2. BEKLENEN MÜSLÜMANLARA YARATILIŞ VE İNSANLIK TARİHİ
Yusuf Aleyhisselam Ve Azizin Karısı
Karanlık Zindanın, Aydınlık Mahkumu!.
Yusuf Aleyhisselam ile Bünyamin
Bir Yusuf Sevdalısının Vuslatı
Bir Sabır Timsali Olarak Eyyub Aleyhisselam
İlk Kapitalist Toplum Olan Medyen Halkı Ve Şuayb Aleyhisselam
Firavun Dönemi Ve Musa (a.s.)'ın Doğumu
Musa Aleyhisselam'ıiî Medyen'e Gelişi Ve Evliliği
Tur’daki Ateş Ve Allah ile Konuşma
Musa Aleyhisselam'ın Görevlendirilmesi
Musa Aleyhisselam'ın Firavun'a Gelmesi
Musa Aleyhisselam Ve Sihirbazlar
Firavunun Musa'ya Öldürmek İstemesi Ve İman Eden Adam
Euzubillahimineşşeytaniracim, Bismillahirrahmanirrahim.
Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek esbabı taleb ediyor, her çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik, her çeşit günahtan selamet diliyoruz.
Ya Rabbil alemin, affetmediğin hiçbir günahımızı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımızı bırakma! Her günahımızı bağışlamanı, her kederimizi gidermeni, rızana uyan her duamızı görmeni diliyoruz. Hangi amelden hoşnut isen onu bize lutfunla ver ve rahmetinle kolaylaştır ey Rahman ve Rahim olan, bizlere lutfuyla rahmet eden Rabbim.
Allah'ım bizi kendimiz için, bizi birbirimiz için, bizi insanlar için bir fitne konusu kılma. Bizleri sapıtmayıp saptırmayan, hidayete ermiş, hidayet rehberleri olmamızı nasib et.
Ya Rabbi, anlayışımız kıt, amelimiz az da olsa, ihtiyaçlarımızı Senin kapına indiriyoruz. Rahmetine muhtacız Ya Rahman, halimizi arzediyoruz...
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
Hamd, sena ue övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah Celle Celaluhu'ya mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri tüm nebilere, resullere ve onların yolunu izlemeye çalışan mü'minlerin üzerine olsun.
ilk kitabın önsözünde de belirtiğimiz gibi, yaratılış ve insanlık tarihiyle ilgili bu kitab çalışmalan, günümüz insanlarına ve özellikle müslümanlara tarihi bir özgeçmiş vermeyi amaçlamaktadır. Çünkü ister istemez herhangi bir dünya görüşünü tercih eden insanların, bu tercihlerini sağlıklı ve bilinçli bir şekilde yapabilmeleri için üzerinde yürüdükleri bu dünyayı tanımaları, içinde bulundukları şu kainatı farkedebilmeleri ve bir insan olarak kendi tarihlerini, kendi özgeçmişlerini bilmeleri gerekmektedir. Zaten başlı başına bir nur ve hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'in indiriliş gayelerinden birisi de, inana ve itikadı ne olursa olsun her insana geçmiş tarihini hatırlatmak ve dosdoğru bir tarihi özgeçmiş uerererek, bu insanlara ne olduklarını, nereden gel'ıp nereye gittiklerini, ne yaparlarsa nelerle karşılaşacaklarını tarihi örneklerle anlatmak ve onları böylesi açık bir uyarıyla ikaz etmektir. Hepimizin bildiği gibi insanlar yeyip içtikleriyle değil, yaşadıkları ve şahit oldukları olaylarla büyüyen, gelişen canlılardır. Yetmiş yaşındaki bir İnsanın büyüklüğü ve olgunluğu, bu insanın yetmiş yıllık tecrübe ve birikimiyle anlam kazanan bir büyüklüktür. Kur'an-ı Kerim ise bizlere yetmiş değil, binlerce yıllık tecrübe ve tarihi birikim vererek, bizleri binlerce yıllık bir büyüklüğe ve olgunluğa davet etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bizlere geçmiş tarihimizi kıssalar halinde anlatan şanı yüce Rabbimiz “Onları görmedin mi, şunları işitmedin mi?...” gibi İlahi hitablarla bizleri anlatılan olayların içine çekmekte ve bu olayları bizzat kendimiz yaşamışız gibi iman etmemizi istemektedir.
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kıssalara bu İlahi murad ile yaklaşan ve anlatılan kıssaları sanki kendileri yaşamış gibi iman eden müslümanlar, hiç kuşkunuz olmasın ki binlerce yıllık tarihi bir özgeçmişe sahip olacaklar ve böylesine derin bir özgeçmişin verdiği olgunluk ile günümüze gelerek, dünyanın beklediği rahmani bir sese, rabbani bir nefes verebileceklerdir. Zaten şaşkınlık ve sapıklık içinde olan günümüz dünyası, fiziki yaşları ne olursa olsun binlerce yıllık bir özgeçmişe ve tarihi bir tecrübeye sahip böylesi gençleri bekleyen bir dünyadır.
Ve bizler de bu önemli kitab çalışmamızda, dünyanın beklediği bu müslümanlart muhatap almayı uygun gördük. Asırlardır bekleyen müslümanların değil, asırların beklediği müslümanları muhatap almamızın nedeni, dünyanın artık bekleyen değil, beklenen müslümanlara ihtiyacı olduğu içindir. Zaten bir mezarlığa dönen umud dünyamızda, hiç ölmeyen ve ölmeyecek olan dipdiri bu gençlerle, dünyanın beklediği bu genç müsîümanlarla ilgili umudlanmızdır.
Evet, ilk kitabın önsözünde kısaca bunları yazmış ve “Bu çalışmalar üslup itibariyle onüç-onyedi yaş arası gençleri muhatap almasına rağmen konu, anlam ve içerik olarak altıbin yaşından küçük olan bütün müslümanlara hitap etmektedir” demiştik. Ancak bu çalışmanın ilk kitabı yayınlandığında, bizim gündeme getirdiğimiz konular ile günümüz müslüman-larının reel gündeminin birbiriyle hiç uyuşmadığını gördük. Çünkü dünyayı ve dünyada gelişen son olayları yakından takip eden bu müsiümanların gündeminde; Amerika ve Ortodoğu'daki son gelişmeler, dünyadaki siyasi ve ekonomik dengeler, parti çalışmalarında küfredip de kafir olmamanın politik izahları ve son zamanlarda emperyalizm tarafından sivil toplum örgütlerine tanınan legal imkanlar çerçevesinde müsiümanların vakıf ve dernek çalışmalarıyla neler yapabilecekleri gibi çok önemli konular vardı!.
Reel gündemde böylesi ciddi ve önemli konular varken, insanın yaratılışından ve binlerce yıl önce yaşamış olan peygamberlerin mücadelelerinden bahsetmenin ne anlamı vardı kil. Bu peygamber kıssaları küçük hikayeler şeklinde yazılmalı ve yedi ile dokuz yaş arast çocuk/ora okutulmalıydı. Çünkü günümüz dünyasındaki büyük İnsanların büyük gündeminde, çocuklara anlatılması gereken bu gibi kıssalara yer yoktu..
Tabi ki bu konuda cedelleşmek, bu konuda gülünç tartışmalara girmek istemiyoruz. Kur'an-ı Kerim’deki tek bir harfin bile fazla ve gereksiz olmadığına iman eden bizler, beşyüze yakın ayet-i kerimeyle anlatılan Musa kıssasının da gereksiz olmadığına inanıyoruz. Çünkü biliyoruz ki insanların yaşadıkları realitenin değişmesi veya değişebilmesi, öncelikle ve öncelikle bu insanların gündemlerinin değişmesiyle mümkündür. Batıl verilerle, batıl gündemleri yaşayan ve batıla reting kazandıran insanlar, reting ile önem ve güç kazanan bu batıldan kurtulamayacak olan insanlardır. Oysa risaletten sonra Mekke döneminde, İlahi daveti kabul edenlerin gündeminde vahiy olduğu gibi, bu daveti reddedenlerin gündeminde, de vahiy vardı. Gündemi vahiy oluşturuyor, müşrikler ve kafirler dahi kabul etmedikleri bu vahyi konuşuyorlardı. İlahi vahyin oluşturduğu bu gündemin merkezinde, o zamanın süper devletleri veya müs-tekbirler değil, önemle ve öncelikle Allah vardı. insanlar Bizans veya İran'ın ne yaptığını ve ne yapacağını değil, öncelikle Allah'ın ne yaptığını ve ne yapacağını konuşuyorlardı. Çünkü gündemin merkezinde Allah vardı ve muhtemel her gelişme, sadece ve sadece O'nun izniyle, O'nun dilemesiyle gerçekleşebilecek olan gelişmelerdi. O halde günümüz insanlığını içine alan trenlerin nereye gittiğini anlayabilmek için gözle görünen lokomotiflere değil, imanla görülen raylara bakmamız ve Sünnetuîîah istikametinde bu rayları yaratan Allah'ı dikkate almamız yeterliydi. Çünkü lokomotiflerin gücü ve vagonların konforu ne olursa olsun, bu trenlerin akıbetleri, seçtikleri ve üzerinde gittikleri raylara bağlıydı.
Meseleyi böyle görüp, meseleye böyle yaklaştığımız için, öncü ve örnek müslümanlara hasret olduğumuz bu dönemde, yüzümüzü ve gönlümüzü Kur'an-ı Kerim'in peygamberlerle İlgili bu gündemine çevirmiştik. İlahi vahyi dikkate alan bu ilgimizin ve bu çalışmamızın, günümüz şartlarında güncel bir çalışma olacağını ve yeterli bir İlgiyle karşılaşacağını zaten beklemiyorduk. Ancak “Her nefs, ölümü tadacaktır” gerçeğini bildiğimiz için, çok kısa olan dünya hayatındaki çalışmalarımızın, bugün için güncel olmasa bile Kur'an-ı Kerim'e göre güncel ve önemli çalışmalar olmasını tercih ettik.
Şimdiye kadar ki bütün kitap çalışmalarımızın gövdesini oluşturan “Teme! konularda Kur'an öğretisi” nasıl ki ilerki yıllarda muhatabını bulmaya başlamışsa, bize göre “Temel konularda Kur'an öğretisi'nden sonra ikinci derece öneme haiz olan bu çalışma da, Rabbimizin lutfuyla ilerki yıllarda ve belki de bizler öldükten sonra gerçek muhataplarım bulacak bir çalışmadır. Dolayısıyla bizlere yönelerek “Daha güncel ve önemli bir konuda çalışma yapmayacak mısınız?” diyenlere “Bizler için bundan daha güncel ve daha Önemli bir konu yoktur” diyor ve günümüz dünyasında tek bir muhatabı olmasa dahi, bu çok önemli çalışmayı kalbi bir mutmainlikle sürdüreceğimizi ifade ediyoruz. Rahman olan Rabbimizin lütuf ve yardımı olmadan hiçbir hayra güç yetiremeyeceğimizi çok iyi biliyor ve tevazudan değil iman ve temiz akıldan kaynaklanan bu samimi bilinçle sadece O'na sığınıp, sadece O'na tevekkül ediyoruz...
Mehmed ALAGAŞ İzmir - 2005
Lut kavminin helakından sonra, dünya hayatı yine devam ediyordu. Şanı yüce Rabbimiz İbrahim Aleyhisselam'a ihtiyarlık yıllarında ikinci bir oğul olarak İshak Aleyhisselam'ı lütfetmişti. Sare validemizden doğan İshak Aleyhisselam'ın da ilerliyen yıllarda Yakup isminde bir oğlu olmuştu. İbrahim ailesine nimetini tamamlayan, İsmail'e, İshak'a ve Yakup'a hidayet eden. herbirini salihlerden ktian Rabbimiz; onları hidayete yönelten önderler yani peygamberler olarak seçmiş, onlara salih amelleri, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyetmişti. İman ve ihlas ile sadece Allah'a ibadet eden, dünyada yaşarken ahireti düşünen, ahire-ti dikkate alan bu salih müslümanlar, Allah katında da seçkinlerden ve hayırlı olanlardandı. Kimi seçeceğini, hangi kutlu aileye nimetini nasıl tamamlayacağını hakkıyla bilen Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki hüküm ve hikmet sahibiydi.
Evet, yıllar geçiyordu.
İshak Aleyhisselam'ın oğlu olan Yakub Aleyhisselam birkaç kez evlenmiş ve ilk hanımından on, ikinci hanımından ise Yusuf ve Bünyamin olmak üzere iki oğlan çocuğu olmuştu. Bu oniki oğul arasında, Yusuf Aleyhisselam'ın çok farklı bir güzelliği vardı. Hal ve hareketleri de bir başkaydı Yusuf Aleyhisselam'ın. Feraset sahibi bir peygamber olan Yakub Aleyhisselam, bu küçük oğlundaki iç ve dış güzelliğini farketmiş, bütün oğullarını sevmesine rağmen, Yusuf Aleyhisselam'a daha farklı bir yakınlık, bir sıcaklık hissetmişti.
Yusuf Aleyhisselam bir babasının yanına gelerek “Babacığım, ben rüyamda onbir yıldızla, güneşi ve ayı bana secde ederlerken gördüm” dedi. Rüyaların yorumunu çok iyi bilen Yakub Aleyhisselam, oğlundan duyduğu bu haber üzerine Önce çok sevindi. Demek ki Allah (Celle Celaluhu) nimetini tamamlayacak ve bu güzel oğluna da peygamberlik verecekti. Gönlünde bu sevinci yaşayan Yakub Aleyhisselam, diğer oğullarını düşününce bir anda endişelendiğini hissetti!. Çünkü insanın en büyük düşmanı olan şeytan Aleyhillane, bu rüyayı kullanarak diğer oğullarını haset ve kıskançlığa düşürebilirdi!. Nitekim Adem Aleyhisselam'ın oğlu Kabil'i Habil'e kışkırtan ve Kabil'in kardeş katili olmasına neden olan aynı şeytan değil miydi!.
Yakub Aleyhisselam yüzünde beliren bu endişe ile oğluna dönerek “Oğlum, bu rüyanı kardeşlerine sakın anlatma, yoksa onlar sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır” dedi. Bu ikazı yaptıktan sonra kendisine hayret dolu gözlerle bakan Yusuf Aleyhisselam'ın başını okşayarak “Oğlum, Rabbin seni seçkin kılacak, sana sözlerin yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi senin ve Yakub ailesinin üzerindeki nimetini de tamamlayacaktır. Hiç şüphe yok, senin Rabbin bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” diyerek, bu güzel rüyanın, güzel yorumunu yaptı.
Yusuf Aleyhisselam'ın baba bir anne ayn olan diğer kardeşleri, büyük dedeleri İbrahim Aleyhisselam'ın ve dedeleri İshak Aleyhisselam'ın seçilmiş birer peygamber olduğunu biliyorlar ve yine bir peygamber olan babalarından sonra kendilerinin de seçilebileceğini umuyorlardı. Birbirlerine söylemeseler de, gönül bahçelerinde gizli gizli' suladıkları bir umud çiçeği idi bu!.
“Hocam, peygamberliği istemek veya umud etmek doğru mudur?”
“Bana göre doğru değildir Merve. Çünkü Allah'tan korkan bir mümin, gereğini yapamam endişesiyle on kişinin basma bile imam olmak istemez. Meselenin gerçek yüzü böyle iken, sorumluğu ve yükümlülüğü çok daha fazla olan peygamberliği istemek veya umud etmek, her halde doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Kaldı ki peygamberlik görevi dileyene değil, Rabbimizin dilediği ve dileyerek seçtiği müslümanlara verilmektedir.”
İçlerinde taşıdıkları böyle bir peygamberlik umudu ile babalarının gözüne girmeye çalışan bu kardeşler, Yakub Aleyhisselam'ın sevgisine ve yakınlığına çok önem veriyorlardı. Fakat gördükleri bir gerçek vardı ki babalan Yakub Aleyhisselam, Yusuf'a ve onun ana baba bir küçük kardeşi olan Bünyamin'e karşı daha yakın, daha sıcak yaklaşıyordu.
Oniki oğulun babası olan ve bütün oğullarını seven Yakub Aleyhisselam'ın Yusuf'a ve Bünyamin'e biraz daha düşkün olması, bu meseleyi çok önemseyen diğer oğulların dikkatini çekmiş ve şeytanın üflemesi ile içlerindeki kıskançlık ateşini tutuşturuvermiştü. İçlerini yakan bu kıskançlık ateşini bir süre birbirlerine hiç söylemediler. Fakat aynı duygular içinde olduklarını anlayınca bir araya geldiler ve “Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa ki biz, yardımlaşan güçlü bir topluluğuz. Doğrusu babamız, (onları tercih etmekle) açıkça bir yanlışlık içindedir” diyerek, içlerindeki kıskançlığı dışarıya vurdular.
Artık bu meseleye şahsi yaklaşmıyorlardı. Kan bağını dikkate alarak önemsedikleri husus peygamberliğin kendilerine verilmesi değil, aynı anneden olan bu on kardeşten herhangi birine verilmesiydi. Zaten Yusuf ve Bünyamîn'i dışarıda tutarak “Biz birbiriyle yardımlaşan güçlü bir topluluğuz” derken; “Peygamberlik bizlerden birisine verilirse, o kişiye tüm gücümüzle seve seve yardım edebiliriz” demek istiyorlardı. Önemli olan bu kutlu görevin, aynı anne babadan olan on kardeşten birisine verilmesiydi.
“Hocam, bu çok yanlış bir düşünce!.”
“Tabi ki çok yanlış Hamdi!. Şanı yüce Rabbimız ane baba ayrı bile olsa tüm mü'minlerin gerçek birer kardeş olduklarını beyan ederken; aynı babadan olmalarına rağmen anneleri farklı olduğu için böyle bir ayrımcılığa gidenler, elbetteki ciddi bir yanlışlık içindedirler. Şeytani kışkırtmalar ile böyle bir yanlışlığa düşen bu kardeşlerin dikkate almadıkları diğer bir husus ise; bir peygamber olan babalarının sevgi ve yakınlığını, Allah' m sevgi ve yakınlığından daha çok önemsemeleridir. Oysa Yakup ailesinden bir peygamber seçilecek olsa bile. bu seçimi Yakup Aleyhisselam değil, sadece ve sadece Allah (Celle Celaluhu) yapacaktı.
İçlerini yakan bu kıskançlık ateşiyle bir araya gelen ve “Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir...” diyerek, içlerindeki kıskançlığı dışarıya vuran bu kardeşler, daha sonra ne yapacaklarını, ne yapmaları gerektiğini konuşmaya başladılar. Şeytanın körüklediği kıskançlık duygusu ile kendilerinden geçmiş birer kör gibiydiler!. Peygamber oğulları olmalarına rağmen, her şeyden haberdar olan Allah'ı unutmuşlar ve Allah korkusundan uzaklaşmışlardı sanki!. İçlerinde en ileri gidenleri “Yusuf'u öldürün veya onu bir yere atıp bırakm ki babanızın yüzü ve sevgisi yalnızca size kalsın. Ondan sonra da (tevbe ederek) salih bir topluluk olursunuz” dediler. Gerçekten üzerinde durulması gereken bir yaklaşım, üzerinde düşünülmesi gereken bir ifadedir bu. Yusuf'u öldürdükten sonra (tevbe ederek) salih bir topluluk olursunuz!.
Bir insanın ağzından çıkmasına rağmen insan aklının ve düşüncesinin mahsulü olmayan bu ifade; kovulmuş şeytanın katıksız bir sözü, bir yaklaşımı, bir vesvesesiydi. Yanlış duygulara kapılmalarına rağmen yine de Allah'a inanan ve salih bir topluluk olmak isteyen bu kardeşlere, şeytan Aleyhİllanenin sağ taraftan yaklaşmasıydı. Bu şeytani yaklaşımda insanları günahtan ve kötülüklerden uzaklaşmaya davet eden bir Allah inancı yerine; insanların ne yaptıklarıyla pek ilgilenmeyen, onların sadece tevbe etmelerini önemseyen ve onları affetmek için her zaman hazır ve nazır bekleyen bir Allah inancı bulunmaktadır. Tarih boyunca İsraiioğuîlan tarafından benimsenen ve İsrailoğulla-nnı azgınlığa sürükleyen bu şeytani yaklaşımda; sosyal hayatın içine hiç girmeden ve insanların yaşantılarına hiç müdahale etmeden onların günahlarını affetmekle meşgul olan Allah (Celle Celaluhu), ne hazindir ki kiliselerde günah çıkartan papazlar gibi algılanmıştır. Hiç kuşkusuz ki şanı yüce Rabbimizi bu yaklaşımdan tenzih ediyor ve O'nu en yüce sıfatlarla takdis ediyoruz.
Şeytanın vesvesesi ile söze dönüşen “Yusuf'u öldürün veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü ve sevgisi yalnızca size kalsın. teklifi, Rabbimizin lütuf ve merhameti ile kardeşlerden bir çoğunun hoşuna gitmemişti. Nitekim söze girerek “Eğer mutlaka bir şey yapacaksanız, Yusuf'u öldürmeyin. Onu (kervan yolundaki) kuyunun derinliklerine bırakıverin de. oradan geçen bir yolcu kafilesi onu alsın'” dediler. Apaçık bir zulüm ve vahşet içeren öidürme teklifinden sonra gelen bu ikinci teklif, kardeşlerin hepsine iyi ve merhametli(!) bir teklif gibi gözüktü.
Artık karar vermişlerdi.
Şimdi önemli olan. kardeşleri Yusuf'u hiç yanından ayırmak istemeyen babalarını ikna etmeleri ve Yusuf'u alarak bir gezintiye çıkmalarıydı. Ancak bir kaç kez teklif etmelerine rağmen, babaları Yusuf'un kendileriyle gelmesine izin vermiyordu. Fakat yine de bu tekliflerinde ısrar ederek “Ey Babamız!. Sana ne oluyor ki Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun? Oysa gerçekten biz, onu seven ve onun iyiliğini isteyenleriz. Sen onu yann bizimle gönder ki kardeşimiz dileğince yesin, oynasın. Kuşkusuz biz onu koruyup-gözetiriz”
dediler.
Yakub Aleyhisselam öylece oğullarına baktı. Söyledikleri sözlerdeki güzellik, ne yazık ki gözlere yansımıyordu!. Ancak onların gözlerinde gördüğü bu güvensizliği, onların yüzlerine karşı söylemek de istemedi. Hüzünlü ve endişeli bir ses tonu ile “Onu götürmeniz beni gerçekten üzer. Çünkü sizier ondan habersiz İken, onu kurdun yemesinden korkuyorum” dedi. Babalarının bu endişesini gidermek için “Andolsun ki biz birbirini kollayan güçlü bir topluluk iken kurt onu yerse, bu durumda hepimiz aciz kimseler oluruz. Bu olacak iş değil!.” dediler. Oğullarının bu ısrarı ve Yusuf'un da gitmek istemesi üzerine ne diyeceğini bilemeyen Yakub Aleyhisselam, İlahi bir takdirle karşı karşıya olduğunu hissederek onlara izin verdi.
Kardeşleriyle birlikte bu gezintiye çıkan Yusuf Aleyhisselam, sevinç ve heyecan içindeydi. Şimdiye kadar hiç görmediği yerlere gelmişti. Kardeşleri bir süre Yusuf Aleyhisselam'ı izlediler. Çocuksu bir sevinç içinde etrafına bakıyor, oradan oraya koşturuyordu. Ancak Yusuf Aleyhisselam1 in bu masumca davranışları, onları kararından vazgeçirmemişti. Kuyunun başına giderek Yusuf Aleyhisselam1 yanlarına çağırdılar. Kuyuya bir şey düşürdükleri bahanesiyle “Senin beline ip bağlayarak kuyuya indireceğiz!.” dediler. Büyüklerine karşı itiraz nedir bilmeyen Yusuf Aleyhisselam, kardeşlerinin bu isteğini kabul etti. Yusuf Aleyhisselam'ın gömleğini çıkardıktan sonra beline ip bağlıyarak kuyuya indirdiler. Küçük Yusuf'un yeryüzüyle yegane irtibatı, ellerinde tuttukları bu ipti artık!. Birbirlerinin yüzüne baktıktan sonra, hep birlikte tuttukları ipi, hep birlikte bırakmaya karar verdiler.
“Hocam, niye hep birlikte?”
“Güzel bir soru Veli. Bu işi hepbirlikte yapmak istemelerinin nedeni, bu suça hepsinin iştirak etmesi ve yarınlarda hiç kimsenin konuşmaması veya babalarına karşı kendisini temize çıkarmaması içindi!. Nitekim böylesi düşüncelerle bu kararı verdikten sonra hepbirlikte tuttukları İpi, hepbirlikte bırakmışlar, bırakıvermişlerdi. Kuyunun derinliklerine bırakıldığı an, önce bunun bir kaza olduğunu düşünen küçük Yusuf, kardeşlerinin bir şey yapmalarını ve kendisini kurtarmalarını bekliyordu!.”
Fakat gelmiyordu, gelmiyordu bu yardım!.
İşin garip tarafı, kendisini kuyunun derinliklerine bırakan kardeşleri, kuyunun başından ayrılmaya ve oradan uzaklaşmaya başlamışlardı!. Yusuf Aleyhısse-lam hüzünlü bir şaşkınlık içine girmişti!. Hepbirlikte ne yapıyorlardı, ne yapmak istiyorlardı ki bunlar!. Oysa ahileriydi, kardeşleriydi bu insanlar!. Bütün bu olup bitenleri bir türlü anlayamayan Yusuf Aleyhisselarn, endişe ve hüzün dolu bir sesle çağırmak istedi kardeşlerini. Fakat bunun ne faydası olurdu ki? Kendisini bu kuyunun derinliklerine bırakanlar, zaten onlar değil miydi? Gördüğü rüya üzerine babasıyla yaptığı konuşmayı hatırladı. Bir peygamber olan babası “Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa onlar sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” demişti. Babasının sözünü ettiği tuzak, belki de böyle bir tuzak olmalıydı.
Kardeşlerinin kurduğu bu tuzak, yaptıkları bu zulüm üzerine derin bir keder içine giren Yusuf Aleyhisselam, kalbine hüzün veren bu duygular içinde ne yapacağını bilmiyordu!. Kuyunun derinliklerinden seslense bile, kime seslenecek ve kime sesini duyura bilecekti ki!. Oysa kuyunun derinliklerindeki bu küçük Yusuf'u gören ve işiten, büyük bir Rahman vardı. Nitekim onun bu durumunu hakkıyle gören, hakkıyle İşiten ve Rahman olan Rabbimiz, keder ve endişe içindeki küçücük Yusuf'a seslenerek “Ey Yusuf. Andolsun ki (buradan kurtulacak ve) kendileri farkında değilken. sen onlara bu yaptıklarını haber vereceksin” diye vahyetti. İşte bu vahiy üzerine durdu, İnsanlara seslenmekten vazgeçti ve kendisini karanlık kuyunun sessizliğinde Rahman’in takdirine bırakıverdi Yusuf Aleyhisselam.
Yakub Aleyhisselam, içinde büyük bir endişe olmasına rağmen yine de oğlu Yusuf’un döneceğini umud ediyordu. Akşam üstüne doğru bütün oğulları ağlar vaziyette yanına geldiler. Yakub Aleyhisselam'ın gözleri Yusuf'u aradı onların arasında. Fakat ne kadar bakarsa baksın Yusuf yoktu, oğİu,yoktu, oğulcağızı yoktu onların arasında!. Babalarının bu perişan halini gören oğullar “Ey Babamız, gerçek şu ki biz oraya gittik ve Yusuf'u da yiyeceklerimizin yanında bırakarak yarışmaya başladık. Fakat biz birbirimizle yarışırken onu kurt yedi. Şimdi biz doğruyu söyleyenler olsak da, senin bize inanmayacağını biliyoruz” dedikten sonra üzerine kan sürdükleri Yusuf'un gömleğini, sözlerine bir delil olarak Yakub Aleyhisselam'a verdiler.
Bir hüzün yumağı haline gelen Yakub Aleyhisselam, başını iki yana salhyarak “Hayır” dedi. Oğullarının söylediklerine inanmamıştı, kesinlikle inanmamıştı. Yakup Aleyhisselam!. Çünkü hem Yusuf'un kendisine anlattığı rüyasında, hem de bu güzel oğlunun anlamlı gözlerinde. Allah tarafından seçilmişİiği görmüştü, bizzat görmüştü Yakup Aleyhisselam.
Ve Allah. seçmeyi dilediği bir mü'rnini, seçeceği bir müslümanı kurtlara yedirmezdi. Bu düşünceler içinde oğullarının gözlerine teker teker baktı. Hepsinin gözünde aynı tedirginlik, aynı yalan vardı. Bu işi ortaklaşa yaptıklarına ve aralarında hakka şahitlik yapacak birisi olmadığına göre onlarla tartışmanın, onlarla cedelleşmenin hiçbir faydası yoktu. Yüreğindeki hüzün ile oğullarına dönerek, acı ile titreyen bir sesle “Nefsiniz, sizi yanıltıp böyle bir işe sürüklemiş. Sizinle faydasız bir tartışmaya girmeyecek, güzel bir şekilde sabretmeye çalışacağım. Sizin bu düzüp-uydurduklarınıza karşı, kendisinden yardım isteyebileceğim sadece Allah'tır” dedi.
Yakub Aleyhisselam, dudağından dökülen bu sözler ve yüreğindeki Yusuf sevgisi ile uzun yıllar sürecek olan bir hasret dönemine girmiş oluyordu. Tabi ki bu imtihanı yaşarken kendisini de sorguluyor, nerede ve nasıl bir hata yaptığını anlamak istiyordu. Hep o cümle, oğullarına söylediği o cümle yankılanıyordu kulaklarında.
“Yusuf'u bir kurdun yemesinden korkuyorum!.” Allah'a tevekkül ettikten ve Yusuf'unu Allah'a emanet ettikten sonra, neden böyle bir korkuya kapılmıştı ki!. Doğru muydu, doğru muydu, doğru muydu bu!. içinden yükselen bu sorulara başını iki yana sallıyarak “Hayır” cevabını veriyordu. Çünkü korku tevekkülü bozardı. Nitekim Allah'a tevekkül zırhını çatlatan, tevekkülde gedikler açan, belki de duyduğu bu korku, duyduğu bu endişe olmalıydı!.
Gerçi ilk defa, ilk defa böyle bir unutkanlığa düştüğünü hissetti. İşte bunu ve bu İlahi takdirin hikmetini düşününce, yaşanması gereken bir imtihanın engellenemeyeceğini, kesinlikle engellenemeyeceğini bir kez daha anladı...
Kardeşleri gittikten ve ses seda kesildikten sonra, kuyunun karanlıklarında kalan Yusuf Aleyhisselam bir çocuk saflığı ile yaşadıklarını tekrar tekrar düşünüyor ve kardeşlerinin niye böyle bir şey yaptıklarını yeniden anlamaya çalışıyordu!. Babası Yakub Aleyhisselam “Oğlum, şeytan insanın en büyük düşmanıdır” demişti. Çok doğru bir söz olmalıydı bu. Herhalde şeytan, bu lanetli şeytan aldatmıştı kardeşlerini. Yoksa abileri, yoksa kardeşleri kendisine neden kızsın, onu neden kuyuda bıraksınlardı ki!. Yaşadığı olayı bu şekilde düşününce, abilerine kızmadığını fakat onlara çok ciddi bir şekilde acıdığını hissetti.
Zaman geçiyor fakat gelen giden olmuyordu!.
Aydınlık yüzü ile kuyunun daracık ağzına bakıyor, birilerinin, bir yardım vesilesinin gelmesini bekliyordu, beklemeye devam ediyordu Yusuf Aleyhisselam. Geceleri kuyunun karanlığından gökyüzüne bakarken, Allah'ın azametini düşünüyor, Allah'ı zikrediyor ve yaşadığı hiçbir an Allah'tan umudunu kesmiyordu. Elbetteki Rabbi olan Allah ona yardım edecek, ona bir yardım vesilesi gönderecekti.
Böylece bir süre. sabır ve tevekkül sahibi bir çocuğun dayanabileceği kadar bir süre geçtikten sonra, kuyunun başına bir yolcu kafilesi geldi. Kafilenin sucusu, su almak için kovasını kuyuya sarkıttı. Kuyunun içinde oldukça zor günler geçiren Yusuf Aleyhisselam. aşağı doğru sarkıtılan bu kovayı görünce. Rahman olan Rabbimizin kendisine uzanmış yardım elini görmüş gibi sevinerek Allah'a hamdetti. Ve bütün gücünü toplayarak tuttu, tutunuverdi kovaya!.
Oldukça ağırlaşan kovayı yukarıya çeken sucu “Hey müjde, bu bir çocuk” diyerek sevincini İfade etti. Çünkü onlar için böyle bir erkek çocuğu, satabilecekleri ticari bir mal idi. Dolayısıyla oldukça bitkin olan ve kendi kendine bir şeyler sayıklayan bu küçük çocuğu hiç dinlemeden, ticari bir mal olarak kendilerine alıkoydular.
Yolcu kafilesi tekrar yola koyulmuş ve hiçbir şeyin farkında olmayan Yusuf Aleyhisselam bilmediği bir ülkeye ve bilemediği bir hayata doğru yol almaya başlamıştı. Bu yolcu kafilesi Mısır'a geldiğinde, Yusuf Aleyhisselam' esir pazarına götürdüler. Küçük ve bitkin bir çocuk olan Yusuf Aleyhisselam, esir pazarındaki alıcılar için değerli ve önemsenecek bir köle değildi. Fakat Mısırlı bir Aziz, Yusuf Aleyhisselam'a uzun uzun baktı. Hasta ve bitkin görünen bu küçük çocukta, hiç kimsenin göremediği birçok güzelliği farketmiş gibiydi. Dolayısıyla hiçbir alıcısı ve talibi olmayan Yusuf Aleyhisselam'ı, çok ucuz bir fiyata satın alarak evine getirdi.
Mısırlı Azizin, rivayetlere göre ismi Züleyha olan genç bir hanımı vardı. Çok güzel bir hanım olan Züleyha'nm, hiç çocuğu yoktu. Mısırlı Aziz, Yusuf Aleyhisselam'ı Züleyha'ya vererek “Bunun yerini üstün tut ve ona güzel bak. Umulur ki bize bir yararı dokunur, ya da onu evlad ediniriz” dedi. Yusuf Aleyhisselam'i böylelikle güzel ve güvenilir bir yere yerleştiren Rabbimiz, ona sözlerin ve rüyaların yorumunu öğretti. Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verilirdi. Çünkü emrinde galip olan Allah (Celle Celaluhu), iyilik yapanları böyle ödüllendirmektedir.
Esir pazarına getirildiğinde sıradan bir çocuk gibi gözüken ve hiç önemsenmeyen Yusuf Aleyhisselam, yıllar geçkitçe büyümüş ve dünya tarihinin en güzel delikanlısı olmuştu. Normal veya tabi karşılanacak bir güzellik değildi bu!. Sanki kainattaki bütün güzellikler ve aydınlıklar, Yusuf Aleyhisselam'ın cemalinde yani yüzünde toplanmış gibiydi!. Alışılmışın çok dışında olan bu güzellikte, fiziki kusursuzluğun ötesinde nurani bir atmosfer de vardı. Her insan topraktan yaratılmıştı ama. Yusuf Aleyhisselam'ın toprağı sanki nurla yoğrulmuş, nurla şekillendirilmişti!.
Yusuf Aleyhisselam hiç kuşkusuz ki bu güzelliğini bir gurur, bir böbürlenme değil, sadece ve sadece bir şükür vesilesi olarak kabul ediyordu. Kendisini böylesine güzel yaratan Allah'ın, bu güzelliklerle mukayese edilemeyecek olan İlahi güzelliğini düşünüyor ve başını öne eğerek “Güzel olan Sen'sin, güzelin ve güzelliğin ta kendisi gerçekten Sen'sin, Sen'sin ya Rabbi” diyerek, Allah'a hamdü senalarda bulunuyordu.
Yusuf Aleyhisselam'ın bu güzelliği.
Mısır'lı Aziz'ın hanımı olan Züleyha'da sabır ve tahammül gücü bırakmamıştı. Yusuf Aleyhisselam'a önçeleri güzel sözlerle yaklaşmak istedi!. “Ey Yusuf, yüzün ve cemalin ne güzel” dediğinde, Yusuf Aleyhisselam başını öne eğerek “Bu yüzüm ve cemalim, bir gün toprak olacak” derdi. “Ey Yusuf, ne güzel gözlerin var” dediğinde ise “Bu gözlere kabirde kurtlar düşecek ve bu gözler kurtların yemeği olacak” diyerek, hanımının arzularını kendisinden uzaklaştırmak isterdi.
Bir gün şeytanın kışkırtması ile nefsani arzularının önüne geçemeyen Züleyha, Yusuf Aleyhisselam'dan faydalanmak, onunla beraber olmak istedi. Mısır'lı Aziz'in evde olmadığı bir vakitte kapılan sımsıkı kapatarak “İstek ve arzularım senin içindir, yanıma gelsene” dedi. Yusuf Aleyhisselam, Züleyha'nın kendisini neye davet ettiğini çok iyi biliyordu.
Bir an durakaldı!.
Züleyha, her erkeğin beraber olmak isteyebileceği çok güzel bir kadındı. Bir erkek olarak belki kendisi de onu isteyebilir, belki kendisi de onu arzulayabilirdil. Ancak sonra, sonra ne olacaktı!. Çok ihlaslı bir insan olan Yusuf Aleyhisselam, Rabbirnizin lutfuyla bu olayın sonrasını düşündü. Züleyha ile böyle bir olay yaşar ise, bu olayın sonrasında utanç, bu olayın sonrasında pişmanlık, bu olayın sonrasında azap vardı. Böyle bir utancı yaşar ise Allah'a ne diyecek, nasıl hesap verecekti kil. İşte bu gerçeklerle kendisini toparlayarak “Allah'a sığınırım. Çünkü O benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez” dedi.
“Hocam, Yusuf Aleyhisselam’ın “O benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur.” cevabı çok güzel.”
“Elbetteki çok güzel Fatih. Ancak yine de bu cevapta senin farkettiğîn güzelliği dinlemek isteriz.”
“Mısırlı Aziz Yusuf'u bir köİe olarak aldığında, hanımına götürmüş ve “Bunun yerini güzel tut” demişti. Dolayısıyla Mısırlı Azizin hanımı uzun yıllar Yusuf'a güzellikle davranmış ve onun yerini üstün tutmuştu. Yusuf Aleyhisselam uzun yıllar gördüğü iyi muameleyi ve yerinin güzel tutulmasını Züleyha'dan bilseydi, Züleyha'ya karşı kendini borçlu hissedebilir ve onun teklifi karşısında tereddüte düşebilirdi. Çünkü insanlar kendilerine yapılan iyiliği, kendilerine yapılan güzel davranışları genellikle vesileden bildikleri zaman, kendilerini bu vesileye karşı borçlu veya minnet altında hissedebilmektedirler. Oysa Yusuf Aleyhisselam böyle yapmamıştır. Çocukluğundan beri bir köleliği, bir tutsaklığı yaşamasına rağmen “Benim Efendim, benim gerçek sahibim Allah'tır” demiş ve yerinin güzel tutulmasını da sadece ve sadece Allah'tan, Allah'ın lütuf ve yardımından bilerek, Züleyha'nın teklifini kabul etmemiştir.
“Senden Allah razı olsun Fatih. Bir peygamberin davranışını, bir peygambere yakışır şekilde izah ettin. Evet. Fatih kardeşinizin de belirttiği gibi gördüğü her hayrı, hayrın gerçek Sahibi Allah'tan bilen ve zina gibi çirkin bir fiilin muhtemel akibetlerini düşünen Yusuf Aleyhisselam, Rabbirnizin bu yardımı ile nefsi arzularına meyletmemiş ve hiç tereddüt etmeden “Allah'a sığınırım. Çünkü O benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur.” Gerçek şu ki zalimler kurtuluşa ermez cevabını vermişti.
“Tabî ki Züleyha'nm hiç beklemediği bir cevaptı bu!.”
Gözü dönmüş bir şekilde yerinden kalkarak, Yusuf Aleyhisselam'ı yakalamak istedi. Her ikisi birden kapıya doğru koştular. Yusuf AleyhisselanVa yetişen Züleyha, onu gömleğinin arkasından tutarak kendine doğru çekti. Ancak nefsinin arzularına ve Züleyha'nın çekmesine rağmen durmadı, hiç duraksamadı bu güzel müslüman. Nitekim Züleyha'nın arzusu ve Yusuf'un Allah korkusu arasında gerilen gömlek, bu gerginliğe daha fazla dayanamayarak yırtılıverdi!. Kapının yanına geldiklerinde ise Mısırlı Aziz ile karşılaşıverdiler. Züleyha bir anda ne yapacağını şaşırdı!. Kendisi için utanç verici bu durumdan kurtulabilmek için Yusuf Aleyhisselam'ı suçlayarak “Ailene böyle bir kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acıklı bir azabtan başka, cezası ne olabilir?” dedi.
Hiç beklemediği böyle bir suçlama karşısında şaşkındır, şaşırmıştır Yusuf Aleyhisselam. Öylece kendisine bakan Mısırlı Azize ne diyeceğini, nasıl cevap vereceğini bilemedi. Çünkü suçlu da olsa bir insanın ayıbını söylemek, bir insanı utandırmak, Yusuf Aleyhisselam’ın hiç hoşlanmadığı bir şeydi. Fakat sustuğu takdirde de kendisi, bizzat kendisi hiç taşıyamayacağı bir utancın altına girecekti. Bu çelişkili düşünceler içinde başını öne eğerek dudaklarını açtı ve zor duyulabilecek bir sesle “Onun kendisi benden murad almak istedi” diye fısıldadı.
Hanımının ve Yusuf Aleyhisselam’ın birbiriyle çelişen bu cevaplan üzerine tereddütc düşen Mısırlı Aziz, ne yapacağını ve kimi suçlayacağını bilemedi' Ancak Züleyha'nın yakınlarından olan bir kadın. Mısırlı Azizle konuşarak “Eğer Yusuf'un gömleği ön taraftan yırtılmassa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir. Şayet Yusuf'un gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söylemiştir ve Yusuf doğruyu söyleyenlerdendir” dedi.
Kadının bu sözlerini gayet doğru bulan Mısırlı Aziz. Yusuf Aleyhisselam'in gömleğine baktı. Gömleğin arkadan çekilip yırtıldığını görünce, Züleyha'ya dönerek ve nefsi zafiyetle entrikalar üreten tüm kadınları kastederek “Doğrusu bu. sizin düzeninizdir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür” dedi. Sonra durdu, ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Olay aydınlanmıştı ama, aydınlanan bu olayı şehir halkı duyarsa hem kendisi, hem de ailesi rezil olurdu. Böyle bir rezalet çıkmasını kesinlikle istemeyen Mısırlı Aziz, bu olayı örtmeye karar verdi.
Sessiz ve sakin bir şekilde kendisi hakkında verilecek kararı bekleyen Yusuf Aleyhisselam'a dönerek ve ona hanımını göstererek “Yusuf, sen bundan yüz çevir” dedi. Sonra kızgın ve kırgın bakışlarını hanımına çevirdi. Hüzün ve kırgınlık dolu bir suskunluğun ardından “Sen de günahın dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkarlardan oldun” diyerek, nefsine çok ağır gelen bu olayı kapatmak istedi.
Mısırlı Aziz olayı bu şekilde kapattığını sanmasına rağmen olay gizli kalmamış, şehirdeki birçok kadının kulağına gitmişti. Hepsinin evinde uşak ve cariyeler bulunan bu kadınlar, yaptıkları her dedikoduda Züleyha'yı kınamaya başlamışlardı. Birbirlerinin yüzüne kı-nayıcı bir hayret ile bakarak “Azizin karısı kendi uşağının nefsinden murad almak istiyormuş. Öyle ki onun sevgisiyle yanıp-tutuşuyormuş. Doğrusu onu açıkça bir sapıklık içinde görmekteyiz'” diyorlardı.
Şehirdeki üst düzey kadınların böylesi dedikodularını duyan Züleyha, önce ne yapacağını düşündü. Kendisi hakkında böyle konuşan kadınlar, elbetteki Yusuf'u ve Yusuf'un güzelliğini hiç görmemişlerdi. Oysa Yusuf'u görseler, kendisi hakkında böyle konuşamazlar, kendisini böyle kınayamazlardı. Çünkü kendisi Yusuf'u her gün görmesine rağmen, onu her görüşünde yeni görmüş gibi heyecana kapılıyor, onun cemaline bakarken dünyadan koptuğunu ve bambaşka alemlere gittiğini hissediyordu. Hatta bir gün döşeğe yaslanmış bir şekilde elindeki bıçakla meyve yerken Yusuf yanına gelmiş ve Yusuf'a bakarken elindeki bıçakla parmağını kestiğini bile farketmemişti. Gerçi bu olayı kimseye söylememiş, kimseye anlatmamıştı Züleyha!.
Çünkü asil ve soylu bir kadının uşağına bakarken böyle bir duruma düşmesi, o asil ve soylu kadın için gerçekten utanılacak bir durumdu!.
Bu olayı hatırlayan Züleyha'nın gözleri yavaş yavaş açılmaya ve sinsi bir sevinçle parlamaya başladı. Çünkü şehirde kendisinin dedikodusunu yapan asil kadınlara, ne yapması gerektiğini çok iyi anlamıştı artık. Nitekim bu anlayışla onlara haber göndererek, onların hepsini evine davet etti. Gelen misafirlerini güleryüzle karşılayıp, rahatça oturup-dayanacakları yerler hazırladı. Önlerine çeşitli meyveler koyarak, bu meyveleri soymaları için hepsine birer bıçak verdi. Kadınlar ellerindeki bıçak ile meyveleri soymaya başlayınca, zamanlamaya çok dikkat eden Züleyha hemen Yusuf Aleyhisselam'ın yanına giderek “Haydi çık ve onlara görün” dedi.
Yusuf Aleyhisselam kadınların yanına çıkınca, bütün kadınlar büyük bir hayret şokuna girmişlerdi!. Önlerinde duran Yusuf Aleyhisselam'a baktıkça, hayal ufuklarını aşan bu güzellik karşıstnda kendilerinden geçtiler. Yusuf Aleyhisselam'ı bir anda karşılarında görünce, meyve soymakta'olan ellerine “Durun, hele biraz durun” demeye bile fırsat bulamamışlardı!. Bıçak tutan elleri bilinçsiz bir şekilde yine işliyordu!. Ve ellerindeki bıçaklarla, hiç farkında olmadan ellerini kesmeye, ellerini doğramaya başladı bu kadınlar!.
“Ellerini kestiklerini hissetmiyorlar mıydı?”
“Hiç, ama hiç hissetmiyorlardı Merve. Çünkü onlar ilk kez gördükleri güzellik karşısında sanki başka dünyalara, sanki başka alemlere gitmişlerdi!. Nitekim Yusuf Aleyhisselam'ın cemaline baktıkça, gördükleri güzelliği anlamaktan ve tanımlamaktan aciz kalarak “Suphanallah!, Bu bîr insan değil, olsa olsa yüce bir melektir” demeye başlamışlardı!.
Hayretten uzak sakin bakışlarla olayı izleyen ve kurduğu planın bir gereği olarak zaten beklediği bu gelişmelerden hiçbir şaşkınlık duymayan Züleyha, Yusuf Aleyhisselam ile kadınların arasına girerek “Kendisi hakkında beni kınadığınız işte budur” dedi. Züleyha'nın bu sözü ile kendilerine gelen ve kanlı ellerine bakarak ne yaptıklarını fârkeden kadınlar, birbirlerine utangaç gözlerle bakmışlar ve nasıl bir duruma düştüklerini anlamışlardı. Gizli bir utanç içinde olan kadınların bu durumuna bakan Züleyha, artık kendisini çok iyi hissediyordu. Çünkü şehrin öndegeien asil kadınları, bir uşağın güzelliği karşısında ellerini kesmişler, hiç farkında olmadan ellerini doğramışiardı!. Kendisinin Yusufun nefsinden murad almak istemesi ne kadar küçültücü bir olaysa, asil kadınların içine düştüğü bu durum da o kadar küçültücüydü!. Şimdi bu kadınlar ne diyecekler, eşlerine ve yakınlarına bu olayı nasıl izah edeceklerdi ki?
Tabi ki bütün bu soruların cevabı Züleyha'daydı!.
Çünkü kadınların büyük olasılıkla böyle bir duruma düşeceğini bilen ve bu nedenle olayı dikkatlice organize eden Züleyha, bu olayın devamını da düşünmüş ve misafiri olan asiî kadınları da içine alan bir düzen kurmuştu. Kurduğu bu düzeninin yegane hedefi, yine Yusuf'tu, yine Yusuf Aleyhisselam'dı. Çünkü Züleyha için Yusuf'tan vazgeçmek, vazgeçebilmek mümkün değildi. Kaldı ki şimdi yanında, bu düzeninde kendisine ister istemez yardım edebilecek asil kadınlar da vardı.
Kurduğu düzenin kendisine verdiği güvenle açıkça konuşmayı tercih eden Züleyha, mahcup gözlerle kendisine bakan misafirlerine “Andolsun ben onun nefsinden faydalanmak istedim, o ise iffetini korudu. Fakat yine andolsun ki, eğer kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa, mutlaka zindana atılacak ve mutlaka küçük düşürülenlerden olacak” dedi. Ve bu sözlerinden sonra, Yusuf Aleyhisselam'a sadece iki seçenek bırakan planını anlattı. Bu plana göre Yusuf Aleyhisselam ya Züleyha'nm isteğini kabul edecek; ya da kadınlara kötülük yapmakla, belki de elindeki bıçakla onlara saldırıp-onları yaralamakla suçlanacak ve ellerinden yaralanan bu kadınların ortak ifadesiyle zindana atılarak, küçük düşürülenlerden olacaktı!. Züleyha'mn bu sözleri karşısında, kadınlardan hiçbiri ona itiraz edemedi. Çünkü bütün kozlar, kendilerini bir uşak karşısında aciz ve açması bir duruma düşüren Züleyha'nın elindeydi!. Dolayısıyla kurduğu bu düzen ve yapmak isteği şey konusunda, Züleyha'ya karşı çıkmayacaklarını belirttiler.
Bütün olup-biteni endişeli gözlerle izleyen ve nasıl bir düzenle karşı karşıya olduğunu çok iyi anlayan Yusuf Aleyhisselam, kadıniann hep birlikte katıldığı bu düzen karşısında “Ya Rabbim, benim için zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştı rmaz-san, onlara eğilim gösterebilir ve cahillerden olurum” diyerek Allah'tan yardım istedi. Her duayı işiten ve her şeyi hakkıyle bilen Rabbimiz, Yusuf Aleyhisselam'ın duasını kabul ederek, kadınların hileli düzenlerini ondan uzaklaştırdı.
Kadınların hileli düzeninden kurtulan, Allah'ın yardımı ile onlara hiçbir eğilim göstermeyen Yusuf Aleyhisselam, kendisine atılan iftira konusunda ise yalnızlığa düşmüştü. Çünkü kadınların hepsi ağız birliği ile kendisini suçlamışlar, belki de bu suçlamalarına açık bir delil olarak yaralı ellerini göstermişlerdi!. Suçlamaları dinleyen ve delilleri gören yetkililer, Yusuf Aleyhisselam’ın gözlerindeki masumiyet aydınlığını farketseler de, deliller istikametinde onu belli bir vakte kadar zindana atmaya karar verdiler.
Böylelikle zindanın yolu gözükmüş, Yusuf Aleyhisselam için zindan günleri başlamıştı artık..
Küçük yaşlarda kuyuya atılan ve kuyunun karanlıklarında günlerce kalan Yusuf Aleyhisselam, bu sefer bir kuyuya değil karanlık bir zindana atılmıştı. Tabi ki her iki olayda da suçsuz, her iki olayda da masumdu Yusuf Aleyhisselam. Fakat bütün bunlar, yaşanması gereken İlahi bir takdirdi. Çünkü bir insanın olgunlaşması ve içinde yaşattığı güzel duyguların mayalanması, bazı acılara ve imtihanlara bağlı ise, Yusuf Aleyhisselam1 m imtihanları da böyle bir tutsaklık çizgisinde gelişiyordu.
Yusuf Aleyhisselam ile birlikte iki genç de zindana girmişti. Kendilerine iyilik üzere yaklaşan Yusuf Aleyhisselam'ı kısa zamanda sevmişler, onu kendilerine yakın hissetmişlerdi. Birgün bu gençlerden birisi;
“Ben rüyamda kendimi şarap sıkıyorken gördüm.” dedi. Öbürü de:
“Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yiyordu” dedikten sonra;
“Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz.” diyerek, gördükleri bu rüyaların yorumunu, bu rüyaların tabirini öğrenmek istediler.
“Hocam, siz de rüyaların yorumunu yani tabirini biliyor musunuz?”
“Ben rüyanın ne olduğunu bilmiyorum ki Merve, tabirini bileyim!.”
“Hocam, hiç rüya görmediniz mi?”
“Elbetteki gördüm ve görüyorum Hamdi!. Fakat rüyanın hakikati hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmadığımı düşünüyorum. Bildiğiniz gibi yarınlarda gerçekleşecek olan yaşanmamış her gün veya yaşanmamış her hadise bizim için gaybdır. Salih denilen rüyalar ise, bizler için gayb olan'bu hadiselerin, uyku halinde iken aynen veya müteşabih olaylar ve anlamlı semboller ile bizlere yansımasıdır.
“İşte rüyanın tarifini yaptınız hocam!.”
“Mesele bu kadar basit değil Merve!. Bu konuda bilmediklerim, bildiklerimden çok daha fazladır. Mesela rüyayı neyimizle algılıyoruz? Kalbimizle mi, nefsimizle mi, beynimizle mi, ruhumuzla mı, bilmiyorum!. Gerçek hayata müteşabih olan hangi olay veya hangi sembol; niye, neden ve nasıl bazı şeyleri ifade ediyor, bilmiyorum!. Rüyalardaki önemli semboller kişiye özel olmadığına yani her kim görürse görsün aynı gaybi manaları ifade ettiğine ve bizlerde de gayb bilgisi bulunmadığına göre; uyku halindeyken neyimizle, nereye uzanıyor ve ilim sahipleri için gaybi bir gerçeklik ifade eden bu sembolleri nerede görüyoruz, bilmiyorum!. Uyanıkken bile şeytanı farketmekte zorlanırken, rüyalarımızda Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) dışında her kimliğe bürünebilecek olan şeytanı nasıl farkedebileceğimizi, dolay isiyle salih veya şeytani rüyayı birbirinden nasıl ayırabileceğimizi bilmiyorum!. Şimdi bana sadece bir kısmını zikrettiğim bu bilmediklerimin cevabını verirseniz, sizlerle rüya ve rüya tabiri hakkında biraz konuşabiliriz.
“Hocam, biz konumuza yani gerçek hayatı yorumlamaya devam edelim.”
“Çok güzel söyledin Fatih!. Bizler için önemli olan öncelikle gerçek hayatın bilinmesi, gerçek hayatın yorumlanmasıdır. Uyanıkken gördükleri gerçek hayatı yorumlamaktan aciz olan kimselerin, hangi ilme ve hangi delillere dayanılarak yazıldığı belli olmayan rüya tabirleri ile uykuda gördüklerini yorumlamaya kalkışmaları, gerçekten çok tuhaftır!.
Mü'minler olarak dikkate almamız gereken rüyalarımız, yoruma ve zorlamaya gerek duymayan açık ve salih rüyalarımız olmalıdır. Bu konudaki Nebevi nasihat ise gönlümüze huzur ve sevinç veren salih rüyaların anlatılması ve bu rüyaların hayra yorumlanmasıdır. Gönlümüze sıkıntı veren karışık rüyaların ise hiç kimseye anlatılmadan, Allah'a sığınma duaları ile kapatılıp-örtülmesidir. Evet, şimdi konumuza dönüyoruz. Yusuf Aleyhisselam gördükleri rüya vesilesiyle kendisine kulak veren, kendisini dinlemek isteyen bu gençlere, öncelikle kendisini daha iyi tanıtmak istedi. İman ve ihlas dolu bir sesle “Size rızıklanacağımz bir yemek gelmeden önce, ben size onun yorumunu, onun tabirim haber veririm. Bu. Rabbimin bana öğretiklerindendir. Bu zindana girme nedenim ise, Allah'a iman etmeyen ve ahireti de inkar edenlerin dinlerini, onların hayat tarzlarını kabul etmediğim içindir. Ben zinadan korkmayan ve hakkı gizleyen bir topluluğun dinini terkettim. Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamız olamaz. Bu, bize ve İnsanlara Allah'ın lütuf ve ihsanmdandır. Ancak insanlardan çoğu şükretmezler” diyerek, içinde bulunduğu duruma ve tevhidi din anlayışına açıklık getirdi. Sonra İlahi gerçekleri tebliğ ederek “Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı birçok Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı? Sîzin Allah'tan başka taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Oysa hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler” dedi.
“Hocam. Yusuf Aleyhisselam “Birbirinden ayrı birçok Rabler” derken neyi kastediyor?”
“Güzel bir soru Veli. Allah'a şirk koşulan toplumlarda, birbirinden ayrı birçok putlar, birçok sahte ilahlar vardır. Allah'a eş koşan müşriklerin, bunlann hepsinden sakınmaları ve bunlann hepsini ayrı ayrı hoşnut etmeleri gerekmektedir. Tabi ki kolay bir iş değildir bu!. Çünkü Rab yerine koydukları her putun farklı istekleri, farklı emirleri olmaktadır. Meseleye günümüzden örnek verecek olursak, mesela devleti ilahlaştanrak, ilahlaştırdıkları bu devlet kademelerinde bir üst makama geçmek isteyen şaşkınlar vardır. Bunlar terfi edebilmek ve bir üst makama geçebilmek için, birer Rab olarak gördükleri müdürleri, genel müdürleri, kaymakamları, valileri, bakanları ve başbakanları, ayrı ayrı hoşnut etmek durumundadırlar. Hovarda bir müdürü hoşnut edebilmek için onunla pavyona, muhafazakar bir kaymakamı hoşnut edebilmek için onunla camiye gitmek zorunda kalan bu şaşkınlar, çelişkilerle dolu zorlu ve karmaşık bir hayatın içinde sürüklenirler. Halbuki sadece Allah'a yönelen ve sadece Allah'ı hoşnut etmek isteyen müslümanlann. böylesi çelişkileri yoktur. Hangi durumla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar sadece ve sadece Allah'ı razı etmeleri gerektiği için, hiçbir çelişkiye düşmeden Allah'ın hükmüne yönelerek, Allah'ın hoşnutluğunu gözetirler. Sadece Allah'ı hoşnut etmeyi amaçlayan bu yaklaşımın neticesi ise, hem dünyada ve hem de ahirette kendilerinin de hoşnut olması, hoşnut edilmeleridir.
Hocam, bazı durumlarda Allah'ı hoşnut etmek için İlahi hükmü yaşamak, nefsimize ağır geliyor ve nefsimiz bundan pek hoşlanmıyor!.
Bu her insanın, her müslümanın zaman zaman yaşadığı bir durumdur Seda hanım. Rabbimizin bazı hükümlerine yeterince iman etmemiş ve bu hükümler nefsimize yeterince mutmainlik vermemiş ise; bu hükümlerin yaşanmasında nefsi zorlanmayı hissedebiliyoruz. Tabi ki meselenin güzel ve anlamlı yönü, nefsin hoşnutsuzluğuna rağmen yine de Allah'ın hoşnutluğunun gözetilmesi ve İlahi hükmün yaşanmasıdır. Ayrıca şu hususun da dikkate alınması gerekir ki, şeytani amellerde, ameli işlerken nefsi hoşnutluk daha sonra hoşnutsuzluk hissedilirken; Rabbani amellerde bunun tam tersi olmaktadır.
Rabbani bir ameli işlerken hissedebileceğimiz nefsi hoşnutsuzluk, İlahi hükmün pratiğine ilk adımı atarken hissedebileceğimiz bir hoşnutsuzluktur. Hükmü yaşadıktan sonra ise nefsimiz de dahil olmak üzere her şeyimizle bir hoşnutluk ortamına girmeye başladığımızı hissedebiliriz. Çünkü bu hoşnutluk, şanı yüce Rabbimizin mü'minlere açık bir vaadidir. Rahman olan Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de mü'minleri ve mü'minlerin mutmain nefislerini muhatap alarak;
“Rabbine, hoşnut etmiş ve hoşnut edilmiş olarak don.” [1] buyurmaktadır. Bu apaçık ifadeden de anlayacağımız gibi, Allah'ı hoşnut etmenin sonrası ve akibeti, hoşnut olmaktır. Dolayısıyla herhangi bir insan veya herhangi bir müsİüman kendisini gerçekten hoşnut etmek ve bu hoşnutluğu kalıcı olarak yaşamak istiyorsa, bunun en kestirme ve en gerçek yolu, Allah'ı hoşnut etmesidir. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbimiz Kendisini hoşnut etmeyi dileyen bütün mü'minleri hoşnut etmekte, onları kalplere ve nefslere mutmainlik veren gerçek bir huzura kavuşturmaktadır.
Evet, tekrar kıssamıza dönecek olursak, Yusuf Aleyhisselam zindan arkadaşlarına “Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı birçok Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?...” diye sormuştu. Bu ifadede Rabbimizi Kahhar sıfatıyla zikretmesinin önemli bir nedeni, şanı yüce Rabbimizin İlahlaştırılan bütün putları ve bunları Rab yerine koyarak onlara ibadet edenleri Kahhar sıfatıyla kahredeceğini açıkça beyan etmek içindir.
Yusuf Aleyhisselam zindan arkadaşlarına bu apaçık tebliğden sonra, onların gördükleri rüya ile ilgili sorularını yanıtladı.
“Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak ve kuş onun başından yiyecek. İşte hakkında fetva istemekte olduğunuz iş (artık) olup bitmiştir.” diyerek, rüyalarını yorumlamış oldu. Yorumun sonunda “İşte hakkında fetva istemekte olduğunuz iş, artık olup bitmiştir” demesi ise, bizlere Resulullah (Aleyhissalatu vesselamdın bazı karışık ve karanlık rüyaların hiç kimseye anlatılmadan, Allah'a sığınma duaları ile kapatılması gerektiği nasihatini hatırlatıyor. Çünkü Yusuf Aleyhisselam'ın yorumdan sonra “Bu iş artık olup bitmiştir” demesi; rüyadaki soyut mesajın, (anlatıldıktan ve yorumlandıktan sonra) gerçek hayata ilk somut adımı gibi gözüküyor.
“Hocam, bir insanın yüzüne karşı öleceğini söylemek doğru mu?”
“Seda hanım, bunu Rabbimiz Kur'an-ı Kerim’de sık sık yapıyor, her insana öleceğini, mutlaka ve mutlaka öleceğini bildiriyor!. Sıhhatli insanlara bile her an ölebileceklerini söylememiz gerekirken, hastalık veya başka nedenlerle bunun açık işaretlerini almış kimselerden niye saklayacağız ki? Ona içinde bulunduğu durumu açıkça söyler, ölüme ilişkin işaret ne kadar kuvvetli olursa olsun, yine de her şeyin Allah'ın takdirine bağlı olduğunu açıklar ve bu gerçekleri dikkate alarak yüzünü Allah'a dönmesini, önündeki ömürün kısalığına veya uzunluğuna hiç bakmadan, ölüme hazır bir şekilde yaşamasını tavsiye ederiz.
Nitekim bu gerçeği gizlemeyen, zindan arkadaşlarının rüyasını Allah'tan öğrendiği kesin bir ilim ile açıkça yorumlayan Yusuf Aleyhisselam, daha sonra bu kesin bir ilim ile kurtulacağını söylediği gencin yanına giderek “Efendinin yanında beni an, benim durumumu anlat” dedi. Yusuf Aleyhis selam'm durumunu ve suçsuzluğunu çok iyi bilen bu genç, bir süre sonra zindandan çıktı ve efendisinin yanında hizmete başladı. Ancak şeytanın unutturmasıyla efendisine zindandaki Yusuf Aleyhisselarn'dan ve onun durumundan hiç bahsetmedi. Böylece Yusuf Aleyhisselam daha nice yıllar zindanda kaldı.
“Hocam, insan bir gün unutsa, öteki gün hatırlar. Bu genç hiç mi hatırlamamış?”
Uzun yıllar hiç hatırlamamış Veli. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği gibi “Şeytan ona unutturdu” buyuruluyor. Şeytan öyle unutturmuş ki, uzun yıllar geçmesine rağmen hiç hatırlamamış. Bizim burada üzerinde durmamız gereken husus, bir peygamberin tenbihine ve temennisine, şeytanın nasıl müdahale edebildiği veya bu müdahale hakkını nasıl bulduğudur!.
“Öyle değil mi?”
“Doğru söylüyorsunuz. Şeytan nasıl oluyor da bir peygamberin tenbihini unutturarak, o peygamberin çok uzun yıllar zindanda kalmasına neden olabiliyor!.”
“Evet arkadaşlar, bu soruyu düşündüğümüz zaman, şu gerçeklerle karşılaşabiliriz. Şeytan Aleyhilla neye bu müdahale hakkını veren, herşeyi hakkıyle gören ve bilen Allah (Celle Celaluhu) idi. Çünkü kurtulmak için araya bir vesile koymak veya Allah'ın izniyle bir vesileden yardım beklemek, bizler için çok tabi bir şey olmasına rağmen; Yusuf Aleyhisselam gibi bir peygamber için, çok çok küçük de olsa bir hata idi. Rahman olan Rabbimiz, özellikle tüm peygamberlerin sadece Kendisine yönelmelerini, ne isteyeceklerse önemle ve öncelikle Kendisinden istemelerini dilemektedir.”
“Kaldı ki Yusuf Aleyhisselam’ın bu konuda daha özel bir konumu da vardı. Çünkü uzun yıllar önce kuyuya bırakıldığında, hiçbir vesilenin ve habercinin bulunmadığı o kuyunun karanlık derinliğinde, Rahman olan Allah onu görmüş, ona seslenmiş ve onu kurtarmıştı. Bu apaçık yardımı yaşayan Yusuf Aleyhisselam'ın, zindan arkadaşına “Efendinin yanında beni an, benim durumumu anlat” demesi, elbetteki Rabbimizin hoşnutlukla karşılayacağı bir söz değildi. Çünkü bu sözü bizler gibi ayakta durmakta zorlanan sıradan bir müslürnan değil, Yusuf yani Kerim oğlu, Kerim oğlu, Kerim oğlu Kerim olan Yusuf Aleyhisselam söylüyordu.
Yusuf Aleyhisselam zindan arkadaşına bu sözü söylemeye niyetlendiğinde, şanı yüce Rabbimiz. “Ey Yusuf!. Sen zindana onların hükmüyle girmedin ki, onların merhametiyle veya adaletiyle çıkasın!. Benim veli olduğum. Benim dost ve yardımcısı olduğum bir kulu, Bana rağmen kim zindana atabilir ki!. O halde Benim, sadece Benim İlahi takdirimle orada bulunuyorsan, Ben'den başkasına niye haber gönderiyorsun?” deseydi, Yusuf Aleyhisselam bir anlık hata ile söyleyeceği o sözden hemen uzaklaşmaz mıydı?
Elbetteki uzaklaşırdı.
Ancak bu olay, gerçekleşmesi mukadder olan bir İlahi takdirdi. Daha önce Yusuf Aleyhisselam'ı kurtların yemesinden endişe eden Yakup Aleyhisselam'ın bir anlık korkusunu nasıl yorumlamışsak; Yusuf Aleyhisselam'ın bu çok küçük hatasını da aynı şekilde yorumlamamız gerekir. Çünkü İlahi takdir gereği yaşanması gereken bir imtihan, bazen küçük bir gaflet ve küçük bir hata vesilesiyle de olsa illa ki yaşanacaktı. Bu İlahi takdirin önüne geçmek veya bu İlahi takdiri değiştirmek mümkün değildi.
Şimdiki takdir ise Yusuf Aleyhisselam'ın uzun yıllar zindanda kalması, karanlık zindandaki sabır ve tevekkül ile nur dolu bir iç aleme kavuşmasıydı!.
Yıllar geçiyor, zindanda ve zindan dışında hayat sürüp gidiyordu. Tabi ki zindanda geçen zaman, dışarıdakinden daha farklı yaşanıyor, daha farklı algılanıyordu!. Çünkü görece olan zaman, kendilerini sosyal hayatın hergün değişen yeni dalgalan içine bırakan insanlar için bir nehir gibi hızla akarken; zindanın hiç değişmeyen karanlık duvarları arasında yaşayan insanlar için adeta donuyor ve bu kaskatı donukluk içinde sanki milim milim ilerliyordu. Oysa zaman denilen süreç, aslı itibariyle hep aynıydı, hep aynı tempoda ilerliyordu.
Mesela yıllar önce İnsan Dergisini aylık olarak yayınlarken, bir yandan haftanın belirli günleri pazarda süpürge satıyor, bir yandan derginin gündemindeki konular için Kur'an bütünlüğünde araştırmalar yapıyor ve bütün yazılan titizlikle hazırlamaya çalışıyor, basım maliyeti İzmir'e nazaran biraz daha düşük olduğu için üç-dört günlüğüne Ankara'ya giderek ve oradaki talebe evlerinde kalarak dergiyi bastırıyor, dergileri alacele paketleyip pullarını teker teker yalarken, bir sonraki dergi gündemini düşünmeye başlıyor ve bu koşuşturma arasında Türkiye'deki kardeşlerimizle görüşebilmek için, bir hafta on gün süren Türkiye gezilerine çıkıyorduk. Şimdilerde hayretle karşıladığım bu tempoyu yaşadığımız o günlerde, İslamİ kaygılarla yolları zindana düşen kardeşlerimizle de mektuplaşıyorduk.
Bunları anlatmamın nedeni, zindandaki kardeşlerimizle aynı zaman sürecini yaşamamıza rağmen, bu süreci çok farklı algılamış olmamızdır. Aynı süreç içinde zamanla yarışan bizler, zamanın nasıl geçtiğini hiç anlayamazken; zindandaki kardeşlerimiz için zaman, geçmek bilmeyen bir süreçti!. Zaman denilen şeyi, üzerine bindiğimiz bir ata benzetirsek, yoğun bir tempo içinde olan bizler bu atın çok hızlı gitmesinden şikayet ederken; zindandaki kardeşlerimiz ise çok ağır ilerlemesinden şikayet ediyordu!. Ancak biraz önce de belirttiğim gibi hep aynı tempoda ilerleyen zaman bizim bu şikayetlerimizi hiç dikkate almıyor, üzerindeki biniciler her ne kadar “Çüüş” veya “Deeh” derlerse desinler, bu sözleri hiç umursamadan bildiği tempoda ilerliyordu.
Evet, bütün bu anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi, zamanın zindanda yaşanması bir insan için çok zor ve çok farklı bir şeydi. Çünkü zaman mefhumu aynı olmasına ve aynı tempoda ilerlemesine rağmen, zamanın kişilere ve kişilerin konumuna göre algılanışı çok farklıydı!. Görece olan zamanın algılanışı, yaşam hızıyla yakından ilgili olduğu için, bu sürecin durağan bir hayatın hakim olduğu zindanda geçirilmesi, elbetteki çok daha zor oluyordu. Hele ki bu insan Yusuf Aleyhisselam gibi bir iftira sonucu zindana girmişse ve masumiyet duygularıyla zindanda geçirilen bu süre. rivayetlere göre on uzun yıl olmuşsa, bu gerçekten katlanılması çok zor bir durumdu.
Ancak bu çok zor durumu yaşayan kimse, Allah'ı seven ve Allah için sabretmeyi bir ibadet telakki eden güzel bir mü'min, güzel bir Yusuf ise; elbetteki Allah o mü'mini zindanda yalnız bırakmıyor ve o mü'min için güzel bir zindan arkadaşı, o mümin için gerçek ve yeterli bir veli, bir dost oluyordu. Hiç kuşkusuz ki meselenin bilincinde olan her mü'min için büyük bir nimet ve büyük bir lütuftu bu. Çünkü böyle bir mü'min için Allah gibi bir dost ile zindanda yaşamak, Allah'tan uzak bir şekilde saraylarda ve köşklerde yaşamaktan elbetteki çok daha güzel, çok daha anlamlı bir durumdu.
On uzun yıldır zindanda olan Yusuf Aleyhisselam, karanlık zindanda Rahman'ın aydınlattığı böylesi duygularla muhteşem bir sabrı ve tevekkülü yaşarken; zindana hiç de uzak olmayan bir sarayda yaşayan Mısır kralı ise son günlerde oldukça karmaşık bir rüya görmeye başlamıştı. Birçok kez arka arkaya gördüğü bu rüyanın yorumunu merak ederek, ülkesinin ileri gelen kahinlerini ve. bilginlerini topladı. Onlara “Ben rüyamda yedi cılız ve zayıf ineğin, yedi semiz ve besili ineği yediğini görüyorum. Ayrıca yedi yeşil başak ile diğerlerini kuru görüyorum” diyerek, gördüğü bu rüyanın tabir edilmesini istedi.
Ülkenin önde gelen kahin ve bilginleri “Bunlar çok karmaşık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilemeyiz” dediler. Bu konuşmaları duyan ve daha önçeleri Yusuf Aleyhisselam'ın zindan arkadaşı olan hizmetçi, uzun yıllar sonra Yusuf Aleyhisselam'ı hatırlayarak “Ben size bu rüyanın tabirini bildireceğim. Beni hemen zindana gönderin” dedi.
“Hocam, daha önce şeytan unutturmuştu ama şimdi herhalde Allah hatırlatmıştır.”
“Dikkatin için teşekkür ederim Veli. Belirttiğin gibi elbetteki Allah hatırlatmıştır. Zaten Yusuf Aleyhisselam’ın artık kurtulmasını murad ederek, krala birçok kez o rüyayı gösteren de şüphesiz Allah idi. Çünkü birçok İlahi yardım, insanlara Allah'ın yarattığı bazı se-bebler ve bazı vesilelerle ulaşır. Kurtuluşu veya yardımı sadece vesileden bilerek, bu vesileyi yaratan Allah'ı gö-zardı eden kimseler; ne yazık ki açık bir nankörlüğe düşerek, kendileri için bir nimet olması gereken vesileyi, başlı başına bir musibet haline getirmektedirler.
Evet, Rabbimizin lutfu ile uzun yıllar sonra Yusuf Aleyhisselam'ı hatırlayarak zindana giden bu hizmetçi, “Ey Yusuf, ey doğru sözlü insan!. Yedi semiz ineği, yedi cılız inek yiyor ve yedi yeşil başak ile diğerleri kurul. Bu rüyayı yorumla ki, insanlara doğru bir cevap ile döneyim ve belki onlar (da vereceğin bu cevapla senin doğruluğunu) öğrenmiş olurlar” dedi. Yusuf Aleyhisselam bu hizmetçiye geçmişle ilgili hiçbir soru sormadı, “Sana tenbih ettiğim halde Efendinin yanında beni niye anmadın” diyerek onu hiç kınamadı. Çünkü Yusuf Aleyhisselam'ın şükür ve iman duyguları içinde İlahi cevabını çok iyi bildiği sorulardı bunlar. Dolayısıyla bu konulara hiç girmeden, görülen rüyamn görünmeyen yorumunu açıklamaya başladı.
Kendisini dikkatlice dinleyen hizmetçiye “Siz yedi yıl önceleri gibi ekin ekmeye devam edin. Ancak her yıl bunları biçtikten sonra yiyeceğiniz olan az bir kısmın dışında kalanları başağında bırakın. Bu yedi yılın ardından, yedi kurak sene gelecek. Bu yedi kurak sene (tohumluk olarak) sakladığınız az bir miktar dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecek. Daha sonra bunun arkasından bol yağışlı bir yıİ gelecektir ki. İnsanlar o yıl sıkıntıdan kurtulacak ve ürünlerini sıkıp hayvanlannı sağacaklar” dedi. Yusuf Aleyhİsselam bu sözlerle hem rüyanın tabirini yapmış ve hem de sıkıntıya düşmemeleri için ne yapmaları gerektiğini açıklamıştı.
“Hocam, insanların iftirası yüzünden uzun yıllar zindanda kalan Yusuf Aleyhisselam'da, insanlara karşı yine de bir kin ve düşmanlık oluşmamış!.”
“Aferin Hamdi. Bizlere yaşından büyük bir olgunluğu ve anlayışı gösteriyorsun. Söylediğin gibi toplum tarafından dışlanmasına ve haksız yere suçlanarak zinana atılmasına rağmen toplum düşmanlığı hissetmeyen Yusuf Ateyhisselam, yaşadıklarını insanlardan deği Allah'tan bilmekte ve her mü'min, her peygamber gibi insanlara yine de merhametle yaklaşmaktadır.”
Rüyasının bu açıklıkta tabir edilmesinden ve yapılan önerilerden çok etkilenen kral “Onu bana getirin” diyerek, Yusuf Aleyhisselam'ın zindandan çıkarılmasını emretti. Görevli elçi bu emir ile zindana geldiğinde Yusuf Aleyhisselam'ı bu haber ile müjdelediğinde, dalgın ve düşünceli gözlerle elçiye bakan Yusuf Aleyhisselam’ın yüzünde bir heyecan veya sevinç ifadesi elirmedi!. Belki içinden Allah'a hamdü senalarda bulunmuştu ama, yine de kralın bir sözü üzerine bu zindandan çıkmak istemiyordu. Çünkü gerçekten suçlu ise, efendisine ihanet eden bir hain olarak bu zindandan çıkmasının hiçbir anlamı yoktu. Fakat hiç suçu olmamasına rağmen dedikodular ve iftiralar nedeniyie uzun yıllardır bu zindana terkedilmiş ise, bu iftiraların kesinlikle ve kesinlikle açığa çıkarılması gerekiyordu. Bunları düşündü Yusuf Aleyhisselam!. Çok uzun yıllardır zindanda olmasına ve gökyüzüne hasret kalmasına rağmen, çıkmadı, çıkmak istemedi bu zindandan!. Kendisini zindandan çıkarmaya gelen elçiye dönerek “Efendine git ve ona “Ellerini kesen o kadınların durumu neydi?” diye soruver. Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir” dedi. Bunları söyleyerek “Aslında Rabbim ve ben. onların nasıl bir düzen kurduklarını biliyoruz. Ancak onlara sorarak, sizin de öğrenmenizi ve bu meselenin açığa çıkmasını istiyoruz” demek istemişti. Yusuf Aleyhisselam’ın bu yaklaşımı, uzun yıllar hapiste kaldıktan sonra tahliye olmanın ne anlama geldiğini bilmeyen kimselerin kolayca anlayabilecekleri bir yaklaşım değildir. İssız bir çölde uzun zamandır susuzluktan kavrulan bir kimsenin, kendisine uzatılan suyu almaması, almak istememesi gibi bir yaklaşımdır bu!. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de kıssalara, sanki bu kıssaları bizzat yaşamış gibi İman eden Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) Efendimiz “Kerim oğlu. Kerim oğlu, Kerim oğlu Kerim; İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub oğlu Yusuf'tur. Şayet, Yusuf'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım da sonunda bana elçi gelseydi, çıkma hususunda davete icabet ederdim” diyerek, Yusuf Aleyhisselam1 in gerçekten çok zor ve üstün bir tavır gösterdiğine işaret etmektedir.
Tabi ki kral da şaşmış, kral da şaşırmıştı Yusuf Aleyhisselam in bu tavrı karşısında. Çok uzun yıllardır zindanda yatan bir insan, nasıl olur da hemen zindandan çıkmaz, çıkmak istemezdi!. Bu sorunun cevabını düşündükçe, zindanda yatan Yusuf Aleyhisselam'a karşı takdir duygulan hissetti içinde. Uzun yıllardır zindanda yatan bu mahkum, gönderdiği elçisine “Efendine git ve ona 'Ellerini kesen o kadınların durumu neydi?' diye soruver. Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir” demişti.
Toplumun uzun yıllar önce duyduğu ve bildiği bir hadiseydi bu!.
Aziz'in karısı oİan Züleyha'nın davetine icabet eden asil kadınların, aynı gün elleri kesiimişti. Bu kadınlar ellerinin kesilmesini insanlardan saklamamışlar veya saklayamamışlar. ancak bu olayla ilgili olarak hep birlikte Yusuf'u suçlamışlar ve onun zindana atılmasına sebeb olmuşlardı!. Şimdi zindandaki bu Yusuf suçsuz olduğunu söylüyor ve olayın aydınlanmasını istiyordu.
Olay hakkında ön araştırma yapan ve yeterli toplayan Kral, daha sonra kadınları çağırarak “Yusuf'un nefsinden murad almak istediğinizde sizin durumunuz neydi? diye sordu. Artık olayın kesinlikle gizlenemeyeceğini farkeden kadınlar “Haşa!. Allah için söylemek gerekirse, biz onun hiçbir kötülüğünü görmedik” diyerek, Yusuf Aleyhisselam'a yöneltilen tüm iftiraların asılsız olduğunu ifade ettiler. Kadınların bu apaçık şahitliği üzerine, Mısır'lı Aziz’in karsı olan Züleyha da
“İşte şimdi hak ve hakikat ortaya çıktı. Gerçek şu ki, onun nefsinden ben murad almak istemiştim. O ise gerçekten doğru olanlardan ve doğruyu söyleyenlerdendir” dedi.
Kadınların bu şahitliği ile meselenin açığa çıktığını öğrenen Yusuf Aleyhisselam 'İşte bu İtiraf, (Mısır'lı Aziz’in) yokluğunda kendisine ihanet etmediğimi bilmesi içindi. Gerçekten Allah, ihanet edenlerin hileli-düzenlerini başarıya ulaştırmaz” dedikten sonra bir süre sustu. Şeytanın her an kışkırtmak istediği nefsini düşünerek ve bu nefse karşı Allah'ın yardımına her an muhtaç olduğunu çok iyi bilerek “Ben yine de nefsimi temize çıkarmam. Çünkü gerçekten nefis, Rabbimin kendisini esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir” diyerek sözlerini bitirdi.
Mesele böylelikle açıklık kazandıktan sonra. Yusuf Aleyhisselam'a karsı sevgisi ve saygısı daha da artan kral “Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım” diyerek, onu huzuruna çağırdı. Yanına gelen Yusuf Aleyhisselam ile bir süre konuştuktan sonra, onun temizliğine ve güvenilirliğine şahit olarak “Artık sen bizim yanımızda güvenilir bir insan ve önemli bir mevki sahibisin” dedi. Mısır kralının haksız ve batıl şartlar içermeyen böyle bir teklifiyle karşılaşan Yusuf Aleyhisselam, Rabbimizin izni ve dilemesi ile krala dönerek beni ülke hazineleri üzerinde yetkili kıl. Çünkü ben bu işleri iyi bilen, iyi bir koruyucuyum” dedi. Rabbimizin dilemesiyle Mısır kralı bu teklifi kabul etmiş ve Yusuf Aleyhisselam yeryüzünde güç ve imkan sahibi olmuştu. Hocam bu olayı Örnek göstererek, “Yusuf Aleyhisselam kralın batıl dinine göre hazine bakanlığı yapmışsa, müslümanlar da tağuti sistemlerde benzer bakanlıklar yapabilir” görüşünü savunanlar var.
Böylesi batıl söylentileri, ne yazık ki ben de duyuyorum Fatih!. Müslüman olduklarını iddia eden bu kimseler peygamberleri örnek alarak kendilerini peygamberlere benzetmeye çalışacakları yerde: kendi politik duruşlarını örnek alarak, peygamberleri kendüerine benzetmeye çalışmaktadırlar!. Oysa herhangi bir peygamberin yaşadığı bir olayı veya davranışı, kendi nefsimize ve keyfimize göre yorumlamaktan Allah'a sığınmamız gerekir. Çünkü mufassal olan yani zikrettiği ayetleri ilk açıkiama ve yorumlama hakkını kendinde gören Kur'an-ı Kerim, müslümanlar da dahil olmak üzere hiçbir insana böyle bir hak vermiyor. Dolayısıy-le Yusuf Aleyhisselam gibi bir peygamberin bu olayını doğru yorumlamak ve doğru anlayabilmek için, hiç olmazsa Kur'an-ı Kerim'deki peygamber tanımları, peygamberlerin ne için gönderildiği ve ne yapıp ne yapmayacakları dikkate alınması gerekir. Sadece bu küçük dikkatle Kur'an'a yöneldiğimiz zaman bile. peygamberlerle ilgili olarak Rabbimizin beyan ettiği şu gerçekleri görmemiz mümkündür.
“Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik..”.,“Andotsun, biz her ümmete: “Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.” [2]
“Onlar neredeyse, sana vahyettiğim izden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştınnasaydık, andolsun, sen onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayatın da kat kat, ölümün de kat kat (acısını) taddırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın.” [3]
“Eğer o (Peygamber), bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı, muhakkak onu kuvvetle yakalardık. Sonra onun can damarım mutlaka keserdik. O zaman sizden hiçbiriniz araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı.” [4]
Şimdi açık gözlerimizle bu apaçık gerçeklere bakarken, bütün bu gerçeklere gözlerimizi kapatarak “İnsanları tağuttan kaçınarak Allah'a kulluğa davet etmekle yükümlü olan Yusuf Aleyhisselam, hazine sorumluluğunu aldıktan sonra kulluk ve peygamberlik sorumluluğunu unutarak tağutun icraatçisi oldu!.” diyebilir miyiz? Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmamakla mükellef olan biz müminler “Yusuf Aleyhisselam çok az da olsa kralın dinîne eğilim göstererek tağutun icraatçisi oldu, alemlerin Rabbi olan Allah da buna rıza gösterdi, onu kuvvetle yakalayıp can damarını koparmadı!.” diyebilir miyiz?
“Allah'a sığınırız hocam.”
“Tabi ki Allah'a sığınmamız gerekir Veli. Batıl dini reddettiği için zindana giren ve zindanda bir esir durumundayken bile “Bu zindana girme nedenim, Allah'a iman etmeyen ve ahireti de inkar edenlerin dinlerini, onların hayat tarzlarını kabul etmediğim içindir. Ben zinadan korkmayan ve hakkı gizleyen bir topluluğun dinini terkettim. Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinine uydum. Bizim. Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamız olamaz. Bu bize ve insanlara Allah'ın lütuf ve ihsanındandır. Ancak insanlardan çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı birçok Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı? Sizin Allah'tan başka taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Oysa hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler”' diyerek tüm batıl dinlere ve tağuta karşı tevhidi duruşunu açıkça beyan eden Yusuf Aleyhisselam, Allah'ın rıza ve dilemesiyle güç ve iktidar sahibi olduktan sonra mı batıl dinlerin sessiz bir icraatçısı olacak?
“Elbetteki hayır!.”
Yusuf Aleyhisselam’ın bizzat talip olduğu güç ve imkan, İlahi ölçülere göre meşru ve makbul bir imkandı. Çünkü şanı yüce Rabbimiz Yusuf Aleyhisselam'ın bu konumuyla ilgili olarak “İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkan verdik. Öyle ki, orada (Mısır'da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba ğratmayız.” buyurmaktadır. Rabbimizin “Biz kime dilersek rahmetimizi' nasib ederiz” buyruğu ile nasip ettiği bu rahmet içerikli makam, hiç kuşkusuz ki şirk, küfür ve batıl dinlere tavizden uzak bir makamdı. Nitekim Yusuf Aleyhisselam'ın bu görevini (günümüzdeki şaşkınlar gibi değil) İlahi vahyin ışığında dosdoğru anlayan Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) Efendimiz, kendisine devlet başkanlığı teklifiyle gelindiği ve sadece “Bizim ilahlarımız hakkında konuşma” ricasında bulunulduğu zaman. Mekke'nin ileri gelen insanlarının teklif ettiği bu devlet başkanlığını kabul etmemiş, batıl bir dine taviz içeren bu teklifi hemen reddetmişti. Çünkü kendisi gibi bir peygamber olan Yusuf Aleyhisselam'ın ne yapıp ne yapamayacağını kesinlikle bilen Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam), Yusuf Aleyhisselam'ın bu görevinde, batıl dinlere en ufak bir taviz olmadığını çok iyi biliyordu.
“Hocam kralın dini, nasıl bir dindi? Mahiyetini yeterince bilmiyorum Veli. Zina ve tevbe olayına bakışları, insanlara yardım ve azınlıklara yaklaşım gibi özellikleri dikkate alınırsa, tahrif edilmiş semavi bir dîn veya bazı ölçülerini semavi dinlerden alan beşeri bir din olduğu söylenebilir. Ancak kralın diniyle ilgili olarak belirtmemiz gereken önemli bîr özellik, bu din iktidar olmasına rağmen, dayatmacı bir din değildir. Çünkü daha sonra kayıp su kabı bahsinde de göreceğimiz gibi, bu yönetim şeklinde hiç kimseye kralın dini dayatılmıyor, herkese ve her azınlığa kendi dinine göre davranıhyordu. Zaten dinde zorlamayı kabul etmeyen İslam da böyle bir yaklaşımı meşru ve makul gördüğü için, Medine İslam devletinin ilk kuruluşunda Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) bu yaklaşımı tatbik etmiş ve bu devlete tabii olan yahudilere, kentli dinlerine göre hükmetmiştir.”
Evet, Yusuf Aleyhisselam’ın göreviyle ilgili söz konusu batıl yaklaşımlara bu kısa cevabı verdikten sonra konumuza devam ediyoruz. Uzun yıllar zindanda kaldıktan sonra Rabbimizin rahmetiyle yeryüzünde güç ve imkan sahibi oîan Yusuf Aleyhisselam, artık istediği yere gidecek ve istediği yerde konaklayabilecekti!. Uzun yıllar zindanda kalmış bir insan için elbetteki çok önemli bir imkan ve nimet olan bu durum, hiç kuşkusuz ki iyilik yapanların ecirlerini, zayi etmeyen Rabbimizin açık bir rahmeti idi. Yusuf Aleyhisselam gibi iman edenler ve kötülükten sakınanlar için ahiret karşılığı ise, elbetteki çok daha güzel, çok daha hayırlıydı.
“Hocam, Yusuf Aleyhisselam ile Züleyha ne zaman evlenmişler?”
“Evlendiklerini bilmiyorum Merve!. Ben Kur'an ve sünnette, böyle bir haberle karşılaşmadım.”
“Birçok kitapta Yusuf ile Züleyha arasındaki sevdadan bahsedilir.”
Bizlere ulaşan sahih haberlerde, Yusuf Aleyhisselam’ın böyle bir sevdasından da hiç bahsedilmiyor. Kaldı ki Züleyha'nın Yusuf'a karşı duygularının, gönül kaynaklı bir sevdadan değil, nefs kaynaklı bir arzu ve tutkudan kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü sevda gerçeğiyle karşılaşan ve gerçekten sevdalanan insanlar, sevdalandıkları kişiden herkesin isteyebilecekleri bedeni ve maddi şeyleri değil, o kişide hiç kimsenin ulaşamadığı, ulaşıp da farkedemediği öz güzelliği isterler. Çünkü gerçek sevda sahipleri, sevdalandıkları kişinin toprak bedenini değil bu özünü görmüşler, bu öz güzelliğine sevdalanrmşlardır.
“Yani kitaplarda yazıldığı gibi evlenmemişler mi? Merve hanım, Yusuf ile Züleyha evlendirmeden rahat etmeyecek gibisiniz!. Ben o kitapların, neye dayanarak böyle yazdıklarını bilmiyorum. Başka bir Yusuf'tan ve başka bir Züleyha'dan bahsediyorlarsa, buna bir itirazım olmaz. Ancak meseleye Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Yusuf Aleyhisselam açısından baktığımız zaman, bütün bu olayları kesinİikle bir aşk hikayesi olarak görmüyoruz. Yusuf Aleyhisselam kendisini zinaya davet eden, bu çirkin davetten bir türlü vazgeçmeyen, kadınlarla bir olup kendisine düzen kuran, suçsuz bir şekilde zindana atılmasına neden olan, uzun yıllar zindanda kalmasına rağmen Allah'tan korkarak veya pişmanlık duyarak Yusuf Aleyhisselam’ın suçsuzluğunu açıklamayan, ancak kralın zorlaması iîe diğer kadınların itiraflarından sonra hakka şahitlik eden bir kadınla niye evlensin kî!. Dolayısıyla olayın bizlere açık yönü konusunda bunları söyledikten sonra, bizlere gizli kalmış yönlen konusunda da “Allah bilir” diyerek bu meseleyi noktalıyoruz.
Kralın rüyası gerçekleşmiş, yedi sene süren bolluk ve bereketten sonra yine yedi sene sürecek olan şiddetli bir kuraklık başlamıştı. Tabi ki İlahi bir imtihan, insanlar için apaçık bir imtihandı bu. Rabbimiz böyle bir imtihanla toplumları karşılaştırdığı gibi, çoğu kez bireysel olarak insanları da karşılaştırmaktadır. Birçok insan hayatlarının bir döneminde bollukla karşılaştıktan sonra, bu bolluğun ardından sıkıntılı bir dönemle de karşılaşabilmektedir. Şayet bu bolluk döneminde Rabbimizin emrine uyarak itidal üzere olmuş yani cimrilik yaparak sıkmamış ve israfa yönelerek saçıp savurrnamış ise, bolluğun ardından gelen sıkıntılı dönemi daha rahat geçirebilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği gibi açık bir imtihandır bu!. Çünkü şanı yüce Rabbimiz rızkımızı bazen genişleterek ve bazen kısarak bizleri imtihan edeceğini açık bir şeküde bildirmektedir.
Rüyada işaret edilen şiddetli kuraklık her tarafı kasıp-kavurmaya başladığında, ülkenin her tarafındaki insanlar gibi Yusuf ASeyhisselam'ın kardeşleri de erzak alabilmek için onun huzuruna geldiler. Onlar Yusuf Aleyhisselam'ı tanımadıkları halde, Yusuf Aleyhisselam onların hepsini tanımıştı. Kuyuya bırakıldığı günü hatırladı. Kardeşleri tarafından kuyuya bırakıldığında Allah (Ceile Celaluhu) kendisine “Ey Yusuf. Andolsun kendileri farkında değilken, sen onlara bu yaptıklarını haber vereceksin” diye vahyetmişti. Demek ki Allah'ın vadettiği o gün geimiş. o gün yaklaşmıştı artık.
Yusuf Aleyhisselam kendisini hîç tanıtmadan kardeşleriyle konuştu, onlara izzet ve ikramda bulundu. Erzak aile nüfusuna göre verileceği için, aileleri hakkında onlardan bilgi aldı. Buraya getirmedikleri ayrı anneden bir kardeşleri daha olduğunu söylediklerinde “Onu da getirseydiniz, erzak payınız çok artardı” dedi. Çünkü öncelikle kardeşini, kardeşi Bünyamin'i yanına getirmek istiyordu. Onların erzak yüklerini hazırlayınca “Bana babanızdan olan diğer kardeşinizi de getirin. Görüyorsunuz ki ben konukseverlerin en hayırlısıyım ve ölçüyü tam tutmak zorundayım. Şayet onu bana getirmeyecek olursanız, artık bundan başka size verebileceğim başka bir ölçü yoktur ve bana da yaklaşmayın” dedi.
Yusuf Aleyhisselam’ın bu kesin tavrı karşısında “Onu babasından istemeye çalışacağız ve herhalde bunu yapabileceğiz” diyerek huzurdan ayrıldılar. Yusuf Aleyhisselam yardımcılarına “Onların erzak karşılığı verdikleri sermayelerini, erzak yüklerinin içine koyun. Belki ailelerine döndüklerinde bunun farkına varırlar da yine geri dönerler” dedi.
Aldıkları bir miktar erzak ile Yakup Aleyhisselam'ın yanma dönen kardeşler “Ey babamız, (sayıca noksan olduğumuz için) ölçek bizden engellendi. Bu durumda kardeşimizi bizimle gönder de daha fazla erzak alalım. Biz onu mutlaka koruyacağız” dediler, Yakup Aleyhisselam’ın hiç duymak istemediği bir teklifti bu. Çünkü Yusuf Aleyhisselam'ın yokluğunda Bünyamin'e sarılmış, kendisini Bünyamin ile teskin etmeye çalışmıştı. Hem bunlar hangi yüzle kendisinden Bün-yamin'i istiyorlardı ki!. Uzun yıllar önce Yusuf'u götüren ve kendisini Yusufsuz bırakan bunlar değil miydi!. Yakup Aleyhisselam bakışlarını gelen erzağa çevirdi. Gerçekten azdı bu erzak ve kendilerine yetecek gibi değildi!. Fakat bunlara, bunlara nasıl emanet edebilirdi ki Bünyarnin. Duyduğu bu güvensizlik ile “Daha önce size güvenerek kardeşini emanet ettiğim gibi, şimdi de onu mu emanet etmemi İstiyorsunuz?” dedi ve yıllar önceki hatasını tekrarlamamak için “Hiç kuşkuşuz ki Allah en hayırlı koruyucudur ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir” diye ekledi.
Yakup Aleyhisselam’ın oğullan erzak yüklerini açıp da sermayelerinin kendilerine geri verilmiş olduğunu gördüklerinde “Ey babamız, daha ne isteriz ki!. İşte sermayemiz bize geri verilmiş, bununla yine ailemize erzak getiririz. Sen kardeşimizi bizimle gönder ki hem erzak alalım ve hem de bir deve yükü daha fazla ilave ettirelim. Biz kardeşimizi koruruz. Gördüğün gibi bu getirdiğimiz erzak, az bir ölçektir” dediler.
Bir an düşündü, ne yapacağına hemen karar veremedi Yakup Aleyhisselam!. Daha sonra oğullarını yanına çağırarak “Bana'etrafınızın çepeçevre kuşatılması dışında, onu ne olursa olsun mutlaka bana getireceğinize dair Allah adına kesin bir söz verinceye kadar, onu sizinle asla gönderemem” dedi. Oğullarının hepsi, hepbîrlikte kesin bir söz verince “Allah, söylediklerimize karşı vekildir” diyerek, Bünyamin'i götürmelerine izin verdi.
Hazırlıklar yapılıp, yola çıkılacağı zaman, Yakup Aleyhisselam “Ey çocuklarım, şehre hep birlikte tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Gerçi ben ne yapsam, Allah'ın takdirini sizden engelleyemem. Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler” diyerek nasihat etti çocuklarına.
“Hocam, niye ayrı ayrı kapılardan girmelerini istedi?”
“Seda hanım, bu sadece bir tedbir idi. Şehir halkının dikkat ve nazarlarını üzerlerine çekmemek için, böyle bir nasihatta bulunmuştu çocuklarına. Rabbimi-zin öğrettiği bir ilim sahibi olan Yakup Aleyhisselam, tedbiri umursamayan kimselerden olmamak için söylemişti bunu çocuklarına. Yoksa kendisi de biliyordu ki, tedbir çoğu zaman takdiri değiştirmezdi. Nitekim “Ben ne yaparsam yapayım. Allah'ın takdirini sizden engelleyemem” cümlesi, bildiği ve iman ettiği bu gerçeği ifade etmektedir.”
Bünyamin'i de yanlarına alan onbir kardeş şehre geldiklerinde, babalarının kendilerine emrettiği gibi ayrı ayrı kapılardan girdiler. Yusuf Aleyhisselam'ın yanına çıktıkları zaman, Yusuf Aleyhisselam onları yine güzelce ağırladı. Sonra bir vesileyle kardeşlerini gönderip, Bünyamin'le yalnız kaldığı zaman öylece baktı yıllardır görmediği kardeşine. Rahmet ve merhamet duygulan ile gözleri dolmuştu Yusuf Aleyhisselam'ın. Bünyamin de şaşırmıştı!. Bu gül yüzlü, güzel gözlü insan niye ağlıyordu kil. Yusuf Aleyhisselam kardeşini bağrına basarak “Ben Yusuf'um, ben Yusuf'um, ben senin kardeşinim” dedi gözyaşları arasında. Ve kardeşine bütün olup-bitenî anlattıktan sonra “Artık üzülme, artık onların yaptıklarına üzülme” diyerek teskin etti, Bünyamin'i.
Yusuf Aleyhisselam. kardeşi Bünyamin'le birlikte elbetteki babası Yakup Aleyhisselam'ın yanına gitmek ve kardeşine kavuştuğu gibi anne babasına da kavuşmak isterdi. Bu isteğini engelleyebilecek, hiçbir dünyevi neden de yoktu. Çünkü kendisine güç ve imkan verildiğini beyan eden ayet-i kerimelerde de belirtildiği gibi Yusuf Aleyhisselam istediği yere gidebilir, istediği yerde konaklayabilirdi.
Ancak şanı yüce Rabbirniz, ilk baştan beri olayların bir başka şekilde gelişmesini diliyor ve bu konuda Yusuf Aleyhisselam’a ne yapması gerektiğini vahyediyordu. Nitekim bu İlahi dileğin gerçekleşmesi için, Yusuf Aleyhisselam'ın öncelikle kardeşi Bünyamin'i alıkoyması gerekecekti. İşte bu İlahi dilek istikametinde hareket eden Yusuf Aleyhisselam, kardeşlerinin erzak yükleri hazırlanınca, kendi planı veya düşüncesi olarak değil, bîr olayın gerçekleşmesini murad eden Rabbimizin emri ile su kabını gizlice Bünyamin'e ait yükün içine bıraktı.
Kardeşleri gitmek için hazırlandıklarında, bir görevli yanlarına gelerek “Ey kafile, sizler gerçekten hırsızsınız” diye seslendi kendilerine!. Hepsi şaşırmışlardı ve kendilerine seslenen görevliye doğru giderek “Siz ne arıyorsunuz, neyi kaybettiniz?” diye sordular. Görevli “Hükümdarın su tasını kaybettik. Kim onu getirirse kendisine bir deve yükü erzak vereceğiz” dediğinde, olayları sessizce izleyen Yusuf Aleyhisselam kardeşlerinin yanına gelerek “Ben de buna kefilim” dedi.
Kardeşleri omuzlarını kaldırarak “Allah'a andolsun ki, biz buraya fesat çıkarmak için gelmedik ve biz hırsız da değiliz” dediler. Yusuf Aleyhisselam düşünceli gözlerle kendilerine bakarken, orada bulunan görevliler “Şayet yalan söylediğiniz ortaya çıkarsa, size göre bunun cezası nedir?” diye sordular. Daha önce kralın dini konusunda belirttiğimiz gibi, azınlıklara kralın dinine göre değil, kendi dinlerine göre ceza veriliyordu. Nitekim kendilerine yöneltilen bu soru karşısında hiç duraksamayan kardeşler “Bize göre bunun cezası, tas kimin yükünde çıkarsa cezası kendisidir yani kendisinin alıkonulmasıdır. Biz zulmedenleri böyle cezalandırırız” dediler.
Yusuf Aleyhisselam, Rabbimizin düzenlediği plan gereği Bünyamin'in yükünden Önce diğer kardeşlerinin yüklerini aramaya başladı. Daha sonra Bünyamin'in yüküne yönelerek, su tasını o yükün içinden çıkardı. Kralın dinindeki hükümlere göre. böyle bir suçu işleyen kimse alıkonulamazdı. Ancak Yusuf Aleyhisse-îam Rabbimizİn dilemesi ve yol göstermesi ile bir yolcu veya azınlık konumunda olan kardeşlerini kendi dinlerine göre cezalandırmış ve böylelikle Bünyamin'i alıkoymuştu.
Yusuf Aleyhisselam’ın tenbihi üzerine Bünyamin'in hiçbir tepki vermemesi ve “Ben böyle bir şey yapmadım” dememesi, diğer kardeşlerin az da olsa Bünyamin'den şüphelenmelerine neden olmuştu. Nitekim bu şüphe ve kızgınlık ile Bünyamin'e bakarak “Şayet çalmış bulunuyorsa, bundan önce onun kardeşi de çalmıştı” dediler.
“Hocam, Yusuf Aleyhisselam neden hırsızlıkla suçladılar?”
“Bilmiyorum Merve!. Bazı rivayetlerde Yusuf Aleyhisselam küçük bir çocuk iken, yakınlarında bulunan bir putperestin putunu gizlice alarak kırdığı belirtilse de: bana hiç de makul ve inandırıcı gelmeyen bu olayı mı kastettiler, yoksa uzun yıllardır babalarının sevgisinden uzak kalmanın acısıyla “Bizlerden babamızı ve babamızın sevgisini çaldı!.” demek mi istediler, bilmiyorum!.”
“Ancak bizlerin bilmediği bu cevabı, Yusuf Aleyhisselam çok iyi biliyordu. Kardeşlerinin bu söz ile neyi kastettiklerini, kendisiyle ilgili olarak neyi yanlış ap-ladıklarını çok iyi bilmesine rağmen, bu cevabı söylemedi ve bunu açıklamadı kardeşlerine. Kendisine ağır gelen bu söze hiçbir karşılık vermeyen ve Allah için sabreden Yusuf Aleyhisselam. kalbinden geçen “Gerçekten kötü konumda olan sizsiniz. Sizin düzmekte olduklarınızı Allah daha iyi bilir” sözlerini de seslendirmedi ve gizli tuttu içinde!.
Netice olarak Bünyamin'in kalması kesinîeşince. bu sefer de babalarını düşündü diğer kardeşler!. Babalarına ne diyecekler, bu olayı nasıl açıklayacaklardı ki!. Oysa Bünyamin'i geri getirecekleri konusunda, babalarına kesin bir söz vermişler ve bu sözlerine Allah'ı şahit getirmişlerdi. Son bir çare ile Yusuf Aleyhisselam'a dönerek “Ey Vezir, emin ol ki Bünyamin'in kendisine çok düşkün yaşlı bir babası var. O buna dayanamaz. Sen onun yerine bizlerden birisini alıkoy. Doğrusu biz seni iyilik yapanlardan görmekteyiz” dediler.
Tabi ki Yusuf Aleyhisselam'in kabul edeceği bir teklif değildi bu. Başını iki yana sallıyarak “Eşyamızı kendisinde bulduğumuzdan başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız. Çünkü başkasını alıkoyarsak zalimlerden oluruz'” cevabını verdi. Bu teklifleri de kabul edilmeyince Yusuf Aleyhisselam'dan umudlarını keserek, meseleyi kendi aralarında görüşmek üzere bir kenara çekildiler.
Ne yapacaklarını bilmiyorlardı!.
En büyük kardeşleri, geçmişten duyduğu utanç ve pişmanlık içinde başını öne eğerek “Babanızın size karşı Allah adına kesin bir söz aldığını ve daha önce Yusuf konusunda yaptığınız aşırılığı bilmiyor musunuz? Artık ben, ya babam bana müsaade edinceye veya Allah bana ilişkin hüküm verinceye kadar buradan kesin olarak ayrılmam. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır” dedi. Kendisiyle ilgili bu kesir, kararı verdikten sonra kardeşlerine dönerek ekledi.
“Siz babanıza dönün ve deyin ki “Ey babamız, senin oğlun gerçekten hırsızlık etti. Biz ancak bildiğimize şahitlik ediyoruz. Gaybı elbetteki bilemeyiz. Bizlere inanmıyorsan orada bulunduğumuz şehir halkına veya birlikte geldiğimiz kervana sor. Biz gerçekten doğruyu söyleyenleriz.”
Ve böylece, babalarının yanma dönmeye karar verdiler..
Oğulları Yakup Aleyhisselam'a gelip, bütün olup-biteni anlattıklarında, bu duyduklarına bir türlü inanamadı yaşlı baba!. Hüzün dolu gözlerle oğullarına bakarak “Nefsiniz sizi yanıltarak böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır” dedikten sonra kısa bir süre sessiz kaldı. Acaba Bünyamin'i gönderirken bir hata, küçük de olsa bir hata yaptım mı diye sordu kendi kendine. Yoo. her şey takdir gereği gelişmiş ve kendisi de Ailah'a sığına sığma. Allah'a tevekkül ede ede göndermişti oğulcağızını. Öyleyse oğullarından veya bir başka beşeri sebebten değil, Allah'tan idi, Allah'ın bir dilemesiydi bütün bu olanlar!.
O halde umud kesmeye, umudsuzluğa düşmeye hiç gerek yoktu. Yakup Aleyhisselam kalbinde yeşeren bu umud duyguları ile çocuklarına dönerek “Umulur ki Allah, onların hepsini bana geri getirir. Çünkü O her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” dedikten sonra kendi yalnızlığına çekiidi. Düşünüyor ve bütün olup-biteni anlamaya çalışıyordu Yakup Aleyhisselam.
Ve bu uzun sürmedi. Çünkü olayları birer birer yerine koyup, bunların arasını rahmet dolu hikmetlerle doldurunca, anlaması gerekeni anlamış, gözyaşları içinde anlayıvermişti Yakup Aleyhisselam. Yusuf yerine koyduğu ve uzun yıllardır kendisini onunla avuttuğu Bünyamin'i böyle bir İlahi takdir gereği kaybetmekle; Rahman'ın dilemesiyle gerçekleşen bu İlahi takdirdeki rahmet kokusunu almış ve hem Yusuf'a, hem de Bünyamin'e tekrar kavuşacağını kuvvetli bir şekilde hissetmeye başlamıştı.
Demek ki Yusuf yaşıyor, gözünün nuru ve gönlünün aydınlığı olan oğulcağızı yaşıyordu!. Uzun yıllardır “Ölmedi, ölmedi, ölmedi..” feryatlarıyla kalbinde yaşattığı sevdalısı, demek ki yaşıyor, gerçekten yaşıyordu!. Titremeye, rahmet dolu bir sevda fırtınası altında titremeye başladı Yakup Aleyhisselam. içinde uzun yıllardır seâsiz bir yanardağ gibi kaynamakta olan Yusuf sevdası, birbiri ardına gelen rahmet dokunuşîanyla patlamış, patlayıvermişti artık!. Her tarafı Yusuf olmuş, her yanı Yusuf'la dolmuştu Yakup Aleyhisselam'ın.
Yusuf'a bu kadar yakın ve Yusuf'tan bu kadar uzak oîan Yakup Aleyhisselam için, günler geçmiyordu artık!. Yusufsuz günler. Yusufsuz saatler bîr türlü geçmiyor, geçmek bilmiyordu!. “Ey Yusuf ve ey Yusuf'a karşı duyduğum dayanılmaz keder” diyerek ağlıyor, ağlıyordu Yakup Aleyhisselam!. Tabi ki gözün de, gözyaşının da bir sınırı vardı. Nitekim bir türlü Yusuf'u göremeyen gözleri, başka bir şey, başka hiçbir şey görmek istemezcesine ağarıverdi üzüntüsünden!. Yutkunuyordu, yutkundukça yutkunuyordu Yakup Aleyhisselam. içinden yükselen feryatları, içinden yükselen çığlıkları bir bir yutuyor, bir bir yutkunuyordu bu yaşlı baba.
Bir sevda hikayesi yazılacak ise bu başyapıtın ismi hiç kuşkusuz ki “Yusuf ile Züleyha” değil. “Yusuf ile Yakup" olmalıydı. Çünkü Yusuf Aleyhisselam'ın rahmet dolu iç ve dış güzelliğini görerek onu gerçekten seven, ona gerçekten sevdalanan kişi Züleyha değil. Yakup Aleyhisselam idi. Tabi ki bizler anlayamayız, bizler ne çektiğini bilemeyiz Yakup Aleyhisselam’ın. Çünkü Yakup Aleyhisselam'ı anlayabilmemiz, birazcık anlayabilmemiz için, Yusuf'u görmemiz ve bu gözü yaşlı, kendi yaşlı babadaki Yusuf sevdası ile tanış olmamız gerekecektir.
Elbetteki beşeri bîr sevgi, beşeri bir sevda değildir bu!. Güzel bir erkek olan karşı cinse, bedeni ve nefsi duygularla yaklaşabilecek kadınlar bile, ellerini kesen o kadınlar bile, Yusuf Aleyhisselam' ı ilk gördüklerinde böylesi duygulara kapılmamışlar, beşeri duygulardan uzak bir haşyet ile “Bu bir beşer değildir. Bu, gerçekten üstün bir melekten başkası değildir” demişlerdi. Çünkü Yusuf Aleyhisselam'ın bu güzel cemalinde, kendisine bakanlara dünyayı değil ahireti, insanları değil melekleri hatırlatan, meleklere özgü bir rahmet ve masumiyet vardı. Güzelin ve güzelliğin ta kendisi olan Rahman, Yusuf Aleyhisselam'ı böyle yaratmış, ona böyle bir cemal vermişti. Dolayısıyla böyle bir Yusuf'u görmeden ve böyle bir Yusuf'a, rahmet düşkünü Yakup gözüyle bakmadan. Yusuf sevdasını ve bir Yusuf sevdalısı olan Yakup Aleyhisseîam'ı anlamak, anlayabilmek hiç mümkün değildi!.
Oğulları bile hayret ediyor, oğulları bile şaşkınlığa düşüyorlardı bu sevda karşısında!. Sonra şaşkın gözlerle, gözleri görmeyen babalarına bakarak “Hayret; doğrusu!. Hala Yusuf'u anıp durmaktasın. Allah'a andolsun ki sonunda ya eriyip gideceksin, ya da tükenip helak olacaksın” diyorlardı. Tabi ki başka dünyalarda, başka duygulardaydı Yakup Aleyhisselam. Zaten hiç kimseye derdini açmıyor, gamını ve kederini içine atıyordu. Nitekim bu duygular içinde “Ben, dayanılmaz kahrımı ve üzüntümü yalnızca Allah'a açıyor, yalnızca O'na şikayet ediyorum. Ben Allah'tan, sizin bilmediğinizi de biliyorum” diyerek, onlarla konuşmak, onlarla tartışmak istemiyordu.
Yakup Aleyhisselam için gözyaşlarıyla sulanan günler ve aylar bir bir geçiyor fakat ne Yusuf'tan ve ne de Bünyaminden herhangi bir haber gelmiyordu. Son aldıkları erzak da bitmiş ve evde erzak kalmamış gibiydi!. Yakup Aleyhisselam'ın oğulları bu durumu babalarına söyleyip, erzak almaya tekrar şehre gitmek için izin istediklerinde. Yakup Aleyhisselam derin düşüncelere daldı. Aslında erzak gelmiş-gelmemiş, erzak olmuş olmamış, kendisi için hiç önemli değildi. Onun hasreti oğullarına, onun hasreti Yusuf'a idi!.
Ve uzun, çok uzun yıllardır sabırla yaşadığı bu hasrete, artık dayanamayacağını, artık takat getiremeyeceğini hissediyordu!. Asırlar boyu kavmini hidayete davet eden Nuh Aleyhisselam'ın. çok uzun süren bu davet sonunda boynunu büküşünü ve bu bükük boyunla “Ya Rabbi, ben artık yenik düştüm” deyişini hatırladı. Şimdi daha iyi, çok daha iyi anlıyordu Nuh Aleyhisselam'ı!. Çünkü kendisini de artık aynı durumda hissediyor, kendisine ait her parçanın “Ya Rabbi, ben artık bu hasret karşısında yenik düştüm, yenik düşüyorum” diye feryat ettiğini duyuyordu!.
Düşünceleri bu noktaya gelince durdu, duraksadı ve sanki vuslat vaktinin az da olsa yaklaştığını farketmiş gibi gönlünün gülümsediğini hissetti Yakup Aleyhisselam!. Çünkü Allah'ı ve Allah'ın peygamberlerine yardımıyla ilgili sünnetini düşünmüştü. Rahman ve Rahim olan Allah, güç ve takatlerin tükendiği o son noktada “Ben geldim, lutfumla ve yardımımla Ben artık senin yanına geldim ey kulum” demiyor muydu? Güç ve takatlerin tükendiği, kulların kendilerini artık yenik düştüklerini zannettikleri o sıfır noktası, asıl İtibariyle İlahi yardımın çölde bir su, bir zemzem gibi fışkırdıgı ve herşeyin yeniden başladığı bir zafer noktası değil miydi? Atası İbrahim Aleyhisselam'a gelen İlahi yardım, ateşin bedene, bıçağın tene dokunduğu o sıfır noktasında gelmemiş miydi?
Elbetteki herkesin dayanma gücü, herkesin sıfır noktası; O kişinin iman ve teslimiyetine, o kişinin sabır ve tevekkülüne, o kişinin güç ve takatine göre değişebilirdi. Bu gerçeklikle kendisine, kendi haline, kendi durumuna bakan Yakup AleyhisseIam, atası İbrahim Aleyhisselam gibi ateşe temas etme, yüreğindeki bu derin hasret ile yanma ve kavrulma noktasına geldiğini hissediyordu. Fakat artık bunlan hissetmesi, yüreğindeki umudun sulanmasına ve İlahi yardımın yaklaştığını müjdeleyen bu umudun yepyeni filizlerle gelişmesine neden oluyordu. Nitekim Rabbani ve Rahmani dayanakları olan bu umudla oğullarına döndü ve şehre gitmeleri için onlara izin verdikten sonra “Hem bana Yusuf ile kardeşinden de artık bir haber getirin. Ve sakın ola ki Allah'ın rahmetinden umud kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası, Allah'ın rahmetinden umud kesmez” dedi.
Bu sözlerin ne anlama geldiğini. hangi İlahi gerçeklikleri ifade ettiğini hiç anlayamayan Yakup Aleyhisselam’ın oğulları, babalarından aldıkları bu izin ile tekrar Mısır'a gittiler. Yusuf Aleyhisselam’ın huzuruna girdiklerinde “Ey vezir!. Biz ve ailemiz, şiddetli bir darlık, bir sıkıntı içindeyiz. Ve önemi olmayan, değersiz bir sermaye ile geldik. Sen yine de bize tam ölçek ver ve ilave bağışta da bulun. Şüphesiz ki Allah, bağışta bulunanlara karşılığını verir” dediler.
Yusuf Aleyhisselam bir süre sustu ve hiç cevap vermedi kardeşlerine!. Kendisini kuyuya bırakan kardeşlerine, bu yaptıklarını söyleme vakti, söyleme izni gelmişti artık. Aslında kardeşleri Mısır'a ilk geldiklerinde onları hemen tanıyan Yusuf Aleyhisselam, onlara ne yaptıklarını haber verebilir ve çok sevdiği babasının yanma gidebilirdi. Ancak hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimiz bunu dilememiş, bunu emretmemişti Yusuf Aleyhisselam'a!. Çünkü Yakup Aleyhisselam'ın imtihanından kısmen haberdar olan bizlerin de farke debildiği gibi; Rahman olan Rabbimiz, Yusuf'un yokluğunda Yakup Aleyhisselam'ın kendisini teselli ettiği son dayanağı olan Bünyamin'i de onun elinden alarak, bu güzel müslümana imtihanının son noktasını, son zirvesini yaşatmayı dilemişti. Çünkü gerçek mü'minlerin, gerçek güzellikleri, böylesi zirve noktalarında anlaşılan ve büyük bir muhteşernlikle ortaya çıkan güzelliklerdi.
Kendisini kuyuya bırakan kardeşlerine, artık bu yaptıklarını söyleme vaktinin geldiğini çok iyi bilen Yusuf Aleyhisselam, onlara kısa bir süre baktıktan sonra “Sizler cahiller iken. Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?” diye sordu. Bu soru üzerine şaşıran kardeşler, dikkatli bir şekilde Yusuf Aleyhisselam'ın gözlerine baktılar. Bu güzel gözlerdeki anlamlı bakışlar, sorduğu sorunun cevabım bekleyen değil, bu sorunun cevabını çok iyi bildiğini İfade eden bakışlardı. İyi ama uzun yıllar önce yaşanan o olayı onlardan ve Allah'tan başka kim biliyordu ki? Tabi ki Yusuf, bir de kardeşleri Yusuf biliyordu!. Hayretle açılmış gözlerle bir kez daha Yusuf Aleyhisselam'a baktıktan sonra “Yoksa sen, sen gerçekten Yusuf musun?” dediler. Yusuf Aleyhisselam güzel başını hafifçe sallıyarak “Evet, ben Yusuf'um” dedi. Sonra Bünyamin'i yanına getirerek “Bu da benim kardeşimdir. Doğrusu Allah bize lütuf ta bulundu. Gerçek şu ki kim sakınır ve sabrederse, Allah elbetteki iyilikte bulunanların karşılığını verir” dedi.
Yusuf Aleyhisselam'ın güneşi andıran sözleriyle, meselenin bir gün gibi aydınlandığını gören kardeşler, sessiz bir şekilde önce birbirlerine baktüar. Kıskançlık duygularıyla kuyunun karanlık derinliklerine de bıraksalar, Allah yüceltmek istediği bir kulunu o karanlık derinliklerden alıp, bu aydınlık yüksekliklere getirebiliyordu işte!.
Artık ne diyecekler. ne söyleyebileceklerdi ki!. Hüzün ve pişmanlık ile Yusuf Aleyhisselam'a bakarak “Allah'a andolsun ki. Allah seni bize karşı tercih edip, üstün kılmıştır. Bizler gerçekten de büyük bir hata işlemiştik!.” dediler. Söyledikleri bu itiraftan sonra belki de Yusuf Aleyhisselam'ın kendilerini suçlamasını veya kınamasını bekliyorlardı. Ancak bir rahmet elçisi olan Yusuf Aleyhisselam merhametle yaklaştı onlara ve “Bugün size karşı bir sorgulama ve kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametiisidir” diyerek, onları Rabbimizin affına ve rahmetine yöneltti.
Yusuf Aleyhisselam'ın bu rahmetli yaklaşımı karşısında, babalarını ve babalanndaki Yusuf sevgisini çok daha iyi anlayan kardeşler, ona hemen babalarının durumunu anlatmaya başladılar. “Babamız seni çok seviyor, seni pek çok seviyor ya Yusuf” derlerken, artık babalarındaki bu Yusuf sevgisini kıskanmadıklarını hissettiler. Çünkü gerçekten sevilecek bir insan olan Yusuf'u, artık onlar da. onlar da çok seviyorlardı. Nitekim Yusuf Aleyhisselam'a duydukları bu sevgi ve saygı ile babalarının son durumunu anlatırlarken, babaları Yakup Aleyhisselam'ın bir keder yumağı haline geldiğini ve gözlerinin artık görmediğini söylediler.
Tabi ki duyduklarından çok etkilendi Yusuf Aleyhisselam. Belki de o an bir kuş gibi uçmak ve babasının, sevgili babasının yanına gitmek istedi. Ancak bir hüküm ve hikmet üzere Yusuf Aleyhisselam'ın rüyasını gerçekleştirecek olan Rabbimiz, Yusuf Aleyhisselam babasına gitmesini değil, babasının Yusuf Aleyhisselam'a gelmesini diliyordu. Nitekim bu İlahi dilek istikametinde hareket eden Yusuf Aleyhisselam, kardeşlerine kullandığı bir gömleği vererek “Bu gömleğimle babama gidin ve bunu babamın yüzüne sürün. Gözü inşaallah görür hale gelecektir. Ve sonra bütün ailenizle birlikte bana gelin” dedi.
Kafile Yusuf'un gömleği ile Mısır'dan ayrılıp, baba yurduna doğru yöneldiği zaman, Yakup Aleyhisselam'a bir haller olmaya başlamıştı!. Etrafını görmüyordu, göremiyordu ama, karanlık yıllardan sonra bir güneşin doğduğunu, doğmakta olduğunu hissediyor gibiydi!. Burnunda da bir titreme, sevinç ve heyecan dolu bir titreme başlamıştı. Adım adım bir koku geliyor, adım adım bir koku yaklaşıyordu burnuna. Ve an be an kendisine yaklaşan bu koku, hiç kuşkusuz ki Yusuf'un kokuşuydu!. Burnunu sevinç ve heyecan içinde titreten bu güzel koku, gerçekten Yusuf'un yani oğlunun yani oğulcayızınin kokuşuydu!.
Bunu içine atamadı, çığ gibi büyüyen bu sevinci içinde gizleyemedi Yakup Aleyhisselam. Ev halkını yanına toplayarak “Eğer benim bunamış olduğumu düşünmüyorsanız, inanın bana Yusuf'un kokusunu, gerçekten Yusuf'umun kokusunu duyuyorum” dedi. Tabi ki inanmadılar gözü yaşlı, kendi yaşlı bu sevdalı babaya ve “Vallahi sen hala eski şaşkınlığındasın” diyerek, meseleyi kapatmak istediler. Gönlüne ve kulağına yabancı gelen bu sözler karşısında sustu ve hiçbir cevap vermedi Yakup Aleyhisselam. Sonra her zamanki yalnızlığına çekilerek, adım adım kendisine yaklaşmakta olan Yusuf kokusunu solumaya başladı.
Günler sonra müjdeci gelip de, Yusuf'un gömleğini Yakup Aleyhisselam'ın yüzüne sürdüğünde, çok uzun yıllardır Yusuf hasreti çeken bu yaşh baba, sevgili oğlunu yanında, yanıbaşında hissediverdi!. Ve nicedir görmeyen gözleri,, yanıbaşında hissettiği oğlunu görme arzusuyla, yanıbaşmdaki oğulcağızını görme aşkıyla yarılırcasına açılıverdi ve böyle bir sevda hasretiyle açılan bu gözler, Yusuf kokan gömleğe doğru donuverdi!. Evet görüyordu, artık görüyordu Yakup Aleyhisselam. Ancak Yusuf kokan, gerçekten Yusuf kokan bu gömleğin içinde, Yusuf yoktu!. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi Yakup Aleyhisselam!. Duygularını donduran bu bilinmezlik içinde, düşünceleri bir anda yıllar öncesine gitti. Uzun yıllar önce kendisine yine içinde Yusuf'un olmadığı Yusuf'un gömleğini getirmişler ve “Onu kurt yedi” diyerek, kendisini Yusuf'suz bırakmışlardı. Şimdi yine içinde Yusuf olmayan, Yusuf'un bir gömleği getirilmişti kendisine!. “Acaba, acaba...” diyerek gönlünden ve yüreğinden yükselen bütün ses.'eri susturarak, her şeyi ile Rabbe yöneldi ve Rabbe dua etmeye başladı Yakup Aleyhisselam!. Çünkü o, şimdiye kadar Allah'a dua etmekle hiç mutsuz, hiç bedbaht olmamıştı.
“Allah'ın vermesi de hayırdı, alması da kısması da hayırdı, genişletmesi de”, bu İlahi gerçekliği böyle görüyor, böylece iman ediyordu Yakup Aleyhisselam. Nitekim bu iman ve teslimiyet ile büktüğü boynunu, aynı iman ve teslimiyet ve İlahi takdire uzattı ve kendisine gelen haber ne olursa olsun, bu haberi dinlemeye başladı.
Bu sefer ki haber. yine bir gömlekle gelen bu (sefer ki haber, Yakup Aleyhisseîam'm tüm dünyasını Yusuf'la dolduran bir haber olmuştu!. Oğlu sağdı, oğlu yaşıyordu ve Allah oğluna lütfetmiş, onu seçmiş, ona güç ve imkan vermişti. Hamd ve sena duaları içinde oğullarına bakan Yakup Aleyhisselam, Allah'tan hiçbir zaman umud kesmediğini ve kesilmemesi gerektiğini ifade ettikten sonra “Ben size, sîzin bilmediğinizi Allah'tan biliyorum dememiş miydim?” dedi. Açık bir pişmanlık içinde olan oğulları geçmişte yaptıklarını anlatarak “Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya düşenler idik” dediler. Yakup Aleyhisselam da merhametle yaklaştı oğullarına ve rahmet dolu bir sesle “Sizin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir1' dedi. Bütün aile toplanıp, Mısır'a doğru yola çıktıklarında, Yusuf Aleyhisselam adamlarıyla birlikte onları karşılamaya çıktı. Yıllar sonraki bu ilk karşılaşmalarında Yusuf Aleyhisselam. anne ve babasını hasretle bağrına bastı. Ve onları buyur ederek “Allah'ın dilemesiyle Mısır'a güvenlik içinde giriniz” dedi.
“Hocam, uzun yıllar sonra çok sevdiği oğluna kavuşan Yakup Aleyhisselam. acaba ne yaptı ve neler hissetti bu ilk karşılaşmada!.”
“Ben Yakup Aleyhisselam’ın ilk karşılaşmadaki o duygularını anlamakta ve anlatmakta aciz kalırım Merve!.” İnşallahu Teala müslümanca yaşar ve müslümanca ölürseniz, olayın bu boyutunu cennette Yakup Aleyhisselam'a sorar ve bu güzel müslümanın. o güzel duygularını kendisinden dinlersiniz. Ayrıca İlahi arşivde bulunan ve kişiye özel olmayan bu muhteşem hadiseyi, Rabbimizin lütfederse canlı olarak görebilir ve sevda dolu bu duyguları çok daha iyi anlayabilirsiniz.
“Evet. ailesini güvenlik içinde Mısır'a buyur eden Yusuf Aleyhisselam. babasını ve annesini bir taht üzerine oturttu. Allah'ın dilemesi ile hepsi onun için kulluk değil sadece itaat anlamında secdeye kapandılar. Bunun üzerine Yusuf Aleyhisselam “Ey Babam, bu daha önceki rüyamın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra. Rabbim beni zindandan çıkarmakla ve sizleri çölden buraya getirmekle gerçekten bana ihsanda bulundu. Şüphesiz ki Rabbim, dilediğine lutfunu ihsan eder. O her şeyi hakkiyle bilen, hüküm ve hikmet sahibi olandır” dedi.
Dünya gözüyle babasına kavuşan ve böylesi ihsanlarla karşılaşan Yusuf Aleyhisselam, şükür duyguları içinde Allah'a yönelerek “Ey Rabbim!. Sen bana mülkünden nasib verdin, sözlerin ve rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan Rabbim. dünyada da. ahirette de benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salih olanların arasına kat” duasında bulundu.
Ömrünün sonuna kadar insanları Rahman olan Allah'a ve Allah'a kulluğa davet eden Yusuf Aleyhisselam. aynı İlahi daveti krala ve onun çevresindeki ileri gelen yetkililere de yapmıştı. Ne var ki birçokları bu İlahi daveti kuşkuyla karşılayarak onu açıkça tasdik etmemişler, ancak Yusuf Aleyhisselam'a duydukları saygı ve güven nedeniyle onu yalanlayıp onunla mücadele etmemişlerdir. Zaten daha önce de belirttiğimiz gibi kralın dini, tarih sahnesinde gördüğümüz diğer bütün batıl dinlerin aksine dayatmacı bir din değildi.
Yusuf Aleyhisselam’ın İlahi davetini kuşkuyla karşılayan ve ona gereği gibi icabet etmeyen insanlar, bu güzel müslüman vefat ettikten sonra onun kıymetini anlamışlar ve yaptıkları tüm haksızlıkları dikkate alarak “Allah, ondan sonra kesin olarak bir peygamber göndermez” demişlerdi. Hiç kuşkusuz ki Allah, ölçüyü taşıran şüpheci kimseyi böyle saptırır, böyle bir sapıklıkta bırakırdı.
Evet, çok güzel bir insan fakat bu güzelliğinden çok daha güzel bir müslüman olan Yusuf Aleyhisselam’a saygı, sevgi ve hürmetle bakıyor, gönlümüzden yükseien sımsıcak bir ses ile “Alemler içinde Yakup ve Yusuf Aleyhisselam'a selam olsun” diyoruz...
Eyyub Aleyhisselam rivayetlere göre Şam vilayetinin Saniye bölgesinde yaşıyordu. Rabbimizin lütfettiği mal ve hayvanlar ile varlıklı bir insan sayılabilecek olan Eyyub Aleyhisselam'ın, mümine bir hanımı ve salih eviadİarı vardı. Bir peygamber olarak bölge halkını Allah'a kulluğa davet eden Eyyub Aleyhisselam’a, yedi yıllık daveti sonucunda sadece üç kişi iman etmişti. Fakat yine de durmuyor, sabır ve sebat ile bu davetini sürdürüyordu.
Eyyub Aleyhisselam, Allah'a çok yönelen, çok şükreden, çok ibadet eden bir insandı. Eyyub Aleyhisselam'ın bu durumuna dayanılmaz bir hased ve düşmanlık ile bakan şeytan Aleyhillane. ona bir zarar verebilmek için fırsat kollamasına rağmen, istediği böyle bir fırsatla bir türlü karşılaşamıyordu!.
“Hocam, şeytan istediği insana müdahale edemez mi?”
“Edemez Hamdi!. Rabbimiz, şeytana bir sınır, bir hudut belirlemiştir. Şeytan ve dostları ancak bu sınır dahilînde insanlara müdahale edebilirler. Herhangi bir insan, yaptığı veya yapması gerekirken yapmadığı ameller neticesinde şeytanın bu müdahale alanına girmektedir. Ancak herhangi bir mü'min veya herhangi bir müslüman. şeytanın vesveselerinden Allah'a sığınarak şeytana böyle bir fırsat vermez ise, şeytanın bu müminler üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Çünkü onun zorlayıcı gücü. şeytanı dost edinenlere ve şeytan ile Allah'a eş koşanlar üzerinedir.”
Evet, çok şükreden, çok ibadet eden Eyyub Aleyhisselam da şeytana karşt en ufak bir gedik, en ufak bir boşluk vermiyor ve şeytanı bu noktada çaresiz bırakıyordu. Bazı rivayetlere göre şeytan aleyhine “Eyyub'un böylesine şükür ve ibadet içinde olması, ona verilen nimetler nedeniyledir. Ondan malı ve çocukları alınırsa, öyle sanıyorum ki şükrederlerden olmayabilir” demiş ve yine aynı rivayetlere göre ilerleyen yıllarda malını ve evlatlarını kaybeden Eyyub Aleyhisselam, “Bana bütün bunları Allah vermişti ve yine Allah aldı” diyerek gösterdiği sabır ve metanet ile bu imtihandan da yüz akıyla çıkmıştı.
Eyyub Aleyhisselam gerçekten Allah'a yönelen, Allah'a çok şükreden ve çok ibadet eden bir insandı. İlahi takdir gereği karşılaştığı her imtihana sabrediyor ve gösterdiği bu sabırla örnek bir mümin, örnek bir müslüman oluyordu. Bu güzel müslümanın en önemli imtihanlarından birisi de. Kur'an-ı Kerimde açıkça beyan edildiği gibi kendisini çepeçevre saran dayanılmaz bir hastalık idi. Bu konuyla iigili fazla ayet ve hadis olmadığı için, Kur'an-ı Kerim’de zikredilen altı ayet-i kerimeyi hep birlikte okuyalım.
Euzubillahimişşeytanirracim Bisinillahirahmanirrahim
“Eyyub'u da hatırla; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: “Şüphe yok, bu dert (ve hastalık) beni salıverdi Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.” Böylece onun çağrısına cevap verdik. Kendisinden o derdi giderdik; ona katımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla bir katını daha verdik”[5]
“Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o: “Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu” diye Rabbine seslenmişti Aylığını depret. İşte yıkanacak ve içecek soğuk (su, diye vahyettik). Katımızdan ona bir rahmet ve temiz akıl sahihlerine bir öğüt olmak üzere kendi ailesini ve onlarla birlikte bir benzerini de bağışladık. “Ve elinle bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma.” Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip dönen biriydi.” [6]
Rabbimizin bildirdiği bu habere iman eden müslümanlar olarak “Amenna ve sadakna” yani “İnandık ve doğruladık” eledikten sonra, aynı imani yaklaşımla bu ayet-i kerimeleri Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde düşünmeye başlayabiliriz.
Evet. Rabbimizin beyan ettiği gibi çok ciddi ve müthiş bir hastalıkla karşılaşmıştı Eyyub Aleyhisselam. Rabbimizin peygamberlerle ilgili imtihan sünnetini dikkate aldığımız zaman, dünya tarihinde hiçbir insanın o derece hasta olmadığını, o derece acılar içinde kalmadığını söyleyebiliriz: Çünkü Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde gördüğümüz ve şahit olduğumuz gibi, şanı yüce Rabbimiz insanlar için bir imtihan vesilesi olan musibetlerin en büyüğünü, en sevdiği peygamberlerine vermiş ve onları, söz konusu imtihanların en zorlanyla karşılaştırmıştır.
“Hocam, Rabbimiz en sevdiği insanlar olan peygamberlere, neden en zor imtihanları vermiş?”
Bunun üç ayrı nedeni, bizim anlayabileceğimiz üç ayrı hikmeti olabilir Hamdi!. Bunlardan birincisi Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği gibi Rabbimiz, Allah yolunda musibetlere katlanan ve bu musibetlere yine Allah için sabreden kullarını sever. Bu İlahi gerçeklikten hareket ettiğimiz zaman, Rabbimizin en çok sevdiği kulların, en zoriu musibetlere sabreden kullar olduğunu söyleyebiliriz. Zaten en zorlu musibetlere katlanabilecek, en zorlu imtihanlara sabredebilecek olan müminler, bu imtihan dünyasının gerçek kahramanları olan peygamberler değii midir? Bizler bu seçilmiş müminlerin gerçek imanlarını, gerçek teslimiyetlerini, gerçek güzelliklerini, söz konusu imtihanların zirve noktalarında görmüyor muyuz? Yakup Aleyhisselam bölümünde değindiğimiz gibi bu seçkin ve seçilmiş insanların gerçek imanları, gerçek güzellikleri; en zor imtihanların en uç, en zirve noktalarında anlaşılan ve büyük bir muhteşemlikle ortaya çıkan güzellikler değil midir?”
İşte meseleye bu gerçeklikten baktığımız zaman -bizlere bazıları hakkında birçok malumat verilmese dabilmemiz ve iman etmemiz gerekir ki Rabbimiz katında seçkin ve seçilmiş olan bu peygamberler, en zorlu imtihanların, en büyük kahramanlarıdır. Nitekim bizlerin bildiği veya bilmediği en zorlu imtihanlara sabrederek, Rabbimizin sevdiği ve seçtiği kullar araşma girmişlerdir. O güzel müslümanlar öncelikle seçildikleri için sevilmemişler, öncelikle sevildikleri için seçilmişlerdir. Çünkü ne yarattığını hem hakkıyla, hem de öncesiyle ve sonrasıyla bilen Rabbimiz; bu kullarını daha yaratmadan önce görmüş, daha yaratmadan önce bilmiş ve daha yaratmadan önce sevmiştir.
Rabbimizin en sevdiği insanlar olan peygamberlere, en zorlu imtihanları vermesindeki ikinci neden, bu seçkin insanların dünya yaşantısında bizlere, biz müminlere örnek olması içindir. Dünya yaşantısında karşılaştığımız ve bizlere bir gelen her imtihanda, gözlerimizi bu seçkin insanlara çevirecek ve onların karşılaştıkları zorlu imtihanları dikkate alarak, kendi imtihanımızın üstesinden gelmeye çalışacağız. Mesela imtihan gereği evladını yitiren bir baba “Ben buna dayanamam, ben bu imtihanın üstesinden gelemem” dîye feryat ve isyan etmeden önce; Allah'ın apaçık bir emri ve imtihanı gereği elinde bıçak ile İsmail'in başucunda duran ve çok sevdiği oğulcağızını boğazlamak için onun küçücük boynuna gözyaşları içinde eğilen İbrahim Aleyhisselam'a bakacaktır!. Onu ve onun bu büyük imtihanını düşünecektir!. Bunları gördükten, düşündükten ve anladıktan sonra ağzında ses, ciğerinde nefes kalırsa, kendi imtihanı için feryat edecektir!.
Tabi ki hamdden başka, Allah'a hamdü sena etmekten başka bir ses çıkmayacaktır bu mü'minden. Bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu düşünecek, kendisine zor, kendisine çok zor da gelse İbrahim Aleyhisselam'ın yaşlı gözlerine bakarak bu imtihanın üstesinden gelmeye çalışacaktır. Allah'a hamdederek O'ndan yardım isteyecek ve bir rahmetin, bir merhametin ifadesi olan gözyaşları içinde. Allah için sabretmeye çalışacaktır.
Zorlu musibetler ve zorlu imtihanlarla ilgili üçüncü neden ise İlahi hesap gününde hiçbir insanın Rabbe karşı bir mazereti kalmaması içindir. Karşılaştıkları musibetleri kulluktan engelleyici bir neden, bir mazeret olarak gösterebilecek olan insanlara, aynı musibetlerin çok daha zorlulanyla karşılaşan bu güzel müminler örnek gösterilecek ve onların bu boş mazeretleri hiçbir zaman kabul edilmeyecektir. Mesela Rabbimizin fiziki açıdan güzel olarak yarattığı bir insan “Ya Rabbi bana verdiğin bu güzellik, benim kendimi beğenmeme ve yoldan çıkmama neden olduğu için beni bu hesap gününde mazur gör” diyemeyecektir. Çünkü fiziki güzellik, insanları yoldan çıkarabilecek olan bir musibet ise Rabbimiz bu musibetin en görkemlisini Yusuf Aleyhisselam'a vermiş ve o müslüman bu güzelliğine rağmen boynu bükük bir teslimiyet içinde olmuştu. İlahi hesap günü hiçbir insan “Ya Rabbi, dünya yaşantısında bana verdiğin mai ve mülk. benim azmama neden olduğu için beni mazur gör” diyemeyecektir. Çünkü karşılarında kendisine dünyanın mülkü verilen ve hiçbir insana verilmemiş bu mülke rağmen Allah'a kulluktan bir an geri durmayan Süleyman Aleyhisselam olacaktır. Bütün bunları dikkate alarak Eyyub Aleyhisselam'a geldiğimiz zaman ise; dünya yaşantısında hastalık ve hastalığa sabır konusunda biz mü'minlere görkemli bir örnek olan bu güzel müslüman. Öyle sanıyorum ki ahirette hastalıkları bahane ederek mazur görülmek isteyen kimseler için hiç hoşlanmayacakları apaçık bir misal olacaktır.
Evet. hastalık bir imtihan ise. Eyyub Aleyhisselam bu imtihanın en zoruyla, en dayanılmazımla karşılaşmış ve acı dolu bu hastalığı, en ince duygularla en duyarlı bir şekilde yaşamıştı!. Bir yerine değil her yerine gelmiş ve her yerini kuşatmıştı bu hastalık!.
Fakat o sabrediyordu.
Allah'a hamdederek. Allah'a şükrederek sabretmeye devam ediyordu. Ellerini semaya açarak, ısrarlı bir şekiide “Ya Rabbi. bu hastalığı üzerimden al, bu derdi üzerimden hemen ahver” de demiyordu. Bunu söylemek, sanki bir imtihandan kaçmak, bir imtihandan yüzçevirmek gibi geliyordu kendisine!. Alemlerin Rabbi olan Allah (Celle Celaluhu) diğer kullarını değişik hastalıklarla imtihan ederken, kendisini bu kullardan farklı ve ayrıcalıklı görerek “Ben böyle bir musibete, böyle bir hastalığa müstehak bir insan değilim” mi diyecekti!. Hastalık bir imtihan ise ve bu İmtihana güzelce sabredildiğinde günahlar dökülüyor ve yeni ecirler kazanılıyorsa, hastalık denilen bu imtihana her insandan daha fazla, çok daha fazla muhtaç hissediyordu kendisini.
Elbetteki her kul gibi o da duasını yapmış, fakat bu duasında İlahi takdiri zorlayıcı bir tekrardan. İlahi takdirden hoşlanmadığı anlamına gelebilecek bir ısrardan şiddetle kaçınmıştı. Ayrıca bunu yapmasına, içinde bulunduğu durumu defalarca Allah'a arz etmesine ne gerek vardı ki!. Zaten Allah onu ve onun durumunu hakkıyle biliyor, hakkıyle görüyordu!. Rahman olan Allah elbetteki kendisine yardım edecek ve Safi olan Allah elbetteki şifasını verecekti. Buna o kadar çok inanıyordu ki, bir davranışından dolayı çok kızdığı hanımını cezalandırmak istemiş fakat hastalık nedeniyle gücünün yetmeyeceğini hissettiği için “İyileştiğimde, Allah'a andolsun ki sana şu kadar vuracağım” demişti. Çünkü iyileşeceğine inanıyor, kesinlikle ve kesinlikte iyileşeceğini umud ediyordu.
Ancak yıllar geçmesine rağmen. bir türlü geçmiyor, bir türlü iyileşmiyordu bu hastalık. Hatta gün be gün daha da artıyor, daha da çekilmez oluyordu!. Fakat yine sabrediyor, yine sabretmeye devam ediyordu Eyyub Aİeyhİsselam. Kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli Allah'ı düşünüyor ve bu düşünce ile hala devam eden hastalığının hikmetini anlamaya çalışıyordu. Başına gelen bu hastalık, belki de yaptıklarının, bilerek veya bilmeyerek bazı yaptıklarının bir karşılığı idi!. İşlenen günahların en hafif karşılığı olan ve bu günahların dökülmesine vesile olan hastalık böylesine şiddetli olduğuna göre; dünya hayatında dökülmeyen ve affedilmeyen günahların ahiretteki karşılığını düşünüyor ve bu düşüncelerle tüm yüreğinin Allah korkusuyla dolduğunu, bu korkuyla titrediğini hissediyordu.
Yüreğinde hissettiği bu Allah korkusu ile hastalığını ve hastalık acılarını unutan Eyyub Aleyhisselam, bilerek veya bilmeyerek işlediği tüm hatalardan tevbe ediyordu. Huşuyla titreyen kalbindeki Allah korkusu ve affedilmek umuduyla defalarca tevbe eden bu güzel müslüman. hastalık acılarının dayanılmaz noktalara çıktığı en zor anlarda yine boynunu büküyor ve “Sabır, yine sabır, yine sabır” diyordu kendi kendine. Dolayısıyla bütün bu güzellikleri yaşayan bu güzel müslüman, sabır ede ede sabırın özüne varmış ve sanki sabır, sanki sabırın ta kendisi olmuştu.
Hastalığı kimse istemez, hastalığa kimse talip olmazdı ama, acı dolu bu hastalık, bu hastalığı sabırla karşılayan ve sabırla yaşayan Eyyub Aleyhisselam için, musibet örtüsüne sarılmış büyük bir nimetti. Çünkü Eyyub Aleyhisselam bütün bu yaşadıkları ile, sıhhatli bedenlerde hastalıklı ve kaskatı kalpier taşıyan insanların aksine; hastalık dolu bedeninde, hastalıktan uzak ve rahmet yumuşaklığında muhteşem bir kalbe ulaşmıştık Nitekim Resulullah (Aleyhissaiatu vesselam) .Efendimiz hasrı anlatırken, Eyyub Aleyhisselam’ın sabır ve rahmetle yumuşayan bu kalbi güzelliğine işaret ederek “Müminler Adem'in yaratılışında. Yusuf'un güzelliğinde ve Eyyub'un kalbinde olarak otuzüçer yaşlarında ve sürmeli olarak haşr olunacaklardır” buyurmuştur.
Bazı tarihi rivayetlerde zikredildiğine göre, bir gün, bir söz geldi Eyyub Aleyhisselam’ın kulağına!. Birbiriyle fısıldaşan bazı insanlar “Allah bunca zamandır Eyyub'a yardım ve merhamet etmediğine göre, herhalde yüzünü Eyyub'dan dönmüş, Eyyub'den vazgeçmiştir. Yoksa hiç böyle olur muydu?” diyorlardı. Eyyub Aleyhisselam'a yakın veya ona İnanmış olan İnsanların böylesi fısıldaşmalarıyla ilgili bu rivayet, Kur'an-ı Kerim açısından da makul bir rivayettir. Çünkü şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de, İlahi gerçekliklere yeterince vakıf olmayan bütün müslümanları, böylesi fısıldaşmalardan sakınmaları konusunda önemle ikaz etmektedir.,
“Ey iman edenler, kendi aranızda gizli konuşmalarda bulunacağınız zaman, günah, düşmanlık ve peygambere karşı isyanı fısıldaşıp-konuşmayın; iyiliği ve takvayı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkupsakının. Şüphesiz ki gizli fısıldaşmalar, iman etmekte olanları üzüntüye düşürmek için ancak şeytandandır. Oysa Allah'ın izni olmaksızın o (şeytan), onlara hiçbir şeyle zarar verecek değildir. Su halde mü'minler, yalnızca Aliah'a tevekkül etsinler.” [7]
Ayet-i kerimede beyan edildiği gibi, duyduğu bu sözler Eyyub Aleyhisselam'ı derinden üzmüş ve ona çok ağır gelmişti!. Acaba doğru, acaba doğru olabilir miydi bu sözler!. Bir an bile Allah'dan ve Allah'ın rahmetinden uzak olmak düşüncesi, her şeye sabreden Eyyub Aleyhisselam'ın dayanabileceği, Eyyub Aleyhisselam’ın sabredebileceği bir şey değildi. Acı ve hastalıklara sabredebilirdi ama, Allah'tan ve O'nun rahmetinden uzak olma düşüncesine kesinlikle katlanamaz, kesinlikle dayanamazdı Eyyub Aleyhisselam!.
Yüreğine kahredici bîr acı veren bu düşüncelerden hemen uzaklaşmak isteyen Eyyub Aleyhisselam. Allah'ı ve Allah'ın yardımını düşünmeye başladı. İnsanların bu söyledikleri doğru değildi, doğru olmamalıydı!. Çünkü sabreden kullarını seven Allah (Ceile Celaluhu), İlahi yardımını bu sabrın son noktasında, güç ve takatin tükendiği bu son noktada göndermiyor muydu? O halde insanların o konuşmalarına, o fısıldaşmalarına hiç itibar etmemesi, hiç üzülmemesi gerekiyordu. Kendisine kahredici bir acı veren bu sözü, belki de şeytan söyletınişti o insanlara!.
Yine şeytan geldi aklına, yine bu lanetli şeytanı düşünmeye başladı. Onu düşündüğü zaman, ateşten yaratılan bu şeytanın, her nedense kor bir ateş gibi içini kavurduğunu hissediyordu!. Acaba farkına varmadan ve farkında olmadan bir açık. bir gedik mi vermişti bu lanetli yaratığa!. Kendisine kuşku veren bu “Acaba?” ile dönüp arkasına bakan Eyyub Aleyhisselam, uzun yıllar süren bu hastalık sürecindeki davranışlarını tekrar tekrar gözden geçirmeye başladı. Ailesiyle yaşadığı ihtilaf dışında, sabır ve tevekkülle geçen yulardı.bunlar. Ailesiyle yaşadığı ve ailesinin kendisinden uzaklaşmasına neden olan o ihtilafı ise pek düşünmek istemiyordu.
Önceleri meseleye sadece kendi boyutundan bakarak, kendisini haklı sandığı ve haklı gördüğü o ihtilaf, meseleye ailesinin boyutundan baktığ! zaman biraz değişmeye başlıyordu. Çünkü hastalık, hastalığı sabırla çeken insan için bir imtihan olduğu gibi; bu hastaya sabırla bakan ailesi için de bir imtihandı. Ancak hastalığı ve hastalığın acılarını bizzat yaşayan insan, bazı durumlarda bunu dikkate alamıyor ve aile olmanın rahatlığı ile onlara sabırsız, onlara hoşgörüsüz yaklaşabiliyordu. Normal durumlarda üzerinde hiç durulmayacak olan küçük bir mesele.'bazen hastaya çok dokunabiliyor ve hassas bir duygusallığı yaşayan hastanın kızmasına veya kırılmasına neden olabiliyordu. Nitekim Eyyub Aleyhisselam da ailesine karşı böyle bir kırgınlığı ve kızgınlığı yaşamış, hatta bu kızgınlık ile ailesine “İyileştiğimde, Allah'a andolsun ki sana şu kadar vuracağım” demişti. Bu andını hatırlayan Eyyub Aleyhisselam. bu andı ilk kez duymuş gibi düşünmeye başladı!.
“İyileştiğimde, Allah'a andolsun ki sana şu kadar vuracağım”
İyi ama iyileşeceğini, kesinlikle ve kesinlikle iyileşeceğini nereden biliyordu? Hiçbir istisna yapmadan ve “İnşaallah” demeden, Allah adına nasıl böyle bir andda bulunmuştu? “İyileştiğimde” diyeceği yerde, “İnşaallah iyileşirsem” demesi gerekmez miydi? Bunu nasıl unutmuş, bunu nasıl unutabilmişti ki!. Herhalde şeytanın, lanetli şeytanın bir unutturması olmalıydı bu!. Belki de hastalığının bu denli uzaması, kendisini böylesine bitkin ve bitmiş bir noktaya getirmesi, lanetli şeytanın bu unutturmasından kaynaklanıyordu!.
Daha fazla tahammül edemeyeceği böylesi duygu ve düşüncelerle, güç ve takatinin tamamen tükendiğini hisseden Eyyub Aleyhisselam, acı ve hüzün içindeki bir inleme ile “Ya Rabbi. şeytan bana kahredici bir acı dokundurdu. Ve bu dert, beni sarıverdi. Oysa Sen, merhametlilerin en merhametli olanısın” yakarışında bulundu. Bu yakarışı hakkıyle işiten ve Rahman olan Rabbimiz, güç ve takatinin son noktasına kadar sabreden Eyyub Aleyhisselam’ın bu duasına hemen icabet ederek “Topuğunla yere vur” diye vahyetti. Sadece topuğunu kaldırabilecek bir mecale sahip olan Eyyub Aleyhisselam’ın. Besmele ile topuğunu yere vurmasının akabinde yerden su fışkınnca, şanı yüce Rabbimiz “İşte sana yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su” diye vahyetti.
Yerden fışkıran bu su, Safi olan Rabbimizin, rahmet dolu bir şifası idi!. Hamd ve şükür duyguları içinde bu suya bakan ve daha içmemesine, daha yıkanmamasına rağmen, bu suyun bir şifa olduğunu çok iyi bilen Eyyub Aleyhisselam, karşılaştığı İlahi hikmet nedeniyle gözünün ve gönlünün gülümsediğini hissetti. Uzun yıllardır uzaklara bakarak umduğu ve bekiediği şifa, demek ki uzun yıllardır yanibaşında yani kendi topuğunun altındaydı!. Tabi ki kendisine bu kadar yakın ve kendisine bu kadar uzak olan bu şifaya, uzun yıllardır sabırla katettiği bir yolculuk sonucunda ulaşabilmişti!.
Allah'ın lutfu ile bu suyu içen ve bu suyla yıkanan Eyyub Aleyhisselam, çok kısa sürede iyüeşmiş ve eskisinden daha sıhhatli bîr duruma gelmişti. Rahman olan Rabbimiz Eyyub Aleyhisselam'a hem ailesini ve hem de onun bir mislini daha vererek, ona birçok salih evladlar nasib etmişti. İlk ailesine kavuştuğu zaman yıllar önce yaptığı andı düşünen ve haklı da olsa vicdanen gerçekleştirmek istemediği bu and konusunda ne yapacağını bilemeyen Eyyub Aleyhisselam'a, yine Rabbimiz yol göstermiş ve söz konusu andın bozulması değil yerine getirümesi gereken bir and olduğuna işaret ederek “(Söylediğin adet kadar başak sapını) elinle deste yap ve onunla vur. Andını bozma” dîye vahiy etmişti.
“Hocam!. Rabbimiz. bir başak sapıyla söylediği adet kadar hafifçe vurmak yerine, niye Eyyub Aleyhisselam’ın eliyle deste yapmasını ve onunla vurmasını istemiş?”
“Dikkat dolu bu soru için, teşekkür ederim Veli. Elbetteki Rabbimiz bir başak sapını alarak, hafif bir şekilde defalarca vurmasını söyleyebilirdi. Ancak çok Adil ve çok Latif olan Rabbimiz, bir kadının kendisine defalarca vurulmasından ve acı vermese de görünürdeki bu vurma hareketinden incineceğini dikkate almıştır. Çünkü hassas ve duygusal bir yaratılışta olan kadınlar, kendilerine hiç acı vermeyecek bir buğday sapıyla hafifçe de vurulsa, kendilerinin vurulan bir insan durumuna düşmesinden incinirler. Dolayısıyla Rabbimiz. bu incinmenin çok az ve çok kısa olması için, sapların deste yapılmasını ve hafif bir şekilde bir kez vurularak işin hemen bitirilmesini dilemiştir. Bu yaklaşımdaki rahmet ve inceliği, öyle sanıyorum ki Merve ve Seda hanımlar çok daha iyi anlayabileceklerdir.”
“Çok iyi anlıyoruz ve böyle bir Rabbimiz olduğu için, yine bu Rabbimize hamdediyoruz hocam!.”
Bu güzel hamde, elbetteki bizier de katılıyoruz... Eyyub Aleyhisselam Kur'an-ı Kerim ifadesiyle sabreden ve devamlı olarak Allah'a yönelen çok güzel bir kuldu. Kalbi ve gönlü çok güzel olan Eyyub Aleyhisselam, uzun yıllar süren acı dolu hastahğa öyle bir sabır göstermiş ve bu sabırda öylesi zirvelere çıkmıştır ki; sabırla özdeş olmuş bir insan olarak Rabbimizin “Gerçekten. Biz onu sabredici bulduk. O. ne güzel kuldu” hitabına mazhar olmuş ve “Eyyub sabrı” ifadesiyle bütün bir insanlık tarihine geçmiştir.
Alemler içinde seîam olsun Eyyub Aleyhisselam'a ve ona tabi olan müminlere..
Şam bölgesinde bir yerleşim yeri olan Medyen. suyu ve yeşilliği bol olan ferah bir yerdi. Burada yaşayan insanlara Medyen ahalisi, Medyen halkı deniliyordu. Rahman olan Rabbimiz çok ferah bir yerde yaşayan Medyen halkına, pek çok nimetler, mallar ve davarlar vermişti. Ancak bir şükür vesilesi oîması gereken bu nimetler, Medyen halkının azmasına ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasına neden olmuştu. Zengin ve varlıklı oldukları için, ticari hayata kendileri yön verir ve her alış-verişte kendi çıkarlarını düşünürlerdi. Toplumsal hayatta ticaretin bir zulüm ve sömürü haline getirilmesini, tarihte ilk kez Medyen halkında görüyoruz. Bu nedenle onlara insanlık tarihinin ilk kapitalistleri, ilk liberalleri diyebiliriz.
Serbest piyasa yanlışıydılar!.
İstedikleri malı istedikleri fiyattan alıp. istedikleri fiyattan satmak çok hoşlarına gidiyordu!. Çünkü piyasa onların elindeydi. Daha açık bîr ifadeyle serbest piyasanın serbest tüccarları, sadece kendileriydi!. Henüz kendi çıkarlarına göre yazılı ticari kanunlar çıkarmamış olsalar bile. yazıya dökmedikleri nefsi kuralları uyguluyorlar ve ticaretteki en önemli ölçü olan teraziyi kendi ellerinde tutuyorlardı.
Terazide kullandıkları ölçü ise kendi insafsızlıklarına kalmıştı. Alırken hafif, satarken ağır tartmak, günümüz tabiriyle köşeyi dönmenin altın kurallarından biriydi!. Üreticinin veya küçük esnafın malına kendileri değer biçtikleri için. bu değer malı alırken başka, satarken bambaşka oluyordu!.
Tabi ki diğer insanlar bunların ne yaptığını anlamayacak kadar saf değil, sadece bunlara karşı çıkamayacak kadar çaresiz idi. Çünkü malca zenginliğin başlı başına bir güç olduğu kapitalist toplumlarda, söz hakkı bu gücü ellerinde bulunduran kapital sahiplerine aitti. Dolayısıyla malca fakir insanlar, zenginlerin kendilerini nasıl sömürdüklerini biliyorlar ve bunlara karşı açığa vuramadıkları bir düşmanlık hissediyorlardı. Sosyal adaletten uzak olan ve bünyesinde böylesi düşmanlıklar barındıran bir toplum, hiç kuşkusuz ki fitne ve fesat içindeki bir toplum durumuna gelmişti. İşte böyle bir topluma, Rabbimiz Şuayb Aleyhisselam'ı peygamber olarak gönderdi.
Şuayb Aleyhisseİam bu toplumun bir insanıydı. Peygamberlikle görevlendirildikten sonra gördüğü bütün haksızlıklara, toplumda yaşanan bütün zulümlere müdahale etmeye ve insanları sadece Allah'a kulluğa davet etmeye başladı. Hitabeti ve konuşma tarzı çok güzeldi Şuayb Aleyhisseİam'in. Nitekim bu nedenle kendisine Hatibul Enbiya yani peygamberlerin hatibi denilmiştir. Şuayb Aleyhisselam kavmine şöyle sesleniyor, onları şu sözlerle uyarıp korkutuyordu.
“Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. Size Rabbinizden apaçık gerçekler gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam tutun, eksiltenlerden olmayın. Dosdoğru olan terazi ile tartın. İnsanların eşyasını değerinden düşürüp-eksitmeyin ve düzene konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Eğer irfanıyorşanız, Allah'ın helalinden bıraktığı kazanç, (az da olsa, bereketiyle) sizin için daha hayırlıdır. Gerçekten ben sizi bolluk ve refah içinde görüyorum. Sizi ve sizden öncekileri yaratandan korkup sakının. Ahireti umud ederek sadece Allah'a kulluk edin ve O'ndan sakının. Çünkü ben, Allah'ın davetini inkar eden geçmiş kavimlerde olduğu gibi sizi de çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum. Ve ben sadece tebliğ ediyorum, sizin üzerinize bir bekçi, bir koruyucu da değilim.”
“Hocam, yine çok güzel bir davet ve yine kavimlerle ilgili Sünnetullah ile tehdit var..”
“Doğru söylüyorsun Fatih. Zaten apaçık bir şekilde yapılan İlahi davet ve bu davetin akabinde yapılan Sünnetullah ile tehdit, bütün peygamberlerin cahili topiumlara ortak bir yaklaşımıdır. Nitekim Şuayb Aleyhisselam da kavmine önce bu açık tebliği yapmış ve tebliğin akabinde Rabbimizin inkar eden kavimlerle ilgili Sünnetullah'i' ile tehdit etmiştir.”
Şuayb Aleyhisselam'in bu daveti, temiz akıl sahipleri için çok açık ve çok güzel bir davet olmasına rağmen. Medyen halkı hiç anlamadı veya hiç anlamak istemedi bu güzel sözleri. Küçük yaşlardan beri çokça namaz kılan Şuayb Aleyhisseİam'a hayret dolu gözlerle bakarak “Ey Şuayb. atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da kendi mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen. gerçekten yumuşak huylu, aklı başında bir insansın” dediler. Bu sözü söyleyenlere göre. namaz ile ticaret birbirinden ayrı şeyler olmalıydı!. Bir insan istediği zaman namaz kılarak Allah'a ibadet edebilirdi ama. bu namazın onun yaşantısına müdahale etmesi ve onu bazı şeylerden engellemesi kabul edilebilir bir şey değildi!.
“Hocam, günümüzde bazı namaz sahipleri, kıldıkları namaz ile dünya işlerini hiç birbirine karıştırmıyorlar!.”
“Biliyorum Veli!. Camilerde Allah'a, sosya! hayatta tağuta yönelen bu insanlar, dünya ile ahiret işlerini hiç birbirine karıştırmıyorlar!. Fakat ne gariptir ki bu insanların inandıkları Allah, Kur'an-ı Kerim'de de açıkça gördüğümüz gibi. sadece ahiretle ilgilenen ve dünya işlerine ilgisiz kalan bîr Rab değildir. Mazlum ve rnustazaf dünya insanlarım, politikacıların, mal ve makam sahiplerinin insafına bırakmayan bu Rab; yarattığı ve yaşattığı insanların nasıl ve ne şekilde yönetilmeleri gerektiği konusunda hükümler vazeden, dünyada fitne ve fesat çıkmaması için insanları bu İlahi hükümlere davet eden bir Rab'dır.”
Peki müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen itikat düzleminde laik ve demokrat olduklarını söyleyen bu insanlar, inandıkları Allah'ın kendileri gibi laik ve demokrat olmadığını bilmiyorlar mı? Alemlerin Rabbi olan Allah'ın, (laikliği hiç umursamadan) İnsanların dünya işlerine ve sosyal yaşantılarına önce sözle yani tebliğle müdahale edip. daha sonra bu İlahi tebliğini reddedenleri (hiç de demokrat oimayan bir yaklaşımla) çok acıîı bir azap ile heiak ettiğini görmüyorlar mı? Bu gerçekleri bilip, bu gerçekleri görüyorlarsa, din ile dünya hayatını nasıl olur da birbirinden ayırabilirler!.
“Yoksa bunlar dini ve dini hükümleri dünya hayatında değil de, ahiret hayâtında mı yaşayacaklar!”
“Hocam, insanlar bilmiyorlar!. Ben de aynı görüşteyim Fatih!. Bir sarhoş veya bir sapık Allah'a küfrettiği zaman tüyleri diken diken olan ve bu çirkin küfüre samimi bir yürekie müdahale etmek isteyen insanlar; tağuti sistemlerde küfrün bir başka ifadesi olan seçim sandıklarına bayram sevinciyle gidiyorlar ve laik sisteme layık bir vatandaş oluyorlarsa, ortada gerçekten ciddi bir bilmezlik ve cehalet var demektir. Zaten böyle bir bilmezlik ve cehalet olmasa Allah'a kulluğun bir gereği olan namaz yine Allah'a kulluğun diğer ve daha önemli, bir gereği olan tağutları reddetmeyi nasıl birbirinden ayırabilirler? Tabi ki bizim görevimiz, namaz kılmalarına ve Allah'ı hoşnut etmek istemelerine rağmen bu gerçekleri bilmeyen dünya insanlarına Şuayb Aleyhisselam gibi tebliğ etmek, Rahman olan Rabbimizin bu rahmetli gerçeklerini onlara bildirmek ve anlayacakları bir şekilde beyan etmektir.
Evet Şuayb Aieyhisselam bu güzel davetini reddeden ve kendisine “Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da kendi mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” diyen kavmine “Ey kavmim, eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O beni kendi katından güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa, bundan başka ne yapmamı, ne söylememi bekliyorsunuz? Ayrıca ben, size karşı çıkarak yasakladığım şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince ıslah etmeye çalışıyorum. Benim başarım, ancak Allah'ın yardımı iledir. Ben sadece O'na tevekkül ettim ve sadece O'na yönelirim” diyerek karşılık verdi, Medyen halkının ileri gelenleri. Şuayb Aleyhisselam'ın bu sözlerini düşündüler. Sözleri arasında “Ben, size karşı çıkarak yasakladığım şeylere kendim düşmek istemiyorum” diyen Şuayb Aleyhisselam, kendi açısından doğru söylüyordu. Medyen'in sayılı ailelerinden olan Şuayb Aleyhisselam, az da olsa bir mal varlığına sahip olmasına rağmen bu malı diğer insanlara karşı bîr güç olarak kullanmıyor, yaptığı ticarette ölçüyü ve tartıyı tam tutuyordu. Çaresiz insanların mal değerlerini azaltmak bir yana, onların mal değerlerini daha da yükselterek alan Şuayb Aleyhisselam, gerçekten söylediklerine ve yasakladığı şeylere hiç ters düşmüyordu. İyi ama malın verdiği böyle bir gücü kullanmamak, bu gücü kullanarak daha da güçlü olmamak, akıllıca bir iş miydi? Değildi, elbetteki değildi!. Peygamber olduğunu söyleyen ve kendisini bu söziere kaptıran Şuayb, hiç kuşkusuz ki büyülenmiş olmalıydı!. Büyülenmiş olmasa hiç böyle davranır, yaşanan realiteye ve ticari menfaate aykırı olan davetinde bu kadar ısrarcı olur muydu?
Bu düşüncelerle Şuayb Aleyhisselam'a dönüp, ona alaycı gözlerle bakarak “Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen, yalnızca benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin ve biz senin gerçekte yalancılardan olduğunu sanmaktayız” dediler. Tabi ki onlar bu sözlerle Şuayb Aleyhisselam'ı değil, asıl itibariyle Allah'ın davetini inkar ediyorlardı. Çünkü ticaretlerine karışan ve haksız çıkarlarına müdahale eden bu İlahi davet, onların kesinlikle ve kesinlikle kabul etmek istemedikleri bir davetti.
Kavminin bu inkarı karşısında İlahi daveti İnkar eden kavimlerin, Allah'ın değişmeyen sünneti gereği helak edildiklerini çok iyi bilen Şuayb Aleyhisselam “Ey kavmim bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hud kavminin veya Saiih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin. Üstelik Lut kavmi size pek uzak da değil” dedikten sonra, kalblere yumuşaklık verebilecek tatlı bir sesle “Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Gerçekten benim Rabbim esirgeyendir, çok şefkatlidir” diyerek, onları yine rahmet ve merhamete çağırdı.
Kavmine bu tebliği yapan Şuayb Aleyhisselam, Medyen'e yakın bir yerleşim yeri olan Eyke'ye de gitti ve Medyen halkıyla benzer bir azgınlık içinde olan Eyke halkım da aynı rahmete, aynı hidayete, aynı kurtuluşa davet etti. Deniz sahilinde yaşayan Eyke halkına “Sizler Allah'tan sakınmak istemez misiniz? Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. Ölçüyü tam tutun ve eksiltenlerden olmayın. Dosdoğru olan terazi ile tartın, insanların eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve sizden öncekileri, yaratan Allah'tan korkup-sakının” diyerek onları Allah'a kulluğa davet etti ve bu İlahi daveti kabul etmezlerse, inkar eden Önceki kavimler gibi helak edileceklerini bildirdi.
Ne yazık ki Eyke halkı da, Medyen halkından farklı değildi!. Kendilerine yapılan bu davetle ve bu daveti yapan Şuayb Aleyhisselam ile alay ederek “Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen, yalnızca benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin ve biz senin gerçekte yalancılardan olduğunu sanmaktayız.” dediler. Ayrıca Sünnetullah ile tehdit edilmelerini de hafife alarak “Eğer doğru sözlülerden isen, bu durumda gökten üstümüze bir parça düşürüver” demeyi ihmal etmediler. Şuayb Aleyhisselam ne dediklerini, ne istediklerini bilmeyen bu kimselere Rabbim, yapmakta olduklarınızı daha iyi bilmektedir” diyerek onlarla cedelleşmek, toplumun ileri gelen bu kibirli azgınlarıyla faydasız tartışmalara girmek istemedi. Fakir olsalar da kendisini ciddi bir şekilde dinleyen ve söylediği gerçekleri dikkatlice düşünen insanlarla daha fazia ilgilenmeye devam etti.
Nitekim kısa bir süre sonra özellikle Medyen halkı arasındaki fakir ve mazlum insanlar Şuayb Aleyhisselam'a inanmaya ve onun getirdiği İlahi daveti kabul etmeye başladılar. Çünkü zulme ve sömürüye karşı çıkan İiahi hükümlerdeki sımsıcak adaleti, zulme uğrayan bu insanlar daha iyi anlıyor, daha iyi hissedebiliyordu. Diğer bir deyişle okumuş veya kültürlü zalimlerin anlayamadıkları ve anlamak istemedikleri İlahi adalet, hiç okumamış olsalar da mazlum insanlar tarafından çok daha kolay anlaşılabilîyordu!.
“Hocam, neden böyle oluyor?”
“Bak Veli!. İşlenen bir zulümde, zalim ve mazlum olmak üzere iki ayrı taraf vardır. Çoğu zaman zalimler, zulmettiklerini bilmek veya kabul etmek istemezler. Kendilerinin diğer İnsanlardaki üstün olmalarını ve üstünlüğün verdiği bu avantajı, kendi çıkarları istikametinde kullanmayı, dünya hayatının doğal bir gerçeği olarak kabul ederleri. Onların yaptıklarından hoşlanmayan fakir ve güçsüz insahlar. onlar gibi zengin ve güçlü olsalar elbetteki bu durumdan şikayet etmeyecekler, onlar da aynı şeyleri yapacaklardı!. Çünkü insanların birbirinden farklı ve üstün olmaları, dünya da yatının çok doğal bir gerçeği idi!.
Zalimler böylesi düşüncelerle, yaptıklarını bir zulüm olarak görmezlerken; altta kalan ve çırpınmaya bile fırsat bulamayan mazlumlar için bu zulüm, inkar edilemeyecek kadar açık bir gerçektir. Çünkü bu zulmü yaşayan, zulmün acı ve ağır faturasını ödeyen onlardır. Mesela herhangi bir toplumda kendilerine küçük bir iğne bile batırılmasını istemeyen üstdüzey kimselerin, “Sıradan insan” dedikleri büyük çoğunluğa çuvaldız batırarak zulmettiğini düşünelim. Çuvaldızı batıran üstdüzey kimselere,göre yaptıkları bu iş, toplumun disiplinini ve istikrârını sağlamak için yapılan küçük bir el hareketidir. Koskoca toplumun disiplin ve istikrarı için yapılan bu küçücük el hareketinin fazlaca abartılmasına ve büyütülmesine ne gerek vardır ki!. Fakat kendilerine çuvaldız batırılan mazlumlara göre, bu önemsenmeyecek küçük bir el hareketi değildir. Çünkü küçük denilen o el hareketi ile çuvaldızın bir bedene nasıl girdiğini ve nasıl bir acı verdiğini yaşayan onlardır. Şimdi böyle bir toplumda bir İnsan çıksa ve “Bundan böyle hiç kimse, hiç kimseye çuvaldız batırmasın” dese, bu davetin ne kadar önemli ve ne kadar merhametli bir davet olduğunu önce kimler anlayabilir?
“Kendilerine çuvaldız batırılanlar hocam!”.
“Evet Hamdi, herkesten önce onlar, zulmün acısını çeken o mazlumlar anlar. İşte Şuayb Aleyhisselam'ın zulme karşı çıkan merhamet dolu davetini de, zalimlerden önce mazlumlar anlamış, mazlumlar kabul etmeye başlamıştı. Çünkü sömürü altında ezilenler ve bu zulmün acısını çekenler, ağır faturasını ödeyenler onlardı. Bu zulmü yaşadıkları için İlahi davetteki rahmet dolu adaleti önce onlar anlıyor ve bu hak davete önce onlar icabet ediyorlardı.”
Medyen halkının küfürde ileri gidenleri, Şuayb Aleyhisselam'ın davetine iman edenleri ve bu iman edenlerin git gide arttığını görünce telaşlanmaya başladılar. Çünkü toplum parçalanıyor. Şuayb'a inananlar ve inanmayanlar olmak üzere ikiye ayrılıyordu!. Yüreklerinde hissettikleri bu endişe ile iman edenlere ve iman etmesi muhtemel olan insanlara yönelerek “Andolsun ki Şuayb'a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz” demeye başladılar. Bu sözlerle tehdit ettikleri insanların artık Şuayb Aleyhisseiam ile oturmalarını ve onu dinlemelerini istemiyorlardı. Çünkü insanlar Şuayb Aleyhisselam’ın davetini kabul ettikleri zaman, haksız çıkara dayalı sömürülerinin devam etmeyeceğini, devam edemeyeceğini çok iyi biliyorlardı.
Zulümde ve küfürde ilen giden bu kimselere göre. bütün bu olup bitenlerin yegane sorumlusu, asıl itibariyle Şuayb Aleyhisselam idi. Onu öldürüverseler, bütün mesele halledilmiş olacaktı. Gerçi bunu yapmak da istiyorlardı ama Şuayb Aleyhisselam'ın kısım akrabalarından çekmiyorlardı. Nitekim içlerinde büyüttükleri bu düşmanlık ile Şuayb Aleyhisselam'a bakarak “Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Doğrusu biz seni içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten biz seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün de değilsin” dediler. Kavminin söylediği bu son sözler, sakin ve sabırlı bir insan olan Şuayb Aleyhisselam'in bir anda öfkelenmesine neden oldu!.
Ne diyordu, ne demek istiyordu ki bu şaşkınlar!. Her şeyi yaratan Allah'ın kuvvet ve kudretinden değil de, aciz birer yaratılmış olan hısım akrabadan çekinmek de neyin nesiydi!. Yoksa bu şaşkınlar, kendisinin alemlerin Rabbi olan Allah'a değil de, hısım akrabasına güvendiğini mi zannediyorlardı!. Bu düşüncelerle ve duyduğu bu öfke ile kavmine dönerek “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem Allah'tan daha mı üstündür ki, Allah'ı unutarak O'na sırt çeviriverdiniz. Oysa benim Rabbim, bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır” dedi. Ve kısa bir süre sustuktan sonra “Ey kavmim, var gücünüzle yapacağınız ne varsa, (hısım akrabamı hiç dikkate almadan) yapın. Ben de görevimi yapmaya devam edeceğim. Aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz. Bekleye durun, ben de sizlerle birlikte bekleyeceğim” diye ilave etti.
Fakat küfürde ileri gidenlerin, fazlaca beklemeye tahammülleri yoktu. Onlara göre bir peygamber olduğunu iddia eden Şuayb'ın “Ben de görevimi yapmaya devam edeceğim'” demesi, toplumdaki bu fitne ve fesadın devam edeceği, devam ettirileceği anlamına geliyordu. Dolayısıyie toplumu parçalayan, toplumu ikiye bölen bu fitne ve fesadın hemen durdurulması, acil ve kesin bir önlem alınması gerekiyordu. Kendileriyle beraber aynı sıkıntıları çeken Eyke halkının ileri gelenleri de, bu konuda kendileriyle aynı görüşteydiler. Şu-ayb'den kendileri nasıl bir rahatsızlık duyuyorsa, Eyke'nin önde gelen seçkin insanları da, aynı rahatsızlığı duyuyorlardı. Böylesi düşünceler içinde kendilerine göre önemîi ve ortak bir karar vererek “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz” dediler.
İnsanlık tarihinde sıkça karşılaştığımız bu teklif ve tehdit karşısında yine de şaşıran Şuayb Aleyhisselam. hiç tereddüt etmeden “Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize, sizin yaşam tarzınıza geri dönmemiz Allah'a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir” dedi.
Aldıkları bu cevaptan hiç hoşlanmayan Medyen kavminin ileri gelenleri, merhametten uzak bir sesle “O halde sizleri ülkemizden sürüp-çıkaracağız” dediler. Tabi ki bir ülkede yaşayıp-büyüyen insanlar için, acı ve hüzün verici bir tehdittir bu!. Nitekim Şuayb Aleyhisselam duyduğu bu hüzün ile “Biz istemesek de, bizi buradan çıkaracak mısınız?” diye sordu. Küfürde ileri giden azgınlar, hiç düşünmeden “Evet, kesinlikle çıkaracağız” cevabını verdiler. Durdu, durakaldı Şuayb Aleyhisselam!. Bu durgunluktan ve kısa bir suskunluktan sonra “Rabbimiz. ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. O bizlerin ve sizlerin ne yapmak istediğini çok iyi bilmektedir. Bizler Allah'a tevekkül ettik. içinizden bir grup. kendisiyle gönderildiğim şeye inanmışken diğer bir. grup inanmadığına göre, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hükmedenlerin en hayırlısıdır” dedi. Şuayb Aleyhisselam rahmet ve merhamet dolu bu sözlerle kavmini biraz durmaya, biraz sabretmeye ve bu sabır içinde biraz düşünmeye davet ediyordu.
Allah'ı ve Allah'ın davetini dikkate almayan kavmi, bütün bunlara rağmen yine de Allah'a inandıklarını söylüyorlarsa, Allah onlar ile kendileri arasında hükmünü verinceye kadar birazcık beklemeleri, birazcı sabretmeleri gerekmez miydi? Şayet kendisi Allah'ın seçtiği bir peygamber değil ise ve Allah adına yalan söylüyorsa; alemlerin Rabbi olan Allah (Celle Celaluhu) elbetteki resulluk iddiasıyla O'nun adına yalan söyleyenlerin şah damarını parçalar ve o kimseyi hem dünyada, hem de ahirette azaba uğratırdı. O halde doğru olan, Allah'a inandıklarını söyleyen bu insanların, birazcık sabretmeleri ve inandıkları Allah'ın hükmünü beklemeleri değil miydi? Yoksa kendilerini hemen helak etmeyen Allah'ın, kendilerini dünya yaşantısında başıboş bıraktığını zanneden bu şaşkınlar: Kahhar olan Allah'a iftira atan yalancı peygamberlerin de başıboş bırakılacağını mı zannediyorlardı!. Bu dosdoğru sorularına, hiçbir dosdoğru cevap alamadı Şuayb Aleyhisselam!. Çünkü kendilerini biraz sabretmeye davet eden bu sözlerden hiç hoşlanmayan müstekbirler “Biz bekleyemeyiz. Biz zaten sizin hakkınızdaki hükmümüzü verdik” dediler.
Artık yıllar süren bu mücadelenin bittiğini, kavminin kurtuluşu için yapabileceği hiçbir şeyin kalmadığını anlayan Şuayb Aleyhisselam, küfürde ısrar eden bu kavmi için son duasını yaparak “Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında artık Sen hüküm ver, çünkü Sen hüküm verenlerin en hayırhsısın” dedi. Kendilerini uzun yıllardır Allah'a ve Allah'a kulluğa davet eden Şuayb Aleyhisselam'ın bu son sözleri, hiç kuşkusuz ki Medyen halkı için artık bir helak emri oluyordu. Çünkü Şuayb Aleyhisselam bu son sözlerle kavmi ile azap emrinin arasından çekilmiş, bu son sözlerle kavmini azap ile başbaşa bırakmıştı.
Şuayb Aleyhisselam ve beraberindeki mü'minler, Rahman ve Rahim olan Rabbimizin rahmetiyle Medyen'den ayrıldıkları zaman, aynı geceyansı Allah'ın emri geliverdi. Şuayb Aleyhisselam'ın davetini ısrarla yalanlayan Medyen halkı, hiç beklemedikleri bir sırada dayanılmaz bir ses ve sarsıntıyla gelen azab ile uyanı vermişlerdi!. Uzun yıllardır kendilerini kurtuluşa çağıran İlahi daveti duymayan ve rahmet dolu İlahi davet ile uyanmayan bu sağır kavim; kendilerini artık azaba davet eden bu dayanılmaz sesle uyanmışlar, uyanıvermişlerdi!.
Artık geri dönüş yoktu!.
Zulümde ve küfürde ileri giden, “Bu ülkede Şuayb'a ve iman edenlere yer yok” diyerek, Allah'ın mülkünden, Allah'ın kullarını sürgün etmek isteyen Medyen halkı, dayanılmaz bir ses ve dayanılmaz bir sarsıntı ile delicesine titremeye başlamışlar ve kendi yurtlarında dizüstü çökerek, cansız ve imansız bir azap yumağı halinde sabahlamışlardı.
İlahi davetle alay eden ve Sünnetullah'la tehdit edilmelerini hafife alarak “Eğer doğru sözlülerden isen, bu durumda gökten üstümüze bîr parça düşürüver”diyen Eyke halkı da. gökten istedikleri azaba kavuşuvermişlerdü. Gerçi büyük bir gün oîan o gölge gününde, üzerlerine gökten bir parçanın düşmesine gerek kalmamış, istedikleri şeyin gölgesi, küçük bir gölgesi bile kendilerini helak eden büyük bir azap olmuştu!.
Evet, rahmet ve hidayet davetine icabet etmeyen bu inkarcılar, sanki yurtlarında hiç gün görmemiş, o güzel yurtlarında refah içinde hiç yaşamamış gibi oldular!. Oysa Şuayb Aleyhisselam'ın daveti, hepsinin anlayabileceği açıklıktaki bir davetti. Onlar isteselerdi, bu İlahi uyarıyı görebilecek ve anlayabilecek kimselerdi. Fakat küfretmeyi tercih ettiler ve şeytan da bu küfürlerini onlara süslü gösterdi. Netice olarak fakir ve güçsüz gördükleri müminler değil, güçlü gördükleri kendileri hüsrana uğramış, kendileri helak olmuştu..
Sünnetullah'ın bu apaçık tecellisini, kendisine yine de hüzün veren bir iç burukluğu ile karşılayan Şuayb Aleyhisselam, omuzlarını kaldırarak “Ey kavmim, andolsun, size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Şimdi ben, küfre sapan bir topluluğa karşı nasıl üzülebiürim?” diyerek onlara sırtını döndü. Onlara sırtını dönen Şuayb Aleyhisselam'a, bizler yüzümüzü ve sevgi dolu gönlümüzü döndürerek şöyle diyoruz.
“Alemler içinde selam olsun Şuayb Aleyhisselam'a ve ona tabi olan müminlere..”
Yusuf Aleyhisselam zamanında Mısır'a yerleşen ve burada çoğalan İsrailoğulları, Yusuf Aleyhisselam'in ölümünden sonra ataları olan Yakup ve İbrahim Aleyhisselam’ın dininden yavaş yavaş yüzçevirmeye başlamışlardı. Tabî ki ataları olan İbrahim Aleyhisselam'ın hanif dininden uzaklaştıkça, dünya yaşantısında da açık bir zillete ve horluğa doğru yaklaşıyorlardı. Önceleri kendilerine ağır vergiler konmaya başlanmış ve daha sonraki Firavun döneminde de ağır İşlerde çalışmak zorunda bırakılan birer köle durumuna getirilmişlerdi.
Firavun, o dönemlerdeki Mısır toplumunda bir isim değil önemli bir unvan idi. Tarih boyunca Rum krallarına Kayzer, Habeş krallarına Necaşi. İran hükümdarlarına Kisra Türk hükümdarlarına Hakan denildiği gibi. Mısır'daki Amalika hükümdarlarına da Firavun deniliyordu. İnsanlık tarihinde azgınlığı ve zalimliği ile meşhur olan Firavun, Musa Aleyhisselam'ın doğumundan önce Mısır hükümdarı olan Firavundur. Çünkü zulüm ve azgınlıkta hiçbir sınır tanımayan bu Firavun, insanlık tarihinin en zalim, en zorba insanlarından biriydi.
Korktuğu ve korkacağı hiçbir şey yoktu bu Firavunun!. Günümüzdeki zalim devlet başkanlarının ve politikacıların yaptığı gibi. zulmetmeye uygun kanunlar çıkarma ve insanlara hukuk çerçevesinde zulmederek, kendisini ve yaptıklarını meşru gösterme kaygısı da yoktu!. Çünkü her isteği bir emir, her emri kutsal bir hüküm gibi görülüyordu!. Hiç kimsenin bu emirlere karşı çıkması veya bu emirleri sorgulaması mümkün değildi. Firavunun en yakın yardımcısı olan Haman ve diğer önde gelenler de, sahip oldukları imtiyaz ile büyüklenen ve Firavunun zulmüne yardımcı olan birer zalimdiler.
Kendisini her şeyin ve herkesin sahibi gibi gören Firavun, doğaüstü bir varlık olduğuna inanıyordu!. Çünkü kendisine kulluk eden diğer insanlar gibi bir insan olması, kesinlikle mümkün değildi!. Fiziki ve bedensel açıdan el ayak, dil dudak sahibi olan o insanlara benzeyebilir, o insanlar gibi yemek yeyip-def-i hacet yapabilirdi ama; bütün bunlara rağmen o, diğer bütün insanlardan çok farklı ve çok yüce bir varlıktı!. Bazen aynaya bakıyor ve yaşadığı muazzam gücün, bu küçücük bedene nasıl sığdığını hayretle düşünüyordu! Kendi dışındaki her şeye sözünü geçirmesine rağmen bu küçük, zayıf ve hastalıklı bedene bir şey yapamıyor, vereceği bir emir ile bu bedeni hastalıksız ve ölümsüz kılamıyordu!.
Oysa diğer bütün insanların yaşaması veya ölmesi, kendisinin bir sözüne, küçük bir işaretine bakıyordu!. Kader veya insanların kaderi diye bir şey var ise, bu kader zaten onun elindeydi!. İstediği insanı mal ve makam ile yüceltebilir, istediği İnsanı anlamsız bir leş gibi toprağa gömebilirdü. O halde kendisi gibi üstün ve yüce bir varlığın, diğer İnsanlar gibi olması, olabilmesi mümkün müydü? Nitekim içinde bir çığ gibi büyüyerek yükselen bu aşağılık duygularla kavminin karşısına çıkıyor ve onlara “Ben sizin en yüce Rabbinizin” diyordu. Tabi ki küfür ve azgınlık dolu bu söze, iman ve insaf dolu hiçbir itiraz gelmiyor ve kavmi tarafından bu söz de kabul görüyordu!.
“Hocam, aynen böyle mi söylemiş?”
“Evet Veli, “Ene rabbimükül ala” yani “Ben sizin en yüce Rabbinizim” demiş. Peki bunu niye sordun?”
“İnsanların ve tüm alemlerin gerçek Rabbimizin olan Allah (Celle Celaluhu), kalu belada insanlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorarak, İnsanlara bir düşünme ve düşünerek gerçeği anlama hakkı veriyordu. Firavun ise insanları “Ben sizin en yüce Rabbinizi dayatmasıyla karşı karşıya getirerek, insanlara böyle bir düşünme ve anlama fırsatı bile vermiyor!.”
“Çok güzel Veli. Bu dikkatin için teşekkür ederim. Gerçekten geçmişteki ve günümüzdeki Firavunlar, insanların bazı şeyleri düşünmelerini ve düşünerek bir tercihte bulunmalarını istemezler. Çünkü bilirler ki bazı şeyler düşünülerek tercihte bulunulursa, bu tercihler kendi iktidarlarını sarsabilecektir. Dolayisıyle bu gibi şeyleri kutsal bir kavram veya kutsal bir ilke gibi empoze ederek, insanların bu ilkeleri hiç düşünmeden kabul etmesini isterler!. Mesela günümüz dünyasında sıkça kullanılan özgürlük, demokrasi, laiklik gibi kavramlar; dünya insanlarının ve özellikle müslüman olduklarını iddia edenlerin pek düşünmeden, ne anlama geldiğini yeterince anlamadan kabullendikleri kavramlardır.”
İnsanları yücelttikleri kavramlarla Allah'a kulluktan uzaklaştıran ve bu insanlara Rablık taslayan günümüz firavunları ile geçmiş Firavun arasındaki en önemli fark; Firavun'un “Ben sizin en yüce Rabbinizim” sözünde belirginleşmektedir. Firavun. tasladığı ve kendisine kul ettiği insanlara “Ben sizin en yüce Rabbinizim” diyerek, küfründe'mertlik ve kendisine göre bir dürüstlük gösterirken; aynı zuiüm çizgisinde yürüyerek insanlara Rabhk taslayan günümüz firavunları ise sömürdükleri ve kendilerine kul ettikleri insanlara “Bizler de Allah'a İnanıyoruz, bizler de sizin gibi O'nun bir kuluyuz” diyerek bu küfürlerini gizlemekte, salyalı bir sözden ibaret olan böyle bir iman iddiası ile azgınlıklarını örtmeye çalışmaktadırlar!. Tabi ki küfürlerini gizleyen ve insanların karşısına birer Musa kimliği ile çıkmaya çalışan bu çağdaş firavunlar, uzun yıllardır sömürülen dünya insanları için en tehlikeli firavunlardır.
Evet, kendisine kul ettiği insanlara Rablık taslayan ve bunu gizlemeye gerek duymadan küfründe mertlik gösteren Firavun, yeryüzünde büyüklenmiş- bir zorba olarak ülke halkını bir takım fırkalara ve gruplara bölmüştü. Onların bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp, kadınlarını diri bırakıyordu.
“Hocam, Firavun neden halkı birtakım fırkalara bölmüştü? Niye böyle bir şeye gerek duydu?”
Güzel bir soru Merve. Firavun'un bu maksadını anlayabilmemiz için, İnsan ve toplum gerçeği üzerinde biraz düşünmemiz gerekecektir. İnsanlarda muhalefet duygusu olduğu gibi, insanlardan meydana gelen toplumlarda da muhalefet duygusu vardır. Hele ki bu toplumların başında Firavun veya Firavuna benzer kimseler bulunuyor ve halka zulmediyor ise, bu halkın başta bulunan Firavunlara aşırı muhalif olacaklan aşikardır. Zulme uğrayan toplumlarda halk bir bütün ise halktaki muhalefet duygusu da bütünleşecek ve bütünleşen bu muhalefet, Firavunların zulme dayalı saltanatlarını devirebilecektir. Dolayısıyla firavunların hem zulmetmeleri ve hem de zulme dayalı saltanatlarını devam ettirebilmeleri için, halkı birbirine muhalif olan çeşitli gruplara ve partilere bölmeleri gerekmektedir. Bu yapıldığı zaman toplumdaki muhalefet duygusu, partiler ve gruplar arasındaki komplo sürtüşmelere kanalize edilebilecek ve neticede toplumdaki muhalefet potansiyeli, toplumun kendi içinde, kendi bünyesinde pasifize olacaktır.
Halkı çeşitli guruplara ayıran ve bu grupların üzerinde bulunan Firavun ise birbirine muhalif olan grupları perde arkasından kısmi olarak destekler ve kuvvetlenen grubu zayıflatmak için diğer grupları teşvik eder ve bu gruplara yardım ederse, bu gruplar tarafından yardımı kutsal bir Aziz durumuna getirilecektir. Kapitalizmin bir sistem, kapitalin ise başlı başına bir güç kabul edildiği günümüz dünyasında, ne yazık ki bunun birçok örneklerini görebilmekteyiz. Özellikle halkında müslüman olan ülkelerde İslam adına ortaya çıkan birçok grup, kapitali ve İktidarı ellerinde bulunduran çağdaş firavunlarla çok yakın ve çok tuhaf bir ilişki içindedirler!. İslam(!) adını verdikleri davaları için güçlenmek isteyen ve güçlenmenin yegane yolunu da kapitalde gören bu şaşkınlar, kapital sahiplerinin örtülü yardımlarına mazhar olabilmek için firavunlarla gizli bir dostluğu yaşarlarken, bu firavunlara düşman olan müslümanlarla açık bir düşmanlığı yaşamaktadırlar. Çünkü onları besleyen, onların kurum ve kuruluşlarına müsemaha lutfunu gösteren çağdaş firavunlar böyle istemektedirler!. Evet, ülke halkını fırkalara ayırarak İnsanlara uzun yıllar zulmeden Firavun, aynı zulmü İsrailoğulları üzerinde de sürdürüyordu. Dünyevi hırs ve aşırı tamahları ile toplumsal dengeleri kendi lehlerine çevirmeye çalışan bu kavimi Önce parçalara ayırmış ve Karun gibi kendisine itaatkar kapital sahiplerine özel bir ayrıcalık tanımasına rağmen diğerlerini bir köle gibi çok ağır işlerde çalıştırmaya başlamıştır. Firavun ne derse İsrailoğulları onu yapıyor ve hiçbir konuda ona.karşı çıkmıyorlar, çıkamıyorlardı. Dolayısıyla Firavun'un, İsrailoğullarının dinlerinden veya dünya görüşlerinden hiçbir rahatsızlığı yoktu. Onun yegane rahatsızlığı bu kavmin keyfiyetinden değil, kemiyetindendi. Hızla çoğalan bu kavim, yakın zamanda kendisi için bir tehdit oluşturabilirdi. Bunun önlemi ise kadınların sağ bırakılıp, erkek çocuklarının öldürülmesiydi. Böylece İsrailoğulları hem güçten düşürülecek, hem de kadınların erkeksiz kalmaları nedeniyle aşırı çoğalma önlenmiş
olacaktı!.
Erkek çocuklarının öldürülmesiyle ilgili olarak bazı tarihi rivayetlerde Firavun'un gördüğü bir rüyadan ve kahinlerin bazı kehanetlerinden bahsedilir. Görülen rüyanın yorumuna ve kahinlerin bildirdiklerine göre o yıl İsrailoğuliarından bir oğlan çocuğu dünyaya gelecek ve Firavun'un saltanatını yerle yeksan edecektir!. Hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmayan Firavun, bu haberden korkmuş ve büyük bir endişeye kapılmıştı. Çünkü kendisiyle, kendi saltanatıyla ilgili bir haberdi bu!. Ayrıca o zamana kadar birçok kehanetleri doğru çıkan kahin ve müneccimler de doğruluyordu bu haberi!.
“Hocam, kahin ve müneccimler bunu nereden biliyorlardı?”
“Merve, o dönemlerde şeytanlar göğe çıkarak meleklerin konuşmalarına kulak verirler ve duydukları haberlere kendilerinden de birçok şeyler katarak kahin ve müneccimlere bildirirlerdi. Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) dönemine kadar devam eden bu durum, Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam) zamanında sona erdi. Birer ateş topu olan şihaplar ile göğe yaklaştırılmayan şeytanların artık melekleri dinleyebiîmesi ve günümüz müneccimlerine bazı doğru haberler getirebilmesi kesinlikle mümkün değildir.”
Duyduğu haber ile korku dolu bir endişeye kapılan Firavun, Haman ve ileri gelen adamlarıyla görüşerek ne yapması gerektiğini kararlaştırdı. Meselenin en kolay çözümü, İsrailoğulları arasında o yıl doğacak olan bütün erkek çocuklarının öldürülmesiydi. Firavun için öldürmekten kolay ne vardı ki!. Zaten Kur'an-ı Kerim'de de bildirilen nedenlerle istediği dönemlerde kadınları sağ bırakıp, erkek çocuklarını öldüren, aynı Firavun değil miydi? Dolayısıyla nedenler ne olursa olsun, vahşet dolu bu emir verilmiş ve Firavun'un selameti için her doğan erkek çocuğu birer birer öldürülmeye başlanmıştı.
Ölüyordu, öldürülüyordu bütün bebeler!. Firavun'un emriyle havaya kalkan kılıçlar, havaya kalkan mızraklar, masum bebelerin küçücük bedenlerini parçalıyor, parçalayıveriyordui. Onlarca, yüzlerce, binlerce çocuk öiüyordu bu zulüm darbeleri altında!. Hiçbir hayvanın hemcinslerine karşı yapmadığı, yapamayacağı böyle bir vahşeti, kendilerine insan denilen bu yaratıklar yapıyor, yapabiliyorlardı!.
Tabi ki bu vahşeti bilen, bu vahşeti gören ve bu masum bebelerin “Hangi suçtan dolayı öldürüldüğünü” soracak olan Rabbimiz; kendi saltanatı için vahşi tedbirler alan bu Firavun için, hiç hoşlanmayacağı bir takdir hazırlıyordu. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, Firavun ve firavunlar istemese dahi yeryüzünde güçten düşürülenlere (yani mustaz'aflara) lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyordu. Mustaz'aflara lutufta bulunmak, onları yeryüzünde iktidar sahihleri ojarak yerleşik kılmak isteyen Rabbimiz; Firavuna, Haman'a ve askerlerine de, onlardan sakınmakta oldukları şeyi göstermeyi diliyordu. Nitekim bu İlahi dilemçnin ilk ve en önemli işareti olarak, Firavun beldesinde bir Musa doğmuştu.
Hunharca katledilen masum bebelerin kanları arasında, bu' kanların hesabını soracak olan bir bebe, bir Musa dünyaya gelmişti!.
Musa Aleyhisselam'ı doğuran ve onun bir erkek olduğunu gören annesi, korku ve endişe içinde ne yapacağını bilemedi. Bütün erkek çocuklar! göre, hiç kuşkusuz bu yavrucağızıni da öldüreceklerdi. Bu düşünceler içinde yavrusuna baktı. Karnında taşırken bu yavrusunu koruyabiliyordu ama. şimdi nasıl koruyacaktı!. Keşke hiç doğurmasaydım, keşke hep içimde kalsaydı diye bir düşünce geçti içinden. Bir annenin en çok istediği şey yavrusunu emzirmek olduğu halde, korku dolu bir panik içinde olan Musa Aleyhisselam'ın annesi bunu bile düşünemiyordu. İşte bu esnada, çaresizlik içinde ne yapacağını şaşıran bu kadıncağıza, her çarenin Sahibi olan Rabbimizin yardımı yetişti. Rahman olan Rabbimiz, Musa Aleyhisselam'ın annesine “Onu emzir. Şayet onun için korkacak olursan, bu durumda onu sandığın içine koy ve suya bırak. Böylece su onu sahile bırakacak ve onu Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır. Korkma ve hüzne kapılma çünkü Biz onu sana tekrar geri vereceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız” diye vahyetti. Musa Aleyhisselam'ın annesine ilham veya rahmani bir düşünce şeklinde verilen bu İlahi vahiy, onu yaşamakta olduğu korkulardan uzaklaştırmış ve kalbine kısmi bîr mutmainlik vermişti. Bu erkek çocuğunu kendisine Allah (Celle Celaluhu) verdiğine göre; onu Firavunun askerlerine,değil, bir sandık içinde suya bırakarak Allah'ın takdirine teslim etmesi elbetteki en güzel çareydi.
Ve böyle yaptı Musa Aleyhisselam'ın annesi.
Musa Aleyhisselam'ı bir süre emzirdikten sonra, evine an be an yaklaşan tehlikeyi görerek onu bir sandığa koydu ve gecenin sessizliğinde su kenarına indi. Sandığı yavaşça suyun içine koyduktan sonra, sandığm içindeki bebesine baktı. Bir anne için dayamlası bir durum değildi bu!. Sandığı tutan eli sanki kilitlenmiş, sanki hiç açılmak istemiyor gibiydi!. Elini nasıl açabilecek ve canının bir parçası olan küçücük bebeğini gecenin karanlığında bu suyun akıntısına nasıl bırakabilecekti!. Arkasını dönerek yaşadığı şehrin karanlığına baktı. Zalim Firavun'un zulmü, bu geceden ve bu şehirden çok daha karanlıktı. Hüzün dolu bir çaresizlikle, yüreğinin daraldığım hissetti. Sonra bakışlarını yıldızlarla donatılmış gökyüzüne çevirerek, ataları İbrahim, İshak ve Yakup'un Rabbi olan Allah'ı düşündü. Bu koskoca kainatın yegane Rabbi olan Allah (Celle Celaluhu), kalbinin en aydınlık köşesine “Onun için korkacak olursan, bu durumda onu sandığın içine koy ve suya bırak. Korkma ve hüzne kapılma..” diye vahyetmişti. Bunu düşününce, sandığı tutan elinin biraz gevşediğini hissetti. Sonra gecenin karanlığında tekrar eğilerek, tekrar baktı bebesine. Rabbimizin lütuf ve yardımı ile hiç ağlamayarak, hiç sızlanmayarak annesinin bu zorlu imtihanını kolaylaştırmak isteyen Musa Aleyhisselam, geceyi aydınlatan bir yüz ile annesine bakıyor ve huzur dolu bu bakışlarla adeta Anacığım, hiç korkmadan ve hiç hüzne kapılmadan beni Rahman'ın takdirine bırak” diyordu!. İşte bu bakışlarla gevşeyen eller açıldı ve içinde Musa Aleyhisselam'ın bulunduğu sandık, suyun akıntısı ile bağrı yanık bu anneden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Gün ağarmaya, güneş doğmaya başladığında, bu yeni günü farketmeyen tek kişi, belki de Musa Aleyhisselarrûn annesiydi!. Yavrusunu emzirdiği süre içersinde yüreği Musa sevgisiyle dolan bu anne, sevgili yavrusunu suya bıraktıktan sonra yüreğinin boşaldığını, bomboş kaldığını hissetmiş ve yüreğine acı veren bu boşluk içinde sabahlamıştı!. Şayet Rabbimiz inananlardan oiması için kalbini sabır ve sebat ile pekiştirmemiş olsaydı, hiç düşünmeden ağzını açacak ve Firavun da dahil hiç kimseden çekinmeden, yüreğindeki feryadı herkese haykıracaktı. Çünkü yüreğindeki evlat acısını ve kaderdeki bilinmezliği içeren bu boşluk, bir annenin dayanabileceği bir şey değildi!. Ancak Allah'a ve Allah'ın vaadine inananlardan olması için, Rahman olan Rabbimiz bu anne yüreğini sabır ve sebat ile pekiştirmişti. Bu İlahi yardımla susan ve sabreden Musa Aleyhisselam'ın annesi, yine de içindeki hüzünlü merakı giderebilmek için kızına dönmüş ve ona “Sandığı gizlice izle ve bana ondan haber getir” demişti.
Evet, Rahman ve Rahim olan Allah'ın vahy etmesiyle, henüz bir bebe olan Musa Aleyhisselam küçük bir sandığa konulmuş ve şanı yüce Rabbimizin rahmet akıntısıyla, İlahi bir takdire bırakılmıştı. Hiç kuşkusuz ki sahipsiz bir bebe, kaptansız bir gemi değildi bu sandık. Çünkü kaptanı Rahman olan bu küçücük sandık, bir rahmet akıntısıyla bilinen ve dilenen bir hedefe doğru ilerliyordu. Bu hedef Firavun ailesiydi. Nitekim bir süre sonra sandık hedefine ulaşmış ve sarayın bahçesindeki sahile yanaşmıştı.
Tabi ki aklı ve mantığı önceleyen realistlerin, kolayca anlayabilecekleri bir olay değildir bu!. Çünkü onlara göre Musa Aleyhisselam Firavun'un zulmünden korunmak isteniyorsa, yaşanan realite dikkate alınmalı ve Musa Aleyhisselam Firavundan uzak bir beldeye götürülmeliydi!. Oysa Musa Aleyhisselam'ı kurtarmayı dileyen Rabbimiz, bu İlahi dilek ile Musa Aleyhisselam'ın içinde bulunduğu sandığı Firavun'dan uzak bir beldeye götürmeye hiç gerek duymamış, bu kutlu sandığı sarayın bahçesindeki sahile yanaştırmıştı!.
Yaşanan realiteyi dikkate aldıkları kadar bu realiteyi Yaratan Allah'ı dikkate almayan tek gözlü realistlere göre çılgınlık olan bu yaklaşım, hiç kuşkusuz ki Firavun hanedanına karşı İlahi bir meydan okumaydı. Saltanatının devamı için erkek çocuklarını katieden Firavun'a, şanı yüce Rabbimiz henüz bir bebek olan Musa'yı uzatmakta ve zamanlar üstü, sessiz fakat çok anlamlı bir söylemle “İşte bu sizin sakındığınız çocuk. Ben onu sizden gizlemeye, sizden saklamaya, sizden kaçırmaya hiç gerek duymadan, onu sizin kucağınıza bırakıyorum!. Sizin öldürmek, Benim ise Aziz kılmak istediğim bu bebeğe bakalım ne yapabileceksiniz?'” buyuruyordu. Elbetteki zalimlere karşı Cebbar ve Kahhar olan Rabbimizin, sakınacağı veya sakınması gereken hiçbir durum yoktu. Çünkü Yaratıcı ve yaratılanlar arasında sakınması gereken bir taraf varsa; bu taraf, yaratılmışların tümünü içine alan taraftı. Sakınılması gereken yegane merci ise Aziz ve Hakim, Cebbar ve Kahhar olan Allah'ın bizzat Kendisi idi.
Evet, Aziz ve Hakim, Cebbar ve Kahhar olan Allah'ın takdiri ile bu küçük sandık, içinde Musa Aleyhisselam'ın bulunduğu bu kutlu sandık, sarayın bahçesindeki sahile yanaşmıştı. Bir sandık içinde Musa Aleyhisselam'ı gören Firavun ailesi, sahipsiz zannettikleri bu bebeği hemen aldılar. Firavun, Haman ve askerleri, bu İlahi takdir karşısında elbetteki bir körlük içindeydiler!. Kendi saltanatını helak edecek olan düşmanını, kaçanlar ve saklananlar arasında arayan Firavun, aradığı düşmanın açık bir şekilde kendisine doğru geleceğini nereden bilebilirdi ki!,
“Hocam!. Şeytan Aieyhillane, o bebeğin Musa Aleyhisselam olduğunu bilmiyor muydu?”
“Bilmiyorum Veli!. Ancak şunu çok iyi biliyorum ki, İİahi takdir karşısında yaratılmışların yapabileceği hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla Şeytan Aleyhilîane o bebeğin Musa Aleyhisselam olduğu bilse ve bunu Firavun'a bildirmek istese bile, bu konuda hiçbir şey yapamayacağını kendisi de biliyordu. Çünkü İlahi takdirin önüne geçmek veya bu takdiri değiştirmeye çalışmak, şeytan da dahil olmak üzere hiçbir mahluk için mümkün değildir. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi şeytan Aleyhinlane başıboş bırakılan, istediğine istediği müdahaleye yapabilen bir mahluk değildir. Şayet bu lanetli yaratığa böyle bir başı boşluk verilseydi, hiçbir insanın şeytanın şerrinden kurtulması, kurtulabilmesi mümkün olmazdı. Ancak Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği gibi şeytanın insanlara karşı sınırlı bir müdahale sahası bulunmakta ve bu lanetli yaratık sadece kendisini dost edinenler ve kendisiyle Allah'a eş koşanlar üzerinde müessir olmaktadır. Allah'a sığınan ve O'na tevekkül eden mü'minler üzerinde ise, şeytan ve yardımcılarının hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.”
Evet, Rahman olan Allah'ın takdiri ile bu kutlu sandık sarayın bahçesindeki sahile yanaşmış ve bu sandığın içinde Musa Aleyhisselam'ı gören Firavun ailesi, sahipsiz zannettikleri bu bebeği hemen almışlardı. Sandıktaki bu bebekte, sıradışı bir farklılık ve başkalık vardı!. Çünkü İlahi takdirini gerçekleştirmeyi dileyen Rabbimizin Kendi katından bir sevgi yönelttiği bu bebek, masum ve temiz bakışları ile bu İlahi sevgiyi etrafına yansıtan bir güzellik içindeydi. Nitekim sandık içindeki bu küçücük bebeğe karşı yüreği bir anda sevgiyle dolan ve gözleri bu sevgiyle ışıldayan Asiye validemiz, bir zalim olan kocası Firavun'a dönerek “Benim için de, senin için de bir göz bebeği olan bu çocuğu öldürmeyin. Umulur ki bize yararı dokunur veya onu evîad ediniriz” dedi.
“Hocam yine aynı yaklaşım ve aynı söz!. Anhyamadım Veli!. Hangi sözden veya yaklaşımdan bahsediyorsun!.”
“Hocam, Yusuf Aleyhisselam'ı çok küçük yaşlarda alan Mısırlı Aziz de, ona sevgiyle yaklaşmış ve onu hanımına götürdüğünde “Umulur ki bize bir yaran dokunur veya onu evlad ediniriz” demişti.”
Hepinizden Allah razı olsun Veli. Bu meseleleri sizinle konuşmak ve sizlerle paylaşmak gerçekten çok güzel. Çünkü dinlemeniz gereken yerlerde çok dikkatli dinliyor ve konuştuğunuz zaman ise gerçekten önemli noktalara değiniyorsunuz. Senin bu sözlerinden sonra düşünüyorum da, İlahi takdir gereği yuvalarından ayrılan Yusuf ile Musa Aleyhisselam'ın küçükken yaşadıkları arasında bazı benzerlikler var. Her ikisi de küçük yaşta ailelerinden ayrılmış, her ikisi de suya bırakılmış, her İkisini de Rabbimiz kurtarmış ve her ikisine de Kendi katından bir sevgi yönelterek, rahatça büyüyecekleri bir ortama yerleştirmiştir. Nitekim her ikisine de sevgiyle yaklaşılıp “Umulur ki bize bir yararı dokunur veya onu evlad ediniriz” denilmesi de, Rabbimizin her İkisine de Kendi katından bir sevgi yöneltmesinin apaçık bir sonucudur. Rabbimizin Kendi katından bir sevgi yönelttiği bu iki çocuk, kendisine yönelen vicdanlarda aynı fıtri duyguyu uyandırıyor ve aynı sevgiyle, aynı sözlerle karşılaşıyorlardı. Tabi ki şanı yüce Rabbimizin bir takdiri ve bir rahmetiydi bu.
Asiye validemizin apaçık bir müjde verir gibi söylediği “Benim için de, senin için de bir göz bebeği olan bu çocuğu öldürmeyin. Umulur ki bize yaran dokunur veya onu evlad ediniriz” sözleri üzerine, henüz bir bebe olan Musa Aleyhisselam'a düşünceli gözlerle bakan Firavun; kendisini her zaman doğaüstü güçlerin ikramına layık gördüğü için, bir akıntıyla kendisine gelen bu bebeğin de gizemli bir İkram olduğunu düşünerek hanımının teklifini kabul etti. Tabi'ki daha önce belirttiğimiz gibi İlahi takdirin hiç şuurunda olmayan Firavun, Haman ve askerleri, apaçık bir yanılgı içindeydiler!.
Firavunun izniyle Musa Aleyhisselam'ı alan Asiye validemiz, ciddi bir sorunla karşılaştı. Çünkü Allah'ın izniyle annesini emen, öz annesini tanıyan bu küçücük bebek, sütlü olan başka hiçbir kadını emmiyor, emmek istemiyordu. Elbetteki Rahman olan Rabbimizin, rahmet dolu bir dilemesiydi bu. Musa Aleyhisselam'ı annesine kavuşturmayı dileyen Rabbimiz, ona süt analarını haram kılmış ve onu başkalarını emmekten menetmîşti.
Suda aldığı yol boyuncu, bu kutlu sandığı gizlice ve dikkatlice izleyen, o zamana kadar kendisini hiç farkettirmeden bütün olup biteni izleyen Musa Aleyhisselam1 in kızkardeşi, gördüğü bu durum üzerine Asiye validemizin yanına geierek “Ben, sizin adınıza onun bakımını yüklenecek ve ona öğüt vererek güzelce eğitebilecek birini size bildireyim mi?” dedi. Bu güzel teklifin ne derece gerçeğe yakın olduğunu anlayabilmek için Musa Aleyhisselam'ın annesini çağıran Asiye validemiz, hiç kimseyi emmeyen bu küçük bebeğin, annesini büyük bir iştahla emdiğini görerek bu teklifi kabul etti. Böylelikle gözünün aydın olması, hüzne kapılmaması ve gerçekten Allah'ın va'dinin hak olduğunu bilmesi için, bağrı yanık olan bu anne yavrusuna yani Musa Aleyhisselam'a kavuşmuş oldu.
Musa Aleyhisselam öz annesinin ve Asiye validemizin güzel nasihatleri ile bir iyilik ve güzellik, üzerine yetişiyordu. Rabbimizin gözetiminde yetişip, erginlik çağına ulaşarak olgunlaşmca, iyiliklerde bulunanları ödüllendiren Rabbimiz kendisine ilim ve hikmet verdi. Sarayda yetişmesine rağmen gerçek ailesini ve kimlerden olduğunu çok iyi bilen fakat bunu açıklamayan Musa Aleyhisselam, bir gün hiç kimseye haber vermeden şehire girdi. Şehirde gizlice gezmek, olan biteni görmek istiyordu. Bu niyetie gezerken kavga etmekte olan iki adamla karşılaştı. Kavga eden adamlardan biri kendisi gibi İsrailoğullarından, diğeri ise kipti olan düşmanlarmdandı. Musa Aleyhisselam'ın yandaşı olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mazlum gördüğü bu insanın çağrısı üzerine fazlaca düşünmeyen Musa Aleyhisselam, kıptiye bir yumruk attı. Oldukça kuvvetli bir genç olan Musa Aleyhisselam'ın yumruğunu yiyen kipti, biraz debelendikten sonra ölmüş, oluvermişti!.
Bir insanı öldürdüğünü. öldürüverdiğini gören Musa Aleyhisselam, bu yaptığına hemen pişman olmuştu. Neden ve ne için öldürmüştü ki bu İnsanı? Bir düşman dahi olsa, haktan ve hakikatten habersin: bir insanı uyarmadan, ikaz etmeden nasıl öldürebilirdi!. Alemlerin Rabbi olan Allah bunların ölmesini dilese. zaten bunların hiçbiri yaşamaz, yaşayamazdı. O haide neden, neden öldürmüştü ki bu insanı!. Hem yardım ettiği İsrailoğlunun bu kavgası, bu mücadelesi, hiç kuşkusuz ki hak adına, Allah adına bir mücadele de değildi!. Musa Aleyhisselam böylesi düşünceler ve pişmanlık duyguları içinde “Bu şeytanın işindendir: o gerçekten insanı saptıran apaçık bir düşmandır” dedi. Ve hiç gecikmeden Rabbimize yönelerek “Rabbim, gerçek şu ki ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla. Bana verdiğin nimetler adına, bir daha suçlu-günahkarlara yardımcı olmayacağım” yakarışmda bulundu.
Kıptıyı öldürmesi bazı kimseler tarafından görüldüğü için şehirde korku ve endişe içinde etrafı gözetleyerek sabahlayan Musa Aleyhisselam, bir gün önce kendisinden yardım isteyen adamİa tekrar karşılaştı. Adam yine bir kıptiyle kavga ediyor ve zulme uğramış bir mazlum gibi feryat ederek kendisinden yine yardım istiyordu. Bu adamın gerçek yüzünü gören Musa Aleyhisselam. kendi kavminden olan bu adama dönerek “Sen gerçekten yolunu şaşırmış bir azgınsın” dedi. Sonra onları ayırmak ve kıptiyi yakalamak isterken. Musa Aleyhisselam'ın kendisini de öldüreceğini zanneden kipti “Ey Musa, dün birini öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldüreceksin? Sen yeryüzünde bir ıslah edici, bir arabulucu değil de, yalnızca bir zorba mı olmak istiyorsun! dedi.
Kendisini çok iyi tanıyan kıptinin bu sözleri üzerine duraksayan Musa Aleyhisselam, endişeli gözlerle etrafına bakındı. Demek ki haber kısa zamanda yayılmış, dünkü adamı Musa Aleyhisselam’ın öldürdüğü herkes tarafından duyulmuştu. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyen Musa Aleyhisselam'a bu esnada Rabbimizin yardımı yetişmiş ve şehirin öteki ucundan koşarak gelen bir adam “Ey Musa!. Önde gelenler, seni öldürmek konusunda aralarında görüşmektedirler. Artık sen bu şehirden çıkarak hemen uzaklaş. Gerçekten ben sana öğüt verenlerdenim.” dedi. Rahmet ve merhamet dolu bu ikazı alan Musa Aleyhisselam, artık ne yapması gerektiğine karar vermişti. Tabi ki zulümde sınır tanımayan Firavun'un askerlerine gözükmemesi ve yakalanmaması gerekiyordu. Böylesi korku ve endişelerle etrafını gözetîeye gözetleye şehirden çıkan Musa Aleyhisselam tüm muhtaçlığı ve samimiyeti ile “Rabbim, zalimler topluluğundan beni kurtar” diyerek şehirden hızla uzaklaşmaya başladı.
Şehirden çıkmasına rağmen nereye gideceğini bilemeyen Musa Aleyhisselam “Umarım Rabbim, beni doğru bir yola yöneltip-iletir” diyerek ve Allah'a tevekkül ederek yürümeye devam ediyordu. Allah'ın dilemesi ile yoluna devam eden bu güzel müslüman, bilmediği bir belde olan Medyen'e doğru ilerliyordu!. Nitekim uzun bir yolculuktan sonra Medyen suyuna varan Musa Aleyhisselam, suyun başında hayvanlarını sulayan birçok insan gördü. Onların gerisinde de sürüleriyle bekleyen fakat suyun başına yaklaşamayan iki kadın vardı. Önce bu kadınların, sürülerini sulamak için sıra beklediğini zannetti. Ancak böyle bir durum yoktu ortada!. Çünkü onlardan sonra gelenler, sürülerini sulamalarına rağmen onlar beklemeye devam ediyorlardı!. Musa Aleyhisselam bu durumu gördükten sonra kadınların yanına giderek “Sizin durumunuz ne veya siz ne yapmak istiyorsunuz” diye sordu. Erkek çobanların yanlarına yaklaşmaktan sakınan bu kadınlar, mümine hanımlara yakışan bir utangaçlık içinde başlarını öne eğerek “Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz sürülerimizi sulayamayız. Babamız da yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır” dediler. Verdikleri bu-cevaptan da anlaşılacağı üzere babaları yaşlı bir ihtiyar olan bu iffetli kadınlar, geçimlerini temin edebilmek için sürülerini kendileri otlatmakta ve kendileri sulamaktadır. Çalışmak zorunda olan bu kadınların, erkeklere hoş görünmeye çalışarak su başına yaklaşmamaları ve cahil erkeklerle nefsi olabilecek bir konuşma düzlemine girmemeleri; hiç kuşkusuz ki sosyal şartlar nedeniyle çalışmak zorunda kalan günümüzdeki bütün müslüman kadınların örnek almaları gereken iffetli bir davranıştır.
Kadınların verdiği cevap üzerine meseleyi anlayan Musa Aleyhisselam, onların sürülerini alarak, hiç beklemeden suyun başına götürdü. Cahillikleri veya kabalıkları nedeniyle iffete ve iffetli kadınlara değer vermeyen çobanlar, sert ve kararlı bakışları ile kendilerini ikaz eden, onları kadınlara karşı anlayışlı olmaya davet eden ve oldukça güçlü gözüken Musa Aleyhisse-lam ile fazlaca cedelleşmek istemediler. Bu ikazdan sonra güçlü kollan ile su kenarındaki bir kayayı kaldırıp, kenara koyan Musa Aleyhisselam, uzun zamandır beklemekte olan kadınların sürülerini hemen sulayıverdi.
Bazı rivayetlerde bu iki kadının. Şuayb Aleyhisselam'ın kızları olduğu zikredilse de, tarihi akış içersinde Şuayb Aîeyhisseîam'm daha önce yaşadığı kanaatindeyiz. Medyen ve Eyke halkını uzun yıllar Allah'a kulluğa davet ettikten sonra küfürleri nedeniyle onları İlahi azapla başbaşa bırakan Şuayb Aîeyhisseîam, bu kavimler helak edilmezden önce Rabbimizin lutfuyla onlardan ayrılmış ve müzminlerle beraber oradan uzaklaşmıştı. Bu iki kavim helak edildikten sonra o yurda yerleşen ve Medyen'de yaşamaya devam eden bu mü'minler, yaşanan bu mucizelerden sonra hiç kuşkusuz ki Şuayb Aîeyhisseîam'a ve ailesine karşı daha saygılıydılar. Meselenin bu Önemli boyutunu dikkate aldığımız zaman; mü'minlerle beraber yaşayan Şuayb Aleyhisselam'in yalnızlık içinde bir ihtiyarlık geçireceği ve helak olaylarına şahit olan bölge.halkı tarafından, sürülerini sulamak zorunda kalan kızlarına kaba davra-nılacağı ve zorluk çıkarılacağı kanaatinde değiliz. Bu nedenle Medyen suyu kenarında yaşanan bu hadisenin, muhtemelen heiak olayından daha sonraki nesiller arasında yaşanan bir hadise olduğunu ve kızların babasının da. Şuayb Aleyhisselam'a iman eden mü'minlerden olduğunu aniıyabüiriz. Evet, sürüleri hemen sulayan ve yeterince suladığı sürüleri kadınlara verdikten sonra bir gölgeye çekilerek oturan Musa Aleyhisselam, güzel duygular içindeydi. Çünkü bir hayra vesile olmanın verdiği, rahmetli bir hoşnutluğu hissediyordu içinde. Elbetteki Allah'ın bir lutfuydu bu. Kıptiyi bir yumrukta öldürüvermesini şeytandan ve nefsinden bilerek Allah'tan mağfiret dileyen Musa Aîeyhisseîam; karşılaştığı bu hayrı ise sadece Allah'tan biliyordu. Çünkü bir insanın hayra vesile olması, asıl itibariyle hayrın o insana inmesi demekti. Musa Aleyhisselam bu hayır fırsatını kendisine nasib eden, bu hayrı kendisine indiren Allah'a şükrederek “Rabbim. bana indirdiğin ve indireceğin her hayra muhtacım” duasında bulundu. Ve lütuf dolu bu fırsatların devam etmesini istedi.
Sürüleri sulanan bu iki kadından birisi, kısa bir süre sonra utana utana yürüyerek Musa Aleyhisselam'ın yanına geldi ve “Babam bizim için sürüleri sulamana karşılık olarak sana mükafat vermek üzere seni davet etmektedir” dedi. Bu daveti kabul eden ve onların nerede oturduklarını öğrenen Musa Aleyhisselam, edeb dolu bir incelik ve nezaketle kadının arkasından gelmesini isteyerek yola koyuldu.
Eve geldiklerinde karşısında hakkı ve hakikati bilen bir mü'min, bir müslüman gören Musa Aleyhisselam, duyduğu güven ile hiçbir şeyi saklamaya gerek duymadan bütün olup biteni anlattı. Anlatılanları büyük bir dikkatle dinleyen ve Şuayb Aleyhisselam'ın dini üzere olan bu güzel müslüman, uzun yıllar önce azgın Medyen halkını helak eden Rabbimize duyduğu güven ile “Korkma, artık zalimler topluluğundan kurtulmuş oldun” dedikten sonra ona izzet ve ikramda bulundu.
Kızlarından birisi babasına “Ey babacığım, onu ücretli olarak tuîuver. Çünkü gerçekten kuvvetli ve güvenilir olan bu insan, ücretle tuttuklarının en hayırlısıdır” dedi. Bazı rivayetlere göre bu sözü söyleyen kızına dönen yaşlı baba “Ey kızım, kuvvetli ve güvenilir olduğunu sen nereden anladın?” diye sordu. Bu soru üzerine babasının gözlerine utangaçlık içinde bakan kız “Babacığım, kuvvetli oluşunu hayvanları sularken kayayı tutup kenara koyusundan, güvenilir olduğunu da buraya gelirken bana arkasından yürümemi söylemesinden anladım” cevabını verdi.
Kızının verdiği cevabı beğenen bu yaşlı ve güzel müslüman. hiç kuşkusuz ki Musa Aleyhisselam'ı kızlarından daha iyi tanımış, ondaki ihias ve güvenilirliği kızlarından daha iyi anlamıştı. Nitekim duyduğu bu güven ile Musa Aİeyhİsselam'ı yanına çağırarak “Doğrusu ben, sekiz yıl bana hizmet etmene karşılık olmak üzere, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Şayet on yıla tamamlayacak olursan, artık o da sendendir. Ben sana zorluk çıkarmak istemem ve sen beni İnşaallah salih olanlardan bulacaksın” dedi.
“Hocam demek ki, önce büyük kız evlenecek diye bir şart yok!.”
“Tabi ki yok Merve. Hayatın normal akışı içinde, öncelikle ailedeki yaşça büyük kızların evlenmesi makul ve makbul gözükse de, böyle bir yaklaşım İslam'a göre kesin bir şart veya zorunluluk değildir. Çünkü herkesin nasibi ve kaderi kendisiyle ilgili olup. bu kaderin başkalarının nasibini ve kaderini engellememesi gerekir.”
Yaşı oldukça ilerlemiş bir İhtiyar olan bu güzel müslümanın teklifini bir süre düşünen Musa Aleyhisselam “Bu sözlerimiz ve anlaşmamız, seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini yerine getirirsem getireyim, artık bana karşı bir zorlama veya haksızlık yoktur. Allah da söylemekte olduklarımıza vekildir” diyerek teklifi kabul etti. Bu karşılıklı sözleşmeden sonra iki kızdan küçük olanıyla nikahlanan Musa Aleyhisselam, Medyen halkı arasında yıllarca kaldı. Ve Rabbimizin yardımıyla verdiği İki sözden uzun olanını tutarak, süreyi on yıla tamamladı. Artık ailesiyle birlikte Medyenden ayrılmasının ve İlahi bir takdire doğru yol almasının zamanı gelmişti.
Verdiği sözü fazlasıyla tamamlayarak on yıl sonra Medyen'den ayrılan Musa Aİeyhisseiam, ailesiyle birlikte yeni bir kadere, yeni bir İlahi takdire doğru gidiyordu. Günler geçtikçe yolculuk şartları zorlaşmış, yol ve yolculuk tecrübesine sahip olmayan Musa Aİeyhisseiam, nereye veya hangi yöne gideceğini bilemez olmuştu. Tabi ki İlahi bir takdirin gerçekleşmesini murad eden Rabbİmizin bir dilemesiydi bu!. Nitekim Tur-u Sina yani Sina dağının eteklerine vardıklarında, sıkıntı daha da artmış ve soğuk hava şartları nedeniyle ısınabilecekleri bir ateşe muhtaç duruma gelmişlerdi.
Musa Aleyhisselam umudların azaldığı, duyguların karamsarlaştığı bir durumda yoluna devam ederken, Tur tarafında belli belirsiz bir ateş gördü. Dikkatlî bir şekilde bakınca, bunun gerçekten yanmakta olan bir ateş olduğunu anladı. Yolculuk nedeniyle oldukça yorgun düşen ve üşümekte olan ailesine dönerek “Sizler burada durun ve beni bekleyin. Ben dağ tarafında gerçekten bir ateş gördüm. Umarım ki ateşin yanında bir yol gösterici bularak size ondan ya bir haber, ya da ısınmanız içîn kor bir ateş getiririm” dedi.
Bir yol gösterici veya ailesinin ısınması için kor bir ateş niyetiyie yola çıkan Musa Aleyhisselam, gerçek bir Yol Göstericiye doğru yürüdüğünü tabi ki bilmiyordu!. Gördüğü ve ısınmak için almak istediği ateş ise, asıl itibariyle insanları ahiret ateşinden uzaklaştırabilecek olan bir ışık, bir işaret idi. Dolayısıyla bunlardan habersiz olan ve sadece bakıp-korumakla yükümlü olduğu ailesi için yürüdüğünü zanneden Musa Aleyhisselam. yüzbinlerce insanın dünya ve ahiret kurtuluşu için yürüdüğünü hiç bilmiyordu!.
Rivayetlere göre üzerinde yünden bir şalvar ve cüppe ile yine yünden yapılmış bir takkesi bulunan Musa Aleyhisselam, elinde asası ve ayağında ölü eşek derisinden mamul ayakkabîsiyla yürüyor, hiç durmadan ve dinlenmeden yoluna devam ediyordu. Gerçekten ihlas sahibi bir insan olan Musa Aleyhisselam. kalbinde zikir ve dudaklarında dua ile yürüyerek o kutlr yere vardığında, hiç beklemediği bir olayla, hiç belemediği bir durumia karşılaştı. Çünkü gördüğü ateş. henüz yeni yakılmış gibi canlı ve hareketli olmasına rağmen, bu coşkulu ateşin etrafında hiç kimse yoktu!. Kendisine çok garip gelen bu sakin ve ıssız ortam! tekrar gözden geçiren Musa Aleyhisselam. bu sıradışı durumdan içinin ürperdiğini hissetti. Ateş gibi gözüken bu olağanüstü şey, acaba ateşten yaratılan cinlerin bir oyunu muydu? Yoksa bütün bu gariplikler lanetli şeytanın, lanetii bir düzeni miydi!. İşte bu anda, endişe ve korkuların bir çığ gibi büyümeye başladığı tam bu anda, Musa Aleyhisselam’ın kulakları, dünya yaşantısında hiçbir insanın duymadığı ve duyamayacağı İlahi bir sesie müşerref olmuştu. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah (Celle Celaluhu), o kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki bir ağaçtan ses vermiş, buradan seslenivermişti Musa Aleyhisselam'a.,
“Ey Musa, Alemlerin Rabbi olan Allah Benim. Ateşin içinde olanlar da, çevresinde bulunanlar da mübarek ve bereketli kılınmıştır. Ayakkabılarını çıkar, çünkü sen, kutsal vadi olan Tuva'dasın. Alemlerin Rabbi olan Allah yücedir.”
Rahman'm bu seslenişi ile Rahmani bir ortam içinde olduğunu hisseden Musa Aleyhisselam, hayret dolu gözlerle sesin geldiği ağaca baktı. Semaya doğru uzanan bütün ağaçlar genellikle dik ve vakarlı olurdu ama, bu ağaçta sanki bir başka duruş, sanki bir başka vakar vardıî. Bu ağacın her dalı, her yaprağı, coşkun bir onurla titriyor gibiydi!. Tabi ki düşünen mü;minler için şaşırtıcı bir durum değildi bu. Çünkü dünyada yaratıldıklarından bu yana bir zikir içinde olan, Allah'ı teşbih eden ve en güzel esmalarla Allah'a seslenen bu ağaçlardan, şimdi Allah sesleniyor ve bu ağacın şahsında bütün ağaçlar İlahi bir sese ve İlahi bir nefese ev sahipliği yapıyorlardı.
Allah'ı teşbih ede ede büyüyen ve gelişen bu ağaçiar, bir ateşin içinde yanıyor olsalar da, cehennemden sakınmayan insanların aksine, bu onlar için acı ve zelil bir akibet değildi. Çünkü ağaçtan seslenen ve bulunulan ortamı mübarek kılan Rabbimiz; ateşin çevresindekilerle beraber “Ateşin içinde olanlar da mübarek kılınmıştır” buyurarak, bu kutlu tanımlamaya ateşin içindekileri de dahil etmişti.
Lütuf sahibi Rabbimizin bir bütün olarak mübarek ve bereketli kıldığı bu ortama, hiç kuşkusuz ki şeytan ve yardımcıları gibi İlahi lutuftan uzak olan hiçbir canlının, hiçbir yaratılmışın girmesi mümkün değildi. Rah-man'm seslenişi ile karşılaşan Musa Aleyhisselam, gerçekten emin ve Rahmanı bir ortam içindeydi. Çünkü hüküm ve hikmet sahibi olan Rabbimiz, Musa Aleyhisselam ile gizlice söyleşmeyi dilemiş ve bu İlahi dilek istikametinde onu yakmlaştırmıştı. Evet, kendisine Tur'un sağ yanından seslenilen ve Allah ile gizlice konuşması için yakınlaştırılan Musa Aleyhisselam, aceleyle ayakkabılarını çıkartırken içinde heyecanla depreşen duygularını zabdetmeye çabalıyor ve neler olduğunu anlamaya çalışıyordu!. Küçük yaşlardan beri tutuk olan dili, tamamen tutuluvermişti sanki!. Ne diyeceğini, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Küçükte olsa bazı “Acaba!.” fısıltıları yükseliyordu yüreğinden. Acaba bu sesin sahibi gerçekten Allah mıydı, alemlerin Rabbi olan Allah mı sesleniyordu kendisine!. Uzun yıllar önce “Bana teslim ol” emriyle karşılaşan atası İbrahim Aleyhisselam’ın “Alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum” cevabını hatırlasaydı, hiç kuşkusuz ki içinde hem emniyet ve hem de teslimiyet olan bu cevabı verebilir, vermek isteyebilirdi.
Musa Aleyhisselam’ın birbiri ardısıra gelen düşünçelerini ve iç dünyasındaki duygu fırtınalarını çok iyi bilen Rabbimiz, onu rahatlatmak ve sakinleştirmek için rahmet dolu hitabına devam etti.,
“Ey Musa, gerçekten Ben, üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ım. Ben senin Rabbinim ve seni seçmiş bulunmaktayım. Artık vahyolunanı dinle. Ben'den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl. Şüphesiz ki kıyamet -saati yaklaşarak- gelmektedir. Herkesin yaptıklarının karşılığını alması için. onun vaktini gizli tutuyorum. Öyleyse ona inanmayıp kendi nevasına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın. Sonra yıkıma uğrarsın .”
Ergenliğe eriştiği yıllarda kendisine ilim ve hikmet verilen Musa Aleyhisselam, hak olduğuna hiç şüphe etmediği bu ilahi sözler üzerine kalbinin huzur ve mutmainlikle dolduğunu hissetmişti. Rahman olan Rabbi kendisine sesleniyor, iman eden tüm yürekleri uyarıp-korkutucu hakikatler, Hak'kın lisanıyla kendisine ulaşıyordu. Derin bir huzur ve haşyet içinde öylece durdu, durakaldı Musa Aleyhisselam. Koskoca kainat sanki boşalmış ve bu boşalan kainatta Rabbisıyle başbaşa kalmıştı!.
Böylesi bir rahmani atmosfer içinde Rahman'ın sözlerini düşünüyor ve bu İlahi sözlerin bir ab-ı hayat jibi kanma karıştığını, hücrelerine ulaştığını hissediyordu. Yüreğini yedi kat gökler gibi genişleten bu İlahi sesi tekrar duymak, tekrar duyabilmek için, çıplak ayakları üstünde günlerce, hiç yorulmadan aylarca beklerdi, bekleyebilirdi Musa Aleyhisselami. Ancak bu bekleyiş fazla uzun sürmedi ve tekrar, tekrar seslendi
Rabbimiz bu güzel müslümana. “Sağ elindeki nedir ey Musa?” Yaşadığı duygular nedeniyle dünyayı ve dünyanın içindekileri, eîini ve elindekileri unutan Musa Aleyhisselam, bu İlahi soru üzerine dünyaya ve yaratılmış bir kul olarak kendi gerçeğine döndüğünü hissetti. Hayret dolu gözlerle asayı tutmakta olan sağ eline baktı. İlahi bir sesle “Sağ elindeki nedir ey Musa?” diyen Rabbisine “Ya Rabbi elimde ne olduğunu biliyorsun, fakat niye soruyorsun” da demedi, dernek istemedi Musa Aleyhisselam. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbi, onunla konuşmak istiyordu. Kelam sahibi olan Allah (Ceile Celaiuhu), konuşmak için milyarlarca insan arasından dili tutuk olan bir kulu, bir Musa'yı seçmişti Kendisine!. Bunun nasıl bir izzet olduğunu çok iyi hisseden Musa Aleyhisselam, kendisiyle konuşan Rabbi-siyle. kendisi de konuşmak istiyordu. Ve bu duygular içinde konuşmaya başladı.
“Ya Rabbi. O, benim asamdır. Ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim. Onda benim için daha başka yararlar da vardır.”
İnsanlarla konuşurken, tutuk olan dili nedeniyle en kısa cevapları tercih eden Musa Aleyhisselam. Rabbisine verdiği bu geniş cevaba daha devam edecek, asanın diğer yararlarını da uzun uzun anlatmak isteyecekti!. Çünkü o ana kadar tutuk olan diliyle hiç bu kadar rahat konuşmamış, konuşmayı hiç bu kadar sevmemiş, konuşmaktan hiç bu kadar mutlu olmamıştı Musa Aleyhisselam. Rahmanla konuşmak ve Rah-man'ı dinlemek ne güzel bir şeydi böyle!.
“Bunu ben de isterdim hocam!.”
“Elbetteki Hamdi!. Rahman'Ia konuşmayı ve Rah-man'ı dinlemeyi, elbetteki her müslüman ister. Bu büyük lütuf. Allah'a hamdolsun ki biz müslümanlara uzak bir lütuf değildir. Çünkü kutsal vadide ayakkabılarını çıkaran Musa Aleyhisselam nasıl bir İlahi huzurdaysa. tekbir getirerek namaza duran siz müslümaniar da, aynı İlahi huzurdasınız. Nitekim Allah rızası için abdest alarak maddi ve manevi temizliğinizi yaptıktan sonra, yine Allah rızası için namaza niyetlenerek tekbir getiriyorsunuz.
“Allahu ekber”
Ne yaptığınızın, bu tekbir ile nasıl bir huzura girdiğinizin farkında olduğunuz için, tekbir için kalkan ellerinizin ve omuzlarınız üzerindeki başınızın adeta arşa değdiğini hissediyorsunuz. Namaza durduğunuzda, Rahmanın huzurunda olduğunuzu öylesine yakın duygularla yaşıyorsunuz kî, dünyaya ve dünyanın içindekilere kapanan gözlerinizi açsanız sanki arş-ı azamı görebilecek, sanki Rabbinizin zatıyla karşı karşıya geleceksiniz!.
“Namaz mü'minin miracıdır” buyruğunda ifade edildiği gibi, tekbir getirerek yükseldiğiniz İlahi huzurun farkına varan siz mü'minler için. hiç kuşkusuz ki muhteşem bir hadisedir bu!. Ve gönlünüze haşyet veren bu duygular içinde Allah ile, Rahman ve Rahim olan Rabbiniz ile konuşmaya başlıyorsunuz.
“Elhamdülillahi Rabbil alemin”
Allah'ın huzurunda. Allah'a ne dediğinizi düşünüyorsunuz!. “Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.”
Ne kadar gerçek ve ne kadar güzel bir ifade!. Bunun da İlahi bir lütuf olduğunu hissediyorsunuz. Çünkü bu huzurda ne konuşacağınız size bırakılsaydi, belki güniük yaşantınızdan veya nefsi arzularınızdan bahsedecektiniz!. Ancak Rabbiniz size lütfetmiş, bu güzel huzurda, hangi güzel sözleri söylemeniz gerektiğini bildirmiştir sizlere. Çünkü İlahi huzurda sizleri eğitmek, sizleri güzelleştirmek isteyen Rabbiniz; bu huzurda kimlik ve kişiliğinizi esas alarak sözlerinizi geliştirmenizi değil, söylenen sözü dikkate alarak kimlik ve kişiliklerinizi geliştirmenizi dilemiştir. Zaten bu nedenle İslam'da söz geliştirme sanatı olan şairlik veya yazarlık değil, kişilik geliştirme sanatı olan yaşarlık çok daha önemli ve çok daha değerlidir. Nitekim Rahman olan Rabbiniz, rahmet dolu bu İlahi hikmeti dikkate alarak, İlahi huzurda söylediğiniz söz ne ise, gerçek hayatta da bu sözün arkasında durmanızı ve bu sözün adamı olmanızı istemektedir.
İçinde olduğunuz nimeti, teneffüs ettiğiniz İlahi lutfu tekrar düşünüyor, sizi İlahi huzura kabul eden ve bu huzurda hangi güzel sözü söyleyeceğinizi lütfeden Rabbinize hamdedebilmek için, lafzı güzel, anlamı güzel bu gerçeği hiç bıkıp-usanmadan tekrarlamak istiyorsunuz.
“Elhamdülillahi Rabbil alemin”
“Elhamdülillah! Rabbil alemin”
“Elhamdülillahi Rabbil alemin”
Her duyunuzla, her duygunuzla tasdik ettiğiniz bu güzel gerçeği kaç kere tekrar ettiğinizi bilmiyor, bilmek de istemiyorsunuz. İstediğiniz tek şey Hz. Musa Aleyhisselam gibi Rabbinizle uzun uzadıya konuşmak, konuşabilmek!. İstediğiniz tek şey bu konuşmanın ve bu namazın bitmemesi, hiç bitmemesi!.
“Hocam, gönlümüzde namaz, bu şekilde namaz kıİmak arzusu belirdi.”
Bu arzuyu her yerde ve her zaman diri tutmalıyız Fatih. Allah'ın lutfuna, rahmetine ve yardımına yönelik arzumuz ne kadarsa, namaza yönelik arzumuzun da en az o kadar olması gerekir. Çünkü sizlerin de bildiği gibi Kur'an-ı Kerim'în birçok yerinde şanı yüce Rabbimiz “Namazla yardım dileyin” buyurmaktadır. Bu açık buyruktan da anlaşılacağı gibi Allah'ın yardımına ne kadar muhtaç isek, farkına vararak kılacağımız böylesi namazlara da o kadar muhtacız.
Evet, Rahman'la bu şekilde konuşan müslümanlar, ilk günkü temizliğini ve tazeliğini koruyan Kur'an-ı Kerim gibi İlahi bir lütuf sayesinde Rahman'ı da dinleyen müsiümanlardır. Çünkü Musa Aleyhisselam'in kutsal vadide muhatap olduğu kelam, naşı! ki İlahi bir keiam ise; Kur'an-ı Kerim'de bizleri muhatap alan kelam da, aynı şekilde İlahi bir kelamdır. Bir gece vakti ıssız bir dağ başında yürürken göklerin yanlışına şahit olsanız ve bu muhteşem olayı yaşarken "İnsanlardan korkmayın, yalnız Ben'den korkun" şeklinde İlahi bir hitapla karşılaşsanız, tüylerinizi ürperten bu hitaptan nasıl etkilenir ve bu hitabı nasıl anlarsanız; Kur'an-ı Kerim sayfalan arasında sessiz ve sakin bir şekilde yerinde duran “İnsanlardan korkmayın, Ben'den korkun” ayet-i kerimesini de aynı şekilde anlamalısınız. Çünkü Allah'a inanmış ve O'na teslim olmuş müslümanlar için, İlahi mesajın tüyler ürpertici bir sesle du-yuîması ile Allah'ın kitabında yazılması arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de Rahman ve Rahim olan Rabbimizin kelamıdır.
Burada önemli olan, İlahi kelamın Sahibini tanımak ve bu kelamın yakınlığını idrak etmektir. Çünkü Allah'ı tanımayan ve O'na gereği gibi İman etmeyenler için çok uzaklardan yabancı bir sesleniş olan bu İlahi kelam; Allah'a gereği gibi iman eden gerçek müslümanlar için çok yakın ve çok tanıdık bîr sesleniştir. Musa Aleyhisselam kutsal vadide İlahi kelama muhatap olduğu zaman, bu kelama olan yakınlığını nasıl hissetmişse; bu müsîümanlar da Kur'an-ı Kerim'de zikredilen her İlahi hitabı, aynı yakınlıkta hissetmektedirler. Çünkü bizleri yaratan, bizleri yaşatan ve bizlere şah damarımızdan daha yakın olan şanı yüce Rabbimiz, bizlere uzaklardan değil yakınımızdan, çok yakınımızdan, yani şahdamanmızdan seslenmektedir.
Bu gerçeklen bilen, bu gerçeklere iman eden müslümanlar olarak, Kur'an-ı Kerim okuyacağımız zaman iç dünyamızdaki kendi Tur'umuza, kendi kutsal vadimize çıkmaİı ve bu yüce kelamı, bu kelamın Sahibi olan Allah'dan dinlemeliyiz. Hiç kuşkunuz olmasın ki İlahi kelamı, bu kelamın Sahibi olan İlah'tan dinlediğiniz zaman, öncelikle ve özellikle sizi muhatap alan bu kelamın apaçık bir nur gibi gönlünüzü aydınlattığını hissedecek ve bu İlahi kelamı çok daha iyi anlayacaksınız.
Rabbimizin “Sağ elindeki nedir ey Musa?” sorusu üzerine “Ya Rabbi. O, benim asamdır. Ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim. Onda benim için daha başka yararlar da vardır” cevabını veren ve Rable konuşmanın hoşnutluğu içinde asanın diğer yararlarını da anlatabilecek olan Musa Aleyhisseîam, yine ağaçtan gelen İlahi bir sesle ve İlahi bir emirle karşılaştı.
“Asanı bırak, onu yere at ey Musa!.”
Tabi ki Musa Aleyhisselam gibi olayın içinde olan, bu olaya yaşarcasına iman eden biz mü'minlerin de hiç beklemediği bir sözdü bu!. Çünkü emrine isyan eden şeytan aleyhillaneye dahi söz hakkı veren, onu dinleyen ve gerçekten sabır sahibi olan Rabbimiz, Kendisiyle konuşmaktan çok hoşnut olan ve tuttuğu asanın diğer yararlarını da anlatmak isteyen bu güzel müslümanı niye biraz daha dinlememişti ki!. Rabbimizin hüküm ve hikmetini, rahmet ve merhametini dikkate alarak bu soruyu düşündüğümüz zaman, bu soruya verilebilecek tek bir cevap olduğunu görüyoruz.
Musa Aleyhisselam’ın ne söylediğini ve ne söyleyeceğini hakkıyle bilen Rabbimiz, “Onda benim için başka yararlar da vardır” diyerek sözüne devam etmek isteyen bu müslümanm sonra ne söyieyeceğini de hakkıyle bilmiş ve bunları söylemesini istememiştir.
Peki, Musa Aleyhisselam'ın söylemek isteyip de, Rabbimizin hikmet ve rahmete binaen söylemesine izin vermediği bu sözler neydi? Bu önemli sorunun cevabını, İnşallahu Teala olayın akışı içersinde daha iyi görecek ve bu olayın devamında daha iyi anlayacağız. Evet, Musa Aleyhisselam günlük yaşantısında önemli bir yeri olan asasının faydalarından bahsederken ve bunları anlatırken asasını daha bir sıkı tutarken; kendisine seslenen Rabbi. elindeki asayı bırakmasını ve onu yere atmasını emretmişti!. Musa Aleyhisselam bunun nedenini ve hikmetini anlamasa da, elinde tuttuğu asayı hiç düşünmeden ve hiç beklemeden yere ativerdi. Ancak elinden attığı asanın bir anda yılana dönüştüğünü ve fazla büyük olmadığı için çevik bir şekilde debelenmekte olduğunu görünce, korku ve panik içinde arkasını dönerek, geriye doğru kaçmaya başladı.
Ne olmuştu, bir anda neler olmuştu böyle? Bu sorulara hiçbir cevap veremeyen Musa Aleyhisselam, nerede bulunduğunu, Kimin hitabına muhatab olduğunu ve Kiminle konuştuğunu unutmuş gibiydi!. Duyduğu korkudan arkasına bile bir kez dönüp bakmadan kaçıyor, kaçmak istiyordu Musa Aleyhisselam. Elbetteki gördüğü bir mucizeden, hiç beklemediği siradışı bir olaydan kaçmıyordu Musa Aleyhisselam. Çünkü alemlerin Rabbi ile konuşmak gibi büyük bir mucizeyi yaşıyordu zaten!. Doiayısıyle elinden attığı asa bir kuşa veya binlerce kelebeğe dönüşseydi, elbetteki hiç korkmayacak ve bu muhteşem olayı, konuşmakta olan Rabbİsinin güzel bir mucizesi olarak görecekti.
Ancak elinden attığı asa bir yılana, Musa Aleyhisselam'ın küçüklüğünden beri korktuğu ve çekindiği bir hayvan olan yılana dönüşmüştü!. Son yüzyıldaki arkeolojik araştırmalarda da ortaya çıktığı gibi, eski Mısır'da yılan, korkutucu bir güç ve kudret sembolü olarak kabul ediliyordu. Doiayısıyle daha çocukluk yıllarında Firavun'un sarayında büyük yılanlar görmüş ve suçlanan bazı insanların, bu yılanların arasına nasıl atıldığına şahit olmuştu!. Hatırlamıyordu ama küçük yaşlarda dilinin tutulması da, belki de yılanla ilgili bir olaydan ve bu olaydan duyduğu büyük bir korkudan kaynaklanmıştı!.
Yıllar geçmesine rağmen onda bir refleks haline gelen bu korku azalmamış, bu korku değişmemişti!. Hayvanlarını güderken asasını devamlı yanında bulundurması da, yılanlara karşı kendisini güvende hissetmesi içindi. Zaten Rabbisine elindeki asa hakkında “Bunda benim için daha başka yararlar da var” dedikten sonra, söylemek istediği en büyük yarar da buydu. Alemlerin Rabbi olan Allah (Celle Celaluhu) biraz daha konuşmasına izin verseydi “Ya Rabbi ben bu asam ile zararlı hayvanlara ve özellikle yılanlara karşı kendimi korurum, bu asa ile kendimi onlara karşı güvende hissederim” diyecekti. Ancak Musa Aleyhisselam’ın ne söyleyeceğini hakkıyie bilen ve hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimiz, o daha bunları söylemeden “Elindekini bırak, onu at ey Musa” demişti!.
İşin garip ve hikmetli tarafı, Musa Aleyhisselam'ın yılanlara karşı bir koruyucu, kendisi için bir güvence sandığı asa. uzun yıllardır korktuğu ve sakındığı şeyin ta kendisi oluvermişti!. Peki bunu naşı! anlamalı, nasıl yorumlamalıydı Musa Aleyhisselam!. Yoksa herşeyi hakkıyîe gören ve bilen Rabbi “Sağ elindeki nedir ey Musa?” diye sorarken, sağ eliyle tuttuğu asasını değil de, aynı eliyle yıllar önce attığı yumruğu ve bu yumrukla eline bulaştırdığı kanı, eline bulaştırdığı günahı mı sormuştu!. Dolayısıyla karşılaştığı bu olay, yıllar önce işlediği cinayetin İlahi bir bedeli, İlahi bir cezası mıydı? Arkasına hiç bakmadan kaçarken bütün bunİan anlamaya çahşan Musa Aleyhisselam, bir anda oîduğu yerde durdu, durakaldı. Çünkü Rabbi yine seslenmiş, yine seslen iver misti Musa Aleyhisselam'a.
“Ey Musa, dön ve korkuya kapılma. Şüphesiz Benim yanımda peygamberler korkmaz. Haksızlık yapanlar daha sonra yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirirse, bilsin ki Ben bağışlayanım, esirgeyenim.”
Bu İlahi hitab ile kaçmaktan vazgeçen Musa Aleyhisselam, Rahmani bir mağfiretle karşılaşmanın huzuru içindeydi. Çünkü hataen bir kez işlediği ve binlerce kez tevbe ettiği cinayetten dolayı affedilebileceği, yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirirse Allah'ın çok bağışlayan ve çok esirgeyen olduğu bildirilmişti kendisine. O halde yerde debelenen bu yılan. İlahi bîr ceza veya korkup-sakınması gereken bir tehlike değildi. Zaten Rabbisi kendisine “Ey Musa. dön ve korkuya kapılma. Şüphesiz Benim yanımda peygamberler korkmaz” buyurmuştu. Rabbisînin bu buyruğunu diliyle ve gönlüyle tekrar ede ede yılanın yanına yaklaşmaya başladı.
Yerde debelenen yılanın yanına yaklaştıkça adımları küçülüyor, adımları yavaşlıyordu!. Çünkü bomboş olan elinde asası olmadığı için, uzun yıllardır korkup-sakındığı bir tehlikeye çıplak ve silahsız yaklaşıyor gibiydi!. Bir an kalbine gelen “Elimde asam olsaydı, bu yılana daha rahat yaklaşırdım” düşüncesine de itibar etmedi. Çünkü yerde debelenen yılan, az önce elinde tuttuğu ve kendisini yılanlara karşı güvende hissettiği asanın ta kendisi değil miydi? Ayrıca kendisine “Benîm yanımda peygamberler korkmaz” buyuran Rabbi, bu buyruktan önce “Elindekini bırak, onu at ey Musa” diyerek, asıl itibariyle “Benim yanımda peygamberler, Ben'den başka bir şeye dayanıp Ben'den başka bir şeye güvenmezler” demek istemiş miydi?
Hiç kuşkusuz ki doğru, çok doğru bir gerçekti bu. Allah'ın yanında eldeki asaya veya asayı tutan Musa'ya güvenmenin ne anlamı vardı ki!. Kendisine güvenilecek ve dayanılacak yegane merci, elbetteki her şeye Kadir olan Allah, sadece ve sadece Allah idi. Tüm kalbiyle bu gerçekleri anlayan ve bu gerçekleri tasdik eden Musa Aleyhisselam, Rabbİsiyle kendisi arasında olan bu yılana yine de çok yavaş adımlarla yaklaşıyordu. Çünkü uzun yıllardır yılandan korkan ve bu konuda henüz mutmain olmayan nefsi, her şeye rağmen ciddi bir korku ve çekingenlik içindeydi. Sevdiği ve seçtiği kulunun bu durumunu çok iyi bilen Rabbimiz, kulunu rahatlatmak ve onu bu korkudan kurtarmak için şöyle buyurdu..
“Ey Musa sen gerçekten güvende olanlardansın. Artık onu al ve hiç korkma. Biz onu ilk durumuna çevireceğiz”
Rahman olan Rabbimiz dileseydi yılanı Önce ilk haline yani asaya çevirir ve daha sonra onu tutmasını isteyebilirdi. Ancak yarattığı insan fıtratını hakkıyle bilen ve Musa Aleyhisselanvm bu korkudan kurtulmasını dileyen Rabbimiz, onun uzun yıllardır yaşadığı bu korkunun üzerine gitmesini ve bu korkuyla yüzleşmesini önermiştir. Nitekim bu İlahi öneri ile yılana yaklaşan ve debelenen yılanı eliyie tutan Musa Aleyhisselam, yılanı tuttuktan sonra bunun fazlaca korkulacak bir şey olmadığını anlamaya ve yakinen hissetmeye başlamıştı. Ve kısa bir süre sonra eliyle tuttuğu yılan debelenmeyi bırakmış, dümdüz bir şekilde kendini salmış ve Rabbimizin dilemesiyle ilk durumuna yani asa haline çevrilmişti.
“Hocam, bu olaydan çok ders aldık. İnşaallah Fatih. Zaten Rahman olan Rabbimizin bizlere bu olayları bildirmesindeki İlahi neden, yaşarcasma iman ettiğimiz bu ayet-i kerimelerdeki hikmet dolu gerçekleri anlamamız ve bu güzel anlayışı kendi kimliğimize, kendi kişiliğimize, kendi yaşantımıza hakim kılmamızdır. Mesela Rabbimizin bizlere binlerce yıl öncesinden bildirdiği bu olayı yakinen duyduktan ve yeterince anladıktan sonra, “Rabbimiz bizlere bunu niye anlattı?” sorusu etrafında düşünmeye başlayacaksınız. Binlerce yıl önce kutsal vadide “Sağ elindeki nedir ey Musa” diyerek Musa Aleyhisselam'a sesienen Rabbinizin, bu olayı sizlere anlatarak artık Musa Aleyhisselam'a değil “Sağ elindeki nedir ey Merve, sağ elindeki nedir ey Seda, ey Fatih, ey Veli, ey Hamdi” diyerek sizlere, asıl itibariyle sizlere seslendiğini anlayacaksınız.
Bu anlayış ve kulaklannızdaki bu İlahi ses ile sağ ellerinize bakacaksınız.
Hayırlarda öncelediğiniz ve önemsediğiniz sağ ellerinizde, önemle ve öncelikle neleri tuttuğunuza, nelere tutunduğunuza dikkat edeceksiniz. Sağ ellerinizde, dünyevi korku ve endişelere karşı Allah'tan gayrı tuttuğunuz veya tutunduğunuz her ne var ise, yine sizleri muhatap alan “Onu at ey Merve, ey Seda, ey Fatih, ey Veli, Ey Hamdi” İlahi hitabıyla hiç durmadan ve hiç duraksamadan onları atacaksınız. Çünkü hayrın öncelendiği ve önemsendiği sağ ellerinizle, en çok önemsenmesi ve öncelenmesi gereken Bir şeyi, öncelikle tek Bir şeyi tutacaksınız.
Tabi ki bu Rabbani ve Rahmani yaklaşım, meşru olan vesile ve tedbirlere sırt çevirmeniz anlamında değildir. Dünyevi olarak korkup-sakındığiniz şeylere karşı makul bir vesile veya tedbir mahiyetindeki şeylerin gereğini yapsanız dahi; tedbir olarak gördüğünüz bu vesileye değil, tekbir ettiğiniz Allah'a güveneceksiniz. Hayırlarda öncelemenız ve; önemsemeniz sağ ellerinizle, tedbir mahiyetindeki vesilelerden önce Allah'ın ipine tutunacak ve öncelikle bu ipin Sahibine güveneceksiniz.
Bu olaydan almanız gereken ikinci ders ise dünyevi korkularınızdan kaçmamanız ve bu korkularınızla yüzleşmenizdir. Çünkü korkulan şeyden devamlı kaçmak, korkulan şeyi büyüten ve korkuyu besleyen bir yaklaşımdır. Dünyevi korkuların temelini oluşturan vehimler, kendilerinden kaçıldıkça ve uzaklaşıldıkça büyüyen bir su köpüğüne benzerler. Değişik nedenlerle sudan korkan insanlar, tüm dikkatlerini bu köpüğün üzerindeki incecik su tabakasına verdiklerinden, git gide büyüyen bu köpüğün koskoca bir su kitlesi olduğunu zannederler. Oysa vehim ve korkularının bir ifadesi olan bu köpüğün üzerine gitseler, hiç korkmadan bu köpüğe dokunuverseler; bir anda patİayıverecek olan bu köpüğün asıl itibariyle birkaç damla su olduğunu anîayıvereceklerdir. Önemli olan hak karşısındaki batıla benzeyen bu köpüğün üzerine gitmek ve şeytan Aleyhiilanenin devamlı şişirmek istediği bu köpüğü patiativermektir. Çünkü Allah'tan korkan ve sadece Allah'tan korkması gereken mü'minlerin yüreklerinde, başka korkulara yer yoktur.
Musa Aleyhisselam'i adım adım İlahi göreve yaklaştıran Rabbimiz, bu güzel müslürnana yeni bir mucizesini göstermek için tekrar seslendi.
“Elini koynuna sok. bir başka mucize olarak kusursuz ve bembeyaz bir durumda çıkıversin. Öylekî sana büyük mucizelerimizden birini daha göstermiş olalım. Korkudan açılan kanatlarını da kendine doğru çek.”
Bu emir üzerine kısa bir süre sağ eline bakan Musa Aleyhisselam, gözünün ve gönlünün gülümsediğini hissetti. Çünkü İlahi huzurda Allah'tan gayrı dayandığı ve güvendiği şeyleri attıktan sonra bu elini bir başka güzellikte, bir başka temizlikte, bir başka aydmhkta görmeye başlamıştı. Allah'ın buyruğu üzerine bu elini koynuna, yüreğinin ta üstüne koyarken; sanki elini koynuna değil, Rahman'la dolan ve O'nun haşyetiyle titreyen gönlünün içine sokmuştu.
Ve bu elini yavaş yavaş koynundan çıkarırken Musa Aleyhisselam yepyeni bir hayret ve haşyet duygulan içine girmeye başladı. Çünkü bir başka mucizeyle karşılaşmış, sağ eli kusursuz ve bakanlar için bembeyaz bir parlaklıkta ortaya çıkmıştı. Bu ele bakanlar için karanlık geceleri değil güneşli gündüzleri aydınlatan bu parlaklık, hiç kuşkusuz ki dünyaya çok yabancı bir parlaklıktı. Çünkü aydınlığın ta kendisi olan bu parlaklığın özünde, İlahi bir lütuf, İlahi bir nur vardı. Ve Musa Aleyhisselam "in koynundan çıkardığı eli, böyle bir parlaklık ve kusursuzluk içindeydi!.
“Hocam, Müsâ Aleyhisselam'in eii daha önce kusurlu muydu?”
Gerçekten güzel ve ilginç sorular soruyorsun Merve!. Musa Aleyhisselam’ın eli elbetteki anladığımız manada kusurlu değildi. Şayet koynuna soktuğu bu elin, yıllar önce kıptiyi bir yumrukta öldürüveren el olduğunu dikkate aİsak dahi, zaten pişmanlık dolu bir tevbe ile Musa Aleyhisselam'ın bu eli temizlenmiş, bu eli günahtan ve böyle bir kusurdan uzaklaşmış oluyordu. Dolayısıyla bu ayeti anlayabilmemiz için, insanın iki ayrı yaratılışını dikkate almamız gerekir. Bildiğiniz gibi yegane Yaratıcı olan Rabbimiz, insanı ahsen-i takvim üzere yani en güzel bir şekilde yaratıp, sonra onu esfele safiline diğer bir deyişle aşağıların aşağısına indirmiştir. Biz insanların dünya yaşantısındaki bu yaratılış durumları, esfele safilindeki durumlarım izdir. Bu yaratılış durumumuzda müminler ve kafirler, müşrikler ve muvahhidler arasında önemli fiziki farklılıklar yoktur. Rabbimiz her insanı bir nutfeden. bir kan pıhtısından yaratmış ve her insana etten bir beden vermiştir. İnsanların içine girdiği, içine gizlendiği bu bedenlere bakarak “Şu insan kafir veya bu insan mü'min” diyemeyiz. Çünkü peygamberlerin dahi nasıl kî etten bir yüzleri ve deriyle kuşanmış ciltleri varsa, müşrik ve kafirlerin de etten bir yüzleri ve deriyle kuşanmış ciltleri vardır. Dünya yaşantısmdaki her insan, “Yüz” denilen ve birbirine benzeyen bu etten maskelerin arkasındadır.
Tüm insanların kıyametten sonraki yaratılış durumları ise çok farklı olacaktır. Müşrik ve kafirlerin içlerindeki küfür, içlerindeki karanlık öylesine yüzlerine yansıyacaktır ki, onların kapkaranlık yüzlerle cehenneme sürüklendiğini gören hiçbir mü'min onlara acımayacak ve eşi veya evladı dahi olsa “Bunlar gerçekten cehennem ehlidir, bunların yeri gerçekten orasıdır” diyeceklerdir. İçlerindeki aydınlık yüzlerine vuran ve cennet ehli olarak yeniden yaratılan müminler ise, bambaşka bir yaratılış durumu içinde olacaklardır. Görme ve işitme özelliklerindeki birçok dünyevi sınırlar kaldırılmış, anlayış ve idrakleri alabildiğince açılmış, her türlü kötülükten ve kötü vasıflardan uzaklaştırılmış, türn bedenleri ve cemalleri nurlanmiş bir şekilde yaratılacaklardır. İşte ahsen-i takvim üzere yaratılmanın gerçek zirvesi olan bu yaratılış durumu, dünya hayatındaki yaratılış durumumuzun çok fevkinde bir durumdur. Tabi ki hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimizin bizleri dünya hayatında belli eksiklikler, zafiyetler ve kusurlar içinde yaratması, biz insanlar için hem bir imtihan ve hem de Allah'ın büyük bir lutfudur. Çünkü böylesi bir yaratılış durumu içinde dahi büyüklenen, tuvalette iki büklüm oturmasına rağmen ilahlık taslamaya kalkışabilen insanoğlu, müminlerin cennetteki yaratılış durumlarına benzer bir durumda yaratılsaydı, hiç kuşkunuz olmasın ki “Bizler birer ilahız'” demeye kalkışırlardı. Nitekim Hz. Yusuf Aleyhisselam’ın nurla aydınlanmış cemalini gören kadınlar “Bu kesinlikle bir beşer, bir insan olamaz!.” dememişler miydi?
Bu kısa açıklamalarımızdan sonra konuyu topalayacak olursak, Musa Aleyhisselam’ın koynundan kusursuz olarak çıkardığı elinin, Musa Aleyhisselam'ın cennetteki yaratılışında sahip olacağı ele bir işaret olarak anlayabiliriz. Cennet yaratılışında mü'minferin cemali nasıl ki nur içinde olacak ve cehennem ehli “Ne olur bizlere bir nazar edin, bir bakın da nurunuzdan faydalanabilelim” diyeceklerse, bu mü'minlerin yüzleri gibi elleri de, bedenleri de aynı nur ve aynı kusursuzluk içinde olacaktır.
“Hocam, ya bizim ellerimiz?”
Şayet Rabbimizin lutfuyla mü'min ve müslim olarak ölebilirsek, bizlerin de cennet yaratılışındaki ellerimiz Musa Aleyhisselam’ın koynundan çıkardığı eli gibi aydınlık ve kusursuz olacaktır. Kesin konuşulmaması gereken bu konuda Kur'an-ı Kerim çerçevesindeki anlayışımızla bunları söyledikten sonra elbetteki son söz olarak “Allahu alem” yani "Allah bilir” diyoruz.
Evet, Musa Aleyhisseİam'ı adım adım İlahi göreve yaklaştıran ve ona “Elini koynuna sok. bir başka mucize olarak kusursuz ve bembeyaz bir durumda çıkıversin” diyen Rabbimiz, korku meselesinde ise “Korkudan açılan kanatlanıiı da kendine doğru çek” buyurarak, Musa Aleyhisselam'a bu konuda ömür boyu dikkate alması gereken bir nasihatte bulunmuştur.
“Hocam, bu İlahi nasihati nasıl anlamamız gerekir?”
Merve hanım, günümüzde “Konsantrasyon” denilen yaklaşımın en önemli temelini açıklayan bir nasihattır bu. Korkan bir insanın duygu ve düşünceleri, korktuğu şeye doğru akma, ona doğru uzanma eğilimindedir. Mesela birisi cesur, diğeri korkak olan iki insan karşı karşıya geldiğinde, cesur insan kendisini olayın öznesi yani etkin tarafı görerek, karşı tarafa ne yapacağını düşünür. Kendisini olayın nesnesi yani etkilenen tarafı olarak gören korkak insan ise, karşı tarafın kendisine ne yapacağını düşünür. Bu iki farklı yaklaşım cesurun cesaretine cesaret katarken, korkağın da korkusuna korku katar. Çünkü yaşanan durumda olayın komuta merkezi, duygu ve düşüncelerini kendinde toplayan cesur insanın yüreğindedîr. Karşı tarafın kendisine ne yapacağını veya nasıl bir zarar vereceğini düşünerek, duygularının gelişimini karşı tarafın İnsiyatifine bırakan korkak insan ise, böyİe bir yaklaşımla kendisinden uzaklaşmış, duygu ve düşüncelerini korktuğu şeye doğru salıvermiş olur. İşte böyle bir durumda insanın duyduğu bu korkudan uzaklaşabilmesi ve kendine gelebilmesi, panik içinde kaçışan duygu ve düşüncelerini kendisine doğru çekmesiyle, kendisinde toplayabümesiyle mümkündür. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam)'ı muhatap alan “Mü'minlere kanatlarını ger” buyruğunu, nasıl ki “Mü'minlere şefkat ve merhamet kanatlarını ger” şeklinde anlıyorsak; bazı korkuları yaşayan mü'minleri muhatap alan “Korkudan açılan kanatlarını kendine doğru çek” buyruğunu da, korku nedeniyle dışarıya doğru açılan, korkulan şeye doğru akan duygu ve düşüncelerini kendine doğru çek, kendinde topla şeklinde anlamamız gerekir.
“Hocam, günümüzde doğu felsefesini esas alarak kendilerini konsantre edenler, Musa Aleyhisselam'ın binlerce yıl önce yaptığını mı yapıyorlar?”
Onların bu konuda yaptıkları, yöntem olarak Musa Aleyhisselam'ın veya biz müslümanların yaptıklarına kısmen benzese de; aradaki bu benzerlik, tavuklar ile kartallar arasındaki iki kanat benzerliği gibidir. Bu iki hayvan da kanada sahip olmasına rağmen bizler çok iyi biliyoruz ki kartal'kanatları ile göklere yükselirken, tavuklar aynı kanatlarla çöplükte eşinmeye devam etmektedirler. Konsantrasyon konusunda bizler ile onlar arasındaki fark ise, tavuk ile kartal arasındaki bu farktan çok daha büyüktür. Çünkü onlar bütün güçlerini ve dikkatlerini toplayarak konsantre oldukları zaman, sadece ve sadece kendileriyle başbaşa kalıyorlar. Onların ulaşabilecekleri yegane zirve, kendilerinden yani aciz bir mahluk olan kendi gerçekliklerinden başka bir şey değildir. Biz müslümanlar ise “Kanatlarını kendine doğru çek” nasihati istikametinde konsantre olduğumuz, kendimizde toplandığımız yani kendimize geldiğimiz zaman; bizlere şah damarımızdan daha yakın olan Rabbimizi birer mü'min olarak yanıbaşımızda hissediyor ve arşın Sahibine duyduğumuz bu yakın beraberlik duygusuyla arşa doğru yükseldiğimizi farkediyoruz. Tabi ki varlık ve acizlik sınırlarını aşarak yaşadığımız bu muhteşem hadise, bizim boş bir zannımız veya karşılıksız bir varsayımımız değildir. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbimiz "Ben sizi görmekteyim, Ben sizi işitmekteyim ve Ben sizinle beraberim" buyruğu ile; İlahi hakikatlerle kendine gelen yani Kim tarafından ve ne için yaratıldığını idrak eden bütün mü'miniere bunu açık bir gerçeklik olarak vadetmektedir. Dolayısıyla bu mü'minler. Rablerinin yanıbaşlarında olduğunu zanneden değil, kendilerine gelerek bu açık gerçekliği farkeden ve bu farkedişle Rable beraber olan, Rable beraber yaşayan insanlardır.
Yoga ve meditasyonu. bazı boyutlarda namaza benzeten kimseler de aynı yanılgı ve aynı şaşkınlık içindedirler. Çünkü yoga ve meditasyon da bir insanın kendisinde, bir tavuk gibi kendi çöplüğünde gezinmesinden ve bu çöplükte huzurlu (!) bir boşluk aramasından başka bir şey değildir. Bu çalışmaların ileri aşamalarında açlık ve eziyetlerle nefsin arzuları bastırılmaya ve ruha meçhul alanlarda bir özgürlük kazandırılmaya çalışılsa dahi; İlahi bir istikamete yönelmeyen ruhun, namazda olduğu gibi kendi öz kaynağını bulması ve bu aydınlık yolda yükselerek gerçek huzura ulaşması mümkün değildir. Çünkü öz kaynağı İlahi olan ruh, sadece ve sadece kendi öz kaynağına yönelmekle gerçek yolunu bulmakta ve bu yolda yükselerek, İlahi huzura ulaşabilmektedir.
Yaratılmış tüm insanlar için en doğru yol, hiç kuşkusuz ki yegane Yaratıcı'nın gösterdiği yoldur...
Asa mucizesini yaşayan ve daha sonra koynuna soktuğu eli, etrafı aydınlatan bir beyazlıkta ve kusursuzlukta ortaya çıkan Musa Aleyhisselam. eline bakarken büyük bir hayranlık ve şaşkınlık içindeydi!. Etrafı aydınlatan bir parlaklıkta ve kusursuzlukta olan bu el. Musa Aleyhisselam’ın kendi eliydi!. Bakanların sadece değil, gönlünü de aydınlatan bu olağanüstü ırk Musa Aleyhisselam'ı korkulardan uzaklaştır o Gönlünü hayranlık dolu bir sevinçle doldurmuştu sanki!.
Tabi ki bütün bunlar, hayret ve haşyet içindeki Musa Aleyhisselam'ı olağan üstü bir kimliğe taşıyan, onu İlahi bir göreve klaştıran adımlardı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz, bu ayn mucizeden sonra Musa Aleyhisselam'a seslenmiş ve ona asıl görevinin ne olduğunu bildirmiştir.
“Ey Musa, bu gördüklerin Firavun ve önde gelen adamlarına götüreceğin dokuz ayetten, dokuz mucizeden ikisidir. Firavuna git. Çünkü o, azmış bulunmaktadır. Gerçekten onlar, fasık olan bir topluluktur. Zulmetmekte olan Firavun kavmine git. Hala sakınmayacaklar mı?”
Musa Aleyhisselam bu İlahi hitaba ile nasıl bir görevle karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Alemlerin Rabbi olan Allah (Celle Celaluhu), kendisini azgın bir insan olan Firavuna ve onun zulmeden kavmine gönderiyordu. Elbetteki kolay bir görev değildi bu!. Bir an için Firavun kavmine gittiğini ve onları Allah'a kulluğa davet ettiğini düşündü. Hiç kuşkusuz ki onun konuşmasını alaya alacaklar ve onu hemen yalanlayacaklardı. Alemlerin yegane Rabbi olan Allah'a, kendisini endişeye ve umudsuzluğa sürükleyen bu düşünceler içinde cevap verdi.,
“Ey Rabbim. Benim göğsüm sıkışmakta, dilim önmemektedir. Rabbim, benim göğsümü aç ve dilim en düğümü çöz ki söyleyeceklerimi kavrasınlar. Çünkü onların beni yalanlamalarından korkuyorum. Bana işimi kolaylaştır ve ailemden bana bir yardımcı kıl. Kardeşim Harun'u, çünkü o dil bakımından benden daha düzgün konuşmaktadır. Onu da benimle birlikte bir yardımcı olarak gönder, beni doğruiasın. Onu işimde ortak kıl ve onunla arkamı kuvvetlendir. Böylece Seni çok teşbih edelim ve Seni çok zikredeiim. Hiç şüphesiz ki Sen bizi görmektesin.”
Elbetteki onları görmekte ve bilmekte olan Rabbimiz, Musa Aleyhisselam'ın bu duasını kabul ederek “Ey Musa istediğin sana verilmiştir. Pazunu kardeşinle pekiştirip güçlendireceğiz. Sizin ikinize de öyle bir 'güç ve yetki' vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde size erişemeyecekler. Siz de, size uyanlar da galip olanlarsınız” buyurdu.
İşte bu konuşmalarla beraber, Harun Aleyhisselam da (madden ve bedenen nerede olursa olsun, artık) İlahi huzurdaydı. Rabbimiz herhangi bir şeye “Ol” dediği zaman, o şey nasıl ki hemen oîuveriyorsa; “Ey Musa istediğin sana verilmiştir” buyruğu ile de Harun Aleyhîsselam İlahi huzura dahil olmuş, mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde bu huzura dahü oluvermişti. Her şeyin bu kadar çabuk gerçekleşivermesini hayretler içinde izleyen Musa Aleyhisselam'a, bunda şaşılacak hiçbir şey olmadığını göstermek isteyen Rabbimiz, ona şöyle buyurdu.
“Ey Musa, andolsun ki Biz sana bir defa daha lutufta bulunmuştuk. Hani, annene “Onu sandığın içine koy, onu suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır” diye vahyetmiştik. Gözümün önünde yetiştirilmen için, Kendimden sana bir sevgi yönelttim. Hani kızkardeşin gezinip, firavun ailesine “Onun bakımını üstlenecek birini size haber vereyim mi?” demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sonra sen bir insan öldürmüştün ae, Biz seni tasadan kurtarmış ve seni 'esaslı bir denemeden geçirmiştik'. Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın. Daha sonra bir kader üzerine buraya geldin ey Musa. Çünkü Ben, seni Kendim için seçtim”
Musa Aleyhisselam'ın yeterince bilmediği. annesinden ve ablasından bu açıklıkta dinlemediği gerçeklerdi bunlar!. Belki de Musa Aleyhisselam'ın annesiyle kızkardeşi. o yaptıkları şeyleri Allah'ın vahyi ve İlahi yönlendirmesi ile yaptıklarını kendileri de bilmiyorlar ve yaptıkları her şeyi kendilerinin güzel bir fikri, isabetli bir görüşü olduğunu zannediyorlardı!. Bütün bunian bir bir düşünen ve hızlı bir şekilde anlayan Musa Aleyhisselam. o an yasıyorsa, her zaman olduğu gibi yine Allah'ın lutfu ile yaşadığını bir kez daha hissetti içinde. Ve şükrüne şükür katan bu bilinçle, hamdü senalarda bulundu alemlerin yegane Rabbi olan Allah'a.
Musa Aleyhisselam'ın duasını kabul eden ve ona Kendi rahmetinden kardeşi Harun Aleyhisselam'ı da bir peygamber olarak armağan eden Allah (Celle Celaluhu), İlahi dilemesi ile İlahi huzurda bulunan Musa ve Harun Aleyhisselam'a şöyle buyurdu..
“Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın. İkiniz Firavun'a gidin. Çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür, ya da içi titrerkorkar.”
“Hocam!. Rabbimiz, Firavunun öğüt almayacağını biliyordu değil mi?”
“Tabi ki biliyordu Veli!.”
O halde niye “Umulur ki öğüt alıp-düşünür” dedi.
“Dikkatin için teşekkür ederim. Firavunun öğüt almayacağını hakkıyle bilen ve umud etmekten münezzeh olan Rabbimiz, bütün bunları çok iyi bilmesine rağmen, örnek bir mübelîiğ ve örnek bir İslam davetçisi olan peygamberlerine böyle bir umudu vermektedir. Çünkü hakkı tebliğ eden peygamberlere ve bu peygamberleri Örnek alarak insanları hakka davet eden mübelliğlere düşen görev; karşısındaki insan Firavun dahi olsa onun dönebileceğini, onun kurtulabileceğini umud ederek, ona merhametle yaklaşmaları ve yumuşak sözle hakka davet etmeleridir.”
İslami tebliğe muhatap olan bir kimsenin tebliği reddetme nedeni, hiçbir zaman mübelliğin kaba veya sert sözleri olmamalıdır. Çünkü tebliğe muhatap olan insanları nefsi duygulara ve nefsi tepkilere sürükleyecek olan böyle bir yaklaşım, rahmani nasihate dikkat etmeyen mübeliiğe vebal getirebilecek bir yaklaşımdır. Ayrıca bilmemiz gerekir ki henüz yaşamakta olan bütün insanlar, işledikleri cürüm ne olursa olsun yine de hakkı tercih etme ve cennet ehli olma fırsatını yitirmeyen insanlardır. Dolayısıyla hakkı tebliğ eden mübelliğ tebliğde muhatab aldığı kişiye bir insan olarak değer verecek ve onun kurtuluşunu umud eden yumuşak bir yaklaşımla onu hakka davet edecektir. Rahmani nasihati dikkate alan böyle bir davetin ise ayet-i kerimede belirtildiği gibi iki ayrı neticesi olacaktır.
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür, ya da içi titrerkorkar.”
Bu iki ayrı neticeden olumlu olanı, İlahi davete muhatap olan kişinin öğüt alıp-düşünmesi ve bu daveti kabul ederek, kurtuluşa erişmesidir. İkincisi ise bu İlahi daveti kabul etmemesine rağmen, nefsi tepkilere hiç fırsat vermeyen bir yumuşaklıkla, bir merhametle yapıİan bu davetin içine ulaşması ve içinin korkup-titremesidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de;
“Biz ayetlerimizi hem afakta, hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahid olması yetmez mi?” [8] buyuran Allah (Celle Celaluhu), kafirlere bile ayetlerinin hak olduğunu göstermeyi dilemiştir. Zaten kafirleri kafir yapan ve onları Rabbimiz katında mazeretsiz kılan gerçek; karşılaştıkları ayetlerin kısa bir süre için de olsa hak olduğunu anlamaları, bu ayetlerden içlerinde korku duymaları ve buna rağmen ayetleri inkar etmeleridir. Hakkı görmelerine ve içlerinde korku hissetmelerine rağmen inkarı tercih eden bu insanlar, kendilerini merhamet dolu bir yumuşaklıkla hakka davet eden müslümanlara “Biz bu ayetlerin hak olduğunu zannetmiyoruz!.” deseler de, yukarıdaki ayet-i kerimede beyan edildiği gibi her şeyi hakkıyle gören ve bilen Rabbimizin şahitliği yeterlidir.
Evet, bu konuyu toparlayacak olursak, İlahi davet sadece mazlumlara veya mustazaflara yönelik bir davet değildir. Suçlan veya işledikleri cürümier ne olursa olsun, en masum mustazafından, en azılı müstekbirine kadar bütün insanlar bu İlahi davetin muhatabıdırlar. Allah'ın razı olacağı dine önyargılı bir şekilde yaklaşarak “İslam insanlara değer veriyor mu, vermiyor mu?” tartışmalarını sürdüren çevrelerin, başlarını kaldırarak Tur-u Sina'ya bakmaları ve oradaki bu konuşmalara biraz kulak kabartmaları gerekir. Çünkü koskoca bir topluma zulmeden, çoluk çocuk binlerce insanı katleden Firavuna dahi böyle yaklaşılmasını emreden dinimiz, öncelikle merhameti esas alan bir rahmet dinidir. Ve bu rahmet dininin sahibi olan Rabbimiz. içinde zerre kadar İman veya insaf olan herkesin “Vallahi Rahman'dır, Billahi Rahman'dır” şahadetinde bulunacağı bir Rabdir. Böyle bir Rabbimiz olduğu için onurlu bir izzet duyuyor ve boynumuzu bükerek “Bizim yegane Rabbimiz olan Rahman'a ezelden ebede kadar, O'nun layık olduğu gibi hamd ve şükürler olsun” diyoruz.
İlahi hitap karşısında yine Firavun kavmini ve Firavunun azgınlığını dikkate alan Musa Aleyhisselam, yıllar önce işlediği cinayeti düşünerek “Rabbim, gerçekten ben onlardan bir kişiyi öldürdüm. Bundan dolayı beni öldürmelerinden de korkmaktayım” dedi. Peygamber olarak seçtiği bu kulunun içinden geçenleri ve duyduğu korkuyu çok iyi bilen Rabbimiz “Hayır asla korkma” dedikten sonra rahmet dolu kelamına şöyle devam etti.
“İkiniz de ayetlerimle gidin, hiç şüphesiz Biz sizinle birlikteyiz ve her şeyi işitmekteyiz. Gecikmeksizin Firavun'a giderek deyin ki: Gerçekten biz, alemlerin Rabbi'nin elçisiyiz, İsrailoğullarım bizimle birlikte göndermen için (sana geldik).”
Bu İlahi hitap, Muşa ve Harun Aleyhisselam'ı bir boyuttan rahatlatırken, diğer boyuttan endişe ve korkularını yeniden harekete geçiren bir hitap olmuştu. Çünkü Firavun'u ve Firavun'un azgınlığını hiç dikkate almadan çıtayı yükselten Rableri, Mısır'a gittikten sonra o azgın Firavun'a “Gerçekten biz, alemlerin Rabbi'nin elçisiyiz, İsrailoğullarım bizimle birlikte göndermen için sana geldik.” demelerini buyurmuştu!.
Kendisine köle ettiği insanların kanı ve emeği üzerine saltanatını sürdüren Firavun'un, böyle bir talep karşısında çılgına döneceğini düşünen Musa ve Harun Aleyhisselam, içlerine korku veren bu düşünceler içinde “Rabbimiz, biz gerçekten onun bize hiç fırsat vermeden saldırmasından ve azgın davranmasından korkmaktayız” dediler.
Hocam, Rabbimiz bir şeye “Ol” buyurduğu zaman hemen oluveriyor. Musa Aleyhisselam'a defalarca “Korkma” dediği halde, o hala neden ve niye korkuyor!.
“Teşekkür ederim Merve hanım. Birçok müfessirin dikkate almadığı önemli bir soruyu yönelttin bizlere. Şanı yüce Rabbimiz Kendi tarafından gerçekleşmesini dilediği herhangi bir şeye “Ol” dediği zaman, hiç kuşkusuz ki olmasını dilediği o şey hemen oluverir. Dolayısıyla Musa Aleyhisselam'a bu anlamda ve bu içerikte “Korkma” deseydi, Musa Aleyhisselam'da korkunun zerresi kalmazdı. Ancak dünya hayatını bir imtihan hayatı olarak yaratan ve en sevdiği peygamberlerini dahi bu imtihanın dışında bırakmayan Rabbimiz, Musa Aleyhisselam'ı da korkularıyla imtihan etmeyi dilemektedir. İşte bu nedenledir ki Musa Aleyhisselam'a defalarca “Korkma Ey Musa” diye buyururken, bu buyaık Rabbimizin Kendi tarafından hemen gerçekleştirmeyi dilediği İlahi bir emir değil; Musa Aleyhisselam'a tavsiye ettiği ve nefsi endişelere rağmen onun tarafından yaşanmasını temenni ettiği bir hükümdür.
Bir imtihan olan bu dünya hayatında, biz insanların bir çok konuda genel imtihanlarımız olduğu gibi, her insanın kendisine özel imtihanları da vardır. Kişinin durumuna, nefsi zafiyetlerine, yaşadığı şartlara ve olaylara göre değişebilen bu özel imtihanlar, her insan için dünyevi imtihanlarının en zirve noktası ve en zor boyutudur. Aynı durum, farklı konularda ve farklı boyutlarda imtihan edilen peygamberler için de geçerlidir. Mesela Nuh Aleyhisselam asırlar boyu süren bir tebliğ ve bu tebliğdeki sabır ile, İbrahim Aleyhisselam yufka yüregindeki evlat sevgisine rağmen İiahi hükümlere gösterdiği teslimiyet ile imtihan edilirken; Yakup Aleyhisselam evlat hasreti ile, Yusuf Aleyhisselam birçok nefsi yoldan çıkarabilecek olağan üstü bir güzellik ve kadın ile, Eyyub Aleyhisselam ise sıradışı bir hastalık ile imtihan edilmişler ve bu konularda imtihanlarının zirvesini yaşamışlardır.
Meselenin bu önemli boyutunu dikkate alarak Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Musa kıssasına baktığımız zaman, bu kıssada korku temasının ön plana çıktığını görüyoruz. Mesela bir tarafta elinde hiçbir mucize olmamasına rağmen putları kıran ve hiç korkmadan Nemrud'un karşısına çıkan İbrahim Aleyhisselam11 görürken; diğer tarafta kendisine verilen mucizelere rağmen Fifavun'a gitmekte tereddüt eden, Firavun'dan korkan bir Musa Aleyhisselam'ı görüyoruz. Tabi ki yadırgadığımız veya kendisini selam ve rahmetle andığımız Musa Aleyhisselam'ı yargılayacağımız bir durum değildir bu!. Çünkü bütün bu yaşananlar, Musa Aleyhisselam'ı büyük korkularla imtihan etmeyi dileyen Rabbimizin bir takdiridir. Dünya hayatındaki önemli imtihanı korku olan, tüm çocukluğu boyunca bir İsrailoğlu olduğunu bilen, İsrailoğullarına karşı çok acımasız olan Firavun tarafından tanınmaktan ve öldürülmekten korkarak büyüyen, yaşadığı bazı olaylar nedeniyle yılandan ürken, kendisine verilen mucizelere ve İlahi emre rağmen Firavun'a gitmekte tereddüt eden Musa Aleyhisselam, elbetteki İlahı takdir gereği bütün bu korkulara yaşayacak ve elbetteki bu imtihandan yüz akıyla çıkacaktır.
Musa ve Harun Aleyhisselam'ın son sözleri olan “Onun bize saldırmasından ya da azgın davranmasından korkmaktayız” ifadesi üzerine; sadece Musa Aleyhisselam ile konuşan, Harun Aleyhisselam'a ise vahyeden Rabbimiz, bu iki güzel müslümana rahmet dolu şu ortak cevabı verdi.
“Onlardan korkmayın. Çünkü Ben sizinle birlikteyim, her şeyi işitmekte ve görmekteyim. Haydi ona gidin ve deyin ki “Gerçekten biz. senin ve alemlerin alemlerin Rabbi olan Allah'ın elçileriyiz. İsrailoğullarına artık azap etmemen ve onları bizimle birlikte göndermen için sana Rabbinden bir ayetle geldik. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun. Ayrıca bize vahyolundu ki azab dolu helak, yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir.”
Ve bu sözler ile konuşma bitmiş. Firavun ve Firavun kavmine gitme zamanı gelmişti...
Musa ve Harun Aleyhisselam Mısır'a gelmişler, kararlı adımlarla Firavun'un sarayına doğru yürüyorlardı. Şehrin kalabalık yollarında hiç kimseden gizlenmeye gerek duymadan ilerliyen Musa Aleyhisselam, on yıl önce korku ve endişe içinde bu şehri gizlice terkettiğî o günleri düşünüyordu. Kıptiyi öldürdükten sonra şehirde saklanarak ve etrafı gözetleyerek korku içinde sabahlamış ve ertesi gün şehrin Öbür yakasından koşup gelen bir adamın “Ey Musa, önde gelenler, seni öldürmek konusunda aralarında görüşmektedirler, artık sen buradan çık git; gerçekten ben sana öğüt verenlerdenim” demesi üzerine, doğup-büyüdüğü bu şehîri gizlice terketmişti.
Korku içinde şehirden çıktıktan sonra “Rabbim, zalimler topluluğundan beni kurtar” diyen ve Medyen'e doğru yöneldiğinde de “Umarım Rabbim, beni doğru bir yola yöneltip-iletir” duasında bulunan Musa Aleyhisselam, Rabbimiz gerçekten zalimler topluluğundan kurtarmış ve onu dosdoğru bir yola ileterek, bu doğru yolun bir peygamberi olarak seçmişti. Uzun yıllar önce gizlice terkettiği bu şehire, artık bir peygamber olarak dönüyor ve 'Allah'ın elçisi' gibi muazzam bir sıfatla, Firavun'un sarayına doğru yürüyordu.
Musa Aleyhisselam toplumdaki herkesin yüreğine korku salan Firavun'a doğru giderken, heyecanlı olsa da korkmadığını, korku duymadığını hissetti. Çünkü ne kadar zalim olursa olsun Firavundan korkmak için değil, bu Firavunu uyarıp-korkutmak için gidiyordu onun sarayına. Kendinden emin adımlarla yürürken asasını tutan elleri. Allah'ın ipini tutuyormuşçasına kenetlenivermişti asaya. Her adım atışında bu asaya değil, sanki Allah'a tutunduğunu ve Allah'a dayandığını hissediyordu.
Yol boyunca kendilerine bakan insanların hayret dolu gözlerine ve onları gizlice uyaran sözlerine hiç itibar etmeden, saraya kadar geldiler. Etraflarını bir anda sarıveren askerlere, korkudan uzak bir sesle Firavun'u görmek istediklerini söylediler. Askerler için tabi ki şaşırtıcı bir durumdu bu!. İşlediği suçtan dolayı kaçması gereken bir insan, nasıl oluyor da kendi adımlarıyla geliyor ve Firavunu görmek istediğini söyleyebiliyordu!. Durumdan haberdar olan ve bu duruma mantıklı hiçbir anlam veremeyen Firavun, önde gelen adamlarını toplayarak Musa Aleyhisselam'ı yanına çağırdı.
Zulüm dolu makamında oturmakta olan Firavun, huzuruna çıkan Musa Aleyhisselam'a uzun bir süre dikkatlice baktı. Musa Aleyhisselam'ın kendinden emin davranışlarında ve kararlı bakışlarında bir delilik, bir şaşkınlık göremedi. Üstelik kendisine hiç korkmadan, korkusuz gözlerle bakıyordu bu genç adam!. O zamana kadar hiç görmediği, hiç alışık olmadığı bu bakışlardan, bir an için korktuğunu ve içinin ürperdiğini hissetti.
“Hocam, niye korkuyor ki?”
“Bunun cevabı, zalimlerin kişilikleriyle ilgilidir Hamdi. Dünyanın en zalim İnsanları, kişilik itibariyle dünyanın en korkak insanlarıdır. Bu nedenle “Bana dünyanın en zalim insanını gösterin, ben sîze dünyanın en korkak insanını göstereyim” sözü, çok doğru bir sözdür. Çünkü korkak ve zalim insanlar, karşısındakini korkuttuğu zaman kendilerini güvende hisseden insanlardır. Normal insan ilişkilerinde sevgi, saygı ve merhamete dayanan bir güven yaşanmasına rağmen; insanlara zulmeden ve zulmettiği insanların düşmanlığını kazanan zalimler için, sevgi, saygı ve merhamete dayanan böyİe bir güven söz konusu değildir. Zulümde sınır tanımayan bu zalimler, karşı tarafı ne kadar çok korkuturlarsa, kendilerini o kadar çok güvende hissederler. Dolayısıyla bu zalimler için en korkutucu şey, kendilerinden korkmayan insanlar ve kendilerine korkusuzca bakan gözlerdir.”
Musa Aleyhisselam'ın böylesi bakışlarından rahatsız olan Firavun, bir an önce onu ve yaşanan bu durumu anlamaya çalışıyordu!. İşlediği cinayete rağmen huzuruna gelen ve korkusuz gözlerle kendisine bakan bu genç adam. acaba ne yaptığının farkında mıydı? Yoksa yıllar önce onun işlediği suçu unuttuklarını ve korkulacak bir şey olmadığını mı zannediyordu!. O halde bu durum ona hatırlatılmalı ve cocukluğunda ona yaptıkları onca iyiliğe rağmen işlediği bu suç, bir şamar gibi onun yüzüne vurulmalıydı.
“Ey Musa!. Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi? Sonra sen bütün bunlara rağmen, yapacağını yaptın. Sen nankörlerdensin!.”
Firavunun bu sözlelini dinleyen Musa Aleyhisselam, kendini savunmaya ve işlediği suçun gerekçelerini açıklamaya hiç gerek duymadan “Ben onu yaptığım zaman şaşkınlardandım!. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım.” dedi ve kısa bir süre düşündükten sonra ilave etti.
“Bana karşı bir lütuf olarak gösterdiğin nimetlere gelince, bütün bunlar İsrailoğullarını kendine köle kılmandan dolayıdır”
Tabi ki doğru söylüyordu Musa Aleyhisselam. Firavun İsrailoğullarını kendisine köle kıimasaydı ve bu köleliği devam ettirebilmek için doğan erkek çocuklarını öldürmeye kalkışmasaydı, kimsesiz bir çocuk olmayan Musa Aleyhisselam kendi anne babasının yanında ve kendi yuvasında büyüyecekti!. Bu sözlerini dikkatle dinleyen Firavun'un düşünceli gözlerine bakan Musa Aleyhisselam, kısa bir suskunluktan sonra sözlerine devam etti..
“Aranızdan ayrıldıktan sonra Rabbim bana hüküm ve hikmet vererek beni peygamberlerden kıldı. Kardeşim Harun'u da görevlendirerek lütuf da bulundu. Gerçekten biz, alemlerin Rabbinin elçileriyiz. Benim üzerimdeki yükümlülük, Allah'a karşı ancak gerçeği söylemektir. Rabbinizden size apaçık bir belge ile geldim. Artık hidayete tabi olman ve İsrailoğullarını bizimle birlikte göndermen için sana geldik. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun.”
Firavun ve önde gelen adamları, Musa Aleyhisselam'ın zorlanarak söylediği bu sözler üzerine gülüşmeye başladılar. Çünkü onların hiç beklemedikleri, hiç ummadıkları sözlerdi bunlar. Ciddiye alarak dinledikleri bu genç adam, bir cümle ile peygamber olduğunu iddia etmiş ve diğer cümlesinde de “Artık israiloğullarını benimle gönder” demişti!. Hiç kuşkusuz ki aklını yitiren ve sözleriyle herkesi güldüren bu genç adam, kimden ne istediğinin farkında değildi!.
Alaycı gözlerle Musa Aleyhisselam'a bakan Firavun, peygamber olduğunu iddia eden Musa Aleyhisse-lam'in bu sözler ile ne yaptığını ve nereye varmak istediğini anlamaya çalışıyordu!. Korkusuz gözlerle kendisine bakan ve kendisinden hiç olmayacak şeyler isteyen bu genç adam, gerçekten ne yaptığının ve ne istediğinin farkında mıydı? Ayrıca devamlı olarak “Rabbim” diyen bu genç adam, kendisinden başka kimi yani hangi Rabbi kastediyordu!. Bu düşünceler içinde Musa Aleyhisselam'a dönerek “Sizin Rabbiniz kim ey Musa? Alemlerin Rabbi dediğin de nedir?” diye sordu. Alaycı ve kibirli bir tavırla sorulan bu soruya, Musa Aleyhisselam gayet ciddi ve açık bir şekilde cevap verdi.
“Eğer iyice düşünecek ve anlayabilecek olursanız, Allah göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir. Alemlerin Rabbi olan Allah, sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.”
Musa Aleyhisselam’ın son sözünde bir açık bul-muşçasına gülmeye başlayan Firavun, etrafındakilere “Ne dediğini duyuyor musunuz?” dedikten sonra tekrar Musa Aleyhisselam'a dönerek “Madem ki geçmiş atalarımızın da Rabbidir, öyleyse önceki nesillerin durumu nedir?” diye sordu. Firavun bu soru ile böyle bir İlahi davetle karşılaşmadan ölüp-giden önceki nesillerin durumunu, önceki nesillerin akibetlerini öğrenmek istiyordu!. Yoksa önceki nesillere doğru yolunu göstermeyen Musa'nın Rabbi, onları unutmuş muydu?
Firavun'un, şeytani bir yönlendirmeyle sorduğu bu soru üzerine şaşırdı ve durakaldı Musa Aleyhisselam!. Çünkü henüz cevabını bilmediği, bilemeyeceği bir soruydu bu!. Şaşkınlık içinde bir süre duraklayan Musa Aleyhisselam, alemlerin Rabbi Allah'ı düşünerek bu şaşkınlıktan kurtuldu. Kendisini şaşırtan bu soru, hiç kuşkusuz ki her şeyi hakkıyle bilen Allah'ı şaşırtmazdı. Geçmişi ve geleceği bilen Allah (Celle Celaluhu), elbetteki önceki nesillerin durumunu da biliyordu. Bu düşüncelerle Firavuna dönerek “Bunun bilgisi Rabbimin katında bir Kitab'tadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz” dedi.
“Hocam, Firavun'un bu sorusuna, Kur'an-ı Kerim'in cevabı nedir? Yani apaçık bir İlahi tebliğle karşılaşmamış nesillerin veya insanların, kulluk sorumluluğu ve akibetleri ne olacaktır?”
“Güzel bir soru Fatih. Firavun'un bu sorusuyla karşılaştıktan sonra “Bunun bügisi Rabbimin katında bir Kitab'tadır” cevabını veren Musa Aleyhisselam'in elinde, Rabbimizin katından inen Kur'an-ı Kerim olsaydı, elbetteki bu soruya daha açık bir cevap verebilirdi.”
Şimdi bu İlahi lutfa sahip olan bizler aynı soruyu Kur'an-ı Kerim'e götürdüğümüz zaman, meseleyi kısaca şöyle özetleyebiliriz.
Bir insanın mü'min ve müslim olabilmesi, daha açık bir ifadeyle Allah'ın razı olacağı dine girebilmesi, hiç kuşkusuz ki bildiği İlahi gerçeklere inanması ve teslim olmasıyla mümkündür. Bu temel yaklaşımı belirledikten sonra “Bir insanın müslüman olabilmesi ve İslam'a girebilmesi için bilmesi gereken gerçekler nelerdir?” sorusunu cevaplamamız gerekir. Meselemizin özünü teşkii eden bu çok önemli sorunun, iki ayrı cevabı vardır. Bunlardan birincisi, tebliğe muhtaç olmayan fıtri gerçekler, diğeri ise tebliğe muhtaç gerçeklerdir. Mesela herhangi bir insan, ister cahiliye toplumunda yaşıyor veya bir dağ başında bulunuyor olsun, tabiatta yaratılışla ilgili ayetleri görmek ve bu kainatı yaratan bir Yaratıcıya iman etmekle yükümlüdür. Çünkü Kalu Bela'da tasdik ettiğimiz bu gerçek, herkesin fıtratında bulunan ve tebliğe gerek duymayan bir gerçektir.
Şanı yüce Rabbimizin isimleri, sıfatları, insanlara yönelik emir ve nehiyleri ise tebliğe muhtaç gerçeklerdir. Dolayısıyla tebliğe muhtaç gerçekler konusunda hak tebliğle karşılaşmamış ve bunun da ötesinde bu gibi konularda batıl telkinlerin saldırısına uğramış olan insanların, hak tebliğe muhtaç olan böylesi gerçekleri bilmemeleri, Rabbimiz nezdinde kabul edilebilir bir mazerettir. Çünkü Kur'an-ı Kerirn'de;
“Allah hiçbir nefse, ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz..” [9] buyuran ve hiçbir nefse güç yetiremeye-ceği bir şeyi yüklemeyen Rabbimiz, Rahman ve Rahim olan Adü bir Rab'dir.
Bu kısa açıklamadan sonra sorumuza geçecek olursak, cahili toplumlarda yaşayan ve apaçık bir İlahi tebliğle karşılaşmamış olan nesillerin veya insanların kulluk sorumluluğu; öncelikle salih atalarından kendilerine İntikal eden semavi gerçeklere inanmaları, Allah ve ahiretle ilgili bu gerçeklere inanarak, salih amellerde bulunmalarıdır. Şayet semavi gerçekleri içeren böyle bir tarihi miras söz konusu değilse veya semavi ayetler, geçmiş nesiller tarafından tamemen tahrif edilmişse, bu durumda tahrif edilmesi mümkün olmayan tabiattaki ayetleri görmekle ve bu ayetleri Yaratan Allah'a iman etmekle mükelleftirler. Sadece bunu yaptıkları zaman müzminlerden olmaları ve ebedi kurtuluşa kavuşmaları mümkün olacaktır.
Nitekim Firavun'un “Önceki nesillerin durumu nedir?” sorusu üzerine Musa Aleyhisselam “Bunun bilgisi Rabbimin katında bir Kitab'tadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz.” cevabını vermiş ve bu cevaptan sonra meselenin aydınlanmasını dileyen Rabbimiz, bu önemli konuya şu ayetlerle açıklık getirmiştir.
“(Allah), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphe yok, bunda sağduyu sahihleri için elbette ayetler vardır. Sizi ondan yarattık, sizi ona geri çevireceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.” [10]
Bu İlahi buyruktan da anlaşılacağı üzere, insanları hak ve hakikate davet eden ayetler, sadece sözlü ayetler değildir. Sağduyu sahibi insanlar için tabiatta görülen bütün bu olaylar, hak ve hakikati gösteren birer ayet niteliğindedir. Kendilerine sözlü tebliğ erişmemiş olan sağduyu sahibi insanlar, tabiattaki bu ayetleri görerek yegane Yaratıcı olan Allah'a ve ahiret gününe iman ettikleri zaman, bu istikametteki salih amelleri ile kulluk sorumuluklarmı yerine getirmiş bir mü'min, bir müslim durumuna gelmektedirler. Çünkü peygamberi bir davetle karşılaşmamış olan bu insanların kulluk mükellefiyeti, yaşadıkları dünyada sağduyularıyla gördükleri ve anladıkları bu ayetler çerçevesinde belirlenen bir mükellefiyettir.
Evet, Musa Aleyhisselam'ın bu sözlerini ve bu cevabını dinleyen Firavun, alaycı bir yüz ifadesiyle yanındakilere dönerek “Size gönderilmiş olan bu elçiniz, gerçekten bir delidir.” dedi. Yaptığı bu delilik isnatı ile konuşmaları bitirmek ve meseleyi kapatmak istiyordu. Çünkü bir insana “Deli” dedikten sonra artık onu dinlemeye ve konuşmalarını ciddiye almaya ne gerek vardı ki!. Ancak bu delilik ithamından hiç etkilenmeyen Musa Aleyhisselam, kendinden emin bir kararlılıkla Firavuna bakarak “Gerçekten ben, alemlerin Rabbinin elçisiyim. Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir” cevabını verdi.
Artık bu konuşmaları bir küstahlık olarak algılamaya başlayan Firavun, sertleşen yüz ifadesi ve kızgınlaşan bakışları ile “Benim dışımda bir ilah edinecek olursan, andolsun ki seni hapse atacağım” dedi. Bu tehdidin ne anlama geldiğini çok iyi anlayan fakat bu beşeri tehditten hiç korkmayan Musa Aleyhisselam, Rabbisinin emri gereği sakin olmaya çalışarak yumuşak bir sesle “Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı?” diye sordu.
Bir an duraksayan ve düşünen Firavun “Eğer gerçekten bir ayet getirmişsen ve doğru sözlülerden isen, onu getir de görelim” dedi. Bu söz üzerine elinde sımsıkı tuttuğu asayı bıraktı, asasını orta yere bırakıverdi Musa Aleyhİsselam. Bıraktığı asanın bir yılan, Tur'da olduğu gibi debelenen bir yılan olmasını bekleyen Musa Aleyhİsselam, bu beklentisinin çok üstünde bir hadiseyle karşılaşmıştı!. Çünkü elinden bıraktığı asa, orta yere atıldığı anda ejderha gibi büyük ve dehşetli bir yılan oluvermişti!. Hayret ve haşyet duygularına kapılan Musa Aleyhİsselam, bu duygular içinde elini koynuna sokmuş ve koynundan çıkardığı eli de, bakanlar için parlayan, etrafına aydınlık veren muhteşem bir beyazlığa kavuşmuştu.
Her şey tekrar eski haline dönünce, Firavun ve öndegelenleri duydukları korku dolu dehşetten uzaklaşmaya ve bütün olup-biteni anlamaya çalıştılar. Hiç düşünmeden bütün bunların bir büyü olduğunu söyleyeceklerdi ama, Musa Aleyhİsselam hiçbir büyücüye benzemiyordu!. Çünkü bütün büyücüler yaptıkları sihirlere sakin ve kibirli gözlerle bakarlarken; bu genç adamın gözlerinde belirgin bir hayret ve haşyet görülüyordu!. Bütün bu olup-bitenler kendisinin yaptığı bir sihir olsa, yaptığı sihirden kendisinin hayrete düşmesi ve haşyet duyması nasıl açıklanabilirdi? Yoksa bütün bu olup-bitenler, genç adamın devamlı olarak “Rabbim, Rabbim” dediği Allah'ın, gerçekten birer mucizesi miydi?
Firavun ve öndegelenleri bunları düşünmelerine, gördükleri şeylerin sihirden uzak birer hak olduğunu yüreklerinde hissetmelerine rağmen bu gerçeği birbirlerine söyleyemedîler. Vicdanları kabul ettiği halde yüzçevirerek, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bütün bunları inkar ederek “Bu, düzüp-uydurulmuş apaçık bir büyüdür” dediler.
Musa Aleyhisselam, hiç beklemediği böyle bir inkar karşısında hayretle başını sallıyarak “Size hak geldiğinde böyle mi söylersiniz? Bu bir büyü müdür? Oysa büyücüler, kurtuluşa ermezler” cevabını verdi. Bu cevap üzerine birbirlerinin yüzüne bakarak ne diyeceklerini düşünen Firavun ve öndegelen adamları “Siz ikiniz, bizleri atalarımızın yolundan çevirmek ve yeryüzünde büyüklüğü ele geçirmek için mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize de inanacak değiliz” dediler.
Sözlerinin ve getirdiklerinin alaya alındığını, ortaya koyduğu hakkın inkar edildiğini gören Musa Aleyhisselam, karşısındaki şaşkın ve azgın insanlara meselenin ciddiyetini gösterebilmek için “Ey Firavun!. Biz. alemlerin Rabbinin elçisiyiz. Gerçekten bize vahyolundu ki, azap dolu helak, Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstüne olacaktır” dedi. Artık Sünnetullah istikametindeki bu İlahi tehdit ile korkmalarını, kendilerine gelerek korkup-sakınmalarını umud ediyordu.
O zamana kadar hep tehdit etmeye alışık olan Firavun, Musa Aleyhisselam'ın bu tehditi karşısında ne diyeceğini şaşırdı!. Biraz önce açıkça gördükleri ayetleri yalanladıkları ve vicdanlarında kabul gören bu ayetleri inkar ettikleri takdirde, İlahi bir azaptan ve böylesi bir azap ile heiak edilmekten bahsediyordu bu genç adam!. Yüreğine bir an için korku ve endişe veren bu düşüncelerden uzaklaşmak isteyen Firavun, nefsindeki bu batıl istek ile çevresindeki adamlara baktı. Firavun'un kendilerinden bir cevap beklediğini gören öndegelen adamları “Biz geçmiş atalarımızdan böyle bir şey işitmedik!. Bizim benzerimiz olan iki beşere mi inanacak mışiz? Kaidı ki, onların kavimleri bize kullukta bulunmaktadırlar” dediler.
Musa Aleyhisselam, azgınca bir büyüklenme içinde bu cevabı veren insanlara düşünceli gözlerle baktı. Kibir dolu bir yüz ifadesiye “Bizim benzerimiz olan iki beşere mi inanacak mışız?” diyen bu insanlar, ne dediklerinin ve ne yaptıklarının farkında mıydı? Çünkü bu sözü söyleyen ve kendileri gibi bir beşerin peygamberliğini dahi inkar eden bu insanlar, yine kendileri gibi bir beşer olan Firavun'u Rab kabul eden insanlardı!. Demek ki azgınlıkta sınır tanımayan insan nefsi, menfaatleri olduğu zaman kendileri gibi bir beşeri Rab kabul edebilirken; hoşlanmadıkları bir hüküm ve davetle karşılaştıklarında, gerçek Rab olan Allah'ı ve Allah'ın ayetlerini inkar edebiliyordu!.
O halde, dünya hayatındaki en önemli tercihlerini azgın nefislerinden yana yapan bu insanlarla daha fazla konuşmaya, daha fazla tartışmaya hiç gerek yoktu. Çevresindeki insanlara bu düşüncelerle bakan Musa Aleyhisselam. inkarda ayak direten bu insanlara “Rabbim. kimin kendisinden bir hidayetle geldiğini ve bu yurdun ilerde kime ait olacağını daha iyi bilmektedir. Gerçek şu ki, zulmedenler felah bulmazlar” dedi.
Son sözün yine Allah'a, yine Musa'nın Rabbine verilmesinden hiç hoşlanmayan Firavun, kavminin önde gelenlerini bir kenara çekerek, onlarla genel bir durum değerlendirmesi yapmak istedi. Kavminin ileri gelenleri “Bu gerçekten bilgin bir büyücüdür. Sizi topraklarınızdan sürüp-çıkarmak istiyor. Bu durumda ne buyuruyorsunuz?” dediler. Firavun hepsini teker teker gözden geçirdikten sonra, söz konusu tehdidin sadece kendisiyle ilgili olmadığını belirtmek istercesine “Bilgin bir büyücü olduğu doğrudur. Büyüsüyle sizleri de yurdunuzdan sürüp çıkarmak istiyor, siz ne buyurursunuz?” diye sordu.
Firavun'un bu sözleri üzerine meselenin ciddiyetini daha iyi anlayan ileri gelenler, aralarında görüştükten sonra “Onu ve kardeşini oyalayarak, şimdilik bekletiver. Ülkedeki bütün şehirlere de toplayıcılar gönder. İşlerinde uzman ve bilgin olan bütün büyücüleri sana getirsinler” dediler. Hak ile batıl karşı karşıya geldiği zaman neler olacağını çok İyi bilen şeytan Aleyhiîlane, Firavunu bu fikirden uzaklaştırmak istedi. Ancak şeytanın engellemesine rağmen, İlahi takdir gereği bu fikiri beğenen Firavun, Musa Aleyhisselam’ın yanma geierek “Ey Musa, sen bizi sihrinle yurdumuzdan sürüp-çıkarmaya mı gelmiş bulunuyorsun? Madem böyle, biz de sana buna benzer bir sihirle geleceğiz. Şimdi sen, bir 'buluşma zamanı ve yeri' tesbit et. Bu yer bizim de, senin de karşı olamayacağımız açık-geniş bir yer olsun” dedi.
Musa Aleyhisselam için güzel bir teklif, güzel bir fırsattı bu. Çünkü insanlara gönderilmiş bir peygamber oiarak, Allah'ın ayetlerini herkes görsün, herkes duysun istiyordu. Nitekim bu güzel ve anlamlı isteğini dikkate alarak “Buluşma zamanımız, bayram günü ve insanların toplanacağı kuşluk vakti olsun” dedi. Bu teklifi hiç düşünmeden kabul eden Firavun, kavminin ileri gelenlerine “Bana ülkedeki bütün bilgin büyücüleri getirin” talimatını verdi. Bu talimatı verdikten sonra, kendisini oldukça rahatlamış hissetti. Çünkü bir büyücü olduğunu zannettiği Musa Aleyhisselam'ı, kendisinden daha bilgin ve daha tecrübeli büyücülerle karşı karşıya getirerek, canını sıkan bu olayı kökünden hallediverecekt!.
Artık rahatlayabilir, rahatça arkasına yaslanabilirdi!.
Firavun dönemi, İnsanlık tarihinde büyücülük ve sihirbazlığın en üst noktaya çıktığı bir dönemdi. Ülke genelinde pek çok sayıda büyücü bulunmakta ve bunların yaptıkları sihirler halk tarafından hayranlıkla İzlenmekteydi. Tabi ki şeytanın hoşnut olduğu bir durumdu buî. Hak olan gerçeklere dahi batıl yorumlar getirerek, bu gerçekleri kendi amacı istikametinde kullanan şeytan Aleyhillane, esas itibariyle zaten batıl olan sihir ve büyüyü çok daha rahat bir şekilde kullanıyordu. Nitekim insan aklını hayrete düşüren büyü ve sihir, belli bir süreden sonra bu insanların dünyaya ve olaylara bakışını da etkilemişti.
Günümüz dünyasında Allah'ı dikkate almayan tek gözlü bilimsellik, nasıl ki bir dünya görüşü oluşturmuş ve insanlık tarihini bu dünya görüşüne göre yorumlamışsa; Firavun döneminde de hakkı dikkate almayan büyü ve sihir, böyle bir dünya görüşü oluşturmuştu!. İnsanlık tarihinde meydana gelen ve nesilden nesile aktarılan sıradışı olaylar, büyü ve sihirin esas alındığı bu dünya görüşüne göre yorumlanmaya başlamıştı!. Nitekim insanlara nesilden nesile aktarılan İbrahim Aleyhisselam'ın ateşe atılması ve ateşte yanmaması gibi sıradışı olaylar, artık hakkı değil siniri esas alan bu dünya görüşüne göre yorumlanıyor ve hakkı dikkate almayan zanni açıklamalarla, insanlar tamamen haktan uzaklaştırılıyordu!.
Kararlaştırılan buluşma günü gelmeden önce ülkenin her tarafına yayılan Firavun'un adamları, tabi ki büyücülerin en uzmanlarını, en bilginlerini tercih etmekte ve bunları Firavun'un emriyle saraya çağırmaktaydı Sözleşilen gün yaklaştıkça, seçkin ve seçilmiş büyücülerin hepsi sarayda toplanmışlardı. Firavun kendi işlerinde gerçekten birer uzman olan bu büyücülerle görüşünce, endişelenmeye hiç gerek olmadığını anladı. Çünkü henüz genç ve acemi sayılabilecek olan Musa Aleyhisselam, bu tecrübeli uzmanlar karşısında ne yapabilirdi ki!.
Kendinden emin olan ve büyücülere güvenen Firavun'un emriyle, bu olaydan bütün insanlara da haber verilmiş ve özellikle İsrailoğullarına “Siz de hazırlanıyor, sizler de toplanıyor musunuz?” denilmişti. Tabi ki bütün insanlar gibi İsrailoğullannm da gidip görmek istedikleri bir olaydı bu. Nitekim “Sizler de toplanıyor musunuz?” diyerek kendilerini çağıran ve büyücülerin galip geleceğinden hiçbir kuşkulan olmayan Firavun'un adamlarına, Allah'ı dikkate almayan ve Ondan umud kesmiş insanlar olarak “Umarız ki, eğer galip gelirlerse biz de büyücülere uyarız” cevabını veriyorlardı.
Nihayet bilinen günün bilinen vakti gelmiş ve bütün büyücüler bir araya toplanmıştı. Birbirleriyle görüşen büyücüler, meydana çıkmadan önce Firavunun karşısında hürmetle eğilerek “Eğer biz galip gelirsek, her halde..: bizlere bunun bir karşılığı var, değil mi?” diye sordular. Firavun kibir dolu bir tebessümle onların yüzüne bakarak “Elbetteki bir karşılığı var” dedikten sonra iktidarının güçlenmesini gözeterek “Ayrıca benim katımda en yakın kılınanlardan olacaksınız” dedi. Ciddi bir ücret ve yüksek bir makam vadeden bu sözler, büyücülerin o zamana kadar hiç karşılaşmadıkları büyüklükte bir ödüldü. Kendilerine karşı çok cömert olan Firavun'u hürmetle selamlayarak, sevinç içinde meydana doğru yürüdüler.
Büyücülerle ilk kez karşılaşan Musa Aleyhisselam. ne yaptıklarını bilmeyen bu büyücülere hakkı tebliğ edip, işleyecekleri batıldan 'sakındırmak için “Size yazıklar olsun, Allah'a karşı yalan düzüp-uydur-mayın, sonra bir azab ile kökünüzü kurutur. Yalan düzüp-uyduran gerçekten yok olup gitmiştir” dedi. Musa Aleyhisseîam'ın büyük bir ciddiyetle ve gönülden söylediği bu sözler, kendisini şaşkınlıkla dinleyen büyücülerin etkilenmelerine neden olmuştu!. Onlar iki büyücü ile karşılaşacaklarını ve yarışacaklarını zannederlerken, karşılarına geçen bu genç adam kendileriyle bir büyücü gibi değil. Allah'a dikkat çeken bir peygamber gibi konuşmuştu!.
Bunun üzerine durumlarını tartışmaya başladılar ve kendi aralarında gizli konuşmalara geçtiler. Kendilerine Musa ve Harun denilen bu iki adam, neler diyordu ki böyle!. Büyük bir cüretle “Bizler Allah'ın elçileriyiz” diyen bu iki adam. onları büyü ve sihirden uzak durmaya davet ediyordu!. Yoksa kendilerine büyücü denilen bu iki adam, yaptıkları sihiri Allah'a nisbet ederek ve “Bütün bunlar Allah'ın bir mucizesidir” diyerek, insanlar üzerinde Allah adına bir üstünlük mü kurmak istiyorlardı!. Bu olasılığı düşünmek bile büyücülerin kızmasına neden olmuştu. Çünkü zayıf olan insanların geleneksel inançlarından faydalanarak böyle bir iddiada bulunmak, çok kolay olmasına rağmen büyücülük ahlakına uymayan çok çirkin bir yaklaşımdı.
Büyücüler aralarındaki gizli konuşmaların neticesinde, Musa ve Harun Aleyhisseİam'ın kendileriyle karşılaşmadan galip gelmek isteyen iki sihirbaz oldukları kanaatine vararak “Bunlar olsa olsa iki sihirbazdır. Sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve üstün olan dininizi yoketmek istiyorlar” dediler. Bununla beraber bu iki genç adamın gerçekten ciddiye alınması gerektiğini belirttikten sonra “Bunları yenmek için bütün tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra saflar halinde üzerlerine gelin. Bugün üstünlük sağlayan, gerçekten kurtuluş bulmuştur” diyerek, birbirleriyle dayanışma ve yardımlaşma sözü yerdiler.
Bu kesin karara varan büyücüler, kendilerinden emin adımlarla meydana yürüyerek, onları bekleyen Musa Aleyhisselam'a “Ey Musa. önce sen mi atmak istersin, yoksa ilk atanlar biz mi olalım?” diye sordular. Musa Aleyhisselam bu soru üzerine hiç tereddüt etmeden “Hayır, atacağınız ne varsa önce siz atın” cevabını verdi.
“Hocam, önce onlann atmasını niye istedi?”
Burada güzel ve hikmetli bir yaklaşım vardır Merve. Çünkü Musa Aleyhisselam'ın bu cevabı, insanlık tarihi boyunca tüm İslam davetçileri için çok önemli bir prensibi beyan ediyordu. Değişik dünya görüşündeki insanlarla karşılaşan ve onlarla konuşan müslümanların uymaları gereken bu prensibe göre; öncelikle karşı tarafın bildiklerini ortaya atması, onların dinlenmesi ve tanınması gerektiğine işaret edilmektedir. Daha açık bir ifadeyle hak ile batıl karşı karşıya geleceği zaman, İslam davetçilerinin öncelikle batıl görüş sahiplerine söz hakkı vermeleri ve batılın ortaya konulmasına fırsat tanımaları gerekir. Şayet batıl ortaya konulmadan hak ileri sürülecek olursa, karşı taraf hakkın karşısında zayıf gördüğü batılı nefsi nedenlerle ortaya koymayacak ve içinde gizlediği batılı her şeye rağmen yaşatmaya devam edecektir. Oysa önemli olan batılın orta yere konulması ve ortaya konuian batılın, hak ile zail edilmesi yani ortadan kaldırılmasıdır.
Evet, Musa Aleyhisselam’ın “Önce siz atın” cevabı üzerine, büyücüler hepbir ağızdan “Yüce Firavunun üstünlüğü adına, hiç tartışmasız, galip gelecek olaniar bizleriz” diyerek İplerini ve asalarını orta yere atıverdiler. Birbirleriyle yardımlaşarak ortaya büyük bir sihir getiren büyücüler, insanların gözlerini büyüleyerek onları bir anda dehşete düşürmüşlerdi!. Çünkü ortaya attıkları ipler ve asalar, yaptıkları sihir ile gerçekten hareket ediyorlarmış gibi görünüyorlardı!.
Allah'ın elçileri olan Musa ve Harun Aleyhisselam da, İlahi bir imtihan gereği aynı şeyleri görüyorlardı!. Bu gördüklerinden dolayı Musa Aleyhisselam içinde bir tür korku duymaya başladı. Neler oluyordu böyle? Alemlerin Rabbi olan Allah (Celle Celaluhu), hakkı ve hakikati tanımayan bu büyücülere neden böyle bir fırsat vermişti ki!. Musa Aleyhisselam gözlerinden içeriye akıp duran bu korku ile cedelleşirken, Rahman olan ve bu kulunun imtihanını kolaylaştırmak isteyen Rabbimiz “Korkma!. Şüphesiz üstün gelecek olan sensin. Sağ elindekini ativer, onların yaptıklarını yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz” buyurdu.
Rabbimizin rahmet dolu bu vahyini alan ve kalbinde huzur dolu bir mutmainlik hisseden Musa Aleyhisselam. duyduğu korku ve endişelerden hızla uzaklaşarak kendine geldi. Büyücülere dönerek “Sizlerin ortaya koyduğunuz bu şeyler, birer büyüdür. Doğrusu Allah onu geçersiz kılacaktır. Şüphesiz Allah, bozgunculuk çıkaranların işini düzeltmez” dedikten sonra elindeki asayı “Allah'ın adıyla” orta yere fırlatıverdi.
Yeryüzü, bir mucizeye daha şahit oluyordu!.
Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı kendi kelimeleriyle gerçekleştirecekti. Nitekim Musa Aleyhisselam'ın “Allah'ın adıyla” ortaya attığı asa aniden büyük bir yılan, bir ejderha oluvermişti!. Büyücüler pür dikkat bir ejderha olan asaya bakıyorlardı!. Kendilerinin attığı ipler ve asalar hareket eder gibi gözükmesine rağmen, bu genç adamın ortaya attığı asa bir ejderha gibi değil, ejderhanın ta kendisiydi sanki!. Musa Aleyhisselam asasını onlardan önce ortaya atsaydı, büyücüler belki de ellerindekini ortaya atmayacaklar ve makul bir mazeretle geri çekilebileceklerdi!. Hatta ve hatta “Bunlar bizden daha büyük bir büyücüdür” diyerek, onların üstünlüklerini de kabul edebileceklerdi.
Büyücüler böylesi düşüncelerle biteni izlemeye devam ederlerken, önceleri Musa Aleyhisselam'ın kendilerinden daha büyük bir büyücü olduğuna karar vermişlerdi. Ancak bir ejderha olan Musa Aleyhisselam'ın asası, onların uydurdukları şeyleri birer birer yakalamaya ve yutmaya başlayınca, hayret dolu bir şaşkınlığa düştüler!. Musa Aleyhisselam'ın “Allah'ın adıyla” ortaya attığı asa, büyücülerin “Firavunun adıyla!.” ortaya attıkları şeyleri bir bir yakalıyor ve hiç zorlanmadan yutuveriyordu!. Meydandaki tüm insanların şaşkın bakışları altında, büyücülerin uydurdukları bütün şeyleri yutup bitiren ejderha, Musa Aleyhisselam'ın eline almasıyla tekrar eski haline dönmüştü!.
Büyücüler şaşkın gözlerle ortaya, orta yere baktılar!.
Boştu, bomboştu ortalık!. Ortaya attıkları iplerin, ortaya attıkları asaların hiçbiri yoktu!. Hayret dolu gözlerle birbirlerine bakan büyücülerin, kesinlikle anlamadıkları, anlayamayacakları bir durumdu bu!. Çünkü sihir ile herhangi bir şey, bir başka şey gibi gösterilebilirdi, gösterilebilirdi ama; sihir ile var olan hiçbir şey yokedilemez, yok olan hiçbir şey de varedilemezdi!. Eşyanın tabiatına ve varlık kurallarına çok aykırı olan bu durum, sihir ile açıklanabilecek bir durum değildi. O halde gördükleri bu olay, kesinlikle ve kesinlikle bir büyü veya bir sihir değildi.
Alemlerin Rabbi olan Allah'ın bir peygamberi olduğunu ifade eden bu genç adam, kendilerine “Yalan düzüp-uyduran gerçekten yok olup gitmiştir” dediği gibi, uydurdukları şeyler yok olup gitmiş, belki de sıra kendilerine gelmişti. Böylesi düşüncelerle Musa Aleyhisselam'ın gözlerine bakan büyücüler, onun bakışlarında üstün gelmenin veya üstünlük sağlamanın bir kibirini değil, onlara acımanın bir ifadesi olan rahmet ve merhameti gördüler.
Büyünün ve büyücünün, sihirin ve sihirbazın ne olup-ne olmadığını çok iyi bilen uzman büyücüler, bütün insanlardan önce anladılar ki karşılaştıkları bu olay bir büyü veya sihir değil, apaçık bir haktır. Ortaya konulan gerçeğin, hak bir mucize olduğunu çok İyi anlayan bu büyücüler, hiç tereddüt etmeden secdeye kapanarak “Alemlerin Rabbine, Musa'nın ve Harun'un Rabbine İman ettik” dediler.
Herkesi bir hayret, her tarafı bir sessizlik kaplamıştı!. Bu büyücüler ne yapıyorlar, Firavun'dan hiç korkmadan ne söylüyorlardı böyle!. Bütün bir meydanı kaplayan bu derin sessizliği, Firavun'un öfke dolu çirkin sesi bozdu. Olup biten herşeyi dikkatle izleyen ve hak dışında bir anlam vermeye çalışan Firavun “Ben size izin vermeden önce ona inandınız, iman ettiniz öyle mi? Kuşkusuz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür” dedi. Bunu söyledikten sonra olayları şaşkınlıkla izleyen halkı kendi tarafına çekmek ve iman eden büyücüleri birer halk düşmanı gibi göstermek için “Bu yaptıklarınız, şüphesiz ki halkı buradan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır. Öyleyse yakında bileceksiniz” diye ilave etti.
İman eden büyücülere ne zaman ve nasıl bir ceza vereceğini düşünen Firavun aynı düşünceli gözlerle meydandaki halka baktı. Kendisinin emriyle bu meydana çağrılan ve “Eğer galip gelirse biz de büyücülere uyarız” diyen bu insanlar, sanki bir karar ve tercih şaşkınlığı içindeydi!. Gördükleri karşısında hayrete düşen ve büyük bir hareretle birbirleyle konuşmaya başlayan bunca insan, büyücülerin iman etmesi üzerine acaba ne yapmayı, nasıl bir karar vermeyi düşünüyordu?
“Tabi ki çok riskli ve oldukça tehlikeli bir durumdu bu!.”
Bunları gören ve söz konusu tehlikeyi çok yakından hisseden Firavun, iman eden büyücüler hakkında acilen bir karar ve bir ceza vermesi gerektiğini anladı. Elbetteki vereceği bu ceza, meydanda bulunan herkesi korkutucu ve caydırıcı bir ceza olmalıydı!. Ayrıca iman eden büyücülerin de, böyle bir ceza ile imanlarından vazgeçmeleri ve tekrar Firavun'un dinine dönmeleri mümkün olabilirdi!. Bu düşüncelerle ayağa kalkan Firavun, kin ve öfke dolu bir sesle iman eden büyücülere seslendi.
“Muhakkak sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi hurma dallarında asıp saliandiracağım.”
Firavun'un bu sözlerini ve tehditlerini dinleyen müminler, gerçekleşeceğinden hiç kuşku duymadıkları bu tehditler ile dönmediler, vazgeçmediler imanlarından. Allah'ın yardımı ile imanlarına İman katan bir teslimiyetle, zulüm ve azgınlıkta sınır tanımayan Firavun'a şu cevabı verdiler.
“Bize gelen apaçık delillere ve bizi Yaratana karşı seni asla tercih edemeyiz. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik, günahlarımızı ve senin isteğinle yaptığımız bu sihirden dolayı suçumuzu bağışlasın. Artık neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt. Sen bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin. Allah katında olan ise daha hayırlı ve daha süreklidir.”
Tabi ki Firavun'un hiç beklemediği cevaplardı bunlar!. Kendisini ve vereceği cezayı hafife alan bu sözler karşısında “Sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestirip, hepinizi asıp-sallandırdığım zaman, inandığınız Allah'ın mı yoksa benim mi azabım daha şiddetlîymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız” dedi.
Allah'a iman ederek büyüye ve büyücülüğe tevbe eden bu yepyeni müminler, bütün tehditlere rağmen fırtınaya direnen ağaçlar gibi ayaklan üzerinde dimdik durmaya devam ettiler. Öfke ve azgınlıktan gözü dönmüş olan Firavun'a “Bu yapacağın şeyin bizlere bir zararı olmaz. Çünkü biz gerçekten Rabbimize dönücüleriz. Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim hatalarımızı bağışlayacağını ummaktayız. Sen ise Rabbimizin ayetleri geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun” dedikten sonra kısa bir süre sustular. Ve yüzlerinde parıldayan iman nuru ile Rahmana yönelerek “Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi müslürnanlar olarak öldür” duasında bulundular.
Firavun'un vereceği ceza ve mükafat ile Allah'ın vereceği ceza ve mükafatı karşılaştırarak dosdoğru bir tercihte bulunan bu mü'minler, dünya hayatında mü'min vasfıyla çok az bir süre yaşamalarına rağmen şehit olmak gibi yüce bir mertebeye ulaşmışlar ve ebedi kurtuluşa nail olmuşlardır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz, bu güzel mü'minlerin durumuyla ilgili olarak, şöyle buyurmaktadır.
“Hiç şüphesiz ki kim Rabbine suçlu-günahkar olarak gelirse, onun için cehennem vardır. Onun içinde ise ne ölebilir, ne de dirilebiLir. Kim de iman edip salih amellerde bulunmuş olarak O'na gelirse, onîar için yüksek dereceler vardır. İçlerinde ebedi kalacakları ve altından ırmaklar akan Adn cennetleri de onlarındır. İşte bu, arınmış olanın karşılığıdır.”
Büyünün ve büyücülüğün ne olup-ne olmadığını çok iyi bilen büyücülerin “Bu bir haktır” diyerek iman etmesine rağmen: küfürde inat eden Firavun ve önde gelen çevresinin, ortaya konulan ayetlere ve gerçekleşen mucizelere bakışı hiç değişmemişti. Onlar bütün bu olup bitenleri yine bir büyü oiarak tanımlamak istiyorlar ve “Bu, düzüp uydurulmuş bir büyüden başkası değildir. Biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmedik”' demeye devam ediyorlardı.
Zulme dayalı iktidarlarını sürdürebilmek için küfrü tercih eden Firavun ve adamlarına sakin gözlerle bakan Musa Aleyhisselam, kendinden çok emin bir sesle “Rabbim, kimin kendisinden bir hidayetle geldiğini ve bu yurdun sonucunun kime ait olacağını daha iyi bilmektedir. Gerçek şu ki, zulmedenler felah bulmazlar.” cevabını verdi. Böyle bir cevap ile artık onlarla tartışmak istemediğini belirten Musa Aleyhisselam, bundan sonraki gelişmelerin yine Allah'ın takdirine göre olacağını ifade ediyordu.
Yaşanan olaylar ve Musa Aleyhisselam'in kendinden emin bir sesle söylediği bu pervasızca sözler, Firavun hanedanı için elbetteki çok riskli ve tehlikeli gelişmelerdi. Meseleyi kendi aralarında değerlendiren önde gelenler, iktidarı tehdit eden muhtemel gelişmeleri dikkate alarak Firavun'u uyarmak istediler. Musa Aleyhisselam ve kavmi hakkında henüz bir karar vermeyen Firavun'un etrafında toplanarak “Musa ve kavmini bu toprakta bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terketmeleri için mi bırakacaksın?'” dediler. Bu söz üzerine kısa bir süre düşünen Firavun “Erkek çocuklarını öldüreceğiz ve kadınlarını sağ bırakacağız. Hiç şüphesiz biz, onların üzerinde kahredicileriz.” cevabını verdi.
Sonra verdiği bu cevabı meydandaki bütün insanlara ilan etmek için askerlerine dönerek “Onunla birlikte iman etmekte olanların erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın.” talimatını verdi. Böyle bir talimat ile insanların gözünü korkutmak ve onların İman etmesini engellemek istiyordu. Ancak şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de beyan ettiği gibi, Firavun'un bu hileli düzeni elbetteki boşa çıkacaktı. Çünkü ona apaçık ayetlerle hak gelmesine rağmen o küfrü ve küfretmeyi tercih etmiş, önde gelen adamları ve askerleri de Firavun'un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun'un emri, hakka ve doğruya götürücü bir emir değildi.
Dünya hayatında önder kabul edilen bu Firavun. İlahi adalet gereği kıyamet gününde de kavminin önderliğine geçecek ve böylece onları ateşe götürmüş olacaktı. Ayet-i kerimede belirtildiği gibi; Allah'a isyan eden bir insanı önder kabul ederek, onun emirlerine uyanların varacakları yer, ne kötü bir yerdir.
Musa Aleyhisselam, iman eden büyücülerin akıbetleri ve Firavun'un apaçık tehditleri karşısında korku dolu bir paniğe kapılan kavmine “Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki yeryüzü Allah'ındır; ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç muttakilerindir” diyerek, onları imana, sabra ve tevekküle davet etti. Ancak bu sözleri anlamlı ve yeterli bulmayan İsrailoğulları “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğradık." diyerek, bütün bu gelişmelerden hiç hoşnut olmadıklarını ifade ettiler. Musa Aleyhisselam, bu sözler üzerine Allah'tan umud kesen kavmine dönerek “Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler kılacak, böylece nasıl davranacağınızı gözleyecek” karşılığını verdi.
Ne var ki bu sözler muhatabını bulmamış, Musa Aleyhisselam'a kendi kavminin bir neslinden, yani gençlerinden başka iman eden olmamıştı. Çünkü Firavun'un tehditlerini dinleyen ve iman eden büyücülerin vahşi bir şekilde öldürülüşlerini korku ve dehşet içinde izleyen insanlar. Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini de belalara çarptırmaları korkusuyla, Musa ve Harun Aleyhisselam'a iman etmemişlerdi. İnsanları imandan ve Allah'tan uzaklaştırmak isteyen Firavun, hiç kuşkusuz ki yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve ölçü tanımayan bir azgın, bir zalimdi.
Musa Aleyhisselam, Rab olarak Allah'a ve peygamber olarak kendisine iman eden bu genç müslümanlara “Ey kavmim, eğer siz gerçekten Allah'a iman etmisseniz ve müslüman olmuşsanız, artık yalnızca O'na tevekkül edin” nasihatında bulundu. Onlar da bu hak nasihati kabul ederek “Biz Allah'a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizi zulme sapan bir kavim için bir fitne konusu kılma. Ve bizi, kafirler topluluğundan rahmetinle kurtar” dediler.
Artık az sayıda da olsa, Musa ve Harun Aleyhisseİam ile beraber olan mü'minler vardı. Bunlardan bir çoğu, elbetteki imanlarını gizlemek ve açığa vurmamak zorunda kalıyorlardı. Müminlerin bu durumunu bilen ve hiçbir nefse güç yetiremeyeceği şeyi yüklemeyen Rabbimiz, Musa ve Harun Aleyhisselam'a “Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılman yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın. Müminleri de müjdeleyin” buyurdu. Bu İlahi buyruk ile evlerini birer mescid haline getiren mü'minler, dua ve ibadetlerle Allah'ın takdirini beklemeye başlamışlardı.
Artık bir müjdeydi, bir kurtuluş haberiydi bekledikleri...
Mısır'da hiçbir şey. artık eskisi gibi değildi!.
Mısır halkı Firavundan ziyade Musa ve Harun Aleyhisselam'ı konuşuyor, yaşanan hadiseleri tekrar tekrar birbirlerine anlatıyorlardı. Firavun'un bütün tehditlerine rağmen Allah'a iman konusu gündemden düşmüyor ve gizli bir iman kıvılcımı kalbden kalbe, yürekten yüreğe sıçramaya devam ediyordu. Firavunun hanımı olan Asiye validemiz de, Allah'a İman edenler ve bu güzel imanının gereğini gizlice yaşayanlar arasındaydı. Allah'ın razı olacağı dini yaşayamama konusunda kocalarını bahane eden ve “Kocalarımız şöyle veya böyle olmasaydı, bizler müs-lümanlardan olurduk!.” diyen bütün kadınlara, çok açık bir örnek oluyordu Asiye validemiz. Çünkü Firavun gibi azılı bir zalimin karısı olmasına rağmen imanı ve İslam'ı seçmiş, gücü nisbetince bu inancını yaşamaya başlamıştı.
Musa Aleyhisselam'a İman eden Asiye validemiz, bir yandan imanının gereğini yaşayıp-imanına yakışmayacak davranışlardan kaçınırken, diğer yandan ise bu güzel imanını Firavun ve çevresinden gizlemeye çalışıyor ve bu ikisi arasında kalan incecik yolda korka korka, ürke ürke, ürpere ürpere ilerlemeye devam ediyordu. Nitekim bir mü'min olarak hepimizin yüreğini sızlatması gereken bu duygular içinde ellerini Rahman'a açıyor ve “Rabbim bana Kendi katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar. Beni bu zalimler topluluğundan da kurtar” diye niyaz ediyordu.
Asiye validemizi anlamaya çalıştığım zaman ağlamama neden olan bu dua hakkında, size bir soru yöneltmek istiyorum. Biz mü'minler yaptığımız dualarda, Rabbİmizden genellikle cenneti isteriz. Duamızda “Cennette bir evimiz olsun” şeklinde bir ayrıntıya hiç girmeyiz. Çünkü biliriz ki cennette hiç kimse dışarıda kalmayacak, nefislerin arzuladığı her şey Allah'ın lut-fuyla orada olacaktır. Durum böyle iken Asiye validemiz Rabbimizden neden bir ev istiyor, önemle ve öncelikle neden bu isteğini vurguluyor?
“Hocam!. Asiye validemizi düşündüğüm zaman, bunu anlayabiliyorum.”
“Bunu, bize de anlatabilirsin Merve Mü'mine bir kadın için bu dünya yaşantısındaki en önemli şey, kendisini güvende hissedebileceği ve içine girdiği zaman dünyevi tehlikelerden uzaklaşarak huzur duyabileceği bir evdir. Öyle sanıyorum ki iman eden ve imanını gizlemeye mecbur olan Asiye validemiz, bir mü'mine için dar'ul selam olan böyle bir evin, böyle bir yuvanın yokluğunu yaşıyordu. Ne zaman ne yapacağı hiç belli olmayan Firavun'un zulüm gölgesinde yaşayan ve gecenin karanlığında yorganın altına girdiğinde bile kendisini güvende hissedemiyen Asiye validemiz, yüreğindeki bu en büyük isteği dile getiriyor ve Rabbimizden bir ev. kendisini güvende hissedebileceği bir ev istiyordu.
“Allah razı olsun Merve!. Genç bir hanım olarak, bizlere mü'mine hanımlarla ilgili önemli bir gerçeği hatırlattın. Senin de belirttiğin gibi narin yaratılışları gereği dünyevi tehdit ve tehükelere karşı kendilerini korunmasız hisseden mü'mine kadınlar için en önemli şey, kendilerini güvende hissedebilecekleri bir ev, bir yuvadır, özellikle mü'min erkeklerin bu gerçeği dikkate almaları ve hanımlarına güven verecek böyle bir yuva kurmaları gerekir. Aile hayatında liderliğin erkeğe verilmiş oiması, kurulan yuvanın öncelikle erkeğe ait olduğu ve kadının istenildiği zaman kapının önüne bırakılacağı anlamında değildir. Çünkü Allah'ın rızası istikametinde kurulan her yuva, öncelikle ve öncelikle bu yuvaya en çok ihtiyaç duyan tarafa yani kadınlarımıza aittir.
Kendilerine aile liderliği verilen erkek müslümanların görevi, kurulan bu yuvada Allah'ın ve Allah'ın hükümlerinin dikkate alınmasını gözetmeye çalışmaktır. Allah'a kulluğun gereği yaşanmaya çalışıldığı zaman, Rahman olan Rabbimiz bütün müsiürnanlara nasıl ki bir güven vadediyorsa; bulundukları evierde güçleri nisbetince Allah'a kulluğun gereğini yaşamaya çalışan mü'mine hanımlara da, mü'min erkeklerin böyle bir güven ve huzur ortamı sağlamaları gerekir. Şayet bir müslümanın nikahında bulunan mü'mine ve müslime bir hanım, Asiye validemizin duygularıyla “Ya Rabbi, bana Kendi katında, cennette bir ev yap. Beni kocamın yaptıklarından kurtar.” duasında bulunuyorsa, bu müsiümanın düz bir aynada kendisine bakması ve hanımına olan bazı yaklaşımlarında Firavun'a benzeyip-benzemediğini araştırması gerekir.
“Evet, herkesin toplandığı bayram günü yaşanan olaylardan sonra, halkın gündeminde Musa Aleyhis-selam'ın sözleri ve Allah'a olan daveti vardı artık. İnsanlar gizli gizli bunları konuşuyor ve bütün olup-bitenieri yeniden anlamaya çalışıyordu. Halkın neler konuştuğunu ve ne yaptığım yakından izleyen Haman, gelişmelerden ciddi bir endişe duyuyordu. Nitekim aynı endişeleri taşıyan kavmin ileri gelenleriyle birlikte Firavunun huzuruna çıkarak, halk arasında gördüklerini ve duyduklarını dile getirdiler.”
Firavun da meselenin ve gelişmelerin farkındaydı. İktidarını koruyabilmek için iman eden büyücüleri öldürmesi ve iman etmesi muhtemel bütün insanları ölümle tehdit etmesi, sanki yeterli olmamış gibiydi!. En yakın yardımcısı olan Haman'ın ve ileri gelen adamlarının söylediklerini dinledikten sonra, bütün bu olayların yegane sorumlusu olarak gördüğü Musa Aleyhisselam'ın hemen huzuruna getirilmesini emretti. Verdiği bu emirden sonra huzuruna getirilen Musa Aleyhisselam'a, kan ve kin dolu gözlerle bakmaya başladı.
Musa Aleyhisselam ise sakindi!. Aynı sakin gözlerle Firavuna bakıyor ve daha önce söylediği aynı ifadelerle onları hakka davet ediyordu!. Kendisini Sünnetullah ile tehdit eden Musa'dan ve Musa'nın Rabbi olan Allah'tan değil, Musa'nın elindeki asadan çekinen Firavun, Musa Aleyhisselam'ı dinlerken öylece asaya bakıyordu!. Basit bir ağaç olan bu asa, kendi elinde tuttuğu altın ve değerli taşlardan yapılan asadan çok daha farklı, çok daha anlamlıydı.
Bu asa, sanki büyük bir kuvveti ve kudreti gizliyordu içinde!. Bir an için Musa Aleyhisselam'ın o asayı elinden atacağını ve ortaya çıkacak olan ejderhanın kendisini yutuvereceğini düşündü!.
Sonra bu korkulu rüyadan uyanmaya, yüreğine korku veren bu düşüncelerden uzaklaşmaya ve kendine gelmeye çalıştı. Bütün bu saçmalıklar, kendisinin boş ve yersiz endişeleri olmalıydı!. Çünkü bir Firavun'du kendisi, koskoca bir ülkenin ve muazzam bir ordunun sahibiydi!. Karşısında duran ve iki lafı bir araya getirmekte zorlanan bu çobandan mı korkacaktı!. Bu zamana kadar ağzından çıkan küçücük bir sözle, kendilerini büyük zanneden nice insanları öldürmemiş miydi? Şimdi aynı şekilde Musa'yı öldürmek istese, buna kim ve nasıl engel olabilirdi ki? Önemli olan bu karan vermesi, bu ölüm kararını vermek istemesiydi!. Bu karan verdikten sonra “Rabbim, Rabbim” diyerek meçhul bir ilahtan bahseden Musa'nın, ne kadar yalnız ve ne kadar yardımcısız olduğunu herkes görmüş olacaktı!. Böylesi düşüncelerle kendisine olan güvenini tazeleyen Firavun, bütün öfkesini gözlerinde toplayarak “Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de. o sonra Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben bu adamın sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesad çıkarmasından, bölücülük yapmasından korkuyorum” dedi.
“Tabi ki birçok peygamberin karşılaştığı bir tehdittir bu!.”
İnsanlara hak ve hakikati getiren her peygambere, zulüm düzeninde birlik ve bütünlük olmasını isteyen müstekbirler “Sen bölücülük yapıyorsun, sen insanları inananlar ve inanmayanlar olmak üzere ikiye ayırarak fesat çıkarıyorsun!.” demişlerdir. Ne var ki böylesi tehditler hiçbir peygamberi durdurmamış, sadece Allah'tan korkan bu peygamberleri gittikleri yoldan ve yaptıkları davetten geri çevirmemişti. Nitekim Musa Aleyhisselam da kendisinin taşlanarak öldürüleceği tehdidi karşısında sakinliğini muhafaza etmiş ve korkusuz gözlerle “Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, kibir içinde büyüklenen her zorbadan ve beni taşa tutmak istemenizden, benim de Rabbim. sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım” cevabını vermişti. Daha sonra ise dinde zorlamanın olmadığını, olmayacağını belirtmek istercesine “Eğer siz bana iman etmiyorsanız, bu durumda benden kopup-ayrılın.” dedi. Firavun ailesinden bir adam, bütün bu konuşmaları dikkatlice dinliyor ve önde gelen insanların bu konuşmalara olan yaklaşımlarını anlamak istiyordu. Geçmişteki semavi dinler konusunda yeterince araştırma yapan, peygamberlerin insanları neye davet ettiğini ve bu daveti kabui etmeyen kavimlerin nasıl helak edildiklerini çok iyi bilen bu adam; aynı semavi gerçekleri dile getiren Musa Aleyhisselam'a iman etmesine rağmen, Firavun'un zulmünden çekinerek bu imanını gizlemişti. Ancak Firavun ve çevresindekilerin ortak bir karara vararak, Musa Aleyhisselam'ı öldürmek konusunda gerçekten ciddi olduklarını görünce, daha fazla tutamadı kendini ve daha fazla gizleyemedi imanının sesini. Yavaşça ayağa kalkarak ve sakin adımlarla ortaya doğru yürüyerek, İlahi kitablarda yer alacak ve insanlık tarihine geçecek olan şu güzel konuşmayı yaptı.
“Ey kavmim!. Siz, “Benim Rabbim Allah'dır” diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rab-binizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır. Bu açık belgelere rağmen eğer o bir yalancı ise, bu yalanı kendi aleyhinedir. Çünkü Allah, haddi aşan ve Kendisine iftirada bulunan yalancıyı, eibetteki bu iddiasında başarılı kılmaz. Fakat o eğer doğru söyleyenlerden ise, o zaman size va'dettiklerinin bir bölümü mutlaka sizlere isabet edecektir.”
İman eden adam, İlahi bir tehdit içeren bu sözlerden sonra bakışlarını orada bulunan herkesin üzerinde gezdirerek konuşmasına şöyle devam etti.
“Ey kavmim, bugün mülk sizindir, buralarda hüküm sahibi kimselersiniz. Fakat bize Aliah'tan dayanılmaz bir zorluk gelecek olursa, bize kim yardımcı olabilecek?”
Her yeri bir ölüm sessizliği kaplamıştı!. Herkes ortaya çıkan bu adama bakıyor, şimdiye kadar bilgisine ve kültürüne değer verdikleri bu adamın neler dediğini, ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu!. Bu söylenilenler hiç kuşkusuz ki doğru olabilirdi. Musa gerçekten bir yalancı ise kendi inançlarına göre de ilahların en büyüğü olan Allah, haddi aşarak Kendisine iftirada bulunan böyle bir yalancıyı zaten cezalandırır ve bu iddiasında başardı kılmazdı!.
Firavun ise bütün bu konuşmalara çok farklı bir boyuttan bakıyor ve peygamberlik iddiasında bulunan Musa'nın, Allah tarafından cezalandırılacağına en küçük bir ihtimal bile vermiyordu!. Şeytani vesveselere açık olan Firavun'un kabul edebileceği sözler ve kabul edebileceği bir yaklaşım değildi bu!. Çünkü böyle bir Allah olsa bile, şimdiye kadar kendisinin Rablık ve İiahlık iddiasına sessiz kalan bu Allah, Musa gibi bir çobanın peygamberlik iddiasına mı karışacaktı!. Tabi ki Firavun'un bir yanılgısı, küfrü tercih eden Firavun'un bir körlüğü idî buî. Çünkü azgınlık ve şaşkınlık içinde bir uyur-yaşar durumunda olan bu Firavun, hiç kimsenin başıboş bırakılmayacağını beyan eden Rabbimizin kendisine bir peygamber gönderdiğinin ve elinde asa ile karşısında duran Musa Aleyhisselam'ın, kendisini hakka davet eden bir peygamber olduğunun hala farkında değildi!. Belki de vicdanen farkında olduğu fakat nefsi nedenlerle kabul etmek istemediği bir gerçekti bu!. Ortamdaki sessizlik devam ediyordu!. İman eden adamın “Bize Allah'tan dayanılmaz bir zorluk gelecek olursa bize kim yardımcı olabilecek?” sözü üzerine, herkes susmuş ve bütün bakışlar Firavun'un üzerine çevrilmişti. Çünkü bu toplumun öncüsü ve önderi, bütün emirlerine itaat edilen Firavun'un kendisiydi! O halde Allah'tan bir azap geleceği zaman, bu İlahi azaba Firavun'un karşı çıkması ve bu azabı “Ben sizin en yüce Rabbinizim” diyen Firavun'un engellemesi gerekmez miydi?
Bu sessizlikten ve kendisine yönelen bu bakışlardan rahatsız olan Firavun, etrafındaki insanları doğru düşüncelerden uzaklaştırmak ve kendisine güvenmelerini sağlamak için “Ben, size açıkça gördüğümü ve görüşümü işaret ediyorum. Elbetteki ben size ancak doğru bildiğim yolu gösteriyorum” cevabını verdi. Firavun, Rabltk tasladığı ve kendisine kul ettiği insanlara “Ben sizin en yüce Rabbinizim” diyerek, küfründe mertlik ve kendisine göre bir dürüstlük gösterdiği gibi; “Ben size sadece kendi görüşümü söylüyorum” cevabında da benzer bir mertlik ve dürüstlük göstermektedir. Çünkü bu cevapta, günümüz müstekbirlerinin ve bel'amlarının yaptığı gibi Allah adına söylenen yalan sözler veya “Sizin günahınızı biz üstleniriz ve biz sizi kurtarırız” gibi boş vaadler yoktur.
Firavun'un bu sözlerini dinleyen, verdiği cevap ile çevresindeki insanlara “Ben sizi kurtarırım” iddiasında bulunmadiğını gören iman eden adam, kısa bir süre düşündükten sonra Firavun'dan ziyade kavmini muhatap alarak sözlerine şöyle devam etti.
“Ey kavmim ben sizin için, peygamberlerini yalanlayan o fırkaların uğradıkları günün bir benzerinden korkuyorum. Nuh kavmi. Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer bir günden korkuyorum. Oysa Allah, kullar için zulüm istemez. Ey kavmim, ben gerçekten sizin için o feryat gününden korkuyorum. Çünkü arkanızı dönüp kaçacağınız o gün, sizleri Allah'tan koruyacak hiçbir şey yoktur. Bu sözlerime rağmen yine de biliyorum ki, Allah kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz. Andolsun sizlere daha önce Yusuf da apaçık belgeler getirmişti. Sizler şimdi yaptığınız gibi o zaman da Yusuf un getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz. Sizleri bıkıp-usanmadan hakka davet eden Yusuf en sonunda vefat edince, yaptıklarınızı düşünerek “Allah, ondan sonra kesin olarak bir peygamber göndermez” demiştiniz. İşte Allah, öiçüyü taşıran şüpheci kimseleri böyle saptırır. Ki onlar, Allah'ın ayetleri konusunda kendilerine gelmiş ispatlı bir delil bulunmaksızın mücadele edip dururlar. Oysa bu yaptıkları Allah katında da, iman edenler katında da büyük bir öfke sebebidir. İşte Allah, her mütekebbir zorbanın kalbini böyie damgalar.”
Düşünen her insan için apaçık örnek ve ibretlerle dolu olan bu güzel sözler, ne yazık ki bu sözleri bizzat dinleyen insanların uyanmalarına ve kendilerine gelmelerine vesile olmamıştı. Çünkü Firavun'a tabi olan oradaki insanlar için duydukları bu sözler ne kadar güzel ve ne kadar doğru olursa olsun, önemli olan bu sözlere Firavun'un nasıl yaklaşacağı ve nasıl bir cevap vereceği idi!. Firavun iman etmeden veya izin vermeden iman etmek, onların düşünmek bile istemedikleri bir durumdu!. Çünkü Firavun'dan izin almadan iman eden büyücülerin, kesilmiş el ve ayaklarla hurma dallarında nasıl idam edildiklerini yakından görmüşlerdi.
Bu nedenle dinledikleri sözler konusunda hiçbir yorum yapmadan ve hiçbir tercihte bulunmadan öylece Firavun'a bakıyorlar, Firavun'un ne diyeceğini ve nasıl bir karar vereceğini bekliyorlardı!. Oysa Firavun'a bıraktıkları bu çok önemli karar, bizzat kendi akibetleriyle ve kendi ebedi hayatlarıyla ilgili bir karar olacaktı!. Allah'ın her insana verdiği hür iradeyi ve tercih hakkını Firavun'a devrederek, sessiz ve sözsüz bir ifadeyle “Bizler Firavun'un vereceği karara göre cennete veya cehenneme gitmeye razıyız!?” diyen bu insanlar, hiç kuşkusuz ki apaçık bir şaşkınlık ve sapıklık içindeydi!.
İman eden adamın sözlerini dinleyen, ancak bir beşer vasfıyla bu sözlerin, bu konuşmaların üstesinden gelemeyeceğini anlayan Firavun ise, her zaman ki alışkanlığı olan ilahlığa heves ederek “Ey önde gelenler, sizin için (yeryüzünde) benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum/' dedikten sonra kısa bir süre düşündü. Her şeye rağmen söylenen sözleri dikkate aldığını ve bu sözleri, yeryüzündeki yönetici bir ilah olarak araştırabileceğîhi belirtmek istercesine “Ey Haman, sen de çamurun üstünde bir ateş yakarak bana yüksekçe bir kule inşa et. Belki o yollara, göklerin yollarına ulaşarak Musa'nın ilahına çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum” dedi.
Allah'ın elçisini kabul etmeyerek bizzat Allah ile görüşmek isteyen Firavun, söylediği bu büyük sözler ile gerçekten büyüdüğünü zannetti!. Şayet göklerde bir İlah varsa, göklerdeki İlah'in yeryüzündeki bir çobanla değil, kendisi gibi bir ilahla görüşmesi gerekirdi!. Musa'nın Rabbi, ona bir dağda seslenmişse; kendisinin yorulmasına, yeryüzünde iktidar ve itibar sahibi bir ilah olarak dağa kadar gitmesine tabi ki gerek yoktu!. En yakın adamı olan Haman'a, pişmiş çamurdan yaptıracağı yüksek bir kule ile zaten göklerin yollarına ulaşabilir ve Musa'nın ilahına çıkabilirdi!.
“Hocam, ne kadar gülünç bir yaklaşım!.”
Tabi ki çok basit ve çok gülünç bir yaklaşım Hamdi!. Ancak belirtmek isterim ki Firavun'un bu yaklaşımı ne kadar gülünç ise. yıllar önce uzaya çıkan bir astronotun “Göklerde Allah'ı görmedim” sözü de, o kadar gülünçtür. Çünkü pişmiş çamurdan yaptırdığı kulesinin üzerine çıkan Firavun, bu kule ile göklere ne kadar yükselmişse; metal bir oyuncak ile birkaç günlük mesafeye çıkan astronotlar da göklere o kadar yükselmişdir. Yedi kat göklerin gerçek büyüklüğü dikkate alınacak olursa, her ikisinin de yükseldiği menzil, bir sinek pisliği kadardır. Zamana ve mekana bağımlı olan bu şaşkınlarda şayet cinlerin özelliği olsaydı ve bu özelliğin verdiği muazzam hızla göklere doğru yükselselerdi, hiç kuşkusuz ki yine Allah'ı göremeyecekler fakat o menzile yükselebilen cinlerin söylediği gibi;
“Doğrusu biz göğü yokladık; fakat onu oldukça güçlü koruyucular ve şihablarla kuşatılmış bulduk.”[11] diyeceklerdi.
Evet pişmiş bir çamurdan yaptıracağı bir kule ile göklerin yollarına ve Musa'nın ilahına çıkabileceğini zanneden Firavun'a, azgınlığı ve inkarı nedeniyle yapmak istediği bu amel kendisine süslü gösterilmiş ve doğru yoldan alıkonulmuştu!. Musa Aleyhisselam' ı yalanlamak ve küçük düşürmek için kurduğu bu hileli düzen de, netice olarak boşa çıkmıştı. İman eden adam ise bütün bu olumsuz sözlere ve gelişmelere rağmen, şaşkınlık içinde gördüğü kavmini umud ve ısrar ile kurtuluşa çağırmaya devam ediyordu.
“Ey kavmim, siz bana tabi olun ki, ben sizi doğru yoia iletip-yönelteyim. Ey kavmim, bu dünya hayatı, sadece geçici bir metadır. Karar kılınacak gerçek yurt ise, ebedi olan ahiret yurdudur. Kim bir kötülük işlerse, yaptığından başkasıyla ceza görmez. Erkek veya kadın olsun, her kim de bir mümin olarak salih amelde bulunursa, işte onlar hesapsız olarak nzıklandırılmak üzere cennete girerler.”
Böylesi konuşmalara artık tahammülü kalmayan Firavunun emriyle daha fazla dinlemediler, daha fazla dinleyemediler iman eden adamı!. Küfür ve azgınlıkta önde geİen adamlarıyla görüşen Firavun, büyük bir cüretle kendisine tabi olunmasını isteyen ve insanların zihnini bulandıran bu adamın ya kendi dinlerine dönmesine, ya da yakılmasına karar vermişlerdi. Tabi ki Firavun'a göre çok makul ve çok merhametli bir teklifti bu!. İman eden adam şayet Firavun ailesinden olmasaydı, bu adama tekrar kendi dinlerine dönme fırsatını ve şansını kesinlikle vermezlerdi!.
Sonuç itibariyle her ikisi de ateş olan bu tehdit ve teklifi, hayret ve şaşkınlıkla karşıladı iman eden adam. Kendisini dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki ateş arasında bırakan ve bu iki ateşten birini tercih etmesini bekleyen bu insanlar, ne yaptıklarının ve nasıl bir teklifte bulunduklarının farkında mıydı? Bu düşüncelerle kısa bir süre sustuktan sonra içindeki hayret ve şaşkınlığı gizlemeye hiç gerek duymadan cevap verdi onlara.
“Ey kavmim, nedir bu hal, nedir bu karşılaştığım durum? Ben sizi kurtuluşa çağırmaktayken, siz beni ateşe çağırmaktasınız!. Ben sizleri Aziz olan ve kullarını çok bağışlayan Allah'a çağırırken, sizler beni hiç düşünmeden Allah'a karşı küfre sapmaya ve hakkında bilgim olmayan şeyleri O'na şirk koşmaya çağırmaktasınız!. Böyle bir şey mümkün olamaz!. Çünkü sizin beni kendisine çağırmakta olduğunuz şeyin, dünyada da, ahirette de çağrıda bulunabilme hakkı ve yetkisi yoktur. Şüphesiz ki bizim dönüşümüz Allah'adır. Ölçüyü taşıranlar ise, onlar da ateşin halkı olanlardır. İşte size bu söylediklerimi, pek yakında hatırlayacaksınız. Artık ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullan pek iyi görendir.”
Dünya ve ahiretiyle ilgili konularda karar verme yetkisini Firavun'a bırakmayan iman eden adam, “Sizin beni kendisine çağırmakta olduğunuz şeyin, dünyada da, ahirette de çağrıda bulunabilme hakkı ve yetkisi yoktur” diyerek, Firavun'un Rablık iddiasını reddetmekte ve “Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullan pek iyi görendir.” sözleriyle de yüzünü Allah'a dönmektedir. Nitekim iman dolu sözlerindeki bu teslimiyet ve tevekkül neticesinde, Allah'ın yardımı gelmiş ve Rahman olan Rabbimiz iman eden bu adamı, onların kurdukları hileli düzenlerin kötülüklerinden korumuştu.
Mesele bu noktaya geldiği zaman, hassas bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Firavun'un tehdidiyle karşılaşan büyücülerin akibeti ile. yine aynı Firavun'un tehdidiyle karşılaşan bu iman eden adamın akibetini düşündüğümüz zaman, aralarında dünyevi netice açısından belirgin bir farklılık olduğunu görürüz. Çünkü her iki taraf da aynı zalim Firavun'un, aynı acımasız tehdidiyle karşılaşmasına rağmen; bir tarafın öldürülerek şehid edildiklerine, diğer tarafın ise Rabbimiz tarafından kurtarıldığına şahit oluyoruz.
“Hocam bu Allah'ın takdiri değil mi?”
“Elbetteki Allah'ın takdiridir Merve. Ancak Kur'an-ı Kerim'de zikredilen;
“Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolay (siyledir. (Ki Rahman olan Rabbiniz) Çoğunu da affetmektedir.” [12] ayet-i kerimesini dikkate aldığımız zaman; bizlerin de basma gelebilecek olan bu iki farklı takdirin, bizlerle yani bizim yaptıklarımızla ilgili farklı nedenlerden ve yaklaşımlardan kaynaklanabileceğini de anlamamız gerekir. Ahir zamanda öncü ve örnek olması gereken beklenen müslümanlar için çok önemli olan bu meseleyi. İnşallah-u Teala önümüzdeki kitabda ele alacak ve “Zalim ve mazlum üzerine” gibi müstakil bir başlıkta değerlendireceğiz.
Umud ederim ki, dünyanın asırlardır beklediği müslümanlar, bu konuyu işlerken gündeme getireceğimiz İlahi gerçeklikleri anlayacaklar ve mazlumluktan veya mazlum durumuna düşmekten çok uzak bir kimlik ve kişilikle, kendilerini bekleyen dünyaya doğru yürüyeceklerdir.
Selam ve dua ile...