KURBAN KESME VE MEKKE'YE DÖNÜŞ
MEKKE'DE SON GÜNLER VE VEDA TAVAFI
MEDİNE'YE HAREKET VE MEDİNE GÜNLERİ
Rahman ve Rahim olan Allah 'in adıyla.
Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (c.c.)'a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, Efendimiz, önderimiz, Rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.
Rabbimizin bazı özel nimetlerine ve hikmetlerine talip iseniz, karşılaştığınız her nimeti ve her hikmeti herkesle paylaşmamak durumundasınız. Çünkü Rabbimizin lutfuyla elde ettikleri her nimeti ve her hikmeti geneüe paylaşmaya meyyal kimseler, özel değil genel nimetlere, genel hikmetlere layık olabilecek kimselerdir.
Bilmiyorum neden, umre ve hac olayında derinden teneffüs ettiğim birçok duygu, insanlara açmak ve insanlarla paylaşmak istemediğim duygulardı Rabbimin lutfuyla yaşadığım bu duyguları insanlara açtığım, insanlarla paylaştığım zaman, bütün bunları kaybedeceğim, bütün bunları yitireceğim endişesini hissediyordum!. Dolayısıyla hac ve umre konusunda böyle bir kitab çalışmasına girmeyi, gönlümden rahmet yüklü bu küçücük bohçayı açmayı hiç düşünmemiştim!.
Ancak olaylar farka gelişti!.
Önceleri söz ve konuşma düzleminde açıldı bu küçücük bohça!. Yakın çevremdeki kardeşlerimle, arkadaşlarımla paylaştım bu güzel duyguları Allah'a hamdolsun ki hem benim, hem de kardeşlerim için rahmet oldu bu konuşmalar. Daha önceleri umre ve hacca giden bazı kardeşlerimin Biz nereye gittiğimizin, ne yaptığımızın pek farkında değilmişik. O beldelere tekrar gitmemiz gerek1, sözlerinden ise üzülerek etkilendim!.
Bu arada bir duamı, Kabe-i Muazzama'da yaptığım bir duamı hatırladım!. Hacca giderken benden dua isteyen tüm kardeşlerimi, Mescid-i Haram'ın muhteşem bir atmosferindeyken hatırlamış ve Rahman olan Rabbimden tüm kardeşlerim için manaca derin, amelce salih bir hac dilemiştim. Çünkü beni dirilten, her hücremi kıyama kaldıran o rahmet iklimini derinlemesine teneffüs ederken, benden dua istiyen kardeşlerim için bundan daha iyi, bundan daha güzel bir dilek düşünemezdim!.
Hatırladığım bu duanın, hiç kuşkusuz id benimle ilgili ameli bir yönü de vardı. Çünkü bu duada ne kadar samimi isem, bu duanın gerçekle şebilmesi için o kadar çalışmam ve haccın mana yönüne küçük, küçücük de oba bir ışık tutabilmem gerekiyordu. Dolayısıyla bu kitab çalışması, söz konusu duanın benimle ilgili ameli bir yönüdür.
Gerçi neyi ne kadar açabileceğimi, neyi ne kadar anlatabileceğimi bilmiyorum!. Sımsıcak manaların buz gibi kalıplarda dondurularak harflere, kelimelere ve cümlelere dönüştürülmesiyle, Hz. İbrahim (a.s.)'ın sabrı, sebatı ve tevekkülü, Hz. Hacer validemizin Rabbe münacaatı, Resulullah (s.a.v.)'in şefkat ve merhameti ne kadar anlatılabilinir kıl.
Bu konuda ne yazarsak yazalım, ne kadar kalbi cümleler kullanırsak kullanalım, bütün bu yazılanlar Kabe'ye giden yolda sadece tek cümlelik bir yol levhası olabilecektir.
Kabe-i Muazzamaya gider.
Hepsi bu, yazdıklarımızın ve yazabileceklerimizin hepsi bu kadar. Mesela Kabe'nin olağanüstü görkemini anlatmak için kullandığımız Muazzam kelimesine dikkatlice bir bakın.
Muazzam!.
Soruyorum size, yedi harflik bu kelimede gördüğünüz, görebildiğiniz bir muazzamlık var mı? Bu kelimeyi ne kadar büyük, ne kadar güzel yazarsak yazalım, muazzamlık kazanabilir mi?
Hayır, tabi ki hayır!. Asıl gerçek, bu kelimelerin çok. çok üstünde, bu yol levhasının çok çok versindedir. Dolayısıyla bu kitab çalışmasında önemli olan ve önemsenmesi gereken husus kelimelerden ve cümlelerden oluşan yol levhası değil bu küçücük yol levhasının göstermeye çalıştığı Kabe gerçeği ve Kabe'nin manevi iklimidir!.
Evet, bu kitab çalışması her ne kadar hacca gidebilecek müslümanlar için haccın mana yönüne tek gözlü bir rehber, küçük bir ışık niteliğinde olacaksa da; hacca gitmeye güç yetiremeyen müslümanlarla bu muazzam olayı paylaşabilmeyi, onlara bu rahmet iklimini az da oha teneffüs ettirebilmeyi amaçlayacaktır. Rahman olan Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de mü'minlerin kalplerini birleştireceğini vadetmektedir. Dolayısıyla zikrettiğim amacın gerçekleşebilmesi konusundaki bütün umudum, Rabbimizin bu vaadindedir. Çünkü kaskatı cümlelerdeki buharımsı anlam, ancak ve ancak Rabbimizin bu vaadinin gerçekleşmesiyle birbirimize iletebileceğimiz, birbirimizle paylaşabileceğimiz bir anlamdır. Duamız sadece Allah'adır.
Mehmed Alagaş İzmir - 1999
Bazen sıkıldığınızı, bazen bunaldığınızı hisseder, bütün sorunlardan uzaklaşmak için bir yerlere kaçmaya, eksiklerinizi gidermek için bir yerlere gitmeye karar verirsiniz. Ve iç dünyanızda küçük bir fısıltı ile önemi büyük bir soruyu seslendirirsiniz.
Nereye gideyim?
Bu sorunun cevabı kimlik ve kişiliklere, çevre ve imkanlara göre değişebilir. Manevi sıkıntılardan uzaklaşabilmek için gidiien ya da gidilmek istenilen yerler, çoğu kez maddi alemde güzel denilen yerlerdir. Betonarme şehir yaşantısında bunaian insanlar için yemyeşil dağlar, serin yaylalar veya mavi denizler genellikle tercih edilen yerlerdir. Manevi sıkıntılarını veya eksiklerini, maddi nedenlere bağlayan ve çözümü yine maddede arayan bu aniayış, maddi alemin şimdiki zamanla sınırlı kısır ikramıyla yetinmek zorundadır.
Günümüzdeki birçok müslümanı veya müslümanım diyen kimseleri de böylesi bir cahili anlayıştan müstağni görebilmemiz mümkün değildir. Çünkü manevi açlıklarını, maddi alemde gidermeyi önceleyen bu şaşkınlar da yazlıklarıyla, kışlıklarıyla ve büyük bir cüretle “Cennetten bir köşe” dedikleri sayfiyelik tesisleri ile “Nereye gidelim?” sorusuna beş yıldızlı cevaplar verebilmektedirler!. Bir çuval pirince açlık çekerken, kırık bir pirinç tanesiyle yetinmek zorunda kalan bu anlayış; tüm arayışlarını bütün bir ömür boyu sürdürse de, gideceği hiçbir yerde aradığı mutmainliği bulamayacak bir anlayıştır. Oysa yaşadığımız sıkıntılar, içine düştüğümüz bazı bunalımlar açık bir gerçektir. Birçok konuda eksikliklerimizin olduğu da doğrudur. Bütün bu sıkıntılardan ve bunalımlardan uzaklaşabilmek, bütün bu eksikliklerimizi giderebilmek için sorduğumuz “Nereye gideyim?” sorusu da, elbetteki sorulması gereken doğru bir sorudur. Peki, sorulması gereken bu doğru sorunun, doğru cevabı ne ola ki!.
“Nereye gideyim?” sorusuna nasıl bir cevap bulmalıyız ki, bu cevapla birlikte diğer aradıklarımızı da bulmuş olabilelim!. Bu soruya nasıl bir cevap verelim ki bulduğumuz bu cevab dertlerimizi devaya, bunalımlarımızı göz ve gönül aydınlığına çevirebilsin!.
“Nereye gideyim?”
Bu önemli soruyu nefsinize yöneltip, nefsani cevaplarla didişmek istemiyorsanız, her meselede her müminin yaptığı ve yapması gerektiği gibi öncelikle Kur'an-ı Kerime yöneliyor ve bu dosdoğru sorunuzu, doğrunun en temiz kaynağı olan Kur'an'a soruyorsunuz.
“Nereye gideyim?”
Kur'an-ı Kerim'e yönelttiğiniz bu soru, suya atılan bir taş gibi halkalar meydana getirmekte ve birbirini takip
eden her halka, birbiriyle uyumlu cevaplar vermektedir.
Ne için yaratıldığınızı ve ne olduğunuzu bilerek kendinize gelin, kendinize gidin. Aile sorumluluğunuzu ve ne yapmanız gerektiğini bilerek evlerinize gidin… Sıla-i rahimde bulunun, akrabalannıza gidin... Yakın çevrenizdeki yardıma muhtaç yoksullara gidin, düşkünlere gidin, hastalara gidin... İslam'ı anlamak ve İslam'ı anlatmak için insanlara gidin...
Hiç kuşkusuz ki önce bunları, önce bu cevaplan yaşıyorsunuz. Daha sonra ise Kur'an-ı Kerim'in birer birer verdiği bu cevaplan birer birer yaşayan ve yaşamaya çalışan bir mü'min olarak, sorularınıza devam edebilme hakkını kendinizde görebiliyor ve başınızı gönlünüzün en alt noktasına eğerek “Peki sonra, sonra nereye gideyim?” diyorsunuz. Nitekim bu son sorunuz ile cevapların en büyüğü, cevapların en görkemlisiyle karşılaşmaya başlıyorsunuz.
“Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Ka'be)dir.”,“Orada apaçık ayetler (ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenlikdedir. Ona bir yol bulup güç Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre saparsa, kuşku yok, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır.” [1]
“Hani Biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik) Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kiyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.”,“İnsanlar içinde haca duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardarı (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.”,“Kendileri için birtakım yararlara şahid olsunlar ve kendilerine nzık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun.”,“Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler, Beyti Atik'i tavaf etsinler”. [2]
Evet, sorduğunuz son güzel soruya, güzelin gerçek sahibi olan Rabbimizin verdiği cevap, biz müslümanların dikkate alması, düşünmesi ve anlamaya çalışması gereken bir cevapdır. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bizleri Beytullah'a, bizleri Kabe-i Muazzama'ya, bizleri gerçek bir hanif, gerçek bir halil olan İbrahim (a.s.)'a, bizleri alemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah (s.a.v.)'e ve bu seçkin insanların yaşadıkları kutsal beldeye davet etmektedir.
Önce susuyorsunuz!.
Bu güzel daveti ve bu güzel davetin Sahibini düşünüyorsunuz..
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) tarafından ciddiye alınmanın verdiği onurla hafifçe ürperdiğinizi ve içinizin bir hoş olduğunu hissediyorsunuz. Kabe'nin Rabbi, Kabe'nin sahibi olan Allah (c.c.) sizlere gerçek bir değer vermekte ve sizleri Kabe'sine, sizleri Bey fine davet etmektedir.
Ne diyeceğinizi şaşırıyorsunuz!.
Aklınıza ilk gelen, hali vakti yerinde birçok insanın esneyerek verdiği “Şimdi olmaz. İnşaallah ilerde, inşallah yaşlanınca!.” cevabı oluyor. Önce aklınıza, sonra dilinizin ucuna gelen bu cevabı biraz düşününce, dilinizin ucunda bir leş varmış gibi tiksindiğinizi hissediyor ve bu leşi hiç kimsenin göremeyeceği bir çukura tükürmek istiyorsunuz. Çünkü iman ettiğiniz Kur'an-ı Kerim'de bu İlahi davetin sahibi olan Rabbimiz “Ona bir yol bulup güç yetirenkrin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” buyurmaktadır.
Ve bu davete ve bu İlahi davete icabet edememenin yegane haklı nedeni, bu davete güç yetirememektir. Hacca gitmeye güç yetirebiliyorsanız ve içinde bulunduğunuz şartlar itibariyle hacca gidebilecek bir durumdaysanız, ilk fırsatta hacca gitmemeniz için başka hiçbir haklı nedeniniz, başka hiçbir haklı mazeretiniz yoktur. Önemli olan Kabeye gitmenin bir yolunu bulmak ve bu yola güç yetirebilmektir.
Peki siz, siz buna güç yetirebilecek olan müminlerden misiniz?
Gerçi her insana göre farklı cevaplar bulabilen bir sorudur bu!. Parası olanların zamanı, zamanı olanların parası olmaz genellikle!. Kazançh gözüken bir yatırım için gözünü kırpmadan varını yoğunu satabilen veya bu yatırıma aylarını, yıllarını ayırabilen birçok kimse; iş hacca gitmeye geldimi yedi günün hesabını yapabilmekte veya yedi sülalesinin, yetmiş yıllık istikbalini düşünebilmektedir!.
Oysa hacca gitmek bir darlık değil bin genişlik, bir yoksulluk değil bin zenginlik, bir kıtlık değil bin bolluk, bir azlık değil bin bereket vesilesidir. Dolayısıyla bütün bunları bilen ve bütün bunlara iman eden bir mü'min olarak Rabbinizin daveti karşısında hiç bocalamadan, hiç oyalanmadan gönlünüze yöneliyor ve gönlünüzden yükselen şu cevabı açık bir şekilde ifade ediyorsunuz.,
“İnşaallah!.
İnşaallah en kısa zamanda!. İnşaallah ilk fırsatta Ya Rabbi!..
Sizi yaratan ve yaşatan Rabbinizin İlahi daveti ile karşılaşan bir mü'min olarak, içinde bulunduğunuz durumu gözden geçiriyor ve umreye ya da hacca gidebilecek imkanlara sahip olup-olmadığımzı düşünüyorsunuz. İlk genel değerlendirmenizde ev ve iş gibi asli ihtiyaçlarınızın dışında böyle bir imkana sahip olduğunuzu görmenize rağmen nefsinizden şöyle bir vesvesenin fısıldandığını duyabilirsiniz.
Hacca gitmeye imkanım var ama daha şunlan şunları yapmam, bunlara bunlara vakit ayırmam da gerekli!.
Bu vesvese karşısında duraksadığınızı hissediyorsunuz. Çünkü sizlere akli, sizlere mantıklı gelen gerekçelerdir bunlar. Gerçekten o işleri de yapmanız, bu işlere de vakit ayırmanız gereklidir!. Bir tercihle karşı karşıya olduğunuzu biliyor fakat karar veremiyorsunuz!.
Oysa sizleri Beytullah'a davet eden ve sahip olduğunuz imkanları kazanmanızı nasib eden Rabbiniz, asıl itibariyle sizleri hem davet eden ve hem de uçak biletleriniz dahil bütün masraflarınızı lutfuyla sizlere nasib eden, sizlere gönderen bir davet sahibidir. Sizler ise sahip olduğunuz bu imkanlan kendinizden, kendi çalışmalarınızdan bilerek, “Bu imkanlarım ile hacca mı gideyim yoksa şu işlerimi mi yapayım?” diye düşünüyorsunuz!.
Tabi ki tercih sizin!.
İsterseniz sizlere lütfedilen imkanlar ve uçak bileti ile Beytullah'a gidersiniz, isterseniz uçak biletini satarak bu imkanla bir hacetinizi giderir, bir def-i hacet yaparsınız!.
İsterseniz falanca işleri erteleye erteieye Beytullah'a gidersiniz, isterseniz haccı erteleye erteleye kabire gidersiniz!.
İsterseniz ne yaptığını bilen ve çevresindekilere yardım eden dinç bir müslüman olarak Kabe'yi tavaf edersiniz, isterseniz çevrenizdekilerden yardım dilenen aciz bir ihtiyar olarak tahtıraverana bindirilir ve kendisi tabuta, üstünde oturanı ise mevtaya benzeyen bu tahterevanlar ile Kabe etrafında döndürülürsünüz!.
Tercih sizin!.
İşte bu noktadaki tercihiniz İlahi davete icabet etme noktasında olduğu zaman, önce Hak'kın sonra halkın duyacağı bir cümle ile bu niyetinizi ifade ediyorsunuz.
Niyet ettim hacca gitmeye..
Niyet ettim Beytullah'a gitmeye.. Bu niyetinizi duyan ancak ne anlama geldiğini yeterince anlamayan bazı tanıdıklarınız, sizlere değişik sorular yöneltmeye başlıyorlar.”
“Neden niyet ettin ve neden gidiyorsun hacca?
“Arabistan'ı gezip, görmek için mi?”
“Araplara döviz götürmek için mi?”
“Hacı olmak için mi?”
“Hacı desinler diye mi?”
“Neden niyet ettin ve neden gidiyorsun hacca?”
Değişik insanlardan gelen bu değişik sorular karşısında ne cevap vereceğinizi hiç şaşırmıyor ve hacca gitme nedeninizi tek bir cümle ile ifade ediyorsunuz.
“Rabbimin emri, Rabbim çağırıyor ve ben gideceğim?”
Bu kısa cevabın derin manasını anlamasanız da, nedenini, niçinini, hikmetini yeterince bilmeseniz de bu cevaba kilitleniyor, bu cevaba sımsıkı tutunuyorsunuz.
“Rabbimin emri, Rabbim çağırıyor ve ben gideceğim?”
“Neden gideceksin?”
“Bilmiyorum, Rabbim çağırıyor.”
“Gideceksin de ne olacak?”
“Bilmiyorum, Rabbim çağırıyor.”
“Bunun hikmeti ne?”
“Bilmiyorum, Rabbim çağırıyor. Ve susun ve soru sormayın artık!. Çünkü hiçbir felsefi ve akademik sorunun, hiçbir felsefi ve akademik cevabını bilmiyorum, bildiğim ve iman ettiğim gerçek şu.”
Rabbim çağırıyor.
Bunun için yollara düşecek ve Rabbimin bu emrini yerine getirmek için Kutsal topraklara gideceğim. Onun için susun, hepiniz susun ve önümden çekilin, Rabbim çağırıyor.”
Evet, ciddi ve samimi bir şekilde niyetlendiniz artık. Bu apaçık niyetinizde koyulaşmanıza ve netleşmenize rağmen halk arasında sıkça kullanılan “Hacılık nasip olmayacak kişiyi deve üstünde yılan sokar” atasözünü hatırlıyorsunuz. Bu kuşku sizi rahatsız ediyor ve boynunuzu bükerek usulca fısıldıyorsunuz.
Ben niyet ettim. Sen nasib et Ya Rabbi...
Hocca girmeye niyet ettiniz.
Mü'mine bir bacımızla evliyseniz ve maddi durumunuz da müsaitse, elbetteki eşinizle birlikte gitmelisiniz. Çünkü mü'min bir erkeğin, mü'mine bir hanımına helal rızıktan sonra verebileceği en güzel şeylerden birisi, hanımını helal parayla hacca götürebilmektir. Bu arada şu hususu da belirtmek isterim ki şayet çok yaşlı veya hasta iseniz, kendi yerinize (maddi açıdan hacca gidebilecek durumda olmayan) genç bir müslüman yakınınızı göndermeniz, hem sizin ve hem de bu genç müslüman açısından çok rahmetli bir karar olacaktır. Çünkü kanaat ve gözlemlerime göre şartlar icabı vekaleten yapılması gereken ve kalbi bir mutmainlikle yapılabilecek olan en öncelikli amel, hac amelidir, Doiayısıyle bütün bu hususları dikkate alarak son bir değerlendirme yapıyor ve durumunuza en uygun karan veriyorsunuz.
Allah nasib ederse artık hacca gidecek ve yaklaşık olarak bir ay kadar ailenizden, yakınlarınızdan uzak kalacaksınız. Tabi ki geçindirmekle mükellef olduğunuz insanla, sizin yokluğunuzda bir sıkıntıyla karşılaşmamalan için gerekli önlemleri alıyor, gerekli nasihatlerde bulunuyorsunuz. Kabe'yi tavaf ederlerken ellerindeki cep telefonlarıyla iş talimatı veren şaşkınlara benzememek için, bütün işlerinizi yoluna koyuyor veya kısmi bir rölantiye alıyorsunuz.
Günler yaklaşmaktadır!.
Artık size gelen veya sizin gittiğiniz tanıdıklarla hacdan önceki son hasbıhallerinizi yapıyor ve bu hasbıhaller sonunda onlara “Allahaısmarladık” derken, onlardan helallik diliyorsunuz.
“Hakkını helal et, hakkınızı helal ediniz!.”
Helallaşmak!. Hacı adayı İçin, hacca hazırlığın en önemli rüknüdür bu!. Tanıdıklarınız arasında “Bunların bana hakkı geçmiştir, şuniarın ise geçmemiştir” ayırımını yapmadan, hepsiyle helallaşmak, helailaşmaya çalışmak.
Çünkü çocuklannızın, çünkü yanınızda çalışan insanların, çünkü devamlı yardımlarda bulunduğunuz fakat bu yardımlarda buiunurken bilmeyerek incittiğiniz yoksullann dahi sizlerde hakkı olabilir. Bu nedenle hiçbir ayırım yapmadan tanıdığınız herkesle helallaşıyor, helaüaşmaya çalışıyorsunuz.
Hacca gitmeden önce helallaşmayı bu derece önemseyişiniz, bazı kimselere biraz tuhaf gelebilir. Helallaşmayı geçmiş dönemlerdeki zor yolculuk şartlanna nisbet eden bu kimseler “Üç ay gibi zorlu bir yolculukla hacca gidilen o dönemlerde, bu yolculukta nelerle karşılaşacağı ve kimlerin dönüp-dönemeyeceği hiç belli değildi. Şimdi ise üç saat gibi kısa sürede uçakla gidip geliniyor” diyebilirler!.
Tabi ki katılmıyorsunuz böyle bir yaklaşıma!.
Çünkü yolculuk şartları ister kolay olsun, ister zor, günümüzdeki hiçbir hacı adayının da dönüp-dönmeyeceği belli değildir. Kaldı ki bu ciddi mesele, hacı adayının dönüp dönmemesiyle, ölüp-ölmemesiyle sınırlı bir mesele de değildir.
Bu yolculuk, Allah'a bir yolculuktur.
Bu gidiş, Allah'a bir gidiştir.
Böyle bir yolculukla, böyle bir gidişle varacağınız yer, Beytullah'dır. Nasib olursa Beytullah'a varacak ve bu kutlu beytin sahibine “Geldik, geldik Ya Rabbi” diyeceksiniz. İşte bu tekmili gönül rahatlığı ile verebilmeniz için, Rabbinizin huzuruna sırtınızda kul haklan gibi büyük bir kamburla değil, Allah'ın kullanyla helallaşmanın verdiği bir hafiflikle, bir temizlikle çıkmaya çalışmanız gerekmektedir.
Öyle değil mi?
Uzun yıllardır özlemle ve heyacanla beklediğiniz o gün geldii. Artık bir Kabe yolcusu olarak yollara düşecek, Rabbinizin beytine, Beytullah'a doğru gideceksiniz.
İstanbul, Ankara veya İzmir gibi Suudi Arabistan'a direk uçuşlann olmadığı bir şehirdenseniz, ilk yolculuğunuz bu şehirlerden birisine oluyor. Genelde otobüslerle yapılan bu ilk yolculuk, hacı adaylannin yakınlarıyla vedalaştığı, hayır ve rahmet dualarıyla uğurlandığı bir yolculuktur. Sizleri yolcu etmeye gelen yakınlannızia, dost ve ahbablannızla derin duygular içinde son konuşmalarınızı yapıyor ve hepsine “Allahaısmarladık” diyorsunuz. Bütün sevdiklerinize arkanızı dönerek ve yüzünüzü Rabbinize yönelterek ilk yolculuğunuza başlıyorsunuz.
Havaalanına geldiğinizde büyük bir kalabalık, büyük bir hareketlilikle karşılaşıyorsunuz. Çevre illerden gelen hacı adaylarının hepsi havaalanına doluşmuşlar, genellikle ne yapacaklannı bilmeyen heyecan dolu gözlerle etraflarına bakmıyorlar. Diyanet işleri tarafından hepsine tek tip elbise giydirilmesine rağmen, hepsi ayrı bir insan, hepsi ayn bir alem gibi!.
Altmış yaşlarında iki kadına bakıyorsunuz. O yaşlarıma kadar köylerinde yaşayan, köylerinin bağlı bulunduğu şehre değil kasabaya bile inmeyen bu kadınlar, bir büyük şehrin, bir büyük havaalanına gelmişler ve birbirlerinin ellerini sımsıkı tutarak ürkek gözlerle etraflarına bakıyorlar. Sanki ilkokula yeni giden iki kız çocuğu gibi heyacanlı, iki kız çocuğu gibi saf vp temizler. Birbirlerinin elini bıraksalar, birbirlerini kaybedecekler, kaybolacaklar gibi!. Bu temiz insanlara sizlerde tertemiz duygularla bakıyor ve onlar için Rabbinize dua ediyorsunuz.
Diğer tarafta köyde muhtarlık, askerde onbaşılık yapmakla herşeyi bildiklerini, her işi halledebileceklerini zanneden ve bu eda ile ortalıkta dolaşan fakat dolaşmaktan başka hiçbir şey yapamayan bilgiçler!. Bir diğer tarafta aile içi otoritesini kalabalıklar arasında da ispatlama gayretine düşen ve bu gayretle hanımlanna sert çıkışlarda bulunan zorba erkekler!. Hacı adaylarının bu değişik görüntüler arasındaki en belirgin ortak yönleri ise, üzerlerindeki tek tip elbiseler ve hepsinin gözlerindeki ne yapacağını pek bilemeyen bakışlar!.
Ne yapacaklannı bilemeyen bu insanların öğrendikleri ve bütün bir hac yolculuğu sırasında hiç unutmadıkları tek şey, kafile reisleri!. Ana tavuğun arkasından koşuşturan civcivler gibi, herkes kendi kafile reisinin arkasından koşuşturmakta!.
O nereye giderse, peşindekiler de hurraa oraya!.
Kafile reisi bazen duruyor ve kafilesine dönerek “Sizler burada durun, sakın hiçbir yere dağılmayın. Ben şu işleri halledip geleceğim” diyor. Yüksek sesle ve tane tane söylediği bu sözlerden sonra işini halledeceği yere giderken bakıyorsunuz kafile ikiye ayrılmış!. Verilen emiri duyanlar olduklan yerde beklerken, emiri duymayanlar veya yeterince anlamayanlar yine kafile reisinin peşinde!.
Bütün bu hengameler arasında bilet ve vize kontrol işleri yapılıp, valizler uçağa gönderiliyor. Önce Medine'ye değilde Mekke'ye gidecekseniz, mikat yerini havada geçeceğinizden hac veya umre için ihrama girmeniz gerekiyor. Bildiğiniz gibi hac ibadetimizi ifrad, Temettü ve Kıran haccı olmak üzere üç şekilde eda edebilmemiz mümkündür. İfrad haccı, umresiz yapılan hacdır. Hacdan önce umre yapmayıp, sadece hac için İhrama girerek hacctnı eda edenler, ifrad haccı yapmış olurlar. Temettü haccı, aynı yılın hac aylan içinde önce umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra hac için tekrar ihrama girilip, haccın eda edilmesidir. Kıran haccı ise umre ve haccın bir ihramda ve bir niyyette birleştirilmesidir. Umre ve haccın ikisine birden niyyet ederek umreyi yaptıktan sonra ihramdan hiç çıkmadan hac menasikini de eda edenler, kıran haccı yapmış olurlar. Menasik kitablannda geniş ve yeterli anlatımını bulacağınız bu meselelere fazlaca girmemize gerek yoktur.
Bu kısa açıklamamızdan da anlaşılacağı üzere yapacağınız hacca göre, mikat sınırına gelmeden umre veya hac için ihrama girmeniz gerekmektedir. Uçakta ihrama girmek zor olabileceğinden uçağa binmeden önce hacılar için aynlan özel bölmelerde ihrama girme hazırlığı yapıyorsunuz. Gerçi yola çıkmadan önce tırnaklannızı kesip, koltukaltı ve kasık kıllarını temizleyip, gusledip ve güzel kokular sürünerek bu hazırlığınızı yapmıştınız. Burada sadece bir abdest tazeliyor ve iki parça olan ihramınızı koltuğunuzun altına alarak özel bölmelere gidiyorsunuz. Evet, ihrama gireceksiniz!.
Peki nedir ihram ve nedir ihrama girmek?
İhramın en kısa ve en doğru tarifi kefendir. Dikişsiz ihram, dikişsiz bir kefen gibidir. İhrama girmek, ölmeden önce ölmek, ölmeden önce kefenlenmek gibidir.
Bu nedenledir ki mikat yeri, Rablerine doğru yolculuğa çıkan insanlann kendilerini dünyadan arındırdıkları, dünyevi giysilerden, dünyevi sembollerden uzaklaştıkları, kendi kendilerini kefenledikleri, kendi kendilerine kefen giydirdikleri bir yerdir. Ne kadar zengin veya ne kadar fakir olursanız olun, zenginlerin pahalı, fakirlerin yamalı elbiselerini çıkararak aynı ihrama girdikleri, aynı ihram ile Rablerine yöneldikleri bir yerdir mikat yeri.
Mikat yerine kadar kaliteli elbiselerle, etiketli kıyafetlerle, yıldızı bol üniformalarla gelenlerin, mikat yerinden böylesi kıyafetlerle geçebilmesi mümkün değildir.
Soyunacaksınız!.
Zenginliğinizin işareti olan giysilerden, makamınızın işareti olan kıyafetlerden, rütbenizin işareti olan apoletlerden uzaklaşacaksınız!. Rızasına yöneldiğiniz ve beytine doğru yürümekte olduğunuz Rabbiniz, sizin üstünüzdeki kıyafetlere nasıl ki önem vermiyor, sizleri üzerinizdeki elbiselere göre nasıl ki tanımlamıyorsa, sizler de böylesi dünyevi kıyafetlere önem vermeyecek, kendinizi ve başkalannı bu kıyafetlere göre tanımlamayacaksınız.
Soyunacaksınız, çıkaracaksınız üzerinizdeki bütün elbiseleri ve hepiniz aynı ihrama ve hepiniz aynı kefene girerek, Rabbinizin rızasına doğru yürüyeceksiniz. Bundan böyle kıyafetlerden kaynaklanan bir ayrıcalığınız, yıldızı bol apoletlerden kaynaklanan bir rütbeniz yok!. Hepiniz iki parçalık aynı ihram içindesiniz. Artık yegane ayrıcalığınız salih ameller, artık yegane rütbeniz takva!.
İhrama girmek için özel bölmelere giderken, hep bunian düşünüyor, hep bunlan anlamaya çalışıyorsunuz. Çünkü bütün bunlan bilerek, bunlan anlayarak, bunlan yaşayarak ihrama girmek istiyorsunuz. Bu arada etrafınıza, ihrama giren, ihrama girmekte olan diğer hacı adaylarına bakıyorsunuz. Sanki bir pazar yerindesiniz!.
Kimisi yeni bir elbise giyiyormuş gibi heyecanlı, kimisi bir bayrama hazırlanıyormuş gibi neşeli, kimisi sanki başkasını kefenliyormuş gibi gafil, kimisi endişeli, kimisi hüzünlü, kimisi derin duygular içinde..
Tekrar kendinize yöneliyor ve koltuğunuzun altındaki iki parça ihram ile özel bölmeye giriyorsunuz. Artık ihrama gireceksiniz. Daha önce temizleyip, guslettiğiniz vücudunuzdan elbiselerinizi birer birer çıkarıyorsunuz. Öldüğünüz zaman başkalarının, öldüğünüz zaman yakınlarınızın yapacağı bu işleri kendi kendinize yapıyorsunuz. Bunları yaparken garip bir hayrete, garip bir şaşkınlığa da düşüyorsunuz!. Çünkü bir mevtanın kendi kendisini soyması, kendi kendisini gusletmesi, kendi kendisini kefenlemesi gibi bir olayı yaşıyorsunuz!.
Rabbe döndürüleceğiniz zaman sizleri kefene sararlarken ne hissedecekseniz, ihrama girerken de aynı duyguları hissediyorsunuz!. “Bu da bir Rabbe dönüş, bu da bir Rabbe gidiş” diyorsunuz kendi kendinize!.
İhrama girerken yaşadığınız bu duygular içinde öylesine derinleşiyorsunuz ki, iki rekat ihram namazı kılmaya giderken hareket eden ellerinize, hareket eden ayaklarınıza şaşkınlıkla bakıyor, bir ölünün canlılar gibi hareket etmesini, bir ölünün canlılar gibi yürümesini aynı şaşkınlıkla karşılıyorsunuz!.
İki rekat ihram namazını kıldıktan sonra hac veya umreye niyet etmeniz gerekmektedir. İfrad haccı yapacak olanlar hacca, temettü haccı yapacak olanlar (hacdan önce ifa edecekleri) umreye, kıran haccı yapacak olanlar ise hac ve umreye birlikte niyet edeceklerdir. Genellikle tercih edilen temettü haccına karar vermişseniz, bu hacdan önce ifa etmeniz gereken umreye niyet ediyorsunuz.
“Ya Rabbi, Senin nzan için ihrama girdim ve Senin rızan için umre yapmak istiyorum. Bu ameli bana kolayIaştır ve bunu benden kabul buyur.”
Bu niyeti yaptıktan sonra telbiye getiriyorsunuz.
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk
Lebbeyke la şerike leke lebbeyk
İnne'l hamde, ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek”
Bütün bir hac boyunca sık sık tekrar edeceğiniz bu telbiyeyi, hem lafzen ve hem de anlam olarak öğrenmelisiniz, öğrenmelisiniz ki ne söylediğinizin, nasıl bir tekmil verdiğinizin, hangi gerçeklere iman ettiğinizin farkına varabilesiniz.
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk (Buyur Allah'ım buyur).”,“Lebbeyke la şerike leke lebbeyk (Senin eşin ve ortağın yoktur, buyur).”,“İnne'l hamde (Hamd Senin), ve'nni'mete (Nimet Senin), leke ve'l mülk (Mülk Senindir), la şerike lek (Senin eşin ve ortağın yoktur).”
Bu tekmili verip, bu telbiyeyi getirirken, daha önce zikrettiğimiz şu ayet-i kerimeleri hatırlıyorsunuz.
“Hani Biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik) Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için Evimi tertemiz tut.”,“İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.” [3]
Şanı yüce Rabbimiz' Hz. İbrahim (a.s.)'a insanlar içinde haccı duyur, haccı ilan et buyurmaktadır. Bizler Hz. İbrahim (a.s.)'ı zahiren görmememize, bizler Hz. İbrahim (a.s.)'i zahiren duymamamıza rağmen, kullanndan hakkıyla haberdar olan ve kullarını haktan haberdar eden Rabbimiz bizlere, biz müslümanlara bu kutlu, daveti duyurmaktadır. İşte bu İlahi daveti duyan, bu yüce davete muhatap olan bizlerden ortak bir ses, ortak bir haykırış yükselmektedir.
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk”
Buyur Allah'ım buyur. Davetini duydum ve iman ettim, davetini duydum ve teslim oldum, davetini duydum ve icabet ettim, davetini duydum ve yollara düştüm. Buyur Allah'ım buyur..
“Lebbeyke la şerike leke lebbeyk” Senin eşin ve ortağın yoktur, buyur. Herşeyi yaratan .ve herşeyi yaşatan Sensin. Sen birsin, Sen teksin, herşey Sana muhtaç, Sen hiçbir şeye muhtaç değilsin. Senin eşin ve ortağın yoktur. Hüküm Sana, hakimiyet Sana aittir. Yegane İlah Sensin, yalnız Sensin, yalnız Sen. Ve ben sadece Sana yöneldim, buyur.
“İnne'l hamde Hamd Senindir, yalnız Sana hamdederim. ve'nni'mete. Nimet Senindir, yalnız Sana şükrederim, leke ve'l mülk, Mülk Senindir, yalnız Senden isterim. şerike lek”
Senin eşin ve ortağın yoktur. Tekrar söylüyorum, tekrar tekrar söyleyeceğim ki İlahım yalnız Sensin, Rabbin yalnız Sensin, Allah'ım yalnız Sen. Senin eşin ve ortağın yoktur.
Evet, umre için ihrama girdikten, niyet edip telbiye getirdikten sonra bütün ihram yasakları başlamış durumdadır. Lafzıyla ve manasıyla iliklerinize kadar işleyen telbiyeyi getire getire uçağa biniyorsunuz.
Benim gibi daha önceleri uçağa hiç binmemiş, ilk uçak yolculuğunu mukaddes topraklara doğru yapan bir kimse iseniz, uçağın ilk kalkıştaki tatlı heyacanı ile yolculuk heyacanınızın birbirine karıştığım hissedecek ve uçak kalkış pistinde hızlanmaya, motor gürültüleriyle beraber sarsıntılar artmaya ve uçağın ön tarafı kalkarak yavaş yavaş havalanmaya başladığında, içinizde hissedebileceğiniz tatls ve heyacanlı bir ürperti ile dudaklarınızdan şu ifadenin yükseldiğine şahit olabileceksiniz.
“Geliyorum Ya Rabbi!.”
Artık havadasınız. İlk kez yukanlardan aşağılara bakıyor ve biraz şaşırıyorsunuz!. Çünkü aşağılarda iken sizlere büyük gözüken Meclis binasına benzer yapılann, koyun pisliğindeki bir tane kadar küçüldüğünü, ufaldığını görüyorsunuz.
Sonra düşünüyorsunuz bu küçücük tanelerin içinde yaşayan insanları!. Ve yanınızdaki arkadaşınıza dönerek “Şu küçücük taneleri görüyormusun. İşte onların içindeki birçok insan, onların içindeki birçok şaşkın, burunlarını havaya kaldırarak ve “Ben, ben, ben..” diyerek kendilerini bir şey sanıyorlar” diyorsunuz.
İster istemez gülüyor, gülümsüyorsunuz bu gülünç manzara karşısında!. Oysa henüz birkaç bin metre yükseldiniz yeryüzünden!. Sadece birkaç bin metre yüksekten bakarak bu şaşkınların ne kadar küçük, ne kadar aciz, ne kadar gülünç bir durumda olduklannı farkettiniz!.
Bir de bu şaşkınlara, bir de bu kendini bilmezlere Rabbimizin katından bakmayı düşününüz!.
Dünyanın kainatta bir zerre, o şaşkınların da bu zerrede bir zerre olduklarım bilerek, Allah'a karşı kendilerini müstağni gören ve burunlannı havaya kaldırarak “Ben, ben, ben..” diyen bu şaşkınlara, Rabbimizin naşı! bir nazarla baktığını ve onlan nasıl tanımladığını düşününüz!.
Heyhat!..
Onlann küçüklüklerini görebilecek bir göz, onların isyanını anlatabilecek bir söz bulamıyorsunuz!.
Onlan bir zerre kadar küçük varlıklan, bir kainat kadar büyük isyanları ile başbaşa bırakarak, Rabbinize yöneltiyorsunuz. Bu isyankarlarda bulunan nefsin sizlerde de bulunduğunu, bu isyankarlann muhatap olduğu şeytani vesveselere kendinizin de muhatap olduğunuzu bilerek, büyük bir korkuyla Allah'a sığınıyorsunuz. Biliyorsunuz ki Allah'ın yardımı, biliyorsunuz ki Allah'ın lutfu, biliyorsunuz ki Allah'ın hidayeti olmasa, sizler de o isyankarlara benzeyecek, sizler de onlardan olacaksınız. Titreyerek korkmaya, korkarak titremeye başlıyorsunuz!. Sadece Allah'a sığınabileceğinizi biliyor ve sadece Allah'a sığınıyorsunuz., Yardım et Ya Rabbi, yardım et Ya Rabbi, yardım et Ya Rabbi!. Nefsimin şerrinden, yarattığın bütün şeylerin şerrinden Sana sığınmm. Senin affına, Senin merhametine, Senin yardımına. Senin rahmetine sığınırım. Beni koru, bizi koru, hepimizi koru Ya Rabbi!.
Evet, yakın tarihe kadar iki-üç ay gibi uzun ve meşakkatli olan bu yolculuk, teknolojiden değil, teknolojiyi insanlara nasib eden Allah'dan bileceğiniz bir lütuf ile iki-üç saat gibi kısa bir zamanda bitecektir. Bulutların bazen arasından, bazen üstünden giderken, Allah'ın bu nimetini düşünüyor ve bütün nimetleri için Allah'a tekrar tekrar şükretmek istiyorsunuz.
Uçakta, mikat yerine yaklaştığınız anons ediliyor. İhrama henüz girmemiş olanlar varsa hiç vakit geçirmeden ihrama giriyorlar. Mikat yerinin üzerinden hepbir ağızdan telbiye getirerek geçiyorsunuz.
“Lebbeyk, Alhhümme lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke lebbeyk. İnne'l hamde, ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek.”
Her hücrenizle Allah'a yönelip, her ilginizle Allah'a ve Allah'ın rızasına doğru giderken, Kulum Bana bir adım gelirse, Ben kuluma on adım giderim rivayetini hatırlıyorsunuz. Ne anlama geldiğini daha iyi kavramaya, daha iyi anlamaya başladığınız bu müjde karşısında kalbinizin sevinçle, kalbinizin heyacanla titreştiğini hissediyorsunuz.
Duanıza dua, şükrünüze şükür katıyorsunuz...
Cidde havaalanına geldiniz.
Uçaktan inerken farklı bir hava, farklı bir atmosfere girdiğinizi hissediyorsunuz. Uzun yıllardır hak peygamber olarak iman ettiğiniz, sevdiğiniz, kendinize örnek aldığınız, salat ve selam getirdiğiniz Resulullah (s.a.v)'in yaşadığı topraklarla, yaşadığı İklimle, yaşadığı atmosferle ilk tanışıklığınız bu!.
Bir alemden, bir başka aleme geldiniz sanki!.
Bu yepyeni alemi yeterince tanımasanız da, nasıl bir ortam olduğunu yeterince anlamasanız da, bütün duyu organfannızın şahitliği ile bu yeni alemi sevdiğinizi, çok sevdiğinizi hissediyorsunuz.
Sizleri bütün hacı adaylarıyla birlikte havaalanının bekleme bölümüne getiriyorlar. Kafile yetkilileri pasaportlarla ilgili işlemleri yaparken, sizler de abdest tazeliyerek namazlarınızı kılıyorsunuz. Bu arada tuvaletlerde bir kargaşa yaşanıyor. Kapılarında sadece Men ve Lades yazan tuvaletler, Menin erkek, Lades'in ise kadın demek olduğunu bilmeyen hacı adaylan tarafından karışık bir şekilde kullanılmaya başlanıyor. Bu durumu gören arap yetkililerin tüyleri diken diken!.
Önce sözlü uyarılar, ikazlar!.
Fakat görüyorlar ki kanşıklık devam ediyor, ister istemez her tuvaletin önüne trafik polisi gibi bir görevli dikiyorlar ve sorun böylece çözülmüş oluyor!. Diğer tarafta iri yan bir hacı adayının, karşısında süklüm püklüm duran bir kadıncağıza bağırdığını duyuyorsunuz, Erkek hacı adayına selam vererek, meselenin ne olduğunu soruyorsunuz. Hanımını göstererek “Pasaportların içinde bulunduğu çantayı uçakta unutmuş” diyor. Bunun önemli olmadığını, uçağa hemen bir görevli göndererek çantanın alınabileceğini söylüyorsunuz. Sinirlerine hakim olmaya çalışarak kafasını iki yana sallıyor. Siz de hemen yetkililere gidip, durumu bildiriyorsunuz.
Fakat bir sorun var!.
Cidde'ye geldiğiniz uçak, valizleri indirdikten sonra Medine'ye hareket etmiş ve pasaportlar olmadan, bu iki hacı adayının Suud'a giriş yapabilmesi mümkün değil!. Bu durumu öğrenen adam, hanımına öfkeden kızarmış gözlerle bakıyor. Orada yalnız olsalar, kadıncağızı bir çivi gibi yere çakacağından hiç kuşku yok. “Bu kan ile yola çıktım, suç bende, suç bende” diye bağırmaya başlıyor.
Kadıncağıza bakıyorsunuz. Ellibeş yaşlannda, eli yüzü nurlu, sevecen bakışlı, merhamet dolu bir hanımcağız. Kocasının bu öfkesi karşısında küçük bir kuş gibi titremekte. Şayet mümkün olsa kendi pasaportîannızı vererek “Siz buyrun geçin, biz bu mesele halledildikten sonra geliriz” diyeceksiniz.
Ancak mümkün değil!.
Öfkeden ne yaptığını bilmez hale gelen hacı adayını bir kenara çekerek bütün bunların bir imtihan olduğunu,
sakin, sabırlı ve merhametli olmamız gerektiğini hatırlatıyor ve “Sizi buraya kadar getiren Rabbimiz, buradan geriye döndürmez” diyerek meselenin çözümlenebileceğini söylüyorsunuz.
Yarım saatlik bir koşuşturmadan, birçok yetkiliyle görüşmelerden sonra sorun çözülüyor. Dünyaya küsmüş duygularla bir tarafta oturmakta olan hacı adayına müjdeyi götürüyorsunuz. Ateşin üstüne bir kova su dökmüşsünüz gibi kızgın gözlerin soğuduğunu, sakinleştiğini görüyorsunuz. Daha sonra dört-beş metre ileride ayakta beklemekte olan ve kendisine ürkek gözlerle bakan hanımını yanma çağırıyor. Bu sefer bambaşka bir şefkatle, bambaşka bir merhametle bakıyor hanımına ve “Otur bakalım. Mesele çözülmüş. Bu bize ders olsun” diyerek, hanımını kendi yerine oturtuyor.
Bu güzel tablo karşısında duygulanıyorsunuz, seviniyorsunuz, rahatlıyorsunuz.. Müsaade isteyerek onlardan uzaklaşıp, Rabbinize doğru yönelirken hamd ve şükürlerde bulunuyorsunuz..
Yaklaşık iki saat süren pasaport işlemleri bittikten ve valizler otobüslere yüklendikten sonra Cidde'den Mekke'ye hareket ediyorsunuz. Bu otobüs yolculuğunuz da yaklaşık bir saat sürüyor. Bir saat sonra Rabbimizin “Şehirlerin anası” dediği Mekke'desiniz.
Mekke'ye hangi yoldan girdiğinizin, nerede olduğunuzun ve hangi yollardan gittiğinizin pek farkına varamadan otelinize geliyorsunuz. Artık aklınız fikriniz Kabe'de, Mescid-i Haram'da.
Otel odanıza eşyalarınızı çıkarıp-bıraktıktan sonra hemen abdest tazeliyor ve hemen Mescid-i Harama doğru yola çıkıyorsunuz.
Üzerinizde ihram, ayağınızda terlik, yüreğinizde heyacan ile Mescid-i Harama doğru yürürken halkın duyacağı, Hak'kın şahit olacağı bir sesle tekbir ve telbiye getiriyorsunuz.
Allahu ekber, Allahu ekber, La ilahe iüaüahu vallahu ekber, Allahu ekber ve li'llahi'l-hamd Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah'tan başka ilah yoktur, Allah büyüktür ve hamd O'na mahsustur,
Lebbeyk, Atlahümme lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke lebbeyk. İnne'l hanide, ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike.
Buyur Allah'ım buyur. Senin eşin ve ortağın yoktur, buyur. Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senindir. Senin eşin ve ortağın yoktur.
Tekbir getirerek, telbiye getirerek Mescid-i Harama geliyorsunuz. İlkin Mescid-i Haram'ın mermer görüntüsüyle karşılaşıyorsunuz. Ne üstünden, ne de kapılarından Kabe'ye ait bir şey görebilmeniz mümkün değil. Tekbir ve telbiye getirerek yürümeye devam ediyor ve terliklerinizi çıkararak Mescid-i Haram'dan içeriye giriyorsunuz.
Heyacandan tüm duyularınızın, tüm duygulannızın tutulduğunu hissediyorsunuz. Bir deprem öncesi sessizliğini, bir deprem öncesi sakinliğini yaşıyorsunuz sanki!. Gözlükleriniz geliyor aklınıza. Hemen çıkarıyorsunuz. Kabe'yi görecek gözleriniz ile Kabe arasında bir cam, ince bir cam dahi olsun istemiyorsunuz. Yavaş yavaş ilerliyor ve adım adım kainatın merkezine doğru yaklaşıyorsunuz.
Ve Kabe karşınızda!.
Ve siz donakalmışsınız!.
Siz mi Kabe'nin karşısına geldiniz, Kabe mi bütün görkemiyle sizin karşınıza dikiliverdi anlayamıyorsunuz. Şaşkınlık anları!.
Yıllardır resimlerini, yıllardır fotoğraflarını, yıllardır video ilimlerini gördüğünüz, şeklini şemaiini ezberlediğiniz Kabe, bambaşka bir görkem ve bambaşka bir azametle karşınızda durmakta!. Uzun yıllardır canlı sandığınız bir hayalinizin ölü olduğunu anladığınız ve ölü olduğunu anladığınız bu hayalinizin apaçık bir gerçek ve koskoca bir dağ' gibi canlandığına şahit olduğunuz anlar!.
Tekbir ve telbiye getirerek, “Lebbeyk Alhhümme lebbeyk, buyur Allah'ım buyur” diyerek geldiğiniz bu noktada, bütün duyulannızla, bütün duygularınızla tehlil getirmeye başlıyorsunuz.,
“La ilahe ükı'llahu vafıdehu la şerike leh, lehü'l mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve ala külli şey'in kadir.”
Kabe'yi ilk gördüğünüzde yapacağınız duanın, Allah katında makbul bir dua olacağı rivayetini hatırlıyorsunuz. Bu rivayet doğru mudur, yanlış mıdır diye hiç düşünmeye gerek duymadan, en önemsediğiniz ve en öncelediğiniz bir duada bulunuyorsunuz.,
“Ey bu Kabe'nin Rabbi olan Allah'ım. Senin zatına, Senin varlığına iman eden kıllarının, tevhidi gerçekleri anlamalarını ve bu gerçekleri yaşamalannı nasib et”
Gözünüzü ve gönlünüzü Kabe'den ayırmadan, tekbir ve tehlii getire getire Kabe'ye yaklaşıyorsunuz.
Artık Kabe'desiniz, Kabe'nin yanıbaşındasınız. Derin duygular içindesiniz!.
Kabe'ye geldiniz, Kabe'ye geldiniz ama karşılaştığınız her hayn ve her nimeti Allah'tan bilen bir müslüman olarak “Ben Kabe'ye geldim” demiyorsunuz. Apaçık bir hayır olan bu nimeti de Allah'tan bilerek “Rabbim beni, Rabbim beni Kabe'sine getirdi” diyorsunuz.
Rabbim beni Kabe'sine getirdi!..
Rabbim beni Kabe'sine getirdi!..
Benim gibi geçmişi günahlarla dolu bir müslümansanız, bu ifadeyle ağlamaya, bu ifadeyle hıçkırmaya başlıyorsunuz.
Çünkü arkanıza bakıyorsunuz, çünkü geçmişinize bakıyorsunuz, çünkü gittiğiniz yollan, girdiğiniz bataklıkları hatırlıyorsunuz!. Kendi kendinize “O yollarda ölebilir, o bataklıklara gömülebilirdim” diyorsunuz. Sonra, sonra yanıbaşınızda olan Kabe'yi görüyor, yanıbaşınızda olan Rahman'ı hissediyorsunuz. Artık kendinizle, artık insanlarla değil, sizi sizden daha iyi duyan Rabbinizle konuşuyorsunuz!.
Beni nereden aldın, nereye getirdin Ya Rabbi!.
Beni nereden aldın, nereye getirdin Ya Rabbi.
Bu ne büyük lütuf, bu ne büyük nimet, bu ne büyük ikram Ya Rabbi.
Sen Rahmansın, Sen Rahmansın,
Vallahi de Rahmansın, Billahi de Rahmansın Ya Rabbi....
Ağlıyorsunuz, hıçkıra hıçkıra ağlıyorsunuz. Daha önceleri rahmet ve merhamet duygularını yaşamanıza rağmen, o zamana kadar hiç tanış olmadığınız bir atmosferin içindesiniz. Rahmetin yoğunlaştığı, elle tutulur, gözle görülür bir şekilde somutlaştığı bu atmosferde, Rahman olan Rabbinizi yanınızda, yanıbaşınızda hissediyorsunuz.
Siz Rabbinize bir adım giderseniz, Rabbiniz size on adım gelir rivayetinin, mana açısından hak bir rivayet olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü siz Rabbinize bir adım gittiniz mi, gidebildiniz mi belli değil ama, Rabbinizin size geldiği açık bir gerçek!.
Allah'ın lutfu ve yardımı ile, Rabbinizin “Gel” dediği, “Gelin” buyurduğu yere geldiniz.
Aşmanız gereken engelleri aşarak, katetmeniz gereken kilometreleri katederek Kabe'nin yanına vardınız. Artık katedebileceğiniz dünyevi bir mesafe, gidebileceğiniz dünyevi bir uzaklık yok.
Şimdi yedi şavt ile tavaf, yedi şart ile yedi kat göğe yükselme zamanı!.
Kabe'yi solunuza alarak ve Hacer-i Esved'e istilamda bulunarak tavafa başlayacaksınız. Hacer-i Esved köşesinden başlayıp, yine bu köşede bitmek üzere Kabe etrafında her dönüşünüz bir şart olacak ve yedi şart ile tavafı tamamlayacaksınız.
İlk üç şaftta remel yapılan, yani kısa adımlarla hafifçe koşulan tavaflarda sünnet olduğu için ihramınızın üst parçası olan ridanın bir ucunu sağ koltuk altınızdan geçirip, sol omuzunuzun üzerine atarak ve sağ omuzunuzla beraber sağ kolunuzu ihram dışında bırakarak ıztıba yapıyorsunuz. Hacer-i Esved'in hizasına gelmeden ve istilamda bulunmadan önce umre tavafı için niyetleniyorsunuz.
“Allah'ım, Senin rızan için umre tavafımı yapmak istiyorum. Bana kolaylık ver ve bu amelimi benden kabul buyur.”
Şimdi Bismillahi Allahuekber diyerek Hacer-i Esved'e istilamda bulunmanız ve tavafa başlamanız gerekiyor. Hacer-i Esved'e dokunmak, sembolik olarak Allah'ın kudret eline dokunmak, Allah üe musafaha yapmaktır rivayetinden hareket eden insanların, Hacer-i Esved'e dokunabilmek için birbirleriyle yaptıklan kıyasıya mücadeleye uzaktan bakıyorsunuz!.
Sizin ise böyle bir kaygınız, böyle bir ısrarınız yok. Çünkü sizin eliniz Hacer-i Esved'e uzanamasa da, Allah'ın kudret elinin size uzandığını biliyor ve bu kudret eline aciz ellerinizi kaldırarak Bismülahi Allahuekber diyorsunuz. İlk üç şavtta remel yaparak, hiç telbiye getirmeden tekbir, tehlil, zikir ve teşbih söyleyerek, bildiğiniz dualan okuyarak tavafınıza başlıyorsunuz.
“Subhana'llahi ve'l-hamdü li'llahi vekı ilahe illa'illahu va'llahu ekber. Vekı havle vela kuvvete itta bi'llahi'illaliyyi'l-azim. Ve's-salatü ve's-selamü ala resuli'llahi Muhammedin salla'llahü aleyhi ve sellem. Allahümme imanen bike ve tasdiken bikabike ve vefaen bi ahdike ve'itibaen li sünneti nebiyyike ve habibike Muhammedin salla'liahü aleyhi ve selfem.”
Şam yüce Allah'ı teşbih ve tenzih ederim. O bütün noksan sıfatlardan uzaktır. Hama Allah'a mahsustur. Allah büyüktür ve O'ndan başka Hah yoktur. Kuvvet ve kudret sadece AUah'a aittir. Allah'ım Sana iman ederek, Kitab'ını tasdik ederek, ahdime bağlı kalarak ve sevgili peygamberin Hz. Muhammed (s.a.v.)'in sünnetine tabi olarak bu ibadeti yam yorum.
İlk üç şavtta remel yaparken, Efendimiz (s.a.v.)'in remel yapmakla ilgili haberini hatırlıyorsunuz. Hudeybiye anlaşmasından bir yıl sonra, Resulullah (s.a.v.) ve beraberindeki müminler bir yıl önce yapamadıkları umreyi kaza etmek için Beytullah'a gelirler. O yıl Medine'de humma hastalığı olduğunu duyan Kureyş müşrikleri, hastalıktan zayıf düşmüş takatsiz müslümanları görmek ve onlarla alay etmek için Daru'n Nedve önünde toplanırlar. Kendilerini seyretmekte olan müşriklerin bu konuşmalarını duyan Resulultah (s.a.v.), kolunu ihramın dışında tutup, pazusunu şişirerek tavafın ilk üç şaftını kısa adımlarla koşarak yapmış ve ashabına da Bugün kendini onlara kuwetli. gösterene Allah rahmet etsin buyurmuştur.
Efendimiz (s,a.v.)'in bu buyruğunu dikkate alarak siz de remel yapıyor, müslümanlan hor ve hakir gören dünya müstekbirlerine gerçek kuvvetin, kuvvet ve kudret sahibi Allah (c.c.)'ın yanındaki müminlerde olduğunu gösteriyorsunuz.
Her şavtın bitim noktası olan Hacer-i Esved'in hizasına gelince, elinizi kaldırarak ve Bismillahi Allahu ekber diyerek Hacer-i Esved'e istilamda bulunuyorsunuz. İlk üç şavt bittikten sonra ise ridanizla iki omuzunuzu örtüp, remel yapmayı bırakarak normal yürüyüşe geçiyorsunuz.
Bir ateş, bir ışık etrafında dönen pervaneler gibisiniz. Tekbir getiriyorsunuz, tehlil getiriyorsunuz, bildiğiniz duaları o zamana kadar hiç bilmediğiniz bir anlam derinliği ile okuyorsunuz.
“Rabbena atina fi'd-dünya haseneten ve fi'l-ahireti haseneten ve kına azabe'n-nar.”
Ey Rabbimiz. Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahiret-te de iyilik ve güzellik ver. Bizi ateş azabından (cefıennem azabından) koru.
Yıllardır ezberinizde olan, yıllardır yaptığınız bir duadır bu. Ancak Kabe'yi tavaf ederken ve Kabe'nin Rabbi olan Allah (c.c.)'ı kendinize kendinizden daha yakın hissederken, bu dua ile Rabbinizden ne kadar büyük, ne kadar muhteşem bir şey istediğinizin farkına varıyorsunuz.
Ey Rabbimiz. Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver. Bizi ateş azabından (cehennem azabından) koru.
Rabbinizden bir ev, bir araba değil, Rabbinizden bir köy, bir kasaba değil, Rabbinizden bir güneş, bir dünya değil, bütün bunlardan daha büyük ve daha hayırlı olan dünya ve ahiret iyiliği, dünya ve ahiret güzelliği istiyorsunuz.
Bu büyük istek karşısında küçülüverdiğinizi, bu büyük istekleri ifade eden dualann ağzınıza ve gönlünüze sığmadığını hissediyorsunuz.
“Rabbena firli ve li valideyye ve li müminim yevme yekumul hisab.”
Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni, anne-babamı ve mü'minleri bağışla..
Başka ne isteyecek, başka ne dileyeceksiniz ki Rabbinizden!. Bundan sonraki duanız, nimetler içindeki cennet ehlinin duası olan Subhanallah demekten, Rabbinizi tenzih ve takdis etmekten başka ne olabilir ki!.
“Subhana'llahi ve'l-hamdü li'llahi vela ilahe üla'lahu va'llahu ekber. Vela havle vela kuwete iüa bi'illahil-allyyi'l-azim.”
Şanı yüce Allah'ı teşbih ve tenzih ederim. O bütün noksan sıfatlardan uzaktır. Hamd Allah'a mahsustur. Allah büyüktür ve O'ndan başka ilah yoktur. Kuvvet ve kudret sadece Allah'a aittir.
Her şavt ile bir üst göğe çıkıyor, her şavt ile bir alemden, bir başka aleme geçiyor ve bu bilinçle gerçekleştirdiğiniz yedi şaft ile yedi kat göğe yükseliyorsunuz!.
Tavafınızı huşu içinde bitirdikten sonra iki rekat tavaf namazı kılmanız gerekiyor. Makam-ı İbrahimin'in arka kısımları genelde müsait olmadığı için Kabe'yi karşınıza alarak namaz kılabileceğiniz uygun bir yere gidiyorsunuz. Namaza başlamadan önce Resulullah (s.a.v.)'in Namaz mü'minin miracıdır buyruğunu hatırlıyorsunuz!.
Fakat siz, tavahnızdaki yedi şavtı yetmiş güzel duygu ile tamamlayan siz, namazdan önce miraca çıkmış gibisiniz!. Uzun yollan katederek Kabe-i muazzamaya gelen ve yedi şavt İle yedi kat göğe yükselen siz, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın huzurundasmız. Rabbinizle aranızda ne bir uzaklık, ne bir ayrılık kalmış artık!.
İki rekat tavaf namazına niyet ederek tekbir getiriyorsunuz.
“Allahu ekber”
Tekbir için kalkan ellerinizin ve omuzlarınız üzerindeki başınızın adeta arşa değdiğini hissediyorsunuz. Namaza durduğunuzda, Rahman'ın huzurunda olduğunuzu öylesine yakın duygularla yaşıyorsunuz ki, dünyaya ve dünyanın içindekilere kapanan gözlerinizi açsanız sanki Arş-ı azamı görebilecek, sanki Rabbinizin zatıyla karşı karşıya geleceksiniz!.
Ve başlıyorsunuz Allah ile, başlıyorsunuz Rabbiniz ile konuşmaya., Elhamdülillahi Rabbil alemin ne dediğinizi düşünüyorsunuz!. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdobun.
Ne kadar gerçek ve ne kadar güzel bir ifade!. Tekrar söylüyorsunuz.,
Elhamdülillahi Rabbil alemin içinde olduğunuz nimeti, teneffüs ettiğiniz İİahi lutfu tekrar düşünüyor, lafzı güzel, anlamı güzel bu gerçeği tekrar tekrar söylemek istiyorsunuz.
“Elhamdülülahi Rabbil alemin Elhamdülillahi Rabbil alemin Elhamdülillahi Rabbil alemin.”
Her duyunuzla, her duygunuzla tasdik ettiğiniz bu güzel gerçeği kaç kere tekrar ettiğinizi bilmiyor, bilmek de istemiyorsunuz. İstediğiniz tek şey Hz. Musa aleyhisselam gibi Rabbinizle uzun uzadıya konuşmak, konuşabilmek!. İstediğiniz tek şey bu konuşmanın ve bu namazın bitmemesi, hiç bitmemesi!.
“Errahmanirrahim”
(Allah) Rahman'dır, Rahim'dir.
Rahmanın rahmetini hava gibi teneffüs eden, rahmeti içinizde değil kendinizi rahmetin içinde hisseden siz, bu gerçeğe onlarca kez, bu gerçeğe yüzlerce kez şahitlik etmek istiyorsunuz.
“Errahmanirrahim Errahmanirrahim”
Sen Rahmansın Ya Rabbi, Sen Rahim'sin Ya Rabbi...
Sen Rahman olmasaydın, Sen bizlere rahmet, Sen bizlere merhamet etmeseydin, bizler ne olurduk, bizler ne yapardık Ya Rabbi!. Sana Senin layık olduğun gibi hamdolsun, Sana Senin layık olduğun gibi şükürler olsun ki Sen Rahmansın, Sen Rahim'sin Ya Rabbi!.
“Malike yevmiddin, Din gününün Malidir.”
O muazzam din gününün yegane maliki, yegane sahibi Sensin, Sensin Ya Rabbi!. Aldığımız nefeslerle, attığımız adımlarda korka korka yaklaştığımız o muhteşem hesap gününün, o muazzam din gününün tek Maliki, tek sahibi Sensin, Sensin Ya Rabbi!.
“İyya kenabüdü ve iyya kenastain”
Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz.
Sadece Allah'a kulluk etmenin, sadece Allah'a yönelmenin ne anlama geldiğini bilen bir müslüman olarak, daha önceki namazlarınızda gönül mutmainliği ile okuyamadığınız bu ayetleri, içinde bulunduğunuz bu atmosferde tam bir mutmainlik ile okuyorsunuz. Çünkü herşeyinizle Allah'a yönelmiş, herşeyinizi Allah'a teslim etmiş ve herşeyi Allah'tan bekler bir durumdasınız!.
“İyya kenabüdü ve iyya kenastain”
Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz.
Rabbinizin kudret ve azameti karşısında bu ifadeleri dillendirip, bu gerçekleri gönüllendirirken O'ndan başka kulluk edilecek, O'ndan başka yardım dilenecek hiçbir kimsenin, hiçbir mercinin olmadığını, olamayacağını apaçık bir şekilde tasdik ediyorsunuz. “Hakka şahitlik eden müslümanlar olarak Sen'den başka kime kulluk edip, Sen'den başka kimden yardım dileyebiliriz ki Ya Rabbi!.” diyorsunuz.
“İhdinas sıratel müstakim. Sıratellezine enamle aleyhim, gayrü mağdubi aleyhim veled dalin”
Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, sapanların ve gazaba uğrayanların değil.
Doğru yola girmenin, doğru yolun yolcusu olmanın ne kadar muazzam bir nimet olduğunu idrak ederek, bu büyük nimeti Rabbinizden büyük bir heyacanla diliyor, büyük bir ısrarla dileniyorsunuz.
Tavaf namazının ilk rekatında Kafirun, ikinci rekatında İhlas surelerini okumanın efdal olduğunu bildiğinizden. Fatihadan sonra Kafirun suresini okumaya başlıyorsunuz.
“Kul ya eyyuhel kafirune Deki, ey kafirler!.”
Bu hitab ile dikkatiniz aşağılara, bu hitab ile dikkatiniz aşağılann aşağısına, bu hitab ile dikkatiniz esfele safiline yöneliyor ve ister istemez yaşadığınız ülkeyi, yaşadığınız coğrafyayı hatırlıyarak bu hitabın muhatablarını düşünüyorsunuz. Allah'ı bırakıp birbirlerini yücelten, birbirlerine ibadet edip, birbirlerinden yardım dileyen azgınlar, sapıklar geliyor gözünüzün önüne!.
Tüyleriniz ürperiyor!.
Kendi kendinize “Allah tarafından yaratılan ve Allah tarafından yaşatılan bir insan, nasıl olur da Allah'a karşı böylesine nankör, böylesine azgın olabilir!.” diyorsunuz. Ve bütün bu nankörlere, bütün bu azgınlara, bütün bu sapıklara karşı net ve açık tavnnızı ortaya koyuyorsunuz.
Kul ya eyyuhel kafirune La abudu ma tabudun Vele entum abudune ma abud Vela ene abudun ma abedtum Vela entum abudune ma abud Lehim dinikum ve tiyedin.”
Deki, ey kafirler. Ben sizin taptığınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptığınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana. Kafirlere karşı bu apaçık tavrınızı ortaya koyduktan sonra Allahu ekber diyerek rükuya gidiyorsunuz. Rabbinizi tenzih ve takdis etmeye başlıyorsunuz.
“Ya Rabbi Seni tenzih ederim, Seni tenzih ederim, Seni bu yanm yamalak tenzihimden de tenzih ederim. Sen benim tenzih edemeyeceğim kadar noksanlıklardan uzaksın. Sen, benim Seni yüceltemeyeceğim kadar yücesin. Ben yine de boynumu bükerek, ben yine de belimi bükerek Seni tenzih ve takdis ediyorum Ya Rabbi” diyorsunuz.
Bütün bir dünya ile değişmeyeceğiniz, değişmek istemeyeceğiniz bu iki rekat namazın sonuna geldiğinizde, selam vererek namazdan çıkmak, selam vererek bu İlahi huzurdan aynlmak istemiyorsunuz.
Size namazın ve miracın ne olduğunu gösteren Rabbinze hamd-ü senalarda bulunuyor, “Sana, Senin layık olduğun gibi hamdolsun; Sana, Senin layık olduğun gibi şükürler olsun Ya Rabbi” diyorsunuz..
İki rekat tavaf namazı kıldıktan sonra duanızı ediyor ve zemzem içtikten sonra umre sa'yinizi yapmak için me'saya yani sa'y yapacağınız yere yöneliyorsunuz.
Sayınıza Safa tepesinden başlayıp, Safa ile Merve arasında yedi defa gidip-geldikten sonra Merve'de bitireceksiniz.
Ancak durun, hareket etmeyin!.
Birçok hacı adayı gibi Safa ve Merve arasında bilinçsizce gidip-gelmeye başlamayın!. Sa'y nedir, sa'y yapmak ne demektir sorularını düşünün!.
Sa'y yapmanın ne olduğunu, ne olmadığını anlamaya anlayarak yaşamaya çalışın!.
Ve bunu anlamak için, bu gerçeği anlayarak yaşamak için, binlerce yıl öncesine gitmeniz gerektiğini ve siyahi bir köle, mümine bir kadın, müslim bir eş ve şefkatli bir anne olan Hz. Hacer validemizle mutlaka tanışmanız gerektiğini idrak edin. Çünkü sa'y yapmakla ilgili olarak aklınıza gelen ve gelmeyen bütün sorularınızın cevabını, Hz. Hacer validemizde ve onun yaptığı muhteşem sa'yde bulabileceksiniz!.
Evet, binlerce yıl öncesindesiniz!.
Bugün umre yapmak, bugün sa'y yapmak için geldiğiniz ve milyonlarca insanın kaynaştığı bu yerde sadece Kabe'nin temelleri bulunmakta!. Ne bir ev, ne bir çadır, ne de bir insan vardır bu ıssız ve çorak yerde!.
Her yer boş ve her yer sessiz!.
“Kabe böyle miydi, burası böylesine boş ve ıssız mıydı?” diyorsunuz kendi kendinize!. Bu geniş sessizlik ve sakinlik karşısında biraz tuhaf lastiğinizi, biraz garipleştiğinizi hissediyorsunuz!. “Burada yalnız kalsam ne yaparım, nasıl yaşarım?” sorusunu duyar gibi olmanıza rağmen cevap vermiyor, cevap vermek istemiyorsunuz bu soruya!.
Bir ses, sessizlik içinde bir ses duyuyorsunuz!.
Kabe temellerinin yukan kısmında bulunan ve Devha denilen büyük ağaca doğru üç kişilik bir aile yaklaşmaktadır. Bir erkek ve kucağı çocuklu bir kadından oluşan bu aileyi her müslüman gibi siz de, siz de çok iyi tanıyorsunuz. “Bu gelen İbrahim'dir, bu gelen Hacer'dir, bu gelen İsmail'dir” derken, duygularınızın coştuğunu, gözlerinizin dolduğunu hissediyorsunuz.
Hz. İbrahim aleyhisselama bakıyorsunuz. Bir imtihandan bir imtihana, bir destandan bir destana yol alan Hz. İbrahim (a.s.)'ın cemalinde, merhametle hüznün, hüzünle teslimiyetin birbirine girdiğini, birbiriyle kaynaştığını görüyorsunuz. Hz. Hacer validemizin siyah yüzü ise şefkat ve teslimiyet duygularıyla güneş gibi parlamakta!.
Ve Hz. İsmail, İbrahim gibi bir babanın, Hacer gibi bir annenin çocuğu olan İsmail, annesinin kucağında sevgi ve güven dolu gözlerle etrafına bakınmakta!.
Hz. İbrahim (a.s.)'ın cemalindeki hüzün, Kabe mahalline yaklaşıldıkça daha bir koyulaşmakta, daha bir belirginleşmekte!. Derin duygular, büyük hüzünler içinde Hz. İbrahim efendimiz. Çünkü Rabbimizin uzun yıllar sonra nasib ettiği sevgili oğlunu ve oğlunun anası olan değerli hanımı Hacer'i, yine Rabbimizin bir emri ve işareti gereği bu ıssız yere bırakacaktır!.
Allah'a sığınan, Allah'dan yardım isteyen ve tekrar tekrar Allah'a tevekkül eden Hz. İbrahim (a.s.), bu değerli ailesini devha denilen büyük ağacın dibine bırakarak oradan uzaklaşmaya başlar!. Bu susuz, bu çorak, bu ıssız yerde henüz bir bebek olan yavrusuyla kalakalan Hz. Hacer validemiz ise şaşkınlık içindedir ve bu şaşkınlıkla Hz. İbrahim (a.s.)'ın arkasından seslenir.
Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın, hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?
Hz. İbrahim (a.s.) hiç dönmedi, hiç dönemedi, hiç cevap veremedi bu soruya!. Hz. Hacer validemiz ise bu sözünü, bu sorusunu birkaç kez tekrarladı.
Ey İbrahim, bizi burada bırakıp nereye, nereye gidiyorsun?
Yine dönmedi, yine cevap vermedi Hz. İbrahim aleyhisselam!. Çünkü dönmek, çünkü arkasında bıraktığı acı tabloyu bir kez daha görmek istemiyordu. Çünkü Rabbimizin de Kur'an-ı Kerim'de beyan ettiği gibi yüreği çok yumuşak, çok duyarlı, çok merhametli bir insandı Hz. İbrahim aleyhisselam. Çorak ve ıssız bir yere bıraktığı ailesine tekrar dönüp bakabilecek, onların mahsun yüzlerini tekrar görebilecek, hüzün ateşini tekrar körükleyebilecek bir gücü hissetmiyordu kendinde!. Bu nedenle dönmedi, dönüp bakamadı ailesine!.
Sorularına cevap alamayan Hacer validemiz, son kez seslendi.
“Ey İbrahim!. Böyle yapmanı Allah mı emretti?”
Durdu, durakaldı Hz. İbrahim Seyhisselam Çünkü bu soru suskunlukla karşılanabilecek, bu soru cevabsız bırakılabilecek bir soru değildi. Her şartta hakka şahitlik eden, hakka şahitlik etmesi gereken bir hak peygamber olarak durdu ve cevapladı, cevaplanması gereken bu soruyu.,
“Evet ya Hacer!. Allah emretti.”
Bu cevap ile bakışlan değişen, bu cevap ile yüreğindeki korku ve endişeden uzaklaşan Hacer validemiz, hüzün içindeki Hz. İbrahim aleyhisselamı da rahatlatmak istercesine şu cevabı verdi.
“O halde git, git ya İbrahim!. Rabbimiz koruyucumuzdur, O bizi burada perişan etmez!.”
Büyük imtihanların, büyük kahramanı Hz. İbrahim (a.s.) bu cevap ile yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince, Beyt-i Harama yönelerek ve ellerini alemlerin Rabbi olan Allah'a açarak şu duayı yaptı.
“Rabbimiz, ailemden bir kısmını dosdoğru namazı kılsınlar diye Beyt-i Haram yanında eHni olmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık Sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara meykdici kıl ve onları bir takım ürünlerden nzıUandır. Onlar da (nimetlerinin kadrin bilip) şükretsinler.” [4]
Hacer validemiz ise tam bir tevekkül ile İsmail'in yanına dönmüş, henüz iki yaşlannda olan oğlunu şefkatle kucaklamıştı. Yanlarında içinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile içinde su bulunan bir tuluk vardı. Yalnızdı, oğluyla beraber yapayalnızdı bu ıssız ve çorak yerde. Her insan için apaçık bir düşman olan şeytan aleyhillane, Hacer validemizin kadınlık asabiyetini dikkate alarak bir vesvese vermek istedi.
“Ey Hacer!. İbrahim seni ve çocuğunu Sare için tetketti. Çünkü hiç çocuğu olmayan Sare seni kıskanmıştı. İbrahim seni ve çocuğunu terkederek, senden çok daha güzel olan hanımı Sare'nin yanına gitti.”
Hacer validemiz bu vesveselere hiç itibar etmeden Allah'a yöneldi ve şeytan aleyhillaneden Allah'a sığındı. Çünkü İbrahim aleyhisselamı ve Sare validemizi çok iyi tanıyor, çünkü böylesi vesveselerin şeytandan geldiğini, şeytandan gelebileceğini çok iyi biliyordu. Kaldı ki doğruluk timsali olan eşi Hz. İbrahim (a.s.), bu durumla ilgili olarak “Bunu Allah emretti” demişti.
Günler geçiyordu!.
Hacer validemiz yanlarında bulunan sudan içiyor, çocuğunu emziriyordu. Her an teşbih ettiği, her an dualarda bulunduğu Allah (c.c.)'dan, bir yardım, bir işaret bekliyordu Hz. Hacer.
Fakat gelmiyordu, gelmiyordu böyle bir yardım, gelmiyordu böyle bir işaret!.
Tuluktaki su bitmiş, sütü de kesilmişti Hacer'in!. Olup-bitenden habersiz olan İsmail ise susuzluktan kurumuş dudaklar ile annesine bakıyor, mahsun bakışlan ile “Anne bana ne zaman süt, anne bana ne zaman su vereceksin?” diyordu!. Bu mah-sun bakışlar ve yakanşlar, perişan ediyordu Hz. Hacer'ü. Bir anne buna nasıl dayanır, nasıl dayanabilirdi?
Dudaklarını çatlatan, dilini kurutan susuzluktan değil, İsmail'in susuzluğundan kavruluyordu Hacer!.
Etrafına bakındı, binlerce umudla yüzlerce kez etrafına bakındı Hacer!. Rabbisinden bir vesile, bir işaret, bir yardım bekliyordu Hacer!.
Susuzluktan kıvranıp acı çeken oğulcağızına gözyaşlarıyla bakıyor ve bu gözyaşlarını oğlunun dudaklarına sürerek “Dayan, dayan oğulcağızım, dayan yavrum! Allah'ın yardımı gelecektir, elbette gelecektir” diyordu. Bu umudia tekrar etrafına bakıyor, tekrar tekrar etrafına bakmıyordu Hacer!.
Fakat yoktu, yoktu bir işaret, yoktu bir gelen!.
Bu durumu gören ve bu durumu bir ganimet telakki eden şeytan ise lanetli bir yılan gibi vesvese zehirini akıtmaya devam ediyordu.,
“İşte Hacer. İşte İbrahimin'in Rabbi, işte İbrahim'in söyledikleri!. Şimdi anladın mı bu sözlerin, şimdi anladın mı bu vaadlerin ne kadar boş olduğunu. Şimdi anladın mı burada kimsesiz ve yardımsız kaldığını!. Haydi al çocuğunu, al çocuğunu ve hemen ayrıl buradan. İlerlerde bir su, ilerlerde birilerini bulabilirsin!. İsmail'e hiç acımıyor musun? Haydi çocuğun telef olmadan hemen ayni, çocuğunu al ve hemen ayni buradan!.”
Yine Allah'a sığınıyor, bütün susuzluğuna ve bütün çaresizliğine rağmen iç dünyasında bu vesveselere bir yer, tek bir yer vermiyor Hz. Hacer!. Kurumuş dudakları ile “Alemlerin Rabbi olan Allah var, Vallahi de var, Billahi de var” demekten, “İbrahim'in söyledikleri doğru, Vallahi de doğru, Billahi de doğru” demekten vazgeçmiyor, bir an bile vazgeçmiyor Hz. Hacer!.
Ve tüm susuzluğuna ve tüm çaresizliğine rağmen içindeki umudu sulamaya devam ediyor.
“Allah'ım yardım et, Allah'ım yardım et”
Gözlerini yine oğluna, yine oğulcağızına çeviriyor. İşte o an gözlerini bir alev, kızgın bir alev yalıyor Hacer'in!. Çünkü İsmail susuz, İsmail bitkin, İsmail perişan!. İsmail'in susuzluğa susuzluk katılmış gözlerinde bir ateş, bir orman yangını!.
Artık dayanamıyor Hacer, susuzluktan kıvranıp acı çeken oğulcağızına bakamıyor, bakmaya tahammül edemiyor Hacer!.
Ve artık oturamaz ve artık bekleyemez Hz. Hacer!.
İsmail'i alıp, başka yerlere de gidemez!. Çünkü kocası, çünkü peygamberi, çünkü oğlunun babası olan Hz. İbrahim (a.s.) onlan buraya bırakmıştır. Ne yüz metre batıya, ne yüz metre doğuya, buraya, tam buraya bırakmıştır onlan!.
İsmail'i bu yere, Hz. İbrahim'in tayin ettiği bu yere bırakan Hacer validemiz, kendisine en yakın tepe olan Safa'ya bakar. Acaba Safa tepesinin arkasından gelen bir insan, gelen bir kervan, gelen bir yardım var mıdır? Bu umudla Safa tepesine çıkmaya başlar. Tepenin arkasında bir gelen, bir kervan görürse, hiç durmadan, hiç duraksamadan fırlayacak onlara doğru. “Yavrum susuz, yavrum yanıyor, ne olur su, birazcık su!.” diyecek ve aldığı suyu bir solukta İsmail'e, bir solukta yavrusuna yetiştirecek!.
Safa tepesinin üzerinden bu umudla etrafına bakınıyor. Fakat görmüyor, göremiyor görmek istediklerini. Bir de karşı tepeye çıkayım, bir de karşı tepeden bakayım diyor. Herhalde o taraftan, herhalde o taraftan gelecek Allah'ın yardımı!. Bu yeni umudla Safa'dan iniyor. İki tepe arasındaki vadiye ulaşınca eteklerini hafifçe toplayarak çok ciddi ve çok acil işi olan bir insanın koşuşuyla vadiyi geçiyor. Merve'ye, Merve tepesine çıkınca yine kimseyi, hiç kimseyi göremiyor!.
Etraf yine boş, etraf yine ıssız!.
Tekrar Safa tepesine, tekrar Merve'ye..
Tekrar Safa tepesine, tekrar Merve'ye..
Hacer bıkmadan, Hacer usanmadan Rahmanın rahmet kapısını çalıyor.
“Aç, aç Ya Rabbi,” diyor.
“Ya Rabbi yavrum susuz, Ya Rabbi yavrum kavruluyor,” diyor.
“Ya Rahman, rahmet kapını aç, ne olur aç,” diyor.
“Fakat açılmıyor kapı!.”
Rahman'ın rahmet kapısı açılmıyor, açılmıyor ama bir taraftan bir tarafa koşturmaya devam eden, Safa ve Merve arasında gidip gelmekten bıkmayan Hacer validemiz, aynlmıyor Rahman'ın kapısından, dualanyla, zikirleriyle, yalvarışlanyla Rahman'ın rahmet kapısını çalmaya devam ediyor.
Ne var ki yine açmıyor Rahman yine açılmıyor rahmet kapısı!.
Hacer validemizin bu münacaatı karşısında öfkesinden kuduran şeytan aleyhillane, sadece bir kuşku, küçücük bir kuşku vermek istiyor Hacer validemize.,
“Ey Hacer!. Ağlaya ağlaya, çırpına çırpma çalınan bu rahmet kapısı neden açılmıyor ki!. Acaba içerde kimse yok mu?”
İşte kainatın sustuğu, kainatın pür dikkat kesildiği Hacer validemiz, bu soruya, bu kuşkuya İç dünyasında küçük, küçücük bir yer verseydi, hiç şüphesiz ki Hacer bitecek, Hacer kaybolacak, insanlık tarihinde dağ gibi bir Hacer olamayacaktı!. Ancak bu şeytani vesvese karşısında, Rahmani bir feryat yükselir Hacer'den ve Hacer'in her hücresinden.
“Hayır, var, var, var, var... Rahmet kapısını çaldığım Rahman var!. Bu kapı sahipsiz, bu kapı kimsesiz değil. Bu rahmet kapısının açılmama nedeni benim!. Bu rahmet kapısının açılmama nedeni benim günahlarım!.
Tekrar kapıya bakar, tekrar kapıyı çalar, tekrar ağlamaya başlar Hacer validemiz!. Tertemiz ellerindeki kiri(!) temizlemek için derisini dahi yüzebilecek bir yönelişle tevbe eden, tevbeler eden, mağfiret dileyen Hacer validemiz, Safa ve Merve arasında gidip-gelmeye, Rahman'ın rahmet kapısını çalmaya devam eder.
“Ey tevbeleri kabul eden, Ey Rahman olan Rabbim. Beni affet, beni bağışla. Benim günahlarımdan dolayı İsmail'i susuz, İsmail'i yardımsız bırakma!.”
“Ey İbrahim'e merhamet eden, ey İbrahim'i yakmayan Rabbim. İbrahim'in oğlu susuz, İbrahim'in oğlu susuzluktan yanıyor. Yardım et, yardım et, yardım et, ne olur yardım et Ya Rabbi!.”
Ve Allah ve alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), bu muhteşem tabloyu meleklerine göstererek “Siyahi bir köle, aciz bir kadın olan şu kulumun Bana nasıl münacaatta bulunduğunu, rahmet kapımı nasıl çaldığını görüyor musunuz!.” buyuruyor.
Meleklerin gıptayla baktıkları Hacer validemizden artık hoşnuttur, artık hoşnut olmuştur Rabbimiz. Tevbelerle, dualarla, yakanşlarla Safa ve Merve arasında gidip-gelen ve bu gidiş-gelişi yedi kere yapan Hacer validemiz, son kez Merve'ye yaklaşınca rahmet kapılarının açıldığına şahit oluyor.
Dünya zemzemle tanışmıştır artık!. İsmail'in bulunduğu yerde, kocasının, peygamberinin, Hz. İbrahim (a.s.)'ın kendilerini bıraktıkları tam o yerde, zemzem fışkırmaya, zemzem akmaya başlamıştır artık!.
Bir İsmail için ağlayan, bir İsmail için “Su, su” diye yakaran Hacer validemiz, Rabbİmize öylesine bir münacaatta bulunmuş, Rahman'ın rahmet kapısını öylesine çalmıştır ki, bu muhteşem münacaat neticesinde binlerce yıldır, milyarlarca İsmail'in susuzluğunu gideren Zemzemle tanışmamız mümkün olmuştur!.
Ve Hz. Hacer ve Hz. Hacer validemiz, Rahman olan Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuştur ki, bu muhteşem münacaat hac ve umrenin vazgeçilmez bir rüknü haline gelmiştir. sa'y yapmak için çıktığınız bu meydan, Hacer gibi bir kahramanın meydanıdır!. Hacer validemizi anlamadan, anlayıp yaşamadan yapılacak olan saylar, ne yazık ki Safa ve Merve arasında kuru bir gezinti gibi olacaktır!.
Tabi ki siz buraya gezmeye, tabi ki siz buraya kuru bir yürüyüş yapmaya gelmediniz!. Bu nedenle önce Hacer validemize bakıyorsunuz. Ha-cer'i düşünüyorsunuz, İsmail'i düşünüyorsunuz!.
Hacer validemizi tarihe geçiren münacaatim anlamaya, onun yakarışlarını ve duygularını an be an yaşamaya çalışıyorsunuz.
Sonra günümüze geliyorsunuz!.
Günümüzdeki İsmail'lere bakıyorsunuz. Aile ve akrabalarınızdaki İsmail'leri, mahalle ve şehrinizdeki İsmail'leri, ülke ve dünyanızdaki İsmail'leri düşünüyorsunuz!. Haktan ve hakikatten habersiz bu İsmail'lerin adım adım cehalete, adım adım felakete yaklaştıklannı görüyorsunuz!.
Medyatik propagandaların insanlık ormanını yaktığı günümüz dünyasında, orman yangınının ortasında kalan bu İsmail'lerin ne kadar aciz, ne kadar çaresiz olduklarını görüyorsunuz!.
Yüreğiniz burkuluyor!.
Gözieriniz doluyor!.
Acıyorsunuz, acıyorsunuz onların bu açması hallerine!.
Hakka ve hakikate aç, hidayete susuz olan bu İsmail'ler için Safa tepesine çıkıyorsunuz. “Allah'ım Senin nzan için umre sa'yini yapmak istiyorum. Bu ameli bana kolaylaştır ve bunu benden kabul buyur” diyerek niyetleniyor, besmele, tekbir, tehlil, salavat ve dua ile sa'ymize başlıyorsunuz. Safa ve Merve arasında yedi kere gidip-geleceğiniz bu sayinizde, duanız İsmail için, dualarınız İsmail'ler içindir.
“Ya Rabbi, günümüzdeki İsmail'lere merhamet et!.”
“Ya Rabbi, bu İsmail'ler aç, bu İsmail'ler susuz!.”
“Bu İsmail'leri aldatıyorlar, bu İsmail'leri kandırıyorlar, bu İsmail'leri batılın ateşiyle yakıyorlar Ya Rabbi!.”
“Bu İsmail'lere hidayet et, bu İsmail'lere hidayeti nasibet Ya Rabbi!.”
Yalvarıyorsunuz, yakanyorsunuz, hidayet diliyor, hidayet dileniyorsunuz Rabbinizden.
Hz. Hacer'in sa'yine, Hz. Hacer'in Rabbe münacaatına şahitlik eden bu mübarek mekanda, Hz. Hacer'in gölgesini takib ederek günümüz İsmail'leri için merhamet diliyor, günümüz İsmail'leri için hidayet dileniyorsunuz.
Gönülden duaiannızla, yalvarışlarınızla, yakarışlarınızla, çırpınışlannızla Hz. Hacer gibi, Hacer gibi gibi olmaya çalışıyorsunuz, Küfri aile yapılan, küfri sistemler içinde hidayete susuzluk çeken İsmail'lerin, suya susuzluk çeken Hz. İsmail'den çok daha zor, çok daha açması bir durumda olduklarını biliyorsunuz. “Ey karıncalara dahi rahmet, karıncalara dahi merhamet eden Rahman. Günümüzdeki İsmail'lere de rahmet, günümüzdeki İsmail'lere de merhamat et!.” diyorsunuz.
Rahman'ın rahmet kapısını, Hacer validemiz gibi çalmaya, Hacer validemiz gibi çalabümeye gayret ediyorsunuz. İnsanlara bakmıyor, insanları görmüyor, insanlarla ilgilenmiyorsunuz sa'y yaparken. Tüm ilginizi, tüm dikkatinizi Rahman'a yöneltmişsiniz. Ellerinizi tevbelerle, ellerinizi istiğfarlarla, ellerinizi mağfiret duaları ile yıkayarak, Rahman'ın rahmet kapısına dokunuyor ve boynunuzu bükerek bu kapıyı, bu rahmet kapısını çalmaya devam ediyorsunuz.
“Ya Rabbi kapında bir aciz var.
Ya Rabbi kapında Sana muhtaç, herşeyi ile Sana muhtaç bir aciz var!. Bu acizin gidebileceği başka bir yer, bu acizin çalabileceği başka bir kapı yok!.
Hz. Hacer validemize açtığın gibi, bizlere de bu kapıyı aç, aç Ya Rabbi!. Hz. Hacer validemiz Sana bir İsmail için gelmişti, bizler ise binlerce İsmail için geldik. Hak ve hakikate aç, hidayete susuz binlerce İsmail için geldik. Bu İsmail'leri aç, bu İsmail'leri susuz bırakma Ya Rabbi!.”
Safa ve Merve arasında gidip-geliyor,
Rahman'ın rahmet kapısını bu dualarld, bu yakarışlarla çalmaya devam ediyorsunuz. Say yapan ve sa'y yapmakta olan milyonlarca hacı adayının içersinde “Ahh bir Hacer, sadece bir Hacer olsa!.” diyorsunuz.
Ve milyonlarca hacı adayıyla birlikte sa'y yaparken, hepinizin, toplam hepinizin bir Hacer, sadece bir Hacer edebilmesi için, Hz. Hacer'in izinden gitmeye ve Rahman'ın rahmet kapısını Hz. Hacer gibi ağlayarak, Hz. Hacer gibi yalvararak çalmaya devam ediyorsunuz!.
Dua ve gözyaşlarıyla sürdürdüğünüz bu umud yolculuğunu bitirdiğinizde, Merve'ye dördüncü kez gelip sa'yinizi tamamladığınızda, saçınızı keserek ihramdan çıkmış ve umrenizi tamamlamış oluyorsunuz.
Bir mana okyonusundan çıkmış, bir manevi deprem yaşamış gibisiniz!.
Ağır ağır Mescid-i Haram'dan çıkarken, bir kenarda Kuran okuyan onbeş yaşlannda gencecik bir müslürnanı görüyorsunuz!. “Bu İsmail, İsmail'lerden bir İsmail” diyorsunuz kendi kendinize. Ve İsmail'e değil, İsmail'in elindeki Kitab'a, İsmail'in elindeki Kur'an-ı Kerim'e bakıyorsunuz. Gözünüz patlarcasına büyümeye, gönlünüz çatlarcasına genişlemeye başlıyor. Dilinizden ve gönlünüzden bir çığlık yükseliyor.
“İşte Zemzem!.”
“İşte zemzem!.”
Bu çığlığınızı duyan etrafınızdaki hacı adayları şaşkınlıkla bakıyor size!. Birisi omzunuzu dürterek “Zemzem ku-yusu şurada evladım” diyor!. Üç-beş adım uzaklaşıyorsunu oradan, üç-beş adımda uzaklaşıyorsunuz o alemden!. Sonra yine, sonra yine gencin elindeki Kur'an-ı Kerim'e bakarak ağlamaya ve ağlayarak sayıklamaya devam ediyorsunuz.
“İşte Zemzem!.”
“İşte zemzem!.”
Sa'y yaparken çaldığınız, bıkıp-usanmadan çaldığınız rahmet kapısının açıldığını, bir anda açılıverdiğini görmüş gibisiniz!.
Hayret ve haşyet içersindesiniz!.
Bir kenarda oturup zemzem içmekte olan gencecik İsmail'e ve İsmail'in ayet ayet, sure sure içtiği zemzeme bakıyorsunuz!.
Nasıl hamdedeceğinizi, nasıl şükredeceğinizi bilemiyorsunuz Rabbinize!.
“Sana, Senin layık olduğun gibi hamdolsun. Sana, Senin layık olduğun gibi şükürier olsun Ya Rabbi” diyorsunuz.
İsmail'lerin açlığını, İsmail'lerin susuzluğunu giderecek olan zemzem'in, rahmet peygamberi olan Resulullah (s.a.v.) ile gönderilen Kuranın, Kur'an-ı Kerim'in ta kendisi olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
İsmail'lerin aradıkları zemzem, İsmail'lerin oturdukları, İsmail'lerin bulundukları yerdedir. Önemli olan. bu zemzemin üzerindeki tozu, toprağı kaldırıp, bu zemzemin bütün İsmail'lere hayat verecek şekilde yeniden fışkırmasını, yeniden çağlamasını sağlayabilmektir.
Otelinize giderken, sanki bir başka Safa'dan, sanki bir başka Merve'ye gidiyor ve başka bir sa'y yapıyor gibi dualarınıza devam ediyorsunuz.
“Ya Rabbi, bütün İsmail'ler için bir Zemzem, bütün İsmail'ler için bir Şifa olan Kur'an-ı Kerim'i, kana kana içmemizi ve susuzluktan yanan bütün İsmail'lere götürebilmemizi, bütün İsmail'lere anlatabilmemizi nasib et!.”
Umrenizi yaptınız.
Hacca bir kere giderek bu farzı yerine getirenlerin istedikleri zaman yapabilecekleri, hacca gitmeye güç yetiremeyip umreye gidebilecek olanların eda edecekleri umre ibadeti, işte böylesine güzel, böylesine muhteşem bir ibadeti.
İhramdan çıkmış durumdasınız.
Artık Zilhiccenin sekizine yani terviye gününe kadar ihram giymeyecek, Mekke'de kutsal yerleri gezmekle ve ibadetle meşgul olacaksınız. Birçok fıkıh kitabında “Terviye gününe kadar bol bol nafile tavafı yapabilirsiniz” denilse de, Mescid-i Haram'in çok daha sakin olduğu geçmiş dönemler için doğru olan bu içtihada günümüz şartlarında itibar etmemeniz gerekmektedir. Çünkü Mekke'ye hergün akın akın geien yeni hacı adaylarının vacib tavaflarını bile izdihamla yaptıkları bir ortamda, nafile tavaflara niyetlenerek bu izdihamı çoğaltmamalısınız.
Bununla beraber hem nafile tavaf yapmak ve hem de müslümanlara bir eziyet vermek istemiyorsanız, yürüyen merdivenler ile Mescid-i Haram'ın üçüncü katına çıkarak nafile tavafınızı burada yapabilirsiniz. Tabi ki bu katta yapacağınız tavafın her şavtı çok daha geniş bir dairede gerçekleştiği için, uzun menzilli olan bu tavafınız alt kattakilere nazaran biraz daha zor, fakat güzel niyetinize binaen daha eftal olabilecektir.
Otellerdeki durumunuza gelince, altı-yedi kişinin balık istifi yattığı küçücük otel odalarında, hiç kuşkusuz ki evinizdeki genişliği ve rahatı bulamayacaksınız. Bunu zaten aramamanız da gerekir. Çünkü siz buraya rahatlığı aramak için değil, Rabbinizin rızasını aramak için geldiniz.
Bu arada bazı hacı adaylarının en olmaz nedenlerle birbirlerine bağırdıklarını, birbirlerini incittiklerini görebileceksiniz. 1800, 1900 dolar verdikleri için görevli görevsiz herkesten hizmet bekleyen bu hacı adaylarının, olmadık kaprisleriyle, gereksiz İstekleriyle karşılaşabileceksiniz.
Haccınıza anlam, haccınıza ecir, haccınıza değer katmak istiyorsanız, Allah'ın lutfuyla geldiğiniz Beytullah'da, kendinizi hizmet bekleyen bir misafir olarak değil, hizmet eden bir ehl-i beyt olarak görmeniz gerekir.
Çünkü misafirlerin değil, ev sahibinin safında olmak, çünkü kutsal topraklarda ehl-i beyt yani ehl-i Beytullah olmak, kaçırılmaması gereken büyük bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirebilmenin yegane şartı ise etrafınızdaki hacı adaylarından hizmet beklemeden onlara hizmet etmek, gücünüz nisbetince onlara yardımda bulunmaktır.
Mekke'de kaldığınız ilk günlerde en çok gittiğiniz ve en çok gitmek isteyeceğiniz yer, hiç şüphesiz ki Mescid-i Haram'dır. Her fırsatta Mescid-i Haram'a gidecek, insanlardan rahatsız olmayacağınız ve inanları rahatsız etmeyeceğiniz müsait bir yere oturarak Mecnun'un Leyla'yı seyrettiği gibi derin duygular içinde Kabe Muazzama'yı seyredeceksiniz!.
Müslümanlar için dünyadaki tüm haksızlıklara, tüm zulümlere karşı bir kıyam yeri obn Kabe'yi düşünecek, Kabe'nin geçmiş tarihini düşüneceksiniz!.
Hz. İbrahim (a.s.)'ın Hz. İsmail'le beraber Kabe temellerini yükseltirken boyunlarını bükerek Ey Rabbimiz, Senin yardımınla yaptığımız bu işimizi bizden kabul buyur dediklerini duyacaksınız.
“Heyhat” diyeceksiniz kendi kendinize!.
Küçücük bir hayırda bulunduktan sonra büyüklenen insanların aksine, böylesine hayırlı bir iş yapan baba-oğulun bu tevazulan, bu dualan ile titrediğinizi, titreyerek kendinize geldiğinizi hissedeceksiniz.
Resulullah (s.a.v.)'in “Mescidimde (Mescid-i Nebevide) kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılman bir namaz ise diğer mescidlerde kılınan yüzbin namazdan daha faziletlidir” buyruğunu hatırlayacaksınız.
Vakit namazlarından kaza namazlarına, kaza namazlarından nafile namazlara kadar bol bol namaz kılacaksınız, namazların bereketlendiği böylesi bir yerde!.
Namazlardan sonra gözünüzü Kabe'ye, gönlünüzü Kabe'nin Rabbi olan Allah'a yönelterek uzun uzadıya Rabbinizi zikredeceksiniz, teşbih edeceksiniz, tenzih ve takdis edeceksiniz.
Kuran okuyacaksınız, meal okuyacaksınız Mescid-i Haram'da. Okuduğunuz Kuranın; düşündüğünüz mealin sizlere daha fazla, çok daha fazla tesir ettiğini hissedecek, Rabbinizin size yakından, çok daha yakından seslendiğini müşahade edeceksiniz. Okuduğunuz ve düşündüğünüz ayet-i kerimeleri, bambaşka bir rahmetle, bambaşka bir ferasetle daha iyi, çok daha iyi anladığınızı göreceksiniz.
Müsait bir zamanınızda Mescid-i Haram'ın yaklaşık iki kilometre kuzeyinde bulunan Cennetü'l Muaila'ya gidecek, bu mezarlıkta bulunan Hz. Hatice validemize selam vereceksiniz. Cinlerin, Resulullah (s.a.v.)'i dinledikleri ve iman ederek kavimlerine gittikleri yerde yapılan Cin mescidinde iki rekat namaz kılabileceksiniz.
Hicret esnasında Efendimiz (s.a.v.)'i ve arkadaşı Ebubekir (r.a.)'ı üç gün-üç qece sinesinde barındıran Sevr dağını ve bu dağın zirvesindeki Sevr mağarasını görebilecek, hicreti ve hicret esnasındaki muhteşem olayları yakinen yaşayabileceksiniz.
Ve Hira dağına ve Nur dağına gitmeniz gerekecek. Çünkü Kabe dışında hiçbir yere gitmeseniz, gidemeseniz de, yaşınız ve sıhhatiniz müsaitse Nur dağına mutlaka çıkmalı, Hira mağarasını mutlaka görmelisiniz.
Cebel-i Nura gitmek için mümkün olduğu kadar yalnız ve sakin bir ortamda yola çıkın, Mekke yakınlarında. olan bu dağa yürüyerek gitmeniz mümkünse de, yollan bulmakta zorluk çekebilirsiniz. Bu nedenle Mescid-i Haram'ın yanından kalkan dolmuş veya taksilere binerek ve binmeden önce kaç riyal olduğunu mutlaka sorarak, Nur dağının eteklerine kadar rahatça gelebilirsiniz
Bir tepeden büyük, bir dağdan küçük olan Cebel-i Nur karşınızdadır artık!.
Aşağılardan yukarılara doğru bakmaya, bakarak seyretmeye başlıyorsunuz bu Nur dağını. Üzerinde tek bir ağaç, tek bir yeşillik olmayan, küçüklü büyüklü taşlarla, kayalarla kaplı bu dağa öylece bakıyorsunuz.
Bir şaşkınlık anı yaşıyorsunuz!.
Rabbinize yönelerek “Ya Rabbi. Yeryüzünde içinden pınarlar fışkıran, yemyeşil ormanların, rengarenk çiçeklerin bulunduğu nice görkemli dağlar dururken; Sen, taşlarla ve kayalarla kaplı bu küçücük dağı seçtin ve bu küçücük dağı, bütün dağların gıptayla baktıkları bir Cebel-i Nur yaptın” diyorsunuz!.
Siz Nur dağına bakarken, Nur dağının da size baktığını ve “Evet, Rabbim beni seçti, beni şereflendirdi, beni nurlandırdı” dediğini duyuyorsunuz. Zenginler dururken fakirlerden, krallar dururken kölelerden, soylular dururken yetimlerden kendisine Resul seçen Rabbinizin, hüküm ve hikmet sahibi bir Rab olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
“Bismillah” diyerek çıkmaya, “Bismillah” diyerek tırmanmaya başlıyorsunuz Nur dağına. “Ya hacı. Sadaka, sadaka” diye feryat eden bir dilenciyle karşılaşıyorsunuz. Bu kutlu yolculukta Allah rızası için sadaka verebilmenizi sağlayacak bir vesileyle karşılaştığınız için seviniyorsunuz. Hemen birkaç riyal veriyorsunuz bu yoksula.
Dilencinin yanından onbeş-yirmi metre uzaklaşmadan “Ya hacı. Sadaka, sadaka” diyen ikinci bir feryat duyuyor,
ikinci bir dilenciyi görüyorsunuz. Buna da birkaç riyal veriyorsunuz. Yine onbeş-yirmi metre gidiyor, yine “Ya hacı, Sadaka, sadaka” diyen bir dilenciyle karşılaşıyorsunuz.
Şaşırıyorsunuz!.
Şöyle bir kafanızı kaldırıp, Nur dağının tepelerine giden yola baktığınızda, bu yolun onbeş-yirmi metrede bir dilencilerle dolu olduğunu görüyorsunuz. Artık Hira mağarasına giden yolu şaşırmanız mümkün değildir. Trafik levhaları gibi durmakta olan dilencileri takip ederek mağaraya ulaşabilirsiniz. Nitekim bu yolu izleye izleye ve üzerinizdeki bütün bozuk paralan vere vere Hira mağarasına ulaşıyorsunuz.
Büyük kayalar arasındaki bu küçücük boşluk, Nur dağının gizli ve gizemli bir rahmi gibi!. Mağaranın yan tarafındaki büyük kayanın üzerinde, hala silinmemişse “Turhallı Hamza” yazısını okursunuz. Kimdir bu Turhallı Hamza ve buraya ismini neden yazmıştır, anlayamaz ve anlamak istemezsiniz!.
İki-üç metre derinliği olan mağaranın içine girersiniz. Benim gibi halvet ve inzivayı seven bir müslümansanız, burasının halvet ve inziva için ne kadar uygun bir yer olduğunu hissedebilirsiniz.
Altı-üstü yani her tarafı kaya olan bu küçük boşluğun içinde oturup, dışarıya bakarsınız. Mağaranın ön tarafı da kayalık olduğu için, gökyüzünü bu kayalıklann arasında kalan bir boşluktan görüyorsunuz. Gündüz olmasına rağmen geceyi tahayyül eder ve geceleyin kayalıklar arasındaki bu boşluktan gökyüzünün nasıl gözüktüğünü düşündüğünüzde irkildiğinizi, gerçekten irkildiğinizi hissedersiniz!.
Çünkü kayalıklar arasındaki bu boşluk, dünyanın kainata açılan gözü, göz boşluğu gibidir!. Resulullah (s.a.v.)'in uzun geceler bu göz boşluğundan kainata nasıl baktığını, bu muhteşem görüntü karşısında neler hissettiğini, kainatın Rabbi olan Allah (c.c.)'a nasıl münacaatta bulunduğunu anlayabilmek, birazcık anlayabilmek, azıcık da olsa anlayabilmek için aklınızı ve gönül yelkeninizi açık tutarak tefekkür edersiniz.
Rahmet peygamberini bağrında yaşatan, sinesinde barındıran bu sert kayaların, nurdan ve rahmetten yumuşacık olduklarını ve her an Resulullah (s.a.v.)'in Rabbe münacaatına şahitlik ettiklerini hissedersiniz.
Bunları düşünmeye, bunlan hissetmeye, bunlan yaşamaya başladınız mı, tfurasının bambaşka bir minber, bambaşka bir makam olduğunu anlarsınız.
Siz de dua etmeye, siz de Rabbe münacaatta bulunmaya başlarsınız. Bu arada kalbinize gelen “Sen kimsin?” sorusuna, ne isminizle, ne cisminizle, ne soyunuzla, ne sopunuzla ilgili bir cevap vermek istemezsiniz!.
“Ben O'nun, uzun yıllar buraya gelerek Rabbe münacaat eden, Rahmanın rahmet kapısını çalan Resulullah (s.a.v.)'in ümmetiyim” dersiniz. Bundan başka bir isim, bundan başka bir sıfat yakıştıramazsınız kendinize!.
Ve yine Efendimiz (s.a.v.)'i düşünmeye, ondört asır öncesine ait bildiklerinizi tekrar tekrar hatırlamaya başlarsınız..
Ailesiyle mutlu olmasına rağmen mazlumların mutsuzluğunu, zengin olmasına rağmen yoksulların fakirliğini yaşayan Resulullah (s.a.v.), umudlanm putlara bağlayan ve putlardan yardım dilenen İnsanlann içinde bulunduklan sapıklığı görüyor fakat onları bu sapıklıktan nasıl döndüreceğini, hangi gerçeklerle nelere davet edeceğini bilmiyordu.
Bu nedenle susmuştu, kırk yaşına kadar susmuştu, Rabbi konuşuncaya kadar susmuştu Resulullah (s.a.v.)!. Çünkü susması gerekiyordu, çünkü Allah adına yapılması gereken bir davette, kendi adına ve kendine göre konuşamazdı. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) bu suskunluk dönemi ile de bizlere örnek olmuş, Allah'ın dini adına bilmediğimiz sözlerde, bilmediğimiz davetlerde bulunmaktan bizleri sakındırmıştır.
Resulullah (s.a.v.) yakinen iman ettiği, hiçbir kuşku duymadan iman ettiği Allah (c.c.)'a müracaatta bulunmak için buraya geldiğinde, en çok iki yere bakıyor, en çok iki yere yöneliyordu!. Bu yüksek tepeden baktığı yerlerden birisi Kabe idi. İçi putlarla, çevresi putperestlerle dolu olan Kabe!. Sonra Kabe'nin Rabbine yöneliyordu Efendimiz (s.a.v.). İnsanları bu dalaletten, insanları bu sapıklıktan kurtarabilecek küçük, küçücük bir ışık arıyordu. Alemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah (s.a.v.) bu umudla Rabbe münacaat ediyor, bu umudla ağlıyor, bu umudla rahmet kapısını çalıyordu.
Ve işte burada, eski adı Hira olan bu dağın zirvesinde açıldı rahmet kapılan!. Hira dağını, Nur dağı yapan ayetler burada inzal olmaya başladı. Yaşadığımız dünya, Kur'an-ı Kerim mucizesi ile ilkin burada tanıştı.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku”,“O, insanı bir alak'tan (kan pıhtısından) yarattı”,“Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.”,“Ki O, kalemle öğretendir.”,“İnsana bilmediğini öğretti” [5]
Yıllardır rahmet kapısını çalan, Rahmana münacaatta bulunan Resulullah (s.a.v.)'in, Cebrail (a.s.)'i gördüğü, rahmet kapılarının açıldığına şahit olduğu ve bu İlk ayetlerle karşılaştığı zaman neler hissettiğini, neler yaşadığını anlamaya çalışırsınız, anlamaya çalışırsınız fakat anlayamazsınız!. Çünkü sizin ufkunuzun, çünkü bizim ufkumuzun ötesindeki şeylerdir bunlar!.
Artık boynunuzu bükecek, Resulullah (s.a.v.)'in Rabbe münacaat makamı olan bu nurlu zirveden yavaş yavaş inmeye başlayacaksınız.
İlk inen bu ayetleri okuya okuya, bu ayetleri tefekkür ede ede aşağı inerken, yine dilencilerle karşılaşıyorsunuz. Eli kolu kesik, bacaktan sakat olan bazı dilencilerin, aksaya aksaya, sürüne sürüne yukan doğru çıktıklannı ve kendilerine müsait bir yer bularak, burada dilenmeye başladıklarını görüyorsunuz.
Nerede olduğunuzu düşünüyorsunuz, Resulullah (s.a.v.)'i düşünüyorsunuz, Hira mağarasına çıkan bu zorlu yolu ve bu yolun yolculannı düşünüyorsunuz!. Birkaç saat önce çıkmakta, şu an ise inmekte olduğunuz bu yol, hiç kuşkusuz ki Efendimiz (s.a.v.)'in yolu idi!.
Efendimiz (s.a.v.) Nur dağının taşlarla, kayalarla kaplı bu zorlu yollannı çıkıyor, bu yollar ile Hira mağarasına ulaşıyordu.
Sonra dilencilere, her gün aksaya aksaya, her gün sürüne sürüne bu yolu çıkmaya çalışan dilencilere bakıyorsunuz!. Garip bir şaşkınlık ile “Aynı yol” diyorsunuz kendi kendinize!.
Dilencilerin hergün türlü meşakkatler ile çıktıklan bu yollar, Resulullah (s.a.v.)'in de çıktığı yollardır. Efendimiz (s.a.v.) ve bu dilenciler aynı yollan çıkmakta, aynı dağa tırmanmakta idiler!. Düşünceleriniz bu noktaya geldiği zaman içinizde bir anda patlayıveren “Fakaat!.” haykırışını duyuyorsunuz.
“Fakat, niyetler farklı!.”
Evet, Resulullah (s.a.v.) bu yollan Allah için çıkıyor, Nur dağına bu İlahi rıza için tırmanıyordu. Bu zavallı dilenciler ise riyal, üç-beş riyal için çıkıyorlardı Nur dağına!. Aynı dağdaki aynı yolların, farklı yolcuları idi bunlar!.
Bu düşüncelerle dünyaya, bu düşüncelerle yaşadığınız coğrafyaya bakıyorsunuz. Dünyevi şan ve şöhret için, dünyevi mal ve makam için dini hizmetlerde bulunan, İslami konularla ilgilenen, bu konularda uzun yıllar araştırma yapan, çalışan, çabalayan kimselerin, Nur dağının nurlu yollarını riyal için çıkan bu dilencilerden bir farklan, hiçbir farklan olmadığını görüyorsunuz!.
Böyle bir zillete düşmekten, pahalı yolun ucuz yolcusu olmaktan Allah'a sığınıyor ve her adımda tazelediğiniz bu tevekkül ile Mekke'ye, Mekke'nin bağnndaki Beytullah'a dönüyorsunuz.
Mekke'de yaşadığınız günler, başka, bambaşka günlerdir. İnsanlar bazı sohbet ve konuşmalarda “Dolu dolu yaşamaktan” söz ederler. Belki de sık sık duyduğunuz ancak ne anlama geldiğini, gelmesi gerektiğini yeterince anlamadığınız sözlerdir bunlar. İşte bu sözün ne anlama gelmesi gerektiğini burada anlıyorsunuz. Çünkü Mekke'de yaşadığınız günler, gerçekten dolu dolu yaşadığınız günlerdir.
Bu güzel günler geçip, terviye günü yaklaştıkça Mekke'deki kalabalığın gün be gün, an be an arttığına şahit olacaksınız. Dünyanın dört bir tarafından gelen farklı renklerdeki, farklı dillerdeki insanlara bakacak, bu insanların gözlerindeki İlahi rızayı arayan bakışlan görecek ve kendi kendinize “Ya Rabbi!, Senin ne kadar çok, ne kadar güzel kullann varmış” diyeceksiniz.
Zilhicceye yaklaşıldığı bu son günler, Beytullah'daki izdiham ve hareketlilik had safhaya varmaktadır. Bir gece bu kalabalıklar arasında Mescid-i Harama gitmek isteyeceksiniz. Elinizdeki teşbihle, gönlünüzdeki Rabbinizi zikrede zikrede, Mescid-i Haram'ın üçüncü katına çıkacaksınız.
Alt katlarda yer bulamayan müslümanların tavaf ve sa'y yaptıklan oldukça büyük bir yerdir burası. Kenarlan parmaklıklı olan orta kısımdaki geniş boşluk, Kabe-i Muazzama'ya bakmaktadır. Gece olmasına rağmen heryer ışıl ışıl, heryer gündüz gibidir. Üçüncü kata çıktıktan sonra orta boşluktaki parmaklıklann kenanna gelmek ve buradan Beytullah'a bakmak istiyorsunuz.
Usul usul ilerliyorsunuz parmaklıklara doğru!.
Parmaklıkların kenarına gelip aşağıya, Kabe-i Muazzama'ya baktığınız zaman, hayret ve haşyetle irkilmenin ne anlama geldiğini, ne olduğunu orada görüyorsunuz. Onbinlerce insan zikirlerle, teşbihlerle, dualarla Kabe'yi tavaf etmekte ve rahmetli bir düzen içinde akan bu insan selinden çıkan gizemli uğultu, arşa doğru yükselmektedir.
Ne resimlerdekine, ne filimlerdekine, ne de televizyonların canlı yayında gösterdikleri cansız görüntülere benzemeyen bu muhteşem tablo karşısında, hiç mübalağasız iliklerinize kadar titrediğinizi, herşeyinizle irkildiğinizi hissediyorsunuz!. O yaşınıza kadar nereleri gezip, nereleri görmüş olursanız olun, şimdiye kadar gördüğünüz ve görebileceğiniz en muhteşem görüntüdür bu!. Hayret ve haşyetten büyüyen gözünüz, aşağıda bir sel gibi akan insanlara bakarken,, heyecandan titreyen gönlünüze şu ayet kerime geliyor.
“(Allah'ım) Eğer onları azablandmrsan, şüphesiz onlar Sen'in kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz aziz olan, halâm olan Sen'sin Sen.” [6]
Hz. İsa aleyhisselarn'm rahmet ve merhamet dolu bu duası ile aşağıya, Kabe-i Muazzama'nın etrafında Allah, Allah diyerek, Allah'ı tenzih ve takdis ederek bir sel gibi akmakta olan insanlara bakıyorsunuz. Birçok hataları, birçok eksiklikleri olsa da, bildikleri bazı gerçeklere teslim olan bu insanlara acıdığınızı, bu insanlara karşı dağ gibi bir merhamet duyduğunuzu hissediyorsunuz. Bu merhamet duygulan ile ağlamaya, bu merhamet duygulan ile hıçkırmaya başlıyorsunuz. Kabe'nin Rabbi olan Allah (c.c.)'a, Kabe'nin etrafında durmaksızın dönen insanlan göstererek yalvarmaya, yakarmaya başlıyorsunuz.
“Ya Rabbi!. Eğer bunları azablandırırsan, şüphesiz ki bunlar Senin kullanndir. Eğer bunları bağışlarsan, eğer bunlan bağışlarsan, eğer bunlan bağışlarsan..”
Rahmet ve merhamet duyguları ile hıçkınklara boğuluyorsunuz. Bu hıçkırıklar arasında ne dediğinizi, ne demek istediğinizi sadece Rabbiniz anlıyor.
“Eğer bunları bağışlarsan, Aziz ve Hakim olan şüphesiz ki Sen'sin, Sen'sin, Sen'sin Ya Rabbi.”
Bu duanın içinde kayboluyor, bu duada bulunan Hz. İsa (a.s.)'ı daha iyi tanımaya, daha çok sevmeye başlıyorsunuz..
Bir duygu yoğunluğu, bir duygu yorgunluğu içindesiniz. Yaslanmakta olduğunuz parmaklıkların dibine oturuyor, size sizden daha yakın olan Rabbinizi tenzih ve takdis etmeye devam ediyorsunuz. Bu arada sizleri Kabe'ye yolcu ederken “Bize orada dua et” diyen kardeşleriniz geliyor aklınıza!. Bu kardeşlerim, bu müslümanlar için Rabbimden ne isteyim sorusu, yaşadığınız hal ile cevab bulan bir soru oluyor. Rabbinize yöneliyor ve ne istediğinizi bilen birisi olarak hiç durmadan, hiç duraksamadan şu duada bulunuyorsunuz.
“Ya Rabbi, kardeşlerimin de bu gerçekleri yaşamalannı, bu iklimi teneffüs etmelerini ve bu rahmetle böylesine tanışmalarını nasib et!.”
Sekiz zilhicce.
Terviye gününe yani arefeden bir gün öncesine geldiniz. Hac İçin ihrama gireceksiniz. İhram öncesi temizliğinizi yapıp, guslettikten sonra ihrama giriyorsunuz. İki rekat ihram namazınızı kılıyor ve hac için niyetleniyorsunuz.,
“Allah'ım, Senin nzan için haccetmek istiyorum. Bunu bana kolaylaştır ve bu amelimi benden kabul et..”
Artık ihram yasaklan yeniden başlamış durumdadır. Kurban bayramının ilk günü saç tıraşı olarak ihramdan çıkıncaya kadar, bu yasaklar devam edecektir. Haccın normal akışına göre terviye günü Mina'ya gitmeniz, geceyi Mina'da geçirip Arafat'a geçmeniz, arefe günü boyunca Arafat'ta vakfeye durup, güneş battıktan sonra Müzdelife'ye hareket etmeniz, geceyi Müzdelife'de geçirip, sabah namazına müteakip Mina'ya geçerek şeytan taşlamanız, kurban kesmeniz ve tıraş olarak ihramdan çıktıktan sonra ziyaret tavafını ve hac sa'yini yapmanız gerekmektedir.
Haccın normal akışı budur.
Ancak bazı izdihamlar dikkate alınarak Arafat'a çıkmadan önce hac sa'yinin yapılabileceğine ve geceyi Mina'da geçirmeden Arafat'a gidilebileceğine dair makul karşılayabileceğimiz ictihadlarda bulunulmuştur. Dolayısıyla Arafat dönüşü izdiham ve yorgunluk fazla olacağı için hac sa'yinizi ziyaret tavafından önce yapmak istiyorsanız, ihramınızla Mescid-i Haram'a gidebilir ve nafile bir tavaftan sonra hac sa'yinizi yapabilirsiniz.
Geceyi Mina'da geçirecek olanlar, terviye günü Mina'ya giderler. Türkiye'den gelen hac kafilesi ise organizasyon gereği geceleyin Arafat'a hareket edecek ve sabah namazından önce Arafat'ta olacaklardır. Zaten hac için önemli ve vazgeçilmez olan husus, bütün hacı adaylarının arefe gününde Arafat'ta bulunmaları ve vakfeye durmalarıdır.
İşte beklenen günün, beklenen saati gelmiştir artık!. Gece yarısına doğru otelde bir heyecan, bir koşuşturma başlamıştır. Hacı adaylarını Arafat'a götürecek olan otobüsler, bembeyaz ihramlar içindeki hacı adaylarıyla dolmakta ve bir bir Arafat'a doğru hareket etmektedir.
Siz de, siz de bu otobüslerden birinin içindesiniz!. Gecenin karanlığında Arafat'a doğru hareket eden otobüsün penceresinden, garip duygular içinde dışarıya bakıyorsunuz!. Dünyadan ayrılırken, dünyaya son bakışınız sanki bunlar!. Dünyanın bir yerinden diğer bir yerine değil, bir alemden başka bir aleme gidiyor gibisiniz!.
Telbiye getirirken “Lebbeyk aliahümme lebbeyk” derken, kıyameti, tekrar dirilmeyi ve ahiret gününü inkar edenlerle ilgili olarak zikredilen şu ayet-i kerimeler bir bir gözünüzün önüne gelmeye, kalbinizdeki rahmet dinamitlerini bir bir ateşlemeye başlıyor.
“Ve derler ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu va'd (etmekte olduğunuz kıyamet) ne zamanmış?”,“Onlar, yalnızca tek bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyle-çekişip dururken o kendilerini yakalayıverir.”,“Artık ne bir tavsiyede bulunmaya güç yetirebilirler, ne de ailelerine dönebilirler.”,“Sur'a üfürülmüstür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) akın ederler.”,“Demirlerdir ki: Eyvanlar bize, uyuyakaldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? (O halde) Bu, Rahman (olan Allah m va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (peygamber)ler doğru söylemiş.”,“O, yalnızca bir tek çığlıktan başkası değildir; artık onların hepsi (biraraya) toplanmış olarak huzurumuza getirilmişlerdir.” [7]
Evet, Sur'a üfürülmüş ve kıyamet kopmuştur artık!. Bütün kabirler içindekileri dışarıya çıkarmış ve haşrolan insanlar bölük bölük Rablerine, bölük bölük ahiret gününe gitmektedirler artık!.
Dönüş Allah'adır gerçeğinin, ne kadar açık, ne kadar şüphesiz, ne kadar doğru bir gerçek olduğunu, an be an yaşayarak anlıyorsunuz. Sur'a üfürülmüstür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) alan ederler... ayet-i kerimesini, harf harf, kelime kelime yaşamaya başlıyorsunuz.
Bu duygular içinde, bu teslimiyet içinde “Lebbeyk allahümme lebbeyk” derken, Buyur Allah'ım buyur derken, geliyorum. Ya Rabbi, geliyorum, Ya Rahman derken, Rabbinize hangi amellerle, hangi yüzle gittiğinizi düşünüyorsunuz. Boynunuz bükülüyor, üzerinizdeki ihramla, üzerinizdeki kefenle yüzünüzü örtmek istiyorsunuz!. Utanç ve pişmanlıklarla dolu böylesi duygular içinde “Otobüsten ineyim mi, geri döneyim mi?” diyorsunuz kendi kendinize!. Fakat nereye dönebilecek, bu utancınızı Allah'ın göremeyeceği nereye saklayabileceksiniz ki!.
Yüzünüzü tevbelerle, yüzünüzü gözyaşlarıyla yıkaya yıkaya Lebbeyk allahümme lebbeyk demeye başlıyorsunuz. Günahlarınız ne kadar çok olursa olsun, Rahman'ın geniş rahmet, Rahmanın sonsuz merhamet sahibi olduğunu düşünüyorsunuz.
Ve Rahman'ın rahmetini ve Rahman'ın merhametini diliyerek, Rahman olan Rabbinize doğru gidiyorsunuz.
Sabah namazından önce Arafat'a geldiniz.
Mekke'ye yaklaşık 25 km. mesafedeki bu yer, içine milyonlarca insanı alabilecek çok geniş düzlüğü ile adeta bir içtima, bir tekmil yerini andırıyor. Önceden belirlenen bir planlama ile ülkeye kendi kontenjanına göre çadır kurabilecekleri yerler ayrılmış. Arafat meydanında onbinlerce büyük çadınn daha önceden kurulmuş olduğunu ve hacı adaylarının ihtiyaçlarını giderebilecekleri yerlerin hazırlanmış oiduğunu görüyorsunuz.
Hangi ülke kafilesiyle gelmişseniz, o ülkeye ayrılan bölgedeki çadırlara gidiyorsunuz. Yanları tamamen açık olan bu çadırlar, hacı adaylarını güneşten koruyabilecek gölgelikler şeklinde tasarlanmış. Hacı adayları bu çadırlara yine balık istifi şeklinde yerleşiyor ve sabah ezanına kadar dinleniyorlar.
Fecr-i sadıkla beraber, Arafat'ın her yerinden sabah ezanları yükselmeye başlıyor. Müsait bir yerde sabah namazınızı kılıyor ve Arafat'ın yan taraflarındaki kayalık yamaçlardan birisine çıkıyorsunuz. 50-60 metrelik bir yüksekliğe çıkmanız dahi on-binlerce çadırın kurulduğu bu geniş düzlüğü görmenize yetiyor.
Arafat'a bakıyor ve Arafat'ı düşünüyorsunuz!. Güneşin doğmasıyla birlikte Arafat'ta bir canlılık, bir hareketlilik başlıyor. Hacı adaylanndan bir kısmı çadırlarının etrafında dolaşmaya başlarken, bir kısmı da Arafat'ın kuzey kesimindeki Cebel-i Rahme denilen küçük tepeye doğru akın etmeye başlıyorlar. Kendisi küçük, anlamı büyük olan bu Rahmet tepesinin yakınları, Efendimiz (s.a.v.)'in Arafat vakfesini yaptığı yerler. Çok kısa bir sürede CebeH Rahme'nin, ihramlı hacı adaylarıyla doluptaştığını görüyorsunuz. Bu arada ardı arkası kesilmeyen otobüsler gelmektedir Arafat'a. Sünnete uygun olarak geceyi Mina'da geçirenler, içieri ve üstleri hacı adaylarıyla dolu rengarenk otobüslerle, akın akın Arafat'a gelmekteler.
Evet, bugün arefedir, bugün Arafat'ta vakfe günüdür!. Resulullah (s.a.v.)'in “Hac Arafat'tır” buyruğunda işaret ettiği gibi, hac ibadetinin en önemli şartı, bugün yapılacak olan Arafat vakfesidir. Lügat anlamı itibariyle vakfe, durak, durulacak yer ya da duruş demektir. Dolayısıyla Arafat vakfesi, Arafat'a gelmek ve Arafat'ta durmak, durulması gerektiği gibi duruşa geçmektir. Ve siz Arafat'a ve siz vakfeye geldiniz. Kefene benzer ihramlarınızla haşroîarak, bir yeniden dirilişi yaşayarak, ahiret günü şuruyla vakfe yapmaya geldiniz.
Dönüş Allah'adır gerçeğini biliyorsunuz.
İsteseniz de, istemeseniz de ölecek, isteseniz de, istemeseniz de tekrar dirilecek, isteseniz de, istemeseniz de ahiret günü Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. Bütün bunları biliyor ve bütün bu gerçeklere iman ediyorsunuz.
Ahiret gününün dünyaya bir yansıması, dünyada bir yaşanması olan bugün ise durum biraz farklı!. Çünkü siz bugüne, çünkü siz bugünü yaşamaya isteyerek geldiniz. Yerler ve gökler Rabbimizİn İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin buyruğu karşısında nasıl ki isteyerek geldik demişlerse, siz de “İsteyerek geldik” diyorsunuz. İsteyerek geldiğinizi, isteyerek beyan ediyorsunuz.
Sana geldik, davetini duyduk isteyerek geldik.
Seni severek ve Seninle sevinerek huzurunda durmaya geldik!.
Hesap gününü anlamaya, hesap gününü yaşamaya, hesap gününden önce hesap vermeye geldik!.
Dünyalıklardan annmış cesedimiz, rütbelerden uzak kimliğimiz, yaptıklarımızla dolu defterimiz ile ne olduğumuzu, ne olmadığımızı anlamaya ve Sen'den af dilemeye, Sen'den af dilenmeye geldik!.
Dönüş ancak Sana'dır ve biz ancak Sana döndük ve biz ancak Sana geldik Ya Rabbi.
Dönüşü olmayan gün gelmezden önce, dönüşü olmayan günü yaşamaya, dönüşü olmayan günü anlamaya ve bu bilinçle tekrar dünyaya dönmeye geldik Ya Rabbi.
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke lebbeyk. İnne'l hamde, ve'nni'mete, lehe, ve'l mülk, la şerike lek”
Böylesi düşünceler ve böylesi teslimiyetlerle telbiye getire getire çıktığınız yamaçdan aşağıya iniyor, dünyanın dört bir tarafından gelen milyonlarca hacı adayının arasına katılıyorsunuz.
Bembeyaz ihramlar içindeki rengarenk insanlar, değişik ses tonlan ve değişik lehçeler ile telbiye getirerek uhrevi bir hedefe doğru yürümekteler.
Yol kenarları, yiyecek-içecek satıcılarıyla dolu.
Et kavurmasından meyveye, dondurmadan meşrubata kadar herşey var gibi!. Bir kısım hacı adaylan çadırlarda dinlenirken, bir kısmı alış-veriş etmekteler. Diğer tarafta bir deve etrafında toplanan ve çoğunluğu türk olan hacı adaylannı görüyorsunuz. Güneşten kızmaya başlamış asfalt üzerine çöktürülen deve, hacı adayının binmesi üzerine ayağa kalkmakta ve deve sahibi fotoğraf çektikten sonra tekrar çöktürülerek yeni müşterisinin binmesini beklemektedir. “Arafat hatırası” olarak on riyale deve üzerinde fotoğraf çekürebilmek için sıraya geçen hacı adaylarına hayretle bakıyorsunuz. “Arafat'a gelen bu hacı adaylarının, Arafat'tan alacaklan, Arafat'tan alabilecekleri hatıra bu mu?” diyorsunuz kendi kendinize!.
Yanınızda duran birkaç hacı adayının da bu olaya çok dikkatli bir şekilde baktıklannı görüyorsunuz. Onların da bu olaya ibretle baktıklarını zannederek “Görüyor musunuz?” diyerek kanaatlerini öğrenmek istiyorsunuz. Kafalarını sallayarak “Yaa, ya!.” diyorlar ve devam ediyorlar.
Kırkbeş dakikadır bakıyoruz. Otuzaltı kişi fotoğraf çektirdi. Demek ki saatte elli kişi. Akşama kadar beşyüz olur. On riyalden beşbin riyal!. Buraya bir deve getirmek varmış!.
Allah sabır vermese “Siz buraya zaten bir deve getirmişsiniz!.” diyeceksiniz. Fakat Allah'ın yardımıyla sabrediyorsunuz. Kendi kendinize “Keşke onlarla değil de deveyle konuşsaydım!.” diyerek gözünüzü deveye çeviriyor ve devenin anlam dolu gözlerine bakıyorsunuz!. Kızgın asfaltta çöküp-kalkmaktan dizleri kanamaya başlayan devenin tertemiz bakışlan, sabır ve teslimiyet dolu!. Bunu görebiliyor, bunu hissedebiliyorsunuz devenin gözlerinde. Yaratılış gereğini hakkıyle yerine getiren, Rabbe karşı alnı apaçık olan bu tertemiz hayvana gıptayla bakarken, o muazzam hesab gününde kaç milyar insanın bu devenin yerinde olmak isteyeceklerini düşünüyorsunuz!.
Bilmediğiniz ülkelerin, bilmediğiniz müslümanlan Lebbeyk Allahümme Lebbeyk diyerek yanınızdan geçerken, siz de onlara, siz de bilmediğiniz o müslümanların arasına katılıyorsunuz. Uzaklaşıyorsunuz deveden ve deveyle meşgul olan insanlardan. Bir süre bu müslümanlarla birlikte gidiyor, bir süre bunlarla birlikte telbiye getiriyorsunuz.
“Lebbeyk Allahümme lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke lebbeyk, İnne'l hamde, ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek”
Gönlünüzden dilinize yansıya yansıya getirdiğiniz bu telbiyeler ile ne için nerede bulunduğunuzu yakinen hissetmeye, ahiret gününü tekrar yaşamaya başlıyorsunuz.
Ahiret gününü, din gününü, hesap gününü düşünürken, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu ayet-i kerimeleri hatırlıyorsunuz..
“Kulakları patlatırcasına olan o gürkme' geldiği zaman, kişi o gün, kendi kardeşinden, annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.”,“O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir isi (meşguliyeti) vardır.”,“O gün öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır. Sevinç içinde gülmektedir”,“Ve o gün öyle yüzler vardır ki üzerini toz bürümüştür. Onu da bir karartı sarıp-kaplamıştır.”,“İşte onlar kafir ve facir olanlardır.” [8]
Daha önceleri yüzlerce kez okuduğunuz bu ayet-i kerime!er!e yeni karşılaşmış gibisiniz!. Tekrar tekrar okumaya, tekrar tekrar düşünmeye başlıyorsunuz bu ayet-i kerimeleri!. Duyduğunuz derin heyacana endişe, endişenize korku katılıyor. Dağlar kadar büyük nedeni olan bir korkuyu, köklü bir korkuyu yaşıyorsunuz.
O gün öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır. Sevinç içinde gülmektedir Ve o gün öyle yüzler vardır la üzerini toz bürümüştür. Onu da bir karartı sanp kaplamıştır.
Aynaya bakmak, yüzünüzün nasıl olduğunu, kimlerin yüzüne benzediğini görmek istemiyorsunuz. İstediğiniz yegane şey ağlamak, ağlamak ve ağlayarak yüzünüzü yıkayabilmektir.
Fakat olmuyor, ağlayamıyorsunuz!. Zorla ağlanmıyor, zorla ağlanamıyor ki!.
Ellerinizle yüzünüzü sıvazlıyor, yüzünüzde bir toz, yüzünüzde bir toprak varsa çıksın, hemen çıksın endişesiyle bastırarak tekrar tekrar sıvazlıyorsunuz.
o yaşınıza kadar kendinizi hiç bu kadar yalnız, hiç bu kadar tek hissetmediniz!. Yaşlısıyla genciyle, siyahıyla beyazıyla, kadınıyla erkeğiyle milyonlarca hacı adayının arasında olmanıza rağmen yalnızlığı yaşıyor ve nedeni belli bir korku ile “Nefsihi, nefsini” diyorsunuz. Anneniz, babanız, eşiniz, çocukiannız, hocanız, kardeşiniz hiçbiri, ama hiçbiri umurunuzda değil!. “Ben, ben, ben ne yapacağım, ben nasıl hesab vereceğim” korkusunu yaşıyorsunuz!.
Dünyada yalnız siz, Arafat'ta yalnız siz, hesab gününde yalnız siz, Allah'ın huzurunda yalnız siz, yalnız siz varsınız!.
Ağzınızı açmıyor, sesinizi çıkarmıyor ve hiç konuşmuyorsunuz, hiç konuşmuyorsunuz ama hangi uzvunuza baksanız, o uzvunuzun dillenmeye, o uzvunuzun konuşmaya başladığını görüyorsunuz!. Elleriniz “Ya Rabbi, bu kulun benimle şunlan yaptı.”; ayaklarınız “Ya Rabbi, bu kulun benimle şuralara gitti”; gözleriniz “Ya Rabbi, bu kulun benimle şunlara baktı”; diliniz “Ya Rabbi, bu kulun benimle şunlan dedi”; gönlünüz “Ya Rabbi, bu kulun benimle şunlan sevdi” demeye başlıyorlar!.
Ne diyeceksiniz ki!.
Her uzvunuzun hakka şahitliği karşısında boynunuzu büküyor ve “Doğru, doğru söylüyorlar Ya Rabbi” diyorsunuz!.
Kendinizi müdafa edecek bir söz, kendinizi müdafa edecek bir kelime arıyorsunuz!.
Elbetteki bu sözün hak, bu kelimenin doğru olması gerekmektedir. Çünkü bu gün; doğrulara, doğruluklarının fayda sağlayabileceği bir gündür. Fakat kendinizi müdafa edebileceğiniz doğru bir söz, doğru bir kelime bulamıyorsunuz!.
O gün yakınlaştırılmış olan cehenneme bakıyorsunuz!. Yürekleri titreten bir homurtu ile yanmakta olan cehenneme bakarken “Bunu benim için yakmışlar, benim için hazırlamışlar” feryadı yükseliyor içinizden!. Kaskatı kesiliyorsunuz!. Her tarafı korku dolan, herşeyi korku olan, kaskatı bir korku heykeli gibisiniz!. Korkudan ne yapacağınızı, korkudan ne söyleyeceğinizi bilemiyorsunuz!, Korku ve dehşetin karanlık kuyusunda bir ışık, küçücük bir umud ışığı arıyorsunuz!. Sadece Rabbiniz, sadece Rahman geliyor aklınıza!. Gönlünün çatırdayarak genişlediğini ve gözyaşlarınizın bir sel gibi boşandığını hissediyorsunuz!. Ve hiç düşünmeden konuşmaya ve hiç düşünmeden yakarmaya başlıyorsunuz.
Ya Rabbi Sen Rahman, Ya Rabbi Sen Rahim değil miydin!. Ben “Rahman” diye diye rahmetini umarak, ben “Rahim” diye diye merhametini dilenerek buralara geldim. Şu halime bak Ya Rabbi!.
Şimdi Sen beni burada, şimdi Sen beni bu dehşetle, şimdi Sen beni bu korkularla başbaşa mı bırakacaksın!. Sen bana rahmet, Sen bana merhamet etmeyecek misin Rabbim!. Biliyorsun ki Sen bana merhamet etmezsen, bana merhamet edebilecek kimse, hiç kimse, hiç kimsecik yoktur!. Rahman ve Rahim olan Sen'sin, yalnız Sen, yalnız Sensin Ya Rabbi!.
Rahmetine muhtacım Ya Rahman, merhametine muhtacım Ya Rahim!.
Sen şahitsin ki ben Sen'den korkarak, ben Sen'i severek bu güne geldim. Beni şu korkunç cehenneme götürmeye kalksalar dahi, Sana olan sevgimi terketmeyecek, asla terketmeyecek ve cehenneme sürüklenirken bile “Ben Rahman'ın kuluyum, ben Rahman'ı seviyorum” diye feryat edeceğim!. Çünkü biliyor ve İman ediyorum ki bu sevgiyi terketmeyen bir kulunu, bu sevgiyle beraber cehenneme terketmezsin!. Sen Rahmansın, Sen Rahimsin, Rahman ve Rahim olan yalnız Sen'sin, yalnız Sen'sin Ya Rabbi!.
Gözyaşlarıyla dolu bu dualarla yıkandığınızı, bu yakanşlarla hafiflediğinizi hissediyorsunuz. İçinizde bir boşluk, bütün gökieri içine alabilecek genişlikte garip bir boşluk oluşuyor. Size huzur veren bu geniş boşluğun içine bir şey, küçücük bir şey dahi koymak istemiyorsunuz.
Şaşkın gözlerle etrafa, şaşkın gözlerle kendinize bakıyorsunuz!.
Arafat'a dikilmiş bir direk gibi öylece ayaktasınız. Ne kadar zamandır böyle durduğunuzu, böyle durakaldığmızı bilmiyorsunuz. “Bu bir vakfe miydi ve ben vakfe mi yaptım?” diye soruyorsunuz kendinize. Cevap vermiyor, cevap vermeyi düşünmüyorsunuz bu soruya. Din gününün, hesap gününün dehşetini yaşadığınız o anlara, bir ad, bir isim vermek istemiyorsunuz.
Küçük bir arap çocuğumuz satmaktadır yol kenarında. Bir muz alarak, küçük bir ağaç gölgesine oturuyorsunuz. Elinizdeki muza bir süre hayretle bakıyorsunuz!. Rabbinizin eiinize tutuşturduğu bir nimet, bir ikram olarak görüyorsunuz bu muzu!. Bütün duyu ve duygulannızın titrediğini hissediyorsunuz. Allah'ın size verdiği el ve elinize verdiği kuvvet ile muzu soyuyorsunuz. Muzu Allah'ın yardımıyla ağzınıza götürüyor ve yine Allah'ın yardımıyla çiğneyerek, Allah'ın yardımıyla yutuyorsunuz. Resulullah (s.a.v.)'in her yemekten sonra yaptığı Beni yediren, içiren Allah'a lıamdoisun duası geliyor aklınıza. Bu duanın ne kadar hak, ne kadar doğru bir dua olduğunu, yaşayarak anlıyorsunuz.
Öğle ezanları okunuyor.
Bugün öğle ve ikindi. namazlarını cemederek yani birleştirerek kılacaksınız. Bu nedenle pek acele etmiyor, gölgesinde oturduğunuz küçük ağacın dibinde Allah'ı tenzih ve takdis ederek bir süre dinleniyorsunuz. Yerleri ve gökleri yaratan Rabbinizin azametini düşündükçe, Rabbiniz hakkında bir mukayeseyi belirten “En büyük” ifadesini kullanmak istemiyorsunuz. “Sen büyüksün, büyüğün ve büyüklüğün ta kendisisin Ya Rabbi. Kainat bile Seninle mukayese edilemez, Sen'in büyüklüğün karşısında küçük dahi olamaz Ya Rahman” diyorsunuz.
Abdest tazeleyerek öğle ve ikindi namazlarını cemederek kılıyorsunuz. Vakit yavaş yavaş ikindiye yaklaşmaktadır. Resulullah (s.a.v.)'in Cebel-i Rahme'nin yakınlarında vakfe yaptığını bildiğinizden, Cebel-i Rahme'ye gitmek, orada da vakfe yapmak istiyorsunuz. Adımlarınız Cebel-i Rahme'ye yöneliyor.
50-60 metre yüksekliğindeki, 250-300 metre genişliğindeki bu kayalık tepeye yaklaştıkça, kalabalıkların daha bir arttığına şahit oluyorsunuz. Cebel-i Rahme ve etekleri, yüzbinlerce ihramlı hacı adayıyla kaplanmış gibi!. Hiç kimseye rahatsızlık vermeden “Gidebildiğim kadar gideyim, çıkabildiğim kadar çıkayım” diyerek, küçücük bir tepeye benzeyen bu koskoca rahmet dağına çıkmaya başlıyorsunuz. Nereye kadar çıkabilmeniz mümkün ise oraya kadar çıkıyor ve yüzünüzü Beytullah'a, gönlünüzü Allah'a yönelterek vakfeye duruyorsunuz.
Dünyadaki en yüksek dağın, en yüksek zirvesindesiniz sanki!. Yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ı düşündükçe, ayaklarınız altındaki dünyanın küçüldüğünü, küçülüverdiğini hissediyorsunuz.
Bütün kalabalıklar kayboluyor!.
Dünyada yalnız siz, Arafat'ta yalnız siz, Cebe Rahme'de yalnız siz varsınız!. Hiç kıpırdamadan ufka bakan gözleriniz, Rahman'ı gören bir rahmet sevdahsi gibi aydınlanıyor. Oysa Rahman'ı görmenin değil, Rahman tarafından görülmenin sevinci bu!.
Rahmet kapısını açan Rahman, öylece size bakmaktadır. Ağlıyor musunuz yoksa içinizdeki herşey gözlerinizden dışarı mı akıyor bilmiyorsunuz!. Vakfeye durduğunuz yerde size bakan, sizi seyreden Rabbinize, harf ve kelimelerin kullanılmadığı bir anlatımla “Ben geldim, ben geidim, ben geldim Ya Rabbi!.” diyorsunuz. Başka bir şey söylemiyor, başka bir şey söyleyemiyorsunuz!.
“Ben geidim, ben geldim Ya Rabbi!.”
Size rahmetle bakmakta olan Rahman karşısında ne diyeceğinizi, nasıl şükredeceğinizi bilemiyorsunuz. Sanki ilk kez telbiye getiriyormuşsunuz gibi telbiye getirmeye başlıyorsunuz.
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyke la şerike leke lebbeyk înne'l hamde, ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek” Buyur Allah'ım buyur. Senin eşin ve ortağın yoktur, buyur. Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senindir. Senin eşin ve ortağın yoktur.
Rabbinizi tekrar tekrar tenzih ve takdis ederek Cebel-i Rahme'den iniyorsunuz. Duygu yorgunluğu içinde ağır ağır ilerlerken, buralarda da yüzlerce dilencinin olduğunu görüyorsunuz. Elleri ayaklan kesik bir şekilde “Sadaka, sadaka ya hacı” diye çığıran bu dilencilere bakarken, Hesab gününde mü'minlerden dua, müminlerden bir nazar, bir bakış dilenecek olan günahkarları hatırlıyorsunuz. O günahkarlar hiç kuşkusuz ki bu yoksullardan çok daha fazla çığıracaklar, çok daha fazla feryat edeceklerdir. “Ya Rabbi, o günahkarlara benzemekten Sana sığınırım” diyerek, dilencilere sadaka veriyorsunuz.
Biraz ilerleyince bir tır dolusu soğuk meşrubatın, hayrat olarak dağıtıldığını görüyorsunuz. Ne güzeldir ki buralarda sık sık karşılaşacağınız görüntülerdir bunlar. Bu sıcak günde meşrubatları kapışarak içmeye çalışan hacı adaylarına bakarak, hayrat sahibi için hayır dualarda bulunuyorsunuz.
Cebel-i Rahme'nin yan tarafındaki küçük tepeye çıkınca, yüksekçe bir yerde oturuyor ve Arafat'ı tekrar seyretmeye başlıyorsunuz. Sinesinde 4-5 milyon hacı adayını banndıran Arafat, adeta bir mahşer, bir mahşer yeri gibi!. Dünyanın dört bir tarafından gelen hacı adayları, ülkelere göre taksim edilmiş çadırlarda akşamı bekliyorlar. Tabi ki ülke bayrakları altındaki ülkelere göre bu bölünmüşlük, ahiret gününde amellere ve imamlara göre olacak!. Dünya yaşantısında kim kimin arkasından gidiyor, kim kime tabi oluyorsa, ahiret gününde de onun arkasında, onunla birlikte bulunacak!.
Arafat'taki mahşeri seyredip, Arafat'taki mahşeri yaşarken, Resulullah (s.a.v.)'în mahşer günü kevserin başında olacağı haberini hatırlıyorsunuz. Kalkıyorsunuz oturduğunuz yerden. Resulullah (s.a.v.)'i gören ve Resulullah (s.a.v.) tarafından görülen Arafat'a bakıyorsunuz. Soluk soluğa yaşadığınız bu mahşer gününde Kevser'i değil, Resulullah (s.a.v.)'i bulmak, Onun sancağı altında bulunmak istiyorsunuz.
Rengarenk ülke bayrakları arasında, Resulullah (s.a.v.)'in bayrağını, Resulullah (s.a.v.)'in sancağını arıyor gözleriniz!. Böylesi bir mahşer gününde bile dünyevi telaş içinde olan hacılara, hacı adaylarına değil, Arafat'ın taşına, Arafat'ın toprağına, Arafat'ın otuna sormak istiyorsunuz.
Nerede, rahmet peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) nerede?
Bu sorunuz cevapsız kalmıyor. Resulullah (s.a.v.)'in ayak bastığı topraklar, dokunduğu taşlar, nazar ettiği kayalar ortak bir sesle, ortak bir cevab veriyorlar size.
Az önce buradaydı!. Az önce burada veda hutbesini verdi. Sesi hala burada, sesi hala bizlerde yankılanmakta!.
Doğru söylüyordu taşlar, doğru söylüyordu topraklar. Resulullah (s.a.v.) az önce buradan bütün zamanlara, bütün zamanlardaki müslümanlara ve özellikle size hitab etmişti!. Bu düşüncelerle oturuyor, bu düşüncelerle Resulullah (s.a.v.)'e kulak kabartıyorsunuz.
Efendimiz (s.a.v.)'i görmeseniz, göremeseniz de, O'nu duymanın heyacanıyla veda hutbesini dinlemeye başlıyorsunuz.
“Resulullah (s.a.v.) Allah'a hamd-ü sena, hatırlatma ve tavsiyelerden sonra şöyle devam etti: (Ey ahali) hangi ayın hürmetçe daha ileri olduğunu biliyor musunuz? Halk; Şu içinde bulunduğumuz ay değil mi? dedi Resulullah (s.a.v.): Pekiyi hangi bölgenin hürmetçe daha önde olduğunu biliyor musunuz? diye sordu; Halk Şu yerler değü mi? cevabını verdi Resulullah tekrar: Pekala hanj günün hürmetçe daha üstün olduğunu biliyor musunuz? dedi Halk Şu içinde bulunduğumuz gün değil mi? dedi Resulullah şöyle devam etti; Öyle ise bilin ki, kanlatınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize, bu ayınızda, bu beldenizde şu gününüz nasıl fıa-ramsa öylece haram kılınmıştın Bilin ki herkesin cinayetinden kendisi sorumludur. Hiçbir babanın cinayetinden oğlu sorumlu tutulmaz. Haberiniz olsun ki, müslüman, müslümanın kardeşidir. Bu sebeple, bir müslümana, bizzat kendisi helal kılmadıkça kardeşinin hiçbir şeyi hela! değildir. Bilin ki cahiliyye devrinden kalan bütün faizler mülgadır, terkedüecek ve alınmayacaktır. Faize verilen paranın sadece sermaye kısmını yani aslını alacaksınız, böylece ne zulüm ve haksızlık etmiş ne de zulme ve haksızlığa uğramış olacaksınız- Abbas İbnu Abdi'l-Muîtalib'in faizi hariç. Zira onun tamamı terkedilmiştir. Habenniz olsun la, cahiliyye devrinde kalan bütün kanlar da terkedilmiştir. İlga ettiğim ilk cahiliyye kam da el-Haris İbnu Abdü'l-Muttalib'in kanıdır. Haris, Benu Leys'ten tuttuğu bir süt anneye bebeğini emzirtiyordu. Çocuğu Hüzeyl adında birisi (kavga sırasında attığı bir taşla kazaen) öldürmüştü, Salan ha, kadınlara da iyi muamele yapın. Çünkü onlar yanınızda esir durumundadır. Onlara iyi bir muamelenin dışında (terketmek, dövmek gibi) bir başka şey yapma hakkına sahip değilsiniz. Ancak açık bir çirkinlikte bulunurlarsa o hariç. Çirkin iş yapmaları halinde, önce yataklarını ayırın, (yine de devam edecek olurlarsa) yaralamayacak şekilde dövün. Bundan sonra itaat edecek olurlarsa, zulmen devam etmek için bir yol (bir bahane) aramayın. Bilin ki, sizin kadınlarınız üzerinde bazı haklarınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerenizde bazı haklan vardır. Kadınlarınız üzerindeki haklarınız istemediğiniz kimselere yatağınızı çiğnetmemeleri, evlerinize hoşlanmadıklarınızın girmesine izin vermemeleridir. (Onların sizdeki, hakkın ise) yiyecek ve giyeceklerinde iyi davranmanızdır. Haberiniz olsun, şeytan bu beldenizde kendisine ebediyyen tapılmayacağım idrak etmiştir. Fakat, sizin önemsemediğiniz şeylerde ona itaat devam edecek, bunlar da onu memnun kılacaktır. Rabbinize kavuştuğunuz zaman sizi yap-tıldannızdan hesaba çekecektir. Sakın benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın. Bu söylediklerimi duyanlar, duymayanlara ulaştırsınlar. Bazan söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştınlan sözü, bizzat dinleyenden daha iyi beller. Resulullah (s.a.v.) sonra üç kere tekrar ederek sordu: Duydunuz mu, tebliğ ettim mi? Halk her defasında Evet cevabını verdi Bunun üzerine üç sefer: Ya Rab şahid ol! Ya Rab şahid ol! Ya Rab şahid ol” buyurdu.
Efendimiz (s.a.v.)'in veda hutbesini verdiği yerde, veda hutbesini ağır ağır, düşüne düşüne bir kez daha dinledikten sonra ayağa kalkıyor ve “Tebüğ ettin, tebliğ ettin Ya Resuîullah. Rabbim şahittir ki tebliğ ettin..” diyerek çadırlarınıza dönüyorsunuz.
Arafat'ta güneş batmış, Arafat'ta akşam olmuştur artık!. Herkes bir telaş ile eşyalarını toplamakta, kendilerini Müzdelife'ye götürecek otobüslere binmeye başlamaktadır. Siz ise garip duygular içindesiniz!. Arafat'ta bir mahşer, bir din, bir hesap gününü yaşadınız. Dünyayı ve dünyanın içindeki herşeyi terkederek Allah'ın huzurunda durdunuz, vakfe yaptınız. Dönüşü olmayan, dönüşü mümkün olmayan o ahiret gününü burada, Arafat'ta yaşadınız.
Ve şimdi, şimdi döneceksiniz!. Dönüşü olmayan günü yaşadıktan sonra tekrar dünyaya, tekrar dünya yaşantısına döneceksiniz!.
Bu durum karşısında biraz garip, biraz tuhaf duygular içine girmenize rağmen “Madem ki dönecektik, o halde niye geldik?” sorusunu sormuyorsunuz. Çünkü biliyor ve iman ediyorsunuz ki, dönüşü olmayan gün gelmezden önce dönüşü olmayan günü yaşamanız ve bu bilinçle dünya yaşantısına dönmeniz, Allah (c.c.)'ın büyük bir lutfudur. Ölmeden önce ölmek, ölümden ders ve nasihat almak nasıl bir rahmet ise; mahşer gününe gelmeden mahşer gününü yaşamak, yaşayabilmek de böyle bir rahmettir. Her hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimiz, bizleri Arafat'a davet etmiş ve ahiret gününün dünyaya yansıması olan böyle bir günü yaşamamızı nasib ederek, dönüşü olmayan o muazzam hesab gününe çok daha ciddi, çok daha bilinçli hazırlanmamız gerektiğine apaçık bir şekilde işaret etmiştir.
Bizlere böyle bir günü yaşatan, böyle bir günü yaşamamızı nasib eden Allah'a hamdolsun!.
Evet, yaşanmış bir ahiret günü şuuruyia dünyaya dönmeniz gerekiyor. Bu yolculuktaki ilk menziliniz Müzdelife olduğu için akşam namazını kılmadan otobüslere biniyor ve Müz-delife'ye doğru hareket ediyorsunuz.
Arafat ile Mina arasında bulunan ve Harem sınırları içinde kalan bir bölge olan Müzdelife'ye hava karardığı zaman geliyorsunuz. Otobüslerden iniyor ve geceyi geçireceğiniz uygun bir yere kafileler halinde yürüyerek gidiyorsunuz. Arefe gününü bayrama bağlayan bu geceyi Müzdelife'de geçirmeniz sünnet, burada vakfe yapmanız ise vacibdir.
Müsait bir yerde abdest tazeliyor, akşam ile yatsı namazını cemederek kılıyorsunuz. Müzdelife'de konaklayacağınız, geceyi geçireceğiniz yere gelince, payınıza düşen 1.5-2 metrekarelik toprağa oturuyor, isterseniz bir müddet uzanarak dinleniyorsunuz.
Gökyüzü muhteşem!.
Yıldızlarla donatılmış gökyüzüne bakıyor, kainatın yaratılışını düşünüyorsunuz. Kur'an-ı Kerim ifadesiyle “Sen bütün bunları boşuna yaratmadın, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadın Ya Rabb” diyorsunuz.
“Peki ne için, ne için yaratıldı?” sorusuna, “Dünyada yaşamış ve yaşayacak olan milyarlarca insan için, bu insanlann imtihanı için yaratıldı” gibi genel bir cevap vererek, kendinize bu genel cevaptan milyarlarda bir olan küçük bir hisse çıkarmak yerine; “Benim için, benim imtihanım için yaratıldı?” diyerek, bu muazzam yaratılış karşısındaki sorumluluğunuzu çok daha derin, çok daha yoğun bir şekilde hissediyorsunuz. Duyduğunuz heyacandan tüyleriniz ürperiyor. Sormanız gereken bir diğer soruyu da, usulca soruyorsunuz kendinize.
“Bütün bunları benim için yaratan, dünyayı benim için döndüren, gündüzden geceyi, geceden gündüzü benim için çıkaran, beni güneşle ısıtıp, güneşle aydınlatan, suyu benim için indiren, taneleri benim için çatlatan, bitkileri benim için bitiren, hayvanları benim Jçin yaratan, benim için yaşatan, benim için süt, benim için bal yaptıran Rabbim, bütün bunlara karşılık benden ne istiyor?”
Susuyorsunuz!.
Bu büyük soruya küçük, küçücük bir cevap vermekten sıkılıyorsunuz!. Fakat yine de başınızı omuzlarınızın arasına gömerek “Hiçbir şeyi O'na eş koşmadan sadece O'na kulluk yapmamı istiyor” diyorsunuz.
Evet, bütün bunları sizin için yaratan ve sizin için yaşatan Rabbiniz, sizden sadece ve sadece kendisine kulluk yapmanızı istemektedir. Rahmet duyguları ile Rabbinize yöneliyor “Allah'ım neden, Sana neden eş koşacak ve Sana neden kulluk yapmayacakmışım ki!,” diyerek teslimiyetinizi bildiriyor, Rabbinizi tekrar tekrar tenzih ve takdis ediyorsunuz.
Evet, Müzdelife'desiniz!.
Arafat'tan dünyaya dönerken durduğunuz, konakladığınız ilk menzildir bu!. Duygu ve düşünceleriniz geçmişe, yani kalu belaya uzanıyor!. Allah (c.c.)'ın Ben sizin Rabbiniz değil miyim? sorusu karşısında evet, Sen bizim Rabbimizsin diyerek verdiğiniz cevabı hatırlıyorsunuz.
Sonra bekleyiş, kalu beladan dünya yaşantısına gelinceye kadar ki bekleyiş döneminiz!. İşte Arafat'ta Rabbinizi tenzih ve takdis ettikten sonra Müzdelife'de geçirdiğiniz bu karanlık geceyi de, Kalu bela ile dünya yaşantınız arasındaki bekleyiş dönemine benzetiyorsunuz!.
Yarın güneşle birlikte Mina'ya hareket edecek, güneşle birlikte dünya yaşantısına gireceksiniz!. Kurban bayramının dört gününde şeytan taşlarken kullanacağınız nohuttan iri, fındıktan küçük ebatlardaki taşları, bu gece Müzdelife'de toplamanız gerekiyor. İlk gün yedi, diğer üç gün yirmibir taş atacağınızdan, toplam yetmiş taş toplayacaksınız. Bu taşları şeytan denilen lanetli yaratığa atacak olsanız bile yine de bu taşların pisliğe bulaşmamış ve temiz olması gerekiyor. Çünkü müslümanları kafirlere ve kafirlerin taptıklarına sövmekten meneden İslam dini, bu uygulaması ile değil insanlara, insanların en büyük düşmanı olan şeytana bile pislik atılmaması gerektiğini beyan ederek, müslümanlar her türlü hakaretten uzak temiz bir kimliğe davet etmektedir. Bu bilinçle taşlarınızı topluyor ve gerekiyorsa bu taşları su ile yıkayarak temizliyorsunuz.
Artık sabah ezanına kadar kafan süreyi, ibadetle, tefekkürle ve dinlenmekle geçirebilirsiniz.
Bir müddet sonra her gecenin olduğu gibi, bu güzel gecenin de sabahı olmaya başlıyor. Fecr-i sadıkla birlikte Müzdelife'nin her yerinden sabah ezanlarının yükseldiğini duyuyorsunuz.
Hiç geciktirmeden sabah namazını kılıyor ve ortalık aydınlanıncaya kadar tekbir, tehlil, teîbiye, istiğfar, dua ve salavat ile vakfe yapıyorsunuz.
Müzdelife vakfesini yaparken, Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetleri hatırlıyorsunuz.
“Rabbinizden bir fazi istemenizde size sakınca yoktun Arafat'tan hep birlikte indiğinizde Allah'ı Meş'ar-ı Haram'da anın. O, sizi nasû doğru yola yöneltip-ilettiyse, siz de O'nu anın. Gerçek şu ki, siz bundan evvel sapık olanlardandınız.” [9]
Rabbimiz olan Allah (c.c.) hiç kuşkusuz ki doğruyu, hiç kuşkusuz ki hakkı söylüyor. O bizlere hidayet etmezden, O bizlere doğru yolunu göstermezden evvel, bizler ne yapacağını, nereye gideceğini, hangi yolda bulunacağını bilmeyen kimselerdendik!.
Şimdi ise Müzdelife'de, şimdi ise Meş'ar-ı Haram'dayız. Doğru yolun, doğru bir istikametinde, doğru bir menzilindeyiz. Bizi buraya getiren, bizi bu yola hidayet eden Allah (c.c.)'ı anmamız ve O'na şükretmemiz gereken bir makamdayız. Bu bilinçle Allah (c.c.)'a şükrediyor, bu şükranla Allah (c.c.)'ı tenzih ve takdis ediyoruz.
Ve ayet-i kerime devam ediyor.
“Sonra insanların (topluca) ahn ettiği yerden siz de abn edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allak bağışlayandır, esirgeyendir.” [10]
Evet, insanların topluca akın ettiği yerden Mina'ya hareket etme vakti gelmiştir, Birkaç parça eşyanızı topluyor ve Rabbinizden bağışlanma dileye dileye, tekbir ve telbiye getire getire Mina'ya hareket ediyorsunuz.
Milyonlarca insan, Müzdelife'den Mina'ya doğru akın akın ilerlemektedir. Geceyi Müzdelife'de geçiren büyük bir ordu, güneşin ilk ışınlarıyla birlikte hareket etmiş, nereye gideceğini ve ne yapacağını bilen adımlarla Mina'ya doğru yürümektedir.
Allah'a sığma sığına, tekbir ve teibiye getire getire dünyaya gidiyorsunuz!. Dağların ve göklerin yüklenmekten sakındıkları emaneti yüklenmiş olarak, Rabbinize söz vermiş olarak dünyaya dönüyorsunuz!. Dünyada yapacağınız ilk iş, dünya yaşantınızda en büyük düşmanınız olan şeytan aleyhillaneyi taşlamaktır!. Çünkü sizleri dünya yaşantısına gönderen Rabbiniz, sizleri yılan ve çıyanlardan, harami ve eşkiyalardan önce şeytan konusunda ikaz etmekte, en büyük düşmanınızın şeytan olduğunu beyan etmektedir.
“Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızda, öyle ise siz de onu düşman edinin. O, kendi gurubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır.” [11]
İman ettiğiniz bu ayet-i kerimeyi düşüne düşüne, milyonlarca müslümamn kendisine doğru yürüdüğünü görerek iyice azgınlaşan şeytan aleyhillaneden Allah'a sığına sığına, en büyük düşmanınıza doğru yürüyorsunuz. Şeytan aleyhillane, Rabbinizin belirlediği hedef tahtasındadır bugün!. Birbirine yüz-yüzelli metre mesafedeki üç noktaya dikilen üç taş sütun, sizlere bu hedefi açıkça göstermektedir. Sırasıyla küçük, orta ve büyük şeytan denilen bu üç cemreden, bayramın bu ilk gününde Akabe cemresi denilen büyük şeytanı taşlayacaksınız.
Üç taş sütun, üç cemre, üç şeytan!.
Önce irili büyüklü taşlardan örülmüş bu sütunlara bakıyorsunuz. Sizlere hedef noktalarını gösteren bu sütunlardaki irili büyüklü taşlar da size bakmaya, sizinle konuşmaya, sizinle dertleşmeye başlıyor.,
Buraya gelen birçok hacı adayı, şeytanı düşünerek şeytanı taşlayacaklarına, bizleri kastederek bizleri taşlıyorlar!. Oysa Hacer-i Esved nasıl ki Allah'ın yarattığı bir taş ise, bizler de Allah'ın yarattığı ve Allah korkusunu taşıyan taşlanz!. Hacer-i Esved'i sadece bir taş olarak yüceltmek ve takdis etmek ne kadar yanlışsa, bizlere hakir düşürülmüş düşman gözüyle bakıp, taşlan bizlere atmak da o kadar yanlıştır. Bizlerin buradaki görevi, sizlere hedefi göstermek, hedefi gösterebilmektir. Dolayısıyla burada bizleri değil, bizlerin işaret ettiği şeytanlan taşlamanız gerekir. Şeytanı ve şeytanlan kastederek bizlere doğru var gücünüzle atacağınız taşlar, hiç kuşkusuz ki bizlere acı vermeyecek, sizlere doğru bir hedef gösterebilmenin sevincini yaşatacaktır.
Taşların bu kısa ve özlü anlatımını hayretle dinliyor, taşlara dil veren ve size taşlarla nasihat eden Rabbinize hamdediyorsunuz. Tabi ki doğru söylüyordu bu taşlar. Siz buraya, bu taş sütunları değil, bu taş sütunlarla hedefi belirlenen şeytanı taşlamaya geldiniz.
Üç taş sütun, üç cemre, üç şeytan!.
Peki taşlayacağınız ve mutlaka taşlamanız gereken bu üç şeytanın, dünya yaşantısındaki karşılıkları nelerdir? Küçük, orta ve büyük cemre denilen bu üç şeytanın, dünya yaşantısındaki uzantıları, dünya yaşantisındaki görüntüleri nelerdir?
Bu önemli sorularla Kur'an-ı Kerime ve bu yüce Kitab'ta zikredilen peygamber kıssalarına yöneldiğiniz zaman, bütün peygamberlerin şu üç putla, şu üç putta sembolleşen batıl değerlerle mücadele ettiklerini görürsünüz.
Firavun, Karun ve Belam..
Firavun, Allah'a kulluğu ve Allah'ın hükümlerini reddederek, insanları kendi nefs ve nevasına göre yönetmeye kalkışan zalim idarecilerdir.
Karun, helal haram tanımadan sahip oldukları ekonomik güçle insanlara tahakküm eden, insanları sömüren mal, mülk sahipleri, zalim kapitalistlerdir.
Belam ise doğruyla yanlışı ayırabilme durumunda olmayan insanları doğru adına yanlışa, hak adına batıla davet eden din adamlan, yazarlar, çizerler ve medya mensuplarıdır.
Firavun, Karun ve Belam, insanlık tarihinin her döneminde değişik yüzler, değişik veçheler ile karşımıza çıkan ve insanlık tarihinde kapkara lekeler olarak yerini alan kimselerdir. Bizlere örnek olan bütün peygamberler bu üç puta ve putlaştınlmış bu üç değere karşı nasıl bir mücadele vermişlerse, hiç kuşkusuz ki bizlerin de aynı mücadeleyi vermesi gerekmektedir. Çünkü Firavunlara, Karun'lara ve Bel'am'lara karşı Rabbimizin bizlere emrettiği net ve açık tavrı göstermeden, sadece Allah'a kul olmamız, kul olabilmemiz mümkün değildir.
“Hüküm Allah'ındır” İlahi gerçeğine iman ediyorsak, elbetteki Firavunları ve Firavunluğu reddetmemiz gerekecektir, “Mülk Allah'ındır” gerçeğini tasdik ediyorsak, elbetteki Karun'ları ve Karunluğu reddedeceğiz. “Din Allah'ındır” üahi gerçeğine teslim olmuşsak, eibetteki Beram'lan ve Selamlığı reddedeceğiz. Şeytana düşman olmak, şeytanın dostlanna da düşman olmamızı gerektirir. Şeytanın dostlanna dostluk yapmak, asıl itibariyle Allah'ın dostluğundan uzaklaşmak ve şeytana dostluk yapmaktır. Oysa bizler Allah'e dost, şeytana düşman olmak İsteyen müslümanlanz. Bu nedenle şeytanı taşladığımız gibi, şeytanın dostlarını da taşlamamız, onların davetlerini de inkar etmemiz gerekmektedir. İşte burası, şeytan ve dostlarının davetlerini reddedeceğiniz, şeytan ve dostlarını taşlayacağınız bir yerdir. Hepimizin bildiği gibi tarihte büyük kahramanlıkların, büyük zaferlerin yaşandığı Bedir gibi yerler vardır. İşte burası da Şeytan aleyhillanenin Hz. İbrahim (a.s.) ile karşılaştığı ve taşlanarak hezimete uğratıldığı bir yerdir. Burası Mina'dır!. Ve siz Mina'dasmız!.
Siz de atanız İbrahim (a.s.)'in hanif dinine bağlı bir müslüman olarak gerçek atanızın izinden gidiyor, ellerinizdeki taş ve yüreğinizdeki öfke ile en büyük cemreye, Akabe cemresine doğru ilerliyorsunuz.
Küçük ve orta cemrenin yanından geçerken “Sizi unuttuğumu sanmayın! Size yarın sıra gelecek. Şimdi büyüğünüzün yanına, en büyüğünüzü taşlamaya gidiyorum” diyorsunuz.
Akabe cemresine yaklaşırken, Firavunları, Karun'ları, Bel'am'ları yani şeytan ve dostlarını tekrcr düşünüyor ve yüreğinizdeki öfke ile “Ya Rabbi, insanlık aleminin bu en büyük düşmanlarının hepsini reddediyor ve hepsini taşlamaya gidiyorum” diyorsunuz. Akabe cemresinin bulunduğu yere köprünün üst tarafından gelmişseniz, bu cemreyi istediğiniz taraftan taşlayabilirsiniz. Hacı adayları genellikle ön cepheden taşlamaya çalıştıkları için bu bölgede izdiham olmaktadır. Siz hiç bu izdihamın içine girmeden geniş bir kavis çizerek cemrenin arka tarafına dolanıyor ve çok daha müsait olan bu cepheden Akabe cemresine yaklaşıyorsunuz,
Artık hiç oyalanmadan işinizi yapmanız ve oradan ayrılmanız gerekiyor. Elinizde hazır olan yedi taşı Bismillah! Allahu ekber, rağmen li'ş-şeytani ve hizbih diyerek teker teker atmaya başlıyorsunuz. Dikkatle ve öfkeyle attığınız her taşın hedefi vurmasına özen gösteriyor, dışarıya giden bir atışınız olursa hemen yedek bir taş alarak bu eksiğinizi tamamlıyorsunuz.
“Ya Rabbi, taşlanması gereken bütün büyük şeytanlara, bu şeytanların hiziplerine, bu şeytanların dostlarına” diyerek teker teker attığınız taşiar yediye tamamlanınca artık oradan ayrılıyorsunuz.
Bugünkü taşlama göreviniz bitti.
Bayramın diğer günleri de buraya gelecek, her üç cemreyi de yedişer taşla taşlayacaksınız. Tabi ki bu cemrelerin sadece burada dikili olduklarını görerek, şeytan ve dostlarının sadece buralarda taşlanacağını düşünmüyorsunuz!.. Çünkü gittiğiniz birçok yerde irili büyüklü bu cemrelerle karşılaşacak, hatta ve hatta bu cemreler karşısında suskunluğa, bu cemreler karşısında saygı duruşuna davet edileceksiniz!.
İşte burada, bu cemrelere karşı, gösterdiğiniz tavır ne ise, hayatınızın bundan sonraki dönemlerinde de karşılaşacağınız her cemreye aynı tevhidi tavın göstermeniz, karşılaştığınız her yerde şeytanı ve şeytani davetleri reddetmeniz gerekecektir.
İfrad haccı hariç olmak üzere temettü veya kıran haccı yapanların, Akabe cemresini taşladıktan sonra kurban kesme yerine gitmeleri ve kurbanlarını kesmeleri gerekmektedir. Siz temettü haccı yaptığınız için, siz de kurbân kesecek, siz de bu görevi ifa edeceksiniz.
Şimdiye kadar birçok yerde kurban kesmiş veya kurban kestirmiş olabilirsiniz. Ancak burası bir başka mekan, bir başka kurban yeridir!. Burası İbrahim (a.s.) gibi bir adak sahibinin, İsmail (a.s.) gibi bir kurbanın yaşadığı yerlerdir.
Duruyor, öylece etrafınıza bakıyorsunuz!.
Kurban kesmeden önce binlerce yıl evveline gidiyor, bu mekanda yaşanan o muhteşem olayı tekrar hatırlamak, tekrar hissetmek istiyorsunuz.
Sare validemizle evli olan İbrahim (a.s.)'ın uzun yıllar çocuğu olmamıştı. Evlat özlemini derinden hisseden Hz. İbrahim (a.s.);
“Rabbim, bana salihlerden (bir evlad) armağan et.” [12] duasında bulunmuştu. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) “Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik.” [13] ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi onun bu duasını kabul etmiş ve Hz. İbrahim (a.s.) yıllar sonra Hacer validemizden bir erkek evlada yani İsmail'e kavuşmuştu.
Uzun yıllar evlad özlemi çeken İbrahim (a.s.), ilk çocuğu olan İsmail'i eibetteki sevmiş, elbetteki çok sevmişti. Fakat Rabbimizin halili olan İbrahim (a.s.), bu imtihan dünyasının, bir imtihan kahramanıydı!. Nitekim İbrahim (a.s.)'ın evlad sevgisiyle ilk imtihanı, ayrılık hükmüyle olmuş, uzun yıllar sonra kucağına aldığı bu yavrusunu, annesiyle birlikte ıssız bir yere bırakması emredilmişti!.
“Neden Ya Rabbi, neden?” diyerek feryat etmemişti İbrahim (a.s.)!.
“Çok uzun yıllar sonra kavuştuğum bu çocuğumdan beni niye, beni ne diye ayırıyorsun?” dememişti!.
Çünkü o, büyük İmtihanların, büyük kahramanıydı!. Çünkü o, küçük yaşlardan beri Allah'a teslim olmuş ve bu teslimiyeti kendisine şiar edinmiş biriydi!.
Çünkü o, her hükümde Allah'a teslim olan ve bu teslimiyeti ile şeytanı teslim alan Hz. İbrahim (a.s.) idi!.
Ve hiç çırpınmadan ve hiç direnmeden ve hiç isyan etmeden ailesiyle birlikte yollara düştü ve onları ıssız bir yer oîan Kabe'nin yanına kendi elceğiziyle bıraktı!. Oradan uzaklaşırken “Bizi buraya bırakıp, nereye gidiyorsun Ey İbrahim!.” diye seslenen Hacer validemize hiç dönmemiş, dönüp bakamamış, bakmaya dayanamamıştı Hz. İbrahim!.
Gidiyordu, ailesini bırakmış, yavrusunu bırakmış, hanımını bırakmış bir vaziyette durmadan gidiyordu!.
Fakat bir soru, Hacer validemizin sorduğu son bir soru, onu kurşun yemiş bir ceylan gibi durdurmuş, durduruvermişti.
“Ey İbrahim!. Böyle yapmanı Allah mı emretti?”
Durdu, döndü hakh Hacer validemize! Rahmet dolu bakışlarıyla “Ey Hacer, bu nasii soru, bu nasıl bir soru?” derken, merhametten yaşaran gözleriyle “Allah (c.c.) emretmiş olmasa, ben sizleri hiç burada bırakır, hiç burada bırakabilir miyim? Öpüp-koklamaya duyamadığım yavrumu, hiç terkedebilir miyim?” diyordu. Gönlüne ağır gelen, hüznüne hüzün, gözyaşlarına yaş katan bu soruya kısaca cevap verdi.
“Evet Ya Hacer, Allah emretti.”
Bu cevabtan sonra oradan ayrılan ve geride bıraktığı ailesi için Allah'a duada bulunan İbrahim (a.s.), Allah (c.c.)'ın takdir ettiği bir süreden sonra tekrar ailesinin yanına dönmüş ve oğlu İsmail'e tekrar kavuşmuştu. Fakat ne var ki bitmemiş, sona ermemişti İlahi imtihan!. Hz. İbrahim (a.s.) arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini elinde bir bıçakla oğlunu, oğlu İsmail'i boğazlarken görüyordu!.
Bizler gördüğü zaman hiçbir bağlayıcılığı olmayan ve şeytani bir kabus olarak nitelendirerek şerrinden Allah'a sığınmamız gereken bu rüya, hak peygamber Hz. İbrahim (a.s.) için İlahi bir işaret, İlahi bir emir niteliğinde idi.
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.), Hz. İbrahim (a.s.)'dan bu rüyayı doğrulamasını, bunun gereğini yapmasını emrediyordu!. Söz buraya gelince bazı tefsirlerde yer alan “Hz. İbrahim (a.s.) daha önceden oğlunu kurban olarak adamış fakat bu adağını unutmuştu. Gördüğü bu rüya iîe adağı kendisine hatırlatıldı!” yaklaşımlarından, Hz. İbrahim (a.s.)'ı hiç düşünmeden tenzih etmemiz gerekir. Bazı tefsirlerde yer alan böylesi yaklaşımlar, elinde fal okları bulunan Hz. İbrahim heykelini yaparak Kabe'nin içine koyan ve çocuklarını Allah için(!) kurban etmeye kalkışan Mekke müşriklerinin zihniyetinden kaynaklanan batıl yaklaşımlardır. Çünkü hiçbir peygamber ve hiçbir müslüman, bir insanı kurban etme hakkın! kendinde göremez.
Doğmuş ya da doğacak çocuğumuzu elbetteki Allah'a adayabiliriz. Ancak bu adamamız, Hz. Meryem'in annesi tarafından yapılan şu dua çerçevesindedir.
“Hani İmran'ın karısı: Rabbim, karnımda olanı (her türlü bağımlılıktan) azatlı bir kul olarak Sana adadım, adağımı benden kabul et. Şüphesiz işiten, bilen Sen'sin Sen, demişti”,“Fakat onu doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken dedi ki: Rabbim, doğrvu onu bir kız doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu, o taşa tutulmuş şeytandan Sana sığındırırım.” ,“Bunun üzenne Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti. ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da ona sorumlu kıldı. Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, (onun) yanında bir yiyecek buldu: Meryem, bu sana nerden? deyince, (Meryem) Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız nzık verendir dedi.” [14]
Bu dua ve bu duanın akabinde gelişen olayları tefekkür edersek, söz konusu adağın ve adanmışlığın Allah için kesilen bir kurban olarak değil, Allah'a emanet edilen bir kul olarak gerçekleştiğini görürüz. Nitekim doğru ve hak olan da budur.
Peki, İbrahim (a.s.)'ın gördüğü rüyanın arka planını nasıl anlamamız, nasıl tefsir etmemiz gerekir? Bu konuyu fazlaca zorlamamıza, arka plana ait bilmediğimiz boşlukları, bilmediğimiz varsayımlarla doldurmaya çalışmamıza tabi ki gerek yoktur. Konuyla ilgili ayeH kerimeleri incelediğimiz zaman, İbrahim (a.s.)'ın bir kefaret veya bir şükür vesilesi olarak Allah'a söz verdiği bir adağı olduğunu anlayabiliriz.
Evet, bir adağı vardı İbrahim (a.s.)'ın. Rabbi için bir kan akıtarak, bu adağını yerine getirecekti. Ancak kendisi için oldukça önemli olan bu adak konusunda, sadece bir şeyi bilmiyor, sadece bir konuda kararsızlığa düşüyordu Hz. İbrahim (a.s.). “Rabbi için ne kesmeliydi?”
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.'c.) için büyük ve değerli bir kurban kesmek istiyor, büyük ve değerli bir kurban kesmek istiyordu ama bu ne olmalıydı?
Koyun mu, keçi mi, sığır mı, deve mi?
Hz. İbrahim (a.s.) bu sorularla istihareye yattımı-yatmadı mı, bu konuda Allah'tan bir işaret bekledi mibeklemedi mi bilmiyoruz. Bize bildirilen gerçek, İbrahim (a.s.)'a bu cevabın ve bu İlahi işaretin rüyada verildiğidir. Hz. İbrahim (a.s.) arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini oğlu İsmail'i boğazlıyorken görmektedir!.
Hükmünde hikmet, hikmetinde rahmet olan Rabbimiz “Ey İbrahim!. Madem ki Benim için büyük, Benim için değerli bir kurban kesmek istiyorsun, bu kurban senin için de büyük, senin için de değerli olan İsmail'dir” buyuruyordu!.
Açık seçik bir şekilde bu rüyayı gören İbrahim (a.s.), yattığı yerde usul usul gözlerini açtı!. Hiç hareket etmiyor, hiç hareket edemiyordu!. Uzaklara, çok uzaklara dalıp giden hareketsiz gözleriyle öylece duruyor, bütün duyu ve duygularının donduğunu hissediyordu!, Kendisinde bir hata, kendisinde bir suç arayarak “Neden yattım, neden uyudum” diyordu kendi kendisine!. Çünkü böyle bir rüyayı göreceğini bilseydi, ömrünün sonuna kadar hiç yatmaz, ömrünün sonuna kadar hiç uyumak istemezdi İbrahim (a.s.)!.
Oğlunu düşündü ve.oğlu geliverdi gözlerinin önüne!.
İçinde sessiz bir patlamayla, sessiz bir ateş harlay1 verdi!. Nemrut'un kendisi için yaktığı ve kendisinin içine atıldığı ateş, bu sefer dışında değil içinde tutuşmuş, çok daha büyük alevlerle içinde tutuşuvermiştü. Bu ateş sönmüyor, bu ateş söndürülmüyordu!. İbrahim (a.s.)'ın İçini kavuran bu ateş, Nemrut'un ateşi gibi serin ve soğuk olmuyordu!.
Ağlamaya başladı İbrahim (a.s.)!.
“Ya Rabbi ben bunu nasıl yaparım, nasıl yapabilirim?” diye ağlamaya başladı. Elbetteki her canlı gibi İsmail de, sevgili oğlu İsmail de ölebüirdi. Ve buna dayanır, buna dayanabilirdi İbrahim (a.s.)!. Fakat neden bu iş kendisine verilmişti!. O bu işi nasıl yapar, o sevgili oğulcağızını nasıl boğazlayabilirdi!.
Bu acıyla günler, bu acıyla haftalar geçiren İbrahim (a.s.) bir çıkış, bir kurtuluş yolu arar gibiydi!. Kendisine kesin bir zaman, kesin bir mühiet verilmediği için, içinde her geçen gün daha da mayalanan bu acı ile İsmail'in biraz büyümesini bekledi!. Çünkü içindeki acı ne kadar büyük olursa olsun, bu geçen süre zarfında gönlünde besleyip büyüttüğü bir de umudu vardı İbrahim (a.s.)'ın. Nitekim bu umudunun gerçekleşebilmesi için İsmail'in biraz büyümesini, gezip-koşabilecek bir çağa gelmesini beklemiş ve gördüğü rüyayı ancak o zaman İsmail'e anlatmıştı.
“Böylece (çocuk) onun yanında gezip-koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): Oğlum dedi Gerçekten ben seni rüyamda boğazhyorken görüyorum. Bir düşün, sen ne dersin.” [15]
İbrahim (a.s.), böyle bir yaklaşım ile oğlu İsmail'e tercih hakkı veriyordu. “Oğlum, ben boğazlamakla emrolun-dum fakat sen boğazlanmakla emrolunmadın!. Tercihin nedir” diyordu. Yumuşacık yüreği rahmet depremleriyle sarsılarak bu soruyu soran İbrahim (a.s.), gezip-koşabilecek çağa gelen İsmail'in, koşarak kendisinden uzaklaşmasını, uzaklaşıvermesini umud ediyordu. Çünkü böyle bir durumda ne kendisini boğazlatmayan İsmail, ne.de İsmail'i boğazlayamadığı için kendisi sorumlu olmayacaktı.
Fakat olmadı!.
Karşısındaki çocuk, sıradan bir çocuk değildi!.
İbrahim (a.s.)'ın oğlu, İbrahim (a.s.)'a yakışan bir evlad, bir İsmail idi!. Nitekim hiç durmadan, hiç duraksamadan babasına şu cevabı verdi..
“Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.” [16]
Heyhat!.
Artık herşey bitmiş, bütün çıkış yollan kapanmıştı İbrahim (a.s.) için!, İsmail'in bu muhteşem cevap karşısında öylece kalakaldı!.
Kendisine “Babacığım” diyerek sevgisini, “Emrolunduğun şeyi yap” diyerek saygısını, “İnşaallah” diyerek tevekkülünü, “Beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek teslimiyetini ifade eden oğluna bakakaldı!. Üzülmesi mi, yoksa böylesine salih bir evlad ile gurur duyması mı gerekiyordu, bilemedi!. Ne var ki yapılması gereken iş, yapılacaktı artık!.
“Sonunda ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı.” [17]
Bu olayı yaşarcasına düşünürken, tüm duygularınızın titrediğini hissediyorsunuz!. Meleklerle, cinlerle ve bütün kainat ehliyle birlikte, Rabbimizin Halim sıfatını verdiği İsmail (a.s.)'ın yere uzanışına, boynunu hafifçe uzatışına bakıyorsunuz. Kalbiniz duruyor fakat yaşıyorsunuz, yine de yaşayabiliyorsunuz bu yaşanan iıadise karşısında!.
Hacer validemizi düşünüyorsunuz!.
Yıllar önceki hadiseye dönüyor ve Hacer validemizin “Ya Rabbi İsmail susuz, İsmail susuzluktan kavruluyor!.” diyerek yaptığı yakarışları hatırlıyorsunuz. Bu olayın duygu yüklü bir kadın, yüreği merhamet dolu bir anne için büyük bir imtihan olduğunu biliyorsunuz.
Sonra İbrahim (a.s.)'a bakıyorsunuz!.
Yüreğinde evlad sevgisi ve elinde bıçak ile İsmail'in başucunda duran İbrahim (a.s.)'a bakıyorsunuz!. Söylenecek bir söz, konuşulacak bir kelime kalmıyor!. Ağlamaya, nıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorsunuz!. “Ya Rabbi nasıl, nasıl dayanabildi buna!. Nasıl üstesinden gelebildi böyle bir imtihanın!” diyerek ağlıyorsunuz!.
İbrahim (a.s.)fın gözlerine bakıyor, rahmet ve merhamet yüklü bu gözlerde bir gözyaşı gibi eridiğinizi, bir gözyaşı gibi akıp-gittiğinizi hissediyorsunuz!.
İsmail'i boğazlamaktansa, dünyevi ateşlere binlerce kez atılmaya razı olabilecek olan İbrahim (a.s.), ağır ağır İsmail'in boğazına doğru eğiliyor!. Bir an duruyor, sağ eline ve sağ elindeki bıçağa bakıyor!. Bıçak, titreyen ellerinden düşecek gibi!. Son bir güçle ellerini sıkıyor, ellerini sıkarak bıçağı kavramaya çalışıyor!.
İbrahim (a.s.) henüz İsmail'i kesmemiş, İsmail'i boğazlamamıştır ama bu kısacık sürede içindeki binlerce İbrahim kesilmiş, binierce İbrahim parçalanmış gibidir!. İçi kan olmuştur, içi kan dolmuştur, içi kandan bir derya olmuştur İbrahim (a.s.)'ın. Gözlerinden artık yaş değil sanki kan, kıpkırmızı bir kan boşanıyordur!.
Dayamlası bir hal değildir bu!.
Elindeki bıçağı atarak geri dönmesi, geri dönüvermesi de mümkün değildir!. Çünkü Allah'ın, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın emridir bu!. İlahi emre teslim olmaktan başka ne yapabilir, ne yapabilirdi ki!.
İbrahim (a.s.) titreyen ellerindeki bıçak ile alnı üzerine yatan İsmail'in, yüzünü ve gözlerini görmediği oğlunun, önünde boylu boyunca yatan sevgili oğulcağızının boğazına tekrar eğildi!.
Hiçbir şey düşünmek, hiçbir şey hissetmek istemiyordu. “Bitsin, artık bitsin, artık bitiversin” duyguları içinde “Bismillahi Allahu ekber” diyerek bıçağı İsmail'in boğazına çaldı.
İşte o an, bıçağın tene değdiği o an, rahmet kapıları açılmış ve Rahman'm sesi duyulmuştu.
“Biz ona: Ey İbrahim diye seslendik. Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.” [18]
Rüyasında gördüğü olayı aynen yaşayan ve tüm hücrelerindeki titremesi henüz geçmeyen İbrahim (a.s.) anlaşılmaz duygular içindeydi!. İnanılmaz bir darlıktan çıkarılmış, inanılmaz bir genişliğe bırakılmış gibiydi!. Şaşkın gözlerle elindeki bıçağa ve önündeki İsmail'e baktı!. Önündeki İsmail yaşıyordu, yaşıyordu ama, bıçağın tene değdiği o unutulmaz anda, Hz. İbrahim ta.s.) gönlündeki İsmail'i boğazlamış, İsmail'ini boğazlayıvermişti!. Artık gönlünde bir İsmail değil, İsmail'i kendisine bağışlayan Allah, sadece Allah (c.c.) vardı!. Engin bir huzuru yaşayan İbrahim (a.s.)'ın gönlünde sadece ve sadece Rahman, sadece ve sadece Rahman sevgisi kalmıştı!.
Ve devam ediyor ayet-i kerime,
“İbrahim gibi bir kulun Rabbi olan Allah (c.c.) beyana devam ediyor.”,“Doğrusu bu, apaçık bir imrihandı.”,“Ve ona büyük bir kurbanı fidye verdik”,“Sonra gelenler arasında ona (fıayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık”,“İbrahim 'e selam olsun.”,“Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.”,“Şüphesiz o, Bizim mü'min olan kuüanmızdandır.” [19]
Evet, selam olsun, tekrar selam olsun, tekrar tekrar selam olsun İbrahim (a.s.)'a!. Ve yine selam olsun İsmail'e ve
yine selam olsun Hacer validemize..
İşte burası Mina'dır.
Kurban keseceğiniz bu yer, aşağılardan yukarılara bakarak anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız bu muhteşem olayın yaşandığı yerdir!. Tabi ki daha fazla düşünmeli, tabi ki daha fazla anlamaya çalışmalısınız bu olayı!.
İbrahim'i düşünmeli, İsmail'i düşünmelisiniz!. Sonra kendinizi İbrahim yerine koyarak, en çok sevdiğiniz İsmail'i, kendi İsmail'inizi bulmalısınız!.
Nedir sizin İsmail'iniz?
Hanımınız mı, oğlunuz mu, kızınız mı? Dünyada en çok sevdiğiniz, en çok değer verdiğiniz İsmail'iniz, kendi İsmail'iniz nedir?
Açık bir yüreklilik ile kendi İsmail'inizi bulmalı ve kendi İsmail'inizi Mina'ya getirmelisiniz. Sonra yukanda anlattığımız muhteşem olayı dikkate alarak, düşünce dünyanızda bu olayın müsveddesini, küçük bir müsveddesini yaşamaya çalışmalısınız.
Ve sormalısınız kendinize.
Allah için büyük, Allah için değerli bir kurban kesmek ister, kesmek istersiniz de, sizin için de büyük, sizin içinde değerli olan kendi İsmail'inizi kesebilir misiniz?
Allah için kesmeniz, Allah için boğazlamanız gereken kendi İsmail'inizi siz de kesebilir, siz de boğazlayabilir misiniz?
Gönül masanıza yatırdığınız kendi İsmail'inize ve titreyen ellerinize bakarak, bu önemli sorunun, önemli cevabını arayın kendinizde!.
Biliyorum kesmeyecek, biliyorum kesemeyeceksiniz gönlünüzdeki temiz ve masum İsmail'i!.
O halde soruyu ve gönlünüzdeki kurbanı değiştirelim!. Size “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. Kocacığım, emrolunduğun yolda git” diyerek sizi Allah'a kulluğa ve teslimiyete teşvik eden masum İsmail'inizi değil de; sizi Allah'a kulluktan engellemesine rağmen sevdiğiniz diğer İsmail'inizi düşünün ve diğer İsmail'inizi getirin Mina'ya Mal veya makam, ev veya araba, şan veya şöhret sevgisi olabilecek bu İsmail'inizi yatırın önünüze!. Dikkat edin ki bu bağışlamanız, bu merhamet etmeniz, bu acımanız gereken bir İsmail değildir. Nefsi duygularla sevdiğini4 cahili ölçülerle değer verdiğiniz bu İsmail, mutlaka ve mutlaka kesilmesi, mutlaka ve mutlaka kurban edilmesi gereken bir İsmail'dir. Gönlünüzde yer alarak sizi Allah'a kulluktan engelleyen bu İsmail'leri kesmeli, gönlünüzü böylesi İsmail sevgilerinden arındırmaksınız.
Yapmalısınız bunu!.
Allah için kurban kesmeden önce gönlünüzdeki böylesi İsmail'leri kesmeli ve gönlünüzü böylesi İsmail'lerden, İsmail sevgilerinden arındırmaksınız. Çünkü burası Mina'dır. Burası gönüldeki sevgilerin, gönüldeki sevgililerin teke indirildiği bir yerdir.
Burada duracak, burada bir tercihte bulunacaksınız!.
Gönlünüzde mal, mülk ve makam sevgisi mi olacak, yoksa Allah, önemle ve öncelikle Allah sevgisi mi? Çünkü hem mülkü, hem Malik-il mülkü sevemezsiniz!. Malik-il mülkü severek mülke ulaşabilirsiniz ama mülkü severek Malik-il mülke ulaşamazsınız!. Gönlünüzde hem mülk, hem Malik-il mülk sevgisi varsa, mülk sevginizi bir İsmail gibi önünüze yatırmalı ve hiç durmadan ve hiç duraksamadan bu İsmail'i boğazlamaksınız!.
Evet, burası Mina'dır, siz Mina'da bunlan düşünüyor, bunları yaşamaya çalışıyorsunuz!. Kurban kesim yerine giderek mezbahayı gördüğünüzde “Asıl mezbaha içimde, asıl mezbaha gönlümde” diyorsunuz kendi kendinize!. Ve kurbanınızı kestikten ya da vekalet vererek kestirdikten sonra saçlannızı traş ederek ihramdan çıkıyorsunuz.
Artık Mina'dan ayrılacaksınız.
Hz. İbrahim'e ve İbrahim ailesine her an selam göndermekte olan Mina'nm taşına, Mina'nın toprağına bakarken, gözünüzü ve gönlünüzü tekrar Hz. İbrahim (a.s.)'a yöneltiyorsunuz. Bu kutsal yerlerde Allah'a teslimiyetin muhteşem zirvesine çıkan ve bu zirveye kulluk sancağını diken Hz. İbrahim (a.s.)'a herşeyinizle, her hücrenizle selam ve sevgilerinizi iletmek istiyorsunuz!. Severek ve sevinerek girdiğiniz yüce İslam dininin, hangi kahramanlann dini olduğunu bir kez daha anlamaya çalışıyor ve böyle bir dinin müntesibi olduğunuz için Allah'a, Rahman ve Rahim olan Rabbinize hamdediyorsunuz.
Mina'da kurban kestikten veya vekalet vererek kestirdikten sonra traş olarak ihramdan çıktınız ve Mekke'ye döndünüz. İhramdan çıktıktan sonra Mekke'deki ilk işiniz, ziyaret tavafınızı ve (Arafat'a çıkmadan önce şayet yapmamışsanız) hac sa'yinizi yapmaktır. Otelinizde banyo yapıp, biraz dinlendikten sonra Beytullah'a gidiyor, ziyaret tavafınızı ve daha önce ifa etmemiş iseniz hac sa'yinizi yapıyorsunuz.
Artık bütün ihram yasaklan kalkmış durumdadır.
Kendinizi biraz tuhaf hissediyorsunuz!. Fiziki bir yorgunluk ve manevi bir genişlik içindesiniz. Mahşer gününü yaşadıktan sonra büyük bir boşluktan geçerek dünyaya düşmüş, dünyaya dönmüş gibisiniz!. Ne yapacağınızı bilemez bir halde etrafınıza bakıyorsunuz. Daha önceleri alışık olduğunuz dünya ve dünyevi işler, bir garip gözüküyor size!. Bu duygular içinde otelinize dönüyor ve kurban etinizden bir parça gelmiş ise biraz1 yiyerek istirahate çekiliyorsunuz.
Mekke'deki son günlerinizdir bunlar!.
Kurban bayramının bitimiyle birlikte hemen toparlanacak ve Medine'ye hareket edeceksiniz. Bu nedenle her fırsatta Beytullah'a gitmek istiyor, kalan vakitlerinizi Beytullah'da namaz, zikir, tavaf ve tefekkür ile geçirmek istiyorsunuz. Tabi ki bu arada hacla ilgili son görevlerinizi de yerine getireceksiniz.
Hacla ilgili bu son görevlerinizi ifa etmek için, bayramın ikinci, üçüncü (ve tercihe göre dördüncü) günü Mina'ya gidiyor, her gittiğiniz gün küçük, orta ve büyük cemrelere yedişer taş atarak, bu önemli vazifenizi de yerine getiriyorsunuz.
Ve son güne, Mekke'deki son günün gecesine geldiniz artık!. Yarın sabah namazıyla birlikte Mekke'den ayrılacak ve Medine'ye doğru yola çıkacaksınız. Beytullah'taki son gecenizdir bu!. Önce tavaf yapıyor, bol bol tavaf yapmak istiyorsunuz. Anneniz için, babanız için, Kabe'ye gelmek isteyip de gelemeyen yaşlı mü'minler ve mü'mineler için ayn ayrı niyetleniyor, ayrı ayrı tavaf yapıyorsunuz. Müsait bir yere oturuyor ve Beytullah'a bakarak bu beytin Sahibini düşünüyorsunuz!. Hamdediyor ve şükrediyorsunuz Rabbinize.
Namaz kılmak için kalktığınızda yanınızda tanıdık bir sima ile karşılaşıyorsunuz. Usulca selamlaştıktan sonra önce karşınızdaki Kabe-i Muazzama'ya ve sonra bu tanıdığa dönerek “Kıble neresi?” diye soruyorsunuz!. Bu sorunuz karşısında nedense hiç şaşırmıyor tanıdığınız ve iki elini Kabe-i Muazzama'ya doğru kaldırarak “İşte böyle” diyor!.
Tebessüm ederek başınızı sallıyorsunuz!.
Namazda yöneleceğimiz kıble, yönelmemiz gereken istikamet nasıl ki bu kadar açık ve bu kadar net ise; sadece Allah'a kulluk yapması gereken mü'minler olarak bütün bir yaşam boyu yönelmemiz gereken tevhidi istikametin
de, bu kadar net ve bu kadar açık olduğunu düşünüyorsunuz!.
Kabe-i Muazzama'ya bakıyorsunuz!.
Mutmain bir kalp ile kıbleye ve tevhide yönelmiş bir mü'min olarak, sadece Rabbinize kulluk yapmanın bilinciyle namaza duruyorsunuz. Daha önce bildiğiniz ayetlerin, bilmediğiniz manalarını anlaya anlaya namaz kılıyorsunuz. Sizlere sayısız nimet veren Rabbiniz için kıldığınız namazları hiç saymıyor, böyle bir gecede kaç rekat namaz kıldığınızı hiç bilmiyorsunuz.
Vakit oldukça ilerlemiş, Beytullah'tan ayrılma saati gelmiştir artık!.
Veda tavafını yapmak için Kabe-i Muazzama'ya yaklaşıyor ve Hacer-i Esved'in hizasına gelince veda tavafına niyetleniyorsunuz.
“Allah'ım, Senin rızan için veda tavafını yapmak istiyorum. Bu tavafı bana kolaylaştır ve bunu benden kabul et.”
Niyetlendikten sonra ellerinizi Hacer-i Esved'e doğru kaldırıp Bisndüahi AUahu ekber diyerek istilamda bulunuyor ve veda tavafınızın ilk şavtına başlıyorsunuz. Tekbir, tehlil, teşbih ve dua ile Kabe'yi tavaf ederken, bu veda tavafınız olduğu için hüzünlendiğinizi hissediyorsunuz.
Bu son tavafınız, bu veda tavafmızdır!.
Veda tavafınızı bitirip Beytullah'tan ayrılacak ve kısa bir süre sonra memleketinize döneceksiniz. Bir an ülkenizi ve ülke insanlarınızı düşünüyorsunuz. Ülkenizdeki müslümanlar geliyor aklınıza!. Daha önceleri aynı inancı, aynı akideyi paylaştığınız bazı kardeşlerinizin, ülkenizdeki batıl rüzgarlar ile saptıklarını, sapıverdiklerini hatırlıyorsunuz!.
İçiniz ürperiyor, irkiliyorsunuz!.
Dışarılara bakan gözünüz, yavaş yavaş kendinize yönelmeye, kendinize bakmaya başlıyor. Kendiniz ve yarınlarınız hakkında ne düşüneceğinizi, ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz!. “Onlar saptı, onlar doğru yoldan saptı ama, ben sapmam, ben kesinlikle sapmam” diyemiyorsunuz!. İçinizde bir korku, çığ gibi bir korku büyümeye başlıyor!.
Kabe'ye bakıyorsunuz!.
Gönlünüzdeki hüzünlü bir ses “Acaba bu tavafım, Kabe'yi müslümanca son tavafım mı? Dünya yaşantısına girdikten-sonra acaba ben de sapacak, acaba ben de sapanlardan mı olacağım?” sorularını fısıldıyor!. Bu küçük, bu küçücük fısıltılar ile iç aleminizdeki Sura üflendiğini hissediyorsunuz!.
Kıyamet, sessiz bir kıyamet kopuyor iç aleminizde!.
Duygu ve düşüncelerinizle birlikte herşeyin, içinizdeki herşeyin bir kıyamet dehşetiyle sarsıldığını, temeisiz gökdelenler gibi yıkılmaya başladığını görüyorsunuz!. Korku ve panik içindesiniz!.
Kabe'ye, tekrar Kabe-i Muazzama'ya bakıyorsunuz!. Yine o küçük, yine o küçücük fısıltı yükseliyor gönlünüzden!.
“Acaba bu tavafım, Kabe'yi müslümanca son tavafım mı?”
Bu sorusunun altından kalkamıyor ve bu sorunun altında ağlamaya başlıyorsunuz. Sanki topraktan değil de ince, incecik bir baimumundan yaratılmış gibisiniz!. Ve içinize düşen küçük bir ateş, git gide büyüyerek balmumu cesedinizi eritmektedir!. Hızla, büyük bir hızla eriyipgitmekte olduğunuzu görüyor, fakat ne yapacağınızı, ne yapmanız gerektiğini bilmiyorsunuz!.
Elsiz ayaksız, dilsiz dudaksız bir bedenin içinde, yaşadığı dehşetten kaçmak isteyen bir kötürüm, çaresizliğini feryada dökmek isteyen bir dilsiz gibisiniz!. Çaresizliğin ne olduğunu ilk kez böylesine görüyor, ilk kez böylesine anlıyorsunuz!.
İçiniz inceliyor!. İçinizdeki herşeyin hızla inceldiğini, incelmeye devam ettiğini hissediyorsunuz!. “Kopacak, kesinlikle kopacak” demenize rağmen kopmuyor, kopmadan inceliyor, incelmeye devam ediyor içiniz!.
Her şavtın bitiminde Hacer-i Esved'i istilam ederken, ellerinizi kaldırıp Bismillahi Allahu ekber diyerek Rabbinizi selamlarken, bunun bir aynltk, bunun bir Hak'ka veda selamlaşması olduğunu düşünüyorsunuz!.
Buna nasıi dayandığınızı, dağlar gibi ağırlaşan bu hüznü nasıl taşıyabildiğinizi bilmiyorsunuz!. Hacer-i Esved'in hemen yanındaki kapıya, Kabe-i Muazzama'nın altın kapılarına ilişiyor gözünüz!. Bu kapıların, dünya ile ahiret arasındaki kapılar olduğunu düşünüyorsunuz!. Bu düşüncenizin doğruluğunu yanlışlığını hiç sorgulamadan, kapalı olan bu kapıları dualannızla, yakarışlarınızla, gözyaşlannızla açmak ve hiç duraksamadan Kabe'nin içine girerek, bir daha çıkmamak, hiç dünya yaşantısına dönmemek istiyorsunuz!.
Fakat olmuyor, fakat açılmıyor Beytullah'ın kapıları!.
“Ya Rabbi ben ne yapacam!. Ben ne yapacam Ya Rabbi” diye bir feryat yükseliyor içinizden!. Ne var ki umutsuz bir feryattır bu!. Çünkü içinizdeki sapma korkusu ne kadar büyük olursa olsun, bu konuda Rabbinizden bir güven, Rabbinizden bir teminat alamayacağınızı biliyorsunuz. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın, böyle bir güveni ve böyle bir teminatı peygamberlerine, sevgili peygamberlerine dahi vermediğini çok iyi biliyorsunuz.
Kur'an-ı Kerim'deki peygamber kıssalarını ve bu kıssalardaki bütün peygamberlerin Ya Rabbi canımızı müslüman olarak al Müslüman olarak ölmemizi nasib et mealindeki dualarını, yakarışlarını hatırlıyorsunuz.
“Yüz yaşını aşan ve gençliğinde putlara karşı destansı bir mücadele veren Hz. İbrahim (a.s.)'ın (Ya Rabbi) bu şehri güvenli, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.” [20] mealindeki duasının ne anlama geldiğini kavramaya başlıyorsunuz.
Oysa daha önce bildiğiniz ayetler, daha önce bildiğiniz dualardır bunlar!. Ancak şu an, ancak şu an anlıyorsunuz ki tüm peygamberler bu duayı yaparlarken. Ya Rabbi canımızı müslüman olarak al müslüman olarak ölmemizi nasib et diye yakarırlarken, hepsinin korkudan ödleri kopuyordul. Onlar için farazi, onlar için fantazi dualar değildi bu!. Sapmaktan ve putlara tapmaktan ödleri koparak bu duayı yapıyorlar, korkudan ödleri koparak Allah'a sığınıyorlardı!. Şimdi anlıyorsunuz bütün bunları!. Sapma ve sapıtma korkusuyla titrerken, peygamberlerin sizden çok daha fazla korktuğunu, sizden çok daha fazla titrediğini şimdi anlıyorsunuz!. Artık yapmanız gereken şey, tüm peygamberlerin korku ve tevekkül dolu bu duasına sarılmak, sımsıkı sanlıvermektir. “Ya Rabbi, büyük, çok büyük bir şey istiyorum Sen'den. Ne olur canımı müslüman olarak al!. Müslüman olarak ölmemi nasib et!. Müslüman olarak ölmemi nasib et!...
Durmayan gözyaşlarınızla, durmadan tekrarlıyorsunuz bu duayı!. Şimdiye kadar Rabbinizden hiçbir şeyi bu kadar ısrarla dilememiş, ısrarla dilenmemiştiniz!. Müslüman olmanın ve müslümanca ölmenin ne büyük bir nimet, ne büyük bir lütuf olduğunu daha iyi, çok daha iyi anlıyorsunuz. Bu arada Resulullah (s.a.v.)'in Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle haşrolursunuz buyruğu geliyor aklınıza!. Müslümanca ölmenin, müslümanca ölebilmenin yegane şartının, müslümanca yaşamak, müslümanca yaşayabilmek olduğunu bir kez daha hatırlıyorsunuz!. Bundan sonraki kısa ömrünüzü müslüman olarak, müslümanca yaşayarak geçirebilmeniz için yine Rabbinize, yine Rahmana dua ediyorsunuz...
Ve bu dualarla, bu yakarışlarla bitiriyorsunuz tavafınızı!.
Uzun süren bir depremden çıkmış gibisiniz!. Veda tavafınızı yedi şavt olarak saydınız, saydığınızı sandınız ama bir şavt eksik, iki şavt fazla mı yaptınız bilmiyorsunuz!. Ne var ki böyle bir tavafı bir daha yapabilecek güç, bir daha yaşayabilecek takat kalmamıştır sizde!.
Bitkin adımlarla bir kenara gidiyor ve müsait bir yerde iki rekat tavaf namazı kılıyorsunuz. Namazınızı bitirdikten sonra hiçbir şey düşünmeden öylece Kabe'ye, öylece Beytullah'a bakıyorsunuz!. Gördüğünüz şey, sanki dünyada gördüğünüz en güzel, en sevgili şeydir sizin için!. Bu güzel duygularla Kabe'ye bakıyor ve Kabe'yle konuşmaya başlıyorsunuz.
“Ey siyah, simsiyah elbiseler giymiş olan sevgili!.
Arşa doğru yükselen duvarların ile Arşın Sahibine uzanmak istesen de, temellerinle bu dünyaya bağlanmış, bu dünyaya zincirlenmiş bir güzel, kıyameti bekleyen bir güzel gibisin!. Kıyametle bu dünyadan ayrılmayı, kıyametle Rabbine kavuşmayı bekliyorsun!.
Senin taştan, senin taş duvarlardan yapıldığını biliyorum. Senin önünde ve sana doğru yaptığım bütün secdelerim, elbetteki sana değil, senin Sahibinedir. Sen bizim için bir ev, sen bizim için bir kıblesin sadece!.
Fakat Rabbim seni sevmiş, Rabbim seni sevdirmiştir bizlere!. Bu nedenle sana böyle bakıyor, bu nedenle sana bakmaya doyamıyorum!..”
Kabe-i Muazzamaya bu duygularla, bu düşüncelerle bakarken, ellerinizi yavaş yavaş kaldırıyor ve Kabe'nin Rabbi olan Allah'a buradaki son duanızı, son münacaatmızı yapmaya başlıyorsunuz.
Önce hamdediyorsunuz, şükrediyorsunuz Rabbinize!. Resulullah (s.a.v.)'e ve yolu Kabe'den geçen bütün peygamberlere, bütün salihlere, bütün müminlere sajat ve selam gönderiyorsunuz.
Elleriniz açık bir şekilde, bir süre öylece duruyorsunuz. Ne isteyeceğinizi, ne dileyeceğinizi, ne dileneceğinizi düşünüyorsunuz Rabbinizden!. Aklınıza, fikrinize, gönlünüze bir şey, sadece bir şey geliyor.
“Ya Rabbi, huzuruna geldiğimde hoşnutluğunu görmemi nasib et!.”
Sadece bunu istiyorsunuz- Rabbinizden. İlahi huzura çıktığınız zaman Rabbinizin size hoşnutlukla, hoşnut olmuş bir nazarla bakmasını diliyorsunuz. Çünkü seviyorsunuz Rabbinizi, Rabbiniz şahittir ki seviyorsunuz Rabbinizi!. Ve istediğiniz, en çok istediğiniz şey, sevdiğiniz Rabbinizi hoşnut etmek, hoşnut edebilmektir!. Bu dua iie yalvarmaya, bu dua ile yakarmaya başlıyorsunuz.
“Ya Rabbi, hoşnutluğunu görmemi nasib et!.” hoşnutluğunu görmemi nasib et, hoşnutluğunu görmemi nasibet!”
Gözyaşlarınızla sulanan bu duayı kaç kere söylediniz, kaç kere tekrar ettiniz bilmiyorsunuz. Bir anda bütün dikkatiniz gönlünüze, gönlünüzde yankılanan şu ayet-i kerimelere çevriliyor.
“Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” [21]
Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey düşünemeden öylece kalıyorsunuz!. Başınızı hafifçe kaldınyor ve size sizden daria yakın olan Rabbinize yöneltiyorsunuz ilginizi!. Sonra tekrar gönlünüze, gönlünüzde kır çiçekleri gibi açan ayetlere bakıyorsunuz!.
Ey mutmain nefis.
Mutrnainliği nefes nefese yaşayan kalbinizle “Bu benim” diyorsunuz kendi kendinize!. Evet, bu sizsiniz ve gönlünüzde bir anda yankılanan ayetlerle Rabbiniz size, Rabbiniz size seslenmektedir!.
Peki, ne diyor, ne buyuruyor Rabbiniz size?
“Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”
İçinizden yavaş yavaş yükselen ürperti dalgaları ile titremeye başlıyorsunuz!. Cennetime gir İlahi hitabına muhatab olmak, cennetle müjdelenmek!.
Hayret ve haşyet içindesiniz!.
Başınız iki yana sallanırken “Rabbim bana, Rabbim bana cennetime, cennetime gir dedi, cennetime gir dedi...” demeye başlıyorsunuz!.
Kızgın bir çölü andıran gönlünüzün her tarafından sulann, buz gibi suların kaynamaya, fışkırmaya başladığını hissediyorsunuz!. Kabe'ye, Kabe-i Muazzama'ya bakarak ayağa kalkıyor ve dünyada hiç kimsenin, kainatta ise herkesin duyacağı bir sesle feryat ediyorsunuz.
“Rabbim bana cennetime gir dedi!.”
“Rabbim bana cennetime gir dedi!.”
Mescid-i Haram'dan nasıl çıktığınızı, Mekke sokaklarında ne zamandır dolaştığınızı bilmiyorsunuz!. Bildiğiniz ve durmadan sayıkladığınız tek şey, Rabbinizin size Cennetime gir dediği!. Mekke sokaklarında deli gibi dolaşırken, deli gibi bunu, hep bunu tekrar ediyorsunuz.
“Rabbim bana cennetime gir dedi!.”
Dünyadan kopmuş gibisiniz!. Ne Mekke sokakları, ne de Mekke sokaklarında size bakan insanlar ilgilendirmiyor sizi!. “Acaba delirdim mi, yoksa deliriyor muyum?” diye de sormuyorsunuz kendinize!. Delilikse delilik!. Herşeyi kabullenmiş durumdasınız!. Böyle bir haber, böyle bir müjde ile başka nasıl olabilir, başka nasıl olabilir ki insan!.
Otele gideyim mi diye düşünüyorsunuz!.
Otele gidip ne yapacaksınız ki, yatacak mısınız?
Yatıp uyuyacak mısınız?
Tuhaf geliyor bu düşünceler size!. Bir garib oluyorsunuz. İçinizdeki delicesine sevincin yerini bir korku, bir endişe almaya başlıyor. Kendinize yönelerek “Nasıl, bu müjde ile nasıl yaşayabileceğim?” diyorsunuz!.
Cevabını veremiyorsunuz bu sorunun!.
Düşünüyor, düşündükçe daha çok korkuyorsunuz!. Bu müjde ile ayaklarınızı nasıl uzatabilecek, nasıl yatabilecek, nasıl uyuyabileceksiniz!. Bu müjdeden sonra ibadetsiz bir saati, ibadetsiz bir dakikayı nasıl yaşayabileceksiniz!.
Şaşkınsınız!.
Sevdiğiniz, gıptayla baktığınız Kabe-i Muazzama, bütün ağırlığı ile sırtınıza yüklenmiştir sanki!. Asr-ı saadet dönemini hatırlıyorsunuz. Bu saadet döneminde cennetle müjdelenen müminleri düşünüyorsunuz!. Hayretten açılmış gözlerle “Ya Rabbi, onlar bu müjdeye nasıl dayandı, nasıl dayanabildiler?” diyorsunuz.
Anlamıyorsunuz, anlıyamıyorsunuz o müminleri!. Bu müjdeye nasıl dayanabildiler, bu müjdeyle nasıl yaşayabildiler bilemiyorsunuz!.
Bir an durup, kendinize gelmeye çalışıyorsunuz!. Düşünüyorsunuz, baştan sona düşünüyorsunuz yaşadıkla!. Yasin suresinde zikredilen bir mü'min, kendisine Cennete gir denilen mü'min geliyor aklınıza!. Ve o kıssayı tekrar hatırlıyorsunuz..
“Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, bu elçilere uyunuz dedi”,“Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.”,“Bana ne olmuş ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz O'na döndürüleceksiniz.”,“Ben, O'ndan başka ilahlar edinir miyim id, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.”,“Şüphesiz ben, o durumda apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.”,“Halbuki ben, Rabbinize iman ettim; O halde beni işitin (dinleyin).”,“Ona Cennete gir denildi O da: Keşke benim kavmim de bilselerdi dedi”,“Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını.” [22]
Kavminin küfrüne ve tehdidine rağmen iman ve teslimiyetinde ısrar eden bu mü'rfıin, Rabbimizin Cennete gir buyruğu ile (şehadete nail olarak) cennete girmiş, cennete girivermişti. Çünkü Rabbimiz Ol buyurduğu zaman, o iş hemen oluverirdi.
Kendinize yöneliyorsunuz. “Ben dünyadayım, ben hala dünyadayım!.” diyorsunuz kendi kendinize!. Bu şaşkınlık ile gönlünüzde hala yankılanmakta olan ayetleri tekrar düşünüyorsunuz.,
“Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Arak kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”
Anlayışınız genişliyor ve gülümsüyorsunuz!.
Ayet-i kerimelerin siyakındaki şartlan dikkate almadan, sibakındaki müjdeyi yaşadığınızı anlıyorsunuz. Oysa ayet-İ kerimeîerdeki Cennetime gir müjdesi, Rabbinizi hoşnut etme, hoşnut edebilme şartına bağlıdır. Dolayısıyla bu hitab ve bu müjde, bütün müslümanları muhatap alan ve bütün müslümanları mutmainliğe, bütün müslümanları Rabbi hoşnut etmeye davet eden bir müjdedir.
Derin bir nefes alıyorsunuz.
Sevinç ve üzüntüden uzak duygular içindesiniz!.
Sevinmeniz mi yoksa üzülmeniz mi gerekir bilmiyorsunuz!. Ancak rahatladığınızı, size daha çok sevinç mi yoksa endişe mi verdiğini yeterince anlayamadığınız duyguların dışına çıkarak rahatladığınızı hissediyorsunuz!.
İlahi müjdenin, taşınması ne kadar ağır, ne kadar zor bir haber olduğunu az da olsa anlamışçastna, Kevser'le ve cennetle müjdelenen Resulullah (s.a.v.)'i düşünüyor ve anlayış ufuklarınızın dışına taşan Efendimiz (s.a.v.)'e salat ve selam gönderiyorsunuz!.
Ve Rabbinize, hoşnut etmeniz gereken Rabbinize yöneltiyorsunuz ilginizi!. Herşeyi görmekte ve bilmekte olan Rabbinizin, Mekke sokaklarında şaşkın bir mecnun gibi dolaştığınız az önceki halinizi hoşnutlukla, yine de hoşnutlukla seyrettiğini düşünüyorsunuz!.
Tekrar kendinize dönüyor, tekrar kendinizi düşünüyorsunuz!. Sizi adeta çılgına çeviren böyle bir İlahi müjdeyi, yaşarken, yaşamaya devam ederken değil; son nefesinizde görebileceğiniz Azrail (a.s.)'ın yumuşak sesiyle, müjde dolu selamıyla almak istiyorsunuz! .
“İnşaallah, İnşaallah Ya Rabbi” diyerek otelinize dönüyorsunuz!.
Medine'ye yoiculuk vakti geldi!.
Otelin önüne gelen otobüslere eşyalar yüklenmiş ve tüm hacılar yerlerine oturmuş durumdadır. Medine'ye ya otobüslerle gideceksiniz, ya da bu otobüslerle Cidde'ye gidip, oradan uçakta Medine'ye geçeceksiniz. Umre zamanı uçakla yapılan bu ara yolculuk, yoğun hac döneminde genellikle otobüslerle yapılmakta, dörtyüz kilometre civarındaki bu mesafe otobüslerle katedilmektedir.
Hareket eden otobüsünüz Mekke caddelerinde ağır ağır ilerlerken, otobüsün penceresinden Mekke'ye ve Mekke sokaklanna son bir kez bakıyorsunuz. Şehirlerin anası olan Mekke'den ve Mekke'nin bağrındaki Kabe'den, Kabei Muazzama'dan ayrılıyorsunuz artık!.
Kabe'yi düşünüyorsunuz, Kabe geliyor gözünüzün önüne!. Gönlünüzün yüzlerce halat ile Kabe'ye bağlanmış olduğunu ve otobüs gittikçe, otobüs Kabe'den uzaklaştıkça bu halatların gerildiğini hissediyorsunuz!. Acıdan ziyade hüzün, derin bir hüzün veriyor bu durum size!. Ailenizden ve sevdiklerinizden ayrılırken bile hissetmediğiniz, böylesine derinden hissetmediğiniz bir hüzündür bu!.
Ve Resulullah (s.a.v.) geliyor aklınıza!.
Resulullah (s.a.v.)'i ve O'nun hicretini düşünüyorsunuz!. Gözleriniz doluyor!. “Ya Rabbi, ben bu kadar kısa süre kalmama rağmen sevdim, çok sevdim burasını!. Bu nedenledir ki buradan ve Beytullah'tan ayrılmak zor geliyor bana!. Peki burada doğan, burada büyüyen, burasını an be an teneffüs eden Efendim (s.a.v.) nasıl aynldı Mekke'den, nasıl ayrılabildi Beytullah'tan!.” diyerek ağlamaya başlıyorsunuz.!.
Daha önceleri bildiğiniz, defalarca okuduğunuz hicret olayının, o zamana kadar hiç görmediğiniz hüzün dolu satırlarıyla karşılaşıyor ve asırlar sonra hicret olayını tekrar, tekrar yaşıyorsunuz!. Şehirlerin anası olan Mekke'den, Mekke'sinden çıkanlan Resulullah (s.a.v.)'in, çocukluğundan beri rahmani duygularla sevdiği ve seyrettiği Beytullah'tan nasıl ayniabildiğini, Beytullah'ı arkasında bırakarak oradan nasıl uzaklaşabildiğini düşünüyorsunuz!.
Bu düşüncelerle, bu duygularla sürüyor yolculuğunuz!. Otobüsünüz eski, otobüsünüz tangur tungur gidiyor olsa da, bu durumdan hiç şikayet etmiyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki otobüs koltuğunda gittiğiniz bu mesafeler, asr-ı saadet dönemindeki mü'minlerin develerle ya da yürüyerek gittikleri mesafelerdir.
Akşam ezanına doğru Medine'ye yaklaşıyorsunuz. Medine çevresindeki hurma bahçelerini seyrede seyrede Medine'ye girerken, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine'ye yaklaşan Resulullah (s.a.v.)'in, Medine'li müslümanlar tarafından nasıl karşılandığını hatırlıyorsunuz!.
Yollara dökülen Medine'li müslümanların, Resulullah (s.a.v.)'i gördükleri zaman söyledikleri kabul edilen “Tale'al bedr-u aleyna” kasidesi geliyor aklınıza. Gönlünüz ve kulaklarınız, Medine'ye girerken bu güzel kasideyi tekrar dinlemek istiyor. Resulullah (s.a.v.)'i karşılamaya gelen bir mü'min olarak, bu güzel kasideyi siz de içinizden tekrarlıyor ve güzel manasını bir bir hatırlıyorsunuz.
Ay doğdu üzerimize, veda tepelerinden,
Şükür gerekti bizlere, Allah adaletinden,
Sen güneşsin, sen aysın, sen nur üstüne nursun,
Sen Süreyya ışığısın ey sevgili, ey Resul,
Ey bizden seçüen elçi, yüce bir davetle geldin,
Sen bu şehre şeref verdin, Ey sevgili hoş geldin,
Yine Efendimiz (s.a.v.)'i düşünüyorsunuz!.
Rahmet dolu bakışlar ile önce arkasındaki Mekke'ye, sonra önündeki Medine'ye bakan ve daha sonra tüm ilgisini semaya yönelten Resulullah (s.a.v.)'in ne düşündüğünü anlamaya çalışıyorsunuz!.
Bir tarafta kendisini öldürmek isteyen Mekke'li müşrikler, diğer tarafta ise çoluk çocuk yollara dökülen, sımsıcak bir sevgiyle kendisini karşılamaya gelen ve gönüllerden yükselen bir sesle Sen bu şehre şeref verdin, Ey sevgili hoşgeldin!. diyen Medine'li müslümanlar!.
Herşeye hak ve hakikat gözüyle bakan, her hayrı ve her rahmeti Allah'dan bilen Resulullah (s.a.v.), Medine'li müslümanların bu sımsıcak karşılamalarını da hiç kuşkusuz ki Allah'dan biliyor ve Allah'a hamd-u senalarda bulunuyordu. Mekke'den aynlırken duyduğu hüznün yerini, Medine'ye ve Medine'li bu müslümanlara kavuşmanın şükür dolu sevinci almıştı!.
Medine'ye girerken siz de bunları düşünüyor, Resulullah (s.a.v.)'in asırlar önce yaşadığı şükür dolu bu sevinci, şükrede şükrede siz de yaşamaya çalışıyorsunuz. Otobüslerden indiğiniz zaman derin bir şekilde teneffüs ettiğiniz Medine atmosferi, size de sımsıcak bir huzur, bir rahatlık veriyor.
Eşyalarınızı otel odanıza yerleştirdikten sonra, sağa sola bakmadan, başkaca hiçbir şeyle ilgilenmeden Resulullah (s.a.v.)'e gitmek, Efendiniz (s.a.v.)'i selamlamak İstiyorsunuz. Tabi ki ne kadar aceleniz olursa olsun öncelikle abdest alıyor, en temiz elbiselerinizi giyip, en güzel kokulannızı sürünüyorsunuz. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'e çünkü rahmete ve rahmet peygamberi olan Efendimiz (s.a.v.)'e gideceksiniz.
“Biz seni, ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” [23]
Evet, Rahman olan Rabbimizin bütün alemlere rahmet olarak gönderdiği Resulullah (s.a.v.)'e gitmek üzere yola çıkıyorsunuz. Salavat getire getire Mescid-i Nebeviye doğru ilerlerken, Resulullah (s.a.v.)'in “Kim beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, o beni hayatımda ziyaret etmiş gibidir,” buyruğunu hatırlıyorsunuz.
Resulullah (s.a.v.)'i sağlığında ziyaret ediyormuş gibi heyecanlı, sağlığında ziyaret ediyormuş gibi canlı ve güzel duygular içindesiniz!. Bir ara boş. ellerinize bakıyor ve “Rahmet peygamberine böyle boş ellerle mi gidiyorum!.” endişesine kapılıyorsunuz.
Sonra kardeşlerinizin gönderdiği selamlar, binlerce kilometredir gönlünüzde taşıdığınız sevgiler geliyor aklınıza. “Resulullah (s.a.v.)'e gönlümdeki selamlan, gönlümdeki sevgileri götürüyorum” diyorsunuz kendi kendinize!. Kur'an-ı Kerim'de Peygamber (s.a.v.)'i ziyaret ada-bıyla ilgili olarak zikredilen şu ayet-i kerimeyi hatırlıyorsunuz.
“Ey iman edenler, peygambere gizli bir şey arz edeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet (buna imkan) bula-mazsanız, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” [24]
Bu ayet-i kerimenin benimle bir ilgisi var mıyok mu diye hiç düşünmeden, karşılaşacağınız her yoksula sadaka vermek istiyorsunuz. Ancak denetlemelerden kaynaklansa gerek Nur dağında veya Arafat'ta karşılaştığınız gibi bolca dilenci yoktur buralarda. Dolayısıyla yolunuz üzerinde bir dilenci göremezseniz, Müminin mü'mine tebessümü sadakadır rivayetinden hareketle karşılaştığınız birçok mü'mine tebessüm ederek selam veriyorsunuz.
Cadde ve sokaklardan geçip, Mescid-i Nebevinin ışıklar içindeki görüntüsüyle karşılaştığınız zaman ayakiannız duruyor, olduğunuz yerde kalıyorsunuz! Dünyanın dört bir tarafından gelen yüzbinlerce müslüman, rahmet ve merhamet dolu bir an kovanını andıran Mescid-i Nebeviye girip-çıkmaktadır!.
Duygu ve düşünceleriniz Nur dağına, Nur dağındaki Hira mağarasına uzanıyor!. Bu küçücük mağarada tek başına Rabbe Münacaat eden, uzun yıllar tek başına Rahman'ın rahmet kapısını çalan Resulullah (s.a.v.)'i düşünüyorsunuz!. "Hira mağarasında bir yetim, tek başına bir yetim!.1' diyorsunuz kendi kendinize!.
Sonra, sonra önünüze gelen bu muhteşem manzaraya bakıyorsunuz!. Binlerce yıldır, milyarlarca müslümanin saygısına, sevgisine, salat ve selamına mazhar olan Resulullah (s.a.v.)'in, nur dolu mescidine, Mescid-i Nebeviye bakıyorsunuz!.
Ebu Süfyan geliyor aklınıza!. Mekke'nin fethinde bir tepeye çıkarak akın akın ilerlemekte olan Muhammed ordusunu gördükten sonra “Allah Muhammed'e ne büyük izzet, ne büyük şeref vermiş” diyen Ebu Süfyan'ı hatırlıyorsunuz!.
Fakat siz, siz Ebu Süfyan gibi konuşmuyor, Ebu Süfyan gibi bakmıyorsunuz bu meseleye!. Binlerce yıldır, milyarlarca müslümanın Resulullah (s.a.v.)'e yöneiik sevgi ve teveccühleri ne kadar büyük olursa olsun, Efendimiz (s.a.v.)'in Rabbimiz katındaki şeref ve izzetinin, bu dünyevi görüntülerin çok üstünde, çok fevkinde olduğunu biliyorsunuz.
Resulullah (s.a.v.)'i düşüne düşüne, Resulullah (s.a.v.)e salavat getire getire giriyorsunuz Mescid-i Nebeviye!. Yaklaşık dörtyüzbin kişinin namaz kılabileceği genişlikteki büyük bir mesciddir burası!. Resulullah (s.a.v.)'in kabr-i saadetleri ile minberi arasındaki kışıma Ravza-i Mutahhere denilmektedir. Hac zamanı oldukça kalabalık olan Ravza-i Mutahhare'yi görebileceğiniz kadar yaklaşarak iki rekat tahıyyetü'l mescid ve iki rekat da şükür namazı kılıyorsunuz. Dua, şükür ve senalarda bulunuyorsunuz Rabbinize.
Sonra yerinizden kalkıyor ve gönlünüzden yükselen salavatlar ile Resulullah (s.a.v.)'e doğru yürümeye başlıyorsunuz.
Ravza-i Mutahhare denilen rahmet alanına girdiğinizde, ayakta da olsa orada biraz durmak, orada biraz kalmak istiyorsunuz. Çünkü başka bir iklime, bambaşka bir atmosfere girdiğinizin farkındasınız!. İlahi vahyin ve İlahi rahmetin defalarca indiği bu mekanda duyduğunuz cennet kokusu, size Resulullah (s.a.v.)'in Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir buyruğunu hatırlatıyor!. Size ulaşan bu haberin senedini, bu haberin ravilerini hiç düşünmeden, düşünmeye gerek duymadan “Amenna ve sadakna” diyorsunuz. Gerçekten cennet bahçelerinden bir bahçeye girmiş ve bu bahçenin İlahi rahmetle dolu engin huzurunu gönlünüze çekiyor gibisiniz!.
Küçük yaşlardan beri gözleri görmeyen bazı arkadaş-lannız, bazı kardeşleriniz geliyor aklınıza!. Gözleri dünyaya kapalı, hak ve hakikate açık olan bu kardeşleriniz buraya gelseler, tertemiz gönülleri İle sadece (bu iklimi, sadece bu atmosferi teneffüs ederek “İşte burası, Ravza-i Mutahhare burası” diyebileceklerdir!.
Kalabalığı dikkate alarak daha fazla durmuyor, daha fazla duramıyorsunuz orada!. Bulunduğunuz yerden ağır adımlarla aynlıyor ve Resulullah (s.a.v.)'in kabr-i saadetlerine doğru ilerlemeye başlıyorsunuz!.
Kabr-i saadetlerin başındaki görevliler, kabirlere doğru el açıp istekte bulunan, kabir parmaklıklanna el-yüz sürmek isteyenleri devamlı ikaz etmektedirler.
Hoşunuza gidiyor bu durum!.
Tabi ki bu rahmani yaklaşımı Rahman'dan biliyor ve. Resulullah (s.a.v.)'in kabrinde kurban kestirmeyen, mum diktirmeyen, çaput bağlatmayan, el-yüz sürdürmeyen Rabbinize hamdediyorsunuz.
Kabr-i Saadetlerin karşısına geldiğinizde, Efendiniz, önderiniz, rehberiniz, peygamberiniz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'i, selamların en güzeliyle selamlamak istiyorsunuz.
Es selamu aleyk ya Resulullah,
Es selamu aleyk ya Nebiyuüah,
Es selamu aleyk ya Habibullah... nidaları yükselmeye başlıyor gönlünüzden!. O yaşınıza kadar fazlaca hissetmediğiniz, küîlenmiş bir ateş olarak telakki ettiğiniz Resulullah (s.a.v.) sevdasının, küllerinden arınarak alev alev tutuşmaya başladığını görüyorsunuz!. Rahmet duygulanyla dolmaya başlayan gözlerinizle “Ya Resulullah, seni seviyorum, seni çok seviyorum” diye haykırmak geçiyor içinizden!. Efendiniz (s.a.v.) ile konuşmak, çok az da olsa konuşmak İstiyorsunuz!.
Bu niyetle Resulullah (s.a.v.)'e değil, hem Resulullah (s.a.v.)'in ve hem de sizin Rabbiniz olan Allah (c.c.)'a yöneliyorsunuz. Çünkü bir kulu aracı kılarak Rabbinize değil; herşeyden haberdar olan ve kullarını haberdar eden Rabbinizi aracı kılarak bir kula, şerefli bir kul olan Resulullah (s.a.v.)'e ulaşmak istiyorsunuz.
“Ya Rabbi, alemlere rahmet olarak gönderdiğin Resulullah (s.a.v.)'e selamlarımı ve sevgilerimi iletmeni diliyorum. Ya Rabbi, üzerime emanet olarak aldığım bütün selamlan, bütün sevgileri ve şefaata dair bütün dilekleri de iletmeni istiyorum!. Şefaatin gerçek sahibi hiç kuşkusuz ki Sen'sin. Senin izninle şefaat edeceğini umduğumuz Resulullah (s.a.v.)'in şefaatine, şefaate muhtaç bütün müslümanlan layık ve mazhar eyle Ya Rabbi!. Ey Rahman ve Rahim olan Rabbim, Resulullah (s.a.v.)'e çok övülen bir makam olan Makam-ı Mahmud'u nasib et!. Makam-ı Mahmud'u nasib et Ya Rabbi...”
Efendimiz (s.a.v.)'in bir temennisi olarak Rabbinizden Makam-ı Mahmud'u isterken, tabi ki kendiniz için istediğiniz bir makam yoktur!. Çünkü rahmet Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e ümmet olmak, sizin için şükrünü eda edemeyeceğiniz büyüklükteki bir makamdır!. Bunu burada daha iyi anlıyor ve sizi böyle bir nimete, böyle bir makama kavuşturduğu için hamd-u senalarda bulunuyorsunuz Rabbinize!.
Derin duygular içinde sağ tarafa doğru ilerleyerek önce Hz. Ebubekir (r.a)'ı, daha sonra Hz. Ömer (r.a.)'ı selamlıyorsunuz. Resulullah (s.a.v.)'in dünya ve ahiret komşusu olan bu iki büyük sahabiye gıpta ederek bakıyor ve onlar için en güzel dualarda bulunuyorsunuz.
Ziyaretinizi tamamlayıp Mescid-i Nebevinin avlusuna çıktığınızda, kendinizi Resulullah (s.a.v.)'in hane-i şeriflerinden çıkmış gibi hissediyorsunuz!. Resulullah (s.a.v.)'i görmemenize rağmen onunla görüşmüş, onunla tanışmış gibisiniz!.
Salavat getire getire karşıya, yüz-yüzelli metre ilerdeki Cennetul-Baki'ye doğru ilerlemeye başlıyorsunuz. Mezarlığın kenarına gelip, demir parmaklıklardan içeriye bakıyorsunuz. Medine'nin ortasında, Mescid-i Nebevinin karşısında geniş bir mezarlıktır burası. Burada mermerlerden yapılmış anıt mezarlar, sütunları yükseltilmiş anıt kabirler yoktur!. Bakır rengindeki toprak üzerinde sadece bazı kabir yerlerini belirten taşların dikili olduğu sade bir mezarlıktır burası!.
Resulullah (s.a.v.)'in kızları ve hanımları, Resulullah (s.a.v.)'in ashabı ve arkadaşları yatmaktadır burada!. Bir isim belirtmek, bir sıralama yapmak istemiyorsunuz bu güzide müminler ve mü'mineler için!. Gözünüzü ve gönlünüzü bu güzel müsiümanlann hepsine birden yöneltip, hepsini birden selamlıyorsunuz.
Es selamu aleyk ya mü'mininu mü'minat, Es selamu aleyh ya mü'mininu mü'mina Memleketiniz geliyor aklınıza. Memleketinizdeki bazı mezarlıkların yanından geçerken bu selamı veriyor ve “Acaba bu mezarlıkta verdiğim selama muhatab olabilecek gerçek müminler var mı?” diye de bazen bir kuşkuya düşüyordunuz!.
Şimdi ise durum farklı!.
Şimdi kabirdekilerden değil, kabirdekilere selam verenlerden kuşku duyuyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki burada kendilerine selam verilenler, kendilerine selam verenlerden çok, ama çok daha hayırlı olan müminlerdir!. Toprağın altındakiler, toprağın üstündekilerden daha güzel, daha hayırlıdır burada!.
Bu güzel müsiümanlann Allah için, İslam için ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını düşünüyor ve sonra usul usul kendinize bakıyorsunuz. “Peki, ben ne yapıyorum, ben nasıl yaşıyorum!.” diyorsunuz kendi kendinize!. Cennetü'l-Baki'ye yönelerek “Ben de sizler gibi mücadele ediyorum, ben de sizler gibi yaşıyorum” diyemiyorsunuz!.
Bu suskunluğunuz boynunuzu büküyor!. Fakat yine de onlar gibi olabilme, onlar gibi yaşayabilme arzunuzu içinizde diri tutuyor ve bu arzuyu hiç yitirmiyorsunuz!. Çünkü seviyorsunuz bu müminleri ve küçücük gayretinizle bu müminlere biraz benzemek, birazcık benzeyebilmek istiyorsunuz!.
Bu arada bir ses duyuyor ve bu ses ile irkiliyorsunuz!.
Cennetül-Baki’nin bakır rengi topraklarında gezinen yüzlerce güvercin, kanatlarını sesli bir şekilde çırparak bir anda havalanmaya, Cennetü'1-Baki üzerinde yükselmeye başlamışlardır!. Hiçbir şey düşünmeden baktığınız bu manzara, size haşn, size yeniden dirilmeyi hatırlatıyor!. Beklenen gün geldiği zaman bütün bu kabirler açılacak ve bu kabirlerdeki güzel insanlar, aydınlık simalar ile Rablerine doğru kanat çırpacaklardır!. Bu düşüncelerle arkanızdaki Mescid-i Nebeviye, yeşil kubbe altındaki Resulullah (s.a.v.)'e bakıyor ve “Tabi ki Rahmet Peygamberi (s.a.v.) ile birlikte, onunla beraber haşrolacaklar” diyorsunuz.
Müminler için ne güzel bir haşr ve ne güzel bir haşrolma yeri!.
Cennetü'l-Baki'nin etrafını çeviren demir parmaklıkları iki elinizle tutarak düşündüğünüzde, bu parmaklıklar arkasındaki mahkumun, bu parmaklıklar arkasındaki tutsağın kim olduğunu anlamakta güçlük çekmiyorsunuz.
Sizsiniz bu!.
Dünya zindanının demir parmaklıklar arkasındaki mahkumu, demir parmaklıklar arkasındaki tutsağı sizsiniz!.
Çünkü dünya sürgününü siz, siz yaşıyorsunuz!.
Demir parmaklıkların ötesindeki Cennetü'1-Baki ise bu zindanın çıkışındaki bir eşik, hürriyet ve huzur dolu bir. avlu gibi!.
Gıpta ederek tekrar bakıyorsunuz Cennetü'l-Baki'ye ve “Es selamu aleyk ya mü'mininu mü'minat” diyerek tekrar selamlıyorsunuz bu müminleri.
Yüce İslam dininin, İslam nimetinin bizlere ulaşması için mallarıyla, canlanyla mücadele eden bu güzide müsiü-manlara şükran dolu dualarda bulunuyorsunuz.
Medine'deki günleriniz, Mekke'de olduğu gibi ibadet ve ziyaretle geçiyor. Asr-ı saadet döneminde Küba Mescidinin, Cum'a Mesci-di'nin ve Mescidü'l-Kıbleteyn'in bulunduğu mekanlara gidiyorsunuz.
İslam'da ilk cami olan Küba Mescidinin inşasında Resulullah (s.a.v.)'in neden ve nasıl çalıştığını düşünüyorsunuz!. İslam'da ilk cum'a namazının neden Mekke'de değilde Medine'de farz olduğunu, neden onüç yıl sonra burada kılındığını anlamaya çalışıyorsunuz!. Resulullah (s.a.v.) ve beraberindeki müminler Mescid-i Aksaya doğru namaz kılarlarken nazil olan kıble ayetini düşünüyor ve ayet-i kerime iner inmez hemen bu hükmün gereğini yapan, namazın bitmesini bile beklemeden hemen Kabe'ye yönelen müminlerin, İlahi hükme nasıl yaklaştıklarını hissetmeye çalışıyorsunuz!.
Uhud'a gidiyorsunuz.
Resulullah (s.a.v.)'in “İşte Uhud, o bizi sever, biz de onu severiz” buyruğunu hatırlayarak, sevgiyle bakıyorsunuz Uhud dağına!.
Tabi ki Uhud savaşını, tabi ki mevzilerini .terkeden okçulan, tabi ki bu savaşta şehid olan Hz. Hamza ve diğer müminleri görüyorsunuz burada!.
Savaşı kazandıklarını ve savaşın bittiğini zannederek, ganimetten pay alabilmek için mevzilerini terkeden okçuları düşünüyorsunuz!. Bunun bir imtihan, takdir edilmiş bir imtihan olduğunu anlıyor ve Rabbinizden af, Rabbinizden mağfiret, Rabbinizden rahmet diliyorsunuz bu müminler için!.
Müslümanları küfre karşı korumakla, müslümanlan batıla karşı kollamakla görevli olan günümüz okçularının ne yaptıklarını merak ediyorsunuz!. Bakışlanmz memleketinize çevriliyor. Günümüzde kendilerine aydın, kendilerine din alimi denilen birçok okçunun, oklarını satarak paralarını faize yatırdıklarını görüyorsunuz!. “Bunlan da Allah ıslah etsin!” diyorsunuz kendi kendinize!
Uhud şehitliğine bakıyorsunuz!.
Hz. Hamza'nın, bumu ve kulaklan kesilmiş, karnı yarılmış, ciğerleri çıkanlmış, parça parça edilmiş cesediyle ayağa kalkarak Rabbe yöneldiğini görüyor ve “Ya Rabbi, Sana şükürler olsun ki Senin yolunda böyle savaşmamı, böyle parça parça olmamı nasib ettin!” dediğini duyuyorsunuz!.
Sonra Efendimiz (s.a.v.)'e yöneliyorsunuz!.
Uhud'da şehit düşen bütün müminler için yakınları gözyaşı dökerken, pek yakını olmayan Hz. Hamza'nın bu yalnız, bu garib, bu kimsesiz hali ile hüzünlenen ve rahmetten yaşaran bakışlarıyla Ey Medineli kadınlar!. Hamza için, Hamza için de ağlayın buyuran Resulullah (s.a.v.)'i işitiyorsunuz!.
Ve ağlıyorsunuz,
Hz. Hamza gibi bir büyük şehit için, küçücük gözyaşlarınızı dökmeye başlıyorsunuz!.
Hz. Hamza'nın parçalanmış cesedini düşünürken, onu şehid eden Vahşi geliyor aklınıza!.
Ebu Süfyan'm karısı olan Hind, kölesi Vahşiyi Uhud'a getirmiş ve Hz. Hamza'yi öldürdüğü takdirde büyük mükafatlar vererek onu azad edeceğini vadetrniştir. Bu vaad ile Hz. Hamza'yı bir kere öldüren fakat binlerce kez pişman olan Vahşi, Allah'ın lutfuyla müslüman olmuş ve Hz. Ebubekir (r.a.)'ın halifeliği döneminde Yemame'de ortaya çıkan Müseylimetü'l-Kezzab gibi bir İslam düşmanını öldürmüştür.
Müseylimetü'l-Kezzab!.
Sizin de bildiğiniz gibi Resulullah (s.a.v.)'in vefatından sonra İslam'dan dönerek peygamberlik iddiasında bulunan, farz olan namazı kaldınp, içki ve zinayı serbest bırakarak bir hayli taraftar toplayan bu sahtekar öldürülmüştür, öldürülmüştür ama, bu yalancı peygamberin yalancı ümmeti, günümüze kadar varlığını sürdürmüştür!. Nitekim günümüzde “Elhamdülillah müslümanız!.” demelerine rağmen namaz kılmayan, “Tabi ki müslümanız demelerine rağmen içki içen, “Elbette müslümanız!.” demelerine rağmen zina yapan ve bütün bu yaptıklarının meşruluğunu savunan sapıklar, elbetteki hak peygamber Resulullah (s.a.v.)'in değil, yalancı peygamber Müseylimetü'l-Kezzab'ın ümmeti dirler!. Allah rızası için namaz kılan, Allah'tan korkarak içki ve zinadan uzak duran müminler, mahşer günü Resulullah (s.a.v.)'in rahmet sancağı altında toplanırlarken, bu sapıklar da Müseylimetü'l-Kezzab'm ateşten gölgesi altında toplanacaklardır!.
Bunlan-düşünerek Uhud şehitliğine bakarken, Uhud savaşında öldürülen kafirler ve Uhud savaşında öldürülen müşrikler geliyor aklınıza!. “Aynı yer!. Aynı yerde ölmüşler!.” diyorsunuz kendi kendinize!. Onlar da müminler gibi burada, onlar da müslimler gibi Uhud'da öldürülmüşlerdir!.
Fakat kendilerinden ne güzel bir iz, ne hayırlı bir isim kalmıştır arkalannda!. İnsanlık tarihinin en pis, en köhne köşesine bir leş gibi atılmışlar, atılı-vermişlerdir!. Uhud'un bir tarafında bu karanlık simalar, diğer tarafında ise Uhud'u aydınlatan şehitler!. Aynı yerde ölerek cehenneme, aynı yerde ölerek cennete kavuşan insanlar!. Henüz bir tercihte bulunmayan tüm insanlar için, apaçık bir tercih yeri olan Uhud'da çok şey düşünüyor, çok şey hissediyorsunuz!.
Cesetleri burada olsa da, Rableri katında nzıklanmakta olan şehitlere selam ve sevgilerinizi ileterek ayrılıyorsunuz Uhud'dan!.
Hendek savaşının yapıldığı yerlere gidiyor ve o günleri tekrar düşünüyorsunuz!.
Uhud savaşından iki yıl sonra Yahudilerle işbirliği yapan Mekke'li müşrikler, onbin kişilik ordu ile Medine'ye yürüdüklerinde, müslümanlarla istişare yapan Resulullah (s.a.v.) Medine'yi içerden korumaya ve düşman hücumuna açık olan şehrin kuzey tarafına hendek kazmaya karar vermiştir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in de bizzat çalışmasıyla altı gün gibi kısa bir sürede boydan boya hendek kazılmıştır. Medine'ye ulaşan müşrik ordusu, bu hendekleri aşarak şehre giremeyeceğini anlayınca Medine'yi kuşatmışlardır. Dışanyla irtibatlan kesilen müslümanlar, o sene şiddetli geçen kış şartlan ve yiyecek sıkıntılan altında bu kuşatmaya direnmeye başlamışlardır.
Yirmiyedi gün, tam yirmiyedi gün sürmüştür bu kuşatma!. Onbinlerce kişiden oluşan düşman ordusu her an hendeği aşabilir, her an Medine'deki müslümanlan kılıçtan geçirebilirdi!.
Bedir savaşı sırasında müşrik ordusunu müslümanlara az gösteren, müslümanların gönlüne huzur ve güven duygusunu indiren Rabbimiz, bu kuşatma sürecinde müslümanların gönüllerine böyle bir huzur ve güven duygusu indirmemiş, büyük bir imtihanın gerçekleşmesi için müslümanlara bu kuşatmanın tüm vehametini göstermiştir!. Nitekim Kur'an-ı Kerim, bu büyük imtihanı şöyle tasvir etmektedir.
“Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler de kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında da (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz.”,“İşte orada, iman etmekte olanlar, denemeden geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı.”,“Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey va'detmedi diyorlardı.”,“Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün. Onlardan bir topluluk da: Gerçekten evlerimiz açıktır diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı.”
“Eğer onların tarafından üzerlerine girilseydi sonra da kendilerinden fitne (çıkarmaları) istenmiş obaydı, hiç şüphesiz buna yanaşırlar ve bunda pek az (zaman) dışında (evde) kalmazlardı.”
“Oysa onlar andolsun ki, daha önce 'arkalarını dönüp-kaçmayacallanna' dair Allah'a söz vermişlerdi; Allah'a verilen söz (ahid) ise, (ağır bir) sorumluluktur.”
“De ki; Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile, pek az (bir zaman) dışında metalanıp-yararlandırılmazsınız.” [25]
Evet, büyük bir imtihandı bu!. Allah ve Resulüne verilen sözlerin, iman ve teslimiyetin bir imtihanı olan bu kuşatma yirmiyedi gün sürmüş ve Resulullah (s.a.v.)'in ellerini semaya kaldırarak yirmiyedinci gün yaptığı son dua ile İlahi yardım kapıları açılmıştır.
“Ey iman edenler, Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece Biz de onların üzerine, bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.”[26]
Yirmiyedi günlük müdafaanın,
yirmiyedi günlük direnmenin akabinde, şiddetli rüzgar ve görmediğimiz ordular ile İlahi yardım gelmiş ve müşrik ordusu darmadağınık bir şekilde geri çekilmek zorunda kalmıştır.
İşte yedi tane küçük mescidin yani yedi mescidlerin yapıldığı bu yer, müslümanların küfre karşı sabırla direndikleri, iman ve teslimiyetlerinin imtihanlarını verdikleri bir yerdir.
Bunlan düşünüyorsunuz burada!.
Orta yerdeki hendeğe ve hendeğin iki yakasındaki insanlara bakarak, sosyal konumunuz ve mücadeleniz ile hangi-tarafta, hendeğin hangi tarafında olduğunuzu düşünüyorsunuz!.
Her türlü küfri baskıya direnerek, sabır ve sebat dolu bir mücadele vererek Resulullah (s.a.v.)'in saflarında mısınız? Yoksa adına İslami(!) denilen nefsi kaygılarla düşman mevzilerini içten fethetmek isteyen şaşkınlar gibi küfür makamlannda ve küfür saflannda mısınız?
Yoksa, yoksa iki arada bir derede kalarak hendeğe yuvarlanan, “Ben ne etliye karışınm, ne de sütlüye” diyerek hendek içindeki kumlarla oynayan, dünya ile oyalanan kimselerden misiniz?
Bunları soruyor ve bunlann cevabını veriyorsunuz kendinize!.
Hendeğin karşısında ya da hendeğin içinde olmaktan Rabbinize sığınarak, son nefesinize kadar Resulullah (s.a.v.)'in saflannda olacağınıza, tüm gücünüzle olmaya çalışacağınıza söz veriyorsunuz.
Yedi mescidlere bakarak, yetmiş kere söz veriyorsunuz Rabbinize!.
Bu arada Medine'yi de geziyorsunuz!. Büyük binaların, lüks mağazalann bulunduğu bir caddeden geçerken, bu caddeye “Ebu Zer” isminin verildiğini görüyor, biraz şaşınyorsunuz!. Dünyada dikili bir ağacı olmayan, bütün yatınmını ahirete yapan Ebu Zer gibi bir sahabinin, böyle bir caddeye isminin veriliş hikmetini(l) anlayamıyorsunuz!.
Medine'deki günlerinizin önemli bir bölümü, hiç kuşkusuz ki Mescid-i Nebevi'de geçiyor. Medine'de nereye giderseniz gidin, nereyi gezerseniz gezin, adımlarınız dönüp dolaşıp Mescid-i Nebeviye yöneliyor. Resulullah (s.a.v.)'in mescidine girmek, burada kılabildiğiniz kadar namaz kılmak, Ravza-i Mutahhare'ye ve kabr-i saadetlere bakarak düşünmek, Resulullah (s.a.v.)'i düşün-mek istiyorsunuz. Efendimiz (s.a.v.)'i bizlere anlatan bir ayet-i kerime geliyor aklınıza.
“Andolsun, size içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne gidere size pek düşkün, mü'minkre de şefkatli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir.” [27]
Bu ayet-i kerimeyi anlamaya, bu ayet-i kerime ile Resulullah (s.a.v.)'i tanımaya çalışıyorsunuz!. Efendimiz (s.a.v.)'i anlayabildiğiniz kadar tanıyor, tanıyabildiğiniz kadar seviyorsunuz!.
Sonra ümmete, Resulullah (s.a.v.)'in Mescid-i Nebeviyi dolduran ümmetine bakıyorsunuz!. Bir canlılık, bir hareketlilik var Mescid-i Nebevi'deki Muhammed ümmetinde!. Ancak bu canlılık, parça parça edilmiş bir vücudun sinirlerindeki titreme, etlerindeki kıprama gibi gözüküyor gözünüze!.
Hüzünleniyorsunuz!.
Birbirlerinden ayrı, birbirlerinden kopuk olan Muhammed ümmetine, bu hüzünle bakıyorsunuz!. Fakat yine de bir umudun, Kur'an merkezli çok canlı bir umudun varlığını hissediyorsunuz içinizde!. Samimi müslümanların gayreti ve Rabbimizin yardımı ile dünya müslümanlarının bir ve beraber olacaklarına, kıyametten önce mutlaka ve mutlaka rahmet dolu bir vahdeti gerçekleştireceklerine inanıyorsunuz.
İçinizdeki bu umudla dua etmek, dua üstüne dua etmek istiyorsunuz. Bu arada kırk-kırkbeş yaşlannda bir müslüman geliyor yanınıza ve Allah'ın selamını vererek bir kağıt uzatıyor size!.
Tebessüm ederek “Resulullah (s.a.v.)'in bir tavsiyesi, istersen okuyabilirsin” dedikten sonra ayrılıyor yanınızdan. Elinizdeki kağıda bakıyor ve bunun Kütüb-i Sitte'den bir hadis olduğunu görerek okumaya başlıyorsunuz.
Abdullah İbnu Ebi Evfa el-Eslemi (radıyallahu anh) anlatıyor: (Bir gün) Resulullah (aleyhissalalu vesselam) yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:
“Kimin Allah'a veya herfıangi bir insana ifıtiyacı hasıl olursa önce abdest alsın, abdesü de güzel yapsın, sonra ilâ rek'at namaz kılsın, sonra şu duayı okusun: Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur, Arş'i Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, şüphesiz ben, Senin rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek sebebkri (hakkımda yaratmanı) taleb ediyor, irer çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik her çeşit günahtan selamet diliyorum. Rabbim! Affetmediğin hiçbir günahımı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımı bırakma! Allahım! Her günahımı bağışlamanı, her kederimi gidermeni, rızana uyan her dileğimi görmeni Senden talep ediyorum. (Bu münacaattan) sonra Allah'tan dünya ve ahiretle ilgili ne dilerse ister, Çünkü şüphesiz (o dilek) takdir edilir.” [28]
Okuyorsunuz, tekrar tekrar okuyorsunuz bu güzel müracaatı!. Eski tabirle “Mal bulmuş mağribi gibi” sevinçlisiniz. Manasını düşündükçe kalbinize daha çok mutmainlik veren bu hadis-i şerif ile karşılaşmanızı Allah'tan bilmenize ve Allah'a hamdetmenize rağmen, bu hayra vesile olan o müslümana da teşekkür etmek, “Allah razı olsun” diyebilmek için etrafınıza bakıyorsunuz. Göremiyorsunuz o müslümanı fakat bütün müslümanları görmekte olan Rabbinize yönelerek “Ya Rabbi o müslümandan, o kardeşimden razı ol” diyorsunuz.
Ve hemen iki rekat namaz kılarak ve hemen ellerinizi ve gönlünüzü Rabbinize açarak, bu güzel münacaatı duanızın başına oturtuyor ve Muhammed ümmeti için istemeye, dilemeye, dilenmeye başlıyorsunuz!.
Muhammed ümmetinin rahmetli vahdetini, Ümmet-i Muhamrned'in hayırlarda birlik ve beraberliğini istiyorsunuz Rabbinizden!.
Sonra yine kendinize, kendi halinize, kendi kulluğunuza, kendi sorumluluğunuza dönüyorsunuz. Ravza-i Mutahhare'ye ve kabri saadetlere bakarak tekrar Resulullah (s.a.v.)'i düşünüyorsunuz. Önceden bildiğiniz birçok hadis-i şerifi hatırlıyor ve Resuluilah (s.a.v.)'in bu hadislerle size seslendiğini, sizinle konuştuğunu hissediyorsunuz!. Daha öncelerden bildiğiniz bu hadis-i şerifleri Efendimiz (s.a.v.)'den tekrar dinlemek, tekrar tekrar anlamaya çalışmak, Medine'de yaşadığınız, Medine'de yaşayabileceğiniz en güzel zamanlar oluyor!.
Yaklaşık bir aydır, evinizden, ailenizden, dost ve arkadaşlarınızdan ayrısınız!. Mekke ve Medine'de geçirdiğiniz bu günler, hiç kuşkusuz ki ömrünüzün sonuna, son nefesinize kadar unutamayacağınız güzellikteki günlerdir!. Herşeye ahiret boyutundan bakıp, ahirete göre değerlendirdiğiniz bu günler, dünya hayatınıza ait günler olmasına rağmen, bu günleri sanki dünyada değil ahirette geçirmiş, ahirette yaşamış gibisiniz!.
Ve artık dünyaya, çeşitli meşakkat, fitne ve fesatlarla dolu dünya yaşantısına dönme zamanı geldi!. Mescid-i Nebevi'ye son kez giderek Resulullah (s.a.v.)'e veda ziyaretini yaptıktan ve Efendimiz (s.a.v.) ile mahşer günü Kevser'in başında buluşmak umuduyla, buluşabilmek dualarıyla oradan ayrıldıktan sonra gözyaşlanyla otelinize dönüyorsunuz!.
Medine'den ayrılma vakti gelmiştir!.
Eşyalar ve valizler, heyecanlı bir telaş içinde olan hacılar tarafından aceleyle otobüslere yüklendikten sonra doğruca Medine havaalanına gidiyorsunuz. Yolda otobüsleri durduran arap görevliler, “Hediye, hediye” diyerek her hacıya meyve suyu, çörek ve bir şişe zemzem verdikten sonra beyaz dişlerini gösterircesine tebessüm ederek “Güle güle, güle güle!.” diyorlar.
Hoşunuza gidiyor bu durum!. Dünya müslümanlarının bir araya geldiği hac olayının siyasi boyutunda çok ciddi eksiklikler görmenize rağmen, Mekke ve Medine'deki temizlik hizmetlerini, birçok meselede mezhepler üstü bir anlayışla yapılan organizeleri, “Taşıma suyla değirmen döndürülmez” denilmesine rağmen taşıma suyla milyonlarca hacının hergün defalarca duş almalarını sağlayacak şekilde ihtiyaçlarının giderilmesini ayrı bir takdirle karşılıyorsunuz. Değişik ülke insanlarından oluşan arap vatandaşları ise, genellikle samimi ve dürüst olan ilişkileriyle sizin sevgi ve güveninizi kazanıyorlar!. Medine havaalanına, uçağın hareketinden yaklaşık dört-beş saat önce geliyorsunuz!. Bu süre zarfında, Suud-i Arabistan'dan çıkış işlemleri yapılıyor. Uçağa binme zamanı gelince, hacıların telaşına, hacıların birbirlerini itip-kakmalanna hayretle bakıyorsunuz!. Memleketlerine döndükleri zaman “Ahh kardeşim. O mübarek yerlerden hiç ayrılmak istemedik!.” diyecek olan hacılar, uçağa daha önce binebilmek için adeta birbirlerini yiyecekler!.
Sizin ise böyle bir aceleniz yok!. Kuyruğa bile geçmeye gerek duymadan herkesin gitmesini bekliyor ve belki de son yolcu olarak uçağa biniyorsunuz. Yaklaşık yarım saat sonra kemerler bağlanıyor ve yüksek devirde çalışmaya başlayan motor uğultuları içinde Medine'den havalanıyorsunuz. Dönüş yolculuğu başlamıştır artık!. Uçak memleketinize doğru gitse de, siz arkanıza, arkada bıraktığınız Mekke ve Medine'ye doğru bakıyor, Mekke ve Medine'de geçirdiğiniz olağanüstü günleri düşünüyorsunuz!. Rabbinizin emrine uyarak buralara geldiniz ve Rabbinizin lutfuyla bugünleri yaşadınız!. Hamdediyorsunuz, hamdedilmesi gereken Rabbinize ve Kur'an-ı Kerim'deki hacla ilgili şu ayet-i kerimeleri hatırlıyorsunuz.
“İnsanlar içinde haca duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.”,“Kendileri için birtakım yararlara şahid olsunlar ve kendilerine nzık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Anık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun”,“Sonra kirlerini gidersinler, adaklannı yerine getirsinler, Beyti Atik'i tavaf etsinler.”[29]
Düşünüyorsunuz bu ayet-i kerimeleri ve daha önceden bildiğiniz bu ayet-i kerimelerin, bilmediğiniz anlamlarıyla karşılaşıyorsunuz!. Kendileri için birtakım yararlara şahid olsunlar buyruğunun ne anlama geldiğini, yaşayarak öğrenmiş bir insan olarak daha iyi, çok daha iyi anlıyorsunuz. Sonra kirlerini gidersinler buyruğundaki şeffaf anlamı, temizlenmiş iç dünyanızdaki tertemiz duygularınızla daha iyi hissediyorsunuz!.
Namaz, oruç, zekat gibi uhrevi karşılığı çok büyük olan hükümlerin, nasıl ki dünyevi hikmetleri ve dünyevi faydaları varsa; hac hükmünün de uhrevi karşılığı ile beraber dünyevi hikmet ve faydalan olduğuna şahit oluyorsunuz!.
İşte bu nedenledir ki hac, ertelenebilecek ve yaşlılık günlerine bırakılabilecek bir ibadet değildir. Çünkü müslümanın temizleneceği, kendine geleceği ve annmış bir kimlikle dirilerek kıyama kalkacağı muazzam bir olaydır hac!. Samimi bir yürek ile, samimi bir yöneliş ile yapılan ve Rabbimiz katında makbul görülen hac, hiç kuşkusuz ki her müslüman için büyük bir lütuf, büyük bir ganimettir. Burada önemli olan haccın makbul olması, Rabbimiz katında makbul görülmesidir. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'in hacla ilgili bütün müjdeleri, haccın makbul olmasına bağlı müjdelerdir.
Makbul bir hac düşüncesiyle uçağa ve uçaktakilere bakıyorsunuz. Bu sene kaç milyon kişinin hacca gittiğini bilseniz de, hacı olarak, makbul bir hac yaparak kaç kişinin döndüğünü bilemiyorsunuz!..
“Rabbim bütün müminlere, bütün kardeşlerime makbul görülen bir haccı nasib etsin” duasında bulunurken kendinizi düşünüyorsunuz. Acaba sizin, sizin haccınız, Rabbiniz katında makbul görülen bir hac oldu mu? Yoksa bir seyahatten, size sadece yorgunluk bırakan bir gezintiden mi dönüyorsunuz? Bu sorularla kendinize, bu endişeyle iç dünyanıza yöneliyorsunuz. Endişeleriniz azalarak kayboluyor. Çünkü kendinizi, çünkü içinizi, çünkü gönlünüzü Nebevi müjdelerde beyan edildiği gibi temiz, tertemiz hissediyorsunuz. Allah deyince titreyen, huşu ile titreşen gönlünüzdeki bu bambaşka temizlik ve hafiflik ile İnşaalkh, İnşaaÜah. diyerek, haccınızın makbul olduğunu umud ediyorsunuz.
Yaklaşık üç saat sonra uçak inişe geçtiği zaman, dünyaya yaklaştığınızı ve Esfele safilin'e doğru alçaldığınızı hissediyorsunuz!. Şeytandan ve şeytanın dostlarından Allah'a sığınarak iniyorsunuz uçaktan!.
Pasaport işlemleri bittikten sonra yürüyen bantlardaki kargaşa arasında valizini alıyorsunuz. Garip duygular içinde perondan çıkarken karşılaştığınız genç bir görevli, güleç bir yüzle nereden geldiğinizi soruyor!.
Önce şaşkınlıkla, sonra tebessümle bakıyorsunuz bu genç adama!. Yaşayarak öğrendiğim bir cevabı anlar mı, yaşamadan anlayabilir mi diye hiç düşünmeden ve düşünmeye gerek duymadan cevap veriyorsunuz.
“Ahiretten geliyorum!.”
[1] Al-i İmran: 3/96-97.
[2] Hac: 22/26,29.
[3] Hac: 22/26-27.
[4] İbrahim: 14/37.
[5] Alak: 96/1,5.
[6] Maide: 5/118.
[7] Yasin: 36/48,53.
[8] Abese: 80/33,42.
[9] Bakara: 2/198.
[10] Bakara: 2/199.
[11] Fatır: 35/6.
[12] Saffat: 37/: 37/100.
[13] Saffat: 37/. 37/101.
[14] Al-i İmran: 3/35, 37.
[15] Saffat: 37/102.
[16] Saffat: 37/102.
[17] Saffat: 37/103.
[18] Saffat: 37/104-105.
[19] Saffat: 37/104,111.
[20] İbrahim: 14/35.
[21] Fecr: 89/27,30.
[22] Yasin: 36/20,27.
[23] Enbiya: 21/107.
[24] Mücadele: 58/12.
[25] Ahzab: 33/10,16.
[26] Ahzab: 33/9.
[27] Tevbe: 9/128.
[28] İbnu Mace 1384.
[29] Hac: 22/21,29.