Firavun Kavmine Tanınan Mühlet Ve Gerçekleşen Mucizeler
Denizin Yarılması Ve Firavun Hanedanının Boğuluşu
İsrailoğullarının Alemlere Üstün Kılınmaları Ve Denizi Geçtikten Sonra Put İstemeleri
Allah ile Kırk Gece Sözieşerek Tur'a Çıkma Ve Tevrat Levhalarının Verilmesi
Samiri'nin Buzağı Ve Musa Aleyhisselam'ın Dönmesi
Samirî'nin Gördüğü Ayet Ve Buzağıdan Gelen Ses!.
İsrailoğullarımn Allah'ı Görmek İstemeleri
Oniki Pınar, Bulutla Gölgelenme, Kudret Helvası Ve Bıldırcın Nimetleri
Arz-ı Mukaddesin Kırk Yıl Haram Kılınması Ve Tih Dönemi
Salih bir kul (Hızır) ve Musa (a.s.) kıssası
Euzu billahi mineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim
Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek esbabı taleb ediyor, her çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik, her çeşit günahtan selamet diliyoruz.
Ya Rabbel alemin, affetmediğin hiçbir günahımızı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımızı bırakma! Her günahımızı bağışlamam, her kederimizi gidermem, rızana uyan her duamızı görmeni diliyoruz. Hangi amelden hoşnut isen onu bize lutfunia ver ve rahmetinle kolaylaştır ey Rahman ve Rahim olan, bizlere lutfuyla rahmet eden Rabbim.
Allah'ım bizi kendimiz için, bizi birbirimiz için, bizi insanlar için bir fitne konusu kılma. Bizleri sapıtmayıp saptırmayan, hidayete ermiş, hidayet rehberleri olmamızı nasib et.
Ya Rabbi, anlayışımız kıt, amelimiz az da olsa, ihtiyaçlarımızı Senin kapına indiriyoruz. Rahmetine muhtacız Ya Rahman, halimizi arzediyoruz...
Musa Aleyhisselam kıssasının önceki bölümünde, iman ettikten sonra Firavun'un tehdidiyle karşılaşan büyücülerin, elleri ve ayakları çaprazlama kesilip, ağaçlarda sallandırılmak üzere şehit edildiklerini görürken; Firavun ailesinden olup da iman eden ve imanını gizleyen adamın, söylediği hak sözlerden sonra ateşle tehdit edildiğini ancak Rabbimiz tarafından kurtarıldığına şahit olmuştuk. Aynı zalim Firavun'un, aynı acımasız tehditleriyle karşılaşmalarına rağmen, aralarında dünyevi netice açısından belirgin bir farklılık olduğuna işaret ederek, bu durumu Kur'an-ı Kerim'e göre değerlendireceğimizi söylemiştik. Şimdi öncü ve örnek müslümanlar için çok önemli olan bu meseleye, zalim ve mazlum konusunu esas alarak açıklık getirmeye çalışacağız.
Kur'an-ı Kerim'de sık sık karşılaştığımız zulüm ifadesi, haksızlık, eziyet, işkence anlamına geldiği gibi; bir hakkı kendi yerinden alıp, başka bir yere koymak anlamına da gelir. Bir hakkı batıl yerine koymak ne kadar büyük bir zulüm ise, bir batılı hak yerine koymak da o kadar büyük bir zulümdür. Daha açık ve anlaşılır bir ifadeyle alemlerin yegane Rabbi, yegane îlah'ı olan Allah'ın yerine bir devleti, bir parti başkanını, bir şeyhi veya bir hocayı koyarak şirk koşmak, onların emir ve hükümlerini, Allah'ın emir ve hükümlerine tercih etmek;
“Hiç kuşkusuz ki şirk, büyük bir zulümdür” [1] ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi, en büyük zulümdür.
Hepimizin bildiği gibi zalim zulmeden, mazlum ise zulme uğrayan kimse demektir. Zulmeden müsetekbirlerin ve zulme uğramasına rağmen zulme rıza gösteren mustazaflann hepsi zalimdir. Zulme uğramasına rağmen zulme rıza gösteren mustazaflar; zulme uğramakla mazlum, zulme rıza göstermekle zalim durumuna düşmektedirler. Çünkü “Zulme rıza göstermek zulümdür” buyruğunda, kısaca ifade ettiğimiz bu gerçeğin altı çizilmektedir.
Zulmeden müstekbirler veya zulmeden zalimler ise, dünyevi bakış açısıyla sadece başkalarına zulmediyor gözükselerde; uhrevi bakış açısıyla kendilerine, asıl itibariyle kendi nefislerine zulmetmektedirler. Mesela bir kimse, başka bir kimsenin malını gasbetse; bu olaydaki görünür zalim malı gasbeden, görünür mazlum ise malı gasbedilen kimsedir. Oysa biliyoruz ki haksızlıkla gasbedilen mallar, gasbeden kimseleri ateşe sürükleyecektir. Haksızlıkla başkasının malını gasbeden kimsenin durumu; başkasının bir bidon benzinini gas-bederek, gasbettiği bir bidon benzin ile kendisini yakan bir kimsenin durumu gibidir. Bu durumda gerçekten acınacak kişi, benzini gaspedilen mazlum değil, bu benzinle kendisini yakan zalimin ta kendisidir. Bu zalim hem kendisine, hem de başkasına zulmetmekte, kendisine zulmeden zalim yine kendisi olmaktadır.
Biz müslümanlar için önemli olan, zulümle ilgili bu meseleye sadece dünyevi boyuttan değil, önemle ve öncelikle ahiret boyutundan da bakmamızdır. Mesela Firavun kıssasını okurken ve bu Firavun'a “Zalim” derken, yeryüzünde haksız yere döktüğü kanları ve öldürdüğü çocukları kastedebiliriz. Ancak ahiret yaşantısında bu Firavun tarafından öldürülen masum insanların ve çocukların Rabbimizîn Iutfuyla cennette olduklarını gördükten ve Firavun'un cehennemdeki ebedi azabına şahit olduktan sonra; “Zalim” dediğimiz bu Firavun'un, en büyük zulmü öldürdüğü insanlara değil kendisine, kendi nefsine yaptığını anlayacağız. Tabi ki doğru bir anlayış olacaktır bu!. Çünkü insanlara bir saat kadar kısa olan dünya hayatında zulmeden Firavun, kendi nefsine ebedi bir hayat boyu zulmetmiş olacaktır. Meseleye asıl gerçek olan ahiret boyutundan bakıldığı ve Firavun'un cehennemdeki bu akibeti görüldükten sonra “Kendisini böyle bir azaba sürükleyen insan, kendi nefsine karşı ne kadar zalim bir insanmış” denilecektir. Söz buraya geldiği zaman Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam)'ın Müslim'de rivayet edilen bir hadisini zikretmek istiyorum.
Hz. Enes (Radıyallahü anh) anlatıyor: Resulullah (aleyhisselatü vesselam) buyurdular ki:
“Kıyamet günü, cehennemliklerin, dünyada en müreffeh olanı getirilerek ateşe bir kere batırılacak. Sonra: “Ey ademoğlu!. Hiç nimet gördün mü? Sana hiç hayır uğradı mı?” denilecek. O da “Hayır! Ey Rabbim, Vallahi hayır!” diyecek. Sonra cennetliklerden dünyada en fakir olanı getirilecek. O da cennete bir sokulup çıkarılacak ve kendisine: “Ey ademoğlu hiç fakirlik gördün mü, hiç sıkıntı çektin mi?” denilecek. O da: “Hayır! Vallahi ya Rabbi! Başımdan hiç fakirlik geçmedi, hiçbir sıkıntı çekmedim” diyecek.”
Şanı yüce Rabbimizin helak ettiği kavimlerle ilgili olarak “Sanki orada, refah içinde hiç yaşamamışlardı!.” buyruğuna paralel olan bu hadis-i şerif, bizlere cennet ve cehennem gerçeğini açıklamaktadır. Bütün bir ömrü boyunca en acı sıkıntıları çeken, en azgın zulümlere uğrayan mazlum bir müslüman, bir an için cennete girip çıktıktan sonra öylesine engin bir huzuru yaşayacak ki “Vallahi Ya Rabbi!. Ben hiçbir zulüm görmedim, hiçbir sıkıntı çekmedim” diyecektir. Bütün bir ömrü boyunca güç ve iktidar sahibi olan, refah ve bolluk içinde yaşayan Firavun ise bir an için cehenneme atılıp-çıkartıldıktan sonra öylesine acı bir azabı yaşayacaktır ki; bu acı ile bütün geçmişini unutacak ve Allah'a andederek “Ben şimdiye kadar hiçbir nimet ve refah görmedim” diyecektir.
Evet, zulüm ve zalim hakkında bu genel açıklamayı yaptıktan, zalimlerin ve mazlumların uhrevî akıbetlerine kısaca dikkat çektikten sonra, konumuzla ilgili olarak şu soruyu cevaplandırmamız gerekir. İçinde bulunduğumuz dünya hayatında, bu dünya yaşantısında, zalim bir insan, kimlere zulmedebilir? Daha açık bir ifadeyle, zalimin zulmü kimleri kuşatabilir?
Realistlerin veya materyalistlerin bu soruya verecekleri cevap, zalimlerin gücüyle ilgili ve bu güçle orantılı bir cevap olacaktır. Bu cevaba ve bu yaklaşıma göre zalimin gücü arttıkça, zalimin zulüm alanı da genişleyecektir. Sahip oldukları güce göre zulüm alanları genişleyen zalimler ise, İstedikleri zaman zulüm alanlarının içinde kalan herkese veya herşeye zulmedebileceklerdir.
Tabi ki realist ve materyalist bir yaklaşımdır bu!.
Allah'a inanan ve O'na tevekkül eden mü'minler için, bu önemli meselenin cevabı ve açıklaması böyle değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e iman eden bu mü'minler, Rabbimizin hiçbir insanı başıboş bırakmadığını, insanlara istedikleri her şeyin verilmeyeceğini ve yine bu insanların istedikleri her şeyi yapamayacaklarını bilen mü'minlerdir. Bu mü'minlerin inanç ve itî-kadlerine göre herşey Allah'ın elinde ve Allah'ın iznine bağlıdır. Allah izin vermedikçe, kıyamet kopsa ve yüce dağlar un-ufak edilse dahi; kurumuş küçücük bir yaprak, incecik dalından düşmez, düşemez!.
Peki, herşeyin üzerinde yegane Hakim olan Rabbimizin, zalimlerin zulümleriyle ilgili sünneti nedir? Hiçbir insanı başıboş bırakmayan ve bırakmayacağını bildiren Rabbimiz, zalimlerin zulümleri ve zulüm alanlarıyla ilgili olarak nasıl bir ölçü koymuştur? Zalimler güç ve iktidarlarına dayanarak, istedikleri zaman, istedikleri insana zulmedebilirler mi?
Elbetteki hayır!.
Şeytan Aleyhillane her insana müdahale etmek ve her insanı dalalete sürüklemek istemesine rağmen, şanı yüce Rabbimiz nasıl ki onu başıboş bırakmamış ve İlahi bir sınırla kısıtlandırmışsa; yaptıkları ve yapmak istedikleri zulümle şeytandan yana olan zalimleri de, aynı İlahi sınırla kısıtlandırmıştır. Peki, şeytan ve yandaşları için konulan bu İlahi sınırın ölçüleri nedir? Şeytan ve dostları hangi durumlarda, kimlere musallat olabilir? Bu sorularımızla ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de yüzlerce ayet olmasına rağmen, şimdilik bu ayetlerden sadece iki tanesini zikretmemiz yeterli olacaktır.
“Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü ancak onu veli edinenler ile onunla O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir.” [2] İşte konuştuğumuz meselenin anahtar gerçeği, bu iki ayet-i kerimede beyan edildiği gibidir. Yüzlerini ve gönüllerini inandıkları Allah'a yönelten ve O'na tevekkül eden mü'minler üzerinde, şeytan ve dostlarının hiçbir sultası, hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onların zorlayıcı gücü, ayet-i kerimelerde beyan edildiği gibi iki ayrı grup üzerindedir. Bunlardan birincisi, İlahi gerçekleri inkar ve Allah'a isyan ederek yüzünü şeytana dönen, şeytanı dost kabul edenlerdir. Şeytan ve yandaşları kendilerini dost kabul eden bu gruptaki insanlar üzerinde, söz ve güç sahibidirler. Çünkü yüzlerini şeytana dönen, şeytan ve yandaşlarını dost kabul ederek Allah'ın yardımından uzaklaşan bu insanlar, şeytan ve dostlarının müdahalelerine açık ve müstehak bir duruma gelmektedirler.
Şeytani müdahalelere maruz ve müstehak olan ikinci grup ise; Bir olan Allah'a inanmalarına ve şeytanı dost kabul etmemelerine rağmen, şeytan ve dostlannı Allah'a ortak koşanlardır. Biz müslümanlar için önemli olan ve dikkate almamız gereken grup, bu ikinci gruptur. Çünkü Allah'a inanmalarına ve müslüman olduklarını ifade etmelerine rağmen, ne yazık ki bilerek veya bilmeyerek bu ikinci gruba giren insanlar vardır. Bu insanların temel yanılgısı, güç ve imkan sahibi olarak gördükleri şeytan ve dostlarını, birçok konuda Allah'a rağmen muktedir görmeleri, Allah'a rağmen muktedir zannetmeleridir. İşte şeytan ve dostlarını yapacakları işlerde muktedir zanneden bu anlayış, şeytan ve dostlarını gerçek muktedir olan Allah'a eş koşan bir anlayıştır. Oysa yaratılmış hiçbir mahluk, ne kadar güç ve imkana sahip olursa olsun, kainatta yegane yaratıcı olan Allah'a rağmen muktedir değildir. Çünkü yapılan veya yapılacak her iş, mutlak Muktedir ve Hakim olan Allah'ın iznine bağlıdır.
Dolayısıyla böyle bir yanılgıya düşerek şeytan ve dostlarını yapacakları işlerde muktedir zanneden insanlar, mutlak muktedir olan Allah'a eş koşmak anlamına gelen bu yaklaşımlarıyla, şeytan ve dostlarının müdahalelerine açık ve müstehak bir duruma gelmektedirler. Bu yaklaşımda olan insanlar Allah'a inandıklarını ve O'na tevekkül ettiklerini söyleseler de, durum ve akibetleri değişmez. Çünkü herhangi bir insan sadece Allah'a İnanmasına ve O'na tevekkül etmesine rağmen, şeytan ve dostlarının tehdidinden korkuyorsa, duyduğu bu korku onun tevekkülünü bozmakta ve o insan Allah'a olan tevekkülünü yitirmektedir. Bir müstekbirin veya bir zalimin tehdidi karşısında “Ben Allah'a tevekkül ettim ama ne olacak, tehdidini gerçekleştirecek güç ve imkana sahip olan bu zalim acaba bana ne yapacak?” diyerek Allah'a olan tevekkülünü bozan ve O'nun yardımından uzaklaşan bu insanlar, zalimin zulmüne açık bir duruma gelmektedirler. İki ayet-i kerime çerçevesinde yaptığımız bu kısa açıklamadan sonra, “Zalimlerin zulmü, kimleri kuşatabilir?” sorumuzu, daha rahat ve daha açık cevaplandırabiliriz. Güç ve imkan sahibi gözüken Firavun veya Nemrud gibi zalimler, herkese zulmetmek istemelerine rağmen; onların bu şeytani istekleri İlahi ölçüler ile sınırlandırılmış ve kısıtlandınlmıştır. Allah'a gerçek anlamda tevekkül eden İbrahimlere ve Musalara zulmedemeyecek olan bu zalimler, ancak ve ancak kendilerini dost kabul edenlere, kendileri ile Allah'a eş koşanlara zulmedebileceklerdir. Herhangi bir zalim ne kadar güç ve imkan sahibi gözükürse gözüksün, İlahi ölçülerle beyan edilen bu hududlara mahkum olmakta ve sadece bu hududlar içinde kalan insanlara zulmedebilmektedir.
Zalimlerin zulüm alanı, İlahi ölçülerle kısıtlandırılan böyle bir alandır. Bu zulüm alanının içine zalimleri dost kabul eden ve zalimlere yandaş olan sapıklar girdiği gibi, Allah'a inanmalarına rağmen zalimleri zulmetmeye muktedir gören şaşkın veya gafil insanlar da girmektedir. Çünkü mutlak Muktedir Allah'a rağmen zalimi zulmetmeye muktedir gören herkes, ne yazık ki bilerek veya bilmeyerek zalimin zulüm alanına dahil olmaktadır.
Bizler, biz müslümanlar için anahtar gerçek, Allah'a rağmen hiçbir zalimi zulmetmeye muktedir görmememiz ve hiçbir zalimin tehdidinden korkmamamızdır. Çünkü ayet-i kerimede beyan edildiği gibi; Allah'a iman edenler ve Rab'lerine tevekkül edenler üzerinde, şeytan ve dostlarının hiçbir hakimiyeti, hiçbir sultası, hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.
Tağuti sistemlerde yaşadıkları için “Bizler tağutun hakimiyeti altındayız” gibi batıl ifadeler kullanan dünya müslümanlarının, bu ayet-i kerimeleri düşünmeleri ve bu İlahi gerçekliğe yakinen iman etmeleri gerekir. Çünkü tağutun hakimiyeti, bu hakimiyeti tanıyanlar üzerinedir. Tağut, ancak ve ancak kendisini dost kabul eden, kendisine bu hakimiyet hakkını tanıyan sapıklar ve zavallılar üzerinde hakimdir. Yegane Hakim ve hakimiyet Sahibi olarak Allah'ı tanıyan mü'minler üzerinde, tağutun böyle bir hakimiyeti söz konusu değildir.
Herhangi bir ülkede Allah'ın hükümlerinin yürürlükte olmaması, o ülkede Allah'ın değil, İslam'ın hakim olmaması anlamına gelir. Allah'ın hakimiyeti bir ülkede İslami hükümlerin yaşanıp-yaşanmamasına veya İslam'ın hakim olup-olmamasına bağlı bir hakimiyet değildir. Allah'ın “Hakim” esması, diğer İlahi esmalar gibi bir başka şeye bağlı veya muhtaç olmaktan nasıl münezzeh ise; Rabbimİzİn îlahi hakimiyeti de beşeri iktidarlara bağlı ve muhtaç olmaktan öylece münezzehtir. Yeryüzündeki beşeri iktidarlar ne olursa olsun, Allah (Celle Celaluhu) yerlerin ve göklerin yegane hakimidir. Bulundukları ülkede ne kadar güç ve imkan sahibi kimseler olarak gözükürlerse gözüksünler, firavunların veya nemrudların Allah'a rağmen bir iktidarları, Allah'a rağmen bir hakimiyetleri söz konusu değildir. Her şeyin üzerindeki mutlak hakimiyet, sadece ve sadece Allah'a aittir.
Hakimiyet meselesini bu gerçeklikte anlayan, zalimleri Allah'a rağmen zulmetmeye muktedir görmeyen müslümanlar, şirk ve küfür kanunlarının yürürlükte olduğu ülkelerde bulunsalar dahi; bu müslümanlar zalimlerin zulüm alanında değil, Allah'ın koruduğu bu güven alanında yaşayan müslümanlardır. Ve Allah'ın koruduğu bu güven alanına, Allah'a rağmen hiçbir zalimin girmesi, Allah izin vermeden hiçbir zalimin girebilmesi mümkün değildir.
Allah'a inanan ve O'na tevekkül eden peygamberler, Allah'a ve Allah'ın yardımına yakın olan böyle bir güven alanında yaşıyorlardı. Bu güven alanının hakimiyeti, yegane Hakim olan Allah'a ait bir hakimiyetti. Sadece Allah'ın hakim olduğu bu güven alanında, korkup sakınılması ve dikkate alınması gereken yegane merci, yine Allah idi. Mesela putperest bir toplumda bulunduğu halde böyle bir güven alanında yaşayan ve Nemrud'un tehdidiyle karşılaşan İbrahim Aleyhisselam, asla ve asla Nemrud'u kendisine zulmetmeye muktedir görmedi. Çünkü Allah'a sığınmasına ve O'na tevekkül etmesine, rağmen, Nemrud'u kendisine zulmetmeye muktedir görseydi, Allah'a olan tevekkülü bozulacak ve O'nun yardımından uzaklaşarak, duyduğu korku ve endişelerle başbaşa kalacaktı.
Ancak o biliyor ve iman ediyordu ki, karşısındaki Nemrud ne kadar güç ve imkan sahibi olarak gözükürse gözüksün, Allah'a rağmen hiçbir şey yapması, yapabîimesi mümkün değildi. Dolayısıy-le içine atıldığı ateş, kendisini yaksaydı, İbrahim Aleyhisselam yaşadığı bu durumu Nemrud'dan değil, sadece ve sadece Allah'tan bilecekti. Bu bilinçle “Nemrud'un ateşi beni Alaktı veya Nemrud beni yakıyor” ifadesi yerine, “Rabbimin yarattığı ateş, Rabbimin izniyie beni yakıyor” diyecekti. Çünkü bir iman ve teslimiyet sembolü olan İbrahim Aleyhisselam, nasıl bir Rabbe kul olduğunu biliyor ve inanarak tevekkül ettiği Allah izin vermedikçe, hiçbir zalimin kendisine zulmedemeyeceğine yakınen iman ediyordu.
İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, iman eden büyücüler ile Firavun ailesinden olup da imanını gizleyen adamın akıbetlerini, daha aydınlık bir düzlemde değerlendirebiliriz. Bildiğiniz gibi her iki taraf da aynı zalim Firavunun, aynı acımasız tehdidiyle karşılaşmasına rağmen; bir tarafın öldürülerek şehid edildiklerine, diğer tarafın ise Rabbimiz tarafından kurtarıldığına şahit olmuştuk. Dünyanın beklediği öncü ve örnek müslümanlar için çok önemli olan bu iki olayı, zalim ve mazlum üzerine yaptığımız bu kısa açıklamayı dikkate alarak tekrar yorumlayabiliriz.
Bildiğiniz gibi Firavunun tehdidiyle karşılaşan büyücüler, bu tehdit karşısında Firavuna dönmüşler ve “Artık neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt. Sen bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin” demişlerdi. Oysa Allah'ın iznine ve dilemesine bağlanması gereken bu sözde, dikkatimizi çeken büyük bir eksiklik bulunuyordu. Çünkü daha önce açıkladığımız gibi, Allah (Celle Celaluhu) bütün alemler üzerinde mutlak hakimdir. Bu öylesine muhteşem bîr hakimiyettir ki, bu ilahi hakimiyeti kabul eden veya etmeyen bütün mahlukatı, bütün yaratılmışları kuşatmaktadır.
Herhangi bir ülkeyi yöneten Firavun veya Nemrud, Allah'ın hakimiyetini reddetse dahi; yine de o ülkedeki mutlak hakimiyet Firavun'a veya Nemrud'a ait değildir. Çünkü biliyor ve iman ediyoruz ki Allah (Celle Celaluhu), kendi hakimiyetini reddeden firavunlar ve nemrudlar üzerinde de mutlak hakimdir. Dolayısıyla parmağını kımıldatabilmesi için bile Allah'a muhtaç olan Firavun, dünya hayatında da hükmünü yürütmeye muktedir değildir. Ancak henüz yeni iman etmiş olan büyücüler bu gerçeği bilmedikleri veya yaşadıkları büyük olayın heyacanıyla dikkate almadıkları için “Sen bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin” diyerek, Firavunu dünya hayatında hüküm yürütmeye muktedir görmüşler ve zalimleri zulmetmeye muktedir gören bu anlayış neticesinde, mazlum olarak şehit edilmişlerdir.
Firavun'un aynı tehdidiyle karşılaşan iman eden adam ise ilmi birikimi ile “Sizin beni kendisine çağırmakta olduğunuz şeyin, dünyada da, ahirette de çağrıda bulunabilme hakkı ve yetkisi yoktur” diyerek Firavun'a böyle bir yetki tanımamış ve “Artık ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kulları pek iyi görendir” diyerek de, Allah'a tevekkül etmiştir. Dolayısıyla iki farklı akıbetin farklı nedenlerini, öncelikle birbirinden ayrı bu yaklaşımlarda, bu cevaplarda görmemiz gerekir.
Tabi ki bu değerlendirmemizde, iman eden ancak bu gerçekleri henüz bilmeyen büyücüleri küçümsemek gibi saçma bir gayemiz yoktur. Çünkü onlara bildikleri gerçekler ve sahip oldukları yürekler yetmiştir. Çok kısa olan dünya hayatının, çok kısa olan bir aralığında gösterdikleri iman ve teslimiyet ile şehadet mertebesine erişen bu insanlar, hiç kuşkusuz ki kendilerine gıpta ile selam gönderdiğimiz insanlardır.
“Hocam, imanını gizleyen adamın ilmi, bu adamı şehitlik gibi bir mertebeden mi engelledi?”
Güzel ve yerinde bir soru Fatih. Bunu daha önce ben de düşünmüş, kendisini sevdiğim ve ilmi çalışmalarını takdir ettiiğim İsmail kardeşime aynı soruyu sormuştum. Rabbimin korumasını dilediğim bu güzel müslüman biraz düşündükten sonra, bana şu ayet-i kerimeleri hatırlattı.
“Allah'a ve Resul'üne kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.” [3]
“Allah'a ve O'nun Rasulüne iman edenler; işte onlar Rableri katında sıddıklar ve şehidlerdir. Onların ecirleri ve nurları vardır..” [4]
İşte aradığımız cevap bu ayet-i kerimelerde beyan edilmekte, şehitlerden önce ve peygamberlerden hemen sonra zikredilen sıddıkların, şehitlerden daha yüce bir mertebede bulundukları belirtilmektedir. Dolayısıyla imanını gizleyen bu adam verdiği dosdoğru cevap ile şehitlik mertebesinin altına düşmemiş, peygamberlerden sonra gelen sıddıklar ve sadıklar mertebesine yükselmiştir.
Hocam, iman eden büyücüler de Firavun'u zulmetmeye muktedir görmeyip, Allah'a tevekkül etselerdi, onlar da asılmaz mıydı?
Merve hanım!. Bizim üzerinde önemle durduğumuz ve biz müslümanları öncelikle ilgilendiren husus, zalimleri zulmetmeye muktedir görmememiz ve bir mazlum vasfıyla, zalimlerin zulüm alanına girmememizdir. Bunu yaptığımız ve bu bilinçli tavrı gösterdiğimiz zaman, İlahi yardıma açık ve yakın bir konuma gelmemize rağmen yine de sonuç itibariyle Rabbimizin takdir ve dilemesinin ne olacağını bilemeyiz. Ancak bildiğimiz ve iman ettiğimiz bir husus vardır ki, bu bilinçli yaklaşımı gösterdiğimiz zaman zalimlerin zulüm alanından çıkmakta ve Rabbimizin vadettiği güvenlik alanına girmekteyiz. Rabbimize ait bu güvenlik alanına girdiğimizde, karşılaşacağımız muhtemel akıbet ne olursa olsun, kesinlikle ve kesinlikle bizler için bir zulüm değildir. Çünkü bu güvenlik alanının Sahibi olan Allah, iman ve tevekkül ile bu alana giren kulları için zulüm dilemez. Dolay isiyle böyle bir iman ve tevekkül ile Rabbimizin güvenlik alanına giren bir müslümanın, zulme uğraması ve mazlum konumuna düşmesi düşünülemez.
Daha açık bir ifadeyle, zalimlerin itham ve tehditleriyle karşılaşmasına rağmen, aciz bir yaratık olan bu zalimleri zulmetmeye muktedir görmeyen, ilgisini ve tevekkülünü yegane yaratıcı Allah (Celle Celaluhu)'ya yönelten bir mü'min zalimlerin zulüm alanından çıkarak Allah'ın güvenlik alanına girmekte ve kulları için zulüm dilemeyen, kulları için zulüm dilemekten münezzeh olan Allah'ın rıza ve hoşnuttluğu iie teceli edecek olaylarla karşılaşmaktadır. Artık bu mü'minin İlah'ın dilemesiyle karşılaşacağı olaylar ne olursa olsun, kesinlikle ve kesinlikle zulüm değildir. Herhangi bir müstekbir Allah'ın dilemesi ile bu müslümanın elini ayağını kesse veya onu öldürse dahi, bu müslümana değil sadece kendisine zulmetmiş olur. Çünkü zalimi zulmetmeye muktedir görmeyen ve başına gelen herşeyi Allah'tan bilen bu müslüman, kendisinin zulme uğradığını değil, Allah'ın izni ve muradı ile gerçekleşen bu musibetlerle imtihan edildiğini bilecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de;
“Andolsun biz sizi bir parça korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabir gösterenleri müjdele.” [5] buyurulmaktadır. Dolayısıyla böyle bir iman ve tevekkül içinde bulunan bu müslüman, Rabbimizin dilemesiyle bir müstekbir tarafından öldürülse dahi; iman eden büyücüler gibi zulme uğrayan mazlum bir şehit değil, hakkı doğrulayan ve hakka şahitlik eden sıddık bir şehit olacaktır.
Günümüz müslümanlarının, özellikle beklenen müslümanların, bizler için çok önemli olan bu meseleyi ve bu gerçekleri dikkate almaları gerekir. Çünkü halkında müslüman olan ülkelerde, müslümanların sahiplenmeleri gereken İslami kişilik, ne yazık ki kayıp kıta gibidir. Asilerin, bağilerin, mürtecilerin, müşriklerin sahte bir onur ve sahte bir şerefle yaşadıkları bu ülkelerde; İslam'a talip olan ve İslam'la şereflenen birçok müslürnanda, tuhaf bir aşağılık kompleski ve boynu bükük tavırlar görülmektedir.
Çaresiz ve sahipsiz insanlara özgü bu mazlumluk psikolojisi, ne tuhaftır ki hiç tuhaf karşılanmaz!. Mesela tağuti sistemlerde yaşayan ve yaşamaya mahkum olan müslümanlara; “Sizler mazlum musunuz?” sorusunu yöneltsek “Evet mazlumuz.” diyecekler ve “Neden mazlumsunuz?” sorusuna ise “Zalimler bize zulmettiği için mazlumuz!.” karşılığını vereceklerdir. Tabi ki bu cevaba itiraz ederek “Sizler öncelikle, zalimleri zulmetmeye muktedir gördüğünüz için mazlumsunuz.” diyeceğiz. Çünkü mazlum olan kimseler, zalimin zulmüne uğramazdan önce; zalimi zulmetmeye muktedir görerek, kendilerine, kendi nefislerine zulmeden kimselerdir. Nitekim Kur'an'daki birçok ayet-i kerimede, bu gerçek açıkça beyan edilmektedir.
“Gerçek şu ki Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak İnsanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.” [6]
Ayet-i kerimedeki “Hiçbir şey” ifadesi, herşeyi içine alan bir ifadedir. Herşeyi içine alan bu ifadenin içine; şirk ve küfür düzenleri, müstekbirler ve tüm tagutlar girdiği gibi, Nemrud ve Firavun gibi bütün zalimler de girmektedir. Dolayısıyla ayet-i kerimedeki “Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez” buyruğunu “Rahman ve Rahim olan Allah, insanlara hiçbir tağutla, hiçbir küfür rejimiyle, hiçbir müstekbirle. Firavun veya Nemrud gibi hiçbir zalimle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi kendilerine zulmediyorlar” şeklinde anlamamız gerekir.
Ayet-i kerimeyi bu açıklıkta anladığımız, hiçbir zalimin, Allah'a rağmen bizlere zulmedemeyeceğini bildiğimiz zaman. hangi tağuti sistemde veya hangi cahili toplumda yaşıyorsak yaşıyalım, izzet ve onur sahibi birer müslüman olarak doğrulabilmemiz mümkün olacaktır. İslami kişiliğimize aydınlık veren bu izzet ve onuru, hiçbir tağutun veya hiçbir müstekbirin gölgelendirebilmesi mümkün değildir. Rabbimizin İlahi hakimiyeti, nasıl ki bir ülkede İslami hükümlerin yaşa-nıp-yaşanmamasına bağlı değilse; müslümanların izzet ve onuru da, yaşadıkları ülkede İslami hükümlerin ya-şanıp-yaşanmamasına bağlı değildir. Çünkü bu güzel müslümanlar sahiplendikleri izzet ve onuru, yaşadıkları ülkelerin rejiminden değil, Kendisine kul oldukları Allah'tan almaktadırlar.
Gerçekten güç ve izzet sahibi müslümanlar, sahiplendikleri izzet ve onuru, sadece ve sadece Aziz ve Kerim olan Allah'tan alan böyiesi müslümanlardır. Mesela şimdiye kadar hiç görmediğiniz, hiç tanımadığınız güzellikteki bir mü'min yanınıza gelse ve rahmet dolu gözlerle sizlere bakarak “Biz iki kişiyiz ve yeryüzündeki bu zulmü ortadan kaldırmak istiyoruz” dese, bu güzel müslümana ne cevap verirsiniz?
İki kişiyle mümkün olamayacağını söyleriz!. Bu cevabını yadırgamıyorum Hamdi. Çünkü günümüz müslümanlarının büyük çoğunluğu böyle bir soruya cevap dahi vermez, cevaba dahi gerek duymazdı!. Ancak ben böyle bir müslümanla ve böyle bir sözle karşılaşsaydım, Önce onun gözlerine dikkatlice bakar ve bu güzel müslümana ikincisinin kim olduğunu sorardım. Bu güzel müslüman şayet bana ikincisinin Allah olduğunu söylerse ve gözleri de, bu sözlerini doğrularsa, ona gıptayla bakar ve kalbi bir mutmainlikle “Aziz ve Kerim olan Allah'a andolsun ki, siz gerçekten çok güçlü bir cemaatsiniz” cevabını verirdim. Ve Allah'a hamdetmeye, Allah'a şükretmeye başlardım. Çünkü uzun asırların hasretini ve yorgunluğunu taşıyan gözlerimiz için, gerçekten gözaydınhğı olacak mü'min işte budur. Nitekim şirk ve küfüre bulanmış günümüz dünyası, ikincisi Allah olan böyle bir mü'mini, böyle bir müslümanı beklemektedir.
Beklenen müslüman, ikincisi Allah olan böyle bir müslümandır.
Kısa bir şekilde değerlendirdiğimiz zalim ve mazlum meselesinde belirtitiğimiz gibi; izzet, güç ve onur konusunda cahili propagandanın tesirinde kalan dünya müslümanlarında, şeytan ve dostlarını zulmetmeye muktedir görme yanılgısı yaşanmaktadır. Mutlak güç ve İktidar sahibi zannedilen şeytan ve dostları zulmetmeye muktedir görülerek, gerçek ve mutlak muktedir olan Allah'a bilmeyerek eş koşulmakta; gafletten ve görünür hadiseleri yanlış yorumlamaktan kaynaklanan bu ciddi yanılgı ile şeytan ve dostlarının nüfuzu altına girilmektedir.
Zihin ve yüreklerdeki bu batıl hakimiyetin, Kur'ani gerçeklerle bir an önce yıkılması gerekmektedir. Müslümanlar elbetteki havf ve reca yani korku ve umud arasında yaşayan insanlardır. Ancak iç dünyamızda hissettiğimiz korku ve umudun, İlahi ölçüler çerçevesinde yaşanması gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle bilinçli bir müslüman, hakh nedenlere dayanan bir korku ve yine haklı nedenlere dayanan bir umud arasında olmalıdır. Fakat ne gariptir ki günümüz dünyasında haksız yere umudlanan batıl fırka, grup ve meşrep mensupları olduğu gibi, haksız yere umudlarını yitiren müslümanlar da bulunmaktadır!.
Haksız yere umudlananlardan, batıl zanlar ile kendilerini ve çevresindekileri aldatanlardan tek tek örnek vermemize gerek yoktur. Çünkü bir gözümüzü hafifçe açmamız, hafifçe aralamamız dahi, bu örneklerden yüzlercesini görmemize yeterli olabilecektir. Uluslararası batıl değerlerle entegre olmalarına ve İstikballerini demokrasinin yargısına teslim etmelerine rağmen “İstikbal İslam'ındır ve zafer inananlarındır” diyerek kendilerini aldatan insanlar ve bu insanların bi-raraya toplandıkları yapılar, ne yazık ki görmek istemediğimiz kadar çoktur. Dünya müstekbirlerinin gözetimindeki uzlaşma meralarında bulunan ve karşılıklı taviz hormonlarıyla geliştirilen bu yapılar, hormonlu bir dana gibi her geçen gün daha bir irileşmektedir!.
Oysa bu gibi yapılar ne kadar irileşirse irileşsin, bu yapılardaki insanların haksız umudları ne kadar büyütülürse büyütülsün, müstekbirlerin şeytani tavizlerini Allah'ın yardımına tercih eden böylesi yapıların ve bu yapılarda bulunan insanların, İslam'ın istikbalinde söz sahibi olamayacakları açıktır. Yaşadığımız dünyada İslam'ın İstikbali, hiçbir kuşkunuz olmasın ki bu dünyadaki muvahhid müslümanların yaptıklarıyla bir anlam, bu muvahhidlerin yapacaklanyla bir aydınlık kazanacaktır. Dolayısıyla batıl umutlarla derin bir aldanışı yaşayan kimselerin içinde bulundukları durumdan ziyade, tevhid akidesine sahip olmakla beraber haklı nedenlere dayanmayan bazı endişeler ve yine haklı nedenlere dayanmayan bazı umudsuzluklar içinde olan kardeşlerimizin durumuna değinmek, bu muvahhidlerin durumunu değerlendirmek istiyoruz. Mesela din olarak İslam'ı seçmelerine ve tevhidi bir akideye sahip olmalarına rağmen yaşadığımız dünyaya kendisinden kaynaklanan bir endişeyle bakan birçok kardeşimizin şu anlatımlarıyla sık sık karşılaşmaktayız.
“Kendilerini İslam'a nisbet eden bazı mezhebi devletler dışında, emperyalizm bütün bir dünyaya hakim olmuş durumdadır; bilim, sanayi ve teknoloji, emperyalizme hizmet etmektedir. Silah sanayi onların elindedir, kapital onların elindedir, siyasi dizginler onların elindedir, ekonomik güç onların elindedir, teknoloji onların elindedir, medya onların elindedir ve böylesi imkanlara sahip olamayan insanlar, toplumlar, kitleler onların elindedir!. Bütün bu güçleri görmemezlikten gelmek, yok kabul etmek mümkün müdürlerden bir kısmı ele geçirilmeden, bilim ve teknoloji konularda aramızdaki uçurum kapatılmadan, onlara karşı nasıl bir üstünlük sağlanabilir?”
Evet, bütün bu endişeli ifadeler hakkın değil, görülen realitenin bir ifadesidir, dolayısıyla bu anlatım, hak ile yeterli ilişki kuramamış insanlar açısından reel yani gerçek bir anlatımdır. Nitekim yaşanan realiteyi sadece bu açıdan gözlemleyen insanlar, bu gerçekler karşısında umudsuz, bu gerçekler karşısında çaresizdirler!. Peki hakka ve hakkı esas alan müsîümanlara göre durum böyle midir veya böyle mi olmalıdır?
Elbetteki hayır.
Kur'an-ı Kerim ifadesiyle “Hiçbir nefse güç yetiremeyeceğini yüklemeyen” Rabbimiz, iman eden hiçbir nesile de güç yetiremeyeceğini yüklemez. Mesela belli bir güç ve imkana sahip olan İslam Devletinin müntesiplerine “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bil-meyip Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup caydırasınız..” [7] buyuran ve silahlarıma konusunda bu müslümanların öne geçmesini dileyen Rabbimiz; cahiliyenin kitleselleştiği ve emperyalizmin küreselleştiği günümüz dünyasındaki müsîümanlara. böyle bir mükellefiyet yükiememektedir.
Daha açık bir ifadeyle, hiçbir nefse ve hiçbir nesile güç yetiremeyeceğini yüklemeyen Rabbimiz, güç dengelerinin emperyalizmlehine bozulduğu böylesi dönemlerde, hiçbir peygambere veya hiçbir mü'min nesline güç yetirerneyeceği şeyleri yüklememiş ve bu mü'minlere “Uzun yıllar çalışarak, bilim, teknoloji, silah ve kapital konularındaki bu farkı gidermeye çalışın” dememiştir. Çünkü güç dengelerinin açık bir şekilde müstekbirlerin ve emperyalizmin lehine bozulduğu böylesi dönemlerde, İslami harekete yine Allah müdahil olmakta ve realiteyi altüst eden bu İlahi müdahale ile, güç dengeleri müslümanlann lehine değişmektedir.
Hakkı getirmek için öncelikle batılı yok etmeye çalışan ve batılla uğraşan müslümanlarm, Kur'an-ı Kerim'deki “Hak geldi, batıl yok oldu; Hiç şüphesiz batıl yok olucudur.” [8]buyruğunu düşünmeleri gerekir. Bu İlahi buyruktan anlaşılacağı üzere batıl, hak geldikten sonra yok olmaktadır. Batılın yok olması için hakkın gelmesi şart olmasına rağmen; hakkın gelmesi için öncelikle batılın yok edilmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla sınırlı olan güç ve imkanımızı batılla uğraşmak, batılla yarışmak, batılı geçmek ve onu yok etmek için değil, öncelikle ve. öncelikle hakkı getirebilmek için kullanmalıyız.
Batılla uğraşmaktan ziyade hakkı getirmek için yapılacak bu mücadelede, müslümanların yanında ve müslümanlarm safında olan Allah (Celle Celaluhu), biz müslümanlarla rahmetli bir iş bölümü yapmaktadır. Rahmet ve merhamet dolu bu iş bölümüyle ilgili olarak Kur'an'da yüzlerce ayet-i kerime olmasına rağmen, bunlardan küçük bir kısmını zikretmemiz yeterli olacaktır.
“Allah, sizin düşmanlarınızı en iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter.” [9]
“Yalanlamakta olan nimet (refah ve servet) sahihlerini sen Bana bırak ve onlara az bir süre tanı.” [10]
“Hani o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya seni sürgün etmek amacıyla, sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklara karşılık verenlerin) hayırhsıdır.” [11]
“Gerçek şu ki, onlar hilelidüzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış (bambaşka bir) düzen vardır.” [12]
“Size bir iyilik dokununca onları tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların 'hileli düzenleri' size hiçbir şeyle zarar veremez. Allah hiç şüphesiz, onların yapmakta olduklarını kuşatandır.” [13]
“Ey iman edenler, siz kendi nefisleriniz(i ıslah etmey)e bakın. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” [14]
Evet, hiçbir nefse ve hiçbir nesile güç yetiremeyeceğini yüklemeyen şanı yüce Rabbimiz, rahmet dolu bu İş bölümünde biz müslümanlara “Sizler bütün emperyalistleri; onların bilim, teknoloji, kapital ve silahlanma konusundaki üstünlüklerini: sizlere yönelik tehditlerini ve tüm hileli düzenlerini Bana bırakın. Sizler sadece
iman, sabır ve tevekkül ile kulluğunuzun ve doğru yolun gereğini yaşayın” buyurmaktadır.
Şimdi Kur'an-ı Kerim'e İman eden mü'minler olarak, Rabbimizin “Bana bırakın” buyurduğu konuları O'na bırakmamız, O'na tevekkül etmemiz ve bu konularda hiçbir endişe duymamamız gerekmez mi? MüstekbirSerin ve emperyalistlerin sahip gözüktüğü tüm şeylerin, Rabbimiz katında ne önemi vardır ki? İnsanları avutmak ve aldatmak için kullandıkları tüm medya onların elinde olsa dahi kalpler Allah'ın elinde değil mi? Dünyadaki bütün madenleri, bütün maddeleri birer silah haline getirseler, şanı yüce Rabbimizin kuvvet ve kudreti yanında bunun ne anlamı vardır ki? Bu sözlerimi duyan ve düşünen bazı kardeşlerim başlarını sallayarak bana hak verecekler fakat diğer yandan kalplerindeki kuşku ve endişeyi şu cümleyle ifade edeceklerdir; “Ellerindeki güç ve silahlarla tabi ki Allah'a hiçbir şey yapamazlar, elbetteki hiçbir üstünlük sağlayamazlar, sağlayamazlar ama, bize gelince İş değişir! Çünkü bizler insanız!”
Evet, yersiz bir kuşkuyu ifade eden, yerli yerinde bir itiraftır bu!.
Oysa bu batıl korku sarhoşluğundan kurtularak, bir an önce kendimize gelmemiz ve kendi gerçekliğimizi farketmemiz gerekir. Çünkü Allah'ın dini söz konusu olduğu zaman, müslümanlar olarak kendimizi niye Allah'tan ayrı, Allah'tan gayrı düşünelim ki? Allah (Celle Celaluhu) bizlerin sahibi, bizlerin yardımcısı, bizlerin koruyucusu değil mi? Tur-u Sina'da Musa ve Harun Aleyhisselam'a “Onlardan korkmayın. Çünkü Bensizinle birlikteyim, her şeyi işitmekte ve herşeyi görmekteyim...” buyuran Rabbimizin bu muhteşem vaadi, bizleri, biz müslümanları da kuşatmıyor mu? Yoksa bu İlahi vaad, sadece peygamberlerle ilgili ve onlara yönelik bir vaad mi? Halbuki kalplere kuşku veren bu gizli sorulara, Kur’an-ı Kerim apaçık bir şekilde cevap vermektedir.
“Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder.” [15]
“Hiç şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere, dünya hayatında da, sahidlerin duracakları günde de elbette yardım edeceğiz.” [16]
Dikkat edilirse Allah (Celle Celaluhu)'nun yardımına sadece peygamberler değil iman eden müslümanlar da mazhar olmaktadır. Ayrıca altının çizilmesi gereken bir diğer gerçek, bu ilahi yardımın sadece ahiretle ilgili değil, dünya hayatında da gerçekleşeceği ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın, dünya hayatına da bizzat müdahil olduğudur. Bu ilahi yardıma mazhar olabilmek için iman ve tevekkül gerekmektedir. Allah'a iman ve tevekkül eden bu mü'minlerin, artık müstekbirlerin silahlarından ve zalimlerin zulümlerinden korkmaları söz konusu değildir.
Tasması sahibinin elinde olan bir köpek, ne kadar havlarsa havlasın ve ne kadar dişini gösterirse göster-sin, biliriz ki o köpeğin tasması sahibinin elindedir ve sahibinin izni olmadıkça, bize hiçbir zararı dokunmayacaktır. Çağımızdaki müstekbirler de, müslümanları ne kadar tehdit ederlerse etsinler ve ne kadar dişlerini gösterirlerse göstersinler, müslümanîar bilmelidir ki bu müstekbirlerin nefes alması bile Allah'ın iznine bağlıdır. Allah'ın izni olmadan, serçe parmaklarını kımıldatacak güçleri ve takatları yoktur.
Meseleyi böyle görmeli, meseleye böyle iman etmeliyiz. Kuvvet ve kudret sahibi Rabbimiz bizleri işitmekte, bizleri görmekte ve bizlerle birliktedir. Dünyanın bütün müstekbirleri biraraya gelse, Allah'ın izni olmaksızın bizlere hiçbir zarar gelmeyecektir. Rahman olan ve Kendisine sığınan mü'minler için zulüm dilemeyen Rabbimizin izni olmadan, tüm müminlerin ve müslümanlann velisi olan Rabbimizin dilemesi olmadan, onlar bize ne yaparlar, bizlere ne yapabilirler ki!.
Hiçbir şey yapamazlar hocam. Fakat Allah'ın izni olmadan hiçbir şey yapamayacaklarını sadece biz biliyoruz!. Acaba onlar da biliyor mu?
Bu soruyu neden sorduğunu ve nasıl bir endişe duyduğunu anlıyorum Veli!. Seksenli yılların başlarında saf ve temiz kalpli bir kardeşimle bu mevzuyu konuşurken, bu kardeşime de aynı mutmainlikle, aynı yaklaşımda bulunmuş ve “Allah'ın izni olmadan onlar bizlere hiçbir şey yapamazlar” demiştim. Bu kardeşim bir süre düşündükten sonra gözlerime endişeyle bakmış ve “İyi, iyi de, onlar da bunu biliyor mu?” demişti. Nedenini anladığım bu soru karşısında hem gülümsemiş ve hem de bu temiz yürekli kardeşime şu fıkrayı anlatmıştım.
Akli dengesini kaybeden bir adam, kendisini mısır tanesi yani darı zannediyor ve tavukların kendisini yiyeceğinden korkuyormuş!. Akıl hastanesinde uzun bir süre tedavi gördükten sonra artık iyileştiğini ifade ederek hastaneden taburcu edilmesini istemiş. Kendisiyle bu hususta görüşen doktorun “Sen darı mısın?” sorularına devamlı olarak “Ben darı değilim” cevabını verince; hastasının iyileştiğini kabul eden doktor, hastanın taburcu edilmesine karar vermiş. Eşyalarını toplayan hasta doktoruna veda edeceği zaman, içini kemirmekte olan korkunç soruyu doktoruna sormaya karar vermiş. Hastanenin merdivenlerinde kendisini uğurlamak isteyen doktora dönerek “Doktor bey!. Ben darı değilim, değilim ama!.” dedikten sonra bir an susmuş. Korku ve endişe dolu gözlerle etrafına baktıktan sonra kısık bir sesle ilave etmiş.
“Bunu tavuklar biliyor mu?”
Evet, yenilecek ve yutulacak bir mısır tanesi olmadığımızı tavukların bilmesine gerek olmadığı gibi; Allah'ın müslümanlara yardımcı olduğunu. Allah'ın izni olmadan hiçbir şeyin müslümanlara en ufak bir zarar veremeyeceğini dünya müstekbirlerinin bilmesine de gerek yoktur. Bu gerçeği müslümanlann bilmesi ve bu gerçeğe müslümanlann teslim olması yeterlidir. Böyle bir teslimiyetle Allah'a iman ve tevekkül eden bu müslümanlara yapılan bütün tehditler, bu müslümanlann korkusunu değil, imanını arttıracaktır.
“Onlar (öyle kimselerdir ki), insanlar kendilerine: “Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dediklerinde imanları ananlar ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir.” [17]
İşte öncü ve örnek müslümanlar için, mazlumluğu ve mustazaflığı reddeden Rabbani yaklaşım budur. Nitekim tevhidi mücadeleyi başlatan peygamberlerde ve öncü müslümanlarda görülen güven duygusu; maddi güç veya kemiyetten değil, böyle bir Rabbani ve Rahmani bilinçten kaynaklanmaktadır. Çünkü tevhidi mücadelenin ilk oluşumunda maddi güç veya kemiyet olmadığı gibi, bunların getirdiği basit güven duygusu da yoktur.
Yaşadığımız dünyada hakka ve güzele öncü olmak isteyen kardeşlerimizin, zalimi zulmetmeye muktedir görerek mazlum durumuna düşmemeleri ve öncülük sıfatlarıyla bağdaşmayan bu mazlumluk sıfatını reddetmeleri gerekmektedir. Gerçi müslümanlığın, mazlumlukla özdeş kabul edildiği böyle bir dünyada, bütün müslümanların bu meseleyi anlamalarını ve bu gerçeklerle şuurlanmalarını beklemiyoruz. Ayrıca mazlum olmak veya mazlumluğu kabul etmek, müslümanları dinden çıkaran bir durum değildir. Ancak peygamberlerin yolunda ve peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (Aleyhissalatu vesselam)'ın rehberliğinde öncü adımlara talip olan kardeşlerimizin, bu önemli meseleyi mutlaka idrak etmeleri ve müstekbirlerle dolu evrensel düzleme, böyle bir idrak ile adım atmaları gerekir. Meseleye bu bilinç ve bu imanla yaklaştığımız zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki hem gerçek kimliğimize kavuşacak ve hem de müstekbirlerin tüm şeytani hesapları bozulacak, tüm şeytani düzenleri yıkılacaktır. Çünkü kendilerini mısır tanesi zanneden müslümanların, kolayca yenilip-yutulduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Böyle bir durumda mısır tanesi olmaktan kurtulabilmek ve tavuklarla aramızdaki mesafeyi kapatabilmek için bilim, teknoloji ve silâhlanma konularında uzun yıllar sürecek çalışmalara girmemize hiç gerek yoktur. Mısır tanesi olmaktan kurtulabilmemizin en kolay ve en kısa yolu, mısır tanesi olmadığımızı bilmektir. Bunu bildiğimiz ve Allah'ın sıfatlarına, hükümlerine, vaadlerine, sünnetine yakinen iman edip, Allah'a gerektiği gibi tevekkül ettiğimiz zaman, şeytan ve dostlarının bizler üzerinde hiçbir hakimiyeti, hiçbir zorlayıcı gücü olmayacaktır. Yeter ki, yeter ki Kime kul olduğumuzu idrak edelim!.. Gerçek bir iman ve gerçek bir tevekkül sembolü olan İbrahim Aleyhisselam'a bu idrak ile bakalım. Nemrud'un yaktığı ateşte oturan ve bizlere tebessüm eden bu Allah dostunu, bu Halil-ur Rahman'ı anlamaya çalışalım. Çağdaş Nemrudlar'dan korkan gözlerimiz, çağlarüstü bir imam olan bu İbrahim'e bakarak yıkansın, aydınlansın, yüreklensin...
Ve anlayalım, idrak ve iman edelim bu İlahi gerçekliğe. Çağdaş Firavunların veya Nemrudlann, Allah'a tevekkül eden müminlere kesinlikle zulmedemeyeceklerine ve zulmetmeye muktedir olmadıklarına. Asırlardır bekleyen müslümanlardan değil, asırların beklediği müslümanlardan olabilmek için tanış olalım böylesi kimliklerle, böylesi kimliği yaşayan kardeşlerimizle..
Şanı yüce Rabbimiz, Sünnetullah ile tehdit edilen her kavime mühlet tanıdığı gibi Firavun kavmine de mühlet tanımıştı. Onları inkarları nedeniyle hemen helak etmemiş, iman edenlerin neye İman ettiklerini ve inkar edenlerin de neyi İnkar ettiklerini iyice bilmelerini murad etmişti. Bu mühlet ve sınama döneminde; daha önce neyi inkar ettiklerini yeterince bilmeyen bazı kimseler inkardan vazgeçerek iman ederlerken, iman eden insanlar da bu imanlarının imtihanım veriyorlardı. Bu mühlet ve sınama dönemi, safların birbirinden iyice ayrıldığı, iman ve inkarın netlik kazandığı bir dönem oluyordu. Musa Aleyhisselam, bu mühlet döneminde kavmini iman ve sabıra davet ediyor “Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki yeryüzü Allah'ındır, ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç muttakilerindir” diyordu. Sünnetullah'in bir ifadesi olan bu İlahi gerçekliği yeterince anlamayan kavmi ise bir yılgınlık ve mü'minlere yakışmayacak bir şikayet duygusuyla “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğradık” diyerek, ne kadar umudsuz olduklarını ifade ediyorlardı. Tabi ki Musa Aleyhisselaın kabul edebileceği bir yılgınlık ve umudsuzluk değildi bu. Nitekim Allah'a ve Sünnetullah'a imandan kaynaklanan emin bir sesle “Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler kılacak, böylece nasıl davranacağınızı gözleyecek diyor ve müjde dolu bu sözlerle onları mü'minlere yakışacak bir sabır ve tevekküle davet ediyordu. Rahman olan Rabbimiz, Sünnetullah'la tehdit edilen her kavime mühlet zamanında belki öğüt ahp düşünürler, belki dönerler diye nasıl ki bazı mucize ve musibetler göndermişse; Firavun kavmine de bazı musibetler göndermiş ve onları uzun yıllar kuraklığa ve ürün kıtlığına uğratmıştı. Mühlet zamanında gerçekleşen bu mucizevi musibetler, hiç kuşkusuz ki Rahman olan Allah'ın bir rahmeti, bu musibetlerle karşılaşan insanlar için bir hidayet ve-silesiydi. Çünkü insan fıtratını hakkıyle bilen Rabbimiz; insanların bolluk ve refahta genellikle azgınlığa, darlık ve sıkıntıda da Kendi Zatına yöneldiklerini çok iyi bilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu örnekler, insanların bu fıtri yönelişine açıklık getirmektedir.
“Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz, o gemilerde içindekileri güzel bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri sırada, o gemiye çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar kuşattverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını zannettikleri vakit, dinde Allah'a 'gönülden ve katıksız bağlılar (muhlisler)' olarak O'na dua etmeye başlarlar: “Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükredenlerden olacağız” (derler.)” [18]
“Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz, insan pek nankördür.” [19]
İnsanların bu yönelişini hakkıyle bilen Rabbimiz “Biz hangi memlekete bir peygamber gö'nderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz. buyruğunda da beyan ettiği gibi, bir hidayet vesilesi olması için söz konusu zorluk ve sıkıntıları göndermektedir. Dolayısıyla bu gerçekliği çok iyi bilen peygamberler de, batıl bir yaşantı içinde olan insanların öncelikle dünyevi sıkıntılarından kurtuluşlarını değil, asıl hayat olan uhrevi kurtuluşlarını önernsemişler-dir. Çünkü batıl ve cahili bir hayat içindeki toplumların öncelikle sosyal ve ekonomik durumlarını rahatlatmaya çalışmak; Sünnetullah'a ve toplum psikolojisine uygun rahmetli bir yaklaşım değildir.
Bunları söylerken, cahili toplumlarda yaşayan öncü ve örnek müslümanları, insanlar hidayete yaklaşsınlar diye toplumu sosyal ve ekonomik sıkıntılara sürükleyecek çalışmalara veya sabotajlara tabi ki teşvik etmiyoruz. Çünkü hayr ve rahmet elçisi olması gereken müslümanlar, böylesi girişimlerden sakınmakla mükellef oldukları gibi; meselenin bu boyutunu sadece ve sadece Allah'a bırakmakla da mükelleftirler. Cahili yaşantı içindeki toplumlara, bir hidayet vesilesi olmak üzere zorluk ve sıkıntı gonderilecekse, bu sadece alemlerin Rabbine ait bir iş ve sadece O'na ait bir yetkidir. Bizim altını çizdiğimiz gerçek, yukarıda da belirttiğimiz gibi cahili yaşantı içindeki insanların öncelikle dünyevi değil, uhrevi kurtuluşlarını önemsememiz ve çalışmalarımızı öncelikle bu boyutta yoğunlaştırmamızdır.
Hocam, asr-ı saadet döneminde müellefet-ül kulub olarak gayrimüslimlere yapılan yardımlar var. Bu yaklaşım ile sizin açıklamalarınızı biraraya getirmekte zorlanıyorum!.
Bu dikkatli ve önemli soruda, dikkat etmediğin bir husus var Fatih. Bizim Kur'an-ı Kerim'i ve Sünnetullah'ı dikkate alarak yaptığımız açıklamalar, cahili toplumlara genel yaklaşımlarla ilgili açıklamalardır. İnsanlarla olan özel ilişkilerimizde ise Sünnetullah merkezli bu genel yaklaşımı dikkate almakla birlikte, karşılaştığımız insanın durumuna göre ona merhametle yaklaşmak ve yardım etmekle mükellefiz. Çünkü “Mazlumun ve yoksulun dinine bakılmaz” prensibini benimseyen müslümanlar, sadece kendilerinden olana ciddi yardımlarda bulunan masonlar gibi değildir. Müslümanlar, müslümanlığa değer verdikleri gibi, birey olarak insana da değer verirler. Nitekim müslümanların diğer insanlara rahmetli yaklaşımlarından sadece bir tanesi olan müellefet-ül kulub, müslüman olmamalarına rağmen toplumda dürüst olarak bilinen insanların kalplerini İslam'da telif etmek, kalplerini İslam'a ısındırmak için onlara değer verilmesi ve lutufla yaklaşılmasıdır.
Özel durumlarda bu gibi insanların kalplerini İslam'a ısındırmak için onlara dünyevi yardımların yapılması, sonuç olarak uhrevi kurtuluşu hedef aldığı için, elbetteki söz konusu genel yaklaşımı tekzip etmeyen özel ve gerekli yaklaşımlarımızda. Zaten müslüman kimliğimizle herhangi bir yoksula veya mazluma Allah rızası için yardım ederken, aynı uhrevi kurtuluşu önemsiyor ve yardım ettiğimiz kişinin tabi ki bize değil Allah'a şükretmesini, bize değil Allah'a yakınlaşmasını istiyoruz. Ancak bu özel yaklaşımlarımızın genele şamil kılınamayacağı, dünyevi yardımlarla kalplerin İslam'da telif edilemeyeceği ve biraraya getirilemeyeceği, Kur'an-ı Kerim'deki;
“Ve (Allah) onların kalplerini birleştirdi. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalplerini birleştiremezdin. Ama Allah, onların aralarını bulup, kaynaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” [20] beyanında açıkça belirtilmektedir. Evet, rahmet ve merhamet Sahibi Rabbimiz, belki öğüt alıp düşünürler, belki dönerler diye Firavun kavmine bazı musibetler göndermiş, onları uzun yıllar kuraklığa ve ürün kıtlığına uğratmıştı. O zamana kadar topraktan nzıklanmalannın, kendilerinin ve kendi çalışmalarının doğal bir karşılığı olduğunu düşünen Firavun kavmi, “Ekmeden biçilmez” atasözün şüpheyle yaklaşmaya başlamışlardı!. Çünkü tarlalarını her yıl ekmelerine rağmen bekledikleri yağmurlar bir türlü gelmiyor, ektikleri tohumlar bir türlü bitmiyordu!. Şanı yüce Rabbimiz bu kuraklık yıllarında Firavun kavmine “Allah nasip etmezse, ekseniz de bitmez!.” Allah sözü ile İlahi bir gerçekliği hatırlatıyordu. Fakat bu gerçeği anlamıyor, hiç anlamak istemiyordu Firavun kavmi!. Musa Aleyhisselam her ne kadar yaşanan bu şiddetli kuraklığın Allah'ın bir ayeti, bir musibeti olduğunu söylese de, bu sözlere hiç İtibar etmiyorlardı!. Fakat yine de yaşanılan olaylar Musa Aleyhisselam'in söylediği gibi bir ayet ise, büyü olarak gördükleri bu ayetlerin devam etmemesi için küfürlerinde kesin bir tavır sergiliyorlar ve “Bizi büyülemek için bize ayet olarak her ne getirir-sen getir, yine de biz sana inanacak değiliz” diyorlardı!.
Apaçık bir azgınlık içindeydi Firavun kavmi!.
Kendilerine bir iyilik geldiğinde “Bu bizim içindir, bizim İyiliğimizdendir” demelerine karşın, kendilerine bir kötülük isabet ettiğinde de bu kötülüğü Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumluyorlardı!. Oysa Allah katında asıl uğursuzun kendileri olduğunu bilmiyorlar; uğursuzluk dedikleri şeylerin, kendi elleriyle yaptıklarının Allah katından bir karşılığı olduğunu bilmek istemiyorlardı!. Şanı yüce Rabbimiz. Firavun kavminin küfür dolu bu azgın ve inkarcı yaklaşımı üzerine, her biri Ötekinden daha büyük olan ayrı ayrı ayetler, ayrı ayrı mucizevi musibetler gönderdi kendilerine.
Yaşadıklar! ürün kıtlığının nedenini Allah'tan uzun yıllar süren kuraklıktan kaynaklandığını düşünen Firavun kavmi, bekledikleri yağmurlar ile bu kıtlığın sona ereceğini umud ediyorlardı. Nitekim uzun yıllar bekledikleri yağmurlar başladıktan sonra “Geçmiş atalarımıza da şiddetli sıkıntılar ve sonra refah ve genişlikler dokunmuştu” diyerek, yaşanılan kuraklığı daha ziyade bir tabiat hadisesi olarak yorumlamışlardı. Zaten aynı coğrafyada yani Mısır'da hüküm süren geçmiş ataları da benzer bir kuraklık yaşamış, Yusuf zamanında da yedi yıl şiddetli kuraklıktan sonra yedi yıl bolluk ve bereket olmamış mıydı? Ancak bekledikleri bu yağışlar, ne tuhaftır ki Yusuf zamanında olduğu gibi bir bolluk ve bereket vesilesi olmamış, ortalığı birbirine katan ve azgın sellere neden olan bir tufan olarak kuşatmıştı kendilerini!. Ektikleri tohumların bitmemesini Allah'tan değil, yağışların olmamasından bilen Firavun kavmine, Rabbimiz bu sefer “Allah nasip etmezse, yağmur yağsa da bitmez” gerçeğini hatırlatıyordu. Çünkü yaşanılan ürün kıtlığı sadece yağmurlarla değil, bu yağmurların, Rahman'in lutfu olan bir rahmet ölçüsünde yağmasına bağlıydı. Tabi ki bunu da anlamadı Firavun kavmi!.
Tufandan sonraki yıllarda nihayet istedikleri gerçekleşmiş, ekinleri çıkmaya ve topraktan yükselmeye başlamıştı. Yemyeşil ekinlere şükürsüz gözlerle bakarak artık uzun yıllar süren bu ürün kıtlığından kurtulduklarını düşünüyorlardı!. Ancak hiç düşünmedikleri bir olayla karşılaşmışlar ve tarlalarını istila eden milyonlarca çekirgenin saldırısına uğramışlardı!. Yine aynı ziyan ve aynı hüsran vardı!. Daha açık bir ifadeyle “Allah izin vermezse, ekseniz de bitmez” sözü, “Allah nasip etmezse, bitse de biçilmez” gerçeğine ulaşmıştı. Bunu da, bu İlahi gerçekliği de anlamadı Firavun kavmi!.
İnat ve küfürle geçen bu yıllardan sonra ekinlerini yine umudla büyütmüşler ve bu defa hiçbir İlahi aksilik olmadan ekinleri biçerek, buğday ambarlarını doldurmuşlardı. Anbarlarının kalın kapılarını güvenle kapattıkları zaman, artık kesin olarak ürün kıtlığından kurtulduklarını zannediyorlardı!. Ancak anbarlara yığdıkları buğdaylara duydukları 'güven', küçücük bir ın' harfini kaybetmiş ve aiibarlar 'güve' ile dolmuştu!. Anbarlardaki buğdayları içi boş kabuklar haline getiren bu haşerat; “Allah nasip etmezse, bitse de biçilmez” gerçeğini, “Allah nasip etmezse, biçilse de yenilmez” noktasına yükseltiyordu.
Fakat yine anlamıyordu, bu İlahi musibetleri ve bu İlahi gerçeklikleri bir türlü anlamak istemiyordu Firavun kavmi!. Kendilerine musallat olan her musibetten sonra çaresiz kalmalarına rağmen her nedense Firavun'a secde ederek “Ey Firavun!. Madem ki ilahsın, şu azabı üstümüzden kaldın ver!.” demiyorlar ve ondan yardım istemiyorlardı!. Çünkü açıkça itiraf etmeseler de, yaşanan bu musibetler karşısında Firavunun da kendileri gibi çaresiz bir mahluk olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Bütün bu sıradışı musibetler Musa kendilerine geldikten sonra gerçekleştiği için onunla ilgisi olduğunu kabul ediyorlar ancak Musa Aleyhisselam'ı yine de gizli güçleri olan bir büyücü olarak görmek ve göstermek İstiyorlardı. Nitekim her biri öncekinden büyük olan her musibetten sonra Musa Aleyhisselam'a giderek “Ey büyücü, sende olan ahdî adına bizim için Rabbine dua et (bu azabı kaldırsın); gerçekten biz hidayete gelmiş olacağız” diyorlar; fakat Rabbimiz onlardan azabı çekip-giderince, her zaman olduğu gibi hiç gecikmeden andlannı bozuyorlardı. Netice olarak yine büyüklük taslıyorlar ve gerçekten suçlu günahkar bir kavim oluyorlardı.
Bütün bu mucizevi musibetlerden sonra üzerlerine musallat olan milyonlarca kurbağa ve hayatın asıl kaynağı olan suların kana dönüşmesi musibetleri de, onların bu küfür dolu yaklaşımlarını değiştirmedi. Ancak başlarına çöken bu iğrenç azap üzerine, daha önceleri “Büyücü” dedikleri Musa'yı ilk kez Musa olarak kabullenmişler ve hoşlarına gitmese de iman edeceklerini bildirerek “Ey Musa, sende olan ahdi, sana verdiği söz adına bizim için Rabbine dua ediver de bu iğrenç azabı üzerimizden kaldırsın. Andolsun sana iman edeceğiz ve hidayete gelmiş olacağız. Ayrıca İsrailoğullarını da seninle göndereceğiz” demişlerdi. Tabi ki verdikleri bu son söz, daha önce verdikleri sözlerden hiç farklı değildi. Nitekim Rabbimiz belli bir süreye kadar üzerlerindeki bu iğrenç azabı çekip kaldırınca, onlar yine bu sözlerini ve bu andlannı bozdular. Çünkü Musa Aleyhisselam'a iman ettikleri zaman sıradan bir insan olacaklarını ve üstünlüğün Musa Aleyhisselam'a geçeceğini düşünüyorlardı!. Oysa Musa Aleyhisselam Firavun ile hiçbir zaman makam mücadelesi yapmamış, günümüzdeki siyasiler veya politikacılar gibi başkanlık makamına hiçbir zaman talip olmamıştı. Musa Aleyhisselam Firavun'un makamına oturmayı değil, o makamda oturan Firavun'un değişmesini ve hidayet bulmasını istiyordu.
Ancak olmuyordu, her biri öncekinden daha büyük olan onca ayete rağmen, bir isyan ve azgınlık sembolü olan Firavun, inat dolu küfrünü sürdürmeye devam ediyordu. Kendisine güç ve iktidar yetkisini veren kavmini de peşinden sürüklüyor, bütün bu olup bitenleri şaşkınlık içinde İzleyen insanların Musa Aleyhisselam'dan ve yaşanan olaylardan etkilenmemesi için onlara şöyle sesleniyordu.
“Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altında akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz? Yoksa ben, kendisi aşağı sınıftan olan ve neredeyse meramını anlatamayacak bir durumda bulunan şu zavallı adamdan daha hayırlı değil miyim? Bu zavallı şayet Allah'ın elçisi ise üzerine altından bilezikler atılmalı, ya da kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?”
Hocam, Musa Aleyhisselam Tur'da “Ya Rabbi, dilimdeki düğümü çöz” duasında bulunmuş ve Rabbimiz de “Ey Musa, istediğin sana verilmiştir” buyurmuştu. Ancak Firavun'un bu sözlerinden, Musa Aley-hisselam'ın dilindeki düğümün çözülmediği anlaşılıyor. Bu durumu nasıl anlamamız gerekir?
Bu dikkatli soru için teşekkür ederim Veli. Musa Aleyhisselam Tur'da Rabbîmizden bazı şeyler istemiş ve Rabbimiz de “İstediğin sana verilmiştir” buyurarak, bu duaya icabet ettiğini bildirmiştir. Ancak Rahman olan Rabbimizin dualarımıza rahmetiyle icabet etmesi demek, dualarımızda zikrettiğimiz her şeyi bizlere hemen verdiği veya vereceği anlamına gelmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim ifadesiyle biz insanlar bazen hayra dua eder gibi şerre de dua edebiliriz. Daha açık bir ifadeyle istediğimiz şeyin bizler için hayır mı, yoksa şer mi olduğunu anlayamayız.
“Hocam, istediğimiz iyi ve güzel bir şey ise?”
Merve hanım, müslümanlar zaten kötü ve çirkin bir şey istemezler. Ancak hayt gerçeğinin, iyilik veya kötülük, güzellik veya çirkinlikle doğru orantılı bir bağlantısı yoktur. Bazen açık bir kötülükle veya çirkinlikle karşılaşmamız bizler için hayr olurken, apaçık bir iyilikle veya güzellikle karşılaşmamız bizler için şer olabilir. İşte meselenin çok önemli olan bu hayır boyutunu bizler değil, hayrın gerçek Sahibi olan Rabbimiz bildiği için, bu hayrın tecellisi bazen beklediğimiz veya istediğimiz gibi olmayabilir. Dualarımızda ısrarla istediğimiz iyi ve güzel bir şeyin bizlere hayrı olmayacağı için verilmemesi; Rabbimizin bu duamıza icabet etmediğinin değil, rahmetiyle icabet ettiğinin bir işaretidir.
Bazı durumlarda ise istediğimiz iyi ve güzel şeylerin bizler için hayırlara vesile olabilmesi, zaman ve mekanla İlgili bir meseledir. Dolayısıyla bugün istediğimiz bir şeyin bizlere hemen verilmemesi, bu isteğimizin kabul olmadığı anlamına gelmez. Nitekim İbrahim Aleyhisselam'ın Sare validemizden evlat sahibi olabilmek için yaptığı dua, Rabbimiz nezdinde kabul gören bir dua olmasına rağmen çok uzun yıllar sonra tecelli etmiştir.
Dua hakkında bu kısa açıklamadan sonra Musa Aleyhisselam'ın konuşma zorluğu hakkındaki duasının kabul olup-olmadığmı, iki ayrı olasılıkla yorumlayabiliriz. Bunlardan birincisi Rabbimiz Musa Aleyhisselam'ın bu talebini kabul etmiş ancak tecellisini ilerki yıllara bırakmıştır. İkincisi ise Rabbimiz Musa Aleyhis-selam'ın diğer taleplerini kabul etmiş fakat konuşma zorluğu konusundaki bu talebini İlahi hikmet ve hayr boyutundan gerekli görmemiştir. Bizim ağırlıklı kanaatimiz, ikinci olasılık istikametindedir. Çünkü Rabbimizin peygamberlerin seçimiyle ilgili sünnetini dikkate aldığımız zaman, Rahman olan Rabbimiz insanlara gönderdiği İlahi davetin, genellikle davetçinin mal, makam, itibar ve belagat gibi beşeri özellikleri nedeniyle değil, davetin bizzat hak olan İlahi özelliği nedeniyle kabul edilmesini dilemektedir. Dolayısıyla bu olayda da davetçinin hatırına davetin değil, davetin hatırına davetçinin kabul edilmesini murat etmiştir. Evet, konumuza dönecek olursak Firavun kendisini yücelten, Musa Aleyhisselam'ı ise. kendince küçük düşüren o sözlerden sonra, şahit olduğu hakka sırtını dönerek ve kavmini küçümseyerek “Sizin en yüce Rabbinîz benim!.” diye seslendi insanlara!. Bu çirkin ses ve çirkin sözle karşılaşan insanlar ise Firavun'un kendilerini belalara çarptıracağı korkusuyla, şahit oldukları onca ayete ve yaşadıkları onca musibete rağmen Firavuna itaat ederek, Musa ve Harun Aleyhisselam'a iman etmediler. Çünkü Firavun, yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve ölçü tanımayan bir azgın olduğu gibi, ona itaat edenler de fasık bir kavimdi.
Firavun ve öndegelen adamları. artık bu olağanüstü durumlardan, bu mucizevi musibetlerden de bıkmışlardı!. Musa Aleyhisselam'ın büyük bir inanrnışlık içinde söylediği sözleri de dinlemek istemiyorlardı. Daha önceleri bir büyücü olarak gördükleri Musa Aleyhisselam'ın bu inanmışhğına ve bu samimiyetine baktıkları zaman, artık onun bir büyücü değil, büyülenmiş bir insan olduğunu düşünüyorlardı. Nitekim bu düşünceden hoşlanan ve kendisi de aynı düşüncede olan Firavun, onları uzun yıllardır ısrarla hakka davet eden Musa Aleyhisselam'a alaycı gözlerle bakarak "Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum" demiş ve bu konuşmaların bitmesini istemişti.
Firavun'un bu son sözü üzerine, Firavun'a son kez baktı Musa Aleyhisselam. Allah'ın seçtiği bir peygamber olarak Sünnetullah'ın ne olduğunu ve helak emrinin ne zaman gerekli kılındığım çok iyi bildiği için, İman dolu bu bilinçle onun gözlerine bakarak “Andolsun ki bunları görülecek belgeler olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini sen de bilmişsin. Artık ben de seni yıkılmış-harab olmuş sanıyorum” cevabını verdi. Bu dosdoğru cevap üzerine herkes susmuş ve ortalığı sanki hızla yaklaşan bir ölüm sessizliği kaplamıştı.
Yıllar önce Rabbisinin kendisine verdiği bir umudla Firavun'a ve önde gelen çevresine gelen, onları yumuşak sözle hakka davet eden Musa Aleyhisselam'ın, artık onlardan hiçbir umudu kalmamıştı. Büyük bir inat ve ısrar ile küfürde ayak direten bu İnsanlar, helak olacakları zamana kadar dönmezler, kesinlikle dönmezlerdi. Bu duygu ve düşüncelerle ellerini Rahman'a açarak “Rabbimiz. şüphesiz Sen, Firavuna ve önde gelen çevresine dünya hayatında zinetler ve mallar verdin; Ey Rabbimiz, Sen'in yolundan sapsınlar ve saptırsınlar diye mi!. Rabbimiz, artık onların mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla, sıkıştır. Çünkü onlar, acıklı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler. Gerçekten bunlar, suçlu-günahkar bir kavimdirler” dedi. Musa ve Harun AleyhisselanVın bu ortak dualarına “İkinizin duası kabul olundu. Öyleyse dosdoğru yola devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın” cevabı geidi Rahman'dan.
“Hocam!. Firavun'un sapması ve insanları saptırması, Rabbimizin kendisine verdiği zinetler ve mallar nedeniyle miydi?”
Elbetteki değildi Merve!. Şayet böyle olsaydı, kendilerine İlahi takdir gereği verilen şeylerden dolayı, sadece ve sadece bunlardan dolayı azan ve küfreden kimseler, Rabbimiz nezdinde mazeret sahibi olurlar ve cezalandıramazlardı. Oysa zinet ve mal, İmtihan dünyasındaki insanların imanlarını veya küfürlerini ortaya çıkarmak, kendilerine kendilerini göstermek için sadece bir vesiledir. Zinet ve mal gibi bir vesileyle iman ve şükürlerini ortaya çıkaranlar olduğu gibi, aynı vesileyle küfür ve nankörlüklerini ortaya çıkaranlar da vardır. Bîr suyun içine termometrenin konulması ve su sıcaklığının ortaya çıkarılması gibi bir hadisedir bu. Termometrenin kaynama noktasını göstermesi, içine termometre konulduğu için suyun kaynama noktasına geldiğini göstermez. Su zaten kaynama noktasındadır. ölçüye dayalı bir vesile olan termometre ise sadece bu gerçeği açığa çıkarmakta, bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Nitekim Musa ve Harun Aleyhisselanın ortak duası üzerine, Rabbimizîn bu duayı kabul etmekle beraber zikrettiği “Bilgisizlerin yoluna uymayın!.” buyruğu, genel bir ikaz içermektedir. Bu genel ikaz onların “Ey Rabbimiz, onlara bu zinetleri ve mallan, Sen'in yolundan sapsınlar ve saptırsınlar diye mi verdin?” sorusunu kuşattığı ve bu sorunun İlahi hikmeti bilmeyenlere özgü bir soru olduğunu belirttiği gibi; yaptığınız duanın tecellisinde “Bilgisizlerin yoluna uyarak aceleci davranmayın” uyarısı da bulunmaktadır. Netice olarak bu duanın kabul edilmesiyle, birer cehennem yolcusu olan Firavun ve kavmi için emir kesinleşmiş, gerisayım başlamıştı artık!.
Beklenen vakit gelmiş ve Allah'ın emrini gözleyen Musa Aleyhisselam'a “Kullarımı geceleyin denize doğru yürüyüşe geçir ve onlara denizde kuru bir yol aç. Mutlaka izleneceksiniz ancak yetişilmekten korkma ve endişe duyma. Denizi kendi halinde açık bırak. Çünkü onlar, suda boğulacak bir ordudur.” diye vahyedilmişti. Tabi ki görünen ve yaşanan realiteye çok aykırı bir durumdu bu!. Çünkü hükmünde hikmet olan Rabbimiz, bir taraftan mutlaka izleneceklerini bildiriyor; diğer taraftan ise kendileri çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar yürürken, kendilerini atla ve binekle takip edecek olan Firavun ordusunun yetişmesinden korkup-endişe etmemelerini ve denizi geçtikten sonra bile yine yetişilmek korkusuyla denizi kapatmaya kalkışmamasını, denizi kendi halinde açık bırakmasın! buyuruyordu!.
Tabi ki realiteyi dikkate alan ve somut olan realiteden etkilenen insan aklının, anlamakta güçlük çekeceği bir buyruktu bu!. Çünkü Musa Aleyhisselam'ın gitmesi gereken istikamette koca bir deniz bulunmakta ve denizle karşılaşıldığı zaman “Denizde kuru bir yoİ açmak" gibi, beşeri aklın kavrayamayacağı bir olaydan bahsedilmekteydi!. Oysa insan aklına göre bir denizin geçilmesi, geçilebilmesi için, ya büyük gemiler veya çok büyük köprüler olmalıydı!. Ancak biliyoruz ki Kur'an-ı Kerim'deki birçok İlahi hükümde olduğu gibi; bu İlahi hükümde de söz konusu detaylar veya "Denizde kuru bir yolun, nasıi açılabileceği!.” gibi söz konusu ayrıntılar hiç yoktu. Gayet kısa bir emir buyurulmuş ve Musa Aleyhîsselam da hiç kuşku duymadan bu emire teslimiyet göstermişti. Çünkü peygamberlik göreviyle Firavun'a gelip. Mısır'da yaşadığı olaylardan sonra çok değişmiş, çok gelişmişti Musa Aleyhisselam!.
Tur'daki ilk konuşmada, kendisine Firavun'a gitmesini emreden Rabbisine “Rabbim, gerçekten ben onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.” diyerek beşeri aciziyetini ve mazeretini ileri süren Musa Aleyhisseiam; Mısır'da yaşanan mucize ve musibetlerden sonra nasıl bir Rabbe kul olduğunu çok daha iyi anlamış ve her şeye Kadir bu Rab ile, her şeyin mümkün olduğuna yakinen inanmıştı. Nitekim bu yakın iman ile İİahi hükme hiçbir itirazda bulunmamış, “Ya Rabbi!. Ben koskoca denizde kuru bir yolu nasıl açacağım?” dememişti. Çünkü İlahi vahye iman etmek ve ona karşı kuşku duymamak, vahyin bildirdiği istikamette koca bir deniz dahi olsa, bu denize doğru hiç kuşku duymadan yürümek, yürüyebilmek demekti.
Musa Aleyhisselam'da yaşanan mucize ve musibetlere bizzat şahit olmakla gerçekleşen bu değişim ve gelişim, biz müslümanlarda aynı mucize ve musibetlere iman ile gerçekleşmesi gereken bir değişim ve gelişimdir. Çünkü bazı mucizeleri bizzat yaşamak ile, bizlere Allah'ın bildirdiği bu mucizelere yakinen iman etmek arasında Önemü bir fark olmamalıdır. Zaten bu çalışmaların başında da ısrarla belirttiğimiz gibi bizlere bu kıssaları, bu olayları anlatan Rabbimiz, bu olayları bizzat kendimiz yaşamışız gibi iman etmemizi dilemektedir. Bunu yaptığımız zaman söz konusu bütün olayları özgeçmişimize dahil edecek ve içeriğinde bir Nuh, bir İbrahim, bir Yusuf, bir Musa, bir İsa ve bir Muham-med olan bu geniş özgeçmişimizle, bizleri bekleyen günümüz dünyasına doğru çok emin ve çok sağlam adımlarla yürüyebileceğiz.
Evet, Rabbimizin İlahi emriyle karşılaşan Musa Aleyhisselam. nedenini ve nasılını sormadan bu emire teslimiyet göstermişti. Yaşanan realiteyi dikkate aldıkları kadar, bu realiteyi Yaratan Allah'ı dikkate almayan tek gözlü realistlere göre çılgınlık olan bu yaklaşım, gerçek düzlemde aklın imanını ve teslimiyetini gösteren bir yaklaşımdır. Fakat ne yazık ki günümüzde müslüman olmalarını söylemelerine rağmen, İlahi hükümler karşısında imanı değil aklı önceleyen realistler vardır. Cahili realiteden etkilenerek kirlenen akıllarıyla, hikmetini anlayamadıkları bir hükümle karşılaştıkları zaman; “Dinimiz, akıl dinidir” prensibinden hareketle, akledemedikleri bu evrensel hükümleri ya geçmişe nisbet etmekte, ya da bu hükümlere cahili realiteye uygun batıl yorumlar getirmektedirler!.
Netice olarak yaşanan realiteyi değil hakkı önce fiyerek bir iman vesilesi oiması gereken akıl, realiteyi önceleyen bu insanlar için bir isyan ve sapıklık vesilesi olmaktadır. Müslüman olduklarını iddia eden bu tek gözlü realistler, Musa Aleyhisselam'ın gece yürüyüşüyle İlgili emriyle karşılaşsalardı, hiç kuşkunuz olmasın ki “Bizler, dibini görmediğimiz kuyuya inmeyiz” gibi akli bir mazeretle bu kervana katılmazlar ve denize doğru bir adım biie atmazlardı. Hatta bununla da yetinmezler ve yürüyüşe geçecek olan mü'minlere “Firavun ordularıyla peşinize düştüğü zaman ya önünüze çıkan denizde boğulacak, ya da hepiniz öldürüleceksiniz. Bu koskoca realiteyi görmüyormusunuz?” diyerek, onları da engellemeye çalışırlardı.
“Hocam, günümüzdeki müslüman realistler bu olaya karşı çıkıp, “İsrailoğullarının denize doğru yürümesi, bir çılgınlıktı” demiyorlar!.
Bu olayın sonucunu yani İlahi yardımla denizin yarıldığını bildikleri için karşı çıkmıyorlar Fatih!. Oysa sonucun ne olacağını bilmeden önce olayın içinde olsalardı, şu an ki suskunluklarının aksine hepsi birden konuşmaya başlayacaklardı. Nitekim sonucunu bildikleri bu sıradışı olaylar konusunda hiçbir akli yorum yapmayan bu tek gözlü realistler, güncel yaşamda çok sıradan hadiselerde dahi hükmü ve İlahi yardımı değil, yaşanan realiteyi dikkate almaktadırlar. Oysa Musa Aleyhisselam'ı gemisiz ve köprüsüz bir şekilde denizden geçiren o İlahi yardım, İlahi vahyin gereğini yapan günümüz müslümanlan için de geçerlidir. Yeter ki hükme talip olup, önlerinde koskoca bir deniz dahi olsa hiç kuşku duymadan bu denize doğru yürüyebilsinler. İlahi emirle karşılaşan Musa Aleyhisselam'ın, yetişilmekten korkmadan ve endişe etmeden kavmine yönelmesi ve onları mutmain bir kalple yürüyüşe davet etmesi ise bizlere çok gerekli bir öncülük vasfını göstermektedir. İnsanları hak ve hakikate davet eden her öncü müslümanda bulunması gereken bu vasıf, kuşkudan uzak bir iman ve teslimiyetle kazanılacak bir vasıftır. Şayet İlahi daveti gündeme getirecek olan davetçide böyie bir vasıf yoksa, yaptığı ve yapacağı davete karşı henüz kendi kalbi bile mutmain olmamışsa, bu davetçinin diğer insanlara götürmesi gereken böyle bir davet yoktur. Bu davetçinin söz konusu daveti önce kendi kalbine götürmesi, iman ve teslimiyet ile önce kendi kalbini mutmain kılması gerekmektedir.
Musa Aleyhisselam, karşılaştığı İlahi emir ne kadar akla ve realiteye aykırı gözükse de, bu emire iman ve teslimiyetle yaklaşmış ve İsrailoğullarını kuşkudan uzak mutmain bir kalple Mısırdan ayrılmaya davet etmişti. Yerleşik bir düzenleri, malları ve topraklan olmayan İsrailoğulları, belki de Rabbimizin indirdiği bir sekinet veya güven duygusuyla tarihte ilk kez peygamberlerine hiç itiraz etmeden, ona tabi olmuşlardı!. Kaybedecekleri bir şey olmayan birer köle dururnundaydılar zaten!. Şayet yakalanırlarsa yine Musa Aleyhisselam'ı suçlayarak, kölelik zincirlerine geri dönebilirlerdi!. Dolayısıyla fazlaca bir itirazda bulunmaya gerek duymadan Musa Aleyhisselam'ın emrine itaat etmişler ve gecenin karanlığında onunla birlikte yola çıkmışlardı.
Başlarına çöken son iğrenç azaptan sonra “Ey Musa. sende olan ahdi, sana verdiği söz adına bizim için Rabbine dua ediver de bu iğrenç azabı üzerimizden kaldırsın. Andolsun sana iman edeceğiz ve hidayete gelmiş olacağız. Ayrıca İsrailoğullarını da seninle göndereceğiz” diyerek, İsrailoğullarınin gitmesine izin vereceğini söyleyen Firavun, her zaman olduğu gibi bu sözüne de ihanet etmiş ve bu sözünde de durmamıştı. Nitekim Musa ve Harun Aleyhisselam'ın İsrailoğullarıyla birlikte geceleyin Mısır'dan ayrıldığını haber aldığında, öfkeden kudurmuş ve bütün şehirlere adamlarını göndererek asker toplamaya başlamıştı!.
Zulüm üzerine yönettiği toplumu güçten düşürmek için onları değişik gruplara ve fırkalara bölen Fîravun'a göre, önemli ve vahim bir durumdu bu!. Çünkü kendisinin izni olmadan bir topluluğun başını alıp-gitmesi, diğer grup ve fırkalar için çok kötü bir örnek olabilirdi!. Böyle bir örnekliğe kesinlikle izin vermemeli; isyan eden bu topluluğu, diğerlerine ders ve ibret olacak bir şekilde cezalandırmalıydı. Nitekim böylesi düşüncelerle şehirlere toplayıcılar göndermiş ve parçalara ayırdığı halkın grup temsilcilerini biraraya getirerek “Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur ve hiç şüphesiz hepimize karsı da büyük bir öfke beslemektedirler. Biz ise onlara bu fırsatı vermeyecek olan uyanık bir toplumuz” dedi. Tabi ki çok dikkatli seçilmiş, çok maksatlı sözlerdi bunlar!. Birer azınlık olan grup temsilcilerine, İsrailoğulları hakkında “Bunlar azınlık bir toplumdur” denilerek; bütün azınlık toplulukların, Firavun'un gücü karşısında zayıflığına dikkat çekilmiş ve hepsi küçümsenerek, muhtemel bir muhalefetin önü kesilmiştir. Daha sonra “Hepimize karşı büyük bir öfke beslemektedirler” sözüyle, asıl itibariyle Allah adına ve Firavun'a karşı olan bu hareket; bir azınlık adına, diğer bütün azınlıklara karşı bir öfke hareketi olarak tanımlanmış ve ülkenin bütünlüğüne açık bir tehdit olarak gösterilmiştir. Son olarak “Biz ise onlara bu fırsatı vermeyecek olan uyanık bir toplumuz” denilmesi ise, onlar her ne kadar fırkalara bölünerek parçalanmış gözükseler de, Firavun'un güçlü kanatları altında bütünleşen uyanık bir toplum oldukları ve kendilerine yönelik böyle bir azınlık tehdidine, hiçbir zaman fırsat vermeyecekleri belirtilmiştir.
Huzuruna topladığı bütün fırka temsilcilerini bu sözlerle zorunlu birer ittifak durumuna getireren Firavun, Musa Aleyhisselam'a ve İsrailoğullarına karşı hepsini biraraya topladı. Firavun'un teşvik ve tahriği ile biraraya gelen ordu, güneşin doğuş vaktinde yola çıktılar. Küfür asabiyetiyle Musa Aleyhisselam'a ve müminlere karşı duydukları düşmanlık, mal ve makam sevgisini bile geri bırakmıştı!. Nitekim hiç farkına varmadıkları bir İlahi takdir üzerine, bahçelerden ve pınarlardan, hazinelerden ve soylu makamlardan ayrılarak, kendilerini bekleyen korkunç akibete doğru ilerlemeye başladılar!. Musa Aleyhisselam'ı ve İsrailoğullarını izleyen Firavun ordusu, bir an önce onlara yetişmek ve onları yakalamak istiyordu.
İki topluluk birbirini gördükleri zaman, Musa Aleyhisselam'ın en yakın adamları bile paniğe kapılarak “Gerçekten yakalandık” dediler. Tabi ki yanlış bir söz de değildi bu!. Çünkü önlerinde koca bir deniz, arkalarında ise kendilerine yaklaşmakta olan Firavun ordusu bulunuyordu!. Yaşadıkları bu realitede, en ufak bir kurtuluş nedeni veya kurtuluş vesilesi gözükmüyordu!. Bu durumda ne yapacaklar, nasıl kurtulabileceklerdi ki?
Musa ve Harun Aleyhisselam ise elbetteki böyle umudsuzluk içinde değillerdi. Gerçi Musa Aleyhisselam ne yapacağını, Rabbisinin kendisine emrettiği gibi kavmi için denizde kuru bir yolu nasıl açabileceğini henüz hiç bilmiyordu!. Ancak geldikleri bu dosdoğru yol, Allah'ın kendilerine emrettiği bir yol olduğuna göre, hiç kuşkusuz ki Allah onlara yardım edecek ve onları bir çaresizlik içinde yalnız bırakmayacaktı. Sırat-ı müstakim üzere yürürlerken, bu yolda karşılaştıkları engel koskoca bir deniz dahi olsa, bu yolun sahibi olan Allah elbetteki Kendisine inanan ve güvenen mü'minlere yardım edecekti.
Musa Aleyhisselam bu düşüncelerle önündeki denize baktı. Gözünün gördüğü koskoca deniz, gönlünün inandığı iman ve tevekküle bir kuşku, bir gölge düşürmedi. Firavun ordularını gördükten sonra kendisine “Gerçekten yakalandık” diyen adamlarına, gönlündeki böyle bir iman ve tevekkülle yönelerek, yolundan ve Rabbisinden emin bir sesle “Hayır, yakalanmayacağız!. Çünkü Rabbim benimle beraberdir ve hiç şüphesiz bana yol gösterecektir” dedi. Önündeki denizi ve arkasındaki Firavun ordusunu görmesine rağmen “Hayır yakalanmayacağız” diyen Musa Aleyhisselam, elbetteki doğru söylüyordu. Çünkü Allah (Celle Celaluhu) kendisine “Mutlaka izleneceksiniz. Ancak size yetişilmesinden korkma ve endişeye kapılma” buyurmuştu. Bu buyruğa iman eden bir mü'min için, Firavun ordusu kendilerini izleyebilir ve çok yakınlarına bile gelebilirdi ama, onlara asla ve asla yetişemezlerdi!.
Böylesi bir iman ve tevekkül ile “Rabbim benimle beraberdir ve hiç şüphesiz bana yol gösterecektir” diyen Musa Aleyhisselam, hiç tereddüte düşmeyen emin adımlarla denize doğru yürümeye başladı. Çünkü onun gibi güzel bir müslümana deniz kenarında durması, ayaklarını dahi ıslatmadan durup da beklemesi hiç yakışmazdı. Rabbisi kendisine “Kullanma denizde kuru bir yol aç” dediğine ve gitmeleri gereken yolun bu denizden geçtiğini bildirdiğine göre; bu Rabbani yoİda gidebildiği kadar gidecek, yürüyebildiği kadar yürüyecekti. Belki de İsrailoğulları için denizde kuru bir yol açabilmesi, böyle bir iman ve tevekkül ile denize girmesine ve denizde yürümesine bağlıydı!.
Elindeki asa ile denize doğru yürüyen ve denizde ilerlemeye başlayan Musa Aieyhisselam'a, bütün İsrailoğulian hayret ve meraklı gözlerle bakıyorlardı!. Yarı beline kadar sulara gömülen fakat ufka bakan gözleriyle ilerlemeye devam eden Musa Aleyhisselam ne yapıyor, ne yapmak istiyordu ki? Yoksa Firavun korkusuyla veya çaresizlik duygusuyla kendisini öldürmeye, kendisini telef etmeye mi karar vermişti? Bütün bu sorulara bir cevap veremeyen İsrailoğulları, dikkatli gözlerle Musa Aleyhisselam'a bakmaya devam ediyorlardı!.
Musa Aleyhisselam ise kararlı adımlarla yürüyor, yürüdükçe anlaşılması güç duygular içine düşüyordu!. Çünkü denizde ne kuru bir yol açabilmiş, ne de semadan herhangi bir ses gelmişti!. Bütün dünya, bütün kainat susmuş, hepsi birden pür dikkaf kesilmişti sanki!. Vücuduna çarpan suların sesinden başka hiçbir ses duymayan Musa Aleyhisselam, şeytanın yaygarasına ve nefsinin feryatlarına rağmen durmadı, duraksamadı bu yolda. Yürüyordu, Rabbisinin kendisine gösterdiği yolda, bu yolun son noktasına kadar iman ve tevekkülle yürümeye devam ediyordu Musa Aleyhisselam.
Ve sular boğazına kadar yükselmeye başladığında, iman ve tevekkül ile hala yürümeye devam eden bu kulundan artık razı ve hoşnut olan Allah (Celle Celaluhu), pürdikkat kesilen kainatın beklediği sese, beklenen nefesi verdi ve “Ey Musa. Asanla denize vur” diye vahyetti.
“Hocam, İlahi yardım yine son noktada geliyor!.”
Doğru söylüyorsun Veli. Zaten şanı yüce Rabbimizin, peygamberlerine İlahi yardımla ilgili genel bir sünnetidir bu. İman ve tevekkül boyutundan bizlerin çok önünde olan peygamberler, karşılaştıkları imtihanın son noktasına kadar sabır ve sebat ile yapmaları gerekeni yapmışlar, güç ve imkanlarını sıfır noktasına kadar kullanmışlardır. Nitekim İlahi yardım, yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı bu sıfır noktasında kendilerine ulaşmaktadır. “Allah, dağına göre kar verir” sözünden hareket edersek, zirvelerini biie görmekte aciz kaldığımız bu yüce dağların yanında küçücük tepecikler olan bizlerin kaldıracağı bir kar, kaldırabileceği bir yük değildir bu!.
“Rabbim benimle beraberdir ve hiç şüphesiz bana yol gösterecektir” diyerek, Rabbisinin kendisine gösterdiği yolda son noktaya kadar iman ve tevekkülle yürüyen Musa Aleyhisselam, bu iman ve tevekkülünde hiç yanılmamıştı. Kendisini gören, kendisini işiten Rabbimiz, gerçekten onunla beraberdi. Nitekim çarelerin ve umudların tükenmeye başladığı son noktada “Ey Musa, asanla denize vur” diye vahyetmesi, Musa Ateyhisselam'a rahmet ve merhamet dolu bu İlahi gerçekliği göstermişti.
Artık ne yapacağını biliyordu!. Çünkü Rahman olan Rabbimizin “Ey Musa, asanla denize vur” diye vahyetmesi, bu denizde kavmi için kuru bir yolu nasıl açacağını bilemeyen Musa Aleyhisselam için, bilinmezlik karanlığını aydınlatan bir cevap olmuştu!. Rabbimizin bu emri üzerine hemen duran Musa Aleyhisselam, hiç beklemeden sağ elindeki asayı havaya kaldırdı.
Ve Allah'ın adıyla havaya kalkan asa, yine Allah'ın adıyla denizin üzerine indi!. Asanın denize vurmasıyla deniz ikiye yarılmış ve her parçası koskoca bir dağ gibi yükselivermişti!. Eşyanın tabiatına aykırı olan bu hadise;' ancak ve ancak bu eşyayı Yaratan Allah'ın dilemesiyle ve Allah'ın emriyle gerçekleşebilecek bir hadiseydi. Yaşanan bu mucizenin Musa ile, Musa'nın koyun güttüğü ve koyunlarına yaprak düşürdüğü asa ile elbetteki bir ilgisi yoktu. Musa'yı da, asayı da Yaratan Allah'ın bir mucizesiydi bu!.
“O zaman asa niye?”
Anlayamadım Merve!.
“Denizin yarılması sadece Rabbimizin mucizesi olduğuna göre, asayla denize vurulmasına ne gerek vardı?”
Ciddi bir düşünceden kaynaklanan, önemli bir soru Merve hanım!. Dediğin gibi Musa Aleyhisselam son noktaya geldiğinde ellerini açarak Allah'a dua edebilir ve kendisinin hiçbir dahli veya hareketi olmadan deniz yarılabilirdi. Dolayısıyla düşünülmesi ve dikkate alınması gereken bir sorudur bu. Nitekim benzer bir soruyu, Rabbimiz Musa Aleyhisselam'a “Onlar için denizde kuru bir yol aç” buyurduğunda düşünmüş ve anlaşılması gereken bazı hususlar olduğunu farketmiştim. Çünkü denizdeki bu kuru yolu asıl itibariyle açacak olan Rabbimiz olduğuna göre, şanı yüce Rabbimiz bu eylemi Musa Aleyhisselam'a nisbet etmez ve “Onlar için denizde kuru bir yol açacağım” diyebilirdi.
Ancak görüyoruz ki, Rabbimiz bu mucizeyi bir peygamber vesilesine bağlamış ve İsrailoğulları nezdinde bu vesileyi ön plana çıkarmıştır. Bu İlahi yaklaşımın, hiç kuşkusuz ki birçok hikmetleri vardır. Bizim farkedebildiğimiz hikmetlerden birisi, insanların birer hayır ve hidayet vesilesi olan peygamberlere yönelik iman ve teslimiyetlerini kuvvetlendirmek içindir. Allah'a kul olmak isteyen müsîümanların, insanlar arasından sadece ve sadece peygamberlere İman etmesini buyuran Rabbimiz; peygamberler vesilesiyle gerçekleştirdiği bu gibi mucizelerle, insanların peygamberlere yönelik İman ve teslimiyetlerini hem kolaylaştırmayı, hem de kuvvetlendirmeyi dilemiştir.
Peygamberler vesilesiyle gerçekleşen bu mucizelere şahit olan mü'minler, hiç kuşkusuz ki bütün bu mucizeleri her şeye Kadir olan Allah'tan bilmekte ve O'na olan imanları kuvvetlenmektedirler. Ancak bu mucizelerin peygamberler eliyle veya onların vesilesiyle gerçekleşmesi, bu mü'minler için peygamberlerimle Allah arasındaki bağa ve yakınlığa işaret etmekte, peygamberlerine yönelik iman ve teslimiyetlerini, sevgi ve saygılarını arttırmaktadır.
Benzer ilişkiler, biz mü'minler arasında da yaşanmaktadır. Bizler hidayetin veya her hayrın Allah'tan olduğunu bilmemize rağmen, bizlerin hayrına veya hidayetine vesile olan bir kardeşimize aynı şükran duygularıyla yaklaşırız. Hakikat düzleminde bütün bunları yaratan ve bu güzel kardeşimizi hayrımıza vesile kılan Allah'a şükrederken; bizlerin hayrına veya hidayetine vesile olan bu kardeşimize de sevgi ve saygı duygularıyla teşekkür ederiz.
“Hocam, bizler de size teşekkür ederiz.”
Sağdasın Hamdi. Ancak nasıl bir dünyada yaşadığımızı dikkate alırsak, belki de sizlere asıl teşekkür etmesi gereken benim. Hz. Ali Radyallahu anh “Bana bir harf öğretenin, kölesi olurum” diyerek, gerçek ilmin ve ilim öğrenmenin önemine dikkat çekmiştir. Fakat ne yazık ki İlahi hakikatlerin arka plana atıldığı ve gerçek ilmin fazlaca önemsenmediği bir çağda yaşıyoruz. İlimle değer kazanmak ve kişiliğini yükseltmek değil, mal ve makamla fiyatını yükseltmek isteyen insan kitleleri, herkesin duyabileceği çirkin bir sesle “Bana yüksek fiyat verenin, kulu kölesi olurum” diyebilmektedirler. Yaratılmışlara karşı özgürlükle ilgili insani değerlerin değil, maddiyata kölelikle ilgili fiyatların ön plana çıktığı böyle bir dünyada, İlahi hakikatleri paylaşabilecek insanları bulmak için “Benden bir harf öğrenenin, kölesi olurum” denilecek bir duruma gelinmiştir!. Gelinen bu durum yine ne tuhaftır ki, yine hiç tuhaf karşılanmaz!. Oysa bütün bu dünya insanlığının akıbeti, bilim ve teknolojinin geldiği son versiyona göre değil, hiç önemsemedikleri ve öğrenmeye talip olmadıkları İlahi Kitab'ın evrensel versiyonuna göre şekillenecektir!. Çünkü şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'le ilgili olarak;
“De ki “Bu (Kur'an, geçmişinizle, şimdi yaptıklarınızla ve akıbetinizle ilgili) büyük bir haberdir. Sizler ise, ondan yüz çeviriyorsunuz.” [21] buyurmaktadır.
Evet, biz yine Rabbimizin Kur'an'da zikrederek önemsediği ve tarihten ders almak isteyen bizlerin de önemsemesi gereken bu kıssamıza devam ediyoruz. Musa Aleyhisselam'ın asasını vurmasıyla deniz yarılmış ve denizin dibinde balçık veya ıslak değil, kuru, kupkuru bir yol açılmıştı!.
“Hocam, bir şey daha sormak istiyorum. Rabbimiz kendisine “Asanla denize vur” diye vahyetmeden önce, Musa Aleyhisselam asasıyla denize vursaydı, deniz yarılır mıydı?”
Bu da çok güzel bir soru Merve!. Rabbimiz kendisine vahyetmeden önce Musa Aleyhisselam asasıyla denize vursaydı ki belki de denizin içinde yürürken birçok kez vurmuştu hiç kuşkunuz olmasın ki deniz yarılmak bir yana, oralı bile olmayacaktı!.
Tabi ki şaşırtıcı bir durum değildir bu!.
Çünkü bazı eylemlerin mucizevi sonuçlara dönüşmesi, yapılan eylemlere değil, bu eylemlerin üst planındaki İlahi emre ve İlahi iradeye bağlıdır. Mesela İbrahim Aleyhisselamın yaptığı gibi dört kuş yakalasak, onları besleyerek kendimize ahştırsak, sonra hepsini parçalayarak, her parçasını bir dağın üstüne bıraksak ve daha sonra onları çağırsak, bu kuşların diriierek davetimize icabet etmesini bekleyemeyiz. Zaten İbrahim Aleyhisselam bile Rabbimiz kendisine emretmeden önce bunları yapsaydı ve parçaladığı kuşları çağırsaydı, hiçbir kuş dirilmez ve onun davetine icabet etmezdi. Ancak Allah'ın sadece kendisine özel olan emrinden sonra bunları yapması, yapılan bu eyleme İlahi bir üst plan kazandırmakta ve aynı İlahi İradeyle söz konusu mucize gerçekleşmektedir. Dolayısıyie bazı amellerin sonucunda ortaya çıkan mucizevi sonuçların nedenini ve hikmetini, amellerin kendisinde veya içeriğinde değil; bu amellerin hangi İlahi hükme binaen işlendiğinde aramamız gerekir.
Nitekim Musa Aleyhisselam da Allah'ın emri gereği asasını denize vurmuş ve asanın şiddetiyle değil Allah'ın emriyle yarılan denizin dibinde kuru, kupkuru bir yol açılmıştı!. Musa Aleyhisselam'ın önderliğinde rahmet ve merhamet dolu olan bu kupkuru yola yönelen İsrailoğulları, korku ve heyecan içinde denizi geçmeye başlamışlardı. Her iki taraflarında koca bir dağ gibi yükselen su kütlesine bakarlarken ne kadar korku duyuyorlarsa, yürüdükleri yolun kuruluğuna bakarak da o kadar rahatlıyorlardı. Hiç kuşkusuz ki Allah'ın, Musa'nın ve Harun'un Rabbi olan Allah'ın bir işiydi bu!.
Firavun ve askerleri deniz kıyısına vardıklarında, Musa Aleyhisselam ve İsrailoğulları artık denizin öte yakasına yaklaşmışlar, karşı kıyıya çıkmaya başlamışlardı. Deniz kıyısında kısa bir süre duran Firavun, ikiye yarılan denize bakarak durumu anlamaya çalıştı. Fakat içindeki azgınlık ve düşmanlık duygulan ile görmedi, göremedi görmesi gerekenleri!. Musalar ve mü'minler için açılan bir yoldan, Firavun kimliği ile kendisinin de geçeceğini, geçebileceğini zannetti!. Zavallı bir çoban olan Musa ve daha düne kadar kendisinin birer kölesi olan şu sıradan insanlar buradan geçtiğine göre, bizler hayda hayda geçeriz düşüncesiyle, ikiye yarılan denizin arasındaki kuru yola girerek onların peşine düştüler!.
Denizin öteki kıyısındaki İsrailoğulları ise peşlerine düşen Firavun ve askerlerine bakıyor, kendileri gibi onların da bu denizi geçip-geçemeyeceklerini merak ediyorlardı!. Çünkü Firavun ve ordusu bu denizi geçerlerse, artık onlardan kurtulabilmeleri mümkün değildi. Kendilerine korku ve endişe veren bu düşüncelerle acele etmişler, kafilenin en arkasında kalanlarda hızlı adımlarla karşı kıyıya geçmişlerdi.
Hakka ve hakikate körlük içinde denizin diğer kıyısına kadar yaklaşan Firavun ve askerleri, artık denizi geçtiklerini ve Musa Aleyhisselarru yakalayabileceklerini zannettikleri bir sırada olan oldu!. İkiye ayrılan ve yolun her iki tarafında koca bir dağ gibi yükselen sular, birbirine hasret iki sevdalı gibi birbirlerine akmaya, birbiriyle kucaklaşmaya başlayıvermişlerdü. Neler olduğunu anlamaya çalışan fakat hiçbir şey anlamayan Firavun, sular beline kadar yükselmesine rağmen küfür dolu inkarından vazgeçmiyordu!. Ne zaman ki sular boğazına kadar gelip, boğulacağını anladığında, isyan ve küfürden çirkinleşmiş ağzını açarak “İsrailoğullarının kendisine inandığı ilahtan başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım” dedi.
Fakat ne kadar gecikmiş, ne kadar anlamsız ve faydasız bir imandı bu böyle!. Nitekim Firavun'un bu anlamsız sözü ve faydasız imanı üzerine “Şimdi iman ettin öyle mi? Oysa sen, elinde fırsat varken isyan edip, fesat çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet olman için, senin yalnızca bedenini koruyacağız. Ancak insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler” cevabı verildi.
“Hocam, Firavun'un bozulmayan cesedi bulundu. Şimdi İngiltere'nin British müzesinde!.”
Seksenli yılların başlarında bütün İslami basın tarafından “Dörtbin yıllık mucize” başlığıyla gündeme getirilen bu habere ben de inanmış ve o yıllarda yazdığım bir kitabımda “Günümüz müstekbirlerinin, Londra British müzesinde teşhir edilen Firavun'un cesedine ibretle bakmaları gerekmektedir” ifadesini kullanmıştım. Tabi ki müslüman çoğunluğa hiç düşünmeden inanmaktan ve Allah'ı yeterince dikkate almamaktan kaynaklanan bir hataydı bu!. Birçok yayın organında hala bir mucize gibi yayınlanan o görüntüyü hatırlarsanız; Firavun olduğu söylenen o kurumuş cesedin, mumyalanarak korunan binlerce yıllık diğer cesetlerden fazlaca bir farkı olmadığını görürsünüz. İyi ama Rabbimizin koruması ile, insanların mumyalayarak koruması arasında bir fark olması gerekmez mi? Rabbimizin herhangi bir bedeni koruması, mumyacılann korudukları kadar bir koruma mıdır?
Bu soruyu sorduğumuz an, hiç duraksamadan Allah'ı tenzih ve takdis etmemiz gerekir. Şanı yüce Rabbimiz Firavun'un cesedini sonraki nesiller için bir ayet olmak üzere koruyacağını bildirmîşse, hiç kuşkunuz olmasın ki o ceset boğulduğu andaki tazeliğinde durmakta ve gözlerinde, boğulduğu anın dehşetini taşımaktadır. Dünya müslümanları olarak bu İlahi gerçekliğe, bu açıklıkta imarı etmemiz gerekirken; şeytan aleyhillane yine yapacağını yapmış ve görüntülü bir batıl haber ile, henüz görüntüsüyle karşılaşmadığımız hak bir ayetin üzerini örtmeye çalışmıştır.
Bize acı veren bir ses tonuyla “Herneyse” diyerek konumuza devam ediyoruz. Firavun'un su boğazına çıktığı zaman ki imanını kabul etmeyen ve sonrakiler için bir ayet olmak üzere onun bedenini koruyacağını bildiren Rabbimiz, Firavun ve yandaşlarının son durumuyla ilgili olarak “Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü hiçbir yardım görmezler. Bu dünya hayatında Biz onların arkasına lanet düşürdük; kıyamet gününde ise, onlar çirkinleştirilmiş olanlardır.” buyurdu.
Evet, sular boğazına kadar çıkmasına rağmen imanından vazgeçmeyen Musa Aleyhisselam salimen karşı kıyıya çıkmış; sular boğazına çıkıncaya kadar küfründen vazgeçmeyen ancak boğazına gelince döneklik yapan Firavun ve askerleri ise kendilerini kaplayan sular ile İsrailoğullarının gözleri önünde boğulmuştu. İkinci dünya savaşı gibi binlerce insanın yaşadığı bu hadise, insanlık tarihi açısından elbetteki mütevatir bir hadisedir. Ayrıca bazı şaşkınların zannettiği gibi bir sihir, bir hayal veya bir halisinasyon da değildir bu. Çünkü bu olayı yaşayan binlerce insan, sanal olarak denizin yanlışını görmemişler, gerçekten yarılan bu denizden ve kendilerine açılan kupkuru bir yoldan karşı kıyıya da geçmişlerdir.
Yeryüzünde haksız yere büyüklenen, Allah'ın ayetlerini inkar eden ve O'na dönmeyeceklerini zanneden Firavun kavmi, İsrailoğullarının hayret dolu bakışları altında boğulmuşlardı. Onlar da Nuh kavmi gibi suda boğulup, ateşe sunulacak olanlardandı!. Tabi ki ne Musa Aleyhisselam'in ve ne de biz mü'minlerin artık acıyacağı bir topluluk değildi bunlar!. Nitekim şanı yüce Rabbimiz “Onlar için ne gök, ne yer ağlamadı” buyurarak; içinde bulundukları göğün, üzerine bastıkları ve üzerinde yaşadıkları yerin, onların akibetleri için üzülüp-ağlamadıklarını beyan etmiştir. Çünkü Firavun ve önde gelen çevresine, ayetlerle, mucizelerle gelmişti Musa Aleyhisselam. Onları bu ayetlerle ve yumuşak sözlerle hakka davet etmiş, onları bu mucizelerle uyarıp-korkutmak istemişti.
Fakat onlar Firavun'un emrine uymuşlardı!. Oysa Firavun'un emri, doğruya ve güzelliğe götürücü bir emir değildi. Dünya yaşantısında isteyerek Firavun'un emrine tabi olanlar, kıyamet gününde istemeseler de Firavun'un önderliğini kabul edecekler ve onun peşi sıra cehenneme gideceklerdi. Çünkü geçici dünya menfaatini gözeterek “Firavun'un izindeyiz!.” diyen ve onun peşinden giden insanların bu yolculuğu, elbetteki Firavun'la birlikte ahirette de sürecek ve cehenneme kadar devam edecekti.
Sonunda vardıkları ve varacakları yer, Rabbimizin buyurduğu gibi, ne kötü bir yerdir!..
Musa Aleyhisselam'ın döneminde yaşayan Karun, Musa Aleyhisselam'ın kavminden yani İsrailoğullarındandı. İnsanları zenginlik ve fakirlik ile imtihan eden Rabbimiz, Karun'a öyle hazineler vermişti ki. bu hazinelerin sadece anahtarlarını taşımak bile birlikte davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Allah'ın kendisine verdiği bu büyük servet ile şımaran ve azgınlaşan Karun, bu mali gücü ile insanlara zulmediyordu.
Firavun döneminde birer köle durumunda bulunan İsrailoğullarından olmasına rağmen, Karun'un böylesi büyük hazinelere sahip olması, elbetteki düşünülmesi gereken bir husustur. Çünkü ordulara yani askeri güce sahip olan Firavun, şayet isteseydi Karun'un büyük çapta zenginleşmesine izin vermez veya onun hazinelerine el koyabilirdi. Firavun'un böyle bir girişimde bulunmaması, elbetteki onun merhametinden veya adaletinden kaynaklanan bir yaklaşım değildi. Yönettiği toplumu dini veya etnik kökenleri nedeniyle fırkalara ayıran Firavun için, kendisi gibi bir müstekbir olan Karun'un etnik kökeni hiç önemli değildi. Önemli olan bu hazineleriyîe birlikte Firavun'un emrinde bulunması ve en yakın adamı olan Haman gibi. Karun'un da kendisine tabi olmasıydı.
Dolayısıyla Haman'dan sonra en yakın adamı olan Karun'un İsrailoğullarından olması, Firavun için herhangi bir zararı olmadığı gibi önemli faydalan da vardı. Çünkü köleliştirilmiş toplumlar, içlerinden birinin çok zengin olduğunu veya önemli bir makama geldiğini gördüklerinde, aynı imkan veya fırsatın kendileri için de geçerli olduğunu düşüneceklerdir!. Kendilerine umud veren bu düşünce, köleleştirilmiş toplumları müstekbirlere karşı isyan ve muhalefetten uzaklaştıran bir düşünce olmaktadır. Nitekim aynı emperyalist yaklaşım günümüz müstekbirlerinde de bulunmakta, askeri gücü önceleyen bu müstekbirler, sömürdükleri toplumlardan bazı kişilerin veya ailelerin zenginleşmesine ve önemli makamlara gelmesine izin vermektedirler. Emperyalizmin küreselleştiği günümüz dünyasında, müstekbirlerin dini veya etnik kökenlerinin fazlaca bir önemi yoktur. Önemli oian, dünya müstekbirlerinin öngördüğü emperyalist zihniyete ve yaklaşıma sahip olmalarıdır.
Karun da İsrailoğullarından olmasına rağmen, zihniyet ve yaklaşım olarak Firavun'dan yanaydı!. Çünkü sahip olduğu ve hiç kaybetmek istemediği hazinelerini koruyabilmesi, askeri güce sahip olan Fira-vun'la iyi geçinmesine ve onun her emrini yerine getirmesine bağlıydı. Dolayısıyla çok zor şartlarda yaşayan ve kendisinden medet uman İsrailoğullarına hiçbir yardımda bulunmamasına rağmen, Firavun'un her emrini ve her isteğini yerine getiriyordu. Nitekim kendi kavminden olan ve onun kavmine karşı azgınlaşan bu durumunu gören İlim ve insaf sahibi kimseler “Ey Karun!. Şımarma çünkü Allah şımaranları sevmez. Allah'ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarma. Çünkü Allah, bozgunculuk çıkaranları sevmez” diyerek kendisini uyarmak istiyorlardı.
Ancak böylesi nasihatlere kalbi ve kulağı kapalı olan Karun “Bu gördükleriniz, bende olan bir bilgi dolayısıyle bana verilmiştir” diyerek, sahip olduğu büyük serveti kendisine, kendi bilgi ve becerisine nisbet ediyordu!. Oysa dilediği kimselerin rızkını genişletip, dilediği kimselerin rızkını daraltan Allah idi.
Helal rızka talip olunarak çalışıldığı zaman, her insan kendisine takdir olunan dar veya geniş rızıkla karşılaşacaktı. Az kazananın yerinip kahrolmasına, çok kazananın sevinip şımarmasına hiç gerek yoktu. Rızkı genişletilen insanların, sahip oldukları geçici dünya metaının çokluğuna bakarak “Bunu ben kazandım, bu işi ben becerdim” diyerek büyüklenmeleri, hiç kuşkusuz ki Allah'a karşı bir sapıklık, nimete karşı bir nankörlük idi.
Böylesi kimselerin durumu, herhangi bir tiyatro oyununda milyarder rolünü üstlenen fakat bunun sadece geçici bir rol olduğunu unutan kimselerin durumu gibiydi!. Oysa bir oyun olarak gördükleri dünya hayatı bittiği zaman perdeler kapanacak ve perde arkasındaki yani ahiretteki gerçek mal varlıklarıyla karşılaşacaklardı!. Çok kısa olan dünya hayatında, çok kısa bir rolü oynamakla mükellef olduğunu unutan Karun da. sahip olduğu servet ile kendisini gerçekten güçlü ve kuvvetli görüyordu!. Oysa Allah (Celle Celaluhu), kendisinden önceki kuşaklarda Karun'dan daha güçlü ve daha kalabalık nice kimseleri yıkıma uğratmıştı. Fakat dönüp de arkasına bakmıyor, tarihte yaşananlardan bir türlü ibret almıyordu Karun!.
Dünyada yaşayan hiçbir insan olmasaydı, Karun'un sahip olduğu servet elbetteki kendisine hiç anlamlı gelmeyecekti. Herkes Karun olsaydı. Karun olmanın bu durumda da önemli veya değerli bir anlamı olmayacaktı!. Çünkü hemcinsleriyle bir yarış içinde olan insan, öne geçmenin sevincini, arkada kalanların gözyaşlarını ve tribündekilerin alkışlarını duyduğu zaman yaşayabiliyordu!. Ayrıca insanın para ile almak istediği en önemli ve en değerli şey, yine insan, yine insan emeği, yine insan onuru idil. Bu nedenle fakirlerin yaşadığı bir dünyada zengin, acizlerin bulunduğu bir toplumda güçlü olmanın nefse çok hoş gelen bir anlamı, bir ayrıcalığı, bir zevki vardı Karun ve Karun gibiler için!.
Böylesi nefsi duygulara sahip olan ve fakirlerin karşısında zengin, acizlerin karşısında güçlü olmanın azdırıcı keyfini yaşayan Karun, sevgi dolu gözlerle büyük servetine bakmaktan ziyade, haset ve hayranlık dolu gözlerle kendisine bakılmasından hoşlanıyordu!. Binlerce insanın salaklaşmiş bir şekilde ağızlarını açması ve hayranlık dolu gözlerle kendisine bakması ne güzel bir şeydi böyle!. Karun yine böylesi arzularla kavminin karşısına çıktı. İnsanları kendisine heveslendirecek görkemli bir ihtişam ve hayranlık uyandıracak bir zenginlik içindeydi!. Meseleye sadece dünyevi boyuttan bakanlar ve sadece dünyayı istemekte olanlar, Karun'u böylesine büyük bir ihtişam içinde görünce “Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler. Kendilerine ilim verilen ve meseleye ebedi gerçeklik boyutundan bakanlar ise “Yazıklar olsun size!. Oysa iman eden ve salih amellerde bulunanlar için, Allah'ın vereceği mükafat daha üstün ve daha hayırlıdır. Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz” diyerek, Karun'a heves eden büyük çoğunluğu uyarıp-ikaz etmek istediler.
Tabi ki faydalı ve anlaşılan bir nasihat olmamıştı bu!.
Çünkü en önemli meselelere dahi yaşadıkları zaman diliminden bakan ve şimdiki zamana göre değerlendiren insanlar, nefislerine hoş gözüken boş şeylere değer veriyorlar ve böylesi şeylerin peşinden gidiyorlardı!. Ancak Kahhar olan Rabbimiz, Karun'u ve konağını yerin dibine geçirdiği zaman bütün bakışlar ve değerlendirmeler bir anda değişivermişti!. Büyük servetinin ve kalabalık adamlarının hiçbir faydası olmamıştı Karun'a!. Bir güç ve kudret sahibi olarak gördüğü Firavun ise onu değil, kendisini bile kurtaramamıştı. İlahi davete rağmen haklıya karşı güçlünün yanında yer alan ve güçlüye tabi olan Karun, güçlüyle beraber güçsüz bir şekilde helak oimuştu!.
Daha düne kadar onun yerinde olmak isteyenler.
“Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı...” diyenler, “Demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve dilediğinin rızkını da kısıp-daraltmaktadır. Şayet Allah bize lütfetmiş olmasaydı, hiç şüphesiz bizi de batırırdı. Demek ki küfre sapanlar, kesinlikle iflah olmaz, kurtuluş bulamaz” demeğe başladılar!. İlahi'gerçekliği nasihatle değil musibetle anlayan bu insanlar, elbetteki doğru söylüyorlardı. Çünkü asıl zenginlik, asıl ve ebedi olan ahiret zenginliği idi. Çok kısa olan fani dünyada koskoca bir okyonusa sahip olmak yerine, ebedi olan ahiret hayatında damlayan bir musluğa sahip olmak, elbetteki çok daha büyük bir zenginlikti. Böyle bir ebedi zenginlik ise dünyadaki mal sahiplerine değil, takva sahiplerine vadedilmişti.
Ancak insanoğlu, yeterince düşünmüyor, yeterince akletmiyordu bu gerçekleri. Ölen veya helak edilen hiçbir Karun'un yerinde olmak istemeyen günümüz insanları, yaşayan Karun'lara yine heves ve hayranlıkla bakmaya devam ediyorlardı!. Oysa yaşayan Karun'ların akıbetleri, helak edilen Karun'dan hiç de farklı olmayacaktı. Çünkü ölmeyecek ve yaptıklarından hesaba çekilmeyecek hiçbir Karun yoktu!.
O halde yazıklar olsun, yazıklar olsun tüm Karun'lara, kendilerine Muhammedi, isevi, Musevi veya Haruni diyen Karunilere..
Firavun'a ilk geldiği zaman onu Allah'a kulluğa davet eden ve köle durumundaki İsrailoğullarını kendisiyle göndermesini isteyen Musa Aleyhisselam, Mısır'da uzun yıllar süren tevhidi mücadelesinden sonra İsrailoğullarıyla birlikte oradan ayrılmış ve Allah'ın yardımıyla denizi geçerek, herkesin gözleri önünde boğulan Firavun'un zulmünden kurtulmuşlardı. Allah'ı dikkate alan ve Allah'ın hükümleri istikametinde sürdürülen bir özgürlük hareketi, insanların esaretten kurtulmaları ve insanlara karşı özgürlük kazanmalarıyla neticelenmişti.
Söz buraya geldiği zaman, M.Ö. 70 li yıllarda yaşanan Spartaküs olayını çok kısa olarak hatırlamamızda fayda vardır. Bilindiği üzere Roma'lı bir gladyatör olan Spartaküs, kendisi gibi birer köle durumunda olan diğer gladyatörlerle birlikte isyan etmiş ve bir özgürlük hareketi başlatmıştı. Roma imparatorluğunun başkenti olan Roma'dan kaçan Spartaküs ve diğer gladyatörler, geçtikleri yerlerde karşılaştıkları bütün köleleri de kurtarıp, kendilerine katarak, ciddi bir oluşum meydana getirmişlerdi. Bu özgürlük hareketinin lideri olan Spartaküs, Romalılara karşı bazı kısmi başarılar elde etse de, bu büyük güce karşı İtalya topraklarında direnemeyeceğini çok iyi bildiğinden; kölelerle birlikte İtalya'nın güneyine inerek önce Sicilya'ya ve oradan da Afrika'nın kuzeyine geçmeyi planlamıştı. Nitekim bu plan istikametinde kölelerle birlikte İtalya'nın güney sahillerine doğru ilerlerken, bu hareketi kökünden kurutmak isteyen Roma ordusu da kendilerini takip ediyordu.
İşte bu aşamada düşüncelerimiz, M.Ö. 2000 li yıllarda yaşanan benzer bir hadiseye gidiyor. Çünkü bir özgürlük hareketin lideri olan Spartaküs yanındaki kölelerle birlikte nasıl ki denize doğru gidiyor ve Roma ordusu kendilerini takip ediyorsa; bir başka özgürlük hareketinin lideri olan Musa Aleyhisselam da yanındaki kölelerle birlikte denize doğru gidiyor ve Firavun ordusu kendilerini takip ediyordu. Tabi ki bu iki özgürlük hareketi arasında çok önemli bir fark vardı. Spartaküs'ün hareketi realiteyi dikkate alan ve akli tedbirleri öncüleyen beşeri bir hareket iken; Musa Aleyhisselam'm hareketi hakkı dikkate alan ve Allah'ın hükümlerini önceleyen İlahi bir hareketti.
Yaşanan realiteyi dikkate alan ve aklı önceleyen Spartaküs, kölelerle birlikte denize doğru ilerlerken bu denizi nasıl geçebileceklerini düşünmüş ve çok sayıda gemiye sahip oîan Kilikyahlarla irtibata geçerek, önemli bir ücret karşılığında onlarla anlaşmıştı. Ancak bu anlaşma yarar sağlamamış, Kilikyalı korsanlar Romalıların daha yüksek bir ücret teklif etmeleri üzerine, köleleri taşıyacak olan gemileri açık denize çekmişlerdi. Nitekim sahile geldiklerinde gemilerin açığa çekildiğini gören Spartaküs ve köleler, arkalarından yetişen Roma ordusu tarafından topluca kılıçtan geçirilmişlerdi.
İsrailoğullarıyla birlikte denize doğru ilerleyen Musa Aleyhisselam ise denizi nasıl geçeceğini bilmemesine ve hiçbir gemiciyle anlaşmamasına rağmen, İlahi hüküm istikametinde ilerlemiş ve bu hükmün yanıbaşında olan İlahi yardıma mazhar olarak. Firavun ve ordularından kurtulmuştu. İşte beşeri hareketler ile İlahî hareketler arasındaki önemli fark budur. Günümüz dünyasında köleleştirilmiş toplumları, köleieşüril-miş kitleleri bu esaretten kurtarmayı amaçlayan İyi niyetli insanların, tarihi birer örnek niteliğindeki bu iki hareketi mutlaka dikkate almaları gerekir. Çünkü ismi özgürlük veya kurtuluş hareketi de olsa, Allah'ı ve O'nun hükümlerini dikkate almayarak Allah'a karşı da bir özgürlük iddiasında bulunan her beşeri hareket, gerçek düzlemde insanlar için hiçbir zaman bir özgürlük veya kurtuluş hareketi olamayacaktır. Nitekim insanlık tarihinde bir tane Musa Aleyhisselam olmasına rağmen, beşeri özgürlük hareketlerinde hem kendilerini ve hem de çevresindeki insanları telef eden yüzlerce Spartaküs bulunmaktadır.
Evet, şanı yüce Rabbimizin lutfuyla denizi geçen ve gözleri önünde Firavun hanedanının boğuluşunu izleyen İsrailoğulları, çok uzun yıllar kendilerine dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarını sağ bırakıp erkek çocuklarını öldüren Firavun ailesinden artık kurtarılmıştı. Elbetteki bütün bu yaşanan olaylarda, onlar için Rabbirnizden büyük bir imtihan vardı. Herşeyi hakkıyle gören ve hakkıyla bilen Rabbimiz, onları uzun yıllardır çektikleri bu büyük zulümden kurtarmış ve şükredilmesi gereken büyük bir nimetle karşılaştırmıştı. İlahi bir lütuf la karşılaşan İsrailoğulları, acaba şimdi, şimdi ne yapacaklardı? Onların karşısına geçerek “Ben sizin en yüce Rabbinizim” diyen Firavun'a, yüreklerinde duydukları korku ile hiç itiraz etmeyen, dayanılmaz İşkenceler yapmasına ve erkek çocuklarını öldürülmesine rağmen çok uzun yıllar Firavun'a karşı kulluğa ve köleliğe devam eden bu İsrailoğulları; kendilerini zillet verici bu esaretten kurtaran Rahman'a karşı acaba nasıl bir kulluk yapacaklardı? Rahmetten ve merhametten uzak bir zalim olan Firavun'dan korkup-sakındıkları gibi, rahmetin ve merhametin ta kendisi olan Rahman'dan da korkup-sakınacaklar mıydı? Uzun yıllar kendilerine zillet veren çok zorlu bir kulluğu ve köleliği yaşayan İsrailoğulları, bütün bu mucizelerden ve İlahi yardımlardan sonra kendilerine izzet verecek koiay ve rahmetli bir kulluğu yaşayacaklar mıydı?
Elbetteki onlar için büyük bir imtihan, Önemli bir denemeydi bu. Gerçi temiz akıl ve temiz vicdan sahibi herkes için, bu imtihanın gereğini yapmak hiç de zor olmamalıydı. Çünkü Firavun'a karşı duydukları korkunun yarısını Allah'a karşı duysalar ve Allah'tan korkup-sakınsalar, Rahman olan Allah'ın rahmet ve mağfiretiyle karşılaşabilirlerdi. Ayrıca bunu yapmamaları için de hiçbir sebeb yoktu. Kendilerini Firavun'un zulmünden kurtaran Allah (Celle Celaluhu), zaten kendilerine zalim Firavun gibi yaklaşmıyor ve onlara güç yetiremeyecekleri hiçbir şeyi yüklemiyordu. Dolayısıyla Rahman'a yüzlerini dönmeleri ve bu İlahi rahmetin farkına varmaları, kendilerinden istenilen kulluğu kolayca yaşamaları için fazlasıyla yeterliydi. Ancak durum böyle olmasına rağmen, İsrailoğullarınm bu önemli imtihanda ne yapıpne yapmadıklarını bundan sonraki bölümlerde daha iyi göreceğiz.
Rabbimizin lutfuyla denizi geçen ve gözleri önünde Firavun hanedanının boğuluşunu izleyen İsrailoğulları, artık kendileri için yeni ve diğer insanlara karşı özgür bir döneme girmişlerdi. Firavun hanedanının zuİüm dolu gölgesinde geçen esaret yıllan artık geride kalmış ve İsrailoğullarınm bağımsız bir kavim olarak tarih sahnesine çıktıkları yepyeni bir dönem başlamıştı. Denizi geçtikten sonra Musa Aleyhisselam'ın liderliğinde ilerleyen îsrailoğulları. deniz kenarındaki Rakka kasabasından geçerlerken, bu kasaba halkının taştan ve ağaçtan yapılmış İnek heykellerine tapınmakta oldukların) gördüİer. Gördükleri şeye tapan ve taptıkları şeyi gören bu putperest kavmin durumu, henüz iman ve tevhidin ne olduğunu yeterince bilmeyen İsrailoğullarınm hoşuna gitti!.
Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bu putperestlere bir süre baktıktan sonra. Musa Aleyhisselan yanına giderek “Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap” dediler. Peygamberlerinden bir put değil, bir iîah yapmasını isteyerek, putu İlah yerine koyan ve ilah olarak isimlendiren bu şaşkınlar, taştan ve ağaçtan da olsa görülebilir bir ilah talep ediyorlardı!. Belki de alemlerin Rabbi olan Allah'ın, taş veya ağaç heykellerle şekillendirilmesin) ve görülebilir bu putlarla sembolize edilmesini istiyorlardı!.
Musa Aleyhisselam'ın tabi ki hiç beklemediği bir istekti bu!.
Mısır'da yaşanan onca mucizeden ve Firavun orduları Allah'ın emriyle halak edildikten sonra, bütün bunları açıkça gören İsraîloğullarının İmanlarına iman katacaklarını ve hiç kuşku duymadan doğru yola tabi olacaklarını zanneden Musa Aleyhisselarn, bu İsrailoğullarının yapacakları azgınlıklar ile Firavun'u bile geride bırakacaklarını nereden bilebilirdi ki!. Nitekim duyduğu öfke dolu bu şaşkınlık ile kendisinden bir ilah yapmasını isteyen şaşkınlara dönerek “Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz. Onların içinde bulundukları din, yokolmaya mahkumdur ve onların bütün yaptıkları da batıldır.” dedi.
İsrailoğullarının küfürle değil cahillikle suçlayan ve putlara yönelen o kavmin durumuna açıklık getiren Musa Aleyhisseİam, onların içinde bulundukları dinin yokolacağını ve niyetleri ne olursa olsun bütün yaptıklarının batıl olduğunu belirttikten sonra sözlerine şöyle devam etti..
“Allah sizi alemlere üstün kılmışken, ben size O'ndan başka bir ilah mı arayayım?”
Musa Aleyhisselam'ın bu sözlerinde, hiç kuşkusuz ki Allah'tan başka bir ilah arama kaygısı ve düşüncesi yoktur. Meseleye kendisinden bir İlah isteyen kavminin boyutundan yaklaşan Musa Aleyhisseİam, onların bu batıl isteğini hem imani ve hem de akli açıdan sorgulamaktadır. Yegane İlah olan Allah, yarattığı kullarına nasıl yaklaşırsa yaklaşsın ve onlara ne yaparsa yapsın, O'nun bu yaklaşımını sorgulayacak veya O'nu bundan engelleyebilecek başka hiçbir İlah yoktur. İlahi gerçeklik bu olmasına ve O'ndan başka sığınabileceğiniz bir İlah olmamasına rağmen, size ne oluyor ki bunca yaşananlardan sonra O'ndan başka bir İlah arıyorsunuz?
O sizleri zelil ve hakir kılsaydı, sizleri yarsız ve yardımsız bıraksaydı, yine de O'ndan başka sığınacağınız bir Rab, yardım alabileceğiniz bir İlah yoktur. Kaldı ki O Rahman ve Rahim olan Allah, sizlere lütfetmiş ve sizleri alemlere üstün kılmıştır. O halde ne oluyor, size ne oluyor ki Allah'tan başka bir İlah istiyorsunuz? Allah'ın büyük bir Iutuf ile sizlere yardım etmesine ve sizleri alemlere üstün kılmasına böyle mi karşılık vereceksiniz?
“Hocam, İsrailoğullarının alemlere üstün tutulmasını nasıl anlamamız gerekir?”
Önemli bir soru Fatih. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde zikredilen bu gerçek, kavmiyetçilik duygusundan kurtulamayan bazı müslümanları ciddi İstifhamlara sürüklerken, bu hitaba muhatab olan İsrailoğullarını da ne yazık ki şüküre değil, nankörlüğe ve azgınlığa sevketmiştir. Oysa şanı yüce Rabbimiz “Ey İsrailoğulları! Size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir zamanlar) alemlere üstün kıldığımı anın”. buyururken, bu durumun onlar için bobürlenilmesi gereken bir ayrıcalık değil, şükrediimesi gereken bir nimet olduğunu belirtmektedir.
İsrailoğullarının alemlere üstün tutulmasının neden ve hikmetlerini anlayabilmek için Kur'an-ı Ke-rim'e yöneldiğimiz zaman; bu İlahi nimetin İsrailoğullarının Allah'a karşı duruşlarıyla, yönelişİeriyle, iman ve teslîmiyetleriyle hiçbir ilgisinin olmadığını görürüz. Nitekim şanı yüce Rabbimiz;
“Andolsun, Biz onları bir ilim üzere (kıyamete kadar ki tutumlarım, ne yapıpne yapmayacaklarını çok iyi bilmemize rağmen) alemlere karşı üstün kıldık.” [22] buyurarak, İsrailoğullarmın alemlere üstün kılınmasının bu kavmin kendisiyle veya kendi kalitesiyle ilgili bir durum olmadığına işaret etmektedir. O halde Adil ve Rahman olan Rabbimizin, bu kavmi alemlere üstün kılmasının neden ve hikmeti nedir? İşte bu sorunun cevabını, çok uzun yıllar önce yaşamış olan İbrahim Aleyhissefam'ın şu kalbi dualarında görmemiz mümkündür.
“İbrahim, İsmail'le birlikte Evin (Ka'be'nin) sütunlarını yükseltiyor (ve şöyle dua ediyordu;) “Rabbimiz bizden (bunu) kabul et, şüphe yok, Sen işiten ve bilensin, Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et Şüphe yok, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara peygamber gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Hiç şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.” [23]
Rabbimiz nezdinde kabul gören bu dua, Hz. İshak soyundan gelen İsrailoğullarını da rahmetli kapsamına alarak, onları alemlerdeki diğer ins ve cin kavimlerinden farklı ve üstün bir konuma yükseltmiştir. İsrailoğullarını alemlerdeki diğer kavimlerden üstün bir konuma yükselten bu en büyük nimet; İbrahimi duada belirtildiği gibi kendi içlerinden peygamberler gönderilmesi, kitabın ve hikmetin öğretilerek onların arındırılmak is-tenmesiydi. Nitekim bu İbrahimi duanın bir tecellisi olarak binlerce yıl İsrailoğullarına kendi içlerinden birçok peygamberler gönderilmiş, apaçık ayetlerle hakka ve hakikate davet edilmişlerdir.
Alemlerin Rabbi olan Allah'ın, rahmet ve hidayeti, mağfiret ve inayeti, hiç kuşkusuz ki yüzlerini Allah'a yönelten her kavme karşı açık ve her kavmi kuşatmaktadır. Mesela şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de, devlet olmuş ve yeterli bir güce ulaşmış olan müslümanlara;
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar; bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen kadınlar, çocuklar ve erkeklerden zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” [24] buyurmaktadır. Zayıf ve çaresiz bir durumda yüzlerine Allah'a dönen bu insanlar için müzminlerin savaşmasını emreden Rabbimiz. yeterli bir güce ulaşmış bulunan bu mü'minlerin olmadığı dönemlerde, Kendisinden yardım isteyen o mustazafları yardımsız mı bırakacaktı?
Elbetteki hayır!.
Yeterli güce ulaşan mü'minlerin olmadığı dönemlerde, Rabbimiz bu duaya Kendisi karşılık verecek ve hangi kavimden olursa olsun o insanları hiç kuşkusuz ki yardımsız bırakmayacaktı. İşte İsrailoğullarının -yüzlerini Allah'a dönerek O'ndan yardım isteyen- bu kavimlerden farkı, onlar iman doiu bu samimi duayı yapmasalar da Allah katından bir yardım ve yardımcıyla karşılaşmış olmalarıdır. Çünkü onların yapmadığı bu duayı, ataları İbrahim Aleyhisselam yapmış ve Rabbimiz “Halilim” diyerek dost edindiği İbrahim'in bu duasını kabul etmişti. Nitekim Firavun dönemindeki İsrailoğullarında ne böyle bir imanı, ne de imandan kaynaklanan böyle bir samimi duayı genei düzlemde görmememize rağmen; onların layık olmasından değil, İbrahimi duayı kabul eden Rahman'ın lutfundan kaynaklanan İlahi bir yardıma mazhar olduklarını görüyoruz. Tabi ki kabul gören bu İbrahimi duanın sadece dünya hayatını kuşattığı ve hesap gününe uzanmadığı, konuyla ilgili ayetlerin devamında açıkça zikredilmektedir.
“Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir zamanlar) alemlere üstün kıldığımı anın. Hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden bir şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korkun.” [25]
Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, alemlere üstün kılınan bütün İsrailoğullarına “Atanız kim olursa olsun, soyunuz kime dayanırsa dayansın, bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceğiniz o büyük günde hiçbir üstünlüğünüz ve hiçbir ayrıcalığınız yoktur. Hiçbir kimseden fidye alınmayacağı ve hiçbir yardım görülmeyeceği o günde; atanız olan İbrahim değilsizin için, şefaate layık olmayan babası için bile şefaat etmeyecek ve ona yardımcı olmayacaktır. Soy bağlarının kesileceği ve hiç kimsenin soyuna veya kavmine bakılmayacağı o gün, herkes kendi amellerinin hesabını verecektir.” buyurulmaktadır.
İbrahim Aleyhisselam'ın kabul gören duası vesilesiyle alemlere üstün kılınan İsrailoğullarının bu durumu, elbetteki günümüze kadar gelen bir durum değildir. Çünkü asırlar boyu İçlerinden peygamberler gönderilmesine ve arındırılmak istenilmelerine rağmen isyan eden ve haddi aşan İsraİloğuilarına Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. İsrailoğullarından küfredenler artık İbrahim gibi bir peygamberin duasını değil, kendilerine gönderilen Davud ve Meryem oğlu İsa gibi iki peygamberin lanetini taşımaktadırlar.
“İsrailoğullarından küfredenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münker (çirkin iş)lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!. Onlardan çoğunun küfre sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür, Allah onlara gazablandı ve onlar azabda ebedi kalacaklardır.” [26]
Bir zamanlar alemlere üstün kılınan İsrailoğullarının Rabbimiz katındaki daha sonraki durumları, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu ayetlerle açıklık kazanmaktadır.
“Onların üzerine korluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinden ve peygamberleri haksız yere öldürmelenndendk (yine) bu, isyan etmelerinden ve sının çiğnemelerindendi.”, “Şüphesiz iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiiler(den her kim) Allafy 'a ve ahiret gününe iman eder, salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. “ [27]
Dikkat edilirse 61. ayet-i kerimede İsrailoğullarının hem Musa dönemindeki isyan ve azgınlıklarına, hem de sonraki asırlarda öldürecekleri peygamberlere dikkat çekilerek gazaba uğratıldıkları belirtilmektedir. Devamında zikredilen 62. ayet-i kerimede ise bu genel gazabın fert fert bütün İsrailoğullarını kuşatmayacağı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanların Allah katında ecirlerinin olduğu bildirilmektedir. Artık İsrailoğulları için kavmi kuşatan genel bir gazap söz konusu iken, kişileri muhatap alan özel bir müjde söz konusuydu. Bu müjdenin muhatabı olanlar ise hangi kavime mensup olursa olsun Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanlardı.
Evet bu kısa açıklamadan sonra tekrar konumuza dönüyoruz. İsrailoğullarını karanlıklardan nura çıkarması ve onlara Allah'ın günierini hatırlatması için ayetlerle gönderilen Musa Aleyhisselam, kendisinden bir İlah yapmasını isteyen kavmine “Allah sizi alemlere üstün kılmışken, ben size O'ndan başka bir ilah mı arayayım?” dedikten sonra onlara Allah'ın nimetlerini bir kez daha hatırlatmak istedi.
“Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı, onlar sizi en dayanılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınız! boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir sınav vardır. Rabbiniz “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, hiç şüphesiz Benim azabım pek şiddetlidir.” buyurmuştur.” Bu apaçık sözîerle kavmini uyarıpkorkutmak isteyen Musa Aleyhisselam, hiçbir İsrailoğlunun inkar edemeyeceği bu nimetleri hatırlatarak Allah'ın üzerinizdeki bu nimetlerine rağmen, siz şimdi putlara mı yöneleceksiniz?” diyor ve onları Bir olan Allah'a kulluğa ve binlerce kez şükre davet ediyordu.
Fakat bir gariplik, bir tuhaflık içindeydi bu İsrailoğulları!. Sanki onlar Allah'ın yardımına ve nimetlerine muhtaç değiller de, Allah onların şükrüne muhtaçmış gibi kibirli ve suskun bir havaya girmişlerdi!. Gönülleri daraltan bu suskunluğa daha fazla dayanamayan Musa Aleyhisselam, iman ve öfke dolu bir sesle “Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü küfredecek olsanız bile, şüphesiz Aİlah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür.” diyerek; yegane İlah olan Allah'ın kullara değil, kulların Allah'a muhtaç olduğunu açık bir şekilde dile getirdi.
Musa Aleyhisselam'ın öfkelendiğini hisseden İsrailoğulları, bu sözler üzerine hiçbir itirazda bulunmadılar. Çünkü Alemlerin Rabbi olan Allah'ı yeterince dikkate almasalar da, kızdığı zaman çok hiddetlenen Musa Aleyhisselam'ı dikkate alıyorlar ve onun elinde tuttuğu o esrarengiz asadan oldukça çekmiyorlardı!. İçinde yılanları, ejderhaları barındıran ve denizleri ikiye ayıran bu asa, İsrailoğullarına göre çok sıradışı bir asaydı!. Musa Aleyhisselam'dan görülebilir bir İlah isteyen bu şaşkın ve sapıklara bir fırsat verilse, belki de bu asayı yüksek bir yere dikecekler ve birçok mucizesine şahit oldukları bu asaya tapınmak isteyeceklerdi!.
Çünkü onlar, doğruyu yalanlayan ve yanlışlayan, yalanı yaldızlayan ve alkışlayan şaşkınlardı..
Musa Aleyhisselam uzun yıllar sonra Allah ile tekrar konuşmak, O'na münacaatta bulunmak ve îsrailoğulları için hakkı batıldan ayıracak hükümleri içeren Tevrat levhalarını almak için Rabbimizle sözleşmişti. Bu çok önemli sözleşmenin ve vaidleşmenin yeri, yine Tur-u Sina yani Rabbimizin ilk buluşmada mübarek kıldığı Sina dağı idi. Musa Aîeyhisselam ile otuz gece olarak sözleşen ve buna on daha İlave eden Rabbimiz, böylelikle bu kutlu süreyi kırk geceye tamamlamış oluyordu.
Musa Aleyhisselam İsrailoğullarıyla birlikte Sina dağının eteklerine geldiği zaman, kardeşi Harun Aleyhisselam “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma” dedikten sonra onlardan aceleyle ayrıldı. Çünkü bir an önce Tur'a çıkmak ve bir an önce Rabbisiyle buluşmak istiyordu.
“Hocam, kardeşine “Bozguncuların yolunu tutma” diyen Musa Aleyhisselam, kardeşinin bozgunculuk yapacağından mı endişe ediyordu?”
Hayır Hamdi!. Musa Aleyhisselam'ın elbetteki kardeşinden bir şüphesi, kardeşinden bir endişesi yoktu. Onun bozgunculuk konusundaki bütün endişesi, kendilerine bir türlü güvenemediği İsrailoğullarıyla ilgiliydi. Denizi geçtikten ve Firavun hanedanının gözler önünde boğuluşunu açıkça izledikten hemen sonra bile kendisinden bir İlah yapmasını isteyen bu kavim, ne yazık ki her türlü fesat ve bozgunculuğa çok yakın bir kavimdi. Dolayısıyla kardeşi Harun Aleyhisselam'ı bu önemli konuda uyarıyor ve bu sözlerle ona “Bunların arasında her an bozgunculuk çıkaranlar olabilir. Sen onların yolunu kesinlikle izleme ve onları ıslah et” diyordu.
Kardeşine bu nasihati yaptıktan ve onu kendi yerine vekil tayin ettikten sonra kavminden aceleyle ayrılan Musa Aleyhisselam, hızlı adımlarla Tur'u Sina'ya yöneldi. Uzun yıllar önce gördüğü bir ateş üzerine dünyevi nedenlerle bu dağa çıkan ve neyle karşılaşacağını hiç bilemeyen Musa Aleyhisseİam. şimdi bambaşka bir durumda ve bambaşka bir yürüyüş içindeydi. Bu dağa ilk çıkışında bir bilinmezliğin verdiği tedirginlikle yürümek istemeyen ayaklan, geride kalan o yıllara göre yaşlanmış olmasına rağmen şimdi durmak ve dinlenmek istemiyordu. Çünkü bu güzel ayakların taşıdığı bu çok güzel yürek, artık ne için nereye gittiğini ve gittiği yerde nasıl bir Rahman ve bu Rahman'ın nasıl bir rahmettyle karşılaşacağını çok iyi biliyordu.
Rabbimizin tayin ve takdir ettiği vakitte sözleşme yerinde olan Musa Aleyhisselam, kendisi için büyük bir ayrıcalık olan İlahi lutufla yine karşılaşmış ve Rahman olan Rabbİmiz onunla yine konuşmaya başlamıştı. Uzun yıllar sona tekrar kulağına ve gönlüne ulaşan bu İlahi kelam, artık çok başka bir hoşluk veriyordu yüreğine. Yıllar Önce korku, heyecan ve ürkeklik içinde duyduğu ve dinlediği bu İlahi kelamı, şimdi sevgi ve şükür duyguları içinde dinliyordu. Çünkü Rahman olan Rabbi bütün vaadlerini gerçekleştirmiş, onları bu davada hiç yalnız ve yardımsız bırakmamış, kavmini Firavun hanedanından ve onların zulmünden kurtarmıştı. Uzun yıllardır bu İlahi yardım ve İlahi yakınlıkla iç içe yaşayan Musa Aleyhisselam'ın gönlündeki Rab sevgisi, hiç kuşkusuz ki tarif olunmaz bir şekilde artmıştı. İşte şimdi bu Rabbisinin huzurunda, bu Rabbisiyle konuşuyordu Musa Aleyhisselam. Kalbine muhteşem bir hoşnutluk ve mutmainlik veren bu konuşmayı yaparken, gönlünde hissettiği bir başka isteği, bir başka arzusu daha vardı Musa Aleyhisselam'ın. Sevdiği, çok sevdiği Rabbisini görme arzusuy-du bu!. Duyduğu bu arzunun temelinde Rabbe karşı bir kuşku, bir şüphe değil, Allah'a duyduğu sevgi ve sevda vardı. Dünya kulağı ile duyduğu Rabbisini, dünya gözüyle de görmek istiyordu!.
Musa Aleyhisselam'a göre zor veya imkansız bir şey değildi bu!. Çünkü Rabbisi yıllar önce kendisine “Seni görmekteyim, seni işitmekteyim ve seninle beraberim” buyurmuştu. Bu İlahi gerçekliği bildiren Rabbisi hiç kuşkusuz ki şimdi de kendisini görmekte, kendisini işitmekte ve kendisiyle beraberdi. Zaten bu gerçekliği Musa Aleyhisselam da yaşıyor, Rabbisini görmenin dışında O'nu işitiyor ve O'nunla beraber olduğunu yakinen hissediyordu. Buradaki tek eksiklik, kendisini gören Rabbisini, kendisinin görememesiydü. Bunun da yegane nedeni, Musa ASeyhisselam'ın Rabbisini görememesi değil, Rabbisinin Kendisini göstermemesi olmalıydı!.
Kendisini gören Rabbisi, her ne hikmettense şimdiye kadar Kendisini göstermemişti!. Bunun nedenini veya hikmetini anlayamayan Musa Aleyhisselam, gönlündeki Rab sevgisiyle ve Rab sevdasıyla çığ gibi büyüyen bu arzuyu daha fazla içinde tutamayarak “Rabbim, göster Kendini, göreyim Seni” dedi. Açıkça dile getirdiği bu temenni ile perdelerin kalkacağını ve çok sevdiği Rabbisini görebileceğini umud ediyordu!.
Musa Aleyhisselam saf bir yürekten kaynaklanan bu tertemiz temennisini günümüzdeki vahdet-i vücutçulara veya kitablanndan tanıdığımız (umarız ki o batıl görüşlerden beridir) Muhiddin Arabi'ye iletseydi, hiç kuşkusuz ki ona gülümseyerek bakacaklar ve “Ey Musa!. Zaten O'ndan gayrı bir şey görmüyorsun!. Gördüğün her şey O’dur” diyeceklerdi. Bu sözlerle Musa Aleyhisselam gibi bir peygamberi irşat ettiklerini zanneden bu şaşkınlar, elbetteki irşat edilmeye bizzat kendileri muhtaç olan kimselerdir.
Kelime-i tevhidde beyan edilen “Allah'tan başka ilah yoktur” gerçeğini, “Allah'tan başka hiçbir şey yoktur” görüşüne indiren ve bu görüşten hareketle yaratılmış her şeye İlahilik nisbet eden vahdet-i vücutçular, ne yazık ki çok ciddi bir aldanış ve şaşkınlık İçindedirler. Dilediği her şeyi yoktan yaratmaya muktedir olan Allah'ı, Kendi zatından veya nurundan yaratmaya mecbur kılan bu anlayış, netice olarak Yaratıcı ile yaratılmışı aynı kefeye koyarak büyük bir zulüm içine girmektedirler.
“Hocam, naşıl böyle bir hataya düşüyorlar?”
Elbetteki durdukları yerde düşmüyorlar Fatih!. Hatta bu hataya düşmeleri ve bu hatayı benimseyebilmeleri için, çok uzun yıllar düşündüklerini de söyleyebiliriz. Çünkü bu görüşü savunabilmeleri; bu görüşe aykırı gözüken yüzlerce ayet-i kerime üzerinde yıllarca çalışmalarına, bu ayetleri tevil edebilmelerine ve bu ayetlere batın ve batıl yorumlar getirebilmelerine bağlıdır. Zor ve yanlış bir yola talip olan bu insanların temel hatası; Yaratıcıyı ve yaratılmış alemi tanımak yerine, Yaratıcıyı ve yaratılmış alemi tanımlamayı tercih etmeleridir.
Oysa herhangi bir şeyi tanımak.İlahi ölçüleri dikkate alan mü'minler için o şeyi tanımlamaktan hem daha doğru, hem de daha kolay bir yoldur. Çünkü bir şeye karşı tanıma yönelişinde, o şeyin gerçekliğine ait bir olasılık vardır ve insanoğlu bu hak olasılığı bulmaya ve anlamaya çalışır. Tanımlama yönelişinde ise bu olasılıklar, insan düşüncesinin seviye ve keyfiyetine göre bazen onlarca, bazen yüzlercedir. Tabi ki nefsi ve şeytani vesveselere rağmen bu yüzlerce olasılık içinden hak olan tek olasılığı bulmak veya bu tek olasılığı bulsa bile -kendilerini, bu konuda fazlaca düşünmeden iman eden diğer inananlarla aynı seviyeye düşüreceğinden- bu olasılığı kabul etmek hiç kolay değildir. Çünkü sıradan insanlardan farklı ve özel olmak kaygısı, böylesi durumlarda iman ve teslimiyetin önüne geçebilmektedir.
Tanımlama hatası, insanlık tarihi boyunca, insanların tarihi bir hatası olmuştur. Bir insanın haksız yere büyüklenmesinde, kibirlenmesinde, kendisini müstağni görerek azmasında ve azgınlaşmasında, bu insanın kendisini yanlış tanımlaması vardır. Şeytanın apaçık bir düşman olarak fazlaca dikkate alınmamasında, bir heykelin, bir liderin, bir şeyhin veya bir devletin ilah edinilmesinde de, bütün bunların yanlış tanımlanması vardır.
Tanımlama hatasının en vahimi ve en tehlikelisi ise ne yazık ki alemlerin Rabbi olan Allah'a karşı yapılmış ve Allah'a karşı yapılmaktadır. Nitekim birçok kavmi şirk ve küfüre düşüren, onların helak edilmesine neden olan en büyük hata, alemlerin yegane Rabbi olan Allah'ın yanlış tanımlanmasıdır.
Bu tarihi hata, ne yazık ki sinsi ve bulaşıcı bir hastalık gibi Muhammed ümmetinin de içine girmiş, bazı ekol ve meşreplerle varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Bunların içinde önemli bir yer tutan vahdet-i vücutçular, söz konusu tarihi hatayı günümüzde de devam ettiren kimselerdir. Bunları dinlediğinizde veya Muhiddin Arabiye nisbet edilen eserleri okuduğunuzda, inatla ve ısraria Allah'ın tanımlanmaya çalışıldığını görürsünüz.
“Hocam, o eserlerde güzel gerçekler de var!. Elbetteki var Fatih!.Çünkü hakka muhtaç olan batıl, batıla muhtaç olmayan hak gibi değildir. Batıl, haktan alıntı yapmasa ve içine hakkı karıştırmasa, bu batıla zaten müşteri çıkmaz. Burada önemli olan söz konusu eserlerdeki doğru ve gerçek bilgiler değil, bu eserlerin insanlara vermek istediği ana fikirdir. Eserlerdeki bu ana fikrin temelinde ise ne yazık ki Allah'ı tanımlama hatası bulunmakta ve bu eserleri okuyan insanlar, Muhiddin Arabi'nin tanımladığı Allah telakkisinden hareketle söz konusu yanılgılara düşmektedirler. Ayrıca şu hususu da belirtmek isterim ki, herhangi bir görüş, kendisini İfade edebilmek için ne kadar uzun anlatımlara ihtiyaç duyuyorsa, o görüşe o kadar ihtiyatlı yaklaşmamız gerekir. Çünkü hak ve hak görüşler, herkesin anlayabileceği çok kısa cümle ve anlatımlarla bile kendisini ifade edebilirken; insanları haktan döndürmeyi amaçlayan batıl görüşlerin, insanların farkedemeyecekleri kadar geniş virajlar alabilmeleri için çok uzun anlatımlara, çok geniş tevil ve yorumlara ihtiyaçları vardır.”
Batıl bir görüşü etkin kılmanın en kısa yolu ise, bu görüşü peygamberlerde dahil olmak üzere salih insanlara nisbet etmek ve söz konusu görüşe akli veya Kur'an-ı değil, imani bir yaklaşım sağlamaktır. Zaten Muhammed ümmetinin saf bir samimiyetle hiç sorgulamadan kabul ettiği yanlış görüşler, geçmişteki salih kimselere nisbet edilen görüşler değil midir? Mesela “İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifesidir!.” görüşü, ne yazıktır ki uzun asırlardır müslümanlar arasında kabul gören bir görüş olmuştur. Geleneksel din kültürünü yeterince sorgulamadığım yıllarda, benim de doğru zannettiğim bu görüşü kimler ve hangi delile dayanarak ortaya atmışlardır, hiç bilmiyorum. Oysa Kur'an-ı Kerim'i dikkate alan, kendilerini ve Allah'ı doğru tanıyan mü'minieri, Allah korkusuyla titretmesi gereken bir görüştür bu!. Çünkü yeryüzünde halef ve halife olarak yaratılan İnsanlar, yeryüzünde Allah'ın değil, kendilerinden öncekilerin halefidir. Yeryüzünde Allah'ın halefi olma ve O'nun yerine geçme iddiasıyla karşımıza çıkanlar, Firavunlar, NemrudSar ve onlar gibi azgınlaşan müstekbirlerdir.
Önemli bir kimsenin halefi olmak, aynı kimsenin elçisi olmaktan elbetteki çok daha büyük bir makamdır. Çünkü haleflikte, önemli kimsenin sadece elçiliğini yapmak değil, bizzat onun yerine geçmek, onun yerini almak ve onun yerine söz sahibi olmak keyfiyeti vardır. Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki şanı yüce Rabbimiz en sevdiği peygamberlerine dahi yeryüzünde “Allah'ın halifesi” gibi İlahlıkla ilgili bir makamı değil, “Allah'ın elçisi” gibi kullukla ilgili şerefli bir makam vermektedir. Fakat ne gariptir ki Kur'an-ı Kerim gibi muazzam bir Kitab'ın korunmuşluğuna ve bu Kitab'daki İlahi gerçekliklere rağmen böylesi batıl görüşler kabul görebilmektedir!.
İtikad ve amelle ilgili bu gibi ciddi hatalar, insanların kendilerini ve Allah'ı yanlış tanımlamalarından kaynaklanmaktadır, Tanımlama hatasının yegane çaresi ise gerçeği tanımak ve İlahi gerçeklikle tanış olmaktır. Kendisini, yaşadığı alemi ve bu alemleri yaratan Allah'ı doğru tanıyan bir insan, bütün bunlara karşı doğru bir anlayış ye doğru bir duruş içinde olacaktır. Doğru tanımanın biricik ölçüsü ise ölçünün ta kendisi olan Kur'an-ı Kerim'e iman ve ihlasla yönelmek, tanımak istediğimiz her şeyde bu İlahi Kitab'ın hükümlerini -tevil ve yorumlarla esnetmeye hiç kalkışmadan- hak ve değişmez bir ölçü olarak kabul etmektir. Allah'a karşı anlayış ve duruşumuzda da, esas almamız gereken bir yaklaşımdır bu.
Yaratılmış bir mahluk olarak, bizleri Yaratan Allah'ı tanımlamaya kalkışmanın, haddi aşmak anlamına geldiğini bilerek bundan sakınmamız ve şanı yüce Rabbimizi, tanıyabildiğimiz kadar Kur'an-ı Kerim'den tanımamız gerekir. Bir mü'min olarak Rabbimizi bir sayfalık Kur'an-ı bilgi ile tanımamız ve haddi aşan İnsanların binlerce sayfalık tanımlamasından kaçınmamız, bizler için hem daha güvenli, hem daha hayırlıdır. Rabbimizi tanımlamak için değil, daha iyi tanıyabilmek için göstereceğimiz çabalarda, konuyla ilgili bütün ayetleri dikkate almalı, bu ayetlerde gücümüz nisbetince derinleşmeli ve bunları yaparken hiçbir ayetin açık manasından uzaklaşmamalıyız. Bu çok kısa açıklamayı şimdilik yeterli görerek, vahdet-i vücud görüşünü benimseyenlerin veya bu görüşe ilgi duyanların, Kur'an-ı Kerim'i esas alarak kendilerine gelmelerini temenni ediyoruz. Gerçi bu teslimiyetin onlar için zor olduğunu bihyorum. Çünkü sıradışı ve ayetdışı bu itikat ile kendilerini çok ayrıcalıklı gördüklerini, biz sıradan müslümanlar gibi inanmadıklarını biliyor ve batıl da olsa bu itikadın onlara gizli ve coşkulu bir heyacan verdiğini hissedebiliyorum. Ayrıca kendilerine yapılan hak nasihatler karşısında, Muhiddin Arabinin verdiği ayna örneğine sığındıklarını ve cesetteriyle birlikte akıllarını da bizden tarafta bırakarak, kupkuru bir görüntü olarak aynanın içine kaçıverdiklerini de görüyorum.
“Hocam, ayna örneği ne?”
Somut tenkitlerle karşılaşan vahdet-i vücutçulara, Muhiddin Arabinin gösterdiği soyut bir kaçış noktasıdır bu!. Yaratılmış her şeye İlahilik nisbet eden Muhiddin Arabi, ayetlere dayanan görünür tenkitlerden kendisini koruyabilmek için bu ayna örneğini vermiş ve yaratılmış alemi -Sümme haşa- Allah'ın aynadaki görüntüsüne benzettikten sonra, aynadaki bu görüntü için “Hem O, hem O değil!.” demiştir. Nitekim üzerindeki cüppeyi göstererek “Cübbemin içindeki hem O, hem O değil!.” demesi de, aynı bulanık görüşün bir başka bulanık ifadesidir.
En küçük ihtimaldeki, en büyük iyimserlikle, Rabbimiz nezdinde “Hem mü'min, hem mü'min değil!. Hem müslim, hem müslim değil” durumuna düşecek olan bu şaşkınlar, asıl itibariyle korkutucu bir yanlışlık ve akibeti elem bir sapıklık içindedirler. Çünkü ağaçtan veya taştan yapılmış birkaç şeye ilahilik nisbet ederek, birkaç şeyi Allah'a eş koşanlar, ebedi cehennem ile tehdit ediliyorsa; her şeye İlahilik nisbet ederek, her şeyi Allah'a eş koşanları acaba nasıl bir akibet beklemektedir? Düşünen bütün mü'minler için bu insanların akibetleri, felsefi yorumlarda değil, bu küçücük sorunun kısacık cevabındadır.
Evet, bu dosyayı şimdilik kapatıyor ve hak olan konumuza, hakkı açıklayan ayetleri dikkate alarak devam ediyoruz. Gönlündeki Rab sevdasıyla “Rabbim, göster Kendini, göreyim Seni” diyen Musa Aleyhisselam, açıkça dile getirdiği bu temenni ile perdelerin kalkacağını ve çok sevdiği Rabbisini görebileceğini umud ediyordu!. Çünkü kendisini gören, kendisini işiten, kendisiyle beraber olan Rabbi, hiç kuşkusuz ki orada, hemen oralarda olmalıydı!.
Tabi ki biz yaratılmışlara özgü bir yanılgıdır bu!. Rabbimize ait bazı esma ve sıfatların, farklı ve sınırlı bir içerikte bizlerde de bulunmasının, bizler açısından hem müsbet ve hem de menfi sonuçları vardır. Bu Özelliklerin sınırlı da olsa bizlerde olmasının müsbet sonucu, Rabbimizin esma ve sıfatlarının bizim için çok genel anlamda anlaşılabilir olmasıdır. Mesela Rabbimiz bizlere görme, işitme veya sabır özelliklerini vermeseydi, Rabbimizin Basir, Semi ve Sabır sıfatlarının en genel anlamda bile ne olduğunu anlayamaz ve bu anlaşılmazlık içinde “Görmek, işitmek ve sabretmek de neyin nesidir?” derdik- Ancak benzer özellikler sınırlı bir içerikte bizlerde de oİduğu için, Rabbimizin bu esma ve sıfatları hakkında genel ve doğru bir anlayışa sahip olabiliyoruz. Meselenin müsbet yönünde atılan İİk adım ve bu ilk adımın müsbet sonucu budur.
Bu özelliklerin bizlerde de olmasının menfi sonucu ise, bu müsbet yönde ikinci adımı atmamız ve kendimizden hareketle Allah'ın esma ve sıfatlarının mahiyetini özel olarak tanımlamaya kaikışmamızdır. İşte durmamız ve haddimizi bilerek duraksamamız gereken nokta budur. Çünkü ilk adımı atmamız ve kendimizden hareketle Rabbimizin esma ve sıfatları hakkında çok genel bir anlayışa sahip olmamız ne kadar doğru ise; aynı istikamette ikinci adımı atarak yine kendimizden hareketle Rabbimizin esma ve sıfatlarını özel bir içerikte tanımlamaya kalkışmamız, o kadar yanlıştır. Bu yaklaşım Allah'ı Kendi Zatına göre tanımak değil, alemlerin Rabbi olan Allah'ı kendimize göre tanımlamak olur!. Oysa Allah bizlerden ve bizlerin böylesi tanımlamalarından çok yüce ve çok münezzehtir.
Fakat ne yazık ki böylesi yanılgılara düşülebilmek-te ve insanlara Rabbimizi tanıtmayı amaçlayan esma-ül hüsna kitablarında bile, Allah'a ait birçok esma, bu esmanın insanlara yansıyış biçimine göre tarif edilmektedir. Mesela Es Sabr olan Rabbirniz, hiç kuşkusuz ki sabır sahibidir. Ancak Rabbimizin sabrını, kendi sabır anlayışımıza göre açıklayıp, kendi sabrımıza göre tanımlayamayız. Çünkü bizim sabır anlayışımız ve sabır amelimiz, zaman ve mekan içinde gerçekleşmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, Mısır dönemindeki İsrailoğulları Firavun'a ve Fİravun'un zulmüne uzun yıllar sabretmişlerdir. Şimdi bundan hareketle “Rabbimiz de Firavun'a ve Firavun'un zulmüne uzun yıllar sabretmiştir” diyemeyiz. Çünkü zamandan ve mekandan münezzeh olan, Firavun'un doğumunu, helakim ve cehennemdeki akibetini aynı anda gören Rabbimi-zîn Sabır esması, bizlerdeki bu sabır anlayışının çok ötesinde ve çok farklı ufuklarındadır.
“Hocam!. Rabbimizin zamandan ve mekandan münezzeh olduğu, Kur'an-ı Kerim'de açıkça yazıyor mu?”
Kur'an'da açıkça yazmıyor fakat bizler birçok ayet-i kerimeden bu gerçeği açıkça anlıyoruz Fatih. Mesela dünyevi fırsatlarını yitirmiş olan cehennemlikler, kıyamet kopmasına, dünya hayatı çok gerilerde kalmasına ve her şey yepyeni bir yaratılışla yeniden varolmasına rağmen İlahi huzurda başları öne eğilmiş olarak;
“Rabbimiz gördük ve işittik; şimdi bizi geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız” [28] diyerek, dünya hayatına geri döndürülmeleri için yalvaracaklardır. Bu istek ile karşılaşan Rabbimiz, zamandan ve mekandan münezzeh olmasaydı, bu İsteğin gerçekleşemeyeceğini buyururdu. Oysa şanı yüce Rabbimiz;
“Geri çevrilseler bile, kendisinden sakındınldıklan şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten kafirlerdir.” [29] buyurarak, bu talebin Kendisi için mümkün olduğunu ancak onların geri çevrilmeyeceğini belirtmiştir. Karşısındaki yaratılmış insanların bile zaman ve makanda geriye dönme taleplerini yerine getirebilecek olan Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki Kendi Zatında zamandan ve mekandan münezzeh bir Rabdır.
Sabır sıfatında olduğu gibi Rabbimizin Basir sıfatı da, hiç kuşkusuz ki bizlerin görme özelliğinden çok farklı bir içerikte ve çok farklı bir münezzehliktedir. Mesela bizler deniz kenarındaki bir orman manzarasına baktığımız zaman “Gördük” diyerek görüntüden kastettiğimiz şey, karşımızdaki varlık aleminin en yüzeyindeki, en ince zardır. Basİr olan Rabbimizin nazarında ise makrodan mikroya külli bir görüş ve külli bir görüntü vardır. Bir denize nazar edildiğinde hem denizin, hem denizin içindekilerin, hem içindekilerin içindekilerinin, hem de içindekilerin, içindekilerin, içindekilerin aynı anda görülmesi, çok sınırlı ve yüzeysel bir görme imkanına sahip olan bizlerin anlamaktan dahi aciz olacağı bir durumdur.
Ayrıca Basir olan Rabbimizin, herhangi bir şeyi görebilmesi için karanlığa veya aydınlığa, somutluğa veya soyutluğa, yakınlığa veya uzaklığa hiçbir İhtiyacı yoktur. İşte Tur-u Sina'da kendisiyle beraber olan, kendisiyle konuşan ve kendisini gören Rabbisini oralarda veya oralara yakın zanneden Musa Aleyhisselam'in, belki de zanni yanılgısı buydu!. Bu zanni yanılgıyla Rabbisini görme arzusunu dile getirmiş ve oralarda olup da onu gören ancak Kendisini göstermeyen Rabbisine “Ey Rabbim, göster Kendini, göreyim Seni” demiştir.
Musa Aieyhisselam'ın, Kendisini hangi niyetle ve hangi güzel duygularla görmek istediğini çok iyi bilen Rabbimiz, onu hiç suçlamadan ve hiç azarlamadan “Beni asla göremezsin” diyerek, dünya gözüyle bunun mümkün olmadığını beyan etti. Nitekim;
“Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi başka. Ger Çekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” [30]buyuran Rabbimizin, Musa Aleyhisselam ile aracısız değil de, vadinin sağ yanındaki bir ağaçtan seslenilerek konuştuğunu beyan etmesi, aynı gerçekliğin bir başka ifadesiydi.
Ancak meseleye kendi acziyetinden değil. Rabbi-sinin kudretinden bakmaya devam eden Musa Aleyhisselam için, yeterince açık bir cevap değildi bu? Çünkü inandığı ve İman ettiği Rabbisi, her şeye Kadir olan bir Rab idi. Dolayısıyla her şeya Kadir olan bu Rab dilerse, Musa Aleyhisselam O'nu hiç kuşkusuz göreceğini, görebileceğini umuyordu!. Oysa dikkate almadığı husus; dünya gözüyle Allah'ı göremeyeceği gerçeği, her şeye Kadir olan Allah'ın kudretiyle değil, kendisinin aciz yaratılışiyla ilgili olup-bu yaratılışın dünya hayatında değişmeyeceği ve değiştirilmeyeceği idi.
Musa Aleyhisselam'ın bu zannını ve bu düşüncelerini çok iyi bilen Rabbimiz, ona yaratılmış dünya hayatından bir örnek vermeyi dileyerek “Yine de şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de Beni göreceksin” buyurdu. Bu İlahi buyruk üzerine Rabbimizin azamet ve kudret dolu nazarından belki de çok uzak ve çok küçük bir nebze dağa tecelli edince, müstakim olan dağ bir anda param parça oldu. Gördükleri karşısında bayılarak yere düşen Musa Aleyhisselam, kendine geldiğinde görmesi gereken her şeyi görmüş ve anlaması gereken her şeyi anlamış gibiydi. Kalbindeki dünya gözüyle görülebilir Rab telakkisi dağ ile birlikte param parça olmuş, onun yerini izzet ve yüceliğini idrak etmede aciz kaldığı muazzam bir Rab telakkisi almıştı. Gönlüne sığmayan bu Rab telakkisi ve bu Rab anlayışı ile, az önceki isteğinin beşeri yaratılışını aşan bir istek olduğunu farketmişti. Güneşe bile bakmaktan aciz olan gözleriyle, alemlerin Rabbi olan Allah'a bakmak ve Allah'ı görmek istemişti!. Huşu ve haşyetle dolan gönlünden yükselen bir sesle “Rabbim, Sen ne yücesin. Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim” dedi.
“Hocam!. Daha önceki imanı, iman değil miydi?”
Elbetteki makbul ve sahih bir imandı Merve hanım. Çünkü her müslüman Allah gerçeği hakkında, bildiği doğrulardan ve bildiği kadarıyla sorumludur. Dolayısıyla Musa Aleyhisselam'ın önceki imanı, yine bildiklerini tümüyle kapsayan sahih ve salih bir imandı. Bu olayı yaşadıktan sonra ise gönlündeki Rab telakkisi muazzam bir yükseklik kazanmış ve “Ben iman edenlerin iikiyim” derken, gönlündeki bu yepyeni Rab telakkisini kastetmişti. Bu yepyeni Rab telakkisi ile sanki Allah'ı yeni tanımış ve Allah'a yeni iman etmiş gibiydi!.
Yanlış veya yersiz de olsa bir isteğinin geri çevrilmesinden dolayı kulunun üzülmesini ve hüzünlenmesini istemeyen Rabbimiz, kendisine verilmeyeni değil verilenleri dikkate almasını dileyerek “Ey Musa. Sana verdiğim risaletimle ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol” buyurdu. Bu İlahi buyruk ile aciz bir mahluk olmasına rağmen nasıl bir nimet ile şereflendiğini çok iyi anlayan Musa Aleyhisselam, şükrüne şükür katarak hamd-ü senalarda bulundu.
Musa Aleyhisselam'a rahmet ve merhametle yaklaşan Rabbimiz, ona Levhaları vererek “Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki hükümlerin en güzeline sarılsınlar. Size fatsıkların yurdunu pek yakında göstereceğim” buyurdu. Musa Aleyhisselam'a verilen bu Levhalarda, her şeyden bir öğüt ve kulları için gerekli olan her şeyin yeterli bir açıklaması vardı. Levhaları alan Musa Aîeyhisselam, İsrailoğullarının bu İlahi hükümlere, bu İlahi Kitaba nasıl yaklaşacaklarını düşündü!. Uzun yıllardır yaşanan olaylardan ve açıkça görülen onca mucizeden sonra, hiç kuşkusuz ki hepsinin inanacağını, hepsinin iman edeceğini, hepsinin teslim olacağı hükümlerdi bunlar. Musa Aleyhisselam'ın asıl itibariyle çok doğru ve çok yerinde olan bu umud dolu beklentilerine, her şeyi hakkıyle bilen Rabbimiz şu cevabı verdi.
“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar. Dosdoğru yolu da görseler, onu yol olarak benimsemezler. Azgınlık yolunu gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalan saymaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır. Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalan sayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar ancak yapmakta oldukları amellerle cezalandırılırlar.”
Ayetleri yalanlayan bu inkarcıların kimler olduğunu düşünen Musa Aleyhisselam, Tur'a çıktığında Rabbimizle yaptığı ilk konuşmaları hatırladı. Şanı yüce Rabbimiz, kavminden aceleyle ayrılan ve durmak bilmeyen hızlı adımlarla Tur'a gelen Musa Aleyhisselam'a:
“Ey Musa, seni kavminden 'çarçabuk ayrılmaya iten' nedir?” diye sormuştu. Musa Aleyhisselam bu soru üzerine, gönlündeki Rab sevgisiyle:
“Onlar arkamda izim üzerindedirler. Hoşnut kalman için, Sana gelmekte acele ettim Rabbim” diyerek cevap vermişti. “Onlar, arkamda izim üzerindedirler” derken, onların sapmadıklarını ve aralarında cahiller veya şaşkınlar olsa da doğru yolda kendisini takip ettiklerini belirtmek istemişti.
Acaba verdiği bu cevap doğru değil miydi? Kardeşini kendi yerine vekil bırakarak aralarından ayrıldıktan sonra kavminde bir değişiklik veya doğru yoldan bir sapma mı olmuştu? Musa Aleyhisse-lam'ı endişe ve kuşkulara düşüren bütün bu sorular, Rabbimizin “Ey Musa!. Biz senden sonra kavmini denemeden geçirdik. Samiri onları şaşırtıp-saptırdı” haberiyle cevabını buldu. Hiç beklemediği bu haberi alan ve kavminin yaptıklarından dolayı Rabbisinden utandığını hisseden Musa Aİeyhisselam, kavmine oldukça kızgın ve üzgün olarak dönmeye başladı.
İsrailoğulları Musa Aleyhisselam'dan tapınmak için görebilecekleri bir İlah yani bir put yapmasını istediklerinde, bir heykel ve döküm ustası olan Samiri'nin içinde küfür dolu bir ateş tutuşuvermiştiî. Böyle bir istekte bulunan İsrailoğullarına, bu istediklerini verebilecek yegane kişi elbetteki kendisi olmalıydı!. Fakat Musa Aleyhisselam'ın yanında bunu nasıl söyleyebilir, böyle bir şeye nasıl cesaret edebilirdi ki!. Dolayısıyla küfür dolu bu arzusunu gizledi, kapkaranlık bir gölge ve iğrenç bir leke gibi gizli tuttu kalbinde!.
Musa Aleyhisselam'm bir müddet sonra Rabbisiy-le münacaat için Tur-u Sina'ya çıkması, küfrünü ve ustalığını göstermek isteyen Samiri için güzel bir fırsat olmuştu. Musa Aleyhisselam kendi yerine Harun Aleyhisselam 'ı bırakmış olsa da, İsrailoğullarının onu yeterince dikkate almadıklarını ve fazlaca dinlemeyeceklerini çok iyi biliyordu. Ancak yine de Harun Aleyhisselam'ın engellemesinden endişe ederek, yapacağı işin ilk aşamasında şirk ve küfür dolu bu amacını gizlemeyi tercih etmişti.
Görülebilir bir üah isteyen şaşkın ve sapıkların önde gelenleriyle gizlice konuşarak, onlara bu isteklerini yerine getirebileceğini ve yolculukları esnasında yüklendikleri zinetleri ateşe atmalarını istedi. Normal şartlarda mala ve zinete çok düşkün olan bu sapıklar, mal sevgisini de aşan bir küfür arzusu ile zinetlerini ateşe atıverdiler. Bir başka kavime ait olan bu zinetle-rin, Musa Aleyhisselam'dan habersiz olarak bir emanet veya gasp yoluyla yüklenilmiş olması, put amacıyla zinetlerini ateşe atanların dışında kalan İsrailoğuilarını da rahatsız eden bir durumdu. Bu rahatsızlığı hisseden İsrailoğulları, sapıklıkta önde gidenlerin bu zinetleri haramdan kurtulmak için ateşe attıklarını zannederek, onlar da haksız yere yüklendikleri zinetleri ne yapılacağını bilmeksizin- ateşe atmaya başladılar. Dolayısıyla İsrailoğullarından bir kısmı haramı inşa etmek İçin zinetlerîni ateşe atarlarken, aynı zi-neti yüklenen diğerleri de bu haramdan kurtulmak için atıyorlardı!.
İsrailoğulları bu zinetleri ateşe attıklarında, Samiri de aynı ateşin içine, kendisine göre çok özel olan bir avuç toprağı attı. Küfürde olduğu gibi döküm ustalığında da ileri giden Samiri, bir müddet sonra bu erimiş madenden bir buzağı heykeli döküp-çıkardı!. Ancak işin garip ve sıradışı tarafı, bu buzağı heykelinin böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir inleme sesi çıkarmasıydı!. Bu sıradışı durumu küfrİ bir heyacanla karşılayan ve sapıklıkta Öne geçen İsrailoğulları, bir hayret ve şaşkınlık içinde olan kavimlerine “İşte, sizin de İlahınız, Musa'nın da İlahı budur. Ancak o unuttu!” dediler.
İman ve tefekkürün dışında, sadece gördükleri mucizelerle bulundukları noktaya gelen fakat onca mucizeye rağmen Allah'a karşı gerekli teslimiyeti göstermeyen İsrailoğulları, gördükleri bu sıradışı olayı olağanüstü bir durum olarak tanımlamışlar ve hiç düşünmeden buzağı heykelini kendilerine ilah edinmişlerdi!. Her şeyi hakkıyle bilen Rabbimizin. Musa Aleyhisselam'a Tur'da söylediği “Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar. Dosdoğru yolu da görseler, pnu yol olarak benimsemezler. Azgınlık yolunu gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler...” buyruğu, bu olay ile gözle görülebilir bir açıklık kazanmıştı. Çünkü gördükleri onca mucizeye rağmen doğru yolu, yol olarak benimsemeyen İsrailoğulları, buzağı heykelinin önünde saygıyla durmaya ve hürmetle eğilmeye başlamışlar, böğüren bu buzağı heykelini kendilerine ilah edinmişlerdi!. Hocam, bir heykel nasıl böğürüyor? Bunu şimdilik bilmiyoruz Merve!. Fakat ayet-i kerimelerdeki önemli işaretleri dikkate alarak inşaallah anlamaya çalışacağız. Buzağının böğürmesi konusundaki en meşhur yorum, Samiri tarafından heykelin birkaç tarafına rüzgarı toplayarak ağız boşluğuna veren hava oluklarının konulması ve bu oluklardan giren rüzgarın bir inek böğürtüsü gibi ağızdan çıkmasıdır!. Kısmi bir akla ve çelişkili bir mantığa dayanan bu basit varsayımın, zorlama bir yorum olduğunu düşünüyorum. Çünkü buzağı heykeli sadece rüzgar estiği zaman oluklarından giren ve ağızdan çıkan bir hava akımıyla böğürseydi. koskoca bir kavim sebebini bildikleri ve gördükleri bir sesten elbetteki etkilenmezlerdi. Yaşanan olay bu kadar basit olsaydı, herkesten önce Harun Aleyhisselam yerden bir tutam ot alır ve bu otu buzağının ağzına tıkarak onu susturduktan sonra “Bir tutam ota muhtaç olan ve bir tutam otla susan bir buzağı, hiçbir rızka muhtaç olmayan ve size devamlı rızık veren İlahınız olabilir mi?” diyebilirdi.
Ancak durum bu kadar basit değildi!. Yaşanan olay, Harun Aleyhisselam'm dahi hayret ve şaşkınlıkla karşıladığı sıradışı bir olaydı!. Çünkü olayı yakından izleyen Harun Aleyhisselam bile buzağının böğürmesine İtiraz edememiş ve bu böğürtünün bir aldatmaca olduğunu söyleyememişti. Daha açık bir ifadeyle buzağının böğürdüğünü veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkardığını Harun Aleyhisselam da kabul etmiş ancak bu sıradışı durumu Rabbimizin apaçık bir imtihanı ve denemesi olarak gördüğü için “Ey kavmim, gerçekten siz bununla denendiniz. Hiç kuşkusuz ki sizin Rabbinİz Rahman'dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin” demişti.
Harun Aleyhisselammın buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması konusunda nasıl ki bir itirazı olmamışsa, bizlere bu olayı bildiren şanı yüce Rabbimiz de “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle yaşanan olayın bu boyutunu doğrulamıştır. Nitekim Rahman olan Rabbimizin buzağıyı ilah edinen İsrailoğullarına rahmet dolu uyarısı “Onun kendileriyle konuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları bir yola yöneltip-iletmediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?” şeklinde olmuştun Dikkat edilirse bu İlahi ikaz ve İlahi uyan, buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bir ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları yanlışta olsa herhangi bir yola çağırmadığı, böyle bir yola iletmediği noktasında gerçekleşmiştir: Ancak bu apaçık gerçeği görmemiş, bu apaçık gerçeği anlamamıştı İsrailoğulları!. Bütün bu olup-bitenler karşısında şaşkına dönen Harun Aleyhisselam ise devamlı olarak kendilerini ikaz ediyor “Ey kavmim, gerçekten siz bununla deneniyorsunuz. Sizin Rabbiniz Rahman olan Allah'dır. Şu halde bana uyun ve emrime itaat edin” diyerek, onları bu sapıklıktan uzaklaştırmak istiyordu. Küfür sarhoşluğu içinde olan israiloğullan ise o zamana kadar fazlaca önemsemedikleri Harun Aleyhisselam'ın bu sözlerini de hiç dikkate almıyorlar ve “Musa bize geri gelinceye kadar bu ilahımıza karşı bel büküp, onun önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız” diyorlardı!.
İsrailoğullarının küfür dolu bu kesin tavırları karşısında derin bir çaresizliğe düşen Harun Aleyhisselam, kardeşi Musa Aleyhisselam'a verdiği söz olmasa hiç kuşkusuz ki bu kavimi terk eder ve onları kendi sapıklıkları içinde bırakabilirdi. Ancak kardeşi kendisine “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma” dediği için bu sapıkları terketmiyor, terkedemiyordu Harun Aîeyhisselam!. Söz dinlemeyen kavminin içine düştüğü bu sapıklığa eliyle müdahale etmek istediğinde ise onu öyle hırpalamışlardı ki. az daha öldürüvereceklerdi!. Artık kavmi gibi o da Musa'yı, o da Musa Aleyhisselam'ı bekliyordu!.
Sevinçli bir aceleyle çıktığı Turdan, üzüntü ve kızgınlık dolu bir aceleyle geri dönen Musa Aleyhisselam, elindeki levhalarla kavminin karşısına çıkarak “Ey kavmim, beni arkamdan, ne kadar kötü temsil ettiniz? Oysa Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmadı mı? Bana verdiğiniz söz. sizlere çok mu uzun geldi? Yoksa bana verdiğiniz sözden cayarak, Rabbinizden kaçınılmaz bir gazabın üzerinize inmesini çabuklaştırmak mı istediniz?” diye seslendi. Üzüntü ve öfke dolu bu hitap karşısında, sapıklıkta önde giden ve bir haramın inşası için zinetlerini ateşe atan İsrailoğulları sustular. Ancak zinetlerini haramdan kurtulmak için ateşe atan İsrailogulları, kendilerini mazur gösterebilmek ve Musa Aleyhisselam'in kabaran öfkesinden kurtulabilmek için “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Ancak daha Önce (senden habersiz) o kavmin süs eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece Samİri de attı. Böylece böğürmesi olan bir buzağıyı ortaya çıkardı. Sonra kav-mimizdeki şu kimseler bizlere böğüren buzağıyı göstererek “İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahı budur; fakat o unuttu!.” dediler.” diyerek, onları suçlayıpken dilerini temize çıkarmak istediler!.
Durumu anlamaya başlayan fakat anladıkça kızgınlığı daha da artan Musa Aleyhisselam, duyduğu kızgınlıkla ve “Bu kavim, bu İlahi lutfa layık değildir!.” düşüncesiyle, elindeki levhaları bıraktı. Sonra öfke dolu bakışlarını kardeşi Harun Aleyhisselam’a çevirdi. Kardeşine “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma” demesine rağmen bütün bunlara neden, neden enge! olmamıştı ki!. Harun Aleyhisselam'ı başından, saçından ve sakalından yakalayarak kendine doğru çekiştirirken, öfkenin açığa çıktığı bir sesle “Ey Harun!. Onların saptıklarını gördüğün zaman seni oniara müdahale etmekten alıkoyan neydi? Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırclın?” diye haykırdı. Derin bir üzüntü içinde olan Harun Aleyhisselam, hüzün dolu bir sesle “Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma!. Bu topluluk beni (hırpalayarak) zayıflattı ve neredeyse beni öldüreceklerdi. Hiç olmazsa sen, düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalim kavimle bir tutma. Ben (bana tabi olanlarla birlikte bunlardan ayrılabilirdim), ancak senin “İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin” demenden korktum!.” cevabını verdi.
Kardeşinin hüzün dolu bu yumuşak cevabı karşısında sakinleşen ve ona merhametle bakan Musa Aleyhisselam “Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın” duasında bulundu. Rahman olan Rabbimiz bu güzel duaya “Şüphesiz, buzağıyı put edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırırız. Kötülük işleyip de bunun ardından tevbe edenler ve iman edenler ise; hiç şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir” karşılığını verdi.
Bu İlahi buyruğun ne anlama geldiğini ve Samiri gibilerini neyle müjdelediğini çok iyi anlayan Musa Aleyhisselam, o zamana kadar hiç konuşmayan Samiri'ye dönerek “Ya senin amacın nedir ey Samiri?” diye sordu. Dikkat edilirse Musa Aleyhisselam Samiri'ye buzağıyı nasıl yaptığını veya buzağının nasıl böğürdü günü hiç sormamıştı!. Çünkü kavmini dinledikten, bögüren buzağıyı gördükten ve onun sesini duyduktan sonra birçok şeyi anlamıştı Musa Aleyhisselam. Nitekim bu anlayışla Samiri'ye buzağıyı nasıl yaptığını veya buzağının nasıl boğürdüğünü sormamış, sadece “Amacın nedir?” diyerek bunu yapmaktaki amaç ve gayesini öğrenmek istemişti. Yaptığı işin hala arkasında duran Samiri ise “Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim. Böylelikle nefsim, bana bu yaptığımı hoş gösterdi” cevabını verdi.
Musa Aleyhisselam hiç itiraz etmedi, hiç tartışmak istemedi Samiri'nin bu cevabını. Bu kıssa üzerinde binlerce yıldır düşünen herkesin merakla sormak isteyeceği “Onların görmediği neyi gördün? Hangi elçinin izinden, ne aldın?” diye, bir soru da sormadı kendisine!. Çünkü Musa Aleyhisselam anlaması gereken şeyin, anlaması gerektiği kadarını zaten anlamıştı. Rabbimizin Samiri'ye ne vadettiğini çok iyi bildiği için, . kendisinden bir cevap bekleyen ve belki de kendisiyle tartışmak isteyen Samiri'ye “Defol git!.” dedikten sonra ilave etti.
“Artık sen, bütün hayatın boyunca “Bana dokunmayın, ne olur benimle temas etmeyin” diye yalvaracaksın. Ayrıca senin için, kendisinden asla kaçınamayacağın bir ceza günü vardır. Önünde eğildiğin, kendisine kulluk yaptığın ilahına da bir bak, biz onu mutlaka yakacağız ve sonra (toz zerreleri gibi) darmadağın edip denize savuracağız.”
Evet, Samiri ve Samiri'nin yaptığı buzağıyla ilgili olarak bizlere Rabbimizin Kur'an-ı Kerim’de verdiği malumat bu kadardır. Zaten iman'etmemiz gereken husus da, meselenin bu genel hatlarıdır.
Samiri kıssasını genel bir şekilde vermemize rağmen, meselenin bu genel hatlarında bizlere sır gibi gözüken ve müslümanlann ondört asırdır üzerinde konuştukları gizemli boyutlar olduğunu elbetteki biliyoruz. Ancak İlahi kelamda anlayamadığımız bir hususu, illa ki anlaşılabilir kılmak için İlahi kelamın zahirinden ve Kur'an'm bütünlüğünden koparak tevil veya yorumlara girişmek, şiddetle sakınmamız gereken bir husus olmalıdır. Mesela bu kıssayla ilgili olarak ileri sürülen ve birçok çevre tarafından kabul gören “Buzağı heykelinin böğürmesi, heykeldeki hava olukları ve rüzgar nedeniyledir!”. “Samiri, İsrailoğullarının görmediği Cebrail'i görmüş ve onun atının izinden bir avuç almıştır!” veya “Samiri Musa'nın izinden yani onun öğretisinden bir avuç almış ve sonra bu ilimle veya builmi terkederek böğüren buzağıyı yapmıştır!” gibi ayetlerin zahirinden, olayın keyfiyetinden ve Kur'an'ın bütünlüğünden kopuk yorumlar, bir mü'min ve müslüman olarak sakınmamız gereken yorumlardır.
“Hocam!. Kur'an-ı Kerim apaçık bir Kitab olduğuna göre, bu kıssaları anlamamız veya anlamaya çalışmamız gerekmez mi?”
Elbetteki gerekir Fatih!. Ancak benim sözünü ettiğim husus, Kur'an'ın bütünlüğünden ve ayetlerin zahirinden ayrılarak zoraki yorum veya tevillere girilmesidir. Herhangi bir ayete getirilen yorum veya tevil, Kur'an-ı Kerim'in bir başka yerindeki sadece bir ayetle bile çelişiyorsa, bu yorum ve tevili hemen terketmemiz gerekir. Çünkü çelişkisiz bir Kitab olan Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine getireceğimiz yorumların da, herhangi bir ayetle veya bu ayetlerin hak yorumlarıyla çelişmemesi şarttır. Böyle bir duruma düşmemenin en doğru ve en kolay yolu ise ayetlerin tefsir hakkını, bu hakkı öncelikle kendisinde gören ve mufassal olan Kur'an-ı Kerim'e vermektir. Allah'a tevekkül ederek düşünmek ve ayetlerin zahirinden kopmadan Kur'an bütünlüğünde derinleşmek ise biz mü'minler için vazgeçilmez bir yaklaşım olmalıdır.
“O halde bu kıssayı nasıl anlayabiliriz?”
İlla ki anlayacağız veya açıklayacağız diye bir şart yok Merve hanım!. Bizler ayet-i kerimelere iman etmekle ve Allah'tan yardım isteyerek düşünmekle ve araştırmakla mükellefiz. Bu çalışmalarımız karşılığında bazen bir yıl, bazen on yıl sonra netice alabileceğimiz gibi, ömrümüzün sonuna kadar hiçbir netice de alamayabiliriz. Ancak şuna iman etmeliyiz ki ayetlerin zahirinden kopmayan ve Kur'ani istikametten ayrılmayan bu çalışmalarımızla bir neticeye veya İlahi gerçekliğe ulaşamasak dahi, Rabbimiz nezdinde bu çalışmalarımızın çok ciddi ecirleri vardır. Zaten bizlerin asıl gayesi de İlahi gerçekliğe uiaşamasak bile İlahi ecre nail olmak değil midir?
Evet, bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra böğüren buzağı kıssası konusunda, hep birlikte düşünmeye ve araştırmaya başlayabiliriz. Tabi ki öncelikle kıssayla ilgili olarak bizlere verilen her malumatı en küçük ayrıntısına kadar çok iyi almamız, çok iyi algılamamız gerekir. Çünkü bizlere bu kıssayı bildiren şanı yüce Rabbimiz, bizlere kesinlikle gereksiz veya fazla bilgi vermemiş, en küçük ayrıntıda bile anlaşılması gereken büyük hikmetler olduğuna işaret etmiştir. Şimdi böyle bir dikkat ve özen ile Rabbimizin bize verdiği malumata yani elimizde ne olduğuna bakalım.
1- İsrailoğulları kendilerine öfkeyle seslenen Musa Aleyhisselam'a “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Ancak daha önce o kavmin süs eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece Samiri de attı. Böylece böğürmesi olan bîr buzağıyı ortaya çıkardı.” diyerek, kendilerine göre çok makul olan mazeretlerini bildirmişlerdi. Bu makul mazeret elbetteki heykelin değerli madenlerden yapılması, güzel veya görkemli olması değil, bu buzağı heykelinin böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasıydı!.
2- Harun Aleyhisselam'ın bu böğürtüye itiraz etmemesi, bunun bir aldatmaca olduğunu söylememesi ve kavmine “Siz bununla deneniyorsunuz” demesi, buzağıdan böyle bir böğürtü sesinin çıktığını kendisinin de kabul ettiğini göstermektedir. Ayrıca bizlere bu olayı bildiren Rabbimizin “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle yaşanan olayın bu boyutunu doğrulamış olması ve buzağıyı ilah edinen İsrailoğullarına “Onun kendileriyle konuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları bir yola yöneitip iletmediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?” buyurarak, İlahi ikazını buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bîr ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları bir yola iletmediği noktasında gerçekleştirmiştir.
3- İlk iki başlıktan buzağının gerçekten böğürdüğünü veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkardığım kabul ettiğimiz zaman, bunun nasıl olabileceğini ve binlerce İsrailoglunun şahit olduğu bu sesin nereden veya nasıl çıktığını düşünmemiz gerekir. Bu soruya en genel anlamda verebileceğimiz iki ayrı cevap vardır.
a- Buzağının böğürmesi, Allah'ın izin vermesiyle Samiri'ye ait bir iştir!. Buzağı gerçekten böğürüyorsa, bu işi bir ilim veya yetenekle; buzağı gerçekten böğurmüyor fakat insanlara böğürüyormuş gibi geliyorsa, bu işi Mısır'da öğrendiği büyü veya sihir ile gerçekleştirmiştir!. Tabi ki Rabbimizin bizlere olayı veriş şeklini ve ayrıntılarını dikkate aldığımız zaman, bu iki olasılığı da kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü ayetlerde bu işin Samiri'nİn ilmine değil nefsine dayanan bir iş olduğu açıkça belirtildiği gibi, büyü veya sihir olasılığı da yoktur. Şayet böyle bir şey söz konusu olsaydı, Musa Aleyhisselam ile karşılaşan büyücülerin ortaya attıkları ipler hakkında “Onlara debeleniyormuş gibi gözüktü” diyerek, olaya açıklık kazandıran Rabbimiz; bizlere bu olayı “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle değil, “Onlara buzağıyı böğürüyormuş gibi gösterdi” ifadesiyle verirdi. Dolayısıyla buzağının böğürmesinin veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasının, Samiri'nin ilmiyle veya büyü ile herhangi bir ilgisi yoktur.
b- Harun Aleyhisselam kavmine “Siz bununla deneniyorsunuz" derken, hiç kuşkusuz ki kavminin Allah tarafından denendiğini ve sınandığını bildiriyordu. Zaten şanı yüce Rabbimiz de Musa Aleyhisselam'a “Biz senden sonra kavmini denemeden geçirdik.” buyurarak, bu olayın İlahi bir deneme olduğunu beyan ediyordu. Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin İlahi denemelerini incelediğimiz zaman, Rahman olan Rabbimiz hiçbir kimseyi veya hiçbir toplumu sadece batılla başbaşa bırakmadığını ve sadece batılla denemediğini görürüz. Daha açık bir ifadeyle kişilere veya toplumlara yönelik bu İlahi denemelerin içinde, mutlaka ve mutlaka hak olan bir çok gerçeklik bulunmaktadır. Zaten bir kimsenin veya bir toplumun sapması da. bilinen ve görülen hak gerçekliklere rağmen batıla meyletmesi değil midir? Dolayısıyla meselenin çok önemli olan İlahi deneme boyutunu dikkate aldığımız zaman, Sünnetullah'a çok uygun olan şu yaklaşımda bulunabiliriz.
“Bu olay gerçekleşinceye kadar onlarca büyük mucize ile İsrailoğuilannın iman ve teslimiyetini deneyen Rabbimizin, bu olayda onlara gösterdiği bir ayet ile İsrailoğuilannın isyan ve küfrünü denemiştir. Bu nedenle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması, İsrailoğullarını denemek isteyen Rabbimizin gösterdiği bir ayet, bir işarettir”
Sünnetullah'a çok uygun olan bu İiahİ deneme anlayışı, elbetteki kabul edilmesi gereken bir anlayıştır. Ancak burada cevaplamamız gereken bir soru vardır. İsrailoğullarına Rabbîmiz tarafından gösterilen bu ayet; hiçbir sebeb veya illete dayanmadan, Rabbimizin sadece “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi midir? Bunun muhal olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Rahman olan Rabbimiz put yerine konulan bir heykele “Ol” hükmüyle böğürme sesi vermekten münezzeh olduğu gibi; şayet buzağının böğürmesi sadece “Ol” hükmünden kaynaklansaydı, Samirİ'nin elçinin izinden bir avuç alması ve onu ateşe atması gibi verilen bilgilerin hiçbir önemi kalmazdı. Dolayısıyla buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarması, Rabbimizin “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi değil; İlahi gerçekliğini kendi içinde barındıran ilmi bir ayet veya sıradışı bir hadiseydi.
Hocam, bu ilmi ayet neydi?
İşte cevaplamamız gereken soru budur Fatih. Bunun cevabıyla ilgili olarak bize verilen ayrıntılar ise Samîri'nin “Ben onların görmediğini gördüm, böylece elçinin İzinden bir avuç aldım. Sonra onu ateşe attım ve bunu bana nefsim hoş gösterdi.” sözleridir. Yani aradığımız cevap, Rabbimizin bizlere önemle ve ısrarla bildirdiği bu sözlerde, bu ayrıntılarda gizlidir. Tabi ki aradığımız cevabı Rabbimizin izni ve İutfuyla bulmaya çalışırken, kavmine dönen ve kavmini dinledikten sonra buzağı heykelini gören, onun sesini duyan Musa AleyhisselanVın sıradışı'bu olaydan niye etkilenmediğini, Samiri'ye “Sen ne gördün? Hangi elçinin izinden ne aldın ve bunu nasıl yaptın?” gibi soruları neden sormadığını, buzağıyı niye tekrar ateşte eritip, onu parçalarına ayırdığını ve olay deniz kenarında geçmemesine rağmen toz haline getirilen bu parçaların niye denize götürülüp, denize savurduğunu da dikkate almamız gerekir.
Evet, bütün bunları Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde dikkate alarak, Samiri'nin “Ben onların, görmediğini gördüm ve elçinin izinden bir avuç aldım” sözünü düşünmeye başlayalım. Farklı bir kıraatle okunduğu zaman “Ben sizin görmediğinizi gördüm” anlamını kazanarak Musa Aleyhisselam'ı da kapsayabilecek olan bu ifadeyle, Samîri ne demek İstemişti? İsrailoğullarının görmediği neyi görmüş ve hangi elçinin izinden bir avuç ne almıştı? Burada hiçbir delile dayanmadan er-resul kelimesiyle kastedilen elçinin Cebrail Aleyhisseiam olduğunu söylemek ve Hz. Ali Radyallahu anha veya İbn Abbas'a nisbet edilen rivayetleri kabul edebilmek mümkün değildir. Çünkü-Rabbim rahmet eylesin Razi'nin de belirttiği üzere Cebrail Aleyhisselam'ın Resul ismiyle anılması yaygın olmadığı gibi, olayın öncesinde ondan bahsedilmemiştir ki er-resul kelimesinin başındaki lam-ı tarif, ona bir işaret veya ona bir gönderme sayılabilsin. Dolayısıyla er-resul (malum veya bilinen resul) ifadesiyle, bu olayın içindeki resul yani Musa Aleyhisselam kastedilmektedir.
Peki Samiri, Musa Aleyhisselam'in izinde, İsrailoğullarının görmediği neyi görmüş ve bir avuç ne almıştı? Razi'nin desteklediği ve günümüzdeki birçok araştırmacının kabul ettiği Ebu Müslim'in görüşüne göre; ayetteki “Elçinin izinden bir avuç aldım'” ifadesiyle, “Musa Ateyhisselam'm izinden, onun öğretisinden yani onun sünnetinden ve kendisiyle emrolunduğu şeylerden bir avuç aldığı” kastedilmiştir. Dolayısıyla Samiri Musa Aleyhisselam’a verdiği cevapta “Ey Resul. Ben senin izinden yani senin sünnetinden ve dininden bir şeyler kaptım ve onu attım” demek istemiştir. Tabi ki bize göre çok muallakta kalan ve ayetlerin zahirinden kopuk olan bu görüşü de kabul edemeyiz. Çünkü ayet-i kerimelerin açık anlamlarında resulün izinden avuçla bir şey alındığı ve elle tutulabilen bu somut şeyin ateşe atıldığı bildirilmektedir.
Şimdi ayetlerin zahirine ve Kur'an'm bütünlüğüne uygun görmediğimiz bütün bu yaklaşımları bir kenara bırakarak, söz konusu ayetlerin açık ve zahir manaları üzerinde düşünelim. Samiri resulün izinde yani Musa Aleyhisselam'm ayağıyla bastığı bir yerde, İsrailoğullarının görmediği sıradışı bir şey görmüş ve o izden bir avuç almıştır. Bizler gibi yerde yürüyen bir insan olan Musa Aleyhisselam'ın, Samirî'nin “Ben onların görmediğini gördüm” dediği an bastığı yer bir kaya olsa. o kayadaki izinden bir avuç alınamayacağı için, o an bastığı yerin avuçla alınabilecek toprak veya kum olduğunu anlayabiliriz. Tabi ki cevaplamamız gereken soru. Musa Aleyhisselam'ın bastığı bu toprakta Samiri'nin nasıl bir şey gördüğüdür. Çünkü Samiri “Ben onların görmediğini gördüm” derken, Musa Aleyhisselam’ın bastığı ve iz bıraktığı bu toprakta olağanüstü bir şey gördüğünü bildirmektedir. Kur'an-ı Kerim'de Rabbİmizin de “O, Öyle gördüğünü zannetti!” diyerek tekzip etmediği bir gerçek olan bu sıradışı durum neydi? Samiri'nin yerin her tarafında değil, sadece Musa Aleyhîsselam'ın bastığı yerde gördüğü bu olağanüstü durum neyin nesiydi?
Musa Aleyhisselam'ın bastığı toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal varsa; Kur'an-ı Kerim’deki peygamber tanımını dikkate alan mü'minler olarak, topraktaki bu olağanüstü durumu Musa Aleyhisselam'ın bu toprağa ayağıyla basmasına bağlamamamız gerekir. Çünkü her insan gibi yeryüzünde gezinen bir beşer olan peygamberlerin bastığı yerlerin, ayak basma ile olağanüstü bir hal veya mucizevi bir özellik kazanacağını düşünemeyiz. Dolayısıyla Musa Aleyhisselam'ın bastığı toprakta sadece Samiri'nin gördüğü bu olağanüstü durum, Musa Aleyhisselam'dan veya onun basmasından değil, toprağın bizzat kendisinden kaynaklanması gereken bir durumdur.
Rabbimizin yardımıyla düşüncelerimiz bu noktaya geldiği zaman, Kur'an-ı Kerim'deki Musa Aleyhisselam kıssasını baştan sona tekrar gözden geçiriyor ve Musa Aleyhisselam’ın bu kıssa boyunca bastığı hangi toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Musa Aleyhİsselam Tur-u Sina'ya ilk çıktığında, şanı yüce Rabbimiz “Ey Musa, ben senin Rabbinim. Ateşte olanlar da, çevresinde bulunanlar da mübarek kılınmıştır. Ayakkabılarını çıkar, çünkü kutsal vadi olan Tuva'dasın.” buyurmuştu. Bu İlahi hitaptan söz konusu yerin kutsal olduğunu hiç kuşkusuz kabul etmemize rağmen, Samiri'nin gördüğü mucizevi toprağın burada olamayacağını çünkü Musa Aieyhisselam'ın Tur-u Sina'ya tek başına çıktığını biliyoruz.
Musa Aleyhisselam kıssasını bir bütün oîarak tekrar gözden geçirirken “Musa Aleyhİsselam'm bastığı ve Samirİ'nin gördüğü bu mucizevi toprak neresidir?” sorumuzun, tek bir cevapla karşılaştığını görüyoruz.
“Hocam, ben buldum!.”
“Neresidir Veli?”
“Deniz yarıldıktan sonra denizin dibinde açılan kupkuru yoldaki toprak.”
“Gerçekten çok güzel bir cevap ve çok güzel bir tesbit Veli. Peki bu sonuca nasıl vardın veya o toprakta Samiri'nin gördüğü mucizevi durum neydi?”
“Orada bir mucize yaşandığını dikkate alarak bu sonuca vardım. Ama Samiri'nİn ne gördüğünü bilmiyorum!.”
Bu da güzel!. Şimdi Samiri'nin ne gördüğünü hep birlikte anlamaya çalışalım. Bu önemli sorumuzun, önemli cevabını bulabilmemiz için, yine Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin tüm mucizelerini gözden geçirmemiz gerekir. Rabbimizin Kur'an'da zikrettiği mucizelerin bir kısmı ilime, sebeb ve illete dayanırken; maddenin tabiatına aykırı mucizeler ise sadece Rabbimizin söz konusu maddeye yönelttiği kesin emire dayanmaktadır. Mesela ateş, yaratılışı icabı yakıcı olmasına rağmen Rabbimizin “İbrahim'e karşı serin ve esenlik ol” emriyle, asıl itibariyle yakıcı olan ateş, İbrahim Aleyhisselam'a karşı serin olmuştur. Ayna şekilde Nuh tufanında da. Rabbimizin yere ve göğe yönelik emirleri vardır. Nitekim tufanın bitiminde de yere ve göğe iıEy yer suyunu yut, ey gök sen de tut” emrinin verilmesi, bizlere bu gibi mucizelerin üst planını göstermektedir. Bazen de söz konusu mucizelere ilişkin yaratılmış maddeye yönelik bu gibi emirler; İsa Aleyhisselam örneğinde görüleceği gibi Rabbimizin izin ve dilemesiyle peygamberler tarafından verilmektedir.
Bunlardan hareketle denizin yarılması ve kupkuru bir yol açılması mucizesine geldiğimiz zaman, bu mucizelerin gerçekleşmesinde denize ve toprağa verilen İki ayrı emir vardır. Denize yarılmasını ve arasında güvenli bir boşluk bırakarak ikiye ayrılması emredilir-ken; deniz suyunu içine çektiği için bir çamur halinde olan toprağa da, kupkuru olabilmesi İçin suyunu hemen bırakması emredilmiştir. Denize ve deniz dibindeki toprağa yönelik bu iki ayrı emirin; dolaysız olarak Rabbimiz tarafından mı, yoksa Rabbimizin izniyle Musa Aleyhİsselam tarafından mı verildiği, ayet-i kerimelerde açıkça belirtilmemektedir. Ancak şanı yüce Rabbimizin, Musa Aleyhisselam'a “Kullarıma denizde kuru bir yol aç. (Denizi geçtikten sonra bile) Mutlaka izleneçeksiniz. Yetişilmekten korkma. Denizi kendi halinde açık bırak. Çünkü onlar boğulacak olanlardır.” buyruğunu düşündüğümüzde; denizin yarılmasına ve kuru bir yol açılmasına yönelik emirlerin, Rabbimizin izniyle Musa Aleyhisselam'a verildiği kanaati ciddi bir ağırlık kazanmaktadır.
Evet, gerçekleşen bu mucizelerin Kur'an-ı Kerim'de belirtilen üst planını dikkate aldığımızda, denize ve deniz dibindeki toprağa yönelik bu emirlerin verildiğini anlayabiliyoruz. Şimdi bu anlayışla, mucizenin gerçekleştiği o zamana geri dönelim. Bildiğiniz gibi mevcut tarihi rivayetlerin aksine, Musa Aleyhisselam'ın deniz kenarına gelince durmadığını, orada durup “Asanla denize vur” hitabını beklemediğini ve denize girerek su boğazına gelesiye kadar yürüdüğünü söylemiştik. Bunu söylerken hem Kur'an-ı Kerim'deki peygamber tanımından hareketle peygamberlerin kendilerine gösterilen yolda son noktaya kadar gittiklerini ve İlahi yardımın bu son noktada geldiğini dikkate almış, hem de bu Samiri olayını göz önünde tutmuştuk. Çünkü Musa Aleyhisselam denize girip, su boğazına gelesiye kadar denizde yürümeseydi, Samiri İsrailoğullarının görmediği o şeyi göremeyecekti!. Zaten söz konusu tarihi rivayetleri doğru kabul ettiğim dönemlerde, Samiri'nin göremeyeceği şeyi ben de görememiş ve bu tarihi olayın mahiyetini anlayamamıştım.
Şimdi mucize anma tekrar geri dönüyoruz. Rabbimizin gösterdiği yolda son noktaya kadar yürüyen ve suların boğaza geldiği bu son noktada kendisinden razı ve hoşnut olan “Rabbimizin denize vur” emriyle karşılaşan Musa Aleyhisselam, asasıyia denize vurmuş ve söz konusu mucizeler gerçekleşmişti. Deniz yarılmış ve her parçası bir dağ gibi olmuştu. Firavun ordularının yetişeceği korkusuyla, kendileri için açılan bu kupkuru yola giren İsrailoğulları, bir yandan yürüyorlar ve bir yandan da üzerlerine kapanıvereceğinden korktukları, her parçası koca bir dağ gibi olan su kütlesine bakıyorlardı!. Çünkü koskoca bir dağ gibi olan bu su kütlelerinin önünde, bunları tutabilecek olan hiçbir set, hiçbir engel yoktu!.
Suların kapanıvereceğinden korkup-endişe eden bu İsrailoğulları arasındaki bir kişide yani Samiri'de, bu büyüklükte bir korku ve endîşe yoktu!. Mısır'da gördüğü ayet ve mucizelerle Musa Aleyhisselam'a bakışı değişen Samiri, tedbirli bir İnsan olarak kendisine göre en güvenli bir yerde, yani Musa Aleyhisselam'm hemen arkasında yürüyordu. Çünkü ikiye yarılan denizin herhangi bir yeri kapanacak bile olsa; denizin kapanacağı bu yer, denizi asasıyia ikiye ayıran Musa Aleyhisselam'ın bulunduğu yer olmazdı!.
Kendisine çok akıllıca gözüken böyle bir tedbir ile Musa AleyhisselanVın hemen arkasından yürüyen Samiri, herkes gibi iki tarafta birer dağ gibi yükselen denizden ziyade, yaşanan mucizenin bir diğer boyutu olan kupkuru toprağa da bakıyordu. Normal şartlarda bîr balçık, bir çamur deryası olması gereken toprak, gerçekten kupkuruydu!. Samiri'nin hayretle toprağa bakan gözleri, daha büyük bir hayretle büyümeye başladı. Çünkü Musa Aleyhisselam'in bastığı toprakta ve topraktaki izinde, Harun Aleyhisselam da dahil olmak üzere diğer İsrailoğullarının izlerinde olmayan olağanüstü bir hal, siradışı bir durum vardı!.
Bu sıradışı durumun ne olduğunu anlayabilmemiz için, deniz yanldığı ve mucizeler gerçekleştiği an, Musa Aleyhisselam'in nerede ve nasıl bir durumda olduğunu dikkate almamız gerekir. Mucize gerçekleştiği an denizin içinde olan Musa Aleyhisselam, deniz yarılıp-kupkuru bir yol açıldığı zaman elbetteki boğazına kadar bir ıslaklık içindeydi. Böyle bir durumda kupkuru yolda yürürken, vücudundan ve elbiselerinden süzülen sular nedeniyle bastığı yer ıslanıyordu. Ancak denizin dibinde kupkuru bir yol açılabilmesi için “Suyunu bırak” emrine muhatap olan toprak, Musa Aleyhisselam’ın izindeki bu ıslaklığı da kabul etmiyor ve üzerindeki bu suyu da çok sıradışı bir şekilde dışına gönderiyordu. Dolayısıyla ayak izlerinin hemen üzerinde toprakla temas etmeyen, toprağın itici gücüyle titreşen ve güneşle ışıldayan ince bir su tabakası oluşuyordu. İşte hiç kimsenin görmediği veya farkedemediği bu sıradışı durumu, şanı yüce Rabbimiz Samiri'ye göstermişti. Samiri her ne kadar “Ben onların görmediğini gördüm” diyerek, bunu kendi nefsine nisbet etse de, ona bu ayeti gösteren ve görmesini nasip eden Rabbimizdi. Çünkü A'raf süresindeki Bel'am zihniyetiyle ilgili ayet-i kerimelerde kastedilen öncelikli kişi, Samiri'nin ta kendisidir.
“Onlara (İsrailoğullarına), kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan da onu arkasına takmıştı. O da sonunda azgınlardan oluvermişti.”,“Eğer dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve kendi nevasına uydu. Onun durumu, üstüne varsan da bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu budur. Artık sen kıssaları anlat, belki iyice düşünürler.” [31]
İsrailoğullarıyla birlikte birçok ayete gene! olarak şahit olan Samiri, toprakta gerçekleşen bu mucizevi duruma da özel olarak şahit olmuştu. Böyle bir ayete şahit olan temiz vicdan ve temiz akıl sahibi bir insanın, hiç kuşkusuz ki iman dolu bir kalple Allah'a yönelmesi ve Allah'ı tenzih etmesi gerekirdi. Çünkü Allah'ın emri karşısında-cansız ve şuursuz gözüken- toprak bile görevini yerine getiriyor, aldığı İlahi emirden sonra üzerindeki en küçük bir ıslaklığa veya hafif bir neme dahi tahammül etmiyor, edemiyordu.
Topraktaki bu teslimiyeti gördükten sonra iman dolu bir kalple Allah'a yönelmesi ve Allah'a hamdetmesi gereken Samiri, ne yazık ki hevasina uymuş ve kendisini yüceltecek böyle bir imandan sıyrılıp-uzaklaşmıştı!. Musa Aleyhisselam'in izindeki mucizevi durumu gördükten sonra yüzünü semaya dönerek ve bu mucizeyi yaratan Allah'ı tenzih ederek kendisini, kendi kulluğunu, kendi kimlik ve kişiliğini yüceltmesi gerekirken, ayet-î kerimede de belirtildiği gibi yüzünü mucizeye dönmüş ve nevasına uyarak avucuyla yere saplanıvermişti!.
Mucizeyi yaratan Allah'a değil, mucizenin yaşandığı toprağa yönelerek, aklını ve fikrini bu olağanüstü toprağa saplayan Samiri, kendisine göre çok sıradışı olan bu mucizevi topraktan bir avuç almış ve büyük bir olasılıkla bu toprağı bir keseye veya bir çıkma koymuştu. Daha sonra deniz geçilmiş ve kendilerini takip eden Firavun orduları bu denizin içine tamemen girince, ikinci bir emir ile deniz kapanıvermişti. Tabi ki denizin yarılmasında olduğu gibi kapanmasında da, denize ve toprağa verilen ikinci bir emir vardı. Daha açık bir ifadeyle denize kapanması emredilirken, toprağa da artık suyunu yutması ve tutması emredilmişti. Nitekim bu İlahi emir ile deniz kapanmış ve denizin dibindeki toprak da suyunu yutmuştu.
Ancak, aldığı bu İlahi emri yerine getiremeyen bir avuçluk bir toprak vardı. Samiri'nin kesesinde veya çıkınında bulunan bu toprak, söz konusu İlahi emri almasına rağmen kendi yerinden, kendi bütünlüğünden koparıldığı için bu İlahi emiri yerine getiremiyordu!. İşin daha tuhaf ve daha hazin tarafı, İlahi emri yerine getirememenin safiyane sıkıntısını yaşayan bu toprak, Samiri tarafından eriyen bir madenin içine atılmış ve insanların tapındığı bir put olarak dökülmüştü!. İman ve ihlas ile kendilerini bu bir avuçluk toprağın yerine koyanlar, hiç kuşkum yok ki buzağı heykelinden gelen sesi duymaya ve Tur'dan dönen Musa Aleyhisselam gibi bu sesin o topraktan gelen bir feryat, bir inilti olduğunu anlamaya başlamışlardır.
Toprak ağlar mı, toprak inler mi gibi sorular, Kur'an-ı Kerim'de açıkça cevabını bulan sorulardır. Mesela şanı yüce Rabbimiz, Firavun ve orduları boğulduktan sonra “Onların haline yer ve gök ağlamadı” buyurarak, salih insanlar İçin yerin ve göğün ağladığına, ağlayabileceğine açıkça işaret etmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de çok sayıda ayet vardır. Nitekim Musa Aleyhisselam kıssasının yoğunlukta olduğu İsra suresinde de;
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu teşbih etmektedir; O'nu övgü ile teşbih etmeyken hiçbir şey yoktur, ancak siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Şüphe yok, O hakim olandır, bağışlayandır.” [32] buyuran Rabbimiz, yeryüzündeki yaratılmış her şey,gibi dağların ve taşların bile Allah'ı teşbih ettiklerini ancak biz İnsanların bu tesbihatı duymadığımızı bildirmektedir.
Davud ve Süleyman Aleyhisselam gibi bazı seçkin kullarına bu tesbihatı duyuran Rabbimiz, İlahi bir deneme gereği topraktan gelen bu feryat ve iniltiyi de İsrailoğullarına duyurmuştur. Dikkat edilirse şanı yüce Rabbimiz İsrailoğuIIannı bir batıl ile değil, yine bir hak ile denemekte ve onlara hak olan bu feryadı duyurmaktadır. Fakat onlar eşyanın tabiatına aykırı gözüken bu hakkı, bu ayeti, bu mucizeyi, eşyayı yaratan ve mucizelerin yegane Sahibi olan Allah'tan bilmeleri gerekirken; bu mucizeyi kendileriyle konuşmayan, kendilerini bir yola yöneltip-iletmeyen buzağıdan bilmişler ve “İşte sizin İlahınız ye Musa'nın İlahi budur” diyen sapıklara uyarak, bu buzağıya ibadet etmeye başlamışlardır.
Ortaya konulan buzağı böğürdüğü veya böğürtüye benzer bir ses çıkardığı zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki bu durumun olağanüstü bir ayet. bir işaret olduğunu en iyi anlayan kişi, yine Samiri’nin ta kendisiydi.
Çünkü Samiri, buzağıdan gelen sesin kendisiyle, kendi ilmiyle veya kendi yeteneğiyle hiçbir ilgisinin olmadığını çok iyi biliyordu. Ancak nefs ve hevasına uyan Samiri. Rabbimizin kendisine gösterdiği bu ayeti de anlamak istememiş ve kendisini, sapıklıkta önde gidenlerin küfri tezahüratına bırakmıştı!. Herkesin hayret ve hayranlıkla baktığı boğüren buzağı kendisine, kendi ustalığına nisbet ediliyor ve bu nisbet haksız yere büyüklenen Samirİ'nin nefs ve hevasına çok hoş geliyordu!. Hem Samiri'nin ve hem de İsrailoğullarımn bu sapkınlığı üzerine, şanı yüce Rabbimizin;
“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanlan ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu da görseler, onu yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalan saymaları ve onlardan gafil olmaları dolay ısıyladır.” [33] buyruğu gerçekleşmiş oluyordu.
Rabbisiyle görüştükten sonra kavmine dönen Musa Aleyhisselam'ın, kardeşi Harun Aleyhisselam'dan farklı olarak buzağıdan gelen bu sesi nasıl tanıdığı ve olayın mahiyetini nasıl anladığı ise elbetteki dikkate alınması gereken bir diğer hususdur. Bildiğiniz gibi şanı yüce Rabbimiz Musa Aleyhisselam iie bir perde arkasından konuşmuş ve Musa Aleyhisselam'a ağaçtan seslenilmişti. Tabi ki bu konuşmanın nasıl olduğunu, kendisine ağaçtan seslenilen Musa Aleyhisselam'ın bu sesi nasıl duyup-nasıl anlayabildiğini bilmiyoruz. Musa Aleyhisselam ya bu konuşma ile Harun Aleyhisselam'dan farklı bir duyuma ulaşmış; ya da deniz mucizesi, gerçekleşirken, denize ve toprağa yönelik emirler Rabbimizin izniyle Musa Aleyhisselam tarafından verildiği için, şanı yüce Rabbimiz deniz ve toprak ile Musa Aleyhisselam arasında olması gerekli böyle bir duyumsal ilişkiyi gerçekleştirmiştir.
Çünkü olayın sonucuna baktığımız zaman, Musa Aleyhisselam'ın bütün olup-biteni çok iyi anladığını ve ne yapılması gerektiğini çok iyi bildiğini görüyoruz. Nitekim tekrar ateş yakması, heykeli eritmesi ve içindekileri ayrıştırdıktan sonra olayın yaşandığı yerdeki çöle değil, özellikle deniz kenarına dönülerek denize savrulması ve (bunlar yapılmasaydı belki de kıyamete kadar inleyecek olan) bu bir avuç toprağın Allah'ın emrini yerine getirebileceği kendi bütünlüğüne kavuşturması, Musa Aleyhisselam'ın yaşanan olaya ne derece vakıf olduğunu göstermektedir. Elbetteki;
“Onların yapmakta oldukları her işin önüne geçtik, böylece onu savurulmuş toz zen eleri kıltverdik.” [34] buyuran Rabbimizin de yol gösterdiği ve onayladığı bir eylemdir bu.
Samiri'nin dünyevi azabı konusunda Rabbimiz köpek örneğini vermiş ve “Onun durumu, üstüne var-san da-bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.” buyurmuştu. Köpeklerin dillerini dışarı sarkıtarak solumaları, derisinden terleyemeyen köpeklerin, vücutlarını serinletebilmek için ağız yoluyla terlemeleridir. Normaî şartlarda üzerlerine gidilip-koşturuldukları zaman dillerini dışarı sarkıtıp solumaya başlayan köpeklerin, üzerlerine varılmadığı yani durdukları yerde de dillerini dışarı sarkıtıp soluyorlarsa, bunun yegane nedeni şiddetli sıcak ve vücutta hissedilen yüksek harerettir. Rabbimizin verdiği bu örnekten hareketle Musa Aleyhisselarn'ın Samiri'ye söylediği “Defol git!. Artık sen, bütün hayatın boyunca “Bana dokunmayın, ne olur benimle temas etmeyin” diye yalvaracaksın.” sözlerini dikkate aldığımız zaman, Samiri'nin gerçekten yakıcı bir hareret içinde olduğunu ve kendisine temas edildiği zaman bu hareretin çok daha fazla yükseldiğini anlamamız zor olmayacaktır.
Peki Samiri'nin karşılaştığı bu dünyevi azabın, acaba kendi eliyle yaptıklarıyla ve özellikle söz konusu toprakla bîr ilgisi var mıydı? Bu soruya kesin bir cevap vermemekle beraber, Samiri'nin eriyen madenin içine söz konusu toprağı eliyle atarken, “Suyunu yuf emrine muhatap olan bu toprağa cildinin temas ettiğini ve İlahi emri yerine getirememenin şiddetli zorluğunu yaşayan bu toprağın, temas ettiği vücuda nasıl bir etki yapabileceğini ve vücudun nemini nasıl etkileyebileceğini dikkate almamızda fayda vardır. Bunları söyledikten sonra son söz olarak “Allah-u alem” diyor ve kıssayla ilgili bu sözlerimizi bitiriyoruz.
“Hocam, asırlardır anlaşılmayan bir kıssayı anlamış olduk.”
“Evet Fatih!. Rabbimizin lutfuyla Samiri'nin gördüğü ayetleri, sizler de görmüş oldunuz. Ancak bu durumda geçmiş müslümanları ve müfessirleri kastederek “Biz onların görmediğini gördük” demekten ve nefsi bir büyüklenmekle Samiri'ye benzemekten Rabbinize sığınmanız gerekir. Hiç kuşkusuz ki bu ayetleri sizlere ve bizlere gösteren, görmemizi ve anlamamızı nasip eden Rabbimizdir. Ayrıca bu ayetleri görmeniz, sevinmeniz gereken bir durum da değildir. Çünkü Samiri'nin de gördüğü bu ayetlerden sonra yüzünüzü tam bir iman ve teslimiyetle Allah'a dönerek kulluğunuzu yüceltmeniz söz konusu olduğu gibi, sadece gördüklerinize saplanarak zelil ve hakir bir duruma düşmeniz de söz konusudur. Zaten Samiri kıssasını iyice anlamışsanız, Allah'ın ayetlerini görmenin bir üstünlük olmadığını ve ası! imtihanın bu ayetleri gördükten sonra başladığını anlamanız gerekir.”
Samiri'nin ve İsrailoğullarının imtihanını dikkate aldığımız zaman, açıkça şahit oldukları ayet ve mucizelerle Tur-u Sina'nın eteklerine kadar gelen bu insanların, şahit oldukları ayetlere karşı büyüklenerek gerekli iman ve teslimiyeti göstermediklerinde, bir başka ayetle yoldan çıktıklarını görüyoruz. Çünkü iman ve teslimiyet. Allah'a kullukla mükellef olan biz müslümanlarda birbirinden ayrılmaması gereken hasletlerdir. Gördükleri ayetlerle iman eden ancak teslim olmayanlar ile, gördükleri ayetlerle teslim olup iman etmeyenler, ne yazık ki gördükleri ancak batıl bir şekilde yorumlayacakları bir başka ayet ile bu tek taraflı İman veya teslimiyetlerini kaybedebilmektedirler.
Allah'tan korkan bir mü'min, bir müslüman olarak, bu çok önemli konuda gerçekten çok dikkatli olmalıyız. Çünkü Rabbimizin izniyle anladığımız ve az da olsa hikmetini kavradığımız bu kıssada, biz müslümanlara verilen en önemli mesaj budur. Ayetlerle hidayet bulanlar, bu hidayete gerekli teslimiyeti göstermedikleri zaman bir başka ayetle yoldan çıkabilmektedirler. Bu çok tehlikeli ve çok riskli durum, hem toplumlar ve hem de kişiler için geçerlidir. Özellikle Kur'an araştırmalarında bulunan ve Rabbimizin izniyle birçok ayetin hak anlamına vakıf olan müslümanların, anladıkları bu hakka mutlaka ve mutlaka tesüm olmaları ve yaşamaya çalışmaları gerekir. Diğer insanların bilmediklerini bilme, görmediklerini görme sevdasıyla sadece ilmi araştırmalara yönelenler ve kendilerini kurtaracak yegane şey olan iman ve salih ameli unutanlar, her an karşılaşabilecekleri ve hak veçhesini anlayamayacakları veya batıla yorumlayacakları bir başka ayet ile Samiri durumuna düşebilecek insanlardır. Ahir zamandaki ismi Deccal olan bu Samiri'ler, insanlara gösterecekleri sıradışı olaylarla kendileri saptıkları gibi, ne yazık ki geniş halk kitlelerini de saptırabileceklerdir.
Bu kıssanın Rabbimizin lutfuyla günümüzde açıklık kazanması, belki de günümüz insanlarının yakın zamanda karşılaşabilecekleri çağdaş Samiri'lere yani Deccal'e karşı uyanık ve tedbirli olmalarını amaçlamaktadır. Ahir zamanda çıkacağı bildirilen Deccal ne yaparsa yapsın, insanlara hangi sıradışı olayları gösterirse göstersin, Allah'a ve Allah'ın ayetlerine iman eden insanların dikkat etmeleri gereken husus, bu kişinin hangi yolda olduğu ve insanları hangi yola davet ettiği olmalıdır. Zaten şanı yüce Rabbimizin de, bu sıradışı olayla karşılaşan İsrailoğuilarına söylediği söz ve buyurduğu İlahi nasihat bu değil miydi?
Evet, böğüren buzağı hakkındaki bu çok kısa açıklamadan sonra Samiri olayındaki ayetleri görme sevinciyle
değil, Samiri ve takipçilerinin durumuna düşme korkusuyla salih amellere daha sıkı sarılıyor ve İman dolu yüreğimizle Rabbimize yönelerek “Yedi kat gök ve onların örttüklerinin, yedi kat yer ve onların yükselttiklerinin, şeytanlar ve onların saptırdıklarının Rabbi olan Allah'ım. Samiri ve takipçilerinin durumuna düşmekten bizleri körü. Senin himayen güçlü, şanın yücedir. Senden başka İlah yoktur” diyoruz. Elhamdülillahirabbilalemin..
Samiri'ye gereken cevabı ve gereken cezayı veren Musa Aleyhisselam, biraz sakinleşince ve kabaran öfkesi yatışınca, yere bıraktığı levhaları aidi. Levhalarda yazılı olan “Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve bîr rahmet vardır” buyruğuna düşünceli gözlerle baktı. Bu İlahi buyruktaki rahmet, gözlerinden gönlüne doğru akmaya başlamıştı. Gönlünde bir çığ gibi büyüyen bu rahmet ve merhamet ile şaşkınlık ve sapıklık içinde olan İsrailoğullarına dönerek “Ey kavmim! Siz buzağıyı put edinmekle kendi kendinize zulmettiniz. Sizi Yaratan Rabbinize hemen tevbe ederek, nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız, yegane Yaratıcınız katında sizin için hayırlıdır. Çünkü sizin İlahınız yalnızca Allah'tır. O'nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır” dedi.
İsrailoğullarını tevbeye ve azgınlaşan nefislerini öldürmeye, ıslah etmeye davet eden Musa Aleyhisselam, belirlenen sürede Allah'a hep birlikte tevbe ve rnünacaatta bulunmak için kavminden yetmiş adam seçip-ayırdı. Bunlar hem kendileri tevbe edecekler ve hem de geride kalanların tevbelerinin kabul edilmesi için Musa Aleyhisselam ile birlikte niyazda bulunacaklardı. Ancak İsrailoğulları arasındaki fitne ve fesat, hiç de bitmiş gibi gözükmüyordu!. Kalplerine buzağı sevgisi sinenler ve gözle görülür İlahlarını yitirenler, kararan kalplerindeki kibir dolu bir istekle Musa Aleyhisselam'a bakarak “Ey Musa! Bize Allah'ı açıkça göster. Çünkü biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız” dediler. Çünkü kendi nefislerinde büyüklüğe kapılarak, büyük bir azgınlığa yönelen bu şaşkın ve sapıklara göre; meselenin ve yaşanan ihtilafların yegane çözümü, ya gözle görülür bir ilahlarının olması, ya da yegane İlah olan Allah'ın gözle görülebilmesiydi!. Kibir dolu bu istek karşısında sustu, hayrete düştü ve hadlerini aşan bu şaşkınlara ne cevap vereceğini bilemedi Musa Aleyhisselam!. Gerçi onlara bir cevap vermesi de gerekmiyordu. Çünkü böyle bir istekte bulunarak zulmedenlerden olan bu şaşkınları, bakınıp dururlarken yıldırım çarpmış ve onları dayanılmaz bir sarsıntı tutmuştu!. Kibir ve azgınlık dolu bir küstahlıkla Allah'ı görmek isteyen bu şaşkınlar, bu yıldırımın şiddetiyle bir ölüm baygınlığına girmişlerdi!. Yegane Yaratıcı olan Allah'ı görmek isteyen gözler, yaratılmış bir yıldırım neticesinde yuvalarından dehşetle dışarı fırlamış ve bu dehşet içinde sabit bir noktaya kilitlenivermişti!.
Dayanılmaz sarsıntı devam ederken, Musa Aleyhisselam yüzünü ve gönlünü Rahmana yönelterek “Rabbim, eğer dileseydin, onları da, benî de daha önceden helak ederdin.” dedi. Musa Aleyhis selamın bu ifadeye kendisini de dahil etmesi ve kendisini de suçlaması, daha önce kendisinin de Allah'ı görmek istemesinden kaynaklanıyordu. Oysa îsrailo-gulları inanmak için Allah'ı görmek isterlerken, Musa Aleyhisselam’ın öncesinde inkar veya kuşku olan böyle bir talebi olmamıştı. Musa Aleyhisselam gönlündeki sevgi ve sevda ile zaten öncesinde de inandığı ve teslim olduğu Allah'ı görmek istemişti.
Dua ve yakarışına devam eden Musa Aleyhisselam “Şimdi içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak mı edeceksin? Gerçi o da, Sen'in denemenden başka bir şey değildir. Onunla Sen dilediğini saptırır, dilediğini hidayete eriştirirsin. Bizim velimiz, bizim mevlamız Sensin. Bizi bağışla, bizi esirge, bize rahmet et. Sen bağışlayanların en haytrlısısm. Dünyada da, ahirette de bizim için iyilik yaz. Biz gerçekten Sana tevbe ettik, Sana döndük” niyazında bulundu.
Musa Aleyhisselam'in bu samimi duasına lutfuyla karşılık veren Rabbimiz “Azabımı, dilediğime veririm. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da sakınanlara, zekatını verenlere ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım” buyurdu. Tabi ki anlayabilen gönüller için, rahmet ve müjde dolu bir hitaptır bu!. Rahmeti gadabını geçen ve “Azabımı, dilediğime veririm. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.” buyuran Rabbimiz, engin rahmetinin çok genel, azabının ise çok özel olduğunu beyan etmektedir.
Rahman olan Rabbimizin lutfuyla ölüm baygınlığından sonra tekrar diriltilen İsrailoğulları, yaşanan bu olaylardan sonra kendilerinin gerçekten şaşırıp-saptıklarını anlamışlardı. Her biri olduğu yere çöküvermiş ve bükülmüş boyunlarının taşımak istemediği başlarını elleri arasında tutmaya çalışarak “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa kesin olarak hüsrana uğrayanlardan olacağız” demeye başlamışlardı.
Tevvab ve Rahim olan, yani tevbeleri kabul eden ve kullarını çok esirgeyen Rabbimiz, umulur ki şükrederler diye onları tekrar dirilttikten ve tevbelerini kabul ederek bağışladıktan sonra, onlarla Tur'un sağ yanında vaidleşti ve hakkı batıldan ayıran bir furkan olan Tevrat'a sımsıkı sarılacaklarına dair onlardan söz aldı. Tevbe eden, tevbeleri kabul edilen ve kendilerine verilen Tevrat'ın hükümlerine sarılacaklarına dair söz veren bu kavime, Rahman olan Rabbimizin lutfundan kaynaklanan ikramları tekrar başlamıştı.
Bir yerde meskun olmayan, içine girip barınabilecekleri evleri bulunmayan İs-railoğullan, iklim ve geçim şartları itibariyle sıkıntılı bir durumdaydılar. Rabbimizin ayrı ayrı oymaklar halinde oniki topluluğa böldüğü bu İsrailoğullarından, hakkı ileten ve onunla adaleti yerine getiren bir topluluk vardı. Kavminin ihtiyaçlarını çok iyi bilen Musa Aleyhisselam, yanına gelerek “Ey Musa, bize su lazım, bizim için su bul” diyen kavmi için, en öncelikli ihtiyaç olan suyu aramaya başladı. Ancak kum ve kayalardan oluşan böyle bir yerde suyu nerede ve nasıl bulacaktı ki!.
Fakat yine de aradı, kavminden sorumlu bir kul olarak elinden geleni yaptı Musa Aleyhisselam. Nitekim uzak arayışların neticesinde yakın olan yardım gelmiş ve bir kayanın dibinde yorgun düşen Musa Aieyhîsselam'a “Asanla taşa vur” diye vahyedilmişti. Yine Allah'ın adıyla havaya kalkan asa taşa vurunca, bu büyük taştan Allah'ın izniyle oniki pınar fışkırmış ve her oymak, her insan topluluğu nereden su içeceğini bilmişti. Taştan ayrı ayrı oniki pınarın fışkırması ve her topluluğun nereden su içeceğinin belirlenmesi, elbetteki bu topluluklar içindeki hakkı ileten ve adaleti yerine getiren bir topluluk için başh başına bir rahmetti. Çünkü diğer onbir pınar başında hırs ve tamahtan kaynaklanan su tartışmaları yaşanırken, adaleti gözeten bu topluluğa ait olan pınarın başında böylesi tartışmalardan uzak bir rahmet ve sakinlik yaşanıyordu.
Kullarına karşı çok merhametli olan Rabbimiz, güneşin altında yanıp-kavrulan İsrailoğullarını daha sonra bulutla gölgelendirmiş ve onlara yiyecek olarak kudret helvası ve bıldırcın indirerek “Size rızık olarak verdiklerimizin iyilerinden, güzellerinden ve temiz olanlarından yiyin. Yeryüzünde fesad çıkararak azgınlık yapmayın, yoksa gazabım üzerinize kaçınılmaz olarak iner. Benim gazabım kimin üzerine inerse, muhakkak o tepetaklak olmuştur. Gerçekten Ben, tevbe eden, inanan ve salih amellerde bulunarak doğru yolda giden kimseyi elbette ki bağışlayıcıyım” buyurdu.
“Hocam, burasını anlayamadım!.”
“Neresini Veli!.”
Allah'ın İsrailoğullarına lütfettiği kudret helvası ve bıldırcın gibi nimetler zaten temiz olmasına rağmen, Rabbimiz niye "Size nzık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin” buyuruyor.
Teşekkür ederim Veli. Bu konuda sorulması gereken, güzel bir sorudur bu. Birçok önemli konuda sorulması gereken Rahmani soruyu bulmak, cevabı bulmaktan hem daha zor, hem daha önemlidir. Çünkü bazı Rahmani cevapları bulabilmemiz için en önemli anahtar, sorulması gereken Rahmani sorulardır. Şimdi de Veli kardeşimizin bu güzel sorusunu cevaplayabilmemiz için, bu konuyla ilgili olarak bir başka soru sormamız gerekecektir.
“Rabbimiz, kudret helvası ve bıldırcın gibi nimetleri ne kadar indiriyordu?”
Aziz ve Kerim olan Rabbimiz ihtiyaçtan az indirmeyeceğine göre, geriye “İhtiyaçları kadar veya ihtiyaçlarından fazlası” olmak üzere iki cevap kalmaktadır. Acaba bu nimetler İsrailoğuilanna ihtiyaçlarından fazla olarak indiriliyor ve İsrailoğullarının yedikleri midelerinde, yiyemedikleri'yerlerde mi kalıyordu!.
Elbetteki hayır!.
Çünkü bizlere;
“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemistir, O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir Ölçüyle takdir etmiştir.” [35] buyurarak, herşeyi bir ölçü ile takdir ettiğini beyan eden ve “Ey Ademoğullan, her mescide gidişinizde zinetli (güzel elbiselerinizi) giyin. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” [36] buyurarak israftan sakınmamızı emreden Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bizleri sakındırdığı israfa Kendisi yönelmiyor ve bu nimetleri belli bir ölçüde indiriyordu.
“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; biz onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz.” [37]
Ne var ki oniki pınar örneğinde olduğu gibi bu nimetler oniki ayrı yere inmiyor ve her topluluk yiyeceği yeri bilmiyordu!: Bütün bir kavime inen, genel ve ortak bir nimetti bu. Rabbimizin lutfuyla herkese rahatlıkla yetecek kadar olan bu nimetlere, herkesin kendi ihtiyacına göre yaklaşması isteniyordu. Zaten oniki pınar örneği ile İsrailoğullarına adaletli paylaşımdaki rahmet dolu gerçeklik gösterilmiş, onbir pınar başında hırs ve tamahtan kaynaklanan bir su tartışması yapılırken, hakkı ve adaleti gözeten topluluğun su aldığı pınar başında, rahmetli ve huzurlu bir paylaşım yaşanmıştı.
İsrailoğullarını her gün bir kuş gibi besleyen Rabbimiz, onların da hiç olmazsa küçük bir kuş kadar tevekkül sahibi olmalarını ve bu rızkı stoklamaya kalkmamalarını diliyordu. Çünkü “Yarın ne yiyeceğiz?” endişesiyle rızkın stoklanması demek, bugün o rızka muhtaç olan kimselerin hakkına tecavüz etmek demektir. Bir başkasının hakkına tecavüz yoluyla alınan yiyecekler ise; tecavüz eden kimseler için kesinlikle ve kesinlikle temiz değildir. Daha açık bir ifadeyle bir başkasının hakkına tecavüz edilerek yenilen şeyler, şanı yüce Rabbimizin lutfuyla indirdiği bıldırcın ve kudret helvası da olsa, hakka tecavüz eden kimseler için kesinlikle temiz, iyi ve güzel yiyecekler değildir.
Nitekim bu gerçeği bilen ve bu gerçeğe iman eden Musa Aleyhisselam, her nimetin ardından taşgın-hğa ve azgınlığa yönelen kavminin bu durumunu gördüğü için “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin, için. Ancak yeryüzünde fesad çıkararak taşkınlık yapmayın” diyerek, onları çok ciddi bir şekilde ikaz ediyordu. Yardıma muhtaç oldukları zor şartlarda uysal bir kavim olan İsrailoğulları, söz konusu İlahi buyruğa ve Musa Aleyhisselam1 in bu nasihatina hiç itiraz etmediler.
Fakat bunlar İsraİloğlu idi!.
Karşılaştıkları İlahi nimetleri, İlahi lutuftan ziyade, alemlere üstün kılınan kendilerinin liyakatından, kendi üstün özelliklerinden biliyorlardı. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah, böylesi sıradışı nimetleri niye başka kavimlere değil de onlara, sadece onlara veriyordu!. Demek ki bu durumun kendileriyle, kendi üstün özellikleriyie ilgisi olmalıydı!. Böylesi düşüncelerle kendilerini gölgelendiren buluta bakarlarken, küçük bir kısmı bu İlahi nimet için Allah'a hamdediyor, büyük bir kısmı ise üstünlük duygusuyla kibirine kibir katıyor ve bu kibirle kalkan burunlarını sanki buluta değdiriyorlardı!. Bıldırcın ve kudret helvası konusunda da İlahi uyarıları dikkate almamışlar, haddi aşan bir hırs ve tamah içine girmişlerdi. Tabi ki onlar bu yönelişleri ile Rabbimize ve Rabbimizle beraber olan mü'minlere değil. sadece ve sadece kendi nefislerine zulmediyorlardı. Çünkü onların bu tecavüzleri nedeniyle mü'minler yine de aç kalmamış. Rahman olan Rabbimiz bu mü'minlerî yine nimetlendirmişti.
Aradan zaman geçtikçe, İsrailoğulları arasındaki bu hakka tecavüz olayı, git gide önemini kaybetmeye başladı. Çünkü her gün inmeye devam eden bıldırcın ve kudret helvası, onlardaki rızk endişesini ve stoklama ihtiyacını ortadan kaldırmış gibiydi!. Her gün inen ve herkesin yiyebildiği bıldırcın ve kudret helvasına yönelik bakışları da değişmeye başlamıştı. Başkaları açken bu yiyeceğe sahip olsalardı veya başkaları sıradan şeyler yerken, onlar bu güzel nimetleri yeselerdi, hiç kuşkunuz olmasın ki uzun yıllar boyu bu İlahi nimetlerden bıkıp-usanmazlardı!. Ancak bu İlahi nimetin hergün inmesi ve herkes tarafından yenilebilmesi. kendilerini sıradan insanlardan farklı görenler için tahammülü zor bir durum oluyordu!. Dolayısıyla bu sıradanlıktan ve hiçbir ayrıcalığı olmayan bu sıradan nimetlerden bıkmaya başlamışlardı!.
Elbetteki daha farklı nedenlerle bu nimetlere bakışı değişen insanlar da vardı. Bazıları uzun süredir yaşadıkları bu göçebelikten kurtulup-yerleşik şehir hayatına geçmek ve nefislerindeki mülkiyet arzusuyla sahiplenmek istedikleri toprakları ekip-biçmek istiyorlardı. Netice olarak hangi nefsi nedenlere dayanırsa dayansın, İlahi bir ikram olan kudret helvası ve bıldırcından artık bıktıklarını hissediyorlardı!. En nihayet dayanamıyarak Musa Aleyhisselam'a geldiler ve “Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe asla katlanmayacağız. Rabbine yalvar da bize toprağın bitirdiği şeylerden, yetiştirdiği sebzelerden kabak, acur, sarmısak, mercimek ve soğanından çıkarıversin” dediler. îsrailoğullarının ne istediklerini gayet iyi anlayan Musa Aleyhisselam, onlara “Üstün ve hayırlı olan bir nimeti, daha aşağı bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz?” diyerek düşünmelerini ve bundan vazgeçmelerini istedi. Çünkü kimsenin hakkına tecavüz etmeden yiyebilecekleri bıldırcın ve kudret helvası, bu insanlar için en helal, en temiz ve en hayırlı bir yiyecekti. Çalışılarak kazanılan rızıklarda ise insanların yapabilecekleri hata ve yanlışların bu rızıklara olumsuz olarak yansıması, bu rızıkları haramla gölgelendirmesi veya lekelemesi söz konusuydu. Oysa Rahman'ın lutfuyla İnen ve adil olarak paylaşılan bu hayırlı yiyeceklerde, böyle bir tehlike ve olumsuzluk yoktu.
Ancak dinlemediler, dinlemek istemediler Musa Aleyhisselam!. Zaten onların peygamber anlayışları ve peygamberlere bakışı çok farklıydı. İsrailoğulları Musa Aleyhisseiam'ı, Allah'tan kendilerine gelen bir elçi gibi görmek yerine, sıkıştıkları zaman kendilerinin Allah'a gönderdikleri bir elçi olarak görmek istiyorlardı!. Musa Aîeyhisselam Allah'ın emir ve isteklerini onlara getirmeyecek, onların emir ve İsteklerini Allah'a götürecekti!. Çünkü alemlere üstün kılınan(!) bu kavim böyle diliyor ve her fırsatta da böyle olmasını istiyordu!.
Musa Aleyhisselam bunlarla uğraşmanın faydasız olduğunu anlayınca, yerleşik bir düzene geçmek isteyen bu İsrailoğullanna “O halde şehire ininiz. Çünkü orada istediğiniz şey vardır” cevabını verdi. Bu cevabı ve bu haberi sevinçle karşılayan İsrailoğulları, Musa Aleyhisselam'm önderiiğinde yerleşecekleri şehre doğru ilerlemeye başladılar. Şehre yaklaştıklarında, Musa Aleyhisselam Allah'ın şu emrini iletti kendilerine.
“Bu şehirde oturun, dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Ancak kapısından secde ederek girin ve “Dileğimiz bağışlanmadır” deyin ki, Allah hatalarınızı bağışlasın ve iyilik yapanların ecirlerini arıtırsın.” Ancak bu güzel sözler, bu güzel nasihatler ne yazık ki her muhatabı tarafından anlaşılmadı. Çünkü zulme sapanlar, kendilerine söylenen bu sözü bir başkasıyla değiştirdiler!. Yoldan çıkmalarından dolayı Allah'tan bir gazaba uğrayan bu zalimlerin üzerine gökten iğrenç bir azap indirildi.
Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinden, isyan ederek sınırı çiğnemelerinden dolayı üzerierine horluk ve yoksulluk bırakıldı. Hiç kuşkusuz ki onlar Allah'a değil, kendilerine, kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Rahman olan Rabbimiz, Musa Aleyhisselam'ı bir peygamber olarak “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat” diyerek İsrailoğullarına göndermişti. Asıl gaye özgürlüğe kavuşan İsrailoğullarının azgınla-şarak birer Firavun olmaları değil, iman ve salih amel ile Allah'a kul olmalarıydı. Çünkü uhrevi kurtuluş, dünyevi kurtulaştan çok daha önemli, çok daha önemsenmesi gereken bir kurtuluştu. Bu nedenle Musa ve Harun Aleyhisselam her fırsatta kavimlerine Allah'ın emirlerini ve ahiret gününü hatırlatıyor, bıkıp-usanmadan onları İman ve salih amele davet ediyorlardı.
Musa Aleyhisselam’ın bu sözlerini dikkatle dinleyen, iman ederek salih amellerde bulunan İsrailoğulları elbetteki vardı. Ancak büyük çoğunluğu gerçeklere sırtını dönen, yersiz tartışmalar ile hak ve hakikate direnen insanlardı. Bu nedenle toplum genelinde tevhidi bir iman ve teslimiyet yerleşmemiş, insanlarda birbirlerine karşı yeterli bir güven oluşmamıştı. Nitekim İsrailoğullarından bir kişinin öldürülmesi üzerine, toplumda önemli karışıklıklar çıkmış ve insanlar birbirlerini cinayetle suçlar hale gelmişti. Bu durumdan haberdar olan Musa Aleyhisselam Rabbimize münacaatta bulunmuş ve daha sonra İsrailoğulları ile Musa Aleyhisselam arasında, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu konuşmalar geçmiştir.
“Hani Musa kavmine “Allah, muhakkak sizin bir inek kesmenizi emrediyor” demişti Onlar “Bizimle alay mı ediyorsun?” demişlerdi (O da) “Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım” demişti. (Kavmi) “Rabbine bizim için dua et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın” demişlerdi (Musa da) “Allah diyor ki: O ne pek yaşlı, ne de pek genç, ikisi arası dinç bir inektir. Artık emrolunduğunuz şeyi yerine getirin.” demişti (Kavmi yine) "Rabbine bizim için dua et de, bize rengini bildirsin,” demişlerdi. O da: “( Rabbim) diyor ki O, bakanların içine ferahlatacak san bir inektir” demişti, (Onlaryine:) “Rabbine bizim için dua et de, bize onun niteliklerini açıklasın. Çünkü bize göre (birçok) inek birbirinin benzeridir. İnşaallah (Allah dilerse, ) başarırız” demişlerdi. (Bunun üzerine Musa) “(Rabbim) diyor ki: O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan, salıverilmiş ve hiçbir alacası olmayan bir inektir.” dedi. (İşte o zaman): “Şimdi gerçeği getirdin” dediler ve böylece ineği boğazladılar. Fakat neredeyse (bunu) yapamayacaklardı. Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de bu konuda birbirinize düşmüştünüz. Oysa Allah, sizin gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı. Biz bunun için “Ona (ölü cesede, kestiğiniz ineğin) bir parçasıyla vurun” demiştik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir ve belki akledersiniz diye size ayetlerini gösterir.” [38]
Musa Aleyhisselam İsrailoğullarına “Allah mutlaka sizin bir inek kesmenizi emrediyor” dediğinde, ayet-i kerimedeki lafızdan “Bir inek” ifadesinin özel mi yoksa genel bir ifade mi olduğu konusunda alimlerin ihtilafları vardır. Arapçaya ve gramere vakıf bir kısım alimler bu lafzın özel olduğunu söylerlerken, diğer bir kısmı umumi yani genel olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kur'an-ı Kerim çalışmalarında derinleşmeye başladığınız yıllarda, böylesi durumlarla karşılaşacak ve hatta bazı kelimelerin kıraat yani okunuş farklılıklarından, farklı anlamlara geldiğini göreceksiniz. Karşılaşacağınız böylesi durumlar, sakın ola ki siz müslümanları, çelişkisiz bir Kitab olan Kur'an-ı Kerim karşısında, çelişkili bir anlayışa düşürmesin. Çünkü meselelere vakıf olduğunuz zaman, kıraatten kaynaklanan anlam farklılıklarının başlı başına bir rahmet olduğunu, söz konusu ayet-i kerimelere farklı fakat çelişkisiz bir anlam derinliği kazandırdığını göreceksiniz. Nitekim bu bakara olayında da “Bir inek” lafzının, umumi yani genel bir lafız olmasından çıkaracağımız anlamlar olduğu gibi, özel bir lafız olmasından da çıkaracağımız güzel anlamlar vardır. Ayrıca bu anlamlar birbiriyle çeiişen değil, birbirini bütünleyen anlamlardır.
Önce bu lafzın umumi yani genel bir lafız olduğu üzerinde duralım. Musa Aleyhisselam kavmine “Allah sizin mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor” dediğinde ve İsrailogulları “Bir inek” lafzını umumi manada anladıklarında, sahip oldukları ineklerden herhangi bir İneği kesselerdi. Allah'ın bu emrini yerine getirmiş olacaklardı. Ancak teslimiyetten ziyade tartışmaya meraklı olan İsrailogulları, Musa Aleyhisselam'a dönerek “Çok tuhaf!. Sen bizimle alay mı ediyorsun?” demişlerdi. Çünkü onlara göre bir katilin bulunması ile bir ineğin boğazlanmasının ne ilgisi olabilirdi!.
Musa Aleyhisselarn kavminin bu sözleri üzerine “Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım” diye cevap verince, bir süre birbirlerine baktıktan sonra “O halde bizim için Rabbine dua et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın” demişlerdi. Allah'a münacatta bulunan Musa Aleyhisselam daha sonra kavmine gelerek “Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek yaşlı ve ne de pek genç, ikisi ortasında dinç bir inektir. Artık emrolunduğunuz şeyi yerine getirin” dedi.
Tartışmaktan hoşlanan ve işi yokuşa sürmek isteyen îsrailoğulları “Bizim adımıza Rabbine dua et de, bize onun rengini bildiriversin” dediler. Musa Aleyhisselam Allah'a tekrar münacatta bulunduktan sonra “Rabbim buyuruyor ki, o bakanların içini ferahlatacak, bakanların gözünü ve gönlünü açacak sarı bir sığır” cevabını verdi. Fakat bu cevabı da yeterli görmeyen İsrailogulları “Rabbine bizim adımıza bir kere daha dua et de, bize onun başka özelliklerini açıklasın. Çünkü bize göre birçok inek birbirinin benzeridir. İnşaallah getireceğin cevapla biz başarıya varırız” dediler.
Sabır sahibi Rabbimizin, sabırlı bir kulu olan Musa Aleyhisselam, Allah'a tekrar münacatta bulunduktan sonra “Rabbim buyuruyor ki; “O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan, salınmışolan ve kendisinde hiçbir ayıp, hiçbir leke bulunmayan bîr sığırdır” dedi. Artık sorabilecekleri bir soru kalmayan İsrailoğulları “İşte şimdi gerçeği getirdin" diyerek, meseleyi anladıklarını ve hangi ineğin kastedildiğini artık bildiklerini ifade ettiler.
Bu ineği aramalarına gerek yoktu!.
Çünkü Musa Aleyhisselam'ın getirdiği sıradışı özelliklere sahip bir inek, sadece bir inek vardı. Fakat sahiplerinin çok değer verdiği bu ineği nasıl alacaklar ve nasıl keseceklerdi ki!. Nitekim çok uzun uğraşlardan ve büyük masraflardan sonra bu ineği alabilmişler ve emir gereği boğazlamtşlardı. Fakat az kaİsın bunu yapamayacaklardı!. Halbuki ilk emirle karşılaştıkları zaman yaşlı veya genç, san veya siyah, alacalı veya alacasız herhangi bir ineği kesiverseİerdi, bu İlahi emir yerine gelmiş olacaktı. Ancak Rabbimizin açıklamadığı detayları, gereksiz sorularla açmak istemişler ve kendi kulluklarını, kendi gereksiz soruları ile zorlaştırmışlardır.
Bu önemli konuda müslümanlan uyaran şanı yüce Rabbimiz;
“Ey iman edenler, size açıklandığında hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın; Kur'an indirilirken (onları) sorarsanız, size açıklanır. (Oysa açıklanmadığına göre) Allah onları affetti. Allah bağışlayandır, (kullara) yumuşak olandır.” [39] buyurmaktadır. Zaten bakara olayının bu açılımından, almamız ve anlamamız gereken Önemli gerçek budur. Teslimiyetten ziyade tartışmaya meraklı olan İsraiioğullarının, Musa Aleyhisselam'ın işini yokuşa sürmek için sordukları bütün sorular, netice olarak kendilerinin İşini yokuşa sürmüş, kendilerinin İşini zorlaştırmıştı!.
Şimdi bu kıssanın ikinci açılımına gelelim. Musa Aleyhisselam kavmine “Allah sizin mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor” dediğinde ve bir kısım İsrailoğulları “Bir inek” lafzını özel manada anladıklarında; Rabbimizin herhangi bir ineği değil, kendilerinin de çok iyi tanıdığı özel bir ineği kastettiğini çok iyi bilmişlerdi. Çünkü işlenen cinayet ve cinayet nedeni, büyük bir olasılıkla bu inekle ilgiliydi!. Musa Aleyhisselam'ın kesinlikle bilmediği bu durumu Rabbimiz biliyor ve özellikle bu cürümden haberdar olan İsrailoğullarına “Allah sizin mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor” buyruğunu iletiyordu.
Meselenin farkında olan bu İsrailoğulları, bu İlahi buyruk ile hangi ineğin kastedildiğini çok iyi bilmelerine ve çok iyi anlamalarına rağmen, söz konusu ineği kesinlikle boğazlamak istemiyorlardı. Dolayısıyla işi yokuşa sürmek ve Musa Aley hisse lam'ı bundan vazgeçirebilmek için “Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. İnekle ilgili İşlenen cürümden ve hangi ineğin kastedildiğinden haberdar olmayan İsrailoğullarına da “Bu belirsiz bir emirdir. Biz hangi ineği keseceğimizi nereden bileceğiz ki!.” diyerek, onları da kendi saflarına çekmeye çalışmışlardı.
Şüphe ve kuşkuya açık olan İsrailoğulları, bu itirazı makul görmüşler ve Musa Aleyhisselam'a inekle ilgili soruları yöneltmeye başlamışlardı.
Hangi ineğin kastedildiğini çok iyi bilenler için, hiç ummadıkları ve hiç hoşlanmadıkları bir gelişmeydi bu!.
Çünkü kesinlikle ve kesinlikle sorulmaması gereken bu sorulara gelen her cevap, aynı adresi yani aynı ineği işaret ediyordu, Musa Aleyhisselam'ın getirdiği her cevabı geçiştirmeye çalışmalarına rağmen, hangi ineğin kastedildiğini henüz anlamayan İsrailoğulları, yeni sorular sormaya devam ediyorlardı. Rabbimizden gelen son cevap, bütün İsrailoğullarının meseleyi görmelerine ve hangi ineğin kastedildiğini anlamalarına neden olmuştu. Rabbimiz inekle ilgili son açıklamada “O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan, salıverilmiş ve hiçbir alacası olmayan bir inektir.” cevabını verdiğinde, bütün İsrailoğulları hangi ineğin kastedildiğini anlamış ve hepbir ağızdan “İşte şimdi hakikati getirdin demişlerdi. Çünkü İsrailoğulları arasında yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa hiç alınmayan, Salih Aleyhisselam'm mucizevi devesi gibi salıverilen ve istediği yerde dolaşan tek bir inek vardı. İstediği yerde, dilediği gibi dolaşan bu inek. elbetteki sahipsiz değildi. Zaten hangi ineğin kastedildiğini son cevapla anlayan İsrailoğullarının, bu inekle ilgili daha önce anlayamadıkları husus da, bu ineğin rengi veya güzelliği değiL sahihleri tarafından neden tarlaya sürülmediği ve kendi haline bırakıldığı idi!. Evet. bizim de sormamız. bizim de anlamamız gereken bir durumdur bu!. Öküzden bile süt sağmaya çalışan genel yahudi zihniyetini dikkate aldığımız zaman, böyle bir ineğin sahibi olan bir yahudi, nasıl olur da sahip olduğu dinç ve kuvvetli bir inekten faydalanmaz, bu ineği yeri sürmek ve ekini sulamak için kullanmaz ve onu kendi halinde salıverirdü. İşte burada mal ve menfaat sevgisinin önüne geçen sevgi, bu kimselerin günahları nedeniyle kaiblerine sinen buzağı sevgisiydi!. Çünkü görenlerin içini ferahlatacak bir sarılıkta olan bu İnek, kalplerine buzağı sevgisi sinenler için kesinlikle sıradan bir inek değildi!.
Hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimiz, günahları nedeniyle kalplerine buzağı sevgisi sinenleri ortaya çıkarmak için, bu ineği çok sıradışı ve parlak bir sanlıkta yaratmıştı. Bu ineği henüz buzağı halinde görenler, kalplerine sinen buzağı sevgisinin bîr anda depreştiğini ve kabardığını hissetmişlerdi. Yıllar önce gözleriyle görmelerine ve hem de böğürmesini duymalarına rağmen Musa Aleyhisselam'ın öfkesiyle ellerinden alınan ve yakılan İlahları, şimdi aynı altın sanlığında ve canlı olarak karşılarına gelmişti!. Kalplerine buzağı sevgisi sinenler, en kısa zamanda bu buzağıyı sahiplenmişler ve bu buzağı orta yaşlı bir inek durumuna gelesiye kadar tazim ve hürmette bulunmuşlardı. Her türlü batıl karşısında tavizsiz ve öfkeli bir tutum takman Musa Aleyhisselam'ın, elbetteki toplum içinde yaşanan bu durumdan haberi yoktu. Kendi haline bırakıldığı için zaman zaman başkalarının ekinlerine ve bahçelerine zarar veren bu inekten, hiç kuşkusuz ki rahatsız olanlar da vardı. Ciddi bir olasılıkla bu zararlardan bıkıp-usanan bir kişi, kalplerine buzağı sevgisi sinen bu insanlara “Sizin bu durumunuzu Musa'ya söyleyeceğim” dediği için öldürülmüştü. Bu ineğe tazim ve hürmette bulunulduğunu öğrendiği zaman, Musa Aleyhisselam'm hiç düşünmeden ineklerini boğazlayıvereceğini bilen bu sapıklar, ilah yerine koydukları ineklerini koruyabilmek için öncelikle bu kişiyi öldürmüşler ve üzerlerindeki şüpheyi dağıtmak için, Musa Aleyhisselam'dan katili bulmasını istemişlerdir.
Tabi ki gelişmeler, hiç de istedikleri gibi olmamıştır. İneklerini kurtarmak için kurdukları onca düzenden sonra gelen ilk İlahi emir, canlan gibi korumak istedikleri bu ineğin kesîlip-boğazlanması olmuştu!. Mesele Allah'ın hükmü olduğu zaman Salih Aleyhisselam'ın mucizevi devesini illa ki boğazlamak isteyen küfür zihniyeti, mesele şirk ve küfür olduğu zaman rengi alacasız san olan sıradan bir ineği bile kesmek ve kestirmek istememişlerdi!.
Bu konuda uzun tartışmalara, uzun cedelieşmelere girmişler ve bu kargaşaya fazlaca tahammülü olmayan Musa Aleyhisselam'dan çekindikleri için ineği yüksek bir ücret karşılığında vermek zorunda kalmışlardı. Ayrıca bu ineğin kesilmesi ile katillerin bulunması arasında görünür hiçbir ilişki de yoktu!. Ancak inek boğazlanmış ve boğazlanan ineğin bir parçasıyla öldürülen kişiye vurulduğunda, bu kişi Allah'ın bir ayeti olarak dirilmiş ve kendisini öldüren katillerin kim olduğunu ve neden öldürüldüğünü haber vermişti!. Elbetteki bu olaya şahit olan bütün İsrailoğulları için açık bir ayet, açık bir mucizeydi bu!. Şanı yüce Rabbimiz düşünerek akletmeleri ve içlerinde gizledikleri şüphelerden kurtulabilmeleri için, ölülerin di rütilmesiyle ilgili olarak apaçık bir Örnek göstermişti kendilerine!.
Ancak daha sonra kalbleri yine katilaştt bu kuşkucuların!. Kalbleri bir taş gibi, hatta daha katı olduî. Çünkü Rahman olan Rabbimizin bildirdiği gibi “Öyle taşlar vardır ki, yarılır ve içlerinden pınarlar fışkırır. Yine öyle taşlar vardır ki,,Allah korkusuyla parçalanıp-yuvarlanırlar”. Kaldı ki İsrailoğulları bu ayetleri görmüşler, bu ayetlere şahit olmuşlar ve taşa asanın vurmasıyla fışkıran oniki pınardan uzun süre su içmişlerdi.
Onlar bunca ayete rağmen gaflete düşerlerken, Allah onların bu yaptıklarından elbetteki gafil değildi...
Musa Aleyhisselam bir süre sonra, İsrailoğullarıyla beraber arz-ı mukaddese girmekle ve savaşarak orasını ele geçirmekle emrolunrnuştu. Temiz ve mübarek yer anlamına gelen arz-ı mukaddes, Kudüs'de Mescid-ül Aksa'nm bulunduğu bölgeydi. Bu İlahi emirle karşılaşan Musa Aleyhisselam, İsrailoğullarına “Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi” diyerek, onlara öncelikle Allah'm nimetlerini hatırlattı. Şükre vesile olması gereken bu güzel hatırlatmadan sonra “Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin. Yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz” diyerek, savaşla emrolunduklarım bildirdi.
Bu haberle ük karşılaştıkları zaman. Önce İlahi bir lutufa mazhar olduklarını zannederek sevinen İsrailoğulları, orada zorba ve güçlü bir kavmin olduğunu haber aldıklarında korku dolu bir endişeye kapıldılar. Bu onların hiç alışık olmadıkları bir durumdu!. O zamana kadar hiçbir düşmana karşı kendileri direnmemişler ve hiçbir düşmanla kendileri sa-vaşmamışîardı. Çünkü alemlere üstün kılman bu kavmin rahat edebilmesi için yapılması gereken ne varsa, Musa ve Musa'nın Rabbi tarafından zaten yapılıyordu!. Ayrıca her şeye Kadir olduğu söylenen Allah'a göre, bütün bu işler elbetteki çok kolay olmalıydı. O halde Allah'a göre kolay olan bu işleri niye kendileri üstlenecek ve kendilerini niye zora sokacaklardı ki!. Kendilerini zor işler karşısında aciz bir kul, nimet ve ikram karşısında üstün bir kavim olarak gören İsrailoğulları, bu düşüncelerle Musa Aleyhisselam'ın emrine itiraz ederek “Ey Musa, orada zorba bir kavim vardır, onlar oradan çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz” dediler. Verdikleri bu cevapla Musa AleyhisselanYın emrine tamemen karşı çıkmadıklarını, sadece o zorba kavimle savaşmak istemediklerini, şayet o kavim oradan çıkarılırsa Aüah'ın emri gereği o kutsal beldeye mutlaka ve seve seve gireceklerini söylemektedirler!.
Normal insan ilişkilerinde bile, karşı tarafı bilmez, görmez ve anlamaz yerine koyan bu yaklaşımı, İsrailoğulları ne yazık ki Allah ve Resulüne karşı göstermektedirler!. O zorba kavimle savaşmayacaklarını fakat onîar oradan çıkarılırsa, o kutsal beldeye girme lutfunda bulunacaklarını söyleyerek, bu İlahi nimeti kabul etmelerinin bile takdire şayan bir durum olduğunu belirtmektedirler!. Çünkü kendileri gibi alemlere üstün kılınan bir kavim olmasa, alemlerin Rabbi olan Allah kime nimet verecek, kime lütfedecek ve onlar gibi bir kavimi nasıl bulacaktı ki!.
Şaşkınlıkta ve sapıklıkta haddi aşan İsrailoğullarınin bu cevabı üzerine, Musa Aİeyhîsselam kavminin diğer İnsanlarını görmeye, diğer insanlarıyla görüşmeye başladı. Herkeste aynı korku, aynı endişe vardı. Gerçi Musa ve Harun Aleyhisselam» da çok zorba ve çok güçlü olan bu kavimden hiç korkmadıklarını, hiç çekinmediklerini söyleyemezlerdi. Ancak Firavun ve orduları, bu kavimden daha zorba ve daha güçlü değil miydi? Kendilerine bu kavimle savaşmalarını emreden Allah (Celle Celaluhu), yine kendilerini görecek ve yine kendileriyle beraber olmayacak mıydı? O halde korkulması gereken bu zorba kavim değil, Allah'ın emrine rağmen o kutsaİ beldeye gitmemek ve Allah'ın bu emrine sırt çevirmek olmalıydı. Musa Aleyhisselam bütün bunları anlatıyor fakat kavmi her nedense anlamıyor, anlamak istemiyordu bu gerçekleri!. Korkanlar arasında olup da. Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi ki bunlar, Musa ve Harun Aleyhisselam da olabilir-, duydukları korkuyla bîr türlü savaşmak istemeyen İsrailoğullarıa “Onların üzerlerine kapıdan girin. Şayet oradan girerseniz, şüphesiz sizler galipsiniz. Eğer mü'minlerdenseniz, yalnızca Allah'a tevekkül edin” diyerek, onları cesaretlendirmek istediler. Allah'ın hoşnutluğu ve vadedilen ebedi cennet hayatı için bile kendilerini hiç riske atmak istemeyen İsrailoğuHarı, alaycı bir gülümsemeyle karşıladılar bu sözleri!.
Musa Aleyhisselam'a dikkatlice baktıktan sonra, birçok şeyi anladığını zanneden bu peygamberin, kendilerini hiç anlamadığı kanaatine vardılar. İşte bu duruma açıklık getirmek ve bu belirsizliği ortadan kaldırmak için, kalplerinde gizledikleri kesin kanaati dile getirerek “Ey Musa, onlar orada olduğu sürece, biz hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada durup-bekleyeceğiz” dediler. İsrailoğulları, Musa Aleyhisselarn'a bu cevabı verirken elbetteki hiç utanmamışlar, utanıp-sıkılmamışlar!. Çünkü kendilerine göre çok akli ve çok mantıklı bir yaklaşımdı bu!. Firavun ve ordularına helak eden Allah, elbetteki bu zorba kavimi de helak edebilirdi. O halde niye kendilerini riske atacaklar, Allah'a göre çok kolay fakat kendilerine göre çok zorlu olan bir işi, niye kendileri üstleneceklerdi ki!. Nitekim Musa Aleyhisselam'a da bunu, bu gerçeği söylemek istemişlerdi. Kendilerini savaşa zorlayan Musa Aleyhisselam'a 41 Sen bizim gibi acizleri, bizim gibi güçsüzleri bırak!. Gerçek kuvvet ve güç sahibi olduğunu söylediğin Rab-binle beraber git ve ikiniz savaşın. Biz burada durup bekleyecek ve siz onları yenip o beldeden uzaklaştırınca, mutlaka oraya geleceğiz..” demişlerdi!. Bu cevap karşısında öylece durdu, öylece durakaldı Musa Aleyhisselam!. Nasıl bir kavime peygamber olarak gönderildiğini ve bu kavmin ne menem bir kavim olduğunu anladıkça, öfke dolu bir hayrete düşüyordu!. Firavuna pazarlıksız köle olan ve Firavun'un işkenceleri karşısında hiçbir direnç göstermeyen bu şaşkınlar; kendilerini Firavun'dan ve Firavun'un zulmünden kurtaran Allah'a kulluk konusunda pazarlık ediyorlar, Firavun'a ve Firavun'un emirlerine gösterdikleri teslimiyeti, Allah'a ve Allah'ın emirlerine karşı göstermiyorlardı!.
Şimdi ne denir, şimdi ne denilebilirdi ki bu insanlara!. Yüreğine hüzün ve öfke veren bu düşünceler içinde, denizin ikiye yarıldığı o muhteşem olayı hatırladı Musa Aleyhisselam. İsrailoğulları denizin ortasına geldiklerinde, denizin niye birleşmediğini ve bu azgın insanların niye kurtarıldığını düşündü!. Fakat düşünse de anlayamadı, istese de bulamadı bu zor sorunun zor cevabını!. Umudsuz gözlerle öylece kavmine, öylece İsrailoğulla-rina baktı. Onları kendisinden, kendisini onlardan uzaklaşmış görüyor, uzaklaşmış hissediyordu!.
Hüzünlü bir yüz ifadesiyle “Ey Musa, ey anne-moğlu!. Şimdi ne yapacağız” dercesine kendisine bakan Harun Aleyhisselam'a takıldı gözleri. Kendisini tutmasa ağlayacak, kardeşi Harun'a sarılarak belki de uzun uzun ağlayacaktı Musa Aleyhisselam içinden yükselen hıçkırıkları bir bir yutmaya çalışarak, öksüz ve yetim bir çocuk gibi omuzlarını kaldırdı. Omuzlan arasına gömülen başını yana eğerek, hüzün ve çaresizlik dolu bir sesle “Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır, Sen ayır, Sen ayır” deyiverdi!. Kavminin isyan ve sapıklıkları karşısında birçok kez dilinin ucuna gelen bu duayı, en sonunda yapmış, yapıvermiş, yapmak zorunda kalmıştı Musa Aleyhisselam.
Tabi ki hemen kabul görmüştü bu dua. Musa Aleyhisselam'a asasından ve şah damarından daha yakın olan Allah (Celle Celaluhu), bu duaya icabet etmiş ve çok uzun yıllar kavminin dünyevi ve uhrevi kurtuluşu için mücadele veren Musa Aleyhisselam'a “Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca dönüp-dolaşacaklar. Sen de o fasık kavim için artık üzülme” buyurdu. Bu İlahi buyrukla beraber, Allah ve Resulüne isyan eden İsrailoğulları ile peygamberlerinin yolları ayrılmış ve bu isyankar kavime arz-ı mukaddes kırk yıl haram kılınmıştı. Allah'ın emri gereği kutsal beldeye girmeyen ve zorba kavimi oradan çıkarmayan İsrailoğulları, Rabbimizin bir vesilesiyle -ki belki de kendilerine saldırılacağım duyan bu zorba kavim tarafından- kendi yurtlarından çıkarıimış ve yeryüzünde şaşkınca dönüp-dolaşmaya başlamışlardı!. İsrailoğullarının zillet ve horluk içinde şaşkınca dolaştıkları bu döneme, Tih dönemi denilmiştir. Tih kelimesi isim olarak içinden çıkılmaz, yol bulunmaz ova, çöl demektir. Dolayısıyla İsrailoğullarının şaşırıp hayrete düşecekleri, uzun yıllar dönüp-dolaşmalarına rağmen içinden çıkıp yol bulamayacakları bu çöle de Sahray-ı Tih yani Tih çölü denilmektedir.
Artık bu olayla ve bu sözlerle ayrılıyoruz Musa ve Harun Aleyhisselam'dan. Rabbimizin bizlere bildirdiği bu kıssaya iman eden rriü'minler olarak, bu kıssanın en önemli iki karakterine yani Musa Aleyhisselam ile Firavun'a tekrar bakıyoruz. Ölüm gerçeğini dikkate aldığımız zaman, bu iki ayrı kişinin bir saatlik dünya hayatında nasıl ve hangi şartlarda yaşadıklarının değil, kendileri için nasıl bir akibeti tercih ettiklerinin çok daha önemli olduğunu görüyoruz. Nitekim meselenin bu önemli boyutunu farkeden herkese “Musa'nın akibetini mi, yoksa Firavun'un akibetini mi istersiniz?” şeklinde bir soru yönelttiğimizde, hepbir ağızdan “Musa'nın akibetini isteriz” dediklerini duyuyoruz. Elbetteki doğru bir cevap, çok doğru bir tercihtir bu!. Ancak bu cevabı veren insanların büyük bir çoğunluğu sonuç olarak Hz. Musa'nın akibetini istemelerine rağmen, nefsi nedenlerle firavunlara özgü yaşam tarzlarının, firavunlara özgü yolların, firavunlara özgü kervanların peşine takılmaktadırlar!. Oysa, Musaların akibetine ulaşabilmek, ancak ve ancak Musaların yoluna girmekle ve nefsimize hoş gelmese de onların kervanına katılmakla mümkündür. Bu anlayışla iman ve ihsan sahibi olan bu peygamberlere daha yakından bakıyor, bu güzel insanları daha iyi tanıdıkça, onların ne olduğunu ve bizlerin ne olmadığını çok daha iyi anlıyoruz. İşte bu gerçek bu anlayışla onları sevgi ve rahmetle anıyor, “Alemler içinde selam olsun Musa ve Harun Aleyhisselam'a” diyoruz..
Musa Aleyhisselam ile Rabbimizin katından ilim verdiği salih bir kul arasında yaşanan bu kıssa, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen güzel ve gizemli kıssalardan birisidir. Tefsirlerde yeterince açıklanmayan ve bunun da Ötesinde bazı şüpheli rivayetlerle daha da çarpıtılan bu kıssa, ne olduğundan ziyade ne olmadığı konusunda açıklık getirilmesi gereken bir kıssadır. Çünkü Samiri olayındaki hak ayet, İsrailoğulları tarafından nasıl batıl bir şekilde yorumlanmışsa, bu hak kıssa da kendilerini İslam'a nisbet eden birçok çevre tarafından aynı şekilde çarpıtılmış ve batıl yorumların hak delili durumuna getirilmiştir.
Mesela Kur'an-ı Kerim'de hayr ve şerle ilgili olarak;
“Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir serdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” [40] buyurulmaktadır. İşte bu ayet-i kerime, ne yazık ki birçok grup tarafından bu kıssa ve bu kıssadaki olaylarla bütünleştirilerek batıl bir şekilde yorumlanmaktadır. “Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği” şeklinde ifadelendirilen bu yorum ve bu anlayış öyle noktalara vardırılmıştır ki; şer üzere gördüğünüz bir insanı, bir grubu şeriata göre eleştirmeniz, hakka ve hayıra davet edebilmeniz kesinlikle mümkün değildir. Gördüğünüz ve eleştirdiğiniz olayın zahirde şer olduğunu izah etseniz bile, meselenin zahirini değil, batınını önemseyen bu İnsanları serden uzaklaştırıp hayra davet edemezsiniz. Çünkü bu kimseler görülen olayın zahirde şer olduğunu kabul etmekle beraber batıl ve batini umudlarla “Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği” anlayışını sahiplendikleri için apaçık olan serde hayır aramaya ve bu hayn beklemeye devam edeceklerdir.
Oysa yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kertme, böylesi anlayışlara kapı aralayan bir ayet-i kerime değildir. Çünkü bu ayet-İ kerimede hayır görülende şer, şer görülende hayır olabileceği değil, hoşumuza gitmeyen bir şeyde hayır, sevdiğimiz bir şey de ise şer olabileceği buyurulmaktadır. Daha açık bir ifadeyle hoş görülen veya hoş görülmeyen şeyler, naklin yani İlahi vahyin değil, bizlerde bulunan nefsin veya cahili realiteden etkilenen aklın hoş görüp, görmediği şeylerdir. Dolayı-sıyle hayrın ta kendisi olan Kur'an-ı Kerim penceresinden bakarak hayr gördüğümüz her şey hayır, şer gördüğümüz her şey serdir. Mesela aşağıdaki ayet-i kerimelerde, şanı yüce Rabbimiz bazı hayırların ne olduğunu şöyle beyan etmektedir.
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.” [41]
“Eğer mü'minseniz, Allah'ın (helalinden) bıraktığı (kazanç, az da olsa) sizin için daha hayırlıdır. Ben (sadece tebliğ ediyorum), sizin üzerinize bir bekçi değilim.” [42]
“Allah, hidayeti kabul edenlerin hidayetini arttınr. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır.” [43]
“Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O, yapmakta olduklarınızı gerçekten görendir.” [44]
Şimdi bu ayet-i kerimelerle beyan edilen hayırlarda, şer arayabilir miyiz? “Bunlar hayır olarak bildirilmiştir ama, bu hayırlarda şer olabilir!.” diyebilir miyiz? Elbetteki hayır!. Çünkü biraz önce söylediğimiz gibi, şanı yüce Rabbimizin hayır olarak beyan ettiği her şey hayrın ta kendisi, şer olarak beyan ettiği her şey de şerrin ta kendisidir. “Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği” anlayışını İlahi vahye nisbet etmek, İlahi vahyin şer bildirdiğinde hayır, hayır bildirdiğinde şer olabileceğini zannetmek, kendi nefislerimizde bulunan bu çelişkiyi Allah'a nisbet etmektir!.
Rabbimizin hayır bildirdiğinde şer, şer bildirdiğinde hayır olabileceğini düşünmek, inancında mutmain olması gereken bir müslümanın itikadında, kesinlikle bulunmaması gereken bir düşünce şeklidir. Meseleyi bu şekilde anlamamız gerektiği halde, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ve Musa Aleyhisselam ile salih bir kulun yol arkadaşlığını içeren kıssa tevii edilerek, bu mesele şeriatın da fevkinde değerlendirilmekte ve şeriat ile hakikatin, zahir ile batının bazı durumlarda çelişebileceği ve batini ilimlere göre doğru olan bir davranışın, zahiri ilimlere yani şeriata göre yanlış görülebileceği ileri sürülmektedir. Özellikle birçok tasavvuf çevresinde yaygınlaşan bu anlayışa şimdilik bir kenara bırakarak, kıssanın mahiyetine geçiyoruz. Bu güzel ve gizemli kıssa, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir.
“Hani Musa genç-yardımasına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar (gideceğim ve bu yoldan) hiç ayrılmayacağım, ya da uzun zamanlar geçireceğim.” Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular; (balık da) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez bulup) kendi yolunu tutup-gitti (Varmaları gereken yeri) Geçtiklerinde (Musa) genç-yardımcısına “Kuşluk yemeğimizi getir, andolsun bu yaptığınız-yokıduktan gerçekten yorulduk.” dedi. “(Genç-yardtmcısı, başımıza geleni) Gördün mü, kayaya sığındığımız vakit, ben balığı unutmuşum. Onu bana şeytandan başkası unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu ve gitti” dedi. (Musa) “İşte, bizim de aradığımız buydu.” dedi ve izleri üzerinde gerisin geriye döndüler.”,“Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. Musa ona dedi ki: “Allah'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” Dedi ki: “Gerçekten sen, benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemezsin. Özünü (içyüzünü) kavrayamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?” (Musa:) “İnşaattan, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi. Dedi ki: “Eğer bana uyacak olursan, ben sana bir açıklamada bulunmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma.”,“Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: “İçindekiler boğulsun diye mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın.” Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olmaya kesinlikle sabır gösteremeyeceğini ben sana söylemedim mi?” (Musa:) “Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma” dedi”,“Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nihayet bir çocukla karşılaştıkları zaman, o hemen bunu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: “Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın, masum bir cam mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.” Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemeyeceğini ben sana söylemedim mî” (Musa:) “Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana mazur (yeterli bir özre ulaşmış) olursun” dedi.”,“Böylece ikisi (tekrar) yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip onlardan yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamakdan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu doğrultuverdi. (Musa) Dedi ki: “Eğer isteseydin, buna karşılık (onlardan) bir ücret alabilirdin.” Dedi ki: “İşte bu, birbirimizden ayrılma zamanımız. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü (hakikatini) haber vereceğim”, “Gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) onların ilerisinde, her (sağlam) gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun, anne ve babası mü'min kimselerdi. Bunun onlan azginlık ve inkara sürüklemesinden (onlar adına) korktuk. Rablerinin onlara, temizlikçe daha hayırlı ve daha merhametli birini vermesini diledik. Duvar ise şehirde iki yetim oğlana ait idi ve altında onlara ait bir define vardı. Babalan da salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak kendi definelerini çıkarsınlar. Ve ben bunu kendiliğimden (kendi görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabredemediğin şeylerin içyüzü (hakikati) budur.” [45]
Musa Aleyhisselam ile salih kulun kıssasını anlatan ayet-i kerimeler bu kadardır. İslam'ı daha iyi yaşayabilmemiz ve daha iyi bir kul olabilmemiz için bizlere gerekli olan her şeyi, gerektiği kadar açıklayan Kur'an-ı Kerim, söz konusu kıssayı da yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerimeler çerçevesinde vermiştir. Dolayısıyla bu kıssadan faydalanabilmemiz için, bu kıssayı sadece ayet-i kerimeler çerçevesinde değerlendirmemiz bizler için yeterli olabilecektir.
Musa Aleyhisselam'm yol arkadaşı kimdir, karşılaşılan salih kulun ismi Hızır mıdır, Hazır mıdır. bu salih kul, insan mıdır, cin midir, melek midir, bu salih kulun mertebesi, peygamber mertebesinin üstünde midir, altında mıdır?, gibi sorular, kıssayla ilgili olarak mutlaka cevaplanması gereken sorular değildir. Salih kulun ismi ve cismi zikredilmemişse, bu bizler için önemli ve gerekli olmadığı içindir. Çünkü kıssadan almamız dilenen gerçekleri alabilmemiz için bunların bilinmesine de gerek olsaydı, hiç şüpheniz olmasın ki kıssada bunlar da zikredilirdi.
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssanın, asr-ı saadet dönemindeki müslümanlar tarafından nasıl algılandığına baktığımız zaman, bu kıssanın herhangi bir fitne veya karışıklığa neden olmadığını görüyoruz. Asr-ı saadet dönemi müslümanlan, bu kıssadan almaları gerekeni almışlar ve alabildikleri kadarıyla yetinmişlerdir. Efendimiz (Aleyh issalatu ves-selam)'a bu kıssaya ait yüzlerce soru sorulmamış, zahiri ilimler-batıni ilimler tasnifi yapılmamış ve zahiri ilimler küçümsenerek batini ilimlerin peşine düşülmemiştir!.
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssadan almamız gereken ilim ve hikmet, elbetteki çok geniştir. Ancak bu ilim ve hikmetleri elde etmek için kırk batıl anahtarla, kırk batini kapıyı zorlamamıza veya şeriatten bihaber sufi çilingir çağırmamıza hiç gerek yoktur. Çünkü iman edenler, sabredenler, Rablerine tevekkül ederek düşünüpakledenler için apaçık bir beyan olan Kur'an-ı Kerim, bu müslümanların anlaması gereken ilim ve hikmeti batini bohçalara sarmamış ve zan dolu vadilere gîzlememiştir.
Kur'an-ı Kerim'd elbetteki anlayamadığımız ayetler, anlayamadığımız hikmetler, anlayamadığımız kıssalar olabilir. Bunları anlayamamamız, ayetlerin anlaşılmazlığından veya yeterince açıklanmamasından değil, bizlerdeki anlayışın yetersizliğinden veya söz konusu ayetlerin dünya insanlarına açılacağı zaman, mekan ve şartların henüz oluşmadığındandır. Böylesi durumlarda anlaşılamayan ayet veya kıssaları illa ki anlaşılır kılmak için, ayetlerin zahir manalarından kopmak ve Kur'an-ı Kerimle bütünleşmeyen zanni yorumlarda bulunmak, şiddetle sakmılmasi gereken bir durumdur. Çünkü herhangi bir ayeti bilmemek veya anlamamak, o ayet hakkında yalan yanlış yorumlara kapılmaktan çok daha iyi, çok daha güvenli bir konumdur.
Bir ayeti veya kıssayı anlamayan ve anlamadığını bilen müslümanların, yarınlarda bu ayet veya kıssayı anlayabilme olasılıkları bulunurken; anlamadıklarını bilmeyen veya yanlış anlayan kimseler, bu olumlu olasılığa kendilerini kapatan kimselerdir. Ayrıca dikkate almamız gereken en önemli husus, ayet veya kıssalarla ilgili olarak anlamamız gereken İlahi gerçekler, kesinlikle ve kesinlikle ayetlerin zahirine bağlı kalarak ulaşabileceğimiz gerçeklerdir. Nitekim daha önce de belirttiğimiz gibi ' iman ve teslimiyet iie ayetlerin zahirine sadık kalarak düşünen her müslüman için “Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sîzin İçin bir serdir.” ayet-i kerimesinin dosdoğru bir yorumu ve açıklaması olan bu kıssa; ayetlerin zahirinden koparak batini vadilerde, batıl yorumlarda bulunan kimseler için ne yazık ki aynı hakikatin çarpıtılmasında kullanılmakta ve bu çarpık anlayışa bir delil olarak ileri sürülmektedir!. Zahirdeki koskoca dağı göremeyen bu kimseler, bu dağın yamaçlarında dolaşarak batini tepecikler aramakta ve çoğu kez bu tehlikeli yamaçlardan aşağı yuvarlanmaktadırlar!.
Bizler gibi sıradan müslümanların görmediğini görme, bilmediğini bilme sevdasına kapılarak bu kıssaya görünür zahirinden değil, görünmeyen batınından yaklaşan kimseler, Kur'an-ı Kerimde zikredilen bu kıssadaki ilime, “Olmadan önce olacakları biimek ve ona göre tedbir almak ilmidir” demişler ve bu ilmi “Batın ilmi, Gayb ilmi, Ledünni ilim” olarak isimlendirmişlerdir. Bu yaklaşıma itibar eden büyük çoğunluğu icma zannederek bunlara katılmamız ve Ledünni denilen böylesi üimlerin(!) peşine düşmemiz tabi ki söz konusu değildir. Çünkü “Olmadan önce olacakları bilmek ve ona göre tedbir almak” ifadesiyle tanımlanan böyle bir Gayb ilmi, şanı yüce Rabbimizin en sevgili peygamberlerine dahi vermediği bir ilimdir. Nitekim Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam) Kur'an-ı Kerim ifadesiyle;
“De ki: “Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç bir şeye) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttıracaktım ve bana bir kötülük de dokunmazdı. Ben, iman edecek bir topluluk için, bir uyarıp korkutucu ve bir müjde vericiden başkası değilim,” [46] buyurmaktadır.
Dikkat edilirse bütün bu ifadeler. şanı yüce Rabbimizin, alemlere rahmet olarak gönderdiği Efendimiz (Aleyhissalatu vesselamca “De ki” buyruğuyla ikrar ettirdiği ifadelerdir. Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) bu ifadeyle bütün müslümanlara “Eğer gaybı biiebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttıracaktım, ve bana bir kötülük de dokunmazdı..” derken; gaybe duydukları merakla gaybi ilimlerin peşine düşenlere de “Büyük bir merakla peşine düştüğünüz gayb ilmini, ben bile bilmiyorum!.” demektedir.
Meseleyi bu şekilde dile getirişimizi hoş karşılamayan bazı kimseler “Efendim, gaybı elbetteki sadece Allah bilir. Ancak Allah dilediği kullarına bazı gaybi haberler verebilir” derlerse. Kur'an-ı Kerim'e mutabık olan bu ifadeleri tabi ki kabul ederiz. Mü'min-leri bağlayıcı olan ve bütün müminlerin iman etmesi gereken bu gibi gaybi haberler, hiç kuşkusuz ki şanı yüce Rabbimizin seçtiği peygamberlerine ilettiği haberlerdir. Peygamber vasıtasıyla kendilerine iletilen bu gibi gaybi haberlere şahit olan bütün müminler, “Peygambere iman edin” hükmü gereğince, peygamberin getirdiği bu haberlere de iman etmekle yükümlüdürler.
Gaybi haberlerin peygamberler dışındaki kimselere bildirilip bildirilmemesi ise, konuşmamıza bile gerek olmayan bir husustur. Mesela peygamber olmayan bir insan. “Bana bazı gaybi haberler verildi veya veriliyor!.” derse, bu şaşkın kimse gayb değil, fitne ve fesat habercisidir. Çünkü bu habere İslam'ın ve imanın gereğini bilmeyen bir takım zavallılar inanırken; peygamber olmayan kimselere karşı imani bir mükellefiyetleri olmadığını ve bunlara iman etmemeleri gerektiğini bilen müminler ise imanlarının bir gereği olarak karşı çıkacaklardır. Dolayısıyla bu haber müslümanlann tevhidine değil, yeterince akledemeyen kimselerin tefrikasına neden olacaktır.
Oysa İslam, İslam'a talip olan tüm insanların amelde ve inançta birliğini gözeten bir tevhid dinidir. Tevhid dininin sahibi olan Allah ise, peygamber olmayan bu gibi şaşkınlara bazı gaybi haberler vererek, İslam'a talip olan insanların tefrikaya düşmesini dilemez. Ayrıca bu önemli meselede dikkate aimamız gereken bir diğer husus, Allah'ın dilediği bir kuluna bazı gaybi haberler vermesi demek, o kulun gayba veya gayb ilmine vakıf olması demek değildir. Çünkü herhangi bir konuyla ilgili kısmi haberler, o konuyla ilgili ilim yerine geçmez. İlimde bir bütünlük ve yeterlilik vardır. Her ilim, kendi sahasındaki bütünlüğe ve yeterliliğe sahiptir. Dolayısıyla peygamberlere dahi gayb ilmi değil, sadece bazı gaybi haberler verilmiştir. Gaybi ve gayb ilmini ise ancak ve ancak Rabbimiz bilmektedir. Böyle bir ilim ne peygamberlere ve ne de Musa Aleyhisselam'm yol arkadaşı olan salih kula verilmiştir.
Artık bu kısa açıklamadan sonra Batıni veya Ledünni denilen bu gibi gaybi ilimleri(!). bu ilimlerle uğraşmaya rnüstehak kişilere bırakıyor ve apaçık hakikatlere talip müminler olarak, Musa Aleyhisselam île salih kulun kıssasından çok az da olsa şimdilik ne anladığımıza ve ne anlamamız gerektiğine geçiyoruz. Bu kıssayla ilgili olarak zikredilen ayet-i kerimelerden anlaşılacağı üzere, Musa Aleyhisselam'ın iki denizin birleştiği yerdeki buluşma yerine yönelmesi, söz konusu salih kuİu bulmak ve ona Rabbimizin katından verdiği bir ilmi öğrenmek içindir.
Yaşanan bir olay veya sorulan bir soru nedeniyle Allah'ın kulları arasında kendisinden daha alim bir kimsenin olduğunu öğrenen ve bu ilme talip olan Musa Aleyhisselam, Rabbimizin verdiği ön bilgilerle buluşma yerine yönelmiş ve genç yardımcısına “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, ya da uzun yıllar, çok uzun zamanlar yürüyeceğim" diyerek, buluşmaya yönelik İstek ve kararlılığını belirtmiştir. Ancak sonucu belirsiz bu ifadeyi ve bir tercihi belirten söyleniş şeklini dikkate aldığımız zaman, bu buluşmanın Rabbimizin kesin emri olmadığını ve Musa Aleyhisselam'ın kendi isteğiyle bu kararı verdiğini anlayabiliriz. Çünkü Rabbimizin müslumanlara yönelik tüm emirlerinde bir belirsizlik olmadığı gibi, herhangi bir tercih hakkı da yoktur.
Ayrıca Musa Aleyhisselam'ın ayet-i kerimelerde yer alan bu sözlerini dikkate aldığımız zaman, kıssanın yaşandığı zaman dilimiyle ilgili olarak Efendimiz (Aleyhissalatu vesselamca nisbet edilen “Musa Aleyhisselam bir gün İsr.ailoğullarına vaaz ve nasihatta bulunurken, kendisine, “İnsanların en alimi kimdir?” diye soruldu. Bu soruyu fazlaca düşünmeyen Musa Aleyhisselam “Benim” diye cevap verdi. “Allahu a'lem” yani "Bunu en iyi bilen Allah'dır” demediği için, Rabbimiz Musa Aleyhisselam'ı azarladı ve ona “İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum, sendendaha alimdir” diye vahyettî. Musa Aleyhisselam “Ey Rabbim, ben onu nasıl bulabilirim?” diye sorduğunda, kendisine “Zenbile balık koy ve onu sırtına alarak yola çık. Balığı nerede yitirirsen, o zat oradadır” buyuruldu...” gibi rivayetlere de biraz itiyatlı yaklaşıyor ve bu kıssanın yaşandığı zaman diliminin, Musa Aieyhisselam'm İsrailoğuilarıyla yollarının ayrıldığı Tih döneminde gerçekleşmiş olabileceğini düşünüyoruz. Çünkü kavmine karşı sorumlu bir peygamber olan ve başlarından ayrıldığı zaman onların Harun Aleyhisselam'a rağmen ne yaptıklarını ve nasıl yoldan çıktıklarını çok iyi bilen Musa Aleyhisselam, İsrailoğullarının başında olduğu bir dönemde “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, ya da uzun yıllar, çok uzun zamanlar yürüyeceğim” demezdi, diyemezdi.
Bu gerçeği dikkate aldığımız zaman, söz konusu kıssanın İsrailoğuiları ile Musa Aleyhisselam'm yollan ayrıldıktan sonra yaşanmış olabileceği kanaatine ulaşıyoruz. Ayet-i kerimedeki “Genç yardımcı” ifadesi de, Musa Aleyhisselam'm gençliği ve dinçliği geride bırakan bir yaşlılığa ulaştığına işaret ettiği için, bu kanaatimizi kuvvetlendiren bir ifade olmaktadır. Ayrıca boyler bir kanaate ulaşırken, İsraiİoğullarıyla yollan ayrılan Musa Aleyhisselam1 in kalbi durumunu ve hüzün dolu duyguiarını da dikkate alıyoruz. İnsanların ve kavminin kurtuluşunu dileyen, bu amaçla çok uzun yıllar mücadele eden bir peygamber için, gerçekten katlanılması zor ve hazin bir neticedir bu!. Mücadeleyle geçen uzun yıllardan sonra yaşlı ve yaşlanmış gözlerle geriye bakan Musa Aleyhisselam, ne yazık ki küfürleri nedeniyle denizde helak edilmiş bir toplum ile isyan ve azgınlıkları nedeniyle çöle terkedilmiş kavminden başka bir şey görmüyordu!. iyi ama onca mücadele, onca ayet, onca mucize böyle bir sonuç için miydi? Musa AleyhisselanYm sahip olduğu ilimle yeterince anlayamadığı, yaşadığı olaylara o an ki zaman diliminden bakınca hikmetini yeterince kavrayamadığı İlahi bir takdirdi bu!. Çünkü İlahi takdirlerdeki ilim ve hikmet, çoğu kez olayın yaşandığı şimdiki zamanda değil, yaşanan olaylardan daha sonra ortaya çıkan ve anlaşılan bir ilim ve hikmettir. Nitekim Musa Aleyhisselam'a kıssadaki yolculuğu sonunda açılan İlim ve hikmet de, İlahi takdir gereği yaşanan olaylardan sonra anlaşılabilen bir ilim ve hikmet değil miydi? Dolayısıyla Musa Aleyhisselam'a kıssadaki bu olayları yaşatan ve daha sonra hikmetini açıklayan Rabbimiz; böylelikle Musa Aleyhisselam'a İlahi takdire yönelik güzel bir bakış vermiş ve bu takdir gereği gerçekleşen olaylara karşı ufkunu hem genişletmiş, hem de derinleştirmiştir.
Evet, dikkate alınmasında fayda gördüğümüz bu kısa açıklamadan sonra kıssaya dönüyoruz. Genç yardımcısıyla yola çıkan Musa Aleyhisselam, iki denizin birleştiği yeri bulabilmek için nereden gitmesi gerektiğini biliyor ancak varacağı menzilin neresi olduğunu ve ne kadar gideceğini hiç bilmiyordu. Zaten sözleri arasında yer alan “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar hiç ayrılmayacağım” ifadesi de, sahilden hiç ayrılmayacağım anlamına geliyordu. Çünkü iki denizin birleştiği yer sahilde olduğuna göre, bu yeri bulabilmesi için kesinlikle sahil boyundan gitmesi ve sahilden hiç ayrılmaması gerekiyordu.
Tabi ki gelişi güzel bir gitme, gelişi güzel bir yürüyüş olmayacaktı bu!. Çünkü iki denizin birleştiği yerde görünür bir sancak veya bir sınır işareti olmayacağına göre; birleşen iki deniz hakkında en az bizlerdeki kadar bir bilgi sahibi olan Musa Aleyhisselam'ın, bu bilgilere dayalı bir gözlem veya denemeler yaparak ilerlemesi gerekiyordu.
“Hocam, biraz önce sizin de söz ettiğiniz bazı rivayetlerde, Rabbimizîn Musa Aleyhisselam'a “Zenbile balık koy ve onu sırtına alarak yola çık. Balığı nerede yitirirsen, o zat oradadır” buyurulduğu belirtiliyor.”
“Biliyorum Fatih!. Ancak yine de böylesi rivayetlere itiyatlı yaklaşmamız gerettiğine inanıyorum. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i tahrif edemeyecek olan şeytan aleyhillane, önemli İlahi gerçekliklerin müsiümanlar tarafından araştırılmasını ve anlaşılmasını istemediği zaman, ilk bakışta makul ve mantıklı gözüken cevaplar uydurarak, bu cevapları peygamberler de dahil olmak üzere salih kimselere nisbet edebilir. Yüreklerindeki samimi peygamber sevgisiyle bu rivayetleri doğru kabul eden müsiümanlar, artık Kur'an-ı Kerim'deki İlahi gerçeklikle ilgili olarak sormaları gereken sorulan değil, bu soruya bir cevap niteliğindeki böylesi rivayetleri düşünmeye başlarlar. Nitekim bu kıssayla ilgili olarak “Musa Aleyhisselam iki denizin birleştiği yeri hangi bilgi ve tecrübeyle tesbit edebilmiştir?” sorusunu düşünmeleri gereken dünya müslümanları, bu rivayetten hareket ederek bin yılı aşkın bir süredir “Zenbildeki tuzlu balık, nasıl dirilmiştir?” sorusunu düşünmektedirler!.
Zaten lanetli şeytanın istediği de budur!. Önemli olan dünya müslümanlannm ayetler ve ayetlerdeki İlahi gerçeklikler üzerinde düşünmelerini engellemek ve ilk bakışta makul ve mantıklı gözüken böylesi rivayetlerle Önemli İlahi gerçekliklerin üzerini örtmektir. Çünkü Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam)'a dahi nisbet edilebilen böylesi rivayetlerle karşılaşan müsiümanlar, cevabını bulduklarını zannettikleri bu İlahi gerçeklik konusunda artık düşünmeye ve gerçek cevabı bulmaya çalışmayacaklardır. Özellikle Kur'an araştırmalarında bulunan müslümanların bu önemli konuya çok dikkat etmeleri ve sahih denilen kitablara girmiş olsa bile Kur'an-ı Kerim bütünlüğü ile uyuşmayan böylesi rivayetlerden, Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) Efendimizi tenzih etmeleri gerekir.
Bunları söylerken, Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) bu kıssayla İlgili olarak hiçbir şey söylememiştir veya rivayette yer alan haberlerin hepsi yanlıştır gibi bir iddiada tabi ki bulunmuyoruz. Önemle altını çizdiğimiz gerçek, Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam) bu kıssayla ilgili öz ve önemli açıklamalarda bulunmuş olsa dahi, bu açıklamaların İlave ve eksiltmelerle tahrif edilmiş bir şekilde günümüze gelmiş olduğudur. Sadece Kur'an-ı Kerimi tahrif edemeyecek olan şeytan aleyhillane için, zor olsa da imkansız bir iş değildir bu!. Ayrıca “Söz, söz sahibine göre değerlendirilir” prensibinden hareket eden şeytan aİeyhillane için, batıl görüşlerin Allah'a veya peygamberine nisbet edilmesi, ulaşılması gereken çok önemli bir zirvedir. Çünkü böylesi nisbetlerle söz konusu batıl görüş ayet veya hadis niteliğini kazanmakta ve tüm inananlar tarafından akli değil, imani bir kabul görmektedir!. Evet, iki denizin birleştiği yerde aranmadan buîunabilecek bir işaret olmadığına veya olamayacağına göre; birleşen İki deniz hakkında en az bizlerdeki kadar bir bilgi sahibi olan Musa Aleyhisselam, bu bilgilere dayalı bir gözlem veya denemeler yaparak ilerliyordu.
“Hocam, belki de böyle bir gözlem ve deneme yapmasına hiç gerek yoktu. İki denizin birleştiği yerde o salih kulla karşılaşacağına göre, salih kulu bulduğu ve onunla karşılaştığı yer, iki denizin birleştiği yer olacaktı!.”
Genelde dikkatli olmana rağmen, şimdi mantıklı gözükse de dikkatsiz bir söz söyledin Veli!. Şayet Musa Aleyhisselam'm iki denizin birleştiği yeri bulabilme işareti salih kul olsaydı, genç yardımcısına “Salih kulla karşılaşıncaya kadar gideceğim" der ve iki denizin birleştiği yere geldiğinde ise bu salih kulla karşılaşırdı. Oysa biliyoruz ki İki denizin birleştiği yere varmalarına rağmen bu kulu görmemişler ve orasını gelîp-geçmişlerdir. Çünkü iki denizin birleştiği yeri bulabilmelerinin sebeb ve illeti salih kulu bulmaları değil; salih kulu bulabilmelerinin sebeb ve illeti, iki denizin birleştiği yeri bulmalarıdır.
Dolayısıyla Musa Aleyhisselam'in salih kulu bulabilmesi, öncelikle ve öncelikle iki denizin birleştiği yeri bulmasına ve bulduğunu farketmesine bağlıydı. Nitekim bu tesbiti yaparak geri döndüğünde, salih kulu bulması ve onunla buluşması mümkün olmuştur.
“Hocam, şimdi anladım.”
“Anladığına sevindim Veli. Ayrıca şunu da anlamanızı isterim ki bir kıssa ne kadar gizemliyse, her ayrıntı konusunda ayetlerin zahirine bağlı kalarak iman ve ihlas ile o kadar çok düşünmeniz, o kadar çok derinleşmeniz gerekir. Elbetteki mutlaka yapmanız veya kendi sınırlarınızı aşarak gerçekleştirmeniz gereken bir çalışma değildir bu. Çünkü anlaşılması bizim için güç olan bazı ayetlere sadece iman ve teslimiyetle yaklaşmak, bu ayetlere düşünce mahsulü olsa dahi ilginç ve yanlış manalar vermekten çok daha güzel ve güvenilir bir konumdur. Daha açık bir ifadeyle ayet ve kıssalara karşı öncelikli kulluk mükellefiyetimiz, bunları illa ki anlamak veya hikmetlerini açıklamak değil, hiçbir hikmetini anlayamazsak bile bu ayet ve kıssalara iman ve teslimiyetle yaklaşmamızdır.
“İman ve teslimiyetle yaklaştıktan sonra yine de hükmü ve hikmeti anlamaya çalışmamız daha güzel değil mi?”
Elbetteki daha güzel Fatih. Ancak daha önce de belirttiğim gibi iman ve ihlas ile ayetlerin zahirine sadık kalarak, istikametten hiç ayrılmayarak sabır ve sebat ile yürütmeniz gereken bir çalışmadır bu. Ayrıca bu çalışmaları yaparken “İlla ki bulacağım, illa ki anlayacağım!” iddiasından uzak olmanız gerekir. Sizin yapmanız gereken Rabbinizin rızasını gözeterek çalışmak ve neticeyi Allah'ın takdirine bırakarak, bu çalışmalarınızdan ecir ummaktır. Zaten önemli olan da çalışmalarımızda illa ki başarıya ulaşmak değil, muhtaç olduğumuz İlahi ecire nail olmaktır.
“Hocam, ayetlerdeki hüküm ve hikmeti anlamak, bu ayetlerde derinleşmek için ne yapmalıyız?”
Öncelikle bu ayetlerin yani bu kelamın Sahibini çok iyi tanıyacak ve İlahi kelamı, Kelam Sahibine göre değerlendireceksiniz Merve hanım. Biz insanların sözlerinde ve konuşmalarında, boş ve gereksiz bir çok kelime yer alabilir. Ancak İlahi kelamın böyle olmadığını bilecek ve hiçbir kelimenin, hiçbir ayrıntının gereksiz olmadığına iman edeceksiniz. Sonra bütün bunları dikkate alaraka, bir ayete yüzlerce soru gönderecek ve Kur'an- Kerim bütünlüğünde bu sorulan cevaplamaya başlayacaksınız.
Anladığımız bir ayete de soru gönderecek miyiz?
Bir ayeti yeterince anladığımızı zannetmemiz, bizler gibi araştırmacı müslümanların önünü tıkayacak olan ciddi bir yanılgıdır. Birçok ayet-i kerimeden, birçok İlahi gerçeklikleri anlayabiliriz. Ancak bunları anlamamız, bizleri kesinlikle ve kesinlikle “Artık bu ayetleri yeterince anladım!.” noktasına getirmemelidir. Çünkü herhangi bir ayet-i kerimeyi yeterince anladığımızı zannettiğimiz zaman, bu ayete başka soru yöneltmiyor ve bu ayetteki diğer İlahi gerçekliklere anlayış kapımızı kapatmış oluyoruz. Mesela bu kıssadaki ilk ayetin, ilk sözleri olan “Musa genç yardımcısına dedi ki” ifadesi, genellikle bu ifadeyle karşılaşan bütün müslümanların rahatça anladıkları bir ifadedir.
“Hocam, zaten bunda anlaşılmayacak bir şey yok!.”
“Doğru söylüyorsun Hamdi!. Zaten insanlar bu ifadede yer alan hangi kelimenin, hangi manalara geldiğini anlıyorlarsa, bu'kelimelerden oluşan ifadeyi de rahatça anlayabiliyorlar!. Ancak herkesin rahatça anlayabildiği bu ifadede, benim cevabını bulmakta zorlandığım üç-dört soru var. Mesela bu sorulardan bir tanesi, niye “Genç yardımcı” denilmiş?
Genç olduğu için “Genç yardımcı denilmiş, yaşlı olsaydı Rabbimiz “Yaşlı yardımcı” derdi.
“Bak Veli!. Yardımcının genç veya yaşlı olmasının bir önemi olmasaydı, ayetteki “Genç” eklemesi, boş ve gereksiz bir ekleme olacağı için, Rabbimiz “Musa genç yardımcısına dedi ki” ifadesi yerine “Musa yardımcısına dedi ki” ifadesini kullanırdı. Ancak Rabbimiz yardımcının genç olduğunu özellikle belirtiyorsa ve bunu iki kere tekrarlıyorsa, yardımcının genç olmasının bir önemi ve hikmeti var demektir. İşte ben bunu soruyor, bu yolculukta yardımcının genç olmasının nasıl bir önemi olduğunu öğrenmek istiyorum.
“Güzel ve önemli bir soru!. Peki nasıl bir sonuca vardınız!.”
Önce düşünmeye başladım Seda. Yardımcının genç olmasının ciddi bir önemi ve hikmeti varsa, bu önem ve hikmetin yardımcının yapacağı işle ilgili olacağı sonucuna vardım. Peki yardımcının yolculuk boyunca yapacağı iş neydi ki, bu önemli işin yapılabilmesi, onun genç olmasını gerekli kılsın!.
Yiyecekleri olan tuzlu balıkları taşımak ve sofra hazırlamak!.
Bunları genç olmayan yardımcılar da yapabilir veya bunlar bir deveye de yüklenebilirdi Merve hanım. Ayrıca bu sözlerinizden, zenbildeki tuzlu balıklan hala bırakmadığınızı anlıyorum.
“Balık, onların yiyeceği değil miydi? Musa Aleyhisselam acıkınca, balığı istemedi mi?”
“Diyelim ki zenbildeki tuzlu balıklar, onların yiyecekleriydi!. Bu yolda gerekirse “Uzun zamanlar, uzun yıllar yürüyeceğim” diyen Musa Aleyhisselam'a, ne kadar tuzlu balık lazımdı?
“Çok fazla!.”
Musa Aleyhisselam'in yapacağı yolculuk çölde olsaydı, bu cevabınızı makul karşılayabilirdim. Ancak biliyoruz ki Musa Aleyhİsselam bu yolculuğu boyunca, sahilden hiç ayrılmayacağını bildirmişti. Peki balığın bol olduğu bir dönemde ve sahil boyunca devam edecek bir yolculukta, yiyecek olarak taze balık varken yanına kim tuzlu balık alır veya Musa Aleyhisselam'ın yanına tuzlu balık aldığına kim inanır?
“Biz inanmıştık!.”
“Sizler, düşündüğünüz için değil, hiç düşünmeden bu rivayetleri doğru kabul ettiğiniz için inanmıştınız!. Bakın arkadaşlar, Musa Aleyhisselam'ın bu yolculuğu, menzili belli kısa bir yolculuk olsaydı ve bu yolculuğa tek başına çıksaydı, yiyecek olarak yanma tuzlu balık ve aldığına inanabilirdik. Çünkü o dönemlerde misina olta ile kıyı balıkçılığı olmadığı için, özellikle yaşlı insanların denize girmesi ve balık yakalayabilmesi mümkün değildi. “Musa, genç yardımcısına dedi ki” ifadesinden, Musa Aleyhisseİam'm artık genç olmadığını anladığımız için, tek başına balık yakalayabilmesi pek mümkün değildi. Peki balık tutabilecek kadar genç olmayan Musa Aleyhisselam, sahil boyunca devam edecek olan menzili belirsiz bu uzun yolculuğunda yanına bin tane tuzlu balık alması mı akıllıcadır, yoksa bir tane balıkçı alması mı?
“Bir balıkçı alması!..”
“Elbetteki bin balık yerine, bir balıkçı alması çok daha akıllıcadır. İşte bîr peygambere nisbet edilen rivayeti doğru kabul ederek, diğer bir peygamberi böyle bir akıldan uzak konuma düşürmememiz gerekir. Çünkü yolculuğu boyunca sahilden hiç ayrılmayacağını bildiren Musa Aleyhisselam, taze balığın bolca bulunduğu bir yol güzergahında, zenbiline tuzlu balık koymazdı!. Peki Musa Aleyhisselam'ın yanına aldığı ve zaman zaman balık tutması gereken bu yardımcının, nasıl olması gerekiyordu?
“Genç olması.”
İşte az önceki sorumuzun sadece bir cevabıyla karşılaşmış olduk. “Sadece bir cevabıyla” diyorum çünkü yardımcının genç olmasının önemi, yolculuk boyunca balık tutabîlmesiyle ilgiliyse, İlahi vahyin dikkat çektiği bu önem, balığa da yansımaktadır. Balığa da yansıyan bu önemi dikkate aldığımız ve bu öneme açıklık getirmek istediğimiz zaman “Yolculuk boyunca bahk tutulabilmesinin önemi, sadece yiyecek ihtiyacını karşılamak için miydi yoksa bunun daha farklı ve daha önemli başka bir nedeni var mıydı?” sorusunu soruyoruz. Bu sorunun cevabını düşünmeye başladığımız zaman, balığa yansıyan önemin, sadece yiyecekle ilgili olmadığı sonucuna varıyoruz. Musa Aleyhisselam'ın yolculukta ne yediği, karnını nasıl doyurduğu veya menüde ne olduğu bizler için önemli bir soru değildir ki, “Yolculuk boyunca karınlarını balıkla doyurdular” cevabı önemli olsun!. Mesela Musa Aleyhisselam kıptiyi öldürdükten sonra Mısır'dan Medyen'e gelesiye kadar ne yiyip-içtiği bizlere hiç bildirilmemiş ve bizler de bunu hiç merak etmemişizdir. Çünkü Allah'ın Rezzak olduğunu bilen ve ömrü olan her yolcunun bir vesileyle rızıklanacağına iman eden biz mü'minler için. önemli bir ayrıntı değildir bu. Dolayısıyla İlahi vahiy, yolculuk boyunca bahk tutulabilmesine ve balığın önemine işaret ediyorsa, bu önem sadece yiyecekle ilgili değildir.
İşte meseleyi bu genişlikte düşünürken, Rabbimizin iki denizin birleşmesiyle ilgili olarak;
“Birbirleriyle kavuşup karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırım geçmezler.” [47] buyruğunu hatırlıyoruz. “Birbirinin sınırını geçmezler” buyruğunda bir istisna olmadığı için, bu İlahi buyruğun hem denizi ve hem de denizin İçindekilerin! kapsadığını anlıyoruz. Olayın dışındaki müslümanlar olarak bizim anladığımız bu gerçeği, olayın bizzat içinde olan Musa Aleyhisselam'ın fazlasıyla anladığını dikkate alıyor ve iki denizin birleştiği yeri bulmak isteyen Musa Aleyhisselam'm, farklı yerlerde tutulan balıklarla ne yaptığını, neyi denediğini ve hangi olayı gözlediğini fark etmeye başlıyoruz.
“Hocam, çok güzel!.”
“Anladığına sevindim Fatih!. Zaten güzel dediğin şey, ayetler ve ayetlerdeki İlahi gerçekliklerdir. Mesela ayet-i kerimeler çerçevesinde değerlendirdiğimiz bu güzel ve gizemli kıssa, hiç kuşkunuz olmasın ki Kehf süresindeki diğer iki kıssa gibi zaman, mekan ve yaşam boyutu açısından dünya insanlarının henüz ulaşamadığı önemli gerçekliklere işaret eden ve bazı önemli ayetleri ortaya çıkaracak olan bir kıssadır. Ancak bizler bu çalışmamızda, meselenin çok geniş olan o boyutlarına hiç girmeyecek ve bu kıssayı, kıssanın temel amacı olan ilim ve ilim öğrenme boyutundan değerlendireceğiz.
Evet, genç yardımcısının yanına alan ve birleşen iki deniz hakkında en az bizlerdeki kadar bir bilgi sahibi olan Musa Aleyhisselam, bu bilgiiere dayalı ciddi gözlemler yaparak ilerlemiş ve iki denizin birleştiği yere kadar gelmişti.
“Hocam, iki denizin birleştiği bu yer, kaptan Kus-to'nun bulduğu Cebel-i tarik boğazındaki yer, öyle değil mi?”
Orası olduğunu hiç sanmıyorum Veli!. Oradaki hadiseyi, farklı yoğunluk ve özellikteki iki denizin, birbiriyle temas etse ve çok az da olsa bir ara bölgede birbirinin içine girse de, eşyanın tabiatına uygun bir şekilde kitlesel olarak karışmadığı, karışamayacağı bir hadise olarak görüyorum. Oysa şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de işaret ettiği hadise, iki denizin arasına konulan bir perde, bir berzahla gerçekleşen ve eşyanın tabiatına aykırı olan bir ayet, bir mucize niteliğindeki bir hadisedir. Daha sonra balık örneğinde de anlayacağımız gibi iki deniz arasındaki bu berzahta, iki denizin çok çok az da olsa birbirine girebildiği bir ara bölge yoktur. İki denizin arasındaki bu görünmez perde, görülemeyecek kadar ince ve geçilemeyecek kadar İlahi bir perdedir. Dolayısıyla iki denizin birleştiği yerin Cebel-i tank olduğunu söyleyenler ve bütün dünyaya bunu bir mucize olarak lanse edenler, bu iddialarını kanıtlamak zorundadırlar. Bunu kanıtlamalarının en açık ve en kolay yolu ise bu incecik berzahı bir çizgi olarak tesbit etmeleri ve yapılması gereken küçücük bir deneyle, bu büyük ayeti tüm dünyaya göstermeleridir.
“Ben bunu yapmadığım ve yapma imkanına sahip olmadığım için “Allah-u alem” diyor fakat Kur'an-ı Kerim'deki konuyla iigili ayetleri dikkate aldığım zaman, dünya insanlarının farklı ayetlere de şahit olabilecekleri bir başka yerin kastedildiğini anlıyorum. Ancak Rabbimizin işaret ettiği bu ayetlerin bulunmasını ve görülmesini istemeyen şeytan aleyhillane, tarihin her döneminde yaptığı gibi doğru sorulara yanlış cevaplar üretmekte ve bu cevaplan bazen salih kimselere, bazen de bilim adamlarına nisbet edebilmektedir. Çünkü şeytan aleyhillanenin önemsediği husus; sorularının cevabını bulduklarını zanneden dünya müslümanlarının, artık bu sorulan sormamaları ve sorulannın gerçek cevabını araştırmamalarıdır.
Evet, bizler yine de “Allah-u alem” diyerek, konumuza devam ediyoruz. İki denizin birleştiği yere gelen ancak bu tesbiti henüz yapamadan yağmur, fırtına veya sıradışı bir başka olayla karşılaşan Musa Aleyhisselam ve genç yardımcısı, balıklarını (sahilde) unutarak bir kayaya sığındılar. Balık da Rabbimizin ifadesiyle denizdeki akıntıya doğru bir menfez, bir delik bularak, kendi yolunu tuttu gitti.
Kayaya sığındıktan sonra sahildeki yürüyüş ve arayışlarına çok az da olsa biraz ilerden başlayarak, iki denizin birleştiği yeri farkında olmadan geçen Musa Aleyhisselam, yolculuğun beyhude olan bu bölümünde Rabbimizin lutfuyla yorgunluk hissetmiş ve genç yardımcısına “Kuşluk yemeğimizi getir, andolsun bu yolculukta gerçekten yorulduk” demişti. Musa Aleyhisselam'ın bu sözleri üzerine balığı hatırlayan genç yardımcısı “Gördün mü bak!.” Hani kayanın yanında mola verdiğimiz zaman ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana mutlaka şeytan unutturdu. Balık da şaşılacak bir şekilde kendine bir yol, bir menfez, bir delik bulup-gitti” diye cevap verdi. Musa Aleyhisselam “Bizim de aradığımız buydu” dedi ve hemen sahildeki izleri üzerine geri döndüler.
“Hocam, balık şaşılacak bir şekilde nasıl dirildi?”
“Hamdi, balık şaşılacak bir şekilde dirilmedi, şaşılacak bir şekilde kendine tünel gibi bir delik, bir yol bularak gitti. Ayrıca balığın bu gidişini şaşkınlıkla karşılayan yegane kişi, bu genç yardımcıdır. Musa Aleyhisselam genç yardımcısını dinledikten sonra “Balık nasıl bir yoldan, nasıl gitti?” gibi bir şaşkınlığa düşmez iken, şanı yüce Rabbimiz de bizlere olayı anlatırken balığın dirildiğini değil, doğal ve ilmi bir gerçeklik İçinde, kendi yoluna gittiğini bildirmektedir.
“Peki, anlamak istediğimiz bu olaya, bu olayı şaşkınlıkla karşılayan genç yardımcı boyutundan mı, yoksa bu olayı ilmi bir sükunetle karşılayan Allah ve Resulünün boyutundan mı bakmamız gerekir? Çok iyi biliyoruz ki bu olaya asırlardır genç yardımcının şaşırdığı boyuttan bakanlar, ne yazık ki bin yıldır bu şaşkınlıktan kurtulamamışlardır. Dolayısıyla herhangi bir şaşkınlığa kapılmadan olaydaki gerçekliği görebilmemiz için, bu olaya Allah ve Resulünün boyutundan bakmamız gerekmektedir. Çünkü yaşanan bu olay, meseleye vakıf müslümanlann, Musa Aleyhisselam gibi hiçbir şaşkınlığa düşmeden anlamaları gereken bir olaydır. Mesela Fatih arkadaşınızın az önceki sözlerinden ve şu an ki sakin bakışlarından, bu meseleyi anladığını hissediyorum.
Fatih, bu sözlerimde yanılmıyorsam, bizlere balığın nasıl bir yol bulduğunu ve nasıl gittiğini açıklayabilir misin?
“Hocam, siz zaten daha önce bunun cevabını verdiniz. İki denizin birbirine karışmamasında bir istisna yoksa ve bu karışmamaya, denizin İçindekiler de dahilse, bu olayda şaşıracak hiçbir şey yoktur. Çünkü bu hadise, Rabbimizin bildirdiği gibi iki denizin birleştiği yerde gerçekleşmektedir. İki denizin birleştiği yere gelen genç yardımcı, berzahın önceki tarafında tuttuğu bir balığı, berzahın öteki tarafındaki sahile bırakmıştı. Kayaya sığınmalarına neden olan yağmur veya fırtına nedeniyle deniz dalgalanarak yükselmeye başladığında, henüz canlı olan bu balık elbetteki kendisine ait olmayan denize gitmeyecek ve İlahi sınırlamanın bir gereği olarak kendisine açılan bir delikten kendi yolunu tutacak, berzahın öteki tarafındaki kendi denizine gidecekti.
“Teşekkür ederim Fatih. Düşünen insanlar için güzel ve yeterli olan bu cevabına bir kelime dahi ilave etmeyi gerekli görmüyorum. Bu önemli konuya başlarken “Tefsirlerde yeterince açıklanmayan ve bunun da ötesinde bazı şüpheli rivayetlerle daha da çarpıtılan bu kıssa, ne olduğundan ziyade ne olmadığı konusunda açıklık getirilmesi gereken bir kıssadır. Çünkü Samiri olayındaki hak ayet, İsrailoğulları tarafından nasıl batıl bir şekilde yorumlanmışsa, bu hak kıssa da kendilerini İslam'a nisbet eden birçok çevre tarafından aynı şekilde çarpıtılmış ve batıl yorumların hak delili(!) durumuna getirilmiştir.” demiştik. İşte bu gibi yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırabilmek için, kıssanın giriş bölümüne bu kısa açıklamayı getirmeyi gerekli gördük. Kısa diyorum .çünkü kıssanın bu giriş bölümüyle ilgili olarak sormamız ve cevaplamamız gereken onlarca soruyu, bize şimdilik gerekli olmadığı için atlamış bulunuyoruz.
Artık bu kıssayı, kıssanın temel amaçlarından birisi olan ilim ve ilim öğrenme boyutundan değerlendirmeye devam edebiliriz. Musa Aleyhisselam genç yardımcısının verdiği cevap üzerine “Bizim de aradığımız buydu dedi ve hemen (sahildeki) izlerinin üzerine geri döndüler. Kayanın yanına geldiklerinde, orada örtüsüne bürünmüş salih bir kul ile karşılaştılar. Rabbimizin kendisine katından bir rahmet verdiği ve kendisine ilim öğrettiği kullarından bir kul idi bu. Ayet-i kerimede zikredilen rahmetin mahiyetini ve ne olduğunu bilmemekle beraber, bu rahmetin bütün kullara verilen genel bir rahmetten ziyade, Zu'1-Karneyn gibi bazı özel kullara verilen özel bir rahmet oiduğunu anlayabiliriz. Bu salih kula öğretilen ilimin ise, Rabbimiz tarafından öğretilen bir ilim olduğu beyan edilmektedir.
Hadis-i şeriflerde isminin Hızır Aleyhisselam olduğu beyan edilen bu salih kul ile karşılaşan Musa Aleyhisselam, ilerliyen yaşına ve peygamberlik gibi bir konuma sahip olmasına rağmen ilmi bir ağırbaşlılık içinde “Allah'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” diye sordu. Zaten Musa Aleyhisselam'ın bu salih kul ile buluşmak istemesi, bu salih kula Rabbimiz tarafından öğretilen ilim ve hikmete talip olduğu içindi.
Musa Aleyhisselam'la buluşması tesadüfi olmayan ve Allah'ın kendisine öğrettiği ilim ve hikmeti gerekirse ona da öğretmekle görevlendirilen salih kul “Gerçekten sen, benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemezsin. Aslını ve hikmetini bilmediğin .bir şeye nasıl sabredebilirsin ki?” diyerek, bu ilim ve hikmeti öğrenmedeki en önemli zorluğu belirtti.
Oldukça uzun yollardan gelen ve bu ilimi öğrenmeye kararlı olan Musa Aleyhisselam ise “İnşaallah ben. sabredenlerden bulacaksın. Hem hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim” diyerek, Allah'ın izniyle sabredeceğini ve bu ilimi kendisine öğretecek olan salih kula hiç karşı çıkmayacağını ifade etti. Musa Aleyhisselam'ın bu kesin ve kararlı cevabını yine de itiyatla karşılayan salih kul “Eğer bana uyacak olursan, ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma.” ikazında bulunarak, söz konusu ilim ve hikmeti öğrenmedeki Önemli bir şartı bildirmiş oldu.
Çok önemli ve çok gerekli olan bu konuşmalardan sonra her ikisi yola koyuldular. Deniz kenarında bir süre ilerledikten sonra bir gemiye bindiler. Salih ku! Musa Aleyhisselam'la birlikte gemiye bindikten sonra, geminin tahtalarından birini deliverdi. Bunu gören ve hayretle karşılayan Musa Aleyhisselam “İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun ki sen şaşırtıcı bir iş yaptın” dedi. Heyecan dolu bu itirazı derin bir sakinlik içinde karşılayan salih kul “Gerçekten benimle birlikte olmaya sabır gösteremeyeceğini ben sana söylemedim mi?” deyince, yaptığı hatayı anlayan Musa Aleyhisselam “Unuttuğumdan dolayı beni sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma” cevabını verdi.
Bir süre sonra gemiden inerek tekrar yola koyuldular. Nihayet bir çocukla karşılaştıklarında, salih kul bu çocuğu hemen öldürüverdü. Gördüğü olay karşısında tüyleri diken diken olan Musa Aleyhisselam “Kısas yani bir cana karşılık olmaksızın, masum bir canı mı öldürdün? Andolsun ki sen kötü bir iş yaptın” dedi.
Salih kul yine aynı sakinlik içinde “Gerçekten benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemeyeceğini ben sana söylemedim mi?” cevabını verdi. İkinci kez aynı hataya düştüğünü farkeden Musa Aleyhisselam “Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benim nazarımda mazur ve haklı sayılacaksın” dedi.
Sonra bir kez daha yola koyuldular. Bir kasabaya geldiklerinde, onlardan yiyecek bir şeyler istediler. Ancak hiç kimse onları misafir edip, ağırlamak istemedi. Kasabada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarla karşılaşan salih kul, bu duvarı hemen doğrultuverdi. Biraz yiyeceğe veya paraya ihtiyaçları olmasına rağmen, yaptığı bu işe karşılık hiç kimseden de birşey istemedi. Yine şaşırmıştı Musa Aleyhisselam ve kendini haklı gördüğü bu şaşkınlık içinde “Eğer isteseydin, buna karşılık onlardan bir ücret alabilirdin” dedi. Bu son itiraz ile bu yolculuğun sona erdiğini anlayan salih kul “Artık ayrılma zamanımız geldi. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim” diyerek, yaşanan olaylara şu açıklamayı getirdi.
“Gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) onların ilerisinde, her (sağlam) gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun anne ve babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkara sürüklemesinden (onlar adına) korktuk. Rablerinin onlara, temizlikçe daha hayırlı ve daha merhametli birini vermesini diledik. Duvar ise, şehirde iki yetim oğlana ait idi, altında (ise) onlara ait bir define vardı, babalan da salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak kendi definelerini çıkarsınlar.”
Bu cevapları dikkatle dinleyen Musa Aleyhisselam, karşısındaki salih kula öylece bakmaya devam ediyordu. Anlaması gereken gerçekleri, yeterince anlamamış gibiydi!. Anlayamadığı en önemli şey ise, bu salih kulun bütün bunları nereden ve nasıl bildiği idi!. Geminin zorba kralın bulunduğu yere kadar gidip-gidemeyeceği, öldürülen çocuğun yarınlarda ne olup ne yapacağı, yetimlerin söz konusu defineyi çıkarıp-çıkaramayacağı, yaratılmış kuliar için gaybi bilgiler değil miydi? Gaybı ise sadece Allah bildiğine göre, bu salih kul böylesi kesin bilgilere nasıl ulaşmış ve bütün bunları nasıl yapabilmişti!.
Ve kendini kendi itirazlarını düşündü Musa Aleyhisselam!. Yaptığı bütün itirazlar, her müslümanın, müslüman vasfıyla mutlaka yapması gereken itirazlardı. Zaten yolculuğa çıkarken “Beni İnşaallah sabredenlerden bulacaksın” diyerek “İnşaallah” kaydını koymuş ve bütün itirazlarını İlahi hükümlere bağlı bir müslüman olarak Allah'ın izniyle yapmıştı. O halde bu durumu nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalıydı!. Bütün bu soru ve İstifhamların cevapları, salih kulun kısa bir suskunluktan sonra ilave ettiği şu son sözlerde bulunuyordu.
“Ey Musa. Ben bunu kendiliğimden, kendi görüşüm olarak yapmadım. İşte, senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”
Salih kulun bu son sözleri ile önemli sorularının cevaplanmış olduğunu hisseden Musa Aleyhisselam, birçok gerçeği anlamış gibiydi. Vermiş olduğu ilk cevapta gemiyi delme işini kendisine, çocuğu öldürme işini istişareye ve duvarın düzeltilmesini ise tamamen Allah'a nisbet eden bu salih kul, verdiği son cevapta alemlerin Rabbi olan Allah'ı olayların merkezine almış ve bütün bu olup-bitenlerin O'nun izni ve dilemesiyle gerçekleştiğine işaret etmişti. Zaten akli ve imani olan gerçeklikte buydu. Çünkü bu salih kul yaptığı ve yapacağı işlerde muhayyer ve İlahi takdir üzerinde mukadder olsa, gemiyi delmek yerine gemi sahiplerini ikaz edebilirdi!. İman ve teslimiyet ile bütün bu gerçeklikleri anlamaya başlayan Musa Aleyhisselam, yüzünde ve gözlerinde beliren açık bir aydınlıkla bu salih kula baktıktan sonra, selam ve dualarla onun yanından ayrıldı.
Evet, Musa Aleyhisselam açısından bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra, şimdi de yaşanan bu olayları kendi açımızdan değerlendirmeye başlayalım. Hepimizin bildiği gibi Musa Aleyhisseîam'ın öğrenmek istediği bir ilim ve hikmet vardı. Şanı yüce Rabbimiz bu ilim ve hikmeti sadece Musa Aleyhisselam'ın öğrenmesini dileseydi, Musa Aleyhisselam bu olayları yaşar ve bu olaylar bizlere hiç bildirilmezdi. Fakat Rahman olan Rabbimiz bu olayları bir kıssa halinde bizlere bildirmiş ve söz konusu ilim ve hikmetten bizlerin de nasiplenmesini dilemiştir. Dolayısıyla bu kıssayı sadece Musa Aleyhisselam\n şahsına göre değil, kendimize göre de değerlendirmemiz gerekir. Çünkü Musa Aleyhisselam'ın talip olduğu ilim ve hikmet, bu kıssayı okuyan mü'minlerin de talip olması gereken ilim ve hikmettir. Kıssanın temel konusu olan ilim ve hikmete, Musa Aleyhisselam gibi bizler de talip olduktan sonra, talip olduğumuz bu ilim ye hikmeti öncelikle doğru bir şekilde tanımlamalıyız. Musa Aleyhisselam ve bizler, nasıl bir ilim ve hikmete talip olduk? Kur'an-ı Kerim'de zikredildiği kadarıyla, bu ilim ve hikmetin ne olduğu ve nasıl elde edileceği açıklık kazanmış mıdır? Bu kıssadaki ilime “Olmadan önce olacakları bilmek ve ona göre tedbir almak ilmidir” diyen ve salih kula bu gayb ilmini nisbet eden kimselere, zikredilen ayet-i kerimelerde Ledünni dedikleri bu İlimle ve bu ilimin elde edilişiyle ilgili olarak ne Öğrendiklerini sormak isteriz!. Tabi ki cevapsız kalan ve cevapsız kalacak bir sorudur bu. Çünkü bu kıssada ne Musa Aleyhisselam'a ve ne de bizlere böyle bir ilim(!) verilmemektedir.
Peki nedir, bu kıssada bize verilen veya verilmesi dilenen ilim nedir? Bu önemli soruya açıklık kazandırmak için, sizlere bir başka soru sormak istiyorum. Doğruluğundan hiçbir kuşku duymadığımız ilimler, elbetteki İlahi yani kaynağı Allah'a ait olan ilimlerdir. Peki biz müslümanlar, bu İlahi ilimleri nerden ve nasıl öğrenebiliriz?
Kur'an-ı Kerim'den, hepbirlikte verdiğiniz bu cevap, elbetteki dosdoğru bir cevaptır. İlahi ilimlerden nasiplenmenin en açık ve en kolay yolu, İlahi vahyi yani Allah (Celle Celaiuhu)'yu iman ile dinlemek, düşünmek ve akletmektir. Peki başka, İlahi ilimleri öğrenmenin bundan başka bir usulü, bundan başka bir mümkünü yok mudur?
“Vardır, elbetteki vardır. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin bizlere lütfettiği iümleri öğrenmenin bir yolu Rabbimizİ dinlemek, diğer bir yolu ise Rabbimizin yaptıklarını gözlemektir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin her kelamı ilim ve hikmet üzere olduğu gibi, yaptığı ve yaptırdığı her iş de ilim ve hikmet üzeredir. Nitekim zikredilen kıssada bizlere bu usul, bu yöntem gösterilmektedir.”
Rabbimizin kendisine rahmet ettiği salih kulun sahip olduğu İlim ve hikmet, bu salih kulun okuyarak değil, Rabbimizin işlerini gözleyerek elde ettiği ilim ve hikmettir. Çünkü bu ilim ve hikmeti kendisinin tahsil etme yöntemi ne ise, bu ilim ve hikmete talip olan Musa Aleyhisselam'a teklif ettiği yöntem de aynıdır. Nitekim Musa Aleyhisselam ile oturup okumayı veya konuşmayı tercih etmemiş, söz konusu ilim ve hikmetin, Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen olaylarda olduğuna işaret etmiştir. Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen bu olaylar karşısında nasıl bir tavır takınması gerektiğini ise “Eğer bana uyacak olursan, ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma.” sözleriyle ifade etmiştir.
Çünkü, bu ilmi ve hikmeti öğrenmenin yöntemi buydu!. Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen olayları gözlemek, bu olaylar ne kadar şaşırtıcı olursa olsun, bu olaylarda mutlaka ve mutlaka hayırlarla dolu bir ilim ve hikmet olduğuna inanmak, bu ilim ve hikmete vakıf oluncaya, bu ilim ve hikmet kendisine açılınca veya açıklanıncaya kadar sabretmek, birer kuşku, birer merak ve acelecilik ifadesi olan sorulardan kaçınmak. Tabi ki aynı yol, aynı yöntem, bütün mü'minler için de geçerlidir. Allah'tan gelen her şeye sabır ve tahammül göstermek, bu şeylerin İçyüzüne vakıf olmasa ve hoşuna gitmese bile bunlarda mutlaka ve mutlaka hayırlar olduğuna inanmak ve bu inançla olayları ve olaylann hikmetli sonucunu gözlemek.
Kıssayla ve kıssadaki ilimle ilgili olarak önemle dikkate almamız gereken bir diğer husus; kıssada zikredilen salih kul söz konusu ilim ve hikmeti Allah'tan öğrenirken, Musa Aleyhisselam ve bizlerin aynı ilim ve hikmeti öğrenmek için yöneldiği kişinin bir kul olduğudur. Bu çok önemli fark, kıssadaki ilim ve hikmete vakıf olabilmemiz için mutlaka ve mutlaka dikkate almamız gereken bir farktır. Musa Aleyhisselam'in bu ilim ve hikmeti öğrenebilmek için yöneldiği merci Allah (Celle Celaluhu) olsaydı; tabi ki bütün bu fiiller, Allah'ın birer fiili olarak karşısına çıkacak ve Musa Aleyhis-selam'ın hiçbir itirazı olmayacaktı. Ancak şanı yüce Rabbimiz bütün bu işleri daha açık ve müşahhas olarak görebilmemiz için, Musa Aleyhisselam'ı ve bizleri öncelikle bu salih kuluna yöneltmiş ve İlahi takdiriyle gerçekleşen bu işleri, bütün bu işlerde sadece bir vesile olan bu salih kuluna işletmiştir.
Bu salih kulu ön plana çıkararak. bu salih kulun çok üzerinde olan Allah'ı ve İlahi takdiri gözardı eden kimselerin, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssadan alacakları hiçbir ilim ve hikmet yoktur. Yapılan işleri bu salih kuldan bilerek, kendi koydukları engeli kendileri aşamayan bu kimseler, ne yazık ki anlayamadıkları apaçık haktan uzaklaşmakta ve bu kıssayı delil göstererek, şeriata aykın gözüken bazı fiillerin caiz olabileceğini iddia etmektedirler!. Oysa kıssada zikredilen bu fiiller, kıssanın sonuna kadar salih kulun işlediği fiiller gibi gözükmesine rağmen, kıssanın sonunda tümüyle Allah'ın ilim ve takdirine nisbet edilen fiiller olmaktadır. Dolayısıyla kendisini selam ve sevgiyle andığımız (ve ismini bilmediğimiz) ölüm meleğinin Allah'ın izniyle bir canı almasını nasıl yorumluyor isek; salih kulun kıssada zikredilen oğlan çocuğunu Allah'ın izniyle öldürmesini de aynı şekilde yorumlamamız gerekir. Çünkü her iki fiil de, Allah'ın izni ve dilemesiyle gerçekleşen fiillerdir. Allah ise şeriatın sahibidir ve yaptıklarından veya yaptırdıklarından dolayı hiçbir kimseye hesap verecek değildir.
Evet, bu güzel ve gizemli kıssada biz mü'minlere verilen ilim ve hikmetle ilgili olarak, Çinlilere nisbet edilen bir olayı anlatmak istiyorum. Zengin bir Çinli balıkçı, hergün kapısına gelen fakire bir balık veriyormuş. Bu durumu gören bilge bir kişi, zengin balıkçıya hitaben “Bu fakire hergün bir balık vereceğine, balık tutmasını öğret!.” demiş. İşte bu güzel nasihat, bu kıssayı anlamaya çalışan biz müslümanların da dikkate alması gereken bir nasihattir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği bu kıssada, bizlere ilim ve hikmet okyonusundan hem üç balık verilmekte ve hem de diğer balıkların nasıl tutulacağı anlatılmaktadır. Nitekim kıssanın sonunda Musa Aleyhisselam'a “Ben bunu kendiliğimden, kendi görüşüm olarak yapmadım.” diyen salih kul, bu apaçık sözler ile Musa Aleyhisselam'a şöyle demektedir.
“Bir ilim ve hikmet üzere olan bütün bu işler, asıl itibariyle benim değil, Allah'ın işleridir. Allah (Celle Celaluhu) bu işlerini sana, daha açık görmen ve farketmen için benim vesilemle göstermiştir. Ben bu üç olayda da bir amir değil, bir memur idim. Dolayısıyla bu işleri benden bilirsen, benden ve yaşadığın bu olaylardan öğreneceğin hiçbir şey yoktur. Ancak, Allah'ın takdir ve dilemesiyle gerçekleşen bütün işleri Allah'tan bilir ve sabrederek sonucunu gözlersen, her işinde ilim ve hikmet sahibi olan Rabbimizin, her işinden ilim ve hikmet öğrenebilirsin. Çünkü talip olduğun ilim ve hikmet, sadece bu kısa yolculuğumuz esnasında gördüğün üç olayda değil, Allah'ın bütün işlerinde bulabileceğin ilim ve hikmettir...”
Hamdımız ve şükrümüz, her işinde ilim ve hikmet olan Allah'adır..
[1] Lokman: 31/13.
[2] Nahl: 16/99-100.
[3] Nisa: 4/69.
[4] Hadid: 57/19.
[5] Nisa: 4/155.
[6] Yunus: 10/44.
[7] Enfal: 8/60.
[8] İsra: 17/81.
[9] Nisa: 4/45.
[10] Müzzemmil: 73/11.
[11] Enfal: 8/30.
[12] İbrahim: 14/46.
[13] Al-i İmran: 3/120.
[14] Maide: 5/105.
[15] Hac: 22/40.
[16] Mü’min: 40/51.
[17] Al-i İmran: 3/173.
[18] Yunus: 10/22.
[19] İsra: 17/67.
[20] Enfal: 8/63.
[21] Sad: 38/67,68.
[22] Duhan: 44/32.
[23] Bakara: 2/127,129.
[24] Nisa: 4/75.
[25] Bakara: 2-47-48, 122, 123.
[26] Maide: 5/78,80.
[27] Bakara: 2/61-62.
[28] En’am: 6/27, Secde: 32/12.
[29] Enam: 6/28.
[30] Şura: 42/51.
[31] A-raf: 7/175.176.
[32] İsra: 17/44.
[33] A-raf: 7/146.
[34] Furkan: 25/23.
[35] Furkan: 25/2.
[36] A-raf: 7/31.
[37] Hicr: 15/21.
[38] Bakara: 2/67...73.
[39] Maide: 5/101.
[40] Bakara: 2/216.
[41] Bakara: 2/263.
[42] Hud: 11/86.
[43] Meryem: 19/76.
[44] Fusilet: 41/40.
[45] Kehf: 18/60, 82.
[46] A’raf: 7/188.
[47] 55/19.20