O ve Ben

 

b d yayınları

BÜTÜN ESERLERD Cilt 6

HOCA ÖVEYS KÜTÜPHANESD

O VE BEN / OTOBDYOGRAFD

14.Basım / Şubat 1999

b d yayınları Kurucusu Necip Fazıl Kısakürek

Yayın sorumlusu Suat Ak Müessese müdürü Emrah kısakürek

Her hakkı b.d. yayınlarına aittir.

b d yayınları Ankara Caddesi Vilayet Han Nu 10 Kat 3 Cağaloğlu

528 55 51 511 08 73 512 59 22

ISBN 975-8180-24-X

istanbul

TANIYINCAYA KADAR 1904 -1934

KONAK

Çemberlitaş'ta, Sultanahmet'e doğru inen sokaklardan birinde, kocaman bir konakta doğmuşum...

Harem ve selâmlık halinde iki kapılı, dört katlı ve bilmem kaç odalı bu konak, içinde, yakıcı

hâtıraların kay¬naştığı tütsü çanağıdır. Renk renk, şekil şekil, fısıltı fısıltı hatıralar... Bazen de

çığlık çığlık...

Çocuk denecek kadar gençken yazdığım «Bir Yal¬nızlık Gecesinin Vehimleri» isimli hikâyemdeki

mekân

işte bu konak...

Selâmlık kapısının önünde, bodrum katının üstün¬de, birkaç merdivenle çıkılan, köşeleme mermer

bir sa¬hanlık ve yanında küçücük bir bahçe... Mermer sahanlığa, üst katın çıkıntısından iki sütun

iniyor. Ve giriş kapısı...

Asıl bahçe, büyük bahçe, konağın arkasında... Bahçenin iki ucunda, uşak odası ve çamaşırhane, iki

ayrı binacık... Ortada, yakın bir bildik gibi suratının bütün çizgileriyle tanıdığım bir dut ağacı.

Bahçenin konak tarafında, dikine batırılmış çakıl taşlarından daracık bir yol.

Bahçeye, komşu konakların arka cepheleri bakıyor. Şu esvapçıbaşımn, şu bilmem kimin evi...

Konağın içi müthiş girift. Kocaman salon... Sofalar üzerinde, büyüklü küçüklü odalar; ve odalardan

geçtikçe oradan ve buradan sağa sola kıvrılan dehlizler, geçitler, aralıklar, merdivenler, bölümler...

Her taraf loş, her köşede her ân akşam havası... Rutubet kokuyor her taraf...

Konağın birinci katında taş zeminli büyük yemek odası. Ayrıca resmî ziyaretlere mahsus odalar...

İkinci katında teklifsiz misafirlere ait büyük salon - sofa. Buradan geçilen ve arka bahçeye bakan

şatafatlı salon; ve oraya karanlık bir koridorla bağlı, büyük babamın kitap odası. Sonra, üçüncü

kattaki yatak odamız... Bu odanın yaldızlı çıtalarla çerçeveli siyah kadife kaplı tavanı, onun

karşısında ve sokak üstünde, büyük babamla cici annemin (ba¬baannemin) büyük, çok büyük yatak

odaları... Derken dördüncü kat ve tahtapoşlar... Yedikule'den gelen trenlere bakan ve insana baş

dönmelerinin en tatlısını veren tahtapoşlar... Bunlar, hatıralarımın bucak bucak kan lekelerini taşır.

BUYUK BABAM

Büyük babamı görüyorum; aşağı kattaki yemek salonunda, büyük sofranın başında... Etrafında

haremi, kız¬ları, gelini ve torunları... Solunda ve yanıbaşında ben va¬rım... Hava soğuksa

muhakkak onun kürküne büriilü-yüm...

10

Beş - altı yaşındayım...

Büyük babam her ân bana bitişik yaşar.

O sofraya gelen sıcak yemeklerden hiç hoşlanmaz. ݺte cici annemi ve hizmetçileri haşlıyor. Herkes

başı önünde, susuyor; bir benim başım dik... İstersem avaz avaz haykırabilirim, büyük babamı da

susturabilirim. Ba¬na izin sonsuz... Büyüklerin, çocuklar yedikten sonra sof¬raya oturduğu

zamanlarda da ben, hem küçüklerin hem büyüklerin masasında hep baş köşedeyim...

Büyük babam İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İsti¬naf Reisliğinden emekli, Maraşlı Kısakürekzâde

Hilmi • Efendi... Abdülhamid'e atılan bomba hadisesinin tarihî muhakemesini büyük babam

yapmış... O devrin parasiy-le, emekli aylığı olarak 80 altın alıyor.

Parası, bir Adliye mutemedi tarafından her ay ko¬nağa getirilir. Memura kapıyı açan uşak daima

beni çağı¬rır, ben de şıngır şıngır para torbasını kaptığım gibi bü¬yük babama götürürüm. Öbür

torunlar da arkamda... Bü¬yük babam torbadan bir altm çıkarıp bana verir. Öbürleri¬ne gümüş

kuruşlardan ve nihayet çeyreklerden başka bir şey düşmez.

Ayda beş altına kalabalık ailelerin geçindiği o gün¬lerde, 80 altının ve ayrıca birçok mülk ve

akardan gelen iratların döndürdüğü konağı hayâl etmeli...

Aşçı ve yamakları, birçok uşak, dadı, kadın hiz¬metçi, zenci köle, arabacı; ve birer fayton ve kupa

araba-siyle Şahin ve Mazlum isimli kestane dorusu iki pırıl pırıl at.

11

MATMAZEL

Bir de, matmazel aşağı, matmazel yukarı... Tathsu Frenk'i, altmışlık bir kokona... Hem de bakire...

Babamın Fransızca öğretmeni, benim de mürebbiyem güya...

Altmışına kadar fjviişel Zevako) tipi kahraman şö¬valyesinin atla gelip kendisini kaçıracağı günü

bekleyen romantik kokona...

RUH

Anlaşılıyor ki, konağın ruhu büyük babam; ben de onun ruhuyum... Çünkü biricik oğlunun biricik

oğlu¬yum... Babadan oğula, içinde yaşattığı soy idealinin onca en mükemmel numûnesiyim.

Sağ kolumu açar ve orada gördüğü ben'i babasın-dakine benzetir ve öper; elimin parmaklarını

kendi el ayalarına yerleştirir ve mafsal yerlerindeki kırışıkları tıp¬kı babasındakilere eş bularak

öper, öper.

Babasının ismi Ahmet Necip... Bana o ismi ver¬miş.

Zekâma gelince bu noktadan mesuttur. Her vesi¬leyle haykırır;

— Gel benim akl-ı evvel (akılda birinci) torunum!

Sonra tercihindeki hakikati göstermek için torunla¬rını önüne dizer, herhangi bir Divan'dan bir

beyit okur, kimse onu tekrarlayamaz ve ben bülbül gibi başta ve son¬da tekrar edince de;

— Gördünüz mü, der; nasıl sevmeyeyim akl-ı

evvel torunumu?

Ve bana altın, öbürlerine çil kuruşlar...

12

Misafirlerine de her defa tiyatro perdesi gibi, be¬nim zekâ sahnemi açmaktan daha büyük haz

tanımaz...

Misafirler gittikten sonra, tütsüler üstünden atlatı¬lırdım!.. Hâlâ kokuları burnumda...

CDCD ANNE

Torunlarının «Cici Anne!» diye hitap ettiği büyük annem, büyük babamın zevcesi Zafer Hanım,

şanlı bir İs¬tanbul hanımefendisi... Eski Halep Valisi, Hariciye Müs¬teşarı, Zaptiye Nâzın Salim

Paşa'nm kızı...

Salim Paşa Halep Valisi iken, kendisine bağlı bir mutasarrıflık olan Maraş'a gelmiş, Kısakürek

oğullarının konağına inmiş; o zaman toy bir delikanlı olan büyük ba¬bamı görmüş, zekâsına hayran

olmuş, yanına almış, İs¬tanbul'a gitmiş, tahsil ve terbiyesiyle uğraşmış, sonunda da kendisine

damat etmiş...

Eğer bu satırların çerçevelediği şeyler, Efendime açılan yolumun ve bu yol başındaki ruhî anlarımın

kalın hatlarla karalanmış, sadece malzemelik, basit dekorların¬dan ibaret olmasaydı; eğer bu

dekorların bahane tiplerine ayrıca değer vermem icap etseydi; Zafer Hanımefendiye, uzun, çok

uzun bahisler ayırmam, onu tek başına bir mevzu diye ele almam gerekirdi.

Kadın saçlarının topuklara kadar indiği o devirde bile, bugünün kesik saçlarına eş; kırpık saçlı başı

ve dai¬ma sultanî edâsiyle cici annem, bütün İstanbul'da dillere destan elmasları, ziyafetleri,

armonikli piyanosu ve çoğu Garp dillerinden tercüme sepet sepet romanları ve karma¬karışık bir

dekor içinde, Abdülhamid devrinden Meşruti¬yet sonrasına aktarılan, Şark ve Garp bulamacı,

Tanzimat

13

artığı, mihrakından oynatılmış ve yeni mihraka oturtula¬mamış hafakanlı İstanbul

hanımefendisinin en tipik bir örneğidir. Cemiyetin ruhî dayanağındaki, o zamanlar alıp yürüyen

şaşkınlık ve muvazenesizlik, onun mizaç ayna¬sından ne canlı akisler püskürtüyordu...

Her şeyden önce, müthiş bir sinir, vehim kumku¬ması...

Denizden korkar, vapura binemez; Sarıyer'deki köşküne, karadan Şahin ve Mazlum'un çektiği kupa

ara-basiyle gider.

Ölümden öyle ürker ki, geceleri yatağına dümdüz uzanmayı bile yarı ölüm sayar ve başmm altına

dört beş yastık koyar. Sanki oturduğu yerde ölüm onu bastıramaz ve omuzlarını yere getiremez.

Vehme bakın ki siz, konağın üçüncü katındaki ya¬tak odasında, yangına karşı başka çare kalmazsa

pencere¬den inmek üzere bir ip merdiven bulundurur. Halbuki o da yaşça altmışı geçkindir, hayli

şişmandır, sargılar altın¬da boru gibi duran bacaklariyle, ip merdivenden değil, konağın şahane

merdivenlerinden bile rahat rahat inip çıkmak iktidarında değildir.

Çocuk sevmez, şefkatten pek anlamaz, evin manevî havasını mayalandıncı derinliğine bir iç

hüviyet belirtmez; ya ilâç şişeleriyle dolu maun dolabına abanık, yahut görülmemiş israfların ve

günübirlik meselelerin si¬niri içinde, çırpınır, durur. Ve hep, dışına biraz fazla sızan nefsâniyet

haliyle göze çarpar.

Çocuklar yemesin diye arka salonun püsküllü ka¬nepeleri altına sakladığı tatlıları bir hücumda yok

etmek ve ip merdivenini pencerelerden sarkıtmak en büyük zev-kimizdi.

Fakat o daima asıl ve zarif...

14

ÖBÜRLERD

Evet, büyük babam ve cici annem...

Konakta büyük babam, bütün özeniş ve değişmele¬re rağmen, saffetli ve Anadolulu kalma

seciyesinden; cici annem de, kâbus çatılarının ördüğü büyük şehir kadının¬da, kararmış bir iç

hayatın dışına fışkırttığı bunalma ha¬linden birer mostra...

Annesinin, cici annemin bir kopyası olan, Tevfik Fikret düşkünü küçük halam ve beş çocuğu...

Daha ziya¬de babasına, büyük babama çekmiş, içli ve ağır başlı bü¬yük halam ve iki çocuğu... Etti

mi yedi çocuk?

Ya ben?.. Evin veliahdı, baş gözdesi, erkek oğlun erkek oğlu...

Ve benden bir - iki yaş ufak ve hep boynu bükük İkiz kardeşim Selma... Kız olduğu için itibarda

değildir; |ve konağın, sadece ezilmeye memur gelini annemden başka kimseden himaye

görmemektedir. Öbür torunlar, ev sahibi büyük babalarından himaye görmeseler de, Za¬fer

Hanımefendinin kızları annelerinden gelen bir şıma¬rıklık imkânı içindedirler. Fakat Selmacık ne

büyük baba¬sından alâka görür, ne cici annesinden, ne de zaten hiç bir kimseyle hiç bir alâkası

olmayan babasından, babam¬dan... O, evi dolduran dokuz çocuk içinde ağabeyi, ben, büyük küçük

herkesin ensesinde boza pişirirken, minicik siyah önlüğüyle bir duvara yapışmış mahzun mahzun

ba¬kan ve önünden geçenleri rahatsız etmekten âdeta çeki¬nen bir gölgeciktir. Altı yaşında ölen

Selma, bebekliğin¬den beri, daima duvarlara yapışmış ve ortalarda şuna bu-

15

na engel olmaktan ürkmüş, beyazı damar damar görünen elâ gözleriyle hep öleceği günü bekledi.

Selma bende, çocukluğumun en derin ukdelerinden biri...

Annemle babam mı?

Onları da birkaç satıra sığdırmaya mecburum.

Annem, uzaklardan, uzaklardan, Akdeniz kıyıla¬rından İstanbul'a hicret etmiş bir ailenin kızı.

Babamla evlendiği zaman ondört - onbeş yaşlarında... Babam da onaltı - onyedi...

Annemin tarafı, Aksaray'da, birkaç odalı eciç-bü-cüç bir ahşap evde otura dursun...

Çocukluğunda, büyük babamın biricik oğlu sıfatiy-le hayâle sığmaz haşarılıkların kahramanı ve

«Deli Fa¬zıl!» lâkaplı babam saldırganlığını o hale getirmiş ki, ni¬hayet aile dostları içinde hikmet

sahipleri:

— Kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu kurtarmak için, demişler; hemen tezinden, bu küçük

yaşta evlendirmekten başka çare yok!..

Ve başlamışlar kendilerine denk ailelerden kız iste¬meğe...

Denk ailelerden hiç biri bu garip çocuğa kızını ver¬memiş...

Annem gibi, aynı Akdeniz memleketinden olan ci¬ci annem bir yakını ve memleketlisi tarafından

Aksa¬ray'daki eciç - bücüç evin ondört - onbeşlik bakiresini ha¬ber almış...

16

Aksaray'daki fakir evin önünde bir gün mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi

konağa gö¬türüyorlar.

Burnunun ucuna kadar kapalı, bütün ömrünce Al¬lah'ı, Resulünü ve emirlerini anıp ağlamaktan

başka işi olmayan ve dört yanı hep ahret kardeşleriyle çevrili yaşa¬yan dul ve ümmî anneannem,

(Dkinci Dünya Harbine ka¬dar yaşadı) kayıtsız ve şartsız teslimiyet örneği derin ve fedakâr

Müslüman - Türk annesi timsâli mübarek kadın, bu garip izdivaca razı oluyor. Öyle ya, kızını

isteyen bü¬yük bir aile...

Uğultu girdabı konakta, ondört - onbeşlik masum ve iptidaî, o da annesi gibi ümmî bakirenin hâli?..

Öyle ki, babamın tavrı, anneme tahammül edeme¬diği zamanlar «götürün!» diyor; çocuk kadını,

konağa ya¬kın bir tarafta tuttukları bir evciğe taşıyorlar. Sonra «geti¬rin!» diyor; yaka - paça

konağa döndürüyorlar, çocuk ka¬dını...

Annem, uğultulu konakta en hatırlı hizmetçiden bir derece daha üstün, aslî kadronun en

küçüğünden de bir derece aşağı ve herkesin gel-git emrine memur acı bir mazlumluk hayatı

sürüyor; ve bütün ümidini, doğurduğu erkek çocuğa bağlıyor. Bana...

Ah!..

SDYAH KADDFE TAVAN

Halamın gelinlik odası diye süslenen, yaldızlı çıta¬ların çerçevelediği siyah kadife tavanlı salonda

doğmu¬şum. Beni, vilâdiyeci bir erkek doktor almış...

17

O kadar cılız ve çelimsizmişim ki, doktor, sağ eli¬nin şehâdet parmağiyle orta parmağını çenemin

altına ge¬çirmiş, beni mangal maşası gibi tutmuş ve leğene sokup bu vaziyette yıkamış...

Halime bakanlar:

— Yaşamaz bu çocuk! Demişler.

Babam da, bir erkek çocuk sahibi olduğuna dair müjdeyi, o günlerde Boğaziçi'nde oturan büyük

babama vermek için tek başına kullandığı (brek) arabasının atını çatlatırcasına sürerek Sarıyer'i

boylamış. Büyük babam o kadar sevinmiş ki, o vakarlı ve ağır başlı Hilmi Efendi Hazretleri, hemen

oğluyla beraber (brek) arabasına atla¬yıp aynı hızla İstanbul'a dönmekte ve kendisini havaî

oğ¬luna emanet etmekte tereddüd göstermemiş..

Fakat o da bana bakıp hayıflanmış:

— Çok küçük... Yaşar mı, yaşamaz mı, Allah bilir! ݺte tam tarih:

26 MAYIS

1320 —1604

REBDÜLEVVEL

İki yaşında, Sarıyer'deki köşkün üst katında, beşik¬ten yuvarlandığımı ve en önde büyük babam,

bütün ev halkının telâşla pat pat, merdivenlere koştuğunu hatırlıyo¬rum.

Anneme, büyüklüğümde bu hâtıramı anlattığım za¬man, gözleri dehşetle açılmıştı:

— Hayret! Tamamiyle doğru! Bütün köşk birbirine girmişti. Nasıl da hatırlayabiliyorsun?

O vakitler ilâve etmiştim:

18

__Köşkün arkasında, bahçe tarafında, çamaşırlık

gibi bir yer vardı. Rafında da, bir tabak içinde beyaz bir madde. Duvara dayalı merdivenden çıkıp

kaymak sandı¬ğım o maddeden yemeğe başladım. Meğer kireç kaymağı değil miymiş?.. Yine

bütün köşk birbirine girmişti.

__Evet, evet, demişti annem; olur şey değil, sen¬deki hafıza !..

Devam etmiştim:

__Galiba İstanbul'a gelen ilk otomobillerden birini

babam satın almıştı. Bahçede otomobilin tekerlekleri, ta¬kozlarla hafifçe havaya kaldırılmıştı.

Muayene mi, tamir mi bir şeyler yapıyorlardı. Gizlice arabanın altına girip âletlerini kurcalamaya

başlamıştım. Üç dört yaşında var mıydım, yok muydum, bilmem! O sırada motoru işletti¬ler.

Tekerleğin pul pul demirli lâstiği başıma çarptı ve de¬rin bir yara açtı. Kanlar içinde yere serildim.

Annem haykırmıştı:

— Sus, sus! O meseleden büyük baban, az kaldı hepimizi öldürecekti. Günlerce yatakta kaldın!

60 küsur yıllık yaranın izini, sağ kaşımın üstünde, alnımın sağ yanında taşıyorum. Yara izi alnımda,

fakat o günler nerede?..

SDRKELD BEZLER

Alnımda, hâlâ, sirkeye batırılmış soğuk bezler his¬setmekteyim. Keskin bir sirke ve hasta odası

kokusu...

Evet, alnımda sirkeli bezler... Ateşimi alsın diye...

Bütün çocukluğum, ilk çocukluğum, hastalıkla geçti. On - onbeş yaşıma kadar, bir çocuğun

çekmesi mümkün ne kadar hastalık varsa hemen hepsini çektim.

19

Kaç kere hayatımdan ümit kesilmiş; ve ben, Allah öyle istediği için, her defasında kefeni

yırtmışım...

Oğlunun dünyaya gelişinden sonra, (Mekteb-i hu¬kuku bitiren babamın, bir baltaya sap olması

için, büyük babamın zoru altında tâyin edilip gittiği ve bizi alıp gö¬türdüğü Bursa'da az kaldı

ölüyormuşum...

Irmak kenarındaki evimizin odasında, mangal ba¬şında, eldiven çıkarır gibi, şerit şerit derilerimi

yüzdüğü¬mü biliyorum. Kızıl hastalığından kurtulduktan sonra... Hâlâ kulağımda ırmağın şırıltıları

ve kırk derece ateş içinde seyredilen dünya.

Derken Mudanya'ya kadar yaylı araba ve İstanbul'a dönüş... Zaten benim Bursa'ya götürülmeme

razı olmayan büyük babam, bu kurtuluştan sonra babamı hemen İs¬tanbul'a aldırtmış ve beni

yanından hiç ayırmamış...

TELKDN

Büyük babam kitap odasında bir sedirde... Sedire çömelmiş, gözlüğü gözünde, dırıltılı bir şarkı

söyler gibi Fuzulî Divanını okuyor. Ben de odaya girip yanına soku¬luyorum. Beni kürkünün içine

alıp öpüyor ve sonra bir kâğıt çıkarıp üstüne birtakım yazılar yazdırıyor ve:

— Yaz bakalım şuraya; diyor, büyük babanın ismi¬ni yaz!..

Özene bezene, kâğıda bir «Hilmi» konduruyorum. Fakat sonundaki «ye» harfi biraz çarpık kaçıyor;

bunu beğenmiyorum, büyük babam duruşumdaki tereddütü an¬lıyor ve gülümseyerek ne

yapacağıma bakıyor, «ye» har¬finin kuyruğundan imza çizgisi gibi bir şey çekip düzelti¬yorum ve

kâğıdı uzatıyorum. Çirkinliği sezişim ve düzel-tişim o kadar hoşuna gidiyor ki, beni göğsüne

basıyor ve iftihar gözyaşları döküyor.

Büyük babam bana en küçük yaşlarda okuyup yaz¬mayı öğretti. Bilmem ki, dört - beş yaşında su

gibi oku¬yup yazıyordum dersem inanır mısınız? O zamanın ağdalı diliyle günlük gazeteleri, dört -

beş yaşında okuyor, anlı¬yor, hattâ anlatıyordum.

Daima hastalıktan hastalığa geçtiğim için, dokto¬rum meşhur Kadri Reşit Paşa, sık sık konağa gelir

ve bu erken ruhî inkişafımı bildiği için de, ben salona girince şöyle derdi:

— Gel bakalım, benim büyük küçüğüm!...

Ve bana sual sorup cevap aldıkça dört - beş yaşın¬daki çocukta bu vaktinden evvelki gelişmeye

hayret eder¬di.

Yatakta da büyük babamla beraberim ve kürkünün içindeyim...

İlk dinî telkinlerimi ondan aldım.

Yatakta ondan hep dinî menkıbeleri dinliyorum.

ݺte, üçüncü katta, bizim yatak odamızın karşısın¬daki büyük yatak odasında, kocaman bir ceviz

karyolada büyük babamın yanında ve kürkünün içindeyim. Hazret-i Ali'ye, onun misilsiz kuvvet ve

şecaatine dair bir menkı¬be dinlemiş bulunuyorum.

Soruyorum:

— Büyük baba, Hazret-i Peygamber mi daha kuv¬vetliydi, Hazret-i Ali mi?..

20

21

Beş - altı yaşındaki çocuk saffetinin içinden fışkı¬ran bu sual, büyük babama hem çocuklara, hem

de bü¬yüklere verilebilecek cevapların en güzelini verdiriyor:

— O kimseyle ölçülmez, O'nda Peygamber kuvve¬ti vardı.

Büyük babamın «O'nda Peygamber kuvveti vardı.» sözünü, hecesi hecesine hiçbir ân unutmadım.

Allah büyük babama rahmet eylesin...

KISAKÜREK

En küçük yaşta aldığım telkinler arasında, bir de Maraşlılık, Anadoluluk şuuru... Büyük babam,

oğlunun ve torununun İstanbul'da doğmuş olmalarına rağmen, be¬ni kökümle, kök nisbetimle

alâkalanmaya davet ederdi.

Ne büyük babamın rütbesi, ne bir şey... Maraş ve Kısakürek oğulları... Alâka bunlara... Yavuz

Sultan Selim devrinde Maraş'ta hükümet süren ve OsmanoğuUarmdan daha eski bir familya olan

Dulkadir (Zülkadir) oğullarına bağlı Kısakürek'ler kolu... İçlerinde birçok büyük din adamı bulunan

Kısakürek oğullarının son vardığı halka, Mevlâna Bektut Hazretleri, Dulkadir oğludur. Büyük

ba¬bam da, Mevlâna Bektut'dan gelen kolun daima babadan oğula, ana dalı üstünde...

İsmin nereden geldiği üzerinde de birçok rivayet: Maraş'ta vaktiyle bir kıtlık olmuş ve o zamanki

cedlerimiz, kimine kısa, kimine uzun kürekle erzak dağıt¬mışlar da, ondanmış...

Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinde Maraş'ı zap¬tettikten sonra bir camiin açılış merasiminde bir

kürek lâzım olmuş da, cedlerimizden kısa boylu birini omuzla¬rından itip:

22

— Alın size bir kısa kürek!.. Demiş ve ondan sonra bu zatın kolu Kısakürek is¬mini almış...

Yok o değilmiş de kürek kemiğiymiş, şuymuş,

buymuş...

Hangisiyse ve her neyse. Değer verilecek nokta,

Kısakürek'lerin Yavuz Sultan Selim devrine kadar varan mazbut bir şecere içinde aralarından olgun

din adamları yetişmiş, sâf Anadolulu bir sülâleden geldikleri.

Aşırı bir hemşerilik gayreti güden büyük babamın tesiri, konağın kapılarım, ardına kadar Maraşlı

ziyaretçi¬lere ve ricacılara açtırmıştı.

En küçük yaşlarımın hatırası, Balkan Harbinin İs¬tanbul'dan derinden derine duyulan boğuk top

sesleri. Ça¬talca önlerine kadar gelen düşmana, denizden ve karadan atılan toplar... İmparatorluğun

paniği... Balkan Harbinde bozgun veren ordu döküntüleri arasında yaralı birçok Ma¬raşlı konağı

doldurmuştu. Hayâl meyal, aralarında dolaş¬tığımı ve onlara yiyecek ve içecek taşıdığımı görür

gibi¬yim.

Tam sekiz yaşındayım. .

YARAMAZLIK

Balkan Harbi yaralıları arasında gelip de, sonra bü¬yük babamın himayesine eren ve Adliyeye

giren kalın si¬yah kaşlı, mert yüzlü, gayet ağır ve sakin tavırlı Mustafa

Efendi...

Bu Mustafa Efendi, son zamanlarda İzmit Ağır Ce¬za Reisiydi ve 1943'de Erenköy'ündeki evimize

gelip o sene doğan ilk oğlum Mehmed'in kulağına ezan okumuş¬tu.

23

ݺte bu Mustafa Efendi bana, konağın ilk katında, yemek odası katındaki küçük ve resmî ziyaret

odasında Kur'ân dersi verirdi.

Garip ve derinliğine doğru, bir iç hayat istidadı içinde, duygularım dışarıya vurduğu zaman ne türlü

yara¬mazlıklara, haşarılıklara kalktığımı tasarlayabilir misiniz? Benim için:

— Babasını geçecek galiba yaramazlıkta... Diyenler de vardı...

Konağın tavanarası merdiveninden tâ birinci katın avlusuna kadar trabzanlar üzerinde kaymalar...

Yaralı bir atın cılk etine pergelle dokunup ondan muhteşem bir tek¬me yiyerek yerde

yuvarlanmalar...

Çamura bulanmış bir sürü cam kırığını bir kova içinde arabacının başına geçirmeler... Zafer

Hanımefendi¬nin ne kadar zaafı varsa onlara doğru hücum etmeler, onun armonikli piyanosunu

avaz avaz bağırtmalar, ilâçlarını birbirine katmalar, kitaplarını altüst etmeler, ki¬lerlerini

boşaltmalar... Neler, neler?

Öbür çocuklar da, Selmacığım müstesna, hep mai¬yetimde ler... Bir tehlike görünce can attığım

liman, bü¬yük babamın eteği veya kürkü...

Bazen kendimi o kadar mesut hissederdim ki, önle¬rinden koşup geçtiğim birtakım eşyayı, mahzun

ve boynu bükük görür ve dönüp okşardım.

Buna rağmen annemden yemediğim dayak kalma¬mıştır. Kendisini delice sevdiğim için büyük

babama şikâyet edemiyordum da ondan...

Nihayet Zafer Hanımefendi, büyük babası sayesin¬de kendisini tam serbest hisseden haşarı üstü

haşarı toru¬nunun ruhunu kamaştırmak, uyuşturmak için müthiş bir (narkoz) uyutucu keşfetti.

24

ya.

Dört beş yaşında okuyup yazmayı öğrenmiştim Beni romana alıştırdı.

ROMAN

Fransızların, aşağı tabaka muharrirlerine ait tümen tümen tercüme... Kırmızı kadife mantolu ve

şapkası yeşil tüylü şövalye... Baykuşlar ve kara kediler arasında sırıtan tek dişli büyücü kadın...

Adadaki kuleden çuval içinde denize atılan ceset, siyah kukuletalı kambur zangoç, be¬yazlar

giyinmiş bakire, silindir şapkalı ve çekme rugan potinli kont cenapları; şato bahçesinin meşe

ağacındaki kazıntılardan mânâ devşirmeye çalışan kasketli ve pipolu dedektif... Yeter mi? Altı yedi

yaşındaki bir çocuk mu¬hayyilesinde bu kitaplar ne yapar? Kundaktaki çocuğa yalancı dolma

yedirilince ne yaparsa onu...

Oniki yaşıma kadar süren bu ölçüsüz, abur cubur okuma hastalığı bende o hale gelmişti ki, on,

onbir yaşı¬ma doğru (Pol ve Virjini), (Graziyella), (Ladam -o ka¬melya), (Zavallı Necdet) gibi

hissîlik ve edebîlik iddia¬sındaki eserlere kadar tırmanan alâkam, nihayet hastalığa dönmüş,

gecelerimi ve gündüzlerimi bir ağ gibi sarmıştı. Sonraları (Pol ve Virjini)yi Heybeliada'da Papaz

mektebi tarafındaki çamlar altında sabahtan akşama kadar okuyup gözlerim yaş dolu, oracıkta

kaldığımı, güneş battıktan sonra beni arayıp bulduklarını ve zorla eve sürükledikle¬rini söylersem

ne dersiniz?

(Misel Zevako)lardan öyle bir tesir kalmıştı ki üze¬rimde, bazen geceleri Sultanahmet tarafındaki

bir dostunu ziyarete giden büyük babamın arkasında, en arkada fener

25

taşıyan bir uşak, belime çini sobanın uzun maşasını kılıç diye takmış, kendimi muhafız bir şövalye

farziyle yürür¬düm.

Birgün bir düğünde, çalınan sazlardan garip bir vecde düşmüştüm. Kendimi beyaz bir at üzerinde

dört na¬la gelip düğün evine girerken görüyor ve sonra telli pullu gelini atımın terkisinde, kaldırım

taşlarından kıvılcım fış¬kırtarak kaçırıyordum.

ACITAN HAYÂL

Bakın, hayâlim, nasıl patlayasıya şişirilmişti:

Meşhur dedektiflerin yardımcıları vardır ya; ben de torunlar arasında, küçük halamın oğullarından

birini ken¬dime muavin yapmış, konağın arkasındaki Binbirdirek mahzenlerinde, faili meçhul

cinayetlerin gizli kaatiUerini aramaya çıkmıştım.

(Gökbayrak)taki Canbey'in mukavvadan tolgası ve süpürge sapından kargısı da ayrı...

Şişelerde renk renk ilâçları birbirine katıp kimse¬nin bilmediği gizli terkibi arıyordum.

Şimdi bütün bunları ben, gayeleri kendilerinden ibaret hoş ve renkli hikâyeler diye anlatmıyorum;

ruhu¬mun ne yollardan ve nasıl pişmeğe başladığını ve nelere istidat kazandığını göstermek ve her

şeyi ORAYA bağla¬mak için kısa kısa noktalıyorum.

Marazî bir hassasiyet...

Acıtan bir hayâl kuvveti...

Ve bu arada dehşetli bir korku...

O yaşta bile anlıyordum ki, ben başka türlü, ayrı yaratılışta bir insanım ve hissettiklerimle öbür

insanların duydukları arasında müthiş bir fark...

26

ݺte ilk çocukluğumun, kendi öz bünyesi içinde ve dışarıdan aldığı bin bir tesir altında, hüviyeti...

Arada bir (Güzel Prenses) romanının o hafta çıkan formasını satın almak üzere tek başıma-

konaktan çıkıp birkaç yüz adım mesafedeki aktar dükkânının önüne var¬dığım zaman, meçhul

semtlerden gelen ve meçhul semt¬lere giden meçhul şahıslara karşı anlatılmaz bir korku du¬yar ve

kendi kendime sorardım:

— Ben de büyüdüğüm zaman bunlar gibi korkma¬dan her tarafa gidip gelebilecek miyim? Hele bir

memle¬ketten bir memlekete nasıl gidip gelebileceğim?..

Ve formayı göğsüme bastırmış, koşa koşa eve ge¬lir, kapının ziline var kuvvetimle basardım.

SESLER VE...

Derin, yırtıcı, kanatıcı hassasiyetimin başlıca iki tesir kutbu bekçilerle satıcılar... Gecenin en

beklenmez saatinde paket taşlarının üstüne inen, ucu demirli sopa sesleri ve bir haykırış:

— Yangın var!.. Azapkapısında, Güngörmezler-deeeee!

Azapkapısı... Ne korkunç isim... Altı köşeli çivi başlarına çarpılan kafalardan, kanlı saç yoluntuları

yapış¬mış demir çaprazlı, içinden bir evcik geçecek kadar geniş ve yüksek kapı... Güngörmezler.

Damları birbirine yapı¬şık eğri - büğrü evlerin sınırladığı yılankavi sokaklar. Cin yatağı ahşap eve

sokulan kundak. Kundakta, buruş buruş bir çocuk yüzü. Çocuk katıla katıla ağlıyor... Şeytan

alev¬lerin yaylanışına bak!.. Birden çöken dam ve bir ateş püs-kürtüsü; kıvılcım tipisi... Ve bütün

bu hayallerin gerisin¬de artık uzaklarda, çok uzaklarda, Anadolulu bir ses:

27

Yangın var!!

Yangın kundağı gözümde gazlı bir bez değil «kun¬dak» kelimesinin iltisakiyle, yüzü buruş buruş,

katıla ka¬tıla ağlayan bir çocuk... Alevler içinde unutulmuş bir ço¬cuk. Ve işte korkunun en

dokunaklı timsali!..

Ve satıcılar... Ruhumu acılaştıran akşam saatlerin¬de satıcılar:

— Yoğurtçu!.. Yoğurtçu!..

— Simitçi!.. Akşam simidi!

O zaman, oturduğum odanın tavan köşesine doğru bir noktada can çekişen günün son ışıklarına

bakıp sedire yüzükoyun uzanmak ve hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağla¬mak isterdim.

Güneşin, kıvrıla kıvrıla, istikametleri burgulaya burgulaya ancak sabah ve akşamın bellibaşlı

saatlerinde ve bellibaşlı noktalarına sızabildiği bu loş konakta bana her şey dipsiz bir mânânın

ihtarcısıydı.

Güneş gören tarafları soluk kadife perdeler... Tavanarasındaki tahtapoştan seyrettiğim, yırtıcı

çığlıklarla koşuşan ve arkasında dumanları yavaş yavaş eriyen trenler...

Arka bahçeye inen merdivenin tepesinde kırmızı, sarı, portakal rengi, mor, yeşil, mavi camların

ötesindeki dünya... Ve her şey...

Çocuktan daha çocuk, 6-7 yaşlarında, yakıcı bir hayâl beni her şeyin ötesine sürüklüyor, bana bu

dünyayı dar ve bunaltıcı gösteriyordu.

Kulağıma bende bir anlatılmaz, isimlendirilmez, derinliğine sarkılmaz «dâüssıla»nın yankısını

fısıldıyor her şey...

Ve ben ağlıyordum.

Sebebini bilmeden, ne istediğimi bilmeden...

28

Bu hallerim gözden kaçmamış olacak ki, bir aralık kitaplarıma el koydular:

— Artık okumak yasak!..

ERMDŞLDK VEHMD

Büyük babamın kitap odasındaki sedirde geçirdi¬ğim bir hastalık içinde, gece yarısı birden bire

uyandım. Ateşimin düştüğünü hissettim, basımdaki sirkeli bezi at¬tım ve yatakta doğruldum.

Günlerdir uyumayan anneci¬ğim, bir koltuk üzerinde sızmış, dalmıştı.

Gökler dolusu sessizlik... Çok uzaklarda tek tük

köpek havlamaları...

Birden bire kendimi öyle hafif, derin, eşya ve hâdiselerin nabzını tutan öyle ince bir idrak duygusu

için¬de buldum ki, acaba bu dünyada benim kadar duyan ve anlayan ikinci bir mahlûk var mıdır,

düye düşündüm. Sanki hayatın düğümleri lif lif çözülmüş, muammaların anahtarları elime teslim

olunmuştu. Annem uyandı:

— Ne var Necip?

— Bir şey yok anneciğim!

— Ateşin düştü mü?

— Düştü.

,— Kendini nasıl hissediyorsun?

— Çok iyi anneciğim!

— Haydi uyu!

Küçücük çocuğun ermişlik vehmiyle, o gece saba¬ha kadar uyumamıştım.

Her şeyi unutsam o geceyi unutamam.

29

MEKTEP

Roman okuma durağından sonra eski yaramazlı¬ğım büsbütün patlak vermiş olacak ki, cici

annemin de is-rariyle mektep... Çok kısa bir mahalle mektebi devresin¬den sonra büyük babam

benim elimden tuttu; ve yakasın¬da, Fransız hükûmetinüeıı aldığ* (Lejyon donör) nişanının

kordelâsı, (Mecelleyi kaleme alan heyet içinde Mehmed Hilmi imzası da vardır. Fransızlar, aslı

İslâmî olan bu bü¬yük eserin müelliflerine nişan vermişlerdir) beni Gedik-paşa tarafındaki Fransız

mektebine yazdırdı. Papazlar, hükümetlerinin dünyada sayılı insanlara verdiği millî ni¬şanlarını

taşıyan ihtiyara taşkın bir hürmet gösterdiler. Fakat bu mektepte yapamadım. Beni oradan alıp yine

ay¬nı semtteki Amerikan kolejine verdiler.

Tam, ana sınıfı yaşındayım...

Hâlâ hatırımda; (Mis Mardin) isimli ak saçlı bir Amerikan kadını, bana ismimi cismimi sordu.

Cevap ver¬dim. Bir kâğıt uzattı ve:

Şuraya tarihi yaz, dedi; hangi senedeysek yaz!

Ve benim «1328» yazdığımı görünce, kendisi, bir kâğıt üzerine, büyük yazılarla «1912» diye yazdı.

Bunca yıl önce geçen hâdiseyi, o kâğıdı elimle tu¬tacak kadar kendime yakın görüyorum.

Amerikan mektebinden çabucak usanıverdim, çık¬tım. Bende oradan kalan tek hatıra, mektebe

giderken Ge-dikpaşa bakkallarından birinden akşamları kahvaltı diye alıp yolda yediğimiz «beş

ekmek, beş peynir»ler... Yani beş paralık ekmek ve beş paralık peynir... Beş para; beş

30

kuruşun kırkta biri ve bugün artık piyasada kalmamış bir kıymet... Bununla dumanları buram

buram tüten kabuk tarafından kocaman bir dilim ekmek, ve ayrıca bugün an¬cak 9 - 10 liraya

alınabilecek, kaymak gibi bir dilim pey¬nir verirlerdi. Altın para zamanına göre şöyle böyle 5 yüz

misli pahahlaşan hayat...

Derken Büyükdere'de Emin Efendinin Mahalle. Mektebi, İstanbul'da Büyük Reşit Paşa Numune

Mektebi; bir aralık Vaniköyünde Raif Oğan'ın Müdür ve Peyami Safa'nın mubassırlık ettiği

«Rehber-i İttihat» ve daha bil¬mem ne...

Roman okuma, yaramazlık, hastalık, büyük baba¬mın kolunda sık sık Beyazıt'ta, Mısırçarşısı

eşyası satan bir dükkâna girip kakule almalar, vesaire, içice devam¬da...

Büyük babam geceleri Sultanahmet tarafında otu¬ran Faiz Efendi isimli bir din adamını ziyarete

gider, beni de yanına alırdı. Önde, elinde bir fener, yol gösteren uşak, arkada da ben... Büyük Çini

Sobanın; topuzu kılıç kabzasına benzer maşasını belime takar, ona kılıç gibi da¬yanır, büyük

babamın muhafızı bir şövalye edasiyle arka¬dan gelirdim.

BÜYÜKDERE

Birinci Dünya Harbine doğru Büyükdere'de bir ya¬lı satın aldılar. 500 altın liraya... Bugünün

parasiyle 4 - 5 Milyon lira... Tam deniz kenarında önünden bir sahil yolu

31

geçen bir yalı... Çemberlitaştaki konak gibi, karışık, do¬lambaçlı; iki katlı; cin yuvası kocaman bir

barhane...

Yalının bitişiğinde ismine «Barba» denilen ihtiyar bir rum'un dükkânı var... Balık oltasından

çukulatasına, defter ve kaleminden kuş üzümüne kadar her şeyi satan bu ihtiyar hususiyle

çocukların uğrağı... Benim de çil çil kuruşlarımın avuçlandığı damarları şişkin, nasırlı eller...

Günde beş - on kelimeden fazla konuşmayan ve hep dal¬gın, denize bakan, bu çürümüş çınar,

zamanın yıpratıcılı¬ğından bir kitabe gibi görünmüştü bana; ve 9 - .10 yaşın¬daki çocuğu şöyle

düşündürmüştü:

— Ben de mi bir gün böyle olacağım?

Yalının önündeki balıkçı kızaklarının üstünde oy¬narken baş aşağı denize düştüm. Kızağın dört

köşe ızgara tahtalarından geçen başım, denize dökülmüş bazı çerçöp maddelerle büsbütün yumuşak

kumlara saplandı. Nefes-sizlikten ölüyor gibi oldum. Bir balıkçı hemen koşup beni ayak

bileklerimden kavradığı gibi çıkarmış... Yalıda beni yine ayak bileklerimden tutup yuttuğum suları

boşaltma¬ya çalıştılar. Büyük babamın sağı solu haşlayan ve suçla¬yan dik sesi...

On yaşlarında bir çocukta kadın diye bir mesele, içini kavuran bir his var mıdır? Başkalarını

bilmiyorum fakat bende, karşı durulmaz bir duyguydu bu... Lâtinlerin (odora di femina - kadın

kokusu) dedikleri şey, o yaşta her mesamemi doldurmuştu.

Bir gün, halamın oğlunu, yalının biraz ilerisinde; bize misafir gelen bir hanımın küçücük kızıyla

gezerken gördüm. Onları takibe çıktım. Sahil boyunca yürüdükten sonra döndüler. Beni

görmemeleri için, oracıktaki fırının

32

önüne yerleştirilmiş atlara taşıtılan iki taraflı ekmek küfe¬lerinin ortasındaki boşluğa giriverdim.

Benden 1 yaş bü¬yük, sessizlik ve mahcupluk örneği çocuk, yanında saçla¬rı kurdelâlı küçücük

kızla gülüşerek geliyordu. Öfkeden çatlayacak hale geldim. Eve onlardan evvel varmak için

koştum. Arka taraftan girdim ve taşlığın sonunda, sokak kapısının arkasında onlara kapıyı elimle

açmak için bek¬ledim: Geldiler, kapıyı açtım ve ayağımı yeğenimin göğ¬süne var kuvvetimle

çarptım. Beyaz çoraplı ve beyaz is-karpinli ayağımı hâlâ yeğenimin göğsünde ve onun «ne

yapıyorsun Necip?» diyen sesini duyuyorum. 10 yaşında¬ki Necip (Otello)yu yaşıyordu.

Büyükdere'deki yalıda en çarpıcı ve ruh kumaşı-* mın en hassas noktasını belirtici hâtıram yalıya

giren hır-

sız...

Ne olduğunu, ne bittiğini hatırlamıyorum. Hatırla¬dığım, yalının alt katındaki salonda büyüklerin

konuşma¬ları:

— Ben bir ses duydum. Arkadaki bahçe tarafında bir el tahta kaplamalara vurdu ve kısık kısık

mırıldandı: Mehmed usta uyuyor musun?

(Mehmet usta o sırada yalıda yapılan bir ek odanın inşa işiyle meşgul ve evin hısımlarından biridir.)

— Hiç Mehmet ustadan şüphe edilebilir mi?.. As¬la!

— Hırsızlar evvelâ ikinci katın sofasındaki meşin sandığı açmışlar ve oradan Beyefendinin (büyük

babam) nişanlarını çalmışlar. Sandığa eğilen birini gelin hanım (annem) görmüş ve karanlıkta, bol

saçları yüzünden Mat-

33

mazele benzetmiş... «Ne yapıyorsun orada MAtmazel?» diye seslenince de hırsızlar kaçmaya

başlamışlar. Fakat altın ve pırlantalı nişanlar uçup gitmiş...

— Biz de gürültü üzerine hemen yataklarımızdan fırlayıp sofaya çıktık. Hırsızlar paldır - küldür

merdiven¬lerden iniyorlardı. Giderken taşlıktaki duvar çivilerinde asılı palto, baston, şemsiye gibi

şeyleri toparlamayı ihmal etmediler.

— Beyefendi Necip nerede diye haykırdı. Odasına atıldık. Yatağında yoktu. Her şey unutuldu ve

Necip aranmaya başlandı. Hiçbir yerde yok... Beyefendinin yü¬reğine inmek üzere... Nihayet onu,

yatak odasına bitişik helada kapıyı içerden sürmelemiş, sessiz sedasız oturuyor bulmayalım mı?

Bütün bunları, o sırada Büyükdere Merkez Memu¬ru (Emniyet Amiri) dayıma anlatıyorlar ve

dayım, kendi öz evi demek olan yalıya girmek cesaretini gösterenlere karşı ibretle, dişlerini sıkarak

her şeyi not ediyor.

Ve ben, büyük babamın kürkü altında; korkudan zangır zangır titreyerek dinliyorum. Çocuk

muhayyilem¬de hırsız, bana korkuların en dipsizini veriyor ve suratı meçhul bu tipte suikastçı

gizlilik ifadesinin kemiklerime kadar dondurucu esrarını okuyorum...

SELMANIN TABUTU

Kız kardeşim Selma öldü. Annem, ikinci kattaki salon - sofada, orta yerdeki sedirin üstünde,

yüzünü tır-naklariyle gererek çığlık çığlık ağlamakta... Yanında onu sükûnete getirmeğe çalışan,

mahzun tavırlı iki erkek... Dayılarım...

34

Üstünde beyaz gelin etlleri uçuşan küçücük tabut, konağın selâmlık kapısından çıkıyor...

Annem Selma'cığın ölümünden öyle sarsıldı ki, ağır beyin hummasına tutuldu. O hastalıktan da

kalkıp verem oldu.

Annemi büyük dayımın yanında, İsviçreye gönder¬diler. Orada bir sanatoryumda bir müddet kalıp

İstanbul'a döndü.

Bu devre benim, tekrar kitaplara dalıp hassasiyeti¬min en had derecelere ulaştığı çığır...

Hele Vaniköyünde, Serasker Rıza Paşa yalısındaki «Rehber-i İttihat» mektebinde, ilk defa tattığım

yatılı ta¬lebe acısıyle, Rıza Tevfik'in «Selma sen de unut yavrum» şiirini okuyarak, Boğaziçi'ne

bakan büyük pencereler önünde döktüğüm gözyaşları...

Selma'ya ait bir hatıram sonra sonra beni yakacak hale geldi:

Büyük babamdan kıpkızıl bir lira çeyreği kopardı¬ğım bir gün, onu Selma'ya göstermiştim.

Yavrucağın elinde, hafifçe ısırılmış, mini mini dişlerinin izini taşıyan bir elma vardı. Lira çeyreği o

kadar hoşuna gitmişti ki, o ebediyen mahzun, yahut hüzün ebediyetiyle dolu gözleri¬ni bana

dikmişti de:

— Ağabey, demişti; bu elmayı sana vereyim de o parayı bana ver! Biraz ısırdım ama, ziyanı yok,

değil mi?

Pırıltılı lira çeyreğini vermiş, fakat elmayı da al¬mak gibi bir gaflete düşmüştüm.

Sonra sonra dövündüğümü hatırlıyorum:

— Ah, niçin lira çeyreğini verdim de, hafifçe ısırıl-

35

mış elmayı kendinde bırakmadım? Niçin «O da senin ol¬sun!» diyemedim.

Hayatımın ilk büyük vicdan azabı budur.

SEN ÇIK ODADAN

Hemen arkasından Birinci Dünya Harbi, allak bul¬lak yeryüzü, yıkılan maddî ve manevî

muvâzeneler, an¬nem İsviçre'den döndükten sonra bir müddet doktor tavsi¬yesiyle Heybeliada'da

oturuşumuz, aradaki Numune Mektebine'girişim ve büyük babamın ölümü...

Büyük babam, konağın üçüncü katındaki malûm büyük yatak odasında bana Allah ve Resulünden

bahsetti¬ği karyolanın içinde ve yanımda öldü.

Hastalığında beni bir an yanından ayırmamış; yü¬züme dalarak beyaz sakalına damlayan tuzlu

gözyaşlariy-le ağlamış ve ancak komaya geçtikten sonradır ki, torunu¬nu görmez olmuştu.

Hayatında hep açık gideceğinden bahsettiği gözleri kapalı, göğsü bir körük gibi inip çıkıyor.

Sonra hafifçe açılan gözlerini, ayak ucundaki pen¬cerenin tepesinde oynaşan akşam ışıklarına

dikerek ruhu¬nu teslim etti.

Annem ve halam:

— Haydi sen çık odadan, dediler bana, git, çocuk¬ların yanına git!

Boynum bükük, çıkıp gittim.

Cici annem büyük salonda"dövünüyor:

— Evin direği yıkıldı!

Ve ben dehşetle insanları inceliyorum. Hissî ol¬maktan ziyade, zihnî bir işkence içindeydim.

36

Büyük babamı, aşağı kattaki yemek odasına biti¬şik, kurnalı hamamın kerevetine uzattılar.

Çocuklarla bahçe tarafında hamam penceresine tırmandık, içeriye baktık.

Kerevetin üzerinde sapsarı, fil dişi renginde, saka¬lının her teli yüzüne tek tek yapıştırılmış gibi,

büyük ba¬bam...

Büyük babamın cenaze merasimi muhteşem oldu. Çemberlitaş'tan Beyazıt'a kadar uzanan bir

kalabalık onu Edirnekapısına kadar götürdü. Trablus harbinde İstan¬bul'a muhacir gelip bizim

konağa kapılanan Ali isimli bir hizmetkârın, mezara indirilen tabut üzerine kapanıp «beni de

beraber gömün!» diye çığlık kopardığını hatırlıyorum.

Mezara şu taşı diktiler:

Rütbe-i Bâlâ ricalinden Mahkeme-i Cinayet ve İsti¬naf Reisi Maraşlı Mehmet Hilmi Efendinin

ruhuna FATD¬HA...

HEYBELIADA

Heybeliada'da küçük bir kira evine taşındık. Dok¬torların, İsviçre'den dönen anneme, havası iyi

gelir diye tavsiye ettikleri yer...

Heybeliada'daki kiralık evinde, çocukluk hassasi¬yetim, son irtifaını buluyor.

Bayıltıcı çam kokuları, sabahlara kadar okunan acıklı romanlar ve ağlamalar; ve arada ben. Bahriye

Mek¬tebi tarafından yanık boru sesleri ve trampetli Divan me¬rasimi... Bir ağızdan haykırış:

— Padişahım çok yaşa!

O sırada, komşularımızdan birinin kızını sevdim,

37

yahut sevdiğimi sandım. Bir gece mehtapta çamlara çıkıp kızı düşünürken, kalbimin yanında ayrı

bir kalbin vurdu¬ğunu duydum; amma tam bir fizik ihsas halinde duydum ve kendi kendime

mırıldandım:

— Demek ki, aşk buymuş!..

Babası bir Yemenli olan bu kızdan hatırladığım, bir çift hareli ve yosunlu elâ gözden sonra, gayet

tatlı, de¬rin bir tebessüm... Adanın çocukları ve delikanlıları onun beyaz köşkü önünde geçit resmi

yaparlar ve bir tebessü¬münü koparmaya bakarlardı. Fakat o, bu tür kuşatılmış olmaktan mı, nedir,

onlara derin bir bezginlikle cevap ve¬rirdi.

Bu kızı, 30 - 40 yıl sonrasına kadar, uzaktan, muhi¬timin etrafında gördüm; evlendiğini ve

çoluk.çocuk sahi¬bi olduğunu haber aldım, ama 11 yaşıma ait saffet kapılı¬şımı kaybettiğim için

kendisinde eski sihrinden hiçbir iz bulamadım.

Bu kız bende, malikiyet içindeki mahrumiyetlerin timsali kadını 11 yaşındaki çocuğa göre

remzlendiren bir örnek oldu.

Kendimi Heybeliada'da ayrı bir yıldızda hayâl edi¬yordum. Uzaktan Maltepe kıyıları ve tepeden

seyredilen İstanbul, sanki bin yıllık mesafedeydi ve kuvvetli bir dür¬bünle yakınlaştırılmış gibiydi.

Okuduğum hissî romanla¬rın iklimi içinde yaşıyordum.

Heybeliada'da sık sık yoluma çıkan Rum ölüleri... Neftiye çalmış siyah kadife eski tabutlarda, o

zaman apa-

38

çık giden Rum ölüleri... Elbiseli, erkekse kolalı yakalı ve kravatlı, yeni giydirilmiş potinlerinin

parlak köselesi üze¬rinde ayakkabı numaraları sırıtan korkunç ölüler...

Ölüm karşısında «mahrem»in, silinmenin, soyunup bir patiska altında saklanmanın, tabut içine

gizlenmenin sırrım örseleyen, dolayısiyle İslâm'ın üstünlüğünü belir¬ten bu canhıraş manzara,

çocuk ruhumu boğuyordu.

Akşamları gezintiye çıkan Bahriyelilerin kılıkları, bal peteğindeki hendese şiirine uygun

intizamları, husu¬siyle insanı gurbetten gurbete davet eden boruları, beni o kadar sarmıştı ki,

aralarına katılmaya can attım. Heybeli-ada Numune Mektebini bitirdikten sonra Bahriye

Mekte¬binin kabul imtihanlarına girdim, (estetik) ölçülere kadar varan incelemelerden geçirildim,

kazandım; ve Birinci Dünya Harbinin sonlarına doğru «Mekteb-i Fünun-u Bahriye» talebesi oldum.

İLK MUHASEBE

Namzet ve harp sınıfları boyunca Bahriye Mekte¬binde geçen beş senem, beni çocukluğun son

basamakla¬rından alıp delikanlılığın ilk basamaklarına çekici nazik devre...

O güne kadar muhasebem, her unsuriyle hassasiye¬timi gıcıklayan koca bir konak, her ferdinin

nereden gelip nereye gittiğini bilmediği uğultulu bir cereyan içinde, her ân iniltilerle açılıp örtülen

mırıltılı kapılar arasında ve bü¬tün bir ses, renk ve şekil cümbüşü ortasında, beş hasse¬min sınırını

tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı derin bir (melankoli) duygusundan ibaret... Bana konaktaki

çocuk¬luğumdan kalan ve ilerideki basamaklarda gittikçe kı-

39

vamlanan bu hassasiyet, sonunda, Büyük Velî'nin eşiğine yüz süreceğim âna kadar - otuzuna

yaklaşıncaya dek-mücerret, müphem, formülleşmemiş ve sisteme girme¬miş, hayat üstü bir hayat,

ideal hayat hasretinin, kulakla¬rıma devamlı fısıltısını akıttı. Oniki yaşımdan yirmi kü¬sur, hattâ

otuz yaşıma kadar süren, güya kendime gelme, billûrlaşma ve şahsiyetlenme çığırımda, şu veya bu

baha¬nenin çarkına tutulmuş, döner, döner ve kendimi hep gü¬nübirlik bahanelerin hasis

kadrosunda belirtmeye çabalar¬ken, bu fısıltıyı; seslerin, renklerin, şekillerin ve mesafe¬lerin

ötesindeki hakikatten çakıntılar bırakıp geçen bu fı¬sıltıyı hiç kaybetmedim. Madde içi hayatta

perende üstü¬ne perende atarken, madde ötesi hayatın, ruhumda daima ihtarcısına, gözü uyku

tutmaz nöbetçisine rastlıyor; ve arada bir bu nöbetçinin selâmını alıp yine beni sürükle¬yen

çarklara takılıyor, ona:

— Haydi, beni nereye götüreceksen götür, kime

teslim edeceksen et! Diyemiyordum.

Otuz yaşıma kadar da muhasebem budur. Bundan sonra, Büyük Mürşidin eşiğine kadar, za¬man

ölçüsüne nisbetle çok hızlı çizgilerle gideceğim için, bu toplu hükmü, tepeden inme, yerine

oturtuyorum. Beni oralara, bilmeden hasretini yaşadığım iklime çeken saikin daha evvel bende

bulduğu istidat zeminini göstermek, böylece kendimi değil, yine onu belirtmiş olmak için de,

başlarda kaydettiğim gibi, öz hayatımdan ve nefsimden noktacıklar serpmek zorunda kalıyorum.

Yoksa (o iklim) ve muhteşem saray dururken, be¬nim köstebek yuvası evimin ve solucan

hayatımın ne de¬ğeri olabilir; ve başlangıçta sürdüğüm hayata nasıl bağla¬nabilir?..

Hayatım, başından ben muazzam bir şeyi bulma¬nın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin

vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum.

BDRDND...

O, kim mi?

Allah'ın Sevgilisi...

Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik

sarayının paslanmaz tacı...

Tek dâva O'nu bulmakta, bulduracak olanı bul¬maktaydı. Binbir istikamette seke seke, sağa sola

büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden haber¬siz ve insandaki meccani emniyet

ve bedahet saadeti kar¬şısında şaşkın, hep o BDR etrafında helezonlar çizen bir

hayat...

Benim hayatım budur!

BAHRDYE MEKTEBD

O zamanın ütopyasına göre harb kazanıldıktan sonra bize geçecek olan Fransız donanmasının

zırhlıların¬da vazife görmeğe ve prenseslerin ellerinden öpmeğe namzet zabitler sıfatiyle

yetiştirildiğimiz, bu şartlara göre seçilip alındığımız, herkes saman ekmeği yerken nefis sofralara

oturtulduğumuz, müzikle yemek yediğimiz, sa¬raylara mahsus muaşeret edepleri içinde

yuğurulduğu-muz, böyleyken disiplinlerin en yakıcısı içinde kavruldu¬ğumuz, memleketin en

namlı hocalarına malik bulundu¬ğumuz ve tatile üç ayda bir çıktığımız Bahriye Mektebi... Şiire

orada başladım. Vesilesi şiir kitabımın başında yazılı... Bizden, hayatımızın en çarpıcı vakasına dair

birer

41

40

vazife istiyen Edebiyat muallimine «Büyük babamın ölü¬mü» isimli bir nesir verdim, onun taşkın

takdirlerini ka¬zandım; ve sonra şiire başladım. Derken Edebiyat Mualli¬mimizin eline bir de şiir

sıkıştırınca onun şu hitabına çarptım:

— Yooo! Artık çizmeyi aşıyorsun! Bu yaştaki ço¬cuk şairliğe kalkamaz! Bekle, sabret!

Zavallı hocam; altı yedi sene sonra bana bir lokan¬tada rastlayacak ve ismi yeni çıkmaya başlayan

şair tale¬besinden, yıllardır yazı yazdığı halde bir türlü tanınama-mış mahzun edebiyat hocası

sıfatiyle özür dileycektir.

HOCALARIM

Din Dersleri Hocamız, İslâmiyetin bütün insanlığı nasıl kuşatacağına dair bir tahassüs ve tahayyül

yazımı o kadar sevdi ki; onu sınıfta okuttu, yüzüme dikkatle baktı ve istakbâlde benden çok şeyler

beklediğini söyledi.

Bu, Aksekili Ahmed Hamdi Efendiydi. Demokrat Parti devrinde Diyanet ݺleri Reisliğinde bulunan

ve ma-kamiyle vicdanı arasındaki muhasebe neticesinde kalbi çatlayıp ölen Ahmet Hamdi

Aksekili...

Diyanet ݺleri Reisliğinde oldukça sık temasta bu¬lunduğum merhum, talebesine o zamanlar biçtiği

kıymeti Allanın gerçekleştirmiş olduğunu söylerdi.

Tarih Hocamız Yahya Kemal!

Yine Hocalarımızdan Hamdullah Suphi'nin sınıfa girip, bize:

42

—Türk dili ve şiirinin en usta yontucusu!

Diye takdim ettiği Yahya Kemâl!..

Boyuna burnunu karıştıran kontrolsüz hâli, dalgın ve eşyadan habersiz tavrı, efsane kahramanları

etrafında boyuna köpürttüğü satıhcı heyecaniyle, Yahya Kemal, beni o zamandan çekmedi.

Bir de İbrahim Aşkî Bey...

Hocalarımızın en yaşlısı, derin irfan sahibi, ancak birkaç tanıdığı arasında maruf ve herkesçe

meçhul hususî kıymet... Edebiyat ve felsefeden, riyaziye ve fiziğe kadar iç ve dış bir çok ilimde

derin ve mahrem mıntıkalara ka¬dar nüfuz edebilmiş, bir kaç risalecikten başka hiçbir şey

neşretmemiş ve kabuğunun içinde sönüp gitmiş, bu kızıla çalan palabıyıklı ve Tatar suratlı insan,

sonradan bize Edebiyat Muallimi oldu; ve bana bilmeden, isteklisi oldu¬ğum dünyadan, belki

derme çatma, fakat ilk adresleri ver¬di. Edebiyat derslerindeki vazifelerimden bende bir şeyle¬re

dikkat etmiş olacak ki:

— Sen oku, dedi; her şeyden evvel oku! Amma okumaya başlamadan evvel bil, ne okuyacağım

bil! Sonra sınıfa dönüp hitap etti:

— Talebe ne demektir? Talep etmekten, istemek¬ten gelir bu isim... Talep etmek de bir ilimdir, bir

ilk ilim... İlim istiyebilmek için de bir ilk ilim ister. Muallim de böyledir; bir taraftan öğretirken, bir

taraftan da talebe¬si ona öğretir.

Sınıfın kapısında, ona:

— Ne okuyayım, dedim; ne okumamı tavsiye eder¬siniz?

— Ben getiririm!

Dedi ve bana iki kitap getirdi: Sarı Abdullah Efen¬dinin Semerât-ül Fuad (Gönül Verimleri) isimli

meşhur

43

eseriyle, «Divan-ı Nakşî» diye, sahibini bilmediğim man¬zum bir kitap...

Tasavvufla, deri üstü deri bir satıh plânında da ol¬sa, ilk temasım başlıyordu. Fuzûli'nin;

«Dlm-i kisbiy1" pâye-i rif at, Arzu-yu muhal imiş ancak. Aşk imiş her ne var âlemde İlm, bir kîl-u

kaal imiş ancak.» Mısralarını sık sık tekrarlayan ve (kisbî - sonradan kazanılmış) bilgilere

yükselmenin muhal olduğunu anla¬yacak ve her şeyi aşka bağlayacak kadar arif olan İbrahim Aşkî

Bey, aynı zamanda yaman buluşlara, nüktelere sa¬hipti.

Bana derdi ki:

— Sana diyorum ki; Gel, işte yeşillik, işte otlak. Dört ayağım dayamışsın, gelmem diyorsun!

O sıralarda, bir mecmuanın tefrika ettiği (Erenlerin Bağından) münasebetiyle Yakup Kadri için de

demişti ki:

— Bağına girmiş amma üzümünü yiyememiş!..

Atlarken, zıplarken, koşarken, talim ederken, vazi¬fe görürken, cevap verirken, dinlerken,

konuşurken, dai¬ma içimde bir his; birinci ve üstün yaratılmış olmak, mu-radlanma yakın

bulunmak hissi... Başarmak için yaratıl¬dım duygusu... Amma gurur değil...

44

MESELELERDM

Mektebin camiindeki minareden sabah ve yatsı ezanları okunurken yatağımdan doğruluyor, elimle

başı¬mı kapatıyor ve anlatılmaz haşyet duygulan içinde yüzü¬yorum.

Baş meselem, Allah...

Koltuğumun altında, yaprakları öd ağacı ve gül ya¬ğı kokan «Semerat-ül Fuad» ve yumurta akiyle

parlatıl¬mış esmer kağıt üzerine yazma «Divan-ı Nakşî», rıhtım boyunda dalgalara karşı düşünce...

Darağacına çekilen Mansur'un menkibesi, taç ve tahtını yele veren İbrahim Ethem'in macerası ve

dünyayı bütün nakışlariyle perde üzerindeki gölgelere benzeten Nakşî şair, ruhumu, akşam

ıssızlığına çevirmişti.

Karagözvâri bir «Edebiyat-ı Cedide» dili içinden tabiat levhalarına, (plastik) görünüşlere takılan ilk

şiir zevkim artık yavaş yavaş istikamet değiştiriyor, ruhumun tıpasına bir tirbuşonla asılıp delmeye

ve orada, dipte, di¬binde bir şeyler aramaya savaşıyordu.

Şeyh Galip'e kadar Divan şiirinin ve Anadolu halk şairlerinin soylu ve köklü hüviyetleri bir tarafa;

Abdülhak Hâmid'ine ve Tevfik Fikret'ine kadar bütün Tanzimat ve Tanzimat sonrası edebiyatı,

gözümde her ân kuklalaş-makta...

«Edebiyat-ı Cedide» romanının nıeselesiz insan ti¬pi, daha bulûğ yaşına ermemiş bu çocuğun

hayretini dür-

45

tüyordu. Bir kaç merhale boyunca Türk cemiyetinin içine sürüldüğü hayat ve bu hayatın kopyacı

sahteliği de, gö¬zümde, henüz teşhisi yerine getirilememiş ve formülleşti-rilememiş bir seziş...

Kandilleri sönmeye yüz tutan tarihî kubbenin altında pırıldatılacak yeni ışıktan ne bir iz, ne bir

işaret... Sonraları bende sistemleşen bu görüş gizli mayasını o zamandan almaya başlamıştı. Fakat

daima be¬lirsiz, rehbersiz, ahşap tavanlardaki budaklardan şekil çı¬karmaya çalışan hecelemeler

halinde...

Büyük teneffüs salonunda etrafımda halka halka biriken arkadaşlara, vaktiyle okuduğum (Misel

Zeva-ko)lardan şifahî parçalar tefrika eder, evvelâ «Talebe Ya¬zıları», sonra «Nihal» isimli, el

yazması haftalık bir mec¬mua çıkarır ve bütün bu arada yapmadığım yaramazlık ve görmediğim

ceza bırakmazken, ver elini bulûğ çağı...

Bu çağ bende, yıllarca sonra, otuz yaşıma doğru öteler âlemine bakan bir çift gözün üzerine attığı

nazar¬larla altüst olan ve fikir çilelerinin en kanlısı içine düşen ruh bünyemin haberci ve işaretçi

hengâmesidir.

lar.

tüm.

İLK ÇDLE

Başımda ne sabit fikirler, kurcalayışlar, tırmalayış-Evvelâ, daire, yuvarlak vehmine, kıskacına düş-

Dünya yuvarlak, güneş yuvarlak, ufuk çepçevre yuvarlak, başım yuvarlak, bileğim yuvarlak,

yuvarlak yu-

46

varlak... Her şey, her madde, bir dairenin sınırı içinde... Hattâ üç köşe, dört köşe şekiller bile

nihayet, dairenin bü¬külmüş, zedelenmiş ve zorlanmış istihalelerinden başka bir şey değil...

Maddenin madde olabilmesi için mutlaka bir dairenin hükmü altına girmesi lâzım...

Bu, yarı hikmetli, yarı mecnun vehim, tırnaklarını çocuk ruhumun zarına öyle geçirdi ve beni öyle

sıkıntılı bir idrak cenderesine soktu ki, haftalarca ondan sıyrıla-madım. Teki, tek olanı, mutlakı,

mutlak olana arayan ru¬hum, aradığımın değil, kendi varlığımın sıkıntısı içinde bunalıyor; ve

«bedahet» dediğimiz seziş zevkini kaybet¬tikçe anlamayı da kaybettiği hissini veren cehennemden

beter bir azaba düşüyordu.

Bütün bedahetler, meccani ve hazırlop insan emni¬yetleri nazarımda yeniden gerçekleştirilmesi

lâzım birer mahiyet alıyordu. İnsanların kaşları, gözleri, parmaklan bile tuhafıma gidiyor, bunları

ilk defa görüyormuş ve se¬bebini anlayamıyormuşcasına bir garabet duygusu beni kaplıyordu.

Bir de, bu hislerin arkasında, hayâle sığmaz korku¬lar:

— Ya bir sabah kalkar da, kendimde, konuştuğum dilden tek kelime bulamıyacak olursam?

— Ya hafızamı, tabiî zevklerimi, bütün insan ve eşya münasebetlerini idare eden emniyet duygumu

kay¬bedersem?

— Öldükten sonra ebedî hayat... Cennet veya Ce¬hennemde ebediyet... Sonu olmamak? Hep var

olmak, hep var olmak?.. Bu dünyadaki devam ölçüsüne göre na¬sıl kavranır bu iş? Akıl patlamaz

da ne yapar?

Bugünkü cevaplarından o zamanlar hiç birine ma¬lik bulunmadığım bu akrep sualler, çocuk

beynimi dişli-

47

yordu. Ebedî hayata inanarak onu kavrayamamaktan ge¬len sıkıntım, ters istikamette, yokluğu

kavrama istikame¬tinde tecelli etseydi, işte o zaman aklımın patlaması ge¬rekmez miydi?

Onu bugün düşünebiliyorum; ve bugün biliyorum ki, «yokluk», o da bir «var», Allah'ın var ettiği

bir «var»... Kısacası bir mahlûk.

Bir gece yarısı, arkadaşlarım mışıl mışıl uyurken hafakanlar içinde yatağımdan fırlayıp yüzümü

yıkadıktan sonra, kendime:

— Adam sen de!.. Hep de en kuvvetli taraflarından şüphe ediyorsun! Her şeyi kendi zıddına

alacağına, uygun tarafından kabul etsene!.. Herkese uysana!..

Diye kuvvetli bir telkin yapmasaydım, halim nice olurdu bilmem.

Evet, bir gece yarısı rıhtımda dalgaların sesi, hav¬lum omuzumda, yüz yıkama yerinden dönerken

kendime yaptığım bu sert telkin, beni, düşer gibi olduğum çukur¬dan bir anda kurtardı ve çocukluk

delikanlılık arası dev¬remin serbest insiyaklarına bırakıverdi. Sele kapıldım ve müthiş bir taşkınlık,

coşkunluk, kaynama, fıkırdama seci¬yesi içinde pürüzsüz bir satıh üzerinde akmaya başladım.

Fakat daima «ben»imin derinliklerinde, uykuları¬mın yosunlu dibinde, dalgınlıklarımın ufuk

gerisinde, o, hiç bir zaman kaybolmayan mahzun davet:

— Gel, gel! Neredesin, neredesin?..

ªAİR

Mektepte lâkabım şairdir, bir de koca kafa... Kü¬çük yaşlarda da kafam buydu; vücudum sonradan

ona ye¬tişti.

Şair aşağı, şair yukarı!.. Benden bir kaç sınıf ileri

olan Nâzım Hikmet de şair... Amma lâkapsız... Heveskâr

şiirleri yazıyor.

İngilizce yolundan Garp edebiyatiyle de temas kur¬muş, (Şekspir)den (Oskar Vayld)a, (Fuzûli)den

(Ahmet Haşim)e kadar, köşe bucak, taramaktayım.

Ziya Gökalp'ın etrafındaki hececiler ve açık Türk-çeciler, gözümde, yeni âlete yeni ses katamıyan

basit devşirmeler... Ziya Gökalp Türkçülüğü de kekremsi bir şey... Zayıfladığı sanılan bir «eski»nin

yerini almaya ba¬kıyor ama nerede? Ne gittiği sanılanın muhasebesi var, ne geldiği sanılanın...

Vatan harap, bir hây-u-hûy'dur git¬mekte...

Millî Mücadele başlamış ve mektebin, Prenses el¬lerinden öpmeğe namzet vals ve muaşeret edebî

mütehas¬sısı talebesi, birden bire maddî ve manevî sefalete düş¬müştür...

İstanbul'da ittihatçıların polis şeflerinden olan bü¬yük dayım da Anadolu'ya geçmiş, vilayetlerden

birinde

polis müdürü...

Bizden, hususiyle mektebi bitirip deniz talebesi ve mühendis (ikinci mülâzım - teğmen) olan

talebelerden de Anadoluya kaçan kaçana...

İçinde hayatımın en güzel beş senesi geçen ve şah¬siyetimin temel duyguları pişen Bahriye

Mektebine artık sığamıyorum. Fena halde sıkılıyorum. Niyetim Darülfü¬nuna (Üniversiteye)

gitmek ve orayı bitirmek... Edebiyat

49

48

değil; çünkü sanatkârı ders olma yolundan geçmeğe muh¬taç görmüyorum. Meselâ, felsefe

şubesi...

Mektebin namzet sınıfından ayrı, üç harp sınıfını bitirdikten ve mezuniyet vaziyetine geçtikten

sonra diplo¬malarımızı beklerken, birden bire ilâve ettikleri dördüncü sınıf o kadar canımı sıktı ki,

bu sınıfı bitirmemeye karar verdim. Kararımı küçük dayıma acıklı ve gayet edebî bir mektupla

haber verdim ve onda bulduğum izin tavrı üze¬rine yıl sonunda imtihan kağıtlarım boş olarak

teslim et¬tim.

Kaydımı sildiler. Bir müddet sonra da elime o ta¬rihte namzet ve sadece üç harp smıfından ibaret

Bahriye Mektebini tamamen ikmal ettiğime dair bir vesika verdi¬ler.

Aradan 30 yıl geçecek ve meşhur Malatya dâvasının savcısı, esas ile hiçbir alâkası olmadığı halde

benim Bahriye Mektebinden ahlâksızlıktan kovulduğumu iddia edecektir. Yahudi ve Mason tesiri

altında hiçbir in¬sanın düşemeyeceği bir şenaat derecesine düşen, bir ara¬lık Bakan koltuğunda da

oturan ve sonra bir trafik kaza¬sında ölen bu savcıya cevabım, elimdeki vesika ve şu an¬da

Türkiye Cumhur Reisi bulunan sınıf arkadaşım Fahri Korutürk'tür.

ELVEDA

Babam annemden ayrılmış ve başka bir kadın al¬mıştır. Yeryüzünde yalnız çile çekmeye ve en

genç çağın¬dan sonra bir daha erkek yüzü görmemeye mahkûm an¬nem, küçük dayımın

yanındadır.

Bahriye Mektebinden çıkınca birden bire kendimi,

50

köprü üzerinde, küçük dayımın yaptırdığı sivil elbise içinde buldum. Sokaklarda elvan elvan, biçim

biçim, İn¬giliz, Fransız, İtalyan askerleri, gittikçe açılan (Tango) çarşaflı kadınlar, İstanbul'un içine

birer fuhuş şeytanı ha¬linde düşen beyaz Ruslar, nereye gideceklerini ve ne ya¬pacaklarını şaşırmış

beyaz sarıklı hocalar, yere eğik astra¬gan zabit kalpakları ve fesler; hummâsız ve meselesiz

ka¬falar üzerinde kırmızı fesler... Hiçliğe doğru uğul uğul akan bir cemiyet...

Elveda Bahriye Mektebi, çamlarının altında, rıhtı¬mının taşlarında, dershanelerinin sıralarında,

teneffüsha-nelerinin masalarında, dörder çifte işkampavyalarında ve süt beyaz kotralarında,

kendime gelişimin en dikkatlli an¬larını yaşadığım unutulmaz bucak...

Erzurumda polis müdürü bulunan büyük dayımın yanına gittik. Ben, annem ve anneannem... Bir

ecnebi kumpanyasının vapurunda güverte yolcusu olarak, denk¬lerimizin üzerine uzanmış,

Trabzon ve oradan yaylı ara¬bayla sekiz günde Erzurum... Niyetim, kışın son demleri¬ni

Erzurum'da geçirdikten sonra İstanbul'a küçük dayımın yanına dönmek ve sonbaharda

«Darülfünun»a girmek... Yolda, Zigana dağlarının çam ağaçları ve herbirinin ağ¬zından halat

kalınlığında billur sular akan pınarlarla süslü heybeti, Kopdağının da göklere doğru kabaran

ziynetsiz ve içine kapanık haşmeti beni büyüledi. Yolda, bir handa iri bir ağaç kovuğundan farksız

odamızda, kuru nevalele¬rimizi yerken, birden korkunç tüfek sesleriyle irkildik. Bir yaylım ateştir

gidiyor. Meğer İnönü zaferi değil miy¬miş... Köylüler bayram etmekte... Kendi dünyasında ya-

51

şayan ve dış dünyaya bir (hiyeroglif) gibi bakan annean¬nemin masum üstü masum bir lâfı:

— Bari dışarıya çıkalım da bir gazete alalım!

Kop Dağında gazete!!!

Arabacımız, daha doğrusu birçok arabanın sahibi, aynı zamanda bir eşkiya çetesine kumanda ettiği

söylenen Tevfik, rahvan bir atla yanımızdan gidiyor ve arada sıra¬da araba sürücüsünün yanına

geçip beni atına bindiriyor... ݺte, bende at merakını uyandıran ilk vesilelerden biri... Bu at ilgisi,

Erzurum'da, konağımızın ahırına bağlı bir ata boyuna binmek, ondan sonra süvari zabiti

üniformasını taşıyacağım günlerde büsbütün azmak ve oturduğum bah¬çelik ve kırlık semtlerde

daima ahırımda bir, hatta iki soylu at bulundurmak suretiyle 60 yaşıma kadar benden ayrılmadı.

Erzurum; sonraları Anadolu'nun en saffetli yerle¬rinden biri olarak kalbime nakşedilen Erzurum'da,

bu ye¬re ve onun yerlisine ait ilk intibam yine ata bağlıdır:

Bir gün ahırımızda ariyet olarak bırakılan ve be¬nim besleye besleye şişirdiğim, hattâ

azgınlaştırdığım ata binmiş, çarşı tarafından geçiyordum. Her taraf kar... Kar iki yana tepeleme

çekilmiş ve ortasında ancak tek adamın geçebileceği, üstüne kömür tozu serpili ince bir yol

bıra¬kılmış... Atım azgın... Kantarmaya abanmış, yavaşlamak bilmez bir hızla ilerliyor, dizginlere

asılışıma hiç aldırmı¬yor, önümde baştan aşağı damalı bir çarşafa bürülü bir kadın yürüyor. Kadına

çarpacağım! Ata hâkim olamama¬mın hicabiyle kadına haykırmak zorunda kalıyorum:

— Hey, hatun! Kenara çekil! Nereye çekilsin?.. Kar yığının tepesine mi çıksın?.. Kadın dönüp

arkasına bakmıyor bile... Var kuvvetimle dizginlere asılıyorum. At biraz yavaşlıyor, fakat kadına

52

hafifçe çarpmaktan da kendini alamıyor. Birden dizginle¬re yapışan ve atı zınk diye olduğu yere

mıhlayan bir el... Genç bir Erzurum dadaşı...

— Ata binmeyi bilmezsin! Zenne kişiye de çarpar¬sın! Nola senin halin!

Korkunç hakaret!.. Bu hakarete hak verip geçece¬ğime onun daha büyüğüne lâyık bir adilikte

bulunuyo¬rum. Polis Müdürü dayımın mevkiine güven duygusuyla genç Erzurum'luya diyorum ki:

— Sen benim kim olduğumu biliyor musun?..

ݺte o zaman Erzururm delikanlısı, beni hayran bı¬rakan ve asla hatırımdan çıkmayan cevabını

veriyor. Yü¬züme nefretle bakıp atımın sağrısına bir tokat aşkediyor

ve:

İstersen vali paşanın oğlu ol, diyor; haydi çek

git!

Ufukları, feza cüsseli bir pehlivanın şişkin kol ada¬lelerini andıran dağlarla sınırlı, geceleri aya

merdiven da¬yamak ve yıldızları yemiş gibi koparmak hissini verici, hiçbir şek ve şüphe karartısı

taşımaz, berrak, sonsuz ber¬rak bir madde çerçevesi içinde, işte en basit bir Erzurum delikanlısının

tüttürdüğü mânadaki saffet ve asalet!..

Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, güya Erzu¬rumlu şair Kemaletten Kâmi'ye (Kamu) bu madde

ve mâna hususiyetlerini anlattığım zaman, o benzetişime hayran olmuştu. Halbuki o, halis bir

Erzurumlu, yahut Er-zurumlu'nun halisi değil, tersiydi; En ucuz tarafından bir inkarcı, bir dinsiz...

Ne örümcek, ne füsun; Kabe Arabın olsun, Çankaya bize yeter! Diyen adam...

,53

OK MEYDANI

O kışı Erzurum'da geçirdikten sonra İstanbul'a döndük. Küçük dayımın Kasımpaşa'da tuttuğu,

küçük ve ahşap ev... Tepelerde, Ok Meydanına yakın bir semtte...

Sonbaharda Darülfünun'a gireceğim. Felsefe şube¬sine... Gündüzleri felsefe ve edebiyat okuyor,

akşam üzerleri de Ok Meydanı'na doğru gezintiye çıkıyorum. Haliç ve İstanbul yakası, gök mavisi

bir duvar üzerinde, bir işleme gibi görünüyor bana... Haliç ve Topkapı'dan Sarayburnuna doğru

kubbeler ve minareler... Bu manza¬radan isim veremediğim bir hasret tüttüğünü hissediyo¬rum.

Bir giden var, bir beklenen var. Ok Meydanı'na çı¬kan yollardaysa tozu toprağa katan ve matemli

bir kadın gibi saçını yolan bir rüzgârdan başka bir şey yok.

Düğümlenirken uzun yolların ufukta ucu, Bugün de gelmedi, hasretle beklenen yolcu.

Ok Meydanı gezintilerimde içimi şiir rüzgâriyle şi¬şiren demlerin bana aruz vezninde söylettiği ilk

deneme¬lerden biri...

İlk şiirlerimden biri (postayla göndermiştim) bir gazetenin edebî ilâvesinde çıktı. Heyecanım

büyük... İs¬mimi matbaa harfleriyle şiirimin altında görünce, sandım ki dünya - âlem o ânda

gazeteye eğilmiş beni okumakta... Elimde gazete, çarşıdan eve doğru yürürken, nargilesini çeken

kasap, esneyen bakkal, sırıtan manav ve şunun bu¬nun, yanıma koşup:

— Tebrik ederiz Necip Fazıl Bey! ݺte şöhrete ka¬vuştunuz!

Dememelerinden adetâ hayretteydim.

54

Bahriye Nezaretinden aldığım tahsil vesikasında, sonradan ilâve edilen dördüncü sınıfı

bitirmediğim kayıtlı olduğundan bununla «Darülfünun»a kabul edilip edilme¬yeceğim bir

meseleydi. Hiç uğraşmamaya, hakkımı tesbit ettirmek için zahmete katlanmamaya karar verdim.

O zaman, ya lise, yahut yüksek mektep diploma¬siyle, olmazsa imtihanla girilen «Darülfünun»

kapısında¬ki istekli kalabalığına karıştım ve imtihanı parlak şekilde kazandım.

DARÜLFÜNUN

Cumhuriyetin ilânı yakın. Ben 17 yaşlarındayım. Bahriye mektebinde olduğu gibi Üniversitenin de

belki en küçük talebesiyim ve şimdiki Edebiyat Fakültesinin bulunduğu yerdeki Zeynep Hanım

konağının ve sonra es¬ki Harbiye Nezareti binasının en hareketli çocuğuyum. Darülfünun'u yeni

bitirmiş olan Hasan Ali Yücel, Zeynep Hanım konağındaki Darülfünun Kütüphanesinde (Hâfız-ı

Kütüp) kütüphane memuru ve arkadaşım... İlk şiirlerim ona okunuyor ve o, bunlara bayılıyor.

CUMHURDYET MD, ASLA!

Rafet Paşa, Ankara'nın fevkalâde mümessil ve mu¬rahhası olarak İstanbul'a gelmiş ve misli

masallarda gö¬rülmedik bir kucaklanışla karşılanmıştır. Yedisinden yet¬mişine, hayır, henüz

doğanından ölmek üzere bulunanına kadar bütün İstanbul sokaklarda, Paşanın geçeceği yollar¬da...

55

Zaif vücudu, zarif edası, incecik astragan kalpağı ve gayet güzel kesilip biçilmiş çizmeleriyle Rafet

Paşa, arabasında doğrulmuş, göklerin tavanını zangırtadan şu halk çığlığını dinliyor:

* — Yaşa, Paşa! Vatan kurtarıcılarına selâm!

' İstiklâl Savaşı Zaferi'nin halkta uyandırdığı ilk duygu...

Paşa, Zeynep Hanım konağına, «Darülfünun»a geldi. Gençliğin omuzları üstünde yukarı salona

çıkarıldı ve yüzlerce talebe, hoca ve alâkalıya karşı tantanalı bir nutuk çekti. Bu nutka, her şeye ilk

veya son demde sahip çıkmayı bilen dönme profesörlerden Müslihüddin Adil de, yayvan ağızı ve

iki tarafa bir öğütme makinesi şeklin¬de çaprazvarî gidip gelen çenesiyle aynı parlaklıkta bir cevap

verdi.

Rafet Paşa elinde bir Alman mecmuası, bağırıp du¬ruyor:

— Bakın şu mecmua ne yazıyor? Zaferin peşin¬den, Anadolu Hükümeti, kısa zamanda

Cumhuriyeti ilân edecekmiş!.. Bu gidişin varacağı nokta burasıymış. Asla, asla efendiler, millî

hükümet ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin asla böyle bir niyeti yoktur!..

ݺler daima böyle başlar ve bilindiği gibi biter. Üç sene sonra, artık gözden düşmüş Rafet Paşa'nın

Ankara -Dstanbul arası bana trende neler anlattığını göreceksiniz.

ÜSTADLAR

Birgün «Dkdam» gazetesine gidip Yakup Kadri'yi gördüm. Henüz Anadolu'ya geçmemiş ve

Ankara'ya ta-şınmamıştır. «Dkdam» gazetesinde «Tahlil ve Terkip» başlığı altında yazılar kaleme

almaktadır.

56

Yakup Kadri, üslûbu ve «Edebıyat-ı Cedide» bu¬dalalarına nispetle zengin dünyasiyle, Bahriye

Mektebin¬den beri ruhumu çekenlerden... Hususiyle onun «Erenle¬rin Bağından» isimli nesirlerine

günlerce abandığım ol¬muştu. Bir gün de onun için edebiyat muallimimiz, tasav-vufçu İbrahim

Aşkî Bey:

— Erenlerin bağına girmiş ama üzümünü yiyeme-

miş...

Demişti. Kaydetmiştim.

Bugün, üzümünü yiyememek şöyle dursun, erenle¬rin bağına girmiş olmasını da kabul

edemeyeceğim, bu kabuk üstü derin adam, o zamanlar bana, kalem ve fikir haysiyetinin ve iç

murakabeye sahip muharririn ta kendisi gibi görünmüştü. Sahte büyüleri çözülüp, çehrelerinin

olanca sığlık ve kabalığiyle meydana çıkan ve bütün sih¬rini kendinden değil, bizim ruh

püskürtümüzden aldığı belli olan kadın misaline denk, Yakup Kadri, benim gö¬zümde, boyaları

dökülmüş bir ahşap maddedir...

İLK ªİİRLERİM

Evet, Yakup Kadri'yi görmek için, «Dkdam» gaze¬tesine gittim.

Odasının kapısını vurdum. Gür ve tok bir ses «giri¬niz» dedi. Girdim ve elimdeki defteri masasına

bırakarak:

— Ben, dedim; Felsefe talebesiyim. Şiir yazıyo¬rum. Takdir ettiğim ender kalemlerden biri

olduğunuz için şiirlerimi size getirdim. Beğenecek olursanız neşirle¬rine lütfen delâlet edersiniz.

Ve tek kelime beklemeden ve eklemeden çıkıp git¬tim. Kalem kaşları, açık alnı, vakarlı çizgiler

taşıyan yü-

züyle Yakup Kadri, üzerimde iyi bir tesir bırakmıştı. On¬da, Bahriye Mektebinden hocam ve

sonraları, ahbabım Yahya Kemâl'in, ya dalgın ve unutkan, yahut yılışık ve laubali yüzünden eser

yoktu.

Vilâyet Mescidinin solunda, (Arşiv) dairesinin biti¬şiğindeki ahşap binada (hâlâ duruyor) karargâh

kurmuş olan «Yeni Mecmua» onun fikrî idaresindeydi.

Bir iki hafta geçti, geçmedi; kafamda bir bomba!!! 17 yaşındaki çocuğun şiirleri en genci 35 - 40

yaşındaki üstadların yazıları arasında yayınlanmaya başlamaz mı?.. Mecmuaya bakan, Fevzi Lûtfi

(Karaosmanoğlu)... Mecmuanın etrafında Yakup Kadri, Ahmet Hâşim, Yah¬ya Kemâl, Halide

Edip, Refik Halit, Ahmet Refik, Köp-rülüzâde Fuat ve benzerleri... «Yeni Mecmua»nın bu Zi¬ya

Göklap'tan sonraki devresinde, fikir yazılarını, daha ziyade Darülfünun hocaları yazıyor; ve ilk

hamlede oraya kabul edilmek bir muvaffakiyet sanılıyor.

Güya tasavvufî bir hava tütüyor ilk şiirlerimden. Çilesini çekmeye henüz (12-13) yıl uzak olduğum

dâvanın, bütün inceliklere uzak, (fantazi) plânında bir heveskârıyım. «Ben»i büsbütün ezmek ve

süründürmek yerine taht'a oturttuğumun farkında değilim.

Bir benliği bin secdeye vefsem,

Vermek, yine benden, yine benden Yahut, satıh içi kof kelime plânında bir özeniş:

Sevgilime kul oldum,

Güzelliği seçeli.

Varlıkta yoksul oldum,

Benliğimden geceli.

Vücut ruha ağ gibi, Bir düğümlü bağ gibi

Muhabbet, menbâ gibi Kevserinden içeli

Aruzla hece vezni arasında bocalfyorum. Fakat te¬mel daima hece...

Benim de yerim bu el oldu yahu Gençlik bahçesinde sel oldu yahu! Çünk tâ derinden bağrımı

yaran, O başımın tacı el oldu yahu! Saçları boynumda dalgalandı da, Beni boğmak için tel oldu

yahu! Ateşte yaktıktan sonra nefesi Kulumu savurdu, yel oldu yahu! Ben bu halden ibret almadan

göçtüm. Ondan ibret alan, el oldu yahu!

17-18 yaşlarının gayet acemi ve iptidaî şiir çaba-

layışı...

SES

Zamanenin «Edebiyat-ı Cedide» kartonlarından sonra «Fecr-i Âti» kuklalarından elenmiş üstadları,

bu ço¬cuğa ve onun getirdiği yeni sese hayran... Hece vezninin Ziya Gökalp devşirmeleri, Yusuf

Ziya, Orhan Seyfi, Fa¬ruk Nafiz gibi şairler de, aralarında Nâzım Hikmet, müş¬terek şiir broşürleri

çıkarıyor, bir ikisi işi güldürmecilik esnaflığına dökmeyi fikir ve şiir çilesinin üstünde tutu¬yor; ve

ana dile açık Türkçenin bu ilk ve posa şairleri, «Yeni Mecmua» sütunlarına lâyık görülmüyor.

Henüz «Hece»nin kemmiyet âleti üstünde, keyfiyet cevheri geti¬rilmemiştir.

58

59

Delikanlı muhayyilemde o kadar büyüttüğüm bu üstadlarm, birkaç temas içinde gözümde nasıl

karagözleş-tiklerini, sığlaştıklarını anlatamam. Hepsinde bir cüce hır¬sı ve birbirini küçültme

çabası, ceketlerinin altından çık¬mış bir iç çamaşırı gibi meydanda...

Yukarıda, «Yahu» redifli şiiri gördünüz ya!.. «Me¬zar Kitabesi» adını taşıyan bu şiir için, bir gün

Ahmet Haşim'in «Yeni Mecmua» idarehanesinde Fevzi Lûtfi'nin yanında bana söylediği sözü

unatamam:

— Çocuk! Bu sesi nerede buldun sen?

Sonra, verdiği rütbeyi kıskanmış olacak ki, ilâve etti:

— Kendini bir şey sanma! Yakup Kadri'nin seni tuttuğuna da bakma! Tesiri altındasın da ondan...

Sanatkâr, tesiri altında kalanı sever.

En aşağı 35 - 40 yaşındaki üstad pâyeli insanın, 18'lik çocuk heveskâra söylediği bu söz, o zaman

bana çok dokundu. En iptidaî zaaflarını, cücelik duygularını yenemeyen bu insanlara karşı:

— Hale bak sen; kimlere inanıyoruz?

Diye düşünmekten ve o çağda bile beni gerimdeki-lerden ayıran sınır çizgisini görmekten nefsimi

alıkoya¬madım.

«Yeni Mecmua»nın pişmiş üstadları, bu koca kafa¬lı ve yeni sesli çocuğa hayretle bakıyorlardı.

Bana gelince, nefs zebunluğu bakımından onlardan beterdim. Belirtmiş olduğum gibi neşredilmiş

ilk şiirim¬den başlayarak, dünyada artık beni tanımayan tek kişi kalmadığını, kahvelerde,

sokaklarda, salonlarda hep beni konuştuklarını sanıyordum... Herkes cüce, bense dev...

60

HAYRAN

Hayranlarımdan biri de Mustafa Sekip Tunç. Üni¬versitede Ruhiyat Hocamız Mustafa Sekip...

Gece gündüz onun Süleymaniye tarafındaki ahşap evindeyim. Sınıfta kendisini dinlediğim Mustafa

Sekip, evinde sabahlara kadar beni dinliyordu. Gitgide hocalık ve talebelik tersine döndü ama,

onun, ileride bir hayli yu¬muşattığım ruhunu bir türlü pazarlıksız imana çekeme¬dim.

Mustafa Şekip'in ben talebesiyken doğan ve Güzel San'atlar Akademisi Mimarî şubesinde benim

talebemken ölen erkek çocuğu için bebekliğinde bir ninni yazmıştım. Galiba bu çocuk beni, hele

ölüm döşeğindeki son ânına doğru, babasından daha iyi anladı. Babasının putperest adı «Şaman»

ismini taktığı çocuk, son anlardaki telkinim¬le Müslüman öldü.

Üniversitede Ahmet Kutsi Tecer ile Ahmet Hamdi Tanpınar, arkadaşlarım... Ahmet Hamdi

Edebiyat Fakül¬tesinde ve bizden daha eski... Kutsi ise «Dar-ül Mualli-min-i Âliye: Yüksek

Muallim Mektebi»nde yatakhane ar¬kadaşım... Ahmet Hamdi'nin lâkabı «Kırtipil Hamdi».. Kutsi

lâkapsız...

Mısır püskülü renginde açık sarı saçlı, gayet (ka¬rakteristik) kalın dudaklı, son derece sakin tavırlı

ve his¬lerini peçeleme sanatında usta Ahmet Kutsi Tecer de şa¬ir... Fakat ne o, ne Ahmet Hamdi

henüz neşir plânına çı¬kabilmişler...

Ahmet Hamdi'yi Üniversitede gözüm hiç tutmadı. Fakat Kutsi ile çabucak kaynaştık. Bu kaynaşma,

daha zi-

61

yade onun bana tahammül etmeyi bilmesinden, (kap¬rislerime sessizlikle cevap vermesi ve onları

sineye çek¬mesinden doğuyor. Şiirleri de, bir gergef hünerinden ile¬riye geçmiyor ve (metafizik)

ürpertiye yanaşamıyor. Ama muhakkak ki, «hece»ye venı bir zarafet, ahenk ve (mistik - sırrî) bir

dil getirmek istidadında... Kutsinin bu dış yüz¬den işçilik sanatını o kadar beğeniyorum ki, onu bir

müd¬det sonra tanıdığım Peyami Safa'ya bir harika diye vasıf¬landırıyorum. Her şeye (Şarlok

Holmes)den kopya, «Cin¬göz Recai» gözüyle bakan Peyami Safa da, bu kadar medhin altında

benim kuvvet ve rahatlığımı sezeceği yer¬de, zaafıma ve sırrımı ağzımdan kaçırmış olmama

hük¬mediyor ve ileride, çok ileride, çeyrek asır sonra yazacağı bir yazıda polis hafiyeliğini yerine

getiriyor ve Kutsi'yi şiirde benim üstadım diye gösteriyor. Hattâ aynı zat, be¬nim «Kaldırımlar»

şiirimin kendinin bir romanından araklama olduğu vehmini sonuna kadar muhafaza etmiş¬tir. Eğer

bu şiirle onun romanının neşir tarihlerini bakıla¬cak olursa, iş laboratuar kesinliğiyle de anlaşılır ve

bu takdirde Peyami Safa'nm romanındaki o pasajı benden çalmış olması icap eder. Fakat hayır! O

pasajla benim şii¬rim arasında öyle bir keyfiyet farkı vardır ki, Peyami'yi benim evimden çaldığı

İsfahan halısını bir çuvala çevir¬miş olmaktan tenzih ederim.

1923'den 1943'e kadar en sıkı - fıkı dostluk çerçe¬vesi içinde tanıdığım Peyami, bakın nasıl yoluma

çıktı?..

ARKADAŞ

Beylerbeyi'nde oturuyorduk. Hayatı boyunca bana fazla bir alâka göstermemiş olan babam, ben

daha Üni-

62

versiteye girmeden ve 33-34 yaşlarında ölmüştü. Ben dai¬ma annem ve küçük dayımla beraberim.

Bir de, malûm mübarek anneannem...

Beylerbeyi'nın yalılar boyu caddesindeki çınarlar arasında ve şiir hummaları içinde gidip gelirken,

daima . bir gölgeye rastlıyordum. Elleri arkasında, benim gibi ko¬ca kafalı, üstelik cılız vücutlu,

hep düşünceli spor ceketli ve gri pantalonlu, ihtiyarla çocuk bulamacı bir genç... Onun için,

muharrir, romancı demişlerdi.

Bir gün Boğaziçi vapurunda, Hasan Âli Yücel, onu bana takdim etti.

— Peyami Safa Bey...

Ve aramızda hemen büyük bir dostluk tutuştu. İkinci Dünya Harbine kadar süren, derken siyasî

görüş ayrılığından gölgelenen, hele benim mürşid eşiğinden içeri göz atışımdan sonra büsbütün

tavsayan; Türkiye'nin en büyük şairi bilinirken Müslümanlıktan başka gaye ta-nımayışım meydana

çıkınca, benden teker teker el çeken¬lerle bir hizada pörsüyen, tekrar canlanan ve ayni gayede

buluşuyormuşuz hissini veren; yine, çatlayıp kuruyan ve öyle kalan mahzun bir dostluk... Ama

gençliğimine en sı¬cak dostluklarından biri. Boyuna çizgisine girer gibi olup, sonra çizgisinden

çıkar gibi olan, fakat hiç bir zaman tam zıddına dönmeyen bu eski dostluğu, arada bir tersine

çe¬virici tek saik, daima Peyami'nin değişmeleri olmuştur. Biz sabit kaldık ve hep yerimizde

bekledik. Zira yerimizi bulmuştuk.

PARDS

Cumhuriyetin ilânından bir yol sonra Maarif Vekâleti bir imtihan açtı: Lise ve Üniversite

mezunların-

63

dan Avrupa üniversitelerinde tahsile gönderilecek ilk Cumhuriyet talebesine mahsus

imtihan...Darülfünunun son sömestreleri sırasında ve Yüksek Muallim Mektebin¬de bulunduğum,

Anadoluculuk ideali gütmeğe başladı¬ğım, Anadolulu gençlerin (Mükremin Halil, Hilmi Ziya

Ülken, Ahmet Halit Bayrı) çıkardığı bir dergide (Anadolu Mecmuası) şiirlerimi neşrettiğim bu

hengâmede, Avrupa, gözümde pırıl pırıl ışıldamaya başladı. Matbaayı getiren İbrahim Müteferrika,

(Versay) hayranı Yirmisekiz Çele¬bi, (Şarlotenburg) meddahı Sadullah Paşa, ucuz Hürriyet

Kahramanı Namık Kemal, Tanzimat zarifi Abdülhak Hâmid'den beri bir çoğunun gidip de

hakikatte hiç bir şey getirmediği ve buradaki temelle oradaki çatıya birleştire-mediği Avrupa.

İmtihana girdim ve galiba en iyi derecelerden bi¬riyle kazandım. Yabancı dil imtihanını

İngilizceden ver¬diğim halde Londra'ya değil Paris'e gönderiliyorum ve al¬tı ay lisan öğrenme

müddeti almış bulunuyorum.

Gazeteci mânasına muharriliğim de o tarihte baş¬lar.

Paris'e hükümet talebesi olarak gönderilişimin resmî muamelesini de ikmal etmek için, «Vakit»

gazete¬sinin Ankara muhabiri sıfatiyle yeni idare merkezine, odun yakan bir lokomotifin arkasında

ve 36 saatte var¬dım.

Toz, çamur, kerpiç ev ve astragan kalpak panayırı bir Ankara...

Her işimi bitirip dönerken de trende Rafet Paşayla karşılaştım. Yalnız ikimizin bulunduğu eski ve

kırmızı kadifeli birinci mevkide, o günlerde bazı arkadaşlariyle muhalefete geçmiş olan Paşa, bana

içini döktü:

İstanbul'da nasıl karşılandığımı bilirsiniz! Şu,

64

varmak üzere bulunduğumuz Eskişehir'de beni bekleyen askerî kıtalar nerede şimdi? İlâhi kanun

mutlaka yerine gelecektir...

Galata rıhtımında cebimdeki Türk liralarını en ya¬kın sarraftan Fransız frangına çevirip bana

getiren şair .dostum Ahmet Kutsi, yanımda beni uğurlamaya gelen Mustafa Sekip...

Mustafa Sekip, veda ânında ve herkesin duymasını istediği bir tonla dedi:

— Tarihin malı olduğunu unutma!

KABUS ªEHRİ

(Bormida) isimli, salapurya büyüğü bir vapurla Marsilya'ya hareket ettik. Aramızda vapurda yemek

veril¬meyeceğini sanıp da çıkın çıkın nevalesini yanına alan ve sonra yemek verildiğini görünce

onları kamarasının lûmbozundan denize atan şu mahut felsefeci, Kâinatın İlâhi vahye muhatap

Efendisine felsefe isnat edecek ka¬dar anlayışsız ve nasipsiz Cemil Sena, Şeyhülislâm Hayri

Efendi'nin oğlu Suat Hayri (Ürgüplü), (Enerjetizm) adlı bir felsefe nazariyesi icat ettiği zannında

Namdar Rahmi gibi tipler ve son derece alâkaya değer bir genç, Burhan Ümit (Toprak)... Çoğu

İstanbul yaldızlı bu kerpiç tiplerle bir arada Paris'e ilk Cumhuriyet talebeleri olarak gidiyo¬ruz.

Yolda zavallı salapuryamızın küçücük bacasiyle iki sıska direğine kadar bütün gövdesini yutup

sonra kusan, fırtınalı bir deniz üzerinde 7 gün çırpınış ve Marsilya...

«Harb-i Umumî»ye «Harab-ı Umumî», hünkârlık

65

makamındaki bazı tiplerin taşıdığı «Gazi» unvanına «ha¬va gazı» gibi adlar takarak, insanları ve

hadiseleri kafiyeli kelime oyunlariyle yaftalamaya bayılan bir hariciyecinin sonradan yakıştırdığı

tâbirle «Buhran Nevmid», yani Bur¬han Ümit, gölgem kadar yakınım... Paris hayatım boyun¬ca

hangi semtte, hangi otel ve pansiyonda oturdumsa be¬raberimde... Bıyık bıraksam bıyık bırakır,

kessem keser. Öyle ki bıyığımın sol tarafım kesip sağını bıraksam o da öyle yapar. Ama sanılmasın

ki, Burhan basit bir madde kopyacısı. O kendi ifadesiyle «Yaşanmaya değer hayat»ı arayan, içi

içine sığmayan, şahsı ve cemiyetinin hayat öl¬çülerinden iğrenen, tarihî gelişimimizin getirdiği

bazı inkılâplaraysa hiç güveni olmayan, sahteyi sezen ve «mutlâk»ı dileyen ulvî rahatsızlardan

biridir; ve kendisin¬deki bu kıvılcımlanmayı bir anda yangına çevirici bir in¬san ve arkadaş olarak

beni bulmuştur. Bense henüz ken¬dimi bulmaktan uzak olduğum o devirde bu buhranlı gen¬ce

karşı, (Şekspir)in «olmak mı, olmamak mı?» diye ifa¬delendirdiği gidiş gelişlerimle tam bir

(solüsyon - hail şekli) mevkiindeyim. Halbuki namzedi olduğum gerçek hal şekline ve onun ergin

ve olgun tavrına henüz ne kadar uzağım!

Paris hayatım,benim de kendi kendimi arayışımın müthiş helezonları ve korkunç girinti ve

çıkıntıları arasın¬da, nefs cesareti bakımından hayâl yakıcı bir tablo çizdi; ve Burhan Toprak bu

tabloya, daima uzaktan anlar gibi olup da asla yanaşamadığı ve bir nevi (burjuva) muvaze¬nesini

feda edemediği bir hayranlık gözüyle baktı. Bütün ömrünce de içine dalamadığı «nâr-ı beyza»

potasının dış¬tan hayranı sıfatiyle mırıldandı, durdu:

— Hayat mı, eser mı?.. ݺte bütün mesele?.. Ve...

66

Ve yaratılışındaki nâdir mayaya ve onun donacağı kalıbı aramaktaki kıvranışlarına rağmen, ne

özlediği ha¬yatı yaşayabildi, ne de eserini yazabildi. Yanık bir kafa hazin bir örnek olarak, geldi,

geçti.

Kâbus şehrini bendeki tesiri bakımından kendi ay¬namda mânalandırırken, bütün kırık döküklüğü

içinde be¬nim aynam olmaya doğru giden Burhan Toprak'ta özleş¬tirme mümkündür.

İhtilâç, râşe, takallüs, hafakan üfleyici ve semanın bütün yıldızlarını maskeleyen ışıkları ve canavar

dizisi halindeki binalariyle, bir şeyi, büyük bir şeyi peçeleyici kâbus şehri... Kadını, kumarı, içkisi;

(bohem) hayatı, şüp¬heci felsefesi, sar'a nöbetleri içinde sanatı; çözmeye çalış¬tıkça dolaşan ve

büsbütün düğümlenen meseleleriyle Pa¬ris... Susadıkça gaz içmenin ve gaz içtikçe susamanın ve

pırıltılı kadehler içinde ebedî bir su hasreti çekmenin ha¬li... Her türlü madde alayişi ve nefsânî

saadet cümbüşü içinde, hissi iptal edilmiş ruhun ilk bakışta ağrı ve sızı göstermeyen kıvranışlarına

yataklık, hüsran beldesi...

Burhan Toprakla bir gün (Sen) nehrinin bir köprü¬sü üzerinden geçerken, kendisine şu sözü

söylediğimi ha¬tırlıyorum:

— Bir gün gelecek; bu makine dünyasının son buhranı kertesinde beklenen fikir kahramanı zuhur

ede¬cek ve kollarını açarak insanlığa seslenecek: «Ne yaptı¬nız, mukaddes emaneti, ne yaptınız?..»

Paris, remzleştirdiği bütün Batı mâmuresiyle bera¬ber, perdenin önünde aldatıcı nakışlar olarak

öyle (plâstik) hârikası ki, sadece perde gerisindeki karanlık ve haraplıktan haber vermeye memur ve

dertli başını taştan taşa vura vura, bunalımdan bunalıma kıyamete kadar kö¬şe kapmaca oynamaya

mecbur... Ve işte Batı!

67

Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslâmî edebim mânidir.

Yalnız üç beş çizgi.

Aylarca şehrin gündüzünden habersiz bir gece ya¬şayışı... Oteldeki odamın aynası karşısında,

yanaklarımı tırnaklayarak döktüğüm gözyaşları... Çok defa otelin sa¬bah kahvaltısından ibaret

günlük gıda...

Ve ıstırap, ıstırap, ıstırap... Kendi kendine gelme¬diği zaman zorla arayıp da bulduğum, bulmak

için her şe¬yi yaptığım, her vesileyle tökezleyip dümdüz yürümeye razı olmadığım ve daima

inkisarına istekli çıktığım ıstı¬rap...

Efendim ve kurtarıcıma, 10 yıl öncesinden böyle mi hazırlanıyordum?

FDLDDŞD KULE

Üstün nizam ve topluluk derken başıbozuk ve ser¬serilik... Üniversite talebeliğinden Paris

dönüşüne kadar geçen yılların özü. Ondan sonra bu hal bende büsbütün azdı.

Şiirimdeki özenme tasavvufî eda ve Anadolu şiiri¬nin «Koşma» şekline bağlı iptidaî hassasiyet de

gittikçe silinip, yerine dipsiz bir korku, sınırsız bir gurbet duygu¬su, devamlı bir ihtilâç, vecdini

kaybetmiş büyük şehirle¬rin boğucu kâbusu geçti. İlk eserim «Örümcek Ağı» bi¬rinci; sonraki

kitabım «Kaldırımar», ikinci merhalenin belirticileri...

Bir de, şiiri kendisinden, öz nefsinden ibaret bilen, ona başka murat biçemeyen, hasis gayelere bağlı

aşağılık tebliğ şiirleri yanında şiirin, oz muradına ancak Allah ga

68

yesiyle varabileceğini ve ancak böylelikle telkin şiiri ola¬bileceğini henüz kestiremeyen, ham ve

yarım bir (poetik)

anlayışı-

Ve bu anlayış icabı, Fransızların «Fildişi Kule» de¬diği hodbinlik hisarına çekilip meydan ve

«avam» şairi olmaktan nefret duygusu; ve ancak Çin Mandarenleri sa¬yısında bir seçilmişler ve

süzülmüşler, «havas» zümresi¬ne hitap zevki...

Halbuki Peygamberler, seçilmişler ve süzülmüşler¬den, «havâs»dan hiç bir ferdin ulaşamıyacağı

mucizeleri¬ni meydan yerine ve «avam» perdesine dökmüşlerdi. Dâva ise, mutlak eşsiz ve

münezzeh Peygamber tecelli¬sinden sadece bir hikmet payı alıp, kendi oluş çapı içinde, en üst ve

en alt tabakayı birleştirebilmekte...

Yani, Peygamber, her şeyde olduğu gibi, şiirin usûlünde de rehber...

Şiir ve sanat, kendisini mutlak hakikate memur ederek ve müessese hikmetini mutlak hakikate

doğru ebedî bir arayış diye çerçeveleyerek, bir yandan sonsuz meçhuller iklimine fener tutan ve

eşyanın nabzını sayan bir telkinci, öbü yandan da aynı dâvaya bağlı içtimaî he¬yecanın bestekârı ve

dış ölçülerin mimarı bir tebliğci sıfa-tiyle, iç ve dış gayesini birleştirmiş olur: Bu işin de gayesi;

Allah...

Sâf şiirin bizde en büyük ustaları, Yunus Emre, Baki, Fuzûlî, Şeyh Galip; başka hangi mihenge

vurulabi¬lirler?..

Ancak Mürşid kapısında üflenen havanın yüzüme çarpmasiyledir ki, çözebildiğim bu sırra, o

zamanlar ala¬bildiğine uzak; sert ve dikenli bir benlik kabuğunda mah¬pus ve alabildiğine başıboş,

genç, pek genç sanatkâr... Sa-

69

natı sanat için bildiği gibi, toprak üstü sürüngen yaşayışı¬nı da gerçek hayat sanan ve başını göğe

kaldıramayan mağrur cüce...

BOHEM HAYATI

Avrupa talebeliği imtihanındaki başarım yüzünden sömestrelerini ikmal etmiş olduğum resmen

kabul edilen Üniversiteye bir daha uğramadım. Devlet kapısından ir-kildiğim için bir ecnebi

bankasına girdim; mahut kona¬ğın, ben Paristeyken ölen cici-annemden kalma hissesini 10 kuruş

yerine 1 kuruşa satıp yedim; Heybeliada'da has¬ta döşeğinde beni gözleyen sevgili anneme

koşacak bağlı¬lık duygusunu bile kendimde bulamadım ve hep o şeytan kabuğunun içinde, nefessiz

ve huzursuz, sürünmekte de¬vam ettim.

Banka memuriyetiyle Anadolunun Cenubu... Tez vakitte soluk soluğa İstanbul'a dönüş... Banka

memuriye¬tiyle Anadolunun şimali... Kısa zamanda nefes nefese yi¬ne ana şehre avdet... Bu gidiş

ve gelişler, İstanbul'da da-ralıp Anadolu'da açılmak, sonra Anadoluda patlayıp İs¬tanbul'da

ferahlamak isteğinin boş yere baş vurmaları... Yoksa daralmak ve patlamak esas...

Beyoğlu pansiyonlarında ve Fikret Adil'in Asmah-mescit sokağındaki tavanarası garsoniyerinde,

ressamlı, heykeltraşlı, şairli, muharrirli. profesörlü bir kalabalığa gömülü, daral, patla, dur!..

Bu hayatın, kendisi yok ama, ismi var: (Bohem) hayatı... Miğde gurultusu kadar başıboş

insiyakların ve tabak gıcırdatılınca duyulan sinir kamçılanmaları gibi en kaba teessüriyetlerin

hayatı...

70

Bu hayat süresince bende, derin bir bunalma, ruh sıkışması, kendinden kaçma, kendini unutmaya

çalışma hali..- Belki de bu halden kurtulmak içindir ki, kendimi cehennem çarkına büsbütün

kaptırmış bulunuyorum. Ve

çabaladıkça batıyorum.

Yirmi yaşını henüz aşmışım... Kendi kendimin, kendi mahrem «ben»imin üstüne bir çeki taşı

koymuş, ta¬şa da çıkmış, hora tepmekteyim:

— Sus! Sesini duymak istemiyorum!

TENEKE MADALYALAR

Nâzım Hikmetle de çalıştığımız ve biri ruhçu, öbürü maddeci; biri tebliğ, öbürü telkin şiiri olarak

karşı¬lıklı iki zıt kutbu temsil ettiğimiz bu devrede, (Cumhuri- ? yet) gazetesinin Peyami Safa

idaresindeki edebî sahife-sinde toplanmış bulunuyoruz.

Sene 1928... Benim şiir diyapazonumun herkesçe beğenilmek noktasından en dik irtifaları

kaydettiği basa¬mak... Bütün eser mevcudum o zaman 64 yaprak ve 128 sahifeyi geçmezken,

hakkımda yazılıp çizilenler bunun on mislini aşmakta... Yakup Kadri Alp Dağlarından gön¬derdiği

makalelerde beni ilk defa tarafından keşfedilmiş bir dehâ diye belirtir. Nurullah Ata (Ataç) benim

gedikli meddahım geçinir; İsmail Habib «Edebî Yeniliğimiz»de, bendeki his ve hayâl yüksekliğine

hiçbir şairin çıkmamış olduğunu kaydeder, Peyami Safa ile Mustafa Sekip de işi, dürüst fikir

plânında incelemeye çalışır; ve daha ileride de Yaşar Nabi, ismimi «bir mısraı bir millete şeref

vere¬cek şair» diye anarken...

71

Bunları niçin ortaya döküyorum, biliyor musunuz; bunları, bu teneke madalyaları?... Ben, O

Tepenin rüzgârını aldıktan ve Müslümanlığımı bayraklaştırdıktan sonra, bu insanlardan bir ikisi

müstesna, hemen hepsi ve daha niceleri benden yüz çevirdi ve beni, «Sanatına kıyan geri adam»

diye yaftaladı da ondan.

Evet; tepemden aşağı bu yarım adamların takdir eşyası, renk renk (serpanten) ve (konfetti) yağmuru

halin¬de inerken, ben bütün bu cümbüşler içinde yine huzuru¬mu bulamıyor, öz çehremi

göremiyor; ve ruhumu, üçüncü buuttan mahrum bir satıh plânına mıhlı, çıkartma kâğıdı

kelebeğinden ayıramıyordum. Bu kelebeğin canlanması, titremesi, kımıldanması; kanatlarını

çırpmaya başlaması ve yapıştığı satıhdan fırlayıp mesafeler boyunca uçması lâzımdı.

Ama nasıl?

Bunun için iki cendereden sıyrılıp çıkmak lâzımdı:

Aletten yoksunluk, hedeften mahrumluk...

Alet, dil, Türkçe... Bu aletin (Hentatonik) basitliği ve havasızlığı beni boğuyordu. Cedlerimizin bu

dâvayı kavrayıp Türkçeyi bir çarşaf gibi Arapça ve Farsça mey¬ve ağaçlarının dalları altında

açmaları ve yemişlerini .dev¬şirmeleri, böylece içinde tek bir mücerret mefhum bulun¬mayan

dillerini düşünür hale getirmiş olmaları bana ya¬pılması şart tek iş olarak görünüyor; fakat bu

gidişin iğre¬tilikten ileriye geçemeyişi, bünyeyle kaynaştırılamayışı ve aslî maddeleri almak

dururken sarf ve nahvine kadar iktibasçılık yobazlığına düşülmesi, hususiyle «Edebiyat-ı Cedide»

devrinde en ağdalı Divan Edebiyatında bile rast¬lanmayacak ve Arapla İranlıyı şaşırtacak derecede

sun'ili-ğe yol açılması ruhuma son derece giran geliyordu.

Düşünün; aslında idaresi ve hazmettirilmesi bilin-

72

dikten sonra tam yemişini verecek bu eşsiz kıymetlerin Türkçe'den kovulup yerlerine millî hançere

yabancısı hı¬rıltılar alınan yeni dil, adı ve saniyle uydurukça, şimdi ba¬na nasıl görünür?..

Söyleyeyim: Kurbağa vakvaklarından daha sevim¬siz ve anlamsız.

Gelelim hedefe, muhit ve cemiyete... Eski Yunanda bir tracedya şairinin, temsil ettiği marifet adına

donanma kumandanlığına bile lâyık görül¬mesi ölçüsüne karşı, öteden beri şâire bir yarı deli ve

tam şapşal göziyle bakan bir cemiyetten ne bekleyebilirsiniz? Bu cemiyet karşısında, katırlara

saman yerine (Orkide) serpen sanatkârın acısını hayâl edebilir misiniz? Nâzım Hikmet ve

takipçilerinin sadece şaşırtma ve apıştırmaya dayanan kaba tebliğ canbazlıklarını, en uyanıklariyle

ma¬rifet sayan bu cemiyette, fezayı titretici telkin fısıltılarına pazar bulabilir, hele ondan sonraki

mâna, şekil ve ruh yoksunu mide gurultularını alt alta dizme ve kolayların en sefiline yapışma

hünerine karşı idraki bulabilir misi¬niz?

Ama ne pahasına olursa olsun, olmalıydım; ve «yaşanmaya değer hayat»ı cemiyet ve devlet şekline

dek nakışlandırmalıydım. Eksiğim O'ydu.

ONLAR VE BDZ

Her ân nedamet, her ân nefsinden şikâyet ve her ân ucalarına körü körüne itaat hâlindeki Burhan

Toprak dos¬tumuzun diline pelesenk ettiği malûm söz:

Hayat mı, eser mi?

73

İçinde bizzat yaşanacak hayata ermek mi, onu hayâl edip beyaz yapraklar üstüne kelimeler dökmek

mi?..

Üstün muradı anlatmakta bu çok kısır ifadenin he¬defini çılgınca arayan bir oluş hasretinden başka

bir dela¬leti yoktu. Bulunması gereken bizzat hayattı; asıl hayat... Onu bul da evvelâ yaşa, sonra

yaz yazabildiğin kadarını... Burada yaşayabilmekle yazabilmek beraber...

Garp âleminde, kendilerince yaşayabilenler, yâni duyup yazabilenler arasında, en mahrem ve azaplı

seziş sınırlarını zorlayabilmiş bir kaç isim tanıyorum: Büyük mustariblerden (Paskal), (Bodler),

(Göte), (Tolstoy) ve (Rembo)... İlki, insan tefekkürünü zorlaya zorlaya işi Peygamberlerin eteğine

yapışmakta bitirmiş, kapkaranlık bir çile deminde birden bire parlayan bir alevle karşılaş¬mış ve

sonunda:

— Filozofların bahsettiği değil, Peygamberlerin haberini getirdiği Allah!

Diye haykırmış ve tek tek bir çok Peygamber ismi saydığı halde, Peygamberlerin Efendisini

bulamamış ve kıl farkiyle kurtuluş gemisini kaçırmış insan...

İkincisi, 19. Asır makine medeniyeti içinden, eşya ve hâdiseleri insan hâkimiyetinden kaçırıcı, ne

azametli bir buhran gelmekte olduğunu, bilmeden, dumanlı şehir¬lerin havasını kasvet şiiriyle

bestelemiş, şeytana esir ruh...

Üçüncüsü:

İnsanlar ömürlerinde bir kere bulûğ acısı çeker¬ler; fakat dehânın çocukları, sık sık ve bir çok

defa... Böylece her defasında gençleşirler.

Diyecek kadar ulvî nefs muhasebesine yakın, fakat tumturaklı lâfızlar cambazlığına da düşkün,

büyük ünifor-

74

Lalı, fakat kolayca anlaşılabilecek haşmetli bir lâfazan; Fransız edibinin tabiriyle «muhteşem

eşek».

Dördüncüsü, ölüm korkusunu, bir gece hasta yata¬nından fırlayıp malikânesinin ormanında ve at

sırtında ondan kaçmaya kalkışacak derecede ileriye götüren cins hassasiyet... Beşincisi ve belki en

değerlisi de, kafasında¬ki mücerretler hummasını, en genç yaşta birden bire çıldı¬racak hale gelip

bir anda şiiri bırakmak zorunda kalasıya alevlendirmiş, ondan sonra ömrü devamınca şiir

söyleme¬miş, tımarhane korkusiyle tek teşbih yapmamış, Afrika çöllerinde Fransız Coğrafya

Cemiyetine kuru raporlar yazmış ve kırkına varmadan Marsilya'da ölürken, Arap¬lardan öğrendiği

dille ve ayniyle: — Allah kerim...

Diye ruhunu teslim etmiş, yırtıcı ve yırtılan idrak... Ve onun bir sözü:

«— Gerçek hayat burada mevcut değil...» Yahut:

«— Gerçek hayat buradaki değil...» Veyahut:

«— Gerçek hayat, var olup da burada olmayan ma¬nasına, namevcut...»

Fransızcası: «— La vrai vie absente.» Bunların hepsi Allah'ın pervaneleriydi; yol bilme¬yen yanık

pervaneler... Ve insanda kılavuzsuz, Allah'ı aramanın, bulur gibi olup bulamamanın veya büsbütün

kaybetmenin, belki en ileri, fakat ümitsiz cehdini temsil ediyorlardı.

(Sokrat)tan (Bergson)a, (Şekspir)den (Meterling)e, (Epiktet)den (Dekart)a, (Homer)den (Valeri)ye

kadar da kol kol, şu veya bu nisbet ölçüsü ve üstelik bir şeye ermiş olmanın mağrur vehmi içinde

hep ayni dalgalanış.

75

Bunlar beni doyuramıyor, büsbütün acıktırıyorlar¬dı. Maddeciler, kuru akılcılar, ölçüp biçiciler ve

beş hasse kadrosunda yaşayanlarsa dairemin daşında... Muhteşem tarafları da olmayan, mağrur ve

rahat eşekler...

Artık düşünün sız; Batının oluşunu, hem de gayet acemi ve tereddütlü dış çizgilerle kopya etmek

gayretin-deki Tanzimat ve sonrası fikircileri ve edebiyatçıları, be¬nim için ne kadar köksüz ve

sahte...

En genç yaşta muhitine girdiğim ve «ben Tanzima-tı yaşadım ama, ruhunu ve manâsını senden

öğreniyo¬rum!» tavrına kadar teslimiyetine şahit olduğum büyük babam yaşındaki Abdülhak

Hâmid ve etrafı...

Her işte ve her yerde Allahı göstermeye mahsus eşyanın gizli dördüncü buudu şöyle dursun,

üçüncü buut-dan bile mahrum satıh cüceleri, çıkartma kâğıdı kahra¬manları... Beyni kanayan tek

kişi yok...

Eşi Lüsyen hanım hayranımdır ve beni salonunun tuğra şahsiyeti saymaktadır.

NE VAKDT

Hiç bir şeyle doymayan, kanmayan, yetinmeyen, ne şiirimdi, ne fikrim, ne kültürüm...

Çocukluğumda gö¬rür gibi olup kaybettiğim çarpıcı renk, çekici ses, tılsım-layıcı eda... Buydu

aradığım... Şiirin, fikrin, bilginin üs¬tünde bir âlemden, kapılarımı tırmıklıyan, pencerelerimi

zangırdatan işaretler almış ve artık onları bir daha bula¬maz olmuştum.

Bütün dış hayat, bildiğimiz bütün oluşlarıyle, başı¬mın üstünde bir takım basık tavanlardan ibaret...

Onları bir bir yıktıkça, çıkan ikinci katın tavanı da bana alçak

76

geliyor ve ciğerlerimin muhtaç olduğu havaya bir türlü çıkamıy ordum.

Çatıyı da yıkamıyordum.

Fikirde daima, ruhçu, tecritçi, sezişçi, keyfiyetçi; sır idrakine bağlı ve ilâhi vahdeti tasdikçiydim.

Fakat bu haller, ateşe kartpostal üzerinden bakmak, onu resimden tanımak gibi bir şeydi. İçine

giremiyor, ötesine geçemi-yordum. Olamamanın ve tam bulamamanın içime yerleş¬tirdiği

huzursuzluğu da hiç bir şey dağıtamıyordu. Gece¬leri beni topuklarımdan çekip:

— Hani ya, ne vakit?

Diye yalvaran sesi duymamak için de, zaman za¬man, kendimi kaba nefsaniyetime büsbütün

bırakıyor, en sert nefs esareti altında yaşıyordum.

Kadın:

Bana mahrumluğumu anlatmaktan başka bir şey getiremiyordu.

İçki:

Zaten marazi çaptaki coşkunluğumu kamçılamaya muhtaç olmadığım için onunla bağdaşamıyor,

anlaşamı¬yor, onu fıtrattan sevmiyordum.

Kumar:

ݺte felâketim!.. Kendimden kaçmak ve içimdeki sabit fikirleri uyutmak için bende ilâç haline gelen

geber-tici zehir... Beni çürüten, şahsiyetimi lif lif yolan, dış ha¬yata ve cücelere karşı

müdafaalarımı tek tek düşüren bu zehir, şeytanın içime girmek için ruh kalemde açtığı en korkunç

gedikti. Paris'ten getirdiğim ve ilk gençlik, genç¬lik, olgunluk, hattâ ihtiyarlık çağına kadar

kendimi su ve ekmek ihtiyacından fazla kaptırdığım, arada bir büyük davranışlar ve dövünmelerle

arka çevirip tekrar ağına tu¬tulduğum bu zehir, (Aşil)in- topuğundaki zayıf nokta

77

hayâline taş çıkartacak çapta, üstüne şeytanın eli değer değmez teslim oluverdiğim bir ukde

yaşatıyordu ruhum¬da...

1928'den 1934'e, böylece altı yıl geçti. Arada, Ankara'da yerleşip on sene kaldığım ve

mü¬fettişliğine kadar yükseldiğim bir banka...

Ankara'da temasım Yakup Kadri ve Falih Rıfkı'mn evleriyle... Geceleri, ya birindeyim ya

öbüründe. Falih Rıfkı'mn İstanbul'dan tanıdığım eşi (paradoks - saçmalık mantığı) ve (aforizm - her

şeyi iptal gayreti)ndeki genç şaire salonlarını açmış; ve kocasına aykırı noktalarda bile onun ekşi

fikirlerinden hazzetmek zevkini kaybetmemiş¬tir. Falih Rıfkı karısı gibi değil... Bana karşı asık

yüzlü ve şüpheci... Medenî adam ölçüsüne leke sürmemek için de beni istiskal edemiyor. Onun,

evinde bulunmadığı za¬manlarda bile kollarını sallaya sallaya girip çıkan genç şair hakkında

esprisi:

— Bir gün gelecek, Necip Fazıl'ı, pijamalarımı giymiş olarak evimde bir koltuğa yaslanmış, bana

«hoş geldiniz!» derken göreceğim!

Ankara'da, eski neslin üstadları sayılan Falih Rıfkı, Yakup Kadri; ve yakınları, Şevket Süreyya

Aydemir ve Burhan Belge; ilk ikisi Türk inkılâbı dedikleri, köksüz oluşu, öbürleri de bu inkılâba

materyalizma ve komüniz-mada kök arayıcı bir dâvayı savunucu satıh aydınları ola¬rak, nazarımda

süslü püslü kuklalar... Düşünmeyi değil de konuşmayı becerebilen...

Derken askerlik, yine Ankara... Vicdan azabı gibi toz yağan yağmurunun altında cinnet

buhranlarına düştü¬ğüm Trabzon ve oradan İstanbul...

78

Bankanın İstanbul şubesinde muhasebe şeflerinde-nim-- Unutmayalım... Sene 1934... Kışın...

Senenin ba-

sındaki kış...

Lüsyen Hanımefendinin, beni, salonunda ecnebile-

kdim ederken daima tekrarladığı gibi: — Otuzdan aşağı şairlerimizin en üstünü... Çerçevesi

içindeyim...

YALI VE İÇİNDEKİLER

Beylerbeyi'nde bir yalıda oturuyoruz. (Bohem)lik-ten biraz sıyrılmış, şimdi de (konfor) ve (dekor)

merakına düşmüş vaziyetteyim. Madde estetiğine tutuluş...

Yalıda anneannem, annem ve küçük dayım... An¬neannem; şu, annem 14 - 15'lik bir bakireyken

evlenişin¬de anlattığım, Aksaraydaki eğri büğrü ahşap evin cinlere karışmış kahramanı... Beş vakit

namazında ve her ân Al¬lah ve Resulünün bahsinde yaşayan; ve günün 24 saatini ya ağlamak, ya

düşünmek, ya dua etmekle geçiren müba¬rek kadın... Ayak parmağından saçma dek kar gibi beyaz

tülbent kokan, kemik üzerine deri cilâsı çekilmiş denecek kadar zayıf, çocuklarına delice düşkün,

tek başına oturdu¬ğu köşelerde bile saçı başı örtülü, yalnız Kur'an okumayı bilen ve Allah'ın

kelâmından başka hiç bir yerde harflere nazar etmemiş olan bu örnek kadın benim için ne büyük

mesele... Ama ne yapayım ki, bahsinin yeri bu kadar...

Bir gün dalgın dalgın pencereden bakışını gördü¬ğüm ümmi kadına sormuştum:

— Anneanne ne düşünüyorsun? Cevap vermişti:

— Allahı düşünüyorum! Ne düşüneceğim?

79

Ciğerime kadar ürpermiş ve kendi kendime demiş-

tim:

— Keşke bizim ilmimiz, bunun ümmiliğinin ayak tozuna erişebilse...

Paydos! Bu kadınların nesli kurutulmuştur!

Anneme gelince, yirmi küsur yaşında babamdan dul kaldıktan sonra topyekûn küsen, bütün ömrü

uğultulu konaktan başlayarak bir besleme halinde ezilmekle ge¬çen, nihayet hastalanan, kurtulan,

çocuğunu (beni) dişle¬rinde taşıyarak büyüten, bu defa da kendini erkek kardeş¬lerinin hizmetinde

harcayan, Müslümanlıkta ve derinlikte annesine eş büyük kadın, bazı şiirlerimden de tüttüğü gibi

en köklü zaafım...

Allanın, bende yarattığı bir çok hususiyeti, anne¬min yolundan verdiğine inanıyorum.

Yalının kadrosu hep yukarı katlara sürülmüştür... Birinci kat benimdir. Divanlar, Hint şalları, maun

İngiliz koltuklan, İran halıları ve şamdanlar... Bahçedeki ahırda da nefis bir arap atı...

Güya yaşıyorum...

Taksim, Maçka, Şişli taraflarında da, kendisini yüksek cemiyetten bilen insanlarla halkalı ve onları

dai¬ma apıştırmaya memur edalara bürülüyüm. Boyuna konu¬şuyorum ve gözlerin camekânında

müthiş bir hayranlığın çöreklenip beni seyrettiğini görüyorum.

Burhan Toprak her zamanki çığlığını basadursun:

— Hayat mı, eser mi?

80

NDHAYET BDR AKŞAM...

Nihayet bir gün... Bir akşam...

Çalıştığım bankadan çıktım. Paltomun yakasını kaldırıp Köprüye doğru yürümeye başladım.

Yenicami kemerinin dışında kar perdesi...

O zamanın tabiriyle «Şirket-i Hayriye» vapuruna atladım. Vapurun orta salonunda, Üsküdar

tarafını sağı¬ma alarak oturdum. Vapurun gittiği istikamete doğru...

Vapur hayli kalabalık... Tanınanları ve tanınma-yanlarıyle malûm tipler... Malûm, hep malûm,

yahut tam

meçhul...

Vapurda bir şeyler düşünerek veya düşünmeyerek

gidiyorum.

Pencere buğulu... Salon dumana boğulmuş..-. İn¬sanlar, gözleri şuraya veya buraya çivili, kendi

sıkıntılı «malûm»larını düşünüyorlar; yahut hiç bir şey düşünmü¬yorlar. Düşünmemeyi

düşünüyorlar, Benim gibi... En bahtiyarları, gazete okuyanlar. Dalacak bir şey bulmuşlar. Başlarını

kabuğundan çıkarmış kaplumbağalara benziyor¬lar.

Karşımda şişmanca bir adam oturuyor. Ablak yüz¬lü. Kafası pergelle çizilmiş gibi yuyuvarlak...

Pembe ve dolgun yanakları var. Benim ölçüme göre son derece ma¬nasız bir yüz... Gayet rahat ve

kaygısız bir tavır içinde ba¬na bakıyor...

Bakar ya... Niçin bakmasın?..

Bakış uzadı.

Sıkıldım, gazetemi açtım ve aramıza perde gerdim. Sanki okuyorum. Gazete, sıkıntılı

«malûm»ların en sıkın¬tılısı...

Gazeteyi indirdim. Adam yine bana bakıyor.

81

Bu defa adamakıllı sıkıldım ve gazeteyi yine kal¬dırdım. İlân sayfasını okuyordum. Gazetenin

arkasında, onun rahat ve kaygısız gözlerini bir bıçak ucu gibi hisse¬diyorum. Gazetenin benden

tarafı adetâ bir bıçak ucuyla sipsivri kabarıyor.

Bir daha indirdim. Öyle rahat ve kaygısız bir sey¬redişi var ki, insanı çıldırtabilir.

Ne yapayım?

Bitişik oturduğum camın buğusunu sildim ve dışa¬rıyı seyre koyuldum. Sol yanağımda adamın

gıdıklayıcı gözleri... Ona bakmadan, rahat ve kaygısız bana nasıl baktığını görüyorum.

Üsküdar'a kadar hep o vaziyet...

Üsküdar'da vapur boşaldı. Karşılıklı iki uzun kana-penin bir ucunda o, bir ucunda ben...

Koskoca ve bomboş salonda o türlü burun buruna-yız ki, mutlaka ya konuşmamız yahut sille tokat

birbiri¬mize girmemiz lâzım...

Olur şey değil! Hep bana bakıyor! Neredeyse ifade alacak... Polis mi ne? Ama ben o devirde henüz

polis mevzuu değilim...

İçimde sert bir mukabele ihtiyacı... Hemen adama hitap edebilirim:

— Beyefendi, boyuna bana bakıyorsunuz! Göze yasak olmaz, derler ama galiba en büyük ve en

ince yasak gözedir. Ne demek istiyorsunuz?

Davrandım, vazgeçtim.

Bir sigara çıkardım. Aranıyorum... Üzerimde kibrit arıyorum.

Gayet sakin bir tavırla karşımdan uzatılan bir kutu kibrit...

— Teşekkür ederim.

82

— Bir şey değil...

?Sigaramı yaktım ve kibriti iade ettim. Yine konuş¬maya ve lâf açmaya niyetli değilim. Oysa

niyetini asla belli etmiyor, yalnız bakıyor; o kadar... İçimden düşündüm:

— Adamın bakışında incitici bir hal yok. Fakat gözlerindeki rahatlık ve kaygısızlık müthiş!

Bakma, diye¬mem ki...

Göz ucuyla ben de ona dikkat etmeye başladım:

Görülmemiş bir nefs emniyeti içinde... Dudaklarında bir I de şefkatli tebessüm, tatlı bir bükülüş.

Allah Allah... Bu da nesi?

ESRAR KÜPÜ

Öteden beri meczubu olduğum «meçhul» zevki ve esrar sezişi imdadıma yetişti:

— Bu gayet basit, dört köşe görünüşlü adam sakın bir sır küpü olmasın?.. Yoksa hayatımı dolduran

sıkıntılı «malûm»ların ufkunda yeni bir tecelli mi?

Hissimin tam bu noktasında adam bana:

— Birbirimizi selâmlıyalım...

Dedikten sonra Müslümanca selâm verdi. Selâmı¬nı, ayni kelimelerin karşılığıyle aldım.

Konuşmaya başla¬dı. İsmini, cismini, işini, mesleğini bildirmek zahmetine düşmeden konuştu.

Sanki o, ismiyle ve cismiyle, mücer¬ret mânada Abdullah'dı;

Allanın kulu... Hepimiz gibi...

Yolcular Üsküdar'a çıkmaya başlarken girdiği bah¬si vapur kalkmaya hazırlanırken

hülâsalandırmıştı:

Din, islâmiyet... Dine bağlılık günden güne zayıflı-

83

yor. Herkes gaflette... Ecel de her an tepemizde... Ölüm ânının dehşeti... Bir günahkâra ait korkunç

ölüm sahne¬si...

Böyle şeyler anlattı ve mümkün olduğu kadar basit anlattı. Bütün bir «malûm»lar zinciri... Bu

zinciri çekti, durdu.

Sıkılıyor muydum? Hayır! Bir şey, bir netice bekli¬yordum.

Vapur, Kuzguncuğa doğru yol alıyor, kar durmuş... Üzerlerinde tek tük ışıklar kanayan yalı

pencereleri... Kimbilir bu evlerin içinde neler dönüyor?

Adam hep anlatmakta... Hali ve anlatışı da bir ka¬buk kadar sert ve cevhersiz. Zaten anlattığı şeyler

de işin kabuk tarafı. Ama cevher, kabuğun içinde... O, bu cev¬herden habersiz gibi...

Yoksa bana öğüt vermek mi istiyor:

— Genç adam! Aklını başını devşir! Bütün havai¬likleri bırak! Hemen ibadete başla! Dinin bütün

emirlerini yerine getir! Aradığın ruh, bu yalçın emirlerin ötesinde. Ve onlar sımsıkı, birbirine

kenetli... Emirlere bağlan ve olmaya çalış!

Böyle mi demek istiyor?..

Fakat büyük lezzetten koku almaksızın kabuğa ya¬pışmayı anlamayan ve onun içinde saklı cevheri

göremi-yen kör nefs, ille işi kurcalamak gayretinde...

Hemen tasavvuf bahsini açtım. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin, yalnız bandrol bilgisi halinde bir

kaç ke¬limesini ezberlediği ve nimetlerini hep kavanozun camı üzerinden yaladığı büyük dâva...

Adam, bu bahiste, ah çeker gibi bir tavır aldı ve fazla konuşmadı. Dâvanın yanından, önünden,

arkasından dolanır gibi lâflar etti.

84

Dilinin altında bir şeyler saklar gibiydi. Benim bü¬tün merakım da o...

Nihayet bandrol bilgisinin klişeleşmiş en yaman meselesini öne sürüverdim:

— Zamanımızda irşada ehliyetli bir kimse var mı? Böyle birini tanıyor musunuz?

Güldü.

Vapur Kuzguncuğa yanaşıyor.

Sordu:

— Kuzguncuğa mı çıkacaksınız?

— Hayır, dedim; Beylerbeyi'nde oturuyoruz. Ya

siz?

— Ben Çengelköyüne gidiyorum. Beylerbeyi'ne kadar konuşabiliriz.

— Buyurunuz!

— Zamanımızda böyle bir kimse var... Böyle bir kimse değil, büyük bir kimse var...

— Ne diyorsunuz?..

— Evet!.. Atıldım:

Pj — Onu nerede görebilirim?.. O, gayet sakin, bildirdi: •— Beyoğlunda, Ağacamiinde...

Cumaları, orada rs verir. — İsmi? — Abdülhakim Efendi Hazretleri...

— Nasıl bir zat?

— Görürsünüz!.. Orada dinliyecekleriniz halk için, nâs için söylenen sözler... Siz o sözlerin içine

girmeye ve ötesindeki hikmete ulaşmaya bakın!..

Dona kaldım. Adam, adetâ değişmiş, tebessümü derinleşmiş, bana bakıyor.

85

Bir zar delinıyordu. Altından, muazzam, kâinat ça¬pında muazzam bir vaadin adresi çıkıyordu.

Hep, hep kli¬şe ezberciliği halinde tanıdığım bir sıfatın, müşahhas, gözle görülür, elle tutulur zatı...

Bir veli, bir mürşit, bir rehber...

Öylesine donmuştum ki, artık adamcağızın anlat¬tıklarını dinleyemez hale gelmiştim.

Biletçinin sesi.

— Beylerbeyi!

Adam, verdiği adresi aynı kelimelerle tekrarladı; ve çımacının «yürüyelim» narası üzerine

mırıldandı:

- Güle güle, selâmetle... İskeleye son ayak basan, bendim.

ANNE BU

Yalılar boyu uzayan, iki tarafı ağaçlı yoldan evime doğru yürürken, bu sıkıntılı «malûm»ların

caddesini, ebe¬di bir meçhule doğru istikamet değiştirmiş görüyordum.

Annem, annelere mahsus bir duyguyla ayak sesle¬rimden beni tanıdı ve kapıyı açtı:

— Ne var oğlum?

— Hiç anne!.. Ne olacak?

Annem, bu «hiç»in ne muhteşem bir «hep» belirtti¬ğini seziyor muydu acaba? Anne bu, her şeyi

sezer. Bey¬nim kamaşıyor:

Beyoğlu... Fuhuşun merkezindeki cami... Ağaca-mi... Orada, yalnız Cuma günleri ders veren büyük

veli... Nâs için söylenen sözler... Sen onların içine girmeğe, o sözlerin ötesindeki hikmete oluşmaya

bak!.. İsmi, Abdül-hakim Efendi Hazretleri... Acaba nasıl bir insan?..

86

Evet, onu, vazifesini bitirmiş olan Hızır tavırlı ada¬mı ömrüm boyunca bir daha görmedim.

KADIN

Ne yapmalıydım?

Önümdeki ilk Cuma gününü iple çekip Ağacamii-ne koşmalı değil miydim?

Hayır!

Bir gece süren esrar vecdini ertesi sabah unuttum. Ve yine daldım saksı altındaki böcek hayatıma...

İğrenç böcek... Hem gözü güneşte; hem de nefsi saksının dibindeki karanlık, rutubetli ve avuç içi

kadar küçük zemine yapışık. Bu gözü, bu nefsten hangi ameli¬yatla, hangi doktorun naşteriyle

ayırabilecektim?

Başıma bir de kadın belâsı çıkmaz mı?

Kadını o güne kadar nefsimin şehrâyini diye alan ben, bu defa adamakıllı sıkıştım. Kadın, fazla usta

çıktı; ve erkeği mat etmekteki en tesirli silâh olarak beni, nef¬simle korkunç bir ihtilâfa, ihtilâl

çapında bir ihtilâfa dü¬şürdü. Adetâ ikiye bölündüm ve kendi kendimi yemeye başladım...

O sıralarda bir gün... Kadına cazibeli görünmek için beynimi limon gibi sıkıp, renkli tertipler ve

ışıklı for¬müller düşünmekte olduğum bir gün... Beyoğlu'nda Ağa-camii'ne bir kaç yüz metre

mesafede, bir apartmanda¬yım... Yanımda bir de ressam arkadaşım... Bu ressamla bir çok zevk

anlayışında ve (estetik) idrakte beraberiz. Mizaçlarımızın da birbirini tutan tarafları var... Sonunda

işi tam Müslümanlık ve ruhçulukta tamamlayacak olan ben, komünizma ve maddecilikte bitirecek

olan da o, ka-

87

derin ileride aramıza katacağı korkunç mesafeden haber¬siz, sarmaş - dolaş haldeyiz.

Türlü (paradoks)lar içinde canbazlık ediyoruz. Dilimizde (Rembo) dan iki mısra: Honneur, au

voyant superieur; Au superieur voyant, honneur!

Fransızca (Voyant) kelimesi, gaibi gören, kâhin gi¬bi bir şey... (Rembo) çılgınlık buhranlarına

düştüğü za¬man, şiiri bir (Voyance), gaibi görme işi kabul etmiş ve gaipler perdesinden üstüne

sıçrayan şerareler altında yığı¬lıp kalmış ve sürüne sürüne kaçmıştı.

Biz; insanoğlunda gaibi görmek ve bilmek kudreti¬ni tanımıyan, onu yalnız Allah'a bağlayan ve

insan oğlu¬nu Allah'ın gösterdiği ve bildirdiği kadarıyle görme ve bilme hakkına malik kabul eden

tenzihçiler, buradaki (voyant) kelimesini sadece «haberci», bilinmez ve biline¬mezin habercisi diye

alırsak mısralan şöyle tercüme ede¬biliriz:

Şeref, ustun haberciye, Ustun haberciye, şeref!

Şiirde, işte bu mânada bir habercilik, her zerrede bin nakış pırıldatan vahdetten işaretler kapma işi...

Yoksa üstün haberci, ancak Peygamberler... Ve onun emrinde veli...

USTUN HABERCD

Evet; bu ressamla, dudaklarımızda (Rembo)nun mahut iki mısraı, içimizi dolduran mâverâ

iştiyakını bes-

teliyoruz. Tabiî, herbirimizın iştiyakı ve iştiyak istidadı başka başka...

Birden, tüylerim ürpererek hatırıma bir şey geldi:

— Bugün ne kuzum?

— Cuma...

__jsfe dedin? Cuma mı? Ağacamiine de bir iki yüz

metre mesafedeyiz!

— Ne olacak?

— Ne olacağını bırak da saate bak!

— 12'ye geliyor.

— Tamam! Namaza pek az vakit var... Haydi dav¬ran, sana üstün haberciyi göstereceğim!

Ve arkadaşa, vapurda geçen hadiseyi çizgisi çizgi¬sine anlattım.

Müthiş alâkalandı. Daldı ve dedi:

__Ya bizden şüphe ederse?.. Bizi polis filân zan¬nederse?..

— Yanılıyorsun, diye haykırdım; eğer aradığımız üstün haberciyse bir bakışta bizi anlar. Değilse,

zaten bi¬ze lüzumu yok... İstediği kadar şüphe etsin.

Beşinci katında bulunduğumuz apartmandan yu-varlanırcasına inip kendimizi kaldırımlara attık...

89

TANIDIKTAN SONRA 1934 - 1943

BÜYÜK ZAT

Cami... Girince sol tarafta, yerden bir iki basamak yüksekliğinde, balkonumsu bir yerde, sarıklı, ilk

bakışta esmer, beyaza yakın kır ve uzun sakallı bir zat... Önünde, kitabını koyduğu küçük bir yer

masası... Etrafında, diz üstü veya bağdaş kurup oturmuş bir küme insan....

Aralarına geçip oturduk.

Kısık, donuk, birden bire ahengi anlaşılamıyan pe¬çeli, zarflı bir ses... Fakat son derece tesirli...

Tane tane konuşuyor; ve kelimeler, cümle içinde, yakından çekilip bütün sinema perdesini dolduran

bir şekil gibi, büyük bir hacme bürünüyor. Hem yakından kelimeleri, hem de uzaktan cümleleri

görüyorsunuz. Şive, Şark Anadolusu...

Vapurda meçhul şahsın «nâs için» dediği konuşma böyleyken gayet derin...

Yüzüne bakıyorum.

Birer hilâl kavsiyle çatılmış, kabarık, ince, vezinli kaşlar, irice ve ahenkli bir burun... Yine ince

dudaklar...

Sünnete uygun şekilde fazlaca kırkık bir bıyık ve uzun, çok uzun bir sakal... Sarığı, kaşlarına yakın

noktaya kadar indiği için, alnı bütün açıklığıyla görünmüyor.

93

Gözlerinden henüz bahsetmedim. Onları, kendine yaklaşınca göreceğiz ve mânalarına yakalanıp

kalacağız. Bu gözler, uzaktan gayet dalgın ve içine kapanık duruyor.

Bir de, bazen önündeki yapraklan karıştıran, fevkalâde zarif, esmer, >nce ve uzun parmaklar...

İlk bakışta kendisinden insana çarpan duygu, müt¬hiş bir vakar ve heybet...

Ders bitti.

Ön sıradan, esmer, tatlı yüzlü, tıknaz; uzun boylu bir genç kalkıp, Efendi Hazretlerine, balkonumsu

yerden inmesi için yardım etti. Dinleyiciler hep ayakta ve Efendi Hazretlerini yakından görmek için

ona görünmek ihtiya¬cında...

Kürsüden indiler.

Hafif öne eğilmiş orta boylu, yetmiş yaşlarında hissini veren bir zat...

Etrafındakilere şefkatle baktılar.

Çabucak fırlayıp potinlerimizi giydik ve kendileri¬ni kapıda beklemeğe başladık.

Etrafları kalabalık, kapıya geldiler. Potinlerini giy¬diler; kollarında, deminki esmer, tatlı yüzlü

genç, avluya çıktılar.

Birden yanlarına, ihtiyar bir kadın sokuldu. Yeldir¬meli, sımsıkı başörtülü, İstanbul'un ücra

semtlerini hatır¬latan bir kadın...

Kadın, dert yandı ve hastasının şifa bulması için dua istedi.

İlk defa, yakından, bir şahsa hususî hitabını duyu¬yoruz:

«— Asıl siz bizim için dua edin! İlleti de, şifayı da veren Allah... Dua edin.»

Vaktimiz gelmişti.

94

Yanlarına sokulduk.

Başlarını kaldırıp o anlatılmaz gözlerini üzerimize | diktiler.

Ben atıldım:

— Affınızı rica ederiz efendim; ellerinizden öp¬mek saadetine erebilir miyiz?

Gözleri, gözleri, daima baktığı şeylerin ilerisinde¬ki, ötesindeki bir «görünmez»e bakan gözleri

üzerimiz¬de...

Baktılar, baktılar ve ne gördülerse gördüler.

«— Biz Eyüpsultan'da oturuyoruz, dediler; Gü-müşsuyunda, ne zaman isterseniz buyurun!»

Devlet!..

Evlerine, yuvalarına çağırılıyorduk.

Kabul edilmiştik.

Ama henüz, iç içe giden iç daireye değil... Dış dai¬reye, güvenilir insanlara mahsus ilk sohbet,

konuşma dai¬resine, avluya...

Kim bilir?..

Uzandığım, esmer, zarif ve incecik parmaklı eli bir ı kurtarana yapışırcasına kapıp öptüm.

RÜYA

O günden kısa bir müddet sonra, yahut biraz evvel, Beylerbeyi'ndeki süslü odamda bir rüya

görmüştüm:

Büyük, pek büyük bir anfi... Binlerce insanı alacak büyüklükte... Anfinin sedlerinde, bükük kavisli

masaların gerisinde, nur yüzlü, binlerce, sarıklı insan... Beyaz gül dizileri halinde sayısız sarık...

95

En önde ve merkezde yine sarıklı ve nur üstü r^ yüzlü biri...

Ben kürsüde konuşuyorum. Ne dediğimi, ne soyl& diğimi bilmiyorum. Kelime üstü bir ahenkle

konuşuyo rum. Ellerimle de fikirlerimi noktalayan işaretler veriyo rum.

Sözüm bitti. Merkezdeki nur üstü nur yüzlü zat ye| rinden kalktı, yanıma geldi ve başımı iki eliyle

kavrayıj kendisine çekti ve öptü.

Bu rüyadan, içimde, tatlı, bayıltıcı tatlılıkta bir lezj zet kalmıştı.

Bu rüyaya bir mim koyunuz! Ona anlatacağım za¬man ne cevap vereceğini göreceksiniz.

EYÜP SULTAN

Aradan haftalar geçti.

Belâlı kadınla uğraşmaktan başka işim yok... Cu çelerin, saçlarından tel tel yere bağladığı

(Güliver)e ben ziyorum. Doğrulmak istiyorum, fakat mümkün değil. Saçlarımdan tel tel yere

bağlanmış, arka üstü toprağa çı viliyim.

İlk aldığım adresin sahibini bulduktan, asıl adresi ondan aldıktan sonra da gevşemek?.. Olur mu?

Oldu! Ruhuma kuvvet aradığım günlerden birindt ressam arkadaşı buldum.

— Haydi, dedim; seninle bugün Eyüp'e gideceğiz Üstün haberciye... Onu yakından tanımaya...

Kolkola verdik. (Estetik) bir gezinti olsun dıy^ Eyüp vapuruna bindik, Eyüp'e çıktık, büyük camiin

önu ne geldik ve sorduk:

96

— Abdülhakîm Efendi Hazretleri ne taraflarda otu-lyorlar? Gümüşsuyu'nda dediler. Orası ne

tarafta?

Adamın biri parmağını uzatıp köşede bir aktar dükkânını gösterdi:

Şu dükkânın sahibinden sorunuz. Kendisine sık sık gidenlerdendir o...

Ressam arkadaşla aynı isknde, bir kaç parmağı ek¬sik dükkân sahibi, alâkamızdan gayet memnun

anlattı:

— Camiin kenarından sağa dönün! Bahriye'ye doğru... Bir kaç adım sonra mezarlığın içinden,

yukarıya merdivenli bir yol sapar. (Piyerloti) kahvesine kadar gi¬der bu yol... Çıkın, çıkın, tepeye

kadar... Karşınıza gele¬cek ilk kapı... Bahçe kapısı, daima açık... Vaktiyle tek-keymiş orası...

Mescidinden ve etrafındaki çatılarından anlayacaksınız. Halic'e bakan bir sed üstünde...

Mezarların arasından çıktık, çıktık. Haliç ayağımı¬zın altında bir kordelâ... Anlatılan yeri,

karşımızda oldu¬ğu gibi bulduk. Hafif aralık bahçe kapısını ittik ve girdik.

Sıcak bir ilkbahar günü...

İçeriye girer girmez karşılaştığımız, orta yerde bir şadırvan, sağda Halic'e bakan sed ve üstünde

heybetli mezar taşları... Solda mescit ve mescide bitişik ev... Sağ¬da, herhalde vaktiyle âyin

yapmaya mahsus, şimdi boş, camları kırık, tek katlı büyük bir salon şeklinde bir pav¬yon ve ona

bağlı, yine boş bir daire... Şadırvanın önünde bir hasır koltuk ve bir kaç iskemle...

Camideki, esmer, tatlı yüzlü gençle karşılaştık ve kendimizi bildirdik. Esmer ve tatlı yüzlü genç,

büyük bir zarafet, nezaket ve iyi kabul tavriyle iskemleleri gösterdi:

— Buyurunuz, oturunuz efendim; şimdi gelirler. Ve kendisini takdim etti:

İsmim Şakir... Kendilerinin yakınıyım...

97

Üç beş kelimelik sohbet... Bir tıkırtı ve hareket...

Soldan mescide bitişik ev tarafından Efendi Haz¬retleri geliyorlar.

Koltuğa oturdular. Bana ilk sualleri: «— Siz ne iş yaparsınız?»

— Bir bankada çalışıyorum. Muharrir ve şairim... İsmim Necip Fazıl...

Ressam arkadaşa:\

«— Ya siz?»

— Ressamım... Ben ilâve ettim:

— Efendim, arkadaşım, Mesnevî şârihi meşhur Abidin Paşanın torunudur. İsmi de Abidin...

Abidin Di-no...

«— Ya dediler; kıymetli bir insandı Abidin Paşa... Çok güzel...»

Üzerlerinde, daima tercih ettiklerini sandığım renk olarak, açık kül rengine çalan ince bir kumaştan

bir pan-talon ve setre uzunluğunda bir ceket... Kar gibi beyaz ve tertemiz bir gömlek... Başlarında

takke... Ve o gözler; baktığı noktanın «görünmez»ine bakan namütenahi derin gözler... Kestane

rengiyle elâ karışığı, içinde mavimtırak inci pırıldayışları mı desem, ne desem?.. Sayısız terkiple¬ri

ve tonlarıyla renk, topyekûn renk, o gözler önünde dai¬ma yalan söyler.

Fezanın gözleri onlar...

Fezanın, insanı bir tutuşta fezaya çeken gözleri...

Rahmet gibi dipsiz, rahmet gibi sıcak, rahmet gibi diriltici...

98

SUS, İZAH ETME

Bana sordular:

«— Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap oldu mu?»

Bahriye mektebindeki hatıramı anlattım. (Semerat-ül Fuad) ve (Divan-ı Nakşî)yi söyledim. Son

zamanlarda da, karıştırdığım (Marifetname)... Nakşî divanının kimin eseri olduğu sualine cevap

veremedim.

ݺte, ateşten harflerle beynimi dağlayarak söyledik¬leri ilk fikir:

«— Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz... Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir

mi?»

«— Ya siz ne okudunuz?»

Sualine karşı, Abidin Dino, iyi Türkçe bilmediğini, kültürünün daha ziyade Fransızcaya bağlı

olduğunu ve İslâm tasavvufuna ait bir kaç Fransızca kitap okuduğunu söyledi. «Beka» ile

«Fenâ»yı, (Baka) ve (Fana) diye he¬celeyerek, Fransızca bir kitabın gördüğü ve gösterdiği oyuncak

klişeleri sıraladı.

Derin derin dinlediler; «beka» ile «fena»yı ele al¬dılar ve kalbin bir mertebesine ait «fenâ»da:

«— O zaman istikâmet, cihet diye bir şey kalmaz insanda...»

Buyurdular.

Henüz idrakim, işin şiirine ve dış estetiğine bağlı olarak, insanoğlunda madde, mesafe, hacim,

mekân em¬niyetini allak - bullak eden bu oluş, ideal dünyanın şartla-undan biri şeklinde hayâlimi

öyle kavradı ki, zaman ve mekân temasını kaybeder gibi oldum ve artık tek lâf et¬meksizin

kendilerine mıhlandım.

Konuştular; şu veya bu vesileyle hep konuştular. O

99

ahengi belirsiz, ağlamaklı sesi; ve rengi meçhul kucakla¬yıcı gözlerle konuştular.

Belki üç, belki beş saat süren o günden, o günkü konuşmalardan hatırladığım yalnız bir ahenk

çağlayanı. Başka hiç bir şey bilmiyorum. Sonra sonra seyrek de olsa dokuz yıl süren temaslarım

içinde, bahislerin hemen bü¬tün köprü başlarını kelimesi kelimesine hatırlıyorum da o günden, o

günkü konuşmalardan bende (kloroform) tesiri gibi bir kendimden geçmehissinden başka bir şey

hatırla¬mıyorum.

Kaçta gitmiştik? Bilmiyorum! Öğle vakti miydi, ikindi miydi? Bilmiyorum! Çıktığımız zaman

akşam ol¬muş, karanlık, bir seccade gibi Eyüp'ün üstüne atılmıştı.

Evet; akşam, Eyüp'ün üstüne bir seccade gibi bir hamlede düştü sandım. Evden çıkıp etrafıma

bakınca ak¬şamın farkına vardım da ondan. Sade akşamın mı? Ken¬dimin, nerede olduğumun,

nereden gelip nereye gittiği¬min de...

Öylesine kendimden geçmiş, bayılmıştım. Bu, ke¬limelerin üstünde bir tesirdi. O, ahengi belirsiz,

ağlamaklı ses; ve rengi meçhul, kucaklayıcı gözlerden bana bir şey geçmiş, ruhuma bir buğu

yayılmış ve beni yere sermişti. Zaten bütün dâva, irşad dâvası, erdiricilik sanatı işte o «şey»de...

Gerisi dedikodu...

İki tarafı mezar, dar yoldan koşarcasına inerken o «şey»in beni büsbütün kapladığını duyuyorum.

Arkada¬şım, nasipsiz arkadaşım da o ân için benimkine yakın bir tesir altında kalmış olacak ki,

konuşmayı, anlatmayı, fikir kesip biçmeyi çok çirkin bulan bir sezişle susuyor ve başı önünde beni

takip ediyordu.

Eyüp vapurunda karşı karşıya oturuncaya kadar sükûtumuz ve kendi içimizde kalışımız devam etti.

Niha-

100

yet Eyüp vapurunda, belki de vapurun yegâne iki yolcusu halinde karşı karşıya geçince gözlerimiz

birdenbire kapı-di

Ne dersin Abidin?

Müthiş!..

I—Konuşurken, söylediğinden ilerisini belirten, ba¬karken baktığının ötesini işaret eden

müthiş bir ermiş...

Sus, müthiş! Sus, izah etme! — Ya o muazzam edeb? Kıpırdamadan, en küçük bir insiyakîlik

göstermeden, en basit başı boş harelcetlerin en tabiisine bile düşmeden, her ân en büyük bir huzur

be¬lirtici o heybet?..

— Suz, sus!..

Ve ellerimizde, bize evde hediye edilen, Efendi Hazretlerinin «Er Riyazet-üt Tasavvufiyye» isimli

eserin¬den birer nüsha... Ne akılla, ne de akılsız erişilmesi müm¬kün olan gayenin akla hitap ettiği

kadariyle, kalemlerin¬den dökülme bahisleri... İzah ne mümkün!..

SAATLD BOMBA

İrºat edicinin bir bakışiyle yerden ayakları kesilen, kaldırılan, erdirilen nice sefiller, müflisler

biliyoruz. Bu, müritte; hem bir istidat, daha doğrusu nasip meselesi, hem de yolun usûl ve disiplini

dâvası... Yolun usûl ve di¬siplininde, umumiyetle tedricilik; yavaş yavaş ve sıra ile oluş prensibi,

başlıca kanun...

Bense bir bakışta allak bullak oldum ama, ertesi jgünü kendimi, Efendi Hazretlerim görmeden ne

haldey-

] sem öyle buldum.

101

O Efendi Hazretleri ki, kendisini buluncaya kadar geçen hayatım, onu beklemekten, bekleyiş

sıkıntıları için¬de kıvranmaktan başka bir şey değildi.

Buldum; ve yine bulduğumu anlayamadım.

İçime yerleştirilen saatli bombadan haberim yok.

Her şeyin bir saati olduğundan haberim yok...

Zaman akıyor... Yine eski havamdayım...

Üstelik kadın belâsının en hâd deminde...

Bir gece... Sabaha karşı...

Herkes uykuda... Yalının yemek odasında bir yazı yazıyorum. Gecenin ilk saatlerinden beri üstüne

abandı¬ğım bir yazı... Yazıda bir dünya muradı üzerindeyim. Fa¬kat bu muradı öyle kurcalıyor,

onun künhüne; içine nüfuz etmek için öyle çırpmıyorum ki, nihayet onun da, her şe¬yin de sınırını

aşmış gibi bir şey oluyorum. Karşıma «Ra¬kip» ismiyle Allah çıkıyor ve artık o murat bana birşey

ifade etmez oluyor. Gökte, tam bir mesafe emniyetiyle uçarken birden bire bir duvara çarpmak gibi

bir hal... İnandığım dünya bir anda elimden çıkıveriyor ve ben ka¬lemimi bırakıp dehşetler içinde

başımı tutuyorum.

Edebiyat ve sanat yapmıyorum, azametli bir vakıa, sert bir oluş hendesesi üzerindeyim.

Tam o anda ensemde, balyozla vurulmuş gibi bir ses duyuyorum. O ân, kül olmak üzere olduğumu,

yahut beynimin bir atom gibi çatlamak üzere bulunduğunu se-zercesine yerimden fırlıyorum:

Elektriği açık bırakarak kendimi dışarıya atıyorum, merdivenleri beyninden kur¬şun almış bir

yaralıdan beter bir yıkılışla çıkıyor ve ken¬dimi yatağa atıyorum. Ve kendime, mevcut bütün

ener¬jimle emir veriyorum:

— Uyu!.. Bu öyle sert bir emir ki, cihanda benim cinsimden hiç bir fânî, nefsine böylesini

verememiştir.

102

Tam o anda, gözlerim yumulu, apaçık, bir şey gö¬rüyorum: Bir canavar, anlatılmaz bir canavar,

köpek az¬manı bir canavar, ağzını açmış, iğne ucundan daha sivri dişlerini çıkarmış bana hırlıyor.

Uyuyorum... Yahut müthiş bir his iptali altında

kendimden geçiyorum.

Ertesi sabah kalktığım zaman, dünya benim için

başka bir dünyadır.

Bu hali biraz daha yakından görebilmek için, on¬dan üç dört yıl sonra yazdığım ve evvelâ

(Senfoni), arka¬sından (Çile) ismini verdiğim ve en çok sevdiğim şiiri okumak lâzım...

Ensemin örsünde bir demir balyoz;

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta bana çil horoz,

Yepyeni bir dünya etti hediye.

YDNE RÜYA

Efendi Hazretlerini tanıdıktan sonra ve bu halden evvel, kendimi muvazeneli sandığım demlerde

gördüğüm başka bir rüya:Yalımıza giden iki taraflı ağaçlık yolda ge¬ce karanlığında yürürken,

ağzımdan balon gibi şeffaf bir şey çıkıyor. Küçük bir balon, ceviz büyüklüğünde; der¬ken elma,

derken ayva... Nihayet kafa büyüklüğünde. Ba¬lonu iki avucumun içinde tutup bakıyorum: Dehşet!

Ka-fatasını!.. Kafamı da, içi boş bir zar, neredeyse patlaya¬cak bir zar halinde ve yerinde

hissediyorum... Aman!.. Buhran gecesi olduğu gibi, bütün enerji mevcudumla, onu, kafatasımı

yutuyor ve yerine iade ediyorum.

103

«Çile» şiirindeki hayâlin ayniyle vakıası... Demek oradaki, benim bulduğum bir teşbih değil,

gördüğüm bir şeymiş...

Çıkmış mıydı ayniyle rüyam?..

BDR YAZI

Ondan dokuz yıl sonra, «Büyük Doğu»larda, «Tanrı Kulu» ismiyle neşrettiğim ve manen Efendi

Haz¬retlerine ithaf ettiğim bir yazı...

Her ne kadar sadece «Dlâh» mânasına gelse de, kaynağındaki putperestlik delâleti yüzünden

sevmediğim «Tanrıkulu» adını, ileride «Hikmet Sahibinin Kulu»na çevirmek niyetiyle işte yazı:

«TANRI KULU

Dinmeyen, bilinmez bir ağrı çeken diş. Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil

yağı, ne de eczacı güllâcından...

ݺte böyle; bir zamanlar beynim «mutlak hakikat» acılarına yataklık etti. Ağrıyan akıl dişimdi.

Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaç¬lar kalem olsa bu acıları sayıp dökmeye yetmez.

Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan pati¬ğe, emzikten kısa pantalona, oyuncaktan boyun

bağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beş taştan iskambil kağıdına ve ayva

tüyünden kır saça kadar anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, ce¬miyet,

kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı

gitti.

Bilmem ki hiç bir fani, dünyaya gelmiş olmak adı-

104

na bu kadar ağır bir borç senedi imzalamaya davet edil¬miş midir?

Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğ¬ru, tabaka tabaka soyup hiç bir şey bulamamak,

üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini de kaybetmek gibi; her şeyin iç yüzünü ararken her

şeyi elden çıkarmayayım

mı?

«Dmam-ı Gazali»nin miğdesine aylarca tek damla

suyu bile kabul ettirmiyen ve «Paskal»m beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir

çilesinden payıma dü¬şenleri anlatmağa kalkmıyacağım. Dünyaya gelmiş ol¬mak adına benimki

kadar ağır borç taahhüdüne sokulmuş olanlar bilirler ki, çoğu yeryüzüne alacak senetleriyle ge¬len

insanlara bu bahiste anlatılabilecek şeyler pek az.

Ben yalnız doğrudan daha gerçek bir yalan, vakıadan daha ölçülü bir masal, maddeden daha katı bir

hayâl anlatacağım:

Tanrıkulu, Tanrıkulu; onu nasıl tanıdjm? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini, bir yıkıntı âlemi

içinde Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çı¬karmış bir saik diye haber veriyorum!

Evet, «niçin» ve «nasıl»ı benim, hikâyesi sizin ol¬sun; şu kadar yıllık kâinat, gözüme, bütün

yaftalanmış, raflara dizilmiş, istenmeden herkese dağıtılmış ve sorul¬madan miğdelere indirilmiş

hakikatleriyle, yeni baştan ve teker teker gerçekleştirilmeye muhtaç göründü.

Eşya ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştı¬rırken galiba öyle bir sırrı tırmıkladım ki, bu sır

şahlandı, şahlandı ve beni çarptı; rahat ve mes'ut insanın nezaret ufkunu kararttı; ve artık hiçbir şeyi

görmemek yerine en¬semden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göster¬meye kalktı.

105

Bu kuyuda, «öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına» Allah'ın gölgesini gördüm.

Maddenin mahpus olduğu kaba bir dört köşe için¬de, bir takım eşya ve hâdiseleri düzenleyip,

Allah'a yok diyenlere nisbet, ruhumda beşeri kanunların tezgâhı o tür¬lü devrildi ki, bu devrilişin

altından yalnız mutlak hakikat doğrulabilirdi. Her şeyi o türlü kaybettim ki, Allah'ı ka¬zandım.»

VEHDM VE ŞÜPHE

«Aman efendim! Boğaziçinin bir kıyısından öbü¬rüne geçmek için on paralık bilet yeterken, bu

geçidi ken¬dinden evvelki hiç bir âlet ve vasıtaya baş vurmaksızın geçmeye zorlanan adamın

felâketini düşünsenize!

ݺte, bütün iman ve inkârı, uçuk bir anne dudağın¬dan, soluk bir kitaba; basit bir göz emniyetinden

ahmak bir el temasına kadar, orta malı ve demirbaş âletlere da¬yanan adamcağıza karşılık, Allah

bana kendisini kendi elimde buldurmak için taş kırıcı bir balyoz gibi enseme nasıl indi, bilseniz!..

Bir geceydi...

Penceremde sabah, koyu siyahın üstüne her an bi¬raz daha açık mavi bir renk püskürtülürcesine

yavaş ya¬vaş maya tutuyordu. Masamda uçları kütleşmiş bir kaç kalem ve bir yığın kâğıt, dişleri

birbirine kenetli birkaç kitap ve sigara ölüsü dolu kocaman bir tabla; saçlarım yü¬zümde ve çenem

göğsümde, enseme inen balyozu maddi bir tesir halinde duydum.

Duvarlara, kapı tokmaklarına, merdiven trabzanla-rına tutunup kendimi yatağa dar attığımı

hatırlıyorum...

106

Butun gücümü tek saniyenin içinde teksif edip kendime verdiğim «uyu!» emrinden sonra ertesi gün

ağır bir ameliyat baygınlığından uyanmış bir hastaydım ben

Her şey yepyeni ve bambaşka-

° gf6 kadar garların ve nefs istinatlarının en kustahlarıyle müdafaa ettiğim ahmak emniyetler bir

tara¬fa; merkezinde Allah bulunmak üzere ruhumda ve namütenahi bir daire şeklinde idrakine

mecbur olduğum butun bir kâinat bir tarafa...

Sokakta, arkamdan kaldırıp önümde yere bıraktı¬ğım^ayağımıniki hareketı arasındaki zaman

atomlarını bırıbırıne baglayamıyacak kadar yaman bir (metafizik) teri dökerken, ayağımın değdiği

her noktada arzın kışr çokecekmış glbı korkunç bir istinatsızlık vehmi çekiyor-

akre-

              ŞPnD 1Smm V6hDm Veum h T

bini hiç bir insan gözü görmedi. Bakınız-

KggfÜnÜr Ve SÖrÜnmez **

b>r çocuğu kandırmak için, bütün insan-arın birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan olmasınTve

sakın o çocuk ben olmıyayım?

kiinde Br hÖyIC gK1DyOr kD' hCr hangl bDr c°ğrafya *ev-hmden, her hangi bir hâdisenin sebep ve

neticesine kadar

butun yeryüzü tecellileri bu müthiş yalanın korkunç niza¬mından ibaret... Meselâ Şimal Kutbu diye

bir yer yoktur annem beni dolmamıştır; ıkl kere ı/dört eLez; ^

hSt et ^ 7 T ' §U daklk3da fiMn d6VDetl

but ıcTnd."iSadCCe harP taklldl yap™***!*; ta-

su T^t g^ mahSUS kaskatı kesıl'y°r ve mah-

sus dudaklarını kıpırdatmıyor!!!

n telemi kaPlIan> PenCerden' SÜkûtIa"> sogukkanlihkla-tekmeleyıp avaz avaz haykırmak

.stiyordum:

107

— Doğrusunu söyleyin; bana doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden, bütün kanunlarınız ve bütün

müessesele¬rinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul bir insandan bütün hakikati gizliyebilecek

tecrübedesiniz! O insan be¬nim işte! Söyleyin bana her şeyin doğrusunu!.. Eşya ve hâdiselerin

peçesini kaldırın ve içyüzlerini gösterin!

Ve belki de tımajhandeki deliler kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından kaçıracak kadar ruhları

zayıfladığı içindir ki, böyle demir parmaklıklı kümeslere kapatılmış¬lardı.»

İİNELİ FIÇI

«Daha ne istiyorsunuz?

Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman, mekân, ölüm, hayat etrafında,

kuyru¬ğundaki makaranın arkasından dönen, bir kedi yavrusu gibi kıvranıp duruyordum.

Bir iğneli fıçı ki, bu, üstünden hayal uçsa kanatları kana boyanır.

Her şey, ama her şey, içimde dumana, rüzgâra, gölgeye, sıfıra karışırken, yalnız bir şey;

kendisinden baş¬ka her şeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık şartına bürünüyordu.

— Yalnız Allah var! Var olan yalnız Allah! Her şey o kadar yok ki, yalnız Allah var! Allah öyle

var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok!

Tam otuz yasmadayım. Yedi yaşımdan beri, çok defa yatağıma yüzükoyun uzanıp bir mum ışığında

oku¬duğum kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir sahife... Bu uçsuz bucaksız sahife, kıvrım kıvrım

yanmış, kül olmuş-

108

Yalnız bir tarafında, ateşin çepçevre sardığı yanmamış bir parça vardı, İslâm tasavvufuna ait bir

kitaptan satır¬lar..- O satırları yeni bir şekle sokmuştum:

«— Bir irşat ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşat edicni bul!»

Genç adam, dere, tepe düz; o şehir senin, bu köy benim, yıllarca araştırdı, durdu.

Kırdığı her cevizin içi bomboş... Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlatan bir çoban

gördü, kuz-guni siyah bir zenci... Zenciye (Beni irşat edecek birini arıyorum dedi, arıyor ve

bulamıyorum. Bana yol göster!)

Zenci, ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepçevre bir daire çizdikten sonra genç adama

döndü, mı¬rıldandı:

(Dört bir istikameti kokladım! Seni, benden başka irşat edebilecek kimse yok! İrºat edicin benim!)

Ve genç adam, zenci çobana kapılandı... Ve erdi...

İçimde her biri bine bölünen yankılar...

— Bir irşat ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşat edicini bul! Seni kim

irşat ede¬cek? Mucize iklimlerinin irşat edicilerini bu asırda bul¬mak!..

Zifiri karanlıkta bir akşam... İki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden kalkmaz bir çuval gibi

vücudumu sürüklerken, yol ortasında bir gölge gördüm. Gölge sanki kafamın dört duvar arasındaki

yankılarını duymuştu. Bir ağaca yaslandım, kaldım. Gölge, içinde karanlığın yiv yiv helezonlaştığı

gözlerle beni tarttı.

Her ân bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan bulan bir hisle haykırdım:

— KDmsin sen? Söyle!..

Gramofon plâğı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:

109

İrºat edicinin habercisi!

— Ne diyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu za¬manda bir irşat edici?

— Her zaman bir irşat edici var!

Gökte bir yıldız düşerken muradını kestirebilen bir kavrayış acelesi ile atıldım:

— Çabuk, yerini yurdunu, adını, sanını bildir!

İlle bir tarif mi istiyorsun?

İlle bir tarif istiyorum!

Sigara kâğıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu gölge büküldü, sıçradı; biraz ileride

karanlı¬ğın, dipsizlik kuyusunu çemberliyen soğuk ağzına daldı ve yine müthiş fısıltısını

koyuverdi:

— (Sır vermez)e git: (Tesbihçiler)den geç! Sağa sap! (Kapalı Camii) sokağına gir! Yürü yürü!

(Yıkık çeş¬melin karşısında (9) numara!..

Göğe baktım, bir yıldız düşüyordu.»

muvazene kazanarak oradan geriye dönmenin haliydi bu..- Ve aklın, akla güvenmenin sefaletini

anlama halı...

Gösterilmezse anlaşılmaz bu hal...

ݺte, tâbi olduğu Resulün mucizesi halinde onun ilk kerameti!..

Tâbir onundur:

«— Velinin kerameti, tâbi olduğu Resulün mucize-sidir.»

Bu halin üzerinde fazla durmıyacağım.

İlk oluşundan tam on ve Efendimin vefatından bir yıl sonra ayniyle tekrarlanan hali (dahası da var),

Allah ile aramda bırakalım ve yalnız dış perdelere bakalım...

Zaten dış perdelerden başka görebildiğimiz ne var ki?.. Perdeler düştükçe meydana çıkan, yine

dış... İç, mut¬lak iç, o ebediyet... Kimi şu kadar dışta, kimi şu kadar iç¬te; hepsi bu kadar...

Büyük geçidin yeni zaman bekçisi ise, içlerin için¬de...

AV"

Bu, büyük bir manevî buhran, (metafizik) kıvranış, yepyeni bir kuruluşa doğru temelinden

sarsılıştı; en kısa zamanda sezdiğime göre, onun, Efendi Hazretlerinin tez nazarıdır ki, beni bu hale

getirmişti.

Avlanmıştım.

Beni avlamışlardı.

Adî sinir hastakklariyle, yahut, marazî ruhiyat ki¬taplarının çerçevelediği basit ve süflî ruh

ihtilâçlariyle alâkası yoktu bu halin... Ulvî mi, ulvî bir çile...

Belki aklın verâsına çıkıp çıldırma noktasına gel¬menin ve sonra kudsî bir nur, bir ruh feyziyle

kanat ve

BEND KURTARINIZ!

Marazı, bir nimet olarak ondan aldığımı sezen ben, şifayı da; tabiî nimetin nimeti halinde ondan,

onun yolun¬dan aradım.

Birkaç ay içinde sadece kemiklerimin ağırlığına kadar düşmüş ve üzerimde hiç bir et sikleti

kalmamış ola¬rak, kapısına dadandım. Artık feryadım şu:

— Beni kurtarınız!

Fakat ağzımdan halime ait tek kelime çıkmıyor. Kısa bir anlatış ve her şeyi kendisinden, Allanın

lûtfiyle kendisinden bekleyiş...

110

111

«— Sık sık gelin, buyurdular; sohbet sizi açar. İn-ºaallah feraha kavuşursunuz!»

Başka ne bir emir, ne bir öğüt, ne bir tedbir, ne bir tatbik...

1934 yılının yaz'ı, sonbaharı ve 1935'e devrettiği kış, benim için nasıl bir azap çerçevesi?

Ne anlatılır, ne anlaşılır!..

İslâm tefekkürünün, kavrama, anlama mânasına «yakîn» mefhumiyle belirttiği üç derece var:

İlm-el yakîn: Öğrenerek anlamak...

Ayn-el yakîn: Bizzat görerek anlamak...

Hakk-el yakîn: İçine girerek, içinde eriyerek anla¬mak...

Meselâ, Van gölünü bilmek bir «ilm-el yakîn» an¬layıştır. Yanına kadar gidip görmek «ayn-el

yakîn»... İçi¬ne girip boğulmak «hakk-el yakîn»...

Halimi anlayabilmek için üçüncü soydan bir anla¬yış lâzımdı. Bu da ancak bir velide bulunabilirdi.

UZAKLIK

Çocukluğumdaki hastalıklardan birinde, zekâ ve hassasiyetimin marazî çapa vardığı demlerde,

başucum¬daki anneme bakıp, insanların birbirine, birbirinin haline ne kadar uzak olduğunu

düşünmüş; bir takım kelime ve klişe yakınlıklarına rağmen iki ten arasında ne korkunç bir uçurum,

bir buud çöreklendiğini hissetmiş ve kesik kesik sormuştum:

112

— Anne, sen benim halimden anlıyor musun?

— Anlamaz mıyım evlâdım, bilmez miyim?

— Ne bileceksin anne; içimde değirsin ki... Hasta olan, benim!..

ݺte iki insan arasında bazan irkilircesine duyduğu¬muz bu uzaklıktır ki «Kuluma şahdamarından

daha yakı¬nım» diyen Allanın sırlarından bir işaret...

Bütün itibarî yakınlıklar arasındaki uzaklığın ifa¬desi olarak. (Mopasan)ın «Yıldızların Bîkesliği»

adındaki hikâyesine bir zamanlar bayıldığını söyleyen Peyami Sa¬fa, asıl Yunus Emre'ye

bakmalıydı:

Bir garip öldü diyeler,

Üç günden sonra duyalar,

Soğuk su ile yuyalar;

Şöyle garip bencileyin.

Meğer ki, gökte yıldızım Ola garip bencileyin

Garibiz; her yerde, her şeyin içinde ve herkesin or¬tasında garibiz... Vatanımız burası sanmayın!..

Ve bu gurbet Allah hasretinden başka hiçbir şey değil... Her şe¬ye ve herkese uzaklığın da aks-i

dâvası o, Allah... Yakın olan o, ama biz farkında değiliz.

Öyleyse bazan, hem de ezbere:

— Bir Allahım bilir, bir de ben...

Derken ne kadar doğruyu söylemiş oluyoruz. En doğrusu:

— Yalnız Allah bilir... Bu kadar!..

Benimki de, fertler arası bütün münasebet ve inti¬kal vasıtalarını kaybetmenin, dipsiz bir kuyu

içinde tek

113

başıma kalmanın ve ilâhî azameti, birdenbire şahdamarın-da hissetmenin haliydi.

BU HÂL

Bu hâl içinde kendi dünyamdan en çok temas ettik¬lerim, Peyami Safa ile Mustafa Sekip Tunç...

Peyami be¬ni, ağzımla itiraf etmediğim halde uzaktan sezdiği ve (metafizik kaygı) diye teşhisini

yapıştırdığı iç kıvranma¬larım boyunca sabahlara kadar dinler ve şöyle derdi:

— Bütün söylediklerin, hep not edilecek şeyler!.. Aralarında bir tane bile aleladesi yok!..

Böyleyken, yine onunla aramda, iki ayrı kalıp ve ruh arasında öyle uçurumlar görüyordum ki, en

taşkın ya¬kınlaşma cehdine rağmen insanların birbirlerine ne kadar uzak olduğu, herkesin kendi

içinde ve kendi hücresinde yapayalnız kaldığı hakikatini alev alev içiyordum. Bu hâl bana, sadece

bana hissettiriyordu ki, Allahtan başka her yakınlık, temelsiz bir vehimden ibaret...

Başkalarına gelince, onlarla münasebetim büsbü¬tün uzaklığın, hattâ kabul edilmiş ve sîneye

çekilmiş bir uzaklığın ta kendisi... Meselâ beni sokakta görüp de:

— Nedir bu halin, kendine gel!

Diyenlerden; nereye baktığı ve ne gördüğü belir-sizleşmiş gözlerime gözlerini dikip:

— Ne o; şeşî beş görmeye mi başladın? Diyenlere kadar... Bu tiplere tabiî görünmek ve

kendimi göstermemek gayretindeydim.

Hele Mustafa Sekip... O, bir milimetrelik satıh ka¬buğu üzerinde tüneller açmaya savaşan felsefe

profesö¬rü?..

114

Bir gün kendisine:

— Hakikati görmekten korkmuyor musun; anla¬maktan, anlamanın ateşiyle kavrulmaktan

korkmuyor musun?

Dediğim zaman şu cevabı vermişti:

— Anlamamaktan korkuyorum! Anlayamamanın acısını çekiyorum!

« Istırabımı görmeyen körün yüzüne tükürmek isti¬yorum!»

Diyen Fransız şairi ne kadar haklıydı. Benim, için¬de yaşadığım ruh iklimine göre, Mustafa Sekip,

kızgın çöllerin devesine nispetle buz dağlarının kutup ayısını ya¬şatıyor; ve idraksizlik içindeki

üstün idraki, korkunç bir ahmaklık aczi halinde ortaya döküyordu.

Ona sordum:

— Sen öldükten sonra senden ne kalacak?..

Bir köşede pinekleyen, nasırlı ve çarpık ayakları-şeklini almış iskarpinlerini gösterdi:

— Bunlar kalacak!..

Ne kadar yalnızız, ne kadar yalnızız!.. (Paskal)ın dediği gibi:

« Yapayalnız ölürüz!»

ݺte bu yalnızlığı kökünden giderici ve büyük visa-j erdirici yol... Onun ilk çilesi içindeydim.

RAKKAS

Buhranımın içinde, en uzun, 180 derecelik kavsi tutan bir rakkas gibi, tam inkârla tam iman arası

gidip geldiğim bir ân, Efendimin kitabını sobaya attığımı, sonra bir lâhzada, tek lâhzacıkta sobaya,

ateşin içine atıldığımı;

115

alevli yaprakları elimle söndürdüğümü ve kitabı öperek başımın üstüne koyduğumu Allah biliyor,

siz de bilin!..

Kalblerimiz ilâhî kudret elinin iki parmağı arasın¬da... Dilediği gibi çeviriyor.

Kenarları yanık o kitabı saklıyorum.

İnºallah, ben öldükten sonra da saklayan olur.

Tam bir yıl süren uykusuzluk... Lisanımla bildirmediğim halimi uzaktan görüp et¬rafımda pervane

gibi dönen anneme diyorum ki:

— Bir gece, bir gececik tam uyku her şeyi düzelte¬cek ama, nerede?..

Çalıştığım bankanın şubesini açmak için gittiğim Edirne'de, bir doktordan, tıbbın zavallı tıbbın son

imkânı¬nı soruyorum:

— Sizin insanı uyutmaya, olmazsa bayıltmaya ve şuursuz bırakmaya mahsus bir ilâcınız yok mu?

— Ne yapacaksınız, diyor doktor, niçin?

— Onu sormayın da var mı, yok mu, söyleyin!

Bana, önünde ölü kafası resmi bulunan ve «şu ka¬dardan fazlası için ölüm tehlikesi» yazılı bir ilâç

veriyor. Dozunu biraz kaçırdığım halde uyuyamıyorum; demirden bir el göz kapaklarımı aşağı

çekerken, bir başka el bütün ruhumu yırtıyor ve ben yataktan fırladığım gibi kendimi Edirne'nin

sokaklarına atıyorum. Sabaha kadar gezinti ve banka...

Herkes beni (normal) biliyor; içine kaçan gözleri¬min yerine kömürle bir çift kondurmuş, «ben de

sizin gi¬biyim» tarzında, dünyayı aldatmaya, rol oynamaya me¬murum. Halimin de kaynağını ve

keyfiyetini sezdiğim

116

için, zavallı tıbdan hiçbir imdat beklemiyorum. Dokto¬rum o; İstanbul'da bıraktığım Efendim...

Ama ne zaman ve nasıl iyi edecek, bilemiyorum.

Bankadan istifa edip İstanbul'a geliyor ve huzurun¬da taş gibi oturup kalıyorum.

Eli yanan adam onu soğuk suya sokunca ne olur? Acı kesilir. Gel de çıkar şimdi elini sudan... Acı

bin misli

artacaktır.

Ben de böyleyim... Onu görünce uyuşuyorum, ha¬fifliyorum, fakat ayrılır ayrılmaz, tamam!.. Öyle

de bir edeb ve heybet sarmış ki, beni, ona karşı kendisinden ftçıkça hiçbir şey istemiyor, derdimi

bildiremiyor, ilâç is-

eyemiyorum.

Ama, her şeyi bildiğini biliyorum.

«— Bu sohbetler size iyi geliyorsa sık sık buyu-

n!..»

Etrafında, edeblerin en keskiniyle oturan ve daima susan bir yakınlar halkası, şundan bundan

bahsediliyor ve akşam oluveriyor. Konuşmalar hep perdeli...

Haydi Necip Fazıl, ayrıl Efendi Hazretlerinden; ve yürüyen ölüler halinde gördüğün insanlar

arasından geçip evine kapan ve sabaha kadar yorganını ısır!..

İnsanları, benzetişle değil, tam vakıa olarak, kendi¬lerinden habersiz, gidip gelen ölüler halinde

görüyorum...

Zamanı bir sinema filmine benzetiyor; ve hareket¬leri perdeden değil, filmin üzerinden ve kesik

kesik takip eder gibi, haşyet içinde kalıyorum...

Ayağımı bastığım noktada arzın kışrı çökecekmiş-çesine bir istinatsızlık hissine düşüyorum...

117

Kaderi düşünüyorum. Ne yapsam nihayet yapaca¬ğım tek bir şey olacağına ve o da alnımın

yazısını belirte¬ceğine göre; onu, bütün iradeleri aşan namütenahi bir ku¬caklayış kabul ediyor ve

irademin yanmış bir kibrit gibi bükülüp büzüldüğünü duyuyorum...

Daha anlatayım mı?..

Vazgeçin canım, siz meccânî bedahet duyguları¬nızla yürümeye bakınız!..

Benden bedahet hissi kaldırılmıştı.

1934 - 1935 Yılbaşı gecesi, karşımda susturup de¬virdiğim bir radyo; sabaha kadar nasıl ağladığımı

ben bi¬lirim.

EFENDDME, EFENDDME!

Nihayet 1935 baharı... Ankara'ya bir seyahat ve tekrar bankaya giriş... Ve hastalıktan kurtuluş...

Bundan böyle, gözlerinin pası silinmiş, üstündeki buğu alınmış ve ilk imtihandan geçirilmiş insan

olarak, Efendimi, aydınlık gözle görebilirim.

Artık önümde yol, tek:

Allah ve Resulü...

İstanbul'a dönerken, trenin tekerlekleri benim ağ¬zımdan haykırıyor:

— Efendime gidiyorum! Efendime gidiyorum!

Kalbimde büyük buhran içinde sezemediğim bir halet... Abdülhakîm Efendi Hazretlerine hudutsuz

bir aşk... Tekerlekler ona gittiğimi söylerken, yataklı vagon

118

Icompartmanının pırıl pırıl lambrisinde, o cilâlı tahtanın jstünde, onun yüzünü görüyorum.

Gülümsüyorlar.

EFENDDM

1281 - 1860 yılında, Van'da dünyaya gelmişler... Van, Başkale kazası, Arvas köyü... Van'ın cenup

şarkın¬da; İran sınırına yakın, 2400 metre yüksekliğinde gayet sarp ve engelli bir saha...

Arvas, şeyhleri ve mürşitleri Seyyid Fehim Hazret¬lerinin de köyü...

Pederi; Seyyid Mustafa... Nesepleri, madde yolun¬dan da Kâinatın Efendisine bağlı: Es'Seyyid

Abdülhakîm Arvâsi...

Manevî veraset yoluna gelince: Zaten hep onun üzerinde gittiğimiz bu dâvayı, özlü bir takdim

cümlesine nasıl sığdırabiliriz? Tecrübe edelim:

Peygamberlerden sonra insanoğlunun en büyüğü Hazret-i Ebu Bekir'e «Sevr» mağarasında teslim

edilen has oda sırrını otuz üçüncü el olarak devr ve teslim alıp, onu Yirminci Asırda; makine, türlü

keşif, ruhî buhran, içtimaî muvazenesizlik, sar'a ve cinnet, hasret ve gurbet asrında, bu asrın

ortasına kadar, zerresini feda etmeksi¬zin, en kemalli veraset halinde temsil etmeye memur, eş¬siz

velî...

Dış tafsilât «Başbuğ Velilerden 33» adlı eserim¬de...

Hissettirebildim mi makamının hususîliğini ve ulu¬luğunu?..

İnsanoğluna, kendi öz eserinin tahakküme başladı-

119

ğı, madde keşiflerinin insanları burunlarından halkaladığı ve bütün ruh müeyyidelerinin bangır

bangır iflâsa sürük¬lendiği manevî panik devrinde kutup; böyle bir devirde her ölçüyü müdafaa ve

muhafazaya memur kutup ne de¬mekse, Es'Seyyid Abdülhakîm Arvasî, o... 14'üncü Hicrî Asrın

yenileyicisi...

Devrinin, içli ve dışlı küfür deccâllerine ve bunla¬rın üflediği felâket cereyanlarına dikkat

ederseniz, onun; kimlere ve nelere, insanları çekip kurtaracağı hangi ba¬taklık şartlarına karşı

gönderildiğini sezer ve bütün bun¬lardan bir mikyas çıkarabilirsiniz.

Bu terkibi hükmün, bundan evvel olduğu gibi, bundan sonra da nokta nokta tahlil unsurlarına

geçerken, Es'Seyyid Abdülhakîm Arvâsi'yi, 2400 metre yüksekli¬ğindeki sarp yayladan İstanbul

üzerine inmiş, hakikatte, ışığı milyarlarca senede gelen yıldızların tepesinde, bir feza ve mâna

kartalı diye takdim edersem sanmayın ki, bir şey söyliyebilmiş olurum.

Öbür eserdeki tafsilâta rağmen, kısaca, dış cephe¬lerinden de birkaç çizgi:

Seyyid Fehim Hazretlerinin irşat huzurlarında, iki dizi üstüne çöküyor; ve on yedi yaşında, din ve

dünya, zahir ve bâtın ilimlerinden, yâni kaal çerçevesinin bütün mevcutlarından icazet ve

mezuniyet alıyorlar.

Yine aynı irşat içinden, yolun, Nakşî, Kaadiri, Kübrevî, Sühreverdi, Çeştî kolları...

Ana cadde Nakşîlik...

Ve bunca kaal yükünün zarfı içine fezayı alan bir hâl!

Hâl, hâl, her şey hâl'de...

Bu hâl ve kaal ile, 1916 yılında, 56 yaşlarında, Moskof ların Van'a yaklaşmasiyle başlayan Ermeni

aya-

120

lanması karşısında hicrete mecbur oluyorlar. Revandiz, Erbil, Musul, Adana ve Eskişehir

taraflarında beş sene... 1921'de, 61 yaşında olarak İstanbul'a geliyorlar.

Kendilerine devrin hükümeti tarafından, Eyüpsul-tan'da, Gümüşsuyunda, eski Kaşgarî dergâhı,

bildiğimiz çatı tahsis ediliyor.

«Medrese-i Mütehassisîn»de, bir nevi İslâm Üni¬versitesi makamındaki mektepte de tasavvuf

müderrisli¬ği... «Er-Riyazü't Tasavvufiyye» isimli eserlerini bu sıra¬da kaleme alıyorlar.

Bâtın ve hâl mihrakları etrafında kümelenen ateşli gönüller dışında, halk için, nâs için, herkes için

camilerde dersler... Zaman zaman, birkaçı birarada ve ayrı ayrı, Eyüp, Fatih, Beyazıt, Bakırköy,

Kadıköy camileri ve Be-yoğlundaki Ağacamii...

Hicretlerinden evvel iki kere Hac...

İleride bir vesileyle bana şöyle buyuracaklardır:

«Ben ömrümde yalnız iki rekât namaz kılabildim; o da Hac seferinde, (Ravza-î Nebî)de...»

Ömründe tek vakit namazını bırakmamış ve kay¬bolan tek vakti, cihanların kaybiyle bir tutmuş

insanın, bunca ibadet ve nice tecellî arasında kendisini yalnız iki rekât kılabilmiş farzetmesi, o

namazı, Allah Resulünün Ravzalarında kılınan bu namazdaki keyfiyeti düşünelim...

Sözleri:

«Tek vakit namazımı kaçırmaktansa bin kere öl¬meyi tercih ederim.»

121

DADRE HDKMETD

İçinde tam bir sene, etimle ve kemiğimle, beynim¬le ve iliğimle fukur fukur kaynadığım,

kaynatıldığım, kaynanıp da yine kıvamını bulamadığım kaynar su, kay¬nar demir rejiminden sonra

yüzüm gözüm yerine gelmiş, huzurlarınday im.

Derdin böylesinden de dönülür mü?

Dönmüş, döndürülmüş bulunuyorum.

Karşımda o nur heykeli...

Göz; değdiği yeri kezzap gibi oyabilen, tohumun merkezindeki görünmez noktanın kıvranışını

görebilen göz, ne görür kendilerinde?..

Büyükler büyüğü İmam-ı Rabbani Hazretlerinin daire misaliyle belirttikleri hikmetin

mazhariyetini...

Şöyle:

Veli, dairenin en aşağı noktasından yola çıkarken bir hiçtir; çıka çıka en yukarı noktasına erişir.

Ondan son¬ra gerçek kemâli, daireyi tamamlar; ve iniş gibi görünen, halbuki çıkışın çıkışı olan

noktalardan geçip işi başlangıç noktasında bitirir. Bu noktada, kaba mantık gözü için, ol¬duğu

yerde kalanla, daireyi devretmiş bulunan arasında fark yoktur. Oysa, asıl fark, farkların farkı o

noktada... İmam-ı Rabbânî üstüste iki noktanın birine «muhik» ve öbürüne «muptil» diyor. Biri

hak, biri bâtıl... Yani, oldu¬ğu yerde kalanın hiçliği hakikat; kemâli bir devir sonra aynı yerde

bulanın «hep» olarak «hiç» görünmesi de bâtıl... ݺte o «Muhik»i, o «muptil»den ayırabilen gözdür

ki, gözdür.

Ve Allah Resulünün:

«— Müminin görüşünden korkunuz; zira o Al¬lah'ın nuriyle nazar eder.»

122

Olçülerındeki sırdan en küçük nasip, bu farkı he¬men kestirir.

Böyle bir göz için:

Abdülhakîm Efendi Hazretleri, basitlerin basiti gi¬bi duran bir ifade içinde, bütün Arz küresini

hasır koltu¬ğunun yuvarlak yastığı kadar küçültüp üzerine oturmuş, etekleriyle sımsıkı peçelemiş

ve bunu belli etmemeyi en büyük marifet ve keramet bilmiş bir tavır sahibiydi. O etekleriyle

gizlediği muazzam bir mâdenin üstünde oturu¬yordu.

Beni anlıyor musunuz? Beni anlatamayan kelime¬lerin aczini Allah'a havale ederim.

VELD

Lafta, kitapta, halk hayâlinde, kocakarı tasavvu¬runda, şunda bunda nice velî -ne münasebet!- velî

taslağı gördüm. Ermişlik halinin, halk gözü için dışarıya vurmuş sahte alâmetlerini taşıyanlar...

Bunlarla onun arasındaki fark, sadece dış fark, sabundan yaptıkları sun'i meyve cinsinden bir

muzla, buram buram rayihası gönül açan hakikî muz nisbetine uygundu.

Velî'nin mukabil tarafında denî vardır.

Ve bir velînin veliliği üzerinde en küçük iddia, gösteriş, yelteniş sahibi olması, «bir kadının hayz

anında kendisini kanlı doniyle damda teşhir etmesinden be-ter»dir. Şah-ı Nakşıbend'e ait bu aziz

ölçüye göre, içine alındığı «mahrem»ler ikliminin sırları önünde veliye dü-Şen haya derecesi

tasarlanabilir. Bu hayadan; dâvanın ru¬hu olan bu hayadan kendisinde eser olmayan insan, velî

yerine hangi sıfata lâyıktır, belirttik.

123

Belki velilere mahsus birçok tavırların taklitçileu bulunduğu gibi haya tavrının da mukallitleri

bulunabilir. O zaman da denîlik derecesi terakki eder; ve aslında tak¬lidi mümkün olmıyan haya

tavrını, daha nice tavırla bera¬ber, Allanın nur verdiği göz, daima sahtesinden ayırır.

Özenti dalgınlıklar, yalancı vecd edaları, gaipten haber alma ve haber verme duruşları ve

davranışları, her şeyi sığ bir dedikodu plânında helak eden iddiacı ve ez¬berci ağız kalabalıkları,

ham heyecan, körkütük gurur, makyaj ve kılık gayreti, hasılı olanca gayesi cahil avla¬maya ve

dünya ötesi dünya yalanı söylemeye mahsus ta¬vırlar, onda akar suya yağlı boya çekilmesi kadar

imkân dışındaydı.

O, her haliyle som ve halis...

EDEP

Büyüklerin:

«— Mânâsız sualin lüzumsuz cevabını vermek...»

Diye tarif ettikleri «mâlâyanilik»den, hattâ manâlı ve tekellüften uzak, bir konuşma edebi... Ne

sorarsanız onun cevabını alıyor ve sayfaları sonsuz, ilâhî bir kamus gibi bildirilmesi gerektiği

kadariyle alıyorsunuz. Nasibi¬nizde yoksa, zaten izahın çoğu da hiç, azı da... Zira o, ke¬limelerden

başka bir şey; gözle görülmez ve kulakla işi¬tilmez bir şey, bir feyz, bir nur veriyor; ve kelimeler,

sa¬dece işin kemmiyet örgüsüne memur, zarurî bir âletden ileriye gidemiyor.

îşte velî!..

Üstünde tek toz zerresi barındırmayan, hilkatten temizlik, her çizgi ve her edasında içi ve dışı şeriat

uy-

124

eunluğu, insanda nebat ve hayvanı tam tasfiye edip insa¬na yükselmiş olmanın -bızımse ismimiz

insan- mucize çapında hali; küçük bir esneme, sağa sola bakınma, şu ve¬ya bu noktaya takılma

diye belirtilebilecek bütün ılcaîliklerden topyekûn mahfuzluk içinde, o, dış göze so¬rarsanız,

alelâdeliklerden bir tablo, dairenin ilk noktası...

Fakat... İlk, çünkü son noktası...

Ve en büyük kerameti kendisine edilen ilâhî ikra¬mın setri, örtülmesi, peçelenmesi...

YDRMDNCD ASRIN NÖBETÇDSD

Size, ondan ne anlatsam, meselâ «bir bakır güğü¬me parmağını değdirdi ve onu altına çevirdi»

demeğe ka¬dar hepsi avama, halka mahsus şeylerden ibaret kalır ve tam havâslık bu kerametin setri

kerametine ulaşamaz.

O, bu dünyada, dairenin ilk çıkış noktasında, o noktaya mahsus alelâdeliklere bürülü, otururken, o

nokta¬ya bütün fezayı devretmiş olarak geldiğini, bu dünyaday¬ken bu dünyada olmadığını, ancak

nasibi olanlara sezdiri-ci, büyük Allah dostu...

Tekrarlayalım:

Buradayken burada değil, dünyadayken dünyada değil...

ݺte, bu en ileri kerametin merkezinden, şimdi bü¬tün anlatacaklarımı takip edebilirsiniz.

Ötelere açılan kapının önündeyiz; ötelere açılan ve topyekûn kâinatın hesabını veren kapının

Yirminci Asır bekçisiyle yüzyüze... Yirminci Asır nöbetçisi...

125

BENZERLDK

Hastayken, Mısır Çarşısından ot seçmek yerine, Sahaflardan kitaplar devşirmeğe bakmıştım. Henüz

bu ki¬tapları iyi, kötü diye ayırt edebilecek bir müdir fikir ölçü¬süne de malik değildim.

Tasavvufa, İslâm mütefekkirleri¬ne, evliya menkıbeleri.^ dit ne varsa... Kafamda tama-miyle

posalaşmış; hurdalaşmış hale gelen Batı büyükleri bir tarafa; asıl Doğu ve İslâm büyükleri arasında

benim¬kine benzer bir nefs muhasebesinden, fikir çilesinden geçmiş biri var mıdır diye

bakıyordum.

Diktiği gömleği aynı yerden defalarla söküp diken velînin:

— Nefsim benî bir şeyle meşgul etmeden ben, onu meşgul etmeğe bakıyorum!

Demesi... Ve başka bir velînin durmadan teşbih çe¬kerken ne aradığını soranlara:

— Gafleti arıyorum!

Cevabını vermesi... Bunlarda halimi andıran pırıltı¬lar görmekle beraber, sefil mevkiimi onların

ulvî makam¬larına yakıştıramıyordum. «Gafleti arıyorum!» sözündeki hikmete ve bu sözün

belirtttiği ihtiyaca muhatap olacak, o anda ve bütün dünyada benden lâyık kimse bulunamazdı ama,

onların Allah'a doğru uçuşlarındaki sıhhatli hali ile, benim, yine belki Allah yolunda; fakat parça

parça edili-şimdeki hasta ifade nasıl birleştirilebilirdi? Bana, kemâl yolunda aklın iflâsını görmüş

ve bu iflâsın yangını içinde kavrulmuş biri lâzımdı.

Nihayet buldum:

İmam-ı Gazalî...

Sonra, o da velîler yolunda en ileri mertebelerden birine varan ve toprağa bağlı akılla, yâni benim

kafa cin-

126

simle alâkasını kesen koca İmam-ı Gazalî, başlangıçta her şeyi «nasıl?» ve «niçin?» isimli iki kol

içinde zaptet¬meye savaşırken öyle bir buhrana düşmüştü ki, aylarca uyumamış, ruhunun

maddesinde açtığı yara yüzünden tek lokma ekmek yese, yerlerde kıvranacak hale gelmiş; ve

eşyanın künhünü aramak cehdi içinde bütün bedahet duy¬gularını kaybeder gibi bir şey olmuştu.

Bu bahse «Tanrı-kulu» yazısında biraz dokunmuştuk.

Şu kadar ay sürdü ve sonra şifa buldum. Diyor İmam-ı Gazalî ve ilâve ediyor:

— Gördüm ve anladım ki, peygamberlik tavrı ak¬im ötesindedir; ve her şey, O'nun, Allah

Sevgilisinin bâtınından bir feyiz nuru alabilmekten ibarettir. O nura teslim oldum ve kurtuldum!

Akıl sahasında bu dâvayı; idrak sırrını sır idrakin¬de tamamlayan ve kafayı kafayla kalbe çeviren

bu dâvaların dâvasını, kimse bana İmam-ı Gazalî derecesin¬de gösteremezdi.

Şimdi kalıyor iş, o buhran ile benimki arasındaki farkı göstermeye...

«Dslâmın Hücceti» tuğrasını taşıyan İmam-ı Gazalî Hazretlerinin, ayağı altındaki toz zerresinden

daha hakir olduğumu bilerek ve kıpkırmızı kesilerek, Efendimin bir fermanını bildirmeye

mecburum:

Hastalığımdan sonra, bana ilk lûtufları, çektiğim çile etrafındaki suallerimi cevaplandırmak olan

Efendim, «Dmam-ı Gazalî'nin buhranı mı daha büyüktü, benimki mi?» diye sormama karşı, ayniyle

ve tek kelimeyle şöyle buyurdular:

«— Seninki!..»

Hoş; bir azabı daha derinden ve daha büyük hisset¬miş olmak, öbür çekenden üstün bulunmak

iddiasına da

127

yol açmaz. Bu izahı, sırf yanlış anlaşılmak korkusuna karşı veriyorum.

Efendimden hatırımda kalan her sözü ayniyle inti¬kal ettirmek borcunda olduğum için,

kendilerinin, bu ka¬dar nazik bir bahiste:

«— Seninki!..»

Buyurmalarını gizliyemezdim.

Sırası gelmişken kaydedeyim ki, Efendimden bü¬tün hatırladıklarımı tırnak içinde gösterirken,

onlara, ruh, öz ve meal halinde, kelimesi kelimesine denecek kadar ri¬ayet kaygısı içindeyim.

Sözlerinin bazılarıysa, hem zarf, hem mazruf halinde, aynen...

AYNA

Hastalığım esnasında ve günlerce nereye baksam gördüğüm kıpkırmızı bir renkten bahsederken,

dünyada bir eşine rastlamadığım bir zerafetle, ürperir gibi bir has¬sasiyet tavrı belirttikleri,

gözümün önünde. Sonradan öğ¬rendim ve anladım ki, velîlerin kalbi, mücellâ bir aynadır; ve oraya

muhatabının her hali akseder. Meselâ, suya düş¬müş bir müridi bitişik odada kurutulurken,

dakikalarca zangır zangır titreyen velî...

Nitekim yine sonradan öğrenmiş bulunuyorum ki, hastalığımda kendilerini her ziyarete gelişimde,

Efendi Hazretleri, ben döndükten sonra saatlerce ağırlık geçirir-lermiş...

Bir gün; huzurlarında, Halic'e karşı oturmuş, vecd

128

içinde kendilerine bakarken, birden bire hastalığım için şöyle buyurdular:

«— Eseri bile kalmadı, değil mi?»

Başka bir gün de, şadırvanın bir yanında ve yine bir sükûn ânında, seslerinin en halâvetli dileği ve

gözleri¬nin en ağlamaklı niyaziyle, buyurdular:

«— Sen hasta olma!..»

Şu hikmetler kendilerinin:

«— Cemiyetteki ruh hastalıkları iman eksikliğin¬den doğuyor...»

;<— Manevî acının yanında, maddîsi hiç...»

«— Kur'ân şifadır; fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbi... Pis borudan şifa gelmez.» (Üfürükçüleri

ve üfürük¬çülüğü san'at edinenleri düşünün!)

«— Manevî elem zamanı, bunu maddî bir elemle örtmeğe bakmalı. Meselâ ayakta bir yara

vesaire...»

«— Sigara mubahtır. Günde 9 veya 11 sigara iç!..>

129

«— Oruç tut; çok sıhhat bulursun!»

Sen günde 8-9 saat uyumahsın!»

«— İtidal haddiyle dıfk, (vücutta toplanan erkeklik cevherini dışarıya atmak), devalardan biri...»

— Ruhun kuvveti neyledir efendim? «— İmanla...»

KALBE DÜŞENLER

«Hatarât»... Bu kelimeyi duydunuz mu? «Hatar»ın cem'i... Bu tâbir, tarikatta bütün bir bahsin adı...

Yol ede¬bine ait şartların en ehemmiyetlilerini çerçeveliyen bir bahis... «havâtır» veya «Hatarât»...

«Hatarât» kalbe ânî olarak iniveren, ters fikirlere, zıd mânâlara, musallat vehimlere, boğucu

hayâllere deni¬liyor. Ve yola girenlerde mutlaka bu başlıyor; ve onun nasıl murakabe ve idare

edileceğini de bilmek gerekiyor.

ݺte size, hastalığımla alâkalı bir yol hususiyeti!,,. Şu var ki benimki bir maraz, belki de bu halle

karışık bir

130

marazken -nitekim sonradan maraz gidip hatarât devam etti- o, yolun başındakilere mahsus bir

hal... Ruhun esrar¬lı yapısına bağlı, ruhu bütün (anti - tez) aks-i dâvalarile çalkandırmahali...

Sâlik (bir yola giren), işte bu «hatarat»ı ezip koğ-inak, tarikat tabiriyle nefyetmek borcunda...

Yunus'un «Zehirle pişmiş aş'ı yemeye kim gelir?» dediği bu iş, ko¬lay değil... «Hatarât»ın içinde,

Allah'ı inkârdan nice kü¬fürlere kadar türlüsü vardır; ve şunu da belirtelim ki, on¬lar, imanın

kuvveti nisbetinde gelir ve korkulacak, değer verilecek şeyler değildir.

Halimi az çok içinde bulduğum bu «hatarât» bahsi beni hemen sardı. Bir gün onlardan bazılarının

bana nasıl musallat olduklarım ve onları nasıl koğduğumu anlatır¬ken tebessüm buyurdular.

Yanlarında ayakta duran Şakir; şu, esmer ve tatlı yüzlü genç, Efendi Hazretlerinin ayrıl¬maz

nedimi:

— Evet, dedi; onlar gelir ve geçer; sonra insan, on¬ları arasa, davet etse de bulamaz.

— Yaaa, evet, evet!..

Derken ben, tebessümleri devam ediyordu.

KERAMET

Gece... Mescide geçit veren bir odacıkta oturuyo¬ruz. Kendileri hasır koltukta, ben bir

iskemledeyim... Et¬raflarında yakınlarından birkaç kişi... Dizüstü, yerde otu¬ruyorlar. Efendi

Hazretlerine karşı naz makamındaki Şa-kir'cik gidip geliyor. Bir köşede semaver...

Ha, söylemeyi unuttum; Efendi Hazretlerinin evle¬rinde semaver gece gündüz kaynar ve

ziyaretçilere üstüs-

131

te çay verilir. «Artık içemem, af buyurun!» deninceye ka¬dar...

Yemekten sonra çaylar içilmiş; Efendi Hazretlerin¬den, o muazzam temkin tavırları içinde binbir

hikmet din¬lenmiştir.

Şakir'e emir buyurup bana bir defter verdirdiler.

«— Oku, dediler bana; yüksek sesle oku!..»

Bu, «hatarât»a dair, kalemlerinden çıkma bir risa-lecikti ve yüksek sesle okumaya başladım.

Tıs yok; yalnız bir duvar saatinin tiktakları... Din¬leyenler, mümkün olsa, kalblerini

durduracaklar... Öyle dinliyorlar...

Risalede «hatarât»tan bahsediliyor; kaynağı, hik¬meti, onları def ve nefyetme şekli... Bunun için

tedbir şu¬dur:

«— Celâl kelimesini, Allah ismini, medd ile çeke¬rek kalbden geçirmek ve dimağa doğru

yükseltmek...»

Bahis bu noktaya gelince emir buyurdular:

«— Medd ile çek bakalım, Allah ismini!..»

— Allaaaaaah...

Diye çektim.

O anda olan şey...

Müthiş!.. Ayak uçlarında oturan yakınlardan biri, galiba Eyüpsultan'daki aktar dükkânının sahibi, o

türlü sarsıldı ki, kopacak kadar sıkılmış bir çamaşır gibi kendi üstünde birkaç kere burkuldu, gözleri

kaydı, ağzından kö¬püğe benzer bir şey çıktı; ve bir doktora teslim edilse bir¬kaç günde ancak

düzeltilebilecek bir hale düştü.

Ben dondum, herkes sakin; kimse adamcağızın yü¬züne bile bakmıyor, hepsi doktorlarından

emin...

Efendi Hazretleri, herkesten daha sakin ve telâşsız, sadece adama ismiyle hitap ettiler:

«— Abidin!»

Ve adam; bir anda çözülüp kendine geldi.

Bu manzara, etraftakilerin en tabiî hâdiselere mah¬sus kayıtsızlığı içinde seyredilirken, olmaz üstü

olmazın ancak göziyle görene tecellî edeceği çarpıcı mâna, zaten tek keramet beklemek ve

istemeksizin teslim olmuş bulu¬nan bana nasıl tesir etti, hayâl edin!..

Bir müddet sonra içimden düşünüyorum:

Şimdi ben, gece yarısı mezarların arasından na¬sıl inip de gidebileceğim?

Derhal haşmetli başlarını Abidin'e çeviriyorlar ve diyorlar:

«— Necip Fazıl Beyi sen götürürsün! Beraber gi¬dersiniz!»

Efendi Hazretlerini ilk arayışımda «köşedeki ak¬tar!» diye gösterdikleri ve bana yolu gösteren

Âbidin ile kol kola mezarlıktan iniyoruz.

— Fatiha okuyalım. Beklerler ve isterler! Diyor Âbidin...

Okuyoruz.

Mezar taşlarında tebessüm... Gökte ay bedr halinde...

Âbidin elini uzatmış Eyüp Camiine doğru bir nok¬tayı gösteriyor!

— Bak, bak, şu ışık çizgisini görüyor musun?

— Evet, evet!.. Nedir o?

— Âdi ışıktan başka bir şey...

— Yani?..

— Nur!..

İleride, tabutu, Efendi Hazretlerinin bulunduğu nur önünden geçerken ne haller geçireceğini

göreceğiniz Abidin nur içinde yatmaktadır.

132

133

EN BÜYÜK KERAMET

«— Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bu¬nun dışında tecellî edenler, velînin irade ve

ihtiyariyle de¬ğildir, ilâhi hikmet öye gerektiriyor, demektir. O vakit de velî bir genç kız kadar

hicap duyar.»

Bu hikmet, kılıf ve ruh bakımından elifi elifine kendilerinin...

Bütün bunları görüyor ve duyuyordum da hâlâ adam olamıyor, önlerinde diz çöküp:

— Beni ne yaparsanız yapın; kapınızdan ayrılmı¬yorum ve hizmetçiniz olmaktan büyük şeref

tanımıyo¬rum! Diyemiy ordum...

Bu duygu, benim bugünkü dövünüşümdür; yoksa kapılarında kölelik isteseydim, bana, bu kapıda

tövbenin tedricî olduğunu, yoluma ve nasibimin istikametine git¬memi ve her türlü ifrat ve

mübalâğadan kaçınmamı söy¬leyeceklerdi. Eminim... Ama suçum suçtur, değişmez...

En büyük kerameti, onu örtmek olan Velînin örtü¬sü altına kaçmayı, cücelerin hayatına veda

etmeyi becere-miyordum.

Bankada çalışmama mâni olmadılar.

At merakımı, bir kâğıda bir hadis yazarak teşvik buyurdular:

«— Hayr, atların alınlarına işlenmiştir.—

134

Her halleriyle derhal namaza başlamamı hissettirir oldular.

Devamlı olarak, evlenmem gerektiğine işaret etti-

ler.

Ve başıma gelen hallerin ceza cephesini şu hikme¬te bağladılar.

«— Başına^ ne geldiyse annene ettiğin kötü mua¬meleden bil!»

GEMDNDN PASPASI

Büyük bir aşk havası içinde ve en şefkatli kabul tavrı karşısındaydım. Fakat vaziyetim neydi?

Büyük oluş mektebinin defterine kaydedilmiş miydim? Yoksa sadece uzaktan sevgi ve saygı

kadrosunda mı kalıyordum? Neza¬ket ve alâka gösterilen herhangi bir ziyaretçiden farkım var

mıydı?

Bana, ilk günden son güne kadar:

— Bizdensin!.. Seni mensup ve mahsuplarımızın (bağlılar ve hesabı görülmüşler) arasına alıyoruz!

Yola kabul edildin!

Tarzında, onun benzerinde, benzerinin benzerinde ne bir şey söylendi, ne en küçük bir imâ veya

imâ gölgesi belirtildi; ne de tarikata, tarikat edeplerine ait tatbikî bir şekil, bir merasim gösterildi.

Yalnız beş vakit namazda, bir safa dizilen; ve bunun dışında, büyüklüğü belirsiz bir büyüğün

etrafında hikmet dinleyen, hemen hiç konuşma-

135

yan ınsaalar... Namaz kılar veya Efendi Hazretlerini din¬lerken titremeler geçiren bu insanların hal

ve vaziyetlerini de bilmiyordum. Bu hal bana büsbütün heybet ve haşyet veriyordu. Etrafında

toplanılan büyük, büyüklüğü belirsiz kılacak kadar büyük zat, yolun görünür tarafını da belir¬siz

kılmıştı. Yolun nisbet işaretlerine ait dış görünüş plânında en küçük emare yoktu. Bu tekkeleri ve

tarikatla¬rı kaldırmış olan kanunun gözünden kaçırılmak için takı¬nılmış bir tavır değil, bir hakikat

edasıydı.

Nitekim bir gün şöyle buyurmuşlardı:

«— Hükümet tekkeleri kapatmadı; onlar zaten kendi kendilerini kapatmışlardı. Hükümet boş

mekânları kapattı.»

Öyleyse hükümetin kapattığı, mânada boş tekke¬ler... Yasak edebildiği de, sahtekârlarca dış plân

maskesi olarak kullanılması gayet kolay ve kökünü kaybetmiş me¬rasim şekilleri... Efendi

Hazretlerinde ise yolun öz haki¬kati olarak gizli kök nisbeti öyle yerindeydi ki, bazı zarurî dış

alâmetlerin büsbütün silinip ortadan kaldırılma-siyle müteessir olmuyor; ve bu nisbet, ışığı suda

kepçeyle yakalamak gibi, kanunun tutabileceği bir şey olmaktan münezzeh kalıyordu.

Zaten ve esasen sohbet temeli üzerine kurulu; ve görünmez radyo dalgaları şeklinde kalb

antenlerine çar¬pan gizli nura bağlı bu yol, hükümetlerce aziz tutulduğu günlerde de dış tezahür

perdelerindeki cümbüşlere, üni¬formalara, kalıplara, törenlere iltifat göstermiş değildi. Öylesine

ulvî, öylesine lâtifti ki, onu kalp paralar gibi te¬davülde bulmanın ve ayrıca kalbten kalbe

tedavülüne mâni olmanın imkânı yoktu.

Yol buydu; Efendi Hazretleri buydu ama ben ney¬dim?..

136

Şeyh Safiyüddin Hazretlerinin:

Bîçâre Safi, sen tek ayağı yanmış bir köpeksin ki,

Uç ayakla o şan kervanının ardından koşmaktasın...

Dediği köpek kadar olsun, içeriye, öz kadroya kabul edilmiş miydim?

Bu nükteyi, uzun müddet, çok uzun müddet, Efen¬dimin vefatına kadar tam çözemedim. Ancak

vefatların¬dan sonraki ikinci buhranımdadır ki, birdenbire, on yıldır açmadığım bir çekmecenin

ayağıma düşüp içinden bir kâğıt çıkması gibi, her şeyi keşfettim.

Efendimin ileri dereceli yakınlarından merhum Zi¬ya Bey'in bana söylediği, keşfime tıpatıp

uygundu:

«— Sen gemidesin! Ayak silmeye mahsus bir pas¬pas olsan yine gemidesin! Seni bırakmazlar!

Aldıklarını, , bir daha bırakmazlar!»

MEMURDYET

Kalemime, fetih ve inkişaf onunla geldi.

İçimde yepyeni bir dünya görüşü, daha evvel cüm¬le ve fikir kalıplarına dökülmeksizin, yalnız

huzurlarında-ki kelime üstü feyizle, kendilerini tanıdıktan sonra tütme-ye başladı.

«Fildişi Kule»yi yıkıp büyük içtimaî plâna, cemi¬yet meydanına çıkmak; orta yere bir tarih, nefs,

Şark ve Garp muhasebesi çıkarmak, asrın nabzını bulmak ve her şeyi kendi vahidine ve oradan

mutlak vahide irca' etmek ihtiyacı, bende onunla doğdu.

(Sokrat)ın yaptığı gibi, insanları eteklerinden çe¬kip:

— Hey, nereye?..

137

Diye haykırmak ve:

— Her şey yanlış; her şey yeni baştan ele alınmaya ve inşa edilmeye muhtaç!.. Bizim dışarıda

aradığımız gü¬neş, cebimizde kayıp!..

Narasını basmak borcu, bende onunla gerçekleşti.

Tekrar ediyorum; tek kelime konuşmadan, yalnız görünmez feyiz mevceleriyle... Bu bir memuriyet

miydi?

Allah bilir...

Muhakkak olan şudur ki, ben kendilerini tanıma¬dan dik bir kaya üzerinde gururla dünyaya karşı

dikilmiş uyuz bir keçiyken, tanıdıktan sonra; yere inen ve geçtiği yol boyunca süt koyuveren

memeleri şiş, patlayasıya şiş bir koyun olmuştum. Otuz yaşına kadar tıknefes yaşayan ve bir iki şiir

kitabından başka bir şey veremeyen ben, ondan sonra, piyes, fikir, tetkik, dâva, tez; kırk elli ciltlik

bir çapa doğru yükselecektim. Varsın benim «lâhik şair» olduğumu görmeyenler bana «sabık şair»

desin, şiir ve san'ata sırt çevirdiğimi sansın ve buna hayıflansın...

1935'te (Tohum), 1936'da (Ağaç Mecmuası), 1937'de (Bir Adam Yaratmak) ve saire... Bilhassa

(Çile) şiiri... Derken (Ddeolocya Örgüsü) ve bugünedek dâva yo¬lunda tip tip ve çap çap yüz cildi

geçen eser...

Mecmuamı çıkaracağım sıralarda huzurlarında ni¬yetimden bahsetmiş; ve emirleriyle Şakir'in

getirdiği Mu-hiddin-i Arabî Hazretlerine ait (tefe'ülname)den niyetime bir âyet meali halinde şu

cevap çıkmıştı:

«— Onlara müjdeler olsun...»

Müjde, çeyrek asırdır hep çile ve kahır şeklinde te¬celli etti. Fakat müjdeliğini kaybetmedi. Çileler

ve kahır¬lar caddesinde itişe kakışa yol açmaya çalışarak müjdeyi arıyorum.

Bendeki her kıymet onun, her suç nefsimin...

138

O'DUR

Rüyayı anlatmıştım ya...

Hani şu, bir (anfi)de çepçevre dizili nur insanlara ettiğim hitap ve tam orta yerde oturan nurüstü nur

yüzlü birinin kalkıp beni alnımdan öpmesi...

Anlattım ve şu karşılığı aldım:

«— İnºallah O'dur!»

Ürperdim.

Demek ben Allah'ın Resulünü, Kâinatın Efendisi¬ni, Varlık Sırrının Gayesini görmüştüm rüyada...

Ve anla¬yamamıştım.

Rüyanın nasıl gerçekleşeceğini, ileride «Konfe¬ranslar» bahsinde göreceksiniz.

Nurlariyle cilalanan fikir ve san'atımın ilk verimle¬rinden bir örnek olarak, bundan otuzbeş yıl

kadar evvel, bugün baş düşmanım, o gün ve bugün memleketin baş ki¬birlisi ve baş küfürlüsü,

Solculuk karargâhı bir gazetede çıkan makalemi okumuştum, şadırvan başında, kendileri¬ne...

Dikkatle dinlediler. Yazı bitinc&Şakir'den kalem istediler ve yazıyı çekip üstüne şöyle yazdılar:

«— Altun ile yazılacak yazı...»

Türk cemiyetinin Kanunî devrine kadar sürmüş aşk ve muvazene çığırında, bu mes'ut ruh

kıvamının nelere bağlı olduğunu gösteren yazı; güneş, toprak ve ağaç ha¬linde, iman, cemiyet ve

ferdin nasıl hamurlaşmak borcun¬da olduğunu gösteriyordu.

Üzerinde Efendimin el yazısını taşıyan gazete par-

139

çasını, aziz emanetleri arasında saklıyorum. Hüccetim; senedim ve dayanağım, o... Bütür

fikirlerimin kontrol mührü...

«Çile» şiirimi de derin derin dinlediler.

Ve sükût... Hattâ memnuniyetsiz bir sükût...

Sonradan ben at derin derin düşündüm; ve bu memnuniyetsiz sükûtu, şiirin kendilerine okunan ilk

şek¬lindeki bazı edeb hatalarına yordum. Gerçekten, şiirde, onun ilk yazılış şeklinde, mukaddes

ölçüleri taşırır gibi edalar vardı. Vefatlarından sonra bunları düzelttim. Ne yapayım; yavaş yavaş

adam oluyordum. Okyanuslar gibi dalgalanan çamur nefsimi yüksük yüksük süzmeye me¬murdum.

Uzun bir sükût... Herkes susuyor... Ben de...

Nasıl bir tecellî karşısında kalmış olacaklar ki, baş¬larının üstünde âdeta elle tutulabilircesine açık

bir nur huzmesi, en ağlamaklı sesleriyle, kendi kendilerine hitap ettiler:

«— Zerresini bile feda etmem!..»

Birden bire anlayamadık.

Sonradan ben anladığımı sanıyorum.

Mukaddes ölçüleri ihtar ediyorlardı. Ve herkesten ziyade bana...

Müthiş ân...

Onsuz hiç bir şeye imkân yok...

Şeriat falakasına yatırmadan nefsi, hiç bir oluşa yol yok...

140

Mukaddes falaka, muazzez falaka... Sen ne güzel¬sin. Acı görünüyorsun ama, tad sensin...

ALAFRANGA KEMÂL

Burhan Toprak'ı götürdüm kendilerine... Daha ev-vel de Burhana bir sürü izah:

— Dıştan hiç bir şey göremiyeceksin! Dışını bütün iddialardan temizlemiş olan insanın nasıl bir

bâtın taşıdı¬ğına ve neyi gizlediğine dikkat et! Olanca nükte ve neza¬ket burada... Suallerine dış

plân hesabına yeter derecede, ne eksik ve ne fazla, kupkuru cevaplardan başka bir şey

alamıyacaksın! ݺte, bu kuruluğun ve basitliğin ötesindeki haşmete geçebilmektir ki, hüner... Ona

göre davran!..

Gittik.

«Kemâl, Kemâl!..» diye çırpınan ve biraralık bunu Garp yollarından «alafranga kemâl» olarak

devşirebilece-ğini uman dostum, yine o eski temayülünden kalma ukde¬sini, ilk sualiyle belirtti:

— Hazret-i İsâ hakkında ne buyurursunuz? «— Babasız Hak Peygamber...»

Ve sükût...

— Peygamberimize nisbetle farkları?

«— Büyük...» Ve sükût...

— Ne gibi?..

«— Hazret-i İsâ melekiyette en üstün dereceydi;

O'na nisbetle bir eksiği vardı.» Ve sükût...

— Neydi eksiği efendim? «— Beşeriyeti!..»

141

Bu son cevap, hakikat örsünün üstüne bir balyoz gibi inmişti:

Melekiyette en ileri, fakat meleğin secde ettiği be¬şeriyette, O'na nisbetle eksik, babasız Hak

Peygamber İsa Aleyhisselâm...

O sıralarda bana eserlerinden bir kaçını hediye eden Burhan Toprak, bunlardan birinin üstüne şu

ithafı yazdı.

«— Bana, Alafranga Kemâl'in boşluğunu gösteren Necip Fazıl'a...»

Burhan Toprak'ın Yunus ve Mansura aşkı da malûm...

Ona da cevap:

— Tomarı getiriniz!

TOMAR

Ben ki, onların, Burhan'dan eksik delisi değilim; bu yaman gerçeği ne de derinden seziyordum.

Daha evvel kendilerine Yunus Emre de sorulmuş¬tu. Sadece ve kısaca:

«— Ariflerden...»

Buyurmuşlardı.

NASIP MESELESD

Burhan Toprak'ın rahmetli zevcesi, Mareşal Fevzi Çakmak'ın kızı Muazzez için, yetmiş bin Tevhit

kelimesi okunup hediye edilmesini tavsiye ettiler.

Bektaşilik hakkındaki suale: «— Hak tarikat olarak başladı; fakat birkaç batın sonra bozuldu.»

Buyurdular.

Burhan Toprak'ın önüne, manevî nisbetlerinin kol kol ağacını gösteren büyük bir tomar açtırdılar ve

dediler:

«— Bu namsız ve nişansız insanlardan her biri bir mansur'dur.»

Mansur ve Yunus Emre delisi Burhan Toprak, bu çok yerinde bağlılığına karşı, onların da derecesi

üzerinde bir ölçü kazanıyordu. Hakikatte Efendi Hazretlerinin mu¬radı şuydu:

— Bu namsız ve nişansız, kendilerini silip yok et¬miş insanlardan her biri, bir Mansur'dur. Dâva;

şöhrette değildir.

142

«— Resim hürmet makamında olmazsa caizdir. Yerde ve hürmet ifade etmiyen her yerde...»

Dediler.

Besmelesiz kesilen hayvanların etlerini yemekteki mahzuru öne süren birine dediler:

— Sen yerken Besmele çekiyorsun ya; ona bak!..

143

Kur'ânda, bazı sûrelerin başındaki kesik harfler (Huruf-u Mukattaât-ı Kur'âniye) veya (Tavasîn-ül-

Kur'ân) hakkında buyurdular:

— Onlar, sevenle sevilen arasında şifreler...

ve daha sonra senatör), biraderzadeleri Faruk Işık, Avu¬kat Vecihi Işık... Damadı, eski Van

Mebusu İbrahim Bey, (Arvas) ismini tercih etti.

Nedimi ve en yakını Şakir, Şakir Üçışık...

Manevî yakınlarından Ziya Işık, Muhip Işıklar...

Şafiî mezhebinden olduklarını duyduğum zaman, sanki ayrı devletlerin tabiiyet halkasındanmışız

gibi üzül¬müştüm. O zamanki ilmim, arada hiç bir fark bulunmadı¬ğını gösterebilecek çapta

değildi. Onunla ayrı odalara dü-şüyormuşuz gibi, duyduğum çocukça üzüntü karşısında, ne güzel,

ne zarif tebessüm buyurdular...

Ve yazı masasının camı altında «Öl ve ol!» diye bir nâra yazılı olan Burhan Toprak'in:

— Ne yapıp da olmalı?

Çığlığına gayet sakin, cevap verdiler: «— Nasip meselesi...»

Nasip olmayınca çare yok, demek istiyorlardı. Olunca da olmamaya imkân yok.

— Sen de anlıyorsun ki, nasibin yokmuş...

ÜÇIŞIK

Soyadı Kanunundan sonra «Üçışık» ismini aldılar. «Arvâsî» lâkaplarını- soy adına çevirmeksizin...

Bu ismi, küçük farklarla maddî ve manevî yakınları da aldı. Anka¬ra'da Divan-ı Muhasebat

üyelerinden (sonra reislerinden

144

Yakınlarından en ileri derecede gördüğüm, Halid Bakır ve Ziya Işık'tı. İkisi de rahmetli... Halid

Bey İstan¬bul Sıhhat Müzesinde mulaj mütehassısı, Ziya Bey de Karamürsel Fabrikası Müdürü...

Birinde rikkat ve rah¬met, öbüründe ölçülere bağlılık noktasından şiddet ve salâbet mizacı,

harikaydı. Ve Cevat Yücemen (emekli su¬bay)... Aşkta ve meşkte şiddetlilerden...

Ziya Bey'in damadı, Albay, kimyager Hilmi Işık'la, Faruk Bey'in damadı, diş doktoru Sabri Işık...

Ve eczacı İlyas Ketenci...

Her biri, mizaçlarının aynasına göre, o ışıküstü ışı¬ğı pırıldatan aynalar... Ne yapayım ki,

kendilerinden, an¬cak Efendi Hazretlerinin huzurundaki tecellî vesileleri içinde bahsedebiliyorum.

Bunlardan Halit Bey -nur içinde yatsın- Efendimin vefatından sonra beni enseleyen ikinci çile

içinde en ya¬kınım oldu. Ne ince, ne derin, ne sevgili insandı o... Ve Muhib, -Allah gönlündeki

nuru artırsın- ne ince, ne derin, ne sevgili insandır o...

Hele Faruk Bey... Ne vekar, ne edep, ne ahlâk, ne muhteşem idrak âbidesi... O da gitti. Hepsi,

hepsi...

Bu isimleri, bundan sonra gelecek hatıraların hâs isimler fihristi diye takdim ediyorum.

145

İki oğulları var: Kadıköy Müftüsü'yken vefat eden Mekki Üçışık ile Münir Üçışık...

O'nun mübarek oğulları dedikten sonra, ayrıca va¬sıf aramaya ne hacet...

Mekki Efendinin oğulları, Bahâ ve Süheyl'den de Tahâ ve Fehim... Ve öbür oğulları.Hikmet ve

Medenî... Efendi Hazretlerinden gelen Nur nesli bu «Üçışık»larda devamda...

PDYES

1937 - 1938 temsil yılında Şehir Tiyatrosunda oy¬nanan, Muhsin Ertuğrul'un bizzat oynadığı, ateş

içinde kavrularak oynadığı, geçirdiğim büyük ruh çilesinin sah¬ne destanı «Bir Adam Yaratmak»

piyesine, yakınlarından birçoğunu gönderdiler. Onlara tahsis ettirdiğim locada, derinlere işleyici

gözleriyle Muhip'ciğim, dirseğini loca¬nın kadife balkonuna dayamış, piyesi seyrederken

kar¬şımda...

Piyese, yedi sekiz yıl sonraki tekrarında da Halid Beyle beraber gitmiştik. Efendimin, rikkat,

rahmet, zera-fet madenleriyle bir küp gibi doldurduğu müstesna insan, beni ne de sıcak kucaklamış,

tebrik etmişti.

Piyesimden bahsetmek sevdasında değilim; her şe¬yi ona bağlamak dâvasındayım.

146

MUHAL FARZ

1935'ten başlayarak 36, 37, derken yolum, bir tef¬tiş heyeti içinde, Zonguldak 63 numaralı kömür

madenini teftişe çıktı. Piyesimi yazdığım yer... Emrimizde İngiliz atları, otomobil, güzel bir villâ...

Tam rahattayız. Ruhî sıhhatçe fevkalâde iyiyim. Hiç bir zaman olmadığım ka¬dar... Orada, Allah'ın

Sevgilisine ait eserimin başlangıcım yazmaya başladım. Ruhça çok iyiyim ama, daha evvel

bahsettiğim «hatar»ların çeşitleri, vız vız, kulağımın di¬binde işliyor.

Bir gün denizde, bir kayanın üstüne çıkmış, güneş¬leniyorum. Allanın Sevgilisine dair, göz

yaşından harfler¬le yazdığım başlangıç yazısının tesiri içindeyim...

Kulağımda âni bir «hatar» vızıltısı:

— Sen Peygamberini o kadar seviyorsun ama, Onun Yolu seni ebedî cehenneme götürecektir .

Bu, ahmaküstü ahmak, iğrençüstü iğrenç «hatar»a onu kovmaya bile tenezzül etmeksizin sırtımı

çevirdim. Hayret! Yine o, yine o, yine o!.. Böyle sesler, ruhumuzun esrarlı yapısı içinde, nereden

kopup ve hangi merdiven¬lerden çıkıp karşımıza dikiliyor?..

Şiddetle kovdum. Yine geldi.

Nihayet ben de onu karşılayıp, cevabımı, ağzımdan kelime kelime dökülürcesine kafasına çarptım:

— Peygamberimin Yolu ebedî cehennem olsa bile ben ondan ayrılmam! Anladın mı? Var mı başka

bir diye¬ceğin...

Hayret ki, hayret!.. Bu sert cevap karşısında «ha¬tar», ışıklar yanınca karanlık ne olursa öyle oldu.

Kaçtı, silindi, yok oldu. İçim, zevk ve saadet dolu, denize atla¬yıp çıktım.

147

İstanbul'a gelince kendilerine anlattığım zaman gü¬lümsediler:

«— Çok güzel, dediler; güzel cevap vermişsin!.. Yalnız küçük bir eksiği var... Cevabının içine

(muhal farz) tâbirini sıkıştırmalıydın...»

Yine, basitlik içindeki haşmete hayran oldum. Öy¬le ya, o yolun cehenneme çıkması muhaldir.

Dâva, bu muhali başa alarak yola bağlılık göstermekte; ve inadın değil, hakikatin sebatını

belirtmekte... «Muhal Farz» öyle bir can kurtarandır ki İslâm tefekküründe, vakıaları ille zıd

cephelerinden de kurcalamak sevdasındaki aklın tu¬tunma halkası gibi bir şey...

— Muhal farz, Allah olmasaydı...

Diye başlar ve daireyi emniyetle dönüp mutlak varlık noktasında karar kılabilirsiniz.

Elime, şüphe cellâdına karşı kullanılacak âlete ait, en güzel usûl ölçüsü geçmişti.

HAS İSİM

Varlığın Tacına dair, Zonguldak'ta yazdığım yazı şöyle başlıyor:

— Yâ (M..........!)

Noktalı yerde O'nun ismi, hâs ismi... Mukaddes hâs isim... Yâni mukaddes isme, nida siygasiyle

hitap ediyordum.

«— Onu çıkar oradan, buyurdular; Allahın Resulüne, hâs ismiyle ve nida siygasiyle hitap olunmaz.

— Niçin efendim?

«— Haya meselesi!.. Allah bile Kur'ânında, Sevgi¬lisine, hâs ismiyle nida ederek hitap etmedi.»

148

Büyük sır karşısında yandım, kül oldum. Bizzat Allah'ın haya gösterdiği sır...

— Kur'ânın hiç bir yerinde böyle bir hitap yok

mu?

Kısa ve sert:

«— Hiç bir yerinde!..»

Gerçekten «de ki» mânasına «gûl» kelimesiyle başlayan bir çok âyette, bu hitaptan sonra isim

gelmediği, gözümün önünden geçiverdi. Buna karşılık, birçok tefsir-cinin «de ki yâ M......!» diye

kullandıkları klişelerdeki ka¬balık içimi burkuttu.

HAM VE KABA SOFTA

Sır idrakinden uzak, her şeyi nefsaniyetlerine irca edici ve herşeyin kabuğunda kalıcı böyle tipler

için, Efen¬dimin yaftası hazırdı:

«— Ham ve kaba softa...»

Tâbir, ayniyle kendilerinindir. Bu da bende bütün bir metodun anahtarıdır.

Ham ve kaba softa, emirlere, aşk eksikliğiyle de olsa körü körüne bağlı olan değil -emirlere körü

körüne bağlı olmak, ebediyen gözü ve gönlü açık olmaktır-; on¬ları kendi havasız ruhuna indiren,

içlerine giremeyince, hikmetlerine sızamıyan, sırlarını tadamıyan ve mukaddes ölçülerin aynasında

kendi nefsini gösterendir Yoksa gör¬dükten sonra gözünü yummak ve körü körüne bağlanmak ve

artık ebediyeti gören bir göz sahibi olmak, ne devlet!.. Ona aşk derler... Keşke bu mânada softa

olabilsek...

Tarihimiz boyunca ne çektikse, belirttiğimiz gibi aşksız, hikmetsiz ham ve kaba softalardan çektik!

149

AH!

Efendim, bir gün, elbette tek çizgiden ibaret olan iman istikametinin bedahatini belirtmeye lüzum

görme¬den mücerret inanmanın kuvvetini göstermek için şöyle buyurmuşlardı:

«— İnan da, istersen bir odun parçasına inan!..»

Zonguldak'ta kaleme aldığım başlangıç yazısının bir yerinde, «Kim inanır, kim inanmaz?» diye bir

istif¬ham açtıktan sonra «ya beyninin her atomu bir güneş ka¬dar ışıklı İmam-ı Rabbânî inanır, ya

en basit bir köylü... Ya en büyük, ya en küçük...» gibilerden bir fikir yürütü¬yor, ikisi ortası

ahmakların inkâra memur olduklarını kaydediyor; ve en küçük insandaki gizli ruh feyzini, belki de

yanlışı bile bilmemekten gelen bir imtiyaz olarak gös¬teriyor, bunlar hakkında kullandığımız «saf»

kelimesini, işte, yanlış ve doğru hiç bir şey bilmemek hikmetine bağ¬lıyordum.

Sıra bu satırlara ve «saf» kelimesine gelince:

«— Ah...»

Dediler; ve ne derinden, ne içli, ne güzel!..

Kendilerindeki tek heceli bir «ah» lâfzının hudut¬suz derinliğini göstermek içindir ki, bu kadar lâf

ettim ve-bunca vesileyi karıştırdım.

ABDULHAK HAMID

O sıralarda Abdülhak Hâmid ölmüştü. Nitekim Zonguldak'ta ona ait bir de konferans vermiştim.

Seksenaltılık Hâmid, hemen her ân, benimle, otuz¬luk genç dostuyle buluşmak ister, bana ve

düşüncelerime

150

aarıp bir tiryakilik gösterirdi. Kendisine ve Lüsyen Hanı¬mefendiye, Efendi Hazretlerinden

bahsetmiştim. Çok alâkalanmışlardı. Efendi Hazretlerinin eserinde «Edep» bahsinin başlangıcım,

edebin tarifini okumuştum Abdül¬hak Hâmid'e:

«— Edep hududa riayet etmektir. En büyük edep, İlâhî hududu muhafaza...»

Bu, her zamanki vekar içinde, muazzam ifade, o kadar hoşuna gitmişti ki Hâmid'in, o da Efendi

Hazretleri gibi bir «ah...» çekmişti. Son günlerinde:

— Ah, bir mürşide ihtiyacım var, bir mürşide ihti¬yacım var...

Deyip duruyordu.

ݺte mürşid, demiştim; en büyük mürşid!.. Bütün emeli, Efendi Hazretlerini görmekti.

— Görüşeyim de, demiştim; sizi bir otomobille karşısına kadar götürürüm.

Bundan Efendi hazretlerine de bahsetmiştim ve şu cevabı almıştım:

«— O bizden yaşça büyük... Biz onun ayağına gi¬deriz.»

Fakat olmadı, üstüne düşemedim; Efendimle Ab¬dülhak Hâmid'i karşılaştıramadım. Nasip

meselesi...

Zonguldak'ta bir at kazası geçirdim ve saatlerce baygın yattım. Baygınlığımda tek bir rüya veya

rüyamsı bir şey...

Muayede salonu gibi fevkalâde bir odada; iki yal¬dızlı koltukta, sırtlarında bâlâ rütbesinin

üniformaları ve ellerinde kılıçları, büyük babam ve Abdülhak Hâmid...

151

İkisi de rahmetli... Büyük babam beni görünce gülümsü¬yor ve eliyle «gel gel!» diye işaret ediyor.

Abdülhak Hâmid ona dönüyor ve:

— Hayır efendim; onun cemiyette yapacak daha çok işi var!..

Diyor.

Bu rüya sona erdi ve ben baygınlıktan sıyrıldım, kalktım...

İnºaallah cemiyette yapacağım işler henüz bitme¬miştir.

TESELLD

Bütün bunlar oluyor, görülüyor, düşünülüyor ya... Beni hâlâ adam olmuş, hiç değilse dış hiza

çizgisine gire¬bilmiş sanmayın!

Canevimden oku yemiş bulunuyorum ama okun sapındaki, bolca tutulmuş, kalomalı ipi istediğim

tarafa sürükleyerek yine dış dünyayı taş taş koklamakta devam ediyorum. Sonra dövünüyorum,

ağlıyorum, bazan dövün¬mek de gelmiyor hatırıma; ve daima nefsime müddet üs¬tüne müddet,

vâde üstüne vâde bağışlayarak, sefil ve pe¬rişan, sürünüyorum.

Kırk yaşına kadar tesellim:

— Ellisinden sonra inşallah...

Pârisa Hazretlerinin sözlerini elimle kaydediyor, ona bayılıyor da bir türlü tâbi olamıyorum:

«— Gafil halk, kesik ve bitkin, bir lâf eder: Yarın olsa da bir iş işlesem... Bilmez ki, bugün, dünkü

günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebil¬sin?»

152

Teselli, hep teselli, kuru teselli; şeytan tesellisi...

Efendimin başka bir münasebetle sözleri:

«— Allah herkese bir türlü, tesellisini verir.»

Burhan Toprakla gittiğimiz ikinci bir defa, mesci¬de bitişik oturma odasının camından onları,

akşam nama¬zını kılarken görmüştük. Namaz bitinceye kadar ayakta beklemiş ve haşyetimizden

oturamamıştık.

Şakir, imam; Efendi Hazretleri ve yakınları, arka¬sında...

O ne namazdı!

Şakir'in sesindeki ahenk, ahengi bitirdikten ve onun ötesine geçtikten sonra başlayan kalb sesinin,

kıyam halinde bir ruh haykırışının ta kendisiydi. Evet; kıyam, gönlün ayağa kalkması, Allah

kelâmının büründüğü o ha¬rikalar harikası seste topyekûn bütün insanlık mezardan kollarını

yükseltmiş gibi bir eda:

— Allahü Ekber, Allahü Ekber...

Ben henüz bu hizanın dış çizgisine bile geçeme¬miştim.

KERAMET MAHCUP

ݺte şimdi, Efendimin, yalnız bana tecelli eden, çünkü yalnız bana cevap olarak gösterilen bir işini

belirt¬mek zamanı geldi.

ݺ mi; her şey iş... Keramet sözü, bu işdeki büyük¬lüğü belirtmekten mahcuptur. Yâni herkesin

ağzındaki keramet sözü... Onunki gerçek keramet...

Allah bilir ki, kerametlerin en ulvisinde bildiğim Efendimden hiç bir ân zahir kerameti beklemeden,

iste¬meden, bu lütuf bana geldi:

153

Kendilerini galiba bir camiden, galiba Beyazıt ca¬miinden almıştım. Ders bittikten sonra beraberce

bir oto¬mobile binmiş, Eyüb'e gelmiştik. Mahut dik yokuşu, be¬raber, küçük adımlarla çıkmıştık.

Ben; onun, ayağındaki toza kurban fedaisi, koluna girmiştim. Şakir'in yerini al¬mıştım.

Şadırvan başında oturmuş, mescide bitişik came¬kânlı odaya geçmiş, çaylarımızı içmiş,

namazımızı kıl¬mış, ev tarafından aşağı kata inip yemeğimizi yemiş, tek¬rar yukarıya çıkmış; evin

kapısı önüde yer almış bulunu¬yoruz. Hemen bütün gün devam eden beraberlik ve soh-betden

sonra, hafif bir dalgınlık, düşünce ânı... Uzun sükût...

Ben kapıya karşı bir banko üzerindeyim. Kendileri, bir iki metre ilerimde, cephemle solum

arasında; hasır koltuğunda...

Etrafta birkaç yakını; o kadar...

Uzun sükût...

Birden, içime bir ateş düştü. Kendime, içimden, harfi harfine şunları söylemeğe başladım:

— Sen ne âdi, ne pestpâye insansın! Efendinin ya¬nına geliyor, birkaç saat kalıyor ve kar gibi

beyazlaşıp uçarak, bulutların üstüne basarak gidiyorsun! Kapıdan çı¬kar çıkmaz yine eski insan!..

O bembeyaz halinle zift fıçı¬larına balıklama dalıyorsun! Sonra yine gel, yine temiz¬len, yine git,

yine kirlen!.. Sen adam olmazsın! Sen; gös¬terilen doğru yolda kendi iradenle tek adım atmak

şerefi¬ni kazanamazsın!

Ve tam bu noktada, daha yüksek bir iç seslenişiyle kendi kendime haykırdım:

— Bizim gibi sefilleri kendi halimize bırakmama¬lı... Bizi, tam tabiriyle, tasarruf etmeli... Büyük

velî, bizi

154

bir nazariyle tasarruf etmeli... Büyük velî, bizi bir naza¬riyle tasarruf edip bütün dış

alâkalarımızdan söküp kopar¬malı, kurtarmalı ve ayağının dibine serip «işte hepsi bu kadar!»

demeli... Bizi tasarruf etmeli, beni tasarruf etme¬li...

Başım önümde, bunları düşünürken, birden, bütün ömrümde ne bir eşini görebileceğim, ne de hayâl

edebile¬ceğim bir hal!.. Kalbim, bir lâstik gibi, cephemle sol tara¬fım arasında uzuyor!.. Aman, ne

oluyorum ben? Kalbim bir lâstik gibi uzuyor; ve ben, dünyanın en korkunç acı-siyle, en tatlı

duygusu arasında avazım çıktığı kadar ba¬ğırmak istiyorum! Dayanılmaz bir acı ve dil

dokundu¬rulmaz bir tad...

Bir de başımı kaldırınca ne göreyim?..

Efendi Hazretleri, bir arslan gibi haşmetlû başlarını bana çevirmişler, o müthiş gözlerini üzerime

dikmişler, bakıyorlar...

£»anki demek istiyorlar:

— Sen misin tasarruf istiyen?.. Acaba sende buna dayanacak takat var mı?..

Hemen ruhaniyetlerine sığındım; kalbim yerine geldi, nefes aldım.

Bize ilk gelişimizde yolu tarif eden aktar, Abidin Bey, ölüyor. Tabutu, dik yokuştan yukarıya

çıkarılıyor, setin önünden geçirilerek biraz ilerideki kabrine götürülü¬yor.

Tabut tam evin önüne gelince, Efendi Hazretleri setin üstüne çıkıp bakmışlar...

Dört omuz üzerindeki tabut durmuş... Olduğu yer¬de mıhlanıp kalan, taşıyanlar değil, tabut... Ve

tabut,

155

Efendi Hazretlerine doğru dönmeğe başlamış... Dönen, taşıyanlar değil, tabut...

Efendi Hazretleri, kısa ve belirsiz bir duadan sonra elleriyle «götürün!» diye işaret etmişler; tabut

yoluna de¬vam etmiş...

Bunu, yakınlardan, en emin ağızlardan dinledim.

«RABITA»

Henüz eşiğinde bulunduğum yeni iklimin havasına sadece saygı ve sevgi sahibi uzak bir seyirci

veya ziyaret¬çi gibi değil, ezelî bir bildik sahabetiyle alındığım ve ya¬vaş yavaş alıştınldığım

hissini veren bu sıralarda, bana Efendi Hazretlerinin ikinci bir kitabını sundular. Matbu ve küçücük

bir kitap, bir risale... «Râbıta-i Şerife» risale¬si... Kendileri, vaktin geldiğini her halde göz ucuyla

işa¬ret ettiler ve risale hemen elime sıkışfîsldı.

Evvelâ, Efendi Hazretlerinin eserlerinden birine daha muhatap olmaktan başka mânâ veremedim bu

işe... Baştan başa ve defalarca okuduktan sonra bile... Daha sonra, çok sonra, vefatlarından sonra

bile... Daha sonra, çok sonra, vefatlarından sonra öğrendim ki, ilk eserleri herkese mahsus bir

kitap... «Râbıta-i Şerife» ise yalnız manevî deftere kaydedilenler için...

Bu, ilk eserlerinin belki yarısından da ufak, iki üç formalık broşürde, gayenin, gayeler gayesinin

metod cep¬hesi, billur çizgileriyle, apaydınlık resmediliyor ve yolun kâinat sırrını çözmeye mahsus

anahtarı, nasıl kullanılaca¬ğı bakımından ele teslim olunuyordu.

Birinci eserleri gibi, evvelâ, akıl üstü dâvanın aklî bilgi çerçevesi diye aldığım ve fiili nüktesine, bu

nükte-

156

nin şahsıma yönelişindeki hususi mânaya dikkat edeme¬diğim küçücük reçete -evet, bu risale bir

ölümü yenme reçetesiydi- eczahanesini bulmak, ilâcını yaptırmak, içe¬bilmek ve sora dayanmak

kaydiyle, bana bir ihtardı:

— Kabul edildin!.. Şimdi ol bakalım!.. Gördüğün şekilde...

«Rabıta-i Şerife»nin, metod olarak aklî bilgi cep¬hesinde, yeni ve gizli bir şey yoktu. Bütün «Altun

Silsile» boyunca tek usûl... Aslî Sahibinden, âlemlerin kendisi için yaratıldığı Varlık Tacının

Sahibinden beri gelen usûl... Bilgisi de umumî ve meccani... Bütün hususilik ve pahalılık, onun

şahsa mal edilebilmesinde; yâni irşat edi¬ciyle, irşada lâyık görülenin, bu metod halkasında bir

ara¬ya gelebilmesinde... Ve lâfta değil, halde...

Herkes hesabına dâvanın en çetin tarafı olan dok¬torunu ve eczahanesini bulmak, ilâcını yaptırmak

diye bir şey kalmıyordu benim için... İlâç, doktor eliyle ve yapıl¬mış olarak geliyordu. İçebilecek

ve dayanabilecek miy¬dim? Bütün mesele, bütün mesele burada!..

USUL

Yola girmek istiyen, tam bir iç ve dış temizliği içinde, Büyük Kapı'nın bekçileri «Altun Silsile»

Kahra¬manlarına yönelecek ve yalvaracak:

— Beni de bağlılarınızın, hesabı görülmüşlerinizin arasına alın!

Kim bilir nasıl; dağları ve kayaları eritici bir yan¬gınla içi kavrularak yalvaracak...

Sonra iki rekât istihare namazı kılacak...

Alacaklar veya almıyacaklar...

157

Bundan kendisinin haberi olacak veya olmıyacak...

Hattâ mürşidi bile, isteklisinin kabul edildiğini bi¬lecek veya bilmiyecek...

İrºat ediciyle irşat edilenden, isteklinin yola kabul edildiğini, ikisi de bilebilir yahut sadece mürşit

bilir, ya¬hut da hiçbiri bilmez. Ve irşat devam eder.

Kabul ediimeyexi, mürşide malûmdur; hattâ, umu¬miyetle, kabul edilen de...

Risalenin bu noktasında, güneşin pişirdiği bir ka¬vun misali... Güneş, kavunu bilmese de pişirir;

kavun, gü¬neşin farkında olmasa da pişer. Elverir ki, aradaki bağ ve liyakat ölçüsü kurulsun... Eğer

iki taraflı verici ve alıcı şuur ve bilgi yerine gelirse, iş, arabanın tatlı bir meyil üzerinde kayması

gibi kolaylaşır.

İlâhî esrar!... En büyük ilmin, idrakin, istiklâlin içinde bile herkes Allanın kuklası... Bildiren o,

gösteren o, hareket ettiren o, sonra bütün bunları gizleyen ve ula-şılmazjjjr sonsuzluğa yol açan

yine o...

Gördünüz mü, kapıdan içeriye daha ilk adımın şar¬tı, -Dçeride atılacak adımlar, açılacak kapılar ve

aşılacak geçitler sonsuz- girmek istiyen ve hattâ yol veren hesabı¬na ne kadar ince ve girift?..

Ya, insan tarlalarının tepesine, güneş diye bal ka¬bakları asıp «seni içeriye aldım, seni almadım!»

tarzında hüküm kesen ve ilâhî yolun isteklilerine, bir kulübe üye olma muamelesindeki kabalığı

tatbik eden şarlatanlar!..

Ondan sonra iş «râbıta»ya geliyor; ölümsüzlük ilâcının baş unsuru olan bağlanma işine...

Şöyle: Kıbleye karşı oturup gözlerinizi yumacaksı¬nız. Kalbinizi, geniş, uzun bir dehliz, bir koridor

farz edip, mürşidi onun üzerinde size doğru geliyor göreceksi¬niz. Hayâl hazineniz, mürşidi her ân,

kalbinizin içindeki

158

madalyonda muhafaza edecek... Noktası noktasına, çizgi¬si çizgisine...

Bu, «râbıta»nm iptidaî şekli... Bir de onun «telebbüsî» giyim şekli var ki, muazzam... Kendinize,

mürşidinizi giydireceksiniz. Yâni arada siz yoksunuz; mürşidiniz var... Yüzünüz, kaşınız, gözünüz,

ağzınız, bur¬nunuz, hep onun... Elleriniz, parmaklarınız, kılığınız, kı¬yafetiniz de...Sanki siz

O'sunuz.

Zikir, Allahı anma, bu vaziyette...

İbadet, namaz bu vaziyette...

Hattâ her şey, her iyi ve güzel şey, bu vaziyette...

Tâ ki......

Hele sırası gelsin...

SIR

ݺte «rabıta»; işte Kur'ânla, Kur'ânın sonsuz derin¬liklerinde kaybolanların görebildiği mutlak

ölçüyle sabit vekat'i keyfiyet...

Erenler yolunun da, her şeyin de sahibi Allah Sev¬gilisinden sonra baş kılavuz Ebu Bekir,

Efendisine, Kâinatın Efendisine o türlü rabıta etti ki mahrem yerler¬de, el ve yüz yıkama yerlerinde

bile bu rabıtayı çözeme-mekten yine O'na şikâyet etti.

Bütün erenler bu yoldan erdi.

Rabıta, Allahta fanî olmanın başlangıcı, mürşidde fanî olma hali...

Zikirsiz rabıta; Allanın huzuruna, mürşidin ruhani-yet kılığiyle çıkma, çıkabilme sırrı...

159

Sözde iman yobazlarına karşılık bir de küfür yo¬bazları vardır ki şöyle derler:

— Allahla kulun arasına girilmez! Gördünüz mü, nasıl giriliyormuş?..

Fakat bu girme değil, kulu Allaha götürme işi... Yoksa zaten her fert Allahiyle yapayalnız;

meleklerden bile gizli kalacak derecede yalnız... Bu mânada zaten ara¬ya girmek muhal... Fakat

ileridekinin geridekini çekip gö¬türmesi bakımından, Allah ve hakikate delâlet yolunda vasıtanın

ne demek olduğunu o, kafası balyozla ezileme-yecek kadar sert küfür yobazına şöyle anlatınız:

— Sen, raftaki bir kitabı almak için bile araya vası¬ta katar, iskemleye çıkarken; sen vapurdaki

yolcuyu seç¬mek için bile vasıtasız edemez, eline bir dürbün alırken, Allaha vasıtasız ermekten,

hattâ tapmaktan nasıl bahsede¬bilirsin? Köprüden Üsküdar'a geçmek için bile vasıtasız kalsan

tn^ün Karadenizi dolanmaya mecbur olan sen!...

En büyük vasıta, O, Peygamber, Peygamberlerin Peygamberi...

Sonra sahabi...

Sonra velî...

Sonra âlim...

Sonra Müslüman, sadece, basit ve kuru Müslü¬man... Herkes herkese ve her şey her şeye, vasıta...

Böy¬leyken herkes ve her şey, Allah ile dosdoğru bağlantıda...

Ve «Rabıta», vasıta hikmetinin en ileri metodunu inkâr edici, sözde dindarların da bulunuşu...

Bunlara, çiğ¬nenmek üzere, yemişin yalnız kabuğu verilmiştir. Halbu¬ki iç kabuğun, kabuk da

iç'in...

160

VE ZDKDR

Rabıta ile beraber, onun ayrılmaz yakını halinde «zikir» geliyor. Ağaçla yemişi, istirityeyle incisi,

gemiyle pusulası; ve peşinden derya... Fakat bu, zikrin, âlet değil, rabıtayla kemâl bulmuş tesir ve

keyfiyet cephesi...

Bu türlü zikrin açtığı deryayı, kalemlerinden çıkma bir mektubun bazı satırlarından süzmeye

çalışalım:

«— Zikir ve zikrin tesiri bir denizdir. Bir deniz ki, kimse dibine varamamıştır. Dalgalı bir derya ki,

dünya onun tek dalgasını görmüyor... Dünyayı kavrayan bir Ok¬yanus ki, onu kuşatmaya kâinatın

gücü yetmez. Nihayeti¬ne kimsenin erişemiyeceği bir âlem... Her zerreye nüfuz etmiş, sızmış,

sahilsiz bir umman... Zikir, zikredenlerin kalblerinde doğan bir hal ki, söylemesi, yazması,

bildir¬mesi imkânsız... Allahı bilen kimsenin, dili söylemez olur; kelime bulamaz ki, anlatabilsin...

Şaşırır kalır; dün¬yadan ve insanlardan haberi olmaz. Zikredilen Allah ol¬duğu gibi, zikreden de

ancak odur. Kendini, yine ancak kendisi zikredebilir... Mahlûkların, onu zikredebilmek haddine mi

düşmüş?.. Ancak îlâhî sıfatlariyle sıfatlanma¬sı için yarattığı insana kendisini zikretmesini

emretmiştir ki, herkes, yaradılışındaki kabiliyeti derecesinde o niha¬yetsiz, dalgalı denizden bir

şeyler, bir teselli bulsun, raha¬ta kavuşsun... Veyselkarânî, o deryanın bir damlasiyle te¬selli buldu.

Cüneyd, o denizden bir avuç suyla doymuş kanmıştır. Abdülkadir (Geylânî), o denizin ancak

kenarı¬na varabilmiştir. Muhiddin (Arabî) ise diplerden çıkarıl¬mış bir cevherle övünür. İmam-ı

Rabbânî o denizden bü¬yük pay almıştır.»

Buraya kadar en büyük velilerin dereceleriyle bir arada ve kelâmın son haddiyle anlatılan zikir

keyfiyeti,

161

daha sonra, zikrin akıl perdesinde nihaî hakikatine kadar yükseliyor ve şöyle çerçeveleniyor:

«— Allah kelimesini teşkile hizmet eden (elif), (lâm) ve (he) harfleri, bu muazzam kelimenin işaret

etti¬ği, hiç bir şeye benzemiyeıi Zatı anlatmaya âlet ve vasıta¬dır. Bunları söylemek zikir değildir,

zikir bu kelimenin neticesi, semeresi olan bir hal ve keyfiyet...

Bu kelimeye zikr denilmesi mecaz yoliyledir; hakikî mânâ ile değil... Bunun gibi, Tevhit Kelimesi

de zikrin kendisi değildir. Ancak telâffuzu ve mânası bakı¬mından zikre âlettir. Zikir, kelimenin ve

bu ibarenin kalb ile tekrarından doğan bir haldir ki, doğması, bu kelime ve bu ibareye bağlı...»

Büyük Kapı'nın rabıta denizi içindeki inci zikri, * kapalı dudakladır. Gizli zikir... Çarşıda, pazarda,

evde, iş-de, herkes sizi şunu veya bunu yapar görürken; zikir... Zaten herkes ve her şey, bilmeden

zikirde...

ÖLÜMÜN HAYÂLI

Rabıta ve zikrin yanı başında «tezekkür-ü mevt» ölümü anmak diye isimlendirilen bir iş daha var:

Gözlerinizi yumacak Ye kendinizi teneşir üstünde hayâl edeeceksiniz. O kadar şiddetle ve

hassasiyetle hayâl edeceksiniz ki, siz arttf sanki bir ruhsunuz, vücu¬dunuz da gerçekten teneşir

üzerinde... Gözlerinizi açtığı¬nız ve ayağa kalktığınız zaman, sizinle beraber doğrulan cesedinizdir;

tekrar ruhunuza alâka bağlamıştır, ama, o artık kendini ölü bilir: « Ölmeien ölünüz!»

Sırların sırrı...

162

ݺte bu emirden küçük bir tatbik...

Ölümün hayâli, ölümün hayâli... Her ân kendiniz¬de, başkalarında ve her şeyde ölümün hayâli...

Vazife, emir ve gaye dışı bütün dünya neş'elerinde, alâkalarında Ölümü düşünmek...

Karşınıza çıkan kadın, siz de biliyorsunuz ki, Alla-hın bir iskelet üzerine giydirdiği, süresi tek ân,

harika gü¬zel et ve deri çizgilerinden ibarettir. Koparın bu maskeyi ve altındakine bakın!

Şu, gün yüzlü çocuktaki nerm ve nazik ten, solu¬can yemi olarak yaratılmadı mı; ve çocuk ölmek

üzere doğmadı mı?

Hangi kitap vardır ki, sonunda bir (son) olmasın; ve hangi madde vardır ki, değişmeden bir saniye

kalabil¬sin?

«Gayeme vardım!» diyebilmiş tek hasret tanıyor muyuz? Gaye gelip geçiyor; hasret yine eski

yerinde...

Gelip geçen her şey ölüyor...

Allahın fermanı, bu... «Neylerse güzel eyleyen»in fermanı...

Bu zevke vardığımız, varır gibi olduğumuz andadır ki, Allahın (Esfel-üs-safilin—sefillerin en

sefili) diye an¬dığı şu yeryüzünde, bu, gurbetlerin, ayrılıkların, uzaklık¬ların, eksikliklerin,

kesikliklerin, kırıklıkların vatanında, ruhumuzu çatlatasıya geren bir kasvet seziyoruz ki, başka bir

âlemin, yerin, iklimin ihtarcısıdır.

Ebedi safânın...

Allahta ebedî safânın...

Bu safânın yolu da, ölmek, ölmeden ölmek...

ݺ ölümü hayâl etmekse, onu Yunus'tan derin kim görebilir:

163

gaye...

Yunus der ki, gör takdirin işleri: Dökülmüştür kirpikleri kaşları, Başlan ucunda hece taşları; Ne

söylerler, ne bir haber verirler.

ݺ, ölümü hayâlden başlayıp ölümü delmek...

O da âlet, o da vasıta...

Alet içinde alet, vasıta içinde vasıta, gaye içinde

ݺ, Allahta ebedî safâya ermek...

Biraz sonra, Yunus, onu da söyliyecektir:

Boyandım rengine solmazam ayruk;

Aşikım, âşikım, ölmezem ayruk;

SAFA

«— Safa, her lisanda memduh; ve zıddı olan kedu-ret, her lisanda mezmumdur.»

Bu cümle Efendimin kitaplarından...

Safa; Kağıthane safası veya gece safası değil... Bü¬yük ve İlâhî neş'e... Ne güzel kelime!..

Keduret... Safânın zıddı ve kederin mücerret hal ifadesi... Ne harika mefhum...

ݺte bütün insanlık, bütün ifade kalıplariyle bunlar¬dan ilkini över ve ikincisini yerer... Biri

memduh, biri mezmum...

İlâhî neş'e, İlâhî neş'e... Safa, bu...

Bütün insanlığın, türlü inanışlar içinde, buluştuğu, kelime ve mânâ halinde tutuştuğu, vardığı ve

dizüstü çö¬küp ellerini göklere kaldırdığı dilek eşiği...

— Safa, Allahım safa!..

164

Yunus Emre de, gerçek inanış çizgisinden onu iste¬di, hattâ ona erdiğini söyledi. «O, sevgilisinin

rengine bo¬yanmıştır, artık solmaz; âşıktır, artık ölmez...»

Ah, gaye; gayelerin gayesi...

Allahta fanî olmak ve onda bekaya ermek gayesi...

Beyni kan çanağına dönen (Paskal)ın:

— Joie, joie!..

Diye boş yere haykırdığı gaye...

Çünkü o, yolu bulabilmiş değildi.

Ebedî Safa...

Buyurun, o da burada... Kitabın tâ başında ve işin sonunda...

Ne şundadır, ne bunda; orada, orada, Peygamber bâtınının sarayında...

MUTLAKA NAMAZ

«Râbıta-i Şerife» risalesi elime verildikten bir müddet sonra sualleri:

«— Namaza ne vakit başlıyacaksın?»

Bu sual, cevabı bakımından beni şaşırtmamıştı. Za¬ten içimden kurmuştum. Ramazana bir, bir

buçuk ay ka¬dar bir zaman vardı. Ramazanda başlamayı düşünüyor¬dum.

— Ramazanda başlayacağım efendim.

«— Hayır; 14 Şaban günü başla!»

Berat gecesini kastediyorlardı; her yıl, her ferde beratının verildiği mübarek gece...

165

— Bana, amel noktasından en doğru bilgileri top¬lamış hangi kitabı tavsiye edersiniz?

«Dürr-i Yekta» şerhini tavsiye ettiler. Başladım, yine kalakaldım. Tekrar başladım, yine

kalakaldım. Başı¬mı, bir bulutlara, bir taşlara vura vura gidiyorum.

Nitekim namazlarımın, kendilerini tanıdıktan sonra ilk zincirleme devam ahdine kesik ve kopuk bir

çığır açan 1940 ve 41 sıralarında, galiba huzurlarında evlenişim za¬manlarında, bana soracaklardır:

«— Nasıl gidiyor namazların?»

Vakitlerinde yetiştiremiyorum efendim, fakat ak¬şamları evde, yatsı namazının edasiyle beraber

bütün gü¬nü kaza ediyorum.

Ve, bir kere daha olduğu gibi, memnuniyetsiz bir sükûtla susacaklardır.

Henüz o tarihlere vaktimiz var...

VE NAMAZ

1961'de kaleme alınmış bir not:

«Bugün ne halde miyim? 1961 yılının Mayıs ayın¬da?..

Söyliyeyitn? Dostlarıma «Zahit» görünmek değil

- de -Allah saklasın- düşmanlarıma «softa» görünmek ve

yeni bir nefret vesikası vermek için söyliyeyim... Biraz

da, en büyük haya mevzuu olan namazın, sırasında nasıl

bir ilâna medar olabileceğini göstermek için haykırayım:

Her gün, o günün beş vaktini, zamanında edadan başka, ayrıca iki günlük kaza namazı kılıyorum.

Bu sene¬nin Ramazanında, kazalarımı, bir gün ilâvesiyle üç güne çıkardım.

166

1957 hapsinden beri tuttuğum ve üstüne «Dptilâ Defteri» yazdığım, kocaman bir defterim var...

Hapishane notlariyle dolu... Bu defterin sonuna, bulûğa erdiğim ta¬rihten bugüne kadar, her seneyi

ay ay gösteren bir tablo ekledim. Bu tabloda geçmiş yılların devre devre kılınabil¬miş eda

namazlarını, ay ay, mavi mürekkeple karaladım. Kaza namazlarını da kırmızı mürekkeple...

Böylece, Al¬lah nasip ederse, mavi mürekkeple ileriye doğru, kırmızı mürekkeple de geriye doğru

giden devrelerime yetişecek, Efendi Hazretlerini tanıdığım zamana varacak, oradan da bulûğ

zamanıma ulaşacağım. Ömrüm olursa, ondan son¬ra, tek vakit borcum kalmamış olarak edalara

devam... Defterde, belki maviden çok kırmızı görünecek ama, ne yapayım?..

Allaha ahdim var:

— Her gün, en aşağı şu kadarına ahitliyim... Allah ve kul hakkı olarak üzerimde ne kadar borç

varsa, bunla¬rın hepsini ödetmeden canımı alma...

Allahla beraber bütün inananları şahit tutuyor ve onlardan duama ortak olmalarını diliyorum.

Namaz, Efendimden aldığım feyizle, benim için her işin başı, her oluşun temeli, dinin direği...

Onsuz hiç¬bir şey konuşamam; ne konuşur, ne konuştururum.

Şimdi gösterebildim mi, neyin ilânına medarmış namaz?..»

Bu notu açığa vurmak nefsâni bir celâdet, hattâ şeytanî bir küstahlık... İnsana sorarlar:

Peki ahdine sadık kalabildin mi?

Küçücük bir ihmaliniz bile olmuş olsa ne cevap verebileceksiniz?.. Suçun ilânı ise ayrı bir suç...

Doğrusu bile yasakken yalandan züht satmak da, denaetlerin dena-eti...

167

Allah hepimizi affetsin; ve bizi, ayağımız arada sürçmüş olsa bile takrar doğru yola çeksin ve

ahitlerimize bağlasın... Tek, hâlis ve samimi olmayı bilelim...

Namaz kılanlar, kendileri de işin içinde, namazın sathında kalanlara acısın, kılmayanlar da, o satha

bile tu-tunamadan derinliklere girmek palavrasından haya et¬sin!..

NAMAZ, NAMAZ, NAMAZ.

Hiç incitmeden, asla soğutmadan, zerrece ürküt¬meden, kuş kanadı kadar yumuşak ve nüvazişli bir

sesle, bir temasla, hep dokunuyorlardı:

«— Namaz, aman namaz; mutlaka namaz... Nere¬de, ne şart altında olursa olsun, mutlaka

namaz...»

Sonra yakınlarından birinden duydum:

«— Bir vakit namazımı kaybetmektense, derler¬miş; dünyaları kaybetmeyi tercih ederim.»

Bir gün de, beraberlerinde namaza yetişememekten fevkalâde üzülen, âdeta harap olan birine,

büyük bir veli¬den bir beyit okumuşlar:

«O günah ki, insana, küçüklük ve sığınma

duygusunu verir, Büyüklük ve kibir veren ibadetten daha

hayırlıdır.»

ݺte böyle namaz, böylesine namaz...

168

Yine bir yakınına sözü:

«— Namaz vardır ki, mutfak paçavrasından daha âdidir.»

Bu da muraî ve münafıkların namazı...

Ne zaman huzurlarına çıksam, o güne mahsus ola¬rak utanmadan kıldığım, yahut çoktandır

utanmadan bı¬raktığım namazların bilançosunu alnımdan okuduklarına emindim. Bereket ki,

ihlâsımdan, samimiliğimden, beyaz ateş halinde yanışımdan şüphem yoktu. Bunu da okuyor¬lardı

her halimden...

ݺaret etmiştim ya:

Efendi Hazretleriyle beraber kılınan namazlara dikkat ediyordum: Yakınlardan bazılarını, namazda

titre¬meler tutuyordu. Omuz ve kol başlarından göğse doğru akan ra'şeler... Bu ra'şeler, namaz

dışında, mukaddes isimlerden biri geçerken de oluyordu. Bilhassa Efendi Hazretleri konuşurlarken

ve Allah Resulünün isimleri ge¬çerken...

Hareket, yalnız Efendi Hazretlerinde yoktu. Tam ve kat'î temkin makamındaydılar.

Sonradan öğrendim ki, bu da, yolun başına mahsus hususiyetlerden biridir; ve kalbde nur ile zulmet

çarpış¬masından doğmaktadır. Tam istifaya varmış, süzülmüş temkin ve istikraT makamına varmış

olanlar, böyle haller¬le alâkalı değil...

Bana başta, kendisini gizleyememek, zaaf gibi gö¬rünen bu ra'şeler, epey sonra, namazlarımda beni

de sar-

169

di. Zaaf olmaya zaaftı; çünkü eksik çok eksik, her ân renk değiştirici bir makamın habercisiydi.

Fakat ben bu zaafı düşünürken, eksikten de eksiktim. Demek ki, o ân, bana göre çok fazla bir

nimetti bu...

«— Namazını kıl, namazını kıl!..»

— Efendim, namazda üstüme müthiş «havâtır» yükleniyor.

«— Olsun... Namazını kıl!..»

— O kadar kılmak istiyorum ki, eskilerini de kaza etmeği düşünüyorum. Hattâ sormak istiyorum:

Acaba geçmiş namazlar ikişer rekât üzerinden kaza edilebilir mi?..

Sualimi, bilgisizlik içinde o kadar saffetli buldular ki, aydınlık ve ılık, gülümsediler:

«— Hayır! Her namaz kendi miktarınca kaza edi¬lir. Sen namazını kıl!»

Bir kere de «Sehiv Secdesi»ni sormaya kalktım. Hatadan korkuyordum; sanki hatâ korkusiyle

namaz kıla-mıy ordum.

«— Sen bunları bırak da, dediler; namazını kılma¬ya bak!»

AKIL

Hikmet, hikmet, hikmet.

«— Her ilmin butlanı (yanlışı), o ilmin münteha-sında (en ileri noktasında) belli olur.»

Yalnız bu ölçü Yirminci Asır felsefesinin, müsbet

170

bilgiler manzumesinden tüten metafizik anlayışla bera¬ber, kafasını çarptığı en büyük hakikati

çerçevelemeye yeter.

«— Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir.»

;<— Haddini aşan her şey, zıddına döner.»

«— Akıl için idrak, zevk yoliyledir.>

«— Hangi akıl, kimin aklı?.. Hakikat gibi selim akıl da birdir ama, o kimde?..»

Bir adet, hem tek, hem çift olamaz.»

«— İstidat birdir, iyiliğe veya kötülüğe istidat... İs¬tidat birdir; ve dâva, kötüyü iyiye çevirmekte...»

171

«— Allah, kâmil kudrettir; kâmil, fazlası ve eksiği olmayan...»

Ve dalgın, vecde batmış, gözleri her zaman olduğu gibi, ötelerde:

«— Lateşbih, çocukların çelik çomak oynayışı gi¬bi, kâinatla oynar.»

«— Velî, mevzuunu bulamaz ki, ben desin...»

Ve (ben)in insanda ne korkunç bir meçhul veya mevhum belirttiğinin, harikaüstü harika izahı:

«— (Ben) nerede?.. Onu daima bir başka unsura bağlı olarak ifade ediyoruz: Benim elim, benim

ayağım, benim gözüm, benim yüzüm... Bütün bunların görünme¬yen merkezinde (ben)... O

nerede?.. Vücudumuzda her mevcut, o meçhulde toplanıyor. O nerede?.. Onu göstere¬bilir miyiz?»

Şimdi ben konuşuyorum:

Hikmetlerin en derini; mutlak varlık, mutlak vücut tecellisi önünde birden bire mevhumlaşan,

yokluğa kaçan (ben)...

Kur'ândan hikmet:

«— Her şey onun vechine karşı helak halinde...»

172

Hazret-i Ali'den hikmet:

«— Her şey onunla var, her şey ona nisbetle

yok.

Yirminci Asır Batı felsefesinin (Henri Bergson)da erişir gibi olduğu son merhaleyi, İslâm tasavvufu

mutla-kiyet ifadesiyle getirmişti:

— Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız!..

Yani:

Aklın son vazifesi, kendi hiçliğini görmek ve sını¬rını çizmektir.

İmam-ı Gazali:

«— Peygamberlik tavrı, aklın verasında, ötesinde¬dir.»

FELSEFE

İslâmiyette felsefe diye bir şey yoktur. Hikmet var¬dır, fikir vardır, tefekkür vardır; felsefe yok...

Vâkıâ, fel¬sefe «Hikmet dostluğu» demek ama, onunki bağımsız bir arayıcıhk, Islâmınki de tam

bağımlı tefekkür olduğu için, felsefeyle hiç bir alâka kabul edemez. Onun içindir ki «Kur'ân

felsefesi» denemez. «Kur'ân hikmetleri» denir. İslâm felsefesi değil, İslâm hikmetleri...

Felsefe, hakikati başı boş bir merkezden yola çıka¬rak, sayılar boyunca «bir çok» da aramanın; din

ise, onu, tam bağlı olarak «Tek»i de bulduktan sonra «bir çok»da tefekkür etmenin müessesesi... Bu

bakımdan, din ve fel¬sefe, biri şimale ve öbürü cenuba doğru iki zıd hareket... Ve elbette ki,

İslâmiyetçe kıymet hükmü, bu... Felsefe,

173

hakikati bulmanın değil, ancak birbirinin yanlışını bulup çıkarmanın ve ebediyen hakikatten

mahrum kalmanın âleti...

Bir gün bu bahisteki bir mektupları, bir sual üzeri¬ne yazılmış cevapları okunurken, kendilerine,

felsefeyi mahkûm edişımizdeki hikmetin, merkezsiz, başıboş te¬fekkür müessesesi olmasından ileri

geldiğini, istifsar kı¬lıklı söyledim:

— Öyle mi efendim?

Riyazî bir kat'iyetle noktaladılar:

«—Evet, öyle!..»

Kader hakkında, kapalı, rumuzlu, aklın takatine göre buyurdukları:

«— Allah, mahlûklarının ne yapacağını önceden bilir ya... ݺte kader!..»

«— Kader, bir itikat meselesidir; amelde, işde dü¬şünülmez.»

Bu incelerin incesi dâvanın akla karşı dayanağı an¬cak bu kadar sağlam kurulabilirdi.

— Efendim; son günlerde bir modadır tutturuldu. En adî işlerde «yarattık, yarattığımız,

yarattığınız» diye konuşuyorlar. Olur mu bu?

«— Eğer (yarandırmak, yararlı kılmak) mânasına kullanılıyorsa, olur; halketmek mânasınaysa

asla!..»

— Türkçede (yaratmak) halketmek manasınadır. Ancak Allah yaratır.

174

«— Olmaz, olmaz! İnsanî fiillere bu tâbir yakıştırı-lamaz.»

Hikmet, hikmet, hikmet:

«— Zevk etmeyen ne bilsin?..»

«— Her velî kendi meşrebi içinde belirir. >

«- Allah dostları yalnız yakınlık isterler. Lâteşbih, sultanın yakım olmak, meselâ hizmetkârı,

ibrikdârı, per-dedârı vesaire, veziri olmaktan üstündür.»

«— Allah dilediğini eyler. İster sebepli ister sebep¬siz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve

doğru, onun dilediğidir.»

«— Küfür ve cezasının, zamanla (kemiyet ölçüsiy-le) alâkası yoktur. Tek anlık küfrün cezası

ebedîdir.»

— Anası veya babası kâfir bir evlâdın onlara karşı vaziyeti?..

«— Anası veya babasını bu sıfatlarından dolayı se-

175

ver ve korur; küfürlerinden ötürü de uzaklık duygusunu asla kaybetmez ve onları uygun şekilde

imana davet et¬mekten vaz geçmez.»

Kur'ândan ezbere bir sûre okumamı arzettiler. «Felâk» sûresini okudum. «Tamam!» dediler. Bu

«ta¬mam» sözünün mânasını 30 küsur yıl sonra anladım. Her zaman bu sûreyi okuyup üzerime

üflerim.

«— Bütün ilimler, (kök bakımından) Peygamber¬lerden kalma... Riyaziye ilmi de birçok ilim gibi,

semavî¬dir.»

Benim, «Peygamberler olmasaydı, insanoğlu iki sayıyı üstüste yazıp toplayabilmekten bile âciz

kalırdı» sözüme verdikleri bu karşılık, topyekûn tefekkürün insa¬noğluna nereden ve nasıl

geldiğini gösterici kıstas...

Aklı bitirmişlerdi; bitirdikten, tekmilledikten sonra tekrar ellerine almışlardı. Aklın ötesinden,

akılla konuşu¬yorlardı;

«— Görmek için evvelâ görülecek şey, sonra göre¬cek göz, sonra da ışık lâzım...»

Ne görülecek şeyi, ne görecek gözü, ne de ışığı ka¬lan dünyamız... Hacmin üç buudu üstünde

birden çöken dünyamız...

176

ZEVKLERD

Duş için:

«— Ne güzel icat!»

Buyuruyorlar ve yazın sıcak günlerinde deniz ke¬narında oturmaktan ve deniz banyolarından

hoşlanıyor¬lardı.

Uzun müddet «Altın Kum»a gidip geldikten sonra Beylerbeyinde bir yalı arsasını tercih etmeye

başladılar.

Beylerbeyi; o zamanlar benim muhitim...

Sene 1940...

Gözümün önünde hep o... «Rabıta» kendisine baş¬lamış gibi...

RABITA

Akıl ötesi âlemin anahtarı «Rabıta».. Öyle kahra¬manlar ki, bu anahtarı verenler, her şey onlarda

bir sır ifa¬desine bürülüyken yine her şey, her türlü mâna dolandırı¬cılığından münezzeh ve bir

anahtarın çizgileri gibi hende-si ve berrak...

KDME RABITA?

«Râbıta-i Şerife» risalesiyle yakından, gün geçtik¬çe daha yakından alâkalıyım... Namazlarımı, kör

ve topal, eksik ve kopuk, kılıyor; rabıta da ediyorum...

Risalede rabıta emri kâmil mürşide... Fakat o kim?.. Mücerret emir, sarahat yok... Benim içinse

bundan daha sarahatli bir şey olamaz: Efendi Hazretleri...

177

Risalede, nakıs şahıslara, sahte mürşidlere rabıta¬nın bir cinayet olduğu yazılı... Cinayetin en

büyüğü de rabıta ettirene düşüyor. Bu kayıt da imanımı büsbütün kuvvetlendiriyor: Rabıta, ancak

Efendi Hazretlerine ola¬bilir.

Fakat asla «bana rabıta ediniz!» demiyorlar. Her şey remzlerle anlatılıyor, takdire bırakılıyor ve

hattâ zahir plânında reddediliyor.

Bir gün Eyüb'de dedim ki:

— Efendim, ben size rabıtaya başladım.

Son derece nazlı, «Hayır» derken «Evet!» diye haykıran bir eda ile reddettiler; ve rabıtanın ancak

«Altun Silsile» büyüklerine, meselâ Mevlâna Halid Hazretlerine olabileceğini söylediler.

Fakat Şakir'cik, Efendi Hazretlerinin arkasına geç¬ti; kendilerine göstermeden, eliyle pek iyi

yaptığımı, yap¬tığımın tam isabet olduğunu anlatan işaretler verdi.

Ben de bir işaretle, Şakir'e anladığımı hissettirdim.

Efendi Hazretleri, nazlıların nazlısı, mahcup ve ez¬gin, sükût buyurdular; yâni hiçbir şey

anlamamış görün-düler.

KENDDNDEN KAYBOLMA

Rabıtanın, daha evvel «sırası gelecek» dediğim ga¬yesi, insanda bir kendinden geçme hali... Bu hal

doğunca¬ya kadar, bilhassa zikirde, rabıtaya devam edilecek... Bu halin doğması, huzur işareti...

Büyük huzur, tüyleri ürper¬tici huzur... Huzur meydana gelince de rabıta bırakılacak ve o hal

üzerinde kalınacak...Yoksa, gaye dururken vası¬taya bağlı kalmak gibi bir tehlike doğuyor ki,

huzurun

178

kaybolmasına yol açıyor. Uçakla Kafdağının tepesindeki billur saraya konduktan sonra tayyarede

kalınmaz; köşke girilir.

Gördünüz mü inceliği?.. Neredeymiş o «Allahla kul arasında vasıta olmaz» diyenler?.. ݺte,

vasıtanın yeri bu noktaya kadar... Olur, ama bu noktaya kadar olur. Ve bu noktaya kadar vasıtasız

hiçbir şey olmaz.

İrºad edicinin, heceler ve kelimeler üstünde, radyo mevceleri halinde nurunu emme ve o yoldan

erme işi olan rabıta, öyle bir hayat iksiri ki, gözünüzü kapayıp da kalbinizi mürşidinize açtığınız ân,

sizi, aç bir kuzunun anne memesine yapışması gibi bir halet sarıyor. O zaman kafanızda bütün

lâmbaları söndürüyor ve ne ilim, ne fikir, hiçbir şey bırakmıyorsunuz. Tam cehle, yüzde yüz

bilgi¬sizliğe çıkıyorsunuz. Marifet burada işte!.. Ve her şeyin oradan geldiğini, o nur memesinden

ağzınıza ve yüzünü¬ze döküldüğünü görüyorsunuz. O memeye kurutacak ka¬dar kuvvetle asılmayı

bilirseniz ne mutlu size! O meme kuramaz; bütün insanlığı Ağustos sıcağında Büyük Sah¬rada

toplasanız da hepsini birden tek mürşide rabıta ettir-seniz yine kuramaz.

TAKLDDD BDLE NE?

Benimse rabıtam, sadece şekilde, cesette kalan bir taklit, özenti olmasına rağmen birdenbire yakıcı

bir tecel¬liye kavuştum. Binbir günah, rezalet ve gaflet içinde yu¬varlanarak kıldığım namazların

kaadelerinde, yâni ikişer rekât sonlarındaki oturma yerlerinde, «Et'Tahiyyatü» okurken, içime

anlatılmaz, ifadeye sığmaz bir baygınlık, tutulma, cezbedilme hissi çökmeğe başladı. Hayır, başka

179

yerlerde değil, yalnız orada, «Et'Tahiyyatü» de... Ve, müthişlerin müthişi: Dizlerimin üstündeki

parmaklarımı, kaba ve şekilsiz parmaklarımı, Efendimin, ince ve uzun vezinli ve soylu parmaklan

şeklinde görür gibi olmaya başladım. Parmaklarım rengini bile değiştiriyor, esmerle-şiyordu.

İnanmayacaklara, «telkin, kendi kendini aldatma» diyeceklere ne söyliyebilirim? Elbette bu

dünyada kendi kendini aldatanlar da vardır; en ulvî hakikatlerin taraça-sından, aldandığını veya

aldanmadığmı sananlara ibretle bakanlar da... Nefsini benim kadar törpüleyici, arayıcı, ta¬rayıcı;

bencileyin şüpheci, teftişçi, murakabeci az insan bulunabileceğini takdir eden varsa, anlattıklarıma

kaskatı bir vakıa göziyle bakar.

Zaten merkezi iman bahsinde, kafa çilelerinin en zorlularını çektikten ve bedavacılıktan

kurtulduktan son¬ra, kendi boğazını kendi eliyle kesmiş ve yukarısına hiç¬bir hak tanımamış olan

ben, Efendimin bahsinde, yalan söylemek iktidarında değilim... Belki istidadındayım am¬ma,

iktidarında değilim...

Beylerbeyindeki yalı arsasında, huzurlarında kaldı¬ğım bütün bir gün, akşam üzeri eve dönünce,

annemi evin taraçasında buldum. Ben bahçe kapısındayım; o taraça-da... Eve doğru yürüyorum.

Annem seslendi:

— Ne o başındaki şey?..

— Ne var; başımda bir şey mi var?..

Ve karşılaşınca, eliyle saçlarımı düzelterek mırıl¬dandı:

180

— Hayret! Saçlarında bembeyaz bir şey gördüm. Kar gibi bir şey... Ne garip!..

Anneye gösteriyor Allah...

Bir devre ki, hayatımda 1940, fırının ta yanına gel¬diğim halde kendimi o «nâr-ı beyzâ» girdabına

atamıyo¬rum; en küçük «cız» edişle irkilip arkamda bekleyen nefs zebellâhisinin kucağına

düşüyorum. Ve boyuna gidip ge¬liyorum, boyuna gidip geliyorum.

ALLAHAISMARLADIK BANKA!

Beylerbeyindeki yalı arsasına hemen her gelişle¬rinde beraberlerindeyim...

O devirde beş yüz liradan fazla -bugünün yirmibeş bin lirası- aylık aldığım bankadan bir yıldır

istifa etmiş bulunuyorum.

1939 yılında bir gün, bankanın Ankara'daki Umumî Müdürlük binasındaki odamda aşağı yukarı

dola¬şırken şöyle demiştim kendime:

— Ne olacak senin halin böyle?.. Dolap beygiri gi¬bi, yok müfettiş, yok müdür diye dolanıp

duracak mısın? Efendi Hazretleri gibi bir kurtarıcıya kavuşturdu seni Al¬lah... Çık bu hesap

makinesinin, seksek oyununun için¬den; içtimaî memuriyetin neyse ona atıl ve ne olacaksan

olmaya bak! Bâtında olamazken hiç olmazsa zahirde bir şey olmaya çalış!.. Dâvanın, cemiyet

plânına bağlı sözcü¬sü, fikircisi, aksiyoncusu.

181

Ve bir hamlede on yıllık emeğim bulunan banka¬dan istifa etmiş, İstanbul'da bir akşam gazetesinin

birinci sayfasında bir fıkra yeri almış, bir de yüksek tahsil kade¬mesinde bir hocalık bulmuştum.

İki yerden aylığım, ban-kadakinin ancak yarısını buluyordu ama, ne çıkar?.. Asıl (Büyük

E)oğu)larda başlayan içtimaî memuriyetimin eşi¬ğine ayak basmıştım ya...

ݺte, Beylerbeyindeki yalı arsasında, yanı başların-dayım... Ve yepyeni bir yolda...

BÜYÜK DOİU

İstifamdan da bir yıl evvel, benden bir «Millî Marş» istenmişti. Akif in İstiklâl Marşı beğenilmiyor,

bu¬nun yerine bir Millî Marş isteniyordu. Hattâ (Ulus) gaze¬tesi bu maksatla bir de müsabaka

açmıştı. Demişlerdi ki baş alâkalısına:

— Bunu yazsa yazsa Necip Fazıl yazabilir; ama bir garip adamdır, yazmaz!

Ve bana teklif edilmişti. Ben de:

— Akif in ruhuna ve eserine hürmetim var... Fakat içinde hiçbir hâs isim geçmemek ve kendi

anlayışıma gö¬re yazmak şartiyle, milletimden aldığım heyecanı böyle bir marş içinde

billûrlaştırmak isterim. Razı mısınız? Öy¬leyse durdurun müsabakayı!

— Pek güzel!..

Demişler ve müsabakayı durdurmuşlardı. 182

Bu vesileyle «Büyük Doğu Marşı» meydana gel¬mişti:

«Doğsun Büyük Doğu benden doğarak...»

Ve yukarılarda:

«Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun; Nur yolu izinden git, Kılavuzun!"

O zaman kimse bana:

— Bu kılavuz kimdir? Diye sormamıştı. Sorsalardı:

— Mücerret kılavuz... Millet öncüsü... Diyecektim ve yalan olmıyacaktı.

Halbuki «kılavuz» bende, majüskülle yazılı mü¬şahhas bir delâletti; ve isteyen, onu, istediğine

yakıştır¬makta serbestti.

Benim «Kılâvuz»um, zaman ve mekân boyunca tek rehber, Kâinatın Efendisi...

Fakat Devlet Reisinin hastalanması ve peşinden öl¬mesi, marşın kendisine gösterilmesine engel

olmuş; ve böylece manzume, «Büyük Doğu Marşı» ismiyle bana kalmış, üstelik «Büyük Doğu»

ismini doğurmuştu.

Nelerden neler doğuyor; ve neler nelere vesile olu¬yor? ݺte Beylerbeyindeki yalı arsasında,

Efendimin yanı-başındayım!..

Ve yepyeni bir yolda...

KALBDM BDR FIRIN

O günlerde bende, garibin garibi, başka bir hal... Namazlardaki o halimin üstüne, bir de saatlerce

devam eden bir kalb yangını... Maddî, kaskatı madde ifadesiyle,

183

fırın gibi bir kalp yanması... Kalbim yanıyor, yanıyor, sonra derinlere gömülerek bir merhem

hokkasına batırıl-mışcasına uyuşuyor, donuyor. Evvelâ korkmuştum:

— Yoksa kalb hastası mı oluyorum? Bilmiyordum ki, tam on yıl sonra, 1950'de mahpus

sıfatiyle bulunduğum Guraba hastahanesinde, doktorlar bana şöyle diyecektir:

— Kalbiniz yirmi yaşındaki sporcu bir gencin kal¬binden farksız...

Fakat kaygım çabuk geçmiş ve manevî değer ölçü¬sü, hemen madde kıymetinin üstüne çıkmıştı.

Ne zaman namaz kılsam, dinî bir vecd ve heyecana düşsem, mukaddes isimleri ansam o vakit

oluyor... Nere¬de maddî sebep; nerede bu?..

Efendime, Beylerbeyindeki yalı arsasında, eteğinin yanıbaşında halimi anlattım.

Bu dünyada hiç bir şeye o şey için bakmamış olan büyük insan, heybetli nazarlarını bana dikti,

adetâ sualimi bekliyormuş gibi, hemen, hemencecik cevabını verdi:

«— Yolun, yola girmenin başlarına ait bir haldir bu... Sonra, ileride, aynı yanıklığı, arkada, kalbinin

muka¬bil tarafında hissedeceksin!»

«Dptilâ defteri»ne yapıştırılmak üzere 1960 - 61 hapsimde birer takvim yaprağının üstüne

kaydettiğim iki notu ayniyle takdim ediyorum:

«1 Ocak 1961... 13 Recep... Saat 19,15... Nezirlerim (40 Yasin) tamamlandı.

Saat 20... Bu akşam ilk defa olarak kalbimdeki hara¬reti mukabil taraftan ve şiddetle duydum.»

«8 Ocak 1961... Elhamdülillah, her iki taraftan kal¬bim cayır cayır yanıyor, Yarabbi bu ateşi bana

kaybettir¬me...»

184

Demek ki, temizlik veya kirlilik dereceme göre devre devre tutuşan, parlayan, yine devre devre

küllenen, gizlenen fakat asla sönmiyen mukaddes ateş önümden gi¬rip arkamdan çıkmış bir kılınç

gibi gerçek harını o tarih¬ten tam yirmi yıl sonra bulacakmış...

Demek ki, kalbinin üstünden dağlanmışlardan¬dım..- Bağlanmış ve hesabı görülmüşlerden; deftere

kay¬dedilmişlerden...

Hâlâ anlayamıyordum.

Zira yolumuzun edebinde «Aldım - verdim, yaz¬dım - çizdim» gibi adilikler yoktu.

Bu yolda mürid, kütüğe, sonsuz oluş kütüğüne ya¬zıldığını her zaman bilemeyeceği gibi, mürşidin

bilmesi daima şart değildi.

Emir ve ferman 33'ler yolundan geliyordu.

ALTUN SDLSDLE

Efendim, «Altun Silsile»nin 33'üncü halkasıdır. Teşbihin son tanesi gibi, başmdakine ve bütün

sayılara sayı ve yollara yol verene en yakından bağlı ve tam bir devrin dönüm ifadesi... Ayrıca

devrimizin, yirminci asır ortalarının mânâ ve ruh buhranına denk bir ifade; memu¬riyet ifadesi...

Mukaddes silsile şöyle:

1 - O... (Bütün zaman ve mekânın Efendisi)...

2 - Hazret-i Ebu Bekir

3 - Selman (Fârisî)...

4 - Kasım Bin Muhammed Bin Ebu Bekir...

5 - Cafer-i Sadık...

185

6 - Beyazıd (Bestamî)...

7 - Ebulhasan (Harkanî)...

8 - Ebu Ali (Fârimedî)...

9 - Yusuf (Hamedânî)...

10 - Abdülhalik (Gucdevânî)...

11 - Arif (Reyvegerî)...

12 - Mahmud Encir (Fagnevî)... 13-Ali(Râmitenî)...

14 - Muhammed Bâbâ (Semmâsî)...

15 - Seyyid Emîr Külâl...

16 - Şah-ı Nakşıbend... 17-Alâeddin Artar... 18 -Yakup Cerhi... 19-UbeydullahAhrâr...

20 - Muhammed Zahid...

21 - Derviş Muhammed...

22 - Hâcegî (Emkengî)...

23 - Muhammed Bâkıbillâh...

24 - İmam-ı Rabbânî (Müceddid -i Elf-i Sam')...

25 - Muhammed Masum...

26 - Seyfeddin... 27-Seyyid Nur...

28 - Mazhar-ı Can-û Canan...

29 - Abdullah (Dehlevî)...

30 - Mevlâna Halid...

31 - Seyyid Tâhâ...

32 - Seyyid Fehim...

33 - Seyyid Abdülhâkim (Arvâsî)...

Bunlar, en büyüklerdir. Mukaddes emaneti, Âdem Peygamberden başlayarak, Resul elinden Resul

eline tes¬lim ede edevasıl sahibine, topyekûn zaman ve mekânın

186

Efendisine gelen ana caddenin, O'ndan sonraki velîler yo¬lunda en büyük 33 kahramanı... Bütün

velîler zincirinin hususî bir büklüm halinde en büyük 33 halkası... Şah-ı Nakşibend, İmam-ı

Rabbânî, Mevlâna Halid gibi zirve noktaları etrafında, hepsi birbirinden büyük, hepsi mutlak

büyüklükte fâni ve kimin kimden üstün olduğu kıyastan mücerred, fakat yekûn olarak bütün

yekûnların üzerinden en büyük 33 kahraman...

O ise sıra vermek, sıraya baş olmak bakımından bir; yoksa sıranın ve her şeyin üstünde...

Hiç bir devir boş olmıyacağına göre, Abdülhâkim Efendi Hazretlerinden sonra kime geliyor sıra?..

Kat'î olarak bildiğimiz, hiç bir devrin boş olmıya-cağı prensibinden sonra, kim, nerede ve nasıl

suallerine:

— Bilmiyoruz! Demekten ibaret...

Abdülhâkim Efendi Hazretleri, son günlerine ka¬dar, kâmil mürşidi soranlara efendileri Seyyid

Fehim Hazretlerini murat ederek:

«— 1313'ten beri kâmil mürşid gelmedi.»

Buyururlardı...

Biz de:

— 1362 (1943)ten beri kâmil mürşidden haberimiz yok!

Demek mevkiindeyiz.

«Râbıta-i Şerife»nin sonundaki «Hatm-i Hâcegân» duasında «Altun Silsile»nin Seyyedi Fehim

Hazretlerine kadar, her biri ayrı vasıflarla anılan halkalarına baktıkça tüylerim ürperiyordu.

Bunların arasında, bilhassa yolu şahsiyle isimlendirmiş olan Şah-ı Nakşibend, «Nur hey¬keli» diye

anılan İmam-ı Rabbânî, kendisinden yıldız şu¬aları gibi velî fışkıran Mevlâna Halid, en sonra

Efendimin

187

Efendisi Seyyid Fehım Hazretleri, isimlerini tier anışım-da, kalbime erimiş kurşun halinde, kızgın

bir aşk sıvısı döküyorlardı.

Hayretler içindeydim. Haklarında hiç bir şey bil¬mediğim, hiç bir hususiyetlerini tanımadığım

tıalde, Sey¬yid Fehim Hazretlerine karşı, büyük saygı bir tarafa, fa¬kat bu çıldırtıcı aşk, bende

nasıl doğuyordu?

Efendime anlattım. Bir doktorun aldığı ilâçtan ne duyduğunu anlatan hastasını dinlemişi gibi, sakin

ve emin, tabiî ve bedihî, dinlediler ve buyurdular:

«— Üzerinde yeşil bir cübbe vardı.»

Bu dışı kuru cevap beni büsbütün sarstı... Yoksa rabıta etmem için mi bu unsuru bildiriyorlardı?

Muhak¬kak ki, üzerime yağan şimşeklerin, geliş ve gidiş bütün istikametlerini gözleriyle

görüyorlardı.

ANLAYAN KDM?

«— Allanın ve Resulünün kitaplarından sonra di¬nin en büyük kitabı...»

Diye vasıflandırdıkları «Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî» den bir parça okunurken, bir gün,

dinliyenlerin haline, bizim halimize bakıp:

«— Kendi kendimize okuyoruz. Lâfız halinde... Anlayan kim?.. Nerede?..»

Buyurmuşlardı.

Bizim ilim sandığımız, gafletin tâ kendisi...

188

PAYLAMALARINA AŞIKTIM

Arada bir, beni paylar gibi konuşmaları, iltifatla¬rından daha çok hoşuma gidiyordu. Takdir,

yakınlığın, sahabetin delili...

Yine bir ândı. Günahlarımdan bahsediyor, kendimi hudutsuz günaha batmış görüyor, kimseye eş

olmıyacak bir günahkârlık çapında buluyordum. Bu şikâyetten de bir teferrüd, gizli bir benlik ve

gurur kokusu almış olacaklar ki, şu müthiş cevabı verdiler:

«— Daha ne günahkârlar gelip geçti bu yoldan... Seninki de ne?..»

Çarpılıp kaldım. Yani;

— Sen onda da bir şey değilsin, merak etme!..

Demek istiyorlardı.

Nefs hilesine ne harikulade karşılık.

Hıristiyanların hallerinden, nisbet iddia ettikleri Hazret-i İsa'nın kimbilir ne kadar muazzap olduğu

tarzın¬daki görüşüme gayet sert:

«— Nebîdir, muazzap olmaz!»

Buyurdular. Halbuki ben, «muazzap» kelimesini, yanlışlıkla «razı değil» mânasına kullanmıştım.

Olsun... Lisana ve kelimeye dikkat şuuruna ait emir, ancak bu ka¬dar güzel verilebilirdi.

En güzel ve en çarpıcı tekdirleri izdivacımda ol-

du.

«- Evlen, evlen, evlen!>

189

Namaz emrinden sonra daimî ihtarları...

— Evime ne zaman şeref vereceksiniz? «— Sen evlenmeden gelmem!»

Bir gün dayanamadım:

— Efendim, ben münasibini bulamıyorum. Siz ba¬na muhitinizden, yakınlarınızdan birini bulun ve

emre¬din... İsterse o bir hizmetçiniz olsun, hemen evleneyim!

«— Yok, olmaz, dediler; sen bulacaksın ve kendi muhitinden bulacaksın!..»

Gözümün önünde bir hayâl:

Büyük şehir cümbüşlerine uzak bir yerde, basit, belki tek katlı, perdeleri inik, gıcır gıcır döşeme

tahtaları ıslak çam ağacı kokan, beyazlar içinde bir evcik... İçinde beyaz başörtülü beyaz bir kadın...

Kulağı hep zilde ve gözleri Allah'ın kitabında...

Ben insana benzer gibi olduğum zaman bu eve ko¬şacağım ve insanlıktan çıkar gibi olunca da

minderin altı¬na bir zarf dolusu para bırakıp, başımı aldığım gibi...

Ben bir alçaktım!

NESLDHAN KISAKUREK

Nihayet yoluma, otuzyedi yıldır çile ortağım, Nes¬lihan çıktı. Bana nur topu gibi beş çocuk hediye

eden sev¬gili zevcem... Sırasiyle, Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep...

Dış yüzün dış yüzünde başlayan münasebet en kısa zamanda köklere kadar indi. Kendisini aldım,

Eyüb'e gö-

190

turdum. Evin önünden geçirdim ve biraz ilerideki (Piyer Loti) kahvahenesinde oturttum:

— Bekle biraz dedim; kendilerine haber vereyim.,. Çağırırlarsa koşar, gelir seni götürürüm. İzinsiz

çıkara-mam huzurlarına...

Kızcağız, derin bir tevekkül içinde, oturdu, nasibi¬ni bekledi. Huzurlarındayım:

— Efendim; bir kızla tanıştım, ismi Neslihan... Bildiğiniz modern kızlardan; Babanlardan,

Babanzade-lerden... Buraya kadar da getirdim. Şu anda, ilerideki kahvahenede oturuyor. Takdir

buyurursunuz ki, zamane kızlarına güven zor... Şüpheliyim... Ne emredersiniz?

Bir anda, şimşek gibi bir hareketle sordular: «— Üzerinde ne var?..»

— Yeşil bir manto, efendim!

Yine bir anda, şimşek gibi bir hız içinde, âni bir dalış ve uyanış:

«— Sen, ondan değil, kendinden şüphe et!»

Suratımda saklayan tekdir tokatının zevkiyle, Nes¬lihan'ın bu kadar güzel kabul edilişindeki zevk,

içimde birbirine karışmış, koştum; (Piyer Loti) kahvehanesinden zevcemi aldım ve evlerine

getirdim.

Şadırvan başında yalnız Şakir ve yakınlarından bir delikanlı, Mehmet... Kendileri içeriye geçmişler,

belki birden bire görünmek istememişlerdi.

Neslihan, ben, Şakir ve o delikanlı, bir arada otur¬duk.

Akit temellendirildikten ve iş belediye dairesindeki tescile kaldıktan sonra, birden bire Efendi

Hazretleri, ev¬den çıktılar ve yanımıza gelmeden bahçe kapısına doğru yürümeğe başladılar.

Arkalarından ilerledik ve ellerinden öptük...

191

Ayni şimşek edasiyle, yivleri ebediyen kulaklarım¬dan silinmeyecek bir hitapta bulundular:

«- Allah zâmin (borçlu) ve kefil; unutma!..»

Ve durmadan çıkıp gittiler.

İleride, vasıtamla Neslihan'a gönderecekleri mek¬tuplarda kendisine «kızım» diye hitap edecekler

ve ben¬den «damadım» diye bahis buyuracaklardır.

Otuzyedi yıldır ki, zevcemle aramda, sadece Efen¬dimin yümniyle, bereketiyle, benim yüzümden

çektiği bin bir musibete rağmen küçük çekişmeler dışı, hainliğe kaçan hiçbir hâdise ve bağ

gevşemesi olmamıştır.

Neslihan'ın ailesini (Babanlar) çok takdir buyuru¬yorlar, «Hükümet icra etmiş» bir familya olarak

vasıflan¬dırıyorlar; ve onun amca kollarından, merhum Bâbanzade Nairn Beyi medihle anıyorlardı.

Eski Darülfünun Profesörlerinden Nairn Bey ki, doktor kendisine:

— Kalb hastasısınız, namaz kılamazsınız, secdede

ölürsünüz!

Demiş; o da «ne mutlu bana» diye devam ettiği na¬mazlarından birinde ve secdede ruhunu teslim

etmişti.

Efendimin Neslihan'a gönderdiği mektuplardan bi¬rindeki hitabın sırrını, ileride çözmeğe

çalışacağım... Za¬ten o hitabın bir sır sakladığını, vefatlarından hayli sonra ve yakınlarından

Muhib'in dikkatiyle keşfettik.

192

YA LUTUFLARI?

Pek seyrek vesilelerle beni paylamalarına karşılık, lûtufları, iltifatları, teveccühleri nihayetsizdi.

Zekâma sık sık işaret buyururlar ve onun bende if¬rat halinde mevcut olduğunu söylerlerdi.

Halbuki din ve hakikat ölçüsiyle makbul olan, her şeyde itidal... Bütün sır itidalde, sağ ve sol

kanatlar arasındaki muvazenede...

Bir gün dediler:

«— Sende iki şey ifrat halinde: Zekâ ve muhab¬bet... Muhabbet inip çıkar. Fakat zekâ sabittir...

Ona çare yok...»

Bir gün de dediler:

«— Keşke bu kadar zeki olmasaydın!..»

Başkalarına garip gelecek olan bu dileğin sırrmı bana sorun; akıldan ne çekildiğini «iğneli fıçı» da

tatmış ve kafasını, ayva kırar gibi, duvardan duvara çarpacak kadar acı çekmiş olan bana...

— Her şey itidal halinde olmalı buyuruyorsunuz. Yâni her şey haddini muhafaza etmeli... Aşkta,

muhab¬bette de mi efendim?..

«— Ne zannettin ya; o da haddi içinde kalmalı... Yoksa yanar, kül oluruz.»

DUA

Huzurlarında öbür yakınların taş gibi edeblerine mukabil, ben biraz serbest davranıyor, ileri geri

konuşu-

193

yor, içimdeki sevgi ve samimiliği doludizgin bırakıyor, hattâ bazan atılıp dizlerinden öpmeğe

kalkacak kadar kendimi kaybediyordum.

Bir sürü taşkınlıktan sonra kendimi zaptettiğim ve taş gibi oturmaya çalıştığım bir andı ki, hiç bir

münasebet olmaksızın, kendi kendilerine mırıldanırcasına bana hitap

ettiler:

«— Allah seni iki cihan aziz etsin...»

Öyle eridim ki, yere yıkılmamak için kendimi güç

tuttum.

Söyleyin; Büyük Okyanusu dondurup altın yapsa¬lar, onun pazarını bulsalar; ve farz-ı muhal, bu

servet tü-keninceye kadar bana ömür sağlasalar, bu duadan daha

kıymetli olabilir mi?

Allaha her ân yalvarıyorum:

— Rabbim, beni Efendimin duasiyle iki cihan aziz

et!

Yine böyle bir vecd, biraz da taşkınlık halinde bir¬den bire sormak küstahlığında bulundum:

— Benden küfür sâdır olur mu? (çıkar mı?)

Her zamanki nur heykeli, kıpırdamadan, bekleme¬den, dudaklarını oynattı:

«— Senden; küfrün sâdır olmaz!»

SEN ªEHİT OLURSUN!

Bir şeriat meselesi konuşuluyordu: Bir mümine, hayatı veya vücudunda bir uzvun ke¬silmesi

pahasına bir küfür kelimesi söyletmeğe kalksalar,

194

mümin, kalbinde imanım saklayarak bu kelimeyi söyliye-bilir. İzin vardır, fakat söylemez ve

imanını zahirde de korursa, öldürülünce şehid olur. İlki «ruhsat» ikincisi «azimet»... Biri müsaade,

öbürü müsaadeye rağmen dos¬doğru gidiş mânasına gelen bu ölçüler, birçok yerde tat¬bik şekli

bulur.

Müthiş coştum ve yine atıldım:

— Böyle bir vaziyet karşısında kalsam ben ne olu¬rum?..

Şu anda bütün tüylerim ürpererek kaydediyorum

ki, Efendim, bir anda, yine şimşek gibi o arslan başını ba¬na çevirdi; ve yüz binler arasından

parmağiyle beni seçer-cesine bir ton yükseltti:

«Sen şehid olursun!»

Üzerinde çok düşündüğüm ve hudutsuz esrarlı bul¬duğum sözlerinden ve hallerinden biri...

Bakalım, ben ne olacağım, ruhumu hangi şartlar içinde teslim edeceğim?..

Bana elinizle bir şey yazıp verir misiniz? Hep üze¬rimde taşımam için...

Muradım, bazı dolandırıcıların önüne gelene yazıp verdikleri ve münezzeh kıymetlerini kendi

kokmuş nefes¬lerine düşürdükleri (nüsha) muskalar kabilinden değil de, en büyük velî elinden

çıkma ve onun münasip göreceği

herhangi bir yazı...

Derhal kâğıt ve kalem getirttiler; «Ashab-ı Kehf»in

isimlerini sıraladılar ve bana uzattılar:

«— Üzerinden hiç ayırma!»

Her tarafı lehimli bir madalyon içinde bunu taşıyo¬rum boynumda... Mezara da benimle girecek...

195

Niçin (Ashab-ı Kehf)in isimleri; ne maksatla?.. Her şey gibi bu da bir sır... Kendileri biliyordu.

Kendileri bilir.

KUR'ÂN

Niçin Kur'ân, öz harflerinden, aslî harflerinden ay¬rılmaz.

Zira:

«— Allah ismi, (lâteşbih, tuğra gibi) bir remz, bir âlemdir. Has isim, zât ismi, âlem ismi... (Mahlûk

lisanı içinden takma bir isim değil; bunların hepsi İlâh, Tanrı mânasına)... Ve Hazret-i Adem,

Cennetin kapısında Şe-hadet Kelimesini aslî harfleriyle görmüştür. Böyleyken Allah ismi, zâta

işaret eden bir âlet ve vasıtadır; Zat de¬ğil... Çocuk olsa anlar bu farkı...»

Ve Kur'ân, mahlûk olmayan Kur'ân, kendi aslî harfleriyle, ezelden, Allah'ta mevcuttur. Mahlûk

lisanı Arapça yine mahlûk olan harfleriyle ayrı...

Dinin en ince, en gamızalı bahislerinden biri...

«Tavâsin-ûl Kur'ân» veya «Huruf-u mukattaât-ı Kur'âniye» denilen, bazı surelerin başındaki esrarlı

harf¬ler de:

«— Sevenle sevilen arasında şifreler...»

196

ÖLÇÜLER

«— Allah, sırrını eminine verir; bilen söylemez, söyleyen bilmez.»

«— Allaha malik olan neden mahrumdur; Allahtan mahrum olan da neye malik?..»

«— Peygamberlerin en üstün dört derecelisi: Birin¬ci, insan ehramının son noktası Allahın

Sevgilisi; ikinci, Allahın Halil'i Hazret-i İbrahim; üçüncü Allahın Kelîmi (konuşanı) Hazret-i Musa,

dördüncü, ruh lâkaplı Hazret-i İsâ...»

«— Allahın Sevglisi; insanî hakikat olarak bir ço¬bandan farksız; Muhammedi hakikat bakımından

da tek ve eşsiz...»

«— İnsanlık dairesinin en üstünde O, en altında küfrün ve O'na düşmanlığın en azılı tipi var...»

«— Allah, bana karşı işlenen suçu bağışlarım; fa¬kat Sevgilime karşı işleneni affetmem, buyurdu.»

197

«— Her anılışta, hatıra her gelişte, her ân; Salât ve selâm ona olsun!..»

VAHDETD VÜCUT

«Şeyh-i Ekber» lâkaplı Muhiddin-i Arabî Hazretle¬rinin «Vahdet-i Vücut» dâvası malûm... Bu

dâvaya göre müessir (Allah), esere (Kâinata) mutabıktır. Hattâ Efendi Hazretleri, büyük velîye

büyük saygı göstererek, eserleri¬nin sonunda şöyle derler:

«— Eseri müessirin ayni bilmek bu fakire pek gi-ran geliyor.»

Buradaki «bilmek» tâbiri, velîlik derecesi üzerinde kimsenin şüphesi olmıyan Muhiddin-i Arabî

Hazretlerine hürmetlerinden... «Giran» kelimesi de, kendilerinden ve hakikatten... Olanca incelik

şurada ki, pek az insan Mu¬hiddin-i Arabi'nin muradını anlayabilmiş ve yanlış tefsir yüzünden bir

çoğu helake gitmiştir. Muhiddin-i Arabi'nin akıl dönemeci üzerinden kimse kıvrılamaz. O kadar

nazik ve tehlikeli...

Onu yanlış anlayana karşı nihayet tam ve kat'î dü¬zeltici, İkinci Binin Yenileyicisi İmam-ı Rabbânî

Hazret¬leri gelmiş ve bütün vâhidleri yerli yerine oturtmuştur. Şeriat ve tasavvuf, zahir ve bâtın,

İmam-ı Rabbânî'de bir¬leşmiştir. Onun Peygamber müjdesi olarak taşıdığı «Sı¬la», yani birleştirici

lâkabının da sırrı burada... Muhiddin-i Arabî Hazretlerini kendi öz anlayışı içinde tenzih etmek ve

akıl dışı olan bu bahiste ondan hüküm devşirenleri suçlandırmak lâzım... Şeyh-i Ekber'i tasdik ve

tenzih ile beraber, biz, mizacımızın İmam-ı Rabbânî üzerinde oldu¬ğunu ileriye süreriz.

198

İmam-ı Rabbânî:

«— Allah, ötelerin ötesinde, onun da ötesinde, na¬mütenahiye kadar, onun da ötesinde...»

Ve:

«— Ne ki o sanılır, ona peçedir.» Eserlerindeki, «böyle bilmek bana giran geliyor» sözünü

hatırlatıp, acaba niçin «böyle değil demiyorsu¬nuz?» gibilerden sorduğum zaman derin derin, tatlı

tatlı gülümsediler ve hiç bir cevap vermediler. — Düşün ve bul! Demek istiyorlardı, belki...

İnºaallah doğruyu bulmuşumdur. Doğrusu, aynadaki hayâlle zatın bir olmadığıdır.

Muhiddin-i Arabî ile İmam-ı Rabbânî'yi mukaye¬seleri:

«— Muhiddin-i Arabî, eser üzerinde derinleşmiş¬tir; İmam-ı Rabbânî ise müessir üzerinde, zât

üzerinde...»

Artık siz çıkarın hükmü!.. Akla da fazla güvenme¬yin! Keyfiyetleri Allaha havale edin!..

Şeyh-i Ekber'den bir riyaziye formülü gösterdiler. Bu formüle göre Adem Peygamberden son

insana kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların sayısı çıkıyordu. An¬lattıklarına göre, zamanında

bu formüle itirazlar olmuş; Şeyh-i Ekber de demiş ki:

- Beni kızdırmayın! Onların tek tek yüzlerini de

resmederim.

199

Şeyh-i Ekber'e hürmetleri büyüktü; fakat mizaçları ayrı... İmam-ı Rabbanî görüşü üzerinde...

İKİ UÇLU OK

Şeyh-i Ekber'i yanlış anlayıp da adım başında insa¬nın (hâşa) Allah olmasından bahseden, keramet

iddiasın¬da bir zatı huzurlarına götürdüm. Ağzı tıkalı kaldı bu za¬tın... Hattâ Efendi Hazretlerinin,

aynen Burhan Toprak'a söyledikleri gibi:

«— Nasibin yokmuş!»

Hitabına hiçbir cevap veremedi.

Müthiş!.. Küfrüne hükmetmiyorlardı hemen...

Öyleyse?..

Ölçüleri:

«— Küfür, tevili olmıyan sözdedir.»

"- Bir Müslümanın bir müslümana küfür isnat et¬mesi kadar tehlikeli bir şey yoktur. İsnat edilen

küfürde değilse, küfür, isnat edene döner.»

«— Küfür isnadı, iki taraflı ok...»

O ne ince edeb, hudut kaygısı, idrak çilesi, emir hiddeti ve ayni zamanda rahmet edasıydı. Ve esrar

anla¬yışı...

RUH VE NEFS

Ruhun, madde üstü varlığına ve bekasına misalleri:

«— Hani bazı otlar vardır ya; ezilir, kurutulur,

kaynatılır ve her haliyle hassasını muhafaza eder? Meselâ

200

ot müshil tesirine malikse, yaşken de o, kurutulunca da, suyu içilince de, dumanı koklanınca da...

ݺte ottaki mad¬de üstü hassa gibi bir şey, ruh...»

Ve:

«— Nefs, ruhun mukabili olarak, kalb denilen et parçasına alâka bağlamış bir lâtifedir. Bunlar, o

maddî et parçasına taalluk edici iki lâtif varlık ki, kalbde birleşiyor ve onun hakikatini meydana

getiriyor.»

Ve:

«— Ruh, daima cesedine taalluk halindedir. Me¬zarda da, ceset üzerindeki bütün tesirleri

hisseder.»

Ve:

«— Ölüleri üstüste gömmek, cesede eza etmek, kesip biçmek, yakmak yasaktır.»

Ve:

«— Tenasüh, ruhun kalıp değiştirdiğine inanmak, küfürdür.»

Sordum:

— Sık rüya görmek makbul müdür? «— Makbuldür.»

— Ya hiç görmeyenler?.. Gafletlerini sıhhat sanan¬lar?..

«-V— Onlarınki hayvan sıhhati.»

VESADRE

— Nazar?.. Göz değmesi?

«— Haktır. ݺte ölçüsü: Nazar, erkeği kabre ve de¬veyi çömleğe sokar.»

İlâcı ne?

«— Nun vel'Kalem suresinin son iki âyeti...»

201

Efendi Hazretlerinin ölçüsünde, nazar boncuğu, filân, falan gibi şeyler, (fetiş)ler, küfür devrinden

kalma ve sâf imana zıd âdetlerin eşyasıdır ve en büyük günah¬lardandır. Halbuki bunları

kullanmayı, aşağı sınıf halk, bizde Müslümanlık zanneder. Onları görenler de Müslü¬manlık budur

sanır.

— Ya sihir, büyü?..

«— Sihir de haktır; yâni vardır. Fakat yapmak kü¬fürdür. Onu yapabilecek tersine ilim sahibi de bu

devirde yoktur. Şunun bunun yapmaya çalıştığı da, dinî günahı içinde ayrıca şarlatanlık...»

— Kur'ândan şifa nasıl beklenebilir?..

«— Suyun geldiği boruya tâbi... Boru temiz olmalı ki, su kendisini göstersin!..»

Hastalığım zamanındaki şüphelerim, derdime se¬bep arayışlarım içinde sorduğum bu suallere ait

cevapları da, Efendime ait tek kelimeyi kaybetmek istemediğim için tesbit ediyorum.

Hattâ ilk eserlerinin tâbirler listesindeki «Cennet-i ef al» terkibini «Cinnet-i ef al*» sanmış ve

korkuyla izahı¬nı istemiştim.

Yine tatlı tatlı gülümsemişlerdi: «— Cinnet değil, Cennet... Cennet-i efal...» Bir kediye bile

hitaplarını hatırlasam, kaydetmeden geçemem... Ona ait değersiz bir şey olamaz.

Huzurlarında zaman fikri içinde kavrulurken: — Ah efendim, dedim; şu insanların zaman

emni¬yeti kadar boş, ne olabilir? Bir bakıma sonu olmıyan ba¬samaklarla kıvrıla kıvrıla çıkan bir

merdiven; bir bakıma

202

tek basamak... Bütün omur, bir göz açıp kapamaktan iba¬ret...

Kelimelerin kadeh kadeh taşıdığı çile zehrini içen ben değilmişim de kendileriymiş gibi, mânayı tâ

kalble-rinden tadarak:

«— Ne doğru!»

Diye tastik ettiler.

Bu dünya, baştan başa noksanların ve yarımların işaretçisi olan zaman ve mekâniyle, nazarlarında

bir hiç¬tir.

Kitaplarında ve sohbetlerinde; ruh ve öz olarak, buyurdukları:

«— Zaman içinde, bir varlık, bir yokluk; bir varlık, bir yokluk... Varlık ve yokluk birbirini takip

eder. Oluk¬tan, kesik kesik, fazla hızla inen su damlaları gibi... Bun¬lar o kadar hızla birbirini

takip eder ki, insan varlığı yek¬pare ve sürekli görür: (Halbuki o, üstüste konmuş tavla pulları gibi,

bir siyah, bir beyaz; bir siyah, bir beyazdır.) Her şey, her ân helakte; yine her şey, her ân hayatta...

Al¬lah her ân her şeyi yok ve her ân her şeyi var eder. Vah-det-i Vücut nüktelerinden biri de bu...»

SADECE İNCELİK

Dedik ya; ne sorarsanız onun cevabını alıyorsunuz. O, alelade hiçbir şey söylemiyor. Yükseklerden,

aşağıda-kilerin adiliklerine lütfen elini uzatıyor; ve bu, yüksekli¬ğin tâ kendisi oluyor.

— Kesilen tırnakları nereye atalım efendim?

«— Toprağa gömmeli...»

Noktasına kadar...

203

i

— Av mubah mıdır?

«— Mubahtır; fakat yümünlü sayılmaz.»

— Ya köpek beslemek? «— Bahçede old lir.» Buralara kadar...

Hamr"in haramlığı ve pisliği malûm... Bu korku, tabiî bütün alkollü maddelere sirayet ediyor, bu

bakımdan kimyager Hilmi Bey (Ziya Beyin damadı, Albay) kolon¬yayı öne sürüyor ve esasının

alkol olduğunda ısrar ediyor.

«— Ne biliyorsun?»

Buyuruyorlar.

Bu «Ne biliyorsun» hitabmdaki inceliği, bilmek ne marifet!.. Asıl ilim bu... Bizzat kimyagere a

maddenin «alkol mü, değil mi, hamrden murat, kolonyadaki kulla-nılışiyle alkol mü, değil mi; bu

şekille emir arasında mü¬nasebet mevcut mu, değil mi?» inceliğini:

— Ne biliyorsun?

Diye belirten ölçü hassasiyetine ve rahmet görüşü¬ne can kurban...

Başlıca hikmet, ölçüleri fazla kurcalamamakta, ne sağdan ve ne soldan (bindirerek veya indirerek)

onları ör-selemekte, şüpheli şeylerden kaçınmakta ve hüküm kesip biçmemekte... Bilhassa kendi

kafasiyle kıyasa gitmemek¬te... ݺte «ham ve kaba softa»yla derin mümin arasındaki fark!.. İmam-ı

Gazali Hazretleri buyuruyor:

— Seriate, emirde olmayan şeyleri ekleyerek nus-ret ettiğini sananlar vardır ki, işleri, seriate

yardım değil; onu bozmaktır.

Şeriat, Allah emirlerinin manzumesi olarak kâmil¬dir. Kâmil ise, biliyoruz ki, ziyadesi; eksiği

olmayan..

204

Buyurdular:

«— Öyle her şeye (dır), (tır) demekten çekinmek lâzım...»

İman, iner ve çıkar mı?

Sünnet ehlinin itikatta iki ana mezhebi olan «Matüridî» ve «Eş'arî» mezheplerinden birine göre,

sabit¬tir, ne iner, ne çıkar. Öbürüne göreyse, iner ve çıkar; esasta sabittir, ya mevcut, ya değil...»

«Marifetnâme»nin son kısımları için:

«— En ileri nüfuz tabakalarına ulaşmış, mükem¬mel...»

Teşhisini koydular. «Füsus»un Türkçe «Bosnevî» şerhi için de:

«Anlayamamış... Çok hatalı...»

Dediler.

Hattâ «Mektubat»; İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin, bu, Allah'ın ve Resulünün kitabından sonra

dinde en bü¬yük eseri bile, Türkçe tercümesinde bazı yanlışlara bulan¬mıştır.

Sed kenarında hasır koltuklarından İstanbul'a doğ¬ru bakıp dediler:

«— Şu İstanbul ne garip belde!.. İnsan, mü'min ol¬mak için de, kâfir olmak için de burada her

vasıtayı, her imkânı bulabilir.»

205

— Hıristiyan, rüyada Allah'ın Resulünü görür mü? «— Görür; görünce de Müslüman olur.»

— Hıristiyanlardan velî çıkmış mıdır, çıkabilir mi? «— Allah'ın Resulünden sonra çıkamaz.»

Allah'ın Resulünü hiç duymamış bir insan; meselâ medenî âlemden uzak kalmış iptidaî bir insanın

vaziyeti?

«— İlâhî tevhit ve tenzihe kendi kendisine varmış¬sa mü'mindir.»

«— Sadr-ı İslâmda (Saadet devri) fitne yoktu; ak¬sine iddia küfürdür.»

Hazret-i Muaviye'yi soran birine:

«— Sen bir sahabî hakkında ne dersin?»

— (Radiyallahü Anh - Allah ondan razı olsun)de-

rım.

ݺte o kadar!..>:

Biri, kendilerine demiş ki:

— Allah bize adliyle tecellî etsin!..

«— Allah bize fazliyle tecellî etsin, bizi fazliyle

206

(meccanen, hiç yoktan, hiç değerimiz olmadan) koru¬sun..- Adliyle tecellî ederse yanarız!»

Buyurmuşlar.

Kapalı Çarşı'dan geçerken, karşılarına, tanıdıklar¬dan bir dükkâncı çıkmış:

— Efendi Hazretleri, dua edin de Allah, Muham-med Ümmetini kurtarsın!

Bir levhaya yazılıp kıyamete kadar bakılmak değe¬rinde, bir cevap vermişler:

«— Siz bana Muhammed Ümmetini gösterin; ben de size onun hemen kurtulduğunu haber

vereyim... Nere¬de o ümmet?..»

HARBE GDRDLMEZ

Sene 1941... Almanlar sınırlarımızda... Ben, bir ga¬zetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım

gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir ân meselesi olduğuna ka¬niim...

Mâverâ dâvası önünde çerden çöpten telâkki etti¬ğim bu meseleyi ve harbin gün meselesi olduğu

tezini hu¬zurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında, her zamanki yakınlarından

birkaç kişi ve Avukat Mahmut Veziroğlu isminde bir zat... Bu zat, sadece sevenlerden;

mensuplardan değil...

Anlatıyorum, anlatıyorum; ve görüşlerinden birço¬ğu ayniyle zuhur etmiş bir insanın gülünç nefs

emniyeti içinde, harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazî bir vakıa halinde gösteriyorum.

207

Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular:

«— Harbe girilmez. Yalnız, Birinci Dünya Harbin¬de olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usûlü

çıkmasa...»

İkinci Dünya Harbi, bizi tâ canevimizden nişanla¬dığı halde harbe girmedik; fakat pahalılık, vesika

usûlü, bu cevabın hemen arkasından milleti kavurdu, geçti.

Zannedersem 1961'de, ben zindandayken Allah'ın rahmetine kavuşan Mahmut Bey, bana bu

kerameti sık sık tekrar eder ve başını tutardı:

— Müthiş, müthiş!.. Herkes harbi beklerken «har¬be girilmez»; ve kimse vesika usûlünü

beklemezken «o olacak» diye beklemeleri büyük keramet!..

Almanlar için, Polonya işgalindeki zulümlerini duydukları zaman:

«— Eğer zulme başladılarsa, dediler; halleri harap¬tır. Şimdiden neticeyi kaybettiler.»

İngilizler hakkında buyurdular: "- İslâm düşmanı olduğu halde, bilmeksizin İslâm ahlâkına en yakın

Avrupalı millet...»

Müslüman doğup da işi Müslümanlığa düşmanlık¬ta bitirenlerle kıyaslayıp, bazı Avrupalıların,

küfürlerine rağmen «insaf» gösterdiklerini söylerlerdi.

.208

MURTED

Bir Avrupalı müsteşrikin İslâmlık aleyhindeki kita¬bını tercüme etmiş, «Abdullah» ismini taşıyan

koyu din düşmanı eski bir muharrire şu ismi takmışlardı: «— Adüvvullah (Allah düşmanı)...» Bu

«Adüvvullah»lar, bir - iki değildi. En büyüklerinden biri için buyurmuşlar: «—Ne ibadetimden, ne

amelimden rahmete güve¬nim var... Tek rahmet ümidim, mürtede buğzum, ondan nefretimdir.»

Bir mürted hakkında sordum: — Ne haldedir acaba öbür dünyada?.. Gözleriyle görüyormuşçasına

bildirdiler: «— Azapların en şiddetlisi içinde...»

«— Nikâh muamelesinde, Allah'ın emri diye bir serahat, yeter!»

Nice haramlara yemin edip sonra keffaret peşinde gezen bana, keffareti anlattıktan sonra emirleri:

«— Hem kefarretini ver, hem yapma!..»

İkinci Abdülhamid'in nasıl bir insan olduğunu ken¬dilerinden öğrendim; sonra 1939'da hocayken

Maarif Ve-

209

kili Hasan Âli Yücel1 in Tanzimatın yüzüncü yılı münase¬betiyle Dil Kurumu hesabına bana

yazdırdığı «Namık Kemâl» isimli eser zaviyesinden tetkiklerimi derinleşti-rince, hakikati bizzat

gördüm. Dediklerine, elifi elifine uygun... Muazzam bir keramet daha... Ve bu dâvayı Tür¬kiye'de

ilk defa ortaya atan ve attıran muharrir olmak haysiyetini kazandım. Tafsilât verecek değilim...

1943'ten başlayarak, bütün «Büyük Doğu»lar meydanda...

— Sultandan velî olur mu?

Sualime cevaplan:

«— Hayır, olmaz!»

AŞK

Hiç bir şeyle o şey için uğraşmayan ve en büyük kerameti bu noktada toplanan Efendi

Hazretlerinin, o za¬manlar bir «Darüşşafaka» talebesi olan Sabri'yi (Faruk Bey'in damadı, diş

doktoru Albay), eteklerinin dibine oturtup nasıl başından okşadığını hayâl ettikçe içim bur¬kulur.

İlâhî aşk âbidesi... Her şey gibi aşkını da peçele-meyi bilmiş, «nâr-ı beyzâ» içinde fıkırdarken

gülümseyen ve çocukları okşayan, Allah elinin yonttuğu rahmet ve şefkat heykeli...

AHENK

Muhib'e akşam üzerleri, yüksek sesle okutturduk-if -ı ilâhiler, yanık türküler, kulağımda... Allah

için İlâhî hikmet zaviyesinden ahenkli ses...

210

Bu bahisteki ölçü, «Rabıta» risalesindedir. Özü: «— Sema' ismi verilen ses ve ahenk, vesile olduğu

şeye göre kıymetlenir. Haram ve kötülüğe vesile oluyorsa o nisbette haram ve kötü, ulvilik ve

iyiliğe yardımcı olu¬yorsa o nibsette mubah ve iyi... Yâni döküldüğü kaba gö¬re şekil alan bir

mayi... Zahir ehli ona mutlaka «haram» demiştir ama, büyüklerden de iltifat gösterenler olmuştur.

Ahenkli sesin, kalb üzerindeki ulvî tesiri de belli... Bu ba¬kımdan Nakşî büyükleri, ne (mutlaka ve

her türlü haram) ölçüsünü kabul ederler, ne de (mutlaka ve her türlü helâl) düşüncesini... Onlar her

şeyi yerine tahsis ederler ve ahenkli seste de had ve şekil sırrına riayeti esas koşarlar. Şu var ki,

ondan ve hele ifratından çekinmeyi bir mizaç borcu bilirler. Başka yolların vecdi, şarap

sarhoşluğuna benzer; coşkun ve zahiridir. Bizimkiyse afyon sarhoşlu¬ğunu andırır; durgun ve içe

doğrudur. Ahenkli sesi inkâr etmeyiz ama, ondan, pek de hoşlanmayız.»

Bir gün, bir camide olanca fikrini ses ve musiki cehdine vermiş, Kur'ân okuyan birini görüp

demişler ki:

«— Allah, Kur"ân'ı böyle okunması için inzal et¬medi.»

Nasıl; muazzam mı?..

TEZ

Kılıçta, maddî fetihte, hattâ bazı Güzel San'atlarda üstün seviyelere ulaşmış olan Türk ırkının, saf

ve mücer¬ret fikirde, madde ötesi anlayış cehdinde, emsali müslü-man milletlere göre bir fark

belirttiği; meselâ bizden bir İmam-ı Rabbânî, bir İmam-ı Gazalî, bir Muhiddin-i Arabî yetişmediği,

vecd ve aşk devrinde yetişenlerinse büyük

211

ve usta kopyacılar olduğu, halis ve aslî (orijinal) müellif¬ler olmadığı; ve nihayet hiç bir nefs

muhasebesine giriş-meksizin kabul ettiğimiz İslâmlığı, yine hiç bir nefs mu¬hasebesine kucak

açmaksızın feda ettiğimiz yolundaki te¬zimi, en derinden dinleyip, en derinden doğruladılar.

ݪ BDLMEKTE VE TATBDKTE

Tefecilere ve tefeciliğe göre bir fark belirtmesi ge¬reken ve iktisadî nâzım rollerini inkâr mümkün

olmıyan bankaların aldığı faiz için:

«—Bu namla almamak, ücret ve masraf karşılığı diye almak lâzım...»

Buyurmuşlardı.

Bankada çalışan bir memurun aldığı aylık da, kâr yekûnunda faiz ifade eden şeylerle ifade etmeyen

şeylerin birbirine karışması ve neyin nereden geldiğinin bilinme¬mesi yüzünden kendini

kurtarıyordu.

Her işde kurtuluş ve rahmet yolu bu kadar açıkken, Tanzimattan beri işlerin ve hele baş iş dinin

aslını görebi¬len çıkmamıştı. Yâni, ya lâfta iman, ya gerçekte küfür yo¬bazı elinde haraplık,

perişanlık...

Yekpare, bölünmez, fedakârlık ve pazarlık kabul etmez mukaddes vâhidleri, zaman ve mekâna

tatbik liya¬katinde insandan, dört yüz yıldır eser yok...

MEVLEVD

Remzi Efendi isimli bir mevlevî şeyhini tanımış¬tım. Üsküdar'da oturuyordu. Gayet zarif edalı bir

insan...

212

Bir gün ona vapurda rastladım. Üsküdar'la Köprü arasında, bana, Efendi Hazretlerine dair, başından

geçmiş şu hadiseyi anlattı:

«— İlahiyat Fakültesinde Tasavvuf imtihanı vardı. Dersin hocası bendim. Abdülhâkim Efendi

Hazretleri mümeyyiz seçildiler. Geldiler. Huzurlarında imtihan baş¬ladı. Talebeden birine bir sual

sordum: (Tarikatlar arasın¬daki farika ve hususiyetler nelerdir?) Çocuk cevap verdi: (Harika ve

karemette Kaadirilik, aşk ve muhabbette Mevlevîlik, züht ve takvada Nakşîlik...) Sormaya devam

ettim: (Sen bunlardan birini tercih mevkiinde kalsan han¬gisini seçerdin?) Talebe, herhalde biraz

da hocasının Mevlevî olduğunu düşünmüş olacak ki, güzel bir cemile yaptı bana... (Mevlevîliği

seçerdim etendim!) dedi. Sor¬mak, talebenin tercih ölçüsünü kurcalamak lâzımdı: (Ni¬çin

Mevlevîliği seçerdin oğlum?) Talebe, tereddütsüz, karşılığını verdi: (Aşk ve muhabbete her şey

dahildir; her şey onun içinde...) Bu söz üzerine Abdülhâkim Efendi Hazretleri, çocuğa (Aferin!)

dediler. İmtihan bitti. Çıktık. Efendi Hazretleriyle yanyana yürürken kendilerine dedim ki: (Çocuk,

hocasının tarikati olan Mevlevîliği seçti, dü¬şüncesini söyledi ve siz onu aferinle takdir

buyurdunuz. Nakşî olduğunuz halde... Sebebini sorabilir miyim?) ݺte o zaman Efendi Hazretleri

bana aynen şu mukabelede bu¬lundular: (Çocuk doğru söyledi. Aşk ve muhabbete her şey dahildir.

Şu var ki, Nakşîlerin züht ve takvası, bu aşk ve muhabbeti örtmek için perdedir. Çocuk doğruyu

söy¬ledi. Züht ve takva ile örtülü aşk ve muhabbeti ayırt ede¬cek kadar derinlere inemezdi.)

Sözlerine hayran oldum. Çok büyük insandır o... Kapıyı tam bulmuşsunuz.»

O kadar inceydi ki, eski Mevlevî şeyhi, mücerret aşk ve muhabbetin yüzü suyu hürmetine, kendi

aşk şekli-

213

nin eksikliğini kabule razı oluyordu. Ve bu hadiseyi bana Efendi Hazretleri değil, kendisi

anlatıyordu.

Bazı vecd demlerindeki heybet ve temkinlerine dikkat ediyordum da, «Altun Silsile» büyüklerinden

biri¬nin, Mansur için "Abdülhâlik Gucdevânî müritlerinden o zaman en değersiz biri bulunsa ve

ona rastlasaydı ipe çe¬kilmezdi" tarzındaki sözünü hatırlıyor ve o hikmeti elim¬le tutar gibi

oluyordum.

dı!«

«— Bektaşînin küfrü ve Mevlevinin kibri olmasay-Buyurmuşlar.

Her tarikat aynı mukaddes noktaya giden birer yol¬ken, yolun istikamet hususiyetlerini

muhafazada bugün Nakşîlikten başkası kalmamıştır. O da gerçek Nakşî olmak şartiyle...

Bir gün Eyüp'te Hüseyin Efendi isimli bir ihtiyarı görmüştüm. Bu zat vaktiyle Nakşî postuna

oturmuş ve Efendi Hazretleri İstanbul'a gelip de Eyüp'te mekân ku¬runcaya kadar şeyh

geçinmekten çekinmemişti. Gerçek şeyhi görünce de edebiyle çekilmeyi bilmişti.

Bana demişti ki:

214

— Onu görünce şeyhlik neymiş anladım ve eteğine yapışmaktan başka işim kalmadığını kestirdim.

SAHTE VE GERÇEK

Tiyatrolarda muşamba perde üzerine çizili saray dekorları gibi, birkaç taklit çizgisi içinde kendisini

«fena fillâh» makamında gösteren, halk tarafından da sihirli seccadeler üzerinde göklere uçurulan

velî taslaklarının kolayca hazmedildiği bu devirde, gerçek velîye ait ince¬likleri göstermek,

Abdülhakîm Efendi'yi de bu ayırt etme işinin mihenk sıfatlarını taşıyıcı zat olarak meydan yerine

dikmek bana borçtur. Kendilerinin bütün bir hayat bo¬yunca kaçındıkları bu şöhret ve alâyiş hali,

onca ne kadar kesik ise, onu tesbit; bence o nisbette borç... Tâ ki, bu yo¬lun isteklileri, muhtaç

oldukları mizana kavuşsunlar...

Kuyumcu, şahsiyle teneke bile değildir ama altunu ayarlamakta, bir ustalık sahibidir. Şimdi

müsaade ederse¬niz biz de, bir velîyi teşhiste çektiğimiz bunca çile karşılı¬ğı, bir ihtisas sahibi

olalım ve tenekeden âdi şahsımızla, gerçek ve sahtesini ayırd edeici melekeden bir pay dev-şirmiş

bulunalım.

Herkes şeyhini büyük ve üstün tanıdığına, asrının sadece bir tanesi olduğunu ve bunu da müsbet

veya menfî, ispat mümkün olmadığına göre, evvelâ mücerred büyüklük ve üstünlük hassalarını izah

ve ancak ondan sonra bu hassalardan mürşide düşen hisseleri tesbit et¬mek, başlıca usûl ve zaruret

olmaz mı?

Halbukî bizde, Allah'ın yakınlık dairesi içine aldığı dostlarına ait kıymet ve büyüklük şartlarının ne

olduğunu bilmeyenler, sâf bir bakışa, bön bir duruşa, keramet satıcı

215

bir edaya, bir anda hemencecik meftun olup bütün tenkid hislerini, mizana tatbik şuurlarını ve

müşahade selâmetlerini kaybeder, burunları halkalı vahşi kabileler halkı gibi, şeyhlerini veya şeyh

sandıklarını bir (tabu) da¬iresi içine alırlar ve çok defa bilmeksizin şeriat bendlerini yıkıp

mukaddes ölçü ve hadleri taşıra taşıra Uhud dağı büyüklüğünde bir put imâl etmeye doğru

giderler...

Güya imân ve İslâm adına yapılan bu şeylerin be¬lirttiği ruhiyat ile, doğrudan doğruya imân ve

İslama zıt olarak, yine doğrudan doğruya küfür tarafından girişilen ve doğrudan doğruya küfrün

kendisi olan putlaştırmalara ait (psikoloji) arasında fark yoktur.

Gerçek mürşid, her şeyden önce bu hâle, samimi¬yetsiz sözlerle değil, müridlerine üflediği fikirle,

ruhla, zahiri ve bâtınî ilimle, terbiye ve disiplinle mâni olandır.

Müridine bak, şeyhini tanı!

Bir gün bir doktor bana dedi ki: — Efendinin büyüklüğüne delil aramaya ne hacet! Senin gibi birini

bu hale getirmesi yetmez mi?..

Velîlerin derece ve mertebelerini tâyin ederken sımsıkı muhafaza edilmesi gereken umumî ve temel

ölçü, «had» mefhumunu anlamaktan ibarettir. Din, bir baştan öbür başa hadler tablosundan ibarettir

ve aynen Abdül-hakîm Efendi hazretlerinin, malûm tabiriyle:

«— Edeb, hadlere riayet demektir, en büyük edep de İlâhî hududu muhafaza etmek..."

216

HADLER

Resule Allah dememek şartiyle ne denilse az...

Sahabîye nebî dememek ve yalnız nebilere mahsus vasıfları kondurmamak şartiyle ne denilse az...

Velîleri de asla sahabî, hususiyle nebî ve resul va¬sıflarına ve mertebesine yükseltmeden, bu sınır

içinde is¬tenildiği gibi yüceltmek caiz...

Bu ana ve temel ölçüden sonra, velîlere ait, kökleri bâtında, fakat alâmetleri zahirde, şu vasıflar

gelir:

1 - Anahtarın kumdaki yatağıyle kendisi arasında¬ki mutabakata eş, her hâli, her sözü, her

hareketiyle tam bir şeriat uygunluğu...

2 - Yine Abdülhakîm Efendinin «mevzuunu bula¬maz ki ben desin...» şeklinde belirttiği gibi, en

küçük benlik kokusuna yer vermeyen ve bunu bilhassa sahte ta¬rafından bir kelime oyunu halinde

göstermeyen halis bir mahviyet...

3 - Keramet izharından, vücudunu kafes arkasında güneş bile görmemiş bir bakirenin herkes içinde

sırtından gömleği düşmüşçesine duyacağı hicaba benzer bir duygu, utanç sahibi olmak... Keramet

velîlerde ya ihtiyarsızca, İlâhî iradeyle meydana gelir, yahut yine İlâhî iradeyle maslahat icabı olur;

ve asla makinenin düğmesini çevirip çarkını işletircesine şahsî ve keyfî bir tasarruf belirtmez.

4 - Muhteşem bir heybet ve temkin... İlâhî iradeye bağlı olmaktan gelen bir teslimiyetle dünya

işlerinden uzaklık ve hak yolunda olsa bile hadiseleri zorlama miza¬cına yabancılık... Bu nokta,

gerçek kemâl ehlini sahtesin¬den ayırdedici başlıca vasıflardan birini gösterir. Cemiyet

meydanında, nefslerine Mehdî süsünü vererek ulu-orta bayrak açan ve çok defa başarısızlığa

mahkûm hareketle-

217

re girişen tiplerle, İlâhî irade karşısında temkin ve tesli¬miyet sahibi kâmiller arasındaki ince fark...

Kimse İlâhî iradeyi bilmeyeceğine göre, ona zıt bir davranışta bulun¬mamak için, pısırıklık ve her

türlü hamleden uzaklık mânasına gelmeyen bir temkin ve teslimiyet, ancak bü¬yüklerin kârıdır. Bu

temkin ve teslimiyet, ne kötülüğe rı¬za, ne de cemiyet alâkasından tecerrüt haliyle de izah

olu¬namaz. Belki Allah ile velîsi arasında, son derece mah¬rem ve gözlerden nihan bir sır belirtir.

Daima Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin tabiriyle tesbit edelim: «Allah sırrını eminine verir; bilen

söylemez, söyleyen de bilmez!..» Tekrar edelim ki, kendilerini âlemin ıslahına memur gören ve

telâş içinde birtakım hareketler peşinde koşan, şöhret hırslısı insanların nefsanî hâllerine nispetle,

bu harikulade bir heybet içindeki temkin ve rıza tavrı, velîye ait başlıca alâmettir. Din dâvasında

cemiyet içi mücadele makamı ise ayrıdır ve ermişlik iddiasına geç¬memek şartı altında mübarektir.

5 - Allah Resulünün kâinat çapındaki ahlâkların¬dan tam bir nasip... Nefsten geldiği hissini veren

en kü¬çük kokuyu bile üzerinden silmiş olmak... Allah için öfke ve sevgiden başka, ne bir şeye

kızmak, ne kucak açmak...

6 - Çarpıcı bir huzur hali... Bu dünyadayken bu dünyada olmadığını gösterici bir hal ve bu halin

edebi... Bir kere bile, esnediğini, kaşındığını, gevşediğini, ayak üstüne ayak attığını, her hangi

nebatî veya hayvanî, hattâ kaba mânada beşeri bir hareket yaptığını göstermeyen, maddesiyle

ruhunu tek noktada perçinlemiş bir edep...

7- Hikmet... 8-Letafet... 9 - Zarafet... Kısaca:

218

Bir yerde, şeirat inceliklerinde laubali, üzerinden benlik kokuları gelen, velilik iddia edici ve

karemet satı¬cı, gözü dünyada ve güya dünyanın ıslahında, usûlü telâş ve didinme ve gayesi isim

ve şöhret, müritlerinin keyfiye¬ti yerine kemmiyetine düşkün birini gördünüz mü, rahat¬ça hüküm

mührünü basabilirsiniz:

— Bu adam bir velî değil, ancak bir denîdir!!

Artık bu ölçüleri dilediğinize tatbik edip hüküm kesmekte serbestsiniz.

Bugün ortada «sucu» veya «bucu»lara karşılık «Abdülhakîm'ci» diye yaftalı bir zümre

bulunmaması bile onun büyüklüğünden ayrı bir işaret... O, asrının «kutb-ül-irşad - İrºad Kutbu»ydu

ve makamının sânı bakımından satıh nümayişlerinden münezzehti.

Bir şeye dikkat ettim:

Efendi Hazretlerinin meclislerine devam edenler¬den hiç bir fert gösterilemezdi ki, o mecliste

susarak otur¬muş, hattâ pek az şey dinlemiş, nazarlarına hedef teşkil etmekten ibaret kalmış olsa

bile, kendisinde her meseleyi çözümleyebilecek nuranî ve ruhanî bir ayırdedicilik has¬sası

doğmamış bulunsun...

Bir gün bir derslerinde şöyle buyurmuşlar:

«— Bizim meclisimizle bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler

bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar...»

Resuller de kıyasın içinde olarak bütün mahlûklar Allah'a ve onun yarattığı derecelere karşı birer

had ile çevrilidir. Hiç bir had ile mahdut, hiç bir hükümle

219

mahkûm, hiç bir kayıtla mukayyet olmayan yalnız Al¬lah...

Dedik ki, Resullerin de bir haddi var. Bu had, an¬cak ilâhî zât ve kudretin sınırladığı son çizgi...

Onlara, Allah dememek şartiyle ne denilse ve hangi büyüklük izafe edilse azdır.

KIYMET HÜKMÜ

Efendi Hazretleri, her haliyle etekleri altında bütün bir cihan gizleyen ve küfrün en kuduz devrinde

gelmiş ol¬mak bakımından derecesi en ileri olmak icap eden o bü¬yük kutuptu ki, hikmetini

doğrudan doğruya peygamber¬lik sırrından devşirici irşad makamının, Abdülhalik Guc-devâni,

Şah-ı Nakşibend, Abdullah Ahrar, İman-ı Rabba¬ni, Mevlâna Halid ve daha niceleri gibi üstün

temsilcileri arasında mevki sahibi bulunuyor; en büyük hususiyeti de en azgın küfür mevsiminde

her kemâlin kefaletini şeriatta göstermek memuriyetinde toplanıyordu.

Uydurma Menemen hâdisesi münasebetiyle şeyh ve şeyh bozuntusu kim varsa toplayıp Menemen'e

gön¬derdikleri zaman, Efendi Hazretlerini de, ne tarikat, ne si¬yaset, dış dünyaya sızan hiç bir

faaliyetleri olmadığı hal¬de yakaladılar ve oralara sürdüler. Binbir çile içinde dim¬dik, tevekkülle

İlâhî iradeyi bekledi ve «Divan-ı Harp» huzurunda olanca müdafaasını, şu «Din Mazlumları»

ki¬tabındaki harikulade cümleye sığdırdı:

«— Ben şeyh değilim ve o yüce mertebeye lâyık ol¬maktan uzağım; yok, eğer şeyhlik devrimizde

gördükleri¬min hali demekse ona da tenezzül etmekten münezzehim!»

220

DDNLEDDKLERDM

Vefatlarından hayli sonra... Cevat Yücemen'le kar¬şı karşıyayız.

— Anlat bakalım, Cevat Bey, Efendi Hazretlerinin kerametlerinden ve kendilerinde tespit ettiğin

harikalar¬dan birkaç şey anlat!..

— Ne anlatayım; her hali bir keramet... Bir tanesi ise gizli kalabilecek cinsten değil... Sakarya

Harbi sırala¬rı... Ben üstteğmeniın... Ordumuz ric'at ediyor ve Anka¬ra'nın boşaltılması faaliyetine

girişilmiş bulunuyor... Ba¬na emir buyurdular: «Hemen Ankara'ya git, orduya katıl ve herşeyden

evvel Fevzi (Mareşal Fevzi Çakmak) Paşa¬ya çıkıp de ki: Beni buraya kendi halinde bir müslüman

gönderdi. Yılmasınlar, sebat etsinler, zafer muhakkaktır diyor.» Gittim ve Mareşal'e aynen

söyledim, Teşekkür et¬ti. Orduya katıldım, harbe girdim; yaralandım ve «malûl yüzbaşı» olarak

emekliye ayrıldım. Zaferi de gözlerimle gördüm. ݺte sana en büyük keramet!..

Muhib Işıklar anlatıyor:

- Bir cuma namazından sonra gördüm; ve görüş iş¬te o görüş!.. Kapılandım ve bir daha eteğini

bırakmadım. Daha ne söyleyeyim?..

Söz, onun otuz yıllık nedimi; gölgesi kadar yakını Şakir'in:

— Yedi yaşımda yanlarına girdim ve vefatlarına kadar otuz yıl yanlarından ayrılmadım. Geceleri

de aynı

221

odada, beraberlerinde kalırdım. Onu benden dinlemeyin; gördüklerinizle yetinin!.. Benden

dinleyeceklerinizi akü almaz.

— Söyle Şakir, söyle!.. Bizim aklımız; alamadığını da alır.

— Bir gece, or»ı ay'ır ondördü altında, ay'ın mı ona, onun mu ay'a ışık verdiği belirsiz bir

nuranîlik içinde gördüğümü söyleyecek olsam, aklınız kabul eder mi bu¬nu?..

— Kabul eder, Şakir!

— Evet, onu ay'a ışık verirken gördüm.

İnanırım, Şakir!

İzmir'de Hisar Camiinde... Huzurlarına oniki yaşında bir çocuk getiriyorlar. Çocuk dilsiz...

Anne ve baba, çocuklarını kapmış, haberini aldıkları Velînin huzu¬runda... Anne ve baba camiin

giriş noktasında bekliyor ve çocuk Efendi Hazretlerine doğru ilerleyip ellerini öpüyor. Efendi

Hazretleri çocuğa hitap ediyorlar: Adın ne, oğ¬lum! Dilsiz çocuk hemen cevap veriyor. Ahmed!..

Anne ve baba çılgın bir hayranlık içinde...

—Müthiş, Şakir!

— Bir gün beraberce, Üsküdar'da medfun Abdül-fettah Efendi isimli bir şeyhin mezarına uğradık.

«Rabıta et ve gördüğünü söyle!» buyurdular. Rabıta ettim ve de¬dim: Uzun boylu ve esmer bir

zat!.. «Evet, dediler; öyle, tıpkı dediğin gibi...»

— Daha, Şakir, daha...

— Bir gün sıkılmışlar... Müthiş bir kabz hali, manevî kabz... Dayanılır gibi değil... Nida gelmiş:

Dayan, ilâhî rahmet geliyor! Dediler ki: «Rahmet geldi ve bir damlası üzerime düştü, vücuduma

yayıldı. Hemen o anda şifa buldum.»^

222

DEVAM ET!

— Devam et, Şakir, devam et!..

— Ne söyleyeyim; başı ve sonu yok ki!.. Her ha¬liyle keramet, zarafet, nezaket...

Ve Şakir:

— Sizin için gıyabınızda bir sözleri var... «Elime daha önce geçseydi daha başka olurdu!»

buyurdular. Bir gün de huzurlarında sizi yermeye çalışan birine şöyle de¬diler: «Ben Necib'ime lâf

söyletmem!»

Muhib:

— Ben bir çift sözlerini bildireyim: «Dlim cehli iza¬le eder, ahmaklığı değil...» İkincisi de şu:

«Mevlevînin kibri, Bektaşînin de küfrü olmasaydı, ererlerdi!»

Muhib:

— Japonya'dan Amerika'ya kadar, bütün Asya, Af¬rika ve Avrupa, nerede bir İslâm topluluğu

varsa gezdim. Uzun yıllarım İslâm memleketlerini gezmekle geçti. Git¬tiğim her yerin din

büyüklerini aradım ve gördüm. Hiç bir yerde Efendi Hazretlerinin ayağına su dökebilecek bir

insana rastlayamadım.

Muhib, Efendi Hazretlerinden sonra emanetin ki¬me geçtiği dâvasını kesinlikle çözümleyen derin

anlayış¬tır:

— Efendi, makamların en üstünü olan İrºad Ku-tupluğuna sahiptir. Aynen kendi ifadesiyle, irşad

kutbu, vefatından sonra da memuriyetine devam edebilir. Medar kutbunun ise mutlaka dünyada

olması gerekir. Görünüşe göre yolu dış ölçüleriyle talim edebilecek birkaç fert bı-raktılarsa da

yerlerine kimseyi tâyin etmediler; ve ma-

223

kamlarını da öbür âlemde faaliyetine devam etmek üzere bareber götürdüler.

Yine Şakir:

— Bir sabah tekkenin mescidinde namazdayız. Ben ve kendileri... İki kişiyiz. Her zaman olduğu

gibi imamlık bende, bana uymaya tenezzül etmek lûtfu da on¬larda... Mescidin giriş kısmı baştan

başa camekân; ve gi¬rişteki, sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülmekte... Biz

namaza hazırlanırken zevcem gelip so¬fa kısmında çaylarımızı hazırlamaya başladı. Namaz ve dua

bitip de sofaya geçince gördük ki, semaverin etrafın¬da iki çay bardağı yerine bir sürü fincan...

Zevceme bu kadar fincana lüzum olmadığını söyleyip niçin ikiden faz¬la fincan getirdiğini sorunca

şu cevabı aldık: «Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış...»

Ve Şakir:

— Eyüp türbedarı vefat etmiş... Buyurdular: «Bi¬zim Ceddimize Hazret-i Halid çok hizmet etmişti.

Biz de şimdi onun türbesine hizmet edersek bize nimet olur.» Müzeler idaresinden iki zat gelip

bana türbedarlığı teklif ettiler. Kabul etmek istemedim. Buyurdular: «Şimdiye kadar emirlerime

karşı durmadın! Yine durmayacaksın. Kabul et!»... Kabul ettim ve yirmibeş gün kadar Hazret-i

Halid'e türbedarlık ettim.

— Sonra?..

— Sonrası malûm... Sürgün...

224

SÜRGÜN

Sene 1943... Ben, gazetedeki fıkralarıma ve yüksek mimarî şubesindeki derslerime devamdayım...

Efendi Hazretlerini her görüşümde insan, ondan her ayrılışımda hayvanım-.. Yalnız ağzı ve

kalbiyle birtakım doğruları geveleyen, fakat teniyle çöplükte yaşayan bir hayvan... Tam da

filozofun dediği gibi, metafizik hayvan...

(Büyük Doğu)yu hazırlıyorum... Birinci oğlum Mehmet doğmuştu o senenin Temmuz ayında...

Babıâli, Erenköy'ü, git, gel, aşırı telâşlar içindeyim... Ev, ilk ço¬cuk, afiş, kâğıt, muharrir, matbaa,

nereye yetişeceğimi bi¬lemiyorum... Efendimi göremiyorum...

(Büyük Doğu) çıktı. Eyüb'de bir kurban kesmek ve Efendimin elini öpmek niyetindeyim.

Bir otomobile atlayıp Eyüb'e gittim. Kurban işini görüşmek için çarşıda yakınlardan birini aradım.

— Hiç gitme yukarıya!

— Neden?

— Efendiyi götürdüler!

— Kimler?

— Polisler...

— Ne diyorsun?

— Ne yazık ki, böyle... Hem de bugün... Sabahle¬yin oradaydım; çok sıkılıyorlardı; «Hayırdır

inşaallah» diyrlardı. Biraz sonra memurlar geldi.

— Neredeler şimdi?

— Her halde Birinci Şubede...

Fazla konuşamadım; hemen otomobilime atlayıp, gözümün önünde bomboş ev, mescit, şadırvan,

doğru Po¬lis Müdürlüğüne...

Vakit akşam...

225

Nöbetçi müdürü görüp kendimi tanıttım, görüşmek müsadesini istedim. Verdiler. Son katta Birinci

Şube... Ondan sonra tadını bir hayli tattığım Siyasî Kısım... Beni bir odaya aldılar. Bekledim.

Kapı açıldı, Şakir geldi. Vekâr içinde, fakat mah¬zun, perişan...

— Ne o, Şakir?

— Hiç efendim, bizi alıp getirdiler.

— Ne olacak?

— Galiba İzmir'e gönderecekler!

Şu anda bir derdiniz?

— Yok efendim!

— Efendi Hazretleri?

İyiler efendim!

Birtakım teşebbüslere girişmek azmiyle, şimşek gi¬bi taş merdivenlerden atlayıp indim. Polis

Müdüriyetin¬den çıktım, Fakat hiç bir şey yapamadım.

1942 - 43 kışında ben Erzurum'da ikinci askerliği¬mi yaparken Efendi Hazretlerini bir iki kere

ziyaret etmiş olan zevcem, parmağı ağzında, apışmış, ben ondan daha şaşkın, bakışıyoruz.

Hayrola?..

Bir ân geriye dönelim:

1943 yılının Eylül ayı... Ramazanın 18'inci günü... Eyüb'deki evleri başlıyor ve aranıyor, tabiî

kitaplardan

226

başka hiç bir şey yok... Ne olabilir? Bir bohçaya itina ile sarılı bir hırka buluyorlar:

— Bu da nesi?

— Alelade bir hırka, bir hatıra...

Hırka, mürşitleri Seyyid Fehim Efendi Hazretleri-nindir ve Efendi Hazretleri nezdinde en değerli

emanet...

Efendi Hazretleri ve Şakir'le beraber hırkayı da alıp Müdüriyete götürüyorlar. Orada gördükleri

muamele nazik ve iyi... Galiba insandan ve halden anlayan bir mü¬düre rastlıyorlar.

Haklarında Vekiller Heyeti kararı var... Tebliğ edi¬liyor. İzmir'e gönderilecekler... Önce kendilerini

İpek Pa¬las otelinde yatırıyorlar ve ertesi günü Ege vapuriyle İz¬mir... Şakir Mersin'e düşüyor.

Yâni ilk çocukluğundan beri saniye ayrılmadığı Efendisinden ayrılıyor Şakir... Hem de bu dünyada

büsbütün...

Damatları Van Mebusu İbrahim Arvas, teşebbüs üstüne teşebbüsle... Birkaç ay sonra yine Vekiller

Heyeti karariyle serbest kalıyorlar. Yakınlarından bir ikisi İz¬mir'e gelip kendilerini alıyor,

Ankara'ya getiriyor. Anka¬ra'da, biraderlerinin oğlu Faruk Işık'ın Hacı Bayram Ca¬mii tarafındaki

evine iniyorlar.

Hastadırlar... Zaten bütün alâmetler, bu dünyadaki faaliyetlerinin kemâlden sonra zevale inhiraf

ettiğini gös-temekte...

Derler ki:

«— Her kemâlden sonra bir zeval beklemeli...»

227

Ankara hiç sevmedikleri bir yerdir; ve bir gün o ci¬varda gömülecekleri hayâllerine bile

uğramamış bir key¬fiyet... Hattâ İstanbul'da, Bağlarbaşı'nda; Şeyhülislâm Hikmet Efendi'nin kabri

yanında kendilerine bir mezar hazırlatmışlar, bir de tabut yaptırmışlardır.

SON NEFES

Faruk beyin, eski Ankara tipi ahşap evinde ondo-kuz gün hasta yatıyorlar.

Nihayet, 1943 yılının 27 İkinci teşrin Cumartesi günü (29 Zilkaade 1362) gün doğmadan on sekiz

dakika

evvel...

Tam sabah namazı vakti...

Elleri Faruk Beyin ellerinde... Rüçhan Işık (Faruk Beyin oğlu) ayaklarını uğuyor.

Dudaklarında tek kelime... Kâinatın tek kelimesi:

Allah...

Son nefes...

Vefat ediyorlar...

Seksen üç yaşındalar...

Vefat ânında zelzele...

O gecenin sabahı, hemen o sabah, damatları İbra¬him Arvas'ın Keçiören'deki köşküne

naklediliyorlar, Gasl, teçhiz, tekfin, orada...

Ve Keçiören'den ileriye doğru Ankara'ya 24 kilo¬metre mesafede bir köye götürüp defnediliyorlar.

Ayni günün gurup vaktinde, güneş batarken...

228

Ya sen, Necip Fazıl; bütün bunlar olurken, yeryü¬zündeki güneşin batarken neredesin?

BAİLUM

Şimdi bir mesele:

Mübarek nâşın İstanbul'a nakli için resmî makam¬lara başvuruyorlar. Tahnit (ilaçlama)

mecburiyeti olduğu cevabı veriliyor. İmkânsız!.. O halde?.. Şehrin belediye sınırları içinde

ölenlerin Asrî Mezarlığa gömülmesi şartı da var... Daha imkânsız!.. O halde?.. Kırşehir'e

kaldırma¬yı ve orada bazı yakınları arasında toprağa vermeyi düşü¬nüyorlar. Bu da resmî şarta

uygun değil...

O sırada ahşap evin kapısı çalınıyor ve kim oldu¬ğu, nereden geldiği, ne istediği belli olmayan ak

sakallı

bir adam:

— Ankara civarında Bağlum isimli bir köy vardır, diyor; orada Nakşı şeyhlerinden bir zat da

medfun... Ora¬ya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır!

Ve çıkıp gidiyor. Meçhul adamın arkasından koşu¬yorlarsa da ele geçiremiyorlar.

Bağlum, Ankara'nın belediye sınırları dışında ol¬duğu halde, cenazeyi battaniyeye sarıp bir taksi

içine atı¬yorlar ve en yakınlarından birkaç kişi, Bağlum nahiyesine götürüyorlar. Yolda İbrahim

Arvâsi'nin Keçiören'deki köşküne uğruyorlar ve teçhiz tekfin işini orada yapıyor¬lar. Bir de

bakıyorlar ki, 12 kişiden ibaret olan yakınları¬nın cenaze etrafındaki dairesi 500 kişiye çıkmıştır.

Bunlar kimdir, nereden gelmişlerdir, ne demek isterler, hep meç¬hul...

229

Efendi Hazretlerini; yalçın ve çırılçıplak Bağlum mezarlığının ilkokula bitişik köşesine, namsız

nişansız, ilansız, işaretsiz şekilde defnediyorlar.

Mübarek mezar, bugün, üzerinde yazısız bir taş olarak, her şatafattan uzak, semalara tebessüm

etmekte¬dir.

HABER

Efendi Hazretlerinin vefatını zevceme, Beylerbe-yi'ndeki, annemin evinde ve geceden değil de,

sabahleyin haber verdim:

— Allah'ın emriyle toprak tabakaları tiril tiril tit¬rerken vefat ettiler. Tam zelzele ânında...

Yatakta kadıncağızın başını yastığa dayayıp, sessiz ve mütevekkil, nasıl ağladığını, yüzü hiç

buruşmadan gözlerinden nasıl yaşlar boşandığını görseydiniz...

— Biz kendi halimize ağlıyalım... O gerçek mekânına gitti.

Dediğim zaman ben, doğruluk maskesi altında ukalâlık gayretinden ibaret bir taş yüreklilikten

başka hiç bir gerçeği belirtemiyordum; Neslihan ise, gözyaşlariyle ıslattığı sessizliğe bürülü, tam

hakkı tercüme ediyordu.

Sonradan, Efendimi anarak, haftalarca, aylarca, hattâ yıllarca zindanlarda ağlamak üzere, o ân,

taştan farksızdım.

ANKARA'DAKD KÖY

Bağlum... Ankara'nın bir köyü... Ankara'dan çıkı¬yor, Keçiören'den geçip, Verem Sanatoryomunun

önün¬den süzülüyor, dağ yoluna düşüyorsunuz. Sapsarı step... 230

Yükseklerdesiniz. Kumları çıtır çıtır yollar, büklüm bük¬lüm virajlar, kıvrım kıvrım tepelerden

arkanıza bakarsa¬nız, Ankara, çukurlarda, mukavvadan bir maket... Keskin yar'lar... Bir sağınızda,

bir solunuzda... Nihayet iki tepe arasında manzaranın kısıldığı bir yola giriyorsunuz. Aşa¬ğıya

doğru biraz inip, birdenbire, geniş bir köy meydanı¬na çıkıyorsunuz. Solunuzda nahiye binası ve

jandarma... Köylü kılığı gibi, hep aynı üslûp içinde değişik, kerpiç¬ten, toprak damlı evler...

O gün bugün, bir hayli modernleşmiş burası da...

İlk karşılayıcınız, köpekler... Kimi kuyruksuz, kimi kulaksız çoban köpekleri... «Karabaş»lar...

Peşlerinde şal¬varlı ve yol yol mintanlı, sümükleri akan çocuklar... On¬lar da, köy evleri gibi, sabit

bir üniforma içinde...

Nahiye binasının önünden dosdoğru yürüyünce, solunuzda bir mezarlık... Ne bir ağaç, ne bir şey...

Cılk ve paslı mezar taşları... Yürümekte devam ediniz. Karşınıza (asrî) bir bina çıkacak... Mektep...

ݺte, mezarlığın mek¬tep bahçesine bitişik nihayetinde, yüzünüz mezarlığa doğru sağ dip köşesinde

bir kabir...

Efendimin nur yatağı...

NUR YATAİI

Hey gidi hey!.. Hayatında, üzerinde tek toz tanesi görülmezdi. Şimdi de mezarı öyle... Her türlü ilgi

ve ba¬kımdan uzak, bu pas ve küf çerçevesinde, üstünde tek harf yazılı olmıyan iki taş arasında,

insana inbikten süzül¬müş toprakla dolu hissini veren, küçük yerden bir karış yüksek bir beton

mustatili içinde, her zamanki derin ve tatlı tebessümleriyle gülüyor mezarı...

231

Mezarın ayak ucunu sağınıza alıp baş tarafına doğ¬ru bakıyorsunuz:

— Es'selâmü aleykûm, ey Allah'ın büyük velisi!

Ve çömeliyorsunuz. Ruhaniyetine sığınıyorsunuz.

Bir «Fatiha» ve on bir «thlâs» okuyup hediye ettik¬ten sonra, gözleriniz, kalbiniz ve beyniniz

kamaşmış, öy¬lece kaimiz...

Bu hale, «Rabıta-Şerife» risalesinde yazılı olduğu gibi, mezarlara kalb bağlamak denir. Eğer

mezardaki, kü¬çük, «istihlâk edilmiş» velilerdense, tesir çabuk ve kesik olur, gelir ve gider. Büyük,

irşada ehliyetli velîlerin tesi-riyse yavaş, ahenkli ve devamlıdır; çabuk gelmez ve ça¬buk gitmez.

Efendimin kabrini her ziyaretimde, akşama kadar tesirini taşıyor; hemen her defa bir şişe veya kutu

içinde aldığım toprağmdan, kokladıkça bayıltıcı bir misk kokusu duyuyor ve sarhoş dönüyordum.

Bu toprağın, şişe içinde, fosfor pırıltısına benzer bir ışıldama verdiğini söylersem inanır mısınız?

Yoksa işi «tabakat-jeoloji» mütehassıslarına mı havale edersiniz?

Allah, mezarımı Efendimin ayak ucunda ve yanı başında nasip etsin ama, olur da kısmetimize

başka bir yer düşerse, tabutumun üstüne evvelâ o topraktan atılma¬sını, bütün Müslümanlar

huzurunda vasiyet ediyorum. Zevcem ve çocuklanm da kendileri için aynı şeyi düşün¬sünler...

O GÜNDEN BERD 1943 - 1978

232

1944 BAHARI

1944 İlkbaharında (Büyük Doğu)yu, ilk defa ola¬rak Vekiller Heyeti karariyle kapadılar. Biraz

evvel de, Güzel San'atlar Akademisi Yüksek mimarlık şubesindeki hocalığımdan, Hasan Âli

Yücel'in emriyle atılmıştım.

Sebep, henüz rengini tam belli etmek imkânını bile bulamayan (Büyük Doğu)nun, bir iki hadîs

meali neşret¬miş olması... Şöyle, en pest perdeden de, birazcık; biraz¬cık Allah ve ahlâktan

bahsetmiş olmak...

Kısa bir müddet evvel de, zamanın Başvekili (Sa¬raçoğlu Şükrü) tarafından, tamim halinde, her

gün bir fık¬ra yazdığım gazeteye çifte aylı bir emir gelmişti: «— Allah ve ahlâktan bahsetmek

yasaktır!» (Büyük Doğu)da çıkan hadîs meali şöyleydi: «— Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez.»

O zaman Ankara'da gördüğüm Hasan Âli, bana ne demiş olsa beğenirsiniz:

«— Bu hadîsi neşretmek, bize itaat edilmez de¬mektir.»

235

İnkâr eden, zaten itaat diye bir şey tanımıyacağına göre, bir taraftan Allah'ı kabul eder gibi olup bir

taraftan itaat etmediğini söylercesine bu garip küfür ifadesi, idra¬kimi dondurmuştu.

Sonra bu adam «Allah» diye kitaplar yazarak öldü. Ne cilve, Allah'ını!

1944 Mayısı, üzerime, bir pençe gibi uzandı:

— Gel bakalım; şu 1934 Mayısında geçirdiğin manevî buhranın daha çetinini, Efendinin vefatı

arkasın¬dan, ilkinden tam on yıl sonra yaşa!..

«Aman!» demeğe kalmadı; aynı sabit fikirlerle gökler yine üzerime yıkılmaz mı?

Allah'ın emriyle bana şifamı veren ve beni bâtınında tutan Efendimin vefatiyle, yine Allah'ın cilvesi

olarak, dayanıksız mı kalmıştım? Ölümün ne değeri ola¬bilir; onun ruhaniyeti, kınından sıyrılmış,

kınını atmış bir kılıç halinde daha keskinleşmiş değil miydi? Muhakkak!.. Fakat kendilerine ve yol

edebine aykırı işlerimin ceza gü¬nü, demek vefatlarının hemen arkasıydı.

Sille... Sille yiyordum. Oradan geliyordu. Oradan gelen her şey acak lütuf... Bereket ki sille

yiyordum ve dünyada yiyordum.

Al sana bir harika daha!..

HARDKA MI?

Vefatlarından sonra ruhaniyetlerinin tecellisine ait hakikatların en büyüğü, (TAN) matbaasının,

milliyetçi ve mukaddesatçı Üniversiteliler eliyle, ot yolunur gibi pa¬ramparça edilmesinde

göründü.

236

«Sertel»lerin bütün avanesiyle tam bir komünizma tezgâhı haline getirdiği bu gazetede bir

muharrir, benim dindarlığımı ele olarak, bir şeyhim olduğunu, şeyhin beni önüne oturttuğunu,

ağzımı açtırdığını, «hak tu!» diye ağ¬zıma tükürdüğünü ve işte o hengâmeden beri malûm hale

geldiğimi, bana ve Efendime şeni bir istihza ve hakaret üslûbu içinde yazmıştı.

Yazıyı okuduğum zaman, sırf Efendime edilen ha¬karetten ağlamış; ve gece herkesin uykuda

olduğu bir sa¬atte ellerimi yükseklikler âlemine kaldırıp, gönül taşırıcı bir iç acısiyle yalvarmıştım:

— Allah'ım!.. Efendime edilen bu hakaretin ceza¬sını tez ver! Ben yokum!.. O'nun, onların, o

yolun yüzü suyu hürmetine!..

Birkaç gün geçti, geçmedi; (Tan) gazetesi ve mat¬baası didik didik edildi.

İMANIMA MUSALLAT

Vefatından başlayarak harika üstüne harika gelir¬ken beni saran eski dert birden bire öylesine

dokundu ki bana, kafeslerinden boşanmış vahşi hayvanlar gibi saldı¬rıcı sabit fikirlere, kovulmaz

düşüncelere şöyle nida et¬tim:

— Sıkıysa imanıma musallat olun!.. Bakalım, onunla başa çıkabilir misiniz?

Sen misin bu karşılğı veren?.. Ertesi günü, yılanlı, akrepli, çiyanlı, bütün bir vehim katarı imanıma

saldırma¬ya başlamaz mı?..

îçimde, şeriat emirleri ve ölçüleri olarak, kopmaz bağlarla yapıştığım her ne varsa, tek tek, hepsinin

birden

237

İnkâr eden, zaten itaat diye bir şey tanımıyacağına göre, bir taraftan Allah'ı kabul eder gibi olup bir

taraftan itaat etmediğini söylercesine bu garip küfür ifadesi, idra¬kimi dondurmuştu.

Sonra bu adam «Allah» diye kitaplar yazarak öldü. Ne cilve, Allah'ım!

1944 Mayısı, üzerime, bir pençe gibi uzandı:

— Gel bakalım; şu 1934 Mayısında geçirdiğin manevî buhranın daha çetinini, Efendinin vefatı

arkasın¬dan, ilkinden tam on yıl sonra yaşa!..

«Aman!» demeğe kalmadı; aynı sabit fikirlerle gökler yine üzerime yıkılmaz mı?

Allah'ın emriyle bana şifamı veren ve beni bâtınında tutan Efendimin vefatiyle, yine Allah'ın cilvesi

olarak, dayanıksız mı kalmıştım? Ölümün ne değeri ola¬bilir; onun ruhaniyeti, kınından sıyrılmış,

kınını atmış bir kılıç halinde daha keskinleşmiş değil miydi? Muhakkak!.. Fakat kendilerine ve yol

edebine aykırı işlerimin ceza gü¬nü, demek vefatlarının hemen arkasıydı.

Sille... Sille yiyordum. Oradan geliyordu. Oradan gelen her şey acak lütuf... Bereket ki sille

yiyordum ve dünyada yiyordum.

Al sana bir harika daha!..

HARDKA MI?

Vefatlarından sonra ruhaniyetlerinin tecellisine ait hakikatların en büyüğü, (TAN) matbaasının,

milliyetçi ve mukaddesatçı Üniversiteliler eliyle, ot yolunur gibi pa¬ramparça edilmesinde

göründü.

236

«Sertel»lerin bütün avanesiyle tam bir komünizma tezgâhı haline getirdiği bu gazetede bir

muharrir, benim dindarlığımı ele olarak, bir şeyhim olduğunu, şeyhin beni önüne oturttuğunu,

ağzımı açtırdığını, «hak tu!» diye ağ¬zıma tükürdüğünü ve işte o hengâmeden beri malûm hale

geldiğimi, bana ve Efendime şeni bir istihza ve hakaret üslûbu içinde yazmıştı.

Yazıyı okuduğum zaman, sırf Efendime edilen ha¬karetten ağlamış; ve gece herkesin uykuda

olduğu bir sa¬atte ellerimi yükseklikler âlemine kaldırıp, gönül taşırıcı bir iç acısiyle yalvarmıştım:

— Allah'ım!.. Efendime edilen bu hakaretin ceza¬sını tez ver! Ben yokum!.. O'nun, onların, o

yolun yüzü suyu hürmetine!..

Birkaç gün geçti, geçmedi; (Tan) gazetesi ve mat¬baası didik didik edildi.

İMANIMA MUSALLAT

Vefatından başlayarak harika üstüne harika gelir¬ken beni saran eski dert birden bire öylesine

dokundu ki bana, kafeslerinden boşanmış vahşi hayvanlar gibi saldı¬rıcı sabit fikirlere, kovulmaz

düşüncelere şöyle nida et¬tim:

— Sıkıysa imanıma musallat olun!.. Bakalım, onunla başa çıkabilir misiniz?

Sen misin bu karşılğı veren?.. Ertesi günü, yılanlı, akrepli, çiyanlı, bütün bir vehim katarı imanıma

saldırma¬ya başlamaz mı?..

İçimde, şeriat emirleri ve ölçüleri olarak, kopmaz bağlarla yapıştığım her ne varsa, tek tek, hepsinin

birden

237

(anti tez)i, aks-ı dâvası... Hatar, vehim, her şeyin hakika¬tini bulma gayreti, hepsi, hepsi bir arada...

Bir velî anlatıyor:

«— Bir gün sahradan geçerken içime bir hatar düş¬tü: Şeriat, hakikate aykırıdır, diye... Hemen o

anda bir ni¬da duydum: (Bu türlü zanlann hepsi ilhad ve zındıklıktır.) Hatar kayboldu.»

Velîye bir ân için gelip uçuveren hatar, bende, sade şüphe değil, mutlaka o şeyin özüne, künhüne

inilmesi mecburî ve sonsuz bir tecrit zoru halinde ve binlercesiyle geliyor, ciğerimi delip içine göz

göz yerleşiyor; ve ben, emin olduğum hakikatten tek yardım göremezken, sahte¬liğini bildiğim

şüphelerin satırları altında kıyma kıyma doğranıyordum.

Bunlar benim en mahrem taraflarım; ruh macera¬ma ait, Allah'la aramda, en gizli sırlar... Fakat

erdirici yo¬lu anlatırken, onu; en mahrem plânlara kadar çizgilendir-meden belirtmenin imkânı

yok... Zaten ondan, onlardan; olan her şeyi kendilerine mal etmek, borç... Tâ ki, İslâmın ruhu olan

ihlâs, samimîlik, saffet, dibine kadar tecellî et¬sin... Bu bakımdan bu açıklığa karşı Allah'ın rızasırtı

umuyor; zaten sır denilen şeyin açığa vurmakla da açık¬lanmış olabileceğine inanmıyorum. Daima

Allah'la kul arasında o...

Bu kadarıyse, vazife...

İKİNCİSİ

İkinci buhranım, açıkça belli oluyordu ki, Efendi¬min tasarruf cilvesinden başka hiç bir şey değil...

Buna «hastalık» diyeceklere cevabım, dünyada bu kadar kontrollü, öz nefsince kontrollü bir

hastalık görüp görmedikleri...

Sadece oradan gelen bir hal, tasarruf; odur bu...

Ve devreler boyu utanmadan bıraktıktan sonra, ka¬fama dank edince, yine utanmadan veya

utançların en ya¬kıcısı içinde namaz ve niyaz...

İmana musallat vehimler o hale geldi ki, 1944 ilk¬baharında; bir gece, sabaha karşı, ortalık henüz

ağarırken namaza kalkıp, bütün kalıbımı eritecek kadar sıcak göz¬yaşları içinde ellerimi kaldırdım:

— Yârabbi... Eğer bu hal bende imanıma kastet¬meye kadar gidecekse şimdi, şu anda, ruhumu

kabzetme-mi, canımı almanı niyaz ediyorum!

imanın bu türlü fışkırışı içinde, iman korkusu?..

Büyük Allah'ım, büyüklüğün yaratıcısı Allah'ım; ne cilve, ne cilve!..

O zaman 10 aylık olan sevgili oğlum Mehmed, ba¬basının, kendisini yatakta göğsüne alıp,

bükülesiye, kıv-ranasıya, can çekişesiye ağladığını; kendisinin de ona gü-lümsiyerek baktığını

nereden hatırlasın?..

238

239

EİRDDDR

— Haydi, dediler; o sıralarda; Eğridir'e, askerliği¬nin hocalık dolayısiyle eksik kalan kısmını

tamamlama¬ya! Doğru, İsparta'nın Eğridir kazasına!..

Sadece mecmuamı kapatmakla bırakmıyorlardı be¬ni; bir de garnizon kontrolü altına alıyorlardı.

Nitekim Eğridir'deki Dağ Talimgahının başındaki kumandan, Ömer isimli muhterem bir Yarbay,

bana, varı¬şımdan kısa bir zaman sonra, hakkımda «Genel Kur-may»dan aldığı mahrem kayıtlı, çift

kırmızı aylı tezkereyi gösterdi. Bunda, benim şöyle zeki olduğum, böyle hüner¬li olduğum, tesir ve

telkinimin yaman olduğu, adım ba¬şında hareketlerimin kontrol edilerek bildirilmesi

emredi¬liyordu.

Yarbaya dedim ki:

— Hayret!.. Böyle bir emre ordu muhatap kılınabi-lır mi? Ordu bir nezarethane ve siz gardiyan

mısınız? Bu, orduya hakaret değil mi? Her hareketini kontrol emrini verdiği bir subayı, ordu, nasıl

içinde muhafaza eder?

Eski nesilden ve içli bir insan olan Ömer Bey:

Sus, sus, diye cevap verdi; sana itimat ettim ve gösterdim, sus!..

On aylık çocuğumuzu annemin Beylerbeyi'ndeki evine bırakarak, zevcem ve ben Eğridir'i boyladık.

Orada, göl kenarında bir evde bütün bir yaz mevsi¬mi... Sabahleyin atım geliyor, talimgaha

çıkıyorum, ha¬limden hiç bir şey belli etmiyerek akşama kadar bir «hayâl-i fener» şeklinde boy

gösteriyorum, akşam yine eve dönüyorum; yemek masasında bir şeyler karıştırıp

240

doğru yatağa... İlkinden tecrübem, uykunun ne demek ol¬duğunu gösterdiği için bana, hattâ yatsı

namazını bekle-yemeden uzanıyor, sabaha kadar bırakıyorum.

Orada, ateşli Müslüman, yerli bir dâva vekilinden başka kimseyle temasım yok... Bir de Van'lı,

Efendimin memleketlisi olduğu için pek sevdiğim, doksanlık ve âmâ bir kadın: Fatma nine...

1944 yılının bütün yaz mevsimi boyunca, Eğridir gölüne karşı, yanaklarımdan inen yaşlar...

Zevcemi İstanbul'a gönderdim; ben de gereken yerlere başvurdum ve kendimi İzmit'deki kolordu

karagâhına naklettirdim. Orada da, 1944 - 45 kışı boyun¬ca bu defa tek başıma, aynı hayat...

Kolordu bineklerinin tavlasiyle fırın arasında küçük bir odada, ibadet ve çile... Gündüzleri «Üss-ü

Bahrî»de, eski mektep sıralarımın yarbayları va albay'lariyle öğle yemeği, sohbet ve yine iğneli

fıçı...

Bahriye mektebinden fizik hocamız, «Üss-ü Bahrî» Kumandan Muavini Albay Safiyüddin Bey'in

(an¬nesi İngiliz olduğu için «Dngiliz saffet» diye mâruf) o za¬man bana ve din meselelerine

gösterdiği alâkayı unuta¬mam... Bu derin, sahici, manen de derin kültürlü, çeyrek münevver

düşmanı, fikir öfkelerinin en harlısiyle yanıp tutuşan gerçek şahsiyet Allah'a ve Resulüne karşı öyle

bir aşk sahibiydi ki, gök mavisi gözlerini üzerime dikerek:

— Bana, demişti; amellere ve bidate ait en doğru bir kitap tavsiye eder misin?

Etmiştim. Elli yedi yaşında, talebesinden (Dlm-i hal) istiyen ulvî adam, sonra ne yaptı, işi nerede

bitirdi, bilmiyorum.

O günlerde beraberce gittiğimiz (Bir Adam Yarat¬mak) temsilinden sonra yüzünü görmediğim

Safiyüddin

241

Bey'in, 1960 hapsimde Ankara'da vefat ettiğini gazeteler¬den öğrendim. İçim yandı; ve 15 - 16

yıllık son hayatının aynı çizgi üzerinden akmış olacağı fikriyle kendisine rah¬met diledim.

İzmit safhası da, askerlikte ve ömrümüzle beraber böyle geçti; saatler işledi; takvim yaprakları

uçuştu ve her şey yine unutuldu.

SONRASI

Sonrası, o sıralarda zor altında kabul edilen basın hürriyetiyle beraber (Büyük Doğu)nun en keskin

hamle¬si... Ve Efendimin yakınlariyle düşüp kalkmalarım.

İkinci ruh çilemde, her hafta İstanbul'a geldikçe, işim Efendi Hazretlerinin en sevdiğim

yakınlarından Ha¬lid Bakır'la düşüp kalkmaktı. Halimi bir o biliyordu. Bi¬raz Muhib'e, biraz da

Ziya Beye bahsetmiştim ama, Halid Beyinki başka... Her hali başkaydı onun; açtığı şefkat ve

nüvaziş kucağının... Beni her defa Sıhhat Müzesi'ndeki odasında kucaklayarak kabul eder;

çizmelerimin üzerine meshettirerek ve tabanlarını temizleterek namazımı kıldı¬rır; o civarda

«Müslümandır ve yemekleri hafiftir» kay-diyle bir lokantaya götürür, akşamları da

Bakırköy'ündeki evine davet ederdi. Bakırköy'lü olduğu için bu soyadını almıştı ama, onun asıl

mânası, bildiğimiz «bakır» değil, Allah Resulünün Nur Neslinden gelen.«Bakır» Hazretle¬rinin

ismi... Halid Bey de Nur Sülâlesinden... Ve ne ince, ne zarif bir İstanbul efendisi...

242

Efendi Hazretlerine rabıta ediyor, emirlerini almak istiyor, bana şu veya bu tavsiyede bulunuyor,

âdeta derdi¬me bir merhem bulmak için, kendi kendini eziyor, havan¬da öğütüyordu. Efendi

Hazretlerine ait, kendi bulunmadı¬ğı meclislerdeki hatıralarımı anlattıkça onların en derin

tefsirlerini yapıyor, bağlılardan ve kayıtlılardan olduğu¬ma dair hiç bir şüphesi kalmadığını

bildiriyor; ve bilhassa Efendi Hazretlerinin bana söyledikleri: «Senden küfür sâdır olmaz!» sözümü

şöyle yorumluyordu:

— Bu sözü kimseye söylemez Efendi Hazretleri... Zira kimsenin sonu kat'iyetle belli olmaz. Böyle

bir hü¬küm, önceden, ancak belli başlı bir kola, irsiyet koluna aittir.

— Nedir o kol?

— Üzerlerinde, Allah'ın Resulünden bir irsiyet zer¬resi taşıyanların, seyidlerin kolu...

Halid Beyin bu sözü bana öyle işledi ki, hemen an¬ne ve baba taraflarımı kurcaladım, hiç bir

delâlet bulama¬dım; nihayet 1949 kışında ilk defa Maraş'a gittiğim za¬man, Kısakürek'lerin bana

gösterdiği şecerenin başında ve bir ismin yanında «Seyyid» diye bir sıfata şahit oldum, fakat ne

ailede böyle bir şuura ve ne de kayıtta tam bir hüccete rastlayabildim.

Bu da bir sır olarak kaldı.

Halid Bey derdi ki:

— Vaktiyle Kureyş kâfirlerinin «nesli tükenecek» dediği Sevgilisine, Allah, öyle bir sülâle

vermiştir ki; bu sülâle, Arab'ı, Türk'ü, İranlı'sı, Hintli'si, Cavah'siyle, bü¬tün dünyayı sarmıştır.

Bunlardan birçoğu kendisini bil¬mez, bazısı da iddiasında yalancı olabilir. Muhakkak olan şu ki,

bugün yanık ve hamleli Müslümanların hemen hep¬si, sayıca milyonlara varan bu sülâledendir.

243

— Acaba? Böyle miyim?.. Sahi mı?.. Diye üzerinde yandığım bu hikmeti, bir türlü kendi nefsimde

çözemedim. Bu da bir sır olarak kaldı.

Çok sonra bir gün Muhib evimize geldi. Kendisi¬ne, Efendi Hazretlerinin Neslihan'a gönderdiği

mektupla¬rı gösterdim. Muhib, hayretle bir noktaya dikkat etti: Mektubun başındaki «Neslihan

kerimeme» hitabı, (sin) yerine (sat) harfiyle «Nash han» şeklinde yazılmıştı. Biz¬se bu noktaya

yıllardır dikkat etmemiştik.

(Nas), Kur'ân hükmü... Ne demek olsa gerek?.. Nur sülâlesinin imtiyazı Kur'ân'la sabit olduğuna

göre, yoksa ebediyet sülâlesinden olan, zevcem miydi? Böyley¬se, evlenme günümde o bana

söyledikleri:

«— Sen kendinden şüphe et!..»

Sözünün hikmeti, gün gibi açık...

Bu da bir sır olarak kaldı.

HALDD BEY

Halid Bey her işi rahmet tarafından alır, bütün mazlumların Hesap Gününde kendi kanlarını

dökenlere şefaatçi olacaklarını söyler, her şeyi affeder, şahsî hiç bir kıyas cesareti göstermeksizin

yalnız büyüklerin ölçüsüne teslim olur ve günah bahsinde derdi ki:

— Günahtan korkmanın da derecesi vardır. Fazlası da günahtır. Biz iki kanat ortasındaki ahenk ve

muvaze¬neye memuruz. Allah'ın Resulü, sahabîlerin büyük bir günah korkusu geçirdiğini görünce

buyurmuşlardır: «Al¬lah dilerse hepinizi helak eder, yerinize günah işleyecek yeni insanlar yaratır

ve onları affeder.» Peygamberlerden

244

hiç günah işlememiş biri, günah işlemek ve gufran tecel¬lisine vesile olmak için tekrar yeryüzüne

inecektir. Pey-gamberlerinki günah değil «zelle»dir. Dâva, günah işle¬mek mi? Hayır! Günah

korkusu ölçüyü taşırınca bu defa o yoldan insanı sapıtmaya gelecek olan şeytana karşı dur¬mak...

Büyük adamdı Halid Bey...

Bir gün abdest alırken, musluk başında düşüp Rah¬mete kavuştu. O da gitti ve ben yapayalnız

kaldım.

Ziya Işık da, sert ifadesi içinde derin mi, derin...

Benim «Mecmua, Mecmua» diye çırpınarak (Bü¬yük Doğu) peşinde gezdiğim bir gün, evinde,

İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin «Mektubat»ını gösterip;

ݺte bizim mecmuamız! Demişti.

Ne güzel, ne güzel! Elbette temel mecmuamız, o... Fakat onun kaldırımlarda ve cemiyet

meydanında gölgesi olacak mecmuaya da can kurban...

Bana, İlâhî geminin paspası olsam da içinde kala¬cağımı ve denize atılmıyacağımı bildiren Ziya

Bey...

Karanlık bir yere girse veya bir yerde ışıklar sönse şöyle derdi:

— Bir de mezarın karanlığını düşünelim!.. O da gitti.

245

KISACA

1945 - 46 (Büyük Doğu)ları... 1946'da, bir sayımı¬zın kapağına: «Başımızda kulak istiyoruz!» diye

koca¬man bir kulak resmi koyduğmuz için Örfî İdarece kapatı¬lış, derken maddî sıkıntı, korkunç

darlık, borç üstüne borç; ve nihayet 1947 teşebbüsü ve yeniden zuhur...

İlk hapsim: -Türklüğe hakaretten... Beraet... (1943'te de, subayken siyasî yazı yazdı, iddiasiyle 1

gün yatmıştım; onu saymıyorum.) Tekrar kapanış...

Halk Partisi'nin o devirde, o devrin parasiyle yüz-binler harcayıp aleyhimde tertiplediği mitingler...

1949... Haftalık gazete şeklinde çıkış... Büyük Do¬ğu Cemiyeti...

1947 beraetinin Temyiz Umumî Heyetine bozdu-ruluşu ve yine hapis... Bir ipe asılı kestane

fişekleri gibi birbirini patlata patlata giden dâvalar ve beraetler...

Demokrat Parti devresi ve 1950 Ramazan Bayra¬mında af kanuniyle kurtuluş... Küçük boyda

mecmua şek¬li.. Yeni iktidarın, Meclis kürsüsüne kadar uzanan, hakkı¬mızdaki homurtuları...

Kimi ve neyi, hangi fikir ve dâvayı tuttuğu belli olmayan Demokrat Parti iktidarı için¬de bir hizbin

hazırladığı kurmarhane baskını komplosu; bunun üzerine çıkan meşhur 54'üncü sayımız ve yine

ha¬pis... Boynu bükük soluveren Büyük Doğu Cemiyeti...

1951'de, sermaye sahibinin ihanetine uğrayan ilk günlük (Büyük Doğu) tecrübesi...

1952'de, zamane Başvekilinin yardım elini uzattığı kendi günlük (Büyük doğu)muz... Aynı yılın

Sonbaharın¬da, zamane Devlet Reisinin baskısı ve Başvekilinin bo¬yun eğişiyle gelen «kapat!»

emri... 246

Malatya hâdisesi... Yine hapis... Her taraftan tam bırakılış... Acıklı hikâyesi hapishane

hatıralarımda (Cin¬net Mustatili)...

1953 sonunda beraet, 1 yıl 3 günlük zindan gömle¬ğini parçalayış, 1954'teki mecmua şekli, tekrar

mahkeme ve kapanış...

1956'da yeni bir yardım istidadiyle yine günlük ga¬zete, tek santim ilân yok; ve yine kapılarını

kapat! Bu arada hep zamane Başvekilinin korunması için kaleme alman yazılardan bir sürü

mahkûmiyet ve 1957 - 58'de tam 8 ay bilmem kaç gün süren, bilmem kaçıncı zindan... 1959'da

büyük kıt'adaki rotatif baskılı, renkli (Bü¬yük Doğu), Bolu dağlarında tutuluş ve doğru kodese...

Başından sonuna kadar sadece bir ümit, ümitlerin en mahzunu halinde bir ümit muhafaza ettiğimiz,

kesik kesik ettiği maddîi yardımların üstüne evimizin keçesini ve bakırını da eklediğimiz, bir türlü

uyandıramadığımız, madde yerine ruh ve ideolocya imarına inandıramadığı¬mız, kadrosunu

kurduramadığımız ve ruhunda sabit nok¬tayı bulamadığımız zamane Başvekilinden artık bezip

büsbütün kapanış ve 1960 Mayısında Ankara'larda çırpı -nırken gelen ihtilâl... Birkaç gün sonra

Davutpaşa Kışlası ve Balmumcu Çiftliği... Oradan da üçüncü defa teşerrüf ettiğim ve eserin ilk

yazılışında içinde bulunduğum Top-taşı Cezaevi; yani dokuzuncu hapis... Gel berû, ey her devrin

mazlumu!.. Çek!..

Bütün bunların hikâyesini size hapishane hatırala¬rım anlatsın...

Kısaca hüküm şu: Vefatlarının arkasından ve ken-dilerinini tanıyışımdan on yıl sonra tattığım ikinci

buh¬randan da ders alamamış ve gidişimi düzenleyememiştim. Çektiklerimin rahmet cephesi

yanında, bir de ceza tarafı

247

vardı. Belâların en büyüklerini nebilerine, sonra velîleri¬ne ve daha sonra derece derece müminlere

veren Allah, bu sonsuz rahmet tecellisinin içinde bana, benim anlayış perdeme kahriyle de

görünmekte ve hissettirmekte...

— Herkes nasıl bilirse bilsin; sen kendini suçlu bil!..

ANKARA

Efendimin vefatından sonra Ankara, hemen hemen benim için kapı komşusu gibi bir şey oldu. İki

şey çeki¬yordu beni oraya... Biri sefil, biri ulvî... îş ve mezar... Kaç kere, kaç kere mübarek kabre

gidip yüz sürdüm. Bel¬ki dünya hayatlarında, evlerine, yanlarına gittiğimden fazla... Böyle mi

olmalıydı, böyle mi olacaktı?.. Hayatla¬rında yanlarından hiç ayrılmamalı, vefatlarında da

gerek¬tiği kadar Bağlum'a gidip yine her ân onunla olmalı değil miydim?.. Öbür yakınlara baksana;

benim gibi mübarek kabre habire hücum halindeler mi?.. Hayatında Büyük Velî'nin peşini

bırakmamış insanlar sıfatiyle, sırası gel¬dikçe, telâşsız ve gürültüsüz, kabre gidiyorlar,

gitmedik¬leri zaman da yine ve hep onunla oluyorlar.

Kabre git, kendinden geç; toprak al, yüzüne ve gö¬züne sür, bir şişeye doldurup evine getir ve

sonra yine yo¬lunu şaşır?.. Emanet çekmecesinde şişeler yanyana dizi¬lirken günah ve gaflet

silosunda sıra dağlar toplansın?.. Olur mu hiç?.. Böyle mi olacaktı?..

Ankara'da Efendimin havasından bana en sıcak ik¬limi bağışlayan, kardeşinin oğlu Faruk Işık...

Onun Hacı

248

Bayram'daki Ankara tipi ahşap evi. Efendimin ruhunu teslim ettiği mekân, benim için ne sıcaktı.

Ve Faruk Bey, o gerçek «Seyyid», iffet, hilm, nezaket, akıl, zevk ve ir¬fanda ne müstesna bir

insan...

Evinde içtiğimiz Van işi yoğurtlu çorbaların tadı başka bir şeydi...

— Faruk Bey, inşallah iyi olur her şey!..

İnºaallah; fakat ben ümitli değilim...

Üzgün ve mahzun bir rıza ve tevekkül âbidesi... Halinden daima razı ve Allah'a hep tevekkül

halinde... Peygamber irsiyetinin ne demek olduğunu merak eden, Faruk Beye baksın...

Anlatıyor:

— Bundan yıllarca evvel oğlum Nevzat, o zaman¬lar oturduğumuz apartman katının balkonundan

aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma halinde kal¬dırıp bir hastahaneye dar attık.

Ayıldı; fakat aklî meleke¬lerini kaybetmiş vaziyette... İstanbul'a götürdük ve bütün mütehassıs sinir

ve akıl doktorlarından geçirdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir rum doktor

«erken bunama» teşhisini koydu ve «şifası yok!» hükmü¬nü bastı. Bulûğ çağındaki çocuğumu,

büyük amcası Efen¬di Hazretlerinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu

müddet içinde onu nazarlarından ayır¬madılar ve sadece «mahzunum, mahzunum» diye içlene¬rek

işi Allah'a havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzat, hiç bir zaman mâlik olmadığı maddî ve manevî bir

sıhhatle ayağa kalktı.

Nevzat, şu dakikada Ankara'da ve mâruf bir avu¬kat...

249

GENÇLDK

Efendimden aldığım nurla yepyeni bir gençlik yu-ğurma merakı, bende, 1942'de başladı. O sene,

Beylerbe-yi'ndeki evimde, bir gece, pancerelerin katran rengi süt beyaz oluncaya kadar, bir gençlik

grubuyla sohbet... Bü¬tün bir gece yapılan tarih, millet ve nefs muhasebesi... Sa¬baha kadar

kaynayan semaver ve gençleri ilk vapura ye¬tiştirip dönüşüm... Bu ilki... Ondan sonra ne gençler

gelip geçti; fakat hayat ve hâdiseler çoğunu yuttu ve kalburun üstünde yalnız birkaçı kaldı. Her

gelen yıl da yenilerini getirdi.

Dâva Anadolulu gençlerden, her biri «portö-ulvî aşıyı taşıyıcı ve bulaştırıcı» bir aşk kadrosuna

maya tuttu¬rabilmekti. Ceplerde kaybedilen ve asırlardır dışarıda ara¬nılan güneşi bulup çıkaracak,

yerine oturtacak, her şeyi ilk saffet ve asliyet vahidine irca' edecek, hasis ferd kad¬rolarında

eskitilmiş ve porsutulmuş mânalarla hiç bir alâka kabul etmiyecek, mutlak hakikat ölçüsiyle aklın

hakkını akla ve kalbin hakkını kalbe verecek, tarih bo¬yunca bütün hesaplaşmaları yerine getirecek

bir gençlik... Vecdiyle, estetiğiyle, ahlâkiyle, ideolojisiyle sımsıkı mer¬keze bağlı, solmayan renk

ve geçmeyen ânın, ezel kadar eski olduğu için, ebed kadar yeni dâvanın gençliği... Efendi

Hazretlerinin, hani şu «Siz bana o Ümmeti göste¬rin de, ben de size onun hemen kurtulduğunu

haber vere¬yim» buyurduğu topluluğa çekirdek, ölümsüzlük gayesi¬ne destek gençlik...

Bu gençlik, ilk çizgi üzerindeki 10'ları ve sırasiyle, 100'leri, 1000'leri; 10000'leri ve 1000000'leriyle

bugün maya tutmuş sayılabilir.

250

IDEOLOCYA

Kendi kendine hiç bir istiklâli olmayan ve temel gayenin, aslından nokta feda etmeksizin yeni

zaman ve mekâna tatbikinden ibaret olan Büyük Doğu ideolocyası işte bu gençlere mahsus bir kafa

ve ruh plânı olarak örgü-leştirilir ve bu ağır başlı örgünün yanında, zıdlarımıza karşı en ağır

savaşlar açılırken, çektiklerimiz, bir türlü anlaşılmayısınız; bodrum katındaki çürük çuvallar gibi

hep geriye irca edilişimiz, vatan kurtarıcılığı yerine vatan hainliğiyle suçlandırılışımız ve kendi

aramızda bir türlü toparlanamayışınıız, ancak şu türlü izah edilebilir:

Bu yurdun, tam dört yüz yıllık alçalma ve çürüme, alçaltılma ve çürütülme tarihinde, devre devre

gelen ve üstüste binen tesirlerin, nihayet, çocuk ninesini ve büyük baba torununu tanımaz hale

gelecek derecede ruhlarda açtığı yara... Muhataplarımın hali!..

Ve...

Benim adam olamayışım... Benim halim!..

Böyleyken, verdiği nimetleri dile getirmek borcun¬da olduğumuzu emreden Allah'a sığınarak

kaydediyorum ki, bu ideolocyanın Efendimden taşıdığı nur zerresi; ve o gençliğin çakıntılı safları

içinde birkaç nurlusu, sesimi¬zin, tılsımına dayanılmaz bir beste gibi ebediyet yolunda

helezonlaşacağına beni inandırmıştır.

Bende mevcut ne varsa, bütün iyileri onun, bütün kötüleri benim olduğuna göre; gençlik ve

ideolocya cep¬hesinden de gerekli devir ve teslimi kendisine ettikten ve geriye kalan bütün

adilikleri üzerime aldıktan sonra yine kendime dönebilirim.

251

Efendimden öğrendiğim ilâhî besteyi notasında hiç bir falso yapmaksızın kıyamete kadar

sürdürecek gençliği bekliyorum.

TECELLDLER

Birkaç ayını Toptaşı zindanının revirinde, gerisini de Haydarpaşa Numune Hastahanesinde

geçirdiğim 1957-58 hapsinde, hastahanede beni görmeye gelen ziya¬retçilerin başında, Eczacı

İlyas... Hastahanenin sol niha¬yetinde, içerisiyle hiç bir irtibatı olmıyan, bir zemin kat odası, bir

taşlık, bir lavabo ve bir camekânlı antreden iba¬ret hücremde, hemen her gün, en aşağı haftada

birkaç gün, her pazar, İlyas'la beraberiz.

Orada da tuttu beni babalarım... Bu defa sıkıntı yü¬zünden; fakat daima o yoldan... İlyas'cık, benim

gibi o kapının malı ve Büyük Zat'ın yakını... Ona «benim gibi» dediğim için Allah'tan af dilerim.

Bunu nisbet noktasın¬dan söyledim; yoksa asıl, İlyas gibi olabilmek benim için ne devlet ve bana

ne uzak!..

Alelusul, orada, utanmaz adamın namazları, göz¬yaşları, yırtınıp döğünmeleri vesaire...

Seçim Demokratlarca kazanılmış, basın affı yapıl¬mamış, hastaheneden bir raporla kurtarılmam

ümidi de suya düşmüş ve ben tam çıldıracak hale gelmişimdir ki, İlyas karşımda:

İlyas, ne olacak benim halim?

— Üç güne kadar çıkacaksınız inşaallah...

İlyas ne diyorsun?.. Hiç bir ümit kalmadı! Bir «tashih-i karar» teşebbüsüm var, ama, bana rapor

bile verdirmeyenler bunu nasıl yapar?

252

— Üç güne kadar çıkacaksınız inşaallah...

İlyas, ne oluyorsun? Ne kadar da esrarlısın, hayrola!..

«— Bundan böyle yine haramlara dalarsanız kor¬kunuz kendinizden!...»

Ve hiç bir ümidin kalmadığı, zevcemin gece yarısı evden gelip bir Ankara telefonuna göre rapor

işinin müm¬kün olmadığını söylediği, benim bir külçe gibi donup taş kesildiğim, «bizi düşünün!»

diye bağıran zevceme aptal aptal baktığım ve «peki, git, dayanmaya çalışacağım!» dediğim,

peşinden de İlyas'ı gördüğüm andan tam üç gün sonra «tashih-i karar» yoluyla kurtuluş...

Gördünüz mü, onun en küçük bağlısının halini, de¬recesini?..

Bunları o zaman defterime, «Dptilâ defteri» ne kay¬dettim, çıkar çıkmaz yine eski adam oldum.

Defteri bir daha açmadım; ve 1961 hapsimde, yeni halimde o defteri getirtip karıştırınca, beynimin

üstüne bir yıldırım yedim.

1960'daki çığlığım:

İlyas, İlyas!.. Neredesin İlyas?.. Duyduğuma göre Rize'ye gitmiş, orada bir eczahane açmışsın...

Hani 1959'da (Büyük Doğu)ya gelip:

— Hastahanedeki halinizi, o güzel hali kaybetti¬niz!

Demiştin ya... Acaba şimdiki halimi görsen benden tekrar ümide düşebilir misin?.. Yoksa beni,

temizlendikçe kirlenmeyi, sıkıya düştükçe de temizlenmeyi (mekanik) bir alışkanlık haline getirmiş

bir sahtekâr diye mi alır-

sın/..

253

İlyas!.. O vakit defterime yazdığım ihtarına; evet, hiç dikkat edemeyip de şimdi derinliğine

inebildiğim ih¬tarına, kendimi bugün muhatap olmuş kabul ediyorum.

Allah'a ahdettim, sen de şahit ol İlyas; ben bu satır¬ları karalarken kulağın çınlar da beni

hatırlarsan, bağış¬lanmamı niyaz et!..

Başka ne diyeyim, İlyas?.. Onun en küçük bağlısı¬nın ve bu bağa en küçük liyakat gösterenin ne

demek ol¬duğunu sende seyretsinler...

ADAM OLMAMAK

1938 miydi, neydi; İzmir tarafında bir yerin banka şubesine teftişe gönderilmiştim. Ödemiş miydi,

neydi; bir yere geç vakit vardım ve bir otele indim. Yorgundum, uyumak ihtiyacındaydım. Yatağa

uzandım. Saat 12 miy¬di, 1 miydi, neydi; her taraf dipsiz bir sessizlik içinde... Fakat sokak

tarafından bir inilti... İnilti durmadan devam ediyor. Kesik kesik ve aynı tonda... Yarım saat, bir

saat sürdü. Hep aynı noktayı cızıldatan bozuk bir plâk, sanki... Sayılar boyunca süreceği hissini

veriyor. Hafakanlar için¬de yataktan doğruldum, zıpladım ve pencereyi açıp bak¬tım: Sokakta,

yaya kaldırımının üstüne oturmuş, sefil kı¬lıklı bir adam... Başı önüne eğik, tekrarlıyor.

— Beykoz'lu Ahmet, adam olamadın!

Sağ elinin parmaklariyle sol elinin derisini büzmüş inildiyor:

— Beykoz'lu Ahmet, adam olamadın!

Ertesi sabah bu adamın bana, memleketin delisi ol¬duğunu söylediler:

254

— Zararsız bir deli, her akşam bir noktayı seçip sa¬baha kadar böyle mırıldanır, durur.

Ürpermiştim. O akşam da zararsız deli, benim ye¬rimi, ilk defa memleketine gelen bir yabancının

bulundu¬ğu noktayı seçmişti.

— Peki, «Beykozlu» ne demek oluyor?

— Galiba aslı oralı... Sonradan burada yerleşmiş... Hal, benim halimdi:

— Kısakürek'li Ahmed (küçük ismim Ahmed) adam olamadın!

BUNLAR ONLARDAN

Burada ve bu defa (I960)... Harabım... Kendimi, Amerika'daki yüz katlı bir «gökdelen»

farzediyorduysam, şimdi, paf diye yere dökülmüş bir kav ve kül yığını görü¬yorum.

Bunun da rüyasını görmüştüm:

İhtilâlden bir iki ay evvel, Ankara'da, boğazıma kadar kötülüğe batmış, yatağa girdiğim bir gece,

rüyamda Efendi Hazretleri... Yüzü fevkalâde müteessir, başını sal¬lıyor:

— Çok sıkılacaksın, çok sıkılacaksın!.. Sonunda...

Sonunda, adet bildirerek şu kadar servetim olaca¬ğını söylüyorlar...

ݺte!..

Daha sonun sonuna gelmedik.

Ve servet, maddî mi, manevî mi; meçhul...

255

Müslümanda, şu üç halden biri, ikisi, yahut hepsi, eksik olmazmış: İllet, kıllet, zillet... Hastalık,

darlık, hor¬luk...

Kaide değil; umumiyetle vasıflarımız bunlar...

Toptaşı zindanında bu üç halden her biri, hepsi, be¬ni en ileri çaplarda yakaladı. Ruh halimi bir

tarafa bıraka¬lım; öyle madde kıvranmalarına düştüm ki, ruh acıma panzehir gibi geldi. Bir süre,

sinirden, sabahlara kadar kıvrandırıcı mide sancıları; arkasından diş ağrısı, derken bütün kış sol

ayağımın topuğundan kaba etime kadar hallaç pamuğu gibi atan (siyatik) sinirimin şahlanması...

Bazı günler, öğleyin bol sulu birkaç kuru fasulyeden, ak¬şamları da çorbadan ibaret mahkûm

yemeğine yetecek kadar darlık... Ne türlü hor görüldüğümüz de, ismimizle, cismimizle, sınıfımızla,

zümremizle, mânamızla, ruhu¬muzla belli. Yalnız şu kadarım bildireyim ki; bu horluk, hor görüş,

ana baba kaatilinin; veya hırsızın gözlerine ka¬dar sâri...

Fakat bütün bunlar, bir zarf... Ne değeri olur zar¬fın?.. İçindekine bakalım... Hastalık, darlık ve

horluk zar¬fının içinde, bütün bunları yaraya konan sinekler gibi gösterici bir ruh eziği...

Ruhum öylesine ezildi ki, içimin «Himalâya»sı, bir kav tabakası halinde topuklarımdan aşağıya

düştü ve ben çırılçıplak kaldım.

Nefsim, kemâl ve İlâhî marifet yolunda devirmekle mükellef olduğum o korkunç perde, burada ve

bu defa, bütün cinayetleri üstünde tek tek yazılı olarak elime veril¬di. Gözümün önüne serildi ve

elime verildi.

256

Saçlarım üç numara ile dibinden kesik, traşım on günlük, çocukların kedi ölüsünü sürüklemesi

tarzında kendimi taş merdivenlerden koğuşa doğru çekerken genç ve hoyrat gardiyanın:

İhtiyar! Nereye?

Diye bağırmasına kızmıyorum. Bu hançer sese karşı en küçük kırgınlık düşerse içime, hemen

tövbeye yapışıyorum. Ben artık kimseye kızmak, hiç bir hakaret¬ten kırılmak hakkına mâlik

değilim...

«Dptilâ defteri»ne yapıştırılmak üzere not alıyorum:

«— Ben, kaatilden, ırz düşmanından, yankesici¬den, esrar satıcısından da âdi ve sefilim... Bunların

ara¬sında bulunmaktan eza duymak, nefs çığlığından, o zalim ve kâfir ejderhanın hâlâ üstünlük

gayretinden başka bir şey değil...»

Allah için öfkeden başka hiç bir davranış kabul et¬miyorum. Benim kalbim, kırılmak içindir;

başkalarının kalbiyse okşanmak için... Asıl ben, kalb kırmamaya baka¬yım...

Günlerdir beni görmeye gelmeyen, gelemiyen, kim bilir ne halde olduğu için gelemeyen, ama

halimi bildiği için de gelmesi gereken zevceme yazdığım sert mektubu yırtıyorum; Efendimin

«Kızım!» diye hitap ettiği fedakâr kadını affetmesi için Allah'a yalvarıyorum.

Annem; ev sahibimiz çoluk çocuğumu sokağa atar¬sa kendisinin toplayıp, toparlayıp evine

almasını rica etti¬ğim annem... Hasta ve mecalsiz, nefes nefes oğlunu tel örgüden ziyarete gelen

annem, küçük bir tereddüt geçirip de ben ona çıkışınca, arkasından dakikalarca ağlıyorum.

Hatırıma, annesi izin vermediği için Allah'ın Resulünü görmek ve sahabî olmak şerefinden yoksun

kalan velîler velîsi geliyor ve yıkılıyorum.

257

Bana hakaret göziyle bakan, dolar kaçakçısı, zen¬gin ve küstah, aşağılık bir ruma sertçe bir lâf

ettim diye onun bile gönlünü almak zorunda kalıyorum.

ݺin içinde nefsim olduğu için, şeriat ölçülerini bile lehimde imdada çağıramıyorum. Mukaddes

ölçülerin bâtınındaki sır böyle emrediyor.

Ferhad'ın sevgilisine kavuşmak için deldiği dağ, benim devirmek borcunda olduğum nefse göre bir

kum tanesi...

Nefse, kırk yıl bir bardak ekşi ayranı bile çok gö¬ren velîyi hatırlıyorum da, onu, kırk yıldır ne kuş

sütleriy¬le beslediğim gözümün önüne geliyor ve...

Ve düşünün ne hale geliyorum!..

Kırbaç altında hiç bir köpek, bu türlü, nefsimin şimdi zangırdadığı şekilde, ağlamaklı gözlerini

sahibine dikerek titrememiştir.

Ödü patlıyor... Ben ranzamda bağdaş kurmuş, cin¬net terleri dökerken, dışarıda biri ötekine söğse:

«yanlışın var, ona değil bana sövecektin!» gibilerden bir suç alın¬ganlığı içinde çırpınıyor nefsim...

Üstüne varsanız, tarih boyunca gelmiş ve gelecek bütün cinayetlerin, şenaatlerin faili diye kendisini

göstermeye hazır...

Bu da hiyle, inanmıyorum; pusuda beklediğine ve rol oynadığına inanıyorum.

Ah o sahtakâr, ah!..

Kimsede istiklâl, irade, kasıt, kuvvet diye bir şey görmüyorum. Beni saran ve Allah'tan gelen

şiddetlerin

258

denizinde, yalnız onun mutlak saltanatına hayran, bir gün ayağımın dibe değeceği ve her şeyin

muvazene noktasını bulacağım ümidiyle, dalgalar arasında top gibi gidip geli¬yorum. Dalgalar

benimle top oynuyor.

«Hiç bir nefse takatinden fazlasını yüklemem!» buyuran Allah'ım! Böylesini ve bu kadarını

yüklemek li¬yakatini verdinse bana, daha ne isterim?...

Bütün bunlar onlardandır; «îşan» diye andıkları ONLARDAN...

1960 - 61 hapsi de böyle geçti ve 1961 kışında Toptaşı Cezaevinden çıktım.

MECMUA VE KONFERANSLAR

1964'e kadar ayrı ayrı iki gazetede faaliyet ve 15'inci, son devresine doğru safha safha (Büyük

Do¬ğular... Daha sonra (Sabah ve Bugün) gazeteleri tecrübe¬leri...

Heyhat ki, «Allah» demenin bile resmen yasak edildiği devirde yepyeni bir sesle (agora)ya çıkıp

beline yediği kazmalara rağmen yıkılmayan, arada bir yeraltı tü¬nellerine dalıp tekrar çıkan ve

neticede milyonluk bir gençliğin gönlüne nakışlı bir ideolocya manzumesine sa¬hip bir remz

halinde ayakta ve yüksekte kalan (Büyük Doğu)ya karşılık, sağ basın iddiasındaki bazı türedi

gaze¬teler, tıknefes, irfansız ve hikmetsiz hüviyetleri yüzünden dâvamızı harcamış bulunuyorlar...

Yine aynı sebeble ve aynı şekilde, mukaddes dâvayı aksiyonda da harcamış bir parti misaliyle

yüzyüze bulunuyoruz.

259

İnceden inceye teşhisi, tahlil ve terkibi gereken nâzik noktalardan biri...

1963, benim, o güne kadar ekilen tohumların veri¬mini görmek, hızlandırmak ve demetlendirmek

bakımın¬dan yepyeni bir devreme eşik oldu. İlk defa, en hâs ve ha¬lis Büyük Doğuculardan

Doktor - Profesör Süleyman Yalçın'ın kurduğu «Aydınlar Kulübü»nde başlayan bu konferanslar,

Bursa, Salihli, İzmir derken birdenbire bü¬tün Anadoluyu tutuşturdu ve 1963'de, Erzurum'da en

bü¬yük irtifaına vardı.

Evet, yine bir konferansımda söylediğim gibi, o günedek serseri kuşlar gibi gagalarımızdan çorak

toprak¬lara serptiğimiz ve bitki haline geleceğini hiç ummadığı¬mız tohumlardan ormanlar bitmiş

olduğunu, dehşet ve haşyetle gördük.

Derken en başta Kayseri, Konya, Ankara ve İstan¬bul; Van'dan Kırklareli'ne, Rize'den Manisa'ya

kadar bü¬tün vatanı kaplayan bir telgraf hattı şebekesi halinde, yol yol, muazzam bir ruh örgüsü...

Bu ruh örgüsü 1972 başla¬rında Almanya'ya kadar sıçrayacağına ve Berlin, Köln, Frankfurt

dairesini çevireceğine göre, hesap edin mânâsını...

Konferanslarımda bir tecelli:

Hani Efendi Hazretlerini henüz tanımadan bir rüya görmüştüm ya; hani (anfi) gibi bir yerde, nur

yüzlü ve bembeyaz sarıklı ulu kişilere hitap edişim; ve en öndeki yüce zatın yerlerinden kalkıp beni

alnımdan öpüşleri?.. Ve Efendi Hazretlerinin «Dnşaallah Odur!» buyurdukları rüya?..

ݺte bu rüyanın hakikatine, aradan 30 küsur yıl

260

geçtikten sonra, bir yaz günü Samsun'da erdim. (Anfi) şeklinde oturulan bir bahçe sinemasında ve

onbini aşkın bir kalabalık huzurunda konuşurken, birden gözlerim ka¬maştı, herkesi sarıklı insanlar

şeklinde görmeye başladım, âni olarak rüyayı hatırladım ve haşyetle gözlerimi uğ-dum.

Aslında rüyanın hakikati bütün konferanslarıma şâmildi.

Van'da bile üç, Kırklareli'nde bile iki konferans ve¬ren ben, aynı nispet ölçüsiyle 200 konferans

vermiş ol¬sam ve her birinde 5000 kişiye hitap (çok daha fazla) et¬miş bulunsam en aşağı 1 milyon

insan demetlemiş sayıla¬bilirim.

Ama sadece ruhta ve o ân için... Zaaflarımızı tanı¬yalım!..

İhtilâl sonrası devri, benim için, çeyrek asırdır yu-ğurduğumuz gençliğin, su yüzüne çıkmaya ve

billûrlaş¬maya başladığını gösterici bir çığır oldu.

Derken Büyük Doğu'nun 15'inci devresi, 17 sayı çıkış, büyük alâka, komünizma hareketleri, Örfî

İdare ve kapanış... Ve arada bir sürü dâva ve muhakeme...

NDHAYET

1972 ilkbaharından beri evimde âdeta hapisteyim. Gardiyanım, kendim... Kitaplarımla meşgulüm

ve yeni bir ruh haletine bürülü... Üçüncü çile deyip geçeyim ve fazla konuşmayayım... Hapishane

çileleriyle beraber al¬tıncısı...

261

Bütün bunlar onlardandır; Allah tarafından ve on¬ların yoliyle...

İçice yumurtalar ki, açtıkça lütuf, açtıkça ceza, aç¬tıkça lütuf... Derken yine ceza ve sonu lütuf...

Sabır, musibetin göze görünenine değil de; bir de göze görünen minicikler arasında göze

görünmeyen ko¬camanına nisbetle hesap edilmeli değil mi? Bilmem ki, bu ölçüye göre ben sabırlı

mıyım; yoksa cılk yara halinde bir hassasiyetin muazzam mübalâğalarına burnunu kaptır¬mış, tam

bir sabırsız mı?

Nefs hükmüne razı değilim... Allah'a bırakalım... Verdiğini; ve yine kendi iradesiyle aldığını, o

biliyor.

İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin boyuna devam ettiği mukaddes ölçünün meali:

«- Allah'tan başka kimsede havi (davranış) ve kuv¬vet yoktur!»

Yatsı namazından sonra hemen girdiğim yatakta, bayılıncaya kadar bu ölçüye devam ediyorum.

YEND KERAMET

Bu devrede yeni bir kerametlerine şahit oldum, ve evliyanın dünyadan göçtükten sonra da devam

eden, hattâ şiddetlenen tasarruflar üzerinde fiilî bir laboratuar dersi aldım.

Mecmua yok, gazete yok, şu yok, bu yok: türlü ge¬çim sıkıntısı içinde kavrulduğum ve rızk

korkusu (ki bü¬yük günah) çekmemek için Allah'a sığındığım bir dem... Yine yediğim tokatın

tesiriyle o haldeyim ki, ne bastığım yeri görüyorum, ne de gördüğüm şeyi anlıyorum. Fakat dış

görünüşüm, 10 küsur kilo kaybetmiş olmama ve ölü

262

gibi sararmış bulunmama rağmen, her tokat yiyisimdeki halime eş olarak, tabiî... Ağlıyor,

yırtınıyor, dövünüyor, fakat adamakıllı yuvarlanmaya başladığım hissini veren bu halden

silkinemiyorum.

Bu defa da, öldürücü, ölümden öteye öldürücü bir vehim çökmesin mi içime:

— Yoksa ben efendim tarafından kovuldum mu?.. Liyakatsizlik ve sadakatsizliğimden ötürü, kapı

dışarı mı edildim?.. Beni bâtınlarından çıkardılar mı yoksa?..

Bu vehim içinde kavrulurken, evime öteberi almak için gidip geldiğim sokak dönüşünde, tam ikindi

namazı¬na durmak için seccademi düzeltirken bir de baktım ki, cüzdanım üzerimde değil!..

Adetim, para cüzdanımı umu¬miyetle komodinin üstüne atmak... Veya yatak odamdaki, üzeri

birtakım dosyalar, zarflar ve kitaplarla çevrili yazı masama bırakmak... Hayret!.. Cüzdan ne orada,

ne bura¬da... İçinde de benim belki bir aylık geçimime denk bir para... Sokaktan gelirken de

üzerimde olduğunu biliyo¬rum.

Zevcemi çağırıp vaziyeti anlattım ve o, yatağı, ma¬saları, her şeyi ararken ben sokağa çıkıp hiç

birinde dü¬şürmediğime emin olduğum yerleri tek tek taradım. Yok, yok, yok!.. Paranın değeri hiç

bahis mevzuu değil... Fakat ben o haldeydim ki, sigaramı yakmak için elime aldığım kibrit çöpü

kırık çıksa, cinnet terleri dökebilirdim. Dönü¬şümde zevcem her tarafı aradığını, yazı masasını

didik di¬dik ettiğini ve hiç bir şey bulamadığını söyledi.

Yerde serili seccade; ve ben anlatılmaz bir hal için¬deyim.

Ağzımdan şu sözler çıktı:

— Allah'ım; bu hal, bu imtihan, namazımı kılma¬ma mâni olamayacak!..

263

Namazımı kıldım ve yazı masasına geçtim. Para için değil, sırf halim için, bu defa ağzımdan

ihtiyatsızca bir çığlık koptu:

— Efendim, imdat!..

Yüzüm duvara doğruydu ve sol tarafımdaki kâğıt ve kitap destelerine bakmıyordum.

Birden, biri çekmiş gibi sol elim kâğıtlara gitti; ve elime, ben hiç bakmadığım halde, biri

tutuşturmuş gibi cüzdanım tutuşturuldu. Hâdisenin oluş mekanizması üze¬rinde her fikir boş...

Cüzdanı oraya ben sıkıştırmış olsam bile, bulunuşundaki iş kıymeti, eser hakkı benim değil...

Gözyaşlariyle masaya kapandım:

— Allah'ım; demek kovulmadım, demek o kapının köpeği olmak memuriyetim devamda...

Zevcemi çağırıp anlatınca, kadıncağız dehşetinden dondu; bir müddet sonra da kerameti benden

dinleyen, Efendi Hazretlerinin torununun oğlu Tâhâ Üçışık şöyle dedi:

— Bırakılmadığınızın bundan büyük delili olamaz. Sevinin!

YAŞAMAK ZOR- ÖLMEK ZOR

Son günlerde Muhib'le konuşuyoruz. Cemaatle kı¬lman namazlarla tek başına ve tenhada eda

edilenler ara¬sındaki incelikler üzerindeyiz.

Muhib dedi ki:

— Bildiğiniz gibi namazın esası cemaatla kılınma-sındadır. Tek başına kılınanlar eda sayılsa da,

topluluk namazlarının faziletine mâlik olamaz. Hele sizin mutlaka cemaat içinde görünmeniz

lâzım!..

264

Dedim ki:

— Cemaat namazlarının üstünlüğünü ben de bili¬yorum. Ondan mahrum kaldığım için de kendimi

yiyo¬rum. Elimden geldiği kadar da cemaate katılmaya çalışı¬yorum. Fakat öyle haller ve duygular

içindeyim ki, çok defa beni evimde ve kapalı köşemde ibadet etmeye zorlu¬yor.

— Meselâ?..

— Evvelâ ruhî halim... Bu nokta anlatılır gibi de¬ğil... Sonra cemaat içinde birçoklarının bana giran

gelen ' edaları... Hattâ, elâleme görünmek için, yani riya olarak cemaate katıldığımı sanmaları

ihtimaline karşı bile bir kaygı var içimde...

Muhib, gayet manâlı, dikti gözlerini gözlerime:

ݺte bu son kaygı duygusu da tersinden bir nevi riyadır. Bu hüküm de benim değil, Efendi

Hazretlerinin... Şöyle buyurdular: «Riya olmasın diye cemaatten kaçan¬lar, ayrı bir riya

içindedirler!» Nefslerine ve mazeretlerini bildirdikleri şahıslara karşı gizli bir riya...

Bundan sonra, dinin, gururla vakar, yerinde öfkey¬le yersiz gazap, atılganlıkla hareketsizlik vesaire

vesaire gibi, birbiri içinde birbirinin mânâsını tersine çeviren in¬celikleri hikmetine döndük.

Muhibciğim, benim kemâl örneği dostum, yüzü apacı:

İslâm, dedi; zıt kutuplar arasında muvazene ahengini bulma davasıdır; ve namütenahi

inceliklerin, kılı kırk yarmak yerine kırk bin yarmanın işidir. Bu iş de ne kadar zor, ne kadar zor!..

Bir lâhza durdu ve sonra içini çekerek, şu, bütün Arz küresinin muhiti boyunca mahyalandırılmaya

lâyık, sözleri söyledi:

265

— Ölmek zor, yaşamak zor! Düşün, Allah'a karşı halimiz ne çetin!..

Muhib'in yüzüne dikkatle baktım ve tepemden aşa¬ğı kızgın bir mayi gibi yediğim hikmetin yakıcı

tesirini ona göstermek istemedim. Ona bakarken de, hepimizi boş ve dibi kovalar misâli, nuriyle

doldurmuş olan Efendi Hazretlerinin büyüklüğünden başka bir şey görmedim.

Rize'den İstanbul'a gelişinde bir akşam bana uğra¬yan İlyas Ketenci:

— Son zevcelerinden üvey oğullan bir gün huzu¬runa cünüb olarak çıkmıştı. Hemen hamamın

yakılmasını emrettiler ve delikanlıya «git yıkan!» buyurdular. Onun kemaretleri bir gül sahrası...

Hangisini seçeyim?..

Torununun oğlu Tâhâ:

İbn-i Teymiyye ve reformacüar hakkında da sözleri: «Dini içinden bozan kâfir...»

Bu ifadeye bir de «ler» ilâve edebiliriz.

266

BENDM EFENDDM!

Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin gü¬zeli Efendim!

Vaktiyle: «keşke bu kadar zeki olmasaydın!» bu¬yurduğun adamın beynini, zerre zerre kıskaca alıp

atom gibi çatlattıkları bu hengâmede, eminim ki, her dem bera¬berimde, her ân baş ucumdasın...

Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin mil¬yarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin!

Babamla anneme Allah'ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile ol¬dukları için bağlıysam, sana da,

bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim... Düşünsünler farkı!..

Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çuku¬runda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü,

esmer ve pembecik teninin hiç bir noktası tozlanmamış ve paslan¬mamış, derin gözlerin

ebediyete.çevrili, Allah'ı zikreder¬ken görüyorum.

Yirmidokuz yıl değil, ikibin dokuzyüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden

zaman geçmiyecek velîlerdensin sen... Ruhun gibi kalbin de mahfuz... Kalıbın orada; fakat

ruhaniyetin, Allah'ın izniy¬le her tarafta ve benim yanımda...

Benim güzel Efendim!

Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki, dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin

zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum.

Hayatta biricik gayem, yaşarken ölümü delmek ve öteye geçmek gayesinin; o, anahtarını Kapı'yı

açmak üze-

267

Sonunda. ?

Benim Efendim! Çocukluğumda

beni dehşetler içinde yerimden fırlatan ve içinde tek tel¬kin ve nefsimi aldatma hissi bulunması

imkânsız bu hari¬ka karşısında aklımı çatlatan sen değil miydin?..

Bu tecelli karşısında büsbütün köpekleşmiş, son nefesime kadar Kapı'nın köpek kulübesinde ve o

köpeğe mahsus liyakat şartları içinde kalacağıma söz veren be¬nim!..

Çarklar işlemekten aşındı, vadeler dolmaktan çat¬ladı. Akşam oluyor... Bir mızrak boyu kaldı,

benim de hayat güneşimin batmasına...

Ne olursam, bu bir mızrak boyu zaman içinde ola¬cağım...

Allah'tan af istiyorum. Allah'ın Sevgilisinden ve

bütün Silsileden teker teker suçlarımın bağışlanmasını is¬tiyorum.

Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan al¬dığım sudur; ve bu suyun eğer bulanık bir tarafı

varsa nefsime, nurânî özü de O'na aittir.

Bugünün, yeşillikler ve pırıltılar içinde suyu ara¬yan ceylân gençliği o pınara koşsun!..

271

 

 

GENEL DAİITIM

b d yayınları Ankara Caddesi Vilayet Han Nu 10 Kat 3

Cagaloglu istanbul 528 55 51 511 08 73 512 59 22

ISBN 975 8180 24 X

9 "789758H1 80240"