İbrahim Ethem

 

BÖRDÜNCÜ PERDE

(Siyah ve mücerred fon... Sol dip köşeden sağ ön

köşeye doğru, haşmetli taht... Tahtın sağında bir

gong... Büyüklü, küçüklü, şamdanlar... Siyah fonun üs-

tünde ve orta yerde, altun yaldızla işlenmiş " Es-Sultan

İbn-üs - Sultan İbrahim bin Edhem " yazılı tuğra...)

(Tahtında, sol ayağını sağ dizinin altına almış

ve yarı bağdaş kurmuş biçimde, hafif ve gayet za-

rif siyah sakallz genç Sultan İbrahim Ethem... Elin-

de incecik bir hezaren değneği... önünde, yere, diz-

leri üzerine çökmüş, birinci ve ikinci dervişler...

Mumlar yanıyor.)

İBRAHİM ETHEM - Neymiş şu dervişlik de-

diğiniz? (Elindeki değneği birinci dervişe uzatır)

Anlat bakalam!

BİRİNCİ DERVİŞ - Anlatılır şey değil, Sul-

tanım!

İBRAHİM ETHEM - Bu kadar anlatılır, an-

şılır şey dururken, bula bula bu anlatılmaz, anla-

şılmazı mı buldunuz? (Değneği ikinci dervişe uza-

tır) Sen söyle!

İKİNCİ DERVİŞ - Ben de söyleyemem! Bu iş

lâfa sığmaz!

İBRAHİM ETHEM - Ya: ! ! (Birinci Dervişe)

Lâfa sığmayan şeyi yine sen çalış sığdırmaya!

BİRİNCİ DERVİŞ - Bizim işimiz Allah'ı zik-

retmek, anmak...

İBRAHİM ETHEM - Herkesin işi o değil mi?

BİRİNCİ DERVİŞ - Dıştan öyle ama içten

başka türlü... zikr, dudakla anmak değil, gönülle

anmaktır. Zikri kalbe indirmek lâzım...

İBRAHİM ETHEM - Dudak, kalbde olanan

gayrini mi söylermiş?

BİRİNCİ DERVİŞ - Hep öyle söyler! Kalb,

dudağa hep yalanını söyletir.

İBRAHİM ETHEM - (Düşünceli) Demek hep

yalanını söyletir?

BİRİNCİ DERVİŞ - Hep!..

İBRAHİM ETHEM - Sen şimdi doğruyu mu

söylüyorsun?

BİRİNCİ DERVİŞ - Tam doğruyu, söylüyo-

rum?

İBRAHİM ETHEM - Peki, zikir kalbe inince

ne oluyor?

BİRİNCİ DERVİŞ - Kalb temizleniyor, ay-

dınlanıyor, onda dünya ilgisi diye bir şey kalmı-

yor.

(Durak... )

İBRAHİM ETHEM - Sonra?..

BİRİNCİ DERVİŞ - Allah'da fâni olmanın;

Hak'da yok olmanın ufku açılıyor.

İBRAHİM ETHEM - Ya dünya hayatı?..

BİRİNCİ DERVİŞ - ݺte asıl o hayatı silmek,

yok etmek lâzım ya ! ..

İBRAHİM ETHEM - Dinimiz dünyaya âhire-

tin tarlası, demiyor mu?.. Efendimiz «Hiç ölmeye-

cek gibi dünya, hemen ölecek gibi âhiret» buyur-

muyor mu?.. Dünya diye bir vazifemiz yok mu?..

(Birinci Derviş cevap vermez. Uzun durak...)

(Dbrahim Ethem dalgın.. Değneğini ikinci der-

vişe çevirir. )

İBRAHİM ETHEM - Sen söyle görelim .

İKİNCİ DERVİŞ - Bu emir, ibadetin dış yü-

zünde kalanlara mahsus... Kalabalaklara göre... İç

yüze girenler için dünya diye bir şey kalmaz.

İBRAHİM ETHEM - Ya herkes iç yüze girer-

se ne olur? Dünya bomboş mu kalır? Böyle mi ol-

malı?..

BİRİNCİ DERVİŞ - Sultanım! Yoldaşım iyi

anlatamadı. Her şeyden önce, dış yüzde kalanlar

dünyaya yeter. İç yüze girerlerse dünyaya sevmez-

ler...

İBRAHİM ETHEM - Nasıl?.. Kapı kapı el aça-

rak mı, şunun bunun sırtından geçinerek mi? Der-

vişlik bu olmasa gerek!..

BİRİNCİ DERVİŞ - Biz kimseden bir şey is-

temeyiz! Verirlerse alırız.

İBRAHİM ETHEM - Verirlerse alacağını belli

eden, isteyen demektir.

İKİNCİ DERVİŞ - Biz tevekkül ehliyiz...

İBRAHİM ETHEM - (Elindeki değnekle der-

vişlerin üzerinde bir daire çizer) Siz, tevekkül ehli

değil, teekkül ehlisiniz! Hazır yiyiciler... Hazret-i

Ömer'in, bu söz... Cami köşelerinde pinekleyip te-

vekkül satanlara verdiği cevap... Biliyor musunuz?

BİRİNCİ DERVİŞ - Hayır!

İBRAHİM ETHEM - Bana öyle geliyor ki, siz,

tevekkülü, işsiz güçsüz tedbirsiz davranışsız, köşe-

lerde, bucaklarda pineklemek sananlardansınız!

BİRİNCİ DERVİŞ - Hayır Sultanım!

İBRAHİM ETHEM - Hazret-i Ömer, camide

yan gelip " biz tevekkül ehliyiz " diyenlere anlat-

mak istemişti ki, cemiyete çıkmak, topluluğa ka-

tılmak, iş sahibi olmak lâzım...

BİRİNCİ DERVİŞ - Bizim. iş sahibi olmaya

mecalimiz yok!

İBRAHİM ETHEM - (Doğrulur) Öyleyse Al-

lah'ı bulmaya da mecaliniz olamaz :

BDRiNCD DERVİŞ - Halimizi Allah bilir...

İBRAHİM ETHEM - Halinizi kul da görüyor !

Haliniz bence dervişlik haline uymaz! Dervişlik,

dünya işini bırakmadan, belki onu yalnız gönül-

den kazıyarak, silerek Allah'a yükselmek gibi ge-

liyor bana... Yanlış mı?..

BİRİNCİ DERVİŞ- Doğru, Sultanım!.. Biz

de başka türlü anlamıyoruz...

İBRAHİM ETHEM -- Başka türlü anlamasa-

nız, dünyayı bırakmak iddiası içinde dünya ehliyle

uğraşır mısınız? Neydi o, sabah namazında camide

yaptığınız?.. İmam selâm verir vermez neydi o çığ-

lığınız?..

BİRİNCİ DERVİŞ - Halkın gafletine dayana-

mayarak, " Böyle Müslümanlık olmaz " diye bağırdık.

İBRAHİM ETHEM - Ya benim için söyledik-

leriniz?..

BİRİNCİ DERVİŞ - Sultanımızı uyandırmak

istedik.

İBRAHİM ETHEM - " ݺi gücü, sırmalı elbi-

seler, altun tasmalı tazılar arasında, sülün ayaklı

küheylanlar sırtında ava çıkmaktan ibaret bir Sul-

tandan ne hayır beklenebilir? "... Böyle bağırmadı-

nız mı?

BİRİNCİ DERVİŞ - Öyle demek istemedik,

Sultanım.

İBRAHİM ETHEM - Kadı da sizi yakalattı,

isteğim üzerine saraya gönderdi. Camide ibadet

eden Müslümanlara hoyrat hoyrat bağırmakla ne

demek istiyordunuz?.. Onları benim üzerime

saldırmaya, beni mi onlara çullanmaya davet edi-

yordunuz?.. Bu mu dervişlik, bu mu dünyayı eh-

line bırakmak?.. (Sert) söyleyin!

İKİNCİ DERVİŞ - Söylemiştik Sultanım;

Halkı gafletten kurtarmak istedik.

İBRAHİM ETHEM - Beni de beraber, değil

mi?..

İKİNCİ DERVİŞ - Estağfurullah...

İBRAHİM ETHEM - (Dervişleri uzun uzun

süzer) Yoksa en büyük gaflet içinde olan, siz misi-

niz?.. (Dalar, uzun durak...) Gaflet içindesiniz ama,

bilmeden hakkı da dile getiriyorsunuz. Birgün av-

da başıma geleni bilseydiniz, kimbilir şimdi ne ka-

dar hak taslamaya kalkardınız! ..

BİRİNCİ DERVİŞ - Bilmiyoruz Sultanım!..

İBRAHİM ETHEM - Bilmeyin, daha iyi!..

Bakın sizi saraya niçin çağırttığımı söyleyeyim! Av-

da başıma gelen o hadiseden sonra, şu dervişlik me-

selesi fena halde takıldı içime... Kadı " Garip halli

iki derviş " diye haber gönderince, dayanamadım,

sizi yakından görmek istedim. Gece vakti sizinle

baş başa konuşayım dedim. Belki ötelerden üzeri-

nizde bir ışık püskürtüsü vardır diye düşündüm.

(Değneğini iki ucundan kavrar, yay gibi gerer ve

bir ân, düşünceli, bekler) Ama yanılmışım; Cami-

de söylediklerinizin bana ait tarafı, sizin fikriniz,

görüşünüz değil:.. Söyleyene bakmıyorum, söyletene

bakıyorum..

BİRİNCİ DERVİŞ - Hep ona bak Sultanım.

İBRAHİM ETHEM - (Tane tane) Dervişlik,

Efendimizin saadet devirlerinde var mıydı? (Sü-

kût... )

(Uzun durak... Dervişler, çeneleri göğüslerin-

de düşünceli...)

İBRAHİM ETHEM - Söylesenize!.. Baş soru,

bu!.. Saadet devrinde, nur şelalesi zamanında bu iş.

var mıydı, yok muydu? (Değneğini birinci dervişe

çevirir) Söyle!

BİRİNCİ DERVİŞ - Bir şey diyemiyeceğim:

İBRAHİM ETHEM - Dört büyük halife çığ-

rında var mıydı, yok muydu? (Uzun durak... Sü-

kût...)

İBRAHİM ETFIEM - Yine bir şey diyemiye-

ceksiniz, öyle mi?..

BİRİNCİ DERVİŞ - (Ürkek) Her halde tohu-

mu vardı da ağacı meydana çıkmamıştı.

İBRAHİM ETHEM - Dervişlik işinde beni do-

yurabilecek bir cevap veremediniz! Tasladığınız

dervişliği belki de hiç, bilmiyorsunuz! Belki de dış

yüz, iç yüz derken, dervişliğin dış yüzünde birer ez-

berci, birer taklitçisiniz siz!.. (Durak, düşünce...)

Size bir sual sorayam...

(Durak... Karşılıklı bakışma... )

İBRAHİM ETI3EM - (Öfkeli) Hicretten yüz

bu kadar yıl sonra size mi kaldı bu ağacı meydana

çıkarmak?..

(Sükut... Uzun durak... Karşılıklı bakışma... )

İKİNCİ DERVİŞ - Sultanım, ben söyleyeyim...

İBRAHİM ETHEM - Söyle!..

İKİNCİ DERVİŞ - Saadet devrinde mûcize

vardı.

İBRAHİM ETHEM - Şimdi?

İKİNCİ DERVİŞ - Keramet var! O Resûl'ün

mucizesine bağlı keramet.

İBRAHİM ETHEM - Bana bir keramet göste-

rin öyleyse!..

(Sükût... Uzun durak...)

(Dervişlerde sanki bir murakabe hali. .. )

İBRAHİM ETHEM - (Öne doğru eğilmiş, bir-

den parlar) Kalpazanlar... Ağzınızla yakalandı-

nız! Ya bana bir keramet gösterir, yahut gösterin-

ceye kadar zindanda yatarsınız.

BİRİNCİ DERVİŞ - Nasıl bir keramet istiyor-

sunuz?

İBRAHİM ETHEM - Herhangi bir "olamazı"ı

oldurun. (Ayaklarını indirir) Beni şu tahtın üze-

rinde görüyor musunuz?

BİRİNCİ DERVİŞ - Görüyoruz!

İBRAHİM ETHEM - Meselâ beni şu tahtm

üzerinde havaya kaldırın!

BİRİNCİ DERVİŞ - Koca Sultan! Keramet

zorla olmaz. İstemekle gelmez, Rüzgâra benzer. Es

demekle esmez. Onu estiren estirir. Allah isterse,

seni, tahtınla havaya kaldırmak şöyle dursun......

(Birden susar)

İBRAHİM ETHEM - Yerin dibine bile indi-

rirsiniz, değil mi?..

BİRİNCİ DERVİŞ - Böyle bir şey demedik...

Ama ille keramet diye direniyorsan gösterelim...

Bizim gibi iki hakîr dervişi huzuruna kabul etmen-

den üstün keramet mi olur? Allaha yakınlık yolu-

nu bizden öğrenmek istemenden daha açık keramet

ve bizim hesabımıza keramet.

İBRAHİM ETHEM - Şimdi de lâf canbazlığı-

na kalkıyorsunuz!

BİRİNCİ DERVİŞ - Yâ İbrahim Ethem! Bi-

zim aklımız yetmeyebilir, dilimiz dönmeyebilir, bu

işe aklı yetenler, dili dönenler de bulunabilir. Sen

inan ki, büyük sır, büyük hikmet bizim yolumuz-

da...

(Dbrahirrı Ethem bir sıçrayışta ayağa kalkar.

Dervişler de doğrulur, kalkarlar.)

İBRAHİM ETHEM - İnandıramadınız. Ümi-

dim boşa çıktı. Allah'dan dilerim ki, bir gün, bu

yolu tam gösterebilecek birini çıkarsın karşıma!

BİRİNCİ DERVİŞ - Allah bir gün belki de

seni çıkarır senin karşına....

İBRAHİM ETHEM - Beni ikiye mi böler?

BİRİNCİ DERVİŞ - Kaça isterse ona böler.

Her gün aynada ikiye bölünmüyor musun?

İBRAHİM ETHEM - (Birinci Dervişe) Sen

arada bir hikmetli lâflar ediyorsun, ama dilediği-

mi veremiyorsun!

BİRİNCİ DERVİŞ - Haddime mi düşmüş be-

nim... O verir. O!..

İBRAHİM ETHEM - İstemekle mi verir?

BİRİNCİ DERVİŞ - Dilerse istetir, öyle verir.

Dilerse ne istetir ne bir şey; uykunun içinde bile-

tepene tokmakla vurup seni kaldırır, verir.

(Dbrahim Ethem dervişlere dik dik bakar.)

(Uzun durak... Birden şimşek gibi döner, tah-

tın yanındaki gonga vurur. Ürpertili bir tunç se-

si... İbrahim Ethem Dervişlere döner.)

İBRAHİM ETHEM - Sizi alsınlar, serbest bı-

raksınlar! Bu defalık affediyorum. Bir daha mü'-

minlerin ibadet yerlerinde böyle haltlar işlemeyin!

(Başını kaldırıp sağ cepheye bakar) Bunları alıp

götürün, serbest bırakın. (Dervişlere) Buyurun,

serbestsiniz. (Dervişler, ellerini göğüslerine götü-

rüp geri geri çıkarken İbrahim Ethem de o istika-

mette ilerler.. Hallerini dikkatle süzer. Dervişler

çıkar. )

İBRAHİM ETHEM - (Çıkanların arkasından)

Bana bir şey veremediniz ama, ruhumu tırmık tır-

mık pençelediniz bir gün karşılaşırız inşallah..:

BİRİNCİ DERVİŞDN SESi - Yâ nasîp..

(Dbrahim Ethem, çıkanlara bakmakta. devam

ediyor. )

(Uzun durak... İbrahim Ethem döner, gayet

düşünceli, tahtına doğru yürür. Oturur. Uzun du-

rak... Sonra uzanmak istercesine sağına doğru yas-

lanır... )

(Uzun durak... Uzakta, derinlerden boru ses-

leri...)

İBRAHİM ETHEM - (Doğrulur) Gece yarısı....

Nöbet değiştiriyorlar. Amma da uzun konuşmu-

şuz!

(Dbrahim Ethem yine tahta yaslanır.)

(Çok uzun durak... Birdenbire, tavanda sert

ve tüyler ürpertici bir tokmak sesi... İbrahim Et-

hem dehşetler içinde doğrulmuş; tavana bakıyor..

Tokmak sesi devamda...)

İBRAHİM ETHEM - (Başı tavana doğru, hay--

kırarak) Kim o?.. Kim var damda?

(Tokmak sesi... )

İBRAHİM ETHEM - (Aynı vaziyette) Ne olu--

yor?..

DAMDAN SES - Hiç!.. Yabancı değil...

İBRAHİM ETHEM - (Dehşete batmış) Ne

demek yabanca değil! Kimsin sen, ne arıyorsun

damda?..

DAMDAN SES - Bir katar devem varda; kay-

bettim! Damda onları arıyorum!

İBRAHİM ETHEM - (Mecnun edası ile tah-

tından sıçrar, tavana doğru) Bu da ne iş! Kaybo-

lan develerini sarayın damında mı arıyorsun?.. Öy-

le mi... dedin; ne dedin?

DAMDAN SES - Evet, öyle dedim!

İBRAHİM ETHEM - Deli misin sen, kim çı-

kardı seni dama?..

DAMDAN SES - Deli sensin! Nerede, ne ara-

nacağını bilmeyen...

İBRAHİM ETHEM - Damda deve aranır mıy-

mış?..

(Uzun durak... )

DAMDAN SES - (Değişik ton, tane tane) Ya

sen Allah'ı sırmalı elbiseler, inci düğmeli kaftan-

lar, altun yaldızlı taht, ipekli yastıklar üzerinde mi

arıyorsun?

(Çok uzun durak... İbrahim Ethem, elleri saç-

larında bir çılgın...)

İBRAHİM ETHEM - (Avaz avaz) Kimsin

sen?.. Ne istiyorsun; benden?..

DAMDAN SES - Seni istiyorum! Uyan, gafil,

uyan; uyanıklık sandığın bu uykudan! Uyan, so-

yun, çırılçıplak kal! Gel; gel!..

(Dbrahim Ethem hep o tavırda, tavana bakı-

yor. )

DAMDAN SES - (Gittikçe uzaklaşarak) Gel,

gel, mesafeleri kaldır, gel!..

(Çok uzun durak... İbrahim Ethem iki bük-

lüm... Birdenbire deli gibi atılır, tahta koşar, gon-

gun tokmağını kaldırıp bütün kuvvetiyle indirir.

Korkunç ses helezonları... Mumların alevleri titre-

şiyor. İbrahim Ethem, elinde tokmak, yüzü sağa

doğru... Birden atılır, koşar, sağdan çıkar. Sahne

boş... Dışardan koşuşma sesleri... homurtular...)

UZAKTAN BDR SES - Silâh başına!..

(Uzun durak... Yükselen seslenmeler... Tiz

bir boru sesi... Peşinden trampetvâri kısa darbeli

kös sesleri... )

(Sağdan İbrahim Ethem gelir, ayni perişan e-

da... Ağır ağır yürür. Siyah fon üzerindeki tuğranın

karşısında durur. Tuğraya bakıyor. Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM - (Tuğrayı okuyarak) Es-

Sultan İbni-üs - Sultan İbrahim bin Ethem...

(Sultan oğlu Sultan Ethem oğlu İbrahim)

(Birden döner. Taht'a doğru yürür. Taht'ın

önünde diz çöker. Başı elleri içinde tahta kapanır) .

(Dışarıdan aynı sesler...)

İKİNCİ PERDE

((Aynı dekor... Mumlar sönük... Çok uzaktan, bo-

rulu ve köslü, ağır bir tempo ile divan havası geli-

yor. )

(Dbrahim Ethem, yüzü sağa doğru orta yerde

ve ayakta... Sağında ve bir adım gerisinde ihtiyar

veziri... )

İBRAHİM ETHEM - (Sağdaki kalabalığa doğ-

ru) Vezirlerim, muhterem din âlimleri, kumandan-

larım, sevgili tebaam!.. Bugünkü ayak divanımı-

zın mevzuu çok nazik... Payitahtamız Belh şehrinin

derviş îstîlâsına uğradığından bahsediliyor. Başına

bir külâh, bir âbâ, beline bir torba, eline bir değnek

geçirenler, şehir meydanlarında, cami avlularında

halka musallat oluyorlarmış!.. Ne tarlalarda çalı-

şıyorlarmış, ne tezgâhlarda emek harcıyorlarmış,

ne bir şey!.. Dillerinde, kudsîliğinden uzak oldukla-

rı Allah ismi, o yan senin, bu yön benim, kendileri-

ne çıkar arıyorlarmış... Aralarında, ibadete fesat

sokanlar, camilerde halka (Elini göğsüne götürür)

ve Sultanınıza dil uzatanlar da varmış...

(Durak) Ben avdan baş kaldıramıyormuşum!..

Böyle bir Sultanın emri altındaki tebaa, başsız ve

güdümsüz ne yapabilirmiş?.. Müslümanların hali

nice olurmuş?.. (Durak) «Derviş kılıklı başıboşları

şehirden sür, iş yerlerine dağıt, ölçüye sok» diyor

bana vezirlerim ve muhterem din âlimleri... (Du-

rak) öyle mi?..

KALABALIKTAN BDR SES - Öyle Sultanım!..

Dinin iç yüzünü savunurken dış yüzünü berbat e-

den böylelerini köklerinden kazımak lâzım...

İBRAHİM ETHEM - (Yanındaki vezire döne-

rek) Sen ne düşünüyorsun?

VEZDR - Ben de müftü efendi hazretlerinin

fikrindeyim.

(Dbrahim Ethem kalabalığa döner. Uzun du-

rak... )

İBRAHİM ETHEM - Ben bu fikirde değilim

Müftü efendi hazretleri!.. (Uzun uzun, kalabalığı

süzer) Ben, bu kum yığınlarının içinde altun zerre-

leri de bulunduğuna, halislerin altundan pırıltılar

saçtığına inanırım!

(Kalabalıkta hayret mırıltıları... Uzun du-

rak... İbrahim Ethem tavrını bozmaz.)

İBRAHİM ETHEM - Meselâ, benim için söy-

ledikleri doğrudur. Ben avdan başka bir şey düşün-

müyorum! Keşke avlanacağıma, asıl avcıya av ol-

mayı bilseydim!..

(Dışarıda hayret mırıltıları artıyor. İbrahim

Ethem, dimdik, gözleri kalabalıkta... Uzun du-

rak... )

İBRAHİM ETHEM - Bütün bir gece uyuma-

dım. (eliyle arkasını gösterir). Şu tahtın üzerinde

sabahladım. Omuzlarımdaki saltanat. yükünü taşı-

yamıyacak haller geçiriyorum. Ne dersiniz. Beni

başınızda Sultan olarak görmek ister misiniz?

DIŞARIDAN TOPLU SES - İsteriz! Elbette

isteriz!

(Uzun durak... İbrahim Ethem'in gözleri ka-

labalığa mıhlı.)

İBRAHİM ETHEM - Öyleyse çalışayım da-

yanmaya... Ama, adalette bir kusurum olursa, mü'

minlerin haklarını koruyamazsam _ne olur?

DIŞARDAN TOPLU SES - Kusurun olmaz!

Sen hakkı korursun!..

İBRAHİM ETHEM - İnºaallah Hak lütfeder

de korurum. (eliyle arkasını gösterir). Şu, üstün-

de oturduğunı taht, benim için dikenlik...

Üstünde adaleti nasıl yerine getirebilirim?..

DIŞARDAN TOPLU SES - Getirirsin, ey âdil Melik..

(Durak.. . )

İBRAHİM ETHEM - Büyük halife «Dicle ke-

narında otlayan bir oğlağın da hesabı benden so-

rulacak!» buyurdu. Bu ulvî çileyi çeken hesabını

da verir. Ya benim çilem?.. Nerede, ne gezer?.. Hep-

si lâf, içi boş kabuklar, hepsi riyakârlık...

(Kalabalıkta mırıltılar...)

(Uzun durak. Vezir, üzüntülü bir tavırla ba-

şını eğip İbrahim Ethem'e yaklaşır.)

İBRAHİM ETHEM - (Vezire) Üzüldün mü

vezirim böyle konuşmama hiç alışmamıştın, de-

ğil mi?..

VEZDR - Sende bu hal yoktu, Sultanım! Bir-

denbire sana ne oldu böyle?..

(Artan mırıltılar... İbrahim Ethem o tarafa

döner. )

İBRAHİM ETHEM - (Kalabalığa) «Sende bu

hâl yoktu; ne oldun birdenbire böyle?» diye soru-

yor. Cevabını size vereyim : Evet, bana birdenbire

bir şey oldu : Ben tahtımın üzerinde otururken bir-

denbire tahtım, benim omuzlarım üstüne çıkmaya

davrandı, artık bana ezmek değil, ezilmek düşü-

yor. Bu vaziyette devleti idâre edememekten kor-

kuyorum! (Durak...)

VEZDR - (Birdenbire atılarak) Fakat Sulta-

nım, bunlar kalabalığa söylenebilecek sözler de-

ğil... Ayak divanını tatil edelim aramızda konu-

şalım!.

İBRAHİM ETHEM - (Vezire bâkmadan ka-

labalık istikâmetinde) Hayır! İçimin zelzelesini

herkes görmelidir. Var mı aranızda bana bir öğüt

verebilecek?..

KALABALIKTAN BDR SES - Muradın ne; na-

sıl bir öğüt istiyorsun?

İBRAHİM ETHEM - Beni Hakka erdirecek

bir Allah ehlini arıyorum ! Onun öğüdüne muhta-

cım.

KALABALIKTAN BDR SES - Sen; öğüt kabul

etmezsin. Tahtından şikâyetin senin, tahtına bağlı

oluşundan geliyor!

(Durak... Keskin homurtular... İbrahim Et-

hem'de dikkat.)

KALABALIKTAN BDR SES - Bırakın yaka-

mı, yanına varayım...

(Homurtular... çekişme sesleri...) .

İBRAHİM ETHEM - (Kaskatı bir dikkat için-

de) Bırakın, gelsin .

(Sağdan Heybetli adam... Siyah bir harmâni-

ye bürülü; ve başı, yüzünü yarı yarıya örtecek şe-

kilde sarılı... Yürür, İbrahim Ethem'in karşısında

durur. )

İBRAHİM ETHEM - (Heybetli adama) sen misin?

HEYBETLD ADAM - Kim olmamı istiyordun?

İBRAHİM ETHEM - Beklediğim insan!.. Ge-

ce sarayın damını tokmaklayan...

HEYBETLD ADAM - Ben sarayın damına çı-

kan değil, kapısından girenim..

İBRAHİM ETHEM - Nasıl bıraktılar?

HEYBETLD ADAM - Nasal bırakmasınlar?

İBRAHİM ETHEM - Anlamadım :

HEYBETLD ADAM - Neyi anladın ki, bunu anlıyasın?..

İBRAHİM ETHEM - Sen kimsin?.. ݺin gü-

cün ne?.. Gözüm pek tutmadı seni...

HEYBETLD ADAM - Ben işsiz, güçsüz, evsiz,

barksız biriyim... Rastgeldiğim yere konarım, şim-

di sana konuk olmaya geldim.

İBRAHİM ETHEM - Konuk mu?.. Ben konuk

aramıyorum ki...

HEYBETLD ADAM - Ya ne arıyorsun?

İBRAHİM ETHEM - Konacağım yeri arıyo-

rum. Han işletmiyorum ki, konuk arayayım...

HEYBETLD ADAM - Burası han değil mi?..

İBRAHİM ETHEM - (Azametli) Burası İb-

rahim Ethem'in sarayı...

HEYBETLD ADAM - Senden önce kim vardı burada?..

İBRAHİM ETHEM - Babam...

HEYBETLD ADAM - Ya ondan önce, ondan önce?..

İBRAHİM ETHEM - Babam, babalarım...

HEYBETLD ADAM - (Ağır ve işleyici bir ton)

Birinin konup gittiği, sonra öbürünün gelip kon-

duğu yer han değil de nedir?..

(Uzun durak... Bakışma... Birden İbrahim Et-

hem kaplan gibi kıvrılarak vezire döner.)

İBRAHİM ETHEM - Divan sona ermiştir, emir ver,

dağılsınlar!

(Vezir hızla çıkarken, İbrahim Ethem Heybetli

adama yaklaşır.)

İBRAHİM ETHEM - (Heybetli adama) Anladım!

(Heybetli adam cevap vermez. Dışarda dağılma

sesleri... Uzün durak...)

HEYBETLD ADAM - Ne anladın?

İBRAHİM ETHEM - Aradığım insan sensin.

İstediğin kadar peçelen!.. Ötelerden bir habercisin

sen.!.. Artık yakanı bırakmam! Ya canımı alırsın

yahut derdime derman olursun!..

HEYBETLD ADAM - Ben sana dermanın an-

cak nerede olduğunu haber verebilirim.

İBRAHİM ETHEM - (Haykırır) Nerede?

HEYBETLD ADAM - (Gayet vekarlı) Sende...

Senin içinde..: Kalbinin inemediğin derinliklerinde...

İBRAHİM ETHEM - (Başını iki yumruğu ile

kavrayıp saçlarını yolarcasına) Yeter! Yetişir bu

içinden çakılmaz fikirlerle kafamı törpülediğin...

Yeter! Bana ayağımın kesilmesi gibi, elle tutulur,

gözle görülür bir çare göster ki, acısı ne olsa razı-

yım.

HEYBETLD ADAM - (Gülümsiyerek) O ka-

dar kolay olsaydı, herkes ayağını kestirir, verirdi.

Acısını da duymazdı. Yağma yok!..

İBRAHİM ETHEM - Bana acı!..

HEYBETLD ADAM - Sen kendine acı!..

İBRAHİM ETHEM - Ben kendime tükürmek istiyorum!

HEYBETLD ADAM - Nefsine tükür, ruhuna acı!..

(Durak, süzer) Bu kadar yeter. Ben gidiyorum!

(Heybetli adam, deli gibi bakmakta olan İb-

rahim Ethem'in önünde kıvrılır, döner, bir adım

atar. )

İBRAHİM ETHEM - (En yüksek tonuyla) Dur!

(Heybetli adam, durur, döner.)

İBRAHİM ETHEM - Bende geliyorum! Bekle!

HEYBETLD ADAM - Bekleyemem! Ecel, muh-

taç olduğun zamandan daha yakın... her vâdeden

daha kısa... şart koşma zamanı değil, davranma

saati bu ân...

İBRAHİM ETHEM - Bir iki saatlik müsaade-

ye de mi hayır; Annemin elini öpmeye, vezirlerime

veda etmeye, soyunup dökünmeye de mi hayır?..

HEYBETLD ADAM - Bu dünyada, elini ete-

ğini çeken her şeye hayır! Pazarlıksız geleceksen

gel!

İBRAHİM ETHEM - Pazarlıksız... bir don bir

gömlek, öyle mi?..

HEYBETLD ADAM - Öyle!.. Hattâ ciğerini sö-

küp bırakman mümkün olsaydı, öyle!..

İBRAHİM ETHEM - (Hayretten çılgın halde)

Demek öyle!..

HEYBETLD ADAM - Sana ne demişlerdi bir

gün avda?..

İBRAHİM ETHEM - (Ağlamaklı) Sanki gök-

lerden bir sesti o... " Ya İbrahim, seni bu iş için ya-

ratmadılar! " demişlerdi.

HEYBETLD ADAM - Ne duruyorsun?.. Yara-

dıldığın işe dön.

(Uzun durak... İbrahim Ethem dehşetin son

haddinde...)

İBRAHİM ETHEM - Ey meçhul insan, bana

bir şey söyle!

HEYBETLD ADAM - Ey mâlûm sultan, ne

söyleyeyim?

İBRAHİM ETHEM - Kimsin, nesin sen?..

HEYBETLD ADAM - Sana kim gibi, ne gibi

görünüyorsam o'yum!

İBRAHİM ETHEM - Sen Hızır'sın!

HEYBETLD ADAM - Dedim ya: Sana kim gi-

bi, ne gibi görünüyorsam o'yum!

(Dbrahim Ethem elleriyle yüzünü kapatıp ge-

riye döner, Heybetli Adam onu merhametli gözler-

le takip etmekte... İbrahim Ethem kuru hıçkırık-

larla sarsılıyor... Heybetli adam döner, yürür, sağ-

dan çıkar. Uzun durak... Sağdan vezir gelir. Ayak

seslerini duyan İbrahim Ethem şimşek gibi döner.

Vezirle karşı karşıya...)

İBRAHİM ETHEM - Gitti mi?..

VEZDR - Gitti efendimiz!

İBRAHİM ETHEM - Nereye gitti?

VEZDR - Divanhane boyunca yürüdü, gitti!

İBRAHİM ETHEM - Giderken seni görmedi mi?

VEZDR - Gördü sultanım!

İBRAHİM ETHEM - Bir şey söylemedi mi?

VEZDR - Söylemedi.

İBRAHİM ETHEM - Ben de gideceğim ardı

sıra... Her halde bekler beni bir köşede...

VEZDR - Aman sultanım, merhamet buyu-

run! Böyle garip bir insanın peşine düşer mi koca

bir Sultan?..

İBRAHİM ETHEM - Hemen şimdi fırla!.. At-

lı, piyade, kol kol adam çıkarsınlar şehre!.. Kılığını,

halini tarif et de esrarlı adamı bulsunlar ve sara-

ya getirsinler!

VEZDR - Ya gelmezse?..

İBRAHİM ETHEM - Olduğu yerde bekletsin-

ler! Benim geleceğimi söylesinler!

VEZDR - (Ağlarcasına) Sultanım, tebaanı düşün!

İBRAHİM ETHEM - Tebaam beni düşünsün!

O nasıl olsa kendisini idare eder. Bıraksınlar beni,

bir çoban kadar hak sahibi olayım.

VEZDR - Sultanım, elimde büyüdün! Şehza-

deliğinden beri ben baktım sana! Küstahlığımı af-

fet! Hiç bir yere gidemem! Seni kendine gelmiş

görmedikçe tek adım atmam! Beni affet!

İBRAHİM ETHEM - O zaman sultanlıkta son

emrim, vereceğim son zalim emir, seni, beni yetiş-

tiren İhtiyan zincire vurdurmak olur.

(Birden çok yüksek ton) Git!

(Vezir, boynu bükük, sağdan çıkar, İbrahim

Ethem arkasından bakıyor. Uzun durak... İbrahim

Ethem döner. Gözleri, siyah fon üzerindeki sırmalı

tuğraya takılır. Deli tavrıyla yürür. Ellerini deli

tavrıyla altun işlemeli harflere uzatır, tırnaklarını

geçirir ve bir çekişte tuğrayı yanlarından söker.

Sağda heybetli adam... Gülümseyerek İbrahim Et-

hem'e bakıyor. İbrahim Ethem ikinci defa tuğra-

ya tırnaklarını geçirmekle meşgul...)

HEYBETLD ADAM - Kumaş parçalarını yırt-

mışsın, ne çıkar?.. Gönlündeki dünya nakışlarını

sökmeye bak!..

(Dbrahim Ethem hızla döner. İki büklüm...

Tam bir deli...)

İBRAHİM ETHEM - Sen gitmemiş miydin?

HEYBETLD ADAM - Demek gitmemişim...

İBRAHİM ETHEM - Ne yaptığını, ne ettiğini

gören, anlayan olmuyor! Bu nasıl iş böyle?..

HEYBETLD ADAM - Böyle!..

İBRAHİM ETHEM - Hızırsın, değil misin?..

HEYBETLD ADAM - Sade beni mi, her rast-

ladığını Hızır bil!..

ÜÇÜNCÜ PERDE

(Dağ başı... çalı çırpı... bir kaç bodur ağaç... Orta

yerde büyük bir taş...>

(Yalçın manzaranın derinliklerinden çıngırak

sesleri... İlerilerde bir koyun sürüsünün otladığı

belli...

Uzun durak... Sol taraftan, sırtında bir kucak

çalı çırpı, İbrahim Ethem... Derviş kılığında... Ya-

vaş yavaş yürür, orta yere varır, yükünü yere bı-

rakır ve taşın üzerine oturur. Düşünceli... Yine

uzaklarda, derinliklerinde hafif bir kaval sesi...

Uzun durak... İbrahim Ethem, gözleri yerde

öylece kalır. Kaval sesi gittikçe kısılıyor. İbrahim

Ethem, bir ses duymuş gibi; birden bire sola döner,

başını yukarıya kaldırır.)

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - (Soldan) Şüphe!..

(Dbrahim Ethem hayretle geriler. Cevap vermez.)

iBRAHDM ETHEM'DN SESD - Şüphe!..

İBRAHİM ETHEM - Yine mi, yine mi sen!..

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Şüphe!..

İBRAHİM ETHEM - (Aynı vaziyette) Ben

şüpheyi yendim! Bende şüphe diye bir şey kalmadı.

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Sen şüpheyi

yenmedin, Kafese soktun: Gölge kaffeste hapsedi-

lir mi?

İBRAHİM ETHEM - (Dişlerini gıcırdatarak

bağırır) Alçak!..

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Artık kim al-

çak, kim yüksek?.. Git ermişlik taslayanlara sor!

İBRAHİM ETHEM - Sormam! bilirim!

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Süphe etmeyen

bilmez. Aldanır.

(Dbrahim Ethem cevap vermez. Önüne bakar,

kala kalır.)

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - (Sağdan) Şüphe!

(Dbrahim. Ethem başını sağa çevirir.)

İBRAHİM ETHEM - Ne yana dönsem sesin o

taraftan geliyor!

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Her yan benim

de onun için... (Yüksek ton) Şüphe!..

İBRAHİM ETHEM - Allah belâsını versin

şüphenin!..

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Ne dedin; Allah

mı dedin?..

İBRAHİM ETHEM - (Sert) Allah dedim!..

İBRAHİM ETHEM'DN SESi - ݺte asıl ondan

şüphe!..

İBRAHİM ETHEM - (Yay gibi gergin bir ız-

tırap içinde) Haşa... Murdar nefs! Kes sesini!..

(Dbrahim Ethem'in gözleri yine yere doğru...

Yüzü alevler içinde... Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - (Uzaklardan,

değişik ve sinsi ton) Ayağının altına bir dünya çek-

mişler senin... Kim çekmişse çekmiş... Sana mı:

kaldı onu aramak?.. Sen bulduğuna bak!..

(Durak... İbrahim Ethem'in yüzü kasılma ve titreme

içinde... )

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Yazık ettin dün-

yana!.. Somaki mermer saraylar, belleri ipince ca-

riyeler, kuş sütünden nimetlere yazık oldu!

İBRAHİM ETHEM - (Yüzü cepheye doğru)

Bir türlü çözemedim bu sırrı!.. Nesin sen, nefis mi,

şeytan mı?..

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - İkimizde aynı

boruyu öttürürüz. Birimiz bırakır, birimiz başlar.

İBRAHİM ETHEM - Çekin elinizi yakamdan!

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Seni, sarayına

dönünceye kadar yakanı bırakmayacağım.

İBRAHİM ETHEM - (Ayağa fırlayarak) Aya-

ğıma cihanın bütün hazinelerini dökseler, ellerinde

hayat suyuyla gelseler; iç şundan bir yudum ve hep

dünyada kal deseler yine dönmem!

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Ya senin inan-

dığın her şeyin boş ve kof olduğunu ispat ederler-

se?..

İBRAHİM ETHEM - (Elleri göğe doğru) Şu

boşluğa kement atıp dipin dibindeki dip'i bulsalar

da yine yolundayım ben!..

(Üzun durak... Uzaklardan İbrahim Ethem'in

sesiyle çılgın bir kahkaha, Sükût... Uzun durak...

Çok hafif bir kaval sesi!..)

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Başka bir tara-

fından tutayım mı seni?..

İBRAHİM ETHEM - Defol!

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Üstüme varma.

Üstüme gelme. O vakit ben daha kuvvetli döne-

rim! Büsbütün üzerine yüklenirim.

İBRAHİM ETHEM - Ben senin ismini de bi-

liyorum!

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Bırakayım da

içime büsbütün mü yerleşsin?..

Nasıl olsa içine yerleşmişim... Makasla kopa-

rabilir misin gölgeni gövdenden?..

İBRAHİM ETHEM - (Çığlık) Defol :

(Cevap yok... Uzun durak... Canlanan kaval

sesi... İbrahim Ethem cepheye döner. Eliyle uzak-

larda birine işaret ediyor.)

İBRAHİM ETHEM - Hey!.. Çoban : (Uzun

durak... ) Gel buraya...

(Dbrahim Ethem döner, çalı çırpı demetinin

üzerine çöker. Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM'DN SESD - Şimdi de basit

bir çobanda mı bulacaksın tesellini?.. Dağlarda ça-

lı çırpı toplayap pazarlara indiriyorsun!.. Helâl ka-

zanayım diye... Hamamlarda mü'min dedikleri in-

sanların kirlerini temizliyorsun. Kibrini yok ede-

yim diye... Bunları yapıyorsun da nereye varmış

bulunuyorsun'?..

İBRAHİM ETHEM - Sana, seni bir cerahat

gibi içimden çıkarmaya, sesini dışımdan duyar hâ-

le gelmeğe... ݺte ,vardığım yer!..

(Dbrahim Ethem'in sesiyle sürekli kahkahalar...

Sağdan çoban gelir. Elinde asâsı... İbrahim Et-

hem'in karşısında durur. İbrahim Ethem, ona eliy-

le çömelmesini işaret eder.)

İBRAHİM ETHEM - Merhaba, çoban!..

ÇOBAN - Merhaba!

İBRAHİM ETHEM - Sen Allah'a bağlı mısın?

ÇOBAN - Hamdolsun!..

İBRAHİM ETHEM - İçinde bir Allah düşma-

nı taşıdığına, onun da nefsin olduğunu biliyor mu-

sun?

ÇOBAN - Bu ismi duyuyorum hocalardan!

İBRAHİM ETHEM - İçinde duymuyor musun?..

ÇOBAN - Benim aklım ermez böyle şeylere!..

İBRAHİM ETHEM - Ne mes'udsun sen.. Al-

lah senin yolundan uçurumları kaldırmış...

ÇOBAN - Kimsin sen, bir derviş misin?

İBRAHİM ETHEM - Dervişliğe özenen biri...

ÇOBAN - Neymiş şu dervişlik?..

İBRAHİM ETHEM - Bir şey işte, bir şey, bir

hal! Senin haline hasret çeken, bir hal!

ÇOBAN - İbrahim Ethem! Bildim!

İBRAHİM ETHEM - Eski bir Sultan olduğu-

mu da biliyor musun?

ÇOBAN - Ne bileyim?..

(Dbrahim Ethem ayağa kalkar, sağ eliyle omu-

zundan beline doğru bir işaret yapar.)

İBRAHİM ETHEM - Eski Belh Sultanı İbra-

him Ethem!.. Nasıl beğendin mi?

(Çoban, oturduğu yerden aval aval bakmak-

ta... Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM - Ama senin derecenden

çok aşağıda bir yaratık...

ÇOBAN - Şaştım, kaldım!

İBRAHİM ETHEM - Nerden öğrendin be-

nim adımı?..

ÇOBAN - (Eliyle sol tarafı gösterir) Şurada,

biraz ilerde toplanan Aşıklardan?..

İBRAHİM ETHEM - Kimmiş bu âşıklar?..

ÇOBAN - Senin gibi dervişler... Sık sık dağ-

da buluşur, hâlleşirler. Onlara âşık derler.

İBRAHİM ETHEM - Söylesene onlar, beni de

meclislerine kabul etsinler!..

ÇOBAN - İçlerine yabancı almazlar.

İBRAHİM ETHEM - Belki beni yabancı say-

mazlar. Danış bir kere!..

(Çoban ayağa kalkar, sola doğru yürür.)

İBRAHİM ETHEM - (Çobanın arkasından)

Onlara de ki, eski Sultan, İbrahim Ethem meclisi-

nize kabul edilmek istiyor. İzniniz var mı?..

(Çoban çıkar. İbrahim Ethem eski yerine çö-

ker. Başını elleri içine alır. Derinlere dalmış..

Uzun durak...)

DAİDAKİ ŞAKÎK'İN SESİ - (Şefkat ve mer-

hamet dolu ton) İbrahim Ethem, İbrahim Ethem!..

(Dbrahim Ethem irkilir, Sağa bakar. Yerinden

fırlar.)

İBRAHİM ETHEM - (Sağa doğru) Şakîk, sev-

gili Şakîk!..

(Sağdan Sakîk gelir. İbrahim Ethem ilerler.

Kucaklaşırlar.)

ªAKİK - Sana mekân artık dağlar... Bulabi-

ne aşkolsun!..

İBRAHİM ETHEM - Gel seninle şuracağa çe-

kilelim de biraz dertleşelim!..

(Dbrahim Ethem Şakîk'i taşa oturtur, kendisi

de çalı çırpı demetine ilişir.)

ŞAKÎK - (Dbrahim Ethem'e dikkatle baka-

rak) Seni huzur içinde görmüyorum.

İBRAHİM ETHEM - Nasıl huzur içinde ola-

bilirim? Perişanım!

ªAKİK - Ne noktadan?..

İBRAHİM ETHEM - Nefsimden.,. Nefsimin

ruhuma üflediği zehirli nefeslerden...

ªAKİK - Bunlara «hatarât» derler. Bu yola

düşenlerin encamıdır bu... Sabredeceksin!..

İBRAHİM ETHEM - Ben sabrettikçe yük bi-

nerse, bindikçe ben sabra çalışırsam; çalıştıkça bı-

çak daha derinlere dalarsa, ne yapabilirim?..

ªAKİK - (Merhametli) Allah'a havale eder-

sin! Çare yok, dayanacaksın!..

«Hiç bir nefse gücünden fazlasını yükle-

mem» diyor Allah... Demek seni ne kadar güçlü

yaratmış ki, yük üstüne yük bindiriyor sırtına!..

İftihar et!

İBRAHİM ETHEM - (Ağlamaklı) Çok fena

haller geçiriyorum, Şakîk!.. Nefsim beni yoldan

döndüremeyince, şeytanla mı anlaşıyor, ne? Üze-

rime küfür harâratiyle yükleniyor. Biri kar gibi

beyaz, öbürü zift gibi siyah, iki parçaya bölünüyo-

rum! Zift rengine razı olsam kolay!.. Zifti beyaza

çevirmeye kalksam zor... Arada kalbim yırtılıyor,

didik didik dişleniyor. Cımbızla tel tel söküyorlar

kalbimi... Ne olacak benim hâlim Şakîk?..

ªAKİK - Çile devrindesin, İbrahim Ethem!..

Çekeceksin ve gerçek devlete ereceksin! Bu devleti

bedava vermezler.

İBRAHİM ETHEM - Kimseye bir şey sezdirmi-

yorum halimden... Sen hal insanısın; sana açılabi-

liyorum.

ŞAKÎK - Elâleme belli edersen kendini, sırra

ihanet etmiş olursun! Örtün, peçelen! Şunu bil

sen: Büyük huzura çıkacak yol, hüyük huzursuz-

luk... Velînin biri «Âfiyet, Allahım, ruh âfiyeti di-

ye dua etmiş.., Ses gelmiş: «Sen bilmiyor musun

ki, bu yola düşenlere âfiyet yoktur!»

İBRAHİM ETHEM - Müthiş!..

ŞAKÎK - (Eliyle sol tarafı~gösterir) Bak, şu

taraftan bir çoban geliyor bize doğru!.. Aradığın

afiyet işte onda!..

(Dbrahim Ethem sol tarafa bakar... Çoban...

Çoban ilerleyip İbrahim Ethem ve Şakîk'in önün-

de durur.)

ÇOBAN - (Dbrahim Ethem'e) Seni kabul et-

miyorlar!

İBRAHİM ETHEM - Kabul etmiyorlar mı?

ÇOBAN - Etmiyorlar!

İBRAHİM ETHEM - Ne diyorlar?

ÇOBAN - Onda halâ Sultanlık kokusu, dün-

ya ricası var, diyorlar.

İBRAHİM ETHEM - Teşekkür ederim! İn-

şallah bir gün meclislerine girebilecek hâle geli-

rim.

(Çoban selâm verip gitmek ister, İbrahim Et-

hem onu işaretiyle durdurur.)

İBRAHİM ETHEM - (Eli cebinde, çobana)

Şurada, nereden geldiği belirsiz iki altun var... Al

bunları, sana veriyorum!

(Çoban altunları alır, gözlerine yaklaştırır, gü-

lümser, sevinç içinde yürür, sağdan çıkar. İbrahim

Ethem ve Şakîk ona bakıyorlar.)

ŞAKÎK - Demek altunla muamelen var?..

İBRAHİM ETHEM - Yok!.. Bu sabah onu, ca-

miden çıkarken cebimde buldum.

ŞAKÎK - Keramet mi satıyorsun?

İBRAHİM ETHEM - Allah korusun!.. Her

halde kıIık kıyafetime acıyan biri onları cebime in-

dirmiş olmalı...

ŞAKÎK - Ne yiyip içiyorsun?

İBRAHİM ETHEM - Ne bulursam onu...

ŞAKÎK - Rızkını aramıyor musun?

İBRAHİM ETHEM - Aramıyorum. O gelip

beni buluyor!

ŞAKÎK - Daha çiysin! Rızkını sen arayıp bu-

lacak, ama bulanın sen değil, O olduğunu bilecek-

sin!

(Önce Şakîk, sonra İbrahim Ethem, ayağa

kalkar... )

ŞAKÎK - Şükür bahsinde ne yapardınız?

İBRAHİM ETHEM - Bulunca şükrederim, bu-

lamayınca sabrederiz.

ŞAKÎK - Horasanın köpekleri de böyle yapar!

İBRAHİM ETHEM - Ya siz?

ŞAKÎK - (Tane tane) Bulunca dağıtırız, bu-

lamayınca şükrederiz.

(Dbrahim Ethem Şakîk'in ellerine atılır, öp-

mek ister. Şakîk şiddetle elini çeker.)

İBRAHİM ETHEM - Biliyorum ben daha çi-

ğim! Bırak elini öpeyim!

ŞAKÎK - Bense senin gibi çiğlerin ayak tozu

olmak isterdim. Ben senin ayağını öpeyim!

(Uzaktan kaval sesi... yanık bir name... İkisi

de yan dönüp cepheye bakarlar. Kaval hazin hazin

ağlıyor. Dinlerler. Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM - (Şakîk'e bakmadan)

Hasretin sesi!..

ŞAKÎK - (Dbrahim Ethem'e bakmadan) Da-

vetin sesi!..

İBRAHİM ETHEM'i - Herkes bir hasret ve bir

davet peşinde geziyor.

ŞAKÎK - Hasret çektiği, davet aldığı şeye ula-

şınca da aradığının, dilediğinin o olmadığını anlı-

yor.

(Uzun durak,._ Kaval devamda...)

İBRAHİM ETHEM - Bu dünyada ne varsa

gurbet... Bütün varlıklar yokluk, bütün sahiplik-

ler yoksunluk!..

ŞAKÎK - Pişiyorsun, ya İbrahim Ethem kay-

namaya, fokurdamaya başlıyorsun!

(Dbrahim Ethem eğilip yerden çalı çırpı deme-

tini alır, omuzuna yerleştirir.)

İBRAHİM ETHEM - Gidiş, hep gidiş!..

ŞAKÎK - Yolun ne tarafa?..

İBRAHİM ETHEM - (Sol tarafı göstererek)

Bu yana?.. Seninki?..

ªAKİK - (Sağ tarafı göstererek) Benimki de

bu tarafa...

Şakîk, sağ, İbrahim sola doğru ilerlerler. Tam

çıkış noktasında dururlar ve birbirlerine dönerler.)

ŞAKÎK - Yâ İbrahim Ethem!..

İBRAHİM ETHEM - Yâ Şakîk Belhî!..

ŞAKÎK - Kaynayacaksın! Pişeceksin! Kül

olacaksın! Ve artık yanmayacaksın! Aradan çıka-

caksın! Onu bulacaksın!

İBRAHİM ETHEM - Onu bulacağım! Beni

yaratanı bulacağım! Yaratıldığımdaki murada ere-

ceğim! (Durak) Âlemleri insan için, İnsanı da ken-

di visali için yaratanı bulacağım!.

DÖRDÜNCÜ PERDE

(Yelkenli bir geminin küpeştesi... Siyah fon üze-

rinde boylu boyunca küpeşte kenarı... Üzerinde ıskar-

mozlar ve yelken direğinin ip merdiveni...)

(Dbrahim Ethem, arkasını denize ve küpeşte

kenarına vermiş, seyircilere doğru, geminin içinde

olanlara bakıyor. Gemide bir curcunadır gitmek-

te... Nâralar, def ve zurna sesleri, kahkahalar...

Sürekli curcuna... Sesler kesilir.)

MASKARANIN SESD - Yolcular! Fırtına ke-

sildi. Tehlike geçti. Artık keyfimize bakabiliriz.

İnce göbek havası!..

(Zurna çığlıkları, def şıngırtıları ve davul tem-

poları ile gayet kıvrak ve hareketli bir oyun hava-

sı... Yolcuların el şaklatarak tempo tutuşu... İb-

rahim Ethem, acıklı gözle manzaraya bakıyor. Ya-

rım dakika çünbüş... )

MASKARANIN SESD - Tamam!

(Çünbüş durur.)

MASKARANIN SESD - Evvel zaman içinde,

kalbur saman içinde, uçsuz bucaksız denizde yol

alan bir gemi... Bir fırtınadır kopmuş... Yelkenler

parçalanmış, dümeni zincirleri kopmuş... Nerdeyse

gemi batacak... Ağlayan ağlayana, çığlık basan ba-

sana... Bir köşede de bir derviş... Aman, demişler;

derviş baba, dua et de kurtulalım! Ne cevap verse

iyi, derviş, demiş ki: Korkmayın; sizin derya dedi-

ğiniz benim koynumda!.. Seslenirim ona, yatışır!

Keramet taslamış bizim derviş!..

(Kahkahalar... Def şıngırtıları...)

MASKARANIN SESD - Derviş denize seslen-

miş. Yatış, yoksa seni koynuma almam! Bakmış-

lar ki, deniz yatışmıyor, bari sen al onu koynuna,

demişler; Dervişi suya atmışlar...

BDR SES - Eee???

MASKARANIN SESD - fırtına da durmuş, su-

lar da yatışmış...

(Müthiş bir kahkaha tufanı... deflerin zil şın-

gırtıları...)

MASKARANIN SESD - Biz de az buz fırtına

atlatmadık! Bir daha kopacak olursa fırtına, şura-

daki dervişi suya atarız, olur, biter!

(Zil seslerine karışık alkış furyası...)

MASKARANIN SESD - Hey, derviş.

İBRAHİM ETHEM - (Cepheye doğru) Efendim?

MASKARANIN SESD - Sen derviş misin?

İBRAHİM ETHEM - Hayır efendim!

MASKARANIN SESD - Öyleyse niçin efendim dedin?

İBRAHİM ETHEM - Beni gösterdiniz de onun için...

MASKARANIN SESD - Hâlin tıpkı dervişe

benziyor da ondan...

İBRAHİM ETHEM - Dervişlik nerede, ben

nerdeyim efendim!..

MASKARANIN SESD - Denize atarız diye

korktun da ondan mı böyle söylüyorsun?

İBRAHİM ETHEM - Hayır efendim!

MASKARANIN SESD - Nesin sen öyleyse?..

İBRAHİM ETHEM - Sizin gibi bir adam...

MASKARANIN SESD - Ayol, senin neren adam?..

İBRAHİM ETHEM - Doğru; benim nerem adam?..

MASKARANIN SESD - Yolcular!.. Bakın, ha-

tırıma ne geldi! Sultanı, vezirine demiş ki «Bıktım

etrafımdaki basma kalıp dalkavuklardan!.. Bana

dünyanan en büyük, en keskin dalkavuğunu bul

getir!.. Vezir gitmiş, dünyanın; en büyük, en kes-

kin dalkavuğunu bulmuş, getirmiş... Tıpkı bu der-

viş gibi çökük, ezik, kırık, çelimsiz, alımsız, çekim-

siz bir adam...

(Kahkahalar... Zil sesleri...)

MASKARANIN SESD - Sultan demiş ki ona!

«Senin neren dalkavuk?.. Sen dalkavuk değilsin„

olamazsın!»... "Evet, demiş dalkavuk; ben dalka-

vuk değilim, olamam!"...

(Kahkahalar... Curcuna...)

MASKARANIN SESD - Durun. durun! Sonu var.

(Sesler kesilir.)

MASKARANIN SESD - SuItan, vezirini çağır-

tıp çıkışmış: "Adama sen dalkavuk değilsin, ola-

mazsın dedim, "değilim, olamam" diye cevap ver-

di. "Bu nasıl dalkavuk?"... Vezir gülümsemiş: «Sul-

tanım, öylesine dalkavuk ki. O, emriniz, hatırınız

için mesleğini sanatına bile inkâr ediyor!»...

(Taşkın alkış... Kahkahalar... Zurnada kah-

kaha sesi...)

MASKARANIN SESD - ݺte şu gördüğünüz

dervişin de hali, bu!.. Durun şuna bir el atayım da

seyredin!

(Alkış... Cünbüş... Sağdan koşar adıma yakın

hızla Maskara gelir. Tepesinde mukavvadan huni

şeklinde renk renk bir külâh, elinde def... İbrahim

Ethem'in yanına gider, defi uzatır.

MASKARA - Siftah senden ey derviş!.. Şu

defe kızıl bir altun at bakalım!

İBRAHİM ETHEM - Bende kızıl bir altun de-

ğil, silik bir bakır bile yok!

MASKARA - Ne o?.. ݺler kesada mı gitti?

parsa toplayamadın mı?.. Yoksa bu gemi ile cö-

mert memleketlere mi gidiyorsun?.

İBRAHİM ETHEM - Cömert memleket varsa

yerini haber ver de gideyim.

MASKARA - Uzun etme, omuzdaş, ikimiz de

ayni sanatdanız! Ben maskaralık edip parsa top-

luyorum! Sen de goygoyculuk edip sadaka devşiri-

yorsun!

İBRAHİM ETHEM - Hakkın var! İkimiz da

aynı sanatdanız! Şu farkla ki, senin apaçık maska-

ralığın, benim nefsimin sinsi-pisliğinden çok daha

temiz!..

MASKARA - (Cepheye döner) Bakın, bakın!

-Ne hikmetler savuruyor! (Durak, dikkat) Ne o, ne

o?.. Niçin somurtuyorsunuz? Niye astınız, suratla-

rınızı?.. Acıdınız mı yoksa şu anaskaraya?.. Durun,

onun ne mal olduğunu göstereyim de kopuverin

kahkahaları!..

(Maskara hızla döner. Bir vüruşta İbrahim Et-

hem'in külâhını düşürür, saçlarından kavrar.)

MASKARA - Gül bakayım!

(Dbrahim Ethem gülümser.:.)

MASKARA - Gülümsemek yetmez! Kahkahayla gül!

İBRAHİM ETHEM - (Saçları Maskaranın e-

linde, başı kalkık) Elimden geldiği kadar gülüyo-

rum! Sen onu kahkaha say.

MASKARA - Havla öyleyse köpekler gibi!..

İBRAHİM ETHEM - (Hep o vaziyette) Zaten

havlıyorum ya; her lâfım bir havlama... Daha ne

istiyorsun?..

YOLCULARDAN SESLER - Yuuu! Yuhaaa!..

MASKARA - (Elini İbrahim Ethem'in saçla-

rından çekmiş) Yere yat, dört ayak üzerine yürü!..

İBRAHİM ETHEM - Mecalim olsaydı yere de

yatar, dört ayak üstünde de yürürdüm. Ama affet:

Nerde bende o kuvvet?..

MASKARA - (Elindeki defi İbrahim Ethem-

in karnına çarpar) Göbek at öyleyse!

İBRAHİM ETHEM - (Ağlamaklı) Bilmiyorum-

ki Göbek nasıl atılır, bilmiyorum ki...

MASKARA - Ben sana şimdi hepsini öğretirim!

(Maskara yeni bir davranış hareketi gösterir.)

İBRAHİM ETHEM - Sana bir şey sormak istiyorum!

MASKARA - Sor!

İBRAHİM ETHEM - Gemideki bunca insan

içinde, bunca hor görülmeye, bunca küçük düşü-

rülmeye lâyık bir beni mi buldun?..

MASKARA - Bir seni buldum!

İBRAHİM ETHEM - (Başı yükseklerde) Ya

Rabbî, sana şükrederim! (Maskaraya) Sana da te-

şekkür ederim! Allah, bu cihanda insanları güldür-

düğün gibi, öbür cihanda da seni güldürsün! Gön-

lümü hoş ettin!

(Maskara donup kalır. Çıt yok... Uzun du-

rak...)

MASKARA - Ne garip adam bu!.. Vurdukça

vurduruyor, ezdikçe ezdiriyor!

(Maskara İbrahim Ethem'e doğru bir adım

atar. )

YOLCULAR TARAFINDAN TOK BDR SES -

Maskara, dur, kıpırdama! Kimse de kıpırdamasın

yerinden!..

(Dbrahim Ethem ve Maskara, çarpılmış gibi...

Uzun durak... Sağdan, gümüş astırağan kalpaklı,

ince deri çizmeli, eli kamçılı meçhul şahıs gelir.

Yürür, maskaranın karşısında durur.)

MEÇHUL ŞAHIS - (Maskaraya) Cehennem

odunu!.. Sen böyle bir insana nasıl oluyor da bu

kepazelikleri yapabiliyorsun?..

(Meçhul şahıs kamçısını kaldırır. Maskaranın

kafasına indirmek üzere...)

İBRAHİM ETHEM - (Atılarak) İndir kamçını!..

(Meçhul şahıs donar. Kamçısını indirir. Mas-

kara hareketsiz... )

İBRAHİM ETHEM - Kusuruna bakma! .. Kas-

di kötü olabilir. Neticeye bak sen! Bana ders verdi.

Allah affetsin onu!.. İzin verillrse şefaatçısı, benim!

(Meçhul şahıs, kamçısının ucuyla Maskaraya

sağ tarafı gösterir. Maskara geri geri yürüyerek sü-

zülür, kaçar.)

(Uzun durak... Meçhul şahıs, cebinden yüklü

bir torba çıkarır, İbrahim Ethem'e uzatır.)

MEÇHUL ŞAHIS - Şu bin dinarı kabul et!

Belki bir işine yarar.

İBRAHİM ETHEM - Senin de kasdın güzel...

Ama neticesi kötü... Bunca çilemi birkaç pula yele

verdirmek mi istiyorsun?.. Koy cebine keseni! Muh-

taçlara dağıt sevap kazan!

MEÇHUL ŞAHIS - Sen muhtaç değil misin?..

İBRAHİM ETHEM - Hem de ne muhtaç, ne

muhtaç!.. O kadar muhtaç ki, bende ihtiyaç diye

bir şey bırakmıyor! Ben Allah'a muhtacım!

MEÇHUL ŞAHIS - (Keseyi uzatarak) Al da

küçük ihtiyaçlarından kurtul! Büyük ihtiyacına

bak..

İBRAHİM ETHEM - Alırsam istediğim gibi

harcamaya izin verecek misin?..

MEÇHUL ŞAHIS - Mal senin!..

İBRAHİM ETHEM - (Elini uzatır) Ver öyleyse!..

(Meçhul şahıs keseyi verir, İbrahim Ethem ka-

pıp alır, cepheye döner.)

İBRAHİM ETHEM - Yolcular!.. Nasıl içiniz-

de hor görülmeğe, küçük düşürülmeğe en lâyık ben-

sem, şu bin dinarı almaya en müstehak biri de ol-

mak lâzım aranızda...

(Telâşlı mırıltılar, uğultular... Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM - Kim nefsini en müste-

hak görüyorsa elirini kaldırsın!

(Sükût... Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM - Ne o?.. Hepiniz birden mi

el kaldırıyorsunuz?.. Aranızda yalnız maskara mı

el kaldırmayan?..

(Sükût... Çok uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM - (Cepheye doğru, ayni

eda) Maskara!.. Gizleme yüzünü definle!.. Bu ge-

mide riyakârlıktan uzak bir sen varsın!.. Gel yanı-

ma!..

(Dbrahim Ethem, keseyi havaya kaldırdığı sağ

elini indirir. Sağa döner. Uzun durak... Sağdan

Maskara gelir. Baş açık, adımları tutuk, hali mah-

çûp... )

İBRAHİM ETHEM - Yürü, Maskara! Gel! Me-

rak etme gel! Bu dünyada senden daha az maskara

olanını bulamazsın! (Yerinde mıhlanıp kalan Mas-

karayı süzerek)Yürü diyorum sana! (Maskara yü-

rür. İbrahim Ethem'in karşısında durur.)

İBRAHİM ETHEM - (Keseyi uzatarak) Al!..

Belki tevbene vesile olur.

(Maskara bir atılışta yere çöker, İbrahim Et-

hem'in dizlerine sarılır.)

MASKARA - Bana tevbeyi öğret!

İBRAHİM ETHEM - Kolay mı onu öğret-

mek?.. Evvelâ kötüden tevbe, sonra iyiden, iyi san-

dığın şeylerden tevbe, her şeyden tevbe!..

(Durak... )

MASKARA - Söyle, söyle!..

İBRAHİM ETHEM - Takat getiremezsin ki...

MASKARA - Getiririm, söyle!

İBRAHİM ETHEM - Renk diye baktığın renk-

ten bile tevbe!.. Aldığan her nefesten tevbe, daldı-

ğın her saniyeden tevbe!..

(Uzun durak... Meçhul adam eliyle göz yaşla-

rını siliyor.)

MASKARA - (Ağlayarak) Sonra, sonra?..

İBRAHİM ETHEM - Nihayet tevbeden de tev-

be... Nefsin saklanbaç oyunu, samimiyetsiz tevbe-

den de tevbe!..

MASKARA - (Yerdeki vaziyetini bozmadan

başını doğrultur) Sen büyük bir velîsin!..

İBRAHİM ETHEM - (Başı yükseklerde) Veli

mi dedin; ben bir denîyim... Denî (Alçak) ... Biraz önce ha-

lini gösterdiğin çehresiz ve hayasız denî...

(Maskara başını eğer, tekrar İbrahim Ethem'

in dizlerine sarılır. Meçhul şahsın eli gözlerinde...

İbrahim Ethem, gaiplerde bir noktaya dalmış, ulvî

bir heykel...).

BEŞDNCD PERDE

(Deniz kenarı... Siyah ve meçhul fon önünde, sağ-

lı sollu kayalar... Şırıltılı sular...)

(Dbrahim Ethem sulara karşı yan oturmuş,

gömleğinin söküklerini dikiyor. Hafif su sesleri...

Deniz kuşlarının sesi... Biraz ilerisinde, ayakta,

balıkçı... )

İBRAHİM ETHEM - (Balıkçıya) Ayakta durma! Otur!

BALIKÇI - Ver de söküklerini ben dikeyim...

Dakikalardır uğraşıyor, bitiremiyorsun!

İBRAHİM ETHEM - Nefsimi meşgul etmeğe

bakıyorum. O beni meşgul edeceğine ben onu meş-

gul edeyim... Mümkün olsa da bir yandan söksem,

bir yandan diksem...

(Balıkçı merakla İbrahim Ethem'e sokulup

kumluğa oturur).

BALIKÇI - Kuzum, nedir senin şu nefs dedi-

ğin?.. Senden başka bir şey mi?..

İBRAHİM ETHEM - (Hep dikişle meşgul) O,

hem ben, hem benden başka bir şey...

BALIKÇI - Nasıl olur?

İBRAHİM ETHEM - Basbayağı olur!

BALIKÇI - Ben balakçıyım, Benim kayığım

dediğim zaman, kayık ayrı ben ayrı değil miyim?..

İBRAHİM ETHEM - Nefse gelince iş değişi-

yor. O, hem sen' oluyor, hem de senin dışında bir

şey... Sende ne varsa onlara benim şuyum, benim

buyum demiyor musun?.. Benim elim; benim aya-

ğım, benim başım... (Coşar) Ya sen nerdesin? Sen-

deki her şey ayrı ayrı senin olunca sen neredesin?..

Bendeki her şey, benim, benim diye sayıp tükettik-

ten sonra ben neredeyim?..

BALIKÇI - Aklımı oynatma benim!..

İBRAHİM ETHEM - Aklın oynasın da altın-

dan çıkanı gör!

BALIKÇI - O zaman nefs mi çıkar meydana?..

İBRAHİM ETHEM - Nefs çıkar! Senden ko-

par, Olancâ marifetiyle karşına dikilir. Köpeğe

benzer, akrebe benzer, yılana benzer.

BALIKÇI - Nefs ruh mu yoksa?

İBRAHİM ETHEM - Ne gezer!.. Ruhun kar-

şılığı, ters tarafı... Allah, gecenin karşısına gündü-

zü diktiği gibi, kalbimize nefs ile ruhu işlemiş...

Kalb'ın toplayıcı hakikatı doğmuş... O da, ben

dediğin şeye ayna olmuş...

BALIKÇI - Ne derin sır!..

İBRAHİM ETHEM - (Dikişini dizlerine bıra-

kıp balıkçıya döner) Asıl sır, onun altında... Ben

sana kabaca nefsi bildirdim; derinlere girmedim ki...

BALIKÇI - Gir!

İBRAHİM ETHEM - Giremem! Sen bir balık-

çısın ama, beyni kaynayanlardansın!.. Onun için

sevdim seni!.. Vaz geç hecelerden, harflerden, keli-

melerden... Nefsin işini bil, yeter!..

BALIKÇI - Neymiş nefsin işi?..

İBRAHİM ETHEM.- Allaha perde olmak...

Yapış o perdeye tırnaklarınla, yırt o perdeyi huzu-

ra çık!

BALIKÇI - Nasıl yırtılır o?.. Balık ağı değil

ki, geçireyim parmaklarımı da parçalayayım!..

İBRAHİM ETHEM - Onu bir balık ağı gibi

parçalamanın usulü, heveslerinden vaz geçmek...

Tacını, tahtını yıkmak, yele vermek...

BALIKÇI - Benim ne tacım var, ne tahtım!..

Belh SuItanı İbrahim Ethem değilim ki ben, tacı-

ma, tahtıma bir tekme indirip dağlara, kırlara çe-

kileyim...

İBRAHİM ETHEM - (Drkilir) İbrahim Ethem, haaaa?..

BALIKÇI - Evet. İbrahim Ethem!..

İBRAHİM ETHEM - Kim anlattı sana onun hikâyesini?

BALIKÇI - Herkes... Herkesin dilinde o... Niçin?..

İBRAHİM ETHEM - Boşuna bırakmış tacını,

tahtını!. Meğer muradı dillere destan olmakmış.

Gayesi şöhretmiş!.. Sahtekâr İbrahim Ethem!.. Mü-

râi (Gösterişçi) İbrahim Ethem!..

BALIKÇI - Ne yapabilirdi zavallı?..

İBRAHİM ETHEM - Namsız, nişansız kalma-

nın, silinip gitmenin çaresine bakabilirdi.

BALIKÇI - Allah onu Sultan yaratmış... E-

linden ne gelebilirdi ki?..

İBRAHİM ETHEM - Gizlenmek... İsterse sul-

tan kürkünün içine gizlensin... Eksik adammış İb-

rahim Ethem!..

(Dbrahim Ethem, kucağındaki gömleği alıp

tekrar dikmeye başlar, uzun durak... Su ve kuş

sesleri... )

BALIKÇI - Derviş Baba!

İBRAHİM ETHEM - (Gözleri dikişinde) Söyle evlâdım!

BALIKÇI - Öleceğiz, değil mi?

İBRAHİM ETHEM - Evet evlâdım!

BALIKÇI - Ama kimse inanmıyor buna..

İBRAHİM ETHEM - Nefs, ölüme başkaların-

da inanıyor, kendinde inanmıyor istediğin kadar

mezarlık kapılarına yaz: «Bütün nefsler ölümü ta-

dacaktır!»... Yine inanmaz. İnansa tek adım ata-

maz.

BALIKÇI - Nasıl olmalı bir mü'minin hâli?..

İBRAHİM ETHEM - (Bir an durur, dikişini

indirir, balıkçıya dikkatle bakar) Son nefesinde na-

sıl olacaksa hep öyle, her an öyle...

(Dbrahim Ethem tekrar dikmeğe başlar. Uzun

durak... )

BALIKÇI - Derviş baba!..

İBRAHİM ETHEM - Efendim?..

BALIKÇI - Bana, beyni kaynayanlardansın,

dedin! Bu hal çok yeni bende...

(Dbrahim Ethem bakar, cevap vermez. Durak... )

BALIKÇI - Benim beş yaşında nur topu gibi

bir oğlum vardı. (Denizi gösterir) Şuracıkta oynar-

ken sular onu alıp götürdü. Günlerce aradık, tara-

dık, izini bulamadık. Bir gün ağımın içinde bulma-

yayım mı onu?.. Annesi de çıldırdı. (Durak, perişan

eda ve yüksek ton) Bu ne hikmettir, Derviş baba?..

(Denize doğru) Şu denizi yumruklayayım, Allah'a

(Rabbim, bu işi niçin yaptın?» diye...

İBRAHİM ETHEM - (Keser) Sus!..

(Balıkçı kalakalır. İbrahim Ethem dikişini diz-

lerine bırakır. Karşılıklı bakışma...)

İBRAHİM ETHEM - Mal sahibi sen misin?

(Sükût... Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM - (Elini balıkçının suratı-

na uzatır) Şu suratını, dünyaya gelmeden kendin

mi ısmarladın?..

(Sükût... Uzun durak...)

İBRAHİM ETHEM - Bedavadan konduklarını

elinden aldıkları zaman niçin kendini kayıpta

görüyorsun?.. Sermâyen mi vardı ki, elinden gitti

diye tepiniyorsun?.. Nasıl oluyor da Allah'a hesap

sormaya dilin varıyor? (Durak, tonu değişik) . Ve-

ren o, alan o, güldüren o, ağlatan o, burada her

verdiğini orada saklayan o; daha ne istiyorsun?..

(Balıkçı hıçkırarak İbrahim Ethem'in kucağına

atılır. Başını göğsüne dayar. İbrahim Ethem, göz-

leri mâverâda, tatlı tatlı, balıkçının saçlarını ok-

şar.)

İBRAHİM ETHEM - Çıldıran anne bilse ki,

ondaki merhametin sahibi kendisi de değil, Allah;

hemen tesellisini, şevkini bulmaz mı?.. Yavrusunu

ensesinden kavrayıp kaçıran kedi, civcivini yem

yemeye çağıran tavuk, şu, bu, o, rahmet duygusu-

nu kimden aldı? Bu rahmet ortadayken hangi kay-

ba üzülebilir bir insan?.. (Durak... Eli, sarsılarak ağla-

yan balıkçının saçlarında) Herşey O'nun, herşey

O'nda... Batan ufukların dilsiz daveti... Solan renk-

lerin baygın rüyası... (Durak) Ağlayan öksüzün

gizli isteği... Çırpınan âşığın kavurucu humması...

Kayan gözlerin sessiz imdat çığlığı... Her şey O'nun,

her şey O'nda... (Durak, değişik ton, tane tane) O

ki, Allah'a maliktir, neden yoksundur; o ki Allah'

dan yoksundur, neye maliktir? (Durak, balıkçının

hıçkırık sesleri) Ağla, evlâdım; ağla! O da Allah'ın

sana rahmeti...

BALIKÇI - (Dbrahim Ethem'in kucağından

doğrulur) Ben Allah'tan korkmak istemiyorum, O'

nu sevmek istiyorum!

İBRAHİM ETHEM - Hem sev, hem kork! Sev-

diğin kadar kork, korktuğun kadar sev! Âlemde

sevgiden büyük korku mu olur?.. Asıl sevilenden

korkulur!

BALIKÇI - Ne yapsam da kendimi kaptırsam

O'na!

İBRAHİM ETHEM - Sen mi kaptırırsın, O

mu kapar, belli olmaz! Belki de seni kapmak için

başına sardı bu felâketi!.. Ateşten ok yüreğine ya-

pışınca anlarsın!

BALIKÇI - Yüreğimi açtım. Bekliyorum.

İBRAHİM ETHEM - Bekle!

(Uzun durak... Birden sağ tarafta bir at kiş-

nemesi, Balıkçı ayağa fırlar. Gözü sağ tarafta...)

BALIKÇI - Atlılar durdu. Vali ve adamları..

Vali atından indi. Bize doğru geliyor.

İBRAHİM ETHEM - Gelsin varsın?..

BALIKÇI -. (Gözleri hep sağ tarafta) Bana

işaret!.. Şimdi gelirim. (Balıkçı hızla sağdan çıkar.

İbrahim Ethem, hafifçe sağına döner. Cephesiyle

denize, sırtıyle sahnenin sağ tarafına yan vermiş

dikişini dikmeğe koyulur.)

(Uzun durak... Su ve kuş sesleri...)

(Sağdan Vali gelir. Arkasında balıkçı... İbra-

him Ethem gelenleri görmez. Vali birkaç adım atıp

durur.)

VALD - Selâmün aleyküm ey yüce velî..

İBRAHİM ETHEM - (Soluna dönerek) Aley--

kümüsselâm.. Ey koca Vali!..

VALD - Belh'den bir nâme aldım. Belh Sul-

tanı, seni, rahat bir araba içinde oraya gönderme-

mi istiyor.

İBRAHİM ETHEM - Boşuna zahmet?.. Ben

burada, yumuşak kumların şiltesi üzerinde çok ra-

hatım...

VALD - Olmaz! Göndermeğe mecburum!

İBRAHİM ETHEM - Zorla mı?..

VALD - Gerekirse zorla... Belh'e dönmelisiniz..

İlle dervişlikse muradın, orada sürdürmelisin der-

vişliğini!..

İBRAHİM ETHEM - Sarayda mı?..

VALD - Senin gibi bir Sultan oğIu, Sultan oğ-

lu bir Sultan, lâyık mı ki, böyle dağlarda, kırlarda,

deniz kenarlarında, kayalıklarda sefil sefil dolaşsın?..

(Balıkçı hayretten elleriyle başını kavrar.)

VALD - Eski Belh Sultanı İbrahim Ethem,

şimdi kumluklarda söküklerini dikiyor. Görülmüş,

duyulmuş iş mi bu?..

İBRAHİM ETHEM - (Başparmağı ile şehadet

parmağı arasında iğnesi görünen sağ elini valiye

uzatarak) Daha neler var bu dünyada, görülecek

duyulacak!..

VALD - Nedir o elindeki?..

İBRAHİM ETHEM - Dikiş iğnesi...

VALD - Bir zamanlar kılıcınla dağları böler-

ken şimdi bir iğneye mi kaldı işin?..

(Dbrahim Ethem ayağa kalkar. Gömleğini ye-

re barakır. İğnesi daima parmaklarında...)

İBRAHİM ETHEM - (Dğneyi valiye uzatarak)

Bu iğne o kılıçtan daha kuvvetlidir.

VALD - (Dğneyi İbrahim Ethem'in parmakla-

rından kopararak) Aklını da bozmuşsun sen!.. Za-

ten insan, aklını bozmadan senin yaptıklarını ya-

par mı?..

İBRAHIM ETHEM - İyi bildin! Aklımı boz-

dum. (Elini gırtlağına götürür) Boynumu bura-

dan kesip başımı çöplüğe attım. Şimdi beni çöplük

çöplük dolaştırıp başımı mı aratacaksınız? İstemi-

yorum! Sizin olsun!

VALD - Gelmezsen seni askerlere tutturaca-

ğım! Elini, kolunu bağlatacağım! Yemeğini bile

ağzına kaşıkla verecekler... Belh'e gideceksin! E-

ğer keramet sahibi isen zincirlerini kırar, havada

uçar, kaçarsın! Razı mısın?

İBRAHİM ETHEM - Razı değilim!

VALD - Keramete güvenmiyor musun yoksa?

İBRAHiM ETHEM - «Yok»a güvenilir mi?

Ben «var da yok olmaya bakıyorum. Hiç «yok»da

var olmayı düşünebilir miyim?

VALD - Ya senin için havada uçuyor, suda yü-

rüyor diyenlere ne buyurulur?.. Bunlar keramet de-

ğil mi?..

İBRAHİM ETHEM - Bunlar oyuncak!.. Ha-

vada sinek de uçuyor, suda kurbağa da zıplıyor. Ke-

ramet bunlarda değil, âcizlikte... Toprak üstünde

sürünemiyecek kadar âcizlikte... (Elini uzatır) Ver

bana iğnemi!

VALD - Vermiyeceğim! Yoksa keramet iğnede mi?

İBRAHİM ETHEM - Olabilir! Allah isterse o

iğnenin ucuyla bana üzüm taneleri gibi yıldızları

taplatır.

VALD - Yaaaa?.. Demek keramet bu iğnede...

(Vali hızla yürüyüp siyah fonun önüne gelir.

İğneyi denize fırlatır. Su sesleri...)

(Balıkçı dehşetle atılıp İbrahim Ethem'in o-

muz başına geçer. İbrahim Ethem, sol yanını deni-

ze vermiş, dimdik bir kaya...)

İBRAHİM ETHEM - (Sağ elini denize uzat-

mış, en yüksek sesiyle) Balıklar!.. Getirin iğnemi

bana!..

(Uzun durak... Vali, kaşları çatık, dehşetler

içinde denize bakıyor. Balıkçı bir atılışta İbrahim

Ethem'in önüne geçer, iki büklüm, gözlerini sulara

saplar. İbrahim Ethem, nereye baktığı belirsiz,

kaskatı... )

BALIKÇI - (Aynı iki büklüm vaziyette, elini

uzatmış, var kuvvetiyle) Bakın, bakın! Bir balık,

kafası su yüzünde, ağzında iğne, bize doğru geli-

yor!..

(Balıkçı koşar, siyah fonun önünde diz çöker,

elini uzatarak iğneyi alır, kalkar döner, delilikten

aşırı bir hayret tavriyle iğneyi İbrahim Ethem'e

uzatır. İbrahim Ethem son derece sakin, vekarlı...)

İBRAHİM ETHEM - (Dğneyi alırken) Ema-

nete kıydım. Sırrı açığa vurdum. Demek bu dünya-

da nöbetim sona erdi artık...

(Uzun durak... Balıkçı daima şaşkın ve büyü-

lenmiş, vali kaskatı, somurtmakta... İbrahim Et-

hem ayni vekar içinde...)

İBRAHİM ETHEM - (Balıkçı ve Valiye) Hoş-

ça kalın dostlarım!.. Sen koca Vali; Belh'e selâm

gönder, şen olsunlar!.. Sen! de dertli balıkçı, bana

iğnemi getiren balığı ağına düşürmekten sakın!..

Ağ atmayı bırak, Allah'ın ağına düş!..

(Çıt yok... Donmuşlar... İbrahim Ethem yü-

rür, yerden gömleğini alır: İğneyi üzerine geçirir

sol kolu üzerine atar, sağa doğru ilerler.)

BALIKÇI - Nereye gidiyorsun, Ya İbrahim Ethem?..

İBRAHİM ETHEM - (Durur, başını çevirir)

Meğer farkında olmadan kefenimi dikmeğe başla-

mışım... Onu tamamlamaya gidiyorum!

BALIKÇI - (Yalvaran ton) Gel, bizim kulü-

beye gidelim!

İBRAHİM ETHEM - Ben dünya kulübesine

sığamadım; senin kulübene nasıl sığabilirim? En

doğrusu, büyük gelir bana senin kulüben...

BALIKÇI - Lütfen!

İBRAHİM ETHEM - Ben sultan doğdum, Ba-

na saray gerek... Öyle bir saray ki, genişlikte en

geniş de, darlıkta en dar...

BALIKÇI - Saraya mı, saraya mı gidiyorsun..

İBRAHİM ETHEM - Saraya!.. (Gömleğini

uzatır) içine yalnız beyaz gömleklilerin alındığı...

Kuma uzatılıp kalıbının çıkarıldığı... Boyuna göre

yer verildiği... Saray!.. İçinde kılıçlı böceklerin nö-

bet tuttuğu... Havaya, ışığa bile yasak denildiği...

Darlağın genişliğe çevrildiği... Saray! (Gömleğini

indirir, azametli tavır) Ben, Belh Sultanı İbrahim

Ethem, sarayıma gidiyorum!

BALIKÇI - (Çığlık çığlık) Ayrılma,kal!

İBRAHİM ETHEM - Hiç ayrılmamaya, büs-

bütün kalmaya gidiyorum! (Hepsi birden aynı va-

ziyette heykelleşmiş...)

(Uzun durak... Derinlerden, müziksiz koro hâ-

linde bir ilâhî... )

Toprakta kimler yatar?

İğnesin suya atan,

Balıklara getirten,

İbrahim Ethem yatar!

-SON-