“Bismillah” diyerek, önündekt çorbayı içmeye başladı. Lokantanın caddeye bakan masasında tek başına oturan bu adam, birçok gencin yakından tanıdığı Nusret hocaydı. Bugün oruçlu olmasına rağmen bir sohbet nedeniyle iftarını vaktinde yapamamış, akşam namazını kıldıktan sonra eve gitmeden önce bir çorba içme niyetiyle bu lokantaya girmişti.
Lokantanın içinde yoğun bir hareketlilik vardı. Bir tarafta devamlı pide açan ve açtıkları pideyi seri bir şekilde fırına süren hamur ustaları, diğer tarafta geniş bir kömür ızgarası üzerinde muhtelif et mamullerini pişiren kebabçılar.
“Baba, başka bir şey ister misin?”
Kırksekiz yaşında olmasına rağmen yandan fazlası ağarmış saçları ve sakalları ile ellinin üzerinde gösteren Nusret hoca, kendisine “Baba” diye hitap eden genç garsona tebessüm ederek “Sağolasın, çorba yetecek” dedi. Belirgin bir sakinlik içinde önüne dönüp çorbasını içmeye devam ederken, lokantanın içindeki insanlara pek bakmıyor, onlarla hiç ilgilenmiyor gibiydi. Çünkü her yemekte olduğu gibi bu sıcak mercimek çorbasını içerken de ilgi ve dikkati dışarılara yönelmiş, şu an böyle bir çorbaya hasret aç ve kimsesiz insanları düşünmeye başlamıştı. Bu düşünce üzüyor, bu düşünce rahatsız ediyordu Nusret hocayı. Fakat istese de kurtulamıyor, ne yapsa uzaklaşamiyordu bu düşüncelerden. Çünkü bu bir gerçek, düşünen hiçbir insanın gözardı edemeyeceği toplumsal bir gerçek idi. Her gece televizyonlarda gösterilen yüzlerce görüntü, insan elinin uzanamayacağı muhtelif yerlerdeki açlığı, sefilliği gözler önüne sermiyor muydu? Bu görüntüleri hatırladığında ağzındaki lokmanın büyüdüğünü, çene kaslarının ağızdaki lokmayı çiğneyemeyecek kadar güçsüzleştiğini hissediyordu. Bazen özenle hazırlanmış bir sofraya buyur edildiği zaman, kendisini aç ve yoksul yüzlerce çocuğun bakışları altında hissediyor, bu masum ve mazlum bakışlar altında sofraya nasıl oturacağını, o yemekleri nasıl yiyeceğini, nasıl yiyebileceğini bilemiyordu!.
Sevinçli bir gönül huzuruyla yediği, yiyebildiği yemekler, birkaç fakiri sofrasına davet ettiği ve onlarla birlikte yediği yemeklerdi. Bu nedenle herhangi bir lokantaya girdiği zaman genellikle pencere kenanna oturur ve dışarılara bakarak davet edebileceği bir insan, bir fırsat gözlerdi. Aç ve acıkmış gözlerle lokantanın içine bakan bir garip, bir kimsesiz gördüğü zaman tebessüm ederek onun yanına gider ve “Kusura bakmayın, sizi rahatsız ettim. Ben yalnız yemek yiyemiyorum. Sizden rica etsem benim misafirim olur, benimle birlikte yemek yer misiniz?” derdi. Şimdiye kadar bir istisna dışında genelde kabul gören bir davet olmuştu bu.
Nusret hoca bu düşüncelerle hem çorbasını içiyor, hem de lokantanın dışına, gecenin karanlığında lokantanın önünden tek tük geçmekte olan insanlara bakıyordu. Fakat dışarılara ne kadar bakarsa baksın masasına davet edebileceği bir insanla, beklediği güzel bir fırsatla karşılaşamamıştı bu akşam.
Nusret hocanın merakla dışarılara bakan gözleri, yolun karşı tarafında parketmiş opel vektra arabayı ve bu arabanın içinde kendisini devamlı gözlemekte olan genç delikanlıyı da farketmemişti. Nusret hocayı dört gündür takip etmekte olan bu genç delikanlı, oldukça heyecanlı gözüküyordu. Heyecanını bastırmak için arabanın loş karanlığı içinde ağır ağır sakız çiğnerken, bir taraftan da lokantaya bakıyor ve her fırsatta birilerini ararcasma dışarılara bakan Nusret hocanın bu garip tavrına bir neden bulmak istiyordu. Ne var ki bu soruya açık bir cevap bulamayışı daha bir endişelenmesine sebeb oluyordu!. Kendisine bile duyurmak istemediği bir sesle “Acaba eve gitmeyip yine biriyle mi buluşacak, birilerini mi bekliyor bu adam!.” dedi. Sıkıntılı bir şekilde iç geçirerek, beklemeye devam etti.
Kısa bir süre sonra çorbasını bitiren Nusret hoca, hesabı kasaya ödedikten sonra ağır adımlarla dışarıya çıkarak iki sokak ötedeki otobüs durağına doğru yürümeye başlamıştı. Uzun yıllardır gidip geldiği bu yollar, ayaklarının bile ezberlediği yollar olmuştu.
“Nusret hoca!.”
Durdu, dönüp baktı sesin geldiği tarafa. Yanında opel marka bir araba durmuş ve arabadan inen yirmi yirmiüç yaşlarındaki bir delikanlı gülerek yaklaşmıştı kendisine!.
“Selamunaleyküm hocam.”
“Vealeykümselam.”
“Beni tanıdınız mı? İsmim Serhat. Sizin bir sohbetinize katılmıştım.”
Nusret hoca dikkatli gözlerle delikanlıya bakarak birşeyler hatırlamaya çalıştıysa da, hatırlayamadı, tanıyamadı bu delikanlıyı.
“Afedersin hatırlayamadım, Serhat dedin değil mi?”
“Evet hocam.”
Binlerce gençle tanışan ve onlarla görüşen Nusret hoca, bu genci tanıyamayışını kendi unutkanlığına yorarak “Hayrola Serhat!.” dedi.
“Hayırdır hocam. Yeşilyurd'a doğru gidiyorum. Yolunuz o tarafa ise lütfen buyurun.”
Bu güleryüzlü genç Yeşilyurd'a doğru gittiğine göre Üçyol'dan geçecek demekti. Fakat Nusret hoca yine de nedeni belirsiz bir tereddüt geçirdi.
“Üçyol'a gidecektim ama rahatsız olmanıza gerek yok. Otobüse binebilirim.”
“Ne rahatsızlığı hocam. Araba zaten boş!.”
Nusret hoca arabanın içine baktı. İçinde gerçekten hiç kimse yoktu. Tebessüm ederek başını salladı ve “Peki Serhat” dedikten sonra arabaya doğru yürüdü. Serhat seri bir hareketle arabanın ön kapısını açmış ve Nusret hocanın binmesine yardım etmişti. Arabanın içine binen Nusret hocanın ilk dikkatini çeken şey, ön konsolun üstündeki kurdeleyle bağlanmış geniş paket olmuştu. Arabayı hareket ettirirken hocanın paketi farkettiğini gören Serhat hemen konuştu.
“Bir hasta ziyaretine gidiyorum Nusret hoca. Arka caddedeki tatlıcıdan baklava aldım.”
“İyi yapmışsın!.”
Serhat yeni hatırlamış gibi “Haa, tatlıcı şu kağıda üç tane tadımlık baklava koymuştu. Ben yedim, bu da sizin nasibiniz” diyerek, paketin; üzerindeki küçük kağıtta duran baklavayı Nusret hocaya uzattı. Herhangi bir ikramı geri çevirmekten hoşlanmayan Nusret hoca “Nasibe inanmak gerekir” diyerek küçük kağıttaki baklavayı aldı. Nusret hocanın elindeki baklavayı iki-üç yudumda yediğini gören Serhat, kendini daha rahat, daha sakin hissetmeye başlamıştı.
“Serhat, okuyor musun?”
“Evet, kimya fakültesi.”
“Güzel, kaçıncı sınıf?”
“Son senem.”
“Hayırlısı olsun.”
Arabayı oldukça yavaş kullanan Serhat, hiç sezdirmeden Nusret hocanın hareketlerini gözlüyordu. Aradan üç-beş dakika geçmişti ki, Nusret hoca kendisindeki değişikliği hissetmeye başladı. İçinde uyuşmaya benzeyen bir baygınlık, hafif hafif bulanıklaşan gözlerinde git gide artan bir ağırlık vardı sanki!. Bir yük kaldırıyormuş gibi zorlanarak kaldırdığı eliyle gözlerini oğuşturduktan sonra “Serhat, ben pek iyi değilim!.” dedi.
Arabayı caddenin sakin bir kenarında durdurduktan sonra Nusret hocanın kapanmakta olan gözlerine bakan Serhat, bakışlarına yansıyan bir kin ile “Siz zaten iyi değildiniz!” dedi. Zor da olsa bu sözleri duyan ve kin dolu gözleri gören Nusret hoca, şaşkınlık içinde bütün bunların nedenini sormak istedi. Fakat açmadı, açamadı ağzını. Gözlerine yansıyan şaşkınlık, gözkapaklarıyla perdelendi.
Kendinden geçen Nusret hocanın koltuğunu hafif arkaya doğru yatıran ve emniyet kemerini bağlayan Serhat, cep telefonunu aceleyle açarak “Tamam, bu sefer tamam. Oraya geliyoruz” dedi heyecanlı bir sesle. Telefonu kapattıktan sonra arabayı hızla hareket ettirdi. Artık gideceği yer belliydi ve biran önce varmalıydı oraya!. Başını çevirerek baygın bir şekilde yatmakta olan Nusret hocaya tekrar baktı. Kendisini oldukça iyi hisseden Ser-hat'ta artık ne heyecan, ne de korku kalmıştı. Usulca seslendi, kendisini duymayan Nusret hocaya.
“Adalete hoşgeldin Nusret efendi!..”
Nusret hoca kendine gelmeye başladığında, bir et yığını gibi hissettiği vücudunun üstünde, yumuşak fakat ağır bir yük vardı sanki!. Gözlerini açmaya çalıştıysa da bunun kolay olamayacağını anladı. Kirpikleri birbirine karışmış, birbirine düğümlenmiş gibiydi. Neler olduğunu düşünmeye ve anlamaya çalıştı. Hatırladığı son şey Serhat ve Şerhat'ın kin dolu bakışlarıydı!.
Kimdi bu delikanlı ve neden bu kadar kızgındı kendisine?
Düşündüyse de aklına hiçbir sebeb, hiçbir cevap gelmiyordu!. Omuzlarını kaldırarak vücudunu hissetmeye çalıştı. Omuzlan oynamıştı, omuzlarını oynatabilmişti sanki!. Sonra sağ elini ve sağ elinin parmaklarını hareket ettirdi. Onlar da hareket edebiliyordu. Elini gözlerine götürmek, gözlerini oğuşturrnak istedi. Fakat sakallarına kadar uzanan eli, daha yukarıya çıkamıyor, gözlerine ulaşamıyordu. Narkozdan yeni çıkmış bir hasta gibi hissediyordu kendisini!.
“Baba, kendine geliyor.”
“Evet, görüyorum.”
Nusret hoca duyduğu bu konuşma ile bir anda pür dikkat kesilmiş ve hareket etmeye çalışan sağ eli göğsünün üzerine düşmüştü. Demek ki yanında insanlar, yanında birileri vardı!. Birbirine kenetlenen gözkapaklarını, birbirinden yırtarcasına ayırmaya çalıştı. Yoğun bir ışık hücum etti gözlerine. Üzerinde dört ampulün yandığı bir avizeydi bu. Başını yavaş yavaş sağa çevirdi.
İki kişi oturuyordu karşısındaki koltukta!.
Gözlerini kırpıştırarak onların kim olduğunu anlamak istedi. Sağ tarafta oturan, kendisini arabaya bindiren ve buraya getiren Serhat olmalıydı. Fakat bakıştan değişmişti Serhat'ın. Gözlerindeki kızgınlığın yerini, istenilen bir şeyi elde etmenin sevinci ve rahatlığı almıştı sanki.
Bakışlarını sola çevirerek Serhat'ın yanındaki adamı tanımaya çalıştı. Nusret hocayla aynı yaşlarda, sakalsız, bıyıklı ve oldukça iri yarı birisiydi bu!. Adamın yüzüne dikkatlice bakınca, bu yüzün kendisine hiç yabancı olmadığını farketti. Bir yerlerde görmüş, bir yerlerde karşılaşmıştı bu sima ile!. Fakat kendisine tanıdık gelen bu simayı nerede gördüğünü bir türlü hatırlayamadı!.
“Beni tanıdın mı?”
Nusret hocanın kulaklarına ulaşan bu tanıdık ses, Nusret hocanın bu adamı bir anda tanımasına neden olmuştu. Küstah bir eda ile “Beni tanıdın mı?” diyen bu adam, sekiz ay önce vefat eden Ferhat'ın babasıydı. Onunla ilk kez Ferhat'ın cenaze namazında karşılaşmış ve kendisine taziyelerini sunmak İstediğinde aynı küstah eda ile söylenen “Benden uzak dur!.” hitabıyla karşılaşmıştı. Bu kaba hitap karşısında önce şaşırmış ve daha sonra bu sözü oğlunu yitiren bir babanın üzüntüsüne yorarak üstünde fazla durmadan kendisinden uzaklaşmıştı.
Bunları düşünürken üç kişilik geniş bir koltuğun üzerinde yatmakta olduğunu farkeden Nusret hoca, “Afedersiniz” diyerek doğrulmaya çalıştı. Biraz zorlanarak doğrulduktan sonra kendisinden cevap bekleyen Ferhat'ın babasına “Siz Murat beysiniz değil mi?” dedi.
“Evet, Ferhat'ın babası Murat.”
Bir süre hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. Nusret hoca hafif kamaşan gözleriyle Murat beyin nefret dolu yüzüne bakarken düşünmeye çalışıyor ve bütün bu olup-bitenleri anlamak istiyordu!. Bu adamın büyük bir kin, büyük bir kızgınlık içinde olduğu belliydi. Ancak kin ve kızgınlık dolu bu bakışların kendisine yönelmesinin sebebi neydi? Nefret dolu bu bakışlarla kendisi arasında nasıl bir bağ, nasıl bir ilgi olabilirdi ki!.
“Ferhat'ı hatırlıyorsun değil mi?”
Nusret hoca hemen cevap vermedi. Tuhaf bir soruydu bu!. Öz oğlu, öz kardeşi gibi sevdiği Ferhat'ı nasıl unutabilirdi ki!. Ferhat ile yaklaşık üçyıl önce tanışmıştı. O zamanlar tıp fakültesinin son yıllarında okuyan Ferhat, oldukça akıllı ve samimi bir gençti. Kendisiyle tanıştıktan sonra sohbetlere devamlı bir şekilde katılmaya başlamış ve kısa sürede Kur'an merkezli aydınlık bir din anlayışına sahip olmuştu. Bazı gençler gibi meselenin bilgisel yönüyle yetinip, İslam adına bitkisel bir hayatı tercih etmemişti bu delikanlı. Öğrendiklerini yaşıyor ve yaşadıklarını bir ab-ı hayat gibi diğer insanlara götürmek, diğer insanlara sunmak İstiyordu. Nitekim tıp fakültesini bitirdikten sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte Anadolu'nun kenar köylerini dolaşması da bu nedenleydi. Bu köylere gidiyor ve gündüzleri köylüleri ücretsiz muayene edip, yanlarında götürdükleri ilaçları verdikten sonra geceleri onlarla sohbet ediyorlardı. Uzun yıllardır ilgi ve yakınlığa hasret bu köylüler için, alışılmışın dışında çok anlamlı bir durum oluyordu bu. Kendileriyle samimi bir şekilde yakından ilgilenen bu gençlere onlar da aynı samimiyetle yaklaşıyor ve İslam adına anlatılan gerçekleri bazen merakla, bazen de büyük bir dikkatle dinliyorlardı. Bir köyden sadece birkaç köylünün kazanılması, Ferhat ve arkadaşları tarafından her zaman sevinçle karşılanıyor ve onların bu gezilere yönelik şevkini arttırıyordu. Zaten sekiz ay önce meydana gelen trafik kazası da, böyle bir gezi esnasında yaşanmıştı. Alkollü bir sürücünün kullandığı aracın kendilerine çarpmasıyla direksiyonla ön koltuk arasında sıkışan Ferhat, gülümseyen bir yüzle ölmüş ve böyle bir gülümseme ile ayrılmıştı dünyadan.
“Allah rahmet etsin. Ferhat güzel bir insan, güzel bir müslümandı.”
Nusret hocanın bu sözlerini kararan bir yüzle dinleyen Murat bey, sıkıntılı ve kızgın bir ses tonuyla “Sizinle karşılaşmadan önce daha güzeldi” dedikten sonra içindeki zehiri kusarcasına ekledi.
“Fakat siz onu öldürdünüz!.”
Nusret hoca acaba yanlış mı duydum kuşkusuyla Murat beyin yüzüne baktı. Hayır, yanlış duymamıştı.
Çünkü Murat beyin yüzünde de, Murat beyin gözlerinde de aynı korkunç itham vardı!.
“Siz onu öldürdünüz!.”
Böyle bir ithama ne cevap vereceğini şaşıran Nusret hoca, hayretten açılmış gözleriyle “Afedersiniz. Ne dediğinizi anlıyamadım” dedi.
Murat bey çatılmış kaşlarla “Anlıyamazsın tabi” dedikten sonra devam etti.
“Bizim ne dediğimizi anlıyabilmen için, Ferhat'ı tanıman gerekirdi. Seninle tanışmazdan önce onun dünyaya nasıl baktığım, nasıl hayat dolu bir insan olduğunu bilmen gerekirdi. Ancak seninle, senin gibi bir yobazla karşılaştıktan sonra çocuğun dünyası değişti. Onu nasıl etkilediğini, nasıl kandırdığını bilmiyorum. Fakat işinde ehil olduğun belli!. Hayat dolu bir gencin dünyasını bir anda karartıverdin!. Ne müzik, ne tatil, ne arkadaş toplantıları, hiçbiriyle ilgilenmez oldu!. Gencecik delikanlı, yetmişlik ihtiyarlar gibi yaşamaya başladı. Daha hayatı tanımadan, iki lafından biri ölüm ve ahiret olmuştu. Sanki yaşamıyordu, sanki ölmeden mezara girmişti oğlum.”
Nusret hoca susmaya, Murat bey ise konuşmaya devam ediyordu.
“Beyaz önlükler içir ie doktorluk yapması gereken oğlum, seyyar satıcılar gibi o köy senin, bu köy benim dolaşmaya başladı. Medeniyetin ve tüm gelişmelerin merkezi şehirler iken, senin gibi bir yobaz yüzünden köy yollana düştü ve hayvan ağıllan, tezek kokulan arasında aradı geleceğini!.”
Kısa bir süre susan ve gözleri dalgınlaşan Murat bey, başını hafifçe iki yöne salladıktan sonra devam etti.
“Tabi ki benim de suçum oldu. Bütün bunlara izin vermemeli, oğlumdaki bu değişimlere müdahale etmeliydim. Fakat yapmadım, yeterince müdahale etmedim ona!. Nasıl olsa kendi anlar, kendi farkeder diyordum. Ancak olmadı, senin ve senin gibilerin ne olduğunu anlayamadan öldü, oluverdi oğlum!.”
Kendisine yönelik ne kadar ağır ithamlar olursa olsun, bir babanın oğluna ilişkin bu sözleri Nusret hocanın yüreğine dokunmuştu. Herşeye rağmen bir babaydı karşısındaki. Meseleyi anlamasa ve oğlunun yürüdüğü aydınlık yolu görmese de, olaya bir baba merhametiyle yaklaştığı belliydi.
“Söyle bana nasıl aldattın, nasıl kararttın oğlumun dünyasını?”
Murat beyin sesini yükselterek sorduğu bu soru üzerine bir süre onun gözlerine bakan Nusret hoca, yumuşak bir sesle “Ben ona sadece Kitab'ını öğrettim!.” cevabını verdi.
Gözleri bir anda açılan Murat beyi adeta çıldırtan bir cevap olmuştu bu!. Sanki bir cevapla değil, bir küfürle karşılaşmış gibi öfkelenerek bağırmaya başladı.
“Ne demek Kitab'ını öğrettim. Sen bizi Kitabsız mı sandın!. Bana bak, ben dokuz yaşında hafız oldum ve yedi yaşımdan beri namazımı hiç bırakmadım. Öyle benim karşıma geçerek senin oğluna dinini, senin oğluna kitabını öğrettim deme. Biz zaten dinini bilen, dinine bağlı bir aileyiz.”
Murat beyin bu sert çıkışı karşısında Nusret hoca susmayı tercih etmişti. Bildiği ve çok alışık olduğu bir tepkiydi bu!. Geleneksel din anlayışındaki birçok insan, benzer durumlarda aynı tepkiyi veriyor ve kendilerinin dine bağlı
olduklarını iddia ediyorlardı. Oysa bağlı olduklarını iddia ettikleri din, Kur'an-ı Kerim'in tanımladığı ve hudutlarını beyan ettiği İslam değildi. Bu gibi insanlar örf ve anenelerden hareketle tanımladıkları dini İslam sanıyorlar ve böyle bir din anlayışına sahip çıkmayı dindarlık zannediyorlardı. Nitekim Murat bey de aynı anlayışla tepki veriyor, aynı anlayışla konuşmaya devam ediyordu.
“Ve ben bu yaşıma kadar da tanrıtanımazlarla mücadele ettim. Allah'ı inkar edenlere, Allah'ı ve Allah'ın varlığını anlattım. Birçok inançsız insanın namaza başlamasına vesile oidum. Sen ise bunlarla uğraşmıyorsun!. Bunları imana getirmek için çalışmıyorsun. Çünkü onları yola getirmek zor!. Sen hazır lokma istiyorsun!. Allah'ını ve kitabını bilen insanlara musallat olarak, karanlık emellerine onları alet ediyorsun!”.
Bu sözler üzerine daha fazla sabredemeyeceğini hisseden Nusret hoca, başını iki tarafa doğru hafifçe sallıya-rak “Siz ne dediğinizin farkında değilsiniz?” dedi.
“Biz hem ne dediğimizin, hem de ne yaptığımızın farkındayız!.”
Bu cevabı Serhat vermişti. Nusret hoca bu sefer onun yüzüne bakarak, bütün olup bitenlerin cevabını onda aramak istedi. Fakat o da babası gibi bakıyor, o da babası gibi horlayıcı gözlerle suçluyordu Nusret hocayı. Ayrıca verdiği cevapta “Biz ne yaptığımızın farkındayız” demişti. Bu söz üzerine ilk kez karşısındaki baba oğulun ne yapmak istediğini düşündü!. Gerçekten bunlar kendisini buraya neden getirmişler ve ne yapmak istiyorlardı ki!. Cevabını bulamadığı bu soruyu, hafif bir sesle onlara yöneltti.
“Peki siz ne yapmak istiyorsunuz?”
Serhat'a dönerek “Sen sus” diyen Murat bey, Nusret hocanın sorusunu kendisi yanıtlamak istedi.
“Biz, günümüzdeki hukukun önemli bir eksiğini kapatacak, onun yapmadığı bir işi yapacağız. Çünkü günümüz hukuku bazı belirtileri, bazı işaretleri hiç görmemezlik-ten gelerek, suç saydığı eylemin illa ki işlenmesini bekliyor. Söz konusu eylem gözünün önünde filizlenip, gözünün önünde büyümesine rağmen bütün bunları görmüyor. Bize göre günümüz hukukunun körlüğü bu!. Fakat bizlerde böyle bir körlük yok. Bizler senin ve senin gibilerin bu ülkeyi nereye sürüklediğini açıkça görüyoruz. Bunu gördüğümüz ve maalesef yaşayarak öğrendiğimiz için, aile sorumluluğumuz adına, seni ailece cezalandıracağız.”
“Beni ailece cezalandıracak mısınız?”
Nusret hocanın hayretle sorduğu bu soruyu, hafif bir kadın sesi cevapladı.
“Evet, seni ailece cezalandıracağız!'.”
Arkadan gelen bu kadın sesi, Nusret hocanın hem şaşırmasına ve hem de tedirgin olmasına neden olmuştu. Arkamdaki bu kadın da kim merakıyla başını hafifçe arkaya doğru çevirince, kırkbeş yaşlarındaki bir kadının kendisine bakmakta olduğunu gördü. Tek kişilik bir koltukta oturmakta olan bu kadın da kimdi? İçinde büyüyen merakla usulca sordu.
“Afedersiniz. Siz kimsiniz?”
Kadın keskin gözlerle Nusret hocaya kısa bir süre baktıktan sonra “Ben bir anneyim. Gencecik oğlunu kaybeden bir anne!.” cevabını verdi.
Başını yine yavaşça ön tarafa çevirdi Nusret hoca. Bu kadın demek ki Ferhat'ın annesiydi. Endişeli gözlerle Serhat'a ve babasına baktı. Seni ailece cezalandıracağız diyen bu insanlar, hiç kuşkusuz ki ciddi olmalıydılar. Çünkü bütün aile buradaydı!.
İhracat işleriyle uğraşan Murat bey, oldukça zengin bir insandı. Babasından kalan mal varlığını, kendi çalışmaları ile daha bir fazlalastırmıştı. Dört yıl önce ölen babasını çok sever ve birçok meselede onu kendisine örnek alırdı. Milliyetçi ve muhafazakar bir insandı babası. Zaten küçük yaşlarda namaza başlamasının, dinini ve devletini seven bir insan olarak yetişmesinin en önemli nedeni de babasıydı.
1.90 boyunda oîan ve sporu hiç bırakmayan Murat bey, gücüyle, kuvvetiyle ve sosyal konumuyla kendisine çok güvenen bir insandı. Konuşmalarından da kendisini çok beğendiği ve kendisine çok güvendiği açıkça belli olurdu. Murat bey oğlunu kaybeden diğer babalar gibi çaresizlik İçinde sabredecek, acizlik içinde hiçbir şey yapamayacak bir insan değildi. Paranın ve itibarın verdiği güç ile ayağa kalkabilir, oğlunu karanlık düşünceler içinde ölüme sürükleyen birisini hiç zorlanmadan cezalandırabilirdi!. Nitekim tereyağdan kıl çeker gibi Nusret hocayı şehirden çıkarıp, bu dağ evine getirmesi de pek zor olmamıştı.
Artık elindeydi Nusret hoca denilen bu yobaz!.
Ona istediği cezayı verebilir, oğlunu ölüme ve toplumu karanlığa sürükleyen bu katili istediği an öldürebilirdi!. Öfkeden sıkılmış dişleriyle Nusret hocaya bakarken, bu gücü fazlasıyla hissediyor, fazlasıyla görüyordu kendisinde.
Murat beyin yirmibeş yıllık eşi olan Kadriye hanım ise namazında niyazında bir lise öğretmeni İdi. Dini inançları ile öğretmenlik görevini hiçbir zaman birbirine karıştırmamış ve okulda dini propaganda yapanlara şiddetle karşı çıkmıştı. Kendilerine şeriatçı ya da aşın dinci denilen bu kimselerin, yüce İslam dinini ondört asır önceki bedevi anlayış ile yorumlayan kimseler olduğunu düşünüyordu. Sevilmesi gereken Allah'ı insanlara bir öcü gibi gösteren, insanlan devamlı Allah ile korkutan bu insanlar, herşeyi bağışlayacak olan Allah'ı hiç tanımayan, hiç sevmeyen insanlardı. Zaten bunların anlattıkları din de, insanların sevebilecekleri, severek kolayca yaşayabilecekleri bir din değildi. Oysa İslam dini, bir sevgi ve akıl diniydi. Allah'a inanan, Allah'ı seven ve dinin prensiplerini akıl süzgecinden geçiren herkesin kolayca yaşayabileceği bir dindi. İnsan ile Allah arasında olması ve yaşanması gereken bu sevgi dinini, insan ile toplum, insan ile devlet arasına koyarak fitne ve huzursuzluk çıkaran insanlar, bu sevgi dinini nefrete bulaştıran insanlardı.
İşin garip tarafı, yirmibirinci yüzyıla girildiğinde bile böylesi anlayışlara inanan, böylesi davetlere katılan kimselerin olmasıydı. Ve oğlu da, üniversite mezunu oğlu da kanmıştı bu davete!. Fakat ölen oğlunu her hatırlayışında, kandığı için oğluna değil, kandırdığı için Nusret hocaya kızdığını hissediyordu. Çünkü bu adamlar, doçentleri, profesörleri bile kandırabiliyorlardı. Zaten kocasının bu planını kabul etmesi de bu nedenleydi. Başka ailelerdeki Ferhatlar da ölmeden, bu karanlık düşünceli adam durdurulmalı, bu tehlikeli adam cezalandırılmalıydı!.
Yaklaşık bir saatlik bir konuşmadan sonra, Nusret hoca herşeyi anlamaya başlamıştı, Murat beyin anlattığına göre bulundukları yer, onyedi dönümlük bir arazinin sırtına inşa edilen bir dağ eviydi. Murat beye babasından kalan bu dağ evi, demir kapıları ve pencerelerdeki kalın parmaklıkları ile adeta bir kale gibiydi. Dolasıyla buradan kaçabilmesi veya bağırarak başka insanlara sesini duyurabilmesi pek mümkün görülmüyordu. Gerçi bağırmak ya da bağırarak yardım çağırmak, Nusret hocanın hiç düşünmediği daha doğrusu mizacına hiç uygun olmayan bir işti. Duyması gereken Rabbi zaten kendisini duyuyor, görmesi gereken Rabbi zaten onun durumunu görüyordu. O'na sığınmaktan ve O'na tevekkül etmekten başka ne yapabilirdi ki!.
“Sana nasıl bir ceza vermemizi istersin?”
Nusret hoca, bu soruyu soran Murat beye anlamsız gözlerle baktı. Karşısında bir sultan, bir padişah edasıyla oturan bu adamın ne kadar kaba ve küstah olduğunu düşündü. Fakat yine de bu düşüncesini pek belli etmeden cevap verdi.
“Verilecek cezanın suça uygun olması gerekir. Önce suçumun ne olduğunu konuşmalıyız.”
“Senin suçun belli!. Benim seninle konuşacak bir şeyim yok.”
Bu cevaba pek sasınmayan Nusret hoca, yüzünde beliren acı bir gülümseme üe Murat beye baktı. Bu gülümsemeyi biraz alaycı bulan Murat bey “Niye gülüyorsun?” diye sordu.
“Allah'a inandığınızı söylemiştiniz değil mi?”
“Elbette!.”
“Bildiğiniz gibi Allah (c.c), İlahi emrine rağmen Adem (a.s.)'a secde etmeyen İbİis'e söz hakkı vermiş ve onun secde etmeme nedenini çok iyi bildiği halde “Ey İblis, seni secdeden alıkoyan şey nedir?” diye sormuştu. Şimdi soruyorum size, inandığınız Allah şeytana dahi söz hakkı verirken, siz bana söz hakkı vermeyecek misiniz?
“Sen şeytandan daha tehlikelisin!. Sana ne diye söz hakkı verelim?”
Kadriye hanım elini hafifçe kaldırarak “Murat, lütfen sakin ol!.” dedikten sonra Nusret hocaya döndü.
“Korkmayın, niyetimiz yargısız infaz yapmak değü. Böyle bir niyetimiz olsaydı, sizi buraya kadar getirmemize hiç gerek yoktu. Zaten bizler de önce sizinle konuşmak, gençleri nasıl kandırdığınızı anlamak istiyoruz!.”
“Hanımefendi!. Kandırmak kelimesi hiç hoş değil!.”
Kadriye hanım acı bir gülümseme ile “Kendinizi haklı, kendinizi doğru yolda zannediyorsun değil mi?” diye sordu.
“Zannetmiyorum, Kur'an-ı Kerime göre doğru yolda olduğumu biliyorum.”
“Bu konuda kendinizi, bu konuda gençleri kandırabilirsiniz. Bana veya bize karşı da savunabileceğiniz bir doğru mu bu!.”
“Tabi ki!.”
“Bunu göreceğiz” diyen Kadriye hanım, Murat beye dönerek “Eve gidecek miyiz?” diye sordu. Saatine bakan Murat bey, “Serhat burada kalmak istiyor ama biz gidelim” dedi. Bu cevabı veren Murat bey, hiçbir şey olmamış gibi normal yaşantılarını sürdürmelerinin ve geceyi şehirdeki evlerinde geçirmenin daha güvenli olacağını düşünüyordu. Yerinden kalkarken, Nusret hocaya da kalkmasını işaret ederek “Seni yukarıdaki yatak odasında misafir edeceğiz. Umarım bize bir aksilik çıkarmazsın” dedi.
Nusret hoca hiç cevap vermeden yerinden kalktı. Salonun kenarındaki döner merdivenlerden çıkarak yatak odasının önüne geldiler. Kapının Önündeki kilitli demir parmaklık, sanki yeni yapılmış gibiydi. Önce demir parmaklığı ve daha sonra kapıyı açarak içeri girdiler. Odada tek kişilik bir yatak, küçük bir buzdolabı ve mukavva kutu içinde bisküvi, sandviç ekmeği gibi hazır yiyecekler vardı. Murat bey odanın içindeki ebeveyn banyosunu açarak “Tuvalet burada” dedi.
Yatağın kenarına oturan Nusret hoca “Müsaade ederseniz aileme telefon edeyim. Merak etmesinler” deyince, Murat bey hiç düşünmeden “Bizler oğlumuzu çok merak ettik, biraz da onlar merak etsin” cevabını verdi. Biran duraksadıktan sonra endişeli bir yüz ifadesiyle “Yanında cep telefonu var mı?” diye sordu. Nusret hoca “Yok” demesine rağmen bu cevapla tatmin olmayan Murat bey, onun her tarafını aradı. Gerçekten küçük bir cüzdan ve teşbihten başka hiçbir şey yoktu Nusret hocanın üzerinde.
“Telefon etsen, ailene ne diyeceksin?”
Murat beyin bu soruyu neden sorduğunu çok iyi anlayan Nusret hoca Arkadaşlarla beraber şehir dışına bir geziye çıktığımızı ve merak etmemelerini söylerim” dedi.
“Baba, ailesine bunu söylesin iyi olur.”
Bu söz üzerine Serhat'a dönen Murat bey, biraz düşündükten sonra başını sallıyarak cep telefonunu çıkardı. Telefonu Nusret hocanın eline hiç vermeden “Sadece bunları söyleyeceksin. Evin numarası neydi” diye sordu.
Evinin telefon numarasını veren Nusret hoca, Murat beyin kulağına uzattığı telefon ile ailesiyle görüşmüş ve arkadaşlarla beraber ani bir geziye çıkmaları gerektiğini ve kendisini merak etmemelerini söylemişti. Hanımı “Peki nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca bir an duraksamış ve Murat bey de bu duraksamada telefonu kapatmıştı.
“Evet Nusret ağa!. Biz gidiyoruz, artık yaramazlık yapmak yok, anlaştık mı?”
Nusret hoca Murat beyin bu alaycı sözlerine dişierini hafifçe sıkıp, başını sallamakla cevap verdi. Oğluyla beraber dışarıya çıkan Murat bey, odanın kapısını kapatmaya gerek duymadan demir parmaklığı kapatarak kilitledikten sonra “Odanın penceresi yok. Bu kapıyı istersen açık tutabilirsin” dedi.
Hiçbir cevap vermeden ayağa kalkan Nusret hoca, demir parmaklıkların arkasından baba ile oğulun merdivenlerden aşağıya inişini seyretti. Sonra kapıya yaklaşarak sağ eliyle demir parmaklığa dokundu. İçini hafifçe ürperten demirin soğukluğu, Nusret hocaya ne durumda olduğunu açıkça hissettiriyordu. Murat bey kendisini misafir edeceklerinden söz etmesine rağmen bir misafir değil adeta bir tutsak, akibeti meçhul bir tutsak olduğunu anlamıştı.
Nusret hoca, geceyi oldukça rahatsız geçirmişti. Murat bey gittikten sonra abdest alarak yatsı namazını kılmış ve hiçbir şey yemeden yatağa uzanmıştı. Bütün olup bitenleri başından itibaren teker teker düşünüyor ve bu aileyi anlamaya çalışıyordu. Hiç kuşkusuz ki sıradışı bir aileydi bu. Ferhat'ın ölüm nedenini ondan bildikleri için onu suçlu görüyorlar ve kendilerince yaptıkları bir planla onu cezalandırmak istiyorlardı. Şimdiye kadar yaptıklarına bakılırsa, bu konuda gerçekten ciddi ve tehlikeii oldukları anlaşılıyordu.
İyi ama Allah, Allah niye izin vermişti ki bunlara? Şayet dilesiyde küçük bir aksilik ile bunlann planlarını boşa çıkanr ve Nusret hocayı bunlardan kurtarabilirdi. Fakat gördüğü kadarıyla Allah bunu dilememiş, onu bu ailenin eline teslim etmişti!. Elbetteki bir nedeni, elbetteki bir hikmeti olmalıydı bunun. Düşüncelerinin uzandığı hiçbir noktada bu nedenin veya bu hikmetin ne olduğunu yeterince anlayamayan Nusret hoca, “Hayırdır, inşaallah hayırdır” diyerek bu düşüncelerden uzaklaşmak istedi. Çünkü az da olsa uyuması, uyuyabilmesi gerekiyordu. Gece boyunca kaç kere uyuyup, kaç kere uyandığını hiç bilmiyordu. Sanki hiç uyuyamamış, hiç dinlenememiş gibiydi. Nitekim sabah namazına da vücudundaki bu yorgunlukla kalkmıştı. Fakat sabah namazını kılıp yattıktan sonra derin bir uykuya dalmış ve saat dokuza kadar deliksiz uyumuştu. Saat dokuza doğru Serhat'ın sesini duymasa, belki yine de uyanmayacaktı.
“Nusret hoca..”
Yataktan kalkarak odanın kapısını açtı. Demir parmaklıklı kapının arkasında duran Serhat, iyimser bir ses tonuyla “Çay içer misin?” diye sordu. Bu iyimserliği biraz şaşkınlıkla karşılayan ve bir süre kendisini toparlamaya çalışan Nusret hoca, kısa bir suskunluktan sonra “Yarım saat sonra içebilirim” cevabını verdi. “Tamam” diyen Serhat merdivenlerden aşağıya inerken, Nusret hoca da tuvalete girerek abdest almış ve yeni bir güne başlangıç namazını kıldıktan sonra sabah tesbihatını çekmeye başlamıştı. Teşbihlerini çekip, sağına soluna, önüne arkasına ayetel kürsüleri okuduğunda Serhat gelmiş ve çay tepsisindeki iki çaydan birini kendisine uzatmıştı.
“Orada bisküvi olacak. Çay ile birlikte yiyebilirsin.”
Demir parmaklıkların arasından çayını alan Nusret hoca, yumuşak bir sesle “Olur Serhat” dedi. Elindeki çayı yatağın yanındaki komidinin üstüne koyup, mukavva kutudan bir paket bisküvi aldıktan sonra Serhat'a dönerek “Sen de ister misin?” diye sordu.
“Teşekkür ederim, ben kahvaltı yaptım.”
Serhat'ın demir parmaklığın önüne oturduğunu gören Nusret hoca, bir an düşündükten sonra çayını da alarak onun yanına gitti ve demir parmaklığın öteki tarafına oturdu. Bir süre hiç konuşmadılar. Serhat yavaş yavaş çayını içiyor ve kahvaltısını yapan Nusret hocayı ciddi bir dikkatle izliyordu. 1.60 boylarındaki bu ufak tefek adam, hiç de onun umduğu gibi çıkmamıştı. Tanışmadan önce Nusret hocanın daha boylu poslu ve daha karizmatik bir insan olduğunu düşünmüştü. Birçok genç, bu adamın nesinden etkilenmişti ki!.
Nusret hocaya karşı dünkü kızgınlığı yoktu Serhat'ın. Demir parmaklıklar arkasında aciz bir şekilde oturan bu adamın nesine kızacaktı ki!. Yaptığı yanlışlara, yaptığı kötülüklere gelince, zaten bütün bunların hesabım vermek zorundaydı ailesine. Fakat bu adama pek kızmasa da, bu adamın nasıl birisi olduğunu yine de merak ediyordu!. Ayrıca bundan daha fazla merak ettiği özel bir konusu, özel bir durumu vardı Serhat'ın!. Zaten babasını beklemeden yukarıya çıkmasının ve Nusret hocayla özel olarak konuşmak istemesinin nedeni de buydu.
“Nusret hoca, size bir şey sorabilir miyim?”
“Buyur Serhat.”
Kimya fakültesinden Ebruyu hatırlıyor musunuz? Son bir yıldır sizin kitabevine gelmeye başlamış ve iki ay önce başörtüsünden dolayı okuldan ayrılmıştı.”
Dalgın gözlerle kısa bir süre düşünen Nusret hoca, daha sonra gözlerini açarak “Hatırladım Serhat. Yanılmıyorsam üçüncü sınıftan ayrılmıştı, öyle değil mi?”
“Evet, o!.”
“Sen de tanışır miydin kendisiyle?”
Serhat için çok tuhaf bir soruydu bu!. Çünkü Ebru, onun üç yıl öncesinden tanıdığı ve sevdiği bir kızdı. Çok ciddi ve çok güzel bir arkadaşlıkları vardı. Okulun en çağdaş, en modern kızlarından biri olan Ebru şayet Nusret hocayla tanışmamış olsaydı, onunla şimdiye kadar çoktan nişanlanmış olacaklardı. Fakat koyu bir ateist olan Ebru bir yıl önce Nusret hocayla tanışmış ve birkaç ay içinde koca kanlar gibi örtünüvermiştü. Ebru kendisindeki bu değişimi ona anlatmaya ve onu da aynı inanca davet etmeye çalışmasına rağmen, Serhat ne onu ve ne de onun anlattıklarını anlayabilmişti. Çünkü Ebru’nun büyük bir heyecanla “İslam, İslam” dediği şey, Serhat'ın zaten bildiği ve çocukluğundan beri ailesinden dinleye dinleye bıktığı şeylerdi.
Küçük yaşlarda Kur’an kursuna gitmişti Serhat. Abisi Ferhat nasıl hafız olmuşsa, babası onun da hafız olmasını istemişti. Oysa o arapça sureleri ezberlese ne olacak, ezberlemese ne olacaktı? Küçücük bir çocuğa dayak zoruyla o sureleri ezberletmenin ne gereği vardı ki!. Bu durumu bir türlü kabullenemeyen Serhat, hocasından her gün dayak yemesine rağmen hafız olamamış ve annesinin de ısranyia babası onu Kuran kursundan almak zorunda kalmıştı. Daha sonraki yıllar öğrendiği birçok sureyi unuttuğu halde hocasından yediği dayakları hiç unutmamış, İslam ile özdeşleştirdiği hocasını hep nefretle hatırlamıştı!.
Lise yıllarına kadar mecbur kaldığı durumlarda narrrz kılar, her ramazan babasıyla beraber teraviye giderdi. Ancak aile baskısının kalktığı lise ve üniversite yıllarında, bu konuda oldukça rahatlamış ve basit insanlar gibi namaz kılmak zorunda kalmamıştı. Zaten lisedeki sosyoloji öğretmeni de onun bu konudaki görüşünü tamamen netleştirmiş, o yaşına kadar dine şüpheyle bakan Serhat, şüpheyle baktığı bu atalar dinini reddedivermişti!. Fakat bu durumunu ailesine hiç belli etmemiş, bu görüşlerini ailesiyle hiç paylaşmamıştı. Çünkü geleneğe çok bağlı olan babasının bunu anlayacağını, anlamak isteyeceğini hiç ummuyordu. Hatta bu. düşüncelerini abisi Ferhat ile de hiç paylaşmamış, her fırsatta kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan abisini sadece dinler gözükmekle yetinmişti.
Bu konuları konuşabildiği en özel insan, üniversitede tanıştığı Ebru idi. Onunla bu meseleleri gayet rahat konuşurlar, dini inançlara tutunarak ayakta durmaya çalışan insanları hep aynı gözle görürlerdi. Herhangi bir inanca tutunmadan kendi ayaklan üzerinde doğrulmaktan aciz olan bu insanlar, dini inançlara tutunarak Özgür kimliklerini yitiren insanlardı. Serhat ile Ebru'nun yeterince anlaşamadığı yegane konu, Ebru'nun dini inançlarla beraber Allah'ın varlığını da kesin bir dilie inkar etmesiydi. Oysa Serhat bu konuda o kadar net değildi. Kesin olmasa da bir tanrının, bir yaratıcının olabileceğini düşünüyor ve bu nedenle “Vardır veya yoktur” demiyordu!.
Böylesi düşünceler ile geçmişi hatırlayan Serhat, kendisinden bir cevap bekleyen Nusret hocaya öylece baktı. Hem abisini ve hem de Ebru gibi koyu bir ateisti nasıl etkilemiş, nasıl değiştirmişti ki bu adam!. Netice olarak hem abisini, hem de Ebruyu kaybetmesine rağmen, abisinden ziyade Ebruyu kaybetmesi çok dokunmuş, çok acı gelmişti Serhat'a!. Zaten babasının planına destek vermesi ve onu bu konuda teşvik etmesi de, kendisini sevdiği kızdan ayıran bu adama duyduğu gizli bir merak ve gizli bir öfke nedeniyledi.
“Ne düşünüyorsun Serhat? Ebruyla tanışır miydin?”
Serhat biraz duraksadıktan sonra dalgın bir yüz ifadesiyle “Tanışırdım” dedi. Serhat'ın anlamlı bir suskunluktan sonra “Tanışırdım” demesi, Nusret hocaya tanışıklıktan öte bir yakınlığın olduğu hissini vermişti. Fakat bunun üzerinde durmak istemedi.
“Peki bana ne soracaktın?”
Serhat içinde uzun zamandır taşıdığı eski bir soruyu yine eski bir merakla sordu.
“O sizinle tanişmazdan önce koyu bir ateistti. Onu nasıl etkilediğinizi, nasıl değiştirdiğinizi öğrenmek isterdim.”
Nusret hoca hemen cevap vermedi bu soruya. Her değişimin insanın kendisinden başladığını bilerek “Onu ben değiştirmedim, o güzel kız kendi değişti” diyecekti, demedi. Bisküvisinden küçük bir parçayı ağzına götürerek yavaş yavaş çiğnerken, düşünceli gözlerle bir süre Serhat'a baktı. Ebruyu ve Ebru ile yaptığı iik konuşmalarından ziyade Serhat'ın durumunu düşünüyor ve onu anlamaya çalışıyordu!. Acaba bu genç adam ne düşünüyor, nasıl yaklaşıyordu bu meseleye!.
“Serhat, ateistleri tanıyor musun?”
“Birçoklarıyla konuştum.”
“Sence görüşleri nasıl? Mesela yaratılış meselesine nasıl yaklaşıyorlar?”
“Herkesin kendine göre bir yaklaşımı var. Onlar da meseleyi kendi bakış açılarına göre değerlendiriyorlar.”
“Sana göre onların bu değerlendirmeleri tutarlı mı?”
Serhat omuzlarını kaldırarak “Bana göre tutarlı olup olmaması önemli değil. Çünkü bu onların görüşü, onların değerlendirmesi. Ve kendi bakış açılarına göre de tutarlı” dedi. Başını hafifçe sallıyan Nusret hoca, bu rengi belirsiz cevaptan çok şey anlamış gibiydi. Demek ki Serhat'ın yeterince düşündüğü ve netleştiği bir mesele değildi bu!. Ömrü boyunca ateistlerle, tanrıtanımazlarla mücadele ettiğini söyleyen Murat bey, demek ki küçük oğluyla yeterince ilgilenmemiş ya da oğlunu böylesi inkarlardan uzak görerek onunla ilgilenmeye hiç gerek duymamıştı.
“Kendi bakış açılarına göre onların tutarlı olduğunu söyledin. Nasıl bir tutarlılık bu?”
“Meseleye bilimsel realiteden yaklaştıkları için görmedikleri, göremedikleri bir Allah'a iman etmediklerini söylüyorlar. Bu nedenle onları bilimsel açıdan yargılamıyor, “Neden iman etmiyorsunuz” diyerek suçlamıyorum!.”
Bu da onların tercihi, onların görüşü!.
Serhat, ben meseleye öncelikle iman açısından yaklaşmıyor, neden iman etmediklerini sorgulamıyorum. Burada imandan önce bir inkar söz konusu. Ben bu inkarı sorguluyor, bu inkarın bilimsel olup-olrnadığını anlamak istiyorum. Çünkü imanda bilimsel realiteye önem veren bir anlayışın, inkarda da bilimsel realiteye önem vermesi ve inkarlarını da bilimsel nedenlere dayandırmaları gerekmez mi?
“Size göre inkarları bilimsel değil mi?”
Nusret hoca hafifçe gülümseyerek “Elbette değil” dedi ve kısa bir süre düşündükten sonra devam etti.
“Bak Serhat. Hiçbir şey yaratmayan bir Yaratıcı hakkında konuşmuyoruz. Henüz hiçbir şey yaratmayan böyle bir Yaratıcı var mı, yok mu meselesini tartışmıyoruz. Çünkü karşımızda yaratılmış bir kainat v z koskoca bir varlık mucizesi var. Ve alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) “Ey insanlar hiçbir şey yok iken Ben vardım. Ben önceleri yok iken sonradan var olmadım. Önce ve sonra dediğiniz şey, yani zaman yok iken Ben vardım. Çünkü Ben zamana, çünkü Ben mekana, çünkü Ben bir varlık nedenine muhtaç olmayan, doğmayan ve doğurmayan bir İlahım. Her şeye Kadir olan ben, her şeyi yoktan yarattım. Ellerinizi, gözlerinizi ve ellerinizle tuttuğunuz, gözlerinizle gördüğünüz bütün bu varlık alemini Ben yarattım ve benden başka bir Yaratıcı yoktur” buyuruyor.
Çayından bir yudum içen Nusret hoca, Serhat'a dikkatlice bakarak konuşmasını sürdürdü.,
“Tabi ki akıl sahibi insanlar olarak, bu İlahi hitabı düşünmeye başlıyoruz. Yaratılmış koskoca bir varlık alemiyle karşı karşıya olduğumuza göre, bu yaratılışın nasıl mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Kendi sınırlarını zorlayan aklımız, hiçbir şeyin kendiliğinden varoiamayacağı ve bir varlık nedenine muhtaç olduğu sonucuna ulaşıyor. Bu sonuca ulaştığımız zaman, bir varlık nedenine muhtaç olmadığını beyan eden Allah hakkındaki düşüncelerimize de kuşku karışıyor. Her şey bîr zamana, bir mekana ve bir varlık nedenine muhtaç iken; zamana, mekana ve varlık nedenine muhtaç olmayan bir varlığın nasılhğını anlayamıyor, niceliğini kavrayamıyor aklımız!.”
Nusret hocayı dikkatlice dinleyen Serhat, bu sözler ile kendi kalbindeki kuşkuların ifadelendirildiğini hissediyordu. Çünkü Serhat'ın da kendi kdndine sorduğu ve cevaplandıramadığı sorulardı bunlar!.
“Serhat, yaratılmış olan bu kainatı görmesem, hiç kuşkusuz ki Yaratıcı'nın varlığını kabul etmez, kabul edemezdim. Fakat karşımızda elimizle tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz koskoca bir varlık alemi var. Böyle bir durumda bir varlık nedenine muhtaç olmadığını beyan eden Yaratıcı'nın varlığını inkar edebilmemiz için, bu koskoca varlık aleminin bir varlık nedenine muhtaç olmadığını ve bütün bu varlık aleminin kendiliğinden varolduğunu tasdik etmemiz gerekecektir!. Tabi ki aklın kabul edebileceği bir tasdik değildir bu!. Çünkü bir varlık nedenine muhtaç olmama vasfım sadece Allah'a vermekte bile zorlanan akıl, böyle bir vasfı taşa toprağa hiç vermeyecektir. Kaldı ki kainattaki hiçbir maddede, hiçbir zerrede “Ben varlık nedenine muhtaç değilim, ben kendiliğimden varoldum” iddiası ve keyfiyeti yoktur.”
Nusret hoca kısa bir süre susarak Serhat'm gözlerine dikkatlice baktıktan sonra devam etti.
“İşte böyle bir durumda yani ya bu varlık aleminin ya da sadece Yaratıcı'nın kendiliğinden varolduğunu tasdik etmemiz gerektiğinde, akıl sahibi insanlar olarak bu İlahi vasfı taşa toprağa değil, yegane İlah olan Allah'a veriyoruz. Bu koskoca varlık alemini gördüğümüz ve bu varlık aleminin kesinlikle ve kesinlikle kendiliğinden varolmayacağını bildiğimiz için, varlığını akli bir hayretle karşılasak dahi, Allah'ın varlığından hiçbir kuşku duymuyoruz, Yarattığı en küçük bir şeyin dahi, Yaratıcı'nın varlığına en büyük bir delil olduğunu anlıyoruz.”
Nusret hocayı büyük bir dikkatle dinleyen Serhat, duyduklarını anlamaya, anladıklarını değerlendirmeye çalışıyordu. Şimdiye kadar varoluş meselesine hiç bu boyuttan bakmamış, bu meseleyi hiç bu boyuttan düşünmemişti. Gözle görülür, elle tutulur bir varlık alemiyle karşı karşıya olduklarına göre, bir varlık nedenine muhtaç olmama vasfının ya Allah'a ya da taşa toprağa verilmesi gerekiyordu. Bir varlık nedenine muhtaç olmama gibi İlahi bir vasfın, taşa toprağa verilmesi elbetteki gülünç olurdu!. O halde geriye bir seçenek, tek bir seçenek kalmıyor muydu? Böylesi düşünceler içinde biraz sendelediğini hisseden Serhat yine de susarak düşüncelerine ilişkin bir açık vermemeye çalıştı.
Nusret hoca çayından birkaç yudum aldıktan sonra “Mekanın ne olduğunu hiç düşündün mü Serhat?” diye sordu. Soruda kastedilen şeyin hiç de sıradan olmadığını hisseden Serhat, omuzlarını kaldırıp başını iki yana hafifçe susmayı tercih etti.
“Yaratılmış ve yaratılacak her şey, sığabileceği bir yere, içinde varolabileceği bir mekana muhtaçtır. Mekan da bir varlıktır ve her mekan, içinde yer alabileceği kendinden daha büyük bir mekana muhtaçtır Serhat. Ancak biliyoruz ki yaratılmış hiçbir varlıkta sonsuzluk olmadığı gibi, mekanda da sonsuzluk yoktur. Bu gerçeği anladığımız zaman, akıl sahibi insanlar olarak “Bütün mekanları içine alan en üst mekan neyin içindedir?” sorusuna cevap aramaya başlıyoruz.”
Nusret hoca biraz duraksadıktan sonra gözlerini Serhat'a çevirerek sordu.
“Biraz önce bilimden ve bilimsellikten söz ettin. Günümüzdeki bilimsel anlayışın, bu soruya verdiği bir cevabı hatırlıyor musun?”
“Hayır!.”
“Hatırlayamazsın. Çünkü günümüzdeki bilimsel anlayış bu sorunun cevabını vermek bir yana, bu soruyu sorma seviyesine dahi çıkabilmiş değildir, uzayın genişlediğinden sözederler fakat bu genişlemenin neyin içinde gerçekleştiğini, bütün mekanları içine alan en üst mekanın ötesinde ne olduğunu, ne olabileceğini hiç düşünmezler, düşünmek istemezler!, Çünkü onların korktukları bir menzil, onların korktukları bir sorudur bu!.”
“Neden korkuyorlar?”
“Çünkü bu soruya, Allah'ı dikkate almadan verebilecekleri hiçbir beşeri cevap yoktur. Allah dikkate almadan verecekleri her cevap, mekana muhtaç bir cevap olacağı için yeni bir soruya kapı açacaktır.”
“Anlıyamadım!.”
“Bak Serhat!. Şu elimdeki çay, bardağın içinde. Bardak bu odanın içinde. Oda evin içinde, ev dünyanın içinde, dünya uzayın içinde değil mi?”
“Evet.”
“Dikkat edersen verdiğimiz her cevap, yeni bir soruya kapı açıyor. Dünya uzayın içinde dediğimiz zaman, uzay neyin içinde sorusuyla karşılaşıyoruz. Oysa bu konudaki son soruya verilecek son cevap, yeni bir soruya kapı açmayacak bir cevap olmalıdır. Öyle değil mi?”
Nusret hocanın ne dediğini çok iyi anlayan Serhat, evet anlamında başını sallamakla yetindi.
“O halde bilimin kaçtığı, sormaktan korktuğu son soruya, son cevabı sen ver Serhat. Bütün mekanları içine alan en üst, en son mekan, neyin içinde?”
Serhat kısa bir süre düşündükten sonra omuzlarını kaldırarak “Bilmiyorum” dedi.
“Kur'an-ı Kerim'le tanışmadığım yıllarda, bu sorunun cevabını ben de bilmiyordum Serhat.”
“Kur'an bu soruyu nasıl cevaplıyor?”
“Dünyanın ve tüm yıldızların birinci kat göğün içinde olduğunu, birinci kat göğün yedi kat gökler içinde olduğunu beyan ettikten sonra bütün bunların üzerinde büyük arşın bulunduğunu belirtiyor.”
“Peki, büyük arş neyin içinde?”
Hafifçe tebessüm eden Nusret hoca “İşte Serhat, son soru bu” dedikten sonra devam etti.
“Ve Rabbimiz bu son soruya verdiği son cevapta “Ben büyük arşın Rabbiyim. Bu arşı istiva ettim, kuşattım. Ve Ben, mekandan münezzehim, mekana muhtaç değilim” buyuruyor. İşte mekanla ilgili son sorunun, son cevabı bu Serhat Çünkü bu açık cevaptan sonra “Peki Allah neyin içinde?” gibi saçma bir yaklaşımla yeni bir soru sormuyor, soramıyoruz. Zaten düşünen her akıl sahibi insan, tüm mekanian İçine alan en üst mekanın, mekandan münezzeh bir kudretle kuşatılmış olmasının bir şart, bir zorunluluk olduğu sonucuna varacaktır. Ve yaratılmış hiçbir maddede “Ben mekana muhtaç değilim” iddiası yok iken, Allah (c.c.) “Mekandan münezzeh olan Benim, herşeyi Ben yarattım ve Ben kuşattım” buyuruyor. İşte bizler de bu İlahi buyruğa hem aklımızla, hem de kalbimizle iman ediyoruz.
Nusret hocanın söylediklerini dinleyen ve anlamaya çalışan Serhat, akli bir hayret içindeydi. Gördüğü kadarıyla Nusret hocanın Allah'a olan imanı “Babalanınız, dedelerimiz iman etmiş, öyleyse biz de edelim!.” türünden taklidi bir iman değildi. Varlığı ve varoluş nedenlerini sorgulayan, mekan konusunda düşünce ufkuna sınır koymayan Nusret hoca, düşünen akim bir gereği olarak iman ediyor, iman ettiğini söylüyordu.
“Evet Serhat. Bizler böylesi açık nedenlerle iman ediyoruz Allah'a. Bizlerdeki imanın binlerce akli nedeni vardır. Ancak Allah'ı inkar edenler için, böylesi akli nedenler söz konusu değildir. Oysa yegane Yaratıcı olan Allah'ı inkar eden insanların, Allah'ı inkar ettikten sonra susmamaları, suskunluğun karanlık gölgesine sığınmamaları gerekir. Madem ki yegane Yaratıcı olan Allah'ı inkar ediyorlar, o halde yaratılışla ilgili olan en basit sorulardan kaçmamaları, bu sorulan cevaplandırmaları gerekmez mi?”
“Büyük patlama teorisi var!.”
“Ne teorisi, neyin patlaması Serhat? Patlayan şey ne ve bu şey nasıl varoldu? Çünkü biz burada ilk yaratılışı, ilk varoluşu sorguluyoruz. Onlar ise Allah'ın yarattığı van zaten var kabul ederek, bu vann üzerine ucuz teoriler üretiyorlar!. Karanlığa taş atan çocuklar gibi “Milyarlarca yıl önce D'nin evrimiyle E, E'nin evrimiyle F meydana geldi” diyorlar. Oysa biz milyarlarca yıl önceyi deği İlk'i soruyoruz, kendinden önce hiçbir şey olmayan A'nın nasıl varolduğunu soruyoruz. Fakat bu insanlar mekan konusunda son soruyu sormaktan korktuklan gibi, yaratılış konusundaki bu ilk soruyu sormaktan da korkuyorlar. Çünkü bu soru da, Allah'ı dikkate almadan cevaplandırabilecekleri bir soru değil. Allah'a inanmamak için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur arayan insanlar, binlerce yıldır bunu başaramadı ve başaramayacaklar Serhat!.”
“Başaramayacaklarını nereden biliyorsun?”
“Çünkü bunu başarabilmeleri için, şu iki şeyden birisini bulmaları gerekiyor. Ya kendiliğinden varolabilecek bir madde, ya da Allah'ın dışında bu maddeyi yoktan varedebilecek yaratıcı bir güç! Kendi olmadan, kendiliğinden varolabilecek bir maddeyi bulamayacakları aşikardır. Bu maddeyi yoktan varedebilecek Yaratıcı bir güç aradıklarında ise karşılarına Allah'dan başka bir İlah, Allah'dan başka bir Yaratıcı çıkmayacaktır. Öyle değil mi Serhat?”
Dinledikleri karşısında oldukça dolduğunu hisseden Serhat, Nusret hocanın bu sorusuna başım evet anlamında hafifçe sallamakla yetindi. Ebruyla ilgili sorusunun, yeterince cevaplandığını düşünüyordu. Önyargısız bir ateist için, bu konuşulanlar gerçekten çok önemü şeylerdi. Zaten Serhat da Ebrunun önyargısız ve düşünen bir insan olduğunu çok iyi biliyordu. Demek ki Nusret hocayla bunları konuşmuş ve bu konuşmalardan sonra görüşleri netleşmişti.
Bazı şeyleri daha iyi anladığını düşünen Serhat, demir parmaklıklar arkasında bulunan Nusret hocaya öylece baktı. Bu adamı neden kaçırdıklarını ve bu odaya neden hapsettiklerini düşününce, ailece yaptıkları bu iş konusunda ilk kez şüpheye düştüğünü hissetti.
“Bardağınızı uzatırsanız, size bir çay daha doldurabilirim.”
Kısık bir sesle “Sağolasın” diyen Nusret hoca, demir parmaklıklar arasından bardağını uzattı. Bardakları alan Serhat'in merdivenlerden aşağıya inişini seyreden Nusret hoca, kendisine oldukça tuhaf gelen bu tutsaklık durumuna henüz alışmadığını, alışamadığını hissediyordu.
Serhat mutfakta çaylan doldururken, Nusret hocayı ve onunla konuştuklarını düşünüyordu. Onun söylediklerine karşı çıkmaması ve onun söyledikle rini genel olarak kabul etmesi, Serhat'ı pek rahatsız etmemişti. Çünkü kendisi de bir ateist, bir tanrıtanımaz değildi ki!. Zaten şimdiye kadar hiçbir yerde Allah'ın varlığını inkar etmemiş, hiçbir yerde “Allah yoktur” dememişti.
Serhat'ın kabullenemediği husus bir insanın orta yere çıkarak Allah'ın peygamberi olduğunu iddia etmesi ve Allah adına konuşmasıydı!. İnsanların acizliğinden, insanlann metafizik korkulandan ve Allah'a olan imanlarından faydalanan bu kişiler, geniş halk kitlelerini kendi etraflarında toplayabiliyorlar ve o insanlara istediklerini yaptırabiliyorlardı!. Serhat'ın bir türlü kabullenemediği, inanmadığı ve belki de hiç inanmak istemediği bir durumdu bu!. Zaten dinden uzaklaşmasının, dini reddetmesinin önemli nedenlerinden biri de buydu. Çünkü din denilen şey, peygamber olduklarını iddia eden bu kişilerin söyledikleri sözler, koydukları hükümler değil miydi?
Cep telefonunun çalmaya başlamasıyla bu düşüncelerden uzaklaşan Serhat, aceleyle telefonu açtı. Arayan babasıydı. Serhat sakin bir ses tonuyla merak edilecek bir durum olmadığını söyledi. Babası yine de dikkatli olması gerektiğini belirttikten sonra bir saate kadar gelebileceklerini söyleyerek telefonu kapattı.
Telefonu küçük şöminenin üzerine koyan Serhat, mutfaktan çayları alarak Nusret hocanın yanına çıktı. Demir parmaklığın arkasında teşbih çekmekte olan Nusret hoca, kendisine uzatılan çayı hafif bir gülümseme ile “Teşekkür ederim” diyerek aldı. Serhat elindeki çay ile yine demir parmaklığın öteki tarafına oturmuş ve çayını yavaş yavaş karıştırmaya başlamıştı. Bir süre hiç konuşmadan çaylarını yudumladılar.
“Serhat, biraz önce telefon çaldı, duydun mu?”
“Evet, babamdı. Bir saate kadar geleceklerini söylediler.”
Hiç cevap vermedi Nusret hoca. Murat beyin dün geceki sözıerini ve nefret dolu bakışlarını hatırlayınca içinin sıkıldığını ve hızla karardığını hissetti. Ne kadar ters, ne kadar aksi, ne kadar kin dolu bir adamdı o öyle!. İçinden “Rabbim yardımcım olsun” diyerek, bu karamsarlıktan ve yüreğine hafif bir korku veren endişelerden uzaklaşmak istedi.
“Nusret hoca!. Allah'a inanmak ile peygambere inanmayı birbirinden ayn değerlendirenler var. Bunlar hakkında ne düşünüyorsun?”
Serhat'ın bu sorusu üzerine hafifçe gözlerini açan Nusret hoca “Pek anlayamadım, nasıl?” diye sordu.
Bu insanlar bir Yaratıcıya, bir Tanrıya inanmalarına rağmen, peygamber olduklarını iddia eden kişilere inanmayabiliyorlar. Belki de Allah'a inanmaları için geçerli nedenleri varken, peygambere inanmaları için böylesi geçerli nedenleri yok!. Karşılarındaki bir insana, kendileri gibi sıradan bir insana neden inansınlar ki!.
Nusret hoca sesini hafifçe yükselterek “Onlar sıradan insanlar değildi” dedikten sonra sustu ve bir süre susmayı, susarak düşünmeyi tercih etti. Aslında Allah ile peygamberin arasını ayıran, Allah'a inandıklarını söyleyip peygamberleri inkar eden insanları değil, yine Serhat'ın durumunu düşünüyor ve Serhat'ın da bu insanlar gibi olup-olmadığını anlamaya çalışıyordu. Belki birkaç soru sorsa, yeterince anlayamadığı bu durum açıklık kazanabilecekti. Fakat bunu yapmak, Serhat'ın kapalı bıraktığı bir durumu eşelemek istemedi.
“Bak Serhat!. Allah'a inanıp da, peygamberlere inanmayan insanların, bu önemli meseleye iki ayn yaklaşımları olabilir. Bunlardan birincisi, bu insanlar Allah'a inanmalarına rağmen Allah'ın bir peygamber göndereceğine ve bu peygamber vasıtasıyla insanları hak dine davet edeceğine inanmazlar. Bu insanlardaki Allah inancı, insanları yaratan ve yarattığı milyarlarca insanı başıboş bırakan bir Allah inancıdır!.”
Nusret hoca kısa bir suskunluktan sonra devam etti.
“Tabi ki anlaşılması zor bir Allah inancıdır bu!. Çünkü dünyadaki herşeyi belli bir neden ve hikmet üzere yaratan Allah'ın, dünyadaki en üstün canlı olan insanı nedensiz yarattığını ve yeryüzünde başıboş bıraktığını düşünebilmek çok zordur!. Allah'a iman eden normal seviyedeki bir insan aklı bile insanların sadece bu dünya hayatı için yaratılmadığını, bu kısacık dünya hayatını yaşadıktan sonra zalimin zulmüyle, mazlumun çilesiyle yokluğa karışıp gitmeyeceğini anlayabilecek düzeydedir. Çünkü iyiler iyilikleriyle, kötüler kötülükleriyle yokluğa karışıp gideceklerse, iyi veya kötü olmanın Allah nezdinde ne anlamı, ne değeri vardır ki!. Ayrıca adil olduğunun kabul eclmesi gereken Allah ve böyle bir Allah inancı ile de bağdaşan bir durum değildir bu!. Zaten bu nedenle doğru bir Allah inancı, ahiret İnancını da beraberinde getirmekte, ahiret inancını da gerekli kılmaktadır.”
Meselenin bu yönlerini şimdiye kadar hiç düşünmeyen Serhat, Nusret hocanın anlattıklarını dikkatle dinlemeye devam ediyordu.
“Ahiret dikkate alındığında ise insanların nedensiz yaratıldığını ve yeryüzünde başıboş bırakıldığını kabul etmek imkansız bir durumdur. Çünkü ahirette iyiler iyilikleriyle mükafatlandırılıp, kötüler kötülükleriyle cezalandırılacaksa; dünya yaşantısında bu insanların başıboş bırakılmaması ve bu insanlara peygamberler aracılığı ile iyilik ve kötülük ölçülerinin bildirilmesi gerekir.”
“İnsanlarda iyilik ve kötülük ölçüsü yok mu?”
“Elbetteki bazı konularda insanların ortaklaşa olarak kabul ettikleri iyilik ve kötülük ölçüleri vardır. Ancak insanların birer taraf oldukları birçok konudaki iyilik veya kötülük ölçüsü, bu tarafların meseleye yaklaşımlarına göre değişebilmektedir. Mesela insanların menfaatine yönelik hiçbir iş yapmadan parasıyla para kazanmak isteyenler için, faiz alıp-vermek hiç de kötü bir iş değildir. Ancak emekleri ve bir işe yatırdıklan helal sermayeleri ile para kazanmak isteyenler için, bir pahalılık ve enflasyon nedeni olan faiz alıp-vermek gerçekten çok kötü bir iştir. Bu insanlara göre halkın parasını düşük faizie alıp, bu parayı yüksek faizle yine bu halkın insanlarına veren bankacılar, tefeciler para kazanırken; faizle hiçbir işleri olmayan milyonlarca insanın bu faizin getirdiği pahalılığa katlanmaları ve bu faizin bedelini ödemek zorunda bırakılmaları açık bîr zulümdür.”
Serhat'ın yüzüne dikkatlice baktıktan sonra çayından birkaç yudum içen Nusret hoca devam etti.
“Gördüğün gibi Serhat. Bir tarafa göre iyi kabul edilen bir iş, diğer tarafa göre açık bir kötülük, açık bir zuiüm olabiliyor. İşte insanların taraf oldukian böylesi meselelerde, bu insanlara Allah'ın razı olacağı iyilik ve kötülük ölçülerinin bildirilmesi gerekir. Bu gerekliliği kabul ettiğimiz zaman, peygamberlerin gönderilme gerekliliğini de kabul etmiş oluruz. Öyle değil mi?”
Başını hafifçe yan tarafa eğen Serhat “Bize göre öyle” dedi. Biraz düşününce, verdiği bu cevap kendisinin de garibine gitmişti. Farkında olmadan söylediği “Bize göre” kelimesiyle, kendisini Nusret hocanın tarafına koymuştu!. Ancak bundan fazlaca bir rahatsızlık duymadı. Çünkü şimdiye kadar anlatılanlar, tek bir Yaratıcıya inandığını söyleyen her insanın kabul edebileceği sözlerdi.
“Evet Serhat!. Allah'a inanmalarına rağmen Allah'ın bir peygamber göndereceğine yani peygamberliğe inanmayan insanların buna benzer birçok çelişkileri ve tutarsızlıkları vardır. Peygamberliğe inanmadıkları için peygamberlere de inanmayan bu birinci kesim insanlar, biraz düşündüklerinde bu çelişkileri ve tutarsızlıkları anlayabileceklerdir. Ailah'a inanıp da peygamberlere inanmayan ikinci bir kesim ise peygamberliğe yani Allah'ın bir peygamber gönderip-göndermeyeceğine değil, peygamber olduklarını iddia eden kişiiere inanmazlar!.”
Nusret hocanın bu sözlerinde biraz kendisini gören Serhat, hafifçe başını “Evet, öyleleriyle de çok karşılaştı” dedi.
“Serhat!. Bu insanlar Allah'a inandıklarını söylüyorlar, değil mi?”
“Evet.”
“Peki bu insanların inandıklan Allah, nasıl bir Allah ki, kendi adına yapılan davetlere hiç ses çıkarmıyor!. “Ben peygamberim, ben Allah'ın elçisiyim” diyerek ortaya çıkan bir insan, O'nun adına davette bulunarak binlerce yıldır milyarlarca insanı peşinden sürüklüyor ve O hiç müdahale etmiyor!. Bu nasıl bir Rab, bu nasıl bir Allah inancı?”
Söylenenleri anlamaya çalışan Serhat, ben nereden bileyim dercesine omuzlarını kaldırdı. Nusret hoca ise başını iki yana salladıktan sonra sözlerine devam etti.
“Gören gözleri, işiten kulakları ve akılı yaratan Allah, bu durumu görmüyor mu, bilmiyor mu, işitmiyor mu?” Kendi adına yapılan davet, batıl bir davet ise neden müdahale etmiyor?
Serhat kısa bir süre düşündükten sonra “İnsanları tann diye ineğe tapmaya çağıranlar var!. Allah onlara da müdahale etmiyor!.” dedi. Bu sözden pek hoşlanmayan Nusret hoca, hafif sertleşen bir ses tonuyla cevap verdi.
“Bunun için müdahale etmesine gerek var mı Serhat? Allah bu insanlara, her şeyi yaratan İlah ile, çayırda otlayan ineği birbirinden ayırdedebilecek kadar akıl vermemiş mi? İnsanlara verilen bu akıl, her türlü eksiklikten uzak olan Allah ile, altına pisleyip üstüne oturan ineği'birbirinden ayırmaya yetmiyor mu?”
Yüzü hafifçe kızaran Serhat, hiçbir şey söylemeden susmayı tercih etti. Nusret hoca ise çayından bir yudum içtikten sonra sözlerini bitirdi.
“Verdiği bu akıla rağmen ineğe tanrı diyenleri veya ineği bir tanrı gibi kutsallaştıranlan, Allah tabi ki bu ineklerle başbaşa bırakıyor!. Onlan ve onların bu davetini İlahi bir müdahale ile neden engellesin ki?”
“Peki Allah'ın, peygamber olduklarını iddia eden kişilerin yaptıkları davete müdahale etmesine gerek var mı?”
“Tabi ki var Serhat!. Çünkü söz konusu peygamberi davetler, akıla ve vicdana uygun olan evrensel gerçeklerle ve insan aklının henüz ulaşamadığı İlahi hakikatlerle doludur. Normai insan aklı, bu doğru bilgilerin yine doğru olan bir amaçla kullanılıp-kullanılmadığını anlayamaz. Şayet bu doğru bilgiler, bir yalancı tarafından yanlış bir amaç için kullanılmışsa, Allah (c.c.) Kendi adına yapılan bu davete karşı sessiz kalmaz. Kendisine kul olmak isteyen insanları, böylesine batıl bir davetle baş başa bırakmaz.”
Nusret hocanın söylediklerini çok iyi dinleyen Serhat, bu söylenenleri çok iyi anlamasına rağmen yine de susmak, susarak bu söylenenleri kabul etmiş durumuna düşmek istemiyordu. İçinde yaşadığı toplumu ve bu toplumda din adına yapılan yüzlerce daveti hatırlayarak, yine itiraz etmek istedi.
“Toplumda hacıların, hocaların ve şeyhlerin din adına yaptıkları bir sürü batıl davet var. Allah bunların hangisine müdahale ediyor ki!.”
“Bak Serhat!. İnsanların hacılara, hocalara ve şeyhlere karşı imanı bir mükellefiyetleri yoktur. Onların din adına söyledikleri şeylere iman etme zorunlulukları olmadığı için, o söylenenleri kabul etmedikleri zaman dinden çıkmazlar. Fakat tüm insanların peygamberlere karşı imani mükellefiyetleri vardır. Hak dine girebilmek için peygambere iman etme zorunluluğu olduğu için, insanlan hak dine çağıran veya hakka çağırdıklarını iddia eden peygamberlerin daveti ile, hacılann, hocaların daveti bir değildir. Allah adına yapılan ve Allah'a nisbet edilen bu davet şayet batıl ise, peygamberlere iman etmek adına bu davete inanan milyarlarca insanın, geri dönülmez karanlıklara sürüklenmeleri söz konusudur. Fakat biliyoruz ki yarattığı insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametli olan Allah, böyle bir duruma kesinlikle izin vermez. Kendisine nisbet edilen bu davetin ne kadar batıl olduğunu, küçük bir vesile ile gözler önüne seriverir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Allah adına yalan uyduran din adamları ahiret azabıyla tehdit edilirken; peygamberlik iddiasında bulunan bir insan Allah adına yalan uydurursa, bu yalancının dünya yaşantısında iken kuvvetle yakalanacağı ve can damarının kesilivereceği beyan edilmektedir. Çünkü insanların sadece Kendisine kulluk etmelerini, sadece kendisine ibadet etmelerini dileyen ve tüm insanlara “Peygamberlere iman edin” diyen Rabbimizin, ahiretten önce dünya hayatında cezalandırması gereken büyük bir cürümdür, büyük bir suçtur bu!.”
Söylenenleri yeterince anlayan ve itiraz edebileceği pek bir şey olmadığını hisseden Serhat, kısa bir suskunluktan sonra “Bütün bu söylediklerinizi, o kimselere anlatmak gerekir” diyerek bu meseleyi kapatmak istedi!. Başını olumlu bir şekilde öne doğru sallıyan Nusret hoca da, onun bu yaklaşımını şu sözlerle destekledi.
“Evet Serhat!. O insanlara bunları anlatmak ve anlamaları için dua etmek gerek!. Çünkü onların arasında çok samimi, çok iyi niyetli insanların olduğunu biliyorum.”
Bu arada, bir araba sesi duyuldu.
Git gide yaklaşan bu araba sesini duyan Serhat, “Babamlar geliyor” diyerek aceleyle ayağa kalktı. Tam gideceği sırada “Bardağı alayım” diyerek Nusret hocaya döndü. Acele eden Serhat'a çay bardağını hangi aralıktan uzatacağını şaşıran Nusret hoca, özür diler bir üslupla “Kusura bakma!.” dedikten sonra ekledi.
“Bu duruma hala alışamadım!.”
Düşünceli bir yüz ifadesiyle “Benim de alışık olduğum bir durum değil” cevabını veren Serhat, kısa bir an duraksadıktan sonra bardağı alarak merdivenlere yöneldi. Nusret hocayı demir parmaklıklar arkasında bırakıp merdivenlerden inerken, kendisini nedense hiç iyi hissetmiyordu!..
Aşağıdaki salonda, hep birlikte oturuyorlardı. Dağ evine gelirken oğluna kendilerine pide yaptıran Murat bey, Nusret hoca henüz acıkmadığını söylese de onun yanına da bir paket pide bırakmıştı. Meşrubatlar açılıp, pideler yenildikten sonra mutfağa giden Kadriye hanım yeni demlediği çaydan üç bardak doldurarak salona geri döndü. Mutfakta iken çayları dört bardak doldurayım mı diye düşünmüş fakat oğlunun ölümüne sebeb olan birisine çay ikram etmeyi içine sindiremediğinden, üç bardak doldurmaya karar vermişti.
Annesinin bu tutumunu biraz tuhaf karşılayan Serhat, kendisine uzatılan çayı aldıktan sonra “Benim şimdi içesim yok” diyerek elindeki çayı Nusret hocaya götürdü. Çayı alıp-almamakta kısa bir tereddüt geçiren Nusret hoca, Serhat'a teşekkür mahiyetinde başını sallıyarak çayı aldı. Bir süre hiç konuşmadan çaylarını içtiler. Daha sonra Nusret hocaya sıkıntı veren bu suskunluğu, Murat beyin sorusu bozdu.
“Dün geceyi nasıl geçirdin?”
“Uyuyabilmek için epey zorlandım.”
“Korkudan olmalı. Çok mu korktun?”
Gözlerini hayret anlamında hafifçe açan Nusret hoca “Korkmam mı gerekiyor?” diye sordu. Bu cevaba acı bir tebessümle karşılık veren Murat bey “Bizden korkmanı tavsiye ederim” dedi.
“Kusura bakmayın, korkmuyorum!.”
Nusret hocanın sakin bir ses tonuyla verdiği bu cevab üzerine onun gözlerine dikkatlice bakan Murat bey “Bu söylediğine kendin de inanmıyorsun” dedi.
“İnanmadığım bir şeyi söylemem!.”
“Peki bizden niye korkmuyorsun?”
Konuşmalar Nusret hocanın hoşlanmadığı bir vadiye sürükleniyordu. Bu duruma tepkisini göstermek istercesine sertleşen bir ses tonuyla cevap verdi.
“Bakın beyefendi!. Ben bu dini kabul edip, bu yüce dine teslim olurken, gerekirse bir aileyi, bir şehri veya bir ikeyi değil, genel olarak bütün bir dünyayı karşıma aldığımı biliyordum. Bütün bunları göze alarak bu dine teslim olan bir insan, sizin gibi küçük bir aileden niye korksun ki!.”
“Onun nedenini anlayacaksın!. Şu an korkmadığını söylediğin o küçük ailenin dindesin.”
“Yoo. Sadece Allah'ın elindeyim, Buraya gelmezden önce de O'nun elindeydim, şimdi de!. Allah'ın takdiri her ne ise sadece o gerçekleşecek.”
Söze girmek isteyen Kadriye hanım “Allah'ın size yardım edeceğine inanıyor musunuz?” diye sordu.
Nusret hoca için oldukça zor bir soruydu bu!. Allah'ın yardımına layık bir müslüman olduğundan emin olsa “Elbetteki inanıyorum” cevabını verebilirdi. Ancak böyle bir eminlik olmadığı için, kısık bir sesle “Umud ediyorum” dedi. Bu cevaba gülerek karşılık veren Murat bey “Daha çok umud edersin” dedikten sonra ilave etti.
“Hiç umud etme. Allah sizin gibi aşın dincilere, sizin gibi şeriatçılara asla yardım etmez!.”
“Neden?”
“Çünkü sizler dinde ayrılık çıkarıyorsunuz. Nasıl!.”
“Türkiye'de camileri dolduran benim gibi milyonlarca dindar var. Bizim din anlayışımız ile sizin din anlayışınız bir mî? Dinine ve devletine bağlı olan milyonlarca insandan çok farklı olduğunuzu görmüyor musunuz?”
Nusret hoca başını salhyarak “Doğru söylüyorsunuz. Sizlerden farklı bir din anlayışımız var” dedikten sonra devam etti.,
“Bizler her türlü zulme karşı olan İslam dini ile birçok zulmü işleyen böyle bir devlete aynı anda-bağlı kalamıyoruz. Merak ediyorum, bu zor işi sizîer nasıl başarıyorsunuz!.”
“Neyi nasıl başarıyoruz?”
“Yani hem dininize, hem de devletinize nasıl bağlı kalıyorsunuz?”
“Bunda şaşıracak ne var ki!. Bizim dinimiz devletimize, devletimiz de dinimize zaten müdahale etmiyor. Bu ülkede camiler açık değil mi? İsteyen herkes namazını kılıp, orucunu tutmuyor mu? Bunu engelleyen, buna mani olan mı var?”
Nusret hoca sıkıntılı bir şekilde başını öne eğdi. Uzun yıllardır politikacılardan duyduğu, duymaktan bıktığı sözlerdi bunlar. Bütün bir hayatı kuşatan ve bir yaşam biçimi olan İslam dinini, sadece namaz ve oruca indirgeyen bu resmi din anlayışı koskoca bir halka adeta ezberletilmişi!.
“Bakın Murat bey!. Yüce İslam dinini sadece namaz kılıp, oruç tutmak olduğunu zanneden bu anlayış, devletin uzun yıllardır halka empoze etmeye çalıştığı resmi din anlayışıdır. Böyie bir resmi din anlayışı, elbetteki resmi devlet anlayışıyla barışık olacaktır. Ancak bizler dinimizi devletten değil, bu dinin sahibi olan Allah'tan öğrenmek istiyoruz. Allah'tan yani Allah'ın gönderdiği Kitab'tan öğrendiğimiz din ise, Allah'ı ve Allah'ın hükümlerini dikkate almayan devletin empoze ettiği resmi dinden elbetteki farklı oluyor. Nitekim aramızdaki farklılık da bundankaynaklanıyor. Peki böyle bir durumda siz mi haklısınız biz mi; sizin mi değişmeniz lazım, bizim mi?”
Murat bey düşünceli gözlerle hanımına baktı. Sanki hanımından yardım istiyor, “Bu yobaza ne cevap verelim?” diyor gibiydi!. Sakin bir şekilde Nusret hocaya bakan Kadriye hanım ise karşısındaki bu adamı ve bu adamın söylediklerini anlamaya çalışıyordu.
“Size bir fıkra anlatmamı ister misiniz?”
“Anlat Nusret hoca!.”
Serhat'ın aceleyle verdiği bu cevaptan hiç hoşlanmayan Murat bey, bu hoşnutsuzluğunu ifade eden gözlerle oğluna baktı. Serhat ise babasının bu bakışlannı görmemezlikten gelmeye çalışarak, dikkatini Nusret hocaya yöneltti.
“Soğuk bir kış günü motorsikletiyle köyüne gitmekte olan bir genç, göğsüne vuran rüzgardan çok üşümeye başlayınca motorunu durdurur, önünü yeterince kapatamadığı ceketini çıkararak, bu ceketi arkası öne gelecek şekilde ters giyer. Daha sonra yoluna devam ederken, kaza yaparak şarampole yuvarlanır. Olay yerine gelen iyiliksever köylüler, yerde baygın yatmakta olan gencin başını tersine dönmüş zannederek “Haydi, bir el verin de, şu gencin başını düzeltelim” derler. Ve büyük bir iyilikseverlikle acil müdahalede bulunarak, baygın yatmakta olan gencin başını “Katır, kütür” sesleri arasında düzeltiverirler!..”
Gülümseyen Serhat'a elini kaldırarak “Ciddi ol” diyen Murat bey, asık bir yüzle Nusret hocaya dönerek “Peki bunu bize niye anlattın?” diye sordu.
“Bu halka cumhuriyet döneminden bu yana, batı kaynaklı ters bir elbise giydirilmiştir. Bu tersliği ve aykırılığı herkes farketmesine rağmen, herkesin bu meseleye yaklaşımı farklı olmuştur. Devleti dikkate alan ve yaptırın gücüne sahip olan resmi ağızlar “Elbiseler düz, kafaları değiştirmek gerekir” derken; Allah'ı ve fıtratı dikkate alan bazı ihlaslı ağızlar da, kısık bir sesle de olsa “Kafalar düz, elbiseleri değiştirmek gerekir” demişlerdir. Netice olarak devletten korkup, devletle karşı karşıya gelmek istemeyenler “Katır, kütür” sesleri arasında kafalarını düzeltirlerken; sadece Allah'tan korkup, Allah ile karşı karşıya gelmek istemeyenler üzerlerindeki elbiseyi değiştirmeyi tercih etmişlerdir!.”
“Sen şimdi bunu bize söylüyorsun değil mi?”
“Tabi ki size, resmi din anlayışını İslam zanneden herkese söylüyorum. Çünkü bizler Rabbimizin yerli yerinde yarattığı kafalarımıza göre üstümüzdeki eğreti elbiseleri değiştirmeye çalışırken; sizler resmi anlayışın size biçtiği bu elbiselere göre kafalarınızı değiştirmeye çalışıyorsunuz!.”
Aşağılandığını hisseden Murat bey çatılan kaslarıyla “Bu sadece sizin düşünceniz. Sizin bu düşünceniz bizi bağlamaz” dedi.
“Murat bey!. Siz hafızdınız, Kur'an'ı ezberlemiştiniz değil mi?”
“Evet!.”
“Biraz önce namaz ve oruçtan bahsettiniz. Altıyüz sayfa olan Kur'an'da hep namaz ve oruç mu anlatılıyor?”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Demek istiyorum ki, İslam dini sadece namaz ile orucu emretseydi, birkaç sayfalık bir Kitab yeterli olurdu!. Oysa altıyüz sayfa!. Hiç merak ettiniz mi diğer sayfalarda neler anlatılıyor!.”
“Ben arapçasını ezberlemiştim!..”
“Keşke arapçasım ezberleyeceğinize, türkçe anlamım öğrenseydiniz!.”
Murat bey canı sıkılmış bir şekilde “Siz hafızlığa da karşısınız herhalde!.” dedi.
“Arapça bilenlerin Kur'an'ı ezberlemesi, tabi ki çok faydalıdır. Çünkü karşılaştıkları herhangi bir meseleyi, ezberlerinde olan Kur'an bütünlüğüne göre değerlendirebilirler. Ancak arapça bilmeyen birisinin bütün bir Kur'an'i ezberlemesinde ne kadar fayda var, onu bilemiyorum!.”
Nusret hocanın bu sözü, hafızlığın faydasını bir türlü anlayamayan ve hafızlık hocasını hala nefretle hatırlayan Serhat'ın çok hoşuna gitmişti. Bu hoşnutlukla, babasının muhtemel tepkisini unutarak “Hiç, hiç faydası yok” cevabını verdi.
“Sen sus!. Buna cevap vermek sana düşmez, kurs kaçkını!.”
Babasının bir anda kızdığını gören Serhat, hiç cevap vermeden bakışlarını annesine çevirdi. Gerilen durumu yumuşatmak isteyen Nusret hoca, Serhaf'a dönerek “Hiç faydası yok diyemeyiz!. Ben sadece hafızlığa sarfedilecek zaman ile, Kur'an'ın anlamını öğrenmenin daha faydalı olabileceğini belirtmek istemiştim.” dedi.
Nusret hocanın bu sözlerini dikkatle dinleyen Kadriye hanım, düşünceli gözlerle kocası Murat beye baktı. Kocasıyla yıllar önce tartıştığı fakat bir türlü anlaşamadığı bir meseleydi bu. Ama yine de bu doğru sözlerin, oğlunun ölümüne sebeb olan biri tarafından söylenmesi pek hoşuna gitmemişti.
Serhat ise belirgin bir şekilde Nusret hocaya yakınlaştığını hissediyordu. Babasının uzun yıllardır din adına anlattığı şeylerden çok farklı şeyler söylüyordu bu adam!. Annesi ve babası burada olmasaydı, Nusret hocayla daha açık ve daha rahat konuşabileceğini düşündü. Özellikle babasından çok rahatsız olmuştu Serhat. Çünkü babası meseleye çok katı yaklaşıyor, ne karşı tarafı anlamak istiyor, ne de kendisi bir şey anlatıyordu!.
“Nusret hoca, Kur'an'da neler yazıyor?”
Serhat'ın gözlerine kısa bir süre bakan Nusret hoca “Bir din İçin gerekli olan her şeyi” dedikten sonra devam etti.
“Tabi ki din derken, sadece namaz ve oruç gibi birkaç ibadeti kastetmiyorum. Çünkü din denilen gerçek, bütün bir hayata, bütün bir yaşama müdahale eder. Bir yaşam tarzı, bir dünya görüşüdür din. Zaten bu nedenle “Her yaşam tarzı bir din, her din bir yaşam tarzıdır” denilmiştir. Nitekim dini bu şekilde tanımlayan Kur'an-ı Kerim'de de, bir müslümanın tüm yaşamını kuşatan hükümlere ve prensiplere yer verilmektedir. İnsan ile İnsan, insan ile toplum, insan ile devlet, insan ile dünya ilişkilerine açıklık getiren ve bu ilişkileri hükme bağlayan Kur'an-ı Kerim, bu konulan açıklayan yüzlerce hükümle doludur.”
Murat bey sol elini havaya kaldırarak “Bırak bunlan, bize şeriat propagandası yapma” dedikten sonra ilave etti.
“Sanki Kur'an'ı bir sen biliyorsun?”
“Beyefendi, ne dediğinizi anlıyamadım. Kur'an-ı Kerim'i bilip de “Kur'an'da böyle hükümler yok” diyenler mi var!.”
“Kur'an-ı Kerim'i bilen herkes, sizin gibi şeriatçı değil!.”
“Murat bey!. Kuran şeriatı demek, Kur'an'da zikredilen Allah'ın hükümleri demektir. Bu hükümlere iman eden ve teslim olan müslümaniara şeriatçı deniliyorsa, ben elbetteki şeriatçıyım, kendi adıma tabi ki şeriattan yanayım. Bir müslüman olarak bunun aksini nasıl iddia edebilirim ki!.”
“Kendi adıma diyorsun!. Devletin de şeriatçı olmasını istemiyor musun?”
“Yoo, böyle bir kaygım yok. Çünkü ben Rabbimin huzuruna çıktığım zaman, sadece kendimle ilgili olan hesabı vereceğim. Bana devletten değil, benden hesap sorulacak.”
“O halde neden devlet düşmanlığı yapıyorsun?”
“Ben devlet düşmanlığı yapmıyorum. Çünkü her toplumun layık olduğu idareyle ve idarecilerle yönetileceğini çok İyi biliyorum. Bu nedenle devleti değil toplumu önemsiyor ve öncelikle toplumu meydana getiren insanların İlahi gerçeklere göre değişmesini diliyorum. Şimdiye kadar yaptıklarım da, bu söylediklerimden farklı bir şey değildir. Allah'a kulluk etmeye çalışan insanlara, bu kulluğun nasıl olması gerektiğini anlatıyorum ve anlatmaya devam edeceğim.”
Murat bey asık bir yüzle “Biraz zor devam edeceksin” dedikten sonra, elindeki boş bardağı hanımına uzatarak “Kadriye, çay dolduruver” dedi. Kocasının bardağını alarak boş tepsiye koyan Kadriye hanım, biraz tereddüt ettikten sonra Nusret hocanın boşalan bardağını da alarak mutfağa yöneldi.
Oldukça yavaş adımlarla mutfağa doğru giderken, zihnindeki yobaz tanımına pek uymayan Nusret hocayı ve onun son derece açık olan sözlerini düşünüyordu.
Nasıl bir adamdı bu böyle!.
Kadriye hanım çayları getirip, Nusret hocaya da ikram ettikten sonra yerine oturdu. Çaylar karıştırılıp, birkaç yudum içilinceye kadar kimse konuşmadı. Kocasının bir şeyler söylemeye hazırlandığını hisseden Kadriye hanım, ufak bir dudak hareketiyle ona susmasını işaret etti. Murat bey bunun nedenini anlamasa da, konuşmaktan vazgeçerek çayından birkaç yudum daha içti.
Murat beye susmasını işaret eden Kadriye hanım, kocasının bu adamla konuşmasını pek istemiyordu. Çünkü anladığı kadarıyla kocası bu adamla tartışabilecek bir birikime ve seviyeye sahip değildi. Kocasını hiç zorlanmadan susturabilecek olan bu adamla kendisi konuşmalı, kendisi tartışmalıydı. Bu düşünceyle konuya girdi.
“Nusret bey!. Konuşulan meseleleri her fırsatta Kur'an-ı Kerim'e getirmenizi ve Kur'an'a göre değerlendirmenizi tabi ki yadırgamıyorum. Çünkü ben de İslam dininin şeyhlerin hikayelerine, hocaların hurafelerine göre değil, Kur'an'a göre açıklanmasını tercih ederim. Ancak Kur'an-ı Kerim'e yönelen insanların, aydınlık bir kafa ve aydınlık bir bakış açısıyla Kur'an'a yönelmeleri gerektiğine inanıyorum. Ondört asır önceki bedevilerin çapaklı gözleriyle Kur'an'a bakanlar, Kur'an'ı değil sadece gözlerindeki çapağı göreceklerdir.”
Hanımının bu sözlerini takdirle dinleyen Murat bey, memnuniyet dolu bir yüz ifadesiyle başını salladı. Düşünceli gözlerle Kadriye hanıma bakmakta olan Nusret hoca ise onun sözlerini düşünüyor ve “Ondört asır önceki bedeviler” derken kimleri kastettiğini anlamaya çalışıyordu. Bu söz ile ondört asır önceki bütün müslümanlan bedevi tanımına dahil ediyorsa, elbetteki çok yanlış bir yaklaşımdı bu!. Hiç kimsenin konuşmadığını gören Kadriye hanım, biraz düşündükten sonra sözlerine devam etti.
“Diyeceğim şu ki, günümüzde Kur'an'a yöneldiğini söyleyen birçok insan, Kur'an'ın çağdaş mesajını anlamak yerine, Kur'an'ı kendi köhne görüşlerine göre yorumluyorlar. Kendilerini haklı çıkarmak için Kur'an-ı Kerim'i kullanan bu kimselere, bizler itibar etmiyoruz. Zaten aynı ayetlere farklı yorumlar getiren bu kimseler birbirleriyle de anlaşamıyorlar. Siz de bunun farkındasınız sanırım!.”
Kadriye hanımı çok iyi anlayan Nusret hoca, başını hafifçe salhyarak “Farkındayım” dedikten sonra bu durumun nedenine açıklık getirmek istedi.
“Aynı ayetlere farklı yorumlar getiren insanların en büyük hatası, bu ayetleri yorumlama hakkını kendilerinde görmeleridir. Oysa şanı yüce Rabbimiz “Bu ayetleri Biz indirdik ve bunları açıklamak, bunları yorumlamak Bize aittir” buyuruyor. Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet, Kur'an'ın muhtelif yerlerindeki diğer ayetlerle açıklanmakta, diğer ayetlerle yorumlanmaktadır. Kendi kendini açıklayan, kendi kendini tefsir eden mufassal bir Kitab'dır Kur'an-ı Kerim. Ayetleri açıklama hakkını öncelikle Kur'an'a vermeyip, bu hakkı kendilerinde gören kimseler, elbetteki anlaşamıyacaklar, elbetteki ayrılığa düşeceklerdir. Kadriye hanım suskun bir şekilde Nusret hocanın gözlerine bakıyordu. Kendisi bu konuşmaya başlarken Nusret hocanın Kur'an'a yaklaşımını sorgulamak ve ona gözlerindeki çapaklan göstermek istemişti!. Ancak Nusret hocayı dikkatlice dinledikten sonra, kendi tesbitierini adeta açıklayan bu sözleri gizli bir hayret ve takdirle karşıladığını hissetti!. İyi ama bu adam Kur'an'a doğru bir şekilde yaklaşıyorsa, hiç de çağdaş olmayan şeriatçı bir kimliğe nasıl sahip olabilirdi!. Oysa Kur'an-ı Kerim'i çok iyi bilen aydın din adamlarından hiçbirisi bunun gibi değildi!.”
“Kur'an'a doğru yaklaştığınızı ifade etmenize rağmen, Kur'an'dan doğru sonuçlar çıkardığınız kanaatinde değilim. Çünkü Kur'an'dan doğru sonuçlar çıkarmış olsanız, 21. yüzyılda yaşarken ondört asır önceki şeriatı savunmazsınız!.”
“Kadriye hanım!. Bu sözünüze açıklık getirmeniz gerekir. Mesela size sormak istiyorum. Allah (c.c.) yeni bir Kitab gönderecek mi?”
“Hayır!.”
“Kur'an-ı Kerim'deki hükümler ondört asır öncesine ait ise, insanlan hiçbir dönem başıboş bırakmayacağını bildiren Rabbimiz, 21. yüzyıl insanlarını başıboş mu bırakmıştır!. Bu insanlar Kitabsız, bu insanlar hükümsüz, bu insanlar şeriatsız mı yaşıyacaktır? Yoksa Allah (c.c.) günümüz insanlarına “Ben Kur'an'ı indirirken sizlerin ondört asır sonra ne kadar gelişeceğinizi, ne kadar çağdaş ve modern olacağınızı pek dikkate alamadım!. Artık sizler çağdaş kafalannıza göre kanunlar çıkanp, kendi şeriatınızı kendiniz belirleyebilirsiniz!.” mi diyor!. Ondört asır önceki insanlar huzuru mahşerde Kur'an'ın hükümlerine göre hesaba çekilirken, günümüz insanlan beşeri kanunlara göre mi hesaba çekilecekler!.”
Nusret hocanın sözlerini çok iyi anlayan Serhat, babasının asık suratını dikkate alarak yüzündeki gülümsemeyi zabdetmeye çalıştı. Dinlediklerinden sıkılan Murat bey gibi Kadriye hanım da hoşlanmamıştı bu sözlerden!. Kıvrak bir zekaya sahip olan bu adam, verdiği örneklerle sanki kendileriyle alay ediyor gibiydi.
Nusret hoca ise sorduğu sorunun cevabını kısa bir süre bekledikten sonra sözlerine devam etti.
“Oysa şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de “Size bu Kitab'ı Biz indirdik ve siz bu Kitab'tan sorulacaksınız, hesaba çekileceksiniz” buyuruyor. Bilmenizi isterim ki bu İlahi buyruk, sadece ondört asır önceki bedevileri muhatap almıyor!. Çünkü evrensel Kitab'ta beyan edilen bu evrensel buyruk, kıyamete kadar yürürlükte olacaktır.”
Bu sözlere itiraz edemeyeceğini anlayan fakat kabul etmiş durumuna da düşmek istemeyen Kadriye hanım, konuşmanın akışını ve bu adamın muhatabını değiştirmek istercesine sordu.
“Yaşar Nuri hocayı biliyor musunuz?”
“Evet.”
“Ben son yıllarda kendisini dikkatle izliyorum. Kur'an'ı çok iyi bilmesine rağmen İslam'a sizler gibi yaklaşmıyor. Çağdaş ve modern bir din anlayışı var. Din adına savunulan birçok hurafelere, Kur'an ayetleri ile karşı çıkıyor ve hiç kimse itiraz edemiyor kendisine. Zaten bu birikimi ve Kur'an'a olan hakimiyeti nedeniyle medya tarafından da dini konularda otorite kabul ediliyor.”
Son sözleri üzerine Nusret hocanın hafifçe gülümsediğini farkeden Kadriye hanım, sözlerini keserek “Neden gülümsediniz?” diye sordu.
“Günümüz medyasının İslam'a karşı tavrı beîii iken, böyle bir medyanın bazı insanları ön plana çıkarmasını nasıl olur da artı değer olarak görürsünüz!.”
“Pek anlıyamadım!.”
“Bakın hanımefendi. Yaşar Nuri'nin Kur'an'ı esas alarak söylediği bazı gerçekleri, çok daha geniş bir şekilde altmışlı, yetmişli yıllarda gündeme getiren müslümanlar vardı. Ki bunlardan birisi de kendisini sevgiyle andığım ve rahatsızlığından dolayı Rabbimden acil şifalar dilediğim M. Said Çekmegil'dir. Fakat her nedense günümüz medyası bu değerli insanları hiç görmez, ya da görmek istemez!. Bunları görmediği ve topluma göstermediği gibi, günümüz kuşağının Kur'an ve sünnete vakıf olan çok değerli ilim adamlarını da görmemezlikten gelir!.”
Nusret hoca biraz duraksadıktan sonra devam etti.
“Şimdi düşünmeniz gerekmez mi!. Bütün bunları görmemezlikten gelen medya, Yaşar Nuri'yi veya benzer frekanstaki bazı insanları neden ön plana çıkarıyor ve kameralar önünde konuşmalarına neden izin veriyor?”
“Kur'an'ı önceledikleri ve dini meseleleri Kur'an'a göre açıkladıkları için.”
“Bu kimselerin bazı meselelerde Kur'an'ı öncelemelerini ve insanların dikkatini Kur'an'a yöneltmelerini elbet-teki takdirle karşılıyorum. Fakat medya tarafından mikrofonun kendilerine uzattlmasmin nedenini, Kur'an'ı esas alarak konuştuklarında değil konuşmadıklarında aramamız gerekir. Daha genel bir ifadeyle günümüz medyasının konuşturduğu insanlar, İsiam'ın temel meselelerinde susan veya bu temel meselelerdeki İlahi gerçekleri çarpıtan insanlardır. Böylesi insanlar ani bir hidayet ile söylemeleri gereken İlahi gerçekleri söylemeye başlasalar, hiç kuşkum yok ki aynı medyanın ani bir müdahalesi ile suskunluğa itilecek insanlardır!.”
“Bu sizin zannınız!.”
“Zan değil hanımefendi, bunlar bizim gördüğümüz, bizim yaşadığımız hadiselerdir. Mesela yıllar önce Kanal 6'da Ahmet Altan ile Neşe ismindeki bir hanımın yaptığı canlı açık oturum programı vardı. İslamcı partilerin tartışılacağı bu programa, herhalde yanlışlıkla olsa gerek rahmetli Ercüment Özkan davet edilmişti. Programa katılan bütün parti yandaşlarını tek başına karşısına alan ve Kur'an-ı gerçeklerle hiç zorlanmadan hepsini susturan Ercüment Özkan, ne gariptir ki o programdan sonra bir daha ekranlara hiç davet edilmedi!, Oysa, reyting rekorları kıran o programda bir tabu haline getirilen Kemalizmi değil, medyanın da karşı olduğu İslamcı partileri eleştirmiş ve onların yanılgılarını, onların tutarsızlıklarını ortaya koymuştu!.”
Serhat düşünceli bir yüz ifadesiyle “İslamcı partilere karşı olan medya, bu adamı neden kullanmak istemedi?” diye sordu.
“Bu adamı kullanamazdı Serhat!. Çünkü rahmetii Ercüment Özkan batılı eleştirip-batıla karşı çıkarken, medyanın “Sus” işaretlerini dikkate alarak hakkın ne olduğu konusunda susmuyor, hakka da açıklık getiriyordu. Tabi ki hak ve hakikate kapalı olan günümüz medyası için affedilmez bir suçtur bu!.”
Kadriye hanım gergin bir ses tonuyla “Yani televizyonlarda hiç doğru söylenmiyor mu, sayın Yaşar Nuri'nin ve diğer ilim adamlarının söylediklerinin hepsi batı! mı? Bunu mu demek istiyorsunuz!.” dedi.
“Öncelikle şunu söyleyeyim ki ben şahıslar üzerinde durmak istemiyorum. Ayrıca ben “Bu insanların bütün söyledikleri batıldır!.” diye bir şey söylemedim. Fakat altını çizerek ifade ediyorum ki bu gibi insanların birçok meseledeki Kur'an'i görüşleri doğru olsa dahi, bunların din adına oluşturdukları gündem ve yaptıkları davet batıldır.”
“Anlıyamadım!.”
“Bakın hanımefendi!. Bir toplumun karşısına geçerek, bu topluma tıp veya ekonomi konusunda konuşmak ile İslam konusunda konuşmak birbirinden çok ayrı şeylerdir. Tıp veya ekonomi konusunda herhangi bir ilim adamı önceledîği ve önemsediği bir meselede gündem oluşturarak, bu meseleyi topluma götürebilir. Kendisinin belirlediği ve kendisinin oluşturduğu gündem çerçevesinde konuşabilir. Ancak İslam konusunda gündem oluşturmak, medyanın veya ilim adamlarının keyfine bırakılan bir mesele değildir. İslam adına muhatap alınan toplum henüz kelime-i şehadetin anlamını bilmiyorsa, gündem oluşturarak bu topluma kadınların hangi safta namaz kılacaklannı anlatmak, İslam adına konuşan ilim adamlarına yakışmayacak bir cehalettir. Bu konuda söylenenler doğru olsa bile, bunlann söylenmesi ve bu konularda gündem oluşturulması yanlıştır. Çünkü Allah (c.c.) neyi ne zaman ve nerede söylemeleri gerektiğini bizlerden çok iyi bilen peygamberlerini bile, gündem meselesinde muhayyer bırakmamıştır. “Kullanma önce şunu, önemle ve öncelikle şunları anlatın” diyerek, peygamberlerine dahi bir gündem bilinci, bir gündem önceliği bildirmektedir.”
“Yani siz, televizyonlarda konuşan ilim adamlarında böyle bir gündem bilinci yok diyorsunuz!.”
“Tabi ki yok diyorum. Böyle bir ülkede Allah ve Resulü adına konuşan ilim adamları, nasıl olur da kadınların imamlığı caiz midir? Değil midir meselesinden bahsederler de, kafirlerin müslümanlar üzerindeki velayetinden hiç bahsetmezler!. Nasıl olur da sakız çiğnemenin orucu bozup-bozmadığmı uzun uzun konuşurlar da, Allah'ın hükümlerini çiğnemenin Allah'a kuiluğu bozup-bozmadığını hiç konuşmazlar!. Nasıl olur da geleneksel dindarlardaki bazı bidat ve hurafeleri koskoca dilleri dışan sarkarcasına eleştirirler de, din düşmanlarının apaçık küfürleri konusunda küçük dilleriyle bile hiç bir şey söylemezler!. Şimdi ben bunlarda AİIah korkusunun, simde ben bunlarda İslam'a göre gündem bilincinin olduğunu nasıl söyleyebilirim!.”
Dinledikleri karşısında oldukça dolduğunu hisseden Kadriye hanım sustu ve herhangi bir itirazda bulunmak istemedi. Çünkü bu adam o kadar rahat ve o kadar mutmain bir üslupla konuşuyordu ki, din adına söylediği her sözün dolu olduğu ve Kur'an-ı Kerim'e dayandığı açıkça belli oluyordu.
Konuşmaları dikkatle dinleyen Serhat ise biraz meraklı bir sesle “Nusret hoca!. Size göre gündem ne olmalı?” diye sordu. Nusret hocanın anlattıklarından hayli rahatsız olan Murat bey, Serhat'a dönerek “Onun gündemi belli değil mi? O gençleri ayartmakla meşgul” cevabını verdi.
Nusret hoca kısa bir süre Murat beyin gözlerine baktı. Bu adama kızdığını değil, acıdığını hissediyordu. Nitekim bu hissiyat ile “Rabbimiz hepimize hidayet etsin” dedi. Bu sözü gizli bir hakaret olarak algılayan Murat bey ise sinirli bir sesle “Önce sana, önce sana hidayet etsin” deyince, Nusret hoca bu şaşkınca söze yine sakince karşılık verdi.
“Buna sevinirim!. İnşaallah önce bana hidayet eder.”
Murat beyi alarak evin ön verendasına çıkan Kadriye hanım, ona yumuşak bir üslupla yaklaşarak sakin olmasını ve sinirlenmemesini tavsiye etti. Hanımının bu sözlerine hiçbir karşılık vermeyen Murat bey, geniş arazisine bakarak uzun bir süre düşündü. Aslında hanımı da yanlış yapmış, hanımı da yanlış konulara girmişti. Bu adamla bu konulara girmenin ne alemi vardı ki!.
“Niye bu adama Yaşar Nuri'den bahsediyorsun? CHP'ye geçen o adamın ne olduğu belli değiİ mi? Herif bizi de CHP'li zannedecek!.”
“Hayatım, Yaşar Nuri'nin partisinden değil kendisinden bahsettik.”
“Ne lüzum var canım!.”
Kocasının ne derece sıkkın olduğunu farkeden Kadriye hanım, sustu ve hiç cevap vermedi kocasına. Böylesi durumlarda onun üzerine gitmemeyi çok iyi öğrenmişti. Çünkü oldukça sinirli olan kocası bir anda kendini kaybediyor ve ne yaptığını, ne söylediğini bilmiyordu.
“Söyler misin!. Bu adamı ne zaman cezalandıracağız?”
“Adam zaten elimizde Murat. Bu durumda olması bile ona bir ceza değil mi?”
“Ben gerçek bir cezadan söz ediyorum.”
Bu sözü söylerken Murat beyin gözlerinde beliren ifade, Kadriye hanımın her nedense biraz endişelenmesine neden olmuştu. Gerçek bir ceza diyen kocası, acaba nasıl bir cezadan söz ediyordu!. Bu adama şimdilik verecekleri ceza onu bir süre alakoymak ve yanlışlarını yüzüne çarparak onu aşağılamaktan başka ne olabilirdi ki!. Gerçi kocası Nusret hocayı kaçırmadan önceki konuşmalarından birinde ona bazı evraklar imzalatarak, onu uzun süre hapise attırabileceklerini söylemişti. Fakat konuşma arasında söylenen bu söz, Kadriye hanımın pek kabullenmediği ve üzerinde durmadığı bir söz olmuştu. Kadriye hanım bu düşünceler içinde kocasına bakarken, yine de onun rahatlatılması gerektiğine inanıyordu.
“Sakin ol hayatım. Bu adamla konuşacağımız daha çok şey var.”
Konuşmaların seyrinden pek hoşlanmayan Murat bey “Ben bu adamla fazla konuşulmasından yana değilim” cevabını verdi.
“Neden?”
“Adam her meseleye aynı at gözlüğü ile bakıyor gibi!.”
“Merak etme, o gözlüğü çıkarırız. Önce bu adamı iyice anhyalım.”
Karısının kendinden emin bu sözleri, Murat beyin içini biraz rahatlatmıştı. Çünkü kansı bu konularda çolt kitab okuyan, oldukça birikimii ve ne söyleyeceğini bilen bir insandı. Hanımına güvendiğini ifade eden gözlerle bakıp, başını hafifçe sallıyarak “Tamam, sen bilirsin” dedi.
Beraberce içeriye girdiklerinde, Serhat'ın salonda yalnız olduğunu gördüler. Babasının meraklı gözlerle etrafına bakındığını farkeden Serhat, yukarısını işaret ederek “Baba, namaz kılmak için odasına çıktı” dedi. Anladım dercesine başını öne doğru salliyan Murat bey, daha sonra saatine bakarak kendisinin de namaz kılması gerektiğini düşündü. Çünkü öğle ezanı, çoktan okunmuş olmalıydı.
Namazları kılıp, üç-beş yudum bir şey atıştırdıktan sonra Nusret hocayı çağırmışlar ve aşağı salonda yine bir araya gelmişlerdi. Nusret hocanın son konuşmalan hakkında, Kadriye hanımın yeterince anlıyamadığı hususlar vardı. Televizyonlarda konuşan ilim adamlannı yersiz gündem konusunda eleştiren Nusret hoca, acaba bu programlarda nelerin konuşulmasını, bu açık oturumlarda topluma nelerin anlatılmasını istiyordu!.
“Nusret bey!. Siz televizyonlardaki açık oturumlara katılsaydınız, topluma nasıl bir mesaj verirdiniz?”
“Ben o açık oturumlara kesinlikle katılmazdım.”
“Neden?”
“Her zihniyetten insanların katıldığı o programların, o açık oturumların bir çoğunda ne yazık ki bazı kimseler tarafından Allah'ın ayetleri hafife alınarak, bu ayetler adeta bir oyun ve alay konusu ediliyor. Şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de, böylesi ortamlara müslümanlann kesinlikle girmemelerini emrediyor.”
“Ama siz orada hakkı söyleyeceksiniz!.”
“Hakkı söylemek için dahi, öylesi batıl ortamlara girmemize izin verilmiyor. Çünkü şeytanın müdahil olduğu ve İlahi ayetlerin alay konusu edildiği, saygısızca tartışıldığı bu gibi ortamlarda hakkı söylemenin bir faydası yoktur.
Meseleyi bu vadide uzatmak istemeyen Kadriye hanım “Benim size sormak istediğim husus, sizin gündeminiz ne olurdu? Çünkü önceki konuşmanızda televizyona çıkan birçok ilim adamında, gündem bilinci olmadığını söylediniz. Peki size göre gündemleri ne olmalıydı, neleri konuşmalıydı bu ilim adamları?
Soruyu çok iyi anlayan Nusret hoca, meseleye nereden başlaması gerektiğini kısa bir süre düşündükten sonra cevap verdi.,
“Hanımefendi!. İslam'a göre gerçek ilim adamlan demek, peygamberlerin bizzat yaşamadığı böylesi dönemlerde, peygamberi mesajları, peygamberi nasihatleri bu insanlara götürmek demektir. Bu ilim adamlarının sormaları ve cevaplandırmaları gereken çok basiÇ bir soru vardır. Herhangi bir hak peygamber günümüzde yaşasaydı veya günümüz dünyasına gönderilseydi, bu hak peygamberin bütün insanlara öncelikli daveti ne olurdu? Peygamberlik görevini ve gönderiliş gayesini yerine getirebilmek için, insanlan nelerden sakındırır ve insanlara neleri emrederdi?”
Nusret hoca biraz duraksadıktan sonra ilave etti.
“İşte bu sorunun.cevabı, Allah'ın dini adına konuşan bütün ilim adamlannm bilmesi ve yaşaması gereken bir cevaptır.”
Kısa sir süre Nusret hocanın devam etmesini bekleyen Kadriye hanım,, onun konuşmadığını görünce “Bu sorunun cevabını vermediniz” dedi.
Bu sorunun cevabını Rabbimiz veriyor. Kur'an-ı apaçık bir şekilde “Ben bütün peygamberleri, insanları tağuttan sakındırıp, Allah'a kulluğu emretsinler diye gönderdim” buyuruyor.
Tağut'un ne olduğunu anlayamayan Murat bey, biraz düşündükten sonra “Yani kısaca Allah'a kulluğu emretmeleri için” diyerek cevabı özetlemek istedi.
“Bu cevabı kısaltma yetkiniz yok Murat bey!. Ayette belirtildiği gibi tağuttan sakındırmak ve Allah'a kulluğu emretmek için. Çünkü tağuttan sakınmadan ve sakındırmadan, Allah'a kulluk etmek, kulluk edebilmek mümkün değildir.”
Serhat merak dolu bir sesle “Ya bu tağut da ne?” diye sorunca Kadriye hanıma dönen Nusret hoca, yumuşak bir sesle “Siz biliyor musunuz?” diye sordu. Kadriye hanım kısa bir süre duraksadıktan sonra hayır anlamında kaşlarını kaldırdı.
“Televizyonlardaki ilmi konuşmalarda bu yok muydu? Sözünü ettiğiniz ilim adamları, insanlan tağuttan sakındırmak bir yana, bu insanlara tağutun ne olduğunu bile anlatmıyorlar mıydı?”
Nusret hocanın hiç gülümsemeden söylediği bu sözlerde gizli bir alay hisseden Kadriye hanım “Herkes, her şeyi bilemez” diyerek kendilerini savunmak istedi. Bu cevabı hayretle karşılayan Nusret hoca, hafif açılmış gözlerle “Hanımefendi!. Sadece ilim adamlarının değil, müslümanım diyen herkesin bilmesi gereken bir meseledir bu. Çünkü bütün peygamberlerin ilk tebliğleri, ilk uyarılan, insanları tağuttan sakmdırmakla başlar” dedikten sonra ilave etti.
“Türkiye'de yüzbinlerce müslümanın bildiği bu Kur'an-ı gerçeği, elbetteki televizyonlarda saatlerce konuşan o ilim adamları da biliyor. Fakat bazıları korku, bazıları makam ve popüler özelliğini kaybetme endişesiyle susmayı, susmanın zillet dolu gölgesine sığınmayı tercih ediyor.”
“Konuşsalar ne olur?”
Nusret hoca oldukça saf duygularla bu soruyu soran Serhat'a bir an baktıktan sonra, hafifçe gülümseyerek cevap verdi.
“O zaman onlara da şeriatçı, onlara da aşın dinci derler, Çünkü bu ülkede tağutun ne olduğunu bilen ve tağuttan sakınmaya çalışan bütün müslümanlara aynı sıfat veriliyor!.”
Murat bey sinirli bir şekilde ayağa kalkarak “O zaman tağutu anlatmamakla iyi ediyorlar. Zaten bu üikede yeterince şeriatçı, yeterince aşın dinci var” dedi ve biraz duraksadıktan sonra hızla kapıya yönelerek dışarıya çıktı.
Murat beyin bu ani çıkışı karşısında herkes susmuş, herkes birbirine bakmaya başlamıştı. Ortamın gerildiğini hisseden Nusret hoca, acaba suç bende miydi endişesiyle “İsterseniz ben yukarıya çıkayım” dedi. Aklında başka şeyler olan Kadriye hanım ise bu sözü hiç duymamışçasına “Bu tağut dediğiniz şey, Kur'an'da bizzat geçiyor mu?” diye sordu. Bu soru üzerine kalkmaktan vazgeçen Nusret hoca, biraz düşündükten sonra cevap verdi.
“Kur'an-ı Kerim’in 8 ayrı yerinde açıkça zikrediliyor. İlahi tebliğe muhatab olan bütün insanlar, tağuta inanmamak, tağuttan sakınmak ve tağutu reddetmek konularında önemîe ikaz ediliyor.”
Kadriye hanım düşünceli bir şekilde başını salladıktan sonra “O halde tağutu konuşalım. Tağut nedir?” diye sordu. Nusret hoca dikkatli bir şekilde Kadriye hanıma baktığında, onun bu sorudaki samimiyetini ve doğrulara açık yüzünü ilk kez farketmiş gibiydi. Bundan duyduğu memnuniyet ile cevap verdi.
“Tuğyan kökünden gelen tağut kelimesi Allah'a karşı haddi aşmak, İsyan etmek anlamına gelir. Tabi ki bu isyanın, bu haddi aşmanın en uç noktası, herhangi bir şeyin ilah yerine konulması ve insanların bu sahte ilahlara kulluğa davet edilmesidir. İşte tağut ve tağutlaşma budur. Yani bir ülkede ilah yerine konulan ya da ilahlaştırılan her şey, o ülke insanları için bir tağuttur.”
“Bu söylediğiniz şey, put olmuyor mu?”
“Elbetteki put ve putlaştırılan her şey tağut kavramınn içine girer. Fakat tağutun daha geniş ve daha genel bir anlamı vardır. İnsanlan Allah'tan ve Allah'a kulluktan uzaklaştırarak, kendisine kulluğa davet eden herşey tağuttur. Tağutun şekli ve mahiyeti yaşanan zamana, mekana ve şartlara göre değişebilir. İnsanların karşısına bazen bir put, bazen bir firavun, bazen bir din adamı, bazen bir lider, bazen bir ideoloji veya devlet olarak çıkabilir.”
Düşüncelere dalan Serhat, sınıftaki bir taiebe gibi elini kaldırarak “Peki bütün bunların birer tağut olup olmadığını nasıl anlayacağız?” diye sordu.
Daha önce söylediğim gibi Serhat. İlah yerine konulup, ilahîaştınlan her şey tağuttur.
“Bazı futbolcuların, bazı sanatçıların ilahlaştırılması gibi mi?”
“Onlar çirkin olmakla beraber basit ve gülünç yakıştırmalardır. Çünkü gayriciddi oîan bu gibi çocuksu yakıştır maların ne kadar saçma ve cahili olduğu kolayca anlaşılabilir. Ancak bir din adamının veya bir liderin ilahlaştırılmaya çalışılması, sonuçlan itibariyle çok ciddi ve çok vahim bir hadisedir. İlahlaştırılmaya çalışılan bir şeyh, bir din adamı insanlann dinini ifsat ederken; ilahlaştırılmaya çalışılan bir lider ve insanların dünyalarını ifsat etmekte, ahiretlerini tehlikeye atmaktadır.”
“İlahlaştırma derken, neyi kastediyorsunuz?”
Nusret hoca, bu soruyu yönelten Kadriye hanıma kısa bir süre baktı. Çok şey bildiğini zanneden bu kadın, yine kendisine yukarılarda bakıyordu. Oysa bu kadına birkaç soru yöneltse, sadece birkaç soru ile bu kadının ne olup ne olmadığı açığa çoraktı. Bunu mu yapayım yoksa bu öğretmenin sorusuna yine bir talebe gibi cevap mı vereyim düşünceleri içinde cevap vermeye karar verdi.”
“Bakın hanımefendi!. Gökleri, yeri ve ikisi arasındaki herşeyi yaratan Allah. insanları dünya yaşantısında Kendi zatından habersiz bırakmamış, bu insanlara peygamberler göndererek Kendisini tanıtmış ve hem de Kendisine nasıl kulluk eorceğini beyan etmiştir. İslam'a göre kulluk anlayışı, sadece camilerin içinde veya seccadelerin üstünde yaşanacak anlayış değildir. İslam'a göre kulluk bütün bir hayatı, bütün bir yaşamı kuşattığı için, Allah (c.c.) Kendisine etmek isteyen insanlara apaçık ayetlerle nasıl ve ne şedlde yaşamalan gerektiğini bildirmiştir. Bildirilen bu bütün insanlara bir yol, bir dünya görüşü, bir yaşa biçimi yani bir din sunulmaktadır.”
Meseleyi fazla dağıtrcan kısaca toparlamak isteyen Nusret hoca, biraz duraksaman sonra devam etti.
“Burada önemle dikkate almamız gereken husus, insanlann nasıl yaşayacak ve ne şekilde yönetileceklerine dair mutlak hükümle: a'zetme yetkisinin, sadece ve sadece Allah (c.c.)'a ait oltuğunun bilinmesidir. Peygamber dahi olsa hiçbir insana vermeyen bu yetki, hiçbir insana tanınmayan bu hak, sadeci ve sadece Allah'ın hakkıdır.”
Daha açık bir ifadeyle böyle bir yetki veya böyle bir hak, İlah olmakla ilgili bir hak olup, yegane İlah olan Allah (c.c.)'ın hakkıdır.
Bu sözlerin ne anlama geldiğini yavaş yavaş anladığını hisseden Kadriye hanım, Nusret hocayı git gide açılan gözlerle izlemeye, git gide açılan kulaklarla dinlemeye başlamıştı.
“Şimdi düşünmenizi istiyorum. İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarına dair temel hükümleri vazetme yetkisi, yegane İlah olan Allah'a ait bir yetki, Allah'a ait bir hak ise; böyle bir yetkiyi veya böyie bir hakkı kendisinde gören bir din adamı, bir lider, bir meclis veya bir devlet, kendisini ne yerine koymaktadır?”
“İlah yerine koymaktadır!.”
Serhat'ın hiç düşünmeden verdiği bu cevap, Serhat'i biie şaşırtan bir cevap olmuştu!.
“Evet Serhat!. Allah'ın adil hükümlerinden hoşlanmadıkları için, kendi çıkar ve menfaatlerine uygun şeytani hükümler va'zederek Allah'ın helal dediğine haram, haram dediğine helal diyebilen bu şaşkınlar, kendilerini ilah yerine koyan, ilahlaşmaya çalışan sapık mahluklardır.”
Nusret hoca tekrar Kadriye hanıma dönerek “İşte hanımefendi, İlahlaşmaya çalışmak veya insanlara İlahlık taslamak budur. Zaten İslam'a ginnenin temel şartı olan kelime-i tevhiddeki “La ilahe” ifadesi ile ilahlaşmaya çalışan bu sapıkların, bu sahte ilahların reddedilmesi gerekmektedir” diyerek sözlerini bitirdi.
Hiçbir tepki vermeden öylece Nusret hocaya bakan Kadriye hanım ise gizli bir hayreti, gizli bir şaşkınlığı yaşıyordu. Çünkü ölen oğlu Ferhat da kendisine buna benzer şeyler söylemiş, buna benzer şeyler anlatmaya çalışmıştı.
İyi ama neden, neden hiç anlamamış, hiç kabul etmemişti oğlunun anlattıklarını!. Oysa anlaşılamayacak kadar karışık, kabul edilmeyecek kadar aykırı şeyler değildi bunlar. Her konuşmadan sonra kendisine yalvarır gözlerle bakan oğluna “Anladım oğlum, anladım Ferhat” deseydi, kimbilir ne kadar sevinir, ne kadar mutlu olurdu oğlu!.
Bu düşünceler içinde oğlunu özlediğini ve oğlu için hüzünlendiğini hissetti..
Dışarıya çıkan Murat bey, ne yapacağını bilmez bir şekilde verendada bir süre dolaştı. İçeriye girmesi gerektiğini biliyor fakat her nedense girmek istemiyordu. Nusret hoca denilen bu adamdan hiç hoşlanmamış, her soruya ukalaca cevap veren bu adam çok itici gelmişti kendisine!. Kararsızlık içinde verendada biraz oyalandıktan sonra bahçedeki oyun kulübesine giderek, bu tahta kulübenin içinde namaz kılmak istedi.
Aslında iki rekat namaz kıldıktan sonra çıkacaktı bu kulübeden. Fakat kıldığı namaz o kadar huzur vermişti ki kendisine, hiç düşünmeden namaza devam etmeye karar verdi. Sanki şeytan aleyhiilane bu kulübeye hiç giremiyor, kıldığı namazda hiç vesvese vermiyordu kendisine!. Belki de huzur içinde kıldığı bu namazlar Allah'ın bir lutfuydu!. İçeriye girip o yobazı dinlemektense, Allah onun burada kalmasını ve huzur içinde namaz kılmasını dilemiş olmalıydı!.
İçeride ise konuşmalar devam ediyordu.
Tağutun ne olduğunu anlayan ve kelime-i tevhiddeki “La İlahe” yani “Allah'tan başka ilah yoktur” ifadesi ile bu tağutların, insanlara ilahlık taslayan bu sahtekarların reddedilmesi gerektiğini öğrenen Serhat, uzun yıllardır içinde yaşadığı dünyayı sanki yeni görüyor, sanki yeni tanıyor gibiydi!. Daha önceleri Ebru'nun uzun uzun anlatmaya çalıştığı her şey, iç dünyasında kabul görmeye ve birer birer yerine oturmaya başlamıştı.
Şimdiye kadar başka, bambaşka gözlerle tanımlayarak peşinden koştuğu, güzel bir yerini elde etmek, güzel bir makamında yer almak istediği dünya, sanki modern bir put pazarıydı. Ebru'nun anlattığı gibi eski ve yeni, küçük ve büyük her türlü put vardı bu pazarda!. Büyük put yerine konulan bilim ve teknoloji, küçük putların seri üretimine geçen ve mikroçiplerle bu putlara ruh vermeye çalışan çağdaş put yapıcılarıydı!. Serbest piyasadaki liste başı ürünler, alıcısı en çok olan putiaştmlmış ürünlerdi!. Eğitim ve öğretim ile, medya ve reklam ile ilahlaştınlan her şey, insanların tapınarak peşinden koştuğu, tapınarak elde etmek istedikleri şeyler oluyordu!. Mutluluğu ve mutmainligi bu putlarda arayan insanlar, elde ettikleri her puttan sonra bulamadıkları mutluluğu, bulamadıkları tatmini, henüz elde edemedikleri diğer putlarda bulacaklarını zannederek, bir puttan diğer putlara doğru koşturuyorlardı!.
İnsanları kendilerine kul ederek, kendilerini en büyük put yerine koyan liderler ve yöneticiler ise dünyadaki put pazarının, putlaştınlmış önderleriydi. Dünyevi beklentilerle devlet adamlanna, uhrevi beklentilerle din adamlarına kulluk yapan insanlar, binlerce put ve bunca kulluk arasında nefes alamaz, düşünemez bir duruma gelmişlerdi. İşte İslam bu insanlara sesleniyor ve muhatabı tek kişi dahi olsa, bu tek kişiyi kahramanca bir tavıra yani dünyanın tüm sahte ilahlarını reddetmeye davet ediyordu. Tabi ki bu davete kulak vermek, bu davetin gereğini yapmak hiç kolay değildi. Çünkü bu daveti kabul etmek, teknolojinin inşa ettiği ve milyarlarca insanın üzerinde yol aldığı çok şeritli otobandan çıkıp, toprak bir yola girmek gibi gözüküyordu!. Fakat böyle bir tercih dünyanın İçinde bulunduğu materyalist realiteye çok aykırı gözükse de, yaşanılan dünyaya karşı çok özel bir tavır ve çok özel bir duruştu bu!.
Anlıyordu, her şeyi artık daha iyi anlıyordu Serhat!. Ve bu anlayışı genişledikçe, Ebru ile arasındaki mesafelerin hızla küçüldüğünü ve kendisinin Ebru'ya, Ebru'nun kendisine hızla yaklaştığını hissediyordu. Daha önceieri Ebru'nun tercihini sıradan insanlara özgü basit bir tercih olarak algılamasına rağmen, artık bu tercihin çok özel insanlara özgü sıradışı bir tercih olduğunu çok iyi anlıyordu.
İçinde bir sıcaklık, git gide artan bir sıcaklık hissediyordu Serhat!. Ayrıldıkları günden bu yana içinde gizli bir ateş gibi örtmeye, küüemeye, gizlemeye, unutmaya çalıştığı sevdaya ait duygulan, bir nefeslik rüzgar ile harlamış, harlayıvermişti sanki!. İçinde hızla büyüyen bu yangını söndürmeyi, bu yangından kaçmayı hiç düşünmeyen Serhat, böyle bir yangın ile içindeki bazı buzlann eridiğini, gönlündeki iklimin değiştiğini hissediyordu. Ebru'ya karşı yüreğinde hissettiği duygular, daha önceki sevgisini, daha önceki sevdasını gerilerde, çok gerilerde bırakan duygulardı. Sanki Ebru'yu yeni tanımış, bu özel kıza sanki yeni sevdalanmıştı!.
Kadriye hanım da bazı şeyleri daha iyi, daha açık anlamaya başlamıştı. Nusret hoca her meseleye, her soruya birbiriyle hiç çelişmeyen çok açık cevaplar veriyordu. Gerçi Kadriye hanımı etkileyen asıl unsur, Nusret hocanın verdiği cevaplardan ziyade bu cevaplan verirken karşı tarafa hissettirdiği kalbi sıcaklıktı. Nusret hocanın dudaklarından dökülen sözler, akıldan veya beyinden değiî gönülden gelen sözlerdi. Söylediklerine o kadar inanıyor ve bu inancı karşı tarafa o kadar açık hissettiriyordu ki, konuştuğu sözler ile adeta bütünleşiyor ve bu bütünlüğü birbirinden ayırmak mümkün olmuyordu.
Evet, Nusret hocanın belirttiği gibi İslami tebliğin bir gündemi, bir gündem bilinci vardı. “İslam'ın şartı beştir” denilmesine rağmen, bu şartlardan olmazsa olmaz olanı kelime-i şahadet idi. Televizyonlarda boy gösteren ilim adamları sadece kelime-i şahadeti anlatıp diğer dört şartı hiç anlatmasalar, onların bu durumu yine de makbul ve makul karşılanabilirdi. Ancak kelime-i şahadetin gözardı edildiği bir tebliğde, diğer dört şart ciltler dolusu açıklamalarla anlatılsa dahi, bu anlatım İslam'ın kabul edebileceği meşru bir tebliğ değildi. “Efendim, ben İslam'ı bilmeyen insanlara kelime-i tevhid gerçeğini, bu gerçeğe göre neleri tasdik edip, neleri reddetmeleri gerektiğini anlatmıyorum, anlatamıyorum ama dilimin döndüğünce diğer dört şartı anlatıyorum” diyen kimselerin durumu, kelime-i tevhid inancını terkedip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerin durumu gibiydi!.
Oysa İslam, bilerek veya bilmeyerek şirk içine giren kimselerin namaz kılmasını veya oruç tutmasını değil, bu insanların öncelikle şirkten kurtarılmasını amaçlıyordu. Resulullah (s.a.v.) ve tüm peygamberler, insanları öncelikle tevhide davet etmişler, “La ilahe” buyruğu ile kendilerine ilahlık taslayan bütün firavunları, ilahlaştırılmaya çalışan bütün putları inkar etmeye çağırmışlardı. İnsanları tağuttan sakındırmadan, putlardan uzaklaştırmadan Allah'a kulluğa davet etmek, ne kadar saçma bir davetti!.
Bütün bunlara yeterli bir açıklık getiren Nusret hoca, bir söz arasında Mekke'Ii müşriklerin Resulullah (s.a.v.)'e gelerek “Bizim putlarımız hakkında kötü bir söz söylememen şartıyla, inandığın dinini istediğin gibi anlatmana izin vereceğiz” teklifinde bulunduklarını anlatmıştı. Resulullah (s.a.v.)'in hiç düşünmeden reddettiği bu teklifi, yazılı ve görsel medyada yer alan din adamlan acaba hiç düşünmeden kabul mu etmişlerdi!. Dini basının kalemşörleri, medyanın kelamşörieri için demokrasinin bir lutfu, kaçırılmaması gereken bir ikramı mıydı bu!.
Oysa Nusret hocanın söylediği gibi din adına söz meydanlarına çıkıp da bu konularda susmayı kabul etmek; hakkın konuşulmasını dileyen Allah'ın değil, hakkın gizlenmesini isteyen şeytanın halifesi olmak anlamına geliyordu. Halbuki Allah (c.c.) bu insanlara dini konularda susma, suskunluğun güvenli gölgesine sığınma hakkını da veriyordu. “Hakkı anlatmaya, insanları tağuttan sakındırmaya gücünüz ve yüreğiniz yetmiyorsa, din adına susabilir, suskunluğa çekilebilirsiniz..” deniliyordu kendilerine.
Yeter ki sussunlar, yeter ki İslam'ı sadece namaz, oruç ve güzel ahlak olarak algılayan insanların aldatılmasına ve tağutlara kulluğa devam ederek sömürülmesine vesile olmasınlardı!. Elbetteki onların susmasıyla Kur'an-ı Kerim susmuş olmayacak, elbetteki İslam'ın bu gerçeklerini hiç kimseden çekinmeden anlatabilecek müslümanlar olacaktı.
Bunları söyleyen, bunları anlatan Nusret hocayı dikkatlice dinleyen Kadriye hanım, bütün bu anlatılanları genel olarak kabul etmesine rağmen yine de çağdaş ve modem bir din olarak algıladığı islam ile bu adamın din anlayışı arasında çok büyük farklar olduğunu hissediyordu. Kadriye hanımın düşünerek ve benimseyerek kabul ettiği gerçekler, inanç ve itikada ait gerçeklerdi. Şimdiye kadar bilmediği ya da farketmediği bu itikadı gerçekler, hiç kuşkusuz ki bir insanı tüm dünyaya ve dünyanın içindekilere karşı özgür kılacak gerçeklerdi. Dolasıyla bu itikadi gerçeklerden hareket edilerek varılacak olan din anlayışı da, daha çağdaş ve daha özgür bir din anlayışı olmalıydı.
Ne var ki bu adamın halinde, bu adamın davranışlarında böylesi bir din anlayışı hiç gözükmüyordu!. Bazı konulardaki fikirleri açık ve aydınlık olsa da, dünyaya bakan gözlerinde huzurlu bir rahatlık değil, yobazlara özgü bir tutuculuk, bir bağnazlık hissediliyordu!.
Oysa dünyadaki putları, tağutları reddetmek ayrı bir şey, dünya ile barışık yaşamak ayrı bir şeydi!. Dinde zorlama olmadığına göre, her insanın tercihine saygı göstermek ve bu insanlarla banş içinde yaşamak zor olmasa gerekti!. Ayrıca bu insanlar din adına korku, nefret ve düşmanlığa değil, sevgi ve hoşgörüye davet edilmeliydi.
“Nusret bey!. Ben sizin bu anlattıklannıza katılsam da, sizin dünya görüşünüze ve din anlayışınıza pek katılmıyorum Çünkü benim din anlayışımdaki temel unsur sevgi ve hoşgörüdür. İnsanlara bu dinin sevdirilmesi gerektiğini düşündüğümden, insanları Allah'tan korkmaya değil, Allah'ı sevmeye davet etmeyi uygun görüyorum. Öyle inanıyorum ki sevgiyle her şey daha kolay ve daha güzel olacaktır.”
Kısa bir süre duraklıyarak Nusret hocadan cevap bekleyen Kadriye hanım, onun düşünceli gözlerle kendisine bakarak sustuğunu görünce sözlerine devam etti.
“Sözünü ettiğim bu özel sevgi, elbetteki korku, nefret ve düşmanlığa bulaşmamış temiz bir sevgi olmalıdır. Açık söylemem gerekirse ben sizde böyle bir sevgi görmüyorum. Bazı şeyleri gerçekten sevseniz de, bu sevginiz diğer şeylere duyduğunuz nefret ve düşmanlıkla kirleniyor. Bana göre İlahi sevgi, nefret ve düşmanlıkla kirlenen bir sevgi olmamalı.”
Annesini dikkatlice dinleyen Serhat, annesinin söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Güzel kelimelerle, güzel sözler söylemişti annesi. Sevgi denilen şey gerçekten temiz, tertemiz olmalıydı. İyi ile kötü, güzel ile çirkin birbirinden ne kadar uzak ise, sevgi ile nefretin de birbirinden o kadar uzak olması gerekmez miydi?
Bu düşünceler içinde Nusret hocaya baktı.
Acaba o ne diyecek, o nasıl yaklaşacaktı bu meseleye!. Nusret hoca bütün anlatılanları hiç hayrete düşmeden gayet sakin bir şekilde dinlediğine göre, belki de onun da kabul ettiği, onun da karşı çıkmayacağı şeylerdi bunlar. Fakat yine de dinlemek, onun yaklaşımını, onun ağzından duymak istiyordu.
Kadriye hanıma “Bitti mi?” diye soran Nusret hoca, Kadriye hanımın sağ elini öne doğru uzatarak “Buyrun” demesinden sonra konuşmaya başladı.
“Sevgi, her insan için çok güzel bir duygudur. Allah'ın rızasını gözeterek Allah'ı ve Allah'ın sevdiklerini sevmek ise sevgilerin en güzelidir. Elbetteki bu sevgiyi içimizde diri tutmamız ve yaşayarak bu sevgiyi beslememiz, büyütmemiz gerekir. Ancak Allah korkusundan uzak bir Allah sevgisi, Allah'tan gafil insanlara özgü bir sevgidir. Çünkü Allah'ı sevmemiz ne kadar önemliyse, Allah'tan korkmamız da o kadar önemlidir.”
“Korku, neden bu kadar önemli olsun ki?”
“Kadriye hanım!. İnsanı boşu boşuna yaratmayan Rabbimiz, insanlardaki temel fıtri özellikleri de boşu boşuna yaratmamıştır. Bizler bu fıtratımızı değiştirmeye çalışmakla değil, Rabbimizin ihsan ettiği fıtri özelliklerimizi yerli yerinde kullanmakla mükellefiz. Rabbimiz bizleri sadece sevmeye ve dostluğa meyyal olarak yaratsaydı “Bu dünya imtihanında korkmamız veya nefret ederek düşman olmamız gereken hiçbir şey yoktur” diyebilirdik. Ancak biliyoruz ki Rabbimiz bizlere hem korku ve nefret özelliğini vermiş, hem de Kur'anı Kerim'deki apaçık nasihatler ile nelerden korkmamız, nelerden nefret etmemiz ve nelere düşman olmamız gerektiğini bildirmiştir.”
Kadriye hanım canı sıkılmış bir şekilde “Yani İslam sevgi dini değil mi, bunu mu demek istiyorsunuz?” diye sordu.
“İslam sevgi dinidir” demek, İslam'ın sadece bir yansını tanımlamak demektir. Çünkü İslam'ın bütünsel anlamında Allah için sevmek olduğu gibi Allah için korkmak, buğzetmek, nefret etmek de vardır, İslam'a göre Allah'ı ve Allah'ın sevdiklerini sevmek ne kadar önemliyse, Allah'tan korkmak ve Allah'ın düşmanlarını düşman bilmek de o kadar önemlidir. Nitekim Allah'ı bizlerden çok daha fazla seven peygamberler, aynı zamanda Allah'tan en çok korkan ve yüreklerindeki merhamete rağmen Allah'ın düşmanlarına düşman olan insanlardı.
Bir şeyler söylemeye niyetlenen Kadriye hanım, peygamberlerden örnek verilmesi üzerine dudaklarını gayri ihtiyari kapatarak susmayı tercih etti. Serhat ise bu meselenin biraz daha konuşulmasını, anlayamadığı bazı şeylerin açılmasını istiyordu.
“Nusret hoca!. Sevginin önemini ve faydasını biliyoruz. Korkmanın, nefret etmenin, düşmanlık duymanın bu kadar önemli olan faydası ne?”
“Serhat, bir insanın iyiliğe ve güzelliğe varması için ne yapması, nasıl bir çaba göstermesi gerekir?”
“İyiliği ve güzelliği sevmesi, ona yaklaşmaya çalışması değil mi?”
“Evet, cevabın önemli bir yansı bu!. Diğer yarısı ise kötülükten ve çirkinlikten uzaklaşmasıdır. Zaten bazı yerlere varmak için, bazı yerlerden uzaklaşmak şarttır. Mesela belli bir hedefe doğru ilerleyen araba, ön tekerlekleriyle bir yeriere doğru yaklaşırken, arka tekerlekleriyle de bir yerlerden uzaklaşır. İşte insanı böyle bir araba olarak düşünürsek, 4x4 yani dört çekişli olan bu arabanın ön tekerleklerinde çekici, arka tekerleklerinde itici güç vardır, ön tekerleklerdeki çekici gücün kaynağı sevgidir, sevdadır, iyiye ve güzele varabilme, kavuşabilme arzusudur. Arka tekerleklerdeki itici gücün kaynağı ise korkudur, kötüye duyulan düşmanlık, çirkine duyulan nefrettir, kötülükten ve çirkinlikten bir an önce uzaklaşma isteği, uzaklaşabilme gayretidir. Meseleyi bu şekilde tanımladığımız zaman, iyiye ve güzele duyulan sevgi ne kadar önemliyse, kötüye ve çirkine duyulan nefret ya da düşmanlığın da o kadar önemli olduğunu anlayabiliriz.”
Nusret hocanın verdiği örnek, Serhat'ın çok hoşuna gitmişti. Bir süre önce babasından 4x4 özelliğinde cip almasını istemiş ve bu cipin arazideki birçok engeli aşabildiğini söylemişti. Sadece önden çekişli veya sadece arkadan itişli arabalann geçemediği engellerden, önden çekişli ve arkadan itişli bu cipler gayet rahat geçebiliyorlardı. Nusret hocanın meseleyi bu şekilde örneklendirmesi, Serhat için bu meseleyi çok açık ve anlaşılır kılmıştı. Bazı insanlar çabalarıyla iyiye ve güzele varmak isterken, bazı insanlar aynı çabalarla çirkinlikten ve kötülükten uzaklaşmak isteyebilirdi. Bu tek yönlü çabaların kısmi faydalan olsa da, böylesi çabalarla neticeye ulaşabilmek çok zordu. Meyhaneden uzaklaşmadan camiye varmak isteyen insanlar, meyhane ve cami arasında gerilen ve bu gerginliğin sıkıntısını yaşayan insanlar değil miydi? Oysa meseleye en ideal ve en verimli yaklaşım, Nusret hocanın belirttiği gibiydi. İyiye ve güzele duydukları sevgi ile bunlara varmak isterken, kötüye ve çirkine duydukları nefretle bunlardan uzaklaşmak isteyen insanlar, aynı istikametteki bu iki yönlü çaba ile hedeflerine en çabuk, en rahat varabilen insanlar olmalıydı.
Nusret hocanın anlattıkları, Kadriye hanıma da açık ve anlaşılır gelmişti. Fakat şimdiye kadar ki görüşleriyle taban tabana zıt olan bu yaklaşımı yine de tasdik etmek, başını salliyarak dahi olsa kabullenmiş görünmek istemedi. Çünkü biraz düşünmesi, kendi iç dünyasında tartışması, değerlendirmesi gereken bir yaklaşımdı bu!. Böylesi bir kararsızlık içinde yerinden kalktı ve Serhat'a “Baban hala gelmedi, ben ona bir bakayım” diyerek dışarıya çıktı.
Kadriye hanım dışarıya çıktıktan sonra saatine bakan Nusret hoca, Serhat'a dönerek “İkindi namazını geciktirmeyim. Müsaade eder misin?” diye sordu. Nusret hocanın kendisinden izin istemesi karşısında her nedense biraz ezildiğini hisseden Serhat, ayağa kalkarak “Tabi, tabi, buyrun” dedi. Ayakta bir süre kalıp, Nusret hocanın merdivenlerden kendi odasına gidişini seyrederken, uzun zamandır hiç namaz kılmadığını düşünmüş ve kalbinin derinliklerinden gelen “Artık ben de namaz kılayım” fısıltısını duyar gibi olmuştu!. Bu fısıltıyla irkildiğini, bu fısıltıyla heyecanlandığını hisseden Serhat, yine de susmuş, yine de hiçbir cevap vermemişti bu fısıltıya!..
Hava karardıktan sonra, hep birlikte eve dönmeye karar vermişlerdi. Serhat bu gece de dağ evinde kalmak İstediğini ısrarla söylemesine rağmen, ondaki bu aşın kalma isteğine kuşkuyla yaklaşan Murat bey “Kapısını kilitleriz. Kalmana hiç gerek yok” diyerek onun da şehre dönmesini istemişti.
Kadriye hanım ise âüne nazaran daha keyifsiz, daha moralsiz hissediyordu kendisini. Bahçede kocasıyla bir süre konuştuktan sonra onun da oldukça huzursuz olduğunu farketmiş ve ona Nusret hoca hakkında ne söylemesi gerektiğini bilememişti. Çünkü bir kararsızlık içindeydi. Bu adamla daha konuşulacak çok şey olmasına rağmen, bu adamı kilit altında tutmaya çalışmak kendisini rahatsız etmeye başlamıştı. Hatta bir ara kocasına dönerek "Onunia yarın da konuşmak istediğimizi söyleyerek burada kalmasını isteyelim. Kalmak isterse kalsın, gitmek isterse de bırakalım gitsin" demeyi düşündü. Ancak kocasının gizli bir kinle kararan bakışları, onun böyle bir teklife hiç hazır olmadığını gösteriyordu.
Yol boyunca pek konuşmadılar!,
Arabadaki suskunluktan herkesin keyifsiz olduğunu hisseden Murat bey, bu sıkıcı havayı dağıtmak için onları güzel bir balık lokantasına götürdü. Sanki hiçbir şey olmamış, sanki dağ evinde bir adamı hiç hapsetmemişler gibi rahat gözükmeye çalışan Murat bey, lokantada karşılaştığı bazı tanıdıklarıyla da şakalaşarak selamlaşmıştı. Sipariş verirken yaptığı nüktelerle hanımını ve oğlunu da neşelendirmek istiyen Murat bey, bütün bunları yaparken “Ben bu yobazdan hiç etkilenmedim, siz de etkilenmeyin!.” mesajını vermeye çalışıyordu!.
Kocasının bu çabalarına dudak kenarlarında beliren zoraki bir gülümseme ile karşılık veren Kadriye hanım, karmaşık duygular içinde yine oğlunu, yine oğlu Ferhat'ı düşünüyordu. Önceleri aldatıldığını, kandırıldığını düşündüğü oğlu hakkında, farklı şeyler düşünmeye, farklı şeyler hissetmeye başlamıştı. İçindeki bu farklılıkları oğluna anlatmak, oğluyla paylaşmak ve oğlunu öncekinden çok farkh bir kulakla dinlemek isterdi. Şimdi o da burada, bu masada olsaydı ne güzel olurdu düşüncesiyle, onu ne kadar çok özlediğini hissetti.
Fakat yoktu, bu masada ve bu dünyada yoktu oğlu!. Ve kendisine acı veren bu yokluğun önemli sebeblerinden birisi de, eve hapsettikleri o adamdı!. Anlattığı şeyler doğru olsa da, bu doğrulardan hareketle vardığı nokta yine yanlış,, yine de yanlıştı bu adamın!. Çünkü Kadriye hanımın inandığı Allah, insanlan zorluğa değil kolaylığa, düşmanlığa değil dostluğa, ayrılığa değil birliğe, kavgaya değil barışa davet eden bir Allah idi.
Önüne getirilen yarım kiloluk lüferi çatalıyla uzunlamasına ikiye ayıran ve üzerine lokantanın özel sosunu döken Serhat, bunları yaparken hep Nusret hocayı düşünüyordu. Nusret hoca evdeki bisküvilerden yiyor olmalıydı. Oysa bu nefis balığı ona ikram etmek ve karşısına geçerek onun bu güzel balığı yiyişini seyretmek isterdi, Bu duygular içinde “Acaba ona acıyor muyum?” diye düşündü.
Yooo!. Nusret hocaya acımıyordu Serhat!.
Belki acınacak durumda olan, yapmacık nüktelerle gülen ve onlan da güldürmeye çalışan babasıydı. Çok özel bir insan olan Nusret hoca ise saygı duyulacak, takdir edilecek bir kişiliğe sahipti. Bîr günlük, sadece bir günlük konuşmalarıyla, Serhat'ın koskoca bir ömrünü etkilemişti sanki!. Öğleden önce Nusret hocayla yalnız yaptığı konuşmalar, düşünen ve akleden her insan için çok özel konuşmalar olmalıydı. Bu konuşmalarla Allah'ın varlığı hakkındaki düşünceleri netleşmiş, bu konuşmalarla peygamberler hakkındaki fikirleri değişmişti. Bir zanna, bir ön kabule, bir ön yargıya dayanarak konuşmuyordu Nusret hoca. Söylediği tüm sözlere ve değerlendirmelere, Kur'an-ı Kerim'le birlikte bütün bir kainatı ve kainattaki varoluş gerçeğini, varoluş hikmetini delil gösteriyor gibiydi!.
Değiştiğini, gerçekten değiştiğini hissediyordu Serhat. Fakat yaşadığı bu değişiklik, her nedense kendisine bir tedirginlik, bir rahatsızlık veriyordu!. Allah'a, peygambere ve dine yaklaştıkça, kendisinden, kendi kimliğinden, kendi kişiliğinden uzaklaşmıştı sanki!. Daha önceleri kendisini sevmesine ve kendisiyle barışık olmasına rağmen, bu sevginin hızla küçüldüğünü ve bu barışıklığın ortadan kalktığını hissediyordu!.
Kendisini bisiklete ters binmiş bir çocuk gibi görmeye başlamıştı!. Oysa bunca yıldır bisikleti suçlayıp, bisikletin ters olduğunu iddia etmiş ve kendisini ters bisiklete düz oturmayı başaran iradeli bir insan olarak görmüştü!. Bir insan olarak fıtratına ters gelen bu oturuş şeklinden zaman zaman acı ve rahatsızlık duysa da. Özel ve ayrıcalıklı bir insan olmanın verdiği okşayıcı duygularla bunlara katlanmıştı!.
Fakat şimdi, şimdi anlıyordu ki terslik bisiklette değil kendisindeydi. Bu gülünç durumunu yavaş yavaş farketmesine rağmen yine de ne yapacağını, ne yapması gerektiğini pek bilemiyordu!. Bu bisikletten aceleyle inerek düz oturmaya kalkışsa, sanki bütün dünyanın kendisine güleceğini, kendisini alaya alacağını hissediyordu!. Keyfini kaçıran böylesine karmaşık duygu ve düşüncelerden uzaklaşmaya çalışarak, kulağını babasına, babasının boş sözlerine yöneltti.
Eve geldiklerinde saat ona yaklaşmıştı.
Murat bey yatsı namazı için abdest alırken, annesinden izin isteyen Serhat odasına çekilmişti. Murat bey namazını kılmış ve biraz televizyon seyrettikten sonra.
“Yarın erken kalkacağız, haydi yatalım” demişti, Yann erken kalkacağız demenin, yann dağ evine erken gideceğiz anlamına geldiğini çok iyi anlayan Kadriye hanım, bu anlayışla içinin daraldığını hissetti. Her nedense dağ evine bir daha gitmek, o adamla bir daha konuşmak istemiyordu. Kendisi dağ evine gitmese, durum hiç kuşkusuz ki daha kötü olabilirdi. Çünkü kocasına güvenmiyor, sinirlerine hakim olamayan kocasından endişe ediyordu!. Keşke böyle bir şeyi hiç yapmasalar, keşke bu adamı başlarına hiç sarmasalardı!.
Yatak odasında yalnız kaldıklarında, kocasıyla kısa bir süre konuşmayı denedi Kadriye hanım. Nusret hoca denilen bu adamın, hiç de sıradan bir insan olmadığın? ve bazı konularda kendisini çok iyi yetiştirmiş olduğunu anlatmaya çalıştı. Karısının bu sözleri üzerine yatakta doğruluveren Murat bey biraz sinirli ve meraklı bir sesle “Yoksa onun anlattığı saçmalıklan kabul mü ettin?” diye sordu.
“Kabul ettiğimi söylemedim. Fakat anlattıkları da saçmalık değildi!.”
“Ya adam tağut, tağut demekten başka bîr şey bilmiyor. Bir de kelime-i şehadet diye tutturdu!. Sanki müslümanım deyip de ke!ime-i şehadetin ne olduğunu bilmeyen var!.”
Yastıktaki başını kocasına doğru çevirerek ona kısa bir süre bakan Kadriye hanım, kendisini çok farklı yerlerde gören kocasına “Bana tağutun ne olduğunu, kelime-i şehadetin ne anlama geldiğini söyler misin?” diye sormayı düşündü.
“Fakat ne olacak, ne değişecekti ki?”
Kocasını uzun yıllardır tanıyordu Kadriye hanım.
Herhangi bir meseleye ön yargılı yaklaştığı zaman, mucize görse onun değişmeyeceğini, değişmek istemeyeceğini çok iyi biliyordu. Zaten bunu bildiği için onun karşı çıktığı, onun kabul etmediği hiçbir düşüncesi, hiçbir görüşü hakkında ısrarcı olmamış ve onunla tartışmamayı bir prensip edinmişti kendisine!.
“Herneyse hayatım!. Benim söylemek istediğim, bu adamla fazlaca konuşmamıza, fazlaca tartışmamıza hiç gerek yok..”
Kadriye hanım son cümleyi söyledikten sonra aniden sustu. Az daha dilinin ucuna gelen ifadeyi söyleyecek, kocasının kızacağını bile bile “Bırakalım gitsin” diyecekti.
“Kadriye, bu adamla fazla konuşmamıza gerek olmadığını ben sana en başta söyledim!. Adam gerçekten şeytan gibi. Namaz kılıp iyi bir müslüman gibi konuşması ise ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. İnsanın köklü bir din anlayışı olmasa, bu herif adamı dinden çıkarır. Çünkü adamın sözlerindeki bazı zehirler, gördüğüm kadarıyla sizleri de etkileyen, sizlerde de panzehiri olmayan zehirler!.”
Kocasının bu istikamette daha fazla konuşmasını istemeyen Kadriye hanım “Biraz abartıyorsun Murat!. Haydi yatalım” diyerek gözlerini kapattı. Uzun süre uyuyamayan Kadriye hanım, Nusret hocayı ve kocasının onun hakkında söylediklerini düşünüyordu.
Acaba haklı mıydı, bu kez haklı mıydı kocası!.
Erken kalkmışlar ve kahvaltı yaptıktan sonra hiç oyalanmadan yola koyulmuşlardı. Kadriye hanımın hatırlatması üzerine yol üzerindeki Çoban et galerisine uğrayan Murat bey, burada hazır satılan şiş, köfte ve .bonfile çeşitlerinden almıştı. Daha önceleri de buraya çok uğramış, buradan çok alışveriş etmişti. Çünkü dağ evinde odun kömürüyle mangal yapmak, özel bir keyif, özel bir ziyafetti onun için.
Eve geldiklerinde aceleyle yukarı çıkan Serhat, Nusret hocays yatağın kenarında otururken buldu. Elindeki teşbihi çekmeye devam eden Nusret hoca, hiçbir şey söylemeden kendisine bakan Serhat'a hafifçe tebessüm ederek “Selam vermeyecek misin?” dedi.
“Selamunaleyküm.”
“Ve aleykümselam ve rahmetullah. Hoşgeldin Serhat.”
“Hoşbulduk. Geceyi nasıl geçirdiniz?”
“Elhamdülillah, düne nazaran daha iyi uyudum. Herhalde alışıyorum!.”
Nusret hocaya biraz şaşkınca bakan Serhat, bu söze ne karşılık vereceğini bilemedi. “Alışın, alışın iyi olur” demek, hiç kuşkusuz ki hoş bir karşılık olmazdı!. Memnun bir yüz ifadesiyle “Uyuyabildiğinize sevindim” demeyi tercih etti.
“Serhat onu buraya getir!.”
Babası seslenmişti aşağıdan. Onu buraya getir derken sanki bir maldan, sanki bir eşyadan söz ediyordu!. Babası namına özür dilemek istedi Nusret hocadan. Sonra bundan vazgeçerek yanındaki yedek anahtarlarla kilidi açtı ve “Buyrun, aşağıya inelim” dedi.
Mutfağa girerek çayı ateşe koyan Kadriye hanım, çay demlenesiye kadar Murat beyle kendisine kahve pişirecekti. Nusret hocanın da aşağıya indiğini farkedince, mutfak kapısını açarak “Siz de kahve içer misiniz?” diye sordu. Kendisine sorulan bu sorudan Murat beyin hiç hoşlanmadığını farkeden Nusret hoca “Teşekkür ederim, kahve istemem” demeyi uygun gördü.
Kısa bir süre sonra elindeki kahve tepsisiyle salona geîen Kadriye hanım, Murat beye kahvesini verdikten sonra yan taraftaki kendi koltuğuna oturdu. Kahvesinden birkaç yudum içtikten sonra biraz meraklı gözlerle Nusret hocaya baktı. Anladığı kadarıyla iyiydi, iyi gözüküyordu Nusret hoca.
Bacak bacak üstüne atmış bir şekilde kahvesini yudumlayan ve aşağılayıcı bir gözle Nusret hocaya bakan Murat bey ise söze nereden başlayacağını düşünüyordu!. Aklına gelen ilk soruyu, küstahça bir edayla sormaktan çekinmedi.
“Nerelisin sen?”
Sorudan değil soruluş tarzından rahatsız olan Nusret hoca, kısa bir süre duraksadıktan sonra “Diyarbakır” cevabını verdi. Yüzünü ekşiterek bu cevaptan hiç hoşlanmadığını açıkça belli eden Murat bey, aynı ekşi yüzle “Sen de kurt müsün?” dedi.
“Evet kürdüm.”
“Övünerek söylüyor gibisin!.”
Kaşlarını kaldırarak gözlerini daha bir açan Nusret hoca, sinirli bir ses tonuyla “Utanmam mı gerekiyor?” diye sordu. Nusret hocanın sinirli ve yüksek sesle verdiği bu cevap, Murat beyin her nedense kızmasına sebeb oldu. Bu kızgınlık ile 1Halkının yaptıklarından tabi ki utanman gerekir” dedi.
“Halkım ne yapmış ki?”
“PKK'ya uzun yıllar destek verdiklerini bilmiyor musun?”
Nusret hoca hafifçe başını sallıyarak “Ben onların hangi şartlarda, ne yaptıklarını biliyorum” dedikten sonra sordu.
“Peki sizler de bu devletin, bu sistemin uzun yıllardır doğu insanına ne yaptığını, onlara neleri reva gördüğünü biliyor musunuz?”
“Cumhuriyet dönemini mi kastediyorsun?”
“Tabi ki cumhuriyet dönemini!. Çünkü daha önceleri doğu ile batı, türk ile kurt arasında bir ayırımcılık yoktu. İnsanları İslam kardeşliği bir araya getiriyor ve fazlaca önemsenmeyen etnik farklılıklar, hiçbir zaman bir ayrılık, bir fitne konusu olmuyordu. Ancak cumhuriyetle beraber reddedilen İslami değerlerin yerine, bir ırka ait bazı etnik değerler yerleştirilmeye çalışıldığında, söz konusu problemlerle karşılaşıldı. Ülke insanlarını türk kimliğinde biraraya getirmeye çalışan milliyetçi(!) anlayışlar, bu etnik kimliği değişik dayatmalarla her kesime kabu! ettirmek istediler.”
Nusret hoca biraz duraksadıktan sonra devam etti.
“Özellikle doğu bölgesinde işkencelere, toplu sürgün ve katliamlara varan bu dayatmalar, hiçbir zaman istenilen sonucu vermedi. Çünkü bu dayatmalara karşı çıkan babalarının ve dedelerinin köy meydanlarına getirilerek, annelerinin yaşlı gözleri önünde dövülmelerini ve çırılçıplak soyundurularak aşağılandırmalarını izleyen genç nesiller, nefretle karşıladıkları bu dayatmalara bir tepki olarak, etnik kimliklerine daha sıkı sarıldılar. Daha önceleri faziaca önemsenmeyen ve ön plana çıkmayan etnik kimlikler, resmi ideolojinin bu etnik baskısıyla önemsenen ve ön plana çıkan bir kimlik durumuna geldi!.”
Duyduklarından oldukça etkilenen ve doğu insanı hakkında yapılan bu kısa yorumu çok anlamlı bulan Kadriye hanım, konuşmasını sürdüren Nusret hocayı git gide artan bir dikkatle dinliyordu.
“Tabi ki toplumlarda oluşan her muhalefet potansiyeli kullanıldığı gibi, doğu insanları arasında meydana gelen bu muhalefet potansiyeli de kullanıldı. Cumhuriyet tarihi boyunca doğulu insanlar arasında git gide artan bu etnik muhalefet potansiyelini yakın zamanda kullananlar ise, sizin de bildiğiniz gibi bazı dış güçler ve bu güçlerle işbirliğine giren PKK oldu. İşte bu muhalefet potansiyelini kullanan PKK'nın hareket sürecinde kazanmış olduğu genişlik, resmi ideolojinin baskılarla uyandırıp, dayatmalarla büyüttüğü bu etnik muhalefet potansiyelinin ne kadar geliştiğini ve ne kadar vahim boyutlara geldiğini göstermektedir.”
Nusret hocanın anlattıklarını yeterince anlayan fakat ona ne diyeceğini kestiremeyen Murat bey, konuyu biraz değiştirmek istercesine “Türklere düşmansın değil mi?” diye sordu.
“İnsanlara ırkları nedeniyle düşman olmaktan Allah'a sığınırım.”
“Tabi ya!. Sizler insanları ırklarına göre değil dinlerine göre ayırıyorsunuz. İnananlar ve inanmayanlar diye ikiye bölüyorsunuz, öyle değil mi?”
“İnsani ilişkilerde inanan inanmayan ayırımı yapmak elbetteki söz konusu değildir. Ancak mesele İslam olduğu zaman inanan inanmayan ayırımını biz değil, Allah yapıyor. İnananlar ile inanmayanları birbirinden ayıran ve ayn değerlendiren bizzat Allah (c.c.)'dır. Dolasıyla bu konuda itirazı olanlar, bize değil Allah'a itiraz etsinler!.”
Konuşmalara biraz ara vermek ve ortamı soğutmak isteyen Kadriye hanım “Sizlere çay getireyim” diyerek aceleyle yerinden kalktı. Boş bardakları alarak hızlı adımlarla mutfağa doğru yöneldi. Bir süre Nusret hocaya ne söyleyeceğini düşünen Murat bey, en sonunda cevap vermekten vazgeçerek mutfaktaki hanımına seslendi.
“Benim çaya su koyma!.”
Babasının bu seslenişini belki annem duymamıştır düşüncesiyle mutfağa giden Serhat, birkaç dakika sonra annesinin doldurduğu çaylan alarak salona döndü. Babasından başlıyarak çaylan dağıttıktan sonra kendi çayını da alarak yerine oturdu.
Kadriye hanım çayını karıştırırken, Nusret hocanın az önce PKK ve doğu insanı hakkında söylediklerini düşünüyordu. Bu sözlerde PKK’ya yönelik açık bir eleştiri görmediği için sormak istedi.
“Siz PKK'nın yaptıklannı tasvip ediyor musunuz?”
“Yaptıklarını tasvip etsem, hiç kuşkunuz olmasın ki onlara katılırdım!.”
“Niye katılmadınız?”
“Bakın hanımefendi!. Ben hiçbir zaman Allah'dan ve İslam'dan umudumu kesmedim. Müslüman olarak bir zulme karşı çıkacaksam, bu karşı çıkışım illa ki Allah adına ve Allah'ın emrettiği biçimde olmalı. Firavunun zulmüne Nemrut adına karşı çıkıp, bir başka zalimin safında yer almaktansa, Firavunun zulmüne sabreden bir mazlum durumunda olmayı yeğlerim.”
“Şu an sabreden bir mazlum durumunda mısınız?”
“Hayır, Musa olmaya çalışıyorum.”
Her şeyi anlamış gibi başını öne doğru sallıyan Murat bey “Musa olmaya çalışıyorum da ne demek? Sana peygamberimiz yetmiyor mu? Sen Musevi misin?” diye sordu.
Saçlarını eliyle arkaya doğru sıvazlıyan Nusret hoca, Kadriye hanıma dönerek “Ben bu kocana ne diyeyim?” dercesine baktı, Sonra sıkıntılı bir şekilde cevap verdi Murat beye.
Bizler bütün peygamberlere inanır, bütün peygamberleri severiz. Ayrıca Allah'ın bütün peygamberlerinde, müslümanlar için güzel örnekler vardır. Allah'ın tavsiyesi üzerine bir meselede Musa (a.s.)'ı örnek almakla musevi, İsa (a.s.)'ı örnek almakla isevi olmayız. Çünkü Allah'ın bir emri, müslümanliğimizin bir gereğidir bu.”
Kocasının açtığı bu basit tartışmayı bitirmek ve sözü değiştirmek isteyen Kadriye hanım, “Nusret bey!. Devlete veya sisteme karşı olmanızın nedeni, doğululara yapılan zulüm mü?” diye sordu.
“Yoo, benim sisteme olan muhalefetimde öncü nedenler bunlar değildir. Herhangi bir ülkenin bir tarafında bir kavime zulmediliyor fakat her tarafında Allah'a isyan ediliyorsa, müslümanm öncelikli muhalefet nedeni Allah'a isyan edilmesidir. Çünkü müslüman bilir ki Allah'a isyan ortadan kaldırıldığı zaman, bu isyanın acı meyveleri olan zulümler de ortadan kalkacaktır. Ayrıca ben doğulu olmama ve doğu insanına yapılan zulmü bilmeme rağmen, bu sistemin batı insanına daha fazla zulmettiği kanaatindeyim.”
Kaşları bir anda çatılan Murat bey “Nasıl? Nasıl zulmetmiş?” diyerek söze girdi. Bu tepkiyi oldukça sakin karşılayan Nusret hoca ise aynı sakinlikle cevap verdi.
“Bakın Murat bey!. Doğu insanı olarak bizler analarımızı, bacılarımızı, hanımlarımızı, kızlanmızı bir tarafa koyalım. Batılılar da analarını, bacılarını, hanımlarını, kızlarını diğer tarafa koysunlar. Ve her iki tarafa dikkatlice bakalım!. Göreceğiz ki bu sistem etnik baskı ile doğu insanının lokmasını çalıp, rızkını küçültürken; kültürel baskı ile batı insanının namusunu çalıp, anlağın? küçültmüştür!. Şimdi söyleyin bana, hangi tarafın kaybı daha büyük ve hangi tarafın durumu daha vahimdir?”
Bu sözlerin ne anlama geldiğini düşünen ve düşündükçe yüzü hafifçe kızaran Murat bey, hiçbir cevap vermedi bu soruya!. Çünkü kendisinin de farkettiği, kendisinin de nefret ettiği bir durumdu bu!. Dolasıyla doğru sözler, doğru tesbitler vardı bu adamın anlattıklarında. Birçok doğu kadını aç kalmasına rağmen dinine ve namusuna bağlı kalarak muhafazakar bir yaşantı sürmesine karşın; batı kaynaklı kültür emperyalizminin tesirinde kalan batılı kadınların bir çoğu, çıplaklığı moda, flört dönemi ilişkilerini modernlik ve çarpık ilişkileri cinsel özgürlük olarak algılayarak, ne yazık ki bu adamın anlattığı duruma düşmüştü!. Şimdi bu adama ne diyecek, nasıl itiraz edecekti ki!.
Tüm konuşmaları önyargısız bir şekilde dinleyen ve Nusret hocanın sözlerini anlamaya çalışan Serhat ise “Söyledikleriniz doğru ise, batı niye isyan etmedi?” diye sordu.
“Aç, açlığını hissedebilir Serhat!. Ancak ahlaklarını yitirenler, bu ahlaksızlığı hissedemezler. Çünkü ahlaksızlığı hissetmek bile, ahîaga gerek duyan bir erdemdir.”
Kendisini batılı olarak tanımlayan Kadriye hanımın ağırına gitmişti bu sözler!. Duyduklarına daha fazla tahammül edemeyeceğini anlayınca, biraz kızgın bir ses tonuyla “Siz ahlaksızlık derken, neleri kastediyorsunuz?” diye sordu.
“Tabi ki ahlaksızlığın her türlüsünü!.”
“Bazı insanların özel hayatlarını mı kastediyorsunuz?”
“Hanımefendi!. Batıdaki ahlaksızlığı görebilmek için dört duvar arasına girmeye ve dört duvar arasındaki özel rezilliklere bakmaya hiç gerek yok. Çünkü edeb ve ahlak ölçülerinden uzak onbinlerce aile yaşantısı bir yana, bunların ötesindeki birçok ahlaksızlık ve birçok cinsel sapkınlık zaten genele açık yerlere ve sokaklara taşmış bir vaziyette değil mi?”
“Toplum içindeki bazı kimselerin eşcinsei olmalarını kastediyorsanız, bu durum onların veya toplumun suçu mudur?”
“Tabi ki hem onların, hem de toplumun suçudur!.”
O zamana kadar eşcinselliği bir hastalık olarak algılayan Kadriye hanım, kaşlarını hafifçe kaldırarak “Anlıyamadım!.” dedi.
“Bakın hanımefendi. Sakın ola ki eşcinsel kimselerin, eşcinsel olarak yaratıldıklarını düşünmeyin!. Şayet onlar eşcinsel olarak yaratılsaydı, bu sapıklıklarının mazur görülmesi ve aynı sapıklığı yaşayan Lut kavminin helak edilmemesi gerekirdi. Oysa mesele böyle değildir. Eşcinsel duygular, kadın veya erkek birçok normal insanda da bulunması ve kendisini hissettirmesi mümkün duygulardır. Çünkü her insanda bulunan nefis, kötülüğe ve cinsel sapmalara meyyal olan bir nefistir. Birçok insan kendi nefsinde hissettiği cinsel sapkınlık dürtüsünü, kendi kişisel ahlakıyla fazla zorlanmadan bastırabilir. Ancak bazı insanların kişisel ahlak anlayışı, bu sapık duygulan bastırmaya yetmeyebilir. Böyle bir durumda, İçinde yaşanılan toplumun ahlaki baskısı devreye girerek, o insanın cinsel sapkınlığının açığa çıkmasını ye pratiğe yansımasını engeller. Mesela Van'da veya Diyarbakır'da bir kimsenin kendisini eşcinsel olarak tanımladığım ve sokakta gezerek müşteri aradığını göremezsiniz. Çünkü toplumdaki ahlaki baskı, böyle bir sapıklığa, böyle bir rezilliğe müsaade etmez.”
Nusret hoca çayındaki son yudumu da içtikten sonra devam etti.
“Fakat içinde yaşanılan toplumda böylesi bir ahlaki baskı yoksa ve bunun da ötesinde cinsel sapkınlıklar hoşgörüyle karşılanıp, iğrenç ilimlerle nefislerdeki eşcinsei dürtüler tahrik ve teşvik ediliyorsa, o toplumdaki cinsel sapıklıkların bir çığ gibi büyüdüğünü görürsünüz.”
Düşünceleıi geçmişe uzanan Murat bey, hiç belli etmek istememesine rağmen Nusret hocaya hak veriyordu. Çünkü otuz-kırk yıl öncesine kadar sadece birkaç sanatçıda görülen bu cinsel sapıklık, bu olayın hoşgörülmesiyle çığ gibi büyümüş ve bir kanalizasyonun taşması gibi sokaklara kadar yayılıvermişti!.
Nusret hocanın anlattıklarını çok iyi dinleyen ve eşcinsellik olayına karşı bakışı değişen Serhat, meseleyi daha iyi anlamak istercesine sordu.
“Peki bu duruma devlet neden müdahale etmiyor!.”
“Devlet denilen şey her ne ise bunlara değil, başlarını örten kızlara müdahale etmekle meşgul Serhat. Gördüğüm ve anladığım kadarıyla yazılı ve görsel medya tarafından yaygınlaştırman böylesi sapıklıkların engellenmesini, bu gibi sapık duyguların bastırılmasını da pek istemiyorlar!.”
Böyle bir anlayışa sahip olan yetkililer, öyle sanıyorum ki vatandaşlarının çağdaş bir travesti olmasından ziyade, çağdışı bir müsiüman olmasından korkuyorlar!. Çünkü çağdaş travestiler kendi organlarını keserlerken, çağdışı müslümanlann onlara yöneleceğinden, harama uzanan onların organlarım keseceğinden endişe ediyorlar!.
Düşünmeden söylediği son sözlerden sonra Kadriye hanıma karşı mahcup olduğunu hisseden Nusret hoca, kısık bir sesle “Affedersiniz” diyerek özür dilemek istedi. Verilen kaba örnekten ziyade bu kaba örnekteki açık mananın üzerinde duran Kadriye hanım ise “Önemli değil” dedikten sonra sordu.
“Sizler, eşcinsellerin kesinlikle cehennemlik olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
“Böylesi sapıklıklardan vazgeçmezlerse akibetleri elbetteki cehennem. Ancak Lut kavmi nasıl ki tevbeye ve hakka davet edilmeyi hak etmişlerse, insani olarak bunların da böyle bir haklarının bulunduğunu düşünüyorum. Allah'ın davetini kabul ederek tevbekar olurlarsa ne ala...”
Başını sallıyarak ayağa kaikan Kadriye hanım, bardakları toplarken Nusret hocanın son sözlerini düşünüyordu. Bu sözlerde bir sertlik, bir kesinlik olsa da, yine de merhametten uzak sözler değildi bunlar. Rahman ve Rahim olan Allah, böyle bir sapıklığa bulaşan insanları dahi tevbeye ve kurtuluşa davet eden bir merhamet Sahibi idi.
Bu düşünceler içinde mutfağa yöneldi.
Elindeki çay tepsisiyle salona dönen Kadriye hanım, düşünceli bir şekilde çayları dağıttıktan sonra yerine oturdu. Çayını karıştırmaya başlayan Serhat, babasına dönerek “Baba, Nusret hoca haklıydı” dedi. Oğluna sinirli bir şekilde bakan Murat bey ise “Sana sormadım!.” diyerek meseleyi kapatmak istedi.
Kendisi mutfaktayken onların ne konuştuğunu bilmeyen Kadriye hanım, merak etmesine rağmen meselenin ne olduğunu sormak istemedi. Çünkü her ne konuşmuşlarsa, kocasının bu konuşulanlardan hiç hoşnut olmadığı belliydi. Gerçi Nusret hocayla yaptığı konuşmalardan kendisi de pek hoşnut olmuyordu ama, adamın doğru sözlerine yanlış demenin de bir gereği yoktu!. Fakat yine de Nusret hocanın ahlak anlayışı ile kendi ahlak anlayışı arasında çok önemli farklar olduğunu düşünüyordu. Biraz duraksadıktan sonra gayet rahat savunabileceğini umduğu bu farklılıklara değinmek istedi.
“Nusret bey!. Biraz önce ahlaki çöküntüyle ilgili olarak söylediklerinize katılıyorum. Fakat bunu kabul etmiş olmam, sizin ahlak anlayışınızı kabullenmem anlamına gelmiyor. Çünkü ben sizin gibilerde çok katı bir ahlak anlayışı görüyorum.”
“Katı derken nasıl bir anlayışdan söz ediyorsunuz?”
“Mesela ben şahsım adına tesettürü kabul eden bir kadınım. Fakat bunu kabul etmeme rağmen tesettürsüz kadınları sizin gibi ahlaksızlıkla suçlamıyorum!.”
Nusret hoca gözlerini hayretle açarak “Ben böyle bir şey söylemedim hanımefendi. Tesettür elbetteki Allah'ın emridir. Ancak bunu bilmedikleri veya bu konuda yanlış bilgilendirildikleri için tesettüre girmeyen nice ahlaklı kadın vardır. Bu kadınlara ahlaksız demekten Allah'a sığınırım” dedi.
“Bildikleri halde örtünmeyenlere ne diyorsunuz?”
“Allah'ın hükmünü inkar etmiyorlarsa, günahkar olduklarını söyleyebilirim. “Böyle bir zamanda örtünmenin gereği yoktur veya örtünmek farz değildir” diyerek açık bir hükmü inkar ediyorlarsa zaten müslüman değildirler ve örtünmek gibi bir mecburiyetleri zaten yoktur.”
“Şimdi böyle söylüyorsunuz ama iktidara geldiğiniz zaman hepsinin başını zorla örtmeye kalkıyorsunuz!.”
“Anlıyamadım!.”
Anlaşılmayacak bir şey yok. Mesela İran'ın molla rejiminde ne yapıldığını siz de biliyorsunuz? İster inansın, ister inanmasın bütün kadınların başlan zorla örttürülmüyor mu?
“Hanımefendi!. İran'daki böylesi tatbikatler ile İslam'ın bu meseleye yaklaşımını birbirine karıştırmayın. İran ve benzeri ülkelerdeki böylesi tatbikatleri ben de doğru bulmuyorum!.”
Bu sözler üzerine biraz şaşırdığını hisseden Kadriye hanım, hafif açılmış gözlerle “Pek anlıyamadım!, Siz bu konuda nasıl düşünüyorsunuz?” diye sordu.
“İslami hükümlerin yaşandığı ülkelerde, İslam'ın kadınların kıyafetine toplumsal düzlemde müdahale edebileceği saha, müstehcenlik sahasıdır. Karşı cinsi aşın tahrik edecek ve toplumsal yaşantıda rahatsızlığa neden olabilecek bir açıklığa, bir çıplaklığa İslam izin vermez. Dar veya açık giysilerle müstehcen bölgelerini teşhir eden kadın ister müslim, ister gayrimüslim olsun, İslam onun bu durumuna müdahale eder.”
“Müstehcen bölgeyi nasıl tanımlıyorsunuz?”
“Bu bölgenin tanımı, farklı toplumlara göre kısmi değişiklikler gösterebilir. Fakat genel olarak göğüslerden dizaitına kadar olduğunu söyleyebiliriz.”
“Yani başları açık olabilir!.”
“Tabi ki olabilir. Çünkü başların örtünmesi, Rabbimizin sadece mümin kadınlara yönelik bir emridir. Mümin kadınlar için tesettür bölgesi, el, ayak ve yüzün bir kısmı dışarıda kalacak şekilde bütün bir vücuttur. Ancak meseleyi diğer kadınlara göre ele aldığımız zaman, mümin kadınlar için geçerli olan tesettür bölgesi ile bütün kadınlar için geçerli olan müstehcenlik bölgesinin birbirinden farklı olduğunu düşünüyorum. Dolasıyla tesettür bölgesine girdiği için mümin kadınlar tarafından örtülmesi gereken başın, müstehcenlik bölgesine girmediği için diğer kadınlar tarafından örtülmesine gerek yoktur.”
“Peki, bu ülkelerde neden zorla örtüyorlar?”
“Kadınlar arasında hiçbir ayırım yapmadan, inananlara özel tesettür bölgesiyle, genele şamil müstehcenlik bölgesini birbirine karıştırdıklan için. Aynca şunu da belirtmek isterim ki, başörtüsü sadece mümine kadınlara özgü bir ayncalıktır. Şanı yüce Rabbimiz mümine kadınlara başlarını örtmelerini ve uzun elbiseler giymelerini emrederek, onların bu farklılık ile diğer kadınlardan ayrılmalarını, ayrı bir kimlikle tanınmalarını murad etmektedir. Bu nedenle başörtüsü, mümin kadınlar için kendilerine ait bir kimlik sembolü, iman ve teslimiyetlerini ifade eden bir sancak gibidir. Mümin kadınlara özgü bu sancağı, zor kullanarak inanmayan kadınlara da takmaya çalışmak; inanmayan kadınlara bir zulüm, inanan kadınlara ise bir hakarettir. Çünkü bir kimliği, bir imanı, bir teslimiyeti ifade eden bu onurlu sancak, özellikle mümin kadınlara ait bir sancaktır.” Konuşmaları büyük bir dikkatle dinleyen Serhat, cevabını tahmin ettiği bir soruyu sadece annesinin durumuna açıklık getirmek için sordu.
“Sancak dediğiniz bu başörtüsü, ilim öğrenmek veya ilim öğretmek için çıkanlır mı?”
Bir farzı terketmenin nedeni, o farzdan daha büyük ve daha önemli olmalıdır Serhati. Mümine bir kadının başını örtmesinin nedeni Allah'ın hükmüne itaat ederek, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Böyle bir bacımızın başını açmasını meşru görebilmemiz için, bizlere bu örtünme nedeninden daha büyük olan bir açınma nedenini göstermesi gerekir. Ben normal şartlarda böyle bir neden olduğunu bilmiyorum!.”
Oğlunun sorusundan ve verilen cevaptan rahatsız olan Kadriye hanım, iddialı olmayan bir ses tonuyla “Fakat ilim öğrenmek ve ilim öğretmek de farzdır” dedi.
“İslam'a göre ilim öğrenmenin hikmeti ve faydası, öğrenilen ilimi yaşamaktır. Öğrenilen bir ilimi, öğrenilen bir hükmü terketme pahasına bir başka ilimi öğrenmeye veya öğretmeye yönelmek, hakka göre haklı bir yöneliş değildir.”
Dinlediklerini anlayan fakat bu konuda tartışmak istemeyen Kadriye hanım, konuşmanın boyutunu değiştirmek istercesine sordu.
“Peki siz doğulu kadınların durumunu tasvip ediyor musunuz?”
“Hangi durumlarını?”
“Doğuda birçok zavallı kadın, bir erkeğin ikinci, üçüncü karısı olarak nikah altında bulunuyor!.”
“Evet, sizin de söylediğiniz gibi o kadınlar Allah'tan korkan bir erkeğin nikahı, nikahın ne anlama geldiğini bilen bir erkeğin sorumluluğu ve güvencesi allındalar. Batıda olduğu gibi bazı şerefsizlerin nikahsız bir dostu, kullanıldıktan sonra kapının önüne bırakılan bir metresi gibi değiller!.”
Nusret hocanın bu sert çıkışı karşısında biraz şaşıran Kadriye hanım, kendisini toparlamaya çalışarak “Batıda herkesin metresi yok ki!.” dedi.
“Doğuda da herkes iki veya üç evli değil hanımefendi!. Zaten sizin de bildiğiniz gibi Rabbimiz tek eşliliği tavsiye etmektedir. Ancak evli bir erkek haklı veya haksız nedenlerle ilk hanımıyla yetinmez ve ikinci bir hanımla beraber olmak isterse, Rabbimiz bu erkeğe meşru fakat zor bir yol göstermektedir.”
“Nasıl bir yol?”
“Bakın hanımefendi. İlk hanımıyla yetinmeyip, ikinci bir hanımla beraber olmak isteyen bir erkeğin, günümüz dünyasında üç ayrı seçeneği vardır. Bunlardan birincisi ilk hanımıyla meşru evliliğini sürdürürken, ikincisini geçici bir dost veya metres olarak kullanmasıdır. İkinci seçenek ilk hanımından ayrılıp, ikincisiyle evlenmesidir.”
Kadriye hanım “İşte doğru olan bu” diyerek söze girdi.
“Sizin doğru bulduğunuz bu seçenekte, bir yuvanın yıkılması, bir kadının dul kalması ve çocuklann anne veya babasından ayrı yaşaması sözkonusudur. Rabbimiz elbetteki bunu da hoş karşılamıyor. Çünkü ilk seçenek, metres olarak kullanılan ikinci kadınlara bir zulüm iken; ikinci seçenek, hayatın zorluğuna bir dul olarak terkedilen ilk kadınlara bir zulümdür. Kullarına zuimü dilemeyen ve yarattığı tüm kadınlara karşı çok merhametli olan Rabbimiz, kadınların erkekler tarafından ahlaksızca kullanılan veya boşanarak terkedilen bir mal durumuna düşmemeleri için, illa ki ikinci bir kadınla beraber oİmak isteyen erkeklere, ilk ikisinden çok daha zor olan üçüncü bir seçenek göstermektedir.”
“Nasıl zor!.”
“Rabbimiz tek evliliği tavsiye etmesine rağmen bir nimet olarak gördükleri ikinci bir imtihana veya ikinci bir musibete talip olan bu erkeklere “Ben size, sizin iyiliğinizi, sizin maslahatınızı gözeterek tek evliliği tavsiye ediyorum. Bu sizin için hem daha rahat, hem de adil olmanıza daha yakındır. Ancak sizler illa ki ikinci bir hanımla beraber olmak istiyorsanız, bunun zorluğunu kadınlarınıza değil kendinize yüklemelisiniz. Böyle bir durumda ilk ailenize olan sorumluluğunuzu terketmeden diğerini de nikahlayarak ve diğerinin de tüm sorumluluklarını yüklenerek eş edinebilirsiniz” buyurmaktadır.”
“Ama yine de tek evliliği emrediyor!.”
“Allah (c.c.) tek evliliği emretmiyor, sadece tavsiye ediyor Kadriye hanım. Ve şanı yüce Rabbimiz tek evliliği tavsiye ederken hiç kuşkunuz olmasın ki kadınlara değil erkeklere acıyor, erkeklere merhamet ediyor. Çünkü kadınlar açısından kıskançlık dışında bir rahmet ve kolaylık olan bu durum, erkekler açısından başlı başına bir zahmet ve bir zorluktur.”
Söylenenleri yeterince anlayan ve bu anlayış bütünlüğü içinde itiraz edebileceği önemli bir şey göremeyen Kadriye hanım “Her şeye rağmen kadınlar bunu hoş karşılamıyor ve bir rezillik olarak görüyorlar” diyerek meseleyi kapatmak istedi. Bu sözleri, oldukça tiksindirici bulan Nus-ret hoca ise yüzüne yansiyan bir hoşnutsuzluk ile cevap verdi.
“Kadriye hanım. Allah'ın hükme bağladığı ve Resulullah (s.a.v.) de dahil olmak üzere yüzbinlerce salih müslüman tarafından yaşanan bu mesele, kadınların keyfine veya nefsi yorumlarına bırakılan bir mesele değildir. Müslüman olduklarını söylemelerine rağmen Allah'ın helal kıldığı bir evliliğe rezillik diyen kadınlar, bu sözleriyle kendilerini rezil eden kadınlardır.”
Kendisini Allah'a ve Allah'ın hükümlerine iman etmiş bir kadın olarak tanımlayan Kadriye hanım, Nusret hocanın bu samimi sözleriyle içinin ürperdiğini hissetti. Çünkü bu gibi konularda iğrenç dedikodularda bulunan kadınları kendisi de sevmez, kendisi de iğrenirdi onlardan!. “Acaba ben de bu konuşmalarımla o kadınlara mı benziyorum?” korkusuyla susmaya ve bu konuyu daha fazla uzatmamaya karar verdi.
Nusret hocanın anlattıklarını sessiz bir dikkatle dinleyen Murat bey ise bu anlatılanların tamamına katılıyordu. Çünkü yıllar önce yaşayarak öğrendiği gerçeklerdi bunlar. Karısından gizli olarak ikinci bir evlilik yapmış ve sadece dört ay sürdürebildiği bu evlilik döneminde sanki dört yıl yaşlanmıştı!. Oysa ikinci evliliğe dışarıdan bakıldığı zaman bir erkek için ne kadar güzel, ne kadar keyifli bir durum gibi gözüküyordu!. Fakat mesele gerçekleştiği zaman göze ve nefse hoş gelen tüm pembe bulutlar dağılıyor, iki kızgın güneş altında kalan erkek şaşırıyor, kızarıyor ve bu güneşlere nasıl bakacağını, bu güneşlerden nasıl sakınacağım bilemiyordu!. Elbettekİ son yüzyılın kadın ve erkek kimliğiyle ilgili bir durumdu bu!. Geçmiş dönemlerdeki erkeklik anlayışına göre daha rahat ve daha kolay olan bu olay, günümüzde bir hanımına bile yeterince söz geçiremeyen, bir hanımına bile yeterince vaziyet edemeyen erkek(!) çoğunluk için hiç denenmemesi gereken bir lüks olmalıydı!.
Tabi ki bunları söyleyemez, bunlan açıklayamazdı Murat bey!. Çünkü ikinci evliliklerin genellikle doğuda olduğunu düşünen Kadriye hanım bu olayı bilse, sanki zina etmiş gibi kendisini suçlamaya, kendisini yargılamaya kalkardı. Halbuki yaptığı işin bütün zorluğuna, bütün sıkıntısına dört ay boyunca sadece kendisi katlanmış ve daha sonra kendisinden ayrılmak isteyen ikinci eşine, vicdani bir sorumluluk duymamak için çok yüklü bir mehir vermişti. İçine sıkıntı veren o günlere dönmek, o günleri tekrar hatırlamak istemiyordu.
Konuşmalar kendi seyri içinde İslam'da kadın kimliğine gelmiş ve kadın haklarıyla ilgili konuşmalar öğle namazına kadar sürmüştü. Aklına gelen her meseleyi, her itirazı gündeme getiren Kadriye hanım, hiç ummadığı kadar net ve açık cevaplarla karşılaşıyordu. Daha öncelerden bildiği ayetlere, bildiği hükümlere, hiç bilmediği açıklamalar getiriyordu Nusret hoca. Kadriye hanım bu konuşmaların akabinde kadınla ilgili Kur’an-ı hükümlerin birçok hikmetlerini anlamış ve bu hükümlerin peygamber döneminde nasıl yaşandığına dair sünnet kaynaklı örnekleri gizli bir takdir duygusuyla dinlemişti.
Fakat ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırmıştı!. Nusret hocanın anlattıklarıyla yeni, yepyeni bir kadın kimliği ile karşılaştığı doğruydu. Ancak bu kadın kimliği onun kolay kolay kabul edeceği, içine sindireceği bir kimlik değildi!. Çünkü dünyevi ve uhrevi boyutları olan bu kadın kimliğinin, ebedi hayata uzanan uhrevi boyutları ne kadar geniş ve rahat olursa olsun, dünyevi boyutlan da bir o kadar dar ve sıkıcıydı sanki!. Her şeyden önemlisi erkeğin arkasında, erkeğin gölgesinde kalan bir kimlikti bu!.
Böylesi düşüncelerde kocasına baktı. Kocası yeterli bir birikime ve kişiliğe sahip olsaydı, belki de onun arkasına çekilmeyi, onun gölgesinde kalmayı kabul edebilirdi. Fakat öyle değildi ki!. Kendisine bön bön bakarak “Haydi artık mangalı yakalım” diyen kocası, Nusret hocayla konuştukları birçok meseleyi anlamaktan dahi uzaktı!. Gerçi Nusret hoca kocaya itaat meselesinde “Bir kadının Allah'ın rızasını gözeterek müslüman kocasına itaat etmesi, kocasının değil kendisinin değeriyle, kendisinin kişiliğiyle ilgili bir tavırdır” demişti. Kadriye hanım düşünceli ve sıkıntılı bir şekilde iç geçirerek yerinden kalktı.
“Mangalı mı çıkaracaksın?”
“Murat bey!. Önce namazlarımızı kılalım.”
Bu konuşmalar üzerine “Ben de namazımı kılayım” diyerek yerinden kalkan Nusret hoca, nereye gideceğini bilen uysal bir mahkum gibi merdivenlere yöneldi. Ayağa kalkarak Nusret hocanın arkasından kısa bir süre bakan Murat bey, bu adamın namaz kılmak istemesinden ne kadar rahatsız olduğunu hissetti. Bu adamın kendileriyle beraber aynı kıbleye yönelmesi ve namaz kılması, onu gerçekten çok rahatsız ediyordu. Kendisini tutmasa onu durduracak ve “Allah senin gibi birisinin namazını kabul etmez” diyerek, onun namaz kılmasına izin vermeyecekti. İçine sıkıntı veren bu düşünceler içinde “Hemeyse” diyerek, abdest almak için banyoya yöneldi.
Öğle namazları kılındıktan sonra mangal yakılmış, elindeki maşayla etleri ve köfteleri alt üst eden Murat bey, can sıkıcı konuşmalardan sonra ilk kez keyfinin yerine geldiğini hissetmişti. Etin tatlı bir hışırtıyla çıkardığı koku ve dumanlar, oldum olası çok hoşuna giderdi Murat beyin. Nar gibi kızaran bir köfteyi usulca ısırarak çiğnemeye başladı. Anladığı kadarıyla pişmişti, tam yenecek kıvama gelmişti köfteler. Mutfakta salata yapmakta olan hanımına seslendi.
“Kadriye, köfteler pişti. Biraz acele et.”
Kısa bir süre sonra elindeki geniş salata tabağı ile Murat beyin yanına gelen Kadriye hanım “Nusret hocayı çağıracak mıyız?” diye sordu. Bir an duraksadıktan sonra başını havaya doğru kaldıran Murat bey “Niye çağıracaz ki!. Serhat'la bir şeyler göndeririz” dedi. Nusret hocayı çağırmaktan yana olan Kadriye hanım yine de sustu, itiraz etmedi kocasına.
Karnını aceleyle doyuran Serhat, annesinin Nusret hoca için hazırladığı tepsiyi alarak yukarıya çıktı. Sırtını duvara vererek yatağın üzerinde oturmakta olan Nusret hoca, Serhat'ın geldiğini görünce ayaklarını topladı.
“Rahatsız olmayın. Size yemek getirdim.”
“Zahmet etmeseydin Serhat. Hiçbir şey yiyesim yok!.”
“Olur mu hocam!. Yemelisiniz.”
Kendisine hocam diyen Serhat'ın yüzüne kısa bir süre bakan Nusret hoca, başını hafifçe iki yöne sallıyarak “Kusura bakma. Yemeyeceğim” dedi. Nusret hocanın getirilen yemeği istememesinin nedeni, aç olup-olmamakla değil yaşadığı durumla ilgiliydi. Kendisini bir yanda tutsak gibi hapsederlerken, diğer yanda ikramda bulunmak istemelerinden ciddi bir rahatsızlık duymaya başlamıştı. Bu şekilde davranarak kendilerini iyi, vicdanlarını rahat hissedeceklerse, bir lokma et için onlara böyle bir fırsat vermek istemiyordu.
“Buraya bırakayım, sonra yersiniz!.”
Nusret hoca kararlı bir şekilde “Ne şimdi, ne de sonra yemek istemiyorum” karşılığını verdi. Bu kesin tavrın ne anlama geldiğini yeterince anlıyamayan Serhat, elindeki tepsiyle yatağın kenarına oturdu ve gülümseyen bir yüzle “Hocam, kürtler inatçı mıdır?” diye sordu. Nusret hoca başını hafifçe sallıyarak “İnadilik vardır” dedikten sonra ilave etti.
“Bunu niye sordun?”
“Dinlediğim bir fıkranın ne derece doğru olduğunu bilmek istedim. Fıkrayı anlatmamı ister misiniz?”
Tebessüm eden Nusret hoca “Tabi, anlatabilirsin” dedi.
“Dört kişilik küçük bir uçak seyir halindeyken motorlarından birisi arıza yapar. Uçağın irtifa kaybettiğini gören pilotun tek çaresi, yolcuların uçaktan atlamasıdır. Biri iskoç, biri türk diğeri ise kurt olan üç yolcuya nasıl yaklaşması gerektiğini düşünen pilot, önce İskoç yolcuya dönerek “Bu yolculuğa devam etmek isteyenlerden beşbin dolar alınacaktır” der. İskoç hiç düşünmeden uçaktan atlayıverir. Pilot bu sefer türk yolcuya dönerek “Sen kesinlikle atlayamazsın. Sende böyle bir yürek yoktur” der. Bu söz üzerine türk de hiç düşünmeden uçaktan atlayıverir. İki yolcudan kurtulan pilot, son olarak kurt yolcuya dönerek “Atlamak yassah” deyince, hiç düşünmeden o da atlayıverir.
Dişleri gözükürcesine gülen Nusret hoca “Güzel, çok güzel Serhat” dedi. Gerçekten doğu insanının tipik özelliklerinden biriydi bu. Cumhuriyet dönemi boyunca yasaklarla öyle bir hale getirilmişti ki, artık kendilerine “Yassah” denilince tüyleri diken diken oluyor ve yasaklanan şeyin ne olduğuna hiç bakmadan, bu yasağı delmeye çalışıyorlardı!.
Nusret hocayı biraz neşelendirmek için bu fıkrayı anlatan ve onun güldüğünü görünce mutiu olduğunu hisseden Serhat, biraz düşündükten sonra elindeki tepsiyi tekrar ona doğru uzatarak “Hocam, bunları yemek yassah” dedi.
Serhat'ın bu ince ve iyimser yaklaşımı hoşuna gitmişti Nusret hocanın. İyi bir insan, güzel bir delikanlıydı bu!. Yüreğinde hissettiği sıcak duygularla Serhat'a bakarak “Teşekkür ederim Serhat. Fakat yemeyeceğim. Ama senin üzülmeni de istemem. Çünkü bunun seninle bir ilgisi yok” dedi.
Başını sallıyarak ayağa kalkan Serhat, daha fazla ısrar etmenin gereksiz olduğunu düşünerek aşağıya indi. Yemek tepsisinin olduğu gibi geri geldiğini gören Kadriye hanım, şaşırmış bir yüz ifadesiyle “Ne oldu, neden bırakmadın?” diye sordu.
“Israr ettim fakat yemek istemedi!.”
Bunu kendisine yönelik bir tavır, bir hakaret olarak algılayan Murat bey, biraz sinirli bir sesle “Neden ısrar ettin ki, bırak zıkkımın kökünü yesin!.” dedi. Nusret hocanın yemek yemeyişine zaten canı sıkılan Serhat, babasının bu sözü üzerine kendisini tutamadı.
“Baba böyle söyleme!. O iyi bir adam.”
Oğlunun bu sözüyle sırtından bıçaklandığını hisseden Murat bey, gözlerini faltaşı gibi açarak “Onun iyiliği batsın” dedikten sonra ilave etti.
“Bu herifin abine ne yaptığını unuttun herhalde!.”
“Ne yaptığını öğrendik artık.”
Oğlunun farklı şeyler kastettiğini anlayan Murat bey “Peki ne yapmış?” diye sordu.
“O sadece bildiği doğruları anlatmış. Abim de kabul etmiş, hepsi bu!.”
“Demek hepsi bu!. Demek bu kadar basit!. Kocasının çok sinirlendiğini anlayan Kadriye hanım, yumuşak bir sesle “Hayatım, lütfen sakin ol” dedi. Murat beyin pek sakinleşecek durumu yoktu. Aynı sinirle Kadriye hanıma döndü.
“Bunlar hep senin yüzünden!. İki gündür bu adama donundaki bir okka pisliği göstereceğin yerde, ona yakasındaki küçük kirlerden bahsediyorsun!.”
Bu sözlerden tiksindiğini hisseden Kadriye hanım, yüzünü hafifçe buruşturarak “Murat bey!. Bunlar çok kaba ifadeler!” dedi.
“Kaba fakat doğru ifadeler!. İki gündür eften püften şeyleri konuşuyorsunuz!.”
Babasının annesine karşı böyle konuşmasından oldukça rahatsız olan Serhat, yüzüne yansıyan bu rahatsızlık ile babasına dönerek “O halde Nusret hocayla sen, sen konuş baba” dedi.
Kendisiyle böyle konuşan oğluna kızgın gözlerle bakarak “Tabi ki ben konuşacağım” dedikten sonra, elindeki çatalı tabaktaki köfteye hızla batırdı. Ağzına götürdüğü köfteyi sinirli bir şekilde çiğnerken, ülkede fitne ve fesat çıkaran bu adamın ne derece tehlikeli olduğunu düşünüyordu!. Masum bir yüz ve masum ifadelerle konuşan bu yobaz, fitne oklarım onun ailesine de batırmış, onun ailesini de etkilemiş gibiydi!.
Daha fazla yiyemeyeceğini anlıyarak sofradan kalktı. Bu herif ne iştah, ne de huzur bırakmıştı kendisinde!. Nereye gideceğini bümez bir şekilde ileri geri bir süre yürüdükten sonra durdu, karma karışık düşünceler içinde öylece ailesine baktı. Daha sonra kendisini toparlamaya çalışarak oğluna döndü.
Çağır onu buraya!.
Mukfakta bulaşıktan yıkayan Kadriye hanım, açık bıraktığı mutfak kapısından salondaki konuşmalara kulak misafiri oluyordu. Anlayabildiği kadarıyla kocası önce diyanetten bahsederek, Türkiye'deki dini ihtilafların ancak diyanet tarafından çözülmesi gerektiğini iddia ediyordu. Bunları duyan Kadriye hanımın yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Gördüğü kadarıyla kocası önceki konuşmaları hiç duymamış, hiç anlamamış gibiydi!.
Acaba Nusret hoca ne diyor, resmi din anlayışının bir uzantısı olan bu resmi iddiaya nasıl bir cevap veriyordu. Bu merakla kulağını salona yönelterek, bütün dikkatiyle dinlemeye çalıştı, Fakat Murat bey öylesine bir hararetle konuşuyordu ki, Kadriye hanım kocasının sesinden başka bir ses duyamıyor, Nusret hocanın bu sözlere ne karşılık verdiğini hiç anlayamıyordu. Bulaşıkları aceieyle çalkaladıktan sonra ellerini kurulayarak salona döndü.
“Selamunaleyküm.”
Nusret hocayla Serhat “Vealeykümselam” diyerek bu selamı aldılar. Murat bey ise yarım kalmış bir işi hemen bitirebilme heyacanıyla konuşmasına devam ediyordu.
“Allah müslümanların ayrılığa düşmemelerini, bir araya gelmelerini emrediyor. Türkiye'de dini otorite diyanet olduğuna göre bütün müslümanlann bu çatıda birleşmesi gerekir. Ayrılık çıkarmanın, müslümanlan yüzlerce gruba bölmenin anlamı ne? Bir de Allah'tan korktuğunuzu söylüyorsunuz!. Allah'tan korksanız müslümanlar arasında hiç fitne ve fesat çıkarır mısınız?”
Yüzüne ve gözlerine yansıyan sıkıntıyla derin bir nefes alan Nusret hoca, yine de sustu ve hiçbir cevap vermedi Murat beye. Bu suskunluğu bir acizlik olarak algılayan Murat bey ise yüklenmeye devam etti.
“Niye susuyorsun, cevap versene!. Allah müslümanların ayrılığa düşmemelerini emretmiyor mu?”
Kaşlarını kaldırarak başını öne doğru sallıyan Nusret hoca “Emrediyor, elbetteki emrediyor” dedikten sonra ilave etti.
“Fakat hakta birleşmelerini emrediyor. Hakkı gizleyen kişi ve kurumların çatısı altında değil, hakkı apaçık bir şekilde ortaya koyan Kur'an'ın etrafında birleşmelerini emrediyor.
“Yahu “Kur'an, Kur'an” diyerek çıldırtma beni!. Bu diyanet yetkilileri İncil mi okuyorlar? Müslümanları camilerde İncil'e mi davet ediyorlar?”
Nusret hocanın susarak önüne baktığını gören Murat bey devam etti.
“Onların da okudukları Kur'an değil mi? Onlar da hakkı, onlar da Kur'an ayetlerini konuşmuyor mu?”
“Hak bir bütündür Murat bey!. Hakkın bir kısmını gizleyip, bir kısmını konuşmak, hakkı konuşmak değildir.”
“Neyi gizliyorlar?”
“Hangisini anlatayım?” dercesine Murat beyin gözlerine bakan Nusret hoca, kısa bir suskunluktan sonra cevap verdi.
“Kelime-i şehadetin manasını ve bu manaya göre ne yapılması gerektiğini. Bu ülkede tağutun ne olduğunu ve nasıl inkar edileceğini. Bir insanın müslüman olabilmesi için, bu ülkede ilahlaştınlan ve insanlara ilahlık taslayan nelerin reddedilmesi gerektiğini. Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen kafirlerin kim olduğunu ve müslümanlann bu kafirlerin şerrinden nasıl korunacağını.. İşte bunlar, bütün bunlar anlatılmıyor, çok küçük istisnalar dışında hiç anlatılamıyor Murat bey!.”
“Anlatamadığını nerden biliyorsun!.”
“Siz anlatıldığını biliyor musunuz? Allah'ın razı olacağı dini öğrenebilmek için camilere giden milyonlarca insandan, kaç tanesinin imamlardan duyduğu, imamlardan öğrendiği gerçeklerdir bunlar!.”
Hemen itiraz etmek istemesine rağmen yine de durdu, susmayı tercih etti Murat bey!. Çünkü bunca yıldır gittiği camilerde gerçekten duymadığı, işitmediği şeylerdi bunlar!.
“Yıllar önce Yeşil camiye gelen genç bir imam buna benzer şeyler söylemeye başlamış fakat birkaç ay sonra devlet düşmanlığı yaptığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılarak görevden alınmıştı. Tabi ki bu durumu hiç yadırgamamıştı Murat bey. Çünkü bir insan devlet düşmanlığı yapıyorsa, elbetteki hakettiği cezayı görmeliydi”. Bu düşünceler içinde Nusret hocaya baktı. Kendisinden bir cevap bekleyen bu adama ne diyeceğini düşündükten sonra konuşmanın seyrini değiştirmek istercesine şöyle dedi.
“Şayet onlar anlatmaları gerekenleri anlatmıyorlarsa, bu durum bizi ilgilendirmez. Onların günahı, onların vebalidir bu!. Bizler çoğunluğa uyarak cemaatten ayrılmayız, sizler gibi fitne çıkararak cemaati parça parça etmeyiz!.”
Bu kadar seviyesiz bir cevapla karşılaşan Nusret hoca, başını öne eğerek susmayı tercih etti. Onun sustuğunu gören Murat bey ise konuşmasına devam ediyordu.
“Zaten demokratlığın gereği de budur. Demokrasiye birazcık saygım var diyorsanız, dindar olan bu çoğunluğu sizin de dikkate almanız gerekir.”
Nusret hoca başını ağır ağır yerden kaldırarak Murat beye baktı ve çok sakin bir ses tonuyla “Kusura bakmayın, ben demokrat değilim” cevabını verdi.
Sakin ve yumuşak bir üslupla verilen bu cevap, Kadriye hanımın pek yadırgamadığı fakat yine de nedenini açmak istediği bir cevap olmuştu. İçinde yavaşça kabaran bir merak ile sordu.
“Niye demokrat değilsiniz?”
Nusret hocanın cevap vermesini hiç beklemeden söze giren Murat bey “Çünkü bunların insanlara, insanların görüşlerine hiç saygısı yok” karşılığını verdi. Bu sözleri sakince dinleyen Nusret hoca daha sonra Kadriye hanıma dönerek cevap verdi.
“Demokratlık insanların görüşlerine, insanların tercihlerine karşı çıkmamak ve bu insanları kendi tercihleriyle baş başa bırakmak şeklinde tarif edilseydi, “Ben demokrat değilim” cümlesini hiç kullanmayabilirdim. İnsanların görüş ve tercihleri yanlış olsa dahi, bu yanlış görüşleri saygıyla karşılamaz fakat karşı da çıkmazdım. Çünkü Allah'ın tüm insanlara verdiği bir tercih hakkıdır bu.”
Nusret hoca çok kısa bir suskunluktan sonra devam etti.
“Fakat demokratlık denilen şey, çoğunluğun görüşü yanlış da olsa bunu saygıyla karşılamak ve bu görüşe katılım göstermek şeklinde tarif ediliyorsa, ben elbetteki demokrat değilim. Çünkü benim doğruluk ölçümde çoğunluk değil, hak esastır. Rabbimin haram dediği bir şeye, dünyanın tüm insanları helal dese, benim böyle bir görüşe saygı duymam ve katılım göstermem söz konusu değildir.”
Serhat söze girerek “Yani bir müslüman demokrat olmaz, demokrat olamaz diyorsunuz, öyle değil mi?” diye sordu.
“Bak Serhat. Bu kainat sahipsiz olsaydı veya bu dünyanın mutlak sahibi insanlar olsaydı, beşeri sistemler içinde doğruya en yakını demokrasi olabilirdi. Mesela insanların nasıl yönetileceklerine dair temel konulardaki kanunları yine bu insanlar hazırlayabilir ve çoğunluğun kabul ettiği kanunlar yönetim şeklini belirleyebilirdi. Ancak biliyoruz ki bu alem sahipsiz değildir ve bu alemin mutlak Sahibi olan Allah (c.c.) bizlere apaçık hükümlerle dolu bir Kitab göndererek, bizleri bu gibi temel konularda başıboş bırakmamıştır. İnsanlar İlahi Kitab'da beyan edilen bu hükümler karşısında elbetteki bir tercih hakkına sahiptir. Her insan bu hükümleri kabul edip-etmeme, bu dine girip-girmeme konusunda muhayyerdir, serbesttir. Fakat herhangi bir insan “Ben müslümanım” diyerek bu dini kabul ettiğini söylüyorsa, artık bu hükümleri kabul edip-etmeme konusunda bir muhayyerliği yoktur. Çünkü Allah'ın temel konularda vazettiği bu hükümler, müslümanların tartışabilecekleri, çoğunluğun yaklaşımına göre kabul veya reddedebilecekleri hükümler değildir.”
Dinlediklerinden bazı şeyler anlayan fakat bu anladıkları şeylerden her nedense hiç hoşlanmayan Murat bey, içinde hissettiği bu hoşnutsuzluk ile Nusret hocaya baktı. Her şeyi kendisi biliyormuş edasıyla konuşan bu adam, Murat beyin içindeki Allah inancını ve Allah anlayışını da etkilemiş gibiydi!. Daha önceleri Allah tarafından sevildiğini hisseden Murat bey, anlamaya başladığı bazı şeylerden sonra bu sevgiden yavaş yavaş uzaklaştığını ve bunun da ötesinde Allah'ın kendisine kızdığını, gazaplandığını düşünmeye başlamıştı. İçine büyük bir sıkıntı veren bu ruh halinden hemen, uzaklaşmaya çalışarak, kendisini bu duruma düşüren Nusret hocayı suçlamak istedi..
“Siz bu konuşmalarınızla Allah ile kul arasına giriyorsunuz!.”
“İnsanları Allah'a ve Allah'ın hükümlerine davet etmek, Allah ile kul arasına girmek değildir. Bütün peygamberler insanları Allah'a ve Allah'ın hükümlerine davet ederek, bu insanların kurtuluşlarına vesile olmak istemişlerdir. Bizler de bildiğimiz İlahi gerçekleri anlatarak, sadece ve sadece insanların kurtuluşuna vesile olmak istiyoruz.”
“Yani sen de bir kurtarıcısın, öyle mi?”
Murat beyin alaycı bir ifadeyle söylediği bu sözden hiç hoşlanmayan Nusret hoca, yine susmayı, susarak önüne bakmayı tercih etti. Alaycı gülümsemesini sürdüren Murat bey ise “Bak sana kurtarıcılıkla ilgili bir hikaye anlatayım” dedikten sonra devam etti.
Dondurucu soğukta kalan bir kurbağa, tam donmak üzereyken üzerine bir inek pislemiş. Küçücük kurbağa bu pisliğin sıcaklığı ile donmaktan kurtulmuş. Fakat daha sonra bir kuş gelerek kurbağayı bu pisliğin içinden çıkarmış ve onu bir lokmada yiyivermiş!.
Murat bey manalı gözlerle kısa bir süre Nusret hocaya baktıktan sonra devam etti.
“Gördüğün gibi her pislik kötü, her kurtarıcı da iyi değildir!. Bu hikayedeki hikmeti anladın mı?”
Başını olumsuz bir anlamda iki yana sallıyan Nusret hoca “Ben pislikte hikmet aramam” cevabını verdi.
Nusret hocanın bu cevabını gülümseyerek karşılayan Serhat, babasının kızgın gözlerle kendisine baktığını farkedince yerinden usulca kalkarak banyoya yöneldi. Her nedense babasıyla konuşmak, babasıyla tartışmak istemiyordu. Gördüğü kadarıyla babası bir çıkmazdaydı!. Sağa sola hırçınca saldırarak ve gereksiz hamleler yaparak bu çıkmazdan kurtulmak istiyordu.
Oysa akılsız bir insan değildi babası. Nusret hocayı anlamak istese, fazla zorlanmadan anlayabilirdi. Fakat Serhat'ın gördüğü kadarıyla babası onu anlamak ve bu anlayışla ona hak vermek, onu haklı görmek istemiyordu. Belki de onun kimliğine, onun mizacına çok ters bir durumdu bu!. Nusret hocanın söylediklerini kabul etse, bu kabul ile sanki kendi kimliğini, sanki kendi kişiliğini inkar edecekti!.
İyi ama ne olacaktı, bu konuşmalar daha ne kadar sürecekti. Meseleye Nusret hoca açısından baktığında, artık sıkıldığını, artık üzülmeye başladığını hissediyordu Serhat. Bu adamı daha fazla burada tutmanın bir anlamı, bir gereği yoktu. Fakat bunu babasına nasıl anlatacak, nasıl kabul ettirecekti? Babasının Nusret hocaya yönelik bakışlarında haia aynı kin, hala aynı kızgınlık vardı.
Bu düşünceler içinde banyoda elini ve yüzünü yıkayan Serhat, banyodaki aynaya baktığında tuhaflaştığmı hissetti. Çünkü aynada abisini, abisi Ferhat'ı görmüştü sanki!. Gözleri ve bu gözlerdeki bakışları, ne kadar da çok benzemişti abisine. Öylece aynaya bakan ve bu benzerlikten hiçbir rahatsızlık duymayan Serhat, bütün bunları yaşarken abisini, abisi Ferhat'ı düşünmeye başladı.
Acaba o burada olsaydı ne yapardı, nasıl davranırdı?
Elbetteki Nusret hocayı burada bırakarak eve gitmez, eve giderek yatıp uyumazdı abisi. Babasının karşısına dikilir ve söylenmesi gereken her şeyi, hiç çekinmeden söylerdi. Serhat aynadaki gözlerine bakarak “Ben de bunu yapabilir miyim?” diye düşündü.
Ancak net bir cevap veremedi bu soruya. Çünkü gözünün önüne gelen babasının kin ve öfke dolu bakışları, onun biraz irkilmesine ve korkuyla karışık bir tedirginlik duymasına neden oluyordu. Fakat yine de bir şeyler, her şeye rağmen bir şeyler yapması gerektiğine inanıyordu Serhat.
Ve bu düşünceler içinde banyodan çıktı.
Murat beyin konuşmaları, ikindi namazına kadar sürmüştü. Aklına ne geldiyse söylemiş, mevlidden kandile kadar bildiği ne kadar merasim varsa, bütün bunları din adına savunmaya çalışmıştı. Nusret hoca ise böylesi şeylerin Kur'an ve sünnette yeri olmadığını söylemekle yetinmiş, daha fazla bir tartışmaya girmek istememişti. Çünkü kendisine düşmanca bir önyargıyla yaklaşan bu adama, artık bir şey anlatamayacağını yeterince farketmiş gibiydi.
Kadriye hanım da pek katılmamıştı kocasının konuşmalarına. Seviyesiz gördüğü bu konuşmalara pek girmemiş, sessiz bir şekilde dinlemeyi tercih etmişti. Aslında kocasının konuştuklarından ziyade Nusret hocanın durumunu ve bundan sonra ne olacağını düşünüyordu. Artık bitmesini, kendisine sıkıntı ve tedirginlik veren bu olayın şöyle veya böyle bitmesini istiyordu Kadriye hanım.
Nusret hoca ikindi namazı için izin isteyerek yukanya çıktığında, yorgun bir savaşçı gibi koltuğuna yaslanan kocasına bir süre baktı. Kocasının gözlerinde bir zafer pırıltısı değil, acizliğe ve çaresizliğe karşı duyulan hüzünlü bir isyan vardı sanki!. Nusret hocanın karşısında yenildiğini kabul etmese de, onu yenemediğini çok iyi biliyor gibiydi. Kocasına acıdığını hisseden Kadriye hanım, onu rahatlatabilmek umuduyla sordu.
“Hayatım sana bir kahve yapayım mı?”
Murat bey başını hayır anlamında yukanya kaldırdı. Dalgın bir şekilde Nusret hocanın az önce yukarıya çıktığı merdivenlere bakıyordu. Bulutlu bakışianndan oldukça karamsar olduğu anlaşılıyordu, Ciddi düşünceler içinde olduğu belliydi, belliydi ama bu düşüncelerin ne olduğunu anlayabilmek mümkün değildi. Bu duruma açıklık kazandırmak isteyen Kadriye hanım usulca sordu.
“Murat, ne düşünüyorsun?”
Bu soru ile düşüncelerinden uzaklaşmaya çalışan Murat bey, başını iki tarafa sallıyarak “Önemli değil” dedi. Bu cevap ile tatmin olmayan Kadriye hanım, asıl soruyu sormaktan çekinmedi.
“Peki, bu adamı ne yapacağız?”
Hiç cevap vermeden uzun bir süre hanımının gözlerine bakan Murat bey “Hele bir eve gidelim” dedikten sonra biraz durdu ve gözlerini hafifçe açarak ilave etti.
“Hem siz bunu düşünmeyin!. Ben onu ne yapacağımı biliyorum!.”
Kocasının kararlı bir şekilde söylediği bu cevabı oldukça korkutucu bulan Kadriye hanım, dilinin ucuna gelen “Ne yapacaksın?” sorusunu sormaktan çekindi. Bu durumda kocasının üstüne gitmesi, onu daha fazla tahrik edebilirdi.
Ayrıca burada daha fazla kalmanın da bir anlamı yoktu. En iyisi bir an önce buradan ayrılarak eve gitmek ve bu meseleyi sakin bir ortamda konuşarak çözümlemekti.
“O halde artık eve gidelim!.”
Murat bey başını hafifçe sallayıp biraz düşündükten sonra “Önce namaz kılayım” diyerek yerinden kalktı. Bir an önce eve gitme düşüncesi kendisinin de hoşuna gitmişti. Çünkü hanımına kararlı bir şekilde “Ben ona ne yapacağımı biliyorum” demesine rağmen, İç dünyasında bu soruya verdiği hiçbir kesin cevap yoktu. Nefret ettiği, içine sindiremediği bu adamı ne yapacağını, ne yapması gerektiğini kendisi de bilmiyordu. Karmakarışık düşünceler içinde abdest almak için banyoya yöneldi.
Babasının arkasından düşünceli gözlerle bakan Serhat da namaz kılacaktı. O gün sabah namazına kalkmış ve sabah namazından sonraki duasında Allah'a tevbe ederek, bundan böyle vakit namazlannı hiç kaçırmama kararını almıştı. Ancak ikindi namazına kalkmadan önce Nusret hocanın durumunu ve babasının son sözlerini düşünüyordu.
Bir şeyler, bir an önce bir şeyler yapması gerektiğine inanıyor fakat ne yapması gerektiğini bilemiyordu!. Serhat biraz düşündükten sonra aklına gelen bir fikri annesiyle paylaşmaktan çekinmedi. Çünkü annesinin de kendisiyle benzer duygular, benzer düşünceler içinde olduğunu hissediyordu.
“Anne!. Bendeki yedek anahtarlan Nusret hocaya vereyim. Biz ayrıldıktan sonra o da evine gitsin.”
Oğlunun gözlerine dikkatlice bakan ve onun bu sözlerini düşünen Kadriye hanım “Peki ya baban!. Sonra babana ne diyeceğiz?” diye sordu.
“Babama yarın “Anahtarlan düşürmüşüm” derim. Beni dövecek değil ya!.”
Kadriye hanım biraz düşündükten sonra “Tamam” dedi ve usulca ilave etti.
“Fakat anahtarları verirken dikkat et, baban görmesin!.”
Temkinli bir sesle “Sen merak etme” diyen Serhat, ikindi namazını kılmak için yerinden kalktı. Annesiyle yaptığı bu konuşmadan ve verdikleri bu karardan sonra içinin rahatladığını hissediyordu. Çünkü verdikleri kararın, doğru ve isabetli bir karar olduğunu düşünüyordu.
Yaklaşık yarım saat sonra herkes namazını kılmış ve eve dönmeye hazırlanmıştı. İkindi namazı için yukarıya çıkan Nusret hoca, namazı kıldıktan sonra aşağıya inmemişti. Serhat bir ara onun yanına gitmiş ve yedek anahtarları gizlice vererek, ana yola nasıl çıkacağını ve eve nasıl döneceğini tarif etmişti. Ayrıca özür dilemeyi ve “Hakkınızı helal edin” demeyi de ihmal etmemişti. Kendisine tebessümle bakarak hakkını helal eden Nusret hocadan, aynı tebessümle ve tekrar görüşebilme temennisiyle ayrıldı.
Eve dönüş yolculuğunda, arabayı yine Murat bey kullanıyordu. Her nedense ağzını hiç açmıyor, yanında oturan hanımıyla hiç konuşmuyordu. Kocasının bu suskunluğu karşısında, Kadriye hanım da hiç konuşmamayı tercih etmişti. Eve gidesiye kadar kocasının biraz rahatlayacağını, sakinleşeceğini umud ediyordu.
Ayrıca kendisini de pek iyi hissetmiyordu Kadriye hanım. Anahtarların Nusret hocaya verilmesini onaylamasına rağmen yine de nedenini anlayamadığı bir kuşku , bir tedirginlik içindeydi!.
Acaba ne olacak, olaylar nasıl gelişecekti? Aklına gelen tek çözüm yolu, geceleyin kocasıyla konuşması ve Nusret hocanın bırakılması konusunda onu ikna edebilmesiydi. Çünkü kocasını ikna edebilirse ertesi gün sadece Serhat'ı gönderirler ve dağ evine yalnız giden Serhat da Nusret hocayı bırakmış olurdu. Böyle bir durumda Nusret hocaya anahtarları verdikleri ortaya çıkmaz ve bu karmaşık olay çözümlenmiş olurdu. Olayların böyle gelişmesini umud ederek “İnşaallah” dedi kendi kendine.
İyi ve güzel bir iş yapmanın huzurunu yaşayan Serhat ise arabanın arka koltuğunda otururken devamlı olarak Ebru'yu düşünüyordu. Bir an önce görmek, bir an önce görüşmek istiyordu Ebru'yla- Çirkin ve yanlış bir yolda ayrıldıkları Ebru ile, güzel ve doğru bir yolda buluşabilme özlemi içindeydi. Ve bu güzel yola kendisinden daha önce giren Ebru'yıı, daha çok sevdiğini ve ona daha çok değer verdiğini hissediyordu.
Arabayı dalgın bir şekilde kullanan Murat bey, karmakarışık duygular içindeydi. Hanımına ve oğluna belli etmek istemediği bir ruh halini yaşıyordu. Çünkü abdest alırken banyonun kapısı açık kalmış ve oğluyla hanımının yaptığı o kahrolası konuşmaları bir bir duymuştu!. Zaten evden ayrılmadan Önce kapıları kontrol etmek vesilesiyle üst kata çıkmasının da nedeni buydu. Bu vesileyle üst kata çıkmış ve oğlunun Nusret hocaya verdiği yedek anahtarları geri almıştı.
İyi ama neden, oğlu neden böyle bir hainlik yapmıştı kendisine!. Ve hanımı da, bu durumu onaylayan hanımı da ortak olmuştu bu hainliğe!. Kulağına kızgın kurşun gibi dökülen o konuşmaları duyduğunda, ilk kez olarak dünyada yalnız, yapayalnız kaldığını hissetmişti!. Çünkü ailesi, biricik ailesi ona sırtını dönmüştü!. Keşke banyonun kapısını kapatsaydı ve keşke bu konuşmalara hiç kulak kabartmasaydı!.
Fakat suç, bütün suç, Nusret hoca denilen bu herifteydi!. Çünkü oğlunu ve karısını kandıran bu adam gerçekten çok tehlikeliydi. Sözlerindeki zehir ile herkesi zehirleyen lanetli bir herifti bu!. Zaten kendisini tutmasa, kendisini kontrol etmese, bu herif onu da etkileyecek, onu da zehirleyecekti!.
Ancak Murat bey bu oyuna gelmemişti!.
Bu oyuna gelmemesinin nedeni, bu adamın gizlemeye çalıştığı asıl niyetini anlamasıydı. Bu sinsi herif nasıl bir şeriatçı, nasıl bir aşırı dinciyse, onların da öyle olmasını istiyordu. Murat bey doğru ve güzel sözlerin arkasına gizlenen bu çirkin niyeti farkettiği için, adamın anlattıkları doğru olsa bile bu sözleri hiç dikkate almayarak, bu tehlikeli adamdan hiç etkilenmemişti. Çünkü söylenen sözler değil, sözlerin arkasına gizlenen niyet önemliydi Murat bey için!. Bir insanın niyeti kötü ise onun söylediği doğru sözlerin değil, göstereceği mucizelerin bile dikkate alınmaması gerekirdi!.
Ne var ki kendisini koruyabildiği gibi oğlunu ve hanımını koruyamamiştı. Onîar bütün anlatılanları saf saf dinlemişler ve bu kahrolası adamdan etkilenmişlerdi işte. Bu sinsi yobaz önce Ferhat'ı aldığı gibi, şimdi de hanımıyla diğer oğlunu alacaktı elinden. Böylesi düşünceler içinde hanımıyta oğluna pek kızmadığını, onlara acıdığını hissetti. Onlar iyi niyetli oldukları için, karşı tarafın kötü niyetini farkedememişlerdi!.
Peki bu durumda, bu durumda kendisi ne yapmalıydı? Arabayı kullanırken ve önünde uzayıp giden yollara bakarken hep bunu düşünüyordu Murat bey. Hanımıyla oğlunu artık bu meseleden uzak tutmalı ve bu adamla hesaplaşacaksa, yalnız hesaplaşmalıydı. Tabi ki bu hesaplaşma için sabahı da bekleyemezdi. Çünkü hanımıyla oğlu, Nusret hocanın sabahleyin orada olmayacağını düşünüyorlardı. En iyisi dağ evine bu gece gitmek ve bu işi bu gece bitirmekti.
Eve geldiklerinde önce akşam namazlarını kıldılar. Kadriye hanım yemek hazırlamak için mutfağa geçtiğinde, Murat bey cep telefonunu açarak gizlice evin telefonunu çaldırdı. Telefon sesini duyan Serhat aceleyle salona girdiğinde, babasının telefonu açtığını gördü. Telefonla kısa bir süre konuşan Murat bey “Tamam, tamam geliyorum” dedikten sonra telefonu kapattı.
“Hayatım, hayrola!.”
Murat bey, mutfağın servis penceresinden başını uzatarak bu soruyu soran Kadriye hanıma “Arkadaşlardı” dedikten sonra ilave etti.
“Yemeğe çağırıyorlar.”
“Gidecek misin?”
Başını sallıyarak “Evet” diyen Murat bey, ceketini alarak kapıya yöneldi. Kadriye hanım da hiç itiraz etmedi buna. Böyle bir durumda kocasının dışarı çıkması ve arka-uaşlarıyla yemek yemesi, kocasının biraz açılmasına ve rahatlamasına neden olabilirdi. Bu düşünce ile mutfaktan çıkarak “Fazla geç kalma” demeyi de ihmal etmedi. Çünkü bu gece kocasıyla oturmak ve bu karmaşık durumu konuşarak çözmek istiyordu.
Kocasını böyle bir umud ile uğurladı.
Nusret bey dağ evine geldiğinde, Nusret hocayı yatsı namazını kılarken buldu. Kendisi sıkıntılı bir ruh hali içindeyken, bu adamın huzur doiu bir sakinlik içinde namaz kılmasından rahatsızlık duyduğunu hissetti. Sanki bir tutsak değü de, rahat bir ortamda tatilini geçiren bir insan gibiydi!. Tabi ki kendi suçlarıydı bu!. Çünkü bu adamı bir misafir yerine koyarak hiç baskı yapmamışlar, bu adama tutsak olmanın korkusunu yaşatmamışlardı. Zaten onların karşısına geçerek hiç çekinmeden konuşmasının nedeni, de, duyduğu bu rahatlık olmalıydı.
Bunun hata, bunun ciddi bir hata olduğunu düşündü!.
Halbuki bu adama yumuşak davranmayıp o korkuyu hisset tirşelerdi, bu adam karşılarında bu kadar rahat ve fütursuz olmayacaktı!. Belki de bu adamın gerçek yüzünü o zaman görecekler, bu adamın nasıl bir korkak olduğunu o zaman anlayacaklardı. Murat bey bu düşünceler içinde kilere giderek, kilerdeki uzun urganı aldı.
Kararını vermişti!.
Bu adama şimdiye kadar hissetmediği korkuyu, bu gece hissettirecek ve bu adamın gerçek yüzünü ortaya çıkaracaktı. Elindeki uzun urganla Nusret hocanın yanına geldiğinde, sinirli bir sesle “Arkanı dön” diyerek onu yatağın üzerine yüz üstü yatırdı. Nusret hoca biraz şaşırmasına rağmen itiraz etmeden kendisine söyleneni yapmıştı. Çünkü itiraz etse de, kendisinden çok daha cüsseli olan bu adamla başa çıkamayacağını biliyordu.
Yatağın üzerine yüz üstü yatırdığı Nusret hocanın ellerini arkadan sıkıca bağlayan Murat bey, bir ara “Ayaklarını da bağlayayım mı?” diye düşündüyse de bundan vazgeçerek onu karşı duvarın önüne oturttu. Kendisi ise ayaklarını uzatarak yatağın üzerine oturmuş ve sırtına bir yastık alarak arkaya yaslanmıştı. Hiçbir şey konuşmadan bir süre Nusret hocaya baktı. Elleri arkadan bağlı olduğu için iki büklüm oturan Nusret hoca ise bir ara başını kaldırarak Murat beye baktıktan sonra başını tekrar öne eğmişti. Sakin ve sinirlerine hakim bir insan olmasına rağmen, kendisini böyle bir duruma getiren Murat beye ilk kez kızdığını, ilk kez öfkelendiğini hissediyordu.
“Artık tatil bitti, sayın Nusret hoca!.”
Sustu, bu alaycı ifadeye hiçbir karşılık vermedi. Murat bey ise kendinden emin bir sesle devam etti.
“Artık biz bize kaldık. Şimdi ne olacağını biliyor musun?”
Önüne bakmakta olan Nusret hoca yine başını kaldırmadı, yine cevap vermedi bu soruya. Bu suskunluğu bir acizlik olarak algılayan Murat bey “Neden susuyorsun?” dedikten sonra hiç beklemeden bu sorunun cevabını kendisi verdi.
“Çünkü konuşarak ailemi aldattığın gibi beni aldatamadığını, aldatamayacağını biliyorsun değil mi?”
Başını yavaşça kaldırarak Murat beyin yüzüne bakan Nusret hoca, kısık bir sesle “Sen zaten bir aldanış içindesin” dedi.
“Bırak bu sözleri!.. Ben senin ne olduğunu bildiğim gibi kendimin de ne olduğunu biliyorum. İnsanlara dini zorlaştıran, insanları dinden uzaklaştıran ben değilim, sensin.”
İçinden “Yine aynı konuşmalar” diyen Nusret hoca, kısa bir suskunluktan sonra cevap verdi.
“Bundan Allah'a sığınırım. İslam dinini tanımlama hakkı bizlere verilmemiştir. Allah razı olacağı dini, Kur'an-ı Kerim'de bizzat Kendisi tanımlıyor. İsteyen kabul eder, isteyen etmez.”
“Peygamberimiz kolaylaştırın diyor.”
Peygambere salavat getiren Nusret hoca “Doğru. Fakat bu kolaylığı dinin içinde aramak lazım, dışında değil!.” cevabını verdi.
“Dışına çıkan kim?”
“Cahili hayatı kolaylaştırmak adına, haramlan helal görenler!.”
Bu sözün ne anlama geldiğini düşünen Murat bey, ölen oğlu Ferhat'ın bazı sözlerini hatırladı. Ferhat bu adamla tanıştıktan sonra her fırsatta bankadan faiz ve kredi almanın haram olduğunu söylemeye başlamıştı.
Faizin haram olduğunu elbetteki kendisi de biliyordu. Ancak bu ülkede enflasyon denilen bir şey vardı ve sözüne güvenilir birçok ilim adamı enflasyonun altında kalan farkın faiz olmadığım söylemişlerdi. Murat bey bu gerçeği
oğluna anlatamamıştı ve karşısındaki bu yobaz da aynı şeylerden bahsediyor olmalıydı.
“Faizden bahsediyorsan, enflasyonun altındaki fark faiz değildir. Bunu anlayacak kadar hesap bilgin yok mu?”
“Kusura bakmayın. Meseleye hesap boyutundan baksaydım, sizin gibi elime bir hesap makinesi alabilirdim. Ancak ben hükmü açık olan bir meseleye hesap boyutundan değil, hesap günü boyutundan bakıyorum.”
“Hesap gününde ne olacak?”
“Hesap gününde bu mesele matematiğe göre değil, hükme göre değerlendirilecek. Hükme göre ise faizin küçüğü büyüğü yoktur. Yüzde bir de olsa, faiz yine faizdir.”
“Yani enflasyon gerçeği hiç dikkate alınmayacak!.”
“Tabi ki alınmayacak!. Faizin gayrimeşru çocuğu olan enflasyonun, faizi meşru gösterebileceğini nasıl düşünebilirsin?”
Nusret hocaya ne cevap vereceğini şaşıran Murat bey “Sen hiç ticaret yaptın mı?” diye sordu.
“Seyyar satıcılık yapmıştım.”
Alaycı bir şekilde gülümseyen Murat bey “Seyyar satıcılık yapılarak bu meselelerde ahkam kesilmez” dedikten sonra ilave etti.
“Senin günümüz ticaretinden haberin yok. Faizin ve faizli kredinin hepsi haram diyerek, ticari hayatta ayakta duramazsın. Günümüzdeki ticaretin ve ticari hayatın gerçeği bu.”
“Ben sana hak bir hükümden bahsediyorum, sen bana kapitalizim gibi batıl bir sistemin gerçekliğinden bahsediyorsun. Bana ne kapitalizmden ve kapitalizmin gerçekliğinden!.”
“Sen bu ülkede yaşamıyor musun?”
Oldukça canı sıkılan Nusret hoca, yüzüne yansıyan bu sıkıntı ile cevap verdi!.”
“Bu ülkede yaşıyorsam ne olacak? Dünya hayatındaki kısacık yolum bir hayvanat bahçesinden geçse, bazı hayvanlara uymam ve bu hayvanlar gibi anırmam mı gerekecek?”
Kendisinin bir hayvan yerine konulduğunu hisseden Murat bey sinirli bir sesle “Sözünü bil” dedikten sonra biraz duraksadı ve iki büklüm oturan Nusret hocaya bakarak ilave etti.
“Şu haline bakarak konuş!. Bir hayvan gibi bağlanan ben değilim, sensin!.”
Aniden kızan ve dilinin ucuna gelen sözü bu kızgınlıkla tutamayan Nusret hoca “Bağlıyanın mı yoksa bağlananın mı hayvan olduğunu Rabbimiz daha iyi biliyor!.” cevabını verdi. Ve çok kısa bir duraksamadan sonra meseleyi asıl konuya getirerek sözlerine devam etti.
“Benim karşıma geçerek bu ticari saçmalıklarınızı anlatabilirsiniz. Bunu bana, benim gibi bir kula söyleyebilirsiniz. Fakat Allah'ın huzuruna çıkınca, bana karşı uzayan dilinizin kısah verdiğini göreceksiniz. Bana söylediğiniz gibi Allah'a da “Günümüzün ticari gerçeği şuydu, buydu!'” diyemiyeceksiniz. Nutkunuz tutulacak, benziniz sararacak ve boynunuzu bükerek “Ben azgınlardanmışım, ben sapıklardanmışım” diyeceksiniz.”
Nusret hocanın şiddetli bir şaman andıran bu sözleri, Murat beyin adeta çıldırmasına neden olmuştu. Hiç beklemediği sözler, hiç beklemediği karşılıklardı bunlar!. Duyduğu öfke ile ayağa fırlayarak, duvar dibinde iki büklüm oturan bu herifi tekmelemek istedi. Fakat tuttu kendini ve sakinleşmeye gayret ederek durumu anlamaya çalıştı. Nusret hocanın söylediği sözlerden ziyade, bu sözleri hiç korkmadan söyleyebilmesine çok kızmıştı.
Nasıl bir herifti bu böyle!.
Kendisinden neden korkmuyor, neden çekinmiyordu ki? Oysa korkması, akibetinden endişe etmesi gerekmez miydi!. Yoksa bu adam kendisinin hemen bırakılacağını, elini koiunu sallıyarak gidivereceğini mi zannediyordu? Korkmamasının ve ukalaca konuşmasının nedeni acaba bu muydu? Elbetteki buydu çünkü bundan başka ne olabilirdi ki? Kendisi gibi beyefendi bir adamın, ona bir şey yapmayacağını, ona bir zarar vermeyeceğini düşünüyor olmalıydı!.
O halde bu adamdan. böyle bir zannı, böyle bir umudu hemen almalıydı. Bu umudu hemen almalıydı ki, bu herif nasıl bir akıbetle karşı karşıya geldiğini ve nasıl durumda olduğunu anlayabilsindi!. Bunu anladığı zaman elbetteki çok şey değişecek ve bu adamın gerçek yüzü ortaya çıkacaktı. O zaman bu kadar rahat, bu kadar küstah olamayacaktı. İçinde büyüyen korku gözlerine vuracak ve bu korku ile kendisine bakmaya, kendisine yalvarmaya başlayacaktı. Bunu düşünmek bile Murat beyin çok hoşuna gitmişti. Çünkü şu an istediği tek şey, bu adamın yenilgiyi kabul ederek boynunu bükmesi ve bir köpek gibi kendisine yalvarmasıydı.
Bunları düşünürken, gözleri tavana, tavandaki demir bir halkaya ilişti!, Uzun yıllar önce Ferhat'ın beşiğini bağladıklan sağlam bir halkaydı bu. Önce oğlunu ve oğlunu bu beşikte salladığı günleri hatırladı!. Sonra ölen oğlunun, ölü yüzü geldi gözünün önüne ve bir anda uzaklaşıverdi bu hatıralardan!. Oğlunun acısını, bu adam yüzünden ölen, ölüveren oğlunun acısını bir kez daha hissetti içinde.
Halkaya dalgın gözlerle bakan Murat bey farklı şeyler görmeye, farklı şeyler 'düşünmeye başlamıştı. Git gide kararan gözleriyle bu halkaya bakarken, artık ne yapması gerektiğini görmüş, ne yapması gerektiğini anlamış gibiydi!.
Kararlı bir şekilde yerinden kalkarak mutfağa indi ve büyük ekmek bıçağını alarak geri döndü. Elindeki bıçak ile bir süre Nusret hocanın karşısında durdu. Bir kendisine bir de elindeki ekmek bıçağına bakan bu adamın neler düşündüğünü, neler hissettiğini anlamak istiyordu.
Ve anladıklarından hoşlanmaya, anladıklarından gizli bir keyif almaya başlamıştı Murat bey!. Çünkü Nusret hocanın endişeyle açılan gözlerinde yakıcı bir korku ve hızla artan bir panik beliriyordu. Şimdiye kadar kendisine korkusuzca bakan ve küstahça konuşan bu herif, bir anda değişmeye ve korkudan sararmaya başlamıştı!. Artık bütün kontrolün kendisinde olduğunu bilen Murat bey, gözlerindeki ciddi bir kararlılık ve korkutucu bir karanlık ile yürüyerek.
Nusret hocaya yaklaştı!.
Nusret hoca bir şaşkınlık, bir panik içindeydi!. Olaylar bir anda gelişmiş ve Murat bey elindeki ekmek bıçağı ile bir anda karşısına dikilivermişti. Onu ekmek bıçağıyla karşısında gördüğü an, gözünün ve gönlünün kanla dolduğunu hissetmişti!. Yıllar önce bir kişinin sokak ortasında bıçaklanmasına şahit olmuş ve çok üzün bir zaman bu oiayı hiç unutamamışh. Sanki kendisi bıçaklanmış, bıçak darbeleriyle kendisi parçalanmıştı o olayda!. Bir insanın diğer bir insanı bıçaklaması, bıçak darbeleriyle deşmesi, deşelemesi gerçekten çok korkunç bir şeydi.
Ekmek bıçağını gördüğünde, bu kanlı olayı, bu kanlı dehşeti tekrar hissetmişti yüreğinde!. Çünkü gözleri korkutucu, bakışlan karanlıktı Murat beyin!. Hiçbir şey söylemeden ekmek bıçağını alıp, karşısına geldiğine göre kararını vermiş, kararını çoktan vermiş olmalıydı. İçinde aniden büyüyen bir korku iie ne yapacağım, nereye kaçacağını, nasıl sakınacağını şaşırmıştı!.
Murat bey elindeki bıçak ile ona yaklaşmaya başladığında, hiç düşünmeden gözlerini kapattı, kapattverdi Nusret hoca. Çünkü böyle bir olayı görmek, böyle bir olayı görerek yaşamak istemiyordu. Elinden gelse vücudunu orada bırakarak bu odadan, bu evden hemen uzaklaşmak isterdi. Fakat buradan kaçması, kaçabilmesi mümkün değildi.
Gözleri kapalı bir şekilde ilk bıçak darbesinin nasıl ve neresine geleceğini beklerken, Murat beyin kendisini boynundan tuttuğunu hissetti. Derinden gelen bir ürperti ile içi bir anda buz gibi olmuştu. Fakat beklediği bıçak darbesi gelmemiş, Murat bey kendisini yan tarafa yatırdıktan sonra arkasındaki urganı kesmeye başlamıştı.
Gözlerini hafifçe açtı!.
Ellerinin bağlı olduğu urganın fazla kısmını kesen Murat bey, üç-dört metrelik bu urgan parçasını alarak kendisinden uzaklaşmış ve bıçağı komodinin üstüne bıraktıktan sonra yatağın üzerine oturmuştu. Elindeki ipe kısa bir süre bakıp düşündükten sonra Nusret hocaya dönerek “Nasıl ilmek atıldığını biliyor musun?” diye sordu. Bu tuhaf ve alaycı sorunun ne anlama geldiğini yeterince anlıyamayan Nusret hoca, suskunluğunu bozmadan öylece kendisine baktı.
Başını yan tarafa sallıyarak “Her neyse” diyen Murat bey, urganın bir Ucunu ikiye katlayarak bir düğüm attı. Sonra urganın diğer ucunu, bu düğümün önünde bıraktığı küçük halkadan geçirerek çekmeye başladı, Meydana gelen bu ikinci halkayı, içinden bir kafa geçecek kadar küçültükten sonra “Şimdi tamam” diyerek ayağa kalktı. Sonra kısa bir süre tavandaki demir halkaya baktı. Sağlam bir halkaydı bu, yetişkin bir insanı taşıyabilecek kadar sağlam bir halka!. Tuvalet masasının taburesini tavandaki halkanın altına koyarak üstüne çıktı ve elindeki urganın ucunu halkadan geçirip ilmek göğüs hizasına gelecek kadar asıldıktan sonra demir halkaya bağlamaya başladı.
Bütün bu olup bitenleri sessizce seyreden Nusret hoca, Murat beyin kararlı bir şekilde ne yapmaya çalıştığını gayet iyi anlamıştı. Bu çılgın adam kendi imkanları dahilinde bir sehpa, bir idam sehpası hazırlıyordu!. Fakat bu hazırlığı görmesine ve bu adamın ne yapmak istediğini anlamasına rağmen artık pek korkmadığını, az önceki gibi dehşete düşmediğini hissediyordu!.
Yavaş yavaş bu gördüklerinden uzaklaşmaya ve Allah'ı düşünmeye başlamıştı. Kendisini küçük bir nutfeden yaratan, uzun yıllardır sayısız nimetlerle yaşatan ve lutfuyla hidayet ederek doğru yola eriştiren Rabbisine, sessiz sessiz hamdetmeye, sessiz sessiz şükretmeye başladı.
Rahman'dı, Rahim'di ve kendisine karşı çok şefkatli, çok bağışlayıcı idi Rabbi.
Ve böylesine Rahman olan, böylesine Rahim olan. Allah'ın takdiriyle ölüme yaklaşıyordu. Fakat bu Ölüm düşüncesi ona bir korku, ona bir endişe vermiyordu artık!. Binlerce yıldır milyarlarca insan nasıl ölmüşse, o da ölecek, o da Allah'a kavuşacaktı. Bundan niye kaçsın, bu kutlu gerçeğe neden sırtını donsündü ki!. Ölüme sırt dönmek, ölüm ile kavuşulacak olan Allah'a sırt dönmek değil miydi? O halde neden, sevgiyi yaratan gerçek Sevgiliyle bir kavuşma vesilesi olan bu ölüme neden sırtını dönecekti ki!. Önemli olan alnı açık bir şekilde, yani mümince, yani müslümanca ölebilmekti.
Ve hamdolsun ve şükürler olsun ki bir mümindi, bir müslümandı kendisi. Her İlahi gerçeğe iman etmiş, her İlahi gerçeği gücü nisbetince yaşamaya çalışmıştı. Zaten buraya getirilmesinin ve burada tutsak edilmesinin nedeni de, yaşamaya ve anlatmaya çalıştığı İslam değil miydi? Murat bey denilen bu adamı öfkelendiren şeyler, bu adama anlattığı ve bu adamın kabul etmek istemediği İslami gerçekler değil miydi? Bu adam bunun için, sadece bunları anlattığı için kendisini öldürmek istemiyor muydu?
Çık bakalım taburenin üzerine!.
İç alemindeki duygu ve düşüncelerden Murat beyin bu seslenişiyle uzaklaşan Nusret hoca, önce Murat beye sonra sallanmakta olan urgana baktı. Ucunda ilmik olan bu urgan, Nusret hoca için yabancı bir görüntü değildi. Çünkü değişik coğrafyalarda yaşayan birçok müslümanın, böyle bir sehpada, böyle bir ilmiğe boynunu sokarak öldüğünü daha doğrusu şehit edildiğini biliyordu.
Aklına ve gönlüne düşen bu şehit kelimesiyle durdu, öylece durakaidı Nusret hoca!. Bir rüyaya uyuyormuş, güzel bir rüyaya yaklaşıyormuş gibi önce sallanan ipe ve sonra kendisine, kendi durumuna baktı. Yoksa kendisi de, kendisi de şehit mi olacaktı?
Gençlik yıllarında büyük bir özlem duyduğu, dualarla ve amellerle üzerine gittiği, bir an önce varmak, bir an önce ulaşmak istediği bir yüce makam, bir yüce mertebeydi bu şehitlik. Fakat her nedense olmamış, her nedense bir türlü layık olamamıştı bu mertebeye!. Oysa birçok tehditler almasına rağmen, yolundan ve davetinden hiç taviz vermediği o yıllarda bazen yaklaştığını, bazen çok yaklaştığını hissetmişti bu şehadete!. Mesela yıllar önce bir gece vakti evine dönerken, arkasından bir el ateş edilmişti. Çok.yakınında patlayan bu silah sesini duyduğu an aniden heyecanlanmış, içindeki şehitlik özlemiyle aniden umudlanıvermişti Nusret hoca. Ancak bu umudu hiç uzun sürmemişti. Çünkü saçlarını okşayarak geçen kurşun kendisini ıskalayarak karşı duvara saplanmış ve Nusret hocanın şehadet umudlannı karşı duvara gömüvermişti.
O hüzünlü geceden sonra, Nusret hoca böyle bir makama layık olmadığını düşünmeye başlamış ve şehadete yönelik umudlarının git gide azaldığını hissetmişti. Nitekim geçen yıllarla beraber, kendisi gibi bu umudu da yaşlanmış, bu umudu da eski diriliğini kaybetmişti içinde!. Artık şehadeti değil müslümanca ölmeyi, bir yatakta da olsa müslümanca ölebilmeyi koyuyordu dualarının başına.
Fakat şimdi, şimdi anlıyordu ki eski bir umudu, eski bir hayali, elle tutulur, gözle görülür bir gerçeklikle çıkıvermişti karşısına!. Böyle bir durumda ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilemiyen Nusret hoca, apaçık bir hayret, apaçık bir şaşkınlık içindeydi!. Çok uzun yıllar hücrede kalan ve güneşi unutan bir mahkumun, güneş ışığına çıktığı ilk anları yaşıyordu sanki!. Hiçbir şey düşünemiyor fakat bütün duygulannın kamaştığını hissediyordu. Tabi ki Rahman'dandı bütün bunlar. Rahman ve Rahim olan Allah, onu böyle bir lutufla karşı karşıya getirmişti.
Kendisine yaklaşan İlahi bir lutfun, şehadet gibi bir makamın kokusunu almaya başlayan Nusret hoca, gönlünden gizlice yükselen “Rabbim beni şehadete, Rabbim beni böyle bir makama layık görüyor” haykırışlarıyla ağlamaya başladı. Gönlündeki sessiz haykırışlarla “Ya Rabbi Sen Rahman'sın, Vallahi de Rahman'sın, Billahi de Rahman'sın...” diyerek ağlıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Nusret hocayı korku şokuna sokup, onun ne derece alçalacağını görmek isteyen Murat bey için güzel bir sahneydi bu!. Anlaşılmaz bazı şeyler mırıldanarak hıçkıra hıçkıra ağlayan Nusret hocaya bir süre baktıktan sonra, başını ağır ağır ön tarafa sallıyarak şöyle dedi.
“Ölümden bu kadar çok .mu korkuyorsun? Fakat ağlaman yetmez. Seni affetmemi istiyorsan ayaklarıma kapanacaksın. Bir köpek gibi ayaklanma kapandığını, bir köpek gibi yalvardığını görmek istiyorum.”
Nusret hoca şaşkın gözlerle Murat beye baktı. Ne diyordu bu adam!. Şehitlerin ölmediğini, şehitlerin öldürülemediğini bilmiyor muydu? Bu duygularla Murat beye dönerek “Behey şaşkın, sen beni öldüremezsin, sen beni kesinlikle öldüremezsin” demeyi düşündü. Fakat bu adamla bunlan konuşmanın ne gereği vardı ki!. Kendisinden bir cevap bekleyen Murat beye kısa bir süre bakınca, bu adamın yapacağı işten her an vazgeçebileceğini hissetti. Bundan endişelenerek “Ben korkmuyorum” dedi aceleyle ve dizleri üzerine doğrularak hızla ayağa kalktı.
Bunu bir blöf, bir yalancı cesaret olarak algılayan Murat bey, ciddi bir yüz ve sinirli bir ses tonuyla “O halde hemen, hemen taburenin üzerine çık” dedi. Nusret hoca hiç itiraz etmeden tabureye doğru yürüdü ve sakin bir şekilde taburenin üzerine çıktı. Bu durumu gizli bir şaşkınlıkla izleyen Murat bey, kısa bir süre ne yapacağını bilemedi. Bu herif ne yaptığının farkında değil miydi? Yoksa hala blöf mü yapıyor, hala kendisini ciddiye almıyor muydu bu adam!.
Fakat bu adam korkmuyorsa, kendisi niye korkacak, kendisi niye çekinecekti ki? Zaten bir katildi, dolaylı da olsa oğlunun bir katiliydi bu adam!. Oğlunun canına karşılık, bu lanet herifin canını elbetteki alabilirdi. Ayrıca kendisinin burada olduğundan, evdekilerin de haberi yoktu!. Onlar Nusret hocanın bu gece buradan gideceğini, çıkıp gidivereceğini zannediyorlardı. Dolasıyla Nusret hoca ortadan kayboyduğu zaman, bunu kesinlikle kendisinden bilmezlerdi.
Böylesi düşüncelerle kararan gözlerinde, karanlık bir kararlılık belirdi. Bu kararlılıkla Nusret hocanın yanına giderek, sallanan ilmiği onun basma geçirdi. Fakat bir şey, yine kendisini şaşırtan bir şey olmuştu. Nusret hoca başını ilmiğe sokarken, gerilen dudaklarıyla gülmüş, sessizce gülümsemiştü. Bunun nedenini anlayamayan Murat bey, içinde büyüyen bir merakla sordu.
“Başını ilmiğe geçirirken neden gülümsedin?”
Bir süre hiç cevap vermeden uzaklara bakan Nusret hoca, kısık bir sesle “Anlayacağını sanmıyorum!.” dedi.
“Sen söyle.”
“Başımı ilmiğe sokarken, başımı ilmiğe değil, başımı cennete soktuğumu hissettim!.”
Murat bey hiç beklemediği böyle bir cevap ile adeta sendeledi!. Üç-beş adım geri çekilerek öylece Nusret hocaya baktı. Bu adamın, bu kahrolası adamın karşısında yenildiğini, tartışmasız bir şekilde gerçekten yenildiğini ilk kez hissetti. Bu adamı ne sözleriyle, ne gözleriyle, ne de ölümle korkutabilmişti!.
Oysa kendisiyle mukayese edilemeyecek bir adamdı bu!. Gözlerine yansıyan açık bir çaresizlik İle Nusret hocaya baktı. Urgandan ilmiği bir gerdanlık gibi boynunda taşıyan Nusret hoca da öylece durmuş, öylece kendisine bakıyordu. Nusret hocanın gözlerindeki anlamlı vakar ile aşağılandığını düşünen Murat bey, içinde büyüyen bir nefret ve öfke ile tabureye baktı. Bu adamı yeryüzüne bağlayan ve hala konuşturan şey, bu kahrolası tabure idi.
Artık düşünmemeye, hiç düşünmemeye çalışarak tabureye doğru yürüdü.
Kısa bir süredir Murat beye bakan ve onun son durumunu anlamaya çalışan Nusret hocanın bakışları bir anda değişmeye başlamıştı. Çünkü bu olaya ilk kez onun yani Murat beyin boyutundan bakıyordu. Oğlunun ölümünden onu sorumlu gören bu baba, hiç kuşkusuz ki çılgınca bir şey yapmak üzereydi. Kendini kaybeden bu adam bir cinayete doğru yürüyor, bir müsiümanın kanına giriyor ve bir katil oluyordu!. Kendisi nefes nefese cennete yaklaşırken, bu adam bilmeden, hiç bilmeden belki de cehenneme doğru yaklaşıyordu.
Ve bu adam Ferhat'ın, Ferhat gibi çok sevdiği bir müsiümanın babasıydı!. Bir an kendisini Ferhat'la göz göze gelmiş hissetti!. Rahmet dolu gözlerle kendisine bakan Ferhat, bu bakışlarla “Babama acı, ona merhamet et” diyor gibiydi!. Nusret hoca kendisini toparlayarak tekrar, Murat beye baktı. Tabureye adım adım yaklaşan bu adamı durdurmanın yolu, durdurabilmenin yegane yolu ona yalvarmak ve ondan af dilemekti. Murat beyin söz ve davranışlarından bunu anlamıştı, bunu çok iyi anlamıştı Nusret hoca.
Kararsızlık içinde gönlünün daraldığını, sıkıştığını, acıdığını hissetti. Gözleri aniden dolmuş, gözyaşları aniden boşalıvermişti. Kendisine oldukça yaklaşan Murat beye bakınca, “Artık ne yapayım?” sorusunu düşünmek istemedi!. Çaresizlik içinde titreyen dudaklarını zorla açmaya çalıştı!.
Ve Nusret hocanın diline ve Nusret hocanın gönlüne çok ağır, çok yakıcı gelen şu sözler döküldü dudaklarından.
“Durun Murat bey. Size yalvarıyorum, lütfen beni affedin.”
Bu sözleri duymaktan umudunu kesen Murat bey, bu sözler ile durdu ve çirkin bir gülümseme ile baktı Nusret hocanın yüzüne. Bu herif, bu kahrolası olası herif en sonunda anlamıştı işin ciddiyetini. Ve kendisinin blöf yapmadığını, ayağının altındaki tabureyi bir tekmede savura-cağını anladığı zaman gerçek yüzünü göstermiş ve bir köpek gibi yalvarmaya başlamıştı.
Artık konuşma sırası kendisindeydü.
Gözyaşları içinde af dileyen Nusret hocaya “Seni alçak herif, seni!. İşte gerçek yüzün meydana çıktı!” diyerek bir sürü hakarette bulunduktan sonra boğazındaki ilmiği çıkarıp, onu tabureden aşağıya indirdi. Bu adama başka bir ceza vermesine gerek olmadığını düşünüyordu. Çünkü devamlı ağlayan bu adama, yaşattığı bu dehşetli korku yeterli olmalıydı. Bu düşünceler içinde Nusret hocanın ellerini çözdü ve onu evin dış kapısının önüne getirinceye kadar ağzına ne gelirse söylemeye ve olmadık hakaretlerde bulunmaya devam etti!.
Fakat bir ses, bir söz, bir karşılık gelmemişti Nusret hocadan. Sanki bir ölü, sanki yürüyen bir ceset gibi susuyor, suskunluğunu hiç bozmadan ağlamaya devam ediyordu. Kendisini omuzundan tutarak kapının önüne kadar getiren Murat beye hiçbir karşılık, hiçbir tepki vermiyordu. Nusret hocanın bu suskunluğunu açık bir acizlik ve yenilgi olarak algılayan Murat bey ise onu kapının dışına iteklediği an, bu karanlık gecenin son karanlık sözlerini söylüyordu.
“Defol, defol git buradan!.”
Bu itekleme ile merdivenlerden aşağıya yuvarlanan Nusret hoca, kendini toparlamaya çalışarak ayağa kalktı. bakmak istemeden ağır adımlarla dağ evinden uzaklaşmaya başladı. Zorlukla yürümeye çalışan Nusret hocanın kulaklarında “Defol, defol git” sözleri yankılanıyordu.
Bu sözlerle bir evden, bir dağ evinden değil, çok çok yaklaştığı cennetten kovulmuş, cennetten uzaklaşünlmış gibiydi!. Oysa şehitliğe, oysa şehadete ne kadar da çok yaklaşmıştı. Bu duygularla yine ağlamaya, sevgiliden uzaklaştırılmış bir sevdalı gibi yine hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Bir kurşun, umud yüklü bir kurşun daha yanından geçmiş, umud yüklü bir kurşun daha ıskalamıştı kendisini!.