DİVANE. 2


DİVANE

 

 

“Vedud. Vedud, Ya Vedud.”

Sabahın sessizliği içinde bir anda yükselen bu haykı­rışlar, köyün sıradışı insanı Divane'ye aitti. Her sabah güneşle birlikte evden çıkarken, önce kapının önünde dura­rak uzun bir süre etrafına bakınır ve sonra ellerini, gözlerini ve gönlünü semaya yönelterek “Vedud, Vedud. Ya Vedud” diye haykırırdı. Köylüler bu haykırışlarla ilk karşılaştıklarında bunun ne anlama geldiğini pek anlaya­mamışlar ve Divane'yi sevmelerine rağmen bir daha böyle bağırmamasını tenbih etmişlerdi.

Tabi ki bu tenbihi hiç dinlememişti Divane!.

Yine her sabah evin önüne çıkıyor, yine her sabah aynı şekilde bağırıyordu. Köylüler kızmaya, ortam gerilme­ye başladığı bir sırada Yakup hoca köye gelmişti. Uzun yıl­lardır yayla yolu üzerindeki kerpiç evinde tek başına yaşa­yan Yakup hoca. köye çok az inmesine ve insanlarla çok az konuşmasına rağmen bütün köylüler tarafından saygı duyulan ve dikkate alınan bir kişiydi. En şakacı insanlar bile onun karşısında ciddi olur, oturuşlarına ve konuşmala­rına dikkat ederlerdi. Divane'nin haykırışları Yakup hocaya anlatıldığı zaman her nedense hiç şaşirmamış ve bir süre düşündükten sonra etrafındaki köylülere şöyle demişti.

“Vedud, Allah'ın bir esması yani güzel bir ismidir. Çok seven, çok sevilen ve kendisine çok sevgi beslenilen anlamına gelir. Allah'tan başka şeylere sevgi besleyenler için, belki de bu esmanın, bu ismin dünya yaşantısında fazlaca bir önemi yoktur. Fakat perdeler kalktığı, hak ve hakikat ortaya konulduğu zaman herkes çok iyi anlayacak­tır ki, gerçek ve ebedi sevginin yegane sahibi Allah (c.c.)dır. Lutfuyla, rahrnetiyle, şefkatiyle, cemaliyle sevilen, çok sevilen, pek çok sevilen Allah (c.c), ebedi ve yüce tüm sevgilerin biricik kıblesidir. Tabi ki önemli olan bu sevgiyi dünyada farkedebilmek, doğru kıbleye, doğru adrese yö­nelen böyle bir sevgi ile dünya yaşantısında iken tanışabilmektır. Umarım ki Divane'nin “Ya Vedud” haykırışları, sizlerin böyle bir sevgi ile tanışabilmenize vesile olur. Al­lah'tan başkasına yönelen sevgileri, gerçek kıbleye yönel­ten bir ayet. bir işaret olur. Her yeni güne başlarken muh­taç   olduğum  bu  haykırışları  ben  de  duymak,   ben   de işitmek isterdim.”

Yakup hocanın bu sözleri köylüler üzerinde çok etkili olmuş ve söz konusu gerginlik ortadan kalkmıştı. Artık bir rahatsızlık değil, bir hoşnutluk duyuyorlardı Divane'nin bu haykırışlarından. Onun bu sözlerini dilleriyle ve gönülleriy­le kendileri de tekrar ediyorlar, meselenin farkında olanlar mutlak sevginin Allah'a sadece Allah'a yöneltilmesi gerek­tiğini kendilerine bir kez daha hatırlatıyorlardı.

Divane'nin ise hiçbir şey umurunda değildi!.

Köylüler kendisine kızmış veya kızmamış, sevmiş veya sevmemiş hiç önemsemezdi. Tek hedefli ve tek merkezli bir yaşantısı vardı Divane'nin. Allah'ı her şey ile hoş­nut etmek ve Allah'tan istediği, Allah'tan dilediği, Allah'tan dilendiği tek bir şey ile hoşnut olmak. Allah'tan istediği bu tek şeyin ne olduğunu ise sadece bir kişiye an­latmış, bir kişiyle paylaşmıştı Divane. İstiridyenin içindeki bir inci gibi sakladığı, bir inci gibi büyüttüğü bu dileğini hiç kimsenin bilmesini istemez, bu gizli dileğini herkesten sa­kınır, herkesten kıskanırdı.

Divane koskoca köyde sanki yalnız, sanki tek başına yaşıyordu. Bir insan yalnızken nasıl rahat hareket eder, nasıl rahat konuşursa. Divane kalaba­lıklar içinde de aynı rahatlıkla hareket eder, aynı rahatlıkla konuşurdu. Konuştuklarına bir cevap, bir karşılık'da bekle­mezdi insanlardan. İnsanlar onun konuştuklarını anİamış ya da anlamamış, cevap vermiş ya da vermemiş hiç umur­samazdı. Çok tuhaf soruları da vardı Divane'nin!. Bazen karşılaştığı insanlara “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorar, in­sanlar da çarşıya, kahveye, eve gibi gittikleri yeri söyledik­lerinde başını iki tarafa sallıyarak “Hayır, bilemediniz!.” der ve sonra yürür giderdi.

Divane insanlarla olan iş ilişkisinde ise hak ve huku­ka çok riayet eder, insanların bir işini yaptığında her za­man hakettiğinden daha azım talep ederdi. İyi bir budakçı olduğu için birçok köylü budak işlerini ona verir, onun yapmasını isterdi. Aldığı bir işi yanm bıraktığı veya verdiği bir sözü yerine getirmediği hiç görülmemişti. Çünkü kolay kolay söz vermez ve bir işi bitirmeden diğer bir işi kesinlik­le almazdı. Budayacağı bir bahçeye girdiği zaman önce orasını gezer, bütün ağaçları dikkatlice gözden geçirir ve sanki o ağaçlan bir süre dinler, o ağaçlarla bir süre konu­şurdu. Kesilmesi gereken yetişkin bir dalı kesmeden önce o dalı eliyle okşadığı ve o dala bir şeyler mırıldandığı çok görülürdü.

Çocuklara karşı da bir başka ilgisi, bir başka sevgisi vardı Divane'nin. Onlarla uzun uzadıya konuşur, onların tüm çocuksu sorularına yine çocuksu olan bir bilgelikle ce­vap verirdi. Onlarla aynı yaşta, aynı başta gibi şakalaşır, onların bazı oyunlarına ortak olurdu. Herhangi bir çocuk hastalandığı zaman her gün onun evine gider ve kendisini içeriye buyur etmelerine rağmen kapıdan içeriye hiç gir­meden elindeki bisküvi veya çukulatayı çocuğun annesine vererek onun durumunu sorardı.

Kız çocuklarına karşı sanki daha şefkatli, sanki daha merhametliydi Divane. Nazlı nazlı etraflarına bakman, çocuksu bir cilveyle omuzlarını kaldıran, bir taraftan diğer ta­rafa muhteşem bir hicret heyecanıyla koşuşturan bu kız çocuklarını, rengarenk billurlardan canlı bir biblo gibi gö­rür ve sanki kırılıvereceklermiş korkusuyla onlara hiç do­kunmaz, hiç dokunmak istemezdi. Bu küçük kız çocukları­na mısır püsküllerinden oyuncak bebekler yapar, hepsinin ismi Gülbenaz olan bu bebekleri yine hepsini “Gülbenaz” diye çağırdığı bu kız çocuklarına dağıtırdı.

Gülbenaz!.

Bir göçmen kızıydı bu!. Asıl adı Ahmed olan Divane'nin yıllar önce bir kez gördüğü, bin kez sevdiği ve uğ­runa deli divane olduğu güzel bir kızdı Gülbenaz!. Oysa bir kez. sadece bir kez görmüştü Gülbenaz'ı!. Ailesiyle beraber köydeki bir akrabalarını ziyarete gelen bu kızla bir kere karşılaşmış, onun kendisine bakan gülen gözlerini bir kere görmüştü.  Fakat bu yetmişti Ahmed'e!.  Artık her gözde Gülbenaz'ı görüyor, gördüğü her şeyde Gülbenaz'ı düşünüyordu. Üç-dört ay bu duyguların yaşanması ve her geçen gün daha bir kabarmasıyla geçtikten sonra bazı bü­yükleriyle konuşan Ahmed. bu kızla evlenmek istediğini söyledi.

Ancak olmadı!.

Kızın ailesi hiç düşünmeden reddetti bu teklifi. Tarla­sı, bahçesi olmayan böyle bir fakir gence verecek kızları­nın olmadığını söyleyerek bir daha gelmemelerini istediler. Bu kesin ve olumsuz cevabı Ahmed'e ileten köylüler, ona bu kızdan vazgeçmesi gerektiğini anlattıktan sonra şayet isterse kendisini başka bir kızla evlendirebileceklerini teklif ettiler.

Fakat Ahmed hiç duymadı, hiç dinlemedi bu teklifi!. Sevdiği kızdan ve sevdasın­dan vazgeçmek de neyin nesiydi!. Ahmed yüreğinden ay­rılsa da, yüreği bu sevdadan ayrılmazdı, ayrılamazdı ki!. Ahmed için olacak bir şey değildi bu!. Kendisi sevdiği kızı alamasa bile, kendisinden bu sevdayı kim alacak, kim ala­bilecekti!. Hem Ahmed'den bu sevdayı aldıkları zaman. Ahmed'den geriye hiç ama hiçbir şey kalmazdı ki!.

Aylar bu sevdanın büyümesiyle, yıllar bu sevdanın mayalanmasıyla geçmeye başladı. Ahmed aklı başında bir insan değildi artık!. Bütün kız ço­cuklarına Gülbenaz diyor, otururken veya yolda yürürken yanında hissettiği Gülbenaz'a bakıyor, Gülbenaz ile konu­şuyordu!. Köyün delisi, köyün divanesi olmuştu Ahmed. Fakat divane olmasından da ve kendisine Divane denilme­sinden de hiç rahatsız değildi. Nitekim ona takılmak için “Her eve bir divan, her köye bir divane gerekir” diyenlere hiç kızmıyor, ciddi bir yüz ifadesiyle “Doğru. Siz divan olun, ben divane” cevabını veriyordu.

Küçük büyük herkesin sevdiği bir insandı Divane. Hiç kimseden bir şey istemez, hiç sormadan herkese yardım etmeye çalışırdı. Köylüler sevdikleri kadar acımaya da baş­lamışlardı Divane'ye. Her geçen gün sevdasına sevda ka­tan, her geçen gün daha bir mahzunlaşan bu gence yar­dım edebilmek için aralarında toplandılar. Köyün varlıklı insanları bu fakir gence bir bahçe ile altı dönüm toprak vermeyi kararlaştırdılar ve hep birlikte Gülbenaz'ın ailesine tekrar gittiler.

Bu yeni durumu Gülbenaz'ın ailesi de olumlu karşılıyarak “Tamam, bize göre mahzur yok. Kızımız kendisiyle görüşsün, kabul ederse bu iş olur” dediler. Nitekim kısa bir süre sonra Gülbenaz köydeki akrabalarının yanına tekrar geldi. Artık tüm mesele, Divane'nin Gülbenaz ile görüşme­sine kalmıştı. Bütün köylü seferber olarak Divane'yi bu görüşmeye hazırladılar. En yeni elbiseler giydirildi, en güzel kokular sürüldü, en güzel nasihatler edildi Divane'ye. Ama hiç konuşmuyordu Divane!. Yeşil gözlerinde sevinç şim­şekleri çakıyor, söylenilen her güzel söze başını sallıyor fa­kat hiç, ama hiç konuşmuyordu.

Ve kızla karşılaştırdılar Divane'yi!. Uzun yulardır hazan yaşanan gözlerine ilk kez bahar gelmiş gibi yeşermiş, yeşerivermişti Divane'nin yeşil gözle­ri. Öylece Gülbenaz'a bakıyor, öylece Gülbenaz'ı seyredi­yordu. Divane'yi bıraksalar bir ömür boyu hiç kıpırdama­dan, hiç hareket etmeden, hiç nefes almadan seyretmek isterdi bu kızı. bu sevdalısını.

Divane nin kendisine hayran hayran baktığını fakat hiç konuşmadığını gören Gülbenaz, kendisi konuşmasa Divane'nin hiç konuşmayacağını anlayarak bu sessizliği boz­mak istedi. Çok narin ve kibar gözüken dudaklarım açıp bu narinliğe ve kibarlığa hiç yakışmayan kaba bir ses to­nuyla “Ahmeed. sen beni çok mu seveyon!” diye sordu.

Gözleri hayretle açılan Divane, bir alemden bambaş­ka bir aleme düşüyormuş gibi hissetti kendisini!. Acaba yanlış mı duydum diyerek, hala kulaklarında çınlayan sesi bir kere daha dinledi. Yok, aynı sesti ve aynı sözdü duy­duğu!. İyi ama “Ahmeed. sen beni çok mu seveyon!” di­yen bu kız da kimdi ve Gülbenaz. Gülbenaz nereye gitmiş­ti? Yıllardır beraber yürüdüğü, hayaliyle konuştuğu ve yüreğine değen sımsıcak sesini dinlediği Gülbenaz nere­deydi? Telaş içinde karşısındaki kızın gözlerine, gözlerinin içine bakarak aramaya başladı Gülbenaz'ı!. Fakat baktıkça karşısındaki kızın Gülbenaz olmadığım görmeye, Gülbenaz olmadığını anlamaya başlamıştı. Duygularının ve düşünce­lerinin çılgınlaştığını hissetti. Herbir duygusu ve herbir dü­şüncesi, her şeye isyan edercesine ayağa kalkmıştı. Nere­deydi sevdiği, neredeydi sevdalısı, neredeydi Gülbenaz?

“Söyle lan!. Beni çok mu seveyon?”

Kızın söylediği bu ikinci söz. Divaneyi kendine geti­ren ikinci bir şok etkisi yapmıştı. Nereye baktığını bilen gözlerle kıza bir süre baktıktan sonra ağlamaya, çılgınlar gibi ağlamaya başlamış ve kızın yanından hemen ayrılarak “Değilmiş, gerçek değilmiş” hıçkırıkları içinde köyden uzaklaşmıştı.

Ve yaklaşık onyedi gün, hiç kimse görmedi ve hiç kimse bir haber alamadı Divane'den. Bu süre zarfında nereye gitmişti, ne olmuştu kimse bilmiyordu!. Onyedi gün sonra köye döndüğünde ise sanki başkalaşmış, sanki bir başka insan olmuştu Diva­ne. Artık muntazaman namaz kılmaya ve her sabah evden çıkarken “Vedud. Vedud, Ya Vedud” diye haykırmaya başlamıştı. Kız çocuklarına yine “Gülbenaz” diyor fakat ar­tık bu hitapla o göçmen kızını değil, bir başkasını, kesinlik­le ve kesinlikle bir başkasını kastediyor gibiydi!.

“Hasan efendi!. Divane yine gidiyor.”

Hanımının bu sözü üzerine pencereden dışarıya ba­kan Hasan efendi, Divane'nin elindeki uzun bir değneğe yaslanarak köyün dışına doğru gittiğini gördü. Divane her sabah kalktıktan sonra köyün dışına doğru yürür ve bir birbuçuk saat sonra geri dönerdi. Onun her sabah hiç ak­satmadan nereye gittiğini kimse bilmez ve sorsalar da kim­seye söylemezdi. Hasan efendi bu merakla Divane'nin ar­kasından bakarken. Divane'nin bir anda durduğunu gördü.

Sela verilmeye başlanmıştı.

Divane selayı sonuna kadar dinleyip, kimin öldüğünü anlamak istedi. Ölen kişi, üç gün önce bir anda ağırlaşan Mehmed efendiydi. Mehmed efendi Divane'yi. Divane Mehmed efendiyi severdi. Başını öne doğru sallıyarak bir şeyler mırıldanan Divane önce köye, sonra gitmesi gere­ken yola baktı. Ve hiç kararsızlığa düşmeden, yola verdi

kendisini.

Ancak her zamankinden biraz daha hızlı. biraz daha aceleciydi adımları..

Mehmed efendinin evi hayli kalabalıktı.

Yakın çevredeki bütün tanıdıklar eve dolmuş, eve do­luşmuş gibiydi. Herkes tarafından sevilen ve hürmet edilen bir kişi olan Mehmed efendinin iki oğlu vardı. İstanbul'da İhracat işleriyle uğraşan büyük oğlu Ömer, üniversite yılla­rında İslam ile tanışmış ve tanıdığı bu İslam'a samimi bir kalp ile teslim olmuştu. Okulu bitirip askerliğini yaptıktan sonra babasının nasihati üzerine kendi yörelerinden bir kızla evlenen Ömer, yine babasının izniyle İstanbul'a yerleşmişti. Önceleri değişik şirketlerde çalışmış, bu şirketlerde önemli konumlara gelmiş ve daha sonra kü­çük çapta bir şirket kurarak kendi işinin sahibi olmuştu.

Abisine nazaran çok daha aktif olan küçük oğlu Ka­dir ise kazandığı burslarla üniversiteyi yurtdışında okumuş, ihtisas için Amerika'ya gitmiş ve daha sonra Almanya'ya dönerek üniversite yıllarında tanıştığı Dilara ile evlenmişti. Yaptığı her işte profesyonelliğe ve atılımcı yeniliğe çok önem veren Kadir, kısa zamanda önemli ilerlemeler kay­detmiş ve uluslararası önemli şirketlerin Almanya ve Tür­kiye distribütörlüğünü almıştı. Almanya doğumlu olan ha­nımı Dilara da kendisinden geri kalan bir insan değildi. Mükemmeliyetçi bir yaklaşıma sahip olan Dilara, planlı ve programlı çalışmalarıyla birçok iş adamının güvenini ka­zanmış ve önemli bir şirketin yöneticiliğine getirilmişti.

Uluslararası bir kadın derneğinin de Almanya temsilcisi olan Dilara, batı kaynaklı kadın profilinin seçkin bir örneği gibiydi.

Babasının ağırlaştığını duyan Ömer, bütün işlerini bı­rakarak ailesiyle beraber iki gün önce köye gelmiş ve ba­bası vefat edinceye kadar onun yanından ayrılmamıştı. Fa­kat kardeşi Kadir bir türlü gelmemiş, gelememişti!. Oysa Ömer İstanbul'dan ayrılmadan önce ona telefon etmiş ve babalarının durumunu bildirmişti. Abisiyle konuşan Kadir de “Tamam abi, hemen geleceğim” diyerek telefonu ka­patmıştı. Ne var ki her işe yetişen bu çocuk, her nedense babasının son anına yetişememişti!.

Ömer'in gördüğü kadarıyla babasının son anlarındaki tek üzüntüsü Kadir'di. Onun bu durumunu gören ve babasını çok seven Ömer, onun bu üzüntüsünü dağıtabilmek ve onu rahatlatabilmek İçin iki gün boyunca elinden geleni yapmaya çalıştı. Oniki yaşındaki oğiu Enes dedesinin ba­şında sık sık Kur'an okumuş ve dokuz yaşındaki kızı Merve de, abisinin okuduğu bölümlerin mealini yani türkçe anla­mını vermişti dedesine. Babasının çok hoşuna gitmişti bu dinledikleri. Enes'i dinlerken gözlerini tavandaki bir nokta­ya öylece dikiyor. Merve'yi dinlerken ise gözleri yaşarıyor ve gizli hıçkırıklar içinde “Yaa, ya” diyerek başını sallıyor­du. Mehmed efendinin önceden bildiği ve iman ettiği bu ayetler, hiç ummadığı bir mana genişliği ile kalbinde yeni­den yer ediyordu.

Yine Allah'ı ve yine kendisini düşündü Mehmed efendi!.

Son zamanlarda Allah'ı düşündüğü her an yüreğinin titreyerek kabardığını ve gözlerinin dolduğunu hissediyor­du. Alemlerin Rabbi olan Allah artık yakındı, çok yakındı, çok çok yakındı Mehmed efendiye. Bu son günlerde Allah'ın mı kendisine yoksa kendisinin mî Allah'a yaklaştığını bilemiyordu!. Sanki Allah (c.c.)'ı yeni yeni tanımaya, yeni yeni anlamaya başlamıştı!.

Allah, alemlerin Rabbi olan. Rahman ve Rahim olan Allah!.

Oysa küçük yaşlardan beri inandığı, teslim olduğu, bir ömür boyunca önünde rüku ve secde ettiği Rabbi idi Allah (c.c). O'nun rızası için kaç kişiye yardım ettiğini, kaç yoksulu doyurduğunu ve kaç bin rekat namaz kıldığını bilmiyordu. Daha önceleri önemsediği ve bunları düşüne­rek kendini iyi hissettiği işlerdi bunlar.

Fakat şimdi, şimdi çok iyi anlıyordu ki Allah'ın şanına. Allah'ın azametine, Allah'ın izzet ve keremine uygun bir kulluk yapmamış, yapamamıştı. Gerçi Allah için dünyadaki bütün açları doyursa, hak tebliği herkese duyursa ve her solukta O'na kulluğu yaşasa yine de başını kaldırarak “Ben O'nun şanına, ben O'nun izzet ve keremine uygun kulluk yaptım, kulluk yapabildim” diyemezdi. Çünkü O çok Rahman'dı. çok Rahin’di. O'nun nimetleri saymakla bitme?, verilerek tükenmezdi. Her şeyin tek Sahibi, tek Yaratıcısı idi. Divane'nin her sabah haykırdığı gibi Vedud'du, Vedudun ta kendisiydi.

Ve şimdi O'na doğru, O Vedud'a doğru yürüyordu!. Gücü nisbetince yap­maya çalıştığı amellerine ve ibadetlerine değil sadece Rahman'a güveniyor, Rahman'ın rahmetini ve lutfunu umarak O'na gidiyor, bu umudla O'na dönüyordu Mehmed efen­di. O'nu severek ve sadece O'na kulluk yaptığına sevine­rek O'na gidiyor, her nefeste O'na yaklaşıyordu.

İkinci günün sonunda Mehmed efendi iyice ağırlaş­mıştı. Sanki dünyadan rızkı kesilmiş gibi artık hiçbir şey yemek, hiçbir şey içmek istemiyordu. Babasının hiçbir şey yemediğini gören Ömer hurma almış ve çekirdeğini çıka­rarak yemesi için babasının ağzına koymuştu. Aradan iki saat geçtikten sonra hunnanın hala babasının ağzında ol­duğunu görünce, hurmayı babasının ağzından almış ve ye­mek konusunda daha fazla ısrar etmek istememişti. Git gide halsizleşen Mehrvied efendi artık öleceğini hissettiği zaman önce otuzyedi yıllık hanımını yanına çağırmış ve sevgiyle yaşaran gözlerle ona şöyle demişti.,

“Sultanım!. Öyle sanıyorum ki Rabbime dönüş vakti geldi. Bana iyi bir eş ve İslam'da kardeş oldun. Rabbim bütün hizmetlerinin karşılığını sana bol bol versin. Ben senden razı idim. Rabbim de senden razı olsun. Benim sana bütün haklarım helal olsun. Sen de hakkını helal et sultanım, hakkını helal et emektarım.”

Odadaki bütün insanları ağlatan bir vedalaşma olmuş­tu bu. Ömer'in annesi Nedime hanım gözyaşları içinde Mehmed efendiye sarılarak “Benim sende ne hakkım var ki, ne hakkım var ki, hepsi helal olsun, helah hoş olsun. Sen beni kimseye muhtaç etmeyen, sen beni korumaya ve gözetmeye çalışan adamımdın, efendimdin!. Sen beni nasıl koruyup gözettinse, Rabbim de seni öylece koruyup gözet­sin. Ama söyle, söyle Mehmed efendi, sen gidince ben ne yapacağım? Hangi göğüse başımı koyup, dertlerimi kimin­le paylaşacağım' diyerek hıçkırmaya başladı. Gözyaşları içinde annesinin yanına gelen Ömer, onun öpülesi ellerini dudaklarına götürerek “Anacım, anacağızım, sen yalnız değilsin ve hiç yalnız olmayacaksın, hiç yalnız olmayacak­sın” sözleriyle tekrar tekrar öptü annesinin ellerini.

Öylece oğluna bakan Mehmed efendi, dünyada en güzel nimetin mal, makam veya mülk değü sadece ve sa­dece salih evlad olduğunu düşünüyordu. Gözyaşları içinde anacağızının ellerini öpen ve ona yürekten gelen bir sesle

“Sen yalnız değilsin, sen yalnız değilsin” diyerek sahip çı­kan oğluna bakarken, ağlıyordu, gözyaşları içinde ağlıyor­du Mehmed efendi. Eliyle oğlunun, aslan oğlunun başını tutarak, küçükken olduğu gibi ona “Aferin oğlum, aferin benim aslan oğlum” demeye başladı. Gözyaşları içinde bir­birlerine sarılan ana, baba ve oğul. bir ayrılık öncesi ayrıl­maz bir rahmet yumağı olmuşlardı.

Mehmed efendi daha sonra Ömer'le helallaştı, onun için hayır dualarda bulunarak hakkını helal etti oğluna. Sonra bir süre odanın kapısına baktı. Bulanık bakışlarında belirgin bir hüzün vardı. Daha sonra Ömer'e dönerek “Kadir babalık hakkıma riayet etmedi. Gerçi Allah'ın hak­kı yanında, benim hakkımın ne Önemi vardır ki” dedikten sonra sustu. Büyük oğlunun yüzüne bakarken, küçük oğlu­nu düşünüyordu. Çevresi tarafından çok yetenekli, çok ba­şarılı bir iş adamı olarak görülen Kadir'in durumu, Meh­med efendiye hiçbir zaman güven vermemişti. Onu ne zaman habrlasa içinin acıdığını hisseder ve yurtdışında okumasına izin verdiği için gizliden gizliye hep kendisini suçlardı. Oysa ne kadar iyi, ne kadar candan, ne kadar samimi bir çocuktu Kadir. Ancak yaban ellerde okuyup, yabanlara karışıp gitmişti!.

Her zaman sevdiği küçük oğluna yine acıdığını, yine merhamet ettiğini hissetti. Bu duygular içinde Ömer'e dönerek “Oğlum Kadir'e söyle, hakkımı helal etmemi istiyor­sa Allah'ın hakkına riayet etsin. Umud ederim ki Allah ona acır. ona merhamet eder, ona hidayet eder” dedi. Mehmed efendi oğluna bunları söylerken bile arasıra yine kapıya bakıyor ve Kadir'in kapıdan girmesini bekliyor, gir­mesini istiyordu.

Ve son nefesini. kapıya bakan bu açık gözleriyle verdi.

Köy halkı, şimdiye kadar hiç duymadıkları bir motor gürültüsüyle sarsıldı. Bir anda köye yaklaşan bu gürültünün ne olduğunu, havaya bakarak koşuşturan çocukların heyecanlı ba­ğırışlarından anladılar.

“Helikopter!.”

“Helikopter iniyor!.”

Zeynellerin boş tarlasına iniş yapan helikopterden at­layan genç bir adam, arkasına hiç bakmadan köye doğru koşturmaya başladı. Gece yarısı vefat eden Mehmed efen­dinin küçük oğlu Kadir'di bu!. Gözleri ağlamaktan kızarmış bir şekiide baba evine doğru koştururken, abisinin son söz­leri yankılanıyordu kulağında!. Bu son telefon konuşmasın­da “Babamız artık öldü!. İstersen gelmeyebilirsin!.” demişti abisi.

Kulaklarına inanamamıştı Kadir!.  

Çünkü hiç ummadığı, hiç beklemediği bir şeydi bu!. Zaten bu nedenle hemen köye gelmemiş, yirmi gün önce yaptığı programa sadık kalarak önce maliye bakanıyla ya­pacağı görüşmeye gitmişti. Babası sadece hasta olduğuna ve hemen ölmeyeceğine göre bu iş görüşmesini bitirdikten sonra onun yanma gidebilecekti. Neden böyle düşündüğü­nü hala anlayabilmiş değildi!. Abisi Ömer “Öldü, babamız artık öldü” deyince, bütün bir dünya aniden başına yıkıl­mıştı sanki!.

Fakat yine de inanmıyordu, inanmak istemiyordu bu habere!. Belki de abisi ona kızdığı için böyle bir söz söylemişti kendisine!. Sabaha karşı hiç vakit kaybetmeden bir arkadaşını araması ve iş adamı olan bu arkadaşının heli­kopteriyle köye gelmesi de içinde ölmeyen böyle bir umud nedeniyle idi!. Babasının odasına girdiği zaman onun ölmediğini görecek ve sevgili babasının ellerini, babasının gözlerini öpecekti!.

Ancak eve girdiği zaman, bu küçücük umudunun hiç de gerçek olmadığını an­ladı! . Ağlamaktan yorgun düşmüş bütün gözlerde aynı ger­çek, aynı haber vardı. Babası ölmüştü, babası gerçekten Ölmüştü   Kadir'in.   Gözyaşları   içinde   önce   annesine  ve daha sonra abisi Ömer'e sarıldı. Herkesin içinde aynı soru olmasına rağmen hiç kimse neden gelmediğini, niye gele­mediğini sormuyor, sormak istemiyordu Kadir'e.  Çünkü onun bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlaması herkesi duy­gulandırmış, herkesin ona acıyarak bakmasına neden ol­muştu.

Kadir'in gelmeyişine en çok kızanlardan  biri olan Ömer de acımıştı kardeşinin bu haline ve ona hiçbir şey söylemeden odaya, kardeşini babasının odasına götürdü. Yatakta boylu boyunca yatan babasının üzerinde çarşaf örtülüydü. Ömer “Bismillah” diyerek babasının üzerindeki çarşafı aldı. Babası vefat ettikten sonra vücudunu henüz sıcakken düzeltmişler, küçük bir bez parçasıyla ayaklarını başparmaklarından birbirine bağlamışlar, gözlerini ve ağzı­nı kapatarak çenesini bir tülbentle basma doğru sıkmışlar­dı.

Çarşafı kaldıran Ömer'in dikkatini çeken ilk şey. ba­basının tekrar açılan gözleri olmuştu!. Oysa öldükten son­ra kendi eliyle babasının gözlerini kapatmıştı. Bir an duraksadıktan sonra babasının kendiliğinden açılan gözlerini kapatmak için elini tekrar babasının yüzüne götürdü. Fa­kat durdu ve kısa bir süre düşündükten sonra Kadir'e dönerek “Babamız bu açık gözlerle kapıya bakıyor, seni bek­liyordu Kadir!.” dedi.

Kadir gözünden süzülen yaşlar ile başını öne doğru salladı. Abisi söylemese de babasının açık gözlerinde zaten bunu görmüş, bunu anlamıştı kendisi!. Donuklaşan bu göz­lerde, son andaki duygular, son andaki özlemler de donup kalmıştı sanki!. Öylece babasına, babasının açık gözlerine ve bu açık gözlerdeki, açık hasretine baktı. Biraz dikkat edince bu gözlerde hasretle beraber belirgin bir sevginin, belirgin bir merhametin olduğunu da farketti.

Yine ağlamaya tutamadığı gözyaşlarıyla yine ağlamaya başladı Ka­dir!. Babasının bu sevgisi, bu merhameti hiç yabancı değil­di kendisine. İyi çok iyi, çok çok iyi bir insandı babası. Kendisine hep sevgiyle, hep merhametle yaklaşmış, gücü nispetince onu korumaya, gözetmeye çalışmıştı. Bu duygu­larla çocukluk günlerini hatırladı. Küçükken abisi yanların­da yürürken, babası onu omuzlarına alır ve omuzlarında gezdirirdi.

Ve o omuzlarda bir hareket, bir kıpırtı yoktu şimdi!. Her tarafında canlılık alameti olan, oradan oraya yürüyen, heyecanla'koşuşturan kosko­ca bir beden, derin bir sessizliğe gömülen hareketsiz bir et yığını gibiydi!. Akıp giden zamandan çıkmış, zamandan çı­karılmıştı sanki. Son nefesini verdiği son anda, herşey dur­muş ve babası bu son anın içine hapsedilmişti. Artık onun için ne bir an öncesi, ne de bir an sonrası yoktu.

Bitmişti, bitivermişti herşey!.

Sanki terkedilmiş bir yurt, bir toprak parçasıydı baba­sının vücudu. Oysa aynı toprak parçasının her bölgesinde ayrı bir alem, her hücresinde ayn bir hareket vardı öncele­ri!. İyi ama bu bedene hayat veren o şey neydi ve o nere­deydi şimdi? Bilinen bir cevabı tekrarlıyarak “O şey candı ve can çıktı” demek, ne kadar basit bir yaklaşımdı, Uyu­mak için esneyen bir akılla “Can, can” diyenler, aeaba ça­nın ne olduğunu, nasıl çıktığını ve nereye gittiğini biliyorlar mıydı?

Babasının hareketsiz cesedine bakarak bunları düşü­nen Kadir yine babasına, yine babasının gözlerinde donup kalan sevgi ve merhamete baktı. “Ah babam, ahh babacı­ğım” dedi içinden. Gerçekten iyi, gerçekten çok iyi bir in­sandı babası. Dünya insanca yaşanacak bir yer olsaydı, Kadir de babası gibi. aynı babası gibi olmak isterdi. Fakat genç yaşlarda dünyanın insanca yaşanacak bir yer olmadı­ğını görmüş, insanca yaşanacak bir yer olmadığını öğren­mişti.

Mücadele, devamlı mücadele edilmesi gereken valışi bir orman gibiydi bu dünya. Hiç kuşkusuz ki bu dünyayı valışi bir ormana çevirenler, bu dünyanın en valışi canlıla­rı olan insanlardı. Bu valışi dünyada insanca yaşamak iste­yenler hunharca eziliyor, insanca yaşamak isteyenler hun­harca sömürülüyordu.

Fakat yapılacak bir şey yoktu!.

Böyle bir dünyada milyarlarca insanla birlikte ya altta kalmaya ve ezilmeye razı olacaksın, ya da üste çıkmak, Üste çıkabilmek için mücadele edeceksin!. Kadir bunu, yıl­lar önce bu ikinci şıkkı tercih etmiş ve tüm mücadelesini bu tercih istikametinde vermişti. Kısa zamanda elde ettik­lerine bakılırsa, bu mücadelesinde başarısız olduğu da söy­lenemezdi. Dünyadan fazla bir şey talep etmeyen babası ise mütevazı bir hayatla, mütevazı bir ölümü tercih etmişti.

Kardeşinin haline ve yaşlı gözlerine uzun bir süre ba­kan Ömer “Biz de böyle ölecek, biz de böyle boylu bo­yunca uzanacağız Kadir!” dedikten sonra eliyle babasının gözlerini tekrar kapattı. Kendisini toparlamaya çalışan Ka­dir ise, babasının cesedine bakarak abisinin bu sözler ile ne dediğini, ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu!.

Doğru söylüyordu abisi!.

Kendisini ve örnek aldığı uluslararası iş adamlarını babasından farklı görmesine rağmen onlar da böyle öle­cek, onlar da böyle can verecekti!. Bütün insanların be­denleri aynı ölümlü beden olduğuna göre. her beden sahi­bi aynı akibete yaklaşıp, aynı şekilde ölmeyecek miydi? Yüz-yüzelli yıl önce doğan ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan milyarlarca insandan., hiç ölmeyen var mıydı? Bu dün­yada her gün yüzbinlerce insan ölmüyor muydu?

Bilinen fakat unutulmak İstenen bir gerçek değil miy­di ölüm!.

Elbetteki kendisi de, elbetteki uluslararası iş adamları da ölecek ve onların da cansız cesetleri bu şekilde yani boylu boyunca uzanacaktı!. Bunları düşünen Kadir “Ben neler düşünüyorum?” dercesine kendine gelmek ve bu dü­şüncelerden uzaklaşmak istedi. Ancak babasının cesedine bakarak bu düşüncelerden, bu gerçeklerden uzaklaşabilme-si mümkün olmuyordu. Zaten küçük yaşlarda öğrendiği, bildiği, inkar edemediği fakat büyük yaşlarda her nedense unuttuğu, dikkate almadığı gerçeklerdi bunlar!. Yoksa ölüm sadece komada iken, sadece bitkisel hayatta iken farkedilebilecek küçük bir gerçek miydi?

Değildi, elbetteki değildi!. Çünkü ölüm, hayattan daha büyük bir gerçek idi!. Hayat ölümü kuşatamaz iken, ölüm hayatı kuşatıyordu!. O halde ölümden kaçmak daha doğrusu kaç­tığını zannetmek bir saçmalık, bir aldatmaca değil miydi? Milyarlarca insan “Ölüm elbetteki var. Fakat ben daha öl­meyeceğim!.” zanm ile ölmüyor muydu, ölüp gitmiyor muydu? Mesela dolar milyarderi olan Mr, Kapole, acaba hiç ölümü ve öleceğini düşünüyor muydu? Hiç sanmıyor­du, Mr. Kapole'nin ölümü dikkate alacağına hiç ihtimal vermiyordu Kadir. Oysa abisinin söylediği gibi herkes öle­cek ve herkesin cesedi bir et yığını gibi boylu boyunca uzanacaktı. Aklından bunları geçiren  Kadir. Mr. Kapole'nin öldüğünü ve cansız cesedinin babasının yanına uzandığını düşündü!.

İki cansız ceset!.

Mr. Kapole'nin babasından, babasının Mr. Kapole'den hiçbir farkı kalmamıştı!. Bu düşünce tuhafına, çok tuhafına gitti Kadir'in!. Çünkü diğer insanlardan çok farklı olan böylesine büyük adamların yaşantıları nasıl farklı ise ölümlerinin de farklı olacağını düşünmüştü!. Fakat iki can­sız ceset arasında ne fark olabilirdi ki!. Babası nasıl par­mağını bile kıpırdatmaktan aciz bir şekiide uzanıyorsa. Mr. Kapole de aynı şekilde uzanacaktı!.

Belki yüz ifadeleri farklı olurdu!.

Babasının gözlerindeki sevgi ve merhamet, hiç kuş­kusuz ki Mr. Kapole'nin gözlerinde olmayacaktı. Yaşarken bile insanlara sevgi ve merhametle bakmayan gözler, herşeyi geride bırakarak ölüme giderken kimbilir dehşetle na­sıl acıhr, nasıl bir panik yaşardı!. Oysa babasının gözlerin­de bir sükun, bir sakinlik, bir sevgi, bir merhamet vardı.

Kadir bu düşüncelerle bir ikileme, içinde git gide bü­yüyen bir ikileme düştüğünü hissetti. Çünkü Mr. Kapole. Kadir'in kendisine örnek aldığı idol bir kimlik, ulaşmak is­tediği hedef bir kişilikti. Fakat babasıyla Mr. Kapole'nin cesetlerini yan yana tasavvur edince, her nedense babası­nın, kesinlikle ve kesinlikle babasının yerinde olmak istedi­ğini hissediyordu!.

İç dünyasındaki Mr. Kapole kimliği, bir ölüm düşüncesiyle küçülen, anlam ve değerini yi­tiren bir kimlik olmuştu sanki!.

Divane duvara yaslanmış bir şekilde, Mehmed efendinin yıkanışını seyrediyordu. Caminin gasılhanesiydi burası. İçerde imam, Divane ve Mehmed efendinin oğullarıyla beraber üç kişi daha vardı. Hiç kimse Divane'ye “Falancanın cenazesine gel veya gelme” diye­mezdi. Başına buyruk bir insandı Divane. Sadece sevdiği insanların cenazesine gider, onların yıkanışına yardım eder, onlara su döker ve onlar için dua ederdi. Biraz önce de Mehmed efendiye dualarla su dökmüş ve daha sonra bir kenara çekilerek düşünceli gözlerle yıkanan mevtayı seyretmeye başlamıştı.

Müslümanların, ölen bir kardeşleri için son vazifele­riydi bunlar!. Kılım bile kıpırdatmaktan aciz bir şekilde önlerinde uzanan kardeşlerini önce dualarla yıkıyorlar, temiz­liyorlar ve ona boy abdesti aldırarak bembeyaz kefenlere sarıyorlardı. Ebediyete olan son yolculuğun, fani dünyada­ki bu son hazırlıkları tamamladıktan sonra kardeşlerini hem temiz ve hem de abdestli bir şfekilde Rablerine uğurluyorlardı.

Bir cesedin yıkanışına, abdest aldırılışına ilk kez şahit olan Kadir, garip duy­gular içindeydi!. Babasının mermerden uzun bir masa üzerinde her iki tarafa çevrilerek yıkanışını seyrederken, akli sezgileri yarınlara uzanmış ve kendisinin de öleceğini, ken­disinin de bu şekilde yıkanacağını düşünmüştü!. Çıplak vü­cudunu mermer masanın üzerinde düşündüğünde ise. sırtı­na değen mermerin soğukluğu ile içinin bir anda ürperdiğini hissetti.

“Aman Ya Rabbi” dedi kendi kendine!.

İç dünyasını allak bullak eden bu düşüncelerden he­men uzaklaşmak istese de bunu başaramadı!. Çünkü yıka­nan babasının yüzüne baktıkça, bu yüzde yine kendisini yine kendi geleceğini görüyordu!. Başını öne eğerek gözlerini kapattı ve bu olayı daha farklı görmeye, daha farklı yorumlamaya çalıştı. Öleceği doğru olsa bile daha gençti, daha uzun yıllar ömrü olabilirdi!. “Bunu da nereden bili­yorsun?” diye bir soru yükseldi içinden ve bir cevap, açık bir cevap veremedi bu soruya!. Çünkü teknolojinin girdiği insan hayatı, her gün yüzlerce ölüm olasılığı ile karşılaşan bir hayattı. Böyle bir dünyada bir insanın ölmesi için illa ki hastalanmasına, illa ki yaşlanmasına hiç gerek yoktu!.

“Kadir, babamıza sen de su dök!.”

Ömer'in bu sözü ile kendine gelmeye çalışan Kadir, abisinin kendisine uzattığı sıcak su hortumunu eline aldı. Ucunda duş başlığı takılı olan bu hortum ile babasına su tutmaya başladı. Eline sıçrayan sulardan suyun hayli sıcak olduğunu hissetmesine  rağmen babasının  bu sıcaklıktan rahatsız olmayacağını düşündü. Avret mahalli peştemalle örtülü olan babasının önce başına, göğsüne ve ayaklarına su tuttuktan sonra duşu tekrar babasının yüzüne getirdiğin­de irkildiğini hissetti!.

Çünkü sıcak suyun etkisiyle olsa gerek babasının yüz kasları gevşemiş ve gözleri tekrar açılmıştı. Yavaş yavaş açılan bu gözlerde yine aynı bakışlar, yine aynı ifadeler vardı. Babasının açık ve çıplak gözlerine sıçrayan sıcak su­dan rahatsız olan Kadir, babasını önce ıslak alnından öp­tükten sonra sağ eliyle onun açılan gözlerini usulca kapat­tı. İşte o an bir ses yankılandı gasılhane duvarlarında.

“Yaşayanlar ölenlerin gözlerini kapatıyor fakat ölen­ler yaşayanların gözlerini uçamıyor!.”

Gasılhane duvarlarında yankılanan bu söz ile içinin titrediğini hisseden Kadir, başını ağır ağır çevirerek bu kelimelere ses veren kişiye döndü. Kendisine Divane denilen adamdı bu!. Söylediği sözden daha keskin bakışlarla ken­disine bakıyor ve bu bakışlarla “Hayrola, ne oldu? Anlamadınsa bir daha tekrar edeyim!.” diyor gibiydi. Fakat an­lamıştı, bu kısacık sözdeki çok uzun manayı anlamıştı Ka­dir!. Bu anlayışla başını yine ağır ağır öne döndürdü ve düşünceli gözlerle babasına su tutmaya devam etti. Kulaklarında ise hala aynı ses ve aynı söz vardı.

“Yaşayanlar ölenlerin gözlerini kapatıyor fakat ölen­ler yaşayanların gözlerini açamıyor!.”

Gasılhane dyvarlarında yankılanan bu söz ile içinin titrediğini hisseden Kadir, başını ağır ağır çevirerek bu kelimelere ses veren kişiye döndü. Kendisi Divane denilen adamdı bu!. Söylediği sözden daha keskin bakışlarla kendine bakıyor ve bu bakışlarla “Hayrola, ne oldu? Anlamadıysan bir kere tekrar edeyim!.” Diyor gibiydi. Fakat anlamıştı, bu kısacık sözdeki çok uzun manayı anlamıştı. Kadir!. Bu anlayışla başını yine ağır ağır öne döndürdü ve düşünceli gözlerle babasına su tutmaya devam etti.

Kulaklarında ise aynı ses ve aynı söz vardı.

“Yaşayanlar ölenlarin gözlerini kapatıyor fakat ölenler ölenler yaşayanların gözlerini açamıyor!.”

Mehmed efendi yıkanıp kefenlendikten sonra tabuta konulmuş ve küçük caminin musalla taşına getirilmişti. Şehirden ve çevre köylerden epey insan gelmişti Mehmed efendinin cenazesine. Öğle ve cenaze namazı kalabalık bir cemaatle kılınmıştı. Küçükken ezberlediği bazı sureleri ve cenaze namazının nasıl kılındığını unutan Kadir, duyduğu gizli utançtan olsa gerek bu durumunu hiç kimseyle pay­laşmak istemedi. Etrafındakiler ne yaparsa o da onu yapar ve unutmadığını sandığı Fatiha suresini okuyabilirdi.

Fakat bu da olmadı!.

Namazda fatiha suresine her başlayışında “Malike yevmiddin”e kadar geliyor ancak ondan sonraki ayeti bir türlü hatırlayamıyordu!. Kendisini daha fazla zorlamanın bir faydası olmayınca, fatihayı da okumaktan vazgeçerek sadece “Allah” demeye başladı ve bütün namazları bu söz ile tamamladı. Cenaze namazından sonra cemaate dönen imam “Mevtayı nasıl bilirdiniz?” diye sordu.

“Senden daha iyi idi!.”

Divane'nin bu cevabıyla kısa bir şaşkınlık geçiren ce­maat, hemen kendilerini toparlayarak “İyi bilirdik, iyi bilirdik” dediler. Bu cevabı alan İmam “O halde hakkınızı he­lal edin” diyeceği sırada Ömer eliyle işaret ederek susmasını istedi ve cemaate dönerek gözyaşları içinde şöy­le dedi.

“Ben Mehmed efendinin oğluyum. Babamın cenazesine geldiğiniz için Rabbim sizlerden razı olsun. Babam­dan her kimin maddi bir alacağı var ise lütfen bana gelsin, alacağını benden atsın. Parayla ödenemeyecek kadar büyük olan insani haklarınızı ise helal etmenizi istiyorum. Babam gerçekten iyi bir insandı. Lütfen ona hakkınızı he­lal ediniz.”

“Helal olsun.”

“Helali hoş olsun..”

Ömer'in sözleri ve cemaatin canı gönülden verdiği karşılıklarla duygulanan Kadir, gözyaşları içinde abisinin yanına giderek ona sarıldı. Kardeşine sımsıkı sarılan ve bir eliyle onun başını omzuna yaslayan Ömer. kısa bir süre onun başını ve saçlarını okşadı. Sonra omuzlarından tuta­rak hafifçe ayırdı kardeşini kendisinden ve yaşlı gözlerle kardeşinin yaşlı gözlerine bakarak “Haydi Kadir, haydi ba­bamızı yerine götürelim” dedi.

Camiden mezarlığa kadar omuzlarda taşındı Mehmed efendi!. Tabut, önceden kazılmış mezarın yanına konulduktan sonra kapağı açıldı. Mezara önce Ömer indi. Sakin gözlerle etrafına bakman Divane, gözyaşları içinde tabuttaki babasına bakmakta olan Kadir'i görünce “Haydi sen de, sen de mezara in” dedi. Bunun nedenini anlaya­mayan fakat sakin ve keskin gözlerle kendisine bakan Di-vane'ye de itiraz edemeyeceğini hisseden Kadir, yavaşça mezara indi.

Divane ve bazı köylüler Mehmed efendinin kefenlen­miş cesedini besmelelerle tabuttan çıkarıp, mezarda bekleyen iki oğula uzattılar. Ömer ile Kadir de babalarının cese­dini besmeleyle alıp, besmeleyle mezara indirdiler. Ömer Kadir'e dönerek “Sen artık çıkabilirsin” deyince. Divane mezarın içindeki Kadir'e elini uzattı. Onun elini tutarak mezardan dışarıya çıkan Kadir, çok kısa bir süre Divane'nin gözlerine baktı. Elini sımsıkı tutan bu adamı hiç tanımamasına rağmen, bu adamın ellerinde ve gözlerinde mert insanlara özgü güvenilir bir dost sıcaklığının olduğu­nu hissetti.

Ömer önce kefendeki bezden kuşakların düğümünü çözmüş ve daha sonra babasını sağ yanına çevirerek başı­nın altına toprak doldurmuştu. Bu arada Divane hasırları almış ve düzgün bir şekilde mezarın sağ duvarından aşağı­ya kadar sarkıtmıştı. Sonra Ömer'e tahtalar verildi. Ömer bir metre uzunluğundaki bu tahtaları mezarın sol alt tabanına yaslayarak sağ duvardaki hasın sıkıştıracak şekilde bi­rer birer yerleştirmeye başladı. Bütün tahtaları yaklaşık kırkbeş derecelik bir eğimle yan yana yerleştirildikten ve hasırların dışarıda kalan bölümünü tahtaların üzerine katla­dıktan sonra mezardan dışarıya çıktı.

Ve dualarla ve besmelelerle kabire toprak atılmaya başlandı. Kabire birkaç kürek toprak atan herkes elindeki küreği yanındakine bırakıyor ve böylelikle bu hayırlı işten herkes nasip­lenmiş oluyordu. Kadir de babasının kabrine birkaç kürek toprak attıktan sonra kenara çekilmiş ve gözyaşları içinde kabrin toprakla dolduruluşunu seyretmeye başlamıştı. Baba ile oğul arasına atılan her kürek toprakla bu ayrılığın so­mutlaştığını, geri dönülmez bir gerçeklik olduğunu hissedi­yordu.

Babasından sevgili babacağızından ayrılıyordu Kadir. Artık dünya ve ahiret gibi iki ayrı alemin, iki ayrı insanı oluyorlardı. Dünya ahiretten. ahiret dünyadan ne kadar uzaksa, onlar da birbirlerinden o kadar ayrılıyorlar, o kadar uzaklaşıyorlardı!. Toprakta açılan bu küçücük çukur, bir mezar değil, dünyadan ahirete açılan bir yol, bir kapıydı sanki!. Ve ka­bire atılan her kürek toprakla, dünya ile ahiret arasındaki bu kapı yavaş yavaş kapanıyor gibiydi!.

Kabir toprakla doldurulup, kenarları düzeltildikten sonra herkes dua ederek ayrılmaya başladı. Ömer ile Ka­dir kabrin beş-altı metre ilerisinde durmuşlar, mezardan ayrılmadan önce kendilerine başsağlığı dileyen kimselerin taziyelerini kabul ediyorlardı. Kabrin kenarında oturmakta olan Divane, herkesin kabirden uzaklaştığını görünce ya­vaşça ayağa kalktı ve Mehmed efendinin başucunda dura­rak ellerini havaya kaldırdı. Herkes durmuş, herkes susmuş ve pür dikkat kesilerek öylece Divane'ye bakmaya başlamıştı. Çünkü herkesin cenazesine gelmeyen, herkesin kabrinde dua etmeyen bu sıradışı adamın ne söyleyeceğini, nasıl dua edeceğini gerçekten merak ediyorlardı. Ömer ile Kadir de Divane'ye dönmüşler, ba­balarının kabri başında çok ciddi bir yüz ifadesiyle duran bu adamın ne söyleyeceğini beklemeye başlamışlardı.

Bir süre kabire bakan ve kabirdeki Mehmed efendiyi düşünen Divane, başını yavaş yavaş semaya döndürdükten sonra Rahman'a, Rahman olan Allah'a seslenmeye başla­dı.

“Ey zengin olan Allah, Sana bir fakiri, Sana bir yok­sulu getirdik. Ya Rabbi, buraya defnettiğimiz insan, Senin kulun olan Mehmed efendidir. Sen onu elbetteki bizden daha iyi bilir, bizden daha iyi tanırsın. Bizler onun iyi ve dürüst bir İnsan, güzel bir müslüman olduğuna şahit ol­duk. Umud ederiz ki Senin katında da iyi insanlardan, Senin yanında da salih kullanndandır. Herkese yardım etme­ye çalışan bu kuluna, Sen de yardım et Ya Rabbi. Çünkü onun Senden başka bir kimsesi. Senden başka bir yardım­cısı yoktur. Sen ona azap edersen, o Senin kulundur. Fa­kat Sen onu affeder, sen onu bağışlarsan hiç kuşkusuz ki Rahman olan. Rahim olan. Aziz olan, Hakim olan, Vedud olan Sensin, Sensin Ya Rabbi..

Divane'nin bu sözleri, onu dinleyen herkesi duygulandıran, herkesin gözlerini yaşartan sözler olmuştu. Kadir de çok etkilenmişti bu sözlerden. Dünya ve ahiret arasında durarak tüm ilgisini ahirete yönelten, Allah'ı sanki görüyormuş, sanki duyuyormuş gibi O'na seslenen. O'na yakaran bu adamın sözleri. Kadir'in yüreğini sarsan, duygularını kabartan sözler ol­muştu.

Acaba kendisinin de, kendisinin de arkasından bu sözleri edecek bir deli, böyle konuşacak bîr divane olacak mıydı? “İnşaallah” dedi kendi kendine. Çünkü Divane'nin sözlerini babasının kula­ğı ile dinlediği zaman, Allah ile yalnız kalan babasının bu samimi sözlerden ve bu samimi duadan çok hoşlandığını hissetmişti. Böylesi duygular ve düşünceler içinde Divane'ye bakarken, yaşlı bir adamın Divane'ye yaklaştığını ve sessiz sessiz ağlayan Divane'yi omuzundan tutarak, yavaş adımlarla kabirden uzaklaştırdığını gördü. Kadir az önce yanlarına gelerek “Babanız iyi bir insandı. Allah rahmet eylesin” diyen bu yaşlı adamın kim olduğunu soracaktı ki, henüz bu sor,uyu sormadan cevabıyla karşılaştı.

“Bu Yakup hocadır.”

Kadir bunu söyleyen köylüye dönünce, köylü büyük bir sırrı açıkhyormuş ciddiyetiyle ilave etti.

“Divane ondan başkasını dinlemez.”

Anladım dercesine başını hafifçe sallıyan Kadir, ağır adımlarla mezarlıktan uzaklaşan bu iki adamın arkasından bakarken, her nedense bu iki adamın dünyaya ait insanlar olmadıklarını hissetti. Bu iki adam sanki bir başka alemde yürüyorlar, bir başka alemde yaşıyorlar gibiydi!.

İki gündür köyde olan Kadir abisi Ömer ile birlikte misafirleri ağırlıyor, taziyeleri kabul ediyordu. Bu arada ölüm haberini alan Dilara da işlerini hızla proglamlamış ve ilk uçakta yer ayırtarak Türki­ye'ye gelmişti. Çalıştığı şirketin Türkiye disbiritörü kendisi­ni hava limanında karşılayarak özel arabasını ve şoförünü teklif etmesine rağmen bunu iş prensiplerine uygun gör­meyen Dilara hava limanından bir araba kiralamayı tercih etmiş ve kendisine oldukça sıkıntılı gelen bir yolculuktan sonra köye ulaşmıştı.

Sevdiği ve severek evlendiği hanımını bir anda karşı­sında gören Kadir, şaşkın ve sevecen duygularla bir süre hanımına baktı. Dilara'nın bu düşünceli davranışından ol­dukça duygulanmış ve böyle bir günde yanında olan hanı­mını kendisine çok yakın hissetmişti. Nitekim bu sıcak duygularla hanımına sarıldığı an gözyaşlarını tutamadı ve hıçkınklar içinde “Dilara babam, babam öldü” demeye başladı.

Kuvvetli ve dirayetli bir insan olarak tanıdığı kocası­nın çaresiz bir çocuk gibi ağladığını gören Dilara, gizleme­ye çalıştığı bir şaşkınlık ile duraksadı ve kocasına ne diye­ceğini, ona nasıl davranacağını bilemedi. Çünkü içinde yetiştiği batı kültüründen kaynaklansa gerek, alışık olduğu bir tepki, alışık olduğu bir duygusallık değildi bul. Ölüm denilen bu soğuk gerçek, her şeye rağmen aynı soğukkanlılıkla karşılanması gereken bir gerçek değil miydi? Başkalarının ölümünü bile soğukkanlılıkla karşılayamayanlar, bu ölüm düşüncesinin kendilerine yansıyan yokedici gölgesiyle nasıl başa çıkabilir ve insanı yokluğa sürükleyen bu karanlık gölgede yaşama sevincini nasıl hissedebilirdi ki!. İnsanın yüreğini ürperten ve yarına yönelik tüm emellerinin içini boşaltan bu ölüm düşüncesinden uzaklaşılmadıkça, hayata ve hayatın içinde­kilere yaklaşabilmek nasıl mümkün olabilirdi?

Batı insanı bunu farketmiş olacak ki. ölen bir yakınla­rını soğukkanlılıkla defnediyorlar ve daha sonra bir kafetaryada toplu halde pasta yiyip, kahve içtikten sonra dağıla­rak norma! yaşantılarına dönüyorlardı. Zaten yapılması gereken de bu değil miydi?

Dilara bu duygular ve düşünceler içinde “Başın sağolsun hayatım” diyerek, Kadir'i teselli etmek istedi. Daha sonra Kadir'in ailesine de taziyelerini sunan Dilara'ya tüm aile çevresi sıcak bir yakınlık gösterdi. Kendi örf ve anenelerine yabancı bir ortamda yetişen Dilara'nın hemen Tür­kiye'ye gelmesini ve bu acılı günde kocasının yanında ol­masını onlar da takdirle karşılamışlardı. Böyle bir yöreye çok yabancı bir kimliği olmasına rağmen insanlara tevazuyla yaklaşan ve çevresindekilerle samimi bir şekilde uyum sağlamaya çalışan bu kadın, iyi ve özel bir kadın ol­malıydı.

Çevresine bu olumlu görüntüyü yansıtan Dilara ise. bu görüntünün arkasına gizlemeye çalıştığı bir hayre­ti, bir şaşkınlığı yaşıyordu. Daha önceleri iki kere İstan­bul'a gelmişler ve kocasının ailesiyle İstanbul'da görüşmüş­lerdi. Türkiye'ye ilişkin olarak İstanbul'un sadece Rumeli yakasını tanıyan Dilara'nın, Anadolu yakasına ilk kez geçi­şi ve bir Anadolu köyüne ilk kez gelişiydi bu!. Gerçi tele­vizyonlarda böylesi köylere ve köylülere ilişkin bazı belge­selleri izlemesine rağmen yine de hayrete düştüğünü ve çok şaşırdığını hissetmişti. Belki de belgesellerde böylesi köyleri ve köylüleri izlerken, bu görüntülerin sadece bir film, gerçek hayatla yeterince bağdaşmayan abartılı bir film olduğunu düşünüyordu!.

Ama gerçekti gördüklerinin hepsi yaşanan bir gerçekti!. Bahçenin bir ucuna derme çatma tahtalardan yapılan helalar, hay­van tezeklerinin yanında oynayan çocuklar, nasırlaşmış el­leri ve ayakları ile hayvan damlarından tarlaya, tarladan eve gidip gelen kadınlar hep gerçekti!. Ve tüm bu gerçek­likler çok doğal, çok olağan bir hayat biçimi gibi hiç yadır­ganmadan yaşanıyordu bu köyde!.

Sanki zaman tüneline girmiş, şimdiki zamandan geçmişe, geçmiş yıllara dönmüştü Dilara!. Dünya kadınlarının son yüzyıl içindeki atılımları ve modern dünyada kazandıkları konumlar, hiç gerçekleşme­miş, hiç yaşanmamış gibiydi bu köyde!. Erkeklerine ciddi bir saygıyla yaklaşan, onların emirlerini hiç yadırgamadan yerine getiren, onların gölgesinde yaşamayı huzurlu bir güven ortamı olarak telakki eden bu kadınlar, çağdaş ka­dın kimliğinden ne kadar da uzaktı!.

İnsanlık tarihi boyunca kadınlar bir evrim içindeyse, Anadolu'daki bu kadın kimliği 21. yüzyılda bile evrimin ilk aşamalarını, ilkel dönemlerini geride bırakan bir kimlik de­ğildi. Oysa batı dünyası bu konuda oldukça ilerlemiş, ka­dınlarla erkekler arasında hiçbir fark kalmamış gibiydi. Bir erkeğin elde edebileceği her türlü sosyal konumun yollan, erkeklere olduğu gibi kadınlara da açıktı batı dünyasında. İsteyen kadın istediği meslek bölümünde çalışabilir ve bu çalışmalarıyla istediği konuma, istediği makama yükselebi­lirdi.

Kadınların ekonomik açıdan özgür ve bağımsız olma­ları, kadınların diğer konularda da özgürce düşünmelerine ve özgürce karar vermelerine olanak sağlıyordu. Batı dün­yasındaki kadınların erkeklere muhtaç olmadan yaşayabile­ceklerini kanıtlamaları, kadınlarla erkekler arasındaki bin­lerce yıllık tarihi ve sosyal bir bağı koparmış gibiydi. Daha önceleri bir erkeğin kanatları altına sığınmayı kaçınılmaz bir gereklilik olarak kabul eden ve bu erkekle nikahlanmayi yannlara yönelik sosyal bir güvence olarak telakki eden kadınların, bu evlilik meselesine yaklaşımları da tamamen değişmişti. Çünkü gördükleri kadarıyla kadınlar erkeklere değil, erkekler kadınlara muhtaçtı artık. Erkekler kadınlara özgü işlere hiç heves etmez ve bu işlere ellerini hiç sür­mezlerken, kadınlar hem kendi işlerini ve hem de erkekle­re özgü işleri yapabiliyorlardı. Böyle bir durumda evien-menlerine ve evlendikleri erkeklere ücretsiz hizmetçilik yapmalarına ne gerek yardı ki!. Erkeklerden bekledikleri yegane şey cinsellik ve cinsel beraberlik ise bunu zaten ev­lenmeden de yaşıyorlar, yaşayabiliyorlardı.

Gerçi Dilara'nın kabul ettiği bir yaklaşım değildi bu!.Çünkü meseleye bu şekilde yaklaşan ve belli süreler­de birçok erkekle beraber yaşayan batı kadınlarının, ücret­siz bir hizmetçi olmasalar da, ücretsiz bir hayat kadını durumuna düştüklerini hissediyordu. Onlarca kadınla beraber yaşadıktan sonra hangi kadınla evleneceğine ve büyük bir lutuf gösterip hangisine “Evet” diyeceğine yine erkekler karar veriyordu!. Gençlik ve güzellik yıllarını nikahsız dene­me evlilikleriyle geçiren yüzbinlerce kadın ise denenmiş bir mal gibi yaşlılık yıllarına terkediliyordu!.

Belki de bu kadınlar erkeklerin ne olduğunu, kendilerini nasıl bir aldatmacaya sürüklediklerini an­cak o zaman arılıyorlardı!. Beraber oldukları gençlik yılla­rında kendilerine olgunluk dersi veren, “Önemli olan ol­gun ve   tecrübeli bir kimliğe sahip olmaktır” diyerek kendilerini kullanan erkeklerin, gerçek evliliğe niyetlendik­leri ilerki yıllarda olgunluğu ve tecrübeyi değil, her neden­se gençlik ve güzelliği tercih ettiklerini görüyorlardı!. Genç­liği    yitirdikten sonra gençliğin bir değer olduğunu anlamaları ise tabi ki çok geç kalmış bir anlayış oluyordu.

Bu köyde yaşayan kadınlar, batı kadınlarında bulunan sosyal konuma ve ekonomik özgürlüğe sahip olmasalar da, hiç kuşkusuz ki onların yaşadıkları böylesi sorunlardan uzak bir hayat sürüyorlardı. Dünya kadınlar birliğinde yapılan değişik toplantılarda, ge­nellikle üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan kadınların sos­yal konumlan tartışılıyor, bu kadınların modem ve çağdaş bir kadın kimliğine kavuşuturulması için nelerin yapılabile­ceği konuşuluyordu!.

İyi ama bu kadınların böyle bir isteği, böyle bir talebi var mıydı? Dilara bu duygular içinde köylü kadınlarını daha yakından gözlemlemeye ve onların yaşadıkları dünyaya bakışını daha yakından anlamaya ça­lıştı. Gerçi bunu anlayabilmesi için fazla bir çaba harcama­sına hiç gerek yoktu. Çünkü bir çocuğun dahi hiç zorlan­madan anlayabileceği bir doğallık, basit bir sadelik vardı bu kadınların hayatında!.

Ve gördüğü ve anladığı kadarıyla bu kadınların batılı kadınlara benzemek gibi bir istekleri, böyle bir talepleri de yok gi­biydi!. Kendilerini sadece kocalarına ait gören ve yine sa­dece kocalarına ait gördükleri vücutlarını diğer bütün er­keklerden gizlemeye çalışan bu kadınlar, ilkel bir namus anlayışıyla da olsa kendilerine göre temiz ve sade birha­yat sürüyorlardı. Bu kadınlardan herhangi birisi modern bir kıyafetle kokteyl salonuna dahil edilse, herhalde utan­cından kıpkırmızı olur ve panik içinde bir masanın altına saklanmaya çalışırdı!.

Dilara bu farazi düşüncesine gülümsedi!.

Kendisi için çok doğal olan bu durum, kendisinden çok farklı olan böylesi köylü kadınlar için tabi ki olacak bir şey değildi!. Kendisi çalıştığı şirketteki yüzlerce erkeğe va­ziyet ederken, bir erkeğin emrinde koskoca bir ömür yaşa­mayı kabullenen bu kadınlar elbetteki kendisinden farklıy­dı, farklı olacaktı. Kendisi için bu kadınların   yerinde olmak, bu kadınların yaşadıklarını yaşamak, nasıl mümkün değilse, bu kadınlar için de aynı durum söz konusuydu. Düşünceleri bu noktaya geldiği zaman durdu, duraksadı ve tuhaflaştı Dilara.

Bu kadınların yerinde olmak, bu kadınların yaşadıklarını yaşamak!.

Ne kadar basit, ne kadar sıradan bir hayat olurdu bu!. Böyle bir uzak olasılığı düşünmek bile Dilara'nın tuhaflaşmasına  neden  olmuştu!. Kendisini bu kadınlardan herhangi birisinin yerine koyunca, içinin boşaldığını, kos­koca bedende bir hiç durumuna düştüğünü hissetti.

Düz, dümdüz bir kadın oluyordu!.

Böyle bir durumda ne bilgi ve birikimi, ne de konum ve kariyeri kalıyordu!. İngilizce, Almanca, İspanyolca gibi lisanlan da olmayacak, dünya insanlarıyla tüm diyalogları da kesilecekti. “Belki de tavuklarla tavukça, ineklerle inek­çe konuşabilirim” diye garip bir düşünce geçti içinden ve sonra “Ben neler düşünüyorum” diyerek güldü, gülümsedi bu düşüncesine!.

Olacak şey değildi ki bunlar!.

Bu kadınların yerinde olmayı ve onların yaşadıklarını yaşamayı da nereden çıkarmıştı!. Hiç kuşkusuz ki herkes kendi dünyasını yaşayacak ve yine herkes kendi hayatını, kendi tercihlerine göre belirleyecekti. Ayrıca bu köylü ka­dınların durumunu da yadırgamasına pek gerek yoktu. Çünkü böyle bir ortamda doğmuşlar, böyle bir çevreden ve kültürden etkilenerek yetişmişlerdi. Dolayısıyla. onların bu basit yaşamlarını küçümsemesi ve onlara belli bir mesa­feden bakması, kendisine hiç yakışmayan  bir  davranış olurdu. Nitekim bu düşünceler içinde çevresindeki bütün kadınlara samimi bir sevgi ve şefkat duyduğunu hissede­rek, onlara daha bir sıcak yaklaşmaya başladı.

Dilara o geceyi köyde geçirdi.

Akşam yemeğinden sonra kadınlarla erkekler iki ayrı evde toplanarak kayınpederi Mehmed Efendi için Kur’an okumuşlar ve dua etmişlerdi. Kayınvalidesi Nedime hanı­mın yanından ayrılmak istemeyen Dilara da onunla bera­ber bu toplantıya katılmıştı. Dilara'yı o gece en çok etkile­yen olay. Kur’an okunmaya başlamadan önce kendisine uzatılan bir yemeniyi tebessüm ederek alması ve bu yeme­niyle başını Örttükten sonra aynaya bakması olmuştu.

Aynadaki görüntüsü karşısında bir anda irkilmiş. irkilivermişti Dilara!. Çünkü aynada kendisini değil, buradaki köylü kadınlardan  herhangi birisini  görüyordu sanki!. İyi ama bir örtü, küçücük bir örtü insanı nasıl bu kadar değiştirebilirdi? Bu sorunun cevabını veremedi Dila­ra!. Fakat aynada gördüğü şey, itiraz edilemeyecek kadar açık bir gerçekti. Başını Örten küçük bir yemeni ile sanki kimlik ve kişiliği de örtülmüş, bir örtü ile bu insanlara, kendisine oldukça uzak sandığı bu insanlara benzeyivermişti!

Dilara ertesi gün Almanya'ya döndü,

Kadirin de kendisiyle beraber gelebileceğini umud etmesine rağmen kocası her nedense köyden ayrılmak istememiş ve bir süre daha köyde kalmak istediğini söyle­mişti. Dilara'ya göre doğru bir yaklaşım değildi bu!, Çün­kü Kadir durumundaki birisinin, üç gün bile işlerinden ayrı kalması mümkün değildi. Bunu Kadir'e hatırlattığında “Biliyomm hayatım. Şimdilik telefon talimatlarıyla durumu idare ediyorum” demişti. Dilara çok geniş yelpazedeki bu işlerin telefon talimatlarıyla gereği gibi yürümeyeceğini bil­mesine rağmen kocasına itiraz etmemiş, “Sen bilirsin” di­yerek önce İstanbul'a dönmüş ve oradan da Frankfurt'a uçmuştu.

Köyde kalan Kadir ise, sanki farklı bir alemde yaşıyor gibiydi!. Abisi Ömer'le birlikte taziye için gelenleri ağırlıyor ve misafirlerle yapılan dini sohbetleri büyük bir dikkatle dinliyordu. Gördüğü ka­darıyla abisi Ömer dini konularda kendisini çok güzel ye­tiştirmişti. İnsanların farklı görüşler ileri sürdükleri mesele­leri Kur'an'a göre değerlendiriyor ve okuduğu ayetlerle konuya tartışılmaz bir açıklık getiriyordu. Kadir abisinin bu konuşmalarım izlerken, onun yıllar önce kendisine anlat­maya çalıştığı bazı gerçekleri düşündü. O zamanlar abisini sadece dinlemekle yetinmiş fakat iş yoğunluğu nedeniyle bu dinlediklerini düşünmeye, değerlendirmeye bile fırsat bulamamıştı. Şimdi ise çok dikkatli bir kulakla dinliyor ve dinlediği her şeyi anlamaya çalışıyordu.

Kadir her fırsatta, boş kaldığı her fırsatta babasının mezarına gidiyordu. Mezarlığa gittiğinde farkettiği ilk şey, babasının kabri yanı­na kazılan yeni ve boş bir mezar olmuştu!. Bu boş meza­rın baş ucuna dikili olan eski bir levhada ise “Bu kabir bel­ki senin için hazırlandı. Sen bu kabir için hazırlandın mı?” yazısı vardı.

Bunun nedenini merak eden Kadir, köylülerle konuş­tuğu zaman bunun uzun yıllardır yapılagelen güzel bir adet olduğunu öğrendi. Mezarlığa ziyarete gelenler bu boş kabiri de görüyor ve bu boş kabire kendilerinin de gömülebileceğini dikkate alarak, ibret almaya ve yaşantılarına çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. Kadir “Peki bu boş kabire kim gömülüyor?” diye sorduğunda ise köylüler gülümsemişler ve “Tabi ki köyde ilk ölen kimse. Sonra hemen ya­nına boş bir kabir daha kazılıyor ve yazılı levha o kabire dikiliyor” cevabını vermişlerdi. Gerçekten güzel, güzel dedikleri kadar güzel bir adetti bu. Babasını defnedecekleri gün “Mezar kazıldı mı?” diye sorduğunda, yanındaki adamın “Dört ay önce kazıldı” diyerek verdiği cevabın ne anlama geldiğini de ancak şimdi anlayabilmişti. Bu köyde ölen kimse kahirin kazılmasını beklemiyor, çok daha önce kazılan kabir, ölecek kimseyi bekliyordu!. Bu duygu ve düşünce genişliği içinde boş kahirin yanına gide­rek, buraya dikilen levhadaki yazıyı tekrar okudu.

“Bu kabir belki senin için hazırlandı. Sen bu kabir için hazırlandın mı?”

Boş kabire düşünceli gözlerle bakan Kadife ve Kadir'in dünyasına çok uzak bir soruydu bul. Çünkü çok iyi biliyordu ki kendisi sadece dünyayı önemseyen, sadece dünya İşlerini dikkate alan bir yaşantı içindeydi. Bu boş kabir Kadir için hazır olsa da, dini açıdan bomboş bir ya­şantısı olan Kadir kendisini bekleyen bu kabir için elbetteki hazır değildi.

Peki hazır olmak önemli miydi? Ve hazır olmak için ne yapılması gerekiyordu? Bu sorulardan ve bu düşüncelerden gönlünün daraldığını his­seden Kadir, bir an önce mezarlıktan çıkmak ve bu soru­lardan uzaklaşmak istiyordu. Aslında bu sorular değil, bu soruların muhtemel cevaplan rahatsız ediyordu Kadir'ü. Çünkü bu cevaplara yüzünü döndüğü zaman, yıllardır şe­killendirmeye çalıştığı kendi kişiliğine ve kendi gerçekliğine sırtını dönmüş gibi oluyordu!.

Kadir kendisini çelişkiye düşüren böylesi düşünceler içinde boş kabirden uzaklaşmak ve mezarlıktan çıkmak istiyor fakat ertesi gün yine buraya, yine bu mezarlığa geli­yordu. Bu köy mezarlığındaki sessizlik ve sakinlik çok etki­liyordu Kadir. Nedenini anlayamadığı bir huzur, bir sü­kun hissediyordu bu mezarlıkta. Ancak yine de babasının kabri yanındaki boş mezara pek bakmamaya, boş mezarın dolu levhasını pek okumamaya çalışıyordu!.

İlgisini ve dikkatini babasına, babasının kabrine veriyor, uzun uzun babasını düşü­nüyordu. Dört gün ve dört gecedir burada, bu mezardaydı babası. Gerçi babası için gündüz ve gece diye bir şey yok­tu artık. Kabirin üstü günlük güneşlik de olsa, babası kara toprağın kapkara karanlıkları içindeydi!.

Ve yalnızdı, yapayalnızdı babası!. Babasının kabri başında konu­şan ve kendisine Divane denilen adam “Ya Rabbi, onun Senden başka bir kimsesi. Senden başka bir yardımcısı yoktu” derken doğru, gerçekten çok doğru söylemişti. İn­sanoğlu yaşarken etrafında binlerce adam, binlerce yar­dımcı olsa da, kabire girdiği zaman çırılçıplak bir yalnızlığa düşüyor ve alemlerin Rabbi karşısında tek başına kalıyor­du!.

Hergün babasının kabrine gelen Kadir, babasının kabri başında ne söyleyeceğini, nasıl dua edeceğini pek bilmiyordu. Bu bilmezlik içinde ellerini Al­lah'a açıyor “Ya Rabbi babamın günahlarını affet, onun Senden başka bir kimsesi yok, ona yardım et” diyordu. Bugün yine kabrin yanına gelmiş ve aynı duayı yapmıştı. Duasını bitirdikten sonra birçok mezartaşında bulunan “Ruhuna fatiha” yazısı dikkatini çekti. Babasının mezarı henüz yapılmadığı için, kabrin başında böyle bir mezartaşı ve böyle bir yazı yoktu. Fakat yine de babama bir Fatiha okuyayım isteğine kapıldı.

Ancak cenaze namazı aklına geldi!.

Cenaze namazında fatihayı okumak istemiş, ne var ki "Maliki yevrniddin" den sonraki ayeti bir türlü hatırlayamamıştı. Oysa bildiği, ezberlediği ve çocukluk yıllarında yüzlerce kez okuduğu bir sureydi bu!. Sesli okursam belki hatırlarım düşüncesiyle, Fatiha'yı sesli bir şekilde okumaya başladı.,

“Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil ale­min. Errahmanirrahim. Maliki yevmiddin...”

Yine durdu, yine hatırlayamadı sonrasını!. Hafızamı zorlasam belki sökerim umuduyla, ''Maliki yevmiddin'' ayetini tekrar etmeye başladı. Bir yandan sesli bir şekilde “Maliki yevmiddin” diyor, diğer yandan bu ayetin devamı­nı düşünüyordu.

“İyyakenabudu ve iyyakenastain” Bir anda sesi soluğu kesilen Kadir, heyecandan do­nakaldığını hissetti. Çünkü bu ses topraktan, toprağın al­tından gelmişti!. Acaba yanlış mı duydum yoksa bana mı öyle geldi diye düşündü!. Hayır, çok açık ve çok net bir şekilde duymuştu bu sesi!. Ayrıca duyduğu bu sözler de gerçekten hatırlamak istediği sözlerdi..

“İyyakenabudu ve iyyakenastain” Topraktan gelen bu sesle tüyleri diken diken olan Kadir, bir süre ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemedi. Acaba babası mıydı bu? Gerçi derinden gelen bu ses. ba­basının sesine de pek benzemiyordu! Peki kimdi, kimdi toprağın altından seslenen? Yoksa öldü sanılarak gömülen insanlar, cansız birer ceset değil miydi?

Bu sorularla iç dünyasının alt üst olduğunu hisseden Kadir, bir an önce mezarlıktan çıkmak istedi. Heyecandan birbirine dolaşan ayakları ile babasının kabrinden uzakla­şırken, ne dediğini bilmez bir ruh hali içinde hep aynı söz­leri tekrar ediyordu.,

“İyyakenabudu ve iyyakenastain, iyyakenabudu ve iy­yakenastain...”

Mehmed efendinin kabri yanındaki boş mezardan doğrulan bir adar mezarlıktan hızla çıkmakta olan Kadir'in arkasından öylece baktı, Kadir'in arkasından bakar­ken “Acaba bu genç adamı korkuttum mu?'” düşüncesine kapıldı. Oysa onu korkutmak gibi bir niyeti yoktu. Fatiha'yı okumaya çalışan bu genç adamın bir ayete takıldığını görmüş ve “İyyakenabudu ve iyyakenastain” diyerek ona yardımcı olmak istemişti.

“Herneyse” dedi kendi kendine!.

Sonra yine yavaşça oturdu ve yavaşça uzandı boş kabrin içine. Bir ölü gibi boş kabrin içine uzanan bu insan, birkaç saattir bu boş mezarda yatmakta olan Divane'den başkası değildi!. Fırsat buldukça kabristanın bu boş kabrine geiir ve dünya ile tüm ilişkilerini koparmış bir ölü gibi ken­disini bu boş kabrin içine bırakırdı.

Öldüğünü, ölüp de bu mezara gömüldüğünü düşünürdü Divane!. Bu düşünceyle heyecanlanır, bu düşünceyle bir bayram arefesinin umudlarla dolu coşkusunu yaşardı. Yüzünü ve gönlünü Allah'a dönerek “İşte Ya Rabbi geldim. Sana kul­luk ede ede Senin yanına geldim” dedikten sonra susar, susar ve bu suskunluk içinde çığ gibi büyüyen duygularıyla “Nerede, nerede,, o nerede Ya Rabbi” diye sayıklamaya başlardı.

Gülbenaz'ı, gerçek Gülbenaz'ı istiyordu Divane!.

Gönlünü böylesine güzel bir Gülbenaz ile tanıştıran ve gönlüne bu Gülbenaz sevdasını veren Rahman’dan. gerçek olan bu Gülbenaz'ı istiyordu. Çünkü o olmadan yarımdı, eksikti, çok eksikti Divane!. Gülbenaz olmadan yarım kalmış bir söz, bebeksiz bir göz gibi hissediyordu ken­disini.

Ve onunla, ancak onunla tamamlanacağını, onunla eksiksiz bir bütün olacağını umuyordu. Bazen soruyordu kendisine “Acaba Gülbenaz'ı mı, yoksa bana Gülbenaz'ı verecek olan Allah'ı mı daha çok seviyorum?” diye. Bu soruya hiç durmadan, hiç duraksamadan “Allah” cevabını veriyordu Divane. Zaten herşeyi yaratan ve tüm yüce sevgilerin biri­cik kaynağı olan rahmet merkezi Allah değil miydi? O ol­madan ne seven, ne sevilen ve ne de sevgi olurdu. Bütün bunları biliyor, bütün bunlara iman ediyordu Divane.

Onun Gülbenaz'ı, deliler gibi Gülbenaz'ı istemesindeki neden, yarım bir insan olan Divane'nin tamamlanması ve bu tamlık içinde Allah'a yönelmesi içindi. Havva validemizi Adem (a.s.)'dan yaratan Allah (c.c), sanki Gülbenaz'ı da Divane'den, Divane'nin soyut olan istek ve özlemlerinden yaratmıştı. Soyut olan istek ve özlemlerinin, yıllar önce kendi dışındaki bir kızda, bir canlıda somutlaşmaya başladığını farkeden Diva­ne, bunu farkettikten sonra çatır çatır bölündüğünü, bunu farkettikten sonra bir elma misali ikiye ayrıldığını hisset­mişti. Çünkü karşısında gördüğü şey bir başkası değil ken­disiydi, kendisinin bir parçası yani diğer yarısıydı!.

Ve bu bölünmüşlüğü yaşayan Divane, Rahman olan Allah'tan diğer parçasını, diğer yarısını istiyordu. Allah'ı herşey ile hoşnut ederse, Rahman olan Allah'ın kendisini bu tek şeyle hoşnut edeceğini umud edi­yordu. Allah ona Gülbenaz'ı verecek ve “Nefislerin birleş­tirileceği gün” Gülbenaz ile birleşerek, Allah'ın huzuruna böylesi bir birlik, böylesi bir bütünlük içinde çıkacaktı.

Tabi ki bunun şartı ölmek, Allah'a kulluk ede ede, Rahman'ı hoşnut ede ede müslümanca ölebilrhekti. Bu gerçekleştiği an her şey gerçekleşecek, her hasret bitecekti. Bu nedenle ölüm güzel, müslümanca ölmek çok güzeldi. Hasret dolu bir ayrılık bu ölümle bitecek, sevda dolu bir vuslat bu ölümle gerçekleşe­cekti.

Bunun için ölümü seviyor, bunun için her fırsatta bu boş mezara geliyordu. Dünya ile ahiret arasında bir eşik, yokluk ile varlık arasın­da bir kapı gibiydi bu mezar. Bu kapı açıldığı ve bu eşik­ten geçildiği zaman bütün hasretler bitecek, her şeye Ka­dir olan Allah'tan herşeyi değil, bir şeyi, tek bir şeyi isteyecekti Divane!. Bunları düşünerek, bunları yaşayarak boş kabir içinde saatlerce yatan Divane'ye en zor gelen şey ise, bu boş mezardan çıkmak ve Gülbenaz'ın olmadığı boş, bomboş bir dünyaya tekrar geri dönmekti.

Kadir aceleci adımlarla eve dönerken, karmaşık düşünceler içinde Hira mağarasında ilk vahiyle karşılaşan Resulullah (s.a.v.)'i hatırladı. Babası Mehmed efendinin uzun yıllar önce abisine ve kendisine anlat­tığına göre vahyin ilk sözleriyle karşılaşan Efendimiz (s.a.v.) dehşetli bir heyecan içinde eve dönmüş ve Hatice validemize “Ört beni, ört beni Hatice” diyerek yaşadığı bu müthiş olaydan adeta gizlenmek, saklanmak, uzaklaşmak istemişti.

Kadir de buna benzer duygular içindeydi!.

Toprağın altından gelen o sesi duyduktan sonra dün­yaya ve dünya yaşantısına ait tüm değer ölçülerinin bir buz gibi erimeye başladığını hissetmişti. Önce kaçmak, mezarlıktan çıkarak uzaklaşmak istemişti bu düşünceler­den!. Fakat nereye kaçacak, nereye sığınacak, bütün bu yaşadıklarını nasıl bir örtü ile örtebilecekti ki!. Mezarlıkta duyduğu ses, aynı canlılıkla hala kulaklarında yankılanıyor­du..

“İyya kenabudu ve iyya kenastain”

Artık bu sesin kime ait olduğunu ve nereden geldiği­ni de pek önemsemiyor, bütün yaşadıklarını ve duydukları­nı Allah'tan, sadece Allah'tan biliyordu. Alemlerin Rabbi olan Allah sanki ona bakmaya, sanki onunla ilgilenmeye, sanki onu ikaz etmeye başlamıştı!. Fakat bu İlahi ilgi ve ikaz Kadir'i korkutuyor, bu İlahi ilgiden ve ikazdan derin bir rahatsızlık hissediyordu. Çünkü yaşadığı son olaylarla kendisinden uzaklaşıyor, kendi kimlik ve kişiliğini yitiriyordu Kadir.

Eve geldiğinde uzun bir süre hiç kimseyle konuşma­dı. Babasının odasına çekilerek, babasının boş yatağına bı­raktı kendisini. Dört-beş gün önce babası bu yatakta öl­müş ve cesedi uzun bir süre bu yatakta yatmıştı!, Bunları düşünmek ise hiç ürkütmedi, hiç korkutmadı Kadir'i. Çün­kü bu yatakta babası değil kendisi ölmüştü sanki!. Son dört gündür yaşadıklarını düşününce babasını değil de ken­disini yıkamışlar, kendisini kefenlemişler, kendisini defnet­mişler gibiydi!.

Dünyadan ve dünyanın içindekilerden ne kadar da uzaklaşmış­tı!. Her gün öğleden önce ofis müdürlerine işle ilgili tali­matlar verirken, sanki bir başka aleme telefon açıyor ve git gide uzaklaştığı bir başka alemle konuşuyordu!. Babası­nın yatağında uzanırken “Artık bütün bunlara bir son vermem ve biran önce kendime gelmem gerekir”  diye düşün­dü. Bunu başarmasının yegane yolu ise ölümle ilgili tüm yaşadıklarını unutması ya da bir kenara bırakmasıydı!.

İyi ama bunu yapabilir miydi?

Bütün bu yaşadıklarını unutarak ve burun buruna gel­diği gerçeklerden uzaklaşarak dünyaya dönebilir, eskiden olduğu gibi kendisini tekrar çalışmalara verebilir miydi? “Zor. gerçekten zor” dedi kendi kendine. Çünkü sağlam zannederek üzerinde yürüdüğü tahta zeminin, her an gele­bilecek bir ölüm ile çatır çatır kırılacağını, kırılıp çökeceği­ni anladıktan sonra, bu zemine eskisi gibi güvenebilmesi ve hiçbir endişe duymadan üzerinde yürüyebilmesi nasıl mümkün olacaktı?

Bunun gerçekleşebilmesi, elbetteki ölümü unutmasıyla ve akli bir umursamazlık içinde “Adam sende!.” demesiyle mümkün olabilirdi. Fa­kat böyle yaptığı zaman kendisini aldatmış, açılan gözlerini zorla kapatmaya çalışmış olmayacakmıydı? Düşünceleri bu noktaya gelince Divane'nin gasılhanede söylediği sözle­ri hatırladı. Gerçi Divane denilen o adam “Ölenler yaşa­yanların gözlerini açamıyor” demişti ama ölen babası Kadir'in gözlerini açmış, gerçekten açmış gibiydi!.

Akşam yemeğini hep birlikte yediler.

Yemekten sonra abisiyle konuşan Kadir, söz arasın­da “İyyakenabudu.ve İyyakenastain” ne demek diye sordu. Bu sorunun ne anlama geldiğini ve neden sorulduğunu pek anlamayan Ömer ise “Fatihanın beşinci ayet-i kerime­si” dedikten sonra biraz duraksadı ve ilave etti.

“Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz” anlamına geliyor.

Başını hafif hafif sallayan Kadir, düşüncelere dalmış gibiydi. Demek ki küçük yaşlarda ezberlediği bu ayetleri

unutmasının nedeni, Allah'a kulluktan uzaklaşması ve Al­lah'a kulluğu unutmasiydi!. Kendisi Allah'a kulluğu unut­muş ve Allah da kendisine bu ayetleri unutturmuştu!. Za­ten Allah'a kulluğu unutmuş bir şekilde bu ayetleri okusa, bu ayetier onun ağzına hiç yakışmayacaktı ki!.

Sıkıntılı bir şekilde iç geçirdi!.

Kendisine sıkıntı veren şey bu ayetleri unutmasından ziyade, Allah'ın bu ayetleri ona tekrar hatırlatması, tekrar duyurmasıydı. Ölüler diyarında canlı bir ses ile karşılaşmış ve iliklerine işleyen bu ses, ona bu ayetleri tekrar hatırlat­mıştı!. Bunun elbetteki bir nedeni, bir hikmeti olmalıydı. Ve bu önemli hikmet, onu tekrar Allah'a, tekrar Allah'a kulluğa davet etmekten başka ne olabilirdi ki.

“Kadir!.”

Ömer'in bu seslenişiyle iç dünyasındaki karmaşık dü­şüncelerden uzaklaşmaya çalışan Kadir, kısık bir sesle “Buyur, abi” dedi.

“Babamızın  bir vasiyetini sana  iletmek istiyorum. Dikkate alır mısın,  almaz mısın bilmiyorum. Fakat ben sana ileteyim, ileteyim de bu borç üzerimde kalmasın.”

Meraklandığını hisseden Kadir, bu merak ile “Söyle abi” dedi.

Babamız senin gelmediğini ve gelemeyeceğini his­settiğinde “Kadir, babalık hakkıma riayet etmedi. Gerçi Allah'ın hakkı yanında benim hakkımın ne önemi olabilir ki” demişti. Daha sonra iyice ağırlaştığında “Kadir'e söyle, ona olan hakkımı helal etmemi istiyorsa Allah'ın hakkına riayet etsin. Umud ederim ki Allah ona acır, ona merha­met eder, ona hidayet eder” dedi. Ve bu sözler, babamı­zın son sözleri oldu.

Babasının bu vasiyetini Kadir'e ileten Ömer, umutsuz gözlerle ona  baktı. Kardeşini ne kadar severse sevsin, onun durumundaki birisinin kolay kolay dönmeyeceğini, dönemeyeceğini hissediyordu. Çünkü kardeşinin sahip ol­duklarının yüzde birine sahip olanlar bile sahip oldukları mal ve makamı kaybetme endişesiyle Allah'a yönetmiyor­lar veya yönelmek istemiyorlardı.

Gerçi bu insanların, duydukları endişe, ticari açıdan yersiz ve nedensiz bir endişe de değildi!. İslam'a yöneldikleri zaman elbetteki helal ve haram hudutlarıyla karşılaşacaklar, eskiden olduğu gibi birçok ticari rüzgara yelken açamayacaklardı. Ticari varoluşu devamlı bü­yümek olarak algılayan kapitalizme göre ise küçülmek, ufalmak anlamına gelen bu durum, yokoluşa yönelmekle eş anlamlıydı!. Nitekim böyle bir yokoluşla karşı karşıya gelmemek için büyümeyi hedefleyen birçok iş adamı, kapi­talizmin helal haram tanımaz rüzgarlarına yelken açmayı bir gereklilik görmüşler ve yaptıkları bu tercihle ticari alan­da büyürlerken, Allah katında git gide küçülmüşlerdi!.

Ticari hayatta bütün bunları görmüş, bütün bunları yaşamıştı Ömer!. Kendisiyle aynı işi ya­pan birçok iş adamı ortadaki kazandan ellerindeki büyük kepçelerle pay alırlarken, Ömer hala elindeki küçük ve de­likli bir kaşıkla pay almaya devam ediyordu!. Çünkü Al­lah'ın emriydi bu. Allah'a yönelerek “Ya Rabbi ben rızkın helalini istiyorum” dediği zaman, Allah onun eline büyük bir kepçe değil, kazandaki helalla haramı ayıran küçük ve delikli bir kaşık veriyordu. Bununla yetinen Ömer ticari alanda önceleri küçülse de hiçbir zaman yok olmamış ve ilerleyen yıllarda bereketin getirdiği bir bolluğu ve rahatlığı yaşamaya başlamıştı.

“Elhamdülillah, elhamdülillahi Rabbil alemin” dedi kendi kendine. Sonra kardeşine, umutsuz gözlerle yine kardeşinin gözlerine baktı. Kadir'in hüzünlü gözlerinde bir çırpınışı, çaresizlik dolu bir çırpınışı hissettiğinde, “Keşke kardeşim, fakir ve yoksul bir insan olsaydı!” diye bir dü­şünce geçti içinden. Böyle bir durumda kardeşine sahiple­nir ve bildiği doğruiarı kardeşiyle çok daha rahat bir şekil­de paylaşabilirdi.

Kadir ise gerçekten bir hüzün, bir çaresizlik içindeydi. Duyduğu, gördüğü ve yaşadı­ğı herşey sanki Kadir'i sürüklemek isteyen çılgın bir sele dönüşmüştü!. Sürüklenmemek için bazı dallara tutunan Kadir ise bu ince ve kuru dalların birer birer çatırdadığını görüyordu.

Karanlık, kapkaranlık bir gecenin içinde, açık bir demiryolu kavşağındaydı sanki!. Batının kendisine verdiği son model arabasıyla bu demiryolunun, üzerinden geçerken motor durmuş ve raylar üzerinde öylece kalakalmıştı!. Önce tüm kapıların kilitlendiği ve arabanın içinde tutsak olduğu endi­şesine kapıldı. Çaresiz bir tutsak gibi camları kıramıyor, arabanın içinden çıkamıyordu!. Gecenin karanlığında her an gelebilecek olan ışıksız ve ikazsız bir kara tren, arabay­la beraber kendisini de parçalayacak, param parça edebi­lecekti!.

Arabanın içinde bu korkuları yaşarken “İyyakenabudu ve iyyakenastain” sedasını duymuş, bu ses ve seda ile kapıların açılabileceğini, isterse bu arabadan çıkabileceğini farketmişti. Fakat bunu da istemiyordu Kadir!. Çünkü bu arabanın içinde Kadir'in koskoca bir hayatı ve hayat tarzı geçmişi ve geleceği vardı. Bütün bunları bırakarak araba­dan nasıl çıkabilir, bütün bunları nasıl terkedebilirdi?

Bu düşünceler içinde abisine baktı. Sakin gözlerle kendisine bakan abisinin böyiesi sorunları yoktu. O yıllar önce kararını vermiş ve Allah'ı dikkate alan bir yaşam tar­zını tercih etmişti. Daha önceleri abisinin bu karannı basit ve ticari realiteye aykın görerek pek onaylamayan Kadir, şimdi aynı düşünceler içinde değildi. Abisi Ömer böyle bir hayat tarzını tercih ederken belki de en güzel, en doğru kararı vermişti.

İyi ama ne olacak, kendisi ne yapacaktı ki!. Yolun başında olsaydı, belki kendisi de abisi gibi bir ka'rar verebilirdi. Ancak bunca yıl­lık çalışmalarıyla kazandığı başarılar, ulaştığı ve ulaşacağı önemli konumlar vardı. Bütün bunlar ne olacak, hiç kaza­nılmamış ve hiç kazanılmayacakmış gibi bir kenara mı bı­rakılacaktı? Ve bunlar, bütün bunlar bir kenara bırakıldığı zaman, hayatının ne anlamı kalacaktı ki!. “Hiç hiç” dedi kendi kendine ve bu cevaba hiç itiraz edemedi. Çünkü şimdiye kadar ki hayatına anlam katan bütün bu kazanımları ve hedefleri terkettigi zaman, hayatının gerçekten hiç­bir anlamı kalmayacaktı.

Ölmüş, sanki oluvermiş gibi olacaktı.

İyi ama öldüğü, ölüverdiği zaman zaten ortadan kal­kacak olan anlam, hayatın gerçek anlamı olabilir miydi? Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar için, hayat fani ol­duğu gibi hayatın anlamı da fani olabilirdi. Çünkü onlar kendilerinin bir ot, bir böcek gibi nedensiz yaratıldıklarına inanan ve öldükten sonra yokolup gideceklerini zanneden insanlardı, Dolayısıyla onlar için hayatla birlikte, hayatın anlamının da ortadan kalkması çok doğaldı. Fakat bir in­san, herhangi bir insan Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, bu insan için hayatın anlamı çok daha geniş ve kap­samlı olmalı, inandığı ahiret gününe kadar uzanmalı değil miydi?

Bu duygular içinde “Hayat ve hayatın anlamı” dedi kendi kendine.

Gerçekten önemli bir cümle, önemli bir soruydu bu!. İşin garip tarafı bu önemli sorunun dosdoğru cevabını biliyor, yüreğinde hissediyor gibiydi. Ancak her nedense görmek ve kabullenmek istemediği bir cevap oluyordu bu!. Çünkü bu cevapla birlikte nelerden vazgeçmesi gerektiğini ve neleri kaybedeceğini de çok iyi biliyordu. İyi ama ne­den, neden hep kaybedeceği şeyleri düşünüyordu ki? Böy­le bir karar verdiği zaman kazanacağı bir şey, kazanacağı hiçbir şey yok muydu?

“Allah” diye gizli bir fısıltı yükseldi içinden!. Evet Allah ve Allah'ın hoşnutluğu idi kazanacağı şey. Terkedip kaybedeceği yüzlerce şeye karşılık, kazanacağı tek şey Allah ve Allah'ın hoşnutluğu olacaktı. Sırtını dön­düğü, terkettiği bütün şeylerden uzaklaşırken Allah'a ve Allah'ın hoşnutluğuna yaklaşacaktı.

Peki buna değer miydi?

Bu soru ile içinin hızla daraldığını, yüreğinin utandı­ğını hissetti. Ne biçim bir soruydu bu böyle!. Allah'a ina­nan bir insanın gönlüne ve diline böyle bir soru yakışır mıydı? Hem öldüğü, ölüverdiği zaman kendisi için en önemli şey Allah ve Allah'ın hoşnutluğu olmayacak mıydı? Allah İçin terkettiği ve terkedeceği şeylerin, Allah'ın yanında ne değeri olabilirdi ki? Dolar milyarderi Mr. Kapole gibi fanilere ve bu fanilerin geçici hedeflerine sırtını dön­düğü zaman, Baki olan Malik-ül mülke ve O'nun hoşnutlu­ğuna yüzünü dönmüş olmuyor muydu?

Bir insanın alemlerin Rabbi olan Rahman'a, Rahman ve  Rahim olan Allah'a  yüzünü dönmesi, boynunu bükerek O'na teslim olması ve O'nun hoşnutlu­ğunu istemesi. Bir insan için bundan daha değerli bir yö­netiş, bundan daha şerefli bir teslimiyet olabilir miydi hiç!. Düşünceleri bu noktaya gelince yine durdu, yine duraksadı Kadir. Çünkü yine aynı kavşağa, yine aynı yol ayrımına gelmişti!. Fakat artık geri dönmek, çelişkilerle dolu bir ka­rarsızlık içinde geri dönmek de istemiyordu.

Öylece durdu bu yol ayırımında!.

Her iki yolun yolcularını ve bu yolcuların muhtemel akıbetlerini düşündü. Aslında birbirinden ayrı gözüken bu iki yol, ilerki bir menzilde birleşen, aynı noktada bir araya gelen yollardı. İnsanlar hangi yolu tercih ederlerse etsinler, Allah'a kavuşma noktasında bir araya geliyorlardı. Allah'a sırtlarını dönen insanlarda, Allah'a yüzlerini dönen insan­lar da. “Dönüş Allah'adır” gerçeğine doğru ilerliyorlardı. Tabi ki abisi Ömer'in de taziye konuşmalarında belirttiği gibi akıbetleri farklı oluyordu bu insanların!. Birçok insan yüzünü dünyaya dönmüş bir şekilde geri geri giderek bu kavuşma noktasına yaklaşıyorlardı!. Gittikleri yere değil, geldikleri yere bakarak geri geri yürüyen bu insanlar, çok kısa bir süre sonra arkalarında bekleyen ölüm meleğinin omuzlarına hafifçe dokunmasıyla korkudan buz kesiliyorlar ve kendilerini nasıl bir akibete sürüklediklerini o zaman, ancak o zaman anlıyorlardı.

“Dönüş Allah'adır” gerçeğine yüzleri dönük bir şekil­de yaklaşan ve geldikleri yerden ziyad,e gitmekte oldukları yeri dikkate alan mü'minler ise elbetteki farklı bir akibetle karşılaşıyorlardı. Onlar dünya yaşantısında yüzlerini Allah'a nasıl dönmüşlerse, lütuf ve rahmetine muhtaç oldukları Al­lah'ın cemalini de aynı şekilde kendilerine dönük buluyor­lardı. Abisinin söylediği gibi Allah ile ne güzel bir karşılaş­ma, Allah ile ne güzel bir vuslat idi bu.

Bütün bu düşündüklerini yüreğinde yaşayan Kadir. içinde yosun tutmuş kahn bir duvarın yıkılmaya başladığını hissetti. Bu duvar yıkıldıkça iç dünyası ilk kez aydınlanıyor, yıllardır daralan gönlü ilk kez nefes alıyordu sanki!. Burnu titremeye, gözleri dolmaya başlamıştı. Ağlamamak için zor tutuyordu kendisini. Babasının vasiyetini kendisine ileten abisine dönerek, heyecandan titreyen bir sesle sordu.

“Abi, Allah'ın hakkına riayet etmek nasıl olacak?”

Ömer'in beklemediği bir soruydu bu!. Hangi amaçla sorulduğunu anlamasa da. kısaca bir cevap verdi kardeşi­nin bu sorusuna.

“Yalnız O'na kulluk edip, yalnız O'ndan yardım dile­yerek.”

Kadir düşünceli bir şekilde yani “İyyakenabudu ve iyyakenastain” dedi. Başını sallıyarak “Evet kardeşim” diyen Ömer, biraz duraksadıktan sonra aynı sözü tekrar etti.

“İyyakenabudu ve iyyakenastain”

Kadir bütün geceyi abisiyle konuşarak geçirdi.

Bütün sorularına gayet açık ve net cevaplar veren abisini sanki yeni yeni tanımaya, yeni yeni anlamaya başladığını hissetti. Kendisiyle gayet sakin bir şekilde konuşan abisi Ömer, gerçekten kalbi bir huzur ve akli bir mutmainlik içindeydi. Her soruyu dikkatle dinliyor ve Kadir'e göre cevabı zor olan bu sorulan, gayet basit ve anlaşılır cümle­lerle cevaplayıveriyordu.

Kadirin sorduğu her soruda, Kur'an'ı ve Kur'an-ı Kerim'in konuyla ilgili hükümle­rini dikkate alıyordu abisi. Önce bu durumu biraz yadırga­dı, biraz tuhaf karşıladı Kadir!. Çünkü ondört asır önce gelmiş olan bir Kitab son yüzyıla ait çağdaş sorunları na­sıl ve ne kadar cevaplandırabilirdi ki!. Ancak abisini dinle­dikçe ve abisinin verdiği cevaplan düşündükçe, durumun hiç de böyle olmadığını anladı. Çünkü çağdaş dünyaya ve dünya yaşantısına Kur'an penceresinden bakan abisinin verdiği apaçık cevaplar, hem birbiriyle çelişkisiz ve hem de tartışılmayacak kadar doğruydu. O halde Kur'an-ı Ke­rim gerçekten evrensel bir Kitab'tı ve bu Kitab'ın verdiği evrensel cevaplar her çağa sesleniyordu.

Abisini dikkatle dinleyen Kadir'i en fazla etkileyen gerçek, Kelîme-i tevhid ve bunun yüce anlamı olmuştu. “La ilahe illa Allah” yan; “Allah'tan başka ilah yoktur, an­cak Allah vardır” sözünün anlamını ve bu anlamın pratik içeriğini kavrayan Kadir, İslam dininin bu muhteşem kapısıyla ilk kez karşılaşıyordu!.

Abisinin söylediği gibi buydu ve gerçekten bu olmalıydı İslam dininin muhteşem kapısı. İslam dinine giriş çıkışlar, bu kapıdan, hep bu kapı­dan oluyordu. Sadece Allah'a inanmak ve Allah'ın ilahlığını tasdik etmek, bir İnsanın İslam'a girmesi için yeter-H bir neden olmuyordu. Çünkü “İlla Allah” sözü ile Allah'a ve Allah'ın Hanlığına inanmak ne kadar önemli ise, “La ila­he” sözü ile yaşanılan çağda insanlara ilahlık taslayan her şeyin reddedilmesi de o kadar önemliydi.

Nitekim bir mü'min ayağa kalkarak “La ilahe” yani “Allah'tan başka ilah yoktur” derken. “Ben bu sözü söylerken, bana İlahlık taslayan tüm sahte ilahları ve ilahlaştırılan batıl şeyleri inkar ediyorum. Ben bu sözü yaşarken, in­sanların, bilimin ve maddenin ilahlaştırılmasını esas alan günümüz dünyasına karşı çıkıyorum” diyor ve “İlla Allah” yani “İlah olarak ancak Allah vardır” sözüyle de, “Ben siz­den ve sizin Allah'tan başka tapındığınız herşeyden ayrıla­rak, yegane İlah olan Allah'ın yanında yerimi alıyorum” di­yordu.

Gerçekten sıradışı, çok sıradışı bir tavırdı bu!. Demokratik anlayışlarla sürüleşen ve hiç sorgulamadan çoğunluğun peşinden gi­den dünya insanları için, iman isteyen bir başkaldırı ve yü­rek isteyen bir hicretti bu. Bilerek ve iman ederek “La ilahe illa Allah sözüne söyleyen bir kimse, bir alemden baş­ka, bambaşka bir aleme geçiyordu. Bu yeni alemde sade­ce Allah'ı, herşeye Kadir olan Allah'ı dikkate almak, herşey için yeterli oluyordu.

Yattığı zaman bile bunlan düşünüyor, iç dünyasında bunları yaşıyordu Kadir. İslam dininin yegane kapısı ola­rak gördüğü “La ilahe illa Allah” gerçeğinden o kadar çok etkilenmişti ki, bu sözü söyleyerek kapının eşiğini bir kez değil, bin kez geçmek ve o muhteşem duyguyu bin kez yaşamak istiyordu. Nitekim bütün gece boyunca uyuyup uyandığı her an, hep aynı sözü, hep aynı gerçeği tekrarla­dı.

“La ilahe illa Allah”

Sabahleyin erken kalkan Kadir, kahvaltısını yaptıktan sonra bir süre bahçede dolaş­mış ve ne yapacağını düşünmüştü. Aslında gönlünden ge­çen ve gönlünde git gide büyüyen arzu, Allah'ın huzurun­da durmak, O'nun huzurunda eğilmek ve gözyaşları içinde secdeye kapanmaktı. Fakat her nedense bundan çekini­yor, böyle bir şeyi evdekilerin meraklı gözleri önünde de­ğil, yalnız bir ortamda yaşamak istiyordu. Ayrıca bazı sure­leri tekrar ezberlemesi ve namazla ilgili bazı bilgileri tekrar okuması da gerekiyordu.

Bu düşünceler içinde babasının odasına girerek, ki­taplıktaki küçük namaz hocasını gizlice aldı ve hiç kimseye belli etmeden sessizce evden ayrıldı. Her gün alışmış adımlarla mezarlığa doğru gitmesine rağmen bugün mezarlığa değil, canlı veya cansız hiçbir insanın olmadığı bir tenhalığa yürümek, bir yalnızlığa çekilmek istiyordu. Yüre­ğinde hissettiği böyle bir istek ile dağa doğru, dağdaki kü­çük pınarın kaynağına doğru yürüdü.

Yaklaşık yarını saatlik bir yürüyüşten sonra istediği yere gelmiş ve küçük kaynağın etrafındaki ağaçlardan birinin dibine oturmuştu. Sırtını ağaca yaslayarak bir süre yaprakların hışırtısını ve akmakta olan suyun sesini dinledi. Sonra küçük bir talebe heyecanı ile namaz hocasını aça­rak, beş vakit namaza ve .namaz kılmaya ait bilgileri oku­maya başladı. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen sanki dün öğrenip de bugün''unuttuğu fakat okuyunca hemen hatırladığı taptaze gerçeklerdi bunlar.

Daha sonra küçük yaşlarda ezberlediği belli başlı sureleri okumaya, onları tekrar hatırlayıp, tekrar ezberleme­ye başlayınca, bunda da fazla zorlanmadığını hissetti. Su­releri hemen hatırlıyor ve üç-beş kez tekrar ettikten sonra kolayca ezberliyordu. Kendisini en çok etkileyen şey ez­berlediği surelerin mealleri yani manaları olmuştu. Bütün bunlar bir insan için ne kadar önemli manalar ve böyle bir dünyada yaşarken ne kadar gerekli sözlerdi. Kadir bu duy­gular içinde Fatiha, İhlas. Felak ve Nas gibi sureleri ezber­lerken, bu surelerin meallerini de okuyor ve hangi ayetin hangi anlama geldiğini öğrenmeye çalışıyordu.

Saatlerce oturduğu ağacın altından hiç kalkmadı Ka­dir, okuduğu bilgileri ve ezberlediği sureleri uzun uzun tekrar ediyor, unuttuğu veya takıldığı hiçbir yer kalmasın isti­yordu. Bunu büyük ölçüde başarmıştı da. Elindeki küçük namaz hocasını kapatarak bütün öğrendiklerini yavaş ya­vaş tekrar ediyor ve hemen hemen hiçbir yere takılmıyor­du. Ağaca yaslanmış bir şekilde Fatiha suresinin son ayet­lerini okurken ve bu ayetlerin meali olan “Bizi doğru yola ilet. kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Sapıkların ve gazaba uğrayanların yoluna değil” sözlerinin manasını dü­şünürken, uzaklardan bir sesin geldiğini farketti.

Bir ezan sesiydi bu!.

Kadir rüzgarla birlikte kendisine ulaşan bu ezan sesi­nin, kendi köylerinden mi yoksa buralara yakın bir başka köyden mi geldiğini'pek anlayamadı. Öğle namazının eza­nı olmalıydı bu!. Uzaklardan gelen bu ezan sesini dinler­ken, elindeki namaz hocasını açarak ezandaki sözlerin ne anlama geldiğine baktı. Bir yandan ezanı dinliyor, diğer yandan bu güzel sözlerin, güzel manalarını okuyordu.

“Hayyeles salah, hayyeles salah. Hayyelel felah, hayyelel felah..”

Ezanın bu sözlerini duyup, bu sözlerin anlamını oku­yunca, yüreğinin titrediğini hissetti. “Haydi iyiliğe, haydi selamete, haydi saadete, haydi kurtuluşa” anlamına gelen bu sözler, bu sözleri duyan herkes için apaçık bir çağrı idi. O yaşına kadar bu ezanı yüzlerce kez işiten Kadir, ezanı ilk kez duyuyor ve bu çağrının ne anlama geldiğini ilk kez anlıyor gibiydi. İlahi huzura, İlahi bir çağrıydı bu.

Biraz önceki halini hatırladı Kadir!.

Fatiha'nın son ayetlerini okuyor ve “Bizi doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Sapıkların ve gazaba uğrayanların yoluna değil” sözlerinin manasını dü­şünüyordu. Bunları düşünürken uzaklardan bir ses gelmiş, uzaklardan bir davet ilişmişti kulaklarına.

“Hayyeles salah, hayyelel felah..”

Bu bir imamın, bu bir cami görevlisinin daveti değil­di!. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) kendisine seslenmiş, madem ki doğru yola, madem ki kendisine nimet verilen­lerin yoluna talipsin, o halde “Haydi iyiliğe, haydi saadete ve kurtuluşa” sözleriyle kendisine bir davette bulunmuştu. Kadir'in kalbi hızla çarpmaya, tüm güzel duyguları hızla ayaklanmaya başladı.

Ağlıyordu, nedenini bilmese de hıçkırıklar içinde ağlıyordu Ka­dir Rahman'ı ve Rahman'ın rahmetini düşünüyor, bu rah­met ve merhamet karşısında hızla eridiğini, eriyip gittiğini hissediyordu. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c). Kadir'i na­maza, Kadir'i İlahi huzuruna davet ediyordu. Bunu düşü­nünce hemen kendisini toparlamaya çalıştı ve İlahi bir da­vetle karşılaştıktan sonra hala oturduğunu, hala yerinden kalkmadığını farketti.

Yüreğinde hissettiği ani bir utanç duygusuyla yerin­den fırladı.

Önce ne yapacağını bilemedi!. Şaşkınlık içinde “Sec­cade de yok” dedi kendi kendine!. Fakat seccadeye ne ge­rek vardı ki!. Toprağın üzerinde de namazını kılabilirdi. Önemli olan kıbleyi tesbit etmekti. Bunda da fazla zorlanmadı Kadir. Doğu ve batıyı dikkate alarak, yüzünü güney doğuya çevirdi. Öğlen namazının farzını nasıl kılacağını düşünürken, ayakkabılarını çıkarmadığını'farketti ve abdest geldi aklına!.

Abdesti yoktu ki Kadir'in!.

Hemen su kenarına giderek ayakkabılarını ve çorap­larını çıkardı. Besmele çekerek abdest almaya başladıktan sonra kılacağı öğle namazını düşündü. Demek ki bu na­mazla, bu öğle namazı ile beş vakit namaza başlamış olacaktı. “Neden bu sabah başlamadım” sorusuna, hiçbir ce­vap vermedi iç dünyasında. Ömrünün sabahtan öğleye kadarki bölümü gaflet içinde geçtiğine göre. beş vakite öğle namazıyla başlamasının ayrı bir anlamı olabilirdi. Abdest aldıktan sonra döndü dalgın gözlerle namaz kılacağı yere baktı Kadir. Kü­çük bir yer veya bir toprak parçası değil, muhteşem bir huzurdu, İlahi bir huzurdu orası!. Bir ülke veya dünya sul­tanının değil, alemlerin Rabbi olan Allah'ın huzuruydu ora­sı. Ve Rahman olan ve Rahim olan Allah (c.c.) onu oraya, o huzura davet ediyordu. Heyecanlandığını ve ayaklarının titrediğini hissetti. Dalgın bakışları önce ayakkabılarına iliş­ti, Sonra ayakkabıları giymekten vazgeçerek çıplak ayaklarla huzura doğru yürümeye başladı.

Yıllar sonra, uzun yıllar sonra Allah'a ve Allah'ın huzuruna doğru yürüyordu Kadir. Namaz kılacağı yere gelince başım öne eğdi ve boynunu büktü ve olduğu yerde öylece kalakaldı. Namaza başlamadan önce bir şey, her şeyi ifade eden bir şey söylemek istiyordu Rabbisine. Fakat ne diyeceğini, neyi nasıl söyleyebileceğini bilemiyordu. Yine ağlıyordu Kadir!.

Ve yaşlı gözlerini semaya çevirerek hıçkırıklar içinde “Ben geldim, ben geldim Ya Rabbil. Senin lutfunla. Senin huzuruna geldim” demeye başladı. Sonra omuzlarını kaldı­rarak ve başım omuzlarının içine gömerek “Geç kaldığımı, çok geç kaldığımı biliyorum. Affet ya Rabbi!. Biliyorsun ki oyalanıyordum, hırs ve tamah içinde oyalanıyor, tüm ne­fesimle kendimi şişirmeye çalışıyordum. Ve Sen,  Senin rahmetin imdadıma yetişmeseydi, ben yine o yollarda oya-lananlardan ve o yollarda kaybolanlardan olacaktım. Fakat Sen, Rahman olan Sen rahmet ettin bana. Ve bu rahme­tinle beni buraya, bu huzuruna getirdin. Ve ben şimdi Se­nin huzurundayım Ya Rabbi!. Senin lutfunla, Senin rah­metinle. Senin huzurundayım.” dedi. Sonra öğle namazına niyetlendi. Ellerini tekbir için havaya doğru kaldırırken, muhte­şem anlamını yüreğinde hissettiği bir söze, aynı anlamda bir ses verdi.

“Allahuekber”

Kadir iki gün daha köyde kaldıktan sonra abisiyle birlikte İstanbul'a döndü. Annesinden ayrılması oldukça zor olmuştu Kadir'in. Önce annesini de Almanya'ya götür­mek istemiş fakat annesi Nedime hanım “Sağolasın oğ­lum” dedikten sonra bir süre daha köyden ayrılmak iste­mediğini belirtmişti. Annesinin bu isteğini anlayışla karşılayan Kadir ona uzyn uzun sarılmış ve kendisini ne zaman çağırırsa çağırsın hemen gelebileceğini söylemişti.

Kadir'deki değişikliği ve son iki gündür namaz kılma­sını herkes hayretle karşılamasına rağmen, hiç kimse ona bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey sormamıştı. Sade­ce Nedime hanım bu duruma çok sevindiğini söylemiş ve oğlunun başını okşayarak “Allah yardımcın olsun, Allah devamlı kılsın oğlum” demişti.

Ömer de büyük bir hayret ve dikkatle izliyordu kardeşindeki değişikliği. Bir insanın hakla ve hakka dayalı gerçeklerle karşılaştıktan sonra böyle bir karar vermesi çok doğal olmasına rağmen böyle bir karan Kadir'in. Kadir du­rumundaki birisinin vermesi çok sıradışı bir olay gibi gözü­küyordu kendisine.

Acaba gelip geçici bir karar mıydı bu?

Kadir'in kimlik ve kişiliğini çok iyi tanıyan Ömer, kardeşinin böylesi önemli konularda gelip geçici kararlar vermeyeceğini de çok iyi biliyordu. İyi ama ne yapacaktı, bundan sonra ne yapacaktı kardeşi? Uluslararası iş dünya­sındaki önemli konumunu ve bu konumun getirdiği yoğun çalışmaları sürdürürken, Allah'ı ve Allah'ın hükümlerini dikkate alan bir müslüman kimliğini nasıl yaşayacak, nasıl muhafaza edebilecekti?

Bilmiyordu, bütün bu soruların cevabını hiç bilmiyordu Ömer. So­rularına bir cevap bulmak umuduyla Kadir'e her bakışında ise ne gariptir ki onda bu soruların cevabını değil, sorula­rın kendisini bile göremiyordu. Sanki böylesi sorunlar yokmuş ve hiç olmayacakmış gibi sakin, gayet sakin gözükü­yordu Kadir!. Yol boyunca yeğenleriyle şakalaşmış, onlara fıkralar anlatmış ve durdukları dinlenme tesislerinden bir­çok hediyeler almıştı. Ömer'in arkasında cemaatle namaz kılacakları zaman “Haydi bakalım müslümanlar, hazır olun” diyor ve yeğenlerinden birini sağına, diğerini soluna alarak rahat bir yüz ve huzurlu gözlerle namaza duruyor­du.

İstanbul'da bir gece kalacak olan Kadir, ertesi gün Almanya'ya uçacaktı. İstanbul'a ulaştıkla­rında akşam yemeğini dışarıda yemişler ve Pierlotfde kah­ve içtikten sonra eve dönmüşlerdi. Yol yorgunu olan yen­gesi ve yeğenleri saat ona doğru yattıktan sonra abisiyle baş başa kalan Kadir, ona kısa bir süre sevgiyle bakmış ve kalbi bir sıcaklıkla “Abi, herşey için teşekkür ederim. Allah senden razı olsun” demişti.

Yüzündeki tebessümle “Allah senden de razı olsun” diyen Ömer, kardeşinin gözlerine dikkatlice bakarak onu anlamaya çalıştı. Hep aynı sorular, hep aynı endişeler var­dı Ömer'de. Yarın Almanya'ya dönecek olan kardeşi, bundan sonra ne yapacaktı? Bu soru ve bu sorunun muh­temel cevaplan Ömer'i tedirgin ediyor, Ömer'i hüzünlendiriyordu. Yüreğinde hissettiği bu hüzün ile “Kadir, bun­dan sonra işin zor, İşin gerçekten zor” dedi kardeşine.

Kaşlarını kaldırarak bu sözü hayretle karşıladığını gösteren Kadir, biraz düşündükten sonra başını iki tarafa hafifçe sallıyarak “Yok abi!. Zor olan karar vermekti. Zor olan bu kâran verebilmekti” dedi.

“Peki bundan sonra, bundan sonra ne yapacaksın?”

“Allah neyi emrediyorsa onu, elbetteki onu yapaca­ğım.”

Kardeşindeki bu rahatlığı ve kararlılığı biraz şaşkınlık­la karşılayan Ömer, kısık bir sesle “Ya işler, banka ve kredi ekseninde yürüyen işler ne olacak?” diye sordu. Bu soru ile kardeşinin sarsılacağını, sendeleyeceğini bekleyen Ömer, Kadir'in rahat bir umursamazlık içinde verdiği şu cevapla karşılaştı.

“Ne demek istediğini gayet iyi anlıyorum abi. Bana faizin ve faize bulaşan işlerin haram olduğunu söylüyorsun. Zaten karar verirken en çok düşündüğüm meselelerden bi­risi de buydu. Fakat Allah'a hamdolsun ki artık karar ver­dim. Biliyorum ki bu kararı verdikten sonra diğer kararları Allah'a ve Allah'ın hükümlerine bırakmam gerekir. Ben de öyle yapacağım. İşler genel anlamda küçülecekmiş, bazı bağlantılar kesilecek ve bazı ofisler kapanacakmış, hiç umurumda değil. Önemli olan Allah, önemli olan Allah'ın hoşnutluğu, önemli olan Rabbimin beni affetmesi, beni ba­ğışlaması abi.”

Son sözleri söylerken gözlerinden yaşlar boşanan Kadir'e öylece bakakalan Ömer, yerinden usulca kalkarak kardeşinin yanına gitti ve yaşlı gözlerle ona sarılarak “Al­lah seni elbetteki affedecek, elbetteki bağışlayacak Kadir. Rabbim senin velin. Rabbim senin yardımcın olsun” dedi.

Abisiyle iş hayatına ilişkin bazı durumları genel ola­rak konuşan Kadir, bütün bunları konuşurken Dilara'yı, hanımı Dilara'yı düşünüyordu. Ona nasıl yaklaşacak, ona bu durumunu, bu değişimini nasıl anlatacaktı. Almanya'da doğan ve tamamen batı kültürünün etkisinde yetişen Dila­ra, kendisini nasıl ve ne kadar anlayabilecekti!. İç dünya­sındaki bu sorulan abisiyle paylaşmak ve onun bu konuda­ki görüşlerini almak niyetiyle meseleyi abisine açtı.

Ömer'in de aklına gelen, Ömer'in de düşündüğü bir husustu bu!. Fakat karde­şiyle iş dünyasına ilişkin muhtemel gelişmeleri konuştuktan ve ondaki kararlılığı gördükten sonra meselenin aile boyu­tunun pek sorun olmayacağını düşünmüştü. Çünkü kardeşi koskoca bir iş dünyasına karşı böylesine yürekli bir tavır koyuyorsa, bir kadına karşı rahat, çok daha rahat olmalıy­dı. Ömer bu yaklaşım içinde Kadir'e bazı nasihatlerde bu­lundu. Dilara'ya meseleyi açıkça anlatmasını, Allah'a ve dine ait gerçekleri onunla paylaşmasını ve onu da Allah'a, Allah'a kulluğa davet etmesi gerektiğini söyledi.

“Peki ya kabul etmek istemezse!.”

Kardeşinin bu sorusunu biraz düşünen Ömer, omuz­larını kaldırıp başını sağ tarafa eğerek “Böyle bir durumda beraber olamayacağınızı söylersin” cevabını verdi. Abisinin bu cevabı karşısında gözleri hafifçe açılan Kadir'in, hiç karşılaşmak istemediği bir durumdu bu. Zaten kendisi de böyle bir duruma, böyle bir olasılığa hiç ihtimal vermiyor­du. Allah'ın izniyle hanımına bildiği doğruları anlatacak ve oldukça samimi, oldukça akıllı olan hanımı kendisini anla­makta pek zorluk çekmeyecekti. Hanımıyla yapacağı ko­nuşmaların böyle gelişmesini diliyor, böyle olmasını umud ediyordu Kadir.

İstanbul'dan Türkiye saati ile gündüz üç otuzda hava­lanan uçak, iki saat onbeş dakika sonra yani Almanya sa­ati ile beşe çeyrek kala Frankfurt'a inmişti. Kadir'i havali­manında Dilara karşıladı. İşleri yoğun olmasına rağmen havalimanına kendisi gelmiş, gerçekten sevdiği ve özlediği kocasını bizzat kendisi karşılamak istemişti. Kadir de özle­mişti hanımını ve karşılıklı bu özlem içinde birbirlerine sa­rıldılar.

Eve gelesiye kadar kısaca kendi işlerinden ve yeni gelişmelerden bahsetti Dilara. Hanımını sessiz bir şekilde dinleyen Kadir ise bu konuşmalara hiçbir katılımda bulun­madan ara sıra başını hafifçe sallamakla yetindi. Kocasının bu sessizliğini önce gizli bir şaşkınlıkla karşılayan fakat daha sonra onun yorgun olabileceğini düşünen Dilara da bu konuşmaları fazla uzatmak istemedi.

Eve vardıklarında saat altıya geliyordu.

Dilara yemek hazırlıkları için mutfağa geçmeden önce işiyle ilgili iki-üç telefon görüşmesi yaptı. Sonra mut­fağa geçerek dipfrizden çıkardığı tavuk etini çözülmesi için mikrodalga fınna attı. Akşam yemeğine daha vakit olduğu için tavuğu ağır ağır fırında pişirmek ve bunun yanına da sıcak bir çorba hazırlamak istiyordu. Mikrodalgada çözülen tavuğu fırının tepsisine yerleştirip, üzerine gereken malze­meleri koyarken, ne çorbası pişireyim diye düşündü. Koca­sı mantar veya kuşkonmaz çorbasını çok severdi. Hangisi olsun sorusuna, kocasının cevap vermesini isteyerek mut­fağın servis penceresinden seslendi.

“Kadir, ne çorbası istersin?”

Hiçbir cevap gelmedi Kadir’den!. Dilara mutfaktan çıkarak salona baktı. Salonda yoktu kocası. Duş aldıktan sonra daha aşağıya inmemiş olmalıydı. Merdivenlerden üst kata çıktı ve kapısı açık olan banyoya baktıktan sonra ya­tak odasına doğru yürüdü. Yatak odasının kapısını açan Dilara, hiç ummadığı, hiç beklemediği bir görüntüyle karşı­laştı. Büyük havluyu hafif yan bir şekilde yere seren Kadir, üzerindeki uzun bornoz ile namaz kılıyor. secdeye kapanıyordu!.

Olduğu yerde öylece donakalmıştı Dilara!. Şimdiye kadar namaz kılan insan görüntüleriyie pek çok defa karşılaşmasına rağmen kocasının, kocası gibi bir insanın namaz kılıyor oluşu çok tuhaf gelmişti kendisine!. Acaba babası­nın Ölümünden sonra bir bunalıma mı, bir deprasyona mı girmişti kocası? “Aman tanrım” dedi kendi kendine!. Şa­yet namaz kılmasının nedeni bu ise kocasının durumu ger­çekten ciddi, çok ciddi olmalıydı..

Dilara'nın aklına gelen ilk isim, profesör Şınayder ol­muştu. İyi bir insan ve iyi bir psikiyatrist olan Mr. Şınayder “Acaba kocamın durumunu tahlil edebilir, onun soru­nunu çözebilir mi?” diye düşündü. Çünkü kocasının bu durumu, dinle ve doğu kültürüyle ilgili olmalıydı. Batıya özgü toplumsal ve kişisel sorunları çok iyi bilen Mr. Şınayder'in, doğu kültürü ve dinler konusundaki birikimi acaba ne ka­dardı?

Dalgın gözlerle bunları düşünen Dilara, Kadir'in selam verdikten sonra kendisine baktığını farkedince yavaşça toparlanmaya, hayret ve şaşkınlığını sakince gizlemeye çalışarak “Hayatım, fırında tavuk yapı­yorum. Yanında kuşkonmaz mı, yoksa mantar çorbası mı istersin?” diye sordu. Yaşanılan durumlarda şaşıracak hiç­bir şey yokmuş gibi rahat gözlerle Dilara'ya bakan Kadir ise aynı rahatlık içinde hafifçe tebessüm ederek cevap ver­di hanımına.

“Mantar çorbası olabilir.”

Akşam yemeğini, her zamankinden çok daha az konuşarak yediler. Di­lara namazla ilgili bir şey sormadığı gibi Kadir de bu me­seleyi açmamış, bununla ilgili her hangi bir şey söyleme­mişti. Yemekten sonra Dilara'nın sofrayı toplamasına yardım eden Kadir, hanımına tebessüm ederek göz kırp­tıktan sonra “Bulaşıkları yıkamamı ister misin?” diye sor­du. Kadir'in nadir durumlarda yaptığı bu tekliften .mem­nun olan Dilara, kocasının samimi tebessümüne tebessümle karşılık vererek “Sağol hayatım. Bugün misafir sayılırsın. Yarın bütün bulaşıklar senin” cevabını verdi.

Bulaşıkların kabasını aldıktan sonra makineye yerleş­tiren Dilara, mutfağın açık kapısından salona seslenerek Kadir, kahve ister misin?” diye sordu. Dilara'ya uzun ge­len kısa bir sessizlikten sonra cevap geldi Kadir'den.,

“Hayatım. Akşam namazını kıldıktan sonra içeyim!.”

Duyduğu bu cevap ile yine olduğu yerde donakaldı Dilara!. Neler oluyordu böyle? Şimdiye kadar bu evde, böylesi konuşmalar hiç olmamıştı!. “Namazdan önce, na­mazdan sonra.. gibi sözler, ne Kadir'in, ne de kendisinin alışık olduğu sözlerdi!. Acaba salondan kendisine seslenen bu adam kocası değil de, bir başkası mıydı? Ne olmuştu Kadir'e, neler konuşuyordu böyle? Dilara açıkça cevaplandıramadığı bu sorulardan uzaklaşmaya çalışarak, bulaşıkları makineye yerleştirmeye devam etti. Kocasının bu durumu belki de gelip geçici bir durumdu. Kendi kendine “İnşaallah” diyerek, bu umudunu kuvvetlendirmek istedi.

Kadir bu sefer namazını salonda kılıyordu!.

Eline bir dergi alarak geniş koltuğa oturan Dilara, elindeki dergiden ziyade namaz kılan kocasına bakıyor ve kocasının büyük bir ciddiyetle namaz kılışını hayretle izle­meye devam ediyordu!. Sıradan bir durum değildi bu ve Dilara'nın bu durumu kocasıyla konuşması, mutlaka ko­nuşması gerekiyordu. Dua etmekte olan Kadir'in namazını bitirdiğini anlayarak yerinden kalktı ve aceleci adımlarla mutfağa yöneldi. Kahve makinesinde iki bardaklık kahve hazırlarken kocasına ne diyeceğini, bu meseleyi nasıl aça­cağını düşünüyordu.

Aslında Kadir de konuşmak istiyordu hanımıyla. Fa­kat aceieci bir tavır göstermeden, konuşma ortamının kendiliğinden oluşmasını bekliyordu. Kahveleri içerken kısaca köyden ve köyde geçirdiği günlerden bahsetti, Kadir'i dik­katle dinleyen Dilara, usulca “Namaza köyde mi başla­dın?” diye sordu. Başını hafifçe sallıyarak “Evet” diyen Kadir, Dilara'dan .ikinci soruyu yani namaza neden başladığı­nı sormasını bekledi, Kısa bir süre düşünen Dilara, bekle­nen soruyu sordu.

“Niye böyle bir karar verdin?”

“Verilmesi gereken bir karardı.”

“Nasıl?”

“Bak hayatım, seni çok iyi anlıyorum. Ancak bilme­miz gerekir ki bir insan Allah'a inandığını ve müslüman olduğunu söylüyorsa, bu insanın namaz kılması çok doğal­dır. Dolayısıyla bu insana neden namaz kıldığını değil, şa­yet müslüman olduğunu söylemesine rağmen namaz kılmı­yorsa, neden kılmadığım sormak gerekir.”

Sorduğu sorunun dolaylı olarak kendisine yöneltilme­sinden hafif rahatsızlık hisseden Dilara önce ne diyeceğini bilemedi. Daha sonra yaşanan realiteyi dikkate alarak bu şaşkınlıktan kurtulmaya çalıştı. Çünkü müslüman oldukları­nı söylemelerine rağmen namaz kılmayan milyonlarca in­san olmalıydı. Hiç kimse bu insanlara neden namaz kılma­dıklarını sormuyordu ki, kendisini böyle bir soruya cevap vermek zorunda hissetsin!. Bu düşünceler içinde Kadir'e bakarak “Sözlerini pek anlayamadım” dedi.

Kadir için şaşırtıcı bir durum değildi bu. Çünkü uzun yıllardır kendisinin de anladığı, anlayabildiği gerçekler değildi bunlar. Ancak bildiği gerçeklen hanımına anlattığı za­man, oldukça zeki ve akıllı olan hanımının da bunları anla­yabileceğini umuyordu. Önyargılı bir insan değildi Dilara. Mesela üç-dört yıl önce onunla Allah ve Allah'ın varlığı hakkında konuşmuşlar, oldukça verimli olan bu konuşma­lardan sonra “Allah var. Kesinlikle var” sonucunu bir kez daha yinelemişlerdi. Hanımıyla yaptığı bu konuşmaları ha­tırlayarak umudlanan Kadir, kendisinden bir parça olarak gördüğü Dilara'yla endişeden uzak bir eminlikle konuşma­ya başladı..

“Dilara, Allah'ın varlığı hakkındaki konuşmalarımızı hatırlıyorsun değil mi?”

“Evet.!”

“Her ikimiz de O'nsuz hiçbir şeyin olmayacağı, ola­mayacağı sonuca ulaşmış ve her ikimiz de “O var, kesin­likle var” demiştik, öyle mi?”

“Tabi ki.”

“Fakat sonra ne yaptık Dilara? “Var” dedikten sonra. O'na ara sıra dua etmekten başka ne yaptık?”

Omuzlarını hafifçe kaldıran Dilara sustu, hiçbir cevap vermedi bu soruya. Çünkü Kadir'in söylediği gibi dua etmekten başka birşey. başka hiçbir şey yapmamışlardı, iyi ama “Başka ne yaptık?” diyen Kadir'in, başka derken kas­tettiği şeyler neydi ve bu zamanda başka ne yapılabilirdi ki? Gözlerine yansıyan bu sorularla Kadir'e baktı. Dila­ra'nın bakışlarındaki anlamazlığı farkeden Kadir, sakin ve yumuşak bir üslupla konuşmasına devam etti.

“Bak Dilara!. “Var” dediğimiz ve varlığından hiçbir kuşku duymadığımız Allah, sadece duaların Rabbi değil. Bizleri dünya yaşantısında başıboş bırakarak “İstediğiniz gibi yaşayın ve istediğiniz zaman Bana dua edin” diyen bir Rab değil!. Allah sadece kendisine kulluk yapmamızı, O'na iman ediyorsak, O'nun hükümlerini dikkate almamızı ve bu hükümlere göre yaşamamızı istiyor. Yani sadece “Var, Allah var” dememizle müslüman olamıyoruz. Allah'ın varlı­ğına iman etmeyenler, Allah yokmuş gibi yaşayabilirler. Fakat bizler “Allah vardır” diyorsak, O yokmuş gibi yaşa­yamayız. “Var” diyorsak, var gibi yaşamaya ve O'nun kar­şısında bir kul vasfıyla varolmaya mecburuz Dilara.”

Hanımının kendisini dikkatle dinlediğini ve anladığını farkeden Kadir, bundan duyduğu memnuniyetle sözlerine devam etti. Hanımına önce din denilen gerçeğin, sadece iman ve inançla ilgili bir gerçek olmadığını, hayatın her sahasına müdahale eden dinin, aslında bir yaşam biçimi ol­duğunu ve müslümanım diyen herkesin, bu yaşam biçimi­ni belirleyen hükümlere teslim olması gerektiğini anlattı. Daha sonra İslam dininin en önemli ve en öncelikli şartı olan kelime-i tevhid gerçeğini açıklayarak, günümüz dün­yasındaki bir insanın “La ilahe” yani “Allah'tan başka İlah yoktur” derken neleri reddetmesi ve nelerden uzaklaşması gerektiğini izah etti.

Kocasını dikkatle dinleyen Dilara'nın anladığı ilk ger­çek, Kadir'in bir bunalıma veya deprasyona girmediği olmuştu. Çünkü dünyaya bakan gözleri sanki yeni açılmış gibi huzurlu bir rahatlık içinde konuşan Kadir; ne söyledi­ğini ve ne yaptığını çok iyi biliyordu. Yıllarca karanlık bir dehlizde kaldıktan sonra çıkış kapısını bulmanın heyeca­nıyla, kendisine de bu kapıyı gösteriyor ve bu kapıya ait gerçekleri anlatarak, “Bu kapıdan dışarıya çıkmamız ge­rek” diyordu.

Dilara önce kocasının bu kapı hakkında anlattığı ger­çekleri dikkate almış ve bu gerçekleri anlamaya çalışmıştı. Ve anlayabildiği kadarıyla doğru, çok doğru söylüyordu kocası. Dolayısıyla bu gerçeklere karşı çıkmanın, bu apa­çık gerçeklere itiraz etmenin haklı bir nedeni gözükmüyor­du. Dilara daha sonra kapıya ait söylenilenleri değil, bu kapıdan dışarıya çıktıktan sonra karşılaşacağı dünyayı dik­kate almaya başladığında gözleri hafifçe büyüdü ve “Aman Ya Rabbi” diye bir feryat yükseldi içinden!.

Bir anda donup kalmış ve nasıl bir durumla karşı karşıya olduğunu bir anda anlayıvermişti Dilara!. Kocasının anlattığı gerçekleri kabul ederek bu kapıdan dışarıya çıktığı zaman, kendisine çok yabancı olan ve o yaşma kadar çok yadırgadığı bir dünya­ya girmiş olacaktı!. Köydeki yemenili görüntüsü geldi gö­zünün önüne!. Başındaki bu örtü ile dünyanın yüksek bir noktasına çıktığını ve dünyadaki bütün insanların kendisine gülerek baktıklarını hissetti!. Şimdiye kadar kendisine gıp­tayla, kendisine hayranlıkla bakan bütün tanıdıklarının, acı­lı ve alaylı gözlerie kendisine bakarak “Dilara sen ne yap­tın? Yoksa delirdin mi?” dediklerini düşündü.

Bir kabusu andıran bu duygu ve düşüncelerden hızla uzaklaşmak isteyen Dilara “Ben neler düşünüyorum? Bütün bunlar olacak şey değil, olacak şey değil!.” dedi kendi kendine. Sonra sakin olmaya ve sakin gözükmeye çalışarak Kadir'e döndü ve kendisinden bir yanıt bekler gibi ba­kan kocasına hafifçe tebessüm etmekle yetindi.

Bu tebessümü olumlu bir tepki olarak algılayan Kadir ise daha bir umudlanarak anlatmaya devam etti. Ölümden ve ölüm gerçeğinden söz etti hanımına. Aldıkları her nefes ve attıkları her adımla ölüme yaklaştıklarını anlatarak, ha­yatla ilgili bazı önemli kararları, kaçınılmaz olan bu ölüm gerçeğini dikkate alarak vermeleri gerektiğini izah etti.

Kocasını hiçbir tepki vermeden dinlemeye devam eden Dilara, bu son söylenilenleri hiç anlamamış gibiydi. Çünkü artık kocasının söz konusu kapıya ilişkin anlattıkla­rını değil, sadece ve sadece bu kapıdan çıktıktan sonra karşılaşacağı dünyayı dikkate alıyordu, Dolayısıyla kocası­nın anlattığı şeylerin doğru olup-olmamasının fazlaca bir önemi kalmamıştı Dilara için!. Kadir'in bütün anlattıkları doğru olsa bile, bu doğruları kabul ederek o kapıdan çık­mak ve öyle bir dünyaya girmek, Dilara'nın hiç düşünme­diği, düşünmek bile istemediği bir durumdu!.

Acaba Kadir, bütün bunları samimi bir heyecanla kendisine anlatan Kadir, kendisinden ne istiyor ve nasıl bir karar vermesini bekliyordu? Bu soru ile kocasının gözlerine baktığında, bu gözlerde kendisini tedirgin eden bazı beklentilerin olduğu­nu hissetti. Çünkü uzun yıllardır sevdiği ve severek evlendiği kocası, sevgi ve umud dolu gözlerle kendisine bakarak “Haydi hayatım, bavullarını topla. Bu dünyadan başka bir dünyaya gidiyoruz” der gibiydi!.

İçinin sıkıldığını, gönlünün daraldığını hisseden Dilara, bu konuşmala­rın biran önce kapanmasını isteyerek “Hayatım yorgunsundur. İstersen artık yatalım” dedi. Kendisini yorgun his­setmemesine rağmen hanımının bu teklifine itiraz etmek istemeyen Kadir, saatine baktıktan sonra “Sen çıkabilirsin. Ben yatsıyı kıldıktan sonra gelirim” cevabını verdi.

Başını hafifçe sallıyarak yerinden kalkan Dilara, üst katın merdivenlerini çıkarken şaşkın bir ruh hali içindeydi. Fısıltılı bir sesle “Yatsıyı kıldıktan sonra gelecekmiş. Yatsı­yı kıldıktan sonra gelecekmiş...” demeye başladı. Yatak odasının kapısına geldiğinde belki de bunlara, artık bütün bunlara alışmam gerek diye düşündü!.

“Ve Herneyse!.” diyerek yatak odasına girdi.

Gecenin karanlığında saatin zil sesiyle yerinden fır­layan Dilara, neler olduğunu anlayabilmek için yarı kapalı gözleriyle etrafa bakınmaya çalıştı. Gecenin bu vaktinde saatin niye çaldığını bir türlü anlayamamıştı!. Gece lamba­sını yakarak saatin alarmını durdurmak istedi. Bu esnada yataktan doğrulan Kadir, “Hayatım sen yat!. Saati ben kurdum” dedi.

“Neden? Bir yere mi gideceksin?”

“Sabah namazını kılacağım.”

Duyduğu cevabı hiç anlayamayan Dilara, şaşkınlıktan donakaldığını hissetti. Sanki hiç bilmediği bir adam. hiç bilmediği bir lisanda cevap vermişti kendisine!. Sonra to­parlamaya çalıştı kendisini ve Kadir'e dönerek “Daha sa­bah olmadı ki” dedi.

“Sabah namazı, güneş doğmadan önce kılınıyor.”

Sakin bir ses tonuyla bu cevabı veren Kadir, yataktan çıkarak banyoya yöneldi. Dilara ise öylece yatağın içinde oturuyor, bütün bu olup bitenleri yeniden anlamaya çalışı­yordu!. Bir süre düşündükten sonra “Hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedi kendi kendine ve anlaşılmaz duygular içinde kendisini yatağa bı­raktı!.

Saat yediye kadar hiç uyuyamayan Dilara, Kadir'i uyandırmadan yataktan usulca çıktı ve kahval­tıyı ofiste yaparım düşüncesiyle evden ayrıldı. Arabayı dalgın bir şekilde kullanarak ofise giderken, Kadir'i ve Kadir'in dün gece anlattıklarını düşünüyordu. Kocasının bütün anlattıkları doğru olsa bile bu gibi meselelerin şimdi konuşulması erkendi, gerçekten çok erkendi. Çünkü daha gençtiler ve şimdiye kadar ki çalışmalarının meyvelerini yeni yeni toplamaya başlamışlardı. Oysa ilerki yıllarda böy­lesi konuları konuşabilecekleri çok daha uygun ve çok daha bol zamanları olabilirdi!.

İyi ama Kadir neden acele etmiş. bunca iş arasında neden böyle bir karar vermişti ki? Halbuki Kadir'in kariyeri, kendi kariyerinin çok daha üs­tündeydi!. Aklından şüphe etmediği kocası, çığ gibi büyü­meye müsait olan bu kariyerini neden riske ediyor, nasıl oluyor da böyle bir çılgınlık içine girebiliyordu!. Dine mey­leden kimselerin beyinleri yıkandığı gibi, Kadir'in de beyni yıkanmış ve Kadir de koskoca realiteyi görmeyenlerden, görüp de umursamayanlardan mı olmuştu!.

“Ahh Kadir, ahh” dedi içinden. Keşke köyden hemen ayrılmasaydı. keşke o köyde hiç yalnız bırakmasaydı Kadir'ü. Fakat olan olmuştu bir kere. Önemli olan bundan sonra, bundan sonra yapılması gerekenlerin yapılmasıydı. Ayrıca beklemenin, bu meseleyi zamana bırakmanın da hiçbir anlamı yoktu. Bu gece, hemen bu gece Kadir'le ko­nuşmalı ve devamlı ölümden bahseden kocasını, bir an önce hayata ve hayatın gerçeklerine döndürmeliydi.

Akşam yemeğini birlikte yemişler.

Kadir namaz kıldıktan sonra yine birlikte kahve içme­ye başlamışlardı. Kahvesinden birkaç yudum içen Dilara meseleye usulca girerek, birlikte okudukları üniversite yılla­rından ve bu yıllarda hararetle konuştukları ortak idealler­den bahsetti. Daha sonra Kadir'in kişisel başarılarından söz ederek, onun kısa zamanda nasıl bir noktaya geldiğini ve bu çalışma periyodunu sürdürürse kısa zamanda nerele­re gelebileceğini anlattı.

Dilara'yı dikkatli bir şekilde dinleyen fakat onun an­lattıklarını önemsiz ve sıradan bulduğunu ifade eden göz­lerle hanımına bakan Kadir, sakin bir şekilde kahvesini iç­meye devam ediyordu. Kadir'in tepkisiz gözlerindeki umursamazlığı farkeden Dilara ise konuşulanları fazlaca önemsemeyen bu bakışlardan tedirgin olmasına rağmen yine de anlatmaya devam etti. Dün gece dinle ilgili olarak anlattığı şeylerin gerçekten güze! olduğunu ancak içinde bulundukları sosyal hayatı ve iş dünyasındaki konumlarını görmemezlikten gelemeyeceklerini belirtti. Daha sonra dünya ticaretinin liberal prensipleriyle bir türlü uyuşamayan abisi Ömer'in nasıl bir çıkmaza girdiğini ve bu çık­mazda ticari büyüme kanallarının nasıl tıkandığını anlattı.

Dilara'nın kısa bir süre sustuğunu gören Kadir, kah­vesinden son yudumu içtikten sonra “Hayatım, bana bun­ları anlatarak ne demek istiyorsun? Daha doğrusu seni kaygılandıran şey ne?” diye sordu. Kadir'in bu açık sorusu­nu, açıkça cevaplandırması gerektiğini hisseden Dilara, dalgın gözlerle kocasına bir süre baktıktan sonra yumuşak bir sesle sordu.

“Kaygım şu Kadir!. Abin Ömer gibi olursan, işlerin ve kariyerin ne olacak?”

Hanımının ne demek istediğini ve duyduğu endişeyi çok iyi anlayan Kadir, Dilara'ya tebessüm dolu gözlerle bir süre baktı. Söylediği sözler ve duyduğu endişeler yanlış de­ğildi Dilara'nın. Zaten bu karan vermeden önce Kadir de aynı şeyleri düşünmüş, aynı endişeleri yaşamıştı. Fakat abi­sinin, abisi Ömer'in söylediği bir söz, Kadir'in bu gibi en­dişelerden uzaklaşmasına ve kendisine gelmesine yetmişti. Bu sözden hanımım da çok şeyler anlayabilir umuduyla, bu güzel sözü hanımıyla paylaşmak istedi.

“Dilara!. Bizler dünyaya sahip olmak için değil, şa­hit olmak için geldik.”

Bu söz üzerine adeta kilitlendiğini hisseden Dilara, hiç cevap vermeden Kadir'i ve Kadir'in bu sözünü düşünmeye başladı. Sıradışı ve çok korkutucu bir sözdü bu!. Çünkü bu söz kendi içinde tutarlı bir gerçekliği ifade etme­sine rağmen, dünyaya sahiplenmeyi esas alan liberal anla­yışı kökünden reddeden bir içeriğe sahipti. İnsanlardan dünyaya ve dünya malına sahip olma arzusu alındığı za­man, bu insanların çalışma hırslan minumum bir noktaya inmeyecek miydi? Az çalışmayı yeterli gören bu insanlar, azla yetinen ve azla geçinen bir duruma gelmeyecek miy­di? Peki böyle bir durumda insanlık nasıl ilerleyecek, üre­tim ve tüketimi esas alan bu medeniyet nasıl gelişecekti?

Bunları düşünen Dilara, önce Kadir'in bu sözüne iti­raz etmek istedi. Ancak bu sözün neresine ve nasıl itiraz edeceğini de pek bilemedi!. Çünkü dünyaya sahip olma arzusu her insanda bulunmasına rağmen koskoca bir insanlık tarihinde dünyaya sahip olan ve sahip olduğu şeyi bırakıp gitmeyen bir İnsan, tek bir insan yoktu ki!. O hal­de yarınsız bir duygu olan bu sahip olma arzusunu nasıl savunabilecekti?

Karmaşık duygular içinde bunaldığını hisseden Dila­ra, sözün ikinci bölümünü düşünmeye başladı. Kadir “Biz­ler dünyaya sahip olmak için değil, şahit olmak için gel­dik” derken, şahitlik kelimesiyle acaba neyi kastediyordu ki? Bunu anlamak ve konuşmayı bu alana çekmek için sordu.

“Şahit olmak derken, ne demek istedin?”

“Karşılaştığımız her şeye şahit olmak ve gereğini yapmak.”

“Nasıl?”

“Hak ile karşılaştığımızda bunun hak olduğuna şahit­lik ederek, bu hakka teslim olmak. Batıl ile karşılaştığımız­da ise bunun batıl olduğuna şahitlik ederek, bu batılı red­detmek.”

Anladığı gerçek kendisini ciddi bir şekilde tedirgin et­mesine rağmen, başını hafifçe ön tarafa doğru sallıyan Dilara kısık bir sesle “Anladım hayatım” dedi. Sonra Kadir'in sakin ve kararlı gözlerine bakarak, dünyayı siyah ve beyaz, iyi ve kötü, hak ve batıl olarak kesin çizgilerle ikiye ayıran kocasının kendisinden ne istediğini, ne beklediğini anlamaya çalıştı. Acaba Kadir'in bu kararı veya bu tercihi, sadece kendisiyle, kendi yaşam şekliyle ilgili bir karar mıy­dı? Yoksa Dilara'nın da aynı kararı vermesini, aynı tercih­te bulunmasını mı istiyordu!. Bunu açıkça anlamak isterce­sine sordu.

“Hayatım verdiğin bu karar seninle, sadece senin hayatınla ilgili değil mi?”

Kadir şaşkınlığını gizlemeyen gözlerle hanımına bakarak “Dilara, ben hiçbir zaman seni kendimden ayn düşünmedim” dedikten sonra ilave etti.

“Bizim ortak bir hayatımız var. Bu ortak hayatımız­da, elbetteki ortak kararlarımızın da olması gerekir.”

Gözlerini hafifçe açan Dilara “Yani benimde mi, be­nimde mi böyle bir karar vermemi istiyorsun?” diye sordu. Biraz düşündükten sonra tebessüm eden Kadir, yumuşak bir sesle “Sen gerçekten akıllı ve zeki bir kadınsın. Benim anladıklarımı senin de anlayacağını, senin de aynı karan vereceğini biliyorum” dedi.

Bu sözleri bir yönlendirme olarak algılayan Dilara “Teki ya kararım farklı olursa!. O zaman ne yapacaksın?” diye sordu. Hanımının bu soruda ciddi olmadığını düşünen Kadir, abisi Ömer'le yaptığı konuşmayı hatırladı. Abisi Ömer “Dilara daveti kabul etmez ise artık beraber olama­yacağınızı söylersin” demişti. Kadir hiç düşünmeden dilinin ucuna gelen bu sözü, yine hiç düşünmeden Dilara'ya söy­ledi.                                    

“Öyle bir durumda, artık beraber olamayız!.”

Bu söz üzerine Dilara'nın gözleri açılıverdi. Ne diyor­du, ne demek istiyordu kocası!. “Artık beraber olamayız” demek de neyin nesiydi? Bunca yıllık sevgileri ve sevgiyle dolu yaşamları ne olacaktı? Bu kadar basit miydi bütün bunları silip atmak, bu kadar kolay mıydı ayrılmak!. Ne kadar ağır, ne kadar acı ve acımasız bir sözdü bu böyle!.

Gözleri doldu Dilara'nın ve hiçbir şey söylemeden, söylemek istemeden yerinden kalkarak mutfağa doğru yürüdü. Mutfağa girdiğinde bırakıverdi gözyaşlarını ve kısa bir süre sessizce ağladı kendi kendine. Sonra bir peçete alarak gözlerini sildi ve herşeyi yeniden, yeni baştan dü­şünmeye başladı.

Dilara'nın sessiz bir şekilde mutfağa gidişini seyreden Kadir ise önce yerinden kalkmak ve hanımının peşinden gitmek istedi. Fakat sonra vazgeçti bu düşüncesinden. Di­lara'yı yalnız bırakmalı ve onun sakin bir şekilde düşünme­sine olanak sağlamalıydı. Karısı elbetteki kendisini anlaya­cak ve elbetteki doğru bir karar verecekti. Bu umud ile arkasına yaslanarak hanımının mutfaktan çıkmasını bekle­meye başladı.

Yaklaşık on dakika sonra mutfaktan çıkan Dilara, ka­rarlı adımlarla yürüyerek Kadir'in karşısına geldi. Daha önce oturduğu koltuğun arkasına geçerek kısa bir süre Kadir'e baktı. Ne söyleyeceğini biliyor fakat nasıl söyleyece­ğini düşünüyor gibiydi. Hanımını sessiz bir şekilde seyre­den ve onun ayakta durmaya devam ettiğini gören Kadir, eliyle koltuğu göstererek “Dilara, otursana” dedi. Başını hafifçe iki yana sallıyan Dilara “Hayır, oturmak istemiyo­rum” dedikten sonra devam etti.

“Bana iki gündür anlattıklarını düşündüm. Gördü­ğüm kadarıyla tüm yaşantını değiştirecek önemli bir karar vermişsin. Ve yine gördüğüm kadarıyla benim de aynı ka­rarı vermemi istiyorsun. Aslında sen benim düşünmemi ve bir karar vermemi değil, senin önceden verdiğin karan ka­bul etmemi bekliyorsun. Öncelikle benden böyle bir şey beklemeye hakkın yok!. Anlattıkların ne kadar gerçek ise hayatın da o kadar gerçek olduğunu bilmen gerekir. Senin verdiğin kararı kabul etmediğim zaman “Artık beraber ola­mayız” demen ise çok acımasız. Bu ifaden gelişigüzel söy­lenmiş bir söz müydü, yoksa gerçek miydi anlıyamadım!.”

Kısa bir süre duraksayan Dilara, Kadir'in gözlerine bakarak “Bana yardımcı olmanı istiyorum. Bu sözün gerçekten ciddi miydi?” diye sordu. Hanımının söyledikleri karşısında oldukça şaşıran Kadir, bu soruya ne cevap ve­receğini bilemedi. “Hiç düşünmeden söyledim” demek, kendisine yakıştıramayacağı bir cevap olacaktı. Ayrıca ko­nuştukları mesele ciddi, gerçekten çok ciddi bir meseleydi.

Bu düşünceler içinde cevap verdi hanımına.

“Bütün sözlerim çok ciddiydi Dilara!.”

Dalgın ve düşünceli gözlerle Kadir'e bakan Dilara, başını hafifçe öne doğru salliyarak “Anlıyorum” dedi ve acıyla yutkunduktan sonra devam etti.

“Ve senin de beni anlamanı istiyorum. Sözlerin doğ­ru veya yanlış olabilir, ben bunlan tartışmak istemiyorum. Kendimle ilgili kararıma gelince, üzgünüm ki bu kararım kesinlikle senin istediğin veya senin beklediğin bir karar ol­mayacak.”

Bunları söyledikten sonra merdivenlere doğru yürü­meye başlayan Dilara, merdivenlerin başına gelince durdu ve acı dolu gözlerle Kadir'e bakarak son sözünü söyledi.

“Yarın evden ayrılıyorum..”

O gece sabaha kadar oturan Kadir, sabah namazını kıldıktan sonra Dilara'ya küçük bir not bırakarak evden ayrıldı. Bu küçük notta Dilara'nın ev­den ayrılmasına gerek olmadığını, kendisinin bir süre ofis­te kalabileceğini belirttikten sonra konuşmalarıyla onu üz­mek istemediğini ancak bu Önemli konuşmaları yine de düşünmesini istedi.

Ofiste üç gün kalan Kadir'in, üç gün boyunca gözü ve kulağı hep telefondaydı. Direkt hattaki telefonun her çalışında “Acaba Dilara mı?” heyecanıyla telefonu açıyor fakat her seferinde bir başkasıyla karşılaşıyordu. Oysa tanı­dığı ve sevdiği Dilara'nın şimdiye kadar çoktan telefon et­mesi, sevgi dolu bir yumuşaklıkla onu eve veya akşam yemeğine çağırması gerekiyordu. Ancak bir ses, bir seda, bîf haber yoktu Dilara'dan!.

Sık sık aklına gelmesine rağmen kendisi de telefon etmek istemiyordu. Çünkü o zamana kadar ki ilişkilerinde hiçbir meselede geri adım atmamış olan Kadir, böylesine hak ve önemli bir meselede ger adım atmayı kendisine yakıştıramıyordu. Dilara ve kendisinin farklı noktalarda durdukları belliydi ve iki taraftan birisi diğerine doğru yürü cekse, yürümesi gereken kişi Dilara olmalıydı. Çünkü Kadir, herşeye rağmen dosdoğru ve hak bir noktada dur­duğuna inanıyordu.

Üçüncü günün sonunda Meryem geldi Kadir'in ofisi­ne. Üniversite yıllanndan tanıdığı Meryem, Dilara'yla Kadir'in ortak dostlarıydı. Ofise girdiği zaman Kadir'in kendi­siyle to kal aşmamasını biraz tuhaf karşılayan Meryem, yine de bunun üzerinde fazla durmayarak iki saat kadar Kadir’le konuştu. Kadir'deki değişimi ve bu değişimin neden­lerini merak ediyordu. Meryem'in soru ve konuşmaların­dan onun daha önce Dilara'yla görüştüğünü farkeden Kadir, bunu hiç belli etmeden kendisine yöneltilen bütün sorulan sakin bir şekilde cevapladı.

Dilara'dan hiç söz etmeyen Meryem, oldukça kararlı gördüğü Kadir'e de hiçbir tenkid ve eleştiride bulunmak istemedi. Ofisten ayrılmak üzere koltuğundan kalktığında “Peki ne yapacaksın? Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu. Bu soruya vereceği cevabın aynı gece Dilara'ya gi­deceğini çok iyi bilen Kadir, biraz düşündükten sonra işleri tasfiye etmeye başladığını ve birkaç gün sonra Türkiye'ye dönmek istediğini söyledi. Bu cevap ile Dilara'yı harekete geçireceğini ve ilişkilerindeki suskun dönemin biteceğini umuyordu.

Fakat bu da olmadı!.

Aradan iki gün daha geçmesine rağmen Dilara'dan hiçbir haber gelmedi Kadir'e. İkinci günün sonunda bu suskunluğa dayanamayan Kadir, hanımına telefon açarak önce halini hatırını sordu ve daha sonra hüzünlü bir sesle “Dilara. Türkiye'ye gidiyorum” dedi. Telefonda kısa bir süre susan Dilara “Gideceğini biliyorum” dedikten sonra etti.

“Allah yardımcın olsun!.”

Hiç beklemediği bir cevapla karşılaşan Kadir, aniden derin bir boşluğa düştüğünü hissederek ne diyeceğini, ne cevap vereceğini bilemedi!. Kendisini toparlamaya çalışa­rak “Senin de” cevabını verdi usulca ve bu cevap üzerine Dilara'nın telefonu kapattığını farketti. Elindeki telefon ahi­zesine bir süre dalgın gözlerle bakan Kadir, üzüntüden tit­reyen bir sesle “Senin de, senin de Allah yardımcın olsun hayatım” dedikten sonra ahizeyi yerine koydu.

Dilara'dan koptuğunu, Dilara'dan ayrıldığını daha yeni aklamış, daha yeni farketmişti Kadir. Uzun yıllar uğraş verdikten sonra iflas etmiş, herşeyini yitirmiş bir tüccar gibi hissetti kendisini!. Hayat yolunda hayat arkadaşıyla birlikte yaşarken, sanki üzerinden bir tren geçmiş ve sanki uzunlamasına ikiye ayırıvermişti kendisini!. Ağlamaya, için için ağlamaya başladı Kadir.

Neden, Dilara neden böyle bir şey yapmıştı ki? Oysa bütün konuşmalarında “Benim için dünyada en önemli şey sen­sin, yalnız sensin” derdi Kadir'e. Öyleyse ne olmuştu da, ne olmuştu da ayrılmıştı Kadir'den. Sevgilerinden, birlik ve beraberliklerinden daha önemli şey neydi ki, ayrılmışlardı birbirlerinden!. Kadir'deki tek değişiklik yüzünü Mevla'ya, yüzünü Rahman'a dönmesiydi. Peki Dilara ne yapıyor, Di­lara yüzünü nereye dönüyordu?

Durdu, duraksadı, bu soruya hiçoir cevap vermek istemedi Kadir. Çünkü bu sorunun muhtemel cevapları Dilara'yı Kadir'den uzaklaştıran, Dilara'nın aydınlık yüzünü bir anda karartan cevaplar oluyordu!. Bu duygulardan hız­la uzaklaşmak için “Herneyse” demeye çalıştı kendi kendine.

“Herneyse”

Ve sonra dua etmeliyim, Allah'a dua etmeliyim, hiç durmadan dua etmeliyim diye düşündü. İşlerinin yüzde yetmişlik bölümünü hızla tasfiye eden Kadir, Almanya'da daha fazla kalmak istemediği için İs­tanbul'a dönmüştü. Kendisini hava limanında karşılayan abisiyle birlikte önce işyerine uğradılar ve akşama doğru da eve gittiler. Kadir'in kısaca anlattıklarını dikkatle dinle­yen Ömer, kardeşinin oldukça üzgün olduğunu farketmişti. Fakat Kadir yine de yemek boyunca yeğenleriyle şakalaşmış, onların çok hoşuna giden iki-üç fıkra anlatmıştı.

Yatsı namazından sonra salonda yalnız kaldıklarında, Ömer kardeşiyle bir süre daha konuştu. Ona Dilara'yla İlgili bazı sorular sorarak, meseleyi daha iyi anlamaya çalış­tı. Dalgın ve üzgün olan kardeşine hiç konuşmadan bir süre baktıktan sonra, onun derdini paylaşmak ve onu ra­hatlatmak için şöyle dedi.

“Seni anlıyorum Kadir!. Fakat insanları olduğu gibi tanıman ve bir an önce kendini toparlaman gerekir. Dila­ra kendi tercihini yapmış. Yaptığı tercihten bırak kendi üzülsün, sen niye üzülüyorsun ki!. Herkes kendi tercihinin hesabını, kendisi verecek. Bak şimdi İstanbul'dasın. Seni burada istediğin zaman, istediğin kızla evlendiririz.”

Ömer'in bu sözleri ile iç dengelerinin bozulduğunu hisseden Kadir, biraz açılmış gözlerle bir süre abisine baktı. Ne kadar basit, ne kadar bayağı bir yaklaşımdı bu böy­le!. Abisi herhalde kendisini anlamamış, hiç anlamamış olacaktı!. Bu duruma açıklık getirmek için abisine onunla ilgili bir örnek vermek istedi.

“Abi yengemle bir anlaşmazlığınız olsa ve ayrılsanız. Bir başkasıyla rahatça evlenebilir misin?”

“Böyle bir durumun olmasını istemem. Ama olursa tabi ki evlenirim.”

“Peki ya aranızdaki sevgi, aranızdaki sevda ne ola­cak?”

Bu sefer şaşırma sırası Ömer'e gelmiş gibiydi!. Bu şaşkınlıkla açılan gözlerini Kadir'e çevirerek “Ne sevdası Kadir. Bizim hayatımız türk filmi değil, gerçek” cevabını verdi.

“Öylece abisine bakan Kadir sanki abisiyle ilk kez kar­şılaşmış ve onunla ilk kez tanışmış gibiydi!. Uzun yıllardır evli olan abisi, demek ki sevgi ve sevdadan uzak bir aile yaşantısı içindeydi. Özellikle son zamanlarda gıptayla bak­tığı ve İslami yaşantısına özendiği abisine acıdığını hissetti. Çünkü sevgi ve sevdadan nasibini almamış bir aile ilişkisi, eşler için bir yük, taşınması ağır bir yük olmalıydı. Kadir içini acıtan bu duygular içinde küçük bir soru yöneltti abi­sine.”

“Abi, sevda sadece filmlerde mi var? Böyle mi düşü­nüyorsun!.”

Ömer omuzlarını kaldırarak “Bilmiyorum Kadir” de­dikten sonra canı sıkılmış bir şekilde “Hem bunun üzerin­de neden bu kadar çok duruyorsun?” diye sordu.

“Abi, insanların en güzel duygusu olan sevgiden, sevdadan söz ediyoruz. Tabi ki bunu önemsememiz, tabi ki bunun üzerinde durmamız gerekir. Bir insan yaşadığı toplumu veya iş çevresini sevmeyebilir. Bu ilişkilerdeki sevgi yokluğu, belki tahammül edilebilir bir yokluktur. Fakat herhangi bir insan eşini sevmemiş, eşine sevdalanmamışsa. bu gerçekten çok acı bir durum değil midir?”

Konuşmaların başından itibaren Kadir'in eşler arasın­daki normal bir sevgiden ve saygıdan değil, sevdadan söz ettiğini çok iyi anlayan Ömer, gerçek hayatın hiç de böyle olmadığını düşünüyordu. Nitekim bu düşünceyle cevap verdi Kadir'e.

“Niye böyle söylüyorsun? Aralarında sevda olmadan da birbirleriyle geçinen yüzbinlerce aile vardır!.”

“Tabi ki vardır abi!. Fakat ben olan durumdan değil, olması gereken durumdan bahsediyorum. Hayat arkadaşı demek, hayatı birlikte yaşamak ve hayatın zorluklarına bir­likte katlanmak demektir. Eşler arasında sevgi ve sevda ol­madığı zaman, bu hayatı birlikte yaşamak ve hayatın zor­luklarına birlikte katlanmak ağır bir iş veya sıkıntılı bir görev gibidir. Ancak arada sevgi ve sevda varsa, İnan ki herşeyin rengi değişiyor. Sevgili ile hayatın kızgın bir fırı­nına girmek dahi, insanın gönlünü hiç terletmiyor, gerçek­ten hiç terletmiyor abi. Yeter ki aralarında sevgi ve sevda olsun. Çünkü sevgiyle herşey kolaylaşıyor, herşey güzelle­şiyor.”

Kadir'i dikkatle dinleyen Ömer, kardeşinin ne demek istediğini anlamaya başlamıştı. Aslında doğru söylüyordu kardeşi. İki insan birlikte yaşamaya, hayatın zorluklarına birlikte katlanmaya karar vermişlerse, bu beraberliklerinde sevgi ve sevdanın olması elbetteki hayatı daha kolay, daha güzel bir hale getirebilirdi. Ancak bu insanın elinde olan bir şey değildi ki!. Kalpler Allah'ın elinde olduğuna göre, sevmek veya sevmemek de Allah'ın bir takdiri olmalıydı!. O halde bu İlahi takdir nasıl zorlanacak, nasıl değiştirile­cekti ki!. Bunları düşünerek biraz rahatladığını hisseden Ömer, İlahi takdire tevekkülden kaynaklanan bir rahatlık içinde cevap verdi kardeşine.”

Kadir, bazı şeyler Allah'ın takdiridir ve Allah'ın tak­dirine tevekkül etmek gerekir. Yengen ile aramızda böyle bir sevginin veya sevdanın olmasını ben de isterdim. Ama olmamışsa ne yapayım?

Anlıyamadım abü. Birçok konudaki İlahi takdir, in­sanların yönelişleriyle, insanların yaptıklarıyla ilgili değil mi? Mesela sen “Böyle bir sevdanın olmasını ben de ister­dim” diyorsun. Söyler misin bana. bunu gerçekten, gerçekten istedin mi?

Ömer dilinin ucuna gelen “Tabi ki isterdim” cevabını vermeden önce. bu cevabı biraz düşündü. Acaba doğru muydu, gerçekten doğru muydu bunu istediği!. Ömer bu soruyu düşündükçe dilinin ucuna gelen cevabın git gide küçüldüğünü ve dilinden uzaklaştığını hissediyordu. Çünkü gönlünün bir tarafında hep sevmekten korkmuş, hep sev­mekten ürkmüştü Ömer. Sevdiği zaman aciz duruma düşe­ceğini ve otoritesinin zayıflayacağınım zannetmiş, aile hu­kukunun delineceğinden ve aile düzeninin bozulacağından endişe etmişti.

Gerçi bu endişesinde haksız da değildi. Çünkü ha­nımlarına duydukları sevgi yüzünden onların yanlışlarına müdahale etmeyen ve onları adeta başıboş bırakan, ha­nımlarının her isteğini makbul ve her kaprisini makul karşılayarak haddi aşan nice erkek vardı. Kendilerine bir er­kek, bir aile reisi denilen bu kimseier, İlahi disiplini dikkate almayan bu gibi yaklaşımlarla hem kendilerine, hem de hanımlarına yazık ediyorlardı. Yaşadığı çevrede böylesi kimselerle sıkça karşılaşan Ömer, bu kimselere hem acıyor ve hem de bu kimselere benzemekten, bu kimseler gibi ol­maktan ciddi bir endişe duyuyordu. Nitekim sevmekten korkmasının bir nedeni, önemli bir nedeni duyduğu bu en­dişeydi!.

İyi ama böyle bir duruma düşmemek için sevgi ve sevdadan kaçmak doğru bir şey miydi? İlahi ölçülerden ta­viz vermeden bu sevdayı yaşamak mümkün değil miydi? Seven bir erkek, hanımını gerçekten seven ve onunla ebe­di hayata kolkola yürümek isteyen bir erkek, ebedi kurtu­luşun şartlarından taviz vermeden böyle bir sevgiyi, böyle bir sevdayı yaşayamaz mıydı? Çok sevilen çocuklara bazı konularda “Hayır, olmaz” denildiği gibi, çok sevilen ha­nımlara da gereken durumlarda “Hayır, olmaz” denilemez miydi?

Kafasının hayli karıştığını hisseden Ömer, bu karışık duygular içinde kardeşine baktı. Kendisinden bir cevap bekleyen kardeşi “Sen gerçekten, gerçekten sevmek iste­din mi?” diye sormuştu. Ömer bu soruya biraz esnek ve biraz belirsiz bir cevap vermek istedi..

“Diyelim ki istedim, diyelim ki gerçekten istedim Ka­dir. O zaman ne olacak, ne değişecekti ki?”

“O zaman çok şey değişirdi abi. Gerçekten istesey­din, yürürdün, yürümek isterdin bu sevda iklimine?”

“Anlıyamadım Kadir!.”

“Abi sevgi ve sevda gelmesi  beklenecek,  gelince “Hoş geldin” denilecek bir şey değildir. İnsanın önce iste­mesi, önce sevmek istemesi ve bu sevgiye doğru yürümesi gerekir. İnsan sevmek istediği zaman hiç kuşkun olmasın ki küçük bir taşı, kırık bir dalı dahi sevebilir. Çünkü küçük bir taşta, kırık bir dalda dahi sevilecek nice güzellikler var­dır. Önemli oian bunu gönnek, ona bu gözle bakabilmek­tir. Böyle bir göz, böyle bir bakış olmadığı zaman, insan küçük bir taştaki güzelliği değil, engin denizlerdeki muhteşemliği bile farkedemez. Çünkü denize baktığı zaman bazı deniz facialarını ve boğulan insanları hatırlayan, sadece bunları gören bir kimsenin,  denizi sevmesi, sevebilmesi tabi ki mümkün değildir.”

Kadir'i dikkatle dinleyen Ömer, kardeşinin verdiği de­niz örneğinden çok etkilenmişti. Kadınlar da belki deniz gibiydi. Bu denizlerde faciaların yaşandığı ve milyonlarca er­keğin boğulduğu bir gerçek olsa da, bu gerçek insanın denize ve denizin güzelliklerine olan bakışını değiştirmemeli, sadece dikkatli bir tedbire yöneltmeliydi. İyi ama tedbir denilen şey ne olmalıydı ki!.

Bu denize hiç girmemek mi, yoksa bu denize açılan geminin çok sağlam olması mı? Geminin sağlam olması düşüncesi pek bir güven ver­medi Ömer'e. Çünkü bir mühendislik harikası olan Titanik bile bu denizin karanlık sularına gömülüvermişti!. Gerçi Titaniğin batma nedeni, gemiye çok güvenen gemi sahipleri­nin “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz!” anlamındaki gülünç sözleriydi. Demek ki gemi ne kadar büyük ve ne kadar sağlam olursa olsun, denize karşı gemiye değil. Allah'a gü­venmek gerekiyordu, önemli olan rotayı Allah'ın rızası is­tikametinde tutmak ve İlahi hükümlerden hiç taviz verme­yerek, geminin su almasını önlemekti. Başım dalgın bir şekilde öne doğru sallıyan Ömer, denizlere ve denizler gibi güzel ve tehlikeli olan kadınlara bakış, kadınlara yaklaşım herhalde böyle olmalı diye düşündü.

Ömer'in suskunluk içinde derin düşüncelere daldığını gören Kadir “Abi, ne düşünüyorsun?” diye sordu. İç dünyasında denizleri kadına, kadınları denize benzeten Ömer, bu düşüncelerini her nedense kardeşiyle paylaşmak iste­medi. Dalgın gözlerle bir süre kardeşine baktıktan sonra “Kadir, söylediklerine katılıyorum. Fakat yine de bazı şey­ler Allah'ın takdiri ve bu takdire tevekkül etmemiz gerekir” diyerek meseleyi kapatmak istedi.

“İlahi takdire elbetteki tevekkül edeceğiz abi. Ancak tevekkül ettiğimiz İlahi takdir, aynı zamanda sevilmesi gereken bir takdir değil midir?”

Bu soruya ne cevap vereceğini şaşıran Ömer, omuz­larını kaldırıp başını hafifçe yan tarafa eğerek “Bizler için bir nimet, bir hayır olduğuna göre tabi ki sevilmelidir” dedi. Kadir bu cevabı aldıktan sonra hafifçe gülümseyerek son sorusunu sordu.

“Saliha yengem, sana Allah'ın hayırlı bir takdiri de­ğil mi? Sen Allah'tan hayırlı bir eş istedikten sonra, Allah sana Saliha yengemi vermedi mi?”

Önce başını olumlu manada öne doğru sallıyan Ömer, daha sonra çocuksu bir saflıkla “Ama onun da ku­surları var Kadir!.” dedi. Açılmış gözleriyle “Bak buna üzüldüm” diyerek küçük bir espri yapan Kadir, bakışları yavaş yavaş ciddileştikten sonra ilave etti.

“Tabi ki olacak abi. Sen Allah'tan bir melek değil, nefs ve neva sahibi bir kadın istemiştin.”

Gülünç duruma düştüğünü hisseden Ömer, bu duru­muna kendisi de gülümseyerek “Tamam Kadir, bana daha fazla yüklenme” dedi. Sonra yerinden kalkarak “Ne içmek istersin?” diye sordu.

“Neskafe.”

“Sütlü mü?”

“Yok abi. sade.”

Bu cevabı aldıktan sonra mutfağa yönelen Ömer, sa­lonun ortasında duraksayarak Kadir'e döndü. Biraz düşündükten sonra “Bu konuşmalarımıza bakarak sakın ola ki yengeni sevmediğimi sanma. Elbetteki birbirimize karşı sevgimiz ve saygımız var. Ben sadece senin kastettiğin an­lamda bir şeyin, yani öyle bir şeyin olmadığını söylemek istedim” dedi.

Kadir başını öne doğru sallıyarak “Anladım” dedikten sonra ilave etti.

“İşte şey dediğin o şey, bende var, bende fazlasıyla var abi!.”

O geceyi abisiyle geçiren Kadir, ertesi gün erken vakitte evden ayrıldı. Yalnız kalmak ve İstanbul'u yalnız dolaşmak istiyordu. Önce bazı kitabevlerini gezerek, beğendiği ye ilgi duyduğu bütün kitabları aldı. öğle namazını Sultan Ahmed'de kıldıktan sonra bü­yük bir mağazaya girerek annesi ve kendisi için bazı alış­verişlerde bulundu. Elinde paketlerle mağazadan çıkıp bir taksiye bindiğinde, kısa bir süre nereye gideceğini düşün­dü. Kararsızlık içinde olan Kadir. İstanbul'da kalmak iste­mediğini hissediyordu. Taksi şoförüne dönerek “Lütfen bir araba galerisine gidelim” dedi.

Araba galerisinden kendisine bir alan Kadir, abi­siyle telefonda kısaca görüştükten sonra Anadolu yakasına yöneldi. Çünkü tüm değişimlerin başlangıç yeri olan köye dönmek, tekrar köye gitmek arzusu vardı içinde.

Ve artık köye köyüne gidiyordu Kadir!

Üç gündür köyde bulunan Kadir, gündüzleri mezarlığa uğradıktan sonra ormana doğru uzun yürüyüşler yapıyor ve gönlüne hoş gelen sakin yer­lerde oturarak uzun uzun Kur'an-ı Kerim meali okuyordu. Gecelerin büyük bölümünü de İstanbul'dan aldığı kitabları okuyarak geçiren Kadir, okudukça birçok şeyi artık daha iyi, çok daha iyi anladığını hissediyordu. O yaşma kadar kendi kendine sorduğu fakat her nedense cevaplayamadığı birçok sorunun, çok açık ve çok sade cevaplarıyla karşılaş­tığında “Bunları daha önce nasıl düşünemedim!” diyerek eski haline şaşkınlıkla bakıyordu.

Yürüyüşler de çok hoşuna gidiyordu Kadir'in.

Gündüz yürüyüşlerinde karşılaştığı her doğal görüntü­yü hayranlıkla seyreden ve insan eli değmemiş bu görüntülerdeki muhteşem yaratılış mucizelerini düşünen Kadir, şimdiye kadar hiç farketmediği yepyeni bir dünyada yaşı­yor gibiydi!. İnsanların hırs ve tamahlarından, kin ve öfke­lerinden, hile ve düzenlerinden uzak olan bu temiz ve hu­zurlu dünya, insanı kendisiyle başbaşa bırakan bir sakinliğe sahipti.

Kadir ilk kez bu koskoca dünyanın ufak bir küre gibi ayağının altında küçüldüğünü farkediyor ve bu küçücük kürenin üstünde yürüyen kendisinin, Allah katında bu top­rak küreden çok daha önemli ve çok daha değerli olduğunu hissediyordu. Çünkü insan dünya için değil, dünya in­san için yaratılmıştı. Allah için yaratılan tek bir insan dahi, kendisi için yaratılan bu dünyadan elbetteki daha önemli, elbetteki daha değerliydi.

Dünya ile insan, el ile eldiven, ayak ile ayakkabı gibiydi!. Hangi eldi­ven bir elden, hangi ayakkabı bir ayaktan daha değerli olabilirdi ki? O halde elleri pahasına eldiveni, ayaklan pa­hasına ayakkabıyı, kendileri pahasına dünyayı elde etmek İsteyenler, ne yaptıklarını ve nasıl bir yanılgı içinde olduk­larını hiç düşünmüyorlar mıydı? El gittikten sonra eldive­nin, ayak gittikten sonra ayakkabının, insan gittikten son­ra dünyanın ne önemi ve ne değeri kalacaktı ki!.

Reklamlarını şeytanın yaptığı Dünyamarkette “Elini verene eldiven, ayağını verene ayakkabı, ömrünü verene dünya veriyoruz..” şeklinde bir kampanya olsa, harîgi akıllı insan bu markete müşteri olurdu!.  Hiçbir insan,  hiçbir akıllı insan bu markete müşteri olmayacağına göre, söz konusu markette birbiriyle itişen, birbiriyle yanşan milyar­larca insan da neyin nesiydi!. Bunlar ne yaptıklarının, nasıl bir alış verişte bulunduklarının farkında değiller miydi?

Değillerdi, elbetteki farkında değillerdi!. Çünkü eldivenin peşin­den giderken ellerini, ayakkabının peşinden giderken ayaklarını, dünyanın peşinden giderken ömürlerini yitirdiklerini sonra, daha sonra anlıyorlardı. Karanlık marketin içindey­ken bunu anlamayan milyarlarca insan, tabutlar içinde marketten dışarıya yani gün ışığına çıkarıldıkları zaman, ancak o zaman ne yaptıklarını, nasıl bir alış verişte bulun­duklarını farkediyorlardı!. Tabi ki gecikmiş, tabi ki geç kal­mış bir farkediş oluyordu bu!. Artık bin eldiven verseler de yeni bir ele, bin dünya verseler de yeni bir ömüre sahip olamazlardı!.

Kadir “Elhamdülillah” dedi kendi kendine.

Şükran duyguları içinde Allaht'a hamdü senalarda bu­lunmasının nedeni, kısa bir süre önce kendisinin de bu insanlardan biri olduğunu hatırlamasıydı. Ancak Allah acı­mış, Allah merhamet etmiş, Allah hidayet etmişti kendisine. Hidayetine vesile olan en önemli gerçeklerden birisi de, fani değil ebedi bir canlı olduğunu farketmesi, ebedi bir varlık olduğunu anlaması ve bu anlayışın ne anla­ma geldiğini hissetmesiydi.

Önce dünyayı, peşinden koşup durduğu dünyayı düşünmüştü Kadir!.

İnsanlığın faydasına sunulan ve geçici bir imtihan me­kanı olan bu dünya, hiç kuşkusuz ki kıyametle birlikte yokolacak, yokluğa karışıp gidecekti. Allah'a karşı sorumlu olan insanların önünde ise yokluk değil ebedi bir hayat vardı. Ölüm eşiğinden geçtikten sonra gözlerini ebedi bir hayata açacak olan her insan, fani değil ebedi bir canlı olduğunu görecek, ebedi bir varlık olduğunu açıkça anlaya­caktı. İşte önemli olan bu gerçeği ölmeden önce anlayabil­mek, ölmeden önce farkedebilmekti.

Ebedi bir canlı, ebedi bir varlık olmak!.

Kadir'i müthiş etkileyen, tüm varlık alemine bakışını değiştiren bir gerçek olmuştu bu. Çünkü ebediyetin yani sonsuzluğun ne anlama geldiği anlaşıldığı zaman tüm var­lık alemi sonlu ve sonsuz, fani ve baki olmak üzere ikiye ayrılıyor, fani olan herşey ne kadar büyük ve değerli olur­sa olsun, baki karşısında bir hiç durumuna düşüyordu. Me­sela baki olan küçük bir musluğun küçücük damlaları, dü­şünen bir insan için fani olan tüm okyanuslardan çok daha büyük bir varlık ifade ediyordu. Çünkü küçük bir musluğun sonsuza dek damlaması demek, sonsuz sayıdaki kainatların suyla dolması, suyla taşması demekti.

Sonsuzluğun ne anlama geldiğini çok iyi anlayan Ka­dir, kendisine ve içinde bulunduğu varlık alemine de bu anlayışla bakmaya başlamıştı. Önünde ebedi bir hayat var­dı ve bu ebedi hayatın sadece birkaç saatini bu dünyada geçirecekti. Ebedi hayatın başlangıcı sayılabilecek olan bu birkaç saatlik dünyevi hayat, hem çok kısa ve hem de çok önemli bir hayattı. Çünkü bu birkaç saatlik dünyevi hayat, ebedi hayatın nerede ve nasıl olacağını belirleyecek bir keyfiyete sahipti.

Bir pazar, bir alış veriş yeri gibiydi bu dünya!.

Ebedi bir variık olmalarına rağmen dünyaya fani göl­geleri yansıyan tüm insanlar, bu alış veriş yerinin en önemli kişileriydi. Hem ebedi ve hem de fani değerlere sahip olan insanlar, bu pazar yerinde devamlı bir alış veriş, içindeydiler. Meselenin yarınını dikkate alan küçük bir azınlık fani değerleri Allah'a verip, karşılığında ebedi değerler alırlarken; sadece şimdiki zamanı görebilen büyük bir çoğunluk ise ebedi değerlerini şeytana verip, karşılığın­da fani değerler almaktaydılar!. Tabi ki şeytanla yapılan bu alış veriş, yarını hüsran olan kötü bir alış veriş oluyordu!. Çünkü ebedi bir varlık olan İnsana fani değil ebedi değer­ler, ebedi azıklar lazımdı. Dolayısıyla fani olan malı, fani olan canı, fani olan dünyevi zamanı Allah'a sunarak, Allah için harcayarak, bütün bu fanileri ebedi değere dönüştür­me imkanını kullanmak gerekiyordu.

Allah ile alış veriş, ne güzel bir alış verişti..

Uzun yürüyüşler boyunca bunları düşünen Kadir, Al­lah'a ve Allah'ın hükümlerine teslim olduktan sonra başka, bambaşka bir dünyada yaşadığını çok iyi biliyordu. Önceki dünyası kendisinden, kendisi önceki dünyasından artık çok uzaktı. Fakat yine de bir gözü hep o dünyaya bakıyor, ak­lının bir yarısı yine hep o dünyayı düşünüyordu. Çünkü Dilara oradaydı, o dünyada yaşıyordu!.

Ve seviyordu, Dilara'yı çok seviyordu Kadir. “Dilara'nın varlığından uzaklaştıkça yokluğuna yaklaşmış ve bu yokluk gün be gün gönlünde ağırlaşmaya başlamıştı. Git gide büyüyen bu yok-iuk duygusuna katlanabilmek gerçekten çok zordu. “Sevgi­linin varlığı mı büyük, yoksa yokluğu mu?” diye bir soru sorulsa. Kadir bu soruya hiç düşünmeden “Yokluğu büyük, yokluğu çok daha büyük” cevabını verirdi. Çünkü her sev­gili, seven kimse için bîr dünya, bir alem gibi ise elbetteki bu alemin içinde varlığı yaşamak ile bu koskoca alemin yokluğuna katlanmak birbirinden çok ayrı, çok farklı şey­lerdi. Bir alemin içinde olmak ile bu koskoca alemi içinde taşımak gibi bir şeydi bu!. Alemin içinde yaşarken sadece yaşadıkları bölgeyi dikkate alan ve alemin büyüklüğünü farkedemeyen nice sevgililer; bu alemden ayrı kalıp, alemin tüm yokluğunu yüreklerinde hissettikleri vakit, çatlayacakmış gibi gerilen yüreklerinde bu alemin gerçek büyüklüğünü anlamış oluyorlardı. Zaten Kadir'in de yaşayarak öğ­rendiği, yaşayarak anladığı bir gerçek olmuştu bu. Nitekim bir yürüyüş sırasında, yüreğinde yaşadığı bu gerçeği şu mısralarla kağıda dökmüştü.

Benim yokluğumda sen, senin yokluğunda ben.

Sen damlaya hasret, denize hasret ben.

Sevginin ve sevdanın ne olduğunu çok iyi bilen Ka­dir'in köyde en çok.ilgi duyduğu kişi Divane idi. Köylülerle Divane hakkında konuştukça, bu sıradışı insana karşı kalbi bir yakınlık 'duyduğunu hissediyordu. Kendisi Dilara'yı ne kadar seviyorsa. Divane de Gülbenaz olarak tasvir ettiği sevgilisini en az o kadar seviyor olmalıydı. İyi ama böyle bir sevgiyi, böyle bir sevdayı yaşıyorsa, yıllar boyu bu sev­gilinin yokluğuna, bu sevgilinin hasretine nasıl dayanabili­yordu? Bu sorunun cevabını düşünen Kadir, bunu düşün­dükçe Divane'yi anlamaya ve Divane'yi anladıkça Divane'ye acımaya başlamıştı. Gerçekten yürek sızlatan, iç acıtan bir durum olmalıydı bu!.

Bir ikindi sonrası köy kahvesine uğrayan Kadir, kenardaki bir masada Divane'nin tek başına oturdu­ğunu görünce, hiç düşünmeden onun yanına gitti ve se­lam verdikten sonra “Oturabilir miyim?” diye sordu. Ka­dir'in selamını alan Divane kısa bir süre Kadir'in yüzüne baktıktan sonra yanındaki sandalyeyi çekerek “Buyur” dedi. Kadir'e “Ne içersin?” diye sorduktan sonra kahveciye iki çay işareti yapan Divane, çaylar gelesiye kadar hiç konuşmadı.

Konuşmaya kendisinin başlaması gerektiğini anlayan Kadir, babasının cenazesinde gösterdiği ilgiden dolayı önce teşekkür etti Divane'ye ve bir süre babasından ko­nuştular. Sonra Avrupa'yla ilgili sorular sormaya başladı Divane. Oradaki insanların nasıl bir Allah'a inandıklarını, dinden ne anladıklarını, ne iş yaptıklarını, nerede ve nasıl yaşadıklarını, aile yaşantılarının nasıl olduğunu bir bir soru­yor, Kadir'in verdiği cevaplan büyük bir dikkatle dinliyor­du. Kadir'in son soruya verdiği son cevap bitince, başını hafifçe sallıyarak “Tamam, artık anladım” diyerek bu me­seleyi kapatmak istedi.

Divane'nin neyi, naf kadar anladığını merak eden Ka­dir ise “Avrupa'yla ilgili anlattıklarımdan ne anladın?” diye sordu. Divane bu soruya çok kısa bir cevap verdi.

Orasının soğuk bir cehennem olduğunu!.

Bu cevabı bir süre düşünen Kadir, kaşlarını kaldırıp başını öne doğru sallıyarak “Evet, doğru anlamışsın” dedi. Bu söze hiçbir karşılık vermeyen Divane, kahveciye döne­rek iki çay daha söyledi. Bu genç adamı sevmiş, bu genç adamdan hoşlanmıştı Divane. Kendisine gereksiz sorular sormayan ve hiçbir rahatsızlık vermeyen bu genç adamla birçok ortak yönleri, ortak duyguları var gibiydi.

Yeni çaylar birbiri peşi sıra gelip giderken köyden, köylülerden ve kendilerinden bahsetmeye başladılar. Fakat her nedense söz kendilerine, söz sevgilerine ve sevdalarına gelince her ikisi de susuyor, sevgilerine ve sevdalarına dair en küçük bir söz dahi söylemeden öylece birbirlerine, bir­birlerinin gözlerine bakıyorlardı.

Tabi ki birbirini tanıyan, birbirini anlayan bakışlardı bunlar!.  geçen gün Divane'yi daha çok tanıyan, daha çok anlayan Kadir, gerçek bir kardeş ve gerçek bir dost gibi sevmişti Divane'yi. Onu hemen hemen her gün görüyor ve bazen kahvehanede çoğu zaman ise birlik­te yaptıkları yürüyüşlerde uzun uzadıya konuşuyorlardı. Ar­tık ikisinin konuşmalarında bir sınır, bir gizlilik kalmamıştı. Kadir Dilara hakkındaki duygularım nasıl bir açıklıkla ifade ediyorsa, Divane de Gülbenaz'a duyduğu sevgisini ve sev­dasını aynı açıklıkla dile getiriyordu.

Kadir çok iyi anlıyordu Divane'yi.

Sessiz bir köyün, kimsesiz bir sakini olan bu adam, zayıf ve narin bedeninde insan ufkunu zorlayan bir sevda­yı, büyük bir sevdayı yaşıyordu. Her normal insanı delirte­cek, telef edebilecek olan bu sevdayı, en az bu sevda kadar büyük olan bir sabırla yaşayan, böyle bir sabırla taşıyan Divane, gerçek bir sevda kahramanı olmalıydı. An be an sevdasını sabırla, sabrını sevdayla mayalayan bu adam, sevda yolunda Kadir'i gerilerde, çok gerilerde bırakan bir adamdı.

Kadir Divane'yi anladığı kadar, Divane de Kadir'i ve Kadir'in sevgisini anlıyordu. Fa­kat anlamadığı, anlayamadığı bir durum vardı Divane'nin. Kadir Dilara'dan her söz edişinde. Divane büyük bir me­rakla “Dilara gerçek mi? Gerçekten Dilara mı?” diye soru­yor ve Kadir her seferinde “Evet. Dilara gerçek!.” cevabı­nı veriyordu. İşte konuşmanın geldiği bu noktada, Divane'nin düşünceleri karışıyor ve bu karışık düşünceler içinde “Madem gerçek, sen burada ne arıyorsun? Neden onun yanına gitmiyorsun?” diye soruyordu.

Kadir bu soruya bazen cevap vermiyor, bazen de hüzünlü ve kısık bir sesle “Benim onun yo­luna değil, onun benim yoluma gelmesi gerekir” diyordu. Bu cevaba duygusal olarak hiçbir anlam veremeyen Diva­ne, bu anlamazlık içinde yine de susuyor ve oldukça hüzünlenen Kadir'in üzerine gitmek istemiyordu. Belki de benim anlamadığım veya bu genç adamın anlatmak istemediği özel durumlar vardır diye düşünüyordu.

Birlikte yürüyüşlere yine devam ediyorlardı.

Bir gün köyden oldukça uzaklaşmışlar ve dönüş yo­lunda mola vererek akşam namazını yeşil tepenin üzerinde kılmışlardı. Namaz ve duadan sonra otlann üzerine sırtüstü uzanan Kadir, Divane kendisine “Haydi gidelim” diyesiye kadar gökyüzünü seyretmek istedi. Divane de uzanmıştı otların üzerine ve o da sessiz bir şekilde gökyüzünü seyre­diyordu. Ve hiç konuşmadan gökyüzünün yavaş yavaş ka­rarmasını, milyarlarca yıldızın ben buradayım heyecanı, biz buradayız coşkusuyla ışıldamaya başlamasını İzlediler. Mil­yonlarca yıldızdan oluşan Samanyolu ise bir bayram yeri, bir miting alanı gibiydi. Aynı yolda kümelenmiş milyonlar­ca yıldız hepbir ağızdan ve hepbir sesle aynı gerçeği haykırıyorlardı.

“Allahuekber”.

Hayret ve haşyet içinde gökyüzünü seyreden Kadir, yerlerin ve göklerin yaratüışıyla ilgili' ayetleri düşünüyordu. Bütün bunları insanlar için yarattığını beyan eden Allah (c.c), göklerin birbiriyle uyumlu yedi kat olarak bina edildi­ğini ve dünya göğünün de yıldızlarla donatıldığını belirti­yordu. İnsan aklı sadece dünya göğünü anlamaktan bile aciz iken yedi kat göklere ve bunca muhteşemliğe de ne gerek vardı!. Oysa bizlere, biz insanlara tek kat gök fazla­sıyla yeterdi.

O halde neden, neden yedi kat olarak yaratılmıştı? Bu sorunun ceva­bını düşünen Kadir, bu cevabın insanlarla değil Yaratıcı'yla olduğu sonucuna vardı. Göklerin yedi kat olarak bina edilmesi, alemlerin Rabbi olan Allah'ın yaratıcılık vasfındaki muhteşemlikten ve bu muhteşemliğin varlık alemine kü­çük bir yansımasından kaynaklanıyordu. Rahman olan Al­lah öyle bir Halik, öyle bir Yaratıcı'ydı ki, yarattığı her şeyin hem mikrosunda, hem makrosunda bu muazzam muhteşemliği görebilmek mümkün oluyordu.

Oysa bu varlık alemi, kıyametle birlikte helak olacak, yok olacak fani bir alemdi. Daha açık bir ifadeyle kalıcı olmayan bir mekan, sadece sayılı günlerde kullanılacak olan geçici bir konakla­ma yeriydi bu kainat!. Düşünceleri bu noktaya gelince tüm duygularının heyecanla titrediğini hisseden Kadir, bir süre hareketsiz kaldıktan sonra başını yavaşça Divane'den tara­fa çevirdi.

“Divane!.”

“Evet Kadir.”

“Atomdan yedi kat göklere kadar ki yaratılışın, ne muazzam, ne muhteşem bir yaratılış olduğunun farkında mısın?”

Kadir'in bu soruyu neden sorduğunu anlayamayan Divane, kısa bir süre gökyüzüne baktıktan sonra “Evet, farkındayım” dedi.

“Hayranlıkla  izlediğimiz bu varlık alemi kıyametle birlikte helak olacak, yok olacak fani bir alem, öyle değil mi?”

“Evet!.”

“Peki, söyle Divane!. Fani olan bu kainat böylesine muazzam, böylesine muhteşem ise, acaba baki olan nasıl?” Kısa bir süre kullanılacak olan geçici bir konaklama yerini böylesine muhteşem yaratan Allah (c.c), acaba ebedi bir hayatın yaşanacağı cenneti, baki olan cenneti nasıl ve ne şekilde yarattı?

Soruyu çok iyi anlayan ve cevabı düşündükçe gönlü­nün hızla genişlediğini hisseden Divane, bakışlarını tekrar gökyüzüne çevirdi. Doğru söylüyordu Kadir. Gördükleri bu muhteşemlik, gelip geçici yani fani olan bu aleme yansı­yan bir muhteşemlikti. Baki olan elbetteki çok daha farklı, elbetteki çok daha muhteşem olacaktı. Zaten Yakup hoca da bu konuda benzer şeyler söylemişti kendisine.

“Kadir, Yakup hocayla hiç tanıştın mı?”

Yakup hocayı sadece babasının vefatında kısa bir süre gören Kadir, bunun bir tanışma olmadığını bilerek “Hayır, tanışmadım” cevabını verdi.

“Yakup hoca da bana bazı ayetler okuyarak, benzer şeyler söylemişti. Demişti ki “Aliah insanlara acıdığı için bu dünyayı yaratırken hiç özenmem iştir. Değersiz bir yurt olarak yaratmıştır. Şayet biraz.güzel ve değerli yaratsaydı, insanların hepsi dünyaperest, hepsi tek bir ümmet olur­du.”

Bu sözlerin ne anlama geldiğini hemen anlayan Ka­dir. “Doğru, çok doğru söylemiş” dedi içinden. Çünkü değersiz olarak yarattığı bugünkü halinde bile insanlar dünya­perest oluyorlarsa, biraz güzel ve değerli yaratilsaydı hiç kuşkusuz bütün insanlar yüzlerini dünyaya döner. Allah'ı unuturlardı. Bu düşünceler içinde Divane'ye dönerek “Ya­kup hoca çok doğru söylemiş” dedikten sonra, mezarlıkta­ki yürüyüşünden bile etkilendiği bu gizemli adamla tanış­mak istediğini hissetti ve. bu isteğini söylemekten çekinmedi.

“İnşaallah kendisiyle tanışırız.”

Divane kısa bir süre duraksadıktan sonra “İnşaallah” dedi Kadir'e..

Kadir bir ikindi sonrası köy kahvesine uğradığında, Yalnız Abbas'ın köylülerle hararetli bir şekilde konuş­tuğunu gördü. Bu adamla dört-beş gün önce tanışmış ve yaklaşık bir saat kadar görüşmüştü. Yaptıkları bir saatlik görüşme, Kadir'in bu adamı tanımasına fazlasıyla yetmişti. Köylülerin de söylediği gibi, tipik bir kadın düşmanıydı bu adam!. Dünyadaki her kötülüğün arkasında kadınları görü­yor, karşılaşılan her yanlışın faturasını kadınlara kesiyor­du!.

Kendisine Yalnız Abbas denilen bu adam, yıllar önce iki evlilik yapmış, ilkiyle dört gün, ikinci hanımıyla birbuçuk ay evli kaldıktan sonra olaylı bir şekilde ayrılmıştı. Yaptığı bu iki evlilik, kadınları tanıması için yetmişti, yetip artmıştı Abbas'a!. Kadınlara hep olumsuz tarafından ba­kan, hiç bıkıp-usanmadan hep aynı şeyleri anlatan bu adam, gerçek manada bir kadın düşmanı gibiydi.

Kadir'in gözleri önce Divane'yi aradı.

Gördüğü kadarıyla kahvede yoktu Divane. Abbas'ın etrafım çeviren köylüler ise sessiz gülümsemeler içinde onun konuşmalarını dinliyorlar ve arasıra bazı sorular so­rarak. Abbas'ı daha bir heyecanlandırıyorlardı. Kadir “Ne yapayım?” diye biraz düşündükten sonra köylülere selam vererek boş bir sandalyeye oturdu. Köylülerle birlikte sela­mını alan Abbas, Kadir'e hafifçe gülümseyerek “Hoşgeldin” dedikten sonra hararetli konuşmasına devam etti.

Büyüklerimiz ne demişler “Altının değerini öğren­mek istersen, taşa sürt. Öküzün gücünü öğrenmek ister­sen, yük yükle. Erkeğin huyunu öğrenmek istersen, onu dinle.  Kadının ne düşündüğünü öğrenmek istersen, işte buna olanak yok.” Bakın doğru bir sözdür bu!. Hiçbir er­kek kadını anlayamaz. Çünkü kadının da kendileri gibi bir insan olduğunu düşünürler. Evet, bir insandır kadın. Ama erkek gibi değil. Erkekten çok farklı, çok değişik bir insan­dır. Kadının ne olduğunu, nasıl olduğunu sadece kadınlar anlar.

“Peki Abbas, sen nasıl anladın kadınları?”

“Onlara, onların gözüyle baktım. Hepsi birer kedi gibi!.  Erkeklere usul usul yaklaşarak, yumuşak patilerini gösterirler. Gerçekten yumuşak tüylü, çok hoş patilerdir bunlar. Sonra o yumuşak patilerin arasından, sivri pençe­ler çıkmaya başlar. İşte erkek o zaman kadının avcı, kendi­sinin ise bir av olduğunu farkeder. Çoluk çocuğa karışmış ise bu İlahi takdire rıza göstermek ister. Kendisini bu pen­çelere bırakarak hayırlısıyla ölmek, hayırlısıyla bu dünya­dan kurtulmak ister. Anc^k karşısındaki avcı bir kedidir. Kedinin nasıl bir avcı olduğunu bilir misiniz?”

Köylülerden bir ses çıkmayınca, devam etti Abbas.

“Kediler, avlanyla oynayan, onları işkenceyle öldü­ren yegane avcılardır. Mesela bir böcekle karşılaşırlar ve patileriyle bir darbe indirirler hayvana. Bu darbe ile sersemleyen böcek, baygın bir şekilde hareketsiz kalır. Kedi ise başında öylece bekler. Böcek kendine, gelip, hareket etmeye başlayınca bir pati darbesi daha!. Sonra yine bek­ler kedi ve böcek tekrar kendini toparlamaya çalışınca yeni bir pati darbesi daha!. “Ya kardeşim, öldüreceksen öldür, yiyeceksen ye şu böceği” diye bağırmak istersin. kedinin umrunda değildir!. O avıyla oynamaya, avına işkence etmeye devam eder. İşte kadınlar da, kadınlar da böyledir.”

“Abbas ya, hiç mi iyi kadın yok?”

Dünyadaki bütün kadınlara “İyiler sağ tarafa, güzel­ler sol tarafa geçsin” deseniz, sol tarafta izdiham yaşanır. Çünkü kadınlar iyi olmaktan çok, güzei olmayı, sevilmek­ten  çok beğenilmeyi isterler.  Bu nedenle  “Dünyada  iyi olan yalnız iki kadın vardır” denilmiştir.

“Kim bu iki kadın?”

“Biri ölmüş, öbürü de daha doğmamış olan.”

Arka sıralarda oturan bir köylü “Ya Abbas. Madem bu kadar kötü. o halde Allah kadını niye yarattı?” diye sordu.

“Ben de onu düşünüyorum Sadık emmi!.  Acaba Adem (a.s.) ne günah işledi ki Allah Havva'yı yarattı!. Bunu bilmiyorum!. Fakat yine de işlediği günah çok büyük olmamalı.”  

“Neden?”

“Çünkü işlediği günah büyük olsaydı, Allah (c.c.) bir değil, iki Havva yaratırdı.”

“İki Havva yaratılsaydı ne olurdu?”

“Öyle sanıyorum ki cennetten çıkarılmaları için şey­tana pek gerek kalmazdı!..”

İki yıl önce hacca gitmiş olan Salih efendi sert bir ses tonuyla “Böyle konuşma Abbas!. Büyüklerimiz “Kişiyi vezir eden de, rezii eden de karışıdır” demişlerdir” dedi.

“Çok doğru söylemişler. Kadının zulmünden ve çe­nesinden kurtulmak için vezir olmam gerekseydi. ne yapar eder vezir olmaya çalışırdım. Ancak vezirlik kontenjanı bir, rezillik kontenjanı binlerce olduğu için. büyük ihtimalle re­zil olurdum.”

Köylülerden İtiraz anlamında bir uğultu yükseldi. Bazıları bu konuşmaların evlilik çağına gelmiş kızlarının nasi­bini engelleyebileceği endişesine kapılarak, kızlarını savun­mak istediler. “Köyümüzün genç kızları iyidir, annelerinden çok daha iyidir Abbas!.” demeye başladılar. Bu tepkileri hiç umursamayan Yalnız Abbas, burnunun düzüne gitmeye devam etti.

“Bütün genç kızlar iyidir, iyidir de, o zaman kötü ka­dınlar nereden alınmaktadır? Kendinizi hiç aldatmayın beyler!. Bu toplumdaki evlere, ailelere dikkatlice bakın. Birçok evden gübre kokusu gelir, kızlarının adı Reyhane'dir.”

Bu sözlerin altında kalmak istemeyen orta yaşlı birisi “Ben kızımı okuttum” diyerek, diğerlerinden ayrıcalıklı olduğunu belirtmek istedi.

“Aman ne iyi yaptın!.  Sen bilmiyor musun erkek okuyunca kadı, kız okuyunca cadı oluyor!. Günümüzdeki okumuş kızları görmüyor musun? Eski zamandaki kızlar utanınca kızarırdı, şimdiki okumuşlar kızarınca utanıyor.”

Ön sırada oturan bir köylü “Abbas böyle konuşma!. Bu konuşmalann okuyan ne namaz kılan yetişkin kızlarımızın hiç hoşuna gitmiyor” deyince, “Bu beni hiç ilgilendir­mez” diyen Abbas, biraz düşündükten sonra ilave etti.

“O yetişkin kızların, öyle sanıyorum ki 'Evlerinizde vakarla oturun' ayeti de hiç hoşlarına gitmiyor!.”

“Ben kızımı okuttum” diyen adam sinirli bir şekilde ayağa kalktı ve “Seninle konuşanda kabahat” diyerek kahveyi terketti. Bütün konuşmaları dikkatli bir şekilde dinle­yen Kadir ise daha önce tanıdığını sandığı Abbas'ı yeniden düşünmeye, yeniden anlamaya çalışıyordu. Bu adam çok uçuk ve çok sivri şeyler söylemesine rağmen, söyledikleri tamemen asılsız şeyler de değildi. Kadınların pozitif yönle­rini hiç dikkate almayan Yalnız Abbas, bu kadınların nega­tif yönleri konusunda ihtisas yapmış bir uzman gibiydi. Dolayısıyla bu adamın söyledikleri hem gülünecek, hem de düşünülecek sözlerdi..

Üç dört gün boyunca kardeşini ve kardeşi Kadir'in sevgi üzerine sözlerini düşünen Ömer, uzun yıllardır anlamadığı ya da anlamak istemediği bazı şeyleri yeni yeni anlamaya başlamıştı. Doğru söyle­miş, çok doğru söylemişti kardeşi. Hayatı birlikte yaşama­ya, hayatın zorluklanna birlikte katlanmaya karar veren eşler arasında sevgi ve sevda olmadığı zaman, bu hayatı bir­likte yaşamak ve zorluklarına birlikte katlanmak gerçekten ağır bir iş veya sıkıntılı bir görev gibiydi. Ancak bu eşler arasında sevgi ve sevda olduğu zaman, hayat elbetteki daha kolay, elbetteki daha güzel bir hale gelebilecekti. Çünkü sevgiyle herşeyin daha kolay ve daha güzel olaca­ğı, bütün insanların kabul ettiği açık bir gerçekti.

Bunları düşünen Ömer, Kadir'i kıskandığını hissetti!.

Çünkü kendisinin uzak olduğu bu duygulan, kardeşi yoğun bir şekilde yaşıyor gibiydi!. Şu an ayrı olsalar da, Dilara çok farklı bir dünyada yaşasa da, kardeşinin sevdi­ği, sevdalandığı bir kadın vardı. Kardeşinin Dilara'yı sevdi­ği gibi Dilara da kardeşini seviyorsa, belki de Kadir'i anla­yabilir ve aynı dünyada biraraya gelebilirlerdi.

“Bu olabilir mi?” diye düşünen Ömer, iç dünyasında bir ikileme düştüğünü hissetti. Dila­ra'nın dürüst ve kuvvetli kişiliğini dikkate aldığı zaman “Tabi ki olabilir” derken, onun sosyal konumunu ve çevre­sini dikkate aldığında “Zor, çok zor” diyordu kendi kendi­ne!. Fakat yine de “İnşaallah, inşaallah” diyerek, içindeki bu küçük umudu, büyük bir dua ile kuvvetlendirmek isti­yordu. Çünkü bu küçük umud gerçekleşirse, ortaya dünya­daki en güzel beraberliklerden birisi çıkardı. İnsanın sevdi­ği ile sevdalandığı eşi ile Allah yolunda bulunması ve bu yolda yaşaması ne güzel bir şeydi.

Yine “Ya ben, ya benim durumum?” diye sordu ken­dine!.

Bunca yıldır neden ürkmüş, neden uzak kalmıştı ki bu duygulardan!. Sevdiği zaman otoritesinin zayıflayaca­ğından, aile hukukunun delineceğinden ve aile düzeninin bozulacağından endişe etmesi, doğru bir endişe miydi? Hanımlarına duydukları sevgi yüzünden onların yanlışları­na müdahale etmeyen ve onları adeta başıboş bırakan erkeklerin dışında, İlahi ölçülerden taviz vermeden bu sevgi­yi, bu sevdayı yaşayan erkekler yok muydu?

“Vardır, elbetteki vardır” dedi kendi kendine. Nite­kim Resulullah (s.a.v.) ve nice sahabi, hiç kuşkusuz ki bu önemli konunun, en güzel, örneklerindendi. Onlar hayat arkadaşlarını, elbetteki ebedi hayat arkadaşı olarak görüyorlar ve ebedi hayata doğru kolkola yürürlerken, ebedi kurtuluşun şartlarından taviz vermeden böyle bir sevgiyi yaşayabiliyorlardı. Doğru ve güzel örnek, tabi ki bunlar, tabi ki bu seçkin insanlar olmalıydı.

Düşünceleri bu noktaya gelince “Nerede yanlış yap­tım?” sorusunun cevabını da buldu Ömer. Çünkü o, bu zamana kadar sadece yanlış örnekleri dikkate almış ve böyle bir yanlışa düşmemeye çatışmıştı. Oysa herhangi bir konu­da yanlıştan uzaklaşmaya çalışmak ne kadar önemliyse, doğru ve güzele yaklaşmaya çalışmak da o kadar önemli olmalıydı. İşte bunu atlamış, bunu farkedememişti Ömer!. Bir yanlıştan uzaklaşırken doğruya değil, başka bir yanlışa yaklaşmıştı!.

Kadir'in teşhisi çok doğruydu.

Sevmek istememiş, sevgiye doğru tek bir adım atma­mıştı Ömer!. Oysa sevgi ve sevda gelmesi beklenecek, gelince “Hoş geldin” denilecek bir şey değildi. İnsanın önce istemesi, önce sevmek istemesi ve bu sevgiye doğru yürü­mesi gerekiyordu. “İnsan sevmek istediği zaman küçük bir taşı, kırık bir dalı dahi sevebilir. Çünkü küçük bir taşta, kı­rık bir daida dahi sevilecek ne güzellikler vardır. Önemli olan bunu görmek, ona bu gözle bakabilmektir” diyen Ka­dir, ne güzel söylemişti. Bunları söyledikten sonra aynca “Saliha yengem, sana Allah'ın hayırlı bir takdiri değil mi? İlahi takdir, aynı zamanda sevilmesi gereken bir takdir de­ğil midir?” diye de sormuştu.

Bu soruya artık çok net, artık çok açık bir cevap veriyordu Ömer!. Hanımı Saliha, Allah'ın kendisine hayırlı bir takdiri ise bu İlahi tak­dirin elbetteki sevilmesi, elbetteki çok sevilmesi gerekiyor­du. Ayrıca bu hayırlı ve İlahi takdiri sevmesi için zorlan­masına da hiç gerek yoktu Ömer'in. Çünkü hanımının bazı eksiklerini hoş görerek ona olumlu yönlerinden baktı­ğı zaman sevilecek, gerçekten sevilecek bir insandı hanı­mı. Her şeyden önce mü'mindi, müslümandı. Nefs ve şey­tana uyan milyonlarca kadın bir isyan, bir azgınlık içindeyken; aynı kadınsı nefse ve şeytani müdahalelere açık olmasına rağmen Allah'a sığınan, Allah'a kulluk et­meye çalışan hanımı, elbetteki Allah'ın sevdiği ve “Müslümanım” diyen bir erkeğin de sevmesi gereken bir hanım­dı.

Hanımına karşı bakışının, hanımına karşı duygularının değişmeye başladığını hissediyordu Ömer. Yıllardır külfemeye çalıştığı küçük bir ateş, küçük bir nefesle harlayıvermişti sanki!. Yüreğinde hissettiği bu sevgi sıcaklığı, önce çok şaşırtmıştı Ömer'i!. Kendisini acemi gençlere, heyecanlı sevgililere benzetti. Fakat uzaklaşmadı, uzaklaşmak istemedi bu duygulardan. Çünkü yüreğinde hissettiği sıcaklık, yüreğini git gide ısıtan, git gide aydınlatan bir sıcaklıktı.

Yavaş yavaş sevdiğini, yavaş yavaş sevdalandığını hissediyordu Ömer. Uzun yıllardır birlikte yaşadığı hanımını sanki yeni görüyor, san­ki yeni farkediyor gibiydi!. Bunun nedenini anlamakta da gecikmedi. Çünkü o zamana kadar hep kendi dışında yani dış alemde gördüğü hanımını ilk kez yüreğinde görmeye, yüreğinde hissetmeye, yüreğinde yaşamaya başlamıştı.

Bir ara babasını, rahmetli babasını hatırladı Ömer. Babası Mehmed efendi, aile dışı insanların yanında annesine karşı saygılı ve ciddi davranırken, aile içi özel ortamlarda ona hep “Sultanım” der, hep “Sultanım” diye hitap ederdi. Ömer ha!a kulaklarında oian bu hitabı ve bu hitaptaki sımsıcak sesi düşündüğü zaman, bu hitabın içi sevgi ve sevda dolu bir hitap olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Zaten bir Os­manlı erkeği olan babası, başkalarının yanında sevgisini bundan daha fazla belli etmez, belli etmek istemezdi. Çün­kü bir insan ne kadar severse sevsin, bu sevginin sadece sevenler arasında olması gerektiğine inanır ve ara sıra “Mehmed Efendi. Başkalarının yanında bana çok soğuk davranıyorsun” diyen annesine, gülümseyerek şu mısralar­la karşılık verirdi.

El yanında, el gibisin sen benim tenhalarda sen benimsin, ben senin..

Bunları hatırlayan Ömer “Rabbim sana rahmet etsin babacığım, Rabbim sana rahmet etsin” dedi içinden. Yan koltukta oturan kocasının gülümseyen bir yüzle dalıp gitti­ğini gören Saliha hanım ise sevecen bjr sesle “Ömer ne oldu, iyi misin?” diye sordu. Hanımına aynı gülümseyen yüz, aynı gülümseyen gözlerle bakan Ömer, kısa bir sus­kunluktan sonra Saliha hanımın yüreğini titreten şu cevabı verdi.

“İyiyim Sultanım..”

Uzun yıllardır kocasını seven fakat bu sevgisini sanki çocuksu ve gereksiz bir duyguymuş gibi içinde saklayan Saliha hanım, Ömer'deki değişikliği hemen farketmiş ve ilk başlarda nedenini anlayamadığı bu değişikliğe nasıl bir tepki vermesi gerektiğini bilememişti. Sonra bunun nede­nini düşünmekten vazgeçti ve bu değişikliği Allah'ın rah­metine yorarak, içini ısıtan sevgi doiu yaklaşımlara aynı şe­kilde karşılık vermeye başladı. O zamana dek yüreğinde gizlice yaşattığı fakat açıklamaktan çekindiği sevgisi, taze bir gonca heyecanıyla açıyor ve kocasına doğru hızla taşı­yordu.

Sanki bir rüyada, hep görmek istediği bir rüya aleminde yaşıyordu!. Ve hiç uyanmamak, bu güzel rüyadan hiç uzaklaşmamak istiyordu. Çünkü Saliha hanım evlendiğinden bu yana ilk kez bir kadın olduğunu, kocası tarafından görülen ve sevi­len bir kadın olduğunu hissediyordu. Şimdiye kadar bir ya­RIsı, önemli bir yarısı kocası Ömer tarafından hiç farkedilmemiş ve bu yansında hep gizli bir yalnızlığı, hep acı veren bir boşluğu yaşamıştı. Tabi ki Ömer bunu hiç anla­mamış ve kendisi de hiç anlatmamıştı!.

Çünkü erkeklerin farklı olduğunu düşünmüştü!.

Kocası tarafından sevilmek ve bu sevginin güvenli or­tamında kocasıyla bütünleşmek, belki de kadınların, dünya hayatında kendilerini zayıf hisseden kadınların ihtiyaç duy­dukları bir şeydi!. Kendilerini tek başlarına olsalar dahi güçlü ve yeterli gören erkeklerin, böyle bir istekleri olma­yabilirdi!. Oysa kadınlar için durum böyle değildi. Sevmek çok güzel bir şey olmasına rağmen kadınlar sevmekten çok sevilmeye ihtiyaç duyuyorlar ve bu sevgi ile kendilerini güvende hissedebiliyorlardı.  

Ve işte ilk kez böyle bir sevgiyi, böyle bir güveni yaşıyordu Saliha hanım. Gerçi daha önceleri de kocasına karşı bir güvensizliği yoktu ama dik­kat isteyen ve sınırları belli olan bir güvendi bu!. Sevgiden kaynaklanan güven ise sevgi kadar derin, sevgi kadar ge­niş olabiliyordu. Sevgiyle tanıştıktan sonra bu sevgiye sırt çevirmek veya bu sevgiyi yitirmek ne kadar imkansız görü­nüyorsa, bu sevginin rahmetli bir meyvesi olan güven duy­gusunu yitirmek de o kadar uzak, o kadar imkansız gözü­küyordu insana!.

Acaba birbirini seven eşlere rahatlık veren bu güven duygusu, eşleri birbirlerine karşı bir dikkatsizliğe veya saygıda gevşekliğe neden olabilir miydi? Bu soruya açık bir cevap veremedi Saliha hanım. Olmaması gerektiğini biliyor fakat tanıdığı bazı kadınları dikkate aldığı zaman “Olmaz” ceva­bını da veremiyordu. Aynı endişeyi kocası Ömer de hisset­miş olacaktı ki, salonda 'yalnız kaldıkları bir gece onun eli­ni tutmuş ve sımsıcak gözlerle kendisine bakarak şunları söylemişti.

“Bak Sultanım!. Ben senin benden istediğin hiçbir şeye “Hayır olmaz” veya “Yok” demek istemiyorum. Bir erkek olarak bu beni çok üzer. Çünkü bir erkek, sevdiği hanımının bir isteğine “Yok” dediği zaman eksildiğini, bir tarafının yok olduğunu hisseder. Bunu bilen ve erkeğini üzmek, erkeğini kırmak istemeyen saliha kadınlar, kocala­rına hiçbir zaman “Hayır” veya “Yok” dedirtmezler. Çün­kü kocalarını doğru tanırlar ve kocalarının “Olmaz” diye­ceği bir şeyi, kocalarından istemezler. Sen de beni tanıyorsun. Lütfen sen de bana bu kelimeleri hiç söylet­me, hiç kullandırma olur mu?

Ömer'in güzel duygular içinde söylediği bu güzel söz­leri çok iyi anlayan Saliha hanım, başını yavaşça Ömer'in göğsüne yasladıktan sonra kısık bir sesle “Sen hiç merak etme” dedi. Ve kendisini seven bir erkeğin göğsüne başını yaslamanın güzel duygularını yaşarken aynı'kısık sesle ila­ve etti.

“Benim zaten senden bunu, sadece bunu istiyor­dum!.”

Nedime hanım öylece Kadir'i izliyor, iki haftadır köyde olan Kadir'deki değişiklikleri anla­maya çalışıyordu. Ne olmuştu oğluna, neden pek konuşmuyor, neden Almanya'ya dönmüyor ve neden köyün Divane'siyle uzun yürüyüşlere çıkıyordu!. İşleri ve ailesiyle ilgili olarak çok kısa bir şekilde “İşlerime ara verdim. da şimdilik Almanya'da” cevabını vermişti. Oysa durum bu kadar basit değildi. Çünkü bir hüzün, örtmeye ve gizle­meye çalıştığı bir hüzün içindeydi Kadir. Onlarla oturup, onlarla yemek yerken dahi uzaklarda, sanki çok uzaklarda yaşıyordu!. Oğlunu çok iyi tanıyan Nedime hanım, oğlu­nun anlatmadığı çok şey.olduğunu biliyor, çok şey olduğu­nu hissediyordu. Fakat yine de Kadir'in üzerine giderek onu rahatsız etmek, onu üzmek istemiyor, belki daha son­ra kendi açılır düşüncesiyle sadece dua etmekle yetiniyor­du.

Kadir ise pek farkında değildi bunların!.

Kendisine ne kadar meraklı ve dikkatli gözlerle bakı­lırsa bakılsın, bunları ya görmüyor, ya da görmemezlikten geliyordu. Çünkü onun gündeminde Dilara vardı. Her ge­çen gün Dilara'yı daha fazla düşünmeye ve Dilara'nın yok­luğunu daha fazla hissetmeye başlamıştı. Bir gün arabasıy-ia kasabaya inerken, radyoda çalmaya başlayan bir türkü iç dünyasını alt üst etmişti.

Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm. Gönlüm hep seni anyor, neredesin sen.. Bu türkü sanki onu, sanki onun duygularını anlatı­yordu. Neredesin sen” sözleri ise gönlündeki biricik istek ve arayışın iki kelimelik ifadesi gibiydi. Gözyaşlarını engel­leyemeyen Kadir, arabayı yol kenarına çekerek bir süre ağladı ve ıslak gözlerle geniş ovaları seyretti. Yalnız olma­sına rağmen hiç yalnız hissetmiyordu kendisini. Çünkü ne kadar uzakta olursa olsun Dilara onunla, onun yanında, onun içindeydi. Yaşadığı tüm duyguları Dilara'nın da yaşa­dığını biliyor ve bu duygular içinde “Dilara ne oldu? Bize ne oldu Dilara?” sorusunu hem ona, hem de kendisine yö­neltiyordu.

Gerçekten ne olmuştu, ne olmuştu onlara, onların güzel hayatına?

Birbirlerini sevdikleri ve beraber olmak istedikleri bir gerçek ise bu gerçeği değiştiren şey neydi? Dilara aynı seven Dilara, Kadir aym seven Kadir olduğuna göre tek ne­den Ailah mıydı, Kadir'in yüzünü ve gönlünü Allah'a dön­mesi miydi? Bunu bir ayrılık nedeni olarak görmüyor, bunu bir ayrılık nedeni olarak kabul etmek istemiyordu. Çünkü çok saçma, çok yanlış bir ayrılık nedeni olurdu bu!.

Allah hem Kadir'in, hem Dilara'nın, hem de bütün alemlerin Rabbi değil miydi? Aralarında bir sevgi, bir sev­da varsa, kendilerine bu sevgiyi ve sevdayı veren Allah'a birlikte yüz dönmeleri, birlikte şükretmeleri gerekmez miy­di? Bunu anlamamış, bu gerçeği hiç anlayamamıştı Dilara.

Acaba suç kendisinde miydi, kendisi mi anlatamamıştı!. Bu soruya da açık bir ce­vap veremiyordu Kadir. Çünkü yeterince anlattığını, anla­tabildiğin! düşünüyordu. Zaten Dilara da son sözlerinde Kadir'i ve Kadir'in anlattıklarını anlamadığını değil, anla­dıklarını kabul etmediğini belirtmişti.

Belki de zamana, az bir zamana ihtiyacı vardı Dilara'nın. Duyduklarını düşünebileceği, düşündüklerini daha iyi anlayabileceği bir süreye, bir zamana ihtiyacı vardı. Bu olasılık, Kadir'e çok makul gözüküyordu. Çünkü kendisi bile uzun uzun düşün­müşken ve karar verirken oldukça zorlanmışken, aynı du­rumu Dilara da yaşayabilirdi. Kısa bir süre düşünür, düşünür ve sonra doğru olan karan verebilirdi. Umudlarını canlandıran bu olasılığı kuvvetlendirmek için “İnşaailah, İnşaallah” dedi içinden..

Yüreğini bir nebze genişleten bu umudla, geniş ve sessiz ovalara tekrar baktı. Dilara'yı yine ya­nında hissetmesine rağmen bu sefer onun da Allah'a yü­zünü döndüğünü ve tertemiz bir kulluk kimliği ile koluna girdiğini düşünüyordu!. Bu güzel olasılığı düşünmek bile Kadir'in gönlünü aydınlatıyor ve aydınlık gönlünden yükse­len sevgi sözcüklerini büyük bir heyecanla Dilara'ya anlat­maya, Dilara'yla paylaşmaya başlıyordu!.

Günler geçiyor, Kadir'in gönlündeki Dilara hasreti, her geçen gün kendisini daha koyu ve daha yakıcı bir şekilde hissettiri­yordu. Divane'yi ve Divane'yle dolaşmayı sevmesine rağ­men bazen yalnız kalmak isteyen Kadir, erkenden evden çıkıyor ve köy kahvesine hiç uğramadan dağlara doğru yü­rüyordu. İşte bu yürüyüşlerinden birinde köyün güney do­ğusuna inmiş ve dağlardan ovaya doğru akmakta olan rahmet deresi boyunca ilerlemeye başlamıştı. Köylülerin bu dereye neden rahmet deresi dediklerini bilmemesine rağfnen hiçbir köylüye de bunu sormayı düşünmemişti. Çünkü su zaten rahmetti ve her dereye, her ırmağa böyle bir isim zaten yakışırdı.

Dere boyuncu uzanan ağaçların arasında ağır adım­larla yürürken bir anda durdu, durakaldı Kadir!. Yemyeşil ağaçlar arasındaki geniş boşlukta kuru, kupkuru bir ağaç dikkatini çekmişti. Diğer ağaçlardan farklı, çok farklı olan bu ağaç bir insana, ayakta duran başsız bir insana benzi­yordu. Gövdeden sonra bir insan boynunu andıran orta dalı kopmuş, iki yan dalı ise iki kol gibi semaya açılmış, semaya uzanmıştı.

Kadir düşünceli bir şekilde bu kuru ve yalnız ağaca bakmaya başladı.

Çok sıradışı olan bu ağacı tanımaya, bu ağacı anla­maya çalışıyordu!. Sanki gizli bir sırla karşılaşmış, gizli bir sırla kupkuru olmuştu bu ağaç!. Kuru daiları semaya doğru öylesine açılmış, öylesine gerilmişti ki, Rabbisinden bir şeyi, vazgeçilmez bir ısrarla tek bir şeyi istiyor gibiydi.

Rabbisinden su, Rabbisinden güneş istemediği belliydi. Çünkü tüm su­yunu bırakmış, tüm yapraklarını dökmüş olan bu ağaç, böylesi isteklerden soyunmuş, çıplak, çırıl çıplak bir şekilde başka, bambaşka bir şey istiyordu!. Kurumuş gövdenin uzunlamasına bir kovukla orta yerinden köklere doğru ça­tır çatır ikiye ayrılmış olması ise uzun yıllardır aynı yerde sabit olan bu ağacın, dayanılmaz bir hasret ile bu isteğine, bu duasına bir adım yaklaşabilme çabasını gösteriyordu.

Rabbe doğru açılmış kollan, gerilmiş dalları, uzanmış adımıyla kaskatı kesilen bu ağaç, koskoca kainatı dolduran sessiz bir feryat, derin bir yakarış içindeydi!. Gizli bir sır ile kendini kurutmuş, gizli bir dua ile O'ndan gayri herşeyi unutmuş gibiydi!. Kökün­den en ince dallarına kadar herşeyi, bütün her şeyi ile bir şeyi, tek bir şeyi istiyordu. Zamandan ve mekandan çıkmış gibi hareketsiz duruşuyla, bu isteğinde ne kadar azimli, ne kadar kararlı, ne kadar ısrarlı olduğu anlaşılıyordu.

Bu ağaçtan etkilenmiş, çok etkilenmişti Kadir. Dua eden onca insanla karşı­laşmasına rağmen, semaya doğru uzanan kupkuru dallarıy­la bir yakarış ve yarılan gövdesiyle bir çabalayış içinde olan bu ağaç, duanın hakikati konusunda ufuk Ötesi bir makamı işaret ediyor gibiydi. Fakat yine de bu ağacın ne istediğini, ne dilediğini, ne dilendiğini anlayabilmiş değildi Kadir. Bu soruyla tekrar ağaca bakmaya, tekrar ağacı düşünmeye başladı. Başsız bir İnsan bedenine benzeyen bu ağaç asıl itibariyle toprak olduğuna göre, topraktan yaratı­lan insanın cesedi, ruhsuz bedeni gibiydi!.

Ağaca bakan gözleri hafifçe açıldı Kadir'in!.

“Tabi ya” dedi kendi kendine. Uzun süredir seyret­mekte olduğu bu ağaç, ruhsuz bir cesede, ruhunu arayan bir bedene benziyordu. Rabbisinden dilediği, ısrarla dilen­diği şey de bu, hiç kuşkusuz ki bu olmalıydı!. Bu düşünceler için de derinleşen, derinleştikçe donuklaşan Kadir ken­dini bil? bir şekilde “Dilara, Dilara” diye sayıklamaya başladı, unkü uzun uzun baktığı ve anlamaya çalıştığı bu kupkur   ağacı en sonunda tanımış, tanıyıvermişti!.

Dilara'ydı bu, Dilara olmalıydı!.

Materyalizmin soğuk dünyasında ruhunu kaybeden, ruhunu yitiren Dilara, fıtri bir boşluk içinde ruhunu arıyor, semaya doğru yükselerek ruhuna kavuşmak istiyordu. Ancak kökleri, onu batı dünyasına ve bu dünyanın soğuk gerçekliğine bağlayan kökleri onu bırakmıyor, ruhuna doğ­ru yükselmesine izin vermiyordu. Fakat yine de bu isteğin­den geçmiyor, vazgeçmiyordu Dilara!. Ruhunu yitirmiş bir şekilde kurumasına, kupkuru olmasına rağmen olağanüstü bir çaba ile kendisini dünyaya bağlayan bu köklerinden kurtulmak ve semaya doğru yükselerek ruhuna kavuşmak istiyordu.

İnsan yüreğini sızlatan bir çırpınış ve yakarış içindey­di Dilara!.

Böylesi düşüncelerle duygulanan ve ağlamaya başla­yan Kadir, kuru ve yalnız ağacın yanına giderek ona sım­sıkı sarıldı. Bir ağaca değil Dilara'ya, yalnızlığın boşluğun­da kendi gerçekliğini arayan Dilara'sına sarılıyordu. Ruhsuz bir bedene sarılan, bedensiz bir ruh gibi hissedi­yordu kendisini!. Bu duygular içinde “Ahh canım, ahh ha­yatım, ahh birtanem” dedi içinden. Ne kadar seviyorsa o kadar acıyor, ne kadar acıyorsa o kadar merhamet ediyor­du Dilara'sına. Gözyaşları İçinde ona seslenmeye, onunla konuşmaya başladı.

“Bilmelisin Dilara, bilmelisin ki bizler sadece madde değiliz. Sadece madde olsaydık, elbetteki madde ile mutlu, madde ile tatmin olabilirdik. Ancak ruhumuz, çoğu kez farkına vannadiğımız, varmak istemediğimiz bir ruhumuz var hayatım. Yüce ve ebedi değerlerle tanışan bu ruhu­muz, fani madde ile mutlu, fani madde ile tatmin olmuyor. O herşeyin gerçeğini, herşeyin kalıcı ve ebedi olanını İsti­yor. Bizler onu bu yüce değerlerden ne kadar uzaklaştırırsak, o da bizden o kadar kaçıyor, o kadar uzaklaşıyor ha­yatım. İşte senin ruhsuz, ruhunun sensiz kalmasının nedeni bu, nedeni bu sevgilim. Ve sen hala temiz olan fıt­ratınla ruhunu arıyor, bu arayışla çırpmıyorsun. Fakat ol­maz, olmaz Dilara!. Allah'ın yardımı olmadan olmaz, Val­lahi de olmaz. Billahi de olmaz Dilara. Allah'ın yardımı ise O'na teslim olmamızla. O'na itaat, O'na kulluk etmemizle mümkün. Haydi gel, gel artık Dilara!. Allah'a boyun eğe­rek başını arşa doğru kaldır, kaldır artık Dilara!.”

Kadir uzaktaki hanımının yakındaki hayaliyle bu ko­nuşmaları yaparken bir anda durdu. Divane'nin sessizce ortaya çıktığını ve gülümseyen gözlerle kendisine baktığını düşündü. Bir cevap beklercesine kendisine bakan Divane'ye ne diyeceğini, bu durumunu nasıl açıklayacağını bile­medi. Uzun bir süre önce Divane'ye sonra kendi haline bakan Kadir, hep aynı soruyu soruyordu kendisine.

Gerçek Divane o muydu, yoksa kendisi mi?

Elindeki değneğe yaslanarak köye dönmekte olan Divane, Yakup hocanın yanından geliyordu. Bu tozlu yollar, Divane'nin uzun yıllardır ezberlediği yollar olmuştu. Yaz kış demeden her sabah bu yollardan geçerek gizlice Ya­kup hocanın evine gelir ve yamaçtaki ağaçlığın arkasından eve bir süre baktıktan sonra kimseye gözükmeden köye dönerdi.

Bunu bir iş, bunu bir vazife edinmişti Divane!. Çünkü yıllar önce rüyasında Yakup hocanın öldüğünü ve kimsesiz cesedinin günlerce gömülmeyi beklediğini görmüştü. Bu rüyadan çok etkilenen Divane uyanır uyanmaz yollara düşmüş ve Yakup hocanın sağ olduğunu gördükten sonra ona hiç gözükmeden köye dönmüştü.

Sonra ertesi gün, daha ertesi gün, daha daha ertesi gün de gitmeye başladı. Sanki bir gün gitmese, o gece ölmüş olan Yakup hocanın yalnız ve cesedinin kimsesiz kalacağı endişesine kapılıyordu!. Bazı günler ise evin önünde farklı arabalar görüyor fakat köye uğramadan Yakup hocaya gelen bu misafirlerin kim olduğunu hiç bilmiyordu.

Gerçekten seviyordu, Yakup hocayı çok seviyordu Divane. Çünkü yular önce kendisine o sahip çıkmış, o yol göstermişti. O günle­ri hiç unutamıyordu Divane. İsmi Gülbenaz olan kızla kar­şılaştıktan ve onun gerçek Gülbenaz olmadığını anladıktan sonra hem köyden, hem de köylülerden kaçarak uzaklaş­mış, günlerce hiçbir şey yiyip-içmeden dağlarda dolaşmış­tı. Büyük bir şaşkınlık içinde anlamaya, bütün olup biteni anlamaya çalışıyor fakat yaşadıklarına hiçbir anlam veremiyordu!.

Divane Gülbenaz'i tanimasa, karşısına getirdikleri kızın Gülbenaz olduğunu zanne­debilirdi!. Fakat tantyordu, yıllar önce bir kez yüzünü ve gülüşünü gördüğü Güibenaz'ı, kendisinden ve dünyadaki herkesten çok daha iyi tanıyordu. Zaten yıllardır kendisine değil hep Gülbenaz'a bakmış, hep Gülbenaz'la ilgilenmişti. Onun güzel yüzünü ve gülüşünü gördükten sonra sevda­lanmış, bu güzel yüz ve gülüş temelleri üzerine koskoca bir canan tasvir etmişti.

Bu cananın adı Gülbenaz idi!.

Divane gördüğü ve görmediği, bildiği ve bilmediği her güzelliği bu canana nisbet etmişti. Gönlündeki canan güzelleştikçe sevdası daha çok artıyor, sevdası arttıkça bu canan daha çok güzeileşiyordu. O kızla karşılaşıncaya ka­dar, Güibenaz'ı o kız, o kızı Gülbenaz zannetmişti. Fakat o kızla karşılaştığı ve sıcak bir yüreğe yabancı olan o kaba sesi duyduğu zaman iç dünyası paramparça olmuştu Diva­ne'nin. Canlı sandığı cananın, cansız olduğunu anlamış ve ne yapacağını bilmez bir şekilde dağlarda ağlamaya, dağ­larda dolaşmaya başlamıştı. Aslında bir yol,

kendisini dünyanın dışına çıkaracak, Gülbenaz'ın ol­madığı bu dünyadan kurtaracak bir yol arıyordu. Bu dünyanın hiçbir anlamı, hiçbir güzelliği kalmamış gibiydi!. Boş, bomboş bir hücre gibi gördüğü bu karanlık dünyadan çıkmak, çıkıp kurtulmak istiyordu. Belki de bu nedenle hiç­bir şey yemiyor, hiçbir şey içmiyor ve kupkuru ağzına hiç­bir şey koymak istemiyordu!.

Günler geçtikçe bitkinleşmiş, ayağa kalkamaz ve yürüyemez bir duruma gelmişti. Zaten Yakup hoca da kendisini böyle bir durumdayken bulmuş ve yaşlı bedenine rağmen onu evine kadar taşımış­tı. Üç-dört gün boyunca Divane'yi kendi yatağında yatıran ve ona gerçek bir dost gibi hizmet eden Yakup hoca, bu süre zarfında Divane'ye hiçbir soru sormamıştı.

Yakup hocanın bu anlayışlı yaklaşımından gizli bir hoşnutluk duyan ve kendisini oldukça rahat hisseden Diva­ne, önce bu yaşlı adamı tanımaya ve anlamaya çalıştı. Daha önceleri köy kahvesinde gördüğü ve bazı konuşma­larını dinlediği bu adam, klasik hoca tiplerine hiç benzemi­yordu. Mesela bir Kadir gecesi kendisini iftara çağırmışlar ve iftardan sonra Kadir gecesinin önemine dair bir konuş­ma yapmasını istemişlerdi. Kendinden önce uzun uzun ko­nuşan ve Kadir gecesine övgüler yağdıran hocaların aksi­ne, Yakup hoca çok kısa bir konuşma yapmıştı. Dalgın gözlerle hocalara ve köylülere baktıktan sonra şunları söy­lemişti.,

“Kadir gecesi, esas itibariyle diğer gecelerden farkı olmayan bir gecedir. Ancak Kadir gecesini diğer geceler­den ayıran ve bu geceyi mübarek Kadir gecesi yapan ger­çek, Kur'an-ı Kerim'in bu gece indirilmiş olmasıdır. İşte bu geceyi Kadir gecesi yapan kutlu gerçek budur. Şimdi her­kes kendi hayatına, kendi yaşantısına bir baksın. Şayet Kur'an-ı Kerim sizin hayatınıza, sizin yaşantınıza inmemişse, ne yazık ki sizin Kadir gecesiyle bir ilişkiniz yoktur. Ka­dir gecesi, bu gece indirilen Kur'an'ı Kerim'e iman eden, bu Kur'an'ı canla başla yaşayan kimselerin gecesidir. Kur'an-ı terkedilmiş bir Kitab haline getiren ve bu yüce Kitab'ı yaşayarak günlerini Kadir günleri haline getirmeyen kimselerin ise sadece gözyaşı geceleri olabilir. Çünkü bu kimselerin Kadir günleri yoktur ki, Kadir geceleri olsun..

Bu kısa konuşmayı hiç unutmamıştı Divane. İşte bu konuşmayı yapan Yakup hoca şimdi beyefendi bir uşak saygısıyia kendisine hizmet ediyor ve bütün bu işleri sanki asli göreviymiş gibi yerine getiriyordu. Namaz kılacağı za­man Divane'den izin istiyor ve namazdan sonra onun ya­nına gelerek bir isteğinin olup-olmadığını soruyordu. Ha­yatı boyunca kendisini ilk kez bir ağa. bir efendi gibi hissetmeye başlayan Divane, kendisine hiçbir soru sorma­yan Yakup hocayla konuşmaya ve ona yaşantısıyla ilgili bazı sorular sormaya başladı. Bu sorulan çok kısa cevap­larla geçiştiren Yakup hoca, Divane'nin anladığı kadarıyla kendisinden söz etmeyi pek sevmiyordu. Fakat yine de onunla ilgili bazı şeyleri anlamış gibiydi.

Bu evin bulunduğu yer, Yakup hocanın dedesine ait­ti. Küçük yaşta iken ailesiyle beraber İstanbul'a taşınmışlar­dı. Gençlik yıllarının bir bölümünü İstanbul'da geçirdikten sonra yurtdışına gitmişti. Herhalde Almanya'ya gitmiş ol­malıydı. Divane'nin “Orada ne iş yaptın?” sorusuna ise “Öğretmenlik gibi bir şey” cevabını verdikten sonra yeme­ğe bakmak için mutfağa geçmişti. Yakup hocanın bu soru­lardan sıkıldığını hisseden Divane, bu anladıklarınla yetinerek başka bir soru da sormadı.

Kendisi hakkında konuşmaktan hoşlanmayan Yakup hoca, Divane'nin insan, toplum ve Allah hakkındaki sorularını ise büyük bir içtenlikle cevaplandırmıştı. Divane'nin şimdiye kadar hiç duymadığı, hiç bilmediği cevaplardı bun­lar. Bu dolu cevaplardan oldukça etkilenmiş ve Yakup ho­caya bakışı an be an değişmeye başlamıştı. Çok samimi ve çok mütevazı olan,bu yaşlı adam, hiç kuşkusuz ki bilge bir kişiliğe sahipti.

Yakup hocaya soracağı önemli sorular bittikten son­ra Divane yavaş yavaş kendini anlatmaya, kendinden bahsetmeye başladı. Bir başkası sorsa bile anlatmayacağı şey­leri, hiç sormamasına rağmen Yakup hocaya anlatıyordu. Çünkü bu dünyada yüreğini paylaşabileceği bir insan var­sa, kendisini anlayabilecek olan yegane insan bu Yakup hoca imalıydı. Ve daralan yüreğini bir insanla, hiç olmaz­sa bir insanla paylaşmak istiyordu Divane. Bu duygularla yaşac arını uzun uzun anlatmış ve en sonunda gözünden süzül yaşlarla “Gülbenaz gerçek değilmiş!. Gerçek değil­miş Yâkup hoca” demişti.

Anlatılanları büyük bir dikkatle dinleyen Yakup hoca ise başını anladım manasında hafifçe salladıktan sonra bir

Süre duraksamış ve Divane’yi hayrete düşüren şu sözleri söylemiştir.

“Ağlama Ahmed, ağlamana hiç gerek yok!. Çünkü yüreğindeki o güzel de, o güzeli Yaratan da gerçektir, hiç kuşkun olmasın ki gerçektir.

Divane hayretten açılmış gözlerle “Nasıl?” diye sordu.

“Bak Ahmed!. Yıllar önce bir kızda güzel bir işaret görmüş ve bu işaretin içini hayalindeki tüm güzelliklerle doldurmuşsun. Musavvir olan yani yaratacağı her güzel şeyi en güzel bir şekilde tasvir eden Allah’ın bir kulu olarak, sen de Gülbenaz’ı tasvir etmişsin. Bilmelisin ki Allah’ın yaratması bizim tasvirlerimizin çok üzerindedir. Daha açık bir ifadeyle bizlerin tasvir edebileceği her güzel şey, Allah’ın sadece “Ol” demesiyle yaratılacak, “Ol” demesiyle varolacak şeylerdir.

Biraz duraksayan Yakup hoca, Divane’nin gözlerine bakarak “Ahmed, Gülbenaz da buna dahildir” dedikten sonra sustu. Bu sözlerin ne anlama geldiğini anlayan ve anladıklarıyla heyecanlanan Divane, meraktan açılmış gözlerle Yakup hocaya bir süre baktı ve titreyen bir sesle “Ol” der mi, “Allah ol der mi?” diye sordu.

“Bu sana, bu senin amellerine bağlı Ahmed!. Sen Allah’ı hoşnut edersen, elbetteki Allah da seni hoşnut edecek, senin hoşnut olacağın şey her ne ise ona “Ol” diyecektir.

Bu sözlerle karanlık yüreğinde bir ışık, bir aydınlan­ma hisseden Divane'nin hayata ve dünyaya bakışı yeni bir anlam kazanmış gibiydi. Yokluğa sürüklenen Gülbenaz umudu, Yakup hocanın bu sözleri ile yeni, yepyeni bir varlık nedeni kazanmıştı. Bu varlık nedeninin merkezinde ise “Ol” hükmünün biricik sahibi olan Allah (c.c.) vardı.

Bu düşüncelere dalıp'giden Divane, “Allah, Allah” diye sayıklamaya başladı içinden. Şim­diye kadar iman ettiği fakat kendisinden pek birşey iste­mediği Allah'a karşı çok farklı duygular içindeydi. Yüreğindeki sevda ne kadar gerçek ise artık Allah'a, sadece ve sadece Allah'a muhtaç olduğu da o kadar gerçekti. Yakup hoca “Sen Allah'ı hoşnut edersen, elbetteki Allah da seni hoşnut edecek” demişti. O halde artık tek bir hedefi, tek bir gayesi olmalıydı.

Allah'ı hoşnut etmek...

Bunun nasıl olacağını kendisine bildirecek, kendisine anlatacak, kendisine açıklayacak kişi elbetteki Yakup hocaydı. Allah'ı nasıl hoşnut edeceğini bir an önce bilmek ve öğrenmek isteyen Divane, aklına ve kalbine gelen bütün sorulan Yakup hocaya sormaya başladı. Sahki bu sorularla Gülbenaz'ına giden yolu soruyor, yol haritasını öğreniyor­du.

Kendisine önce kelime-i' tevhidi anlatan, bir insanın İslam'ın rahmet iklimine girebilmesi için yaşadığı coğrafyada ilahlaştırılan neleri reddetmesi gerektiğini izah eden Ya­kup hoca, Divane'ye daha sonra namazdan ve namazın öneminden bahsetti. Allah'ı daha iyi anlaması, daha iyi ta­nıması için O'nun güzel isimlerini bir bir zikrederek, bu isimlerin ne anlama geldiğini açıkladı. Yakup hocanın an­lattıklarını ciddi bir merak ve heyecan içinde dinleyen Di­vane, küçük yaşlardan beri inandığı Allah'ı yeni anlıyor, yeni tanıyor gibiydi!.

Allah'ın Vedud yani çok seven, çok sevilen ve kendi­sine çok sevgi beslenilen bir Rab olduğunu öğrenmesi ise gönlündeki Allah imanını, Allah sevgisiyle tanıştırmıştı. Ebedi olan tüm yüce sevgilerin biricik kıblesi Allah (c.c.) da çok sevdiğine ve çok sevildiğine göre. sevmek ve sevil­mek güzel, gerçekten çok güzel birşey olmalıydı.

O günleri ve o duygularım tekrar hatırlayan Divane, asasına yaslanarak durduktan sonra gözlerini semaya çevirdi. Al­lah'a olan sevgisinin her geçen gün daha bir arttığını, daha bir koyulaştığını hissediyordu. Her sabah evden çı­karken haykırarak söylediği esmayı, bu sefer kısık ve hü­zünlü bir sesle fısıldadı.

“Vedud, Vedud, Ya Vedud..”

Bu küçücük fısıltıyı Rabbisinin çok iyi duyduğunu bi­len ve O'nun öylece kendisine baktığını hisseden Divane, sevdayla coşan yüreğini Allah'a açarak için için ağlamaya ve Allah ile konuşmaya başladı.

“Ey Vedud olan Rabbim. Ben Seni seviyorum. Sen Vallahi de Vedud'sun, Billahi de Vedud'sun. Sevgiyi yara­tan ve yarattığın sevgiyle bana bu sevdayı lütfeden Sen'sin. Sana şükürler olsun, Sana ezelden ebede kadar şükürler, şükürler, şükürler olsun...

Böyle bir yakarış içindeyken Kadir'i hatırlayan Diva­ne, asasına yaslanmış ve gözleri yaşarmış bir şekilde “Ya Rabbi Kadir'e de, Ya Rabbi kardeşime de yardım et” dedi. Çünkü Kadir'den, Kadir'in durumundan endişelenmeye başlamıştı. Onunla birlikte yürürken, otururken, ko­nuşurken çoğu kez dalan, dalıp giden Kadir, sanki Divaneyle değil de Dilara'yla yürüyor, Dilara'yla konuşuyor gibiydi!. Divane bu durumun ne olduğunu ve bu duygu se­linin insanı nereye sürüklediğini çok iyi biliyordu.

Kadir'in her geçen gün kendisine benzediğini yani divaneleştiğini farkeden Divane, her nedense Kadir'e yar­dım etmek ve Kadir'in de divaneleşmesini engellemek isti­yordu. Zaten bugün Yakup hocayla görüşmesinin nedeni de buydu. Yakup hocaya Kadir'in durumunu anlatmış ve onunla birlikte gelmek istediklerini söylemişti. Kadir hakkında dinlediklerine hiçbir yorum getirmeyen Yakup hoca ise kendisinden gelmeleri için izin isteyen Divane'ye kısa bir süre bakmış ve kısa bir cevap vermişti.

“Buyrun gelin.”

Yakup hocanın oturduğu ev.

Kadir'i çok etkilemişti. Doğanın ortasında yontulmuş kara taşlardan ve kalın ağaçlardan yapılmış bu eski ev, sanki doğal ortamın doğal bir parçasıydı!. İki oda bir salon gibi gözüken bu evin geniş salonu, bir insan için gerekli şeylerin olduğu fakat gereksiz hiçbir şeyin yer bulamadığı rahat bir yaşama ortamı gibiydi. Yan duvarın büyük bir kısmını kaplayan tahta kütüphanedeki kitaplar, genel içe­riklerine göre düzgün bir şekilde tasnif edilmişti. İnsana her nedense bir okuma arzusu veren bu mütevazı kütüp­hanede Kur'an, hadis. İslam tarihi ve İslam fıkhı gibi temeİ eserlerin yanı sıra yerli ve yabancı müelliflerin kitapları da yer alıyordu. Yer sedirinin yanındaki geniş sehpada birisi açık üç-dört kitapla birlikte yazılı kağıtiarın bulunması ise, bu kitapların kütüphane duvarında atıl bir taş değil devamlı kullanılan bir demirbaş olduğunu gösteriyordu.

Kadir'in en çok dikkatini çeken şey, en üst raflarda yer alan ingilizce ve almanca Kur'an-ı Kerim'ler olmuştu.

Yakup hocaya bu Kur'an'ların nereden geldiğini sormuş, o da kısaca “Bazı eski dostların hediyesi” demişti. Bunun nedenini sormayı hiç düşünmeyen Kadir, Yakup hocayla yeni tanışmış olmasaydı “Siz bunlardan faydalanmıyorsa­nız alabilir miyim?” diyerek bu kitapları isteyebilirdi. Çün­kü özellikle almanca Kur'an-ı Kerim, ana dili almanca olan Dilara için yarınlarda faydalı olabilirdi.

Yaklaşık bîr saattir hem çay içiyorlar, hem de konuşuyorlardı. Kendisine doğal ve sakin bir samimiyet içinde yaklaşan Yakup hoca karşısında kendisi­ni oldukça rahat hisseden Kadir, bu yaşlı adamla sanki yıl­lar önce tanışmış gibiydi. Biraz konuştuktan sonra bir dost olarak görmeye başladığı Yakup hocaya, kendi özgeçmişi­ni kısaca anlatmıştı. Kadir'i sakin bir şekilde dinleyen Ya­kup hocanın dikkatini çeken husus, birçok insanın çok önemseyerek anlatacağı böyle bir özgeçmişi ve kazanılan kariyeri, Kadir'in sıradan ve önemsiz bir şey olarak dile getirmesiydi.

Bu özel durumun, özenle altını çizen Yakup hoca, o zamana kadar in­sanlarla olan ilişkilerinde genel olarak kendisine anlatılan­larla yetinmesine rağmen Kadir'in kısaca anlattıklarını din­ledikten sonra ona yeni sorular soruyor, onu daha iyi tanımak, onu daha iyi anlamak istiyordu. Bunun özel bir nedeni vardı kendisi için. Çünkü bu genç adamda kendisi­ni, uzun yıllar önceki kendi gençliğini görüyor ve o günle­rini hatırlıyordu.

Kendisi de üniversiteyi yurtdışında okumuştu.

Robert kolejden mezun olduktan sonra Amerika'ya gitmiş ve Oklahoma üniversitesinde kimya eğitimi almıştı. Üniversitedeki ilk yıllarında tanıştığı ve ilk aşkı olarak gör­düğü Rosemary ile hiç kimseye haber vermeden evlenmiş­ti. Rosemary o sıralar liseyi yeni bitirmiş ve pastanede çalışan güzel ama vasat bir kızdı.

Türkiye'ye tatile gittiği üçüncü yaz, yanında sürpriz olarak dört aylık hamile karısını da götürdü. Ailesinin bu duruma sevineceğini umud etmesine rağmen gelişmeler hiç de beklediği gibi olmadı. Dinine ve geleneklerine bağlı olan ailesi bir hıristiyan olan Rosemary'e mesafeli yaklaşır­ken; Rosemary de yeni tanıştığı bu ailenin kültürel zengin­liklerini basit, dini inanışlarını ise ilkel ve çağdışı bulmuş ve tavırlarıyla da bu izlenimini belli etmekten hiç çekinmemiş­ti.

O zamana kadar dini konularda hiçbir yorum yapma­yan Yakup, bir anda gelişen bu kutuplaşma karşısında hem üzülmüş, hem de ne yapacağını bilememişti. Bir ta­rafta sevdiği hanımı, diğer tarafta ise kendini bildi bileli saygıda kusur etmediği babası ve ailesi vardı.

Babası Salim efendi ailenin üç kız çocuğundan sonra dünyaya geldiği için “Tekne kazıntısı” dediği tek oğlu, göz nuru Yakub'u çok severdi. Biricik oğlunun kendinden ha­bersiz olarak evlenmesi, onlara çok yabahcı bir gelin alma­sı ve bu yeni gelinin hanımefendilikten uzak küstah tavırla­rı. Salim efendiyi derinden yaralamıştı. Oğluyla ilgili tüm hayallerinin yıkıldığını hisseden Salim efendi, karısının küs­tahlığı karşısında sessiz kalan Yakup'tan artık gitmesini, karısını alarak Amerika'ya dönmesini istedi.

Birbirinden uzak iki farklı kültüre köprü olamayacağı­nı ve onlan biraraya, getiremeyeceğini çok iyi anlayan Yakup, sessiz bir üzüntü içinde Amerika'ya döndü. İki hafta sonra Türkiye'den gelen ölüm haberiyle yıkılan Yakup, ba­basını ne derece üzdüğünü ancak o zaman anlamıştı. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissediyordu. Biricik babalan, ailenin ulu çınarı yıkılmıştı, hem de oğlunun, çok sevdiği oğlunun balta darbesiyle!. Bunları düşündükçe bu­nalıma giren Yakup, kemiklerine kadar hissettiği bu acının faturasını kime çıkaracağını bilmeksizin içine kapanmıştı. Karısının bu konuda kendisine destek vermesini bekler­ken, Rosemary'nin arkadaşlarıyla birlikte neşe ve kahkaha dolu hayatına devam etmesi ise Yakup'a hem dayanılmaz bir sıkıntı vermiş, hem de karısına duyduğu sevgiyi hızla eritivermişti.

Aylar sonra kızının doğumu bile gerçek bir sevinç nedeni olamamıştı!.

Dünyaya boş gözlerle bakan Yakup için, artık sadece okulu ve kariyeri vardı. Babası öldükten sonra Türki­ye'deki ailesinden maddi destek kabul etmediği için gece­leri çalışmaya başlayan Yakup, bu zor şartlar altında oku­maya devam etti. Oklahoma Üniversitesi kimya bölümünü bitirdikten sonra başarısından dolayı aynı üniversitede hem asistanlık, hem de mastırını yaptı. Houstun Üniversitesi'nde doktorasını bitirdiğinde ise orijinal tezleri ve sıradışı çalışmaları ile kendi sahasında dikkat çeken bir bilim adamı olmuştu. Ancak kızının yaş gününde bile labaratuvarda sabahlaması, özellikle karısı tarafından ilgisiz baba olarak tanımlanmasına yetiyordu.

Kızıyla kendi ana dilinde konuşamayan Yakup'un, tü­ketici bir Amerikalı olarak yetişen kızının her pazar kilise­ye gitmesinden hoşlanmamasına rağmen ona Allah'ın razı olduğu dini anlatabilmesi de mümkün değildi. Çünkü küçük yaşlardan beri doğru bir din olarak algıladığı fakat pek ilgilenmediği İslam hakkında kendisinin de yeterli bir bilgi­si, bir birikimi yoktu. Bu sıkıntılı ruh hali içinde yeni araş­tırmalarına daha çok yönelen Yakup, ailesinden daha çok uzaklaşıyordu. Yakup'un tüm çabalarına rağmen entelek­tüel açidan kendisini geliştirememiş hanımı ile paylaştıkları şeyler o kadar azalmıştı ki, bu durum onları evin değişik odalarında yaşayan iki yabancı haline getirmişti.

Fakat yine de kızından vazgeçmiyor, yüreğinin bir parçası olarak gördüğü kızına daha ya­kın olabilmek için, Avrupa ülkelerinde katıldığı kongrelere .onu da götürüyordu. Nitekim uzun uçak yolculukları kızıyla olan diyalogunu geliştirmek için çok iyi bir fırsat olmuş, baba ve kız birbirlerini daha iyi tanımaya, daha iyi anlama­ya ve daha çok sevmeye başlamışlardı. Bu durumdan karı­sı memnun olmasa da, Kızının babasına bakışı çok değişmiş ve baba-kız bir aile oluşturmuşlardı.

Ancak bu da uzun sürmedi!.

Kızı 19 yaşına geldiğinde “Yılın bilim adamı” seçilen ye aynı yıl profesör olan Yakup, son yirmi yılın en önemli bilimsel atılımı olarak adlandırılan çalışma konusunda yo­ğunlaşmaya başlamış ve artık ne kongrelere, ne de kızına vakit ayıramaz bir hale gelmişti. Bu durumdan üzüntü duyan kızına “Biraz zamana ihtiyacım var hayatım. Çalışma­mı bitirdikten sonra seninle, artık sadece seninle olaca­ğım” diyordu. Babanın bu durumunu fırsat bilen annesi ise kaybetmek üzere olduğu kızını tekrar kazanmak ve baba­sından tamamıyla koparmak için her türlü yola başvuruyor ve acımasız sözlerle kızının ruhsal durumunu ne kadar boz­duğunu hiç farkedemiyordu.

Çalışmalarında hızla ilerleyen Yakup, sonuca yaklaş­tıkça iç dünyasında bir ikileme düştüğünü hissediyordu. Çünkü araştırma konusunun mikro ve makro boyutunda hep İlahi bir müdahalenin, hep İlahi bir düzenlemenin var­lığıyla karşılaşıyor, bu İlahi gerçek karşısında ne yapacağı­nı, nasıl davranacağını bilemiyordu!. Bunu açıkça söylese, Allah'ı dikkate almayı ilkellik olarak algılayan modern bi­lim kendisini acilen afaroz edecek, yaptığı araştırmanın bi­limsel değeri adeta sıfırlanacak ve herkes ona alaycı göz­lerle bakacaktı. Bu ciddi olasılığın farkında olan Yakup, karşılaştığı apaçık gerçeği dikkate almadığı zaman ise ken­disini meselenin mikro ve makrosunu göremeyen, mikro ve makro arasındaki dar alanda oyun oynayan küçük ço­cuklara benzetiyordu!.

İç dünyasında bu ikilemleri, bu çelişkileri yaşarken, bilimsel çevrelerce Nobel ödü­lüne aday gösterildiğini haber alan Yakup, her bilim ada­mının hayali olan bu haber ile kararsızlıktan kurtulmuştu!. Ruhuna zor, nefsine kolay gelen bu karar ile karşılaştığı İlahi gerçeğe sırtını dönmüş ve insanlar kendisinden ne is­tiyorlarsa, İnsanlara onu vermeyi ve bu insanlardan Nobel Ödülünü almayı uygun görmüştü!. Ancak ne bu çalışmasını bitirebilmiş, ne de Nobel ödülünü alabilmişti!. Çünkü kızı­nın, ilgisine muhtaç olduğu halde yeterince ilgilenemediği, sevgisine muhtaç olduğu halde yeterince sevemediği kızı­nın intihar haberini almış ve hiç beklemediği bu haber ile bir anda yokolduğunu hissetmişti.

Artık ne dünyanın, ne de yaptığı çalışmaların bir anlamı kalmıştı. Kızının soğuk cesedine acıdan ve hüzünden yanan gözlerle bakar­ken karşılaştığı olayın makrosunda yine aynı İlahi müdaha­lenin olduğunu hissediyordu. Ancak bu İlahi müdahale daha Önce yaptığı gibi sırtını döneceği, görmemezlikten geleceği bir müdahale değildi. Bu yönde gelişen duygu ve düşünceleri Aliah'a yönelince “Neden, bunun olmasına neden izin verdin?” diye sormak istiyor fakat cevabını bil­diği bu soruyu sormaktan utandığını hissediyordu.

Ve herşeyi bırakarak, herşeyi terkederek Türkiye'ye döndü. Bu bir anlam­da Yakup'un Rabbisine, Yakup'un kendisine ve kendi ger­çeğine dönüşüydü sanki!. İstanbul'da kısa bir süre kaldık­tan sonra hiç kimseye haber vermeden geldiği dede yadigarı bu eski ev, elit çevrenin yoğun ilgisinden bunalan Yakup için güvenii bir sığınak ve doğal bir labaratuvar or­tamı olmuştu. İlime olan tutkusuyla yine çok okuyan, yine çok araştıran Yakup, artık bir hoca değil mütevazı bir öğ­renci gibiydi. Çünkü herşeyi hakkıyla bilen Alim'i tanıdıkça ve bu Alim'in yüce kelamını okudukça, batıdan aldığı bi­limsel birikiminin bir avuç bulanık su olduğunu farkediyor-du. Kur'an-ı Kerim ise gayet sade ve açık bir anlatım ile koskoca bir okyanusa işaret ediyordu.

Hayran olduğu bu okyanusun kenarında, kainat Kitab'ını, kainatı izleyerek okuyan Yakup, A!im olan, Rahman olan. Rahim olan Allah'ı her geçen gün daha çok seviyordu. Zaten çok uzun yıüar önce geldi­ği bu küçük evde kendisini garip, kendisini yalnız hisset­memesinin en önemli, en görkemli nedeni de buydu. Çün­kü herşeyi yitirdiğini sandığı bir dönemde, herşeyin Sahibi'yle buluşmuş ve ondan sonraki hayatını O'nu tanı­maya, O'nu anlamaya ve O'nunla birlikte yaşamaya ada­mıştı.

Kadir'e dalgın gözlerle bakan Yakup hoca, her insan için farklı bir İlahi takdir, farklı bir imtihan dünyası olduğunu düşünüyordu. Bu genç adamla birçok ortak yönleri olmasına rağmen onun imtihanı daha kişisel nedenlere dayanıyordu. Kendisi genel eğilimler karışısında sendelemişken, genel eğilimleri hiçe sayan bu. genç ada­mın imtihanı özelle ilgiliydi. Aynı dalgınlık içinde kendileri­ni sessiz bir şekilde dinleyen Divane'ye baktığında ise, yü­reğinde uyanan gizli bir tebessüm ile onun imtihanının çok daha farklı olduğunu düşündü. O yaşına kadar farklı çevre­lerden çok değişik insanlarla karşılaşan Yakup hoca için Divane gerçek bir insan, gerçek bir adamdı. Kaibi duygu­larla Divane için hayır dualarda bulunduktan sonra dikkati­ni yine Kadir.

Kadir'in anlattıklarına verdi...

Kendini fazlasıyla anlattığını düşünen Kadir, Yakup hoca hakkında gizli bir hayret içindeydi. An­lattıklarım çok iyi anlayan ve bunun da ötesinde batı dünyasıyla ilgili sorduğu sıradışı sorularla meselenin detaylarını açan Yakup hoca, batıyı ve batı gerçeğini Avrupa'da yaşa­mış birçok insandan daha fazla biiiyor gibiydi!. Herhalde bu alanda yeterince araştırmış, yeterince kitab okumuş ol­malıydı. Kadir'in bilim ve teknolojiyi kısaca değerlendiren sözlerini dinledikten sonra bu konuda da susmamış ve alı­şılmışın dışında şu karşılığı vermişti.

Günümüzdeki teknolojik imkanlarla, geçmiş dönem­deki insanların dünyevi ihtiyaçlarına sahip olsaydık: insanların hayata ve kendilerine ayıracakları çok zamanları olur­du. Çünkü geçmiş zamanlarda insanların yiyecek, giyecek ve barınacak yer gibi tabi ihtiyaçlarım karşılamak için bu insanların sayıca ve zamanca daha çok çalışmaları gerekir­ken, aynı ihtiyaçlar günümüzdeki teknolojik imkanlarla daha az zaman ve çok daha az sayıda insanla sağlanabilir­di. Ancak kapitalizmin kontrolünde genişleyen bilim ve teknoloji, kapitalizmin isteği doğrultusunda insanların dün­yevi ihtiyaç yelpazelerini de genişletmiş ve insanlar her ge­çen gün daha da artan bu çağdaş ihtiyaçlarını karşılayabil­mek için geçmiş insanlardan daha fazla çalışmaya, kendi gerçekliklerinden daha fazla uzaklaşmaya mahkum olmuş­lardır.

Bu sözlerin derin anlamını düşünen Kadir hafif hafif başını sallarken. Divane çok kayıtsız bir şekilde “Beter olsunlar” dedi. Yakup hoca kaşlarını hayret anlamında yu­karı kaldırarak “Niye böyle söyledin?” diye sordu. Divane sanki çok öncelerden düşündüğü, bildiği ve anladığı bir ce­vabı hiç duraksamadan tekrarladı.

“Ben insanların bir insanı, bir hayvanı, bir bitkiyi sevmelerini anlıyorum. Fakat bu insanların taş topraktan yapılmış binaları, soğuk demir parçalarından yapılmış ara­baları ve bir kağıt parçası olan parayı nasıl bu kadar sevebildiklerini anlamıyorum. Bütün bunlar sadece bir ihtiyaç ise ihtiyaçtan fazla bir şeymiş gibi nasıl sevilebilir?”

Divane'nin sözlerini anlayan ancak biraz daha açıl­masını isteyen Kadir “Bir bitkiyi arabadan daha fazla mı seviyorsun?” diye sordu.

“Tabi ki!. Bitkinin her gün değişen canlı güzelliğini seyredebilir, onu okşayabilir, onunla konuşabilirim. Çünkü canlıdır, hayatın hayat doiu bir parçasıdır, onunla bir bağ kurabilirsin. Fakat arabayı okşayıp, onunla konuştuğun za­man adama  deli1 derler.”

Dişleri gözükürcesine gülümseyen Kadir, aynı gülüm­seme ile Yakup hocaya dönerek “Doğru söylüyor” dedi. Başını hafifçe sallıyan Yakup hoca “Yine de dua etmesi gerekir” dedikten sonra ciddi gözlerle Kadir'e bakarak “İn­sanlar hakkında sen ne düşünüyorsun?” diye sordu. Kadir pek beklemediği bu soru üzerine biraz düşündükten sonra cevap verdi.

“Genel olarak acınacak halde olduklarını düşünüyo­rum. Batıdaki insanlar canla başla yanlış kapıları açmaya çalışırlarken, doğudaki insanlar doğru kapı Önünde doğru­ları konuşmakla ve tartışmakla meşguller.”

Doğudaki insanların doğru kapı önünde doğruları konuştuklarını nereden biliyorsun?

Kadir “Bu ne biçim soru?” dercesine Yakup hocaya baktıktan sonra “Allah'a inanan bu insanlarda İslami kaygı yok mu, bunların konuştukları İslam değil mi?

“İslami kaygı olabilir fakat konuştukları şeyler İslam değil!.”

“Anlayamadım!.”

“Bak Kadir!, İnsanların gündeminde dinin önemli bir yer tuttuğunu ve televizyonlardan köy kahvelerine kadar birçok yerde dinin konuşulduğunu, dinin tartışıldığını bili­yorum. Ancak din içerikli bu konuşmaların büyük çoğunlu­ğu, ne yazık ki İslam'ın özüne uygun doğru konuşmalar değil.”

“Biraz açar mısınız?”

Yakup hoca başını sallıyarak “Tabi” dedikten sonra devam etti.

Günümüzdeki bu konuşmaların çoğunda yolcuya göre yol tarifi yapılıyor. Din adına konuşan bilim adamla­rı, muhatap aldıkları insanların dünyevi kaygılarını, istekle­rini, arzularını dikkate alarak, bu insanların hoşlanabilecek­leri yüzlerce yol tarifi yapıyorlar. Oysa Kur'an-ı Kerim'e baktığımız zaman, bu yüce Kitab'ta apaçık bir yol bildirili­yor ve bu yola göre yolcu tarifi' yapılıyor. Kur'an-ı Kerim'in bu yaklaşımında yolun yolcuya göre değil, yolcunun yola göre değişmesi esastır. Zaten insanları tek bir yola davet eden İslam'ın amacı da, insanların doğru yola göre değişmesi, doğru yolun, dosdoğru yolcuları olarak biraraya gelmesidir.

Divane, söylenilenleri çok iyi anladığını ifade eden gözlerle Yakup hocaya bakarak “Bu yolu da Allah tarif ediyor” ilavesinde bulundu.

“Elbetteki. Yolun istikametini, yolla ilgili hükümleri sadece Allah bildiriyor ve bu yolu belirleme hakkını peygamberlerine dahi vermiyor. Zaten bunun içindir ki İs­lam'ın dosdoğru yoiunu kendi isteklerine göre tarif etmeye kalkışanlar, Kur'an'ı Kerim'de “Siz Allah'a dininizi mi öğ­reteceksiniz?” İlahi hitabıyla açıkça tehdit ediliyor.

Türkiye gerçeğini yeterince bilmeyen fakat söyleni­lenleri de çok iyi anlayan Kadir, Yakup hocaya kısa bir süre baktıktan sonra “Bunun nedeni bilgi eksikliği olsa ge­rek” dedi.

“Bilgi eksikliği derken neyi, nasıl bir bilgiyi kastettiği­ni bilmiyorum. Mesela Resulullah (s.a.v.) “Benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız” buyuruyor. Bence bir müslümanın öğrenmesi gereken bilgi, tahsil etmesi gere­ken gerçek İlim budur. “Allah'tan en çok alimler korkar” buyruğunda da ifade edildiği gibi; bir müsîümanın ilmi art­tıkça, o müslümanda haşyetin. Allah korkusunun da art­ması gerekir. Fakat günümüzde hiç de böyle olmuyor. Ne tuhaftır ki kendilerine ilim adamı denilen kimseler okuduk­ça rahatlamaya, okudukça gevşemeye, okudukça daha az ağlayıp, daha çok gülmeye başlıyorlar. Benim anlayabildi­ğim ya da anlayışla karşılayabileceğim bir durum değildir bu!.

Düşüncelere dalan Kadir kısık bir sesle “Ahsen-i tak­vim üzere yaratılan insanlar böyle olmamalıydı” dedikten sonra meraklı bir sesle sordu.

“İnsanların hepsi mi ahsen-i takvim üzere, yani en güzel bir şekilde yaratıldı?”

Kadir'in neyi öğrenmek istediğini çok iyi anlayan Ya­kup hoca “Elbetteki. İster müslim olsun ister gayri müslim, bütün insanlar fıtrat olarak ahsen-i takvim üzere yaratılmış­tır” dedikten sonra devam etti.

“Ancak ahseni takvim üzere yaratılışın asıl gerçeği, mü'minlerin cennetteki yaratılışıdır, Kur'an-ı Kerim ifade­siyle yüzleri nur saçacak, görme ve işitme gibi özelliklerin­de dünyaya özgü sınırlar, menziller kalkacaktır. Şu an çok az bildiğimiz o cennet yaratılışı, ahsen-i takvim üzere yara­tılışın gerçek veçhesidir.  Bugünkü yaratılışımız ise esfele safilindeki halimiz yani aşağıların aşağısmdaki durumumuzdur. Ki bu şekilde yaratılmamız, Allah'ın başlı başına bir lutfu, bir rahmetidir.”

Son sözlerin ne anlama geldiğini yeterince anlaya­mayan Kadir “Neden?” diye sordu.

Allah insanları böylesine aciz yaratmışken bile bu insanların  nasıl  büyüklendiklerini, tuvaletteki iki büklüm hallerini unutarak nasıl kibirlendiklerini, nasıl haddi aştıkla­rını görüyoruz. Allah insanları cennet yaratılışıyla yaratıp, bugünkü nefislerini verseydi, hiç kuşkum yok ki bütün in­sanlar “Bizler kesinlikle bir beşer değiliz” iddiasıyla ilahlık taslamaya kalkışırlardı.

Sevgi ve takdir dolu gözlerle Yakup hocaya bakan Kadir “Çok doğru söylüyorsunuz” dedikten sonra bu konudaki kendi düşüncelerini de kısaca paylaşmak istedi.

“Kur’an-ı  Kerim'de  insanın  ahsen-i  takvim  üzere yani en güzel bir şekilde yaratıldığını okuduktan  sonra dünyaya ve dünyadaki tüm yaratılmışlara bakarak bunu düşünmeye başladım. Önce bazı şüphelere düştüm. Çünkü en güzel bir şekilde yaratıldığı söylenen insan bir at gibi koşamıyor, bir balık gibi yüzemiyor, bir kuş gibi uçamıyor-dul. Bir öküzün gücüne, bir kuşun sesine sahip değildi in­sanoğlu!. Fakat biraz düşününce aynı İnsanoğlunun Al­lah'ın  lütfettiği akıl ile yaptığı araçlarla  tüm hayvanları geride bıraktığını farkettim. Atların yetişemeyeceği araba­larla gidiyor, kuşların yükselemeyeceği ufuklarda uçuyor, yüzlerce  öküzün  kaldıramayacağı  ağırlıkları  kaldırıyordu. Piyanoya dokunduğu parmak uçlarıyla, kuşları bile hayran bırakacak   sesler, nameler çıkarıyordu. İşte o zaman “Evet” dedim kendi kendime. İnsanın gerçekten ahsen-i takvim üzere yaratıldığını hiç şüphe duymadan kabul et­tim. Ama şu an ki konuşmalarımızla daha iyi anladım ki ahsen-i takvim üzere olan bu yaratılışımız, fani dünyadaki fani yaratılışımızdır.”

Kadir kısa bir süre duraksadıktan sonra devam etti.

“Mü'minlerin cennet yaratılışı ise elbetteki baki dünyadaki baki yaratılışları olacaktır. Fakat o yaratılışı ne ka­dar anlayabileceğimizi hiç bilemiyorum. Çünkü kıyametle helak olacak olan bu fani kainat böylesine muazzam, böylesine muhteşem ise baki olanın nasıl olduğunu hayal et­mekte bile zorlanıyorum.”

Kadir'i dikkatle dinleyen Yakup hoca, duyduklarından çok hoşnut olmuştu. Anladığı kadarıyla bu genç adam tembel bir tüketici değil, kendisi de düşünen, kendisi de araştıran bir üreticiydi. Bu izlenimini açıkça söyledi.

“Düşünen bir insan olmana sevindim.”

Omuzlarını kaldıran Kadir “Neyi ne kadar düşünebil­diğimi bilemiyorum” dedikten sonra meraklı bir ses tonuyla sordu..

“İnsanı yeterince tanımanın bir yolu var mı?”

Başını hafifçe sallıyan Yakup hoca gülümseyerek “Olabilir” dedi. Biraz duraksadıktan sonra aynı gülümseme ile ilave etti.

“Kendini tanıman.”

Bu sıradan cevabın arkasında sıradışı anlamlar oldu­ğunu hisseden Kadir “Bunu nasıl yapacağım?” diye sordu.

Bak Kadir!. Ben sana bunun kısa bir yolunu söyle­yeyim. Bu zamana kadar hiçbir insan görmemiş ve insa­nın ne olduğunu hiç bilmeyen akıl sahibi bir canlıya, ken­dini anlatmaya ve tanıtmaya çalış.

Kaşlarını hayret anlamında kaldıran Kadir “Anlıyamadım” deyince, Yakup hoca az önceki gülümsemesiyle “Denemeye başladığın an, anlamaya da başlayacaksın” dedik­ten sonra ilave etti.

“Haydi ilk denemeyi birlikte yapalım. Hiç insan gör­memiş ve insanın ne olduğunu hiç bilmeyen akıl sahibi canlı ben olayım. Şimdi bana kendini anlat.”

“Ne anlatayım?”

“En basit özelliklerinden başlayabilirsin.”

Bu konuşmaların nereye varacağını pek anlayama­yan Kadir, rahat bir şekilde anlatmaya başladı.

“Ben yürüyen, yorulan, acıkan, yemek yiyen, konu­şan, işiten, gören, düşünen bir canlıyım.”

Yakup hoca elini kaldırarak “Dur bakalım sayın in­san” dedikten sonra sormaya başladı.

“Yürüyen dedin, yürümek ne demek, neyle ve nasıl yürüyorsun. Yorulan, acıkan ne demek? Konuşmak, işit­mek nasıl bir şey? Gören dedin, görmek ne demek? Dü­şünen derken ne demek istedin? Düşünmek ne. nasıl bir şey?”

Bu sorular üzerine meseleyi anlamaya başlayan Ka­dir, hafifçe gülümsedi. Bu bir insanın, diğer bir insana kendisini anlatması değildi. İnsanlar kendilerini birbirlerine anlatırlarken, ezbere yaşadıkları vasıfları, ezbere bildikleri kelimelerle anîatıueriyorlardı. Ancak karşıda farklı bir canlı olduğu zaman bunun açılması, bunun izah edilmesi gereki­yordu. İyi ama bu nasıl olacaktı? Gözün ne olduğunu bil­meyen ve o zamana kadar hiçbir şey görmemiş olan bir canlıya, görmenin ne olduğu nasıl anlatılacaktı? Düşünme­yi nasıl tarif edecek, nasıl tanımlayacaktı?

Yakup hoca kendilerini sessiz bir şekilde dinleyen Di­vane’ye “Haydi, sen de bana kendini anlat” diyerek, onu da konuşmaya dahil etmek istedi. Kısa bir süre düşünen Divane, önemsediği tek vasfım, tek cümleyle söyleyiverdi.

“Ben seven bir canlıyım.”

“Sevmek ne demek? Nasıl bir şey?”

Divane bu soruyu tuhaf bulduğunu belli etmemeye çalışarak düşünmeye başiadı. Aynı soruyu Divane'yte bir­likte Kadir de düşünüyordu. Sevmek, her ikisinin de o yaşlarına kadar yaşadıkları, soludukları bir gerçekti. Ancak bunu nasıl anlatacaklar, nasıl tanımlayacaklardı ki? Sevgiyi ve sevdayı nasıl anlatabileceğini düşünen Kadir, o zamana kadar ezbere yaşadığı bu güzel duyguya ilk kez hayretle bakmaya, ilk kez keşfetmeye, ilk kez tanımaya ve anlama­ya başladığını hissetti. İşte o an Yakup hocanın ne demek istediğini, kendisine neden böyle bir yol önerdiğini çok iyi anlamıştı. Çünkü insanı tanımayan bir canlıya, insan anla­tılmaya çalışıldığı zaman, alışkanlık gafletiyle görülemeyen gerçekler görülebiliyor ve kendini karşı tarafa anlatmak is­teyen insan, kendisini daha iyi tanıyor, daha iyi anhyabiliyordu.

Yakup hocaya sıkıntılı gözlerle bakan Divane “Dü­şündükçe bazı şeyleri daha iyi anlıyorum, daha iyi hissediyorum ama anlatacağımı bilemiyorum” dedi.

Anlıyorum Ahmed. Çünkü sevmenin veya korkma­nın ne olduğunu bilmeyen bir canlıya, sevmeyi ve korkma­yı anlatmak elbetteki hiç kolay değil!.

“O zaman niye anlatmamızı istedin?”

“İnsanı tanımayan bir canlıya İnsanı ne kadar çok anlatmaya çalışırsanız, insanı o kadar çok anlarsınız. Zaten Kadir de öncelikle insanı anlatmayı değil, insanı anlamayı istemişti.”

Yakup hoca biraz duraksadıktan sonra “Öyle değil mi Kadir?” diye sordu. Kendisine yönelen bu soru üzerine başını tebessümle öne doğru salh arak “Aynen öyle” ceva­bını veren Kadir, saygı dolu bir sesle ilave etti.

“Teşekkür ederim.”

Yakup hocayla iki gün üst üste görüşen Kadir, dört gün sonra İstanbul'a gelmiş ve oradan Alman­ya'ya hareket etmişti. Frankfurt'a uçarken, Yakup hocayı ve onunla yaptığı konuşmaları düşünüyordu. Yetmiş yaşla­rında olan bu ihtiyar adam, Kadir'in şimdiye kadar tanıdığı hiçbir insana benzemiyordu. Dünyadan ve dünyanın için­deki İnsanlardan oldukça uzak gözüken bu adam, her na­sılsa dünya ve insan gerçeğini ta özünden gören ve bu öze göre değerlendiren bir kişiliğe sahipti. Sanki yetmiş değil de, yetmişbin yıldır bu dünyada yaşıyor, yetmişbin yıllık birikimi taşıyor gibiydi!. Daha önceleri bilgisayarlara ve bu bilgisayarların yüklendiği bilgi birikimine hayranlık duyan Kadir, bu ihtiyar adamdaki birikimin çok daha farklı olduğunu düşünüyordu. Çünkü bilgisayarlara yüklenen mil­yonlarca cansız bilginin aksine; bu ihtiyar adamdaki her bilgi, ihtiyar adamla birlikte yaşayan, onunla bütünleşen, her soru ile genişleyen, yeni yeni filizler atan canlı, cap­canlı bir bilgiydi!.

Ve bütün bu sıradışı birikime rağmen, çok sıradan bir insan gibi yaşayan Yakup hocanın söz ve davranışlarında, insanı derinden etkileyen bir sade­lik, bir sakinlik vardı. Çukurdaki bir su birikintisinin değil, açık denizlerin durgunluğunu anımsatan bu sakinlik, Yakup hocaya çok farklı ve gizemli bir derinlik veriyordu. Batı dünyasının önemli kimliklerinde, kişiden dışarıya doğ­ru bir etkileyici dalga yayılırken; Yakup hocada çok daha büyük olan bu etkileyici dalga onun içine, onun derinlikle­rine doğru yayılıyordu.

Onunla yaptığı konuşmaları düşündü.

Kadir'in özel durumunu dikkatle dinleyen Yakup hoca öncelikle “Tanıdığın Dilara'yı mi seviyorsun, yoksa tanımladığın Dilara'yı mı?” diye sormuştu. Divane'nin de dikkatini çekmişti bu soru ve bu dikkatle Kadir'in ne cevap vereceğini merakla beklemeye başladı. İlk kez böyle bir soru ile karşılaşan Kadir ise “Biraz açarmısınız?” diyerek, sorunun içeriğini daha iyi anlamak istedi.

“Bak Kadir!. İnsanları tanımak zor, tanımlamak ko­laydır. Birçok insan, karşı tarafın bazı özel davranışların­dan hareketle onu genel olarak tanımlayıverme kolaylığına kaçar. Önyargıların baskın olduğu bu tanımlama, hiçbir za­man doğru bir tanımlama değildir. Çünkü bu tanımlamada tanımlanan kişinin gerçekliği değil, tanımlayan kişinin istek ve eğilimleri ön plana çıkmaktadır. Tanımlanan kişi sevil­meyen bir kimse veya öfke duyulan bir düşman ise bu kişi­de gülü andıran davranışlarla karşılaşılsa dahi görülen bu güllerin etrafındaki görülmeyen geniş boşluklar dikenlerle doldurulurken; tanımlanan kişi bir dost veya sevgili ise bu kişide dikeni andıran davranışlarla karşılaşılsa dahi görülen bu dikenlerin etrafındaki geniş boşluklar güllerle doldurul­maktadır.”

Bu sözleri dikkatle dinleyen Divan'e düşünceli bir şe­kilde başını öne doğru sallarken, Yakup hocanın ne de­mek istediğini gayet iyi anlayan Kadir ise Dilara'yı, gön­lündeki Dilara'yı düşünüyordu. Acaba gönlündeki Dilara tanıdığı mı yoksa tanımladığı bir Dilara mıydı? Bu soruyu çok fazla düşünmedi Kadir. Çünkü Dilara onun tanımladığı değil, onun tanıdığı bir Dilara'ydı. Kalbinde netleşen bu cevabı, aynı netlikle dile getirdi.

“Dilara, tanımladığım değil, tanıdığım bir insan Ya­kup hoca!.”

Bu cevap üzerine gözleri hafifçe açılan Divane, hü­zünlü bir hayret ile Kadir'e bakarak “Yani gerçek, yani gerçek” demeye başladı. Divane'nin sayıkladığı bu sözlerin ne anlama geldiğini çok iyi anlayan Kadir “Evet, evet ger­çek” cevabını verdi.

Bu konuşmaları düşünceli bir şekilde izleyen Yakup hoca ise herşeyi anladığını ifade eden gözlerle Kadîr'e bir süre baktıktan sonra “O halde yanlış yapmışsın” dedi ve ilave etti..

“Sevdiğin kadına, sevginize zarar vermeden daha farklı, daha sabırlı yaklaşmalıydın..”

Bu cevap karşısında susan, düşüncelere dalan Kadir, Yakup hocanın yanından ayrıldıktan sonra iki gün boyun­ca meselenin bu boyutunu düşünmüş ve en sonunda Al­manya'ya, tekrar Almanya'ya gitmeye karar vermişti. Bu kararı verince önce Dilara'ya telefon etmiş, halini hatırını sorduktan sonra kısa bir süreliğine Almanya'ya gelmek is­tediğini söylemişti. Önceleri dikkatli ve çekingen bir ses tonuyla konuşan Dilara, Kadir'in Almanya'ya gelmek iste­diğini duyunca belirgin bir sevinç ile “Tabi. Gelmene çok sevinirim” demişti. Dilara'nın sevinmesini hem doğal, hem de hoşnutlukla karşılayan Kadir, aynı gün içinde hazırlan­mış ve Divane'yle kısaca vedalaştıktan sonra öğleye doğru köyden ayrılmıştı.

Uçak Almanya semalarına yaklaşınca.

Kadir tuhaf duygulara kapıldığını hissetti. Daha önce­leri Almanya denilince, farklı bir ülkeyi ve farklı bir iş dünyasını hatırlayan Kadir, şimdi sadece Dilara'yı hatırlıyordu. Almanya demek, Dilara demekti onun için!. Çünkü Dila­ra'sı bu ülkede yaşıyor, bu ülkenin havasını teneffüs edi­yordu. Bu nedenle an be an Almanya'ya değil Dilara'ya.

Dilara'sına yaklaştığını hissediyordu.

Kadir'le görüştükten sonra “Bana bağlantı yapma­yın” diyerek özel odasına çekilen Dilara, sevinçli bir heye­can içindeydi. Gelmişti, uzun süredir beklediği telefon en sonunda gelmişti. O zamana kadar kaç kez telefonu eline almış, kaç kez Kadir'e telefon açmayı düşünmüştü. Fakat her nedense parmakları tuşlara gitmemiş, her seferinde Kadir'in telefonunu beklemeyi uygun görmüştü. Çünkü kendisi Kadir'i ne kadar seviyor ve özlüyorsa. Kadir'in de kendisini o kadar sevdiğini ve özlediğini biliyor ve bu ne­denle ilk telefonun Kadir'den gelmesini bekliyordu.

Kadir Türkiye'ye döndükten sonra uzun bir süre ken­disini toparlayamayan Difara. dünyada ilk kez yalnız, yapayalnız kaldığını hissetmişti. Çevresindeki insanlar gündüzün aydınlığında kendisini ne kadar kuvvetli ve yeterli görürler­se görsünler, o her gecenin karanlığında aynı hüzünlü boş­luğu yaşıyor, kendisini yalnızlık denizin ortasında garip ve küçük bir ada gibi görüyordu. Çoğu kez kendisine acıyor ve kendi kendine ağlamak istiyordu.

Yalnızlığın ortasında bu duyguları yaşarken, hep Kadir'i düşünüyor ve içinden büyük bir haykırışla yükselen “Neden?” sorusuna, genellikle Kadir'i suçlayıcı cevaplar vererek ona kızdığını, ona gücendiğini hissediyor­du. Fakat bu kızgınlığı, bu düşünceleri de uzun sürmüyor­du. Çünkü seven ve sevgiye değer veren bir insan olan Kadir, bütün bunları durup dururken yapmamıştı. Babası­nın beklenmedik ölümünden çok fazla etkilenmiş ve insa­nın aklım nötrelize eden dini duygulara kapıhvermişti. Ka­dir'in belki de en büyük hatası, hayatı dikkate alarak ölümü yorumlayacağına, ölümü dikkate alarak hayatı yo­rumlamış ve bu yorumlamadan hareketle hiç beklenmedik kararlar vermiş olmasıydı!.

Bu doğru değildi, doğru olmamalıydı!.

Çünkü yaşanması gereken bir hayat varsa, ölümü ve ölümün soğuk gerçekliğini dikkate alarak bu hayatı yaşayabilmek mümkün değildi. İnsan ölümü dikkate alarak nasıl gülebilir, nasıl eğlenebilir, mal, makam ve kariyer için nasıl mücadele edebilirdi. Buzdan bir testiye, sıcak su doldurmaya benzemez miydi bu? Ağaçlar sonbaharı dikkate alsalardi,  ilkbaharda neşe ve heyecan içinde çiçek açabilirler miydi hiç?

Aslında dine karşı değildi, dine karşı olduğunu düşünmüyordu Dilara. Çünkü Kadir'in dine ait tüm anlattıkları, itiraz edilemeyecek kadar açık gerçeklerdi. Ancak bu din, bu dini tercih eden insan­ların özel hayatlarında yaşayacakları bir sevgi ve hoşgörü dini olmalıydı. Allah insanlara nasıl bir sevgi ve hoşgörüy­le yaklaşıyorsa, müslümanlann da diğer insanlara aynı sev­gi ve hoşgörüyle yaklaşması gerekmez miydi?

Fakat Kadir hiç de böyle yapmamış, hiç de böyle davranmamıştı. Dilara'nın bir türlü unutamadığı “Bu söylediklerimi kabul etmezsen artık beraber olamayız” sözü, ne kadar sert, ne kadar acımasız bir sözdü. Zaten her güzel şey bu sözle yaralanıp, bu sözle bitmemiş miydi? Bir insan sebeb ne olursa olsun, sevdiği insana karşı hiç bunu söy­ler, bunu söyleyebilir miydi? Uzun yıllardır birlikte yaşadık­ları sevgi, bu kadar kolay vazgeçilebilecek bir sevgi miydi?

Fakat geliyordu, sevgisinden vazgeçmeyen Kadir geliyordu artık. Ofis­teki odasında Kadir'i ve Kadir'in gelişini düşünen Dilara, küçük bir genç kız gibi heyecanlandığını hissediyordu. Gerçi Kadir'in ne düşündüğünü ve neden geldiğini bilmi­yordu, bilmiyordu ama onun geimesi bile sevinmesi için yeterli bir sebebti. Çünkü şimdiye kadar söyledikleri ve yaptıkları ne olursa olsun, o gelen Kadir'di, o gelen Dilara'nın gerçekten sevdiği, sevdalandığı adamdı.

Kadir'i karşılamaya gelen Dilara, havalimanında onu ilk gördüğünde gözleri dolmuş ve hızlı adımlarla Kadir'in yanına giderek hiçbir şey söyleme­den onun boynuna sarılmıştı. Aynı duygulan yaşayan Ka­dir de hanımına sarılmış ve “Selamunaleyküm” diyerek onun başını okşamıştı. Bir an kendine gelemeyen ve Ka­dir'in selamını nasıl alacağını şaşıran Dilara, bu şaşkınlık içinde “Selam, Selamunaleyküm” dedikten sonra başını Kadir'in omuzundan kaldırdı ve ıslak gözlerle ona bakarak “Hoşgeldin hayatım” dedi. Genel olarak ciddi ve dikkatli bir insan olan Dilara'nın duygularını bu kadar açığa vur­masını biraz hayretle karşılayan Kadir, yine de bu durum­dan hoşnutluk duyduğunu hissederek “Hoşbulduk” karşılı­ğını verdi.

Arabaya bindikten sonra kısa bir tereddüt geçiren Di­lara, yumuşak bir sesle “Evimize gelmeni istiyorum. Umarım bir sakıncası yoktur?” diye sordu. Hanımının bu dave­tini güzel ve yerinde bir davet olarak algılayan Kadir, hiçbir şey söylemeden başını öne doğru salladı. Araba eve doğru giderken, beş^bn dakika hiç konuşmadılar. Bu sus­kunluğu bozmak isteyen Dilara “Türkiye'de ne var, ne yok?” diye bir soru sordu. Biraz düşünen Kadir “Nelerin olduğunu fazlaca farkedemedim” dedikten sonra yürekten gelen titrek bir sesle İlave etti.

“Çünkü orada olmayan bir şey vardı.”

Dilara biraz düşününce, dilinin ucuna gelen “Ne yok­tu? Orada olmayan şey neydi?” sorusunu sormaktan vazgeçti. Çünkü Kadir'in bu kelimelerle kendisini kastettiğini anlamış ve bu anlayışla içinin titrediğini hissetmişti. Gözle­rini kısa bir süre yoldan ayırarak Kadir'e baktı ve sevgi dolu bir sesle “Burası da aynıydı, burada da herşey olması­na rağmen bir şey yoktu” dedi.

Birbirlerine söyledikleri güzel sözler ve güzel duygular içinde eve geldiler. Dilara'nın herşeyi önceden hazırladığı belli oluyordu. Salona geçtiklerinde Kadir'in ilk dikkatini çeken şey, yemek masasının kenarına konmuş bir seccade ve seccadenin üzerindeki küçük kitapçık olmuştu. Kitapçı­ğa yakından bakınca, bunun Almanya'ya ait namaz vakit­leri çizelgesi olduğunu anladı. Sevinçle karışık bir heyecan duyduğunu hisseden Kadir, bir anda umudlanan gözlerle Dilara'ya baktı. Kadir'in seccadeyi ve küçük kitapçığı gör­düğünü farkeden Dilara, samimi bir tebessümle kocasına bakarak “Onları senin için aldım” dedi.

Kadir'in beklediği bir cevap değildi bu!.

Fakat yine.de kendisini toparlayarak “Teşekkür ede­rim” karşılığını verdi. Kadir'in gi'zlice sevindiğini zanneden Dilara, “Birer kahve içelim” diyerek mutfağa giderken gü­ze! bir şey yaptığını düşünüyordu. Çünkü Kadir'in kendisi­ne, kendi tercihine saygı duymasını istiyorsa, onun da Kadir'e ve Kadir'in tercihine saygı duyması gerekirdi. Birbirlerini olduğu gibi kabul ettikleri ve bir dayatmada bu­lunmadıkları zaman herşeyin daha kolay ve daha sorunsuz olacağını düşünüyordu.

Kahveleri içerken iş dünyasındaki son gelişmelerden kısaca bahseden Dilara, Kadir'in yine ilgisiz olduğunu farkederek sözü Türkiye'ye getirmiş ve orada neler yaptığını sormuştu. Bir süre duraksayan Kadir “Basit fakat gerçek bir hayat yaşıyorum” dedikten sonra köyde geçirdiği gün­lerden söz etmiş ve Düara'ya öncelikle uzun uzun Divane'yi anlatmıştı. Divane'yi ve onun sevdasını ilgiyle dinle­yen Dilara “Onu görmek ve onunla tanışmak isterdim” deyince “İnşaattan” karşılığını veren Kadir, hanımına daha sonra Yakup hocayı anlatmaya başladı. Kocasının belirgin bir saygı ve heyecan içinde anlattıklarını dikkatle takip eden Dilara, iç dünyasında git gide artan bir hayreti yaşıyordu. O yaşına kadar yüzlerce önemli kişiyle karşılaşan ve bu kişiler karşısında bir komplekse, bir ezikliğe girme­yen ve fazlaca etkilenmeyen Kadir, Anadolu'nun küçük bir köyünde karşılaştığı yaşlı bir adamdan nasıl bu kadar etki­lenebilir, ona karşı nasıl bu kadar saygı duyabilirdi? Gerçi Kadir'in bu adama ilişkin anlattığı şeyler gerçekten sıradışı ve bilgelere özgü şeyler olsa da, kocasının yine de bu ka­dar etkilenmemesi gerekirdi!.

“Acaba neden? Neden böyle?” sorusu, Dilara'yı hızla tek bir cevaba doğru yaklaştırıyordu. Kadir, eski Kadir değildi artık!. Dilara istese de, istemese de bu gerçeği kabul etmek zorundaydı. Babasının ölümün­den sonra değişmişti, çok değişmişti Kadir. Daha önceleri de düşündüğü gibi, ölümden çok etkilenmiş ve hayata ölüm penceresinden bakarak birçok diri tarafını öldürmüştü!. İçini daraltan, yüreğini hüzünlendiren bu düşüncelerini, belki faydası olur umuduyla kocasına anlatmak, onunla paylaşmak istedi.

“Kadir, değiştiğinin farkında mısın?”

“Tabi ki Dilara.”

“Senin ölümden çok etkilendiğini ve ne bileyim, her-şeye ölümü dikkate alarak baktığını hissediyorum. Daha önceleri hayat doluydun!.”

Dilara'nın bu sözleriyle biraz hayrete düşen ve üzül­düğünü hisseden Kadir, “Ne demek istediğini çok iyi anladım” dercesine onun gözlerine baktıktan ve başını hafifçe öne doğru salladıktan sonra şu karşılığı verdi.

“Ölüme yakından baktığım ve ölümü dikkate aldığım doğru Dilara. Ancak ölümü dikkate alarak öldüğümü değil dirildiğimi görüyorum. Daha önceleri farkmdasız bir şekil­de yaşadığım hayatı ilk kez farketmeye, eşyanın ve insanın hakikatini İlk kez hissetmeye başladım. Rabbimi ve Rabbimin sevgisini kalbimde hissettiğim andan itibaren dünyamdaki tüm renkler değişti, sanki duyularım beşle sınırlı değil artık. Önceleri şimdiki zamandan ve şimdiki mekandan bakarak donuklaşmış tek bir film karesi gibi algıladığım dünyaya, artık geçmişten ebediyete uzanan bir zaman ve mekan boyutundan bakıyor ve bu bakışla birbiri ardı sıra gelen fiim karelerinin birleştiğini, hareket ve canlılık ka­zandığını görebiliyorum. İşte hayattaki bu canlı hareketlili­ği farketmek, insanoğluna hayatın hakikatini, dünya ya­şantısının nereden gelip, nereye doğru gittiğini de gösteriyor Dilara!.”

Kadir'in sözlerini dikkatle dinleyen Dilara, kısık bir sesle “Nereye gidiyor?” diye sordu.

“Biz insanlar için bu sorunun tek bir cevabı var. Hay'dan geldik, Hu'ya gidiyoruz.”

“Anlıyamadım!.”

“Hay ve Hu, Allah'ın isimleridir Dilara. Yani Al­lah'tan geldik, yine Allah'a gidiyor, Allah'a dönüyoruz. Kur'an-ı Kerim'de de belirtildiği gibi “Dönüş Allah'adır.”

Dilara hiçbir tepki vermeden öylece Kadir'e baktı. Kocası dönüp dolaşıp sözü Allah'a getiriyordu. Allah'a inanan herkes, elbetteki dönüşün Allah'a olacağını biliyor­du. Fakat bir insanın bunu bilmesi, o insanı hayattan, o insanı şimdiki zamandan uzaklaştırmamahydı. Oysa dikka­tini geleceğe veren Kadir, şimdiki zamandan kopmuş gibiydi!.

Kadir, hani önceleri çok beğendiğimiz bir söz vardı. “Dün geçmiştir, yarın uzaktır, bugün ise elimizdedir” diye!, önemli ve gerçek olan şimdiki zaman değil mi, şim­diki zamanı yaşamak değil mi?

Hanımının bu sözlerini bir süre düşündü Kadir. Doğ­ru söylüyordu hanımı, bu söz her ikisinin de daha önceleri sevdikleri, beğendikleri bir sözdü. Fakat Kadir'in hem za­man anlayışı, hem de şimdiki zamana yaklaşımı değişmiş, oldukça farklı bir boyut kazanmıştı. Bu farklılığı nasıl anla­tacağını düşündükten sonra sakin bir ses tonuyla konuş­maya başladı..

Bu sözü daha önceleri beğendiğimiz doğru Dilara. O zamanlar dünün geçmiş, yarının ise uzak ve belirsiz olduğunu düşünüyor, yegane gerçek olan şimdiki zamanın yaşanması gerektiğine inanıyorduk.

Dilara söze girerek “Şimdi öyle inanmıyor musun?” diye sordu.

“Artık daha farklı düşünüyorum.”

“Nasıl?”

“Daha önceleri gerçek, asıl gerçek dediğimiz şimdiki zamanın, akıp giden bir rüzgar gibi olduğunu düşünüyorum. Şimdiki zaman dediğimiz şey bir saniye öncesi veya bir saniye sonrası değilse ki değildir, yaşadığımız saniye, yaşadığımız an demektir. Şimdi düşünmeni istiyorum Dila­ra!. Bir saniyede, bir salisede gelip geçen bu bir saniyelik an, gerçek olmasına rağmen ne kadar somuttur? İnsanoğ­lu hafifçe dokunup, hızla geçtiği bu saniyelik anlara ne ka­dar hakimdir. Hangi insan önceyi ve sonrayı dikkate alma­dan,  bu  bir saniyelik anları,  kendisini  bu  anların  içine sığdırarak yaşayabilir?”

Düşünceli bir şekilde kendisini dinleyen Dilara'nın ce­vap vermediğini gören Kadir, bu soruyu kendisi cevapladı.

“Hiçbir insan Dilara!. Hiçbir insan önceyi ve sonrayı dikkate almadan zamanı yaşıyamaz. Çünkü zamanı farketmek, zamanın farkına varmak, ancak ve ancak mukayese ile mümkündür. Önceyi ve sonrayı hatırlamayan bir canlı için, zaman diye bir şey yoktur. Beş saniyelik hafızası olan canlılar, bütün yaşamlarını beş saniyelik bir zaman dilimin­de geçirirler. Onlar için altı saniye Öncesi veya altı saniye sonrası yoktur!. İnsanların yaşadıkları zaman dilimi de, bu insanların hayata bakış ve kişisel tercihlerine göre değişebilir. Bir saat öncesi ve iki saat sonrasını dikkate alan in­sanlar, şimdiki anı üç saatlik bir zaman diliminin içinde ya­şarlarken; iki ay öncesi ve dört ay sonrasını dikkate alan insanlar, şimdiki anı altı aylık bir zaman diliminin içinde yaşamaktadırlar.”

Kadir kısa bir duraksamadan sonra devam etti.

“Peki ne yapılması gerekir Dilara? Zamanı farketmek için önceyi ve sonrayı dikkate almak gerekiyorsa, bu yelpazeyi ne kadar açmak gerekir? Bir saat önceyi ve bir saat sonrayı dikkate alarak, şimdiki anı iki saatlik bir za­man diliminde mi yaşamalı: yoksa bin yıl önceyi ve bin yıl sonrayı dikkate alarak, şimdiki anı ikibin yıllık bir zaman diliminde mi yaşamalı? Hangisi daha derin, hangisi daha anlamlı, hangisi daha güzel Dilara?”

Dilara'nın hiç beklemediği sözler, hiç beklemediği düşüncelerdi bunlar!. Daha önceleri dünya ticareti ve uluslararası şirketler konusunda derinleşen, bu gibi konularda önemli bir uzman olan Kadir, şimdi çok farklı konularda, çok sıradışı şeyler söylüyordu. Ayrıca bütün söyledikleri, zaman hakkında gerçeğin kendisi, gerçeğin ta kendisi gibi gözüküyordu!. Şimdiki anı birkaç saatlik bir zaman dilimin­de yaşamak ile birkaç bin yıllık bir zaman diliminde yaşa­mak elbetteki çok farklı şeylerdi. Zaman denilen şey bir trene benzetilirse, trenin penceresindeki tek karelik şimdi­ki zaman görüntüsü, önceki görüntülerle birleştiriîmezse nasıl hareket kazanabilir nasıl bir anlam ifade edebilirdi ki?

Dilara'nın ciddi bir şekilde düşündüğünü farkeden Kadir, ikinci bir soru ile onun ufkunu açmak, ona daha bir yardımcı olmak istedi.

Şimdiki zamanın akıp geçen bir rüzgar gibi olduğu­nu söylemiştim Dilara!. Bu açık bir gerçek olduğuna göre ne yapmalıyız? Kendimizi gelip geçici bu  rüzgarın . tatlı esintisine bırakarak bu anın tadını çıkarmamız mı gerekir, yoksa bir yel değirmeni misaii, bu rüzgarı güce çevirerek, bu rüzgardan kalıcı olarak faydalanmak mı?

Dilara düşünceli bir şekilde “Nasıl kalıcı olabilir ki?” diye sordu.

“Şimdiki zaman ne kadar gelip-geçici ise arkada bı­raktığımız geçmiş zaman o kadar kalıcı, o kadar değişmez­dir. Soyut somut arası bir su buharına benzeyen şimdiki zaman, yaşandıktan sonra bir buz kütlesi gibi donuklaş­makta ve kalıcı bir gerçek olarak geçmişimizde yer almak­tadır. Daha açık bir ifadeyle gelip geçici olan şimdiki za­man, kalıcı olan geçmişimizi belirlediği gibi bu geçmişimiz de geleceğimizi belirliyor. Dolayısıyla şimdiki zamanı nasıl ve ne şekilde yaşayacağımız, geçmişimiz ve geleceğimiz için önemli, çok önemli Dilara!. Zaten insanın mutlu olma­sı, kalıcı mutluluğu yakalaması da buna bağlı.

“Son sözünü açar mısın?”

Başını hafifçe öne eğerek “Tabi ki” diyen Kadir, de­vam etti.                                         

Mutluluğu gelecekte veya şimdiki zamanın içinde arayanlar, mutluluğu gelecekten bekleyen veya mutluluğa şimdiki zamanda hafifçe temas eden insanlardır. Bu insan­ların beklediği veya yaşadığı mutluluk, hiçbir zaman gerçek ve kalıcı bir mutluluk değildir. Çünkü gelecek belirsiz, şim­diki zaman  ise  gelip-geçicidir.  Oysa kalıcı ve değişmez olan gerçek geçmişimizdir. Dolayısıyla kalıcı olan mutluluk, geçmişten kaynaklanan yani köklerini kalıcı olan geçmişe uzatan mutluluktur. Meseleyi bu şekilde algılayan insanlar, şimdiki zamanı yarını dikkate alarak yaşarlar.  “Bugün ne yapayım ki. yarın bu yaptığımdan mutluluk duyayım” diye düşünürler. Tabi ki nefse hoş gelen kolay bîr şey değildir bu!. Çünkü bencil olan ve her şeyin karşılığını'peşin iste­yen nefis, yarınları değil bugünü istemekte, bugünü önemsemektedir. Oysa her nefsin inşa edeceği yarınlar, yaşayacağı bugünler olacaktır.

Dilara düşünceli bir şekilde “Bunu örneklendirir mi­sin?” dedi.

Mesela heybesinde bir dilim ekmek olan ve kamı oldukça acıkmış bir insan düşünelim. Bu insan kendisi gibi acıkmış bir yoksulla karşılaştığı zaman üç seçeneği vardır. Ya nefsini dikkate alarak bu yoksuldan uzaklaşacak ve ek­meğini gizlice kendisi yiyecek, ya vicdani adaleti dikkate alarak bir dilim ekmeğini onunla paylaşacak, ya da fazileti dikkate alarak o yoksulu kendi nefsine tercih edecek ve bir diiim ekmeğini ona verecektir. Nefslerini ön plana al­madan ikinci veya üçüncü seçeneği yaşayan insanlar o günü belki de aç geçirmelerine rağmen daha sonraki gün­lerde,  daha sonraki yıllarda bu yaptıklarından huzur ve mutluluk duyacak insanlardır. İşte sözünü ettiğim gerçek ve kalıcı mutluluk budur Dilara.

Kadir kısa bir duraksamadan sonra devam etti..

“Nefsini dikkate alarak ekmeğini gizlice yiyen insan­lar ise şimdiki zamanda hafif bir tokluk hissetmelerine rağmen yarınlarda bu yaptıklarından utanç duyacak ve yaşa­dıkları o günü hiç hatırlamak istemeyeceklerdir.  Bunlar geçmişlerine sırtını dönmek isteyen insanlardır. Çünkü ar­kada bıraktıkları zaman diliminde iyi ve güzel işler yapma­yan bu insanlar, genellikle şimdiki zamandan  yarınlara uzanan bir zaman diliminde yaşarlar. Onları mutlu edecek şeyler, gelecek zaman diliminde gerçekleşmesini istedikleri soyut şeylerdir. Arkada bıraktıkları zaman diliminde iyi ve güzel işler yapan insanlar ise genellikle geçmişten şimdiki zamana uzanan bir zaman diliminde yaşarlar. Onları mut­lu eden şeyler, geçmiş zaman diliminde gerçekleştirdikleri şeylerdir. İşte bu kimselerin yaşadıkları mutluluk, somut bir mutluluktur. Çünkü onların mutluluk kaynağı soyut olan yarınlar değil, somutlaşan geçmişleridir.”

Bir an susarak Dilara'ya duygu dolu gözlerle bakan Kadir. “Gerçek sevgi de böyledir Dilara” dedikten sonra ilave etti..

“Sevginin de kökleri geçmişimizdedir. Bugün yaşadı­ğımız, bugün hissettiğimiz sevgi de bize dünden uzanan, dünden gelen bir duygudu.”

Başını “Evet” anlamında sallıyan Dilara kısık bir sesle “Dünümüz, dünkü hayatımız çok güzeldi” dedi. Bu sözlerin ne anlama geldiğini çok iyi anlayan Kadir, bir süre dü­şündükten sonra cevap verdi hanımına.

“Dünkü hayatımızda tabi ki önemli güzellikler vardı. Sende ruhumun özlediği yumuşaklığı, içimi ısıtan sıcaklığı bulmuştum Dilara. Ancak birlikte yaşadığımız- o yıllar için­de, seninle aynı dünyayı paylaştığımızı fakat bu dünyanın gerçek güzelliklerini yeterince farkedemediğimizi düşünü­yorum. Bu nedenle boşa geçirdiğimiz zamana. Yaradan-dan habersiz nafile koşturmacalar içinde ıskalanmış güzel­liklere üzülüyorum!. Biz bütün bu güzdüklerden habersiz dünkü hayatımızda birlikte yaşamıyorduk, birlikte yaşlanı­yorduk Dilara!. Çünkü Allah'ı dikkate almadan yaşamak, yaşamak değil yaşlanmaktır. Yaşamadan yaşlanmak, yaşa­madan ölmektir Dilara.”

Kadir kısa bir suskunluktan sonra devam etti.

“Dünkü hayatımızın güzel olduğunu söyledin. Oysa bugünümüz daha güzel, çok daha güzel olabilir Dilara!.”

Bu son sözlerin yine bir teklif, yine bir davet olduğu­nu hisseden Dilara, içinde duyduğu gizli bir rahatsızlığı dışarı vurmaktan çekinmedi.

“Buraya bunun için mi, daha önceki teklifini tekrar­lamak için mi geldin?”

“Hayır Dilara!. O teklifi ve o daveti sana zaten daha önce yapmıştım. Bu konuda karar verecek olan elbetteki sensin. Ben buraya sadece bir şey İçin, tek bir şey için geldim.”

Gözlerini hafifçe açan Dilara, biraz meraklı bir sesie “Ne için” diye sordu. Duygu dolu gözlerle hanımına ba­kan Kadir, kısa bir suskunluktan sonra konuşmaya başla­dı.

“Senin için, sana seni sevdiğimi, seni çok sevdiğimi söylemek için geldim Dilara. Senin yokluğunda seni, senin önemini ve sana olan duygularımı çok daha iyi anladım. Seni seviyorum, seni öylesine çok seviyorum ki, Allah'a ve ahiret gününe inanmasam, seninle ayrılacağım güne şimdiden ağlamaya başlardım.”

Kadir'in yaşaran gözlerine aynı yaşaran gözlerle ba­kan Dilara, ne diyeceğini bilememenin verdiği şaşkınlıkla “İnandığına göre ağlamana gerek yok!” dedi.

“Hayır  Dilara!.  Şimdiki  hüznüm  çok daha  fazla. Çünkü önceki anlayışıma göre seninle sadece dünya hayatında ayrılığım sözkonusuydu. Şimdi ise ebedi bir hayatta ayrılık endişesini, ayrılık korkusunu hissediyorum.”

Uzun bir süre sustu, hiçbir cevap vermedi Dilara!. Kadir'i ve onun söylediklerini düşünüyordu. Aslında kendi­si de aynı sevgiyi, aynı hasreti, aynı duyguları paylaşıyor­du. Ama her nedense Kadir gibi bunu açıkça söylemek istemedi. Hem aralarındaki mesele, sevgi meselesi değildi. Kadir kendisini ne kadar seviyorsa, kendisi de Kadir'i en az o kadar seviyordu. Aralarındaki sorun Kadir'in dini ter­cihi ve bu tercihindeki biraz katı, biraz dayatmacı tutumuy­du!.

Bu düşüncelerden hareketle konuşmaya başlayan Di­lara, aralarında ciddi bir sorun olmadığını belirttikten son­ra sözü Kadir'in son zamanlardaki değişimine getirerek, bu değişimde biraz katı ve aceleci olduğunu ima etmeye çalıştı. Bu sözler ile konu yine İslam'a gelmiş ve yine İslam hakkında konuşmaya başlamışlardı. Kadir'in Allah ve Allah'a kulluk hakkında anlattıklarına itiraz edebileceği hiç­bir şey bulamayan Dilara, kocasının din anlayışı ve dini tercih konusunda geri dönülmez bir kararlılık içinde oldu­ğunu çok iyi anlamıştı.

Böyle bir durumda en makul çözüm, birbirlerini anla­yışla karşılamaları ve birbirlerinin tercihlerine saygı duyarak yaşamalarıydı. Kendisi Kadir'in tercihini nasıl saygıyla karşılıyorsa, Kadir'de onun tercihine aynı saygıyla yaklaş­malı ve bu katı duruşundan vazgeçmeliydi. Bu düşünceleri­ni Kadir'e söylediğinde, bunun da mümkün olamayacağını anladı. Çünkü bu teklifi düşünmeye bile gerek duymayan Kadir, Dilara'nın tüm beklentilerini kapayan şu cevabı ver­mişti kendisine.

“Bana kararımın doğru olmadığını anlatabilirsen, elbetteki katı dediğin bu duruşumdan vazgeçerim, hemen vazgeçerim Dilara!. Ama kararım doğru, kararım gerçek ise ben bu gerçeği, gerçekten sevdiğim insan ile paylaşmak ve onunla birlikte yaşamak isterim.”

“Beni anlayabiliyor musun?” dercesine Dilara'nın gözlerine bakan Kadir, kısa bir suskunluktan sonra ilave etti..

“Ben seninle yan yana yatan fakat ayrı rüyalar gö­ren insanlar gibi olamam Dilara. Çünkü sen. seninle ayrı rüyalarda olamayacağım kadar değerli, ayrı rüyalara terkedemeyeceğim kadar önemlisin benim için.”

Kadir'in yürekten söylediği bu sıcak sözler karşısında ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeyen Dilara, sessizce yerinden kalkarak mutfağa yöneldi. Ağır adımlarla mutfa­ğa girerken, Kadir'in son sözlerini düşünüyordu.

İki gün boyunca yaptıkları konuşmaların bir faydası olmamış, Kadir Dilara'ya ne kadar yaklaşmak istemişse, Dilara o kadar uzaklaşmıştı kendisinden. Dilara aslında Kadir'den değil, Kadir'in kendisini davet ettiği dünyadan uzaklaşmak istiyordu. Çünkü Dilara bunu yapamaz, öyle bir dünyada kesinlikle ve kesinlikle yaşayamazdı. Nitekim Kadir'le yap­tıkları bazı konuşmalardan sonra sessizce odasına çıkıyor ve kayınvalidesinin hediye ettiği işlemeli yemeniyi başına örterek tuvaletin geniş aynasında öylece kendisine bakı­yordu!.

“İşte” diyordu kendi kendine, “İşte Kadir'in istediği kadın bu!.” Fakat Kadir bilmi­yordu ki aynada görülen bu kadın Dilara değildi, Dilara olamazdı!. O halde neden bunu istiyor, neden bu kadar ıs­rar ediyor, Dilara'yı şu an ki kimliği ile neden kabul etmi­yordu? Oysa Dilara gelişen son durumlardan hiç hoşlan­mamasına rağmen Kadir'e hiçbir dayatmada bulunmamış ve sevdiği erkeği şu an ki kimliği ile kabul etmişti.

Kadir'in de böyle olması, sevgisini dikkate alarak ona aynı anlayışla yaklaşması gerekmez miydi? Ama böyle değildi ve böyle yaklaşmıyor­du Kadir!. “Olmazsa olmaz” bir anlayış içinde hep aynı noktada duruyor ve çok değişik anlatımlarla Dilara'yı hep aynı noktaya davet ediyordu. Devamlı ebedi hayattan bah­sediyor ve “Bizler ebedi varlıklarız Dilara, önümüzde ebedi bir hayat var. Bunu bildiğim, buna iman ettiğim için ben ebedi Dilara'ya talibim, bu Dilara'nın kısacık dünya haya­tındaki fani ve sanal yansımasına değil!.” dedikten sonra adeta yalvaran bir ses tonuyla devam ediyordu.

“Gel bu gerçekliği yaşayarak sanallıktan kurtul, ger­çek ol Dilara!. Ben sonsuza dek bırakmamak üzere sana elimi, sana yüreğimi, sana kendimi uzatıyorum. Fani şeyle­ri önemseyerek fani olmayalım, fani şeylere birbirimizi değişmeyelim Dilara!.”

Bu sımsıcak sözlerin tesiriyle önce gözleri dolan ve yerinden kalkarak Kadir'in boynuna sarılmak isteyen Dila­ra ise içinden yükselen “Ben ne yapıyorum?” sesi ile he­men kendine geliyor, kendisini toparlamaya çalışıyor ve denize düşen bir insan misali, her tarafını kuşatan bu duy­gu dalgalarından çırpınarak kurtulmak istiyordu!.

İyi ama bu ne kadar sürecek, Dilara daha ne kadar dayanabilecekti ki? Nitekim di-renemeyeceği bu gibi duygulardan. Hayır, söylediklerin yanlış diyemeyeceği böylesi konuşmalardan oldukça bu­naldığını hisseden Dilara, en sonunda “Hayatım artık bun­ları dinlemek ve tartışmak istemiyorum. Beni seviyorsan, işte ben buyum, benim gerçeğim bu. Bunu ben değiştiremem, sen de değiştiremezsin. Beni böyle kabul etmeni is­terim” diyerek, İki gündür süren bu konuşmaları bitirmek istedi.

Dilara'nın bu son sözü, Kadir'in umud ve beklentilerini bir anda eritiveren sözler olmuştu. Ağlayan bir yürek ile “Sen beni geçici dünyanın aldatıcı süsüne değişiyorsun Dilara!. Oysa ben seni, dünya ded'ğin bu şeyin içine bile sığdıramıyorum” demek istedi. Fakat titreyen dudakları açılmadı ve hiçbir cevap vermedi Dilara'ya. Hüzünlendiği açıkça belli olan Kadir'in bu suskunluğunu, söz konusu konuşmaların artık bittiğine yorumlayan Dilara ise hem Kadir'in hüznünü da­ğıtmak, hem de ortamın havasını değiştirmek amacıyla “Meyve getireyim” diyerek mutfağa gitti.

Kısa bir süre sonra elindeki iki meyve tabağıyla salo­na gelen Dilara, kendisini daha rahat ve huzurlu hissediyordu. Yaşadığı bu huzuru Kadirle de paylaşmak istercesine ona belirgin bir sevgiyle yaklaşmaya ve onunla neşe içinde konuşmaya başladı. Kadirle birlikte meyve yerken ofiste yaşadığı bazı komik olayları anlatıyor ve onu biraz neşelendirerek rahatlatmak istiyordu. Konuşmalar arasında ona duyduğu sevgiyi de artık hiç gizlemiyor, gizlemeye ge­rek duymuyordu. Çünkü Kadir'e söylediği son sözlerden sonra artık kendisinin onun yanına gitmesi değil, Kadir'in onun yanına gelmesi söz konusuydu. Böyle bir durumda ise sevgi elbetteki açığa çıkmalı, tüm sıcaklığı ile elbetteki karşı tarafa hissettirilmeliydi.

Dilara'nın tüm çabalarına rağmen durgun ve düşün­celi olan Kadir, aslında yalnız kalmak ve içinde bulunduğu kendi halini, kendi yalnızlığı içinde tekrar düşünmek, tek­rar değerlendirmek istiyordu. Zaten Dilara'nın evinde kal­dığı bu iki gün boyunca hiç yukarı çıkmamış ve salonda yatarak uzun uzun düşünmeyi tercih etmişti. Bu gece de aynı şeyi, aynı yalnızlığı yaşamak istiyordu.

Kadir'in iki gecedir salonda yatmasını sessiz ve tepki­siz karşılayan Dilara ise artık Kadir'in .yukarı gelmesini istiyor fakat bunu nasıl ifade edebileceğini bilmiyordu. Gece­nin ilerleyen saatlerinde Kadir yatsı namazı için abdest alırken, Dilara aldığı seccadeyi büyük bir özenle kıble isti­kametine sermiş ve banyonun önüne bir havlu koyarak, abdest almakta olan kocasına “Hayatım, kapının önündeki havluyla ayaklarını kurulayabilirsin” demişti.

Kocası namazını bitirinceye kadar mutfakta oyala­nan, mutfağı toparlayan Dilara, daha sonra mutfaktan çı­karak salonda kısa bir süre oturdu. Yatmak için ayağa kal­kıp, üst katın merdivenlerine yöneleceği sırada Kadir'e dönerek, bir genç kız mahçubiyetiyle “Yatak odasının per­delerini değiştirdim. Bir ara görmeni isterim” dedi. Söyle­diği bu sözden git gide daha fazla utandığını hissederek aceleci adımlarla merdivene yöneldi.

Dilara'nın bu sözlerinde gizli bir davet olduğunu çok iyi anlayan Kadir ise sadece kendisinin duyacağı bir sesie “İnşaallah” dedikten sonra, yalnız bedenini salondaki geniş koltuğun üzerine bıraktı. Hiç yaşamak istemediği kötü bir gece geçirdiğini düşünüyordu. Dilara'nın işte ben buyum ve değişenler anlamındaki son sözleri, finaline umudla baktığı bir filmi aniden bitiren sözler olmuştu. Dilara'nın bu son sözleri, kendisini gerçekten şaşırtan sözlerdi. Gerçi haktan habersiz çevre baskısını'dikkate alan Dilara'nın İla­hi davete direnmesini, kadınsı dürtülerle bu teslimiyetten uzak durmaya çalışmasını anlayabiliyor, bunu şaşkınlıktan uzak bir anlayışla karşılayabiliyordu ama söylediği son sözlerle bütün kapılan kapatması, çok katı bir önyargıyla bü­tün güzel olasılıkları yok sayması da neyin n esiydi?

Oysa akıllı ve düşünen bir insandı Dilara!.

Yaptığı işle ilgili en net, en açık olaylarda dahi ufak bir istisna olasılığını dikkate alarak temkinli konuşurdu. Bütün dünyevi işlerden çok daha önemli olan böyle bir konu­da ise akien itiraz edemediği açık doğnjlar karşısında hiç­bir istisnaya, hiçbir olasılığa fırsat tanımadan çok kesin ve çok katı bir olumsuz tavır içine giriyordu. Bu tavın Dila­ra'nın aklıyla, onun düşünme yeteneği ile açıklayabilmek elbetteki mümkün değildi. Hiç kuşkusuz ki düşünmüyordu, düşünmek bile istemiyordu Dilara!. Kadınsı duygularını, kadınsı dürtülerini, kadınsı nefsini dikkate alarak “Olmaz, ne olursa olsun olmaz” gibi tüm umudları sona erdiren bir tavır gösteriyordu!.

Peki ne yapmalı, şimdi ne yapmalıydı Kadir? Umudları bitiren bu kesin tavırdan, bu kesin tercihten sonra ne olacak, bir anda kilitleniveren bu kapının önünde artık ne yapacaktı? Bütün kapıların yüzüne kapandığı, çaresiz bir dilenci gibi hissetti kendisini!. Dilara'nın kapısına gelmiş, yüreğindeki sevgi ve sevda ile Dilara'dan hanımını istemiş, ebedi bir hayata doğru birlikte yürüyeceği hanımını dilenmişti.

Fakat olmamıştı, Dilara ona hanımını, ona ebedi hayat arkadaşını ver­memişti!. Faniliği ve fani olan dünyayı tercih etmişti. Za­ten yatak odasına çıkarken kendisine teklif ettiği Dilara da, ebedi hayata sırtını dönen fani Dilara'ydı!. İyi ama Ka­dir bunu nasıl kabul edebilir, fani bir Dilara'yla nasıl bera­ber olabilirdi? Böyle bir beraberlik, birkaç günlük ömrü kalmış acınacak bir hastayla beraberliğe benzemez miydi? Böyle bir İnsanla kolkola girmek ve birlikte yürümek, bir idam mahkumuyla kolkola girmeye ve idam sehpasına ka­dar birlikte yürümeye benzemez miydi?

Ve seven bir insan, buna nasıl katlanır, nasıl katlanabilirdi?

Ağlıyordu, böylesi düşünceler İçinde gözyaşlarıyla ağ­lıyordu Kadir. Çünkü seviyordu, hala seviyordu, hala çok seviyordu Dilara'sını!. Üst katta kendisini bekleyen Dila­ra'nın kendisine ne kadar yakın ve kendisinden ne kadar uzak olduğunu düşünüyor ve yüreğini acıtan bu düşünce­lerle ağlıyordu. Dünya hayatında yalnız, yapayalnız kaldığı­nı hissediyordu. Bu yalnızlığına dışarıdan bakınca içinde bulunduğu duruma daha çok hüzünleniyor, kendi kendisi­ne daha çok acıyordu.

İyi ama Allah, Kadir'in bu durumunu hakkıyle gören Allah, onun bu durumuna acımıyor muydu? Kadir bu soru ile Allah'ı, alemlerin yegane Rabbi olan Allah'ı düşünmeye başladı. Acaba Rabbi onun bu halini nasıl görüyor, onun bu acınası halini nasıl değerlendiriyordu? Bunu sorduktan sonra Allah'ın kendisine, öylece kendisine baktığını yakinen his­seden Kadir, yüreğini kabartan bu kuvvetli hissediş ile daha çok ağlamaya ve sessiz hıçkırıklar içinde Ya Rabbi görüyorsun halimi. Ben Dilara'mdan, ben sevdiğimden ayrı kaldım demeye başladı.

Bunu söyleyen, bu sözleri sayıklayan Kadir, bir anda durakaldı. Çün­kü öylece kendisine bakan Rabbisinin “Ey kulum, Ben'den ayn yaşadığın yıllar için hiç bu kadar ağlamadın” dediğini düşünmüştü? Bir anda kalbine düşen bu söz ile buz gibi olan ve tüm duygularının kaskatı kesildiğini hisseden Ka­dir, ne yapacağını bilmez bir şekilde öylece kalakaldı!.

Sırtını döneceği, duymamazlıktan geleceği bir söz değildi bul. Fakat ne diyecek, nasıl bîr cevap verecekti ki!. Dilara'yı sevdiği ve onun İçin ağladığı kadar Allah için ağlamış, Allah için gözyaşı dökmüş müydü? Kalbine birer kızgın yağ damlası gibi düşen bu sorulara, içini serinletebilecek hiçbir cevap bulamayan Kadir, içinde git gide artan bir utancı yaşama­ya başlamıştı. Dilara'sını ne kadar çok seviyorsa, İçindeki bu yakıcı utancın da o kadar çok büyüdüğünü hissediyor­du!.

Oysa Dilara'yı yaratan ve ona bu sevgiyi veren, tüm güzel sevgilerin biricik kıblesi olan Allah idi. Divane'nin de her sabah haykırdığı gibi Vedud olan, en çok seven ve se­vilmeye en çok layık olan O'ydu. Zaten diğer tüm güzel sevgiler de, bu İlahi sevginin küçük bir meyvesi, küçük bir yansıması değil miydi? O halde bu gerçek sevgiyi, sevginin gerçek gövdesini gözardı ederek, küçük yansımaları ön plana çıkarmak da neyin nesiydi?

Sevmek güzeldi, elbetteki güzeldi ama ana kaynağından kopmuş olan bir sevgi, dalından koparılmış bir çiçeğe benzemez miydi? Bir vücutta iki kalp yaratmamış olan Allah (c.c), kalplerin ancak Allah ile tatmin, Allah ile mutmain olacağını bildiri­yordu. Doğru, çok doğru bir söz olmalıydı bu. Çünkü sevgisini Allah'tan gaynsına yönelten hangi aşık, bu sevgisi ile tatmin, bu sevdası ile mutmain olmuştu? Bütün bu aşık­lar kızgın güneş altındaki sevda çöllerinde yolunu kaybe­den yolculara, seraptan seraba koşan zavallılara benzemi­yor muydu? Hangi beşeri sevda, bu sevda şerbetini içenin susuzluğunu gidermiş ve sevdalının kalbini tatmin etmişti?

Hiç, hiçbir beşeri sevda, seven insanın kalbini tatmin et­miş olamazdı. Çünkü insan kalbi, Rabbimizin “Alemlere sığmadım ancak mü'min kulumun kalbine sığdım” buyru­ğunda da işaret edildiği gibi mekan ötesi bir genişliğe sa­hipti. Mekan ötesi genişliğe sahip olan bir kaip ise ancak ve ancak Allah ile dolabilir, Allah sevgisi ile mutmain ola­bilirdi.

O halde sevmek güzel, sevmek ne kadar güzel ise bu sevgiyi yaratan Allah'ı sevmek ve bu sevgi ile mutmain olmak çok daha güzel ol­malıydı. Çünkü doğru adrese yönelen bu sevgide pişman­lık, bu sevgide nankörlük ve bu sevgide anlaşılamamanin verdiği yalnızlık yoktu. Allah'ı seven daha çok seviliyor ve sevildikçe daha çok seviyordu. Bu İlahi sevgide rahmetli bir bereket, bereketli bir rahmet vardı.

Bunları düşünen ve düşündükçe kendine geldiğini hisseden Kadir “Affet, beni affet Ya Rabbi” diyerek tekrar ağlamaya başladı. Gözyaşlarıyla gözlerinin yıkandığını ve herşeyi artık daha net, daha açık gördüğünü hissediyordu. Herşeyin bir imtihanı olduğu gibi Dilara da, Kadir'deki Di­lara sevgisi de, kalbindeki Allah sevgisinin bir imtihanı ol­malıydı. Kadir aslında Dilara'dan ve ona duyduğu sevgi­den değil, bu sevgiyi böylesine bir üst noktada yaşamasından utanıyordu. Çünkü bir müslümanın Allah ve Resulüne duyduğu sevgi, tüm diğer sevgilerin üstünde, üzerinde olması gereken bir sevgiydi.

Bir insan elbetteki birini sevebilir ve bu sevgiyi derin­lemesine yaşayabilirdi. Ancak her insani duygusunun imtihanını veren müslümanlar, sevgi konusunda da bir imtihan İçindeydiler. Bu ciddi imtihanın başarısı, herhalde “Neyi, ne için, ne kadar sevmeli?” gibi temel soruların doğru ce­vabını bulmakla ve bu cevapları yaşamakla mümkün olmalıydı. Çünkü bir kimseyi Allah için sevmek ne kadar önem­liyse, bu sevgiyi İlahi ölçüler içinde yaşamak da o kadar önemliydi. Vedud olan Allah'ın verdiği bu sevgiyi İlahi bir ölçü içinde yaşamak ise, sevilen kimseye Allah katından yani Allah'ı dikkate alarak bakabilmekle mümkündü.

Düşünceleri bu noktaya gelen Kadir, şimdiye kadar hep kendi gözüyle ve kendi pencere­sinden baktığı Dilara'ya, Allah katından ve Allah'ı dikkate alarak bakmaya başladı. Sosyal konumu ve kariyeri ne olursa olsun ufacık bir kul, ufacık bir insandı Dilara!. Kar­şılaştığı hak tebliğe rağmen nefsini ue çevresini dikkate alarak “II ııh” demesi, şımarık bir çocuk edasıyla omuzları­nı kaldırarak “Ben bunu kabul etmem, ben kesinlikle de­ğişmem” cevabını uermesi ne kadar gülünç bir durumdu!. Bir damla nutfeden yaratılan ue yine bir damla bedene sa­hip olan Dilara, Allah'ın davetini kabul etse veya etmese kainatta ne değişecek, Allah'ın izzet ve kereminden ne eksilecekti ki? Dünya kainatın içinde bir zerre, Dilara da bu dünyanın içinde bir zerre değil miydi?

Peki Kadir, zerre içindeki zerreyi seven Kadir, bu zerre sevgisiyle mekan ötesi bir genişliğe sahip olan kalbini nasıl doldurabilir, bu kalbin gerçek sahibi olan Allah'ı ve böyle bir Al­lah sevgisini nasıl gözardı edebilirdi? Tevbe, tekrar tevbe, tekrar tekrar tevbe etti Rabbine. Derin duygular içinde ba­şını omuzları arasına gömen Kadir “Beni Sen'den, Sen'in yolundan ve Sen'in sevginden ayıracak hiçbir şeyi kalbime koyma ya Vedud, ya Vedud” fısıltıları içinde ağlarken, Di­lara ve Dilara sevgisinin yüreğinde git gide küçüldüğünü hissediyordu.

Yorgun ve mahcup duygularla yerinden kalkan Ka­dir, kısa bir süre üst kata çıkan merdivenlere baktı. Artık herşeyi çok daha net, çok daha açık görüyordu. Merdi­venlere yönelik başını hafifçe sallıyarak ve zerre içinde zerre olan Dilara'ya düşünerek “Seni artık sen kadar, ne kadarsan o kadar seveceğim” dedi. Bu duygu yoğunluğu ve yorgunluğu içinde etrafına bakman Kadir, ağır fakat ka­rarlı adımlarla büfeye yöneldi. Üst raftan aldığı bloknottan temiz bir yaprak kopardı ve dalgın gözlerle ne yazacağını bir süre düşündükten sonra Dilara'ya kısa bir not yazdı. Birkaç ay önce yazdığı iki mısralık bir şiirin, değiştirilmiş bir şekliydi bu!.

Ve sonra beklemeden, hiç beklemeden kapıya doğru yürüdü. Kapıyı sessiz­ce açıp, dışarıya çıktıktan sonra içeriye, tekrar içeriye bak­tı. Dilara'yı bu evde yalnız, bu dünyada garip bıraktığını düşünerek hüzünlendiğini, yüreğinin acıdığını hissetti. Fa­kat ne yapabilirdi ki? Çünkü Dilara'nın kendi kararı, kendi tercihiydi bu!. Kapıyı sessizce kapatırken, yüreğini yine sessizce Allah'a açarak Ya Rabbi ona hidayet nasip et, hidayet nasip et” dedikten sonra merhamet dolu bir seste ilave etti.

“Ben onu Sana, Sen'in rahmetine emanet ediyo­rum.”

Kadir gideli üç gün olmuştu.

Hafif bir kapı sesi ile yataktan çıkan ve kocasının ev­den sessizce ayrılışını yatak odasının küçük penceresinden izleyen Dilara, karmaşık düşünceler içinde ne pencereyi açabilmiş ve ne de yüreğindeki duygulara ses vererek “Dur, ne olur dur!.” diyebilmişti. İnsanın içini acıtan bir durumdu bu!. Dilara'nın kalbine bin umud vererek gelen Kadir, geride bir umud dahi bırakmiyarak gidiyor, hiç ar­kasına bakmadan evden uzaklaşıyordu!. Gelişen bu durumu, Dilara hiç anlamıyor ve anlamak da istemiyordu!. Kadir'in sevgisinden şüphe duysa Beni sevmediği için gidiyor” diyebilir ve kendisini sevmeyen bir Kadir için böyle­sine üzülmezdi. Ne var ki Kadir'in tüm davranışları ve söy­ledikleri, Dilara'yı belki de eskisinden daha çok sevdiğinin bir göstergesiydi. İyi ama seven bir insan bunu nasıl yapa­bilir, yüreğindeki onca sevgiye rağmen kendisini seven ha­nımını nasıl terkedebilirdi?

Bütün bunların dinle, dini duygularla ne kadar ilgisi varsa, Dilara kendisini böyle bir din anlayışından o kadar uzak hissediyordu!. Bu hüzünlü duygulardan biraz uzakla­şabilmek ve bir duble viski içerek kendisini rahatlatmak için aşağıya indiğinde karşılaştığı veda notu ise zaten dağı­nık olan düşüncelerinin daha da karışmasına neden olmuş­tu. Kadir geride bıraktığı iki mısralık notta şöyle diyordu..

Senin yokluğunda Ben, benim yokluğumda sen, ben damlaya hasret, Denize hasret Sen...

Bu notu ilk okuduğunda, kendisini küçücük bir damla gibi hisseden ve her nedense aşağılandığını düşünen Dilara, Kadir'in kendisini bir deniz olarak tanımlamasından da ciddi bir rahatsızlık duymuştu. Fakat o zamana kadar ken dişiyle ilgili hiçbir abartılı tanım yapmayan Kadir, hiç kuş­kusuz ki bu “Deniz” kelimesiyle başka, bambaşka bir şey kastediyor olmalıydı!. Düşünceleri bu noktaya gelince söz konusu soruya Kadir'ın boyutundan bakan ve onun boyu­tundan cevap arayan Dilara, yüreğine düşen bir cevap ile içinin titrediğini hissetti.

“Allah”

Kadir bu “Deniz” kelimesiyle Allah'ı ve Allah'a teslim olarak içine girdiği yeni, yepyeni dünyayı kastediyor olmalıydı. Böyle bir durumda ise ikinci mısranın gerçek içeriği “Ben sana hasret, Allah a hasret Sen” anlamına geliyordu. Bu yeni anlamı düşündükçe sıkıldığını, içinin daraldığını hisseden Dilara, bu düşüncelerden uzaklaşarak “Deniz” ke­limesine bir başka anlam yüklemek istiyor fakat bunu da başaramıyordu. Dilinin ucuna hep aynı mısra, hep aynı kelimeler geliyordu.

“Ben sana hasret, Allah’a hasret Sen” İyi ama Kadir bunu nereden biliyor, böyle bir sonuca nasıl varıyordu ki? Dilara küçük yaşlardan beri Allah'a ina­nan, O'na saygı duyan bir insandı. Ne zaman çaresizlik içinde kalsa Allah'a yönelir, O'na dua ederdi. Bazı duaları­nı kabul etmese bile O'na yine sitem etmez, O'na olan sevgisi ve saygısı azalmazdı. Belki de batıda, hıristiyan bir toplum içinde yetişmiş olmanın getirdiği bir hoşgörü, sevgi dolu bir esneklikti bu!. Çünkü batıdaki insanların Allah ile ilişkisi ne kadar sevgiye ve hoşgörüye dayanıyorsa; doğu ülkelerinde yetişen İnsanların Allah ile ilişkisi o kadar kor­kuya ve katı kurallara dayanıyordu. Nitekim Kadir de böy­le bir Allah inancı taşıyor ve Allah'tan, Allah'ın hükümle­rinden bahsederken saygı dolu bir korku içine giriyordu!.

Bu düşünceler içinde büfeden viski şişesini alan Dila­ra, buzlu bardağına bir miktar viski koyduktan sonra salondaki tek kişilik koltuğa oturdu. Kısa bir süre elindeki bardağa bakarken Kadir'in artık içki içmediğini çünkü içki­nin müslümanlara haram olduğunu hatırladı. Kendisi de müslümandı ama ara sıra içki içiyor ve her nedense bunu hiç yadırgamıyordu!. “Bu yaptığım doğru mu?” diye küçük bir soru sordu kendisine!. Bu küçük soruya kendisini ra­hatlatacak cevaplar ararken, Kadir'in “Bak Dilara!. “Allah yok” diyenler, Allah yokmuş gibi yaşayabilirler. Fakat bizler “Allah var” diyorsak ve buna inanıyorsak, Allah'ın varlığını dikkate alarak yaşamak zorundayız. Çünkü “Allah vardır” diyen akıllı.bir insan, Allah yokmuş gibi yaşayamaz...” söz­lerini anımsadı.

Tartışılmayacak kadar açık, itiraz edilemeyecek kadar doğru sözlerdi bunlar!, “Allah var ise var gibi, yok ise yok gibi yaşamak!..” Bu kısa sözün uzun anlamını düşünen Diiara, kısık bir sesle “Elbetteki “Allah yok” demek akılsızlık, “Allah var” deyip yok gibi yaşamak ise daha büyük akılsızlık!.” dedi kendi kendine. Fakat kısa bir duraksamadan sonra kendi kendine söylediği bu güzel'sözden uzaklaşmak İstedi. Çün­kü bir gül kadar güzel olan bu sözün, kendisine yavaş ya­vaş batan dikenlerini hissetmeye başlamıştı!. Dilara'nın “Var” dediği Allah, elinde içki bardağı ve bacak bacak üstüne atmış bir şekilde koltukta oturmakta olan Dilara'ya öylece bakıyordu sanki!. İçinde git gide artan bir utanç duygusuyla önce ba­cağını indiren Dilara, elindeki içki bardağının da giderek ağırlaştığını hissediyordu!. “Bana neler oluyor?” diyerek kendine gelmek ve elindeki bardaktan birkaç yudum içmek istedi.

Fakat olmuyor, elindeki bardağı bir türlü dudaklarına götüremiyordu!. Çünkü kendisine öylece bakmakta olan Allah'a sanki bir isyan, sanki bir başkaldırı olacaktı bu!. Kendisini görmekte olan Allah'ı dikkate almadan içki içmek, hiç kuşkusuz ki “Sen bu içkiyi haram ettin, haram ettin ama işte ben içi­yorum” anlamına gelecekti. Bunları düşünen Dilara kalbi­nin derinliklerinde bir korku, içini ürperten bir korku his­setti. İlk kez, hayatında ilk kez Allah'tan korkuyordu!. Ve bu korku ile elindeki bardağı sehpaya bırakarak, aceleci adımlarla merdivene yöneldi. Salonda öylece kendisine bakan Allah'tan bir an önce uzaklaşmak ve ya­tak odasına giderek, yorganın altına girmek istiyordu. Bel­ki de çocuksu bir yaklaşımla, yorganın altında yalnız ve İlahi bakıştan uzak olacağını düşünüyordu!..

Yaklaşık bir haftadır Kadir'i düşünen Dilara, ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu. Kadir ile ilk ayrıldığında bunun uzun sürmeyeceğini ve Kadir'in tekrar geleceğini düşünmüştü. Şimdi ise böyle bir düşüncesi, böyle bir umudu yoktu. Çünkü Kadir kendisine göre yapması gerekeni yapmış, söylemesi gerekeni söyle­miş ve aldığı olumsuz cevaptan sonra veda bile etmeden evden ayrılmıştı. Kadir'i çok iyi tanıyan Dilara, böyle bir ayrılıştan sonra dönüş olmayacağını da biliyordu.

Bu durumda iki seçeneği vardı Dilara'nın!.

Ya hiçbir şey yapmayacak ve Kadir'siz bir dünyaya razı olacaktı. Ya da ilişkilerini kurtarmak için bir şey yapılması gerekiyorsa bunu artık kendisi, Kadir'in bir daha gel­mesini hiç beklemeden, hiç umud etmeden bizzat kendisi yapacaktı. Fakat bu iki seçenek de. Dilara'nın istediği veya isteyerek kabul edebileceği seçenekler değildi!. Çün­kü ne Kadir'siz kalmak, ne de sanki haksızmış gibi Ka­dir'in arkasından gitmek istiyordu!.

Bir ikilem, iç dünyasını alt üst eden bir ikilem içindeydi Dilara!. Saatlerce düşünüp bazı kararlar veriyor fakat kısa bir süre sonra bütün bu kararlarından birer birer vazgeçiyordu. Tabi ki bu durumuna kendisi de şaşıyor ve şimdiye kadar hiç bu kadar tutarsız olmadığını düşünüyordu. Bazen kendi kendisine “Ben ne istiyorum?” diye soruyor ancak bu so­ruya açık bir cevap veremiyordu. Çünkü yaşadığı son olay­larda ne istediğini değil, ne istemediğini çok iyi biliyordu Dilara!.

Kadir'siz bir dünyayı ne kadar istemiyorsa, Kadir'in kendisini davet ettiği o küçücük dünyayı da o kadar İstemiyordu. Dilara o küçücük dünyaya sığabile­cek, o küçücük dünyada mutlu olabilecek bir insan değil­di!. Anadolu'daki kadınların uzun giysiler ve başlarındaki örtü ile o daracık dünyada nasıl yaşayabildiklerini. Öylesi bir dünyada nasıl gülebildiklerini bir türlü anlayamıyordu!. Gökyüzünün engin derinliklerinde hiç uçmayan kuşların, kafes hayatına rıza göstermeleri gibi bir şey olmalıydı bu!. Özgürlüğün ne olduğunu hiç bilmeyen bu kuşlar, belki de kafeste kendilerine verilen üç-beş yem tanesiyle yetinebiliyor, birkaç yudum su içerek mutlu olabiliyorlardı!.

Ama Dilara öyle değildi ki!.

Özgürlüğü gören ve tanıyan bir insan, yaşadığı bu özgürlükten nasıl vazgeçebilirdi? Milyonlarca insanla aynı şehirde yaşayan ve hergün yüzlerce insanla muhatap olan bir kişi, bu aktif kişiliğini nasıl terkedebilir ve kendisine ya­bancı bir kimlikle pasif bir hayatı nasıl tercih edebilirdi? İn­sanın doğasına, insanın fıtratına aykırı bir durum değil miydi bu?

Fakat ne olmuşsa olmuş, kendisiyle aynı hayatı yaşayan Kadir, böylesine aktif bir hayatı terkederek köylülere Özgü basit bir hayatı tercih etmişti!. Verdiği bu kararla herşeyi terkeden Kadir sadece Dilara'yı terketme'miş, sadece Dilara'dan vazgeçmemişti. Zaten tekrar Almanya'ya gelmesi ve yürekten sözlerle, yal­varan gözlerle Dilara'ya içini açması da bu nedenle değil miydi? Düşünceleri bu noktaya gelince duygulandığını his­seden Dilara “Ahh Kadir, ahh Kadir'im” dedi içinden.

Seviyordu, gerçekten çok seviyordu kocasını!. Meseleye kendi açısından baktığında kendisine. Kadir'in açısından baktı­ğında Kadir'e acıyordu!. Kadir'in biraz değişmesi, eski ha­line biraz benzemesi için neler vermezdi ki!. Ancak böyle bir değişim hiç mümkün gözükmüyordu. Çünkü Kadir “Ben müslümanım” diyen herkese göre çok doğru ve çok tutarlı şeyler söylüyordu. “Ben de müslümanım” diyen Di­lara Kadir'in anlattığı bu doğrulara 'müslüman' sıfatıyla nasıl itiraz edecek, bu doğrulan nasıl eleştirecekti?

Dilara aslında Kadir'in anlattığı bu doğrulardan, bu gerçeklerden rahatsız değildi. Kadir'in bütün bu anlattıkları entelektüel bir konuşma veya bilgilenmeyi amaçlayan bir sohbet konusu olsa. Dilara bu anlatılanların hepsine katı­lım gösterebilir ve böylesi bilimsel konuşmalardan keyif alabilirdi. Fakat durum hiç de böyle değildi!, Çünkü Kadir için bütün bu doğrular bilimsel bir sohbet değil, dinsel bir teslimiyet konusuydu.

Ve Kadir, Dilara'nın ufkunu zorlayan bir irade gücü ile bütün bu doğrulara teslim oluyordu!. Kadir durumundaki birisi için başlı basma bir devrim olan bu teslimiyet ve bu tesli­miyeti sağlayan güçlü irade, her ne kadar itiraf etmese de Dilara'nın saygı duyduğu, gizli duygularla takdir ettiği bir iradeydi. Çok kısa bir zamanda ne kadar çok değişmiş, ne kadar farklı bir insan olmuştu böyle!. Kadir gerçekten di­ğer insanlardan çok ayrı. çok özel bir insandı. Gerçi Dila­ra da kendisini Kadir'den ayrı, Kadir'den farklı tanımlamıyordu. Zaten Kadir'i böylesine sevmesinin önemli bir ne­deni de, çoğu kez Kadir'de kendisini, kendisinde Kadir'i görmesiydi.

Son gelişmeleri değerlendirdiği ve Kadir'i düşündüğü bazı anlarda “Erkek olsam, belki ben de aynı şeyi yapardım” dediği dahi olmuştu. Çünkü söz konusu İslami doğru­lara bir erkeğin teslimiyeti ile bir kadının teslimiyeti birbi­rinden çok farklı şeylerdi!. Çevreye ve topluma karşı kendilerini çok daha rahat hisseden erkekler, böyle bir ka­rarı daha kolay verebiliyor ve toplum içindeki kişiliklerinde çok belirgin bir değişiklik hissetmiyorlardı.

Ancak kadınlar için, özellikle çağdaş ve modern kadınlar için aynı durum söz konusu değildi!. Bu kadınların ondört asır Önce gelen hükümlere teslim olmaları demek; yirmibirinci yüzyıldan ve bu yüzyılın kendilerine verdiği kimlik ve kişilikten uzaklaşa­rak ondört asır önceye dönmeleri demekti. Peki bunu kim yapabilir, çağdaş ve modern bir kimlikle varoluşunun farkı­na varan, bu kimlik ve kişiliği İçine sindiren hangi kadın böyle bir değişime güç yetirebilirdi?

Kaldı ki bu kadınların karşı karşıya getirildiği dinsel doğrular, söz konusu değişimin gizli kalmasını ve dört duvar arasında yaşanmasını da istemiyor, bu doğrulara teslim olan kadınların sokağa çıkacaklar zaman örtünmelerini ve 21. yüzyıla çok yabancı olan bu kıyafetleriyle bütün bir dünyaya adeta meydan okumalarını emrediyordu!. Dünya görüşünü, kimlik ve kişiliğini büyük ölçüde giydiği kıyafet ve fiziki görünüşü ile tanımlayan çağdaş kadınlar için, elbetteki zor, elbetteki çok zor bir durumdu bu!.

Dilara bir ara bunu düşünmüş, uzun giysiler ve başörtüsü içinde sokağa çıktığını, Frankfurt kaldırımlarında ağır adımlarla yürüdüğünü hayal etmişti!. Bunu hayal etmek bile içinin gizli bir utançla ürpermesine ve bu şiddetli ürperti ile tüm içinin boşalıvermesine yetmişti!, Dilara böyle bir kıyafet ile sokağa çıksa, hiç kuşkusuz ki o kıyafetin içinde bir Dilara, bir kadın, bir insan olmazdı, olamazdı!. İçi boş, içi bomboş bir kıyafet olurdu ol. Çünkü öyle bir kıyafet içinde Dilara başını bile kaldıramaz, şu an sahip olduğu kişilik değerlerinden hiçbi­rinin varlığını hissedemezdi.

Dilara için bir yokluk, yokluk içinde bir yokoluş olurdu bu!. Oysa erkekler için böylesine bir kimlik ve kişilik erezyonu söz konusu değildi. Hatta birçok erkek bu dinin kendilerine verdiği aile içi liderlik pozisyonu ile kimlik ve kişiliklerini daha kuvvetli bir hale getirebilirlerdi. Aslında Kadir'in bütün bunları gör­mesi, kendisi için biraz daha kolay olan bazı tercihlerin Dilara için ne kadar zor, ne kadar imkansız olduğunu an­laması gerekirdi.

Ama anlamamıştı Kadir!.

Dilara onu anlamasına ve ona anlayışla yaklaşmasına rağmen, o Dilara'yı yeterince anlamamış ve böyle bir anlayışla yaklaşmamıştı. Tabi ki bunun nedeni meseleye er­kek gözüyle bakması ve bir erkek rahatlığı içinde değer­le ndirmesiydi. Halbuki bu meseleye bir de Dilara açısından baksa ve böyle bir değişimde Dilara'nın tüm kimlik ve kişi­liğini yitireceğini görse; belki böyle bir değişimi Kadir de beklemez, böyle bir yokoluşu Kadir de istemezdi!. Çünkü Kadir'in sevdiği Dilara, şu an ki kimlik ve kişilik değerleriy­le varolan gerçek Dilara'ydı. Öyle bir değişimde Kadir'in sevdiği bu Dilara'dan geriye bir şey, hiçbir şey kalmazdı ki!.

Evet, Kadir bunları görmemiş, bunları farketmemiş olabilir­di. Kadir kendisini ve düşüncelerini anlatmak için nasıl ki Almanya'ya gelmişse, Dilara da kendisini ve duygularını anlatmak için gerekirse ona gitmeli, ona herşeyi açıkça izah etmeliydi. Başka dünyalarda yaşayan kocasına “Bak Kadir!. Sevdiğin kadın aslında benim, benim şu an ki kim­liğim, şu an ki kişiliğim” diyerek, onu kendileriyle ilgili ger­çek dünyaya davet etmeli ve bazı şeyleri zamana bırakma­yı önermeliydi.           

Zaten Kadir'in önemli bir hatası, çok acele etmesi ve Dilara'dan da acele bir karar beklemesi değil miydi? Oysa bazı şeyler zamana bırakıldı­ğında hem sorun büyümüyor, hem de söz konusu mesele zaman içinde daha bir açıklık ve kolaylık kazanıyordu. Şu an heyecanlı bir tutuculuk içinde olan Kadir, belli bir süre geçtikten sonra elbetteki daha esnek, daha anlayışlı olabi­lecekti. Belki yaşlandıkça Dilara da değişecek, şu an kendi­sine imkansız görüken bazı kararları yeniden düşünebile­cekti!.

Ayrıca Kadir'in ve Kadir gibi düşünen müslümanlann bir diğer hatası, insanların sadece dışına, dış görünüşüne bakmaları ve bu bakışa göre acımasız değerlendirmelerde bulunmalarıydı. Oysa insanların içini ve kalbini bilen Allah, insanları hiç kuşkusuz ki dış görünüşlerine göre değerlen­dirmiyordu. Zaten doğru olan da bu değil miydi?

Dilara bunları düşündüğünde ve meseleye bu açıdan baktığında, kendisini çok iyi ve çok rahat hissediyordu. Çünkü dünyadaki bütün insanlar bir imtihan içindeyse, Di­lara kendisini büyük bir çoğunluktan çok daha iyi, çok daha dürüst bir insan olarak görüyordu. Hiç kimsenin kö­tülüğünü düşünmüyor, insanların içinde bulunduğu ahlak­sızlıklardan uzak duruyor ve elinden geldiğince iyilik yap­maya çalışıyordu. Hem artık içki de içmiyor, içki de içmek istemiyordu Diiara!. Bütün bunları bilen Allah, onu neden cehenneme atsın, neden cezalandırmak işteşindi ki?

Evet, ilişkilerini kurtarmak için Kadir'le son kez de olsa gö­rüşmeli ve ona herşeyi daha açık anlatmalıydı. Fakat yine de Kadir'in peşinden Türkiye'ye gitme düşüncesi, Dila­ra'nın nefsine ve kadınsı gururuna pek hoş gelmiyordu. Böyle bir şey yaptığı zaman erkeklerin yakasını bırakma­yan basit kadınlara benzeyeceğini ve onurunun zedelene­ceğini hissediyordu!. Bu karmaşık duygular içinde ne ya­pacağını düşünürken, on gün sonra İstanbul'da yapılacak olan Ortadoğu disbüritörler toplantısına gitmeye karar ver­di.

Kadir'le görüşüp-görüşmeyeceğini, artık orada yani İstanbul'da düşünürdü!..

Dilara  İstanbul'a gelmeden önce eltisi Saliha ile görüşmüş ve toplantıdan sonra kendilerini ziyaret edebile­ceğini belirtmişti. Bu haberi samimi bir sevinçle karşılayan Saliha da çocukların buna çok sevineceğini söylemiş ve bu güzel düşüncesinden dolayı kendisine teşekkür etmişti. Di­lara'nın Saliha ile bu ön görüşmesindeki asıl niyeti ise İs­tanbul'a geleceğinden Kadir'in de haberdar olması ve bir vesile ile onun da oraya gelmesi, orada bulunmasıydı.

Fakat olmadı, bu umudu gerçekleşmedi Dilara'nın. Toplantıdan sonra hediyelerle gittiği Ömer'lerin evinde herkes olması­na rağmen, Dilara için herkesten daha önemli olan Kadir yoktu. Tabi ki kalbinde hissettiği meraka ses vererek “Kadir nerede?” diye sormadı onlara ve onlar da bu konuda hiçbir şey söylemediler kendisine!. Kısa bir sohbetten son­ra hep birlikte sofraya oturmuşlar ve güzel konuşmalar eş­liğinde, güze! bir yemek yemişlerdi. Hediyeler açıldığında, bu hediyelere en çok sevinen Enes ve Merve olmuş­tu. Oniki yaşlarında olan, Enes. ağırbaşlı bir erkek ciddiyeti ile teşekkür ederken; henüz dokuz yaşlarında olan Merve ise duygularını gizlemeye hiç gerek duymadan Dilara'ya sarılmış ve teşekkür sözleri ile onu yanaklarından öpmüş­tü. Daha önceleri çocuklara beyniyle bakan ve aklıyla an­lamaya çalışan Dilara, yaşadığı son olaylardan kaynaklansa gerek onlara ilk kez kalbiyle bakınca hiçbir şey düşünme­den çok farklı şeyler anlamaya, çok güzel şeyler hissetme­ye başlamıştı.

Çocuklardaki bu saf güzellik, henüz dejenere olmamış insan fıtratının asıl itibariyle ne kadar temiz, ne kadar sıcak ve içten olduğunu gösteri­yordu. Fakat insanlar büyüdükçe fıtratjarındaki bu güzellik­ler küçülüyor ve bütün bunların yerini kişilik savaşlarında kullanacakları bencil vasıflar, yapay etiketler alıyordu. Ama herşeye rağmen insan fıtratının derinliklerinde yine de te­miz kalmış, yine de bozulmamış bazı bölgeler olabiliyordu. Nitekim çocuklardaki saf ve sıcak güzelliğin, yetişkin insan­ların kalplerinde hissedilebilir olması ve hoş bir karşılık bulması bu gerçeği gösteriyordu.

Dilara'nın kadınsı hissiyatı ile dikkatini çeken bir baş­ka şey ise, Saliha ile Ömer arasında daha önce hiç görmediği, hiç farkedemediği bir yakınlığın olmasıydı. Her ne olmuşsa olmuş, Ömer ile Saliha'nın birbirlerine bakışları ve davra­nışları belirgin bir şekilde değişmişti. Ömer hanımına karşı oldukça sıcak ve saygılı yaklaşırken, kocasının ne istediğini gözlerinden anlamaya çalışan Saliha da ona sevgi dolu bir sıcaklıkla yaklaşıyor ve Ömer'in her İsteğini gizli bîr bay­ram heyecanı ile yerine getiriyordu.

Tabi ki doğruydu Dilara'nın bütün bu gördükleri!.

Sevgiyle beraber Ömerlerin evinde hayat gerçekten değişmiş gibiydi. Aynı gündelik yaşantıyı sürdürmelerine rağmen artık çok farklı şeyler hissediyorlar, çok farklı şey­ler yaşıyorlardı. Daha önceleri zorunlulukla ve sorumluluk duygusuyla yaptıkları bütün işler, artık onlar için bir sevme ve bir sevilme vesilesi oluyordu. Tabi ki Allah'ı dikkate alan her müslüman gibi bu rahmetli durumu Rahman'dan biliyorlar, birbirlerine yönelik bu sevgileri arttıkça, kendile­rine bu sevgiyi lütfeden Allah'ı daha fazla, çok daha fazia seviyorlardı.

Yatsı namazını ailesiyle birlikte kıldıktan sonra izin is­teyen Ömer. çocuklarla birlikte yatmış ve Dilara ile Saliha'yi salonda yalnız bırakmıştı. İki elti Önce gündelik ya­şantılarından konuşmuşlar ve kendilerini bu konuşmanın doğal akışına bırakarak birbirlerine kısmen de olsa içlerini açmaya başlamışlardı. Her ikisi de kadın olmasına rağmen farklı topraklara ekilmiş birer tohum, farklı dünyalarda ya­şayan birer canlı gibiydiler!. Dilara yorgun ve bezgin bir ruh hali içinde yoğun iş temposundan bahsederken, bu anlatılanları gizli bir yürek acısıyla dinleyen Saliha ise söz kendi yaşantısına gelince gözleri gülüyor, günlük yaşantı­sından sevinçli bir heyecan içinde söz ediyordu!.

Tabi ki Dilara'yı şaşırtan, Dilara'yı hayrete düşüren bir durumdu buî. Böylesine basit ve sıradan bir hayatı yaşayan Saliha. nasıl olur da böyle bir hayattan sevinç ve heyecan duyabilirdi? Kendisi uluslararası düzlemde iş yapmasına ve yüzlerce insanla il­gilenmesine rağmen, böylesine aktif bir yaşam trafiği için­de bile Saliha'nın duyduğu heyecan ve sevinci duymuyordu!. Bu tuhaf durumun nedenini değişik sorularla Saliha'ya yönelttiğinde, çocuksu bir utangaçlıkla omuzlarını kaldıran Saliha “Bilmem ki!.” dedikten sonra biraz düşünmüş ve dalgıniaşan gözlerle şunları söylemişti.,-

Dilara senin hayatın daha hareketli, yaptığın işler çok daha fazla olabilir. Ama anladığım kadarıyla sen başkalarının, belki de hiç tanımadığın insanların işlerini yapı­yorsun!. Ben ise yakından tanıdığım, “Ailem” dediğim yani sevdiğim ve sevindirmek istediğim insanların işini ya­pıyorum. Belki de aramızdaki fark bu!.

Saliha'nın saf bir içtenlikle söylediği bu sözler, Dila­ra'nın iç dünyasını derinden sarsan sözler olmuştu. Kendi­sine göre doğru bir bakış açısıyla çok doğru şeyler söyle­yen Saliha'yı, şimdi daha iyi anlayabiiiyordu. Demek ki Saliha'nın yaşadığı mutluluk, Saliha'ya göre önemli temel­leri, önemli nedenleri olan bir mutluluktu. Çünkü bir insa­nın sevdikleri için, sevdiklerini sevindirmek için çalışması, yaptığı iş ne olursa olsun o insan için bir sevinç nedeni, bir mutluluk vesilesi olabiliyordu.

Dalgın gözlerle Saliha'ya bakan Dilara, söz konusu meselenin kendi hayatına yöneiik içeriğini fazlaca düşünmeden “Mutlu olmana gerçekten sevindim" diyerek bu meseleyi kapatmak istedi. Bu söz üzerine yüzü aydınlanan Saliha ise “Mutluyum Dilara. Allah'a hamdolsun ki çok mutluyum” dedikten sonra biraz düşünmüş ve sanki yanlış bir şey söylemiş gîbi gizli bir mahcubiyet duygusuyla sus­mayı tercih etmişti. Çünkü bildiği kadarıyla Kadir'le bazı ailevi sorunları olan ve bu sorunlan henüz çözümleyemeyen Dilara'nın, şu an için hiç de mutlu olmadığını hissedi­yordu.

Bu kısa suskunluk içinde, her ikisi de Kadir'i düşünmesine rağmen sanki arala­rında anlaşmışlar gibi ne Dilara Kadir'den bahsetmiş, nede Saliha “Peki siz, sizin Kadir ile durumunuz nasıl?” diye sormuştu. Dilara bu konuda konuşmak istemiyorsa, böyle­sine özel bir konuyu kendisinin açması elbetteki hiç uygun olmazdı. Suskunluk içinde gerginleşmeye başlayan havayı rahatlatmak için “Dilara bir şey içmek ister misin?” diye sordu.

“Ne olabilir?”

“Bana sorarsan oğul otuyla, karabaş otunu tavsiye ederim.”

“Onlar da ne?”

“İçimi güzel bir ot çayı!. Hem “Kafa süpürgesi” di­yorlar. Kafadaki sorunları süpürüyormuş!.”

“Daha önce denedin mi?”

“Tabi ki!. Neden bu kadar mutluyum sanıyorsun!. Gülümseyen  Dilara halde  ben de  deneyeyim” dedi ve Saliha mutfağa doğru giderken aynı gülümseme ile ilave etti.

“Benim ki biraz koyu olsun.”

Saliha kısa bir süre sonra çayları getirmiş ve birlikte içmeye başlamışlardı. Ot çayı Dilara'nın da hoşuna gitmiş­ti. Saliha'nın söylediği gibi hafif ve içimi güzel bir çaydı. Nasıl yaptığını sorduğunda, tarifini Sabiha ablasından aldı­ğını söyleyen Saliha, bu tarifi kısaca anlattıktan sonra gü­zel bir insan olan Sabiha ablasından ve onunla yaşadıkları genç kızlık anılarından bahsetmişti.

Ailenin tek çocuğu olduğu için abla kardeş ilişkisini hiç yaşamayan Dilara için gerçekten hoş olaylar, ilginç anılardı bu anlatılanlar. Genç kızlık heyecanını sanki yeni­den yaşıyormuş gibi o dönemlerden bahseden Saliha'ya dalgın gözlerle bakarken, kendisinin oldukça disiplinli ve duygusal açıdan soğuk bir gençlik geçirdiğini düşündü. Böylesi güzellikleri hiç yaşamamanın verdiği gizli bir hüzünle “Saliha, hayatının en güzel günleri, o gençlik günleri olsa gerek” dedi.

Çok kısa bir süre düşünen Saliha başını iki yana sali yarak “Hayır Dilara” dedikten sonra devam etti.

“O günlerin elbetteki kendine özgü güzellikleri vardı. Fakat sonraki yıllarda daha güzel, çok daha güzel günlerim oldu.”

Dilara bu cevaptan hiçbir şey anlamamış gibi “Mese­la ne oldu, neler oldu?” diyerek, Saliha'yı biraz açmak is­tedi. Yüzündeki aydınlık bir gülümseme ile uzaklara bakan Saliha. daha sonra Dilara'ya dönerek “Mesela anne ol­dum. Anneliğin ne olduğunu yaşadım, ne olduğunu anla­dım” cevabını verdi. Annelik denilince öncelikle aşırı kilo almayı, ağırlaşmayı, doğum sancılarını, fiziki deformasyonu ve uykusuz geceleri anımsayan Dilara, Saliha'nın aynı hadiseyi bir mutluluk vesilesi olarak dile getirişini gizli bir hayretle karşılamıştı. Oysa sıradan bir hadiseydi bu!. Dün­yadaki milyarlarca sıradan kadının yaşadığı, gayet sıradan bir hadiseydi!. İçinde hissettiği küçümsemeyi gizlemeye ça­lışarak “Hayatındaki en güzel olay bu muydu, anne oiman mı?” diye tekrar sordu.

İçtenlikle “Tabi ki bu, tabi ki anne olmam” cevabını veren Saliha, Dilara'nın, gözlerindeki kısmi hayret ve anlamazlığı farkedince biraz duraksadı. Henüz anneliği- yaşa­mayan Dilara, Saliha'nın bu söylediklerini nasıl anlayacaktı ki!. Anne olmayan, anneliği yaşamayan bir kadın, kadın olmasına rağmen anneliğe bir erkek kadar uzak. bir erkek kadar yabancı değil miydi?

Dilara'yı düşündü!.

Daha önceleri anne olsaydı, hem Saliha'yı daha iyi anlayabilir ve hem de aile anlayışı daha farklı olabilirdi. Çünkü birbirini seven iki insanın bir bebek sahibi olmaları demek, aralarındaki sevginin can bulması, ete kemiğe bürünerek canlanması demekti. Böyle bir durumda ise eşler birbirine daha yakın ve daha anlayışlı olabiliyorlardı. Bunu bizzat görmüş, bizzat yaşamıştı Saîiha. Oğullan Enes bir-buçuk-iki yaşındayken çektirdikleri bir fotoğrafı hatırladı. Anne ve babasının ellerini tutarak yürüyen Enes'in. güzel bir fotoğrafıydı bu!.

Bu fotoğrafı görenler, hiç kuşkusuz ki anne ve babanın çocuklarına el uzat­tığını, çocuklarını ellerinden tuttuklarını zannederlerdi. Oysa bazı aile problemlerinin yaşandığı o dönemlerde, on­lar Enes'in elinden değil, Enes onların elinden tutuyor, Enes onları bir araya getiriyordu. Tabi ki aralarında yaşa­dıkları bazı sıkıntılar ne olursa olsun bunu hiçbiri Enes'e yansıtmıyor. Saliha babası hakkında Enes'e ne kadar gü­zel şeyler söylüyorsa, Ömer de annesi hakkında o kadar güzel şeyler söylüyordu. Zaten Enes'in aileye bağlı olarak yetişmesinin, anne ve babasının ellerini kuvvetle tutması­nın önemli bir nedeni de bu değil miydi?

Bunları düşünen Saliha, Dilara'ya annelik hakkında dilinin döndüğünce bir şeyler anlatmak, onunla bir şeyler paylaşmak istediğini hissetti. Belki az da olsa bir şeyler anlatabilir, Dilara az da olsa bir şeyler anlayabilirdi. Nere­den başlayacağını bilememenin verdiği kararsızlıkla kısa bir süre düşündükten sonra “Dilara anneliği henüz yaşa­madığın için beni yeterince anlayamadığını biliyorum. Bana göre bir insanın dünyada yaşayabileceği en güzel şey!. Erkekler anneliğin ne olduğunu bilselerdi, dünyaya erkek olarak geldikleri için çok üzülürlerdi.” dedi.

“Hiç sanmıyorum. Onlar erkekliklerinden hayli memnun gözüküyor.”

“Ben böyle düşünmüyorum. Bir annenin neler yaşa­dığını bilseler, inan ki bizleri kıskanırlardı” diyen Salına, biraz duraksadıktan sonra kalbindeki bebek tanımım, Dilara'yla paylaşmak istedi.,

“Bak Dilara!. Birbirini seven İki İnsanın bebek sahibi olmaları demek, aralarınaaki sevginin, aralarındaki sevdanın can bulması, yani ete kemiğe bürünerek canlanması demektir. Ve böylesine güzel olan bu olay sende, bu olay bende, bu olay bizde, bizimkimizde gerçekleşiyor.”

Saliha'nın yürekten söylediği bu sözler, sevgiye ve sevdaya önem veren Dilara'yı bir anda etkileyen sözler olmuştu. Lise mezunu olan Saliha. birbirini seven iki insanın bebeğini ne güzel tanımlamış ve anlam derinliği ne kadar güzel bir söz söylemişti böyle!.

Bir insanın ölümüne hiç şahit oldun mu? Saliha'nın bu sorusuyla kendini toparlamaya çalışan ve kaşlarını hafifçe kaldırarak “Birkaç kez” cevabını veren Dilara, biraz duraksadıktan sonra merakla sordu.

“İyi ama bunun konumuzla ilgisi ne?”

“Bir insanın ölümüne şahit olmak, bir insan için ne kadar acı, ne kadar hüzünlü bir olaysa: bir insanın yaratılışına, bir insanın dirilişine şahit olmak da en az o kadar güzel, o kadar sevinçli bir olay oluyor Dilara!.”

“Diriliş derken!.”

“Diriliş derken tabi ki bebeği kastediyorum. Onu ilk kez içinde hissettiğinde, önce çok tuhaf oluyor ve yavaş yavaş değiştiğini farkediyorsun.  Çünkü o zamana kadar “Ben, ben” derken sadece kendini, kendi varlığını ve ken­di duygularını kastederken, onu içinde hissettikten sonra “Ben” kavramındaki bütün bencillikler parçalanıyor. Önce­leri içinde tek bir can, tek bir yürek hissederken, yavaş ya­vaş ikinci bir canı, ikinci bir yüreği hissetmeye başlıyorsun. Artık "Ben'1 derken sadece kendini değil, kendinden bir parça olan bebeğini de kastediyorsun. Ve bu bebek sen­den hiç ayrılmıyor. Onunla beraber oturuyor, onunla kalkıyor, onunla yürüyor, onunla yatıyorsun. Karnında dönme­si, hareket etmesi, hatta minicik ayağı ile tekme atması bile sana büyük bir keyif veriyor. Kamını okşayarak “İyi olmana sevindim canım, sevindim hayatım” diyorsun.”

Dilara'nın kendisini büyük bir dikkatle dinlediğini gö­ren Saliha, kısa bir duraklamadan sonra aynı içtenlikle anlatmaya devam etti.

“Onun an be an büyümesini, an be an gelişmesini hissederken, kendine ait olan birçok şeyin küçüldüğünü farkediyorsun. Çünkü kendin ile bebeğini mukayese etti­ğin zaman, bu masum ve tertemiz canlı karşısında kendi­ne özel şeylerin küçüldüğünü, önemsizleştiğini görüyorsun. Bu öyle bir noktaya geliyor ki artık “Ben” derken kendini değil sadece onu. sadece bebeğini kastediyorsun. Sağlık ve sıhhatine Öncelikle bebeğin için dikkat ediyor, bebeğin için yemek yiyor, bebeğin için yaşıyorsun. Ona ve onunla birlikte yaşamaya o kadar alışmışsın ki, hamileliğinin son zamanlarında gizli bir hüzne kapılıyorsun. Bebeğimi do­ğurduktan sonra içim boşalacak, bende güzel ve değerli hiçbir şey kalmayacak diye endişelendiğini hissediyorsun!. Fakat bununla beraber onu görmek, onu kucağına almak, onu öpüp koklamak arzusu da büyüyor içinde.”

Saliha o güzel anları yeniden yaşıyormuş gibi anlat­maya devam etti.

“Sonra canından can çıkıyor Dilara!. Eksildiğini, bö­lündüğünü, İkiye ayrıldığını hissediyorsun. Artık içinde sevgili bebeğinin değil, bu bebeğinden geriye kalan geniş ve derin bir boşluk kaldığını görüyorsun. Önce seni üzüyor, seni korkutuyor bu boşluk. Fakat bebeğine baktığın zaman içindeki bu geniş ve derin boşluğun, çok daha geniş ve çok daha derin duygularla dolduğunu hissediyorsun. Sen daha önceleri ben bebeğimi doğurduktan sonra bende gü­zel, bende değerli hiçbir şey kalmayacak diye endişelenmene rağmen artık sende bir şeyin, sende yeni, yepyeni bir şeyin kaldığını görüyorsun. İşte bu analık ve analık duy­guları Dilara!. Ve sen ilk kez tanıştığın bu analık duygula­rıyla, canından çıkan cana sarılıyor ve “Canım” diyorsun.”

Saliha'nın bu son kısımları Dilara'nın şahsında anlat­ması, Dilara'yı da olayın içine çekmiş ve o duyguları kıs­men yaşatmış gibiydi. Daha önceleri uzaktan gördüğü, uzaktan tanımladığı olağan bir hadisenin aslında ne kadar güzel ve sıradışı olduğunu ilk kez farkediyor, ilk kez hisse­diyordu. O zamana kadar basit ve sıradan bir kadın olarak gördüğü Saliha'ya artık daha farklı gözlerle, daha farklı duygularla bakmaya başlamıştı. Küçük bir hayatı olmasına rağmen böylesine güzel şeyleri hisseden, bu kadar güzel şeyleri yaşayan bir kadın, kendisine açınılacak bir kadın olamazdı. İçinde hissettiği gizli hayranlık duygularıyla Sali-ha'ya bakınca, bu olumlu bakışları hayra yorumlayan Sali­ha anlatmaya devam etti.

“Sonra onu kucağına alıyorsun Dilara!. Dokuz aydır hiç görmeden sevdiğin bebeğinin yumütk gözlerine, küçücük bedenine bakıyorsun. Onu tekrar sevgiyle İçine almak, içinde gizlemek istiyorsun. Bu duygularla ona sarılırken “Bizim ailemize, bizim dünyamıza hoşgeldin canım, hoşgeldin hayatım” diyorsun. Onun ise hiçbir şeyden haberi yok!. Açık ağzı ile başını iki tarafa salladığını ve bir şeyler arandığını görünce, “Yavrum acıktı” diyorsun kendi kendi­ne. önce unutuyorsun bazı şeyleri ve “Yavruma ne yedireyim?” sorusu geçiyor içinden!. 0 an dünyanın en güzel, en temiz, en değerli yiyeceklerini billur kaplar içinde sun­mak istiyorsun yavruna!. Çünkü bu yavruna sunacağın gı­danın yavrun kadar temiz, yavrun kadar saf olmasını isti­yorsun. Fakat dünyada yavruna layık böyle bir şeyin olmadığını düşünüp, olamayacağını farkedince, çaresizlik­ten kalbinin daraldığını ve hüzünlendiğini hissediyorsun.”

İşte içinde hissettiğin bu çaresizlik dolu gizli hüzünle gözle­rin değil, göğüslerin ağlamaya başlıyor Dilara!. O an ken­dine geliyorsun. Rezzak olan Rabbinin lutfuyla şişen ve rahmet gözyaşları döken göğüslerine bakıyorsun. Göğsü­nün gözyaşları, yavruna vermek istediğin her güzel şeyin, en güzel bir özüdür sanki. Ve sen, içindeki bu saf ve güzel özü. yavruna billur bir tabak ve altın bir kaşıkla değil, için­den, içinden geldiği gibi veriyorsun. Seni nefes nefese emen yavrun senin sütünü değil, senin içini ve içindeki tüm güzel şeyleri, tüm güzel sevgileri emiyor Dilara. Ve sen bu güzellikleri ona verdikçe, ona içini, ona sevgini akıttıkça, içindeki tüm güzelliklerin daha bir arttığını, daha bir fazlalaştığını hissediyorsun. Sevgiyle bağrına basarak emzirdiğin küçücük bebeğin, yarınlarda Allah'ın lutfuyla çok iyi bir insan olarak neler yapabileceğini düşlüyor ve böyle bir kahramanı emzirmenin, böyle bir kahramanı ye­tiştirmenin mutluluğunu yaşıyorsun.

Bunları söyledikten sonra bir süre susan Saliha'ya ve Saliha'nın gözlerine bakan Dilara, bir tarafta Saliha'nın anlattıklarını diğer tarafta ise şimdiye kadar kendisi için gereksiz bir aksesuar olarak gördüğü kendi göğüslerini dü­şünüyordu!. Göz ucuyla göğüslerine bakınca, o zamana dek onları küçümsediğini, onlara haksızlık ettiğini hissede­rek, onları usulca ellemek ve onlardan adeta özür dilemek istedi!. Ancak yalnız olmadığını farkederek bundan vazgeç­ti ve kendisini toparlamaya çalıştı. Bir süre susan ve dalgınlaşan gözlerle sanki uzaklara bakan Saliha ise bu kısa suskunluktan sonra sözlerine devam etti.

“O an bir annenin ve anneliğin önemini de fark edi yorsun Dilara. Kendini milyarlarca anneden bir anne ola­rak değil, anneliğin öz makamındaki bütün anneler gibi gördüğün ve kendini bu genel vasıfla tanımladığın zaman yaşadığın tüm olayların anlamı çok daha derinleşip, çok daha güzelleşiyor. Bu gözle kendine, bu gözle yaşadıkları­na tekrar bakınca, bir bebeğe değil bütün bir insanlığa ha­mile kaldığını, bütün bir insanlığı doğurduğunu, bütün bir insanlığı emzirdiğini ve bütün bir insanlığı yetiştirdiğini his­sediyorsun. Bu farkediş sana o kadar güzel duygular veri­yor ve kişiliğini öyle bir npktaya çıkarıyor ki kendi kendine “İşte ben bunun için, böylesine güzel şeyler için yaratılmı­şım” diyorsun. Ve sana bütün bu güzellikleri yaşatan Al­lah'a hamediyor, Allah'a şükrediyorsun Dilara.”

Saliha'nın yürekten anlattığı herşeyi aynı yürek açıklı­ğı ile dinleyen Dilara, içinde iik kez hissettiği bazı kadınsı duygularla Saliha'yı anlamaya çalışıyordu. Saliha'yı anla­dıkça bir kadın olarak ona yaklaştığını hissediyor ve bu hissediş ile iç dünyasındaki kadın tanımını ilk kez sorgula­maya başlıyordu. Daha önceleri sıradan gördüğü milyarlar­ca kadın karşısında kendisinin Özel bir konumunun, özel bir duruşunun olduğunu düşünmesine rağmen şimdi bu dü­şüncesinin eskisi kadar sağlam ve tartışılmaz olmadığını hissediyordu. Bir tarafta seminer salonuna girince yüzlerce insanın ayağa kalktığı, büyük bir saygı ve hayranlıkla dinle­dikleri Dilara; diğer tarafta ise küçük bir evin kuytu köşe­sinde böylesi duygularla bütün bir insanlığı emzirdiğini his­seden ve böylesi güzellikleri yaşayan bir anne!. Bunlardan hangisi daha doğru, hangisi daha değerliydi? Daha önceleri bu soruyu dü­şünmeye bile gerek duymayan Dilara, şimdi bu soruyu ce­vaplandırmakta zorlanıyordu. Meseleye iş dünyasının kim­lik ve kişiliği ile yaklaştığında birinci olasılık ağır basarken, kadınsı fıtratıyla yaklaştığında her nedense Saiiha'nın anlattığı ve yaşadığı duygular daha bir özel, daha bir yakın geliyordu kendisine!. Çünkü iş dünyasında başarılı olmak, kadın erkek herkese açık genel bir konum olmasına rağ­men annelik sadece kadınlara ait, sadece kadınlara özel bir konumdu.

Ve bunu şimdiye kadar hiç hissetmemiş, böylesi duygulan şimdiye kadar hiç yaşamamıştı Di­lara!. Kalbini çelişkilere düşüren bu ikilemleri Saliha'ya hiç açmadan, onunla günlük yaşantısı hakkında bir süre daha konuştu. Fazlaca bir tahsili olmadığı halde zeki ve akıllı bir insan izlenimi veren Saliha, dışarıdan basit ve sıkıntılı gö­züken oiağan bir hayatı, Dilara'nın gördüğü ve anladığı kadarıyla olağan dışı bir mutlulukla yaşıyordu!. Burada ya­şamın şekli ve sınırları değil, bu yaşamı algılayış ve yorumlayış biçimi çok önemliydi!. Belki de yaşamın farkına var­mak ve gerçek anlamda yaşamak, yaşayabilmek bu olmalıydı!.

Düşünceleri bu noktaya gelince, Kadir'in son gelişindeki bir sözünü hatırladı. Beraber yaşadıkları yıllar hakkında konuşurlarken. Kadir hüzünle kendisine bakmış ve “Biz seninle birlikte yaşamamış, bir­likte yaşlanmışız Dilara” demişti. İlk duyduğunda pek bir anlam veremediği bu söz, bu gece dinlediklerinden sonra sanki yeni bir anlam kazanmıştı. Yaşamın farkına varmak ve gerçek anlamda yaşamak bu ise, acaba onlar beraber oldukları yıllar boyunca Kadir'in söylediği gibi birlikte yaşa­mamış, birlikte yaşlanmışlar mıydı?

Belki de haklıydı Kadir, belki de onun farkedemediği bazı şeyleri önceden farketmiş ve bunları anlatmak, bunları paylaşmak istemişti kendisiyle!. Gerçekten Kadir ile henüz yaşamadıkları, he­nüz paylaşmadıkları çok güzellikler olmalıydı. Bunları dü­şününce gönlünde kabaran Kadir sevgisiyle “Kadir buraya gelseydi, ne iyi olurdu” duygusuna kapıldı.

Fakat gelmemişti Kadir!.

Aralarında geçen  son  konuşmalardan  sonra belki üzülmüş, belki kırılmış olacaktı ki İstanbul'a gelmemiş ve köyde kalmayı tercih etmişti. Divane'den ve Yakup hoca­dan çok olumlu bahsettiğine göre belki de onların yanında kendisini daha iyi, daha rahat hissediyor olabilirdi. İyi ama şimdi ne olacak, bunca yıllık beraberiik burada bitecek miydi? İstanbul'a gelirken köye gitmek gibi bir düşüncesi olmayan Dilara, şimdi bir kararsızlık içindeydi!.

Almanya'ya gen dönse, Kadir'i bir daha ne zaman görecek, onunla bir daha nasıl ve nerede konuşabilecekti? Oysa Kadir'i görmek, onunla görüşmek ve uzun uzun onun gözlerine bakmak arzusu, içindeki kadınsı gurura rağmen an be an artan bir arzu oluyordu. Duygu yorgunluğu içinde bu arzusunu dur­durmak ve sorgulamak istemeyen Dilara, hiç düşünmeden köye gitmek, bir an önce köye gitmek istediğini hissetti.

“Bazı işlerim var” diyerek erken saatte evden ayrı­lan Dilara, öncelikle bir kafetaryaya giderek kahvaltı etmiş ve neskafesini içerken dün gece verdiği kararı bir kez daha gözden geçirmişti. İçinde bazı tereddütler ve nefsinin hoş­lanmadığı bazı duygular olmasına rağmen, Kadir'in bütün bunlara değecek bir insan olduğunu düşünerek kararını ye­nilemiş ve kafeden ayrıldıktan sonra bir araba kirahyarak köye doğru hareket etmişti.

Yol boyunca Kadir'i ve kendisini düşünen Dilara, her nedense ilişkilerinin kurtulacağına dair kuvvetli bir umud hissediyordu içinde. Belki de bu umudun nedeni, Dilara'nın kendisine ve Kadir hakkındaki duygularına güvenmesinden kaynaklanıyordu. İyi ve güzel bir insan oldu­ğuna inanan Dilara, yüreğini Kadir'e açtığında ve onun kendisinden istediği bazı şeyleri neden yapamayacağını açıkladığında, Kadir'in kendisini anlayacağını ve bu mese­leyi zamana bırakacağını düşünüyordu.

Zamanla Kadir'in değişebileceğini ve ılımlı bir nokta­ya gelebileceğini umud eden Dilara, bu süreç içinde kendisinde de bazı kısmi değişimlerin olabileceğine ihtimal veri­yordu. Nitekim eltisi Saliha ile dün gece yaptıkları konuşmalardan sonra kadın dünyasına bakışı ciddi bir şe­kilde değişmiş ve o zamana kadar küçümseyerek baktığı ev kadınlarını daha farklı bir gözle değerlendirmeye başla­mıştı. Basit ve rahat bir yaşam biçimi içinde olan bu ka­dınlar, erkeklerle çatışma ve mücadele düzlemine hiç gir­meden oldukça ucuza elde ettikleri kolay bir mutluluğu yaşıyorlardı. Saliha'nın yaşadıklarını anladıktan sonra onu ve onun gibi kadınları ekonomik özgürlük adına iş dünya­sının mücadele ortamına davet etmek ve onlara “Gelin bu düzlemde uzun yıllar çalışarak, çağdaş ve özgür bir kadın kimliği kazanın” demek, onlar açısından ne kadar komik ve gereksiz bir davet olurdu!.

Hem onların böyle bir istekleri, böyle bir gereksinimleri yoktu ki!. Onlar kadınsı fıt­ratlarına hoş ve uygun gelen bir aile ortamı içinde erkeği­nin hanımı ve çocuklarının annesi olarak yaşamaktan ol­dukça mutlu gözüküyorlardı. Annelik hakkındaki düşünceleri ve yaşadıkları duygular ise bir kadın olarak Di­lara'yı da derinden etkileyen duygular olmuştu. Gerçi Dila­ra onlardan çok farklı bir sosyal konumdaydı ama ilkel de olsa aynı kadınsı dürtülerin tesirinde kaldığını ve doğal ola­rak aynı kadınsı duyguları hissettiğini düşünüyordu!.

Köye on-onbeş kilometre kala, direksiyonun sarsıldığını ve arabanın hafif yalpaladığı­nı farkeden Dilara, hızını keserek arabayı oldukça dar olan köy yolunun sağına yanaştırdı. Arbadan inince sağ arka lastiğin indiğini gördüğünde kısa bir süre ne yapacağını ve nereden yardım isteyeceğini düşündü. Önce Kadir geldi aklına. Gerçi İstanbul'dan ayrılmadan önce geleceğini bil­dirmek için ona telefon etmiş fakat Kadir'in cep telefonu kapalı olduğu için görüşememişti. Arabadan cep telefonu­nu alan Dilara, belki şimdi açmıştır umuduyla Kadir'i tek­rar aradıysa da yine bir ses yoktu telefonda!.

Trafiğin pek işlek olmadığı boş yola bakan Dilara, inik lastiği kendisinin değiştirip-değiştiremeyeceğini düşündü!. Yıllar önce Kadir'in patlak lastiği çıkarıp, step­neyi nasıl taktığını görmüştü ama pek de kolay olmayan bu işi kendisinin yapıp-yapamayacağını bilemiyordu!. Bir karar vermeden önce stepneye bakmak için bagaj kapağı­nı açtı. Sağlam olan stepneyi bagajdan çıkararak yere koy­duğunda, yanından yavaşlayarak geçen bir arabanın on-onbeş metre ilerde durduğunu gördü. Arabadan İnen orta yaşlı bir adam ağır adımlarla yanma gelip selam verdikten sonra inik lastiğe baktı ve “Müsaade ederseniz yardım ede­bilirim” dedi. Teşekkür ederek kenara çekilen Dilara, ön­deki arabadan inen örtülü bir hanımın “Kahve ister misi­niz?” demesi üzerine onun yanma gitti.

Kadınla selamlaşrp, üç-beş cümîe konuştuktan sonra onun şivesinden ve türkçede zorlanmasından bu kadının bir yabancı olduğunu anlayan Dilara, nereli olduğunu so­runca onun bir amerikalı olduğunu öğrenmiş ve daha son­ra ingilizce olarak sürdürdükleri konuşmalarla aralarında sı­cak bir yakınlık oluşmuştu. Houstun'lu olan Angele, bir türk olan kocasıyla evlendikten bir süre sonra müslüman olmuş ve Hatice İsmini almıştı. Başörtüsü ve uzun elbiseler içinde oldukça rahat ve sevimli gözüken Hatice, termostan doldurduğu kahveyi Dilara'ya ikram ederken meraklı göz­lerle ona bakmış ve “Siz de müslüman mısınız?” diye sor­muştu. Böyle bir soruya daha önceleri çok rahat bir şekil­de “Evet” cevabını veren Diiara her nedense biraz duraksamış ve sonra kendisini toparlamaya çalışarak kısık bir sesle “Tabi ki Hatice!. Ben de müslümanım” karşılığını vermişti. Dilara'nın verdiği bu cevab üzerine başını düşün­celi bir şekiide öne doğru sallıyan Hatice ise önce hafif bir tebessüm etmiş ve daha sonra samimi bir ses tonuyla “İnşaallah daha güzel bir müslüman olursunuz” demişti.

Bu sözü yeterince anlamayan, anladığı kadarından da pek hoşlanmayan Dilara, ko­nuşmayı değiştirmek istercesine Almanya'da yaşadığını, bir iş kadını olduğunu ve kocasının ailesini ziyaret etmek için buraya geldiğini söyleyince, onların da aynı köye gitti­ğini öğrendi!. Kendisiyle birlikte kahve içen Hatice'ye te­bessüm ederek “Kocanızın ailesi de bu köyden mi?” diye sordu. Başını olumsuz anlamda yukarı kaldıran Hatice “Hayır, biz Yakup hocaya'gidiyoruz” deyince bir anda şa­şıran ancak duyduğu bu şaşkınlığı gizlemeye çalışan Dila­ra, o zamana kadar ismini hiç duymamış gibi Yakup ho­canın kim olduğunu ve oraya neden gittiklerini sormuştu.

Önce arabanın lastiğini değiştirmeye çalışan kocası­na, daha sonra kendisinden bir cevap bekleyen Dilara'ya bakan Hatice, biraz kısık bir sesle Yakup hocanın çok özel ve önemli bir insan olduğunu, uzun yıllar önce dünya genelinde yılın biüm adamı seçildiğini, Nobele aday göste­rildiği sene özel nedenlerle Türkiye'ye döndüğünü kısa bir şekilde anlattıktan sonra kocasının Yakup hocayı Houstun üniversitesinden tanıdığını, onun talebesi olduğunu ve her yıi birkaç kez onu ziyarete geldiklerini söyledi.

Hatice'nin bu anlattıklarını gizli bir hayretle dinleyen Dilara, Kadir'in bütün bunlardan haberi olmadığını ve Yakup hocanın da kendi özgeçmişi hakkında ona hiçbir şey anlatmadığını düşündü. Çünkü Kadir Yakup hocanın bu özgeç­mişini bilse, Dilara'ya bundan mutlaka söz eder ve Yakup hocanın neleri terkederek İslam'a yöneldiğini ciddi bir he­yecanla anlatırdı. Önce bü duyduklarının hepsini Kadir'e anlatmayı ve onunla paylaşmayı düşünen Dilara, daha sonra duraksamış ve bu düşüncesinden yavaş yavaş uzak­laşmaya başlamıştı. Çünkü Yakup hocayı zaten çok dikka­te alan Kadir, bütün bunları öğrendikten sonra düşüncele­rinde daha katı, daha sabit olabilirdi!. Ama bütün bunları söylemeyip gizlemesi de, dürüst bir insan için doğru olur muydu?

Kısa bir süre sonra arabasına binen ve bu iyiliksever aileden teşekkür ederek ayrılan Dilara, yol boyunca Yakup hocayı düşünüyor ve gerçekten merak ettiği bu adamın nasıl bir insan olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ancak bu sıradışı insanı düşünerek anlamak pek'mümkün değildi!. Aslında bu adamı görmek ve bu adamla görüşmek isterdi ama Kadir'e bunu nasıl söyleyecekti? Çünkü Yakup hoca hakkında öğrendiklerini Kadir'e söyleyipsoylememe konu­sunda, Dilara hala ciddi bir kararsızlık içindeydi!. Böylesi çelişkili düşüncelerle köye doğru ilerlerken, Kadir'in köyde olmadığını tabi ki bilmiyordu!..

İki mısralık kısa bir not yazdıktan sonra Dilara'nın evinden ayrılan Kadir, uzun bir süre taksiye binmemiş ve sessiz kaldınmlarda ağır ağır yürümeyi tercih etmişti. Ok­yanuslar gibi geniş o'an kalbinde, fırtınalar sonrası bir dur­gunluğu; bir sakinliği, bir sessizliği yaşıyordu. Dilara'ya ar­tık uzaklardan, çok uzaklardan bakan Kadir, biraz kırgın ve hüzünlü bir ruh hali içinde hep aynı kelimeleri, ona söylediği son sözleri tekrar ediyordu.

“Seni artık sen kadar, ne kadarsan o kadar sevece­ğim.”

Bu sözü her tekrar edişinde yüreğindeki Dilara'nın da tekrar tekrar küçüldüğünü ve kendi gerçekliğine yaklaştığını hissediyordu!. Bu hissediş ile Dilara'nın son sözleri­ni, son tavırlarını hatırladığında ise tuhaf duygulara kapılı­yor, Dilara'nın kendisini çok abarttığım ve çok önemsediğini düşünüyordu. Oysa bir insandı Dilara, bir damla nutfeden yaratılan ve her an Allah'a muhtaç olan küçük, küçücük bir insan!.

Karşısında ise Allah, alemlerin Rabbi olan Allah vardı. Bir insan Cebbar ve Kahhar olan Allah'a karşı nasıl büyüklenebilir, O'nun emir ve hükümlerine nasıl karşı çıkabilirdi? Kaldı ki her in­san yaşadığı her saniye ile ölüme, aldığı her nefes ile he­sap gününe yaklaşıyordu!. O halde bu büyüklenmenin ve bu isyanın, şaşkınlık ve cahillikten başka nasıl bir izahı ola­bilirdi!. Bu düşünceler içinde Dilara'ya kızmaktan çok acı­dığını hissederek “Onu affet ya Rabbi, ona hidayet et” du­asını yineledi.

Ve sonra Allah'ı, yine Allah'ı düşünmeye başladı. Böylesi duygularla Rahman ve Rahim olan Allah'ı düşünmeye başladığında. Dilara'nın küçüklüğünü dikkate alarak söylediği son sözü, Allah'ın büyüklüğünü dikkate alarak tekrarlamak istedi. Bu istek ile başını göğe doğru kaldıran Kadir “Ey Rahman ve Rahim olan Rabbim. Artık Seni de Sen kadar, ne kadar­san 0 kadar seveceğim” dedi.

Diliyle söylediği bu söz gönlüne düştüğünde, gönlündeki sakin okyanusun derinden gelen gizli bir sarsıntı ile ürpermeye ve ürpererek titremeye başladığını hissetti!. Gönlüyle birlikte titreyen dudaklarını zorla açma­ya çalışan Kadir bir kez daha “Artık Seni Sen kadar, ne kadarsan O kadar seveceğim” dedikten sonra gözyaşları ve hıçkırıklar içinde. “Ne kadarsan O kadar, ne kadarsan O kadar....” sözlerini tekrarlamaya başladı. Bir sayıklayışa benzeyen bu tekrarlayıslarla sözün anlamı çığ gibi büyüyor ve içindeki titreşimler git djide artıyordu!. Gönlündeki ok­yanus çılgın dalgalarla çalkalanıyor ve eceli gelmiş gibi çır­pınıyordu!.

Sığmıyordu, diliyle kolayca söyleyebildiği bu söz, Kadir'in gönlüne yaklaştıkça büyüyor ve onun gönlüne bir türlü sığmıyordu!. Bu duygu seli içinde ne yapacağını şaşıran Kadir, gizli bir panik ve açık bir çaresizlik içindeydi!. İçindeki okyanusa bir güneş gibi yaklaşan ve İlk anlarda onun içini, onun gönlünü aydınlatan bu söz, bir milim yaklaştıkça bin misli büyümeye ve nurdan bir sevda topu gibi etrafını yakmaya başlamıştı!. Nitekim bir süre, çok kısa bir süre sonra için­deki okyanusta bir damla su kalmamış, içindeki okyanus yanıp kuruyuvermişti!.

İşte o an, içindeki her şeyin yanıp-kavrulduğu o an Kadir yavaş yavaş kendine gelmiş, ne olduğunu ve ne olmadığını an­cak o zaman anlayabilmişti!. Ve bu anlayışla boynunu bü­kerek tevbe etmiş, tekrar tekrar tevbe etmiş ve yürekten gelen hüzün dolu bir sesle “Ben Seni, ancak ve ancak be­nim kadar, anlayışım ne kadarsa o kadar sevebileceğim” demişti.

Böylesi bir duygu yoğunluğu ve yorgunluğu içinde sessiz kaldırımlarda yürürken artık ne yapacağını, nereye gideceğini düşünen Kadir, cevabını bulmakta zorlandığı bu düşüncelerle kaldırımın kenarına oturdu. Yaşadığı bu hayal kırıklığı içinde Türkiye'ye dönme fikri, her nedense gönlüne pek hoş gelmiyordu, Halbuki Almanya'ya ne gü­zel duygular, ne güzel umudlarla gelmişti!.

Ama olmamıştı işte!.

O Dilara'sına on adım gelmiş, Dilara ise ona bir adım bile gelmemişti. Bunu düşündüğü an, Allah'ın “Ku­lum Bana bir adım gelirse, Ben ona on adım gelirim” sö­zünü hatırladı. Rahmet ve merhamet dolu bu söz, ne ka­dar güzel bir sözdü. Tabi ki O Allah'tı, merhamet edenlerin en merhametlîsiydi. Bir kul O'nun lutfuyla O'na bir adım gidince; Rahman'in ta kendisi olan Allah, engin rahmetiyle ona on adım gidiyor, onun bir adımlık yaklaş­ma çabasını lutfuyla ona katlıyordu. Kul yeter ki O'na git­meye, O'na yaklaşmaya karar versin!.

Allah'a gitmek!.

Kadir'in şimdiye kadar hiç düşünmediği bir soruydu bu'. Böyle bir sorunun dünya hayatındaki coğrafi cevabı ise herhalde Kabe. Kabe-i Mükerreme olmalıydı. O zama­na kadar sadece fotoğraflarını gördüğü Kabe'yi düşünen, Kabe'yi hayal eden Kadir, gönlünün git gide artan bir ar­zuyla heyecanlandığını hissetti. Artık ne yapacağım, nere­ye gideceğini düşünmesine gerek var mıydı? “Yok, nereye gideceğimi düşünmeme artık gerek yok” diyen Kadir, bu kararlılık içinde oturduğu yerden besmeleyle kalktı.

Kabe'ye, Kabe-i Mükerreme'ye gidiyordu..

Köyde Kadir'i bulamayan ve kayınvalidesi Nedime hanımla görüştükten sonra onun Kabe'ye gittiğini öğrenen Dilara. Önce şaşırmış ve bu şaşkınlık içinde yüreğinin hızla sıkıldığını hissetmişti. Müslümanların ihtiyarlayınca gittikleri Kabe'ye. Kadir her nedense ihtiyarlığı beklemeden gitmişti!. Tabi ki Dilara için hiç de hoş bir durum değildi bu!. Kadir'in bu yaşta Kabe'ye gitmesi, onun dinde ne kadar koyulaştığını ve dolayısıyla Dilara'dan ne kadar uzaklaştığını gösteriyordu. Kabe'ye gidenlere 'Hacı' denildiğine göre, herhalde koca­sına da “Hacı Kadir veya Hacı efendi” denilecekti.

Hacı Kadir veya Hacı efendi!.

Dilara'ya ne kadar yabancı ve itici bir kimlikti bu böyle!. Aylar önce tercihini yapan Kadir, tercih ettiği yol­da arkasına bile bakmadan gidiyor ve Dilara'dan hızla uzaklaşıyordu. Yaşanan ve görünen durum bu olduğuna göre Dilara Kadir'in nesinden umutlanmış ve buralara ka­dar neden gelmişti ki? Bu cevapsız soru ile içinin karardı­ğını ve gülünç duruma düştüğünü hisseden Dilara, biraz yalnız kalmak ve ne yapacağına karar vermek için evin ön terasına çıktı. Hafif yüksekçe olan bu terastan, köyün bü­yük bir kısmını görebilmek mümkündü. Önce yan bahçe­deki ağaçlan budayan adama bakan Dilara, daha sonra dalgın gözlerle köyü seyretmeye başladı. Daha önceleri kendisi için hiçbir anlamı olmayan bu basit köye, şimdi ol­dukça farklı ve biraz kızgın gözlerle bakıyordu. Çünkü dün­yalarını alt üst eden herşey bu basit köyde olmuş, burada gerçekleşmişti.

Olay yeri burasıydı!.

Sessiz ve sakin duruşuyla kendi halinde gözüken bu köy, Kadir gibi bir insanı Avrupa'dan, daha doğrusu bütün bir dünyadan koparmıştı!. Sanki aklı tutulmuş, gözleri büyülenmişti Kadir'in!. Divane'nin yaşadığı bu köyde, kendisi de ona benzemiş, kendisi de bir divane oimuştu!. Belki de Divane'den değil, asıl itibariyle Yakup hocadan etkilenmiş­ti!. Nedensiz bir şekilde dünyayı ve ilmî kariyerini terkeden bu adam. Kadir için gerçekten kötü, çok kötü bir ör­nek olmalıydı. Kadir böyle bir insanla normal şartlarda karşılaşsaydı, hiç kuşkusuz ki bu kadar etkilenmez ve bu adama böylesi bir yakınlık duymazdı. Ancak babasının ölü­münden çok etkilenmiş ve bu sıradışı insanla, duygularının en zayıf olduğu bir dönemde karşılaşmıştı.

Bu düşünceler içinde Kadir'e acıdığını, Yakup hoca­ya ise gizlice öfkelendiğini hisseden Dilara, yolda karşılaş­tığı amerikah müslümanın Yakup hoca hakkında söyledik­lerini bir kez daha hatırladı. Nobele aday gösterilen bir bilim adamının, bütün bunları terkederek böyle bir köye yerleşmesinin elbetteki akli ve makul bir nedeni olamazdı. Peki bu adamla aklı başında hiç kimse karşılaşmamış, bu adama nasıl bir çılgınlık yaptığını anlatmamış mıydı?

Merak ediyordu, Yakup hocanın nasıl bir insan olduğunu gerçekten merak ediyordu!. Kadir köyde olsaydı, onunla Yakup ho­caya gitmek ve aklı başında bir insan olarak bu adamı hem tanımak, hem de eleştirmek isterdi. Fakat Kadir yok­tu ve oğluyla telefonda görüşen Nedime hanımın söyledi­ğine göre dört-beş gün sonra gelecekti. Açık bir kararsızlık içindeydi Dilara!. Çünkü buradan dönüp gitse. Kadir'i bir daha ne zaman görecek ve onunla nasıl görüşebilecekti!. Bunun yanı sıra böyle bir köyde dört-beş gün kalmak ise. kendisi için hiç de kolay değildi. Gerçi Kadir'in etkilendiği ve değişime uğradığı bu köyde dört-beş gün kalması, Ka­dir daha iyi anlayabilmesi için iyi bir ortam ve güzel bir fırsat olabilirdi.

Acaba, acaba Kadir olmadan da Yakup hocayı görebilir, onunla görüşebilir miydi? Böyle bir olasılık mümkün ise şimdilik burada kalabilir ve kalmasının güzel sonuçlan ola­bilirdi. Çünkü Yakup hocayla yalnız görüşebilir ve Kadir'in dünyasındaki Yakup hoca; balonunu biraz söndürebilirse, Kadir'le görüşmesi elbetteki çok daha verimli bir şekilde sonuçlanabilirdi!. Ayrıca Yakup hocayı yakından tanıması, Kadir'deki sıradışı değişimin hiç akli gözükmeyen psikolo­jik nedenlerini anlayabilmesine de yardımcı olabilirdi.

Bir karara varabilmek için terastan içeriye giren Dila­ra, kendisi için yemek telaşında olan kayınvalidesine Kadir'in Yakup hocadan çok bahsettiğini ve onunla görüşüp-görüşemeyeceğini sordu. Bu soruya her nedense çok sevi­nen Nedime hanım, kısa bir süre düşündükten sonra göz­lerini açarak “Ahmed bugün komşumuz Şerife hanımın bahçesini buduyor. Onunla Yakup hocaya haber göndere­lim. Umarım görüşürsünüz. dedi. Ellerini aceleyle yıkayıp kapıya doğru yürüyen Nedime hanım, bir anda durarak Dilara'ya döndü ve “Ahmed'e bu köyde Divane derler. Fa­kat ben Ahmed oğlumu çok severim, çok iyi bir insandır” dedikten sonra kapıyı açarak dışarı çıktı.

Kayınvalidesinin bu sözleri ile az önce yan bahçede gördüğü adamın Divane olduğunu anlayan Dilara, içinde hızla uyanan bir merak ile tekrar terasa çıktı. Nedime ha­nım yan bahçeye doğru yüyürken. bir ağacın üstüne çıkmış olan Divane büyük bir ciddiyetle bazı dalları kesiyordu. Bu görüntüden aldığı ilk intiba, Dilara'yı biraz şaşırtmıştı!. Çünkü Kadir'in heyecanla anlattığı Divane, çok basit ve sı­radan bir adama benziyordu!. Fakat yine de onun hakkın­da önyargılı bir yaklaşımda bulunmak istemedi. Kayınvali­desini görünce ağaçtan inen ve onun ellerini hürmetle öpen Divane'ye, biraz merak ve biraz da sıcak duygularla öylece baktı.

Akşama doğru Yakup hocadan gelen olumlu cevap üzerine köyde kalmaya karar veren Dilara, geceyi Kadir'in odasında geçirmiş ve her nedense el dokuması kilimler­den, pamuk minderlerden oluşan bu odada kendisini çok rahat hissetmişti. Fabrikasyon hiçbir eşyanın bulunmadığı bu şirin oda, insanın içiyle bütünleşen bir doğallığa, bir sı­caklığa sahipti. Kısa bir süre “Beş yıldızlı otellerde böylesi odalar olsa!.” diye düşünen Dilara, bu düşüncesinden gü­lümseyerek uzaklaştı ve kendisini pamuk yatağın doğal yu­muşaklığına bırakarak uyumayı tercih etti.

Ertesi gün kendisini almaya gelen Divane'yle ilk evin avlusunda karşılaşan Dilara, dalgın ve düşünceli göz­lerle kendisine bakan Divane'ye samimi bir sesle “Hoşgeldiniz” dedi. Bu söz üzerine kendisini toparlayan ve başını öne eğerek “Hoşbulduk yenge hanım” diyen Divane, sıkıl­gan adımlarla kapının önüne çıktı. Arabayı kullanacak olan Dilara, arabanın şoför kapısını açtıktan sonra Diva­ne'ye ön koltuğa oturabileceğini söylemesine rağmen bu söze hiçbir karşılık vermeyen Divane belirgin bir utangaç­lıkla arkaya oturmayı tercih etmişti.

Yola çıktıklarında hiç konuşmayan, kısık bir sesle sadece yolu tarif eden Divane'yi biraz anlamaya, biraz tanımaya çalışan Dilara, onu biraz açabil­mek için “Kadir bana sizden, sizin dostluğunuzdan bahset­ti. Sizi gerçekten çok seviyor” dedi. Bu söze uzun bir süre hiçbir cevap vermeyen Divane, Dilara'ya sıkıntılı gelen bu suskunluktan sonra yumuşak bir sesle “Sizi daha çok sevi­yor” karşılığını verdi. Bir anda kendi özeline giren bu ce­vapla şaşıran Dilara, şaşkınlığını gizlemeye çalışarak “Bunu biliyorum” dedi. Sonra konuyu değiştirmek isterce­sine “Siz bu köyde mi doğdunuz?” diye sordu.

“Siz de onu seviyor musunuz?”

Konuşmayı kendi bildiğince sürdüren Divane'ye kısa bir süre dikiz aynasından bakan Dilara “Tabi ki” dedikten sonra ilave etti.

“Hem bunu niye soruyorsunuz ki!. Sizin bunu bilme­niz gerekirdi.”

Sesini bir anda yükselterek “Ben bilmiyorum” diyen Divane, bir süre sustuktan sonra daha yumuşak bir sesle “Ben bunu hiç anlamıyorum” dedi.

“Neden?”

“Ne demek neden? Ben uzun yıllardır hayalinin pe­şinden giderken, siz gerçeğine sırt çeviriyorsunuz!. Ben bunu nasıl anlayayim?”

Bu sözler üzerine Divane'yi düşünen ve ona ne diye­ceğini şaşıran Dilara, hafif titreyen bir sesle “Aramızda bazı sorunlar var. Siz bunu bilemezsiniz!.” dedi.

“Ben sorunları değil, sevgiyi bilirim. Gerçek sevgiyi bilirim.”                                                   

Kısa bir süre susan Divane devam etti.

Dünyanın birçok yerini gezdiğinizi sanıyorum. Söy­leyin bana, sevmekten ve sevilmekten daha güzel bir şey gördünüz mü? Sorunlar diyorsunuz!. Sorunlarınız mı bü­yük, sevginiz mi? Sevgi dediğiniz şey, dünyanın bütün so­runlarını hiç zorlanmadan aşamıyorsa, siz bana sevgiden bahsetmeyin. Çünkü .sevgide engel, gerçek sevgide maze­ret yoktur.

Divane'nin bu sözlerini tekrar tekrar düşünen ve dal­gın gözlerle yola bakan Dilara, uzun süre susmayı ve ona hiçbir şey söylememeyi tercih etti. Çünkü sevginin bedelini bütün bir ömrüyle ödemekte olan bu adam, insanların ez­bere ve çok ucuza kullandıkları sevgi kelimelerinden değil, sevginin kendi özünden, kendi gerçekliğinden bahsediyordu. Dün bahçede gördüğü ve basit bir insan zannettiği Di­vane, Kadir'in söylediği gibi gerçek sevgiyle karşılaşan ve gerçekten seven bir insan olmalıydı. Sevgiye dair çok düz­gün cümleler kurması ise yaşadığı sevgideki bilinci, farkın dalığı gösteriyordu.

Acaba böylesine seven bir Divane mi, yoksa böylesine sevilen bir Gülbenaz mı olmak güzel­di? Meseleye kadınlar açısından bakıldığında, her kadın sevdiği erkek tarafından böylesine sevilmeyi isteyebilirdi. Çünkü sevilmek, çok çok sevilmek, kadınların gerçekten istedikleri, gerçekten ihtiyaç duydukları bir şeydi. Fakat sevmek ve sevgiyi içten yaşamak, sevilmekten ve sevgiyi dıştan yaşamaktan daha güzel, çok daha güzel bir şey ol­malıydı. Zaten kendisini de buraya, bu köye getiren bu de­ğil miydi? Dilara öncelikle sevildiği. Kadir kendisini sevdiği için değil, kendisi Kadir'i sevdiği için buralara gelmemiş miydi?

Bir yol ayırımına yaklaştığını farkeden Dilara, arka­dan bir ses gelmeyince arabayı yavaşlatarak “Şimdi nereden?” diye sordu. Bu soru ile dalgınlıktan kurtulan Diva­ne, kendisini toparlayarak "Afedersin yenge hanım" dedikten sonra ilave etti.

Sağdan gideceğiz. Zaten Yakup hocamın evi de az ilerde..

Dilara’yı samimi bir tebessümle karşılayan Yakup hoca,

“Hoşgeldiniz” dedikten sonra onları içeriye buyur etti. Köye gelirken yoldan aldığı şekerleme paketlerinden birini “Bu sizin için” diyerek tahta masanın üzerine bıra­kan Dilara, teşekkür eden Yakup hocanın el işareti üzerine yerdeki geniş mindere oturdu. Divane ise duvardaki ki­taplıktan ciltli bir kitab aiarak, yüzü dışarıya dönük bir şekilde açık oian kapının eşiğine oturmuş ve sanki yalnız-mış gibi elindeki kitabı açarak okumaya başlamıştı. Divane'yi bu rahatlığı içinde bırakan Yakup hoca, üzerinde bir­kaç kitab bulunan yer sehpasının arkasındaki mindere oturduktan sonra “Köyümüze dün gelmişsiniz. Tekrar hoşgeldiniz” dedi.

Biraz zoraki bir tebessümle “Hoşbulduk” diyen Dila­ra, kısa bir hal hatır soruştan sonra meraklı gözlerle etrafa bakarak, ilk kez geldiği böyle bir ortamı anlamaya çalıştı. Duvardaki kitablıklar olmasa, herhangi bir köylünün basit bir evi gibiydi burası!. Gerçi kılık kıyafetiyle Yakup hoca­nın da sıradan bir köylüden farkı yoktu ama kendinden emin yürüyüşü, soğukkanlı tavırları ve hiç de normal olma­yan çok sakin bakışları ile sıradışı bir insan olduğunu belli ediyordu. Bir süre etrafına baktıktan sonra tekrar Yakup hocaya dönen Dilara “Yaşamak için niye böyle bir yer seçtiniz?” diye sordu.

“Burasını seviyorum.”

“İnsanlardan uzak olduğu için mi?”

Dilara'nın açıkça söylediği bu söz üzerine kısa bir süre düşünen Yakup hoca “Doğru söylüyor olabilirsin!.” İn­san zaman zaman kendisi ile, sevdiği ile yalnız kalmak isti­yor” dedi. Bu cevabın ne anlama geldiğini anlayan Dilara

“Sevdiğiniz kim?” diye sormadı Yakup hocaya. Çünkü son zamanlarda sıkça duyduğu “Allah” cevabıyla karşılaşa­cağını tahmin ediyordu.

“Hayattan ve insanlardan kaçmadan, sevdiği ile bir­likte yaşamak isteyenlerin işleri bu kadar kolay değil!.”

İçinde hem itham, hem de şikayet olan bu söz üzeri­ne hafifçe tebessüm eden Yakup hoca “Hayattan olmasa da. insanlardan kaçtığımı yani onlardan uzaklaştığımı ka­bul edebilirim. Dediğiniz gibi bu kolay bir tercih ise ben kolayı seçtim” dedikten sonra düşünceli bir şekilde ilave etti.

“İnanır mısınız!. Ben bu kolayda bile zorlanıyorum!.”

Bu dirençsiz cevap karşısında eleştiriye nasıl devam edeceğini şaşıran Dilara, biraz düşündükten sonra “Tabi ki bu sizin tercihiniz. Önemli olan bu gibi kişisel tercihlerini­ze başkalarını da davet etmemeniz” dedi. Bu rahat ve pa­tavatsız söz üzerine bakışları biraz ciddileşen Yakup hoca. kısa bir suskunluğun ardından “Endişelenmenize gerek yok. Burada yalnız yaşıyorum” cevabını verdi.

“Kendim için endişelenmiyorum. Sadece Kadir’deki değişimlerden kaygı duyuyorum.”

“Bildiğim kadarıyla Kadir'in kaygılanılacak bir duru­mu yok.”

Yakup hocanın bu cevabı üzerine tebessüm eden Di­lara yine aynı rahatlıkla “Sizin bu cevabınıza hiç şaşırma­dım Çünkü siz de ondan farklı değilsiniz!.” deyince, kaşla­rını hafifçe kaldıran Yakup hoca “Ne demek istediğinizi pek anlayamadım” dedi. Bu soru üzerine kısa bir süre te­reddüt eden Dilara “Hatice hanım ve beyi ile yolda karşılaştım” dedikten sonra onun geçmişi hakkında bütün öğ­rendiklerini kısaca anlatıverdi. Anlatılanları sakin ve tepkisiz bit şekilde dinleyen Yakup hoca'dan herhangi bir karşılık  gelmediğini  görünce “Merak ediyorum.   Bunları Kadir'e niye anlatmadınız?” diye sordu.

“Önemli olsaydı anlatabilirdim!.”

“Öyle bir kariyeri terketmek, sizce önemsiz bir şey mi?”

Yakup hoca bu konuşmalardan sıkıldığını belirten bir yüz ifadesiyle “Önemli olsaydı, zaten terketmezdim” cevabını verdikten sonra ayağa kalkarak “Çay mı istersiniz, yoksa neskafe mi?” diye sordu. Kendisine göre oldukça Önemli olan bu meselenin çok kesin bir üslupla kapatıldığı­nı gören ve bundan hiç hoşlanmayan Dilara, kısık bir sesle cevap verdi.

“Varsa neskafe alayım.”

“Olmasaydı zaten teklif etmezdim” diyen Yakup hoca, köşedeki elektirikli semaverden Divane'ye bir çay, kendilerine iki neskafe hazırladı. Divane'nin çayını verdik­ten sonra Dilara'ya “Süt ister misiniz?” diye sordu.

“Sade ve şekersiz olsun.”

Neskafeleri getirdikten sonra aynı yerine oturan Ya­kup hoca. kapının önünde oturan Divane'ye dalgın gözler­le bakarak kahvesini yudumlamaya başladı, önce Diva­ne'ye ardından Yakup hocaya bakan Dilara ise son konuşmalarla gerginleşen havayı biraz yumuşatabilmek ga­yesiyle “Kadir Almanya'ya geldiğinde bana sizlerden çok söz etti. Sizleri çok seviyor” dedi. Bu söz üzerine tebes­süm eden Yakup hoca “Biz de onu çok seviyoruz” dedik­ten sonra ilave etti.

“Kadir çok iyi bir insan. Umarım beraberliğiniz de­vam eder.”

Düşünceli bir şekiide kahvesinden birkaç yudum içen Dilara, biraz hüzünlü bir sesle “Bu daha çok Kadir'in elinde, onun yapacaklarıyla ilgili!.” dedi.

“Kadir'in ne yapmasını istiyorsunuz?”

“Herşeyden önce beni anlamasını!.”

Bir süre Dilara'nın gözlerine bakan Yakup hoca, hiç­bir söylemeden kahvesini alarak ağır ağır yudumlamaya devam etti. Onun bu sessiliğinden rahatsız olan Dilara “Niye susuyorsunuz!. Bunu beklemeye hakkım yok mu?” diye sordu. Bakışlarını tekrar Dilara'ya çeviren Yakup hoca “Var, elbetteki var” dedikten sonra devam etti.

“Bir insan kendisini doğru anladıktan, doğru tanıdık­tan sonra, bunu tabi ki yakınındaki insanlardan da isteyebilir.”

Bu imalı söze biraz alındığını hisseden Dilara, alın­ganlığını gizlemeye hiç gerek duymadan “Siz benim kendi­mi doğru anlamadığımı, doğru tanımadığımı mı düşünü­yorsunuz” diye sordu.

“Sadece sizinle ilgili değil. Ben batı toplumunda yeti­şen insanların, genel olarak kendilerini doğru tanımadıkla­rı, tanıyamadıkları kanaatindeyim.”

“Neden?”

“Batı dünyasındaki kapitalist kültür, insan fıtratını ta­nımaktan  ziyade kendi  beklentilerine göre  tanımlamayı esas alan bir kültürdür. Yegane beklentisi üretim ve tüke­tim grafiğinin yükselmesi olan bu kültür, insanların çok sı­nırlı olan doğal ihtiyaçlarını karşılamakla yetinemeyeceği için, bu insanlara her geçen gün artan sınırsız ihtiyaçlar üretmeyi esas almıştır. Dünya insanlarını çok kaba bir ta­birle üreten ve tüketen bir hayvan gibi tanımlayan kapita­list kültür, insana getirdiği bu aşağılayıcı tanımı, tüm im­kanları ile çağdaşlık ve modernlik adına empoze etmeye çalışır. Şimdi soruyorum size!. Kendisini küçük yaşlardan beri kapitalist kültürün bu aynasında gören, bu aynasında farkeden, bu aynasında tanımlayan hangi insan, kendisini yani kendi gerçekliğini doğru olarak anlamış veya tanımış olabilir?”

Yakup hocanın anlattıklarını doğru bulan ancak onu tasdik etmek istemeyen Dilara, duyduklarını hiç önemsememiş bir yüz ifadesiyle “Bu söyledikleriniz yeni şeyler de­ğil” dedikten sonra ilave etti.

“Zaman zaman bizler de böylesi eleştiriler yapıyoruz. Fakat bu gibi eleştirileri yapmakla, ortadaki gerçeklik değişmiyor!.”

“Ve kapitalizm gerçeği değişmeyince, bu gerçeğe göre siz değişiyorsunuz!. Öyle mi?”

“Bu dünyada yaşıyorsak, hoşumuza gitmese de ha­yatın bazı gerçeklerini kabul etmemiz gerekir.”

“Hoşunuza gitmese de bazı akıbetleri kabul edeceği­niz gibi mi?”

Şaşırmış bir yüz ifadesiyle kaşlarını kaldıran Dilara, meraklı bir ses tonuyla “Ne demek istediğinizi anlıyamadım!.” dedi.                                          

“Bakın Dilara hanım!. Allah her insana elbetteki bir tercih hakkı vermiştir. Ancak her tercihin bir karşılığı, bir bedeli vardır. Hoşlanmadıklan halde batılı ve zulmü tercih edenler, ne yazık ki hoşlanmadıkları bir akibetle karşılaşa­caklardır.”

“Bunu siz bilemezsiniz!.”

“Ben bildiğimi'değil, Allah'ın bize bildirdiğini söylü­yorum.”

Sıkıntılı gözlerle Yakup hocaya bakan Dilara “Herke­sin sizin gibi toplumdan uzaklaşmasını, böyle bir yalnızlığa çekilmesini mi istiyorsunuz?” diye sordu. Başını hafifçe iki yana sallıyan Yakup hoca “Tabi ki hayır” dedikten sonra ilave etti.

“Müslümanlığı yaşamanın, zaman ve mekanla bir ilgisi yoktur. Önemli olan her insanın kendi gerçekliğini anlayabilmesi, yaptığı tercihlerle hangi kervanın peşine takıl­dığını, hangi yolun yolcusu olduğunu farkedebilmesidir.”

Dilara'nın düşünceli bir şekilde sustuğunu gören Yakup hoca, yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya devam etti.

“Çam ağaçlarında yaşayan ve ipekböceklerine ben­zeyen tırtıllar vardır. Bunlar yere düştükleri zaman birbirle­rinin peşine takılarak uzun bir ip meydana getirirler. Yüz­lerce tırtıldan oluşan bu yolcu kafilesinde, en öndeki tırtıl hariç diğer tırtılların hiçbirinde “Nereye gideceğiz?” endi­şesi yoktur. Çünkü her biri önündeki tırtılın arkasına tutunmuş bir şekilde ilerlemekte, önündeki tırtıl nereye gi­derse onu izlemektedir. Bu yolcu kafilesindeki en şaşkın, en sıkıntılı tırtıl, en öndeki tırtıldır. Nereye gideceğini bile­meyen bu tırtıl aslında bir yol değil, arkasına tutunacağı bir başka tırtıl aramaktadır. Bu arayış içinde bazen geniş bir kavis çizerek kafilenin en arkasındaki tırtıla yetişir ve onun arkasına tutunuverir. Geniş bir çember oluşturan bu yolcu kafilesinde artık bütün tırtıllar rahattır. Bir yerlere gittikleri ve ilerledikleri zannıyla, aynı çember etrafında dö­nüp durmaya başlarlar!.”

Yakup hoca neskafesinden birkaç yudum içtikten sonra sakin bir yüz ifadesiyle devam etti.

“Ben ormanda tırtılların bu halini gördüğümde, dün­yadaki milyarlarca insanın içinde bulunduğu durumu hatırlıyorum. İlgi duydukları değişik konularda birbirlerinin peşi­ne takılan ve bir .adım önündekini takip eden insanlar, tırtıllarınkine benzeyen yüzlerce ayrı kervan oluşturmakta­dır!. Oysa herhangi bir kervana takılmak isteyen akıllı bir insanın, bir adım önündekinden ziyade en öndekinin nere­ye gittiğini bilmesi ve bunu dikkate alması gerekir. En öndekilerin gittikleri yer. şayet gitmek gitmek istedikleri güzel bir yer ise bu kervana dahil olmaları elbetteki akıllıca bir iştir. Ancak kervana öncüiük edenlerin gittikleri yer yani akıbetleri, hoşlandıkları bir akibet değilse: bu kervana takıl­mak nefse ne kadar hoş gelirse gelsin, böyle bir kervanın yolcusu olmaktan sakınmaları gerekir. Öyle değil mi?”

Tırtıl örneğini ve insanların içinde bulunduğu genel durumu çok iyi anlayan Diiara, kendisine aniden yöneltilen bu soruya kısık bir sesle “Öyle gibi” demekle yetindi.

“Ama insanlar ne yazık ki bunun farkında değil. İn­sanlara Hz. Musa'nın akibetini mi, yoksa firavun'un akı­betini mi istersiniz?” şeklinde bir soru yöneltilse, hepbir ağızdan “Hz. Musa'nın akibetini isteriz” diyeceklerdir. Saf ve samimi bir şekilde bu cevabı veren insanların büyük bir çoğunluğu, Hz. Musa'nın akibetini istemelerine rağmen nefsi nedenlerle firavunlara özgü yaşam tarzlarının, fira­vunlara özgü yolların, firavunlara özgü kervanların peşine takılmaktadırlar!. Oysa selam ve rahmet üzerine olsun-Hz. Musa'nın akibetine ulaşabilmek, ancak ve ancak Hz. Musa'nın yoluna girmekie, nefsimize hoş gelmese de onun kervanına katılmakla mümkündür.”

Anlatılanları dikkatle dinleyen ve çok iyi anlayan Di­lara, Yakup hocanın durumunu ve yıllar önce yaptığı tercihin nedenini de anlamış gibiydi!. Demek ki Yakup hoca söz konusu kervanların şimdiki haline, şimdiki popülerliği­ne değil, önemle ve öncelikle akibetlerine bakıyordu!. Ni­tekim yıllar önce o kervandan ayrılmasının nedeni de, o kervanın gittiği yeri görmesi ve böyle bir akibeti istemediği için o kervandan ayrılmak istemesiydi.

Yakup hocanın söylediklerini tekrar düşünen Dilara, son sözler ile meselenin kulluk ve teslimiyet konusuna geldiğini de çok iyi anlamıştı. Bu durumdan pek hoşlanma­yan fakat yine de dürüst ve açıksözlü olması gerektiğine inanan Dilara, kendisinden bir karşılık bekleyen Yakup hocaya “Bu zor bir tercih, zor bir imtihan” cevabını verdi.

“Karşılığı ebedi cennet olan bir imtihan, elbetteki kolay bir imtihan değildir.”

Yakup hocanın her şeye rağmen bir erkek rahatlığı içinde konuştuğunu düşünen Dilara, biraz asabi bir ses tonuyla “Erkekler için fazlaca zor olduğunu düşünmüyorum. Kadınlar için, biz kadınlar için çok daha zor” dedikten sonra kadınların ve erkeklerin teslimiyetleri konusundaki farklılıkları anlattı. İslam'ı kabul eden bir erkeğin, kendisi­ne verilen liderlik konumuyla kimlik ve kişiliğinin daha da kuvvetlendiğini, kocasına itaat ederek ikinci sınıf bir canlı durumuna düşen kadının ise korkunç bir hiçliğe sürüklen­diğini ve böyle bir durumu kesinlikle kabul edemeyeceğini söyledikten sonra ilave etti.

“Her ikisi de aklı başında birer insan olduğuna göre, kadının erkeğe neden itaat etmesi gerektiğini anlayamıyorum!.”

Anlatılanları sakin bir ciddiyetle dinleyen Yakup ho­canın hiçbir cevap vermediğini gören Dilara “Belki bunun nedenini siz de yani erkekler de bilmiyorsunuz ama erkek tarafında olduğunuz için itiraz etmiyorsunuz?” dedi.

Kaşları bir anda çatılan Yakup hoca “Diyelim ki bu hükmün-nedenini, bu hükmün hikmetini bilmiyoruz. Kime ve ne hakla itiraz edeceğiz Dilara hanım!.” diye sordu. Or­tamın bir anda gerginleştiğini gören ve Yakup hocanın so­rusuna ne cevap vereceğini bilemeyen Dilara, biraz tedir­gin bir ses tonuyla “Lütfen sakin olun. Ben sadece düşündüklerimi söyledim” dedi.

Kısa bir suskunluktan sonra bakışları sakinleşen Ya­kup hoca “O halde ben de düşündüklerimi söyleyeyim” dedikten sonra devam etti.

“Allah (c.c.) meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Çamurdan yaratacağım bu beşere secde edin” buyurduğunda; Adem (a.s.) kendisine neden secde edileceğini, melekler de Adem (a.s.)'a neden secde edeceklerini bilmiyorlardı. Cinlerden olan İblis hariç, bütün melekler secde etti. Çünkü sözkonusu emir, Allah'ın em­riydi. İblis ise emir Sahibini dikkate almadan, kendi değer ölçülerine göre emrin içeriğini değerlendirdi ve ateşten ya­ratılan kendisini, çamurdan yaratılan Adem'den daha üs­tün gördüğü için secde etmedi. Oysa mesele, Adem (a.s.)'ın İblıs'ten veya diğer meleklerden üstün olup-olmama meselesi değildi. Allah (c.c.) onlara “Adem sizler­den üstündür. O halde ona secde edin” dememiş, kısa ve kesin bir şekilde “Adem'e secde edin” buyurmuştu. Bu emrin gereğini yaparak Adem'e secde eden melekler, na­sıl ki Adem'e değil, Allah'a itaat etmiş oluyorlarsa; emre karşı çıkan İblis de Adem'e değil Allah'a karşı çıkmış, Ona isyan etmiş oluyordu.

Verilen bu örnek ile İlahi hükme İtiraz eden kimsele­rin şeytanınkine benzer bir hata içinde olduğunu anlayan fakat bunu hiç belli etmek istemeyen Dilara, dikkatli bir suskunluk içinde dinlemeye devam etti.

“Dinde olduğu gibi aile yaşantısında da birliği dileyen Rabbimiz, kadın ve erkek arasında bir tercih yapmış ve liderlik görevini erkeğe vermiştir. Kadın ve erkek fıtratını yani onların duygularını, nefsi eğilimlerini, zayıf ve kuvvetli yönlerini bizlerden çok daha iyi bilen Rabbimizin bu takdi­ri, hiç kuşkum yok ki bir aile için en hayırlı takdirdir. Ayrı­ca şunu da bilmemiz gerekir ki kadınların erkeklere itaat etmesiyle ilgili hükümler, erkekler İçin bir üstünlük veya kadınlar için aşağılanma vesilesi değildir. Bu durum sadece Rabbimizin kadın ve erkeğe verdiği iki ayrı konumdur. Bu­rada önemli olan hangi konumda olunduğu değil, bu ko­numların gereğini yapıp yapmamaktir. Çünkü aile yaşantısı içinde emir sahibi gibi gözüken erkek de, asıl itibariyle bir emir kuludur. Kadın veya erkek tüm müslümanlar gibi Allah'ın hükümlerini yaşamakla ve bunun da ötesinde aile­sine yaşatmaya çalışmakla yükümlüdür. Meseleye bu açı­dan bakıldığında kadın müslümanlar sadece kendilerinden sorumlu iken erkek müslümanlar hem kendilerinden, hem de hanımlarından sorumludur.”

“Bu sorumlulukla kadınlarım döven, kadınlarına zul­meden erkekler var!.”

“Allah'ın bir emaneti olan kadınlarına zulmeden er­kekler, asıl itibariyle kendilerine zulmetmektedir.”

“Ama yine de dayak yiyenler, acınacak duruma dü­şenler, kadınlar oluyor!.”

“Meseleye hesap günü boyutundan bakacak olursa­nız, kadınlarına zulmeden erkeklerin gerçekten acınacak duruma  düştüklerini  görebilirsiniz. Zulme uğrayıp Allah için sabreden kadınların durumu ise ebedi hayatta acına­cak değil, gıpta edilecek bir durum olacaktır.”

Meseleye din açısından bakıldığında her soruya ce­vap verilebileceğini düşünen fakat bu cevaplan yine de içi­ne sindiremeyen Dilara, sıkıldığını hissettiği bu konuşmala­ra ara vermek düşüncesiyle “Bir kahve daha alabilir miyim?” diye sordu. “Tabi ki” diyerek yerinden kalkan Yakup hoca, Divane'nin de boşalan bardağım alarak her ikisine yeni çay ve neskafe koydu.

“Kahveyi seviyorum.”

Dilara'nın bu sözüne tebessüm ederek “Ben de sevi­yorum” diyen Yakup hoca, yerine otururken ilave etti.

“Yılların alışkanlığından kaynaklansa gerek, sabahla­rı kahve içmeden kendime gelemiyorum.”

Sıcak kahvesinden birkaç yudum içen Dilara, kahvesini içip-bitirdikten sonra kalkıp gitmeyi düşünü­yordu. Söyledikleri doğru olsa bile olaylara sadece dinsel açıdan bakan ve hayatın gerçeklerini fazlaca dikkate almak istemeyen bu ihtiyar adamla, bundan fazla konuşmanın pek bir anlamı yoktu. Onlara buraya çok özel bir insanla karşılaşacağı umuduyla gelmesine rağmen bu beklentisin­den oldukça farklı bir kişilikle karşılaşmıştı. Acaba Kadir bu ihtiyar adamda ne bulmuş, bu adamın nesinden etkilen­mişti kî? Çünkü çok özel sanılan bu adamın geçmiş kariye­ri ne olursa olsun, şu anki durumu sıradan bir müslümandan farklı değildi.

Bunları düşünürken tekrar Yakup hocanın gözlerine bakan Dilara, kendisine sakin bir şekilde bakan bu gözlerden yine de etkilendiğini hissetti. Çünkü nedenini bilmedi­ği derin bir sakinlik ve insana güven veren belirgin bir hu­zur vardı bu yaşlı adamın gözlerinde!. Acaba yaptıkları bu kısa konuşmadan sonra Yakup hoca »kendisini nasıl gör­müş, nasıl tanımlamıştı? Yakup hocanın gözlerinde bu so­ruya cevap arayan fakat bulamayan Dilara, her nedense kendisini biraz tanıtmak için Allah'a olan inancını açıkça söylemek istedi.

“Bilmenizi isterim ki, küçük yaşlardan beri Allah'a inanan bir insanım.”

“Buna sevindim. Umarım bu inancınıza göre yaşarsı­nız!.”

Bu sözün yine bir eleştiri içerdiğini hisseden Dilara, gizli bir kızgınlık içinde “Zaten bu inancıma göre yaşıyorum.” dedikten sonra ilave etti.

“Allah'ı seviyorum. Allah'ı seven insanların. Allah ta­rafından sevildiğine inanıyorum.”

Hafifçe omuzlarını kaldıran Yakup hoca “Bilemiyo­rum!.” dedi.

“Neden böyle dediniz? Sevginin karşılığı sevgi değil midir?”

“Gerçek bir İlahi sevginin karşılığı elbetteki sevgidir. Ancak gerçek İlahi sevgide teklik ve bütünlük vardır. Allah'ı gerçek anlamda seven mü'minierin kalbi, her sevgi­nin sergilendiği bir sevgi pazarı gibi değildir!. Bu kalpler­deki sevgi çınarının geniş gövdesi, sadece ve sadece Allah sevgisidir.  Dalları ve yaprakları ise Allah'ın sevdiği tüm şeylerin. Allah için sevilmesidir. Böyle bir İlahi sevgi iİe ta­nışan kalplerde, bu İlahi sevgiye aykırı hiçbir sevgiye, hiç­bir hevese, hiçbir isteğe yer yoktur. Bu sevgiyi kalplerinde yaşatan mü'minierin tek isteği, kalplerindeki tek Sevgili'yi hoşnut etmektir. Tek ve en büyük korkulan ise bu Sevgili'ye karşı gelmeleri ve bu Sevgili'den uzaklaşmalarıdır.”

Kısa bir süre susan ve soru dolu gözlerle Dilara'ya bakan Yakup hoca, sakin bir sesle sordu.

“Yüreğinizdeki Allah sevgisi böyle bir sevgi ise dışını­za hiç taşmayan, kimliğinize, kişiliğinize ve gözlerinize hiç yansımayan böyle bir sevgiyi nasıl gizleyebildiğiniz öğren­mek isterim!.”

Hızla kullandığı arabayı aniden bir direğe vurmuş gibi sarsıldığını hisseden Dilara, ne diyeceğini bilmez bir şekil­de öylece Yakup hocaya baktı. Bir ilkokul çocuğuna sesle-niyormuş gibi “Küçük hanım, lütfen kendine gel!” diyen bu ihtiyar adam, Dilara'yı büyük bir aynanın önüne getir­miş ve aynadaki küçücük görüntü ile onu bir anda aşağılayıvermişti!. İyi ama bu adama ne diyecek, nasıl bir cevap verecekti ki? Ayrıca Yakup hocanın yürekten söylediği sözler. Dilara'nın da yüreğine işleyen sözler olmuştu. İlahi sevgiden bahseden Yakup hocanın sesi ve bakışları bir anda' değişmiş, sevgi kelimelerine ses veren nefesi sanki yüreğinden gelmiş, yüreğinden yükselmiş gibiydi!.

Dilara'nın şaşkınca bir suskunluk içinde sendelediğini ve ne diyeceğini bilmeyen gözlerle kendisine baktığını farkeden Yakup hoca, teşhiste netletmiş bir doktor sakinliği içinde konuyla ilgili son sözlerini söyledi.

“Şayet yüreğinizdeki Allah sevgisi, sizi hiç düşünme­den Allah'ı hoşnut etmeye yani O'na teslim olmaya, O'na kulluk etmeye teşvik eden bir sevgi değil ise; ben böyle bir sevgiden umudlanmayı ve umudlandırmayı gereksiz görü­yorum.”

Sözün nereye geldiğini çok iyi anlayan Dilara, kısa bir süre düşündükten sonra Yakup hocaya cevap verdi.

“Ben sizin nereye varmak islediğinizi biliyorum. Siz insanların Allah'ı sevmesini değil, Allah'tan korkmalarını istiyorsunuz!.”

“Yanılıyorsunuz hanımefendi!. Ben insanların Allah'ı Jıem sevmelerini, hem de Allah'tan gereği gibi korkmalarını istiyorum.”

“Korku bu kadar gerekli mi? Allah bir insanın kendi­sine severek mi itaat etmesini ister, yoksa korkarak mı?”

“Bir insanın Allah'a severek ve sevinerek itaat etme­si elbetteki çok daha güzeldir. Ancak Allah (c.c.) özellikle kulluğun İlk dönemlerinde insanların severek itaat edeme­yeceklerini çok iyi bildiği için, korkarak itaat etmelerini emretmektedir.”

“Ben bunu anlayamıyorum!.”

“Bakın Dilara hanım!. Her insanda bir nefis vardır. Her türlü kötülüğe ve isyana meyyal olan bu nefsin disipli­ne edilmesinde öncelikle sevgi değil korku etkendir. Sevgi ile gevşekliğe meyleden ve  “Sevdiğim Allah,  ben sevgili kulunu nasıl olsa affeder” umuduyla birçok İlahi hükmü ya­şamayan nefis ancak ve ancak korku ile disipline edilebilir.”

Dikkatle dinlediği bu sözlerden çok şey anlayan Dila­ra, yine de omuzlarını hafifçe kaldırarak “Bilemiyorum” dedi.

“Ben bileceğinizi sanıyorum!. Mesela kendilerini gü­zel yemeklerden uzak tutarak rejim yapan kadınlar, bunu şişmanlık korkusuyla yapmıyorlar mı? Böyle bir korku yok mu, böyle bir korku gerekli değil mi onlar için?”

Yakup hocanın sorusunu cevapsız bırakarak kahve­sinden birkaç yudum alan Dilara, bu konuşmalarla içinin daraldığını, yüreğinin sıkıldığını hissediyordu. Kendisine sı­kıntı veren şey, Yakup hocanın fazlaca derin olmayan söz­lerinden ziyade kendisinin bu sözlere makul bir cevap, ye­rinde bir karşılık vermemiş, verememiş olmasıydı!. Bu ihtiyar adam karşısında biraz basit ve sıradan bir kadın du­rumuna düştüğünü hisseden Dilara, İçine sindiremediği bu durumu değiştirebilmek için biraz kendisinden, özgeçmi­şinden ve iş dünyasındaki durumundan kısaca bahsettikten sonra çok ciddi bir yüz ifadesiyle devam etti..

“Bunları söylememin nedeni, beni biraz anlamanız içindir. Zaten Kadir'den de böyle bir anlayış bekliyorum. Din adına söylediğiniz birçok şey doğru olabilir. Ancak in­sanların yaşadıkları ortamlar ve içinde bulundukları konumlar birbirinden çok farklıdır. Mesela böyle bir köyde yaşayıp büyüyen bir kadın İçin mümkün olan bazı şeyler, ne yazık ki benim için kesinlikle mümkün değildir, Ka­dir'in de bunu anlamasını ve bana bu anlayışla yaklaşması­nı umuyorum.”

Dilara bunları söyledikten sonra kendisini oldukça ra­hatlamış hissetti. Zaten uzun sözün kısası ve meselenin özü buydu, bu kadardı!. Daha fazla tartışmaya ve bu fay­dasız konuşmaları daha fazla uzatmaya hiç gerek yoktu. Bu düşünceler içinde Yakup hocaya baktı. Onun suskun ve sakin halini görünce “Beni anladığınıza sevindim” diyerek. bu sıkıcı konuşmaları bitirmek ve bu yaşlı adamın ya­nından ayrılmak istedi.

“Sizi anladığımı, çok iyi anladığımı sanıyorum. An­cak anladıklarımdan hoşlandığımı söyleyemem. Siz ne istiyorsunuz Dilara hanım!. Kadir'in sizin adınıza Allah ile pa­zarlık etmesini ve kulluğa1'1 ilişkin hükümleri değiştirmesini mi? Farklı bir ortamda, farklı bir konumda olduğunuzu söylüyorsunuz. İnsanlar nezdinde sıradan bir kimse olmadı­ğınızı kabul edebilirim. Ancak Rabbimizin nezdinde. böyle bir köyde yaşayıp büyüyen herhangi bir kadından hiç de önemli bir farkınız yok!. Hepimiz Allah'ın yarattığı aciz kullarız. Dünyevi kariyerimiz ne olursa olsun, tuvalette iki büklüm oturan mahluklarız. Def-i hacetin bir köy helasında yapılması ile altın işlemeli porselen tuvaletlere yapılması arasında bir fark var mıdır? Ortamın ve konumun farklı ol­masıyla, failler farklı oluyor mu? Siz nasıl ki birçok kadınsı dürtülere sahip olarak bu hayatın imtihanını veriyorsanız, böylesi köylerde yaşayan kadınlar da ay,nı kadınsı dürtülere sahip olarak bu hayatın imtihanını vermektedirler. Ve bu dinin, bu yüce dinin kapısından giriş, yaşadığı ortam ve konumu ne olursa olsun herkes için aynıdır. Bu dine gir­mek isteyen herkes Allah karşısında eğilecek, boynunu bü­kecek ve bu yüce dinin kapısından ancak bu şekilde içeri girebilecektir.”

Kalkmayı düşünürken oturduğu yere adeta çakılıveren Dilara, şaşkın gözlerle Yakup hocaya bakıyordu. Karşısındaki ihtiyar adam, sanki oturduğu minderden bir anda yükselmiş ve Dilara'ya yukarılardan, çok yukarılardan ses­lenmeye başlamıştı. Fakat bununla beraber sakin ve boynu bükük bir şekilde minderinde oturmakta olan Yakup hoca da, yükseklere çıkmış havası hiç yoktu!. Yoksa bu ihtiyar adam hiç yükselmemiş, hiç yükselmemiş de. Dilara mı kendisini aşağılara düşmüş hissetmişti!.

Böylesi karmaşık duygular içinde kendisini toparla­maya çalışan Dilara, Yakup hocanın sözlerini tekrar dü­şündü. Kendisini oldukça rahatsız eden bu sözler, mesele­ye din açısından bakıldığında doğru olabilirdi. Ancak yine de bu sözleri haketmediğini düşünerek, kendisine çok yük­sekten konuşan bu ihtiyara kızdığını hissetti. Ona aynı yükseklikten cevap vermeyi uygun görerek bakışlarını de­ğiştirdi ve “Ben size sadece durumumu anlattım” dedikten sonra hafifçe arkasına yaslanarak ilave etti.

“Böyle bir şey benim için mümkün değil!.”

Kendisine yukarılardan bakan Dilara'nın biraz da ka­sılarak söylediği bu söz üzerine hafifçe gülümseyen Yakup hoca, biraz düşündükten sonra sakin ve yumuşak bir ses tonuyla sordu.

“Peki arkanıza yaslanarak bunu söyledikten sonra ne  olacağını  zannediyorsunuz? Siz bu dine girmişsiniz veya girmemişsiniz ne farkedecek? Kainattaki İlahi düzen mi bozulacak, yüce İslam dini siz bu dine girmediğiniz İçin eksik mi kalacak? Yoksa alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) uzun uzun düşünecek ve sizin konumunuza, sizin istekleri­nize yani sizin nefsinize uygun bir din mi indirecek?”

Yüzünün kızardığını hisseden ve bu hissediş ile biraz daha fazla utanan Dilara, ne yapacağını ve ne söyleyeceğini bilmez bir şekilde bakışlarını öne eğdi. Boş bakışlarla boşalan kahve fincanına bakarken, kendisinin de bir anda boşaldığını, boş bir fincana benzediğini düşündü. Dila­ra'nın bu durumunu faziaca dikkate almayan Yakup hoca ise kısa bir suskunluktan sonra aynı yumuşak ses tonuyla konuşmasına devam etti.

“Bakın Dilara hanım!.  Siz Allah'a kulluğa muhtaç değilseniz, çok iyi bilin ki Allah sizin kulluğunuza hiç muh­taç değildir. Üç-beş yıllık hayatınızda istediğiniz tercihte bulunabilir, istediğiniz gibi yaşayabilirsiniz. Bu sizin hayatınız, sizin imtihanınızdır!. Fakat unutmayın ki dönüşünüz O'na, dönüşünüz Allah'a olacaktır. Sevdiğinizi söylediğiniz Allah'a nasıl bir yüzle dönmek istiyorsanız, öyle bir yüzle yaşamaya devam ediniz.”

Yakup hocanın sakince söylediği bu sözleri her ne­dense kulakları ile değil yüreği ile duyan ve bu sözlerin anlamını yüreğinde hisseden' Dilara, içindeki gizli bir endişe­nin büyüdüğünü ve hiç hoşlanmadığı bir duyguya, yani korkuya dönüştüğünü farketti. O yaşına kadar kendisine güvenen, kendisine değer veren, kendisini önemseyen Di­lara, ihtiyar adamın bu sözlerinden sonra kendisini gece­nin karanlığında kapının önüne bırakılan küçük bir kız ço­cuğu gibi hissediyordu!.

İyi ama ne olmuş, neden böyle bir duruma düşmüştü ki? O Yakup ho­caya durumunu ve kararını söylemiş. Yakup hoca da bu karara hiç karşı çıkmadan sakin bir şekilde bu kararın din ve Allah nezdinde fazlaca önemli olmadığını belirttikten sonra muhtemel sonuçlarından söz etmişti. Peki kendisi başka bir cevap, başka bir karşılık mı bekliyordu? Herhal­de öyle olmalıydı!. Çünkü Yakup hoca onun bu kararını eleştirse ve davetinde ısrar etse, belki de kendisinin önem­sendiğini düşünen Dilara için hiç sorun olmayacaktı!. Ama bu da çok basit ve çocukça bir yorum değil miydi?

Kendisini derin ve ürkütücü bir yalnızlığın içinde his­seden Dilara, artık Yakup hocaya ne cevap vereceğini de­ğil, kendisini, kendisinin bu durumunu düşünüyordu!. Oysa daha önceleri böyle bir sorunu, böyle bir sıkıntısı yoktu!. İnandığı Allah'ı seviyor ve Allah tarafından sevildiğine ina­nıyordu!. Daha önceleri kalbinde yaşattığı bu duygulara tekrar dönmek isteyen Dilara, bu çabalayış içinde Yakup hocaya dönerek “Allah beni bu şekilde neden kabul etme­sin?” diye sordu. İhtiyar adamın bu soruya sakince verdiği cevap. Dilara'nın daralan yüreğine sanki bir balyoz gibi inen bir cevap olmuştu..

“Siz Allah'ı bu şekilde neden kabul etmiyorsunuz?”

Yakup hocanın getirdiği üçüncü kahveyi içmekte olan Dilara, uzun süredir hiç konuşmadan susmayı tercih etmişti. Kendilerinden habersiz bir şekilde kitab okumakta olan Di­vane'ye bakarken, onun ne kadar rahat ve huzurlu oldu­ğunu düşündü. Yakup hoca hakkında ise olumlu veya olumsuz bir yorumda bulunmak istemiyordu. Oldukça tu­haf ve sıradışı bir ihtiyardı bu!. Her meseleye genellikle Allah boyutundan bakıyor ve bu boyutun kendisine verdiği güvenli bir rahatlık içinde konuşuyordu!.

Yakup hocanın bu söylediklerini. bir başka insan söyleseydi, Dilara belki de “Dünyaya uzak olan bu adam benim konumumu bilmiyor, benim kariyerimin ne anlama geldiğini hiç anlamıyor” diyerek bu sözleri fazlaca dikkate almayacak ve bu kadar etkilenme­yecekti!. Ancak karşısındaki bu adam, onun ulaşamadığı önemli bir konumu, önemli bir kariyeri terkederek bu köye gelen, bu basit köyde yaşamayı göze alan bir adam­dı!. Zaten sözlerindeki güçlü etki de, bu söylediklerine ke­sinlikle inanmasından ve hiç kuşku duymadan yaşamasın­dan kaynaklanıyordu.

Bu düşünceler içinde tekrar Yakup hocaya bakan Di­lara, bütün söylediklerine rağmen ona kızmadığını ve bu­nun da ötesinde bu yaşlı adamı sevmeye başladığını hisset­ti. Çok açıksözlü olan bu adam, her insanın kendisine gü­venebileceği ve sorunlarını paylaşabileceği bir kişiliğe sahipti. Bu duygular içinde Yakup hocaya bakarken, göz

göze geldiği Yakup hocaya zoraki bir şekilde tebessüm etti.

Dilara'nın bu zoraki ve biraz da hüzünlü tebessümü­ne, hafif bir tebessümle karşılık veren Yakup hoca, bu genç hanıma acıdığını hissediyordu. Gerçi acınacak du­rumda olan sadece Dilara değildi. Çünkü Dilara gibi milyonlarca kadın, bu soğuk ;ve acımasız hayatın, açınılacak duruma düşen kurbanları gibiydi!. Hayata yönelik hedefle­rini hiçbir zaman kendileri belirlemeyen, özellikle erkekle­rin belirlediği üç-beş hedeften birini tercih etmek zorunda kalan bu kadınlar, zarif ve narin yapılan ile bu hedeflere yönelmekte ve fıtratlarına hiç de uygun olmayan böylesi yönelişler içinde kendilerini telef etmekteydiler!.

Bu duygular içinde Dilara'ya bakan Yakup hoca, yü­reğinde hissettiği merhameti gözlerinden ve sözlerinden uzak tutmaya hiç gerek duymadan konuşmaya başladı.

“Bakın Dilara hanım!. Belki sizinle bir daha karşılaş­mamız ve görüşmemiz mümkün olmayabilir. Biz bir insanı sevdiğimiz, bir insanı dost edindiğimiz zaman, dostumuzun sevdiği insanları da severiz. Dolayısıyla beni sizi seven, size değer veren bir abiniz veya bir büyüğünüz olarak dik­katle dinlemenizi istiyorum. Öncelikle şunu söyleyeyim ki, kendisiyle ilgili doğru bir karar vermek isteyen insanın, herşeyden önce kendisini doğru anlaması, doğru tanıması gerekir. Bu konuda cevaplanması gereken en önemli soru, bir insanın bu dünyadaki varoluş nedenidir? Ben hem size, hem de dünyadaki bütün kadınlara, altını önemle çizerek şunu söylemek istiyorum.

Yakup hocanın konuşmasını büyük bir dikkatle dinle­yen Dilara, nefesini tutmuş bir şekilde söylenecek son cümleyi bekliyordu.”

“Siz kadınlar, bu dünyaya erkekler için gelmediniz.”

Duyduğu son cümle ile bir anda irkilen Dilara, kula­ğına ve kalbine hoş gelen bu sözü bir an önce anlamaya çalıştı. Neydi bu sözün anlamı ve Yakup hoca bu söz üe ne demek istemişti? Dilara'nın dalgınlaştığını gören ve bir düşünce kargaşasına girdiğini hisseden Yakup hoca, ko­nuşmasına devam etti.

“Dünyaya geliş nedenlerini erkeklere bağlayan ka­dınlar, varoluşlarındaki hikmeti hiçbir zaman anlayamaya­cak ve gerçek anlamda bir varoluş bilincine hiçbir zaman ulaşamayacak olan kadınlardır. Fakat bütün bir insanlık ta­rihi boyunca kendilerini erkeğin yanında değil, erkeğin ar­kasında gören kadınlar; hayata karşı tutum ve davranışlarını, önlerinde kabul ettikleri erkeklere göre belirlemişlerdir. Kadınları gerçekten ikinci sınıf bir canlı durumuna düşüren bu aşağılayıcı durum, ne yazık ki günümüzde de değişme­miştir. Kendilerine modern veya çağdaş denilen günümüz kadınlarının da yöneldikleri kıblede, erkekler vardır. Erkek­ler kendileri için giyinirlerken, kadınlar erkekler için giyin­mekte, erkekler için süslenmekte, kimlik ve kişiliklerini er­kek beğenisine göre şekillendirmektedirler. Bazı kadınlar bütün bunları erkekler tarafından beğenilmek ve sevilmek için yaparlarken, bazı kadınlar erkeği etkilemek, erkeği esir almak, erkeği tesirsiz hale getirmek veya erkekten in­tikam almak gibi değişik nedenlerle yapmaktadır. Ancak bütün bu nedenler değişik olsa da, değişmeyen asıl unsur yöneldikleri kıblede dost veya düşman vasfıyla erkeğin bu­lunmasıdır. Kadınların binlerce yıldır aşmadığı engel, aşa­madığı handikap budur.”

Yakup hoca dalgınlaşan gözlerle kısa bir süre düşün­dükten sonra tekrar konuşmaya başladı..

“Geleneksel kültürden kaynaklansa gerek, erkekler için böyle bir engel veya böyle bir handikap olmamıştır. Çünkü  geleneksel kültürün kendilerine  verdiği  'erkekler kadınlardan üstündür' fikrini hiç sorgulamadan kabul eden erkekler, dünyaya geliş nedenlerini kendilerinden aşağıda gördükleri kadınlarda aramayı ve “Biz bu dünyaya kadınlar için geldik” demeyi bir küçüklük kabul ederek, yüzlerini hayata ve hayatın gerçekliğine çevirmişlerdir. Yöneldikleri kıbleye hayatı ve hayatın gerçekliğini alan. tutum ve davra­nışlarını hayatın bu gerçekliğine göre belirleyen erkekler, kadınlara endeksli olmayan bir kimlik ve kişilik gelişimini gerçekleştirmişlerdir.”

Kendisini büyük bir dikkatle dinleyen Dilara'nın me­seleyi çok iyi anladığını hisseden Yakup hoca, kısa bir sus­kunluktan sonra devam etti.

“Geleneksel kültür erkeklere bu imtiyazı tanırken, kadınların binlerce yıllık statükosunu korumaya ve kadınla­rı bu ilkel statükonun içinde tutmaya devam etmektedir. Küçük yaşlardan beri bir erkeğe hanım olma hedefiyle yetiştirilen ve tüm idealleri erkek merkezli olan kız çocukları, yetişkinlik yıllarında feminist dahi olsa yöneldikleri kıblede­ki erkek gerçeği değişmemektedir. Kıblelerine dost veya düşman olarak yerleştirdikleri erkeği dikkate almaktalar, erkeğe endeksli bir mücadele ve yarışma içine girmektedir­ler. Yüzlerini erkeğe dönen, kıbleyi erkek olarak algılayan feministler dahi, hiçbir zaman kazanamayacakları komik ve trajik bir yarışma içindedirler. Çünkü erkek fıtratına uy­gun olan bu yarışma düzleminde, sinsi bir kurnazlık içinde olan erkekler kendilerini kadınlarla değil, kadınlar kendile­rini erkeklerle aynileştirmeye çalışmaktadırlar. Tabi ki adil bir yarışma değildir bu!. Çünkü adil ve olumlu yarışma, hemcinsler arasında ve hemcinslerin fıtratına uygun düzlemlerde yapılan yarışmalardır. Zaten gerçek gelişim, ger­çek tekamül de, böylesi adil yarışmalarla gerçekleşir.”

Dinlediklerini çok iyi anlayan ve anladıkları karşısında şaşkına dönen Dilara, kendisim uzun yıllardan sonra gözleri ilk kez açılan bir kör gibi hissediyordu!. İşin garip tarafı duyduğu herşey doğru, gördüğü herşey gerçekti!. Uluslara­rası kadın derneklerinde dinlediği konferansları, yaptığı konuşmaları hatırladı!. Dünyadan habersiz küçük kız ço­cuklarının evcilik oyunlarından, çocuksu bir ciddiyetle yap­tıkları komik konuşmalardan farklı değildi bütün bunlar!. İyi ama toplumsal hayatın çok dışında gözüken bu ihtiyar adam, bütün bunları naşı! bu kadar net görebiliyor, bu ka­dar net anlayabiliyordu?

Bu soruya bir cevap bulabilmek umuduyla Yakup ho­caya ve onun gözlerine baktı. Sanki sıradışı hiçbir şey söylememiş gibi derin bir sakinlik içinde olan bu adam, Dila­ra'nın şimdiye kadar karşılaştığı hiçbir insana benzemiyordu. Kadir'in bu ihtiyar adamda ne bulduğunu ve onu neden sevdiğini artık çok iyi anlayabiliyordu Dila­ra. Çünkü çok özel bir insan olan bu ihtiyar adama karşı, kendisi de aynı duygulan hissedebiliyordu.

Dilara bütün bu anlattıklarından sonra kendisinden bir katılım, bir karşılık beklemekte olan Yakup hocaya sı­cak ve samimi bir sesle “Size teşekkür ederim. Bu konuş­malar benim için çok faydalı oldu” dedikten sonra İlave etti.

“Yani yüzümüzü hayata dönüp, kıblemize hayatı ve hayatın gerçekliğini koyacağız?”

“Böyle bir yöneliş, yüzünüzü erkeklere dönmenizden ve stratejinizi  erkeklere göre  belirlemenizden çok daha olumlu olsa da, yine de doğru bir yöneliş olmayacaktır. Çünkü dünyaya geliş nedeninizde ne erkekler, ne de dünyanın ve hayatın kendisi vardır. Daha açık bir ifadeyle ge­çici olan dünya ve dünya hayatı bir amaç değil, sadece bir araçtır. Yüzlerini hayata dönen ve bunun için yaşayan in­sanlar, hayat için hayatlarını veren ve sonuç itibariyle hayatsız kalan insanlardır.”

Bir an duraksayan ve başını hafifçe sallıyarak “Tabi ki doğru ve kazançlı bir alış veriş değildir bu!.” diyen Yakup hoca, bir süre sustuktan sonra derinden gelen bir ses­le devam etti.

“Çünkü kadınların ve erkeklerin dünyaya geliş ne­denleri Allah'tır, Allah'a kulluktur. Bunu idrak ederek yüz­lerini Allah'a dönen, kıblelerine sadece Allah'ı koyan in­sanlar, böyle bir yönelişle gerçek kimlik ve kişiliklerini bulan insanlardır. Herşeyin yaratıcısı olan Allah'a yönelen bu insanlar, herşeye karşı Allah'ın yardımını yanlarına alan ve yaratılmış hiçbir şeyden korkmayan İnsanlardır. Bu in­sanlar dünya için değil, dünya bu insanlar için vardır. Kıb­lelerine Allah'ı, sadece Allah'ı alarak O'na yönelen kadın­lar, kısa sürecek bir imtihan gereği erkeğe itaat etmekle yükümlü olsalar dahi, bu kadınlar erkeğin arkasında değil, erkeğin yanındadırlar. Her ikisi de öncelikle Allah'ı dikkate almakta ve Allah için yaşamaktadırlar. Varlık ve varoluş nedenlerini çok iyi bilen bu insanlar dünya ve dünya haya­tının karşısında değil, dünya ve dünya hayatı bu insanların karşısında eğilir. Çünkü ebedi bir cennet hayatıyla müjde­lenen bu insanlar, geçici olan dünyadan da, dünya haya­tından da çok daha değerlidir.

Yakup hocanın susmasıyla derin bir nefes alan Dila­ra, boş gözlerle etrafına bakındı. Sanki tutunabileceği, tutunarak ayakta durabileceği bir şey arıyordu. Çünkü iyi de­ğildi, kendisini ve psikolojik durumunu hiç iyi hissetmi­yordu!. Duydukları ve anladıkları karşısında ciddi bir şekil­de sarsıldığını, sendelediğini görüyor ve şimdiye kadar di­rendiği bir boşluğa, dinsel bir boşluğa düşüvereceğini his­sediyordu!.”

Kendisini toparlamaya çalışarak “Bu ihtiyar adamın yanından ayrılmam, hemen ayrılmam gerekir” diye düşündü. Ve bir can simidi gibi gördüğü bu isteğine, titreyen bir nefesle ses verdi.

“Ben artık müsaadenizi isteyim!.”

Yemekten sonra odasına çekilen Dilara, geç vakitlere kadar Yakup hocanın söylediklerini dü­şündü. Bütün bu konuşmaları sadece bilgilenmeyi amaçla­yan entelektüel bir gözle değerlendirdiği zaman, bu konuş­malardan fazlaca etkilenmediğini hissediyordu. Ancak Yakup hocanın bütün anlattıklarını Allah'a inanan bir kalple ve “İnandığım Allah benden ne istiyor?” sorusuyla dinlediği ve değerlendirdiği zaman, Dilara'nın iç dünyası alt üst oluyordu!.

Akıllı bir insan oiarak her sözü anlayan, dürüst bir insan olarak da anladığı gerçekleri kabul eden Dilara, bu kabulden sonra ne yapacağını bilemiyor­du!. Gerçi anladığı bunca gerçekten sonra dinin yasakladı­ğı birçok haramdan uzak durabilir ve kapalı mekanlarda namaz dahi kılabilirdi ama Allah'a kulluğun sadece bunlar olmadığını ve bunlarla bitmediğini artık çok iyi biliyordu. Bir kısmını yapıp, bir kısmını yapmamak ise o yaşma ka­dar herşeyi eksiksiz yapmayı vazgeçilmez bir prensip hali­ne getiren Dilara için mümkün değildi.

Herşeyi terkederek Allah'a yönelmek. İlahi hükümlere göre Allah'a kul olmak ve bu kulluğu uzun giysiler içinde bütün bir dünyaya ilan etmek, gerçek­ten kahramanlık isteyen başlıbaşma bir devrim olmalıydı. Gecenin çok geç vakitlerine kadar bunları düşünen Dilara, kısır bir döngü içinde dolaşıp duruyor ve hiçbir sonuca ulaşamıyordu. Çünkü Yakup hocanın söylediklerini anladı­ğı kadar kendisini de anlıyor, kendisini de tanıyordu Dila­ra. Bu yüzden kendisini kandırmasına veya dinlediği ger­çekleri çarpıtmasına hiç gerek yoktu. Bütün dinledikleri doğru olsa bile Dilara bu doğrulara teslim olacak, bu doğ­ruları yaşayabilecek bir insan değildi.

Kadir'i çok sevmesine rağmen Kadir için de yapabile­ceği ve yapmak isteyeceği şeyler değildi bunlar. Çünkü böylesine önemli bir konuda bir insanı dikkate alarak ka­rar vermek, Dilara'nın prensiplerine çok aykırı bir durum olurdu. Ayrıca Allah için yapmadığı veya yapamayacağı bir şeyi. Kadir İçin nasıl yapabilirdi ki!.

Bu düşünceler içinde “İşte ben buyum” diyen Dila­ra'nın artık yapabileceği bir şey yoktu. İstese de, istemese de bu gerçeği kabul etmesi gerekiyordu.

Ve bu kabul ile uyumaya çalıştı.

Yataktan öğleye doğru kalkan Dilara. sofrayı hazırlayan ve kendisine çok sevecen davranan kayınvalidesine teşekkür ederek kahvaltısını yaptı. Kahvesi­ni içerken Almanya'dan aranan ve cep telefonuyla kısa bir süre konuştuktan sonra bir an duraksayan Dilara “Ta­mam, yarın geliyorum” diyerek telefonu kapattı. Bu sözü duyan ve kendisine şaşkın gözlerle bakan kayınvalidesine tebessüm ederek “Ne yazık ki yarın gitmem gerekiyor” dedi. Gelininin bu kesin cevabı karşısında ne yapacağını bilemeyen Nedime hanım “Biz kalmanı isterdik. Ama yine de sen bilirsin kızım” diyerek mutfağa geçti.

Dilara aniden verdiği bu karardan gayet memnundu. Kadir gelmeden önce buradan, bu köyden ayrılmak istedi­ği için bu telefon görüşmesi iyi bir fırsat, iyi bir vesile ol­muştu. Yakup hocayla dünkü konuşmalarından sonra artık

Kadirle karşılaşmak, Kadirle görüşmek istemiyordu. Çün­kü doğrularla karşılaşan ve bu doğrulara teslim olan Kadir'e ne diyecek, ne söyleyecekti ki? Aralarındaki ilişkide çözülmesi gereken bir sorun, bîr problem var ise, artık bu sorun Kadir'le değil sadece Dilara'yla ilgiliydi. Ve Dilara buna, böyle bir sorunu çözmeye kesinlikle hazır değiidi!. Telefonla uçak rezervasyonunu yaptıran Dilara, evin terasında birkaç kahve daha içtikten sonra ara­basına binerek biraz dolaşmak istedi. Köyün çıkışındaki mezarlığın yanından geçerken, arabayı durdurarak bir süre mezarlığa baktı. Kabir başlarına selvi ve çam ağaçlarının dikili olduğu bu küçük mezarlığa öylece baktıktan sonra arabadan inmek ve kayınpederi Mehmed efendinin kabrini ziyaret etmek duygusuna kapıldı.

Kabirler arasında sakin adımlarla yürürken, yaşayan insanlardaki fikri kargaşaların, hırs ve koşuşturmaların burada sona erdiğini hissediyordu. Artık burada “Şunu mu yapayım, yoksa bunu mu? Onu mu tercih edeyim, yoksa bunu mu?” ikilemleri hiç yoktu. Tabi ki kendisi de, kendisi de öldükten sonra bunlar gibi olacak, bütün bu sorulardan kurtulacaktı. Bu düşüncenin karamsar yüreğine hafif bir rahatlık verdiğini hisseden Dilara, bir anda olduğu yerde kalakaldı!.

Bütün bu sorulardan kurtulacaktı, kurtulacaktı ama bu kabire söz konusu sorulara ver­diği cevaplarla birlikte gelmeyecek miydi? Yaptığı tercih ve sorulara verdiği cevaplarla, bu kabirde başbaşa kalma­yacak mıydı? Karamsar yüreğini daha da karartan bu dü­şüncelerden bir an önce uzaklaşmak isteyen Dilara, dikka­tini mezartaşlarına vererek kayınpederinin kabrini bir an önce bulmak istedi. Kabirler arasında dolaşırken, bu kabirlerde yatan bütün insanların artık rahat ve huzurlu oldukla­rım düşünmüyordu. Bazı kabirlerden sanki “Keşke, keşke” haykırışları ve faydasız pişmanlık çığlıkları geliyordu!. Kendisini oidukça kötü hisseden Dilara, hiç hoşlanmadığı böylesi duygular İçinde mezarlıktan çıkmayı düşünürken Mehmed efendinin kabriyle karşılaştı. Kabirin başında durup, dalgın gözlerle kabirdeki kayınpe­derini düşündüğünde, her nedense kendisini yine iyi his­setmeye başladı. Çünkü bildiği kadarıyla çok iyi bir insan ve güzel bir müslümandı Mehmed efendi. Temiz ve huzur­lu bir yaşantısı olan bu insan, bu kabirde de rahat ve hu­zurlu olmalıydı. Bunları düşünerek Mehmed efendinin kab­rine bakan Dilara, bir huzur mekanı olarak gördüğü bu kabirin içinde olmak, bu kabrin içine girivermek istediğini hissetti. İşte o an yandaki boş kabiri ve kabirin baş ucuna dikilen levhayı farketti ve meraktan açılmış gözlerle levha­daki yazıyı okumaya başladı.

“Bu kabir belki senin için hazırlandı. Sen bu kabir için hazırlandın mı?”

Dilara durmuş. Dilara susmuş, Dilara donmuştu!. Levhada okuduğu bir söz, levhada okuduğu bir cümle de­ğildi bu!. Sanki gök yarılmış ve Dilara'nın iliklerine İşleyen İlahi bir ses “Bu kabir belki senin için hazırlandı. Sen bu kabir için hazırlandın mı?” diye haykırmıştı!. Uzun süre ol­duğu yerde kalakalan ve bu söze ne cevap vereceğini bil­meyen, bilemeyen Dilara, ani bir kararla bu mezarlıktan çıkmak istedi. Aceleci adımlarla mezarlığın dışına doğru yürürken, kendi kendisine “Keşke gelmeseydim, keşke bu mezarlığa hiç girmeseydim” diyordu. Bunları derken kalbi­ne küçük bir ateş gibi düşen istemesen de bir gün gele­ceksin, bir gün gireceksin” fısıltısını ise cevaplamak bir yana, duymak bile istemiyordu!.

Arabasıyla bir saat kadar gezip-dolaşan Dilara, ne gezdiği yerlerden, ne de gördüklerinden keyif alabilmişti!. Bu köyü ve bu ortamı hiç sevmediğini düşündü. Bir an önce Almanya'ya dönmek istiyordu. Bu ortamdan uzaklaşıp, Almanya'ya döndüğünde eski haline gelebilece­ğini ve gönlünü daraltan bütün bu duygulardan kurtulabile­ceğini umud ediyordu. Bunun doğruluğunu veya yanlışlığı­nı da düşünmek istemiyordu Dilara!. Çünkü içinde bulunduğu sıkıntılı ve çelişkili durum, Dilara'nın bir an önce kurtulmak istediği bir durumdu.

Arabasıyla köye doğru dönerken, Yakup hocaya dö­nen yolun yanından geçtiğini farketti. Herşeye rağmen iyi ve güzel bir insandı bu ihtiyar adam. Kendisine vakit ayır­mış ve kendisiyle çok samimi bir şekilde konuşmuştu. Ara­bayı yavaşlatan Dilara, bu ihtiyar adama “Hoşçakalın” bile demeden köyden ayrılmanın, kendi kişiliği için hiç de doğ­ru olmayacağını düşündü. Bu düşünce hoşuna gitmese de arabayı durduran Dilara, kısa bir duraksamadan sonra ara­bayı döndürerek Yakup hocaya giden yola saptı.

Evde yalnız olan Yakup hoca, Dilara'yı güleryüzle karşılamış ve kapının önüne koy­duğu iki sandalyeden birisine oturmasını söyledikten sonra “Size kahve yapayım” diyerek içeriye girmişti. Kahveler geldikten sonra karşılıklı oturmuşlar ve çok kısa bir şekilde birbirlerinin halini, hatırını sormuşlardı. Meseleye hemen girmek isteyen Dilara “Ben yarın gidiyorum. Size hem Al­lahaısmarladık demek, hem de dünkü konuşmalarınız için teşekkür etmek için uğradım” dedikten sonra bir süre sus­tu. Kendisine biraz hayretle bakan Yakup hocanın gözle­rinde “Kadir'i beklemeden mi gideceksiniz?” sorusunu his­sederek, bu soruyu cevaplandırmak istedi..

“Sizinle konuştuktan sonra Kadirle görüşmemin bence bir önemi kalmadı. Çünkü Kadir'i artık çok daha iyi anlıyorum. Ve anladığım kadarıyla birlikteliğimiz için de­ğişmesi gereken o değil, benim!.”

Bir süre duraksayan ve omuzlarını hafifçe kaldıran Dilara “Ne yazık ki ben buna hiç hazır değilim” dedikten sonra ilave etti.

“Çünkü bu dinin, ucundan tutulacak ve sadece bir­kaç parçası yaşanacak bir din olmadığını sanıyorum. Zaten benim mizacım, benim karakterim de böyle yapmaya uy­gun değil. Teslim olunacaksa, sizin de söylediğiniz gibi pa­zarlıksız teslim olmak gerekir. Ancak bu, benim durumum­da birisinin yapabileceği bir şey değil.”

Dilara'nın açık yüreklilikle söylediklerini dikkatle dinleyen Yakup hoca, olumlu veya olumsuz hiçbir şey söylemeden susmayı ve düşünmeyi tercih etti. Dilara kendisine oldukça uzun gelen bu suskunluktan sıkıldığını hissederek “Bazı şeyleri zamana bırakmak istiyorum” dedi.

İnsanların sıkça söylediği bu sözü artık ezberleyen ve doğru kararı zamana bırakan milyonlarca insanın pişmanlık çığlıkları içinde kabire bırakıldığını çok iyi bilen Yakup hoca, omuzlarını hafifçe kaldırarak “Umarım yeterli zama­nınız olur” dedi. Zamana gerçekten-çok ihtiyacı olduğu için bu temenniye olumlu bir yanıt vermek isteyen Dilara ise, biraz düşününce bunun mümkün olmadığını hissetti!. Çünkü yarınki araba veya uçak yolculuğunda dahi ölmesi, ölüvermesi mümkündü!. Söyleşi düşünceler içinde derin bir sıkıntıyla nefes alan Dilara, kalbi dünyasında yeterince cevaplayamadığı bir soruyu Yakup hocaya yöneltti.

“Örtünme hükmünü yaşamayan bir kadının, namaz kılmasının bir değeri var mı?”

“Tevhidi bir inancı varsa ve örtünme hükmünü de inkar etmiyorsa, elbetteki vardır.”

Boş gözlerle Yakup hocaya bakan Dilara, onun ver­diği bu cevabı düşünüyordu. Örtünme hükmünü kabul et­mek fakat örtünmemek!.   Her nedense Dilara'nın kabul edebileceği, içine sindirebileceği bir yaklaşım değildi bu!. Yüreğini daraltan bir sıkıntı içinde tekrar sordu. Allah bizim örtünmemizi neden emrediyor? “Bu İlahi emrin hem kadınlarla ve hem de toplumla ilgili boyutu vardır” diyerek söze başlayan Yakup hoca, kadınları cinsel bir obje olarak görmek isteyen erkek zihni­yetinden, bu zihniyetin modaya nasıl yön verdiğinden, modanın başlıbaşına bir din ve modacıların bu dinin hüküm koyucuları olduğundan, ahleken düzgün o!an hanım­ların bile kadınları etten bir manken gibi gören bu teşhirci akımdan nasıl etkilendiğinden söz ettikten sonra İslam'ın tüm kadınları fiziki değil insani değerlerle tanımlamak iste­diğini, bu nedenle örtünmelerini emrederek erkeklerin kendilerine şehvetle değil saygıyla bakacakları onurlu bir kimliğe davet ettiğini kısa ve özlü bir şekilde anlattı. Bir süre düşündükten sonra ise ilave etti..

“Tabi ki bütün bunlar, açıkça görülebildiği için bili­nen şeylerdir. Hükmün hikmetiyle ilgili olarak bilemediklerimizin, bildiklerimizden çok daha fazla olduğunu düşünü­yorum. Mesela kadınların yabancı erkeklerle tokalaşmasındaki fiziki temasın, iki beden arasında çok olumsuz ve zararlı bir enerji akımına neden olduğu daha yeni anlaşılmıştır. Ondört asır önce müslümanlan bundan sakındıran İslam, mü'mine kadınların örtünmeleriyle ilgili olarak da “Bu sizin eziyet görmemeniz, bu sizin korunma­nız için daha uygundur” buyurmaktadır. Bu İlahi buyrukta­ki “Korunma” ifadesinin, bildiklerimizin dışında çok daha geniş bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Belki de henüz başlangıç döneminde olan frekans ilmi belli bir noktaya gelince, başa ve bedene yönelen binlerce frekansın. Al­lah'ın emri olan kumaş bir örtü ile nasıl filtrelize ve bazen de nötrölize edildiği anlaşılabilecektir.”

Kısa bir süre duraksayan Yakup hoca “Ebetteki bu hikmetleri bilip bilmemek, müminler için fazlaca önemli değildir. Çünkü hüküm, Allah'ın hükmü ise, inananlar için bunu bilmeleri yeterlidir” dedi.

Anlatılanları dikkatle dinleyen ve çok iyi anlayan Di­lara, sadece Yakup hocanın son söylediği cümleye katılmadığını hissetti. “İnananlar için bunu bilmeleri yeterlidir” diyen Yakup hoca, hiç kuşkusuz ki bir kadın için bu hük­me inanmanın yeterli olamadığını bilmiyordu!. Çünkü ina­nan, Allah'a ve Kur'an'a gerçekten inanan bir insandı Di­lara!. Fakat Allah'a inandığını ne kadar iyi biliyorsa, bazı şeyleri yapamayacağını ve bazı hükümleri yaşayamayacağı­nı da o kadar iyi biliyordu. O halde bu durumunu Yakup hocaya açmalı ve açıklamalıydı. Kısa bir süre düşünüp “Beni yeterince anladığınızı sanmıyorum” dedikten sonra konuşmasına devam etti.

“Kadir bana sizden önce birçok şey anlattı. Din ve tevhidle ilgili anlattığı gerçekleri hem dinledim, hem de ka­bul ettim. Yani ben inanması gerektiği gibi inanan bir in­sanım. Benim inançla ilgili bir problemim olmadı. Benim karşılaştığım sorun, bu dinin yaşanmasıyla ilgiliydi. Çünkü bu din kulluğun gizli kalmasını ve dört duvar arasında ya­şanmasını istemiyordu!. Benim gibi bir kadından çağımıza çok yabancı olan uzun giysiler İçinde sokağa çıkmamı ve adeta bütün bir dünyaya meydan okumamı emrediyordu!.”

Gözleri dalgınlaşan Dilara “Ben bunu düşündüm, ger­çekten düşündüm” dedikten sonra devam etti.

“Uzun giysiler ve başörtüsü içinde sokağa çıktığımı, Frankfurt kaldınmlarında bu kıyafetle yürüdüğümü hayal ettim!, İnanır mısınız bunun hayaline bile tahammül ede­medim. Öyle bir kıyafetle sokağa çıktığımda, o kıyafetin içinde ben olmazdım, olamazdım. İçi boş, bomboş bir kı­yafet olurdu o!. Çünkü ben o kıyafetin içinde başımı bile kaldıramaz, şu an sahip olduğum kişilik değerlerinden hiçbirinin varlığını hissedemezdim!.”

Bir çocuk saflığı içinde omuzlarını kaldıran Dilara, yumuşak bir sesle ilave etti.

İşte kendimi bildiğim, kendimi çok iyi tanıdığım için “Bu benim için mümkün değil, kesinlikle mümkün değil” diyorum.

Sakin ve dikkatli gözlerle Dilara'yı dinleyen Yakup hoca, herşeyi çok iyi anlamış gibi başını hafifçe sallıyarak “Doğru söylüyorsunuz. Bu sizin için gerçekten mümkün değil” dedi. Hiç beklemediği bu cevaba oldukça şaşıran Dilara, biraz düşündükten sonra “O halde niye, Allah bunu benden niye istiyor?” diye sordu.

“Allah  sizden  öncelikle  örtünmenizi  değil, “Ben, ben” derken  kastettiğiniz  kimlik ve  kişiliği  terketmenizi yani batı kültüründen aldığınız cahili kimlik kartvizitini yırt­manızı istiyor. Çünkü “Ben” derken kastettiğiniz kimlik ve kişilikle örtünemeyeceğinizi, örtünmenizin mümkün olma­dığını, zaten Allah da biliyor.”

Büyük bir kapıyı açan küçük bir anahtar niteliğindeki bu sözler, Dilara'nın İç dünyasını bir anda alt üst etmişti!. Duygu ve düşüncelerinin bir anda donduğunu hisseden Di­lara, karşılaştığı bu yeni durumu anlamaya çalışıyordu. Ar­tık mesele örtünüp-örtünmeme meselesi değildi. Dilara için bu mesele, o yaşına kadar geliştirdiği ve sahip çıktığı bir kişiliği, Allah için terketmek meselesiydi. Fakat bu da kabul edilebilir bir durum değildi ki!. Çünkü sahip olduğu yegane kimlik ve kişiliğini yırtıp atması, Dilara için bir yokluk, yokluk içinde bir yokoluş olmayacak mıydı?

Dikkatli gözlerle Dilara'ya bakan Yakup hoca, Dila­ra'nın bu düşüncelerini sanki çok iyi hissetmiş gibi tekrar konuşmaya başladı.

“Tabi ki kolay bir adım değildir bu!. Birçok kadın bunu yaptığı zaman boşluğa düşeceğini, kimliksiz ve kişilik­siz kalacağını zanneder!. Onlar için gerçekten zor, gerçek­ten korkutucu bir adımdır bu!. Bunu yaptıkları zaman kendilerine ait hiçbir şeyin kalmayacağını yani yokolacaklanm hissederler!.”

Dilara'nın gözlerine bakan Yakup hoca, kısa bir sus­kunluktan sonra devam etti.

“Gerçi bu hissedikleri şeyler, genel olarak doğru şey­lerdir. Böyle yaptıkları zaman gerçekten birçok yönleri yokolacaktır ama bu yokoluşla birlikte bir şey yepyeni bir şey kalacaktır. Bu kalan yepyeni şey, cahili daralardan kurtulan insanın aslı. insanın özüdür. Böyle bir durumda önce düştüğünü, önce küçüldüğünü zanneder insan!. Çün­kü bir gökdelenin yetmişinci katında yaşarken, kendisini bir anda tek katlı küçücük bir evin içinde hissediverir!. Bu düşmüşlük ve küçülmüşlük duygusunu yaşarken yavaş ya­vaş dışarılara bakmaya başlar. İşte o an bu tek katlı küçü­cük evin. çok yüksek ve çok güzel bir tepe üzerinde oldu­ğunu farkeder. Vadinin derin   çukurlarında inşa edilen gökdelenlerin yetmişinci ve yüzyetmişinci katlarında yaşa­yan insanlar ise artık aşağılarda, çok aşağılardadır.”

Dilara yüreğine işleyen bu sözler ile öylece Yakup hocaya baktı. Ne diyeceğini, ne söyleyeceğini bilemiyor­du!. Karşısındaki bu ihtiyar adam, söylediği gibi yüksek, gerçekten yüksek bir yerde yaşıyordu!. Tek katlı bu müte­vazı ev, Dilara'nın şimdiye kadar dünyada gördüğü en yük­sek evdi. Saygı ve minnet duygulan içinde Yakup hocaya bakarak “Teşekkür ederim. Yine meseleyi anlamama yar­dımcı oldunuz” dedi.

Sanki “Ben hiçbir şey yapmadım” dercesine omuzla­rını kaldıran Yakup hoca, sakin ve yumuşak bir sesle ce­vap verdi.

“İnsanların yardımı bir noktaya kadardır Dilara hamm!. İnsanlar bazen küçük adımlarıyla aşamayacakları bü­yük engellerle karşılaşabilirler. Meseleyi anlayabilen insan­lar, nasihat anlamındaki söz ve konuşmalarıyla bu engeller üzerindeki küçük basamaklara işaret ederler. Artık gerisi insanın kendisine kalmıştır. İsterse bu basamaklara basa­rak engeli aşar, isterse engelin gerisinde yaşamaya devam eder. Tercih kendisinindir.”

Bunun son söz olduğunu hisseden Dilara, başını hafifçe sallıyarak “Doğru söylüyorsunuz” de­dikten sonra müsaade isteyerek ayağa kalktı. Yakup hoca­ya Almanya'dan istediği bir şey varsa, memnuniyetle gönderebileceğini söyledi. Teşekkür ederek Dilara'yla birlikte arabaya doğru yürüyen Yakup hoca, yavaşça durdu. Aynı şekilde durup kendisine saygı ve hüzün dolu gözlerle ba­kan Dilara'ya çok samimi bir sesle “Bırak kendini Dilara” dedikten sonra devam etti.

Kendini bıraktığın zaman kendi gerçekliğinden daha aşağıya düşmezsin!. Bir insanın kendi gerçekliğine düşmekten  korkmaması gerekir. Çünkü gerçek huzuru, düşerek yükseleceğin o noktada bulacaksın. Eski kimliğini yırttığın zaman, yepyeni bir kimlikle tanışacaksın.

Bunun hiç de kolay olmadığını düşünen fakat bu dü­şüncesini söylemek istemeyen Dilara “Benim için dua edin” dedikten sonra kısa bir süre düşündü ve daha açık bir şekilde cevaplanmasını istediği son bir soru olarak “Peki o yeni kimlik, nasıl bir kimlik olacak?” diye sordu. Başını hafifçe sallıyarak “Bunu görmenizin, bunu anlama­nızın tek bir yolu var” diyen Yakup hoca, sakin ve ciddi bir sesle ilave etti.

“Eski kimliğinizi yırtmanız!. yemeğinden sonra terasa çıkan ve hafif se­rin oîan terasta kayınvalidesiyle bir süre görüşen Dilara, Nedime hanımı tanıdıkça onu daha çok sevdiğini hissetti. Kadir'den ve Kadir'le aralarındaki ilişkiden hiç bahsetme­yen bu anlayışlı kadın, dünya hayatının gelip-geçici oldu­ğundan söz etmiş ve bu kısa hayatı huzurlu bir şekilde ya­şamanın önemine değinmişti. Dilara'nın “Siz bunu başarabildiniz mi? Şimdiye kadar ki yaşamınız gerçekten huzurlu muydu?'” sorusuna ise Allah'a hamdederek huzurlu olduğunu söylemişti.”

Tabi ki Dilara'nın hala yeterince anlayabildiği, makul görse de makbul karşıladığı bir durum değildi bu!. Yıllar önce Hz. Meryem'le ilgili olarak “Allah onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi” ayetiyle karşılaştığında, tüm gençliğini bir odada ibadetle geçiren Hz. Meryem için bu bitki benzet­mesinin çok doğru olduğunu düşünmüş fakat bu örneği çağdaş bir kadın Sarak içine sindirememişti!.

Çünkü tüm bitkiler, kökleriyle yere bağlı olan ve istedikleri yere doğru tek bir adım dahi atamayan, hiçbir yere gidemeyen canlı­lardı!. Toprağa bağlı ve tutsak olan bu bitkiler, gerçekten evlerine bağlı ve tutsak olan müslüman kadınlara ne kadar çok benziyordu!. Dilara bu benzetmeyi yaptıktan sonra ar­tık her ağaçta müslüman bir kadını, her müslüman kadın­da yere kök salmış bir ağacı görüyordu!.

Peki hangi özgür, hangi çağdaş kadın böyle bir bağımlılığa razı olabilir­di? Ve böyle bir bağımlılığa razı olan hangi kadın yeterin­ce mutlu ve huzurlu olabilirdi? Dilara belki anlayabilir umu­duyla bu düşüncelerini Nedime hanıma anlattı. Yere kök salmış bir ağaç gibi yaşantılarını sürdüren kadınların, böyle bir yaşantı ile nasıl mutlu ve huzurlu olabildiklerini sora­rak, kayınvalidesinin bu konudaki düşüncelerini öğrenmek istedi. Dilara'nın söylediklerini çok iyi anlayan Nedime ha­nım, biraz şaşırmış gözlerle “Dışarıdan belki böyle gözüke­bilir” dedikten sonra eliyle bahçedeki büyük ağacı göstere­rek devam etti.

“Mesela bu ağaca dışarıdan bakıldığı zaman birçok insan yere bağlı olan bu ağacın sıkıldığını, hiçbir yere gidemeyen bu hareketsiz ağacın gizli bir üzüntü içinde oldu­ğunu sanabilir!.”

Rüzgar olmadığı için yaprakları dahi kıpırdamayan ağaca öylece bakan Dilara, başını hafifçe sallıyarak “Evet öyle” cevabını verdi. Çünkü anlattığı her şeyi. hüzünlü bir durgunluk içinde olan bu ağaçta rahatça görüyor, görebili­yordu Dilara!. Kırk-elli yaşlarında olan bu ağaç. kırk-elli yıllık bir esareti ve bu esaretin verdiği derin bir hüznü yaşı­yor gibiydi!.

Aynı dalgın ve düşünceli gözlerle ağaca bakan Nedi­me hanım “Tabi ki bu bizim dıştan gördüğümüz bir şey­dir” dedikten sonra konuşmasını sürdürdü..

“Hareketsiz gördüğümüz bu ağacın içinde neler olup bittiğini ise ya bilmiyor, ya da dikkate almıyoruz!. Oysa bu ağacın içinde bir dünya, bir alem vardır. Hareketsiz göre­rek hüzünlendiğini sandığımız bu ağacın köklerinden yap­raklarına doğru bir bayram sevinciyle gidip gelmeler, bir bayram heyecanıyla koşuşturmalar vardır. Zaten  içinde böylesi güzellikleri yaşamasa, dışına böylesi güzellikteki çi­çekleri ve meyveleri veremezdi öyle değil mi, öyle değil mi Dilara kızım!.”

Bu soruya hiçbir cevap vermeden düşüncelere dalan Dilara, ağaç ve bitkilerle ilgili olarak izlediği bazı belgeselleri hatırladı. Gerçekten de bu bitkilerin iç dünyasında can­lı bir hareketlilik, bu ağaçların içinde bambaşka bir alem vardı. Şaşkın gözlerle Nedime hanıma bakan Dilara, “Aca­ba bu köyde herkes bilge mi?” diye düşündü. Çünkü bilim­den ve bilimsellikten haberi olmayan bu yaşlı kadın. Dila­ra'nın uzun yıllardır düşündüğü bir meseleye çok doğru ve çok güzel bir yaklaşımda bulunmuştu!. Mütevazi bir şekilde konuşan kayınvalidesine sevgi ve saygı duyduğunu hisse­den Dilara, Nedime hanımla bir süre daha konuştuktan sonra müsaade isteyerek odasına çekildi.

Yatağının baş ucunda oturarak, iki gündür yaşadıklarım ve dinlediklerini düşünen Di­lara, artık kendisini tanıyamıyordu!. Daha Önceleri doğru­lara açık olan ve doğrulardan kaçmayan bir kişiliğe sahip iken; bu son iki gündür kabul ettiği doğrular karşısında devamlı yan dönen, küçük ve şımarık bir kız çocuğu gibi yan çizen bir insan haline gelmişti!.

Ne olmuştu kendisine. ne olmuştu Dilara'ya böyle? “Keşke bu köye hiç gelmeseydim” diye düşündü. Yatağın yan1 tarafındaki geniş aynaya yüzünü dönerek, kendisine bakmaya başladı. Ay­nada gördüğü kadın, Dilara'nın daha önceleri sevdiği, be­ğendiği, güvendiği ve gurur duyduğu bir kadın değildi ar­tık!. Yenik düştüğü bir savaştan çıkan fakat yenilgiyi hiç kabul etmeyen bir askere, askersiz kalan bir komutana benziyordu sanki!.

İyi ama bu kadınla birlikte nasıl yaşayacak, bu kadını artık içine nasıl sindirecekti Dilara? Bir tür­lü cevaplayamadığı bu sorularla aynaya bakan Dilara, her nedense aynadaki bu kadından git gide uzaklaştığını hisse­diyordu. Aynaya daha fazla bakmaya tahammül edemeye­rek, yatağın üzerine bıraktı kendisini. Uyumak, hemen uyumak ve bu düşüncelerden uzaklaşmak istiyordu. Al­manya'ya gittiğinde naşı! olsa herşey bitecek, herşey eski haline gelebilecekti.

“Acaba?” dedi kendi kendine, acaba gerçekten herşey bitecek, herşey eski haline gelecek miydi? Hiç sanmıyordu, herşeyin eskisi gibi olaca­ğını hiç umud etmiyordu Dilara!. Çünkü böyle olabilmesi için bütün duyduklarını unutması, bütün yaşadıklarını yok sayması gerekiyordu. Dürüst bir insan olarak bunu nasıl yapacak, bunu nasıl başarabilecekti?

Bu düşünceler içinde uyuyamayacağmı çok iyi bilen Dilara, yataktan kalkarak valizini hazırlamak istedi. Çünkü erkenden, sabah erkenden bu evden ve bu köyden ayrılmak istiyordu. Tozlanmasın diye elbiselerinin üzerine örtü­len büyük beyaz çarçafı çekip-aldıktan sonra bir süre elin­deki çarçafa baktı. Müslüman kadınlara yakıştırılan “Çarşaflı kadınlar” deyimini hatırlayınca, elindeki çarşafı hiç düşünmeden başının üzerine koyarak, vücudunu çarşa­fa sardı.

Sonra tekrar aynaya, tekrar aynanın karşısına geçti Dilara!. Aynada bu se­fer bir başka, bambaşka bir kadın duruyordu!. Beyazlar içindeki bu kadında hiçbir fiziki organ ön plana çıkmıyor, sadece bir yüz, küçük bir yüz kendisini gösteriyordu!. Kısa bir süre bu yüze bakan Dilara “Görmem gerekeni gör­düm” düşüncesiyle aynanın karşısından çekileceği sırada, bakışlarının bu küçük yüze takıldığını hissetti. Birşeyler, Dilara'nın gördüğü fakat anlayamadığı birşeyler vardı bu yüzde!.

Aynanın yakınına gelen ve daha sonra aynanın önü­ne oturan Dilara, öylece aynadaki küçük yüze ve bu küçük yüzün büyük gözlerine bakıyordu, önceleri basit ve sıra­dan gözüken bu yüzde, dikkat edildikçe büyüyen gizemli bir şey vardı. Modern ve çağdaş kadınların yüzlerinde birçok şey, birçok anlam olmasına rağmen, aynadaki bu kü­çük yüzde sanki tek bir şey vardı!. Boş ve sakin gözlerle aynaya bakan Dilara, aynadaki bu kadını anlamaya, bu ka­dını tanımaya çalışıyordu.

Sonra kısık bir sesle “Bu Dilara” dedi kendi kendi­ne!.                               

Evet bu Dilara'ydı, Dilara'ydı ama Dilara'nın kendisi değildi ki!. Bembeyaz örtüler içinde kendisine bakan bu kadın, Dilara'nın bunca yıldır beraber yaşadığı ve birlikte olduğu kadından farklı, çok farklı bir kadındı!. Küçük bir kız çocuğunun masumiyetini hatırlatan bu yüz, Alman­ya'ya dönme hazırlığında olan ve yüzünü Almanya'ya dönen Dilara'nın değil, küçücük yüzünü Allah'a dönen bir Dilara'nın yüzüydü!.

Öylece aynaya bakan Dilara, duygu ve düşüncelerinin donduğunu hisediyordu. Ar­tık bu küçük yüzdeki tek ve gizemli şeyin ne olduğunu da anlamaya başlamıştı. Beyaz örtüler içinde bembeyaz gözü­ken bu kadın, sahip olduğu birçok şeyi terkederek Allah'a yüzünü dönen, kıblesine Allah'ı yerleştiren bir kadındı. Ay­naya ve aynanın içini aydınlatan bu kadına öylece bakan Dilara, bir anda hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Çünkü aynadaki bu masum kadın yalvaran gözlerle kendisine ba­kıyor ve insanın yüreğini parçalayan sessiz çığlıklarla şöyle haykırıyordu.

“Ne olur beni ve kendini yok etme”

Dünya herzamanki gibi dönmeye devam etmiş, dünyada üç gün daha geride kalmıştı. Sabah namazı­nı köye yakın bir yerde mola vererek kiian Kadir, tekrar arabasına binerek yola koyuldu. Bir an önce eve varmak, anacağızına sarılmak ve yatıp uyumak istiyordu. Yorucu olmasına rağmen kutsal beldelerde hayatının en güzel an­larını, en güzel günlerini yaşamıştı. “Kulum Bana bir adım gelirse, Ben ona on adım giderim” buyruğunu bire bir yaşamış, Mekke'de veya Medine'de olsun Allah'ı her an ya­nında, yanıbaşında hissetmişti.

Kabe-i mükerreme ise ayrı bir yer. ayrı bir mekandı Kadir için. Mana boyutundan muazzam olan bu mekanda, birçok kez tavaf etmiş, namaz kılmış ve uzun uzun dualar­da bulunmuştu. Kutsal beldelerden ayrılırken çok hüzünlenmişti Kadir. Bir süredir nefes nefese yaşamakta olduğu bir ahiret hayatından, dünya hayatına dönüyormuş gibi hissetmişti kendisini!. Ve içindeki gizli hüzün dünyaya döndüğü için değil, unutmak istese de unutamadığı Dilara'sız bir dünyaya döndüğü içindi.

Yaptığı bütün dualarda Dilara'ya da yer vermesine,

Dilara için de dua etmesine rağmen artık bu isteğin­de ısrarcı değildi. İlahi takdir ne ise o olacak ve herkes kendi tercihini yaşayacaktı. Dilara Allah'a sırt çeviriyorsa. Kadir hiç düşünmeden binlerce Dilara'ya sırt çevirebilirdi. Çünkü yegane Rabbi Allah için gönlünün sevdiğini değil, gönlünü bile terkede bil irdi Kadir. Allah'ı sevmenin bedeli diğer sevgililerden vazgeçmek ise bu küçücük bedeli elbetteki severek ve sevinerek verirdi.

Çünkü O Rahman'dı, O Rahim'di, O kullarına karşı çok şefkatli, çok mer­hametliydi. Vedud olan. gerçek sevgilerin gerçek kıblesi olan sadece O'ydu. Ve Kadir, Rabbisini tanıdıkça Rabbisi-ne olan sevgi ve sevdası çığ gibi büyüyen Kadir, artık O'nsuz hiçbir şey dilemiyor, O'ndan uzak olan hiçbir şeye yaklaşmak istemiyordu.

Araba evin önüne geldiğinde. günün ilk ışıkları ile ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Arabasını evin önüne bıraktıktan sonra “Valiz­leri alayım mı?” diye düşünen Kadir, daha sonra alırım dü­şüncesiyle eve doğru yürüdü. Tahta kapının demir tokma­ğını iki kez vurduktan sonra heyecanla beklemeye başladı. Çünkü anasını görecek, anacağızının boynuna sarılacaktı Kadir. Kısa bir süre sonra içeriden ayak sesleri gelince “Anacağızım geliyor” diye düşündü. Ayak sesleri kapıya yaklaşmış ve kapı açılmıştı. Kapıyı açan uzun giysiler için­deki kadına sarılmak için bir adım atan Kadir, hayretten açılmış gözlerle olduğu yerde durakaldı.

Bu güzel ve örtülü kadın annesi değildi ki!.

Kapıdaki güzel kadının güzel yüzüne bakan Kadir, yüreğinden bir anda yükselen hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Aydınlık bir yüz ve sevgi dolu gözlerle kendisine bakan bu kadın Kadir'in canı, Kadir'in cananı, Kadir'in Dilara'sıydı. Hıçkırık ve gözyaşları İçinde önce Dilara'ya son­ra Rahman olan Rabbisine bakan ve ne diyeceğini bileme­yen Kadir'in kulağına, yeni bir güne başlayan Divane'nin, yeni bir haykırışı ulaştı.

“Vedud, Vedud, Ya Vedud”