalı.”
“Ben aynı kanaatte değilim.”
“Neden?”
“Bence bu batıl bir duygu değil. Fıtratımızda bulunan gerçek bir duygu bu!.”
“Anlayamadım.”
“Bak Selçuk. İnsanların dünya hayatım ebedi sanması, elbetteki şeytani bir vesvesedir. Benim üzerinde durmak isteğim husus, bu vesveseye muhatap olan fıtratımızda, böyle bir duygunun gerçekten bulunup-bulunmadığı!.”
“Var mı?”
“Tabi ki var!. Şayet şanı yüce Rabbimiz bizleri tanıştırmasaydı, bizler ebediliğin ne anlama geldiğini bilmeseydik, şeytan aleyhillane insanlara dünya hayatını ebedi gibi gösteremezdi!.”
Kafam karışır gibi olmuştu.
“Biraz açar mısın?”
“Mesela şeytan aleyhillane insanlara bazı vesveseler vererek onları açlıkla ya da yoksullukla korkutuyor değil mi?”
“Evet.”
“Şayet şanı yüce Rabbimiz insanlara korku vasfını vermeseydi, insanların fıtratında bu gerçek olmasaydı, insanlar korkunun ne olduğunu bilmeselerdi, şeytan aleyhillane insanlan korkutabilir miydi?”
“Korkutamazdı!.”
“İşte ebedilik duygusunu da aynı paralelde düşünmemiz gerekir. Şanı yüce Rabbimiz bizleri ebedilikle tanıştırmasaydı, bizlerin fıtratında bu gerçek olmasaydı, şeytan aleyhillane insanlara dünya hayatını ebedi gibi gösterebilir miydi?”
“Gösteremezdi!.”
Verdiğim cevaba kendim de şaşmış, verdiğim cevabın ne anlama geldiğini kendim de düşünmeye başlamıştım. Gösteremezdi!. Evet, doğru bir cevaptı bu. Korkmanın ne olduğunu bilmeyen bir canlıyı korkutabilmek nasıl mümkün değilse, ebediliğin ne olduğunu bilmeyen bir canlıya da bu duyguyu verebilmek mümkün değildi.
Korku vasfı fıtratımızda nasıl varsa, bu duygu da o şekilde vardı. Tabi ya!. İnsanlarla ebedilik hakkında konuşulduğunda hiç kimse bu ebedilik de ne, nasıl bir şey, nasıl bir duygu demiyorlardı!. Sanki hepsinin bildiği, sanki hepsinin hissettiği bir gerçekti bu!.
İyi ama bütün bunlar ne anlama geliyordu. Ebedi olduğumuz anlamına mı!.
“Hocam. Bütün bunlardan ne sonuç çıkarıyorsunuz?”
“Allah-u Teala bizleri ebedilikle tanıştırmış!. Allah gerçeği fıtratımızda nasıl varsa, bu ebedilik gerçeği de fıtratımızda öylece var. Fıtraten bildiğimiz, fıtraten hiç yabancı olmadığımız bir gerçek bu!.”
Biraz durduktan sonra devam etti.
“Ve şeytan denilen lanetli yaratık, insanlan, insanlarda bulunan bu gerçekle kandırıyor!. İnsanların fıtratında bulunan bu gerçeği muhatap alarak, insanlara dünya hayatını ebedi gibi gösterebiliyor.”
“Şeytan insanlan bununla kandırıyorsa, Allah ebedilik duygusunu insanların fıtratına neden verdi ki!.”
“Tabi ki bu şeytani vesveseye aldanarak dünya hayatını ebedi sanmaları için değil!. Korku vasfını nasıl ki sadece kendisinden korkulması için vermişse, bu gerçeği de ebedi olan ahiret hayatını daha iyi anlamalan, daha iyi hissedebilmeleri İçin vermiş. Ebedi cennetin ve ebedi cehennemin ne olduğunu kavray ab ilmeleri için!.”
Evet, şimdi her şey yerli yerine oturmuştu!.
Demek ki dünya hayatını ebedi, kainatı sonsuz zanneden insanlar, fıtratlarında bulunan ebedilik ve sonsuzluk gerçeğini yanlış yorumlayan daha doğrusu bu sıfatlan yanlış şeylere nisbet eden insanlardı. Ebedilik denilen bir gerçek vardı, vardı ama bu gerçeğin karşılığı dünya değil ahiretti, ahiret hayatıydı. Fıtratımızda bulunan bu ebedilik duygusu, ebedi hayatın varlığına açık bir delildi.
Ezeli olmayan ve ezelilik duygusuna yabancı olan biz insanlar, ebedi bir hayata muhatap olduğumuz için ebedilik duygusuna hiç de yabancı değildik.
Tuhaf lastiğimi hissettim!.
Ebedi hayatı görmüş, ebedi hayatla burun buruna gelmiş gibiydim.
Bu duygular içindeyken ölümü düşündüm.
Ölümün de mahiyeti değişmişti iç dünyamda!. Daha önceleri hayatı bitiren bir nokta, büyük bir nokta olarak gördüğüm ölüm, küçük, küçücük bir virgül durumuna gelmişti! .
“Ne düşünüyorsun?”
Said hocaya baktım. Gözlerinde sıcak bir ilgi, içten bir samimiyet vardı. Duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istiyor gibiydi. Hafifçe tebessüm ederek “Ölümü” dedim ve ekledim “Zaten birbuçuk aydır en çok düşündüğüm şey!”
“Ölümden korkuyor musun?”
Hemen cevap vermedim. Veremezdim de!. Çünkü bu konuda hayli farklı duygular, hayli farklı düşünceler içindeydim.
“Bilmiyorum. Ancak insanın ne zaman öleceğini bilmesi garip ve zor bir duygu.”
“Ne zaman öleceğini biliyor musun?”
“Yaklaşık dört- beş ay sonra!.”
“Neden böyle düşünüyorsun?”
“Söyledim ya tümör. Durumum umutsuz!.”
Gülümseyerek kafasını iki yana salladı.
“Yoo. Seni öldürecek olan tümör değil, Allah ölüm hükmü sadece ve sadece Allah'ın elinde. Dilerse dört ay, dilerse dört yıl, dilerse kırkdört yıl. Hastalığım ciddi diyorsan, hiçbir hastalık Hz. Eyyüb (a.s.)'ın hastalığından ciddi değildir. Vücudundaki yaralar kurtlanmış, etleri dökülmeye başlamıştı. Hz. Eyyüb (a.s.)'m o durumunu zamanımızdaki tıbbi otoriteler görselerdi, müdahale etmek bir yana, öyle bir durumda yaşıyor olmasını bile hayretle karşılarlardı.”
Bir süre durdu, Hafifçe gülümsedi.
“Hz. Eyyüb (a.s.) o durumdayken, bir meseleden dolayı kızdığı hanımına ne dedi biliyor musun?”
“Ne dedi?”
“İyileştiğim zaman sana kırk değnek vuracağım!. Düşünebiliyor musun!. O durumdayken bile iyileşmekten umudunu kesmemiş!. Nitekim Allah (c.c), kendisinden umud kesmeyen kulunu iyileştiriyor. Derdi veren Allah, dermanını da nasip ediyor.”
Said hocayı öylece dinliyordum. Güzel bir kıssaya, ne güzel bir yorum getirmişti.
“Ayrıca durumum umutsuz dedin!. İçinde bulunduğun bu durum, balığın kamında bulunan Hz Yunus (a.s.)'ın durumundan daha mı umutsuz!.”
“Anlayamadım!.”
“Fırtınalı bir havada, gemiden denize atılan ve bir balık tarafından yutulan insan hakkında ne düşünürsün! Kurtulma umudu var mıdır?”
“Yoktur” diyecektim sustum. Çünkü Hz. Yunus (a.s.) kurtulmuştu!. Gülümseyerek başımı salladım.
Doğru söylüyordu Said hoca.
En umudsuz durumlarda dahi yine de Allah'tan umud kesmememiz gerekirdi. Her şey Allah'ın emrine, her şey Allah'ın dilemesine bağlıydı.
“Doğru söylüyorsun hocam. Hiçbir zaman umudumuzu kesmememiz gerekir.”
“Tamam” dercesine başını salladı. Sonrada kaşlarını kaldırarak ilave etti.
“Tabi ki bütün bunları, sekerat durumunda bile ölümü akıllarına getirmeyen, iyileşeceklerini zanneden insanlara benzemen için söylemiyorum. Öleceksin, hepimiz öleceğiz. Ancak ne zaman ve nerede öleceğimizi sadece Allah bilir. Dört-beş ay dedin. Belki dört-beş gün, belki dört-beş sene!. Allah bilir. Önemli olan her an ölüme hazır olmak, ölüme hazır bir şekilde yaşamak!.”
Said hocaya baktım. Çok güzel ve çok doğru konuşuyordu. Çok doğru konuşuyordu ama bu söylediklerinin ne anlama geldiğini hissedebiliyor muydu? Ölümün ve ölüm duygusunun ne olduğunu benim kadar anlayabilmiş miydi?
“Hocam. Benim durumumda değilsiniz. Ölümün ve ölüm düşüncesinin ne olduğunu anlayabiliyor, bu duyguyu hissedebiliyor musunuz?”
“Bir arkadaşımın güze! bir sözü var. Gerçek bir düşünür, körleri düşünürken gözleri görmeyen kimsedir. Kafa ile düşünmek bilmemizi, kalp ile anlamak hissetmemizi sağlar. Ölüm düşüncesi kafamızdan kalbimize intikal ettiği zaman bu gerçeği yaşıyormuş gibi hissetmemiz mümkündür. Ayrıca durumlarımız arasında önemli bir fark da yok. Hepimiz ölüme doğru gidiyoruz. O menzile kimin daha önce varacağını Allah bilir. Belki ben senden önce, çok daha önce öleceğim.”
Boş ve kuru sözler değildi bunlar.
Said hoca anladığını hisseden, hissettiğini anlatan biriydi. Kendisine saygıyla baktım. Bana bir şeyler anlatabilmek, bana bir şeyler öğretebilmek için çırpınan bu adama gerçekten saygı duyuyor, bu adamı gerçekten seviyordum.
Said hoca için bir şeyler yapmak, Said hocayı sevindirmek isteğine kapıldım. Kısa bir tereddütten sonra aklıma gelen ilk şeyi söylemeye karar verdim.
“Said hocam. Size teşekkür etmek istiyorum. Benimle ilgilendiniz, bana çok güzel şeyler öğrettiniz. Uzun yıllar çalışarak elde ettiğiniz ilminizi, benimle paylaştınız.”
Biraz sustuktan sonra devam ettim.
“Uzun yıllar çalışarak benim elde ettiğim şey ise biraz dünya malı. Müsaade ederseniz ben de bunun bir kısmını size vermek, sizinle paylaşmak istiyorum. Yukarıdaki kasamda kullanmadığım, kullanmayı düşünmediğim yüklüce bir para var. Bunu lütfen kabul edin!.”
Sustu.
Hiçbir cevap vermeden gözlerime baktı.
Bir şeyleri görmek, bir şeyleri anlamak istiyor gibiydi!.
Bense korkmadım, bense utanmadım bu bakışlardan. Çünkü rahattım, çünkü samimiydim, Paraya değer vererek, parayı önemseyerek böyle bir teklifte bulunmamıştım. Sadece küçük bir isteğimi, küçük bir arzumu dile getirmiştim.
Anlayamadığım bir yüz ifadesiyle “Bu iki oluyor” dedi.
“Ne iki oluyor?”
“Beni ikinci kez yoksul durumuna koyuyorsun. Vermek elbetteki güzel bir şeydir. Fakat kimlere vereceğini, kimlere vermen gerektiğini öğren artık!.”
Ne diyeceğimi şaşırdım. Ben bu sözleri, ben bu azarı haketmemiştim. Biraz kızdığımı, biraz kırıldığımı hissettim.
“Said hoca beni yanlış anladınız. Bu benim içimden gelen bir şeydi. Ne bileyim!. Size bir şeyler vererek, size teşekkür etmek istedim sadece!. Verebileceğim başka bir şey de yoktu!.”
Bakışları biraz duruldu, sakinleşti.
“Verebileceğin başka bir şey vardı!.”
“Ne vardı?”
Hafifçe tebessüm ederek konuşmaya başladı.,
“Bak sana bir kıssa anlatayım. Geçimini ağıhndaki inekle sağlayan bir adam varmış. Her nasıl olmuşsa dünyaperestin biri, bu adamın küçük bir işine yardımcı olmuş. Dünyaperestin bu yardımı karşısında borçlu kalmak istemeyen adam, kısa bir süre düşündükten sonra ona şunları söylemiş. 'Allah razı olsun desem, bu sana göre az bana göre çok olur. Ağıldaki inekle danasını al ve git!.”
Vaavvv!. Adama ve adamın “Allah razı olsun” duasına verdiği öneme bak!.
Said hocaya baktım.
Bunu bana ne için anlattığını aniadım. O benden “Allah razı olsun” duasını bekliyordu, Ben ise ona inekle danasını değil, danalardan küçük bir tanesini vermeye kalkışmıştım!.
Gülümseyerek baktım kendisine ve “Hocam kusuruma bakmayın” dedim. Sonra Allah razı olsun duasının ne anlama geldiğini bilerek, bu duaya çok değer vererek ilave ettim.
“Sizden Allah razı olsun!.”
“İnşaallah senden de, senden de Allah razı olsun!.” diyerek oturduğu yerden kalktı.
“Hocam gidiyor musunuz?” diyerek ayağa kalkarken, elimle dayandığım koltukla beraber yere düştüm. Ne olduğunu, nasıl düştüğümü ben de anlayamadım!.
“Yardım ister misin? Düştüğüm yerde donakaldım!. Ben bu sesi, ben bu sözü daha önce de duymuştum!.”
Evet, mezarlıkta duyduğum ses, mezarlıkta duyduğum sözdü bu!. Said hocaya öylece baktım. Evet oydu, oydu bana mezarlıkta seslenen!.
Ne diyeceğimi, ne söyleyeceğimi şaşırdım. Acaba Said hoca da beni, beni tanımış mıydı? Daha önce mezarlıkta karşılaştığımızı biliyor muydu?
Yüzünden, bakışlarından hiçbir şey belli olmuyordu!. Düştüğüm yerden kalkarken, bana sıcak bir tebessümle bakan Said hocaya, tebessümle mukabele ettim.
“Allah razı olsun? Zaten yardım ettiniz!.”
Bugün eve biraz erken geldim.
Karım Şirin çocuklarla oturmuş, onlara sure ezberletiyordu. Gördüklerim karşısında çok sevindim. Yine ölüm ve öleceğim geldi aklıma. Allah'a şükürler olsun ki gözüm arkada kalmayacaktı. Karım gerçekten iyi bir insandı. Çocuklarımı da aynı iyi ahlak üzere yetiştirebilecek birisiydi.
Daha önceleri kendime değer verir.
Şirin için büyük bir nimet ve çok değerli bir eş olduğumu düşünürdüm. Şimdi ise Şirin'in benim için bir nimet, çok değerli bir eş olduğunu düşünüyorum.
Kutsal bana yeni kitablarını gösterdi. Peygamber kıssaları ve dini hikayelerdi bunlar. Şirine döndüm. Bugün çocuklarla birlikte çarşıya gittiğini, hem kendisine hem de çocuklara bazı kitaplar aldığını söyledi. “Çok güzel, iyi yapmışsınız” dedim.
Peygamber kıssaları, tek tek küçük kitaplar halindeydi. Kutsal'ı yanıma oturtarak kitaplara birlikte bakmaya başladık. Esma'da hemen diğer yanıma oturup, kitapların ismini okumaya başladı. Güzel kızım, sultanım, okumasını öğrenmişti ya, her fırsatta bunu kanıtlamak istiyordu. Hz. Eyyüb ve Yunus (a.s.)'Ia ilgili kitapları görünce Said hocanın anlattıklannı hatırladım. İnandığımız Allah, her şeye kadirdi. Her şeye kadir olan Allah'tan ise hiçbir zaman ve hiçbir durumda umud kesilmezdi.
Hz. İbrahim (a.s.)'la ilgili kitabı görünce, bu kıssada da aynı mesajın olduğunu hatırladım. Hz. Yunus (a.s.)'ı balığın karnından kurtaran Allah (c.c), Hz. İbrahim (a.s.)'ı da ateşten kurtarmıştı. Önemli olan Allah'tan umud kesmemek ve Allah'a gerektiği gibi tevekkül etmekti.
Yemekten sonra saat ona kadar çocuklarla birlikte oturduk. Hep birlikte konuştuk, şakalaştık, oynadık. Çocuklar yattıktan sonra Şirine hastalığımdan bahsettim. Başağrılarımın sebebinin basımdaki ufak bir tümör olduğunu söyledim. Gözleri büyüdü. Şaşırdı!.
“Tümör mü?”
“Evet tümör, Ancak fazia telaşlanmana gerek yok. Küçük bir şey!.”
Durdu.
Öylece bana baktı. Gayet sakindim. Bakışlarımda ne bir evham, ne de bir üzüntü vardı. Söylediklerim ile halim arasında bir bağlantı kurmak istiyor, kuramıyordu!.
“Doktorlar ne diyor?”
“Tümör olduğu konusunda hepsi hemfikir. Hayati tehlike olup-olmadığı konusunda ise farklı görüşler var.”
“Nasıl yani!.”
“Kimisi altı ay sonra hayati tehlike olabilir diyor, kimisi altı yıl sonra. Yani kesin bir şey yok!.”
Gözleri doldu. Titrek bir sesle “Altı ay mı?” dedi.
Hastalığımdan çok onun bu durumuna üzüldüm. Rüzgarda kalmış küçük ve narin bir çiçek gibi titremeye başlamıştı.
Hayatım, o sadece bir doktorun kanaati. Söyledim ya belki altı ay, belki altı yıl. Kimbilir belki de otuzaltı yıl.
İnsanın ne zaman öleceğini ancak Allah bilir. Hem biz müslümanız. Her zaman ölüme hazır olmamız gerekmez mi?
Başını “Evet” manasına ağır ağır sallarken ağlamaya başladı. Onun bu durumu karşısında ben de ağlayabilirdim. Fakat tuttum kendimi. Onun yanına oturarak başını göğsüme yasladım. Bir elimle başını okşuyor, bir elimle gözyaşlarını silmeye çalışıyordum.
“Bak hayatım!. Bu dünyada güzel bir beraberliğimiz var. Allah senden razı olsun. Benim için iyi bir eş, anlayışlı bir arkadaşsın. Ama asıl güze! olan, bu güzei beraberliğimizi cennete taşımamız. Ebedi cennet hayatında da bir ve beraber olmamız. Ben umud ediyorum ki biz bunu Allah'ın izniyle başaracağız.”
Göğsümdeki yüzünü, yüzüme doğru çevirdim. Gözyaşıyla ıslanmış gözlerine sevgiyle baktım. Sağ elimle sağ elini tutup hafifçe sıkarak “Söyle, söyle rJünu başaracak mıyız” dedim.
Bir süre duraksadı.
Gözlerime baktı.
Bakışlarımız birbirine geçmiş, birbiriyle kaynaşmıştı sanki. Birbirimizin gözlerini değil içini, ta İçini görüyor gibiydik. Kadınla erkeğin birleştiği, gerçekten birleştiği an, böyle bir an olmalıydı.
Elimi hafifçe sıkarak “İnşaallah, inşaallah başaracağız” dedi.
Birkaç saat daha oturduk.
Ona Said hocadan bahsettim. İsmail'in orada karşılaşmamızı ve bazı konuşmalarımızı anlattım. Bugün kendisine yüklüce bir para vermek istediğimi fakat kabul etmediğini söyledim. Şirin şaşırdı. “Şaşıracak bir şey yok.
Bizden daha zengin” dedim ve kanaat sahibi bir insanın bizim gibi birçok zenginden daha zengin, çok daha zengin olduğunu belirttim. Samimi bir şekilde takdirlerini ifade etti ve bir akşam ailecek yemeğe davet edelim dedi. “İnşaallah” dedim.
Bu konuşmalardan sonra yatsıyı kılmış ve yatmıştık.
Sağ tarafına dönerek hareketsiz yatan karım uyuyor muydu yoksa uyuyor gibi mi yapıyordu bilmiyorum. Fakat ben uyuyamıyordum. Said hocayla kabristanda karşılaştığımız o günü ve o günkü durumumu düşünüyordum.
O gün güzel, çok güzel duygular içindeydim. Allah'a kendimi hiç o günkü kadar yakın hissetmemiş, hiç o günkü kadar samimi bir duada bulunmamıştım. Yüreğimden yükselen bir yakarışla “Allah'ım bana yardım et, Allah'ım bana yardım et!.” diyordum. Sonra, sonra duyduğum o ses!.
“Yardım ister misin?”
Bu bir tesadüf, bu bir tevafuk olamazdı. Daha önceleri okuduğum bazı tasavvuf kıssalarını hatırladım. Müritlerinin imdadına yetişen mürşitler vardı. Doğru ya!. Ben zaten İsmail'in dükkanına, İsmail'in mürşidini öğrenmek için gitmiştim. Ve orada da, orada da karşılaştığım şahıs, yine aynı şahıstı!.
Yine Said hocaydı!.
Evet, bunların hiçbiri, hiçbiri tesadüf değildi. Heyecanlandığımı hissettim. Sanki bir mucizeyle, açık bir mucizeyle karşılaşmış gibiydim. Said hocaya bakışım değişmeye, çok değişmeye başlamıştı. Said hoca kesinlikle sıradan bir insan değildi!.
“Allah'ım Sana sığınırım, Sana sığınırım” diyerek duada bulundum. Niye böyle dediğimi, niye böyle bir duada bulunduğumu bilmiyorum. Herhalde böyle bir hassas konuda yanlış yapmak, yanılgıya düşmek istemiyordum. Tekrar tekrar Allah'a sığındım, Allah'a tevekkül ettim ve bu tevekkül duygularıyla uyuya kaldım.
Said hocaya gidiyordum.
Said hocayı görecek, onunla açık açık konuşacaktım. Torbalı'ya geldiğimde şaşırdım. Said hocanın nerede, hangi köyde oturduğunu bilmiyordum ki!. Arabadan inerek caddelerde dolaşmaya başladım. Bir yoksul gördüm yol kenarında. Geri dönerek sadaka verdim. Sadakayı aldıktan sonra bana “Şu, şu ilerdeki beyaz otobüse bineceksin” dedi. Şaşırdım fakat hiçbir şey söylemedim yoksula. Doğruca beyaz otobüsün yanma gittim. Nereye gittiğini, nereye gideceğini sormadan bindim otobüse!.
Otobüs sanki beni, sanki benim binmemi bekliyormuş gibi hemen hareket etti. Torbalı'dan çıkarak dağlık bir yöreye yöneldik. Nereye, hangi köye doğru yol aldığımızı bilmiyordum, bilmiyordum ama Said hocaya gittiğimi, Said hocaya yaklaştığımı hissediyordum.
Ortalık aniden karardı!.
Otobüs karanlık bir tünele girmişti.
Bir süre bu tünelin bitmesini bekledim. Bitmiyordu, bitmiyordu bu karanlık tünel. Dışarıdan insan çığlıkları, insan feryatları gelmeye başlamıştı!.
Dehşetle dışarıya baktım!.
Karanlık tünelin loş köşelerinde değişik insan grupla-nnı farkettim. Kimileri oturmuş konuşuyorlar, kimileri içki
içiyorlar, kimileri oynuyorlardı!.
Çığlıklar, o korkunç çığlıklar bunlardan geliyordu, bunlardan geliyordu ama bunlar o çığlıkların hiç farkında değildi!.
O korkunç çığlıklar kendilerinden gelmiyormuş gibi konuşuyorlar, gülüyorlar, oynuyorlardı!.
Otobüs durdu.
Muavin kapıyı açarak dışarıya baktı. Yolcu alacaktı herhalde. Loş köşelerdeki insanlara tekrar baktı. Sonra sağ elini kulağına götürerek ezan okumaya başladı.
Şaşırmıştım!.
Öylece olanları seyrediyordum. Dışarıya baktım. Çoğu insan ezan sesini duymuyordu. Ezan sesini duyan bazı insanlar ise oturuş şekillerini hafifçe değiştiriyorlar sonra yine konuşmaya, sonra yine gülüşmeye devam ediyorlardı.
Ezan bitti!.
Hiç kimse gelmedi, hiç kimse binmedi otobüse!,
Her nedense üzüldüğümü, hüzünlendiğimi hissettim. Ve otobüs hareket etti.
Muavine baktım. Arkadaki koltuğuna oturmuş, teşbih çekerek bir şeyler mırıldanıyordu. Dışarıdan yine feryatlar, yine çığlıklar yükselmeye başladı!. Gözlerim otobüsün kapısına yönelmişti ki korkuyla irkildim!.
Açıktı, apaçıktı kapı!.
Yükseklikten korkan bir insan, yüksek bir uçurumdan aşağıya nasıl bir korkuyla bakarsa, aynı korkuyla bakıyordum açık kapıya!. Sanki bir güç, gizli bir güç beni o kapıya doğru çekiyordu!.
Oturduğum koltuğa sımsıkı tütündüm.
Koltuğun döşemesine geçen, koltuğun döşemesine kenetlenen parmaklanmı bir an gevşetsem, rüzgarın önündeki bir tüy gibi otobüsten dışarıya fırlayacağımı, fırlayıvereceğimi hissediyordum!.
Muavine haykırmak, muavine bağırmak istedim. “Kardaş, ne olursun, ne olursun kapıyı kapat” diyecektim. Haykırmak için ağzımı açıyor ama hiçbir ses, en ufak bir ses çıkaramıyordum. Ağzımın İçinde derin bir boşluk meydana gelmişti. Bu boşlukta ne bir nefes vardı, ne de bir hava.
Sanki uzaydaydım. Havasız konuşulmayacağını yeni anlamış gibiydim!.
Yalvaran gözlerle muavine baktım.
O da bana bakıyor ancak en ufak bir tepki göstermeden teşbih çekmeye devam ediyordu!.
Yaşadığım korku, yaşadığım panik içinde yalnız, yapayalnız kalmıştım. Kendi durumuma kendim de acıdım. Kendim İçin, çaresizliğim için ağlamaya başladım.
Rabbim geldi aklıma!. Hemen o an,
Rabbimi hatırladığım o an “Ya Rab yardım et!.” diye haykırdım. Sesim bütün sesleri bastırmış, sesim bütün çığlıkları susturmuştu!.
Ben de şaşırmıştım!. Muavine seslenmek isterken en ufak bir ses çıkaramayan benden, böylesine gür bir ses nasıl çıkmıştı ki!.
Muavine baktım.
Haykırışımı duymuş olacak ki o da bana tebessüm ediyordu!. Sonra yanımdan, yanibaşımdan bir ses geldi.
“Yardım ister misin?”
Aman Ya Rabbi!. Yine aynı ses, yine aynı sözdü!.
Öylece kalakaldım!.
Alev alev yanan vücudum, serin sulara girmiş gibiydi!. Her tarafımın gevşediğini, her tarafımın rahatladığını hissettim.
Sevinmiştim demiyeceğim.
Çünkü sevinmenin ötesinde sevincin ta kendisi olmuştum. Her şeyim, her hücrem başlı başına bir sevinç olmuştu sanki!.
Başımı yavaş yavaş sesin geldiği tarafa çevirmeye başladım. Başımı yana doğru çevirdikçe otobüsün içi aydınlanıyor, otobüs tünelden çıkıyordu.
Yanımda, yanıbaşimda oturan şahıs, Said hocaydı!. Hiçbir şey söylemeden bana bakıyor, tebessüm ediyordu. Yüzü pırıl pınidı. Otobüsün içini bu nurlu yüz aydınlatmıştı sanki!. Bakışları ise bambaşkaydı. Bana ötelerden, çok ötelerden, başka alemlerden bakıyor gibiydi!.
O mübarek gözlerine bakarak konuşamazdım.
Duygu ve düşüncelerimi bir hareketle, tek bir hareketle gösterebilmek için eline doğru eğildim. Bu mübarek insanın elini öpecek, sonra tekrar öpecek, sonra tekrar öpecektim. Şimdiye kadar hiç yapmadığım, hiçbir kimseye karşı göstermediğim bir tavırdı bu!. Fakat şimdi yapıyordum, şimdi yapmam lazımdı. Çünkü Said hoca hiçbir kimseye benzemeyen mübarek bir insandı. İçimden geçenleri biliyor, dualarımı işitiyor gibiydi!.
Hürmetle eğildim, eğildim, eğildim!.
Ancak garip bir şeyler oluyordu!. Ben Said hocanın eline eğildikçe, eli benden uzaklaşıyordu!.
Derin bir boşluğa eğiliyor gibiydim!. Fakat ne olursa olsun bu eli tutacak, ne olursa olsun bu eli öpecektim. Gözlerimi kapatarak kendimi boşluğa, boşluktaki ele doğru bırakıverdim.
Evet tutmuştum, tutmuştum Said hocanın elini. Hemen dudaklarıma götürerek öpmeye başladım.
Fakat yine, yine hayret ettim!. Ben bu eli öptükçe el katılaşıyor, ben bu eli öptükçe el kaskatı oluyordu!.
Gözlerimi açtım.
Derin bir uçurumun kıyısındaydım. Tuttuğum ve öptüğüm el, bir heykelin eliydi!. Başı kopuk bir insan heykeliydi bu!.
“Buraya gel!.”
Sesin geldiği tarafa döndüm. Said hoca ilerki bir ağacın altında oturuyordu. Suçlu bir çocuk gibi hocanın yanına gittim. Bakışları sert, bakışları şiddetliydi. Birkaç metre önünü işaret ederek “Otur” dedi. Oturdum.
Bir kağıda sarılmış küçük bir şeyi önüme atarak “Bunu al, bu beni tanıman için!.” dedi. Şaşırmıştım!. Kağıdı yerden alırken aynı şaşkınlıkla sordum.
“Bu ne?”
“Sadece benim yaptığım bir şey!.”
Elimdeki buruşmuş kağıda öylece bakıyordum. Açmaya cesaretim yoktu. Bir mucizeyle, apaçık bir mucizeyle karşılaşacakmışım gibiydim.
Bu paketin içinde ne olabilirdi!.
Bir elmas mı, bir yakut mu? Bu değerli insan, alelade bir taşı, mükemmel bir elmas durumuna mı getirmişti?
Ellerim titriyerek açmaya başladım.
Açtım.
Nutkum tutulmuştu!.
Elimdeki kağıdın içinde, fındık büyüklüğünde bir pislik, bir insan pisliği duruyordu!.
Şaşkınlıkla Said hocaya bakarak “Bu bir insan pisliği” dedim.
“Evet, benim pisliğim.”
“Bunu bana niye verdin?”
“Bir mahluk olduğumu anlaman için!.”
Ne diyeceğimi şaşırdım. Öylece kendisine bakıyordum. Yüzündeki öfke, bakışlarındaki şiddet tekrar alevlendi.,
“Ben sana tağutu, beni tağut yerine koyman için anlatmadım. İyi ki peygamberleri ve peygamberlerin mucizelerini görmedin. Yoksa onlara secde etmeye kalkardın!.”
Aman ya Rabbi!.
Ne diyordu bu adam!. Büyük bir utanç altında ezildiğimi, ezile ezile inceldiğimi hissettim. Her an, her yerimden kopabilirdim!.
Durumumu anlamış, durumuma acımış olacak ki bakışlarını biraz yumuşatarak konuşmaya başladı.,
“Bak genç adam!. İnsanı her yerde gören, her yerde işiten ve bütün dualara icabet eden sadece ve sadece Allah'tır. Dualara icabet eden Allah (c.c), kendisine duada bulunan Hz. Nuh'u gemi, Hz. Yunusu balık vesilesiyle kurtardı. Hz. Nuh'un kurtuluşunu gemiden bilmemiz ne kadar saçma ise Hz. Yunusun kurtuluşunu da balıktan bilmemiz o kadar saçmadır. Yegane kurtarıcı, kurtuluş vesilelerini yaratan Allah'tır. Kurtuluşu vesileden bilenler ise bu vesileyi iiahlaştıran sapıklardır. Anladın mı?
Anladım manasına kafamı salladım. Bunu yeterli görmemiş olacak ki tekrar “Anladın mı?” dedi. Kısık bir sesle “Anladım” dedim.
Bu sefer bağırarak sordu.
“Anladın mı?”
Ben de “Anladım, anladım, anladım” diye bağırmaya, bağırarak cevap vermeye başladım.
Ve kendi sesimle, kendi haykırışımla uyandım.
“Anladım!.
İki-üç hafta, gördüğüm rüyanın tesirinde kaldım. Hiç kimseye bu rüyayı anlatmak, hiç kimseye bu rüyanın tabirini sormak istemedim. Çünkü benim için çok net, çok açık, çok anlamlı bir rüyadı bu.
Sadece bu rüya ile ilgili olarak Esma-ül hüsna yani Rabbimizin güzel isimlerini, güzel sıfatlarını anlatan bir kitab aldım. Bu kitabı okudukça, rüyayı ve rüyadaki mesajı daha iyi, daha açık anlayabiliyordum.
Basir olan, Semi olan, Hadi olan, Kadir olan. Malik olan sadece ve sadece Rabbimizdi. Şanı yüce Rabbimizin bu sıfatlarından herhangi birisini bir insana, bir mahluğa nisbet etmek, o insanın gaybı gördüğünü, gaybı bildiğini zannetmek, hiç kuşkusuz ki o insanı, o mahluğu ilahlaştırmaya çalışmaktı!.
Hem neden, neden böyle bir şeye gerek duyacağız ki!.
Bizi zaten her yerde gören, her yerde işiten, gizlimizi ve açığımızı hakkıyle bilen bir îiah'ımız, bir Rabbimiz yok mu?
Ve bu biricik Rabbimiz ve bu biricik İlah'ımız bize yetmiyor mu?
Kendi kendime gülümsedim. Kimi suçluyordum ki!. Bu yanılgıya düşen, bu sapıklığa meyleden kimselerden biri de bendim!. Değerli bir insan, değerli bir müslüman olan Said hoca hakkında yanlış şeyler düşünen kişi bendim!. Hatta ve hatta rüyayı gördükten, rüyadaki açık mesajı aldıktan sonra bile bir an, küçük bir an, bu rüyayı Said hocadan bilme vesvesesine kapılmıştım!.
Rabbim affetsin!.
Hiç kuşkusuz ki her hayır, her hayrın yegane sahibi olan Allah'tandır. Müslümanlar olarak her hayrı Allah'tan bilmemiz ve her hayrı Allah'tan beklememiz gerekiyor.
Rabbime hamdediyorum, şükrediyorum!..
Allah'a olan inancım, bazı hurafelerden annıp temizlendikçe, böylesine temiz bir inancın müslümanlar için ne kadar önemli, ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlıyorum. Yaşadığımız dünyada Allah'a inanan milyonlarca, milyarlarca insan vardı.
Allah'a inanmak önemliydi, önemliydi ama bu inancı değerli kılan unsur, bu inancın her türlü hurafeden, her türlü şirkten uzak olmasıydı.
Her şeyin yegane sahibi, her şeyin yegane Hakimi Allah idi!.
Bir insan için en büyük paye ve en büyük onur, şirk koşmadan Allah'a inanması ve yine şirk koşmadan Oha kul olmasıydı!.
Gerçek onur ve gerçek izzet buydu!.
“Sen kimsin, sen neyin nesisin?" dediklerinde, gözleriyle arşı işaret edip “Ben bu arşın sahibi olan Allah'ın kuluyum” diyebilmesiydi.
Ve ben, ben Selçuk, Allah'a hamdolsun ki, hamdımı işiten bu Rabbimin kuluyum.
Artık yalnız, artık çaresiz değilim!
Çünkü her şeye Kadir, çünkü her şeye Hakim bir Rabbim vardı artık!. Bu Rabbim öylesine merhametli, öylesine şefkatliydi ki, bana, benim gibi aciz bir mahluğa, aziz bir vekil olabileceğini vadediyordu!.
Allah'ın bir mü'mine, Allah'ın bir müslümana vekii olması!.
Tüylerimi bile ürperten, tüylerimi bile kıyama kaldıran, tüylerime bile izzet veren bir nimetti bu!. Alemlerin Rabbi olan Allah'a yönelerek “Hasbinaüahuvenimelvekil” diyen Selçuk, artık yalnız, artık çaresiz değildi!.
Rahman ve Rahim olan bir Rabbim vardı!.
Beni her yerde ve her zaman gören, bana benden daha yakın olan bu Rabbimie birlikte yürüyor, bu Rabbimie birlikte oturuyor, bu Rabbimie birlikte yaşıyordum!.
Sana Senin layık olduğun gibi hamdolsun, Sana Senin layık olduğun gibi şükürler olsun Ya Rabbi.
Ve aradan günler ve aradan aylar geçti.
Geçen hafta, altı ay dolmuştu. Birkaç ilaçla beraber bitki tedavisine de devam ediyordum. Başağnlanmda önemli bir artma, önemli bir değişiklik olmadı. Bu geçen süre zarfında değişen bendim, değişen ailemdi, değişen aile hayatımızdı. Temiz, tertemiz, pırıl pırıl bir yaşantı içine girmiştik. Bu dünyaya ne için geldiğimizi biliyor, yaşamımızı bu bilinçle sürdürüyorduk. Bizleri dirilten, yaşamımıza aydınlık bir anlam veren bir bilinçti bu.
Hafızasını yitiren bir insan, uzun yıllar bu durumda kaldıktan sonra hafızasına-kavuşunca ne hissederse, aynı şeyleri hissediyor gibiydim. Bu hastalık vesilesiyle mazimi, bu hastalık vesilesiyle kalu belayı, bu hastalık vesilesiyle Rabbimi ve Rabbime verdiğim sözü hatırlamıştım. Ne olduğum, kim olduğum belliydi artık. Daha önceleri sahip olduğum bütün etiketleri, bütün sıfatlan terketmiş, sadece bir sıfata, sadece bir kimliğe sımsıkı sarılmıştım. Bana onur veren, bana izzet veren bu kimlik, Allah'a kul olmak kimliği idi!.
Bu arada Said hocayı iki-üç kere daha gördüm. Yine konuştuk, yine sohbet ettik. Fabrikaya iki kez gelerek, bütün işçilere çok anlamlı tebliğlerde, çok güzel nasihatlerde bulundu. Fabrikadaki birçok işçiyle sıcak ilişkiler kurdu. Sanki onlara daha fazla yakınlaşmış, sanki onları benden daha fazla sevmiş gibiydi!.
Kıskanmadım!.
Ona karşı sevgim, ona karşı saygım daha da arttı.
Ne güze! bir insan, ne güzel bir kuldu bu!.
Doktor Zekai ise geçen ay bir trafik kazasında ölmüştü. Bana ölüm haberini verirken, hiç kuşkusuz ki benden önce öleceğini bilmiyordu!.
Alnımdaki tümörün son durumunu öğrenmek için Şirin'in ısrarıyla yeni bir tomografi daha çektirdik. Aslına bakılırsa ben bunu hiç istemiyordum. Tümör büyüdü mü, küçüldü mü hiç merak etmiyordum.
İlgi ve dikkatimi Allah'a yöneltmiştim.
Hayat damarım, Allah'ın elindeydi.
O dilediği zaman, dilediği yerde, dilediği şekilde bu damarı koparacaktı.
Hatta şimdi, hemen şimdi de koparabilirdi!.
Rabbim şahit oîsun ki bu düşünce bana artık bir korku, bir endişe değil, umud dolu bir hoşnutluk veriyordu. Çünkü müslümanca yaşamak ne kadar güzel ise, müslümanca ölmek de o kadar güzeldi.
Boynum bükük ve alnım açıktı Rabbime karşı!.
Her şeyin mutlak sahibi, mutlak hakimi olarak sadece Rabbimi görüyor ve bu inançla yöneldiğim Rabbime, bu inançla kulluk yapmaya çalışıyordum.
Bu hal üzere ölmek demek.
İnşallahu Teala Rahmanın rahmetiyle kucaklaşmak demekti. Şanı yüce Rabbimin beni samimi bir müslim kimliği üzere öldürmesi, bana “Ey kulum. Artık senden razı oldum, artık senin imtihanını bitirdim” demesiydi!.
Önemli olan bu kimliği, önemli olan bu samimi ve gayretli müslim kimliğini kaybetmeden Azrail (a.s.)'la selamlaşmak ve ölümle kucaklaşmaktı!. Çünkü bu hal üzere gelen ölüm, cennete ve cennetin sahibine kavuşmak demekti. İnşaallah, inşaallah ya Rabbi Şirinle tekrar doktora gittik. Çekilen tomografiye göre tümörün aynı yerde varlığını sürdürdüğü ancak önemli bir gelişme göstermediği söylendi.
Ne üzülmüş ne de sevinmiştim bu haber karşısında!.
Belki garip bir duygudur ama bu tümörün kurumasını, bu tümörün yokolmasını istemiyordum. Çünkü alnımdaki bu tümör, maden ocaklarında çalışan işçilerin alnındaki fener gibi yolumun aydınlanmasına vesile olmuştu.
Ne bileyim, sanki seviyordum, sanki seviyordum bu tümörü!. Bunu bir tümör olarak değil, alnımdaki bir ışık olarak görüyordum!.