TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM
b. d. yayınları
TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM / FİKİR
7. Basım / Mayıs 1998
b. d. yayınları: 19
Baskı: Hünkar Ofset / İst.
b. d. yayınları
Kurucu : Necip Fazıl Kısakürek
Yayın sorumlusu: Suat Ak
Müessese müdürü: Emrah Kısakürek
Her hakkı mahfuz ve "b. d. yayınları"na aittir
b. d. yayınları, Ankara C. Vilâyet Han 10/3 Cağaloğlu - İstanbul
ISBN 975-8180-26-6
ONU NASIL TANIDIM?
O
Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber
kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından...
İşte böyle; bir zamanlar beynim "mutlak hakikat" acılarına yataklık etti.
Ağrıyan akıl dişimdi.
Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa bu acıları
sayıp dökmeye yetmez.
Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona,
oyuncaktan boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına,
beştaştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar, anne, baba, dadı,
mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa
hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta
yıkıldı gitti.
Bilmem ki, hiçbir fâni, dünyaya gelmiş olmak adına bu kadar ağır bir borç
senedi imzalamış mıdır?
Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru, tabaka tabaka soyup hiçbir
şey bulamamak, üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini de kaybetmek gibi,
her şeyin iç yüzünü ararken her şeyi elden çıkarıverdim.
İmam-ı Gazalinin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmiyen ve
(Paskal)ın beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden
payıma düşenleri anlatmıya kalkmıyacağım. Dünyaya gelmiş olmak adına benimki
kadar ağır borç taahhüdüne girişmiş olanlar bilir ki, çoğu yeryüzüne alacak
senetleriyle gelen insanlara bu bahiste anlatabilecek şeyler pek az...
Ben yalnız, doğrudan daha gerçek bir yalan, vakıadan daha ölçülü bir masal,
maddeden daha katı bir hayâl anlatacağım;
Tanrıkulu, Tanrıkulu; onu nasıl tanıdım? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini,
bir yıkıntı âlemi içinde Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış bir
saik diye haber veriyorum!
Evet "niçin" ve "nasıl"ı benim, hikâyesi sizin olsun; şu kadar yıllık kâinat,
gözüme, bütün yaftalanmış, raflara dizilmiş, istenmeden herkese dağıtılmış ve
sorulmadan midelere indirilmiş hakikatleriyle, yeni baştan ve teker teker
gerçekleştirilmeğe muhtaç göründü.
Eşya ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir
sırrı tırmıkladım ki, bu sır şahlandı, beni çarptı, rahat ve mesut insanî
körlüğümün nezaret ufkunu kararttı; ve artık hiçbir şey görmemek yerine,
ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göstermeğe kalktı.
Bu kuyuda, "öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına" Allahın gölgesini gördüm.
Maddenin mahbus olduğu kaba bir dört köşe içinde birtakım eşya ve hâdiseleri
düzenleyip Allaha yok diyenlere nisbet, ruhumda beşerî kanunların tezgâhı o
türlü devrildi ki, bu devrilişin altından yalnız Allah doğrulabilirdi. Her
şeyi o türlü kaybettim ki, Allahı kazandım...
Aman efendim! Boğaziçinin bir kıyısından öbürüne geçmek için on paralık bilet
yeterken, bu geçidi, kendinden evvelki hiçbir âlet ve vasıtaya başvurmaksızın
geçmiye zorlanan adamın felâketini düşünsenize!
İşte bütün imân ve inkârı uçuk bir anne dudağından, soluk bir "İlm-i Hâl"
kitabına kadar, ortamalı ve demirbaş âletlere dayanan adamcağıza karşılık,
Allah, bana kendisini, kendi elimle buldurmak için taş kırıcı bir balyoz gibi
enseme nasıl indi, bilseniz!., Bir geceydi...
Pencerelerimde sabah, koyu siyahın üstüne her ân biraz daha açık mavi bir renk
püskürtülürcesine yavaş yavaş maya tutuyordu. Masamda, uçları kütleşmiş birkaç
kalem ve bir yığın kâğıt, dişleri birbirine kenetli birkaç kitap ve sigara
ölüsü-dolu kocaman bir tabla; saçlarım yüzümde ve çenem göğsümde, enseme inen
balyozu maddî bir tesir hâlinde duydum.
Duvarlara, kapı tokmaklarına, merdiven trabzanlarına tutunup kendimi yatağa
zor attığımı hatırlıyorum.
Bütün gücümü tek saniyenin içine teksif edip kendi kendime verdiğim "uyu"
emrinden sonra, ertesi gün, ağır bir ameliyat baygınlığından uyanmış bir
hastaydım ben...
Her şey yepyeni ve bambaşka.
O güne kadar gururların ve nefs istinatlarının en küstahlariyle müdafaa
ettiğim ahmak emniyetler bir tarafa; merkezinde Allah bulunmak üzere, ruhumda
ve namütenahi bir daire şeklinde inşasına mecbur olduğum bütün bir kâinat bir
tarafa...
Sokakta, arkamdan kaldırıp önümden yere bıraktığım ayağımın iki hareketi
arasındaki zaman atomlarını birbirine bağlıyamıyacak kadar yaman bir
(metafizik) teri dökerken, ayağımın değdiği her noktada arz çökecekmiş gibi
korkunç bir istinatsizlık vehmi çekiyordum. Vehim ve şüphe!.
. Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiçbir insan gözü görmedi.
Bakınız:
- Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her-şeyiyle, doğacak bir çocuğu
kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan
olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmıyayım?
Bana öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir
hâdisenin sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü, bu müthiş yalanın korkunç
nizamından ibaret... Meselâ Şimal kutbu diye bir yer yoktur; annem beni
doğurmamıştır; iki kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır; şu
dakikada filân devletle falan hükümet, aralarında sadece politika taklidi
yapmaktadır; tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus
dudaklarını kıpırdatmıyor.
Ve kapıları, pencereleri, sükûtları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz
haykırmak istiyordum:
- Doğrusunu söyleyin bana, doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden, bütün
kanunlarınız ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul
bir insandan bütün hakikati gizliyebilmek tecrübesindesiniz! O insan benim
işte! Söyleyin bana herşeyin doğrusunu. Eşya ve hâdiselerin peçesini kaldırın
ve içyüzlerini gösterin!
Ve belki de tımarhanedeki deliler, kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından
kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki, böyle demir parmaklıklı
kümeslere kapatılmışlardı.
Daha ne istiyorsunuz?
Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman,
mekân, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen bir kedi
yavrusu gibi kıvrılıp duruyordum.
Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayâl uçsa kanatları kana boyanır.
Herşey, amma herşey, içimde dumana, rüzgâra, gölgeye, sıfıra karışırken,
yalnız bir şey, kendisinden başka herşeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık
şartına bürünüyordu.
- Yalnız Allah var... Var olan yalnız Allah... Herşey o kadar yok ki, yalnız
Allah var... Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok...
Tam otuz yaşındaydım... Yedi yaşındanberi, çok defa yatağıma yüzükoyun uzanıp
bir mum ışığında okuduğum kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir sahife... Bu
uçsuz bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış, kül olmuştu. Yalnız bir
tarafında, ateşin çepçevre sardığı yanmamış bir parça vardı. İslâm tasavvufuna
ait bir kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum:
"Bir irşad ediciye varmadan olmaz!
Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul!
Genç adam, dere, tepe düz, o şehir senin, bu köy benîm, yıllarca araştırdı,
durdu:
Kırdığı her cevizin içi bomboş...
Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlatan bir çoban gördü. Kuzgunî
siyah bir zenci...
Zenciye:
- Beni irşad edecek birini arıyorum, dedi, arıyor ve bulamıyorum. Bana yol
göster!
Zenci, ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepeçevre bir daire çizdikten
sonra genç adama dondu, mırıldandı:
- Dört bir istikameti kokladım! Seni benden başka irşad edebilecek kimse yok!
İrşad edicin benim!
Ve genç adam zenci çobana kapılandı,... Ve erdi..."
İçimde, her biri bine bölünen yankılar: - Bir irşad ediciye varmadan olmaz!
Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edici bul! Seni kim irşad edecek? Mucize
iklimlerinin İrşad edicilerini bu asırda bulmak....
Zifiri karanlıkta bir akşam, iki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden
kalkmaz bir çuval gibi vücudumu sürüklerken, yol ortasında bir gölge gördüm.
Gölge, sanki kafamın dört duvar arasındaki yankılarını duymuştu. Bir ağaca
yaslandı ve içinde karanlığın yiv yiv helezonlaştığı gözlerle beni tarttı.
Her ân bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan buldum, haykırdım:
- Kimsin sen? Söyle!
Gramofon plâğı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:
- İrşad edicinin habercisi!
- Ne istiyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu zamanda bir İrşad edici?
- Her zamanda bir irşad edici var!
Gökte bir yıldız düşürken muradını kestirebilen bir kavrayış acelesiyle
atıldım:
- Çabuk, yerini, yurdunu, adını sanını bildir!
- İlle bir tarif mi istiyorsun?
- İlle bir tarif istiyorum!
Sigara kâğıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu gölge,
büküldü, sıçradı; biraz ileride, karanlığın dipsiz kuyusunu çemberliyen sokak
ağzına daldı ve yine müthiş fısıltısını koyuverdi:
- "Sır vermez"e git! "Tesbihçiler"den geç! Sağa sap! "Kapalı Cami" sokağına
gir! Yürü, yürü! "Yıkık Çeşme"nin karşısında "9" numara!...
Göğe baktım; bir yıldız düşüyordu.
(1943)
VE O GÜN, BU GÜN...
Sırvermez'e gittim. "Tesbihçiler"den geçtim. Sağa saptım. "Kapalı cami"
sokağına girdim. Yürüdüm, yürüdüm... "Yıkık çeşme"nin karşısında "9" numara...
İki kanadı açık bir bahçe kapısı.,. Girdim. Ne tuhaf!... Bahçe sandığım yer
küçük bir mezarlık... Daha doğrusu bahçenin bir kenarında, parmaklıkla
bölünmüş bir sıra mezar... Orta yerde şadırvan gibi bir şey... Etrafta,
cepçevre, teker katlı, birbirine bağlı, içice geçme, ahşap damaltları...
Bunlardan karşıma düşeni, pencereleri yere kadar inen kocaman bir oda...
Kimisi kırık, kimisi çatlak, kimisi de Öbek öbek kâğıt kaplı pencereler...
Hepsi perdesiz... Odalar bomboş... Tabut tahtaları gibi çırçıplak, cılk
tahtalar... Mezarlarla şadırvanın arasında bir asma; ve asmanın altında birkaç
tahta iskemle...
Bir ân, kalakaldım. İçime, bir iskemleye çöküp kaderimin tecellisini beklemek
diye bir his düştü. Asmanın altındaki boş iskemlelerden birine çöktüm.
O da ne?.. Bu defa karşıma düşen damaltı, eski bir mescide benzer bir şekil
belirtiyor. Kemer biçiminde baklava baklava demir parmaklıklı pencereler,
içerdeki müthiş boşluğu, hendeseleştirmekte... İçeride, taşla örtülü kor
kuyular gibi, meçhulün kilitli kapısı hâlinde bir duvar oyuğu... Galiba
mihrap...
Ürpererek ayağa kalktım. Meçhulün kilitli kapısı mı açıldı, ne; odada,
mihrabın içinden fışkırmış gibi bir adam peydahlanmıştı; yürüyordu, bana doğru
yürüyor, tahtaları gıcırdata gıcırdata geliyordu. Adam, mescidin bahçeye
açılan kapısını içerden kurcaladı. Kapı paslı demir ve çürük tahtanın boğuk
homurdanışlariyle açıldı.
Evet, bir adam...
Bir kat aşağıdan geliyormuş gibi kısık bir ses:
- Hoş geldiniz, dedi, buyurun, oturun!
Onu size anlatmayacağım. Anlatamıyacağım için değil, anlatılamıyacak bir
hâdiseyi boşuna zorlamamak için buna davranmıyacağım. Yalnız bir şey
söyliyeyim: Gözleri!... Evet, evet, gözleri!... Gözleri, bana bakarken ne
kadar uzaklardan dönüp geldiğini belli ediyordu. Bu gözler, en uzak yıldızdan
görünen en uzak yıldız kadar uzak, namütenahi uzak bir dünyadan bakıyordu.
Alçıdan heykel gözleri gibi, bu dünyaya ait her şeye kapalı; bambaşka ve
harikulade bir dünyanın seyircisi gözler!.. Artık bu gözlerin etrafında;
ahenkli bir baş, bembeyaz bir sakal, muhteşem bir alın, vekarlı bir burun;
onlar olmadan basitlerin basitini, onlarla beraber "anlatılmaz"ın tâ kendisini
terkip ediyordu.
Birden, denize bir gemiden demir atılması gibi, beynime bir duygu çöktü:
Kurtuluşumun, kurtuluşun sırrı bu adamdaydı.
Hazinenin yanı başına gelmiştim. İş, sadece:
- Açıl, susam, açıl! Demeğe kalmıştı.
Ilık, son derece yumuşak ve ılık:
- Seni bekliyordum!
Dedi.
Şaşırdım:
- Olabilir efendim. Fakat ben isminizi bilmeden geldim buraya.
- İsimden ne çıkar? İsimler bizi kaybetmemeleri için konmuş yaftalar... Daha
doğrusu, bizim kendi kendimizi kaybetmememiz için; kendi kendimize sahip
olduğumuzu zannetmemiz için... Benim ismim Tanrıkulu.,.
- Burada tek başınıza mı oturuyorsunuz?
- Öyle ya, tek başıma... Fakat bildikler beni yalnız bırakmaz.
Ve dalgın dalgın yüzüne dalışımı görerek ilâve etti:
- Yaşımı merak ediyorsun, değil mi? Yetmiş dört yaşındayım.
Manâlı, mânâsız, atıldım:
- İrşad edicim sizsiniz!
- Bende insanları irşad etmek kuvveti olsaydı, hiç izbelere çekilir miydim?
Meydanlara çıkardım!
- Demin beni beklemekte olduğunuzu söylemediniz mi?
Ses kısıldı, kısıldı; gözleriyle beraber uzaklara kaçtı:
- Ben, her ân, herkesi beklerim.
- Kapamayın bana kapınızı!
- Kapılar açık... Fakat görüyorsun ki, içeride hiçbir
şey yok...
Bütün cephe boyunca saldırmaktan başka çarem kalmıyordu:
- İslâm tasavvufuna dair okuduğum bütün kitaplar "mürşid-i kâmil"den
bahsediyor; üstün irşad ediciden... O nerede ve nasıl bulunur? Her devirde
mutlaka bir tanesinin bulunduğunu kaydediyor yine kitaplar... Ama onu nasıl
ele geçirmeli?.. Yine kitap diyor ki, onu bulmak için, istemek, gezmek, aramak
yeter... Onu bulmak şartiyle Çin Seddine kadar yayan yürüyebilirim. Fakat
orada da bulacağım, yine buralardaki kalabalıkların bir eşi değil mi? Nasıl
olabilir; nasıl, nasıl?
Müthiş gözlerini, taş bebeklerin gözleri gibi, içindeki dünyadan çekerek
yüzüme baktı:
- İrşad edicini bulsaydın, ondan ne isterdin, ne öğrenmek dilerdin?
- Kendimin ve bütün insanlığın dâvalarını...
- Yanlış kapı çaldın! Kitabın sana bahsettiği irşad edici, bu dünyanın basamak
olduğu başka bir dünyanın habercisidir. Yolu, irşad ediciden beklemiyorsun da,
sen ona yol gösteriyorsun! Senin, sırtında dilediğin yolu aşmaya mahsus bir
merkebe mi ihtiyacın var, bir rehbere mi?
Ve bir ân, gaibden bir emir dinliyor ve bu emri kesik kesik
tekrarlıyormuşcasına bir haber verdi:
- Merak etme, istediğin oldu. Senin, bu dünyanın basamak olduğu başka bir
dünyaya geçebilmen için bu dünyayı bitirmen lâzımdır... Bu dünyayı
tüketeceksin!.. Belki yola çıkamıyacaksın!.. Yol Ötelerde... Fakat buranın
keçi yollarını tüketeceksin!,. Keçi yollarında kaybedecek zamana ne yazık!..
Bir gün ana yolun başına ulaşacak olursan, bu kaybettiğin zamana
ağlayacaksın... Sen bilirsin... Bu dünya isteklisi, sensin!
Ağlarcasına haykırdım:
- Bana bu dünya lâzım; dediğiniz gibi ötekinin basamağı olarak!...
Ayağa kalktı. Mescid kılıklı damaltına doğru hızlı hızlı yürümeğe başladı.
Ben, arkasında, evi yanan bir insan gibi şaşkın ve bitkin bakınırken,
mırıldandı:
- Ben namaza gidiyorum! Merak etme, merak etme, istediğin olacak... Sana bu
dünyanın keçi yollarını, bir ucundan, öbür ucuna, gezdireceğim. Bakalım, yolu
bulabilecek misin?
Ve o gün, bugün onun dizi dibindeyim!
(1943)
KELİMELER, KELİMELER.
Dedi:
- Beni, hangi mevzuda olursa olsun, hemen görebilmen için tek çare, sadece
düşünmendir. Meşhur masalda, parmağındaki yüzüğü oğar oğmaz "dile benden ne
dilersin!" diye karşısına bir zenci köle çıkan çocuk gibi, elini hangi fikrin
madenine değdirecek olursan önünde beni
bulursun.
Benden ayrılırken, beynin kıvrım kıvrım istifham dolu, kendini sokakların
cereyanına bıraktın:
Bu adam da kimdir? Bu İzbede ne arıyor? Oturduğu damaltı ev midir, boş bir
mescid mi, eski bir tekke mi, ne? Ona kimler bakıyor? Nerede doğdu, kimin
nesi, nasıl yetişti, neler gördü ve geçirdi; ve nihayet ne oldu?
Heyhat ki, oğlum, senin bâzı fikirler etrafında muhtaç bulunduğun dekor eşyası
müstesna, bu hususlarda elde edebileceğin hiçbir şey yok... Zira ben, yetmiş
şu kadar senelik hayatım, Anadolunun bir köşesinde, bir cami ile bir çeşmeye
ve çerden çöpten birkaç çatıya mâlik köyüm, nihayet beni sığındırdıkları köşe,
bildiğim suratım ve hâlimle, senin için, kafa kâğıdı çerçevesinde bir merak
mevzuu olmaya pek değmem, Vazgeç bütün bunlardan; istersen beni, bellibaşlı
bir hayatı, doğum yeri, oturduğu yer, şuralı ve edası olan saf bir fikir diye
ele al!.. Bunu yapamaz mısın? Farzet ki ben, sana bir başka cesedin, çehrenin
ve birkaç müşahhas hususiyetin içinden seslenen, her istedikçe karşına çıkan
ve her istedikçe karşısına çıkabileceğin saf ve mücerret bir fikirden
ibaretim. Aynadaki hayâlinin nabzı, duvardaki gölgenin kanı, dağ başındaki
çığlığının aksi, rüyadaki temasının vücudu, böyle birşey... Eğer beni mutlaka
şahıslandırmak istiyorsan, sana, kendi hakkımda, gayet basit bir izah anahtarı
verebilirim. Basitlerin basiti, üzerinde hiç durmadan geçilecek bir izah:
- Tanrıkulu, alelade bir müslümandır! Sen beni merak edip öğrenemezken, ben
seni, merak etmeden öğrenmiş bulunuyorum:
Sen, şairmişsin; şair, muharrir, filân, falan... Yâni kelimeleri düzenleyip
başkalarına okutmak ve dinletmek dâvasında bir adam. Eyvah; öyleyse insanların
en dâvâlısına çattım demektir. Ama ziyanı yok; bizim mezhebimizde, her şeyi
bıraktıktan sonra, bırakmayı da bırakmak bulunduğu için, esası dâvasızlık olan
mezhebimizi, dâvasızlık dâvasına da düşmemek için, seninle her dâvada
karşılaşmıya razı edebilirim. Zaten birbirimize karşı ahdimiz, seninle bu
dünyanın dâvalarını çözmeğe çalışmak değil miydi?
Sen şair ve muharrirsin ha!.. Kelimelerin hokkabazı, mefhum takozlarının
mimarı, mâna unsurlarının muhasebecisi... Dur bakalım, seninle bir hesap
oyununa girişelim! Oyun dediğime bakma, mümkün olduğu kadar ciddî, hattâ
müthiş bir oyun...
Bizim bütün düşüncelerimiz ve duygularımız, bir had, bir sınırla çevrili,
değil mi? Lisan haddi, dil sınırı... Öyle bir had ki, ezelden başlayıp ebede
kadar gitsek, nihayetini, ucunu, bucağını bulamayız. Ve bu had, birbirinin
sağında ve solunda nisbete giren kelimelerin namütenahi tertiplerinden
doğuyor; öyle mi, değil mi? Güzel!.. Elimize sadece dört tane kelime alalım:
Meselâ "Tanrıkulu iyi adam değildir"... Alâ! Bu dört kelimenin birbirine
nisbeti, birbirinin sağına ve soluna isabet etme ihtimâli kaç türlü olabilir?
Bir dakika bekle, aramana lüzum yok... 1, 2, 3, 4... İşte sana dört tane
rakam... Bu rakamları birbiriyle nisbet hâlinde kaç türlü kullanabiliriz?
Adetlerin ilminde basit düstur... Tam 24 türlü kullanabiliriz. Rakamları
sıralamaya ihtiyacın yoktur her halde... Bir parça hesap bildiğini sanıyorum.
Şimdi her kelimeyi bir rakam farzederek, mahut dört kelimeden kaç türlü nisbet
doğacağını görelim! Tabiî aynı şey, tam 24 türlü... Bu defa sana her nisbeti
ayrı ayrı gösteriyorum. Sıkılmadan takip et; bakalım bu nisbetlerden bir eksik
veya bir fazlasını bulmak mümkün mü, muhal mi? İşte, işte:
Tanrıkulu iyi adam değildir... Tanrıkulu iyi değildir adam... Tanrıkulu adam
değildir iyi... Tanrıkulu adam iyi değildir... Tanrıkulu değildir adam iyi...
Tanrıkulu değildir İyi adam... İyi Tanrıkulu adam değildir... İyi Tanrıkulu
değildir adam... İyi adam değildir Tanrıkulu... İyi adam Tanrıkulu değildir...
İyi değildir adam Tanrıkulu... İyi değildir Tanrıkulu adam... Adam Tanrıkulu
iyi değildir... Adam Tanrıkulu değildir İyi... Adam iyi değildir Tanrıkulu...
Adam iyi Tanrıkulu değildir... Adam değildir Tanrıkulu iyi... Adam değildir
iyi Tanrıkulu... Değildir iyi Tanrıkulu adam... Değildir iyi adam Tanrıkulu...
Değildir adam iyi Tanrıkulu... Değildir adam Tanrıkulu iyi... Değildir
Tanrıkulu adam iyi... Değildir Tanrıkulu iyi adam...
Gelelim neticeye! Bir lisanda kelimelerin sayısı muayyen mi? Elbette! Muayyen
vâhidlerin birbirleriyle nisbetleri, kaç türlü ve ne kadar olursa olsun,
muayyen midir? Elbette!
Aman oğlum, dikkat kesil, dikkât!!! Sana çok kolay görünüyor ama, en zor iş
üzerindeyiz; yahut sana çok zor görünüyor ama, en kolay iş üzerinde... Sen
yalnız dikkât kesil:
Sayılı vahitlerin birbirine kaç türlü nisbeti olursa, o şekiller de sayılı
olmaya mahkûm bulunduğuna göre, bir lisan içindeki bütün tertipler, en
duyulmadık deli saçmasından, en görülmedik ciddî esere, bir vatanı kurtaracak
hamle sırrının İzahından, bir hastayı iyi edecek ilâcın terkip ifadesine,
bütün yalanların yalan veya doğrusundan, bütün doğruların doğru veya yalanına
kadar, hattâ bu cümle ve her cümle de beraber, evvelden muayyen, evvelden
mukadder, evvelden malûm, evvelden mevcut şeyler değil midir? Dikkat et oğlum,
dikkat et! Bu muayyenin, bu mukadderin, bu malûmun, bu mevcudun dışında, ne
bir hasta sayıklayabilir, ne bir inkılâpçı yolunu bulabilir, ne bir âlim
keşfini yapabilir, ne bir şair, edasını kalıplaştırabilir. Görüyorsun ki, her
şey, amma her şey, oralarda, ötelerde, bizi aşan bir âlemde, hazır mevcutlar
halinde bir ağacın dalları gibi üstüste bekliyor; ve biz boyumuzu
uzatabildiğimiz nisbette bu dallardan bir yemiş koparıp yiyebiliyoruz. Fakat
yemişin kendisi bizim değil, ağacın... Gölgesi ve tesellisi de bizim...
Geçenlerde senin bir yazını okudum. Lisanı kâinatın plânı gibi bir şey
farzediyorsun. Bu farzında sana hak verebilirim. İşte bir kâinatın kendi
mekânında, kendi kendisine nazaran muamelesi, onun, gizli bir manto içinde
nasıl sımsıkı kavranmış olduğunu akıl ve hesapla ispata yetiyor. Bize, kendi
başına ve her defa ayrı ayrı mevcut gibi görünen her şey, aslî, esaslı ve tek
bir mevcut önünde ya bütün varlığından soyunuyor; o zaman korkunç bir yokluk
uçurumuna düşüyoruz; yahut mutlak ve sonsuz varlığın her mevcudu kahredici
büyük tecellisine kavuşuyor; o zaman da prensiplerin, sistemlerin, neşelerin
ve aşkların en üstüne erişiyoruz.
Mesafelerin gide gide ulaşamadığı, sayıların yüksele yüksele yetişemediği,
hadlerin bitişe bitişe yekpareleştiremediği son, büyük son; her şeyi
mantosunun içinde sımsıkı saran ve sınırlaştıran nihaî sebep ve netice,
Allahtır. Ve işte hangi ticareti yaptığını ve nereden neyi alıp nereye
sattığını bilmesi gereken kelimelerin tüccarına, kelimelerle verilecek ders bu
kadardır.
Ben sana "başını kes ve arkamdan gel!" dememiş miydim? Zira mevcutların
Ötesine geçmek ve hürriyetlerin üstüne çıkmak için tek çare, hudutsuzlukla
aramızdaki biricik geçit olan ruhun yoluna girmek... ""İman tam olduğu zaman
isbat yoktur"un sırrı da burada...
Seni, kelimelere duyduğun itimattan mahrum etmek istemem. Unutma ki, dâvamız
bu dünya ile ve kelimelerle... Onlara, bir kerecik fikrin topyekûn dibini ve
kökünü yokladıktan sonra yine itimat edebilirsin.
Elverir ki, aklın nihaî vazifesi kendi kendisini tahrip ve anlayamayacağını
anlamak olduğu gibi, onun vasıtaları kelimelerin de iç yüzünü ve gizli
işaretini yine onlarla keşfeder gibi olasın... Ondan sonra yine onlara
güvenebilirsin!..
(1943)
ALLAHIM, SENİ İSTİYORUZ!
Yıllardır insanlık, derin ve sinsi bir dert çekiyor. Bu dert, sinirleri bozuk
bir mirasyedi oğlunun iç sıkıntısı. Mirasyedi çocuğu, gözünün bir işaretiyle
yeryüzünün bütün çeyizlerini ayağına serdirebileceği halde hiçbirisiyle
avunamıyor. Lâstik toplarını ısırıyor, renkli balonlarını iğneliyor, motorlu
fillerini, pervaneli atlarını yerlerde süründürüyor ve bütün zenginliklere
arkasını dönmüş, bir pencereden, bir türlü kendisine kadar gelemiyen güneşin
toprak Üstündeki altın lekelerini seyrediyor. Bu hastalık, masallardaki dünya
güzeli şehzadelerin derdi gibi bir şey... Başında bin doktor ve üfürükçü, bin
hokkabaz ve falcı çare arıyadursun; o, günden güne fenalaşmakta...
Denizaşırı bir memlekette bir takım kardeşleri, tuhaf bir ülke kurdu. Evleri
itfaiye merdivenlerinden, gökleri arı kovanlarından, sokakları, üstünde
binlerce bıçağın işlediği bileği taşlarından farksız... Orada, uzun boylu, cam
gözlü, dört köşe omuzlu, az konuşan, konuştuğu zaman da kurbağa gibi sesler
çıkaran bir insan örneği peydahlandı. Suratı yoğurttan daha çizgisiz olan bu
tipin ne zaman ağladığı, ne zaman güldüğü, ne zaman heyecanlandığı belli
değil... Yalnız bir paspasın üstünde, yumruklarına deriden bohçalar sarmış iki
çıplak insan boğuşurken; milyonluk kalabalıklar karşısında, bir takım kısa
pantalonlu çocuklar meşinden bir yuvarlağı kovalarken; iki lâstik tekerlekli
araba 80 derece meyille bir dönemeci kıvrılırken gırtlağından naralar
boşanıyor.
Ufak bir ameliyatla aşka ait her kahırdan kurtulmuş harem ağaları gibi, içinin
bütün zehirlerini sinirleriyle beraber söktürmüş olan bir insan Örneği,
teselliyi cematlaşmakta aramanın korkunç misali...
İşte, bütün hârikası, sadece kemiyet plânını alabildiğine köpürtmekten ibaret
(Yeni Dünya) isimli diyarın macerası!..
Beri tarafta, şarka doğru bitmez ormanlar ve sonsuz (step)ler memleketinde
başka kardeşleri, yıldızların bile duyduğu bir çığlık kopardılar: komünizma!..
Yenicami merdivenlerinde asker terhislilerine leke sabunu satan işportacıların
kolay belâgatiyle dünyayı, asırları, medeniyetleri, milletleri ve sınıfları
markaladılar. Bütün derdi, fazladan bir demet soğan, bir şişe yağ ve iki saat
istirahatten ibaret bir sınıfın İstırabı, insandaki büyük ve mücerret idrâk
ıstırabının yerini almak istedi. O gün-denberi kâinatı dört köşe gören bir
madde telâkkisi, hâdiselerin ebedî düğümünü ariyan ruh kavrayışına; sefil bir
yokluk mantığı, mantığın üstündeki varlık murakabesine; Eskimolara bile
vâdeden insaniyetçi dolandırıcılık, millet aşkına; sokak afişçiliği, saf ve
hâlis san'ata; âdî vuzuh, ulvî muğdile düşman kesildi. Sonunda onlar da, ezelî
ve ebedî kıymetlerin çoğuna, merkezinden mahrum olarak, sinsi sinsi dümen
kırmakta aradılar muvazeneyi...
Gelelim, (Adriyatik) kıyılarından esmeğe başlayıp Baltık sahillerinde
kasırgalaşan, sonra dünya büyüklüğünde bir balon gibi patlayıveren mahut
tecrübeye: Faşizma ve Nazizma!...
Bu tecrübe, eşya ve hâdiselere tahakküm iktidarından düşen, öz terakkileri
içinde boğulan (Greko - Lâtin) medeniyetinin kendi nefsine karşı bir
aksülâmeli oldu. Bir aksülâmel; kendi kanunlarına, mukaddeslerine karşı bir
isyan ve ihanet... Garp medeniyetinin son yemişi müsbet bilgiler, onu bir
hançer gibi tutan elde, hiçbir başka hak ve mukaddes tanımaksızın, mutlak bir
İmtiyaz ve tahakküm edasiyle mirasa konmak İstedi.
Ve meydanı, hiçbir insanî ideolocya gayreti olmıyan, sadece kâbuslarda bile
görülmez bir iştiha ve ihtiras psikolocyasiyle şişmiş, ilim ve sistem sahibi
bir canavarlık hamlesi kapladı. Netice malûm...
Ya demokrasyalar?.. Hastalığın başı onlarda!.. Bir zamanki sahte muvazeneleri
ve sonra bu muvazeneyi allak bullak eden madde keşiflerinden sonra,
rahimlerine bu iki (menfi)yi düşüren, bilmeden geliştiren, doğuran ve nihayet
teker teker boğup kilise kapılarına bırakmaya mecbur olacak kadar
bedbahtlaşan; şu ânda. maddede muzaffer, fakat mânada büsbütün müflis
onlardır!
Hiçbir misal ve tecrübe, insanlığı kandıramiyor. O, kifayetsizi ve dalâleti
hemen seziyor. Menfiyi, çürüğü, günübirliği sezmek işten bile değil, fakat
müsbeti, sağlamı, devamlıyı bulmak, dâvaların davası...
Niçin o kadar tapındığı müsber ilimler ona tesellisini vermiyor. Ölülerin
kalbini şişelerde zıplatan doktorları; suyun altına, havanın üstüne merdiven
kuran mühendisleri; Londradaki fısıltıyı Tahranda dinleten kâşifleri var.
Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilâç değil?..
Ruhunun bütün nizamı çöktü. Bestekârın kulağına eski vecdin sesleri yerine
sar'alı kadın çığlıkları ve Afrikalı vahşi tepinmeleri geliyor. Ressamın
gözüne, eski ahenkli yüzler yerine, yedi başlı zebaniler ve kemik hastalıkları
koğuşundan seçilmiş hilkat galatları görünüyor. Mimar, gökyüzüne bağırsak gibi
şeyler çekiyor. Şairin şiiri, daha içini okumadan, uzaktan bakıldığı vakit,
kocakarı ağzı gibi yıkık dökük... Üstünde oturduğumuz eşya, taş devri
aletleriyle yontulmuş, işsizlik, ümitsizlik ve bedbinlik teneşirleri...
İnsanlık bunalıyor!!!
İşte bütün dâva; insanlık bunalıyor!!!
Belki de bunalmaktan kurtulmak için ayaklandırdığı kıyamete rağmen insanlık
bunalıyor. Ve asıl bundan sonra bunalacak!...
Son yıllarda zamanın en ince çizgisine dokunan filozof ormanlarda dolaştı; ve
(Bunalma felsefesi) başlığı altında korku ve sıkıntıyı bestelemeğe çalıştı.
Şimdi de insanlığın beklediği yeni ve büyük (metafizik)ten bahsediyorlar!
Artık anlıyoruz ki Allah dünyamızdan çekilmiştir!
Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibi dünyadan çekilmedi; dünyanın kalbleri,
kendilerini onun malından çekti. Allah dünyamızdan çekilmiştir.
Bize kim yol verecek? Kabuğunu emdiği şeyin ruhunu tüküren ham ve kaba softa
mı? Adını bile anmayın!
Basit ve tabiatın üstünde, âlem içi âlem sezen yepyeni (fevkalâde) telâkkisi;
sen neredesin? Kaz kümeslerine sığmayan üstün ruhun, istikbâle ve maveraya
iştiyakından ne haber?.. Kurbanlık koyunlar gibi boynu kesilmiş büyük saffet
ve teslimiyet; bizi Efendimize ancak sen kavuşturabilirsin!
Niçin yıllarca güneşe, ateşe, öküze ve ağaca taptık?.. Ne diye bu âdi
maddelere ruhumuzun esrar gömleklerini giydirdik? Hep bu dört köşe şeklin
dışındaki ruhu, hep bu yaşadığımız günün ilerisindeki ânı, hep bu gençliğin
üstündeki durağı İfadelendirmek için...
Dünya ilk defa olarak Allahsızdır. Artık ne bir (harikulade) telâkkisi, ne bir
sonsuzluk duygusu, ne bir gizlilik idrâki, ne bir yarın iştiyakı!..
Hızını büyük imanlardan alan müsbet bilgilerimiz, lokomotifi bozulmuş vagonlar
gibi ilk darbeyle yürüyor ve hep inişlerden faydalanıyor. Yokuş göründü!
Vagonlardan çığlıklar geliyor: Nasıl tırmanacağız?..
Allah dünyamızdan çekildi. Bu çekiliş, bir insandan cesaretin çekilişi, bir
çehreden sevginin uçuşu, bir bahçeden baharın gidişi gibi, kaba madde üzerinde
takibi mümkün bir iş değil!.,.
Ve işte bunalıyoruz!!! Günün en ince çizgisi, bu... Rahatsızız; mahduda
sığamıyor, hudulsuzu dolduramıyoruz.
Her sakatlık ve çarpıklık yalnız bu yüzden...
Bu hal, her vasfı ihmal edilen ruhun, göze görünmez bir plânda, kâinat kadar
büyük şahsiyetini ihtar edişinden doğmakta...
Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibini, has aynası olan gönüllerde, mutlak
sahiplik tecellisine davet etmeyi bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz?
Bilmeyeceksek bilelim ki bir saniye ilerimizde, artık bir daha zerrelerimiz
yanyana gelmemecesine müthiş, patlama ânı var...
Allah'ım! Seni istiyoruz!..
(1943)
İNANMAK
Gözlerinde hep o kuşların gözlerindeki incecik perdeye benzer şeffaf bir
tül... Fikri, göz yaşlarının içinden süzüyormuş gibi, ağlamaklı:
- Batmiyacağına inanarak, dedi, suya bas, yürür gidersin. İmkânsız olan
inanmandır; su üstünde yürüyebilmen değil... İnanmaktan açayım, inanmaktan...
İnanmak, insanoğluna vâdedilen bütün mucizelerin anahtarı... İnanmaya memuruz.
Ne kadar kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Neye inanmıyorsan, sen
o V şeyde, kanatları kesilmiş bir kuşsun; uç bakalım, uçabilirsen... Eşya ve
hâdiselerin varlığı, kendisini, kendi zatî varlık hey'etinden evvel, bizim
inanmamıza borçlu... İnandığımız herşey var; inanmadığımız hiçbir şey yok.
Sustu; ince ve esmer dudaklarını buruşturdu, devam etti;
- Sezmiyor musun ki, bütün kâinat misilsiz bir tılsım kavanozunda, birkaç
ışık, renk, çizgi ve ses oyunu içinde kendi kendisine hiçbir vücut sahibi
olmadan, sadece bir vücut fikri yüzü suyu hürmetine varlık şartlarına bürünen
muhteşem bir yokluk plânından ibaret... Bu yokluktan o varlığa, tek bir geçit
yol veriyor. Ruhumuzda kıl kadar ince bir geçit... İnanmak!... Bu âlemde
insandan başka her unsur, tam ve mutlak bir inanma uykusunun huzuru içinde...
Cemal, nebat ve hayvan, memur oldukları işlerin tam ve mullak imanına
bürülü... Halbuki İnanmak, büyük ve sonsuz iman, inanmanın tâ kendisi, ruhu ve
cevheri, insana mahsus... İnsan inanacaktır; ve bütün insanları peşi sıra
götürecek...
Bir ân, asma kütüğünün içini oyan bir kurdun diş seslerini duydum. Peşinden
Tanrıkulunun sesi yetişti;
- Mektep kitaplarının sayfalarında, kibrit çöpleriyle aydınlattıkları birkaç
bin senelik tarihe bak! Bu güne kadar insanlık, her neye ve nasıl inanmış
olursa olsun, yalnız İnanmanın eserini vermiş... İnanmış, toprağı ekmiş...
İnanmış, şehirleri kurmuş... İnanmış, meydanları açmış... Ve inanmış, imanının
başı üstüne, çın çın öten kubbeler çekmiş... Maddeyi zerre zerre teftiş edip
her zerrenin öbüriyle münasebetini aramaya kalkışmış... Mermeri, içinde bir
nabız çarpıp çarpmadığını anlamak için talaş talaş yontmuş... Sadece
inanmış... Ve eline geçen her şeyi, inanmanın nema payı olarak kazanmış...
Şimdi bak, dikkat kesil! Nihayet, insanoğlu, nema payını sermaye zannedip ana
sermayeyi o türlü ihmâl eder olmuş ki, tarlalarını samyeli basmış, şehirlerini
zelzele, meydanlarını ihtilâl ve kubbelerini zifirî karanlık... Zerre zerre
teftişe kalktığı madde, kılı halat kadar gösteren pertavsızlar ve bir dairede
kaç çizgi ve her çizgide kaç nokta bulunduğunu hesaplayan düsturlar altında,
kendi yokluğunu bizzat haykırmaya başlamış... İçindeki nabız seslerine doğru
talaş talaş yontulan mermer, merkezine yaklaştıkça korkunç sar'a nöbetleriyle
çatlamaya yüz tutmuş...
Gözlerinin keskin cımbıziyle iki kaşımın ortasından yakaladı;
- Bütün bunların hesabı tek kelimelik... İnanmamak!.. İnsanlık şimdi;
inanmamak devrinin tam kemâlinde... Çevir başını da şu mezarın küflü
kavuğundan arkadaki duvara, duvarın üstündeki kırık kiremitlerden şehire,
şehirin en yüksek minaresinden en yüksek buluta; ve oradan bütün yeryüzünü
görüyor musun?
- Bütün yeryüzünü görüyorum.
- Orada ne görüyorsan, topyekûn şu mutlak illete bağlayabilirsin...
İnanmamak!.. Zamanımız, inanmamanın kâmil ânını; ve mekânımız, inanmamak
buhranının kâmil cümbüşünü çerçeveliyor.
Sesinde, kemanın en tiz perdesinden en kalınına geçer gibi bir ahenk
değişikliği:
- Usûlümüze dikkât et! Muhitten merkeze doğru gitmiyoruz; yolumuz, merkezden
muhite doğru... Bir dairede merkez, yerini ve yurdunu değiştirmesi mümkün bir
unsur, bir eşya değil; bir esas, bir hikmet, bir bedahattir. Mükemmel bir hiza
çizgisi üstünde bir sıra adama bakarken, göz yalnız adamları görür ve hizayı
anlar; halbuki hiza diye elle tutulur, gözle görülür bir şey var mı ki? Sesi,
duyulmayacak kadar hafifliyor; - Bedahatlere güven! Onlar ruhumuza gökten
şimşek gibi düşen gerçekler... Şu gerçeği, bir müsellesin dört Çizgili
olamıyacağı tarzında kafana mıhla ki, neye ve nasıl olursa olsun, insanoğlu,
inanmadan bir gölgedir, su üstünde bir kırışık, bir esneme, bir aksırık, bir
hiç!... Evvelâ inanmaya inan!.. Neye ve nasıl olursa olsun, inanmaya inan!..
Onsuz ne biz mevcuduz, ne de başka birşey... İstersen, bir odun parçasının
tepesine sırmalı bir külah geçir ve ona inan!.. Fakat inan!.. Göreceksin ki,
odun parçası, birdenbire, (Burak) kesilecek, dört ayağını yerden kesip
havalanacak ve sana, evvelâ kendini, sonra da yeryüzünü fethettirecek...
İnanmaya inanır inanmaz, İnanmanın da kime mahsus olduğuna hemen inanırsın!..
(1943)
NEYE İNANMAK?
Göğsüme dayalı çeneme, ve birbirine kenedli iki elime abanmış, ayaklarımın
dibinde bir portakal kadar küçülen dünyayı seyrederken, Tanrıkulunun sesi
yetişti:
- İnanmak demiştik, değil mi? İnanmak, iman... Ve İnanmanın esası, iç yüzü.
hakikati, Allaha inanmak... Gerisi, hakikî inanmanın gölgeleri ve gölgelerin
gölgeleri... İnanmak, ona İnanmak için yaratıldı. Allah, inanmayı, insanla
kendi arasında bir açık kapı diye bırakmasaydı, münkir, sabahleyin aynada
kıravatını bağlarken, gördüğü şeklin kendisi olduğuna bile inanamazdı.
İnanmanın ruhu, özü, cevheri, Allaha inanmak...
Tanrıkulu'nun gözlerinde, aydınlığın bile başını döndüren başka bir aydınlık:
- "Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir." Maddenin sür'ati bilmem ne kadara
çıktığı zaman sıfıra iniyor; ziyanın şiddeti bilmem ne olunca, etraf
kapkaranlık kesiliyor. "Allah, zuhurunun kemâlinden gaiptir." Ve bunu anlamak
için insana, akıl değil, aklın üstünde bir şey lâzım... Sana, bu noktada,
aklın unsurları ve usulleriyle gösterilmeğe değer hiçbir şey yok. "Hamurun
lezzetini, çatal, kaşık ve bıçakla arayabilir misin?" Halbuki hamurun,
kitlesinden başlayarak göze görünür ve Ölçüye sığar her unsuru, onun lezzetini
meydana getirmek ve bu lezzeti sımsıkı peçelemek, gizlemek içindir. Sana, bu
noktada, aklın unsurları ve usulleriyle göstermeğe değer hiç birşey yok,
dedim. İsteseydim, yine aklın unsurları ve usulleriyle aklı yıkarak, o
harabenin altından ne çıkacağını gösterebilirdim. Ne diye iğneyle kuyu
kazalım; dinamitle dağları tersine çevirmek mümkün olurken'?.. Dikkât et!
j[majxiain..Qİduğu zaman, muhtaç olmadığı yegâne şey, ispattır. İman tam
olduğu zaman ispat yoktur. Ortada, tek başına, her şeyden mücerret, bütün
alâkalarından kesilmiş tek bir şey vardır: İman!..
O zamana kadar dizinden hiç kıpırdatmadığı elini hafifçe kaldırarak, başımın
üstünde, küflü bir mangır kadar uzak ve küçük görünen semayı işaret etti:
- Kâinat hamurunun bütününe bakabilen göz, onun, çatala takılmaz, kaşığa
konmaz, bıçağa gelmez bir lezzet taşıdığını ve bu lezzetin Allah'ı haber
verdiğini bir hamlede kestirir.
Dudakları, bana duyurulmaya mahsus olmayan esrarlı hecelerle uzun uzun
kıpırdadı, sonra sesi birdenbire meydana çıktı:
- Biz seninle, ötelerin değil, bu dünyanın hayatına bağlı düzen üzerinde
dolaşacağız. Hedefimiz eseri kucaklamak; müessiri değil... Çünkü sana ve
herkese senin ve herkesin vehmince bu dünya lâzım... Bu iş için de, eser adına
müessiri tespit etmekten ötürü vazifemiz yok... Eğer insanın yaradılışındaki
aslî ve hakikî memuriyete istekli olsaydın, o zaman eseri topyekûn bir yana
bırakıp müessirin kapısına yol aramaya çıkardın. Biz de sana yolu gösterirdik.
Sana "boynundan yukarısını, yâni kafanı kes ve arkamızdan gel" derdik.
Tırnaklarımla kavradığım yanaklarımda sıcak bir ıslaklık duydum. Tanrıkulu'nu
dinlerken yüzümü kanatmış olabilir miydim? Tanrıkulu oralı değil:
- Bizim, dedi, boynumuzdan ötesi, yani kafamız yok! Biz onu çoktan kestik ve
çöp tenekesine attık! Şimdi senin gibi bir dünya ehline, bu dünyanın, beyni
ıstırap ve ihtilâç içinde son örneklerinden birisine, yine bu dünya
çerçevesinde yol göstermek için, kesik kafamızı çöp tenekesinden çıkarıp
boynumuza oturtuyor ve onunla konuşuyoruz. Kesik kafa diyor ki:
"Bu dünyanın ve bütün kâinatın merkezi Allah'tır. Ve benim bu işin
hakikatinde, her işin tam ve mutlak hakikatinde olduğu gibi, bangır bangır
iflâsa mahkûm olmaktan başka hiçbir çarem yok... Benim ismim akıldır; ve beni
temsil eden meleğin, Allahın Sevgilisini (Sidre-tülmünteha)dan öteye
geçirmeyip kanatlarının yanmıya başladığını görmesi ve: "artık yolum bitti;
buradan ötesine seni aşk götürür" demesi gibi, nihaî varışım, kendi
usûllerimle kendi kendimi yakmaktan başka bir şey olamaz. Benim bittiğim
yerde, insanoğlunda başka bir akıl başlar; ve o akıl, beş hassenin dışında
görür, koklar, tadar ve dokunur. Karanlıkta görmek, sessizlikte duymak,
vücutsuzlukta koklamak, lezzetsizlikte tatmak; böylece maddenin ötesini
maddeleştirmek, yalnız o aklın kârı... Onun, kalb diye, ruh diye, aşk diye bir
takım isimleri var. Oysa, insanoğlunda, sadece Allahın tecelli merkezi...
Dâva, bütün dâva, topyekûn dâva; ben kendi kendime inanmazken, bana inanan
insanların, yeryüzünde kurdukları şekilli ve şekilsiz bütün mimarilerde, benim
sınırlarımla ötelerin sınırları arasındaki ahengi bir türlü tam olarak
zaptedememelerinde... İnsanoğlu, yine benîm vasıtalarımla benim sırrımı
çizmeden öteki akla yol bulmadan kuracağı şekilli ve şekilsiz mimarilerin
kapısına Allah'ın tuğrasını basmadan, bir ana baba günü kadrosiyle birbirini
çiğnediği bu çıkmaz sokakta kendisine yol bulamıyacaktır."
(1943)
Yeni bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak tek
vasıta, kitap...
İnsanlık, kitabın mukaddes vasıta olmak haysiyetini dinlerden öğrendi. Bugüne
kadar da hiç unutulmadı.
Kitap mefhumunun bir ucunda Allah, öbür ucunda da sonsuzluk var. İnsan oğlunun
ebedlerce methede ede bitiremeyeceği sonsuzluk...
Bu yüzden yarına gebe kahramanlar, kitaplık celide, kitaplık çapa, kitaplık
yapıya, hakikî oluşun temel şartı göziyle bakarlar. Onlarca kitap, yarını
nişanlıyacak ses güllesinin biricik mancınığı...
Kitap dışında, gündelik yazı, çerden çöpten konuşma gibi, bazı kolay ve ucuz
âletler de vardır ki, mancınığa nisbetle, köy çocuklarının serçelere taş
attığı çatal sapanları andırır. Bir günün sabahında avladıkları sesi, ancak
akşamına ulaştırabilirler.
Bu âletlerin vazifesi, cıgara paketlerinin arkasındaki kısa adresler halinde,
dinamizmah çıkış başları kurmak ve kitaplık hamlelere muhit hazırlamaktır.
Yoksa, içinde dört mevsimin kaynaştığı hiç bir sistem örgüsü, bu günübirlik
âletlere vergi olamaz.
Her "ulvî"nin zıddı, aynı boyda bir "süflî" değil mi?.. Kitaplık dâvaları
günübirlik karalamalar ve hafif sohbetler içinde can çekiştirmek de, cücelerin
kârı...
Göksu sefası için yapılmış sandalla açık denize geçilmez. Onun İçindir ki,
böyle bir sandalda, büyük vapur süvarilerinin kılık ve edasına bürünmüş bir
kayıkçı, bizi katıla katıla güldürür.
Kitap yazamıyoruz!..
Kitabın ana şartı olan keyfiyet yükünden vazgeçtik; kemmiyet ağırlığını
yüklenebilsek, yarı yolu aşmış oluruz.
Ciğerlerimizde, kitap kadrosunu üfliyecek havaya yer yok. Bütün fikir
pazarımız, kolayca şişen ve kendi kendisine öten düdüklü balon yaygaralariyle
dolu...
Filânı mütefekkir, falanı şair, fişmekânı da münekkit tanırız. Mütefekkirin
faraza 10 cilt eseri vardır. Hepsi de bir zamanların (Paris)inde oturan
efendisi filozoftan tercüme... Geriye bir kaç makalesiyle bir kaç sohbeti
kalır.
Ellisine merdiven dayayan şair, yalnız 50 mısra yazmışsa, (Greta Garbo) varı
esrar peçesini yüzünden düşürmemek ve zamana pusu kurmamak içindir.
Sınıfta yoklama yaparcasına (mevcut - namevcut..) diye sanatkâr yoklaması
yapan münekkit, bütün selâhiyetini, beş buçuk lâübalî satırla, üç buçuk
aşağılık nükteye borçludur.
Buna rağmen mütefekkir, kendini yeni bir dünya görüşüne; şair, yeni bir ses
cevherine; münekkit de, bir tenkit ölçüsüne sahip kabul eder.
Bir günlük beylik beyliktir derler. Saydığım zavallılar da, günlük kadronun
fanî, fakat müteselli küçük beyleri...
Tanzimattan beri soruyoruz:
- Olmuyor, olmuyor; acaba niçin?
Meseleyi daima keyfiyet cephesinden ele alıyor, daima terkibi bizce meçhul bir
keyfiyet eksikliği vehmediyoruz. Haklıyız; bir şey yalnız keyfiyetiyle var
veya yoktur. Fakat bence ve bize nisbetle bu, doğru bir usûl değil...
Henüz kemmiyet yokuşunu sökememiş bir hamlenin, keyfiyet ufku üzerinde olması
düşünülemez bile...
Keyfiyet tecellisini iki merhalede tamamlıyan bir sır:
Evvelâ kemmiyet ihtiyacını meydana getirir, her cismin fezadaki mekân ihtiyacı
gibi, boşlukta yer işgal etme hassasına erer, ondan sonra kendisini ifadeye
geçer.
(Radyom) madeninin bile, hiç değilse binde bir miligramlık bir külçesi olmalı
ki, bir ifadesi ve tesiri bulunsun.
Tahayyüz hassası olmıyan, mekân işgal etmiyen maddenin ne kendisi vardır, ne
de herhangi bir vasfı...
Madenleri teneke olduğu halde (radyom) taklidi yapan bu namevcutlara
bildirmelidir ki, (radyom)un (radyom) olarak varlığı derecesinde var olmıya
karar veren insan, cilt cilt fikir ve şiir mayalaştırmaya mecburdur.
(Radyom)u ve kesafet sırrını yaratan Allah bile kitaplık söz kadrosu İçinde
konuştu; kitaplık söz kadrosunu yarattı.
Sahtekârlığa metelik vermeyiniz!
Kitaplık hacmi olmayan mütefekkir, şair, ve münekkit; riyazi kat'iyetle
namevcuttur.
Binalaştıramadığı (sentez)in mütefekkirinden, örgüleştiremediği şiirin
şairinden, ölçüleştiremediği tenkidin münekkidinden İğreniyorum!..
Âlet ve iş diye iki şey tanıyoruz.
Âletin hakkı verilmezse iş öksüz kalır.
Ne diye mevhum bir takım iş nazariyeleri kuruyoruz? İşte mevhum olmayan
hakikat:
Âleti kullanmaktan, âleti işletmekten âciziz!
Âleti işletmeğe savaşmayışımızin ve nefsimize boyuna mühlet verişimizin de
hilesi açık:
Böyle bir işe kalkıştığımız ânda, bütün kifayetsizlik ve ayıbımız, suyu
çekilmiş yosunlu havuz dibi gibi meydana çıkacaktır.
Bir miskal davul tozu ve bîr miskal minare gölgesi peşinde gezercesine
aradığımız ve bulamadığımız keyfiyet tılsımı, ona karşı İstidatsızlığımız
kadar, âletine gösterdiğimiz saygısızlık yüzünden ele geçmiyor.
Her birinin kitabı halinde arıdan bal, inekten süt, koyundan yün istiyoruz da;
mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş sahtekârlardan kitap
istemiyoruz.
Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan? Aynı sualin daha çetini var!
İnsan mı kitaptan doğdu; kitap mı insandan? Kitap yazın, kitap!
(1943)
RUHÇULUK VE BU HARP
Bu harp, İkinci Dünya Harbi, maddecilerin ve maddeci telâkkinin zıddına,
ruhçuların ve ruhçu telâkki prensiplerinin eşsiz zaferi oluyor; farkında
mısın?
Makine ve madde telâkkileri, 19'uncu Asrın ikinci yarısında korkunç derecelere
yükselip, 20'inci Asrın başlarında insan irade ve tahakkümünden kurtulacak
kadar istiklâl ifade etmeğe başladı. Bu hal, bir aralık, büyük cemiyet
rehberlerini, yüksek sanat ve fikir adamlarını yıldırdı. Öyle ki, başarıcı
kudretini yalnız ruh plânında besleyen insan, kendi Öz keşiflerine ve öz
eserlerine mahkûm sanıldı. Adetâ, büyük ruhî kudret, saffet ve kahramanlık
ölçüleri, vahşilere has bir kıymet telâkki edildi. En girift kanunları içinde
dünya, tavla zarı kadar küçük ve dört köşe bir madde görünüşüne hapsedilmek
istendi.
Yeni felsefenin en muğlâk dâvası olan bu mesele, her şeyi derin ve ebedî ruh
kadrosu dışında basit bir mekanik faydasına bağlayıcı, mankafa ve vurdumduymaz
bir mezhebinin tahakkümü altında inledi; bilhassa materyalizma ve komünizma
elinde istismara uğradı, öz terakkilerinin denizlerde boğulurcasına çırpınan,
imdat çığlıkları basan insan aklı, bu terâkkide, artık eserine bir daha hâkim
olamıyacağı, eserini bir daha ruh prensiplerinin emrine alamıyacağı vehmini
senelerce yaşadı, durdu. Hem de en koyu bedbinlikten daha karanlık bu telâkki,
kendisine Öz nikbinlik süsünü kondurmayı ihmâl etmedi. İnsanı taş devrine
kadar ricat ettiren maddeci görüş, kendisini hakikî istikbal diye takdim
etmekten geri kalmadı. Maddeci telâkkinin gözünde, asıl bedbin, marazı, eski
ve geri olan, senin gibilerdi; yani ruhçular...
Ruhçular ki, maddecilerin, düne ve hattâ bütün geçmiş günlerden evvelki güne
yapışık görmeğe mahkûm olduğu kadar ileri bir yarının şalağını ruhlarında
taşıyorlardı.
Nihayet makine ve madde terâkkileri o hale geldi ki, sarsak ve ihtiyar bir
Avrupalının, titrek parmaklarını herhangi bir düğmeye dokunduruvermesiyle koca
bir orduyu havalara uçuracak kudreti istihsal edeceğine İnandılar. Bütün kuş
beyinliler, bu madde kudreti önünde, ruh plânından hiçbir tedbirin metelik
etmiyeceğine fetvayı bastı. Bunlar, asrı yobazlar sıfatiyle, eski ham
softalardan fazla üremek istidadını gösterdi.
Makine ve madde terakkilerinin, ruh cevheri karşısında imtihanını vereceği en
zengin (laboratuar) kadrosu, bir harpten başka ne olabilirdi? Ruhu ihmâl eden
maddeci görüşle, maddeyi ihmâl etmeyen ruhçu görüş, İnsanlığın yarınına
tahakküm hakkının kimde olduğunu ancak bir harp çerçevesinde billûrlaştıracak,
iş ve tecrübe sahasında ispat edecekti.
Gitsin fikir, gelsin tecrübe!
Tecrübe yapıldı; ve ruhu ihmâl eden maddeci görüşün, bir müflis; fakat maddeyi
ihmâl etmeyen ruhçu görüşün bütün yer ve gökyüzüne hâkim olmak ehliyetinde
bulunduğu meydana çıktı. Senin, komünizmayla beraber, Nazizma ve Faşizmaya ne
kadar düşman olduğunu herkes bilir. Nazizma ve Faşizmanın birer ideolocya
olmadığını, sadece dünyayı nefsine tahsis etmek gayesinde birer psikolocya
olduğunu bin kere haykıran sensin! Fakat doğruyu söylemek lazımsa, bu
Nazizmadır ki, maddenin hakkını tam ödedikten sonra ruhçu bir telâkkiye
bağlanmak yüzünden, düne kadar sağına ve soluna duman attırmayı bilmiştir.
Aynı Nazizma, madde hakkını tam ödeyen ve yüzde yüz ruhçu bir telâkki ve usûle
varan demokrasyalar önünde de perişan oldu.
Yeni harp (lâboratuvar)ından alınacak ilk azametli ders şudur:
Bu defa makine ve madde terakkileri o kadar yükselmiştir ki, sadece bu
yükseliş yüzünden, ruh, tekrar zafer meydanını fethetmiştir. Ruh, tekrar
makinenin ve maddenin sırtına binip, onun sevk ve idare etmek hakkını,
maddenin âzami terakki haddine ulaşması yüzünden
elde etmiştir.
İnsana tahakküm ettiği sanılan makine ve madde, bir derece daha terakki
edince, küt diye dize geldi ve yeni baştan dizginlerini ruha ve ruhçulara
teslim etti.
Onu henüz nazariye vasıtasile fikir ve ruh fethetmeden, bizzat makine, bizzat
kendi terakkileriyle, ameliyede ruhun esiri olduğunu ifade ve ispat etti.
Büyük dâvayı, artık madde levhasında ispata ihtiyaç duymıyalım:
Binlerce kilometreyi aştıktan sonra (pike) hücumlarla zırhlıların güvertesine
mıhlanan tayyareleri; karşısındaki orman, dağ, kaya ve deniz manialarını bütün
kul-çesiyle toslıyan tankları, ne çapta bir ruh kudretinin idare
edebileceğini, deliler, ahmaklar ve çocuklar bile kavrar. Yalnız maddeciler
müstesna...
Evel, madde bir derece daha terakki etmekle ruhun emrine geçmiş; ve ruh büyük
zafer meydanını t'elhetmiştir.
Sadece bunu anlatmak ve tam mânasiyle çerçeveleyip ondan bir tatbik dersi
çıkarmak, millî bir kurtuluş ifade edecek kadar değerlidir.
Fakat nerede biz, nerede bu nasip?.. Bize harbin casusluk hikâyelerini okumak,
onun ruh ve fikir cephesini hecelemekten çok daha zevkli geliyor.
(1944)
İLERİ ADAM, GERİ ADAM...
Tanrıkulu'na sordum:
- Ne dersiniz efendim; bizi, bazı fikir ve ruh hususiyetlerimiz yüzünden geri
olmakla, gerilikle suçlandıranlar var?
Güldü; kâinat kadar geniş güldü:
- Bu, sizin çok ileri olmanızdan...
Ve sustu; gök kadar derin, sustu. Derken mırıldandı:
- Zaman bir daireye benzer. Tıpkı koşu atlarının, etrafında döndüğü kâmil
kavis gibi bir daireye... Meselâ üç devir sonunda bitirilecek olan koşuyu bir
devir fazlasiyle koşan at, bu daire üzerinde, öbür atların gerisinde koşuyor
gibi görünmez mi? Evet, bu at 1000 metrelik daire hesabına göre tam 900 metre
ileridedir.
Ve yüzüme baktı: güneş kadar keskin, baktı: - Modası geçmiş kalıplardan
çıkamıyanlara geri diyoruz.
Fikir ve hayat kalıplarının eskimekte en büyük zaafı, esaslarının
çürüklüğünden ziyade, zamanın eskitmekteki yaman gücüne bağlıdır. Zaman, eşya
ve hâdiseler üzerinde daima aynı korkunç yasanın yorulmaz tatbikçisiydi.
Yusufun eşsiz güzelliğiyle (Perikles)in bahtiyar cemiyetini aşındıran, aynı
zamandır.
Dünyanın en güzel insanını iki büklüm kurutan zamanı, uzvî tezahürler
çerçevesinde vasıtasız müşahede, kolaydır. Fakat içtimaî bünyemizin
ihtiyarlayışında onu doğrudan doğruya göremeyiz. Bunun içindir ki, devrini
bitiren her iman ve kalıbın yıpranışında ayrı bir sebep arar ve buluruz.
Firavunun karşısında (Benî İsrail), Atina'nın karşısında Roma, Roma'nın
karşısında İsâ ve daha birçok şey...
Ferdî hayatımız sınırlıdır. Bunu bilir ve maddî görüşümüzü, çaresizlikten
doğma bir nevi rıza ve tevekkülün taraçasından seyrederiz'. Ya içtimaî
hayatımız?
Heyhat ki, elden ele teslim suretiyle ebedîliğine inandığımız birçok itikat ve
şeklin hayatı da, her şeyin hayatı gibi, hadler ve adetlerle çevrilidir.
Zaten içtimaî hayatımızın ebedîliği, ferdi hayatımızla, keyfiyet halinde
ulaşamadığımız bir devam iktidarına nöbet değiştirerek, kemiyetle varmak için
tutunduğumuz bir muvazaadan başka nedir?
Elimizdeki dürbünü bir başkası çekip ufka baktığı zaman, biz onun gördüğünü
görür; ve bir başkası sigaramızdan alıp içtiği vakit, biz onun keyfini duyar
mıyız? İşte bütün melekelerimiz ve bütün benlik duygumuzla içinden
eksildiğimiz bir âlemi; sanki yaşıyan, duyan ve gören kendimizmişiz gibi,
biribirimizde fena ve beka bularak saf ve kahramanca yürüttükten sonra
kurduğumuz mimarîlerin sonsuzluğuna nasıl inanmıyalım?
İnanmakta haklı olabiliriz. Fakat göreceğiz ki. kurduğumuz mimarîlerle
oyduğumuz kalıpların devamı için o müesseseler etrafındaki sonsuz tekevvünümüz
ve kemiyet halkalarımız kâfi gelmiyecektir. Göreceğiz ki, hayat, yalnız bir
cepheli değildir. O müesseselerin de bizden ayrı, müstakil ve ferdî birer
hayatı vardır. Bu hakikata, tarihte birçok cemiyetin, kendilerini yeniden
şekillere zorlayan müdahaleci tesirlerle göçüşü şahit olduğu kadar, kendi
kendisine, için için ve müdahalesiz göçüşleri de şahittir.
Öyleyse çaremiz nedir?
İsmine zaman dediğimiz ve her cismi, her fikri, görünmez havanına doldurmuş,
öğüten daima önümüzde giden, her yaptığımızı bozan, her yazdığımızı çizen bir
son temsil ettikten sonra, güvenebileceğimiz, ebedîliğine inanabileceğimiz
eser kalır mı? Kalır!!!
Çünkü düşmanın kudretini tasdik, yenilmiyeceğini kabul ve onunla boğuşmaktan
vazgeçmek değildir. Boğuşma esastır. Zaman, önünde diz çökeceğimiz ve bütün
silâhlarımızla teslim olacağımız bir heyûlâ değil; sırlarını zorlayacağımız,
verdiği hiçbir sırla kanaat etmeyip alıkoyduğunu istiyeceğimiz ve verdikçe
alıkoyduğunu asla unutmıyacağımız bir büyücüdür. Öyle bir büyücü ki, öpüştüğü
her dâvanın aksine, seviştiği her (doktrin)in tersine ve sarmaştığı her
(tez)in zıddına gebe kalmak âdetidir. O, eşya ve hâdiselerin en gizli
tabıları, meçhuller ve ihtimaller âleminin en ıssız bucaklariyle yüklüdür.
Böyle bir manzara karşısında güvenebileceğimiz mimarî ise odur ki, zamanı
kendisine en hâs çehre ve seciyesiyle kavramış ve emrine almış olsun.
İşte, aşınmış, yahut henüz sağlam görünen kalıpları bu tedbir göziyle muayene
eden ve dökeceği yeni bir kalıp varsa, onu bu kaygı ve bilgi içinde
hazırlayan, İLERİ ADAM'dır.
YA GERİ ADAM?
Ya taze bir idrak ve tefsire varmadan eski şekillere körükörüne bağlıdır;
yahut tamamiyle aksine, zamanı âdi bir tarih sırası ve evvellik, sonralık
meselesi sanır ve geriye gitmek korkusiyle kendi Önünü keser.
Bu her iki geri adam da, düşünmekten korkan, fakat biribirine zıt hareket eden
iki ham softa tipidir.
Zamanın hakikî fâtihleri, istikbale o kadar susamışlardır ki, gözlerindeki
sonsuzluk adesesi önünde, bazan bin sene evvelki hâdiseyi bugüne yapışık,
bazan da bugüne ait bir meseleyi bin sene geride görürler. Şu sözüme mim koy:
İleriye doğru göründüğü halde geriye ve geriye doğru göründüğü halde ileriye
giden yollar vardır.
İmdi, zamanın bu sanatkâr kivrımlarındaki sırra ermeyenler, ya bir kalıba
körükörüne bağlanmak, yahut kendisinden evvelki her kalıbı körükörüne
tepelemek suretiyle zamanın dışında kalırlar.
Ebedîlik önünde hiçbir mesafe hükmü olmadığını, bazan zamanın, mazide
bıraktığı bir sırrı İstikbalde çözmek üzere, zahiren geriye döndüğünü, fakat
hakikatte ileriye yöneldiğini bilmezler. Bu son derece girift, ince ve zarif
helezonun, maziyi istikbale, geriyi ileriye inkılâp ettiren asma köprü
mimarîsini anlamazlar. Böylece, gözlerinin seçemiyeceği kadar ileri olanlara,
üstelik geri derler. Tahammül et dostum, tahammül et!.. Allah bu cüceleri,
senin karşına, tahammül ve sabır terbiyesini ikmâl etmen için çıkarıyor.
(1944)
(SAİ) ve (SOL)
Bir kürenin merkezinden geçen bıçak, nasıl o yuvarlağı iki müsavi parçaya
ayırırsa, (sağ) ve (sol) kelimelerinin ifade ettiği parçalar da, dünyamızı iki
müsavi dilime ayırıyor.
(Sağ) ve (sol) tasnifi, (karada ve denizde yaşayan hayvanlar) bölümü kadar
umumî ve kaba bir tarif olsa da, insan kafası, sanatta, felsefede, ilimde,
birinden birine nisbet ifade edemeden hedefini bulamıyor. (Sağ) ve (sol)
dışında bir görüş istikameti, âdeta sekizinci rengi bulmak gibi bir muhal
ifade etmekte...
Çünkü bu iki kaba istikamet, İkinci Dünya Harbinden evvel ve harp içinde,
müşahhas dünyanın ana bölümleridir. Asrımızın zekâsı da tecrit değil, teşhis
zekâsı olduğuna göre, gelin de bu (emri vâki) dünyasının dışına çıkın! İkinci
Dünya Harbini takip edecek olan yeni cemiyetten de, henüz kaskatı çizgiler
belirmiş değil... Bu yüzden, siyaset paytaklarının ve cemiyet saflarının,
(tek) ve (çift) halinde bu kaba ayrılışı, insanı zorla birinden birine
çekiyor.
Sanki bir panayır yerinde, İki kişi tavla oynamakta... Etraflarında, büyük bir
seyirci halkası... Seyircilerden herbiri, oyunculardan birinin tarafında oyuna
iştirak etmeğe mahkûm... Hiç bir taraftan olmıyanlar, açıkta, yâni hayatın
dışındalar. Kumar o kadar kızışmış, menfaatler ortağın zararına o türlü
bağlanmıştır ki, yeryüzünde başka bir iş ve fikir tertibine akıl ermez
olmuştur.
Dünya fikir hayatında, (sağ) ve (sol) delâleti dışında bir dünyaya hasret
çeken, yahut yeni bir dünya görüşünden bir kaç çizgi araştıran, veya DÜN ile
BUGÜN arasında yeni bir tahlil ve terkibe savaşan, hâlâ, hiç kimse görülmüyor.
Namütenahi geniş ve namütenahi karanlık fikir fezasında, (sağ) ve (sol)
isimlerinin parlattığı çifte yıldız, sanki etrafları hava ile çevrili yegâne
iki hayat bölgesidir. Selâmet, birinden birindedir, ve birinden birine nispet
borcu, bir muadele değil, bir mütearife; bir varış noktası değil, bîr çıkış
başıdır.
Devrimiz, havasız, korkunç determinizma zindanında... O, bu zindana, son
harpten evvel, içinde yaşadığı şartların gizli sıkıntısı ve ezelî ve ebedî
cennet araştırma ihtiyaciyle kapandı.
(Sağ) ve (sol) dünyasının iktisadî farikası, felsefi ve içtimaî farikalarının
önünde yürüdüğü için, bu ayrılışa, kapitalizma ve sosyalizma bölümleri demek
en doğrusu... Sağlı ve sollu bu İkiye bölünüşün etrafında, üç (rejim)
halkalanıyor:
Liberalizma, nazizma, komünizma... Komünizma, binbir istihalesinden sonra, her
ân biraz daha liberalizma ve kapitalizmaya kayarken, nazizma, bir cephesiyle
komünizmaya, başka bir cephesiyle de liberalizmaya aykırı, aslında (sağ)ın
azmanı ve her iki tarafın düşmanı, sırasına göre hem taraflardan birine
mensup, hem de zıt, sadece nizamlı bir nefsanîlik psikolocyasıni belirtiyor ve
şu ânda ölmüş görünüyor.
Ötedenberi (sağ) alıkoymak, (sol) süpürmek niyetinde...
San'at ve fikirde eski ve an'anevî tecrit, dinler, (mit)ler, mefkûrevî
kaynaklara, köklere dayanan görüş tarzları, dünya, insan ve cemiyet
telâkkileri ve fert hakları, sağ tarafta... Bellibaşlı bir madde telâkkisinden
doğma bir dünya, İnsan ve cemiyet teşhisi, bu teşhise göre beşer tarihinin
tenkidi ve bu tenkide göre eski müesseselere karşı bir yıkıcılık hamlesi, sol
tarafta...
İşin tuhafı, (sağ) ve (sol) tasnifi felsefî bir tasnif değil, politika
tasnifi... Zaten sol taraf politika zaruretlerini (doktrin)lerine hazmettire
hazmettire aradaki açıklığı kapamak üzere bulunuyor. Garip tecelli!
O hâlde eşya ve hâdiselerin kaba ve fânî münasebetlerini temsil eden siyaset
(romorkör)ü, nasıl oluyor da fikirdeki sebeplerin sebebi ve oluşların oluşu
dünyasını, akıntıyı sökemeyen bir kayık gibi peşine takmış çekiyor? İşte
dâvanın belkemiği!
Çok sevdiğim bir Türk tefekkür adamı, bana bir gün sol cereyanlar hakkında
demişti ki:
- Bunları artık fikirle, nazariyeyle, mantıkla durdurmaya imkân yok. Ancak
aynı cinsten ve amelî bir akışla, ateşli ve müşahhas bir hayat ve iman
hamlesiyle önlemek mümkündür.
Besbelli ki, büyük fikir iflâs terleri döküyor. Artık (sağ) ve (sol) dâvası,
bünyesini fikirde tahkim etmekten ziyade his ve heyecanda sağlamlaştırmaya
bakıyor. Çünkü kalabalıkların anladığı dil budur. Selâmete susamış insan
safları, hasret çektiği yeni hayat mimarisini, artık mes'elelerini namütenahi
dağıtan, karıştıran, giriftleştiren "âlimâne" araştırmalardan beklemiyor.
Cesaretli, (dinamik), aksiyoncu, günlük ihtiyaç ve insiyakları kavramış ve ne
kadar ufak mikyasta olursa olsun, kendisine tezatsız bir dünya çizebilen eşya
ve hâdiseleri hızla çerçeveleyebilen becerikli mizaçlardan bekliyor.
Bu hâl, eşya ve hâdiselerin, kendisini bir türlü çerçeveleyemiyen fikir gözü
Önünde şahlanması; ve ressam karşısında daha fazla (poze) edemeden başını alıp
yürüyüvermesi gibi bir şey...
Artık onu tutabilmek için, çok acele bir (desen)ini yapmaktan ve kaçışı
istikametinde peşine düşmekten başka çare yok gibi görünüyor.
İşte uzun zamandanberi, sonsuz tecritlerin işkencesinde hırpalanmış olan Garp
san'atkâr ve mütefekkiri, elinden kaçırdığı kıymetler âleminin bu istikraî
sürüklenişine kapılınca, yatalak bir hastanın hırçın bir at sırtında hoplaya
hoplaya kaçırılırken duyduğu sarhoşluğa benzer bir baş dönmesi içinde
kendisini kaybediyor ve (sağ) ile (sol) kolların gösterdiği insan
birikintileri arasında silinmeye razı oluyor. Üstelik bütün san'at ve fikir
verimini bu hakîr tasnif dogmalarına göre ayar ederek...
Bu kısır modaya uymayıp zamanı yeni bir görüş ağında avlamak dileyen ve
nefsini ileriye büyülü gören bir hamle, ister sağa, ister sola akraba olsun,
ismi ne (sağ) ne (sol)dur.
Günümüzün anlayış kabalığı, onu istediği kadar (sağ) veya (sol) farzetsin;
ileriye erenlerin sağı solu olmaz! Bir dünya doğmaktadır ki, ismi ne (sağ), ne
de soldur; sadece (ileri)...
(1944)
MİSTİK
Dostum; ben bâzı mefhumlara âdeta acırım. Sahte borç senediyle malı mülkü
haczedilip sokakta bırakılmış soylu bir insana acır gibi... (Mistik) mefhumu
da bunlardan...
Garplı bir mâna ailesinden gelen (Mistik) mefhumunun bizzat Avrupada çektiği
yanlış anlaşılma çilesi, bir zamanlar, bir Fransız muharririne ne ağır şeyler
söyletmişti. Fransa'da bile kolaylıkla anlaşılamayan Fransızca bir kelimenin
gerisindeki mefhum, bu diyarda ne hâle
gelir, hesap et!
Şu (Mistik) mefhumu, ne esrarlı bir otomobildir ki, kimse onu kullanmaktan
âciz olduğunu itiraf etmeksizin, herkes içine atlıyor, var kuvvetiyle gaza
basıyor; ve hiçbir işaret memuru görmemiş kargaşalıklar caddesinde, mânâ
tenezzülüne çıkıyor:
- Filân adam (mistik), falan değil, filân görüş (Mistik) olamaz; falan telâkki
(Mistik)tir.
Bir de, (Mistik) delâleti üzerinde düşülen müşterek hatâ, onun din softalığı
mânâsında alınmasıdır. (Mistik), aslında dinlerden çıkma bir mefhum olduğu
hâlde, felsefenin elinde müşahhas mevzuundan ayırt edilmiş,, herhangi bir
mevzua tatbiki kabil, hususî bir düşünce ve duygu tarzı olarak
sistemleştirilmiştir. Allaha inanan ve inanmayan iki adam, felsefe ölçüsiyle.
aynı zamanda (Mistik) olabilir. Adamına göre, inanan (Mistik) değildir de,
inanmayan, (Mistik)dir. Meselâ, büyük ve dindar şair Mehmet Akif, (Mistik)
değil; fakat küçük ve dinsiz şair Ahmet Kutsî (Mistik)dir.
Namütenahi derin ve seyyaliyetli bir tarif seciyesi olan (Mistik) görüşü, ilmî
bir öz hâlinde tarife çalışayım; dinle dostum:
Herhangi bir şeyi, bir maddeyi, bir hadiseyi, onu saran aklî kanunlar dışında
tefsir etmek, onlarda birer içyüz aramak, delâletlerinde gizli bir müessir
sırrı bulmak; işte (Mistik) görüş...
Bu bakımdan, dinin sadece aklî plânında kalanlar, asla (Mistik) değildir. Zira
onlar, düpedüz bir hakikatin, düpedüz tebliğcileri vaziyetindedir. Herhangi
bir dinsiz de, (mistik) mefhumunun anası olan din çerçevesinin dışında,
herhangi bir madde veya hâdiseyi, o madde ve hâdisenin maverasına ait bir
tefsir tarzına bağlayınca (Mistik) olur.
Kaydetmeğe bile değmez ki, en gerçek (Mistik), topyekûn kâinatın maverasına
ait mihrak hakikat olan ilâhî mânânın müncezibidir. Yâni perdenin arkasındaki
ışığı gören ve ona tutulan...
Fransız filozofu (Bergson) "Din ve Ahlâkın İki Kaynağı" isimli eserinde, büyük
kudretin yalnız (Mistik) görüşten fışkırdığını belirtir. Zira (Mistik) görüş,
maddeyi aşmak, eşya ve hâdiselerin gizli kaynağına ulaşmak hamlesidir.
Demek ki, mücerret mânâda (Mistik), şu veya bu mevzua bağlı olmak gibi bir
kat'iyet ve muayyeniyetten uzak, içine herşeyi ve her mevzuu alabilecek bir
görüş ve duyuş tarzı... Onun içindir ki, bir yerde (Mistik) bir tefekkür ve
tahassüs edası görür görmez, hemen sormalıdır:
- Bu mücerret (Mistik)teki müşahhas hedef ve gaye nedir?
O da size cevap verir:
- Dinî, yahut içtimaî, veya millî, hayır sadece insanî, yahut da hepsini
birden içine alan bir (Mistik)...
Dostum, benim dostum!..
İşin hazin tarafı, bâzı fikir tulumbacılarının, (Mistik)le, fodlacı yobazı
aynı şey zannetmesidir.
Ha, dur, sana şu (Mistik) tefekkür ve tahassüs tarzının günümüzdeki kıymet
derecesine ait birkaç lâf edeyim:
Artık ayan beyan bir vakıa olmaya başlamıştır ki, günümüzün genç adam
örnekleri, tamamiyle ruhçu ve bütün hedefleriyle materyalizmaya zıt bir inanma
ihtiyaciyle cayır cayır yanmaktadır. Bunu binbir alâmetten,anlıyoruz. Bu hâl,
senin için. yâni dünyayı ruhçu zaviyeden görenler için. misilsiz bir beşaret
haberidir. Genç adam, dünya kıyametinin içinde ve doğmak üzere bulunan
dünyanın eşiğinde, ilk (Kozmos) çizgilerini müjdeleyen kafasını, ruhçu ve
milliyetçi (Mistik) anlayışın elmaslarıyla yontmağa başladı. Üzerinde hiçbir
zaman ve mekânda tam ve hâlis bir murakabe kurulamayan ve dünyanın dört
bucağından gelme tesirlere karşı canevi açıkta bırakılan genç adam, bugün,
içindeki hâlisler kütlesiyle, ezbersiz ve yapmacıksız, rehbersiz ve delilsiz,
kendi kendine kıymetler muhasebesini neticelendirmiş, safını bulmuş ve yolunu
seçmiş görünüyor.
Bir zamanlar Babıâli caddesinin gaflet karanlığında, kaldırım fareleri gibi
koşan fikir müstahzaratçısı şairlerle, (broşürcü)ler bu müdafaasız genci misil
istismara kalktılar, hatırlamalıyız. Artık paydos!
Bu zaferin sahipleri, daha dün hokkabaz düdükleri içinde sesleri boğulmak
istenen ve (bay Mistik) diye anılan bîr kaç kalem sahibidir. Güneşin doğuşu
ile batışı arasındaki 12 saatlik devreye hiçbir zaman razı olmıyan (bay
Mistik), özlediği İstikbâle kavuşmak üzeredir.
Senin ne olduğuna, sizin ne olduğunuza gelince, bunu (Mistik) kelimesi gibi,
âdi, züppe ve orta malı bir mefhum âleti asla tercüme edemez. Nasıl ki,
Kandilli'de sahilhâne sahibi Fransız (Kontu)nun salonunda süs için bir köşeye
atılmış işlemeli seccade, ele alındığı kadro ve üslûp içinde kendi öz mânâsını
haber vermekten mümkün olduğu kadar uzaktır.
Sen, benim dostum, sadece müslümansın; ve bütün duygu ve düşünce feyzini İslâm
ruhunun kaynağı olan Tasavvufdan almaktasın; hepsi bu kadar!..
(1944)
DEVRİLEN AİAÇ
Dön de bak, dedi, bana Tanrıkulu, şu ağaca bak! Ve üzerinde düşün! Düşün ki,
güzel ve sonsuz tabiatta, büyüklüğü, erginliği, olgunluğu, tek kelimeyle
kemâli, ondan daha iyi gösterecek bir örnek bulunamaz.
Ağaç, madde ve ruh gibi, herşeyin bir dış ve bir iç yüzünü, toprak üstünde ve
toprak altında, gür ve dolaşık varlığiyle çizgi ve biçime sokmuş bir remzdir.
Yapraklarının kıldan ince damarlarını daha kalın bir sapta birleştiren, sonra
bütün bu sapları birer dala bağlıyan. bütün bu dalları derece derece daha iri
dallara iliştiren, daha sonra bütün bu daha iri dalları tek ve ana bir gövdede
düğümliyen ağaç; en sonra toprağın içine dalıp karanlık ve esrarlı bir kök
âleminde tekrar kollara ayrılan, halattan ipe, ipten sicime, sicimden ipliğe,
her kola gittikçe daha ince başka kollara bölünen, her başka kolu, gözün
göremiyeceği ve hesabın tutamıyacağı inceliklere ulaşan, muhite doğru
namütenahi dağınık ve çok, merkeze doğru namütenahi toplu ve tek, bir şahsiyet
muvazenesinin ne eşsiz örgüsüdür.
İnsanoğlu, dünyaya ayak bastığı gündenberi ağaç, onun gözünde çözülmez bir
bilmecedir. Kışın her tarafı dökülür. Esrarlı istikametleri gösteren
dallariyle çırçıplak ve kupkuru, bekler, O zaman, o bir çekmece gibi
kapalıdır. Çok geçmeden bu çekmecenin kapağı aralanır. İçinde sakladığı cevher
görünmeye başlar. İğne ucu kadar ince mesamelerinden yeşil yapraklar fışkırır.
Tabiatın en girift nakışlarını çerçeveliyen çiçeklerle donanır.
Fakat, o, henüz eserini vermiş değildir. Bütün bunlar, gelmek üzere bulunan
bir eserin şenliği... Nitekim biraz sonra çiçekler dökülmüş, yapraklar eskimiş
ve dallarda birer kandil gibi ışık saçan yemişler belirmiştir. Bu yemişler,
her biri bir ağaçtan gelen ve her biri içinde birer ağaç gizliyen bu yemişler,
açlık ve susuzluğa göklerin indirdiği çarelerdir. Açlık ve susuzluğu
dindirmekse fantazyadan çıkmak, ezelî ve ebedî derde ilâç olmak değil midir?
Biraz sonra, o yine yapraklarını dökecek, gene yalçın bir çekmece hâlinde
kupkuru kalacak, korkunç istikametleri gösteren kemik parmaklara benzer
dallariyle kaskatı donacak ve daldığı rüya içinde yeni verimi, rahimde bir
çocuk gibi gelişecektir.
Böylece her mevsim devrini tekrarlıyan ağaç, dipsiz gökleri dolduran alemlerin
ahenkli ve inzibatlı devirleri altında, büyük varlık orkestrasının vahdet ve
sonsuzluğu hikâye eden, derin ve sıcak birinci kemanını andırır. Ağaç
insanlara neler öğretmedi? En eski dillerde iyilik, fenalık ve bilgi ağaçları
birer düstur oldu. En eski çağlarda, geniş alınlı ve kıvırcık sakallı düşünce
adamları onun altında toplandılar. Zaten insanoğlunun dünyaya düşüşünü
anlatan, Şeytan ve Kadın unsurları yanında, yasak meyvayı yetiştiren Ağaç
nedir?
Ağaç, bize, dünyaya geldiğimiz günden bugüne kadar içimizi dolduran anlama ve
araştırma hırsının ana- somyası biçiminde görünüyor. Gözlerimiz ona daldığı
zaman, garip bir (rönsgen) ışığı altında, ruhumuzun bin bir kollu iskeletini
görmüş gibi ürperiyoruz. Sanki bu fevkalâde şahsiyetin hendesesındeki nizamla,
içinde Allahin sırları yatan ruhumuzun hasret çektiği nizam arasında gizli bir
anlaşma seziyoruz.
Bak, dedi, bana Tanrıkulu, şu ağaca bak! Ve üzerinde düşün!
Ağaç, bir plândır; bir İnsanın, bir ailenin, bir zümrenin, bir cemiyetin ve
bütün varlığın iç ve nizam dâvasını, madde üzerinde düğüm düğüm örgüleştirmiş,
şekilleştirmiş bir plân...
Tohum, kök, gövde, dal, yaprak, tomurcuk ve yemiş... Herşey bunlar arasındaki
ahengi anlamak ve kurmağa bağlıdır.
Sonra Tanrıkulu, birdenbire doğruldu, gözlerini alabildiğine açtı, hiç de
âdeti olmayan bir tarzda ânî ve keskin bir heyecana düşercesine dikildi; ve
kısık kısık, acı acı fısıldadı:
- Ağacın ne olduğunu anladın! Ağaçlar arasında en mükemmeli insan ve
cemiyettir. Şimdi de başını tabiattan çevir, tarihe, bizim tarihimize döndür
ve bak! Orada, koca bir ağacı, dört asırdır, balta üstüne balta, yalnız yere
devirmek, toprağa sermek ve belirttiği büyük vahdet ve nizam ölçüsünü kurutmak
için çalışanları göreceksin!..
(1944)
AHLAK DÂVAMIZ
Tanrıkulu, bugün, ne güzel ve muvazeneli bir öfke içinde:
- Bir ses kütlesinin âzamisi, maddî mânâda en ağır ses hamulesinin vahidi ve
derecesi nedir, bilmiyorum; bileyim veya bilmiyeyim; vatanımın en yüksek
noktasına çıkıp seslerin en yükseğiyle şöyle haykırmak ihtiyacındayım: "Bütün
mes'elelerimiz bir tarafa!!! Bizim dâvamız tek!!! Ahlâkımız!!! Söyleyin,
gösterin, belirtin; bütün hayat ve faaliyet şubelerimizde bağlı olduğumuz
ahlâk kökünün ismi nedir??? Biz hangi ahlâka bağlıyız?? Ve kuruttuğumuz
köklere karşı, bugünkü ruh ağacımızın, (dalları bastı kiraz) şeklinde, içi
kurt dolu yemişlerle yüklü olduğunu görüyor muyuz??? Görüyorsak ne
duruyoruz??? Duruyorsak ne umuyoruz??? Suratımıza bir takım teselli pudraları
sürerken, ruhumuzun tâ İçinden yanıp kül olduğumuzu, hangi yılın, hangi
mevsimin, hangi ayında, hangi gün, saat kaçta anlıyacağız??? Ne güzel
söylüyor:
- Lâfın gerçeği: Dâvaları, idarî, içtimaî, iktisadî, sınaî, ilmî, siyasî,
edebî, beledî, sıhhî, istediğimiz kadar sınıflara ayırabiliriz. Fakat biz,
şimdilik, buna benzer dâvalardan hiç birine muhatap olmak ehliyetinde değiliz.
Bizim bir tek dâvamız olmak gerektir: Ahlâkî dâva!!! Söylüyor:
- Ruh ve ahlâk, herhangi bir fayda mevzuunda, insan iradesini hayra yöneltecek
tek müessir olduğuna göre, bu ana müessir üzerinde herhangi bir inhiraf, artık
başka şubelerdeki inhirafların o şubelere mahsus çerçeveler içinde
düzeltilmesini imkânsız kılar. Beni anlıyor musun? Meselâ balmumundan yapılmış
bir heykel topyekûn erirken, o heykelin kayan burnunu, düşen gözünü, çarpılan
ağzını ve kopan kolunu ayrı ayrı, müstakil olarak düzeltmeğe kalkmaktan birşey
çıkmaz. Heykelde, bütün bu unsurların tecelli zemini olan topyekûn ruh ve
ahlâk dâvası bütünleşmeden, herhangi bir İdarî, içtimaî, iktisadî, sınaî,
ilmî, siyasî, edebî, beledî, sıhhî ve daha bilmem kaç türlü dâvayı mevziî
çerçevelerde hal ve fasletmeğe kalkmak; biraz evvel işaret ettiğim gibi vebalı
bir hastanın dudağındaki çatlaklara (pomat) sürmekten farksız olur. Söylüyor:
- Müthiş ve muazzam ahlâk dâvamızı şube şube ele almadan; ve Ardahan'daki
çobandan, İstanbul'da Kaf-dağı mahallesinde, Fildişi Kule sokağında oturan
mustarip ve bezgin münevvere kadar herkesin kucaklıyabileceği müşahhas bir
plâna dökmeden evvel, mes'eleye sadece umumî ve terkibi bir teşhis koyalım:
Bir kadına, bir eve, bir manzaraya, bir gazeteye, terkibî gözle, topyekûn
bakar bakmaz aldığımız intiba gibi, kendi kendimize bir bakışta hemen
kestiririz ki, biz şu ânda, ahlâk zaviyesinden bedahetlerin bedaheti hâlinde
fışkıran bir iflâs panayırı arzediyoruz. Okyanuslarda, altından suların
birdenbire çekildiği bir gemi; işte bizim ruh ve ahlâk manzaramız... Bir
zamanlar Okyanuslarda batan (Titanik) gemisinde olduğu gibi. yolcuların çoğu
bu geminin kamaralarında ve salonlarında, tam bir zevk ve sala şuursuzluğu
İçinde yuvarlanırken, güvertede, bir iki muztarip ve münzevî müşahedeci,
vaziyeti görmektedir: "Sular, altımızdan yıldırım hiziyle çekiliyor!!! Bir
saniye sonra kumların ve kayaların üstündeyiz.'!!" Söylüyor:
- Vaziyet hakkında muayene ve müşahedelerimizi iki usûle istinat
ettirebiliriz. Biri, olmiyanı göstermek ve olmaya davet etmek... Öbürü, olanı
görmek... Olmayan, olması gerekirken, mevcut bulunmayan şeylerin manzumesi...
Bu da, her (rejim)in, her şeyden evvel tesisine mecbur olduğu, bütün, tamam,
eksiksiz, tezatsız bir ahlâk telâkkisi... Ve ayrıca, bütün cemiyetin, topyekûn
ruhunu teşkil eden mukaddesatın istinat ettiği iman ve mefkure zemini... İşte
bizde olmıyan şey... Olmadığını göstermek ve olmaya davet etmek zorunda
olduğumuz şey... Soralım:
- "İnkılâbımızın; misilsiz bir kurtuluş hamlesine dayanan inkılâbımızın, bize
gösterebileceği, bütün, tamam, eksiksiz ve tezatsiz bir ahlâk telâkkisi var
mıdır? Varsa nedir? Bunun kitabı, Örgüsü, kanunu an'anesi, tatbik sahası
nerededir? Ve ayrıca, bügün cemiyetin topyekûn ruhunu teşkil eden mukaddesatın
dayandığı iman ve mefkure zeminimiz üstünde neler var, yahut neler yok?
Bütün cemiyetin topyekûn ruhunu teşkil eden mukaddesatın dayandığı iman ve
mefkure zeminimiz üstünde nelerin yok olduğunu saymaya, nefes, kuvvet, zaman,
hiçbir şey yetişmez. Fakat nelerin var olduğunu, bir kaç kelime taslağı içinde
belirtebilirim. Müthiş bir başıboşluk, imansızlık, nizamsızlık, şüphe, inkâr,
sara ihtilâçları, nebatî ve hayvanı sahada tam bir insiyakîlik ve nefsanîlik;
işte bu...
Ve şöyle bitiriyor:
- Ben sana ne dedim? Bizim ne idarî, ne içtimaî, ne iktisadî, ne sınaî, ne
ilmî, ne siyasî, ne edebî, ne beledî, ne sıhhî, ne filân, ne falan bir dâvamız
var; dâvamız bir, ahlâkî!!!
Ve bütün vatan halkını, gece yarısı, donla ve gömlekle evinden fırlayıp
meydanlarda toplanmaya davet eden bir dehşet edâsiyle bu mevzu ele
alınmadıkça, kurtuluşumuzun müzakere usûlü dahi bilinmemiş olacaktır.
Sana bu işin bir tarihçesini çizeceğim!..
(1944)
O TARİHÇE
Sordum:
- Kaskatı bir teşhis ve apaydınlık bir vuzuh... Onun için kısa kısa ve apaçık
cevap verir misiniz bana?
- Kısa kısa ve apaçık sor, kısa kısa ve apaçık cevap vereyim!
- Türk cemiyetinde ahlâk, en bozuk ânını yaşıyor. Öyle mi?
- Türk cemiyetinde ahlâk, bu cemiyetin kendisini bildiği ândan bugüne kadar,
hiçbir mislini ve benzerini görmediği, hattâ göremiyeceği şekilde en bozuk
ânını yaşıyor!
- Ahlâkımız ne zamandanberi bozulmaya başladı?
- Kemâl ve haşmet devrimizden sonra... Eşya ve hâdiselere, zaman ve mekâna
tahakküm kudretini kaybetmeğe başladığımız ândan başlayarak...
- Bunu maddî tarih ölçüsiyle tâyin edemez misiniz?
- Kanunî Sultan Süleyman'dan sonra diyebilirim.
- Sükût, ânî. tepeden inme mi oldu?
- Hayır! Gayet tedricî...
- Bunun merhalelerini göstermek ister misiniz?
- Kolaylıkla... Tam 4 merhale... Birincisi çok uzun. ikincisi uzunca, üçüncüsü
ve dördüncüsü çok kısa dört çığır...
- Bu merhaleler?
- Birinci merhale, gerileme devrimizin başından, yâni Sarı Selim'den Tanzimata
kadar sürer. İkincisi, Tanzimattan Meşrutiyete, üçüncüsü, Meşrutiyetten
Cumhuriyete; dördüncüsü de Cumhuriyetten bugüne kadar...
- Sükût farkları, devreler arasında gittikçe daha büyük bir mikyas mı
belirtiyor?
- Tam mânâsiyle... Yuvarlanan bir cisimde, gittikçe artması tabiî olan hız
gibi...
- öyleyse, içtimaî illet ve mesuliyeti, ilk devrede mi bulmamız icap ediyor?
- Hayır! İlletin başlangıcı ilk devrede olmakla beraber, öbür devreleri illeti
önlemek yerine ona yenilerini ilâve etmiş; böylece, her devrenin illete
kattığı yeni müessirler müstesna, sebep geriye doğru halkalanırken, üstüste
katılan müessirlerin yeniliği ve büyüklüğü yüzünden de ileriye doğru
kesifleşmeye başlamıştır.
- Demek ki, mesuliyet böylece, maziden hâle doğru gelmek yerine, hâlden maziye
doğru gidiyor.
- Tamam! Fakat maziye doğru gittikçe, daima daha hafif, daha masum, fakat
kuvvetli başlangıç mesuliyetleri bularak...
- İlk merhaledeki, ani kemâl ve huşmel devrimizi takip eden Tanzimata kadar
gelen sükût çığırımızdaki ahlâk bozukluğunun sebebi ve içyüzü nedir'?
- Aşkımızı, vecdimizi kaybetmeğe başlamış olmamız...
- Anlayamadım; lütfen izah eder misiniz?
- Islami ruh ve ideolocya, sâf bir aşk ve berrak bir vecd olmaktan çıkıp,
üstünde ham ve kaba softa (ipini üretecek şekilde donmaya, kabuk tutmaya
başlayınca, ortada, ruh yerine, yobazların şahsî ve keyif tefsirlerine kurban,
ölü kalıplardan başka bırşey kalmadı. Böylece (suret-i hak) perdesi altında
harekete geçen nefsânîlik, ruhumuza ilk zaaf tohumlarını ekmeğe başladı.
- Teşhisinizi biraz daha genişletir misiniz?
- Tarihimizin her devrinde korkunç bir yokluk temsil eden büyük Türk
mütefekkirinin, büyük ve şahsî Türk filozofunun meydana gelmeyişi yüzünden,
İslâmî ruh ve ideolocya, büyük fütuhat hamleleri geçer geçmez, yeni
tefsirlere, yeni nefs muhasebelerine, yeni heyecan ve hamlelere, bilhassa
sabit ve devamlı bir (Site - Medine) mefkuresine ulaştırılamadı. O sıralarda
(Rönesans - Yeniden doğuş) ismiyle doğan Batının, madde âlemi üzerindeki,
idrâk ve ihata hakkına yabancı, hattâ düşman bir edâ içinde tereddi çığırımız
açılmış oldu. Bu çığırın kahramanı ham ve kaba softa, ahlâkın temeli olan aşk,
imân, fedakârlık ve nizam seciyemizi kör bir nefsânîliğe çevirdi; ve din
bayrağı altında dinin ruhu tahrip edilirken, ahlâkımızın kaynağı
bulundırılmaya başladı.
- Gösterdiğiniz sebeplere dayanan ilk ahlâk sükûtumuz, o devirde hemen bütün
cemiyeti sarmaya başladı mı?
Hayır! İlk ahlâk sükûtumuz, yalnız saray, hükümet, idare mekanizması ve orduya
münhasır zümre çerçevelerinde patlak verdi; ve bundan Türk ailesi, evi, Türk
köyü, yâni Türk cemiyet protoplazması, uzun müddet mâsun kaldı. Zira bu
cemiyet, ahlâk ve hassasiyetini İslâm ruhundan almış ve onu, başlıca
mukaddesatı hâlinde, kendisiyle idare mekanizması arasındaki tezada rağmen
asırlarca devam ettirmiştir.
- Teşhisinizi biraz daha ilerletemez misiniz?
- İşi geniş bir tahlil ve teşhise dökecek olursak, dâvamızı neticelendirmek
için, günler değil, yıllar bile az gelir. Fakat sana, Kanunî Sultan Süleyman'a
kadar süren hakikî nizam ve imân devrimizle, bunu takip eden duraklama ve
gerileme devrimizin ahlâkları arasında birer müşahhas örnek verebilirim:
Ağzını şaraba değdiren ilk padişah, Yıldırım Bayezid'e, bir câmiin açılış
merasiminde, beraberindeki din mümessili, "Cami güzel amma yanında bir meyhane
eksik!.." diyecek kadar cesur, saf, samimî, dürüst, mefkûreci, yâni
ahlâklıdır. Bir devir sonra, aynı din mümessileri, padişahların, paşaların ve
kendilerini nebatî ve hayvani içgüdülerine göre her türlü fetvayı vermekten,
böylelikle din adına dini yıkmaktan çekinmezler. Nizam ve imân devrimizde Türk
hükümdarlarını, Allah'ın gölgesi şeklinde, mukaddes bir mânâ plânında gören,
itaat ve terbiye heykeli yeniçeri, bir devre sonra, ıslahatçı padişahı Genç
Osman'ın baldırlarını çimdikleyip ona bir (oğlan) muamelesi yapacak kadar
aşağılasın Hulâsa, bütün aşkı, vecdi, nizam ve fedakârlık duygusuyla bir imân
sisteminin ateşi, gizli gizli kabuk bağlamış; yalnız ölü kalıpların nefsanî
simsarı ham ve kaba softa tipi, zaman ve mekâna hâkim olarak, İslâm ahlâkının
ferd ve aile köklerine sığınan cevherini devlet ve idare plânında iflâs
ettirmiştir.
- Devam buyurun, devam buyurun!
Bu dâvayı gelecek karşılaşmamızda bitiririz.
(1943)
İlk devredeki ahlâk zaafımızın kaynağını anladım;
vvecd ve aşk zaafı, böylece meydanın ham ve kaba softaya açılışı... Artık
başsız ve rehbersiz kalan Türk cemiyeti, içinden bir türlü büyük ve hâlis
mütefekkirini fışkirdatamadan, iç ve dış müessirlerin tokatları altında şaldan
ve her türlü nefs muhasebesi imkânından mahrum, Tanzimata kadar sürüklenir.
- Ya ikinci merhale?., Tanzimati takip eden devre?..
- Bu merhalede, büsbütün yılmış ve apışmış, bütün irâde ve benliğimizi
kaybetmiş olarak Garbın, hiçbir tekevvün sırrına ermeden, yalnız dış cevreden
körükörüne taklitçiliği hengâmesine gireriz. Fikrî kıymeti bu kadarcık olan
bir devrenin ahlâkından ne beklersin? Artık devlet ve idare manzumesindeki
ahlâk bozukluğu, tam bir ruh zelzelesinin neticesi hâlinde, mutlaktı. Şair
Ziya Paşa ve Namık Kemâl, bu devlet ve idare ahlâkının, tam bir şuur ve nefs
muhasebesine bağlanamamasını çekerler. İrtikâp, rüşvet, hırsızlık, hafiyelik,
iltimas, nizam ve ölçü nefreti, kendini küçük ve mahkûm görme ukdesi, hile ve
riya dehası, tatlı canını ve aziz menfaatini koruma insiyaki, oluruna bağlama,
telif-i beyn" ve "idare-i maslahat" mizacı hâlinde billûrlaşan bu ahlâk,
Tanzimat efendisinin evi ve dairesi ve daha binbir şey arasında tam bir tezat
ifadesiyle her ân biraz daha kabararak Meşrutiyete kadar emekliye emekliye
gelir.
- Ya Meşrutiyetten sonrası?..
- Meşrutiyetten sonrası felâket... Artık ahlâk düşüklüğü, Türk ferd ve aile
plânında, benliğimizin en mahrem maktalarına kadar yol aramaya koyulur. Bu
devirde ahlâk düşüklüğümüz, sadece hükümet ve idare manzumesinde zümrevî[ bir
daire teşkil etmekten çıkar; bütün milleti içine alari umumî ve içtimaî bir
hacim kazanmaya doğru gider. Devlet ve idare ölçüsü bakımından rehbersiz ve
başsız Türk ailesi, kendi içinde itiyadı olarak körü körüne devam eden İslâm
ahlâkının artık âile kadrosunda harap olmaya başladığına şahittir. Zira
Tanzimattan beri satıh taklitçiliği artık yeni, şahsiyetsiz ve köksüz
nesillerini yetiştirmiş, hayata atmış; bu nesiller de Türk ailesi içinde,
büyük baba ve oğul arasında müthiş bir tezat manzarası heykelleştirmeğe
başlamıştır. Artık Türk ailesi içinde, zincirleme olarak elden ele teslim
edilecek hiçbir ruh ve an'ane mirası kalmamıştır. Bîr aile içinde herkes
birbirine yabancı ve küskündür. Herkesin tahlil edemeden sezdiği şey, imânı ve
ahlâkiyle bütün bir dünyanın battığı, yerine hiçbir dünyanın getirilemediği,
satıh ve deri üstünde binbir cünbüşe rağmen her şeyin kuru bir teselliden
ibaret olduğudur. Ortada inkılâp adına, inkılâp kelimesinden başka hiçbir şey
yoktur. Daha birçok kof kelime ve tam bir iş ve hakikat yabancılığı... Ahlâk
sükûtumuzun artık bir felâket İstidadını kazanmaya başladığı bu merhalede
başlıca müessir ve mesul, Avrupaya en kötü ve kokmuş taraflariyle imrenen
taklitçi züppe tipi, onun sabun köpüğünden edebiyatı; ve (Hareket Ordusu)nun
arkasından İstanbul'u istilâ eden ve Şişli muhitlerini kıran Selanik
kibarlarıdır.
- Birinci Dünya Harbine ne buyurulur?
-Birinci Dünya Harbi, bütün dünya imân ve ahlâkının, bütün dünya muvazenesinin
altını üstüne getiren bir müessir oldu. Bu arada, daima olduğu gibi, hâlis
mütefekkirine kavuşamadan, belki saf ve temiz, fakat son derece bön ve sathî
birkaç hareket mefkûrecisinin elinde bu ateşe atılan Türk cemiyeti, iç ve dış
muhasebe bakımlarından o türlü bir harmana geldi ki, asırlık hâdiselerin bir
ânda hesabını vermeğe mecbur kaldı: Maddî ve ruhî iflâs tehlikesi!.. Topyekûn
mekân ve zaman plânından tasfiye edilmek zoru!.. Bu korkunun (Araf) devresini
yaşadığımız Mütareke yıllarında İstanbul'a akın eden Beyaz Ruslar, bugünkü
korkunç fuhuş kasırgamızın ilk dalgasını körükledi.
- Derken İstiklâl Savaşımız başlıyor, değil mi?
- Evet! İstiklâl Savaşımız, gerçekten birkaç asırlık bir hesabın yekûnu
hâlinde, mekân plânından tasfiye edilmemiz için üzerimize yürüyen cellât
hamlesine karşı millî bir şahlanmadır. Bu şahlanmanın mücerret mânâsında, her
şeyini kaybettikten sonra, fezada mekân işgal etme hakkını da kaybeden bir
milletin, ruhunu ve maddesini kuşatıcı binbir hastalığa rağmen ölmemek,
yaşamak, sağ kalmak irâdesi vardır. Bu irâde, Türk milletinin, geçirdiği ölüm
buhranlarına rağmen, ruhunun köşesinde nasıl bir kudret ve miras sakladığına
işarettir. İstiklâl Savaşımızda, ölmemek iradesiyle şahlandık; bizden
esirgenen mekân hakkını geriye aldık; savaş içinde, bir ân için, böyle bir
hamlenin gerektirdiği aşk, fedakârlık, vazife ve nizam ahlâkından örnekler
gösterdik; fakat mekân hakkı zaptedilip de iş bu mekânı zamanla, yâni fikirle
doldurmaya gelince, iş, tepesi taklak gitmeğe başladı. İşte Cumhuriyet
devresi, dördüncü merhale, budur! İş, tepesi taklak gitmeğe başladı; zira yara
eski ve tedbir aksinedir. Cumhuriyet devresi, öbür devrelere nisbetle çok daha
ileri, daha cesur ıslahçılık hamlelerine girişmiş olmasına rağmen, nihayet
Garbın daha ileri, daha kat'î, fakat daima satıh üstü kopyacısı kalmak
an'anesini değiştirememiştir; ve İstiklâl Mücadelesinin şahsiyetiyle eş;
yeppyeni bir ideolocya ve ahlâk telâkkisinden mahrumdur. Cumhuriyetin ham ve
kaba softayı, bütün iş ve söz hakkiyle birlikte tasfiye etmesi gibi ancak din
adına olmak şartiyle en aziz ve faydalı bir teşebbüsüne karşılık, cemiyetle
onun saf imân ve ahlâk kaynağı arasına çektiği manialar, ruh ve ahlâk
buhranımızı zirveleştirmiş oldu. Artık Türk ailesini ve Türk cemiyet
protoplazmasını sulayamaz hâle gelen ahlâk kaynağımız büsbütün kurumaya yüz
tuttu; buna mukabîl yeni bir ahlâk bina edilemedi; Türk inkılâbı, yeni bir
ahlâk telâkkisi gibi bir borçtan nefsini muaf saydı. Aksine, inkılâbın müdür
kadrosunda bâzı, unsurlar, şahsî ahlâklariyle, iyi misal teşkil etmekten uzak
kaldılar. Içki, kumar, fuhuş, menfaat hırsı, dalkavukluk, samimiyetsizlik,
adamını kayırmak gibi menfi hâller modaları, Üç katlı Türk evi, üst katta 80
yaşındaki büyük hanımın ağlaya ağlaya namaz kıldığı, orta katta 40 yaşındaki
hanımefendinin âşıkları ve ahbaplariyle (poker) oynadığı, alt katta 18
yaşındaki küçük beyin (Sving) âhengiyle tepindiğî garip bir tezat ve
uygunsuzluk sergisi hâline geldi. Başıboşluk, mektep ve terbiye sahalarından
sokak ve meydanlara kadar hiçbir mania tedbirine çarpmadan gelişti. Ahlâk
sükûtu, büyük şehirlerden küçük kasabalara ve oralardan köylere kadar
dağılarak, saffet ve ulviyet heykeli Anadolu köylüsünün de ruhunu
gölgelendirmeğe başladı. Ve nihayet İkinci dünya Harbinin korkunç iktisadî ve
ruhî şartları sökün edince kâbus ve efsane çapına kadar ulaştı.
- Eyyy, sonraaa???
- Sonrası, sonra!!!
(1943)
EDEBİYATTA EDEP
Türk san'at ve fikir hayatında ahlâk bozukluğu "Edebiyat-ı Cedide"den sonra
başlar. Tanzimattan evvelkilerde ve hemen sonrakilerde ahlâk yerindedir. Şu
kadar ki, Tanzimattan evvelkilerde, ahlâk, bir telâkki ve şuur mihrakına bağlı
bulunurken, Tanzimattan hemen sonrakilerde, şuuru gevşemiş bir devam ve itiyat
ifade eder. Bir tren ki, lokomotifi bozulmuş, fakat ilk hıziyle, kör topal,
yürümekte...
Tanzimattan evvelki Türk fikir ve san'at adamı, dünyasının bütün kanunlarına
malik olduğu kadar, ahlâkına da sahipti. Tanzimat ve tanzimat sonrası san'at
ve fikir adamında ise, eski dünyanın zihin yapısı yıkılmaya yüz tuttuğu hâlde,
ruh yapısı yerinde kalmış ve tesirleri göze görünmez bir plânda Birinci Dünya
Harbine yakın senelere kadar ulaşmıştır.
Tevfik Fikret, hayatının sonlarına doğru, fikir bakımından en büyük
aksülâmelini hep İslâm dinine karşı göstermesine ve Allahı inkâr etmesine
rağmen, his bakımından ailesinden aldığı İslâmî ahlâk terbiyesine bilmeden
sadık kalmış ve dogma'larını inkâr ettiği bir kaynağın, farkında olmadan
ahlâkını taşımıştır. Bu, tuhaf bir tezat ifadesidir ve henüz kimsenin gözüne
çarpmamıştır. Tevfik Fikret'teki garplı tesir, koyu bir İslâm familyasından
gelen çocuğun ruhunda, eskiden mevcut "bir terbiye Temeline dayalıdır. Yoksa
bir garp cemiyeti içinde doğup yetişmeden ve garplı bir ailenin hassasiyet
havasında yuğrulmadan veya bu havanın kendi memleketinde ocağını kurmadan garp
ahlâkına tevarüs mümkün değildir. İlmine, fennine tevarüs belki...
İşte bir şiir cücesi, fakat bir ahlâk devi tanınmış bir şaire, bütün
hakaretlerine rağmen hâlâ sermaye veren feyizli kaynak!.,
Evet, Türk san'at ve fikir hayatında, "Edebiyat-ı Cedide" sonlarına kadar
devamına şahit olduğumuz ahlâkî bütünlük, eski cemiyetin bellibaşlı bir fikir
ve imân mihrakı önünde sahip olduğu ahlâk artıklarıdır ki, o günlere kadar
gizli gizli sürüp gelmiş ve bu ahlâkı doğuran şuur çürümeye yüz tutunca ve bir
ahlâk kurmaya muktedir yeni bir şuurla yerini değiştiremeyince içtimaî bir
tazyikin İfadesi olarak birdenbire patlak vermiş ve gelen nesillerde acıklı
bir ahlâk bozukluğu hâlinde kendini göstermiştir.
"Edebiyat-ı Cedide"nin birbirini tutmak, birbirini sevmek, yaşlıya saygı,
gence şefkat, ustaya bağlılık kıymetleriyle tecelli eden san'at ahlâkı, hemen
bir nesil sonra derhal tersine dönmüş ve hiçbir miyar sahibi olmadan,
birbirini yemek, birbirinden iğrenmek, yaşlıyı tezyif, genci tahkir ve ustaya
isyan insiyaklarına çevrilmiştir.
"Edebiyat-ı Cedide" devrinden sonra gelmiş ve birer üstad tanınmış iki şair
tipi vardır ki- Ahmet Haşim ve Yahya Kemâl- istidatları belki de evvelkilerden
üstün olduğu hâlde sırf yeni bir san'at ve dünya görüşüne çıkamamak ve sürüp
gelen itiyadî ve hazırlop ahlâkı da devam ettirememek yüzünden, en kudretli
hırsları birbirini tepelemek, en büyük (sentez)leri birbirini iplâl etmek ve
en canlı tesirleri gençlere birbirini çekiştirmeyi ve beğenmemeyi Öğretmekten
ileri varmamıştır.
Her biri dudağında yeni bir san'at sırrı taşıdığını vehmettiren bu (Sfenks)
edalı iki şaire:
- Bize birbirimizi çekiştirmekten ve beğenmemekten başka ne öğrettiniz?
Diye sorulsa, acaba birinin ruhu, öbürünün de maddesi ne cevap verebilir?
Bu iki şairden sonra, bu âna kadar gelen kademeler ve şahıslar da, yine aynı
fikirsizlik ve ahlâksızlığın parlak örnekleri... Geçmiş günlerle her türlü
alâkayı zayıflatmışlar, gelecek günlere ait hiçbir yeni alâkaya
kavuşamamışlardır. Mukaddes an'aneler zincirinden tamamiyle sıyrılmışlar,
nefslerinden veya nesillerinden itibaren devamına talip oldukları yeni bir
an'ane zinciri Örmek ihtiyacına düşmemişlerdir. Her mes'eleyi daima aynı hazin
istihza ve bezginlik meşrebi içinde ele almışlar ve korkunç bir hiçlik ve
yokluk boşluğunda horlıyan nefslerini bir put gibi azizleştırmek
istemişlerdir.
Dâvayı şu noktada mihraklaştırabiliriz: İntikâl hâlinde bir cemiyetle beraber
intikal hâlinde bir san'at, kendi dünya ve kanunlarını bina edemeyince, fikrî
ve ruhî her türlü kıymet iflâsının topyekûn panayırını kurmuştur.
Ahlâk zaafımızın tarihi, fikir zaafımızın tarihinden biraz sonra başlamıştır.
(1944)
FİKİR AHLÂKIMIZ
Sana, san'at ve fikir ahlâkımızdan tam 15 madde göstereyim:
Birinci madde:
Kendimizden başka herkes hakkında peşin hükmümüz:
"Başkasından bir şey çıkamaz!" Gözümüze ne çarparsa çarpsın; eser, kitap,
hamle, hareket, tavır, edâ, herşey karşısında hemen bu gözlüğü takarız. Ve
gördüğümüze göre değil, gözlüğümüze göre teşhisimizi yapıştırırız:
"Metelik etmez! Aşşağının bayağısı! Kötü!" Zira, asıl ölçü merkezi,
dudaklarımızda değil, kalbimizdedir:
"Başkasından birşey çıkamaz!"
Bir inanmayış ki, tersinden bir inanış olarak ifade edilse, inkâr
softalıklarının en kabası şeklinde meydana çıkar.
Okumayı, anlamayı, dinlemeyi, duymayı, bakmayı, görmeyi, elemeyi, bulmayı,
denemeyi, bilmeyi, hâsılı birinden birşey ummayı aptallık sayarız. O evvelden
mahkûmdur. Sevimli olması, hattâ dehâsını tasdik ettirebilmesi için tek çare.
yazması, çizmesi, konuşması, davranması değil, susması ve huzurumuzda el pençe
divan, silinip gitmesidir. Eğer dâvasında ısrar eder, karşımıza her çıkışında
aynı fikir ıztırabının kasvetli suratını takınır, aynı şeyi birkaç kere
tekrarlarsa ismi hazırdır:
"Deli!"
Bir adamı, bir iddiayı, bir ifadeyi, bir tezahürü, bir hamlede kavrıyan ve
bellibaşlı unsurlara irca edip, ya hemen ve topyekûn iptal, yahut hemen ve
topyekûn alâka işareti veren keskin sezişlerin hakkı inkâr edilebilir mi hiç?
Fakat kaynağı fikrî olan o sezişle, kaynağı ahlâkî olan bu inkâr ediş
arasında, çöl arslaniyle (bonmarşe) arslanı farkı var.
İnkârlarımız, vicdanımızda bir görüş ve ölçü kutbunun itici ve çekici
hükümlerine değil, ahlâk bozukluğu yasamızın "Başkasından birşey çıkamaz!"
hükmüne dayanır.
İkinci madde:
Ustayı, bizi doğuran ve yetiştiren tesiri red ve iptal temayülümüz...
Yıkık bahçe duvarının en yüksek başına çıkıp, caka ve şatafat içinde körpe
kanatlarını çırpan, İlk ötüş tecrübesi yapan delikanlı horozlar gibi, her
piliç kalem, piliçlikten horozluğa doğru nefsanî bir bulûğ humması geçirir
geçirmez, tesirinden doğduğu adamı, yâni ustasını red ve iptal temayülüne
düşer:
' Ö, ö, ö, ööoöööü! Meydan bizimdir! O da yok, bu da yok, şu da yok! İşte
san'at ve fikir güneşi bizimle doğuyor! Ne dün var, ne yarın! Ö, ö, ö,
ööööööü!"
Bu zamana kadar şahidi olduğumuz nesil kavgalarının bütün kıstas değeri bundan
ibaret...
Halbuki red ve iptal hakkı, tasdik ve imân borcuyla yanyana, son derece ulvî
bir nefs muhasebesinden doğar. Onun sahibi, yatağına oturur, başını iki dizi
arasında sıkıştırır, kendi içine ve dışına dalar, daldıkça dalar. Mazisi ve
istikbaliyle, dostu ve düşmaniyle, ustası ve çırağiyle hesap görür. Kendisine
ve başkasına ne borçludur. Kendisinden ve başkasından ne alacaklıdır, hangi
ruhî ve içtimaî şartların mirasıdır, hangi ruhî ve içtimaî miras
hazırlamaktadır, nihayet taşırdığı veya içinde kaybolduğu maddî ve manevî
hadler nelerdir; düşünür, düşünür oğlu düşünür. Sonra ebedî ve esasi bir
kıymet ölçüsüne varır ve artık dilediği gibi red ve iptal eder.
Bizde bütün bu ıztırablı işler yok; aksine, gıdıklanan insanların, üzerlerine
bir el uzanır uzanmaz ürkek bir hareket yapmaları gibi, menfi bir ihtibâsın
insiyakı ifadesi hâlinde, ustayı, tesirinden doğduğu adamı, aile ve an'aneyi
red ve iptal etme temayülü vardır.
Buna, astar tarafından giyilen elbiseler tarzında, tesir altından çıkmanın
değil, ters cephesiyle tesir altında inlemenin misali derler!
Üçüncü madde:
"Zekâ, istihzadır!" telâkkimiz...
Zekâ... İlâhî nimetlerin en büyüklerinden biri... İlk insandan beri, zekâya
kötü ve lüzumsuz bir şey göziyle bakan kimse çıkmadı. Onu, bütün devirler
boyunca bütün insanlık ister, sever ve beğenir. Âlâ!..
Zekâ, her işte olduğu gibi belki istihzada da vardır. Belki birkaç kuvvetli
kalem bunun şuur ve misalini de vermiştir. Fakat ne yapalım ki, bu hâdise de
ayağa düşer ve ebedî istismara yol açar. Böylece zekâ, ismine lâtife dediğimiz
incelikle, istihza dediğimiz kabalık arasında, her istikamete çekilmesi mümkün
bir ok gibi şaşırır kalır. İstihzayı zekânın su içtiği tek çeşme sananlar, bu
çeşmedeki musluğun kaç türlü çevrilişi olduğunu, her çevrilişte nasıl bir
kıvam teşekkül ettiğini, her kıvamın kaç mânâ taşıdığını bilmedikleri için, bu
musluğu bir hamal gibi açarlar, bir hamal gibi alay ederler. Neticede bu
hareket, bellibaşlı bir fikir ve duyguya sahib bir ruhun gizlediği kıymet
hükmünü, onun peçeli sitemini ihtar eden zarafetli bir oyun olmaktan çıkar.
Her moda şey gibi, kolaylığa, kabalığa, bayağılığa, fenalığa kaçar.
Bizim istihzamız da bu soydandır ve ismi zekâdır! Onun içindir ki, bizde
arkadaşını en iyi tahlil eden, onunla en iyi alay edendir sanılmıştır. Ve yine
onun içindir ki bütün fikir ve sanat piyasamız, kâbuslarda bile rastlanamaz
cehennem tasvirleriyle dolu bir resim sergisidir:
Çekirge vücudu üzerinde at kafası taşıyan romancılar... Semiz bir domuz gibi
burnu yerde, süprüntüleri bile karnına çekercesine dolaşan şairler... Akşam
üstü bilmem hangi pastacıda bir kurabiye yedikten ve gece tatlı bir rüya
gördükten sonra sabahleyin müthiş bir sefahat yaptığını ilân eden
mütefekkirler... (Frak) giymiş tahtakurularına benziyen âlimler... Ve daha
neler, neler, neler...
Dördüncü madde:
Kıskançlık... Yüzümüzün, merhemsiz, sargısız, peçesiz çıbanı... Bir taşın
üzerine çıkıp:
"Kıskanıyorum!!!"
Diye avaz avaz bağırmamak ve tepim tepim tepinmemek şartiyle kıskançlığın
bütün tezahürleri mubah sayılır.
Mahalle aralarında, kıskançlık yüzünden, hiçbir kurşuncu ve üfürükçünün deva
bulamadığı esrarlı hastalıklarla eriyen genç kızlar, bizim misallerimiz
-karşısında iffet ve saffet örnekleri...
"Kıskançlık nedir?" diye bir de Tasavvuf adamlarına soralım:
"Ruhumuza ait öyle bir maraz ki, başka her İlletin çaresi var, onun yok..."
Sokaktan geçen bir kadına bir erkek, nihayet bir sihre kapıldığı ve buna
kapılmaktan nefsini alıkoyamadığı için bakar. Ya bir kadın, başka bir kadına
nasıl bakar, dikkât ettin mi? Aynı cinsten şeylerin birbirlerine üstünlük
göziyle bakışları korkunçtur. Kadının kadına, köpeğin köpeğe, sahte imamın
sahte imama, 63 numaralı vapurun 71 numaralı vapura, muharririn muharrire
bakışı, vesaire vesaire...
Doğmıyacak bir günün şafağında eserini kaleme almaya niyetli bir müstakbel
dehâ tanıyorum ki, en iyi dostu diye andığı bir muharririn güya muvaffakiyet
kazanmış bir eserini, baştan başa aleyhinde bulunarak Avrupada tedavide
bulunan karısına göndermiş, karısı da eseri, son sahifesine tek bir kelime
ekleyip kocasına iade etmişti:
"Kıskanma!"
Yarı yoldan ziyade kıymete yakın, yarı yoldan ziyade şahsiyetsizliğe uzak bir
adam mısınız?
Yazı yazmayınız, eserinizi; yazmamak etmeyiniz, niyetinizi; konuşmayınız,
talâkatinizi; susmayınız, temkininizi; sevinmeyiniz, neş'enizi; ıztırap
çekmeyiniz, tahammülünüzü; giyinmeyiniz, elbisenizi; soyunmayınız, vücudunuzu;
iş sahibi olmayınız, nüfuzunuzu; işinizden atılmayınız, kahramanlığınızı; ve
elinizdeyse yaşamayınız herşeyinizi; ve yine elinizdeyse ölmeyiniz; kefeninizi
kıskanırlar!
Tanrıkulu, yüzünde fevkalâde rahatsız bir tebessüm, sustu. Bahsinin yükü
omuzlarına çökmüş gibiydi.
- Devam buyurun, devam buyurun! Diye haykırmaktan kendimi alamadım:
- Devam buyurun! Kurtarıcı teşhis sizin bu sözlerinizde...
- Bekle, dedi, bu mevzuun kasveti altında bunalmamak için biraz nefes alalım
ve ciğerlerimizdeki havayı yenileyelim. Sonra gene (otopsi)mize devam ederiz.
Beşinci madde:
Karşılıklı meddahlık...
Pazarlıkların en sefili tarzında açığa vurulmuş bir düstur... Utanmadan,
sıkılmadan, çekinmeden söylerler:
- Beni medhedeni ben de medhederim!
Bir gün, şair tanınmış bir zat bana demişti ki:
- Bu, böyle! Beni medhetmeyeni methedemem! Medhin yolu, lisandaki kaba medih
kelimelerini,
. herhangi birisi hakkında ulu orta kullanmaktır. Yoksa o kelimelerin bir
araya getirilmesiyle kurulacak bir görüş terkibi, bir fikir dizisi
düşünülemez. Zahmete ne hacet! Kelimelerin kendi kendilerine taşıdığı âdi ve
başıboş delâletler kâfidir:
Büyük, güzel, parlak, yüksek, derin, keskin... Ve dolayısiyle büyük şair,
güzel eser, parlak buluş, yüksek düşünce, derin duygu, keskin cümle...
Çakıl taşları kadar bol ve ucuz olan bu kelimelerden biriyle okşanmış bir
yazıcı, onlardan biniyle mukabele eder. Karşılıklı medih kurnasına otururlar.
Yağlı ve pırtık papellere benzeyen kelimelerle dolu kurnanın pis suyunu
birbirinin başından dökerler. Su, aktığı yerde toplanıp tekrar musluklar
vasıtasiyle kurnaya iade edilir ve oradan tekrar başlara ve tekrar yere ve
tekrar...
Her ayağa göre potinlerin bile ayrı numaraları varken, medihçi, en mes'ul
kıymet sıfatlariyle şahıslar arasındaki tenasüp derecesini asla göstermez.
Muhteşem kâinat tenasübü ortasında, körlerin en bahtsızı olduğundan habersiz,
biricik iş yasası olarak yalnız aldığını vermeğe memur iğrenç değiş tokuşundan
başka da sanat kanunu tanımaz.
Altıncı madde:
Birbirini çekiştirmek...
Birbirini hatırlamak kadar tabiî... Ruhlarımızda, birbirimizi hatırlayıcı
başka hiçbir bağ, hiçbir tedai merkezi kalmamıştır.
Çok defa, çekiştirilen adam, çekiştirenlerin arasına birdenbire düşer. O zaman
baş çekiştiricinin, kurbanına her zamankinden daha saygılı yer gösterişi,
"Buyurunuz!" deyişi, arka sıvazlayışı görülecek manzaradır! Ya dinleyiciler? O
tebessümler, gözlerinin içinde kısmak istedikleri ışıklar, büyük boyunlarının
yarı mahzun, yarı sinsi edası?..
Samimiyetsizliğin bu efsanevî haddini hiçbir insanlık devri görmedi.
Fakat, çekiştirildiğinden bahsettiğimiz bu yeni geleni bir mazlum sanmayınız!
Ona bu kadar tedbirle yer veren çekiştirici biraz sonra gidecek ve daha köşeyi
dönmeden yeni gelenin numarası başlıyacaktır.
Yine aynı meclis, yine ayni suratlar, ayni tebessümler, aynı hareketlerle inip
çıkan kafalar, gözlerin içinde kısılmak istenen ışıklar, bükük boyunların
herşeyi kabul ve herşeyi inkâra ezelden karar vermiş edası...
Yeni gelen, beş dakika evvel ittifakla cahildi; hayır, siz şimdi asıl gidenin
ne nisbette cahil olduğunu öğrenin!... Reylerde ittifak... Kim demiş ki yeni
gelen, filân dosta falan hulûsu çaktığı için filân köşeyi aldı; ah, siz asıl
gidenin, falan dosta, filân tavassutu yaptığı için falan teşebbüste nasıl
muvaffak olduğunu bilseniz!... Reylerde ittifak...
Haysiyetsizliğin bu efsanevî haddini hiçbir insanlık devri görmedi.
Yedinci madde:
Dedikodu...
Kasımpaşalı Pembâmm, iki büklüm, bastonunu karnına dayamış, büsbütün yere
serileceği günü bekliyen ahşap evin cumbasından, yanındaki cumbaya fısıldar:
- Gözlerimle gördüm ayol... Bahçenin tahtaperdesinden baktım da gördüm. Tam
dört tane bakır sahanı (Eskiler alayım)cıya yok pahasına satıp rüküş rüküş
çarşıya gitti, Dönüşte, koltuğunda boy boy, renk renk, paketler...
Bu ruhu, bütün hayvanîliğiyle san'at ve fikir dünyamıza tatbik edebilirsiniz.
Dedikodu çekiştirmeden farklıdır. Dedikodu yapan, bahsettiği şahsın lehinde
mi, aleyhinde mi belli değildir. O yalnız, kahramanca havadis verir. hükmü ya
yoktur, yahut verdiği havadisin sarhoşluğu altında bu noktayı belli etmez.
Dedikodu yapan ve" onu dinliyenler, tamamiyle ölü ve karanlıktadır. Yaşıyan ve
aydınlıkta gezen, dedikodusu yapılandır. Sanki herkes, lâmbaları söndürülmüş
bir odada çepçevre oturmuş... Ortaya bilinmedik bir merkezden sihirli bir ışık
huzmesi düşüyor. Bu ışık huzmesinin döşeme üstündeki dairesinde, bir tiyatro
sahnesi halinde, dedikodusu yapılan şahıs hayretle seyredilmekte... Öbürleri
hep karanlıkta, hep silik, hep namevcut... Ona gelince, potinini çıkarışından,
geceliğini giymesine, dişindeki çürüklerden, ciğerindeki lekelere, astarındaki
yeniklerden, cüzdanındaki kargacık burgacıklara kadar, herşeyi. ne korkunç bir
alâka öksesi!...
Şahsiyetsizlik ve kifayetsizliğin şaşmaz markası, dedikodu kabiliyetidir.
Sekizinci madde:
Saygısızlık...
Heveskâr, kendisinden bir evvelkini, tesiri altında görünmesin diye saymaz.
Üstad, kendisinden bir sonrakini, inkarcısı ve iptâlcisi bildiği için saymaz.
Aynı çağdan dostlar, dostluk cıvıklıktır sandıklarından dolayı birbirlerini
saymazlar. Âdeta saygı, yalnız enayilerde görülen bir nevi tavır ve hareket
kekemeliği halindedir. Zamanenin terazisine ve dirhemlerine, davul tozu ve
minare gölgesi kadar uzak bir nesne...
Karşılaşan iki kişi arasında beş dakikalık bir zaman, ikisinin de cılk bir
lâubalilik çamurunda, boğazlarına kadar batması için kâfidir. Yüz göz olmak...
Netice budur! Yüz göz olmaksa, karşılıklı iki şahsiyet aynasının birbirinde
parçalanması değil midir? Artık, arada, ne zap-tedilecek bir hayâl, ne
pırıldatılacak bir ışık, ne hendese-leştirilecek bir mesafe, ne de aranacak
bir sır... Sadece iki tarafın da birbirini harcadığı, ölü ve "basit" ve
karanlık bir "galiz"; hepsi bu...
Aşksızlığın, imansızlığın, ölçüsüzlüğün sefaletini ifşada, saygı eksikliği, ne
hassas bir barometredir! Gidasız kalınca kendi kendisini sömüren mideler gibi,
aşksız ve imansız ruhlar, ulvî kıymetlendirmelerden mahrum kalır kalmaz,
kendilerini ve muhataplarını; her türlü şahsiyet nakışlarını yiyen bir
lâubalilik kezzabında eritmekten başka çare bulamıyor ki...
Dokuzuncu madde:
(Disiplin), yâni zapturapt nefreti...
Kelimesini bile kullanmıya gelmez. Hemen, suratlarına duman üflenmiş kediler
gibi yüzlerini buruşturur, döner, giderler.
(Disiplin), her oluşun, toprak altında pişe pişe elmas olmaya giden kömürden,
kalb içinde pişe pişe insan olmaya giden nâtık hayvana kadar her oluşun, üstün
hakikate karşı teslimiyet sırrını gizleyici başlıca usûl şartıdır. Onun
büsbütün olmadığı yerde hiçbir oluş tasavvur etmiye imkân yok... Mide
gurultusunun meydana gelmesi için bile asgarî bir (disiplin) ölçüsüne ihtiyaç
vardır. Kaldı ki, bütün eserleriyle insanî tecellinin meydana gelebilmesi
için...
(Disiplin) şiirini anlıyabilecek adam, dâvanın en üstün cephesi olarak, kendi
kendini (Disiplin) altına alabilecek olandır. Yâni Büyük Cihadın namzetleri...
Büyük Cihat, milyonluk orduların, milyonluk ordularla boğuşması değil, tek
kişinin kendi nefsiyle savaşması... Kendi nefsine zorlayacağı (Disiplin) ile
beraber, başkasının zorlayacağı her türlü (Disiplin)den kaçanların, yangın
yerindeki bir arsada, dört ayağı havada, keyifli keyifli eşelenen sanki hür
bir merkepten farkları yoktur.
Safkan atlar hemen başlarını teslim ederken, mayalarında eşeklik olanlara,
(Disiplin) yular gibi görünür. Bir türlü taktırmazlar. Ve tekme, çifte,
anırma, zıplama, eşelenme içinde, ortalığı toz dumana boğarlar. Manzaramız
budur.
Onuncu madde:
(Bohem)lik; türkçesi serserilik... (Bar) kadını nasıl kendisi için "Ben fahişe
değilim!" gibilerden "Ben artistim!" derse, genç sanatkâr da, içindeki
ipsizlik ve sapsızlık temayülünün tesellisini şu (klişe)de bulmuştur:
- (Bohem)im ben! Yaşasın (bohem)lik!
Batıdan, hususiyle Fransadan gelme bir tesir... "Sanatkâr, başıboş, yersiz,
yurtsuz, hercaî, İlcaî, dilediği yerden rastgele uçan garip bir kuştur!"
zehabının kurduğu ve işlettiği ocak...
(Bohem)lik, bizde, 1918 Mütarekesi nesillerinden başlar; en had devrelerini o
sıralarda yaşar, müzminleşe müzminleşe bugüne kadar gelir. (Edebiyat-ı Cedide)
devrinin (Tavukpazarı şairi) sözü, o zamanki (Bohem)lik temayülüne karşı bir
teşhistir.
(Bohem)lik bizde, birkaç Avrupalıda olduğu gibi, sanatkârın, içinde yaşadığı
cemiyetten hoşnutsuzluğunu, cemiyetin hal ve istikbaline itimatsızlığını,
cemiyetini kendi kıymetleri peşinden çekememek mahkûmiyeti altında, onun
çizdiği hayat kalıpları dışına çıkışını, hülâsa ulvî bir inzivaya çekilişini
temsil etmez. Serseriliği, intibaksızlığı, intizamsızlığı, tek kelimeyle ruh
tefessühünü belirtir.
(Bohem)lik, fırtına yaklaşırken boynuz boynuza veren hayvan sürüleri gibi,
çökmiye ve kokmıya başlamış cemiyetlerde, tehlike habercisi miskin cücelerin
kurduğu panayırdır.
Onbirinci madde:
Nükte hastalığı...
Allah'ın, zaman, mekân, şekil, renk, istikamet, mefhum, berşeyden münezzeh
mutlak vücudunu, hoca, bütün had ve kayıtlardan tecride çalışarak şöyle der:
- Burada değil, orada değil, şurada değil, hiçbir yerde değil...
Ve Bektaşi, bu ifadeye karşı hemen şu alçak nükteyi konduruverir:
- Şuna yok deyip çıksana işin içinden!
Dünyada hiçbir örnek, nüktenin, moda tabiriyle (espri)nin, yolunu kaybettiği
zaman nereye kadar gidebileceğini bu kuvvetle belirtemez. Tek başına, nükte,
başıboş nükte, her hâdisede bir püf noktası arayan nükte; kuru ve sefil
mantığın, kuru ve sefil istismar çerçevesine serdiği birkaç kuru ve sefil
ipucundan faydalanıp en büyük hakikati bile nasıl idama hazır bir nesnedir,
görünüz!
İşte günün nükte hastalığı, hak veya bâtıl, her türlü nizam çilesine düşman
öyle suikastçıdır ki, hemen her şahsın cebine yerleştirdiği miskin kestane
fişekleriyle, nerede bir fikir örgüsü bulursa onu delmek, yırtmak,
patlatmaktan başka heves gütmez.
İlim, fen, sanat, siyaset, daha bilmem ne adamlarımız, mesleklerinde emek ve
çile istiyen kitaplık ceht sahibi olmak yerine, tembellik ve çürüklükten başka
sermayesi olmıyan tek kelimelik ve cümlelik nükte perendecileridir. Onun
içindir ki, ortalık, hangi cephesinden bakılsa namütenahi bir mimarî arzedici
büyük hakikatin lif lif çizgilerini arayan ve aradıkça kendi terkibinin
küçüklüğünden utanan mahzun çehreli (dâva) ve (usûl) kahramanlariyle değil;
her gerçeği bir sapan taşına kurban eden, kurban ettikçe de kör nefsini
pöhpöhliyen (tekerleme) ve (el çabukluğu) şaklabanlariyle doludur.
Hak ve hakikat kutbuna bağlı bir mizacın, arada bir, biber ve hardal gibi
nadir bir lezzet kaygısiyle yerli yerine oturtacağı, sınır tanıyan nükteleri
bulsaydık başımıza koyardık! Ne yapalım ki, nükte hastaları, hardal ve biber
nev'inden eşyayı, hem de taklidi ve âdisi olmak şartiyle, bir yemek içinde
değil, yemek yerine, tencere ve karavanayla önümüze sürenlerdir.
On ikinci madde:
İlim sahtekârlığı...
Fransızca, tek ciltlik bir hâs isimler lügati... Felsefe, iktisat, tarih,
politika, edebiyat, hangi soydansa ona ait tek formalık ve fihrist bilgisine
mahsus bir kitapçık... Ve sonra, nihayeti Fransızca (isme), (que), (iste),
(ie) edatla-riyle biten kelimelerden doldurduğu, ıstılah bohçası bir defter...
Bundan sonra, sanat ve fikir piyasamızdan buram buram tüten ilim sahtekârlığı
marsıklarından biri olmamız için birşey daha lâzımdır:
Müthiş bir hayâsızlık... Hepsi bu kadar!.. Şimdi aşağıdaki tâbirleri,
sonlarına birer ölü ifade, fakat güya canlı bir iddia ilâve ederek kullanınız;
(Mistisizm) dâvasında... (Poetik) isbat etmiştir ki... (Ümanist)
araştırmalar... (İdeoloji) noksanı...
(Mistisizm) diye bir dâva yoktur!.. (Poetik) hiçbir şey isbat etmez!..
(Ümanist), herhangi bir araştırmanın değil, (Rönesans) devrine ait bellibaşlı
bir iş zümresinin ismidir!.. (İdeoloji) noksanı olmaz; her inanılan şeyin bir
(İdeoloji)si olur, (İdeoloji) olmayınca inanılan şey yok demektir.
Bunlara aldırmayın!.. Zira kullandığınız tâbirler, incisi düşmüş istiridye
kabuklarıdır. Bu tâbirlerin marsık dumanı altında iç yüzünüz gizli kalıyor ya,
siz ona bakın! Herkes sizi tâbirlerinizin karanlık peçesi sayesinde âlim
sanacak, böylece sizin cehlinizle beraber ilmin öz haysiyeti de gözden nihan
olacak, yâni güme gidecektir.
Garbın her sahada tanınmış isimlerine izafetle "filân diyor ki, falana
göre...".diye ilim satanların, bazan bu adamlar namına lâf uydurduklarına bile
şahidim!
Çilesi çekilmiyen bilgilerin (kerrat cetveli) tarzında ezbercileri, yücelerin
yücesi ve uluların ulusu bir zata ait tâbirle, kitap yüklü bir merkepten
farklı değilken, bütün yükü bir buçuk cilt, bir defter, bir de müthiş bir
hayâsızlıktan ibaret bir merkebin halini düşünün!..
On üçüncü madde:
Hatır ve hayâle gelebilecek bütün nevileri ve aletleriyle düpedüz hırsızlık...
İlim, görüş, fikir, hayâl, mevzu, buluş hırsızlığı... Bir hırsızlık ki, malın,
aşırıldığı kaynaktan ziyade, satıldığı zümrenin hakkını berhava etmekte...
Hikayeci, her gün bir hikâye yetiştireceği gazeteye, yabancı dillerin
hikâyelerini, sadece hâs isimlerini türkçe-ye çevirerek, dayar, Fıkracı, bir
zamanlar memlekete bol bol akın eden Avrupa gazetelerini bulamazsa, Balkan
gazetelerindeki fıkraların teşbihlerini, buluşlarını, bilgi unsurlarını
sömürüp pidesini mayalaştırır. Mizahçı, nerede bîr tekerleme görürse onu malı
zanneden, alenî bir paçavra toplayıcısıdır. Kitapçı veya mecmuacının, çocuk
edebiyatı adına bütün neşrettikleri, resimlerine kadar ayniyle kopya edilmiş,
yalnız kaynakları bildirilmemiş Avrupa örnekleridir. Üç beş filozofun
gömleğinden parçalar kopararak yamalı bohçasına diken âlim, artık bütün
aidiyet ve mülkiyetlerin iflâs ettiği bir kargaşalık kadrosunda, sanki eserini
vermiş olmak gibi bir eda sahibidir. Ve nihayet herkesin cesareti nispetinde
dağarcığını doldurduğu ve ne Şark, ne de Garp istikametinden takibe uğradığı
bu hengâmede, Garp eserlerini, serlevhası, mehazları, tertibi, tasnifi, iç ve
dış heyetiyle dilimize çevirip, adını, muharrir adı yerine oturtan misilsiz
açıkgözler, öyle ki, cesaretsizliklerinden mahcup birkaç nazireci,
kabahatlerinin ne olduğunu sormaktan ve bu hava içinde şahsiyetli bir eser
vermiye değip değmiyeceğini düşünmekten başka bir tavır sahibi değildir.
Temas halinde bulunduğumuz dünyalar arasında, nazirecilikten yola çıkıp kuru
taklitçilikte apışıp kalan, nihayet iktibasçılıkta da tutunamayıp doğrudan
doğruya posa hırsızlığına geçmek suretiyle herhangi bir cevheri
bünyeleştiremiyen halimiz ne hazin!.,.
Ruhun çalınamıyacağını, yalnız alınacağını; alınınca da şahsiyetli eser
verilmiye başlanacağını bilseydik, hiç bu sefalete düşer miydik?.,
Ve bütün bu kepazelik halleri arasında oyuncaklariyle oynayan çocuk gibi,
habersiz ve masum görünebilir miydik?
Ondördüncü madde:
Caizecilik...
- (Gök Gürültüsü) isimli bir mecmua çıkarmak İstiyorum! Nasıl ismi?
- Ne olacağını belli ediyor! Satabileceğini umuyor musun?
- Her sayıdan filân yer 300, falan yer de 500 tane alacak. Filân, filân, filân
yerlerden de sayı başına 200 liralık ilân... Masrafım zaten 200 lira... Tek
nüsha satmasam bile (abone)ler kârım... Bazı yerlerin, açıktan senelik vardım
tahsisatı da cabası... Ayda 1000 lira gelire para demiyeceğim!
Gerçekten ayda 1000 lira gelire para demiyecek olan yukarıdaki hesap, bu işin
yırtık esnafı, aşağılık bir zümreye aittir. Fakat işin zahirde masum
heveskârları da, filân yerin 300 ve falan yerin 500 (abone)sinden müstağni bir
kıymet ve revaç cevherine güvenebilmiş değildirler. Türkçesi caizecilik... En
iddialı, en küstah isimler altında, edebiyat ve fikriyat dedikleri bomboş
kadronun, mevhum, fakat mücerred itibar çığırtkanlığını yaparak koparılan
mangır...
Parayı isteyen de, veren de, bu itibara ne nisbette liyakat gösterildiği
üzerinde en küçük bir nefs muhasebesi yapmaz. Biri, burnunu yere sürtmüş bir
korkuluk tavriyle isterken, öbürü, bu vaziyeti kabul eden bir ağa sıfatiyle
toka eder. Böylece halis edebiyat ve fikriyatın, ne hakikî satış ve piyasa
kıymeti kalır, ne de kendisi; yani eser ve tesir kıymeti... Ve caizecilik
yoliyle, alanın da, verenin de elbirliği sayesinde, edebiyat ve fikriyat
adına, edebiyat ve fikriyatın köküne kibrit suyu dökülmüş olur.
On beşinci madde:
Dalkavukluk...
- Tıflı, bugün canım sıkılıyor!
- Niçin paşam?
- Dünyanın döndüğü hakikati canımı sıkıyor!
- Emredin bu hakikati değiştirsinler ve kitaplara ona göre yazsınlar! Dünya
bugünden itibaren dönmesin!
Şarka ait, Şarkın tefessüh devrine ait eski bir sıfat... Hattâ Şarklı,
Avrupalının tepesinden bakan zekâsiyle, bu tipi, menfi tarafından korkunç
zarafetlere kadar götürmüştür:
"Mümkün ola padişahım belki derya tutuşa"
Fakat onlar, bugünün dalkavukları değil; bugünküler, âşâr tahsildarları
derecesinde kaba, kefen soyucuları derecesinde kalbsizdir.
Görünmez kudretin himayesindeki zavallılara karşı en sert ve huşunetli bir
ahlâkın mümessileri, herhangi bir suretle herhangi bir kuvvetliye rast
gelince, en sert İnkıbazdan en yumuşak ishale, yani zalimlikten dalkavukluğa
geçerler.
Dalkavuk bir nevi uyuz kaşıyıcısıdır. O kaşır; ve sırtı kaşınanın yüzü, tatlı
bir gevşeklikle sarkar. Eski dalkavuk, bunu, gayet hünerli ve girift âletlere,
göze görünmeyerek yapar, böylece efendisinin kaşınan uzuvlarını ve kaşınma
ayıbını gizleyebilirdi. Bugün hem bu uzuvlar meydanda, hem de fiil açıktadır.
Saygı ve bağlılıkla bu işi nasıl birbirine karıştırabiliriz? Birinde aşk ve
fedakârlık vardır, Öbüründe korku ve tamah...
Bunlardan biri, sonsuz, kurtarıcı, aydınlık, ölmez gibi sıfatları, kalbinde, o
sıfatların kaynağı olan isimlere bağlarken; öbürü, yalnız dilinde, geçiciye
sonsuz, batırana kurtarıcı, karanlığa aydınlık, İaşeye ölmez vasfını
yakıştırır.
Daha bir çoğu var ya; hatırıma bir madde daha geldi:
Fikir hafiyeliği...
Günün takip modası kimin ve neyin üzerindeyse, fikir hafiyesinin gözü, yalnız
isim ve kabuk tarafından, o istikamettedir. Bir adam, bir sohbet, bir yazı,
bir mecmua, bir gazete, hülâsa bir fikir ve temayül hakkında, alâkalı
farzettiği, adamı olduğu iş ve makam sahiplerine haberler götürür, seciyeler
çizer, tefsirler yapar, teşhisler koyar.
Veyl, fikir hafeyisinin çizdiği dünyayı hakikî dünya diye kabul edecek iş ve
maktam sahibine!
Devrimiz, güya ruh ve vicdan mezhepleri olarak (izm) ve (ist) edatlarının her
cepheden ve her türlü havailik ve kalpazanlık tezahürlerine mihraktır.
(Komünizm - komünist), (Faşizm - Faşist), (Anarşizm - anarşist), (Klerikalizm
- klerikalist), (Rasizm - rasist) filân, falan...
Bütün bu ocakların mensupları, nisbet iddia ettikleri şeyin iç yüzüne ait
hiçbir şey bilmeye dursun; fikir hafiyesi, günün modasına göre birkaç isimden
ve onların telâffuz şeklinden başka hiçbir şey bilmez; ve zaten fazla birşey
bilip bilmediği meçhul olan iş ve makam sahibine
haber götürür:
- Bu adam (komünist)tir! Şu yazı (klerikalist)!... O, (faşist) bir ga'zete!..
Filân, etrafına (anarşist)lik yayıyor! Falanın gayesi. (rasist)lik!..
Bunlardan hiçbirinin, hakikatte kendilerinden ve ne olduklarından haberleri
yokken, fikir hafiyesinin de meselâ "Galata kulesi" diye haber verdiği
hakikatte "bostan kuyusu"; "Kıbrıs adası" diye işaret ettiği, hakikatte "Van
gölü"; ve "lüfer oltası" diye göze soktuğu, hakikatte
"şeytan uçurtması"dır.
Veyl, fikir hafiyesinin çizdiği harita üzerinde hareket emri verecek iş ve
makam sahibine!
(1945)
HOROZ DÖİÜŞÜ ve BABIÂLİ AHLÂKI
Bir horoz doğüşüne götürdüler beni. Ufak bir meydanda, horoz döğüşü merakının,
hususî bir külhanbeyi kisvesi altında toplandığı bir cemaat... Herkes yere
çömelmiş döğüşü bekliyordu. Arada bir, meydana bir horoz çıkartılıyor, horoz
kendisine hayranlıkla bakanlar arasında şöyle bir dolaşıyor, sonra kümesine
kapatılıyor, yenisi çıkartılıyordu. Döğüşten evvel yapılan bu merasim,
birbiriyle döğüşecek horozları seçmek ve seyirciler arasında kumarı
canlandırmak içindi. Fakat Allahım!.. Bu horozlar ne garip şeylerdi!..
Ben esasen horoz sevmem. O bana kahramanlık tavrı takınan bir sahte vekar
halinde görünür. Hilkat sanki onda, bayağı şatafatlar ve saltanatların ne
kadar âdi duracağına dair bir misal hazırlamıştır. Tavukları içinde dik
başiyle gezişi, tırnaklariyle kanadını ut çalar gibi sıyırıp çalımlar satışı,
sabah ezanında herkesten evvel uyandığını bir kaç bin kere haykırışı, bence
tam bir sahte vekarın tezahürleridir. Nitekim kendisinden biraz daha kuvvetli
bir horoz görünür görünmez, veya önünden bir insan, yahut bir çöp arabası
geçer geçmez tavuklardan evvel telâşlanışı, yaygarayı basışı ve dev
adımlariyle kaçışı, emin anlardaki yalancı çalımına uygun değil midir? Bunlar
her gün, her yerde rastladığımız tabiî horozlar... Fakat döğüş horozu âdi
horozdaki bu karakterin, her şeyi keyif ve menfaatlerine göre İstismar eden
ellerde, tam bir sisteme sokulmuş şaheserini temsil ediyordu.
Dediğim gibi, döğüş horozu olarak ilk defa gördüğüm bu hayvanlar ne garip
şeylerdi! Her birinin göğsünde, kel kafalardaki boşluklar gibi derilerinin
kırmızı çıplaklığını arzeden yoluntular vardı. Kiminin bir gözü akmış, kiminin
gagası kırılmış, kiminin bir kanadı kopuk... Horozun kibrit kutusu kadar
suratında bir güzellik var mıdır bilmem ama, tabiî horozlara nazaran döğüş
horozlarının yüzlerinde, eli bayraklı Kasımpaşa cadısının çirkinliği ve
yırtıklığı vardı. Yanımdakilere sordum;
- Neden bunların göğüsleri tüysüz? Kel kafalar gibi boş?
- Sahipleri bunlara her gün idman yaptırır. Yüksek bir duvara bir işkembe
asar. Günlerce horozu aç bıraktıktan sonra, gagalasın diye işkembenin Önüne
bırakır. Horoz işkembeye atılırken her defasında göğsü duvara çarpa çarpa
tüysüz kalır, sandalcı eli gibi pişer, nasır bağlar. Böylece horoz, rakibinin
darbelerine mukavemet edebilecek bir hale gelir.
- Ya bu düşmüş gagalar, kopmuş mahmuzlar, çıkmış gözler?.
- Onlar da bu zamana kadar yaptıkları kavgalardan aldıkları yaralar ve
hatıralardır.
Döğüş başladı. Aynı biçim ve çirkinlikte iki horoz karşılaştı. Boyunlarındaki
tek tük tüylerini kabartıp birbirinin üzerine atıldılar. Bir iki dakika
geçmemişti ki, ikisinin de yüzü kan içinde kaldı. Seyircilerden biri
bağırıyordu:
- Yaşa be Çil horozum... Bir tokat daha, bir tokat daha!
Ben horozları gagalariyle doğüşür sanırdım. Meğer bu ikinci bir silâhmış. Asıl
kuvvetli silâh ayaklariyle birbirlerine attıkları tekmelermiş. Erbabı bu
tekmelere tokat diyor. Tokat yiyen horozun taraftarı ise şöyle haykırıyordu:
- Sen de ona aşket! Sen de ona patlat! Yaşa, bir daha!... Göreyim seni Telli
Turna, bir daha, bir daha!
Halbuki Çil horoz da, Telli Turna da, ayni saadet veya felâkete namzet,
hakikatte aynı hırpalanışın sefaleti içinde, nöbetle birbirlerine tokatları
yağdırıyorlar ve ikisi de kan ve pıhtıya bulanmış, her an biraz daha kesilerek
sahiplerini memnun etmeye çalışıyorlardı. Nihayet Çil horroz mu, Telli Turna
mı, hangisi bilmiyorum, birdenbire kümes istikametinde, her halde ihtiyat
olarak alıkoyduğu bir kuvvetin yardimiyle kaçıverdi ve döğüş bitti. Meydanda
kalan Telli Turna veya Çil horoz, suratının delik deşik haliyle, gözlerinin
kenarından sarkmış kanlı deri parçalariyle, bir başka döğüşte ayni şeyin
başına gelebileceğinden habersiz, müstekreh bir sesle bir iki kere öttü.
Kendisine âşık sahibinin kolları arasında zafer meydanını terketti. Kaybeden
kumarbazlar mahzun mahzun ellerini ceplerine götürürken başka bir taraftarın
sesi duyuluyordu:
- Ah şu bizim horoz yok mu? Akşamları onu karşımıza alıp sahibiyle beraber
rakı içmek o kadar hoşumuza gider ki!...
İşte, eskiden ismine (Babıâli), şimdi de (Ankara caddesi) dediğimiz bu meydan,
bu cinsten horozları yetiştirmek hususunda, tahtakurulu evler, tifolu nehirler
ve sıtmalı bataklıklar gibi, bünyesini devamlı bir istiklâl içinde korumuş,
içtimaî bir mesuliyet taşır.
Horoz misalindeki mazur hayvancık, çıplak,-vahşi, iptidaî bir (Nefsi
Emmare)nin halis örneğini ve o hayvan etrafındaki gayretler de, bu (Nefsi
Emmare)nin kıymet hükümlerini ve piyasasını temsil etmez mi?
Türkiye'nin uzun zamanlar fikir ve edebiyat merkezliğini yapan bu meydanın
yegâne beğenilmiş ve en çok mürit kazanmış ananesi de, aynı hayvanı (Nefsi
Emmare)nin döğüş ve oyununu en iyi beceren tipleri bulmak, yetiştirmek ve
beslemek hususundaki tabiatine dayanır. Bir nevi yağlı derinin, bir nevi
böceği doğurmak ve beslemekteki hali gibi.
Bu tabiatı ona kimler aşıladı? Tarihi ne zamandan başlar? Bunları öğrenmeye ne
lüzum, ne de imkân vardır. Buna yeltenmek, Yeniçeri ordusunda ilk âsinin veya
İstanbul'da ilk külhanbeyinin kim olduğunu tetkike kalkışmak gibi mânâsız bir
tarih oyununa çıkar. Ömrü 40 - 50 senenin içine sığışsa da, ezel kadar başsız
bir kaynaktan gelip, ebed kadar sonsuz bir denize aktığı hissini veren bu
seciye deresinden, herhangi bir zaman ve herhangi bir mekânda alınacak bir
maşraba su, kimyagere, daima ayni maddeleri taşıyan bir rapor yazdıracaktır.
Fikir ve idrâk işkenceleri içinde kan ve tere batmış insan beyninin tek hırsı
olan hayat hamlesi ve meçhulü feth humması, orada yerini tek ve aziz bir
cevhere bırakmıştır.
Bu cevherin ismi (nefs)dir. Sabah kahvesini zamanında içmediği için evinin
içini alt üst eden ve komşusunun kılıcından, mahalle imamının sakalına kadar
tırnaklarını uzatmadığı yer bırakmayan kocakarı nefslerinden daha kaba bir
nefs... Şüphesiz ki (nefs)lerin de mütekâmil olanları vardır. İslâm
mutasavvıflarına göre (nefsi emmare)den (Nefsi Levvame)ye çıkan nefs, bu
ikinci kademede, kendini bir fikir ve bir telâkki tarzına isnat edebilecek
hale gelir. Fikirle (nefs) arasındaki sıkı ve karanlık bağları görmemek ne
mümkün? Fakat bir meşe kütüğü kadar sert ve çıplak olan (nefs)in ilk ve
hayvanı halini, üzerine bütün bir fikir sisteminin kabartmalarını çıkaracak
surette yontmak ve (nefs) kütüğünün bütün hırslarını, o (rölye)lerin hayâl ve
muhafazası yolunda sarfetmek ayrı bir iştir. Bu mânada (nefs)in fikir ve
imandan farkı azdır. Böyle bir (nefs) hüviyetin yapacağı döğüş ve kendisini
teklif etmekle varacağı netice, tehir, terzil, teşhis ve tanzife yarar ki, ona
can kurban... Onu kendimize, dostumuza ve herkese korkusuzca tavsiye
edebiliriz, bu iki (nefs) arasındaki farkı basit bir zekâ anlıyamaz.
Fakat ilk ve iptidaî mânasında (nefs), köpeğin kemiğine bağlı oluşu gibi,
hasis menfaatlerine, küçük tama-larına ve hayvani insiyaklarına mağlûptur. Hiç
bir muhasebesi, kendisiyle hiç bir ihtilâf ve dâvası olamaz. Kendisinden emin
ve hoşnuttur. Vicdan azabı duymaz; içinden ulvîliğe benzer bir ses geçmez;
endişe, kapısını çalmaz. Kafanın tek şerefi olan hicaptan ve kuvvetin ilk
şartı olan iffetten tamamiyle sıyrılmıştır. Pöhpöhlenişi var, kahramanlığı
yok; iddiası var, fikri yok; hilekârlığı var, sanatı yoktur; sanki Allah
nurundan mahrum ettiği bu bedbahtın içinin zindanını gayet rahat gösterip onu
teselli etmiştir.
İşte, Babıâli'nin döğüş horozu şeklinde şöhretini yapmış, parasını toparlamış
ve taraftarlarının;
- Yaşa benim Çilli horozum!
Nidalariyle mest olmuş olan bazı tipleri, bu neviden basit birer (nefs)
halinin mümessilleridir. Bu halleriyle kazandıkları muvaffakiyet, şiirleriyle,
hikayeleriyle, fikirleriyle, tenkitleriyle uyandırdıkları alâkadan çok daha
canlı olduğu için, pazıya kuvvet, bu müşterisi bol madeni işletirler. Böylece
hem muhitlerinin, kendilerinden evvel bu hususta bir tarih ve maziye malik
olan seciyesini beslemiş, hem de o seciye ile beslenmiş olurlar.
Bunlar hakikatte filân devirden günümüze kadar gelen bir zincirin hakir birer
halkası ve düşük yaratılışlar serisinin halis (prototip)leri oldukları halde,
açık gözlülükleri sayesinde kazanılmış 24 saatlik alâkaların fâni aynasında,
filân ve filân fikir sisteminin, filân ve filân sanat tarzının mümessileri
gibi görünürler. Bu, bilerek veya bilmeyerek en büyük yalanlarıdır. Her hangi
bir mezhep ismini taşıyan mefhum ister hak, ister batıl olsun, bunların
yanında bir haya ve namus temsil eder... Makine mühendisliği iddia eden bir
adamın tenekeci dükkânı işletmesi gibi, en büyük şiir heyecanını, yazdığı
hicviyelerde bulan şairler, en büyük tenkit zevkini, çalıştığı gazetenin yazı
müdürüne ait romanları, onlardan iğrenmesine mukabil 5 liraya methettiğini
söylemekte arayan münekkitler, en büyük nükte kabiliyetini ruhiyle de,
bedeniyle de temiz bir şairin kitabı vesilesiyle, (bu şairin elleri kirli)
demekte gösteren nüktebazlar, en yaman tahlil kuvvetini mahalle çocuklarını
bile tiksindirecek bir eda İle (bayım mistiktir amma pilâva da bayılır,
kızları da sıkıştırır, otomobile de biner) tasvirinde bulan ve kendi ifadesine
ve kendi kendisine (bir zümrenin toptan teşhiri) mükâfatını veren fıkracılar
ve daha buna benzer tiplerin kâffesi, bütün külçe ve bütün hacimleriyle
minicik bir ruhiyat kanununun çerçevesi içinde mahsus ve ondan öteleri hiç
düşünülmiyecek ve konuşulmıyacak insanî yüz karalarıdır. Bunların hiç
99
bir dâvaları yoktur. Sağ, sol. İleri, geri, bütün fikir sistemleri, bunlardaki
en kaba (nefs) gayretinin, en kaba peçesi hükmündedir. Zira her fikir
sisteminin ve her felsefenin bir ahlâk telâkkisi olmak lâzımdır. Hiç bir
yenilikleri de yoktur. Zira Babıâli ortasında yükselen çekişme, döğüş-me ve
söğüşme ehramına taşıdıkları (aşlardan çok daha büyüklerini taşımış
bahadırların birer hazin takipçisi ve mirasçısıdırlar. Kıskançlık ciğerlerini
basiller gibi yiyecek, kendilerini öldürmeye kendileri kâfi gelecek ve zaman
onları, bir daha anmamak suretiyle affedecektir.
Bu muhitte, fikir, şahsiyet ve yenilik sahibi olmanın tek çaresi, her şeyden
ve her fikirden evvel bu ahlâkı reddetmek, bu ananeyi parçalamak, bu zincirin
bir halkası olmaya tahammül etmemek ve (fikir)in izzetini, yeni bir ahlâk
telâkkisinin temiz perdesi üstünde aksettirici şartlar ve seciyeleri
Babıâli'ye aşılamak olacaktır.
(1946)
SÖZDE MÜNEVVER
Sözde münevver, hiçbir şeyin iç yüzünü bilmez, her şeyin posasını bilir. Sözde
münevverin ruhunu gördüğü tek bir şey, cesedini görmediği hiçbir şey yoktur.
Hakikat bir geyik ve sözde münevver bir avcıysa, bu avcının vurduğu avdan
yediği şey onun tırnaklarıyle boynuzlarıdır.
Avcı, geyiğin yüreğini, ciğerlerini, beynini ve böbreklerini işkembesiyle
barsaklarının içinde bırakarak İaşenin yanından uzaklaşır. Bu cevherli ve
canlı unsurların anlaşılmamaktaki kabahati nedir? Çünkü onlar derinin altında
ve gizlidir. Yürekle tırnak arasında bir de yumuşaklık ve katılık farkı
vardır. Sözde münevver, her şeyin sertiyle kabasını anlar. Onun hakikati "Ölü
ve kaba hakikattir. Onun bildiklerinden rasgele birkaç madde;
1 - Dünya yuvarlaktır.
2 - Yirminci Asırda insan hürdür.
3 - Musiki ruhun gıdasıdır.
4 - Fransız inkılâbı dünyanın en büyük inkılâbıdır.
5 - (Greta Garbo) da cinsî cazibe vardır.
6 - Edebiyat cemiyet içindir.
7 - Ey nurlu garp medeniyeti!..
8 - Amerikada demokrasya...
Ve arzı yuvarlak görebilmek için onu göz önünde ne kadar küçültmek lazımsa o
kadar küçültülmüş, cüceleştirilmiş mefhumlar:
Beşer, vatan, millet, halk, insan, hâkimiyet, hak, ahlâk, kanun... Bakisi bir
gramofon plâğı: Yaşasın hürriyet, müsavat, adalet, aman...
Öz hakikat, sözde münevverin bildiği hakikatin tersine daha yakındır:
1 - Dünyanın yuvarlaklığı, dünya hakkında en kaba, en bayağı malûmattır.
2 - İnsan Taş Devrinde hürdü. Yirminci Asırdaysa esir olmasında mahzur yoktur.
3 - Musiki ruhun gıdası olsaydı, dünya yabanî ruhların ördüğü bir devedikeni
tarlası değil, bir (orkide) bahçesi olurdu.
4 - Fransız inkılâbı dünyanın en küçük inkılâbıdır.
5 - (Greta Garbo)da cinsî cazibe gibi duran şey, tipik kadın aptallığıdır.
6 - Edebiyat cemiyetten başka her şey içindir.
7 - Ey karanlıkta yarasalar gibi kendisini duvardan duvara vuran Garp
medeniyeti!
8 - Amerika'da demokrasya veya veba...
Fikir, bir bal peteği gibi derin ve kudretli ferdin kafasındaki kovandan
alınıp bandrollu kutular içinde mektebe, gazeteye ve kahvehaneye sürüldüğü
dakikadan itibaren bu esrarlı macundan her yiyen sözde münevver olur. Fikrin
ondan sonraki ismi, yaftali hakikat ve malûmattır.
Yüzlerce, binlerce, milyonlarca sözde münevver, bu kuru malûmatı böbreğin kum
taşıması gibi beyinlerinde enterneden taşırlar.
İnsan kafasının sanatta, lâboratuvarda, yerde ve gökte aradığı şey bütün
insanlığa kepçe kepçe dağıtılmak için değil, bin senede yetişecek müstesna
insanın beyninde eriyip mucizeli bir iksir terkibi yapmak içindir.
Hakikatte iki hâlis ve şahsiyetli insan tipi vardır:
Bîri hiçbir şeyi bilmiyen köylü ve aşağı sınıf halk, öbürü her şeyi bilen,
doğurucu ve idare edici fert.
Ve işte şimdi yeryüzü, bilhassa memleket yüzü, bu sözde münevverlerin,
meydanlardaki işaret polisleri gibi "Geç, dur, kal, çek, git, gel!"
cümbüşleriyle ferman fermandır. Kendilerini, sözüm ona, münevverlik hakkiyle
nas yumurtlama mevkiinde gören bu şifasız budalalar, her mefhumu ters
tarafından kullanarak "İleri, geri, güzel, çirkin!?." hükümlerini, her ileri
tanıdıkları şey mutlaka geri, her güzel bildikleri şey de mutlaka çirkin,
bilhassa şu mevzu üzerinde topluyorlar.
- Sizi gidi mürteciler; softalar, yobazlar, kapkara cahiller, her İleri
hamleye set çeken geri ruhlar!..
Eğer bu bedbahtlar, bildiklerini sandıkları şeyleri tam bilseler veya hiç
bilmeselerdi, belki kendilerine cevap vermek imkânı bulunurdu.
(1947)
OKUYUCU
Okuyucu... Okuyucunun beğenmediği... Okuyucunun sevdiği... Okuyucunun
unuttuğu...
Okuyucu...
Okuyucu kimdir?
Muharriri, canilerde vicdan azabı, sinir hastalarında sabit fikir ısrariyle
takip eden, onun her girdiği yere giren, her çıktığı yerden çıkan, yazı
yazarken arkasından satırlarına göz atan, ispritizma masalarının davetlileri
gibi, zaman, mekân, hail, mâni tanımıyan bu etsiz, kemiksiz, çehresiz,
sikletsiz cin kimdir?
Kırmızı renkli tramvay arabasında gazetesini iki eliyle arşınlamış, şu
ensesinden seyrettiğimiz kürklü adam mı?
Kadıköy vapurunun güvertesinde, kemikli ellerine boğulmuş bir kedi yavrusuna
benzer bir mecmua sıkıştırmış, gözünü dalgalara ve saçını rüzgâra vermiş, şu
malruş harp zengini kılıklı kimse mi?
Koltuğunun altında incitmekten korktuğu kadife bir ciltle tıpış tıpış yürüyen
şu hanım kız mı?
Kahvehanenin mermer masasına, morgta bir ceset çıplaklığıyla serdiği gazete
ölüsünü yumruklayan şu kirpi saçlı, münakaşacı genç mi?
Şu gözlüğünü arayan ihtiyar mı? Şu kitapçıyla konuşan gölge mi?
Kim?
Sabah akşam, yalınayak başıkabak binlerce müvezzin avaz avaz aradığı ve yanına
gelen herkesle bir iki saniye meşgul olduktan sonra tekrar aramaya koyulduğu o
meşhur gaip kimdir?
O, ne saydığımız tiplerden biri, ne de onların ve onlar gibilerin hepsidir.
Onlardan başka okuyucu, olmasa da okuyucu onlardan başkadır. Çünkü okuyucu
müşahhas olduğu zaman ismi artık okuyucu değil "Defterhane memuru Hadimünnas
bey" gibi, mesleği ve göbek adı neyse odur.
Onun bütün kudreti gizliliğindedir. Her meçhul ve hudutsuz şey gibi o da,
içimizdeki âlemin esrarını üzerine aksettirdiğimiz muhayyel ve mefkûrevî bir
mahlûktur.
Onu bayağılaştırmamış ve hayattaki benzerlerinden ayırmış olan her kalem
sahibi, gözünün derinliği ve şahsîliğiyle öbürlerinden ayrılır.
Tevfik Fikret "Rübab-ı Şikeste"sinin başında okuyucu ile şöyle hasbıhal eder:
Size ey bilmediğim görmediğim kariler
Size ithaf ile neşreyliyorum bunları ben
Size ithaf ile - zira ne için ketmedeyim-O sizin bilmediğim, görmediğim
gözleriniz
Ben bu ümmit ile teşyii hayat etmedeyim.
Fikretin bu görüşündeki okuyucu, eski zaman küçük beylerinin cumba arkasında
sezdikleri, fakat yüzünü görmedikleri besleme kızları kadar bayağıdır.
Bir zamanlar İstanbul'a gelen avam romancısı bir Fransız, Beyoğlu'nda bir
kütüphaneye günün bir kaç saatini bağlamış ve kitabını alan her okuyucuya el
yazısiyle bir ithaf hediye etmişti. Yahudi daktilo kızlarının kahramanı olan
bu adamın Amerikanvarî ticaret kafasiyle yaptığı bu bayağılık kadar hiçbir
muharrir okuyucuya yılışamaz. Buna mukabil en aşağı kitap tabının 15.000'den
eksik olmadığı aynı memlekette, eserini birkaç yüz nüsha bastırıp rasgelen
almasın diye üzerine yüzlerce frank fiat koyan örnekler yaşıyor. İki derecenin
tipik numuneleri olan bu iki muharrir, birbirlerine nazaran farklarını,
şuurların altındaki okuyucu telâkkisiyle İfade ediyorlar. Sanatkârın içindeki
mahrem benlik her büyük artistte ayrı bir tecelliye maliktir. Büyük sanatkâr
(Bodler), bu benliği kemirir gibi gördüğü okuyucuya:
Riyakâr kari, benim benzerim, benim kardeşim! diye hitap ediyor. (Bodler)in bu
mısraı gösteriyor ki, onun kari diye seyrettiği şey, kendi içinden fışkırttığı
bir vehim heyulasından başka bîr şey değildir.
Yukarı seviyede her yazıcının kafasında karî mefhumu, arının iğnesi ve akrebin
kıskacı gibi kendi beynine ve kendi uzviyetine yapışık, fakat herkesten ziyade
kendisini sokan bir ıstırap ve nefret uktesidir. Yoksa okuyucu, her şeyi
mefkureleştiren sanatkârın beyaz duvardaki gölgesinden başka ne olabilir?
Evet, sanatkârın beyaz duvardaki simsiyah gölgesi ama, şu teşhis farkiyle:
Mücerret hüviyetiyle okuyucu, üstün insan olmak davasındaki muharririn, ona,
bütün küçük taraflarını ihtar eden; ve onu, büyük tarafiyle her ân arkasından
koşup kendisini avlamaya davet eden korkunç ve cilveli bir mizan, bir nefs
muhasebesi remzidir.
(1947)
KUMAR
Nüfusumuzun yüzde beşi, yani bir milyon kişi, bu yeryüzünde bir kaç
hususiyetiyle dört Kral sayabilir mi? Buna evet diyemem! Amma nüfusumuzun
yüzde elli beşi, yani on milyon kişi, iskambil kağıtlarındaki dört kiralı,
bütün imtiyazları, salâhiyetleri ve muvazaalariyle belirtemez mi? Buna da
hayır diyemem!
Dedi:
- Bizde bir milyon satan kitap görülmedi. Halbuki son zamanlara ait bir
(istatistik) ifadesine göre, iskambil kâğıdı destelerinden senede bir milyon
satılmakta ve bu satış bile istek midesini yarılayamamakta...
Dedi:
- Şimdi ihtimali bir hesap göziyle en nazik cephe, bu bir milyon destenin, bir
milyon tane lokum gibi birer defada yutulup eritilemiyeceğinden, boyuna ve
boyuna ele geçtiğinde ve bu bakımdan, acaba kaç kişiyi felâket çemberi içine
alan bir ifade olduğunda...
Dedi:
- 20 haneli bir köyün kahvesindeki iskambil kâğıtlarının manzarasını gören,
bir desteyle en aşağı 1000 kere oynanmadan kâğıtların bu hale gelemiyeceğini
kestirir. Eyvah; demek ki. kifap misaline göre bir milyon, yani bir milyar
kere okunan yapraklar!.. Ya bu bir milyar kişinin birer kere, ya bir kişinin
bir milyar kere. ya on milyon kişinin yüzer kere aldığı menfî ders... Dedi:
- Bu girift hesabın altından kalkılamıyacağına göre, habasetmaap kumar
hazretlerinin, kâğıdı, zarı vesair tertipleriyle memleketimizde en aşağı on
milyon kişiye derece derece hâkim olduğunu iddia edebiliriz.
Dedi:
- Masum çocuklar, yerinden kıpırdayamaz hastalıklılar, kendinden geçmişler ve
doksanlık ihtiyarlar bir tarafa; ruhî ve uzvî karar ve hareket kıvamındaki
insan kadromuzdan, ya bu işi hiç bir şekliyle bilmeyen ve tatbik etmiyen kaç
kişi var? Aman mücadeleyi bu tarafından kurcalamıyalım; zira ilk tahminimizi
ters tarafından mübalâğalı gösterecek bir neticeye çıkabiliriz.
Dedi:
- Kumar, bir (heva-yı nesimî) tabakası gibi bütün dünyamızı çepçevre
kaplamıştır. Kumarın hava gibi, bütün dünyamızda girmediği tek mekân yoktur.
Evde kumar, nakil vasıtalarında kumar, sokakta kumar, otelde kumar,
kahvehanede kumar, hapishanede kumar, hastahanede kumar, sonunda (hane) eki
olan her mekân isminde kumar; ve en korkuncu, şehrin güya içtimaî ve maşerî
çehresini ifadelendirici kulüplerde ve mahfillerde, yani kumarhanelerde
kumar...
Dedi:
- Filân Anadolu kasabasına gidiyorsunuz: Sizi, İleri gelenlerin toplandığı bir
mekâna davet ediyorlar- Nereye çağırıldığınızı soracak olursanız, şehir
kulübü, ticaret kulübü, bilmem ne salonu tarzında cevaplar alacaksınız.
"Oralarda ne yaparlar?"
"Buluşurlar, konuşurlar, aile oyunları oynarlar!.." Boynu bükük bir nezahet
ifadesi içinde aile oyunu dedikleri şey, kumarın, insanı kör destereyle kesen
en haşin nevilerinden hepsidir.
Nüfusu yüz binden aşağı çerçeveleri kastettiğimiz kasabada, otel, han, hamam,
kahve ve birçok ev kumarhanedir.
Ya kalabalık şehirlerde?
Otellerin çoğu, kahvahenelerin hepsi, damgalı semtlerin batakhaneleri, güya
şık ve kibar sınıfın fing attığı bazı kulüpler, bazı semtlerin bütün ev ve
apartmanları, elektrik kadar yayılmış bir tesis manzumesi halinde, muhteşem
kumar şebekesini örgüleştirmektedir. Bu şebekenin, sadece sefil veya muhteşem
mekân farklariyle kol başıları, sırasiyle şunlar:
Meslekten kumarbaz ve serseri... İpten ve kazıktan kurtulma damgalı işsiz ve
mekansız... Amele, meçhul esnaf, belirsiz tüccar, enayi şöhretinde büyük
açıkgöz taşralı zengin tipi... Sonra gençler, delikanlılar, tahsil ve terbiye
kaçakları, şıklık, zamparalık ve asrî hayat mefkûrecileri... Daha sonra aile,
genç kız ve dul kadın örnekleri; etrafında kızı, "karısı, oğlu, metresi,
dostu, dalkavuğu vesairesiyle kelli felli zat numuneleri, edalarından kuvvet
ve şöhret iddiası sızan eyyamgüderler...
Kasaba ve şehirde kumar, girintili çıkıntılı kasaba ve şehir dünyasının bütün
sekenesiyle, geceli ve gündüzlü içinde çalıştığı ve hayat elmasını yakıp
kömüre çevirerek zevklendiği bir maden ocağı manzarası arzediyor.
Dedi:
Bir hikâye anlatayım: 1914 Dünya Harbinde, İngilizlerin aldığı bazı esirler
Hindistan'da bir (kamp)a yerleştirilmiş... Arkası üstü istirahat, her ay başı
İngiliz lirasıyla maaş... Keka!.. Ne yapsınlar?.. Gelsin kumar!.. Bir gün
kumar yüzünden bir cinayet çıkınca, İngilizler bütün kumar âlet ve
vasıtalarını yasak etmiş... Fakat kumarbazlar, şu rüyalarda bile görülemez
buluşla, yasağı çiğnemenin çaresine ermişler... (Kantin)den kutu kutu lokum
satın almıya başlamışlar... Herkes bir masanın başında toplanıyor, önüne bir
lokum koyuyor ve muayyen bir parayı da lokumun altına sürüyor... Birisi,
elindeki havluyla sinekleri kovup kaçırıyor... Kıpırdamadan, nefes almadan
bekliyorlar.. İlk sinek, ilk defa kimin lokumuna konarsa, lokumun sahibi bütün
paraları alıyor!!!
Kumarın bu efsanevî haddi, onun bütün dünya çapında belirttiği ruh
çarpıklığının yekûn hattıdır. Netice ve hal bu; paraların numarasından, gelip
geçen otomobillerin plâkalarındaki tek ve çiftlere kadar kumar...
Dedi:
- Kaskatı ve düpedüz bir teşhis yolunda yürüdüğümüz için, hâdisenin, ferdî,
içtimaî, tarihî, ruhi sebepleri üzerinde fazla derinleşmeden, kısa bir terkib
goziyle öz-leştirelim: Son bir asırdanberi birçok mil'et ve cemiyet
kadrosunda, aslî medeniyet ve iman bağlarının ruhlardaki pörsüyüşüyle beraber
çözülen ahlâk, bozulan sinir, kaybolan muvazene ve müeyyide, uçup giden aşk ve
hürmet, felâketin (mistik) neş'e ve tesellisini kumarda aramış; ve gazla
yangın söndürmeye kalkmak gibi bir cinnet hamlesi içinde iş bu hale gelmiştir.
Dedi:
- Kumar, ahlâk dâvamızın, maddî ve zahirî tedbirler bakımından önlenmesi en
kolay ve basit şubesidir.
Dedi:
- İşin zor tarafı, ruh cephesi üzerindeki terbiye ve telkin tarafıdır. Tıpkı
içkiden nefret ettirmenin zorluğu ve şişeyi ortadan kaldırmanın kolaylığı...
Dedi:
- Kumarı, bütün tatbik şekilleri, bütün âlet ve edevatı, bütün takım ve
taklavatiyle yasak etmek ve ortadan kaldırmak...
Dedi:
- İnceden inceye bütün sebep ve netice kutuplariyle bir kanun çıkartmak,
kumarı kat'î ve mutlak surette yasak etmek; ve memlekete, başta iskambil
kâğıdı olmak üzere dışarıdan bütün kumar âlet ve vasıtalarının girmesini ve
içeride bunların taklidini önlemek...
Dedi:
- Kumar âlet ve vasıtalarının gümrük vesair resimlerinden devlet hazinesine
giren para, kumar tam mânasiyle yasak edilince kazanılacak iş hacminin
verimine nisbetle, Uludağın yanında bir kum tanesi olacaktır.
Dedi:
- Bu yasaktan sonra, tavan arasından tiren kompartımanına, kahvehane
köşesinden hamam soğukluğuna, mahfil masasından yatakhane battaniyesine,
şehirde yangın yerinden dağda katır semerine kadar bütün delikleri göz göz
tıkamak...
Dedi:
- Yalnız bu kadar basit ve dayanması kolay bir payanda, binanın başka
cephelerine öyle başka payandalar davet eder ki, başlıbaşına ve gerçek
mânasiyle bir kurtuluş hareketi teşkil eder.
(1945)
SARHOŞLUK
Bir gazetede gördüm: At pazarında boşanmış ve bir İhtiyar kadının elindeki
testiyi kırmış bir merkebe ait üç buçuk satırlık hâdise kadar ihmalli bir
kemmiyet ve keyfiyet kadrosu içinde bir haber...
1943 yılının 11 ayında 200 milyon lirayı biraz geçen rakı istihlâki, 1944
yılının aynı aylarında tam 282 milyon 317 bin lirayı bulmuş!
Ve Tanrıkulu bana emretti:
- Rakının kilosu 7 liraya... Şu rakamı 7'ye taksim et bakalım, 11 ayda rakı
istihlâki kaç kilo tutuyor?
Emir, yerine geldi:
- Tam 40 milyon 331 bin kilo... Yani 40331 ton... Fısıldadı:
- Eğer bu rakıyı faraza Kanada'da getirtseydik, her biri 2000 ton mayi alan
büyük sarnıç şileplerinden tam 21 tane vapurumuz olmalıydı?
Mırıldandım:
- Demek, ayda aşağı yukarı 4 milyon kilo rakı içiyoruz! Birası, şarabı,
votkası, filânı, falanı da hesapta olmaksızın!..
Manalı manalı gülümsedi:
- Fakat bunu 18 milyon nüfusumuzu nisbet edersek büyük bir şey tutmaz!
Hayretler içinde atıldım;
- Aman efendim, adam başına ayda 223 gram eder!
- Eh, adam başına ayda 223 gram çok mu? Apıştım, kaldım:
- Bilmem!..
- Bilmelisin! Adam başına düşen ayda 223 gramlık hesabın içinde, kundaktaki
bebekten bulûğ çağına ve biraz yukarısına kadar kızlı erkekli, en aşağı 4
milyon çocuk var. Ayrıca, bir ayağı mezarda ihtiyarlar, hastalar, içemiyenler,
alamıyanlar... Demek ki, nüfusumuzun dörtte birinden fazlası fiilen ve
maddeten İçebilme iktidarında değildir. Bu takdirde adam başına ayda 223 gram,
bir kiloya çıkar. Bu nüfusun yarısı da kadın... Kadını bir parça tenzih
edelim! Etti mi, adam başına ayda 2 kilo! İşte rüşd ve hürriyet çağında,
iktidar ve imkân sahibi, en güçlü ve kuvvetli, en verimli ve mes'uliyetli
nüfusumuz içinde, tek ve çift hesabiyle biri içse de, öbürü içmese, yalnız
rakı istihlâki adam başına ayda 4 kiloyu buluyor!
Başım, göğsüme düştü. Onu, görmeden dinliyorum:
- Her gece İstanbul'un bellibaşlı semtlerinde, sokaklara bir yol halısı
serilmektedir. Hani dolak şeklinde üstüste sarılmış yol halıları vardır ya;
bir itişte kendi kendisine yuvarlanır ve açılır?.. İşte bu yol halılarının
İstanbul sokaklarında açıldığı saat, gece yarısı; açıldığı semtler de başta
Beyoğlu, Galata, Sirkeci, Bahkpazarı, filân...
İstanbul'da, ana caddelerden geçip de bu korkunç yol halısından başka bir
noktaya basmak imkânı yoktur. Vapurda, tramvayda, otomobilde bile aynı yol
halısından parçalar... Eh, başımı alıp bir trene atlar ve ondan kaçabilirim
diye düşünebilirsiniz değil mi? Trene girer girmez görürsünüz ki, baştanbaşa
aynı yol halısiyle kaplı bir mekândasınız. Bazan kompartımanınızın penceresini
açıp temiz hava ve tabiî manzarayla halleşmekten gelen bir unutkanlık içinde
mahud yol halısını kaybedecek olursanız, merak etmeyiniz, onu ilk durakta,
gecenin veya gündüzün kaçında olursa olsun ihtimamla yere serilmiş
bulacaksınız. Gidin, gidin, gidin; Erzuruma, Kars'a, Urfa'ya, Van'a,
Antakya'ya, Edirne'ye kadar gidin... İstasyonda, handa, köyde, kasabada,
otelde, mandrada aynı halı...
Bu halının üstünde, kadınlı ve erkekli, gençli ve ihtiyarlı, alimli ve
cahilli, muktedirli ve âcizli, her sınıf ve her şubeden insanlar, ruhlarındaki
boşluğu, saçı sakala karıştıran ve ciğerleri dudaklara ulaştıran hazin bir
levha hâlinde abideleştirmektedir.
Yağlı parmak izleriyle bezeli şişe kırığı, köpeklerin bile koklamadan kaçtığı
kokmuş meze artığı, tahtakurularına bile hayat hakkı bırakmıyan zehirli
ispirto kokusu ve hayâl ile lisanı birbirine darıltan iğrenç sarhoş kusmuğunun
Ördüğü halı!..
Başımı kaldırdım. Dinliyorum:
- İçinde 40 milyon 331 bin kilo rakı bulunan bir havuz düşünün! Terkos gölü
büyüklüğündeki bu havuzun içinde, Türkiye'nin tam 11 aylık rakı istihlâkinin
karşılığı vardır; yalnız rakı istihlâkinin... Demin, daima ruhî ve içtimaî
mânâya bitişik, riyazi ve iktisadî mânâsını belirttiğim dâvanın, şimdi
doğrudan doğruya ruhî ve İçtimaî cephesini ve bu cephenin riyazi ve iktisadî
ifadesini ister misin? Bu cephe, içinde 40 milyon 331 bin kilo rakı bulunan
havuzdan tüten buhardadır. Düşünelim; bu buharın vıcık vıcık çamurlaştırdiğı
milyonlarca vicdan, şuur, muvazene, kalb, beden ve madde ne hale gelecektir?
40 milyon 331 bin kilo rakının buharı içinde, II ayda kaç bin dayak, kaç bin
sövüp sayma, kaç bin yaralama, kaç bin cinayet, kaç bin dolandırıcılık, kaç
bin sahtekârlık, kaç bin hırsızlık, kaç bin yolsuzluk, kaç bin usulsüzlük, kaç
bin rüşvet, kaç bin ihtikâr, kaç bin dikkatsizlik, kaç bin kaza, kaç bin
intihar, kaç bin hastalık, kaç bin cinnet, kaç bin ırz düşmanlığı, kaç bin
âile kundakçılığı, kaç bin sefalet rejisörlüğü, kaç bin vazife katilliği
zebanisi tütmektedir? Ve bütün bu menfi istidad ve istihlâklerin kötüden iyiye
çekilerek, bellibaşlı ve müsbet bir fayda, iş, emek ve gelire çevrilmesi,
doğrudan doğruya kurtarıcılık mevkiinde bulunan ve her kıymetin anahtarı olan
ruhî ve ahlâkî dirilticiliğinden başka, sadece para ve madde değeri olarak
memlekete ne getirir?
Tanrıkulu içini çekti; sonra birdenbire Öldürücü okunu nişangâhına oturttu:
- Ah; yalnız bu suali düşünmek, akıllanmaya da, büsbütün aklını kaçırmaya da
yeter! Akıllılığı, abdallığı, âlimliği, cahilliği, İyiliği, kötülüğü bırak bir
tarafa; yoksa biz, sadece ve kabaca deli miyiz??? Evet, insanın; bütün idarî
ve içtimaî ölçüleriyle insanın bu kadar büyük bedahatleri görmemesi için tek
kelimeyle akıl zoru çekmesi lâzımdır.
(1945)
Kendini bir ân için, konuştuğun dilden, yazılı olduğun nüfus kütüğünden,
hafızandan, hâtırandan, bütün müşahhas alâkalarından tecrit et! Böyle yap ve
bütün insanlık kadrosuna şâmil, mücerret bir akıl ve idrâkten ibaret kal! Ve
böyle yaptıktan sonra, elini, mevzu olarak Türk cemiyetine uzat!
Ne görürsün?
Acaba mücerret insan ve cemiyet mefhumunun bugün ulaşmış bulunduğu müsbet ve
menfi merhaleler önünde, mücerret tekevvün dâvası olarak, Türk cemiyeti
derecesinde mes'ele yüklü başka bir örnek bulabilir misin?
Bu cemiyetin, ilk kaynağından başlıyarak bugüne kadar ulaştığı her tekevvün
merhalesi, kendisine hiçbir ân, (melankoli) hastası prens (Hamlet)in meşhur
suâlindeki nezaketi kaybettirmemiştir:
- "Olmak mı, olmamak mı? İşte bütün mes'ele!!!"
Çok eski dün... O zaman kendimizi, kasırga gibi esen ve bütün insanî eser
zeminini ihtizaz ettiren bir madde öfkesi hâlinde, mücerret ve sert bir asabî
cümle kudreti, bütün içtimaî müesseselerini atların (cidago) kemiğine
bağlıyarak, üzerinden sel gibi aktığı toprağa elbette bir gün mıhlanacak;
güneşin şakulî ışığı altında, sinirlerine bu kuvveti çivileyici müstesna ruhun
şahsiyetli eserini istiyecekti. Nitekim en eski mazimizin, muhteşem bir madde
cümbüşü çerçevesinde, ruhî oluşlara fazla vakit bırakmıyan sert ve kapanık
mizacını, dilimizin "dur, vur, al, dal, es, kes, sar, yar, ek, çek, ser, ver,
yak, bak, çık, yık, in, bin" tarzındaki tek heceli kelimelerinden bile
sezebiliriz.
Nihayet îslâmî ruh ve ideolocya kadrosunda toprağa mıhlandık; seyyallikten
sabitliğe yolculuktan hancılığa geçtik. Etrafındaki incecik zarın yırtılmasını
bekliyen gizli ruhumuzun ondan sonra, maddemizle elele gösterdiği hârika,
bütün Garp dünyasını handiyse yutacak kadar muhteşem bir eser olmadı mı? Biz,
bu eserin başlangıcı olarak İstanbul'u fethederken, Batı dünyası, ruh
hamlelerinin en azametlisiyle (Yeniden Doğuş)unu idrâk etti; ve sadece ve
imtiyaz hakkı yüzünden, bizi tez zamanda apıştırdı, bıraktı.
Viyana Önlerinde bozgun veren Kara Mustafa'dan itibaren büyük ric'at devrimiz
başlıyor. O gündenberi Batı İnsanı bizim gözümüzde, çakmak taşiyle ateş
yakanlara karşı parmaklarından elektrik cereyanı sağan bir sihirbazdır; ve
Garp dünyası, ruhumuzda, asırlarca şifa bulmıyacak bir (kendimizi küçük görme
ukdesi) ne zemin olmuştur.
Büyük ric'at ve apışma çığırımız, Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri gibi,
yüzde yüz satıh plânında ve hep bu ruh kamaşması altında yaptığımız minik ve
cüce hamlelerle beraber, eski Dünya Savaşının mütareke günlerine kadar sürer.
Bize asırlık hesap ânını yaşatan o günlerde Türk cemiyeti, sadece kapalı
ruhumuza ait mücerret bir var olma irâdesile en ulvî müdafaasına geçer ve
hayat hakkını tasdik ettirir.
Batı dünyasına tasdik ettirilen bu hayat hakkının çeyrek asra yakın
macerasında da korku, şüphe ve tereddüt dolu yakın maziye nisbetle Garbı daha
becerikli, daha cesur ve daha yakın temessül etmeğe kalkmaktan ve bir türlü
bünyemizi büyük nefs muhasebesi tezgâhına yatırmadan Garba balıklama
atlamaktan daha ileri bir tekevvüne vardığımızı iddia edemeyiz.
Kitaplık dâvaları birkaç teşbih cümlesi İçinde İsraf etmek niyet ve mizacına
yabancıyım. Fakat bizde en az terkip kafalarının bir dayanağa İstinat zorunda
olması bakımından, çıkış noktalarımı, en kısa taslaklar hâlinde göstermeli
değil miyim?
İşte bu üç çizgilik tarihçe köşesinden, bütün insanlığın en muazzam bir
muhasebe devresine girdiği şu ânda seyredilecek Türk cemiyeti, dâvaların
dâvası olarak, göğsüne, kabzasına kadar şu suâl bıçağını saplamak
mevkiindedir:
- Harplerde küçük bir politika kifayeti, küçük bir selim akıl, küçük bir doğru
seziş, bâzı coğrafya hususiyetleri, birtakım mekân icapları; ve her şeyin
üstünde, hamlelere yataklık eden kader mânileri, bir milleti ateşe düşmekten
koruyabilir. Fakat bütün medenî dünyanın "olmak veya olmamak..." dâvasında son
atomuna kadar kendisini muhasebe terazisine fırlattığı bir hengâmede, marifet,
kendisini harpte değil, ondan sonra gelecek sulhta müdafaa edebilmekte...
Bundan böyle hayat haklarını gayet müsbet madde ve ruh senetleriyle tâyin
edecek olan yeni bir dünyanın eşiğinde, ve bütün eksik varlıkların bangır
bangır iflâsı panayırında Türk cemiyeti, asırlık maddî ve manevî tekevvün
çilesini ne şekilde doldurmaya ve yarının muvazenesini hangi oluşla
karşılamaya namzettir???
İşte biz nefsimize dâvaların dâvasını, suâllerin suâlini tevcih eden böyle bir
âna; böyle bir mazi, hâl ve istikbâl hususiyeti içinde ve artık tek saniyelik
bir tekevvün şaşkınlığına bile imkân bırakmayıcı böyle bir hız mevsiminde
çatmış bulunuyoruz.
On asrın hesabını bir günde görmeğe kalkmak kadar çetin, girift, düğümlü bir
dâvanın kaskatı iş ve ameliye plânında şifasını vadedecek hiçbir maddi yol
bulunmasa da, ruhlarda bu tenbihi yaşatacak manevî aşılara namütenahi zemin
hazırlıkları yapılabilir.
Ruhlarda sımsıkı şuurlaştırılması lâzım tek hedefin, tek çığlığından ibaret
tek ses:
- Yarınımız için bugünden ne düşünüyor ve ne yapıyoruz???
Bugünkü dünya faciasını uzaktan bile olsa seyredebilmek ehliyeti, ancak böyle
bir kaygı ruhundan doğabilir.
Halbuki, her dâvanın başlangıcı, evvelâ tam, açık, samimî bir teşhis olduğuna
göre hemen kaydedelim ki, biz, bütün külçemizi oturttuğumuz zemin-üzerinde,
dünya faciasının tesiriyle yana yatmaktan doğan bir muvazene sıkıntısı içinde,
her maddenin aşağıya doğru kaydığını göre göre uykularımıza sadık kalmakta,
nebatî ve hayvanı hayalımızı iştahla yaşamaktayız.
Çocuğum, çocuğum! Yüreği ateş ve acı dolu çocuğum! Ne olacaksak, ya bir ân
içinde olmaya, yahut olmaktan vazgeçmeğe mecbur bulunduğumuz bir hengâmenin
eşiğindeyiz. Ve elbette ki, birşey olacağız. Mutlaka aramızdan biri çıkacak ve
bu yatakhanede, içinden alev fışkıran borusiyle "kalk!!!" borusunu çalacak...
Beklediğimiz budur!
(1943)
SANATKAR VE CEMİYET
Farzedin ki, ben deli divane bir milyonerim. Kafamı okşayacak, bana hoş
görünecek en saçma bir fikir uğruna varımı yoğumu dökmekten çekinmem.
Anadolunun sessizlikte, ıssızlıkta, kimsesizlikte, cansızlıkta eşi olmıyan bir
yerini bulup orada bir dükkân açmak istiyorum. Issızlıkların arasından bir
ormandan geçer gibi geçerek, en koyu hiçliğin ve en dipsiz yokluğun yuva
kurduğu noktayı arıyorum. Nihayet herhangi bir tarafta, meselâ Kopdağının
tepesinde, üzerinden insan değil, çakal değil, kuş değil, bulut bile geçmiyen;
üzerinde ağaç değil, çalı değil, ot değil, yosun bile bitmiyen, siyah, keskin,
cılk, kabir azabı şeklinde donmuş korkunç bir kayalık buluyorum. Dükkânımı
hemen oracıkta, masmavi gökle kapkara yer arasında kuruveriyorum.
Bu dükkânda ne satacağımı biliyor musun?
On milyonluk şehirlerde bile sayısı on kişiye varmıyan en şık, en mükemmel
kadınlara mahsus ipekli çoraplar...
Bundan sonra yapacağım iş pek kolay. Plânını dünyanın en büyük mimarına
yaptırdığım ve İçini en usta mobilyacısına döşettiğim dükkânımda yan gelerek
Kıyamete kadar, müşteri beklemek...
Ah dostum, benim dostum!
Sanat, önü kalabalık bir çeşmedir. Kimi bu çeşmenin bilek kalınlığında dökülen
kevseriyle avuçlarını doldurup içer, kimi dolu avuçlardan fışkıran
damlacıklarla dilini ıslatır, kimi çeşmenin yalağındaki artık sulara başını
gömer, kimi de bu artık suların toprak üzerinde akan ve ayaklar altında ezilen
bulanık ve çamurlu yollarına yüzükoyun kapanır.
Aradaki eskilik ve yenilik, soyluluk ve piçlik, ciddîlik ve gülünçlük farkiyle
(Homer)den (Filorinah Nazım)a kadar bu tılsımlı suya İmrenmiş kaç kişi
gelmişse bunların içinde suyu menbaından içebilmiş tek bir sanatkâr yoktur ki,
Kopdağında ipekli kadın çorabı satan zavallının azabından birşeyler duymuş
olmasın...
Ve acaba böyle kaç tane sanatkâr gelmiştir? Herhalde dünyanın kıt'a bölümünden
fazla değil... Şöyle seslensek:
- Ey sanatkâr! Arının balı damağımıza, ağacın yemişi midemize ve ipek
böceğinin sihirli ipekleri derimize göre yapılmış değildir. Onlar bu eserleri
iki üç çiçekle üç dört dut yaprağı buldukları, bir damla suyla bir zerre
güneşi yakaladıkları her yerde, kendi kendilerine ve bizi düşünmeden verirler.
Eğer damağımızda bala ve derimizde ipeğe karşı bir hassasiyet mekanizması
olmasaydı, arı, ipek böceği ve elma ağacı, Kopdağında birer dükkân açmaya
gideceklerdi. Kimbilir damağımızda bala ve derimizde ipeğe bir hassasiyet
uyanıncaya kadar kaç bin sene bekledik?
Dudağa göre lezzet değil, lezzete göre dudak...
Sanatkâra muhatap olan herkes ve bu herkesin kurduğu her cemiyet, sanatkârı
kendi kanunlarına ve seviyesine göre doğurduğu kadar sanatkârın da kanunlarına
baş kesmeye ve seviyesine tırmanmağa mahkûmdur. Çünkü o, fert halinde kendi
remzinden başka bir şey değildir.
Kumaşını ilk rasgeldiğin müşterinin şartlarına göre ördüğün ve onu oturduğun
dağın karmakarışık yollarına tırmanmak zahmetinden kurtardığın gün,
heykeltraşsan nalbanttan, ressamsan badanacıdan, şaîrsen "eskiler alayımcı"dan
farkın kalmıyacaktır.
Sen daima Kopdağının tepesinde otur ve dükkânında o cinsten şeyler sat ki, o
eşyanın kıymeti, Paris'ten yola çıkıp Kopdağının tepesindeki cevheri aramanın
zorluğuyla ölçülsün.
Ah dostum, benim dostum!
Sana, sanatkârı anlattım; sanatkârdaki şahsiyet ve kendi iç âleminden gelen
ulvî benlik dâvasını... Ama sakın zannedeyim demeyisin ki, küçük ve zayıf
nefsaniyetin üstündeki bu ulvî benlik, insanı Kopdağına çeker ve orada
dostsuz, cemiyetsiz, ihtilatsız ve beşeriyetsiz, tek başına yaşamaya memur
eder. Hayır, hayır! Sen, ebedî hakikat adına, gerekirse Kopdağına çıkacak ve
ondan sonra da oraya bütün insanlığı davet etmenin çaresini arayacaksın. Tek
kelimeyle kalabalıkların ayağına düşmiyeceksin, kalabalıkları ebedî hakikatin
ayağına çekeceksin...
(1947)
FİLDİŞİ KULE
Tanrıkulu, sağ elinin şehadet parmağını, gözümü çıkartmak istercesine bana
uzatarak dedi ki:
- Sen vaktiyle, şimdi olduğu gibi, meydanlarda haykırmak ihtiyacında bir fikir
ve san'at adamı değildin! Hattâ böylelerinden tiksinirdin. Kendi içine, kendi
benliğinin mahrem sarayına kapanmanın hikmet ve sistemini bile müdafaa eder
gibi bir halin vardı. Ne oldu, durup dururken sana; bunu hiç nefsine izah
etmeğe kalktın mı?
- Evet efendim?
- Nasıl?
- Çok iyi belirttiniz. Ben vaktiyle; fildişi kulede kapalı kalmaktan daha aziz
gayesi olmayan bir insandım. Sonra onu yıkımı; ve onun yıkılmasından daha aziz
gaye tanımaz oldum. Fakat fildişi kulenin içindeyken de, dışına çıkınca da,
kendime göre hak ve fark imtiyazlarını muhafaza ederek... Bugün benim için, en
aziz ve nâdir hakikatleri, bir hamalla bir çobanın kulağına kadar üfleyebilmek
sihrinden daha üstün kudret yoktur. Fakat bunu yaparken, kalabalıkların
şahsiyetsiz hamurkârlığını yapanların meşhur bayağılığına düşmeden... Nasıl
izah edeyim; bilmem ki... Fildişi kulede kapalı kalmakla dışarı çıkmak
arasında çok ince fark ve münasebetler görüyorum. Bence en üstün ifade,
şahsiyet humması çeken yapıcı mizaçların, evvelâ fildişi kulelerine çekilmesi,
orada pişmesi, olgunlaşması, sonra fildişi kulesini yıkarak sokağa ve meydana
intikal etmesidir. Yâni âdi sokak adamiyle, inzivasının yeraltı hayatını
yaşadıktan sonra sokağa atılan adam arasında, dış benzerliğe rağmen farkların
en esaslısı var.
- Seni, ben anlatayım, seni, ben anlatayım! Fildişi kule... Bu tâbir içinde
yaşadığı cemiyetle bütün alâkalarını kesmiş san'atkârın, ferdiyeti etrafında
ördüğü kozayı anlatır. San'atkâr bu kozanın içinde, halka yasak edilmiş bir
sarayın bekçisi hâlinde şahsî servetlerine muhafızlık eder. Bu servetlerin
yegâne tanıyıcı ve alıcısı sıfatiyle, dışarı âlemin bütün kıymet hükümlerine
rakip, fakat dışarı âlemi kendi kıymet hükümlerine kazandırmak gayretinden de
müstağni, mermer duvarlar ve atlas perdeler arasında, doğmıyacak bir yarını
bekler durur.
Fildişi kulede oturan san'atkârın her edasından sızan şikâyet şudur:
"Ben anlaşılamıyorum!"
Bu şikâyetin ûhenginde dışarı âleme teklif etmek istediği bir BEN hasreti
gömülüdür. Onun içindir ki, dışa-rısiyle alış veriş yapan her geçer akçeye
düşman; ve dışarısı, değersiz insanları visaline alan zevksiz bir kadinmiş
gibi ona küskündür.
Hakikatte bir aşkın ters tecellisinden başka birşey olmayan bu küskünlük,
derinleşe derinleşe o hâle gelir ki, asıl gayeyi unutturur, kendisini gaye
diye kabul ettirir. Alâkasızlığın, ifadesizliğin, dilsizliğin felsefe ve
mizacını yaptırır. San'atkâr, timsah derisi bezeri bir dikenli kabuğa
bürünmüş, başının üstünde gidip gelen güneşlerin acelesine kayar... ömrünün
sonuna erer.
San'atkârda fildişi kuleye çeken benlik ve şahsiyet humması, büyük çaptaki
insanı, maskarasından ayıran en esaslı çizgidir amma, hiçbir mes'ele fildişi
kulede halledilemez.. Fildişi kulede doğan hayat, tohumun kabuğunu çatlatışı
gibi, fildişi kuleyi yıkmakla işe başlayacak; ve bu dışarıdan içeriye giriş ve
içeriden dışarıya çıkış, her parçası irtibatlı bir tekevvün hâlinde kendisini
tamamlamış olacaktır.
İnkılâpçı, san'atkâr, âlim, filizof, tek bir üstün yaratılış gösterilemez ki,
kendi iç âleminin zindanına kapanmadan dışında mevcut hayatı kabul etmiş ve
sonra da o zindanda sonuna kadar kalmış olsun.
Fildişi kule, ulvî hastalıkların tedavi gördüğü ve yüksek şifaya çevrildiği
hastahânedir. Kendisini bu illetten muaf ve bu şifadan müstağni gören sıhhatli
sokak yaygaracısı AHMAK; ve büyük hayatı bu hastahânenin içinde kabul eden
zavallı da CÜCE'dir.
Doğduğumuz zaman bizi sardıkları kundak bir fildişi kule, öldüğümû'z zaman da
bizi yatırdıkları tabut, başka bir fildişi kuledir? Yalnızlıklarımızın fildişi
kuleleri sayısız ve her yıkılacak fildişi kulenin içinde bekliyen fildişi
kuleler nâmütenahidir. Buna rağmen en mübarek gaye fildişi kuleyi yıkmak ve
içimizin ışıklarını bir sinema perdesi gibi sokağa ve piyasaya aksettirmektir.
Tasavvufi telâkkiye göre her şeyden ve her ifadeden evvel var olan Allah,
âlemleri bir aşk hamlesi içinde, görünmek, bilinmek ve sevilmek için yarattı.
O hâlde hayat, ilk sebep ve ilk hamlenin, fildişi kulesini yıkması ve
gömleğini sıyırması hadisesidir.
İçinde sonsuz varlıkların tazyikini duyan herkes ve herşey, bir gün gömleğini
parçalayacak ve bu gömleğin altından çıkacak çizgileri yabancı gözlere sermek
ihtiyacını duyacaktır. Ne dersin?...
- Sadece hayranım!
- Düşün ki. yüksek hakikatleri anlamaz sanılan halk, Peygamberlerin
mucizelerine muhatap oldu. Hangi fikir ve sanat hamlesi, mucize çapına
yükselebilir? Sen ona mucizeyi göster; bak, onu hiç olmazsa bir ulviyet
heyecanı kadrosunda, anlıyor mu, anlamıyor mu? Halk dediğin, bir hâdisenin en
aşağısiyle en yukarısına tutkun, tılsımlı aynadır. Meşhur ölçü: "Hakkın zahiri
halk, halkın bâtını hak..." O, yalnız ikisi ortasını anlamaz. Leke sabunu
satan âdi açık gözlük belâgatinin basamağında da, Peygamberlerin mucize
kürsüsü karşısında da aynı halk birikir. Büyük adam, fildişi kule mahpusu
değil, halkın bâtınındaki ulviyetin sihirbaz öksecisidir. Hayattan daha ulvî
ve girift hiçbir plân olmayacağına ve bu plânın baş unsuru halk olduğuna göre,
selâm olsun fildişi kulelerini yıkan kahramanlara!..
Fildişi kulelerimizi yıkalım ki, memleketimizi yeni baştan yapalım!..
(1944)
ÇALIŞMAK
Tanrıkulu, bugün çok başka... Her zaman merkezinde olduğu İç âleme, bugün dış
görünüşİyle de kendini vermiş... Dalgın ve baygın bir hâl içinde... Dünyanın
en güzel parmaklarını taşıyan eliyle, iskemlesinin üstünde tempo tutarak
mırıldanıyor:
- Bir örümcek ağı gördüm. Neyle neyin arasında bilsen!.. Barsakları çürümüş
bir asma saatin aptal aptal sarkan rakkasiyle, altındaki masada, güya şaha
kalkmış, tozlu bir geyik heykelinin boynuzları arasında...
Ve ürpererek düşündüm:
Hayat, her sahada ve tek nokta etrafında ebedî bir hareket... Tek nokta
etrafında... İlâhî hakikat merkezi bu nokta... Her şey. amma her şey, maddî ve
manevî her şey, bu nokta etrafında ezelî memuriyetinin deveran cümbüşünü
yaşamakta...
Her şey dönüyor.
Gökler gidip gelir, yıldızlar gidip gelir, dünya gidip gelir, dünya yüzünde
her şey gidip gelir, vücudumuzda kanımız ve zerrelerimiz gidip gelirken, nisbî
tezahür çerçevelerinde hareketsizlik ifade eden her manzaraya, Allah, ne
müthiş bir tenkitçi ve takipçi musallat etmiş:
Örümcek...
Harekete yataklık eden zamanın esrar dolu ahengini saymıya memur bir âlet,
rakkas... Tek ân içine teksif edilmek istenmiş bir çeviklik timsali, geyik
heykeli... İkisi arasında bu ne ince, ne harikulade iş ve işçilik!.. Bir iş ve
işçilik ki, herhangi bir faaliyet ve memuriyetten düşmenin ayıbını, misilsiz
bir kesafet uslûbiyle vecizelendiriyor.
Oğlum, benim! Allahın bir örümceğe biçtiği vazife payını ve titizliğini gör ve
düşün! Bakalım, vazifelerin, payda ve titizlikte en üstünü olarak onu
görmiyenleri, yine onun ilmine havale etmekten başka çare bulabilecek misin?
Tanrıkulu bugün, ne harikulade!.. Hep aynı mihrak etrafında bu kadar tenevvü
zenginliği, aynı şahsiyet iklimi içinde bu kadar değişik hava hiç görmedim.
Konuşuyor:
- Nerede ki, kımıldama, davranma, el atma, meydana çıkma yoktur; nerede ki,
gevşeme, uyuşma, çürüme, kaybolma vardır; orada örümcek hazır...
Fatih Sultan Mehmed, yenilerin yenisi ve tazelerin tazesi bir dâva heykeli
tavriyle, gevşemiş, uyuşmuş, çürümüş ve kaybolmuş (Bizans)ın eşiğinde ne
gördü?
Mırıldandığı son cümleyi biliyoruz:
"Kayserin sarayında örümcek perdedâr olmuş!"
Yıkılan kaç medeniyet şekli tanıyorsanız, kalblerinin içindeki saat
rakkasiyle, adalelerinin altındaki geyik heykelinin boynuzları arasında,
nihayet örümceklere yol verdiklerine inanınız!
Aşk ve imân olmıyan yerde hamle ve hareket olur mu?
Ateşi gül bahçesine çeviren ayağı, denizi iki saf asker gibi açan asayı, ölüyü
dirilten nefesi ve kameri ikiye bölen parmağı düşünün! Ve bunların ucundaki
hamle ve hareket şimşeklerini!...
Artık Nemrud istediği kadar okdanlığına sarılsın, Firavun sakalını yolsun,
Kayser harmanisine sığınsın; ve Şah uçan kavuğuna yapışsın! Onlar, okdanlık,
sakal, harmani ve kavuk değil, birer örümcek yuvasıdır.
Tarihin yapraklarını, bir taraftan şimşekler, bir taraftan örümcekler
çeviriyor.
Ve Tanrıkulu konuşurken ruhunda sular şırıldıyor, teller ihtizaz ediyor,
madenler ürperiyor; mânânın musikisi kadrolaşıyor. Ve o, hep konuşuyor:
- Ulvî anlayışın gözünde, pislik, hareketsizliktir. Akan su, işte bunun için
pislik tutmaz. Bütün bir mevsim boyu kapalı evin küpünde unutulmuş su, kabir
azabı yaşıyan ölüden daha müthiş kokmaz mı?
örümcek, işte bu kokunun misilsiz haber alıcısı... Saat rakkasiyle geyik
heykeli arasındaki örümcek ağı, gözümün önüne daha ne tenasübler seriyor, ne
tenasübler:
İki makine dişlisinin arasında örümcek ağı...
Gemi ve şamandıra arasında örümcek ağı...
Etillerle yürekler arasında örümcek ağı...
Takvimlerle senetler arasında örümcek ağı...
Ruhuma yıldırım gibi inen bir seziş, bütün bunların madde üzerinde hayâlinden,
bana, maddeyi aşan bir mânâ çıkartıyor:
Nitekim, sedirine uzanmış, nefsine mühletin en cömerdini bahşetmiş, her gün,
"yarın!" diye niyet edip "bu gün!" diye yaşıyan şu mütefekkir bozuntusu,
istediği kadar sigarasını tüttürsün!.. Sigarasının dumanları, sımsıkı örümcek
ağlariyle onun kaskatı yüreğine perçinlidır. Zahirde ben onun, sigara
dumanında bile bir hareket bulunduğuna İnanmıyorum.
Ve görüyorum ki, bu âlemde mutlak mânâsiyle çalışmamak yok... Kim ve ne,
çalışmazsa, onun yerine örümcek çalışıyor.
Bir ân duvara baktı:
- Bak, bak; tavandan aşağıya doğru, ağzından sızan iplik üzerinde bir örümcek
kendisini koyuveriyor! Bak, üstünde "Kuran" duran rafa inmek istiyor sanki...
Allahın emrini hatırlıyor musun? Herkes çalıştığı nisbette payını alacaktır.
Aman çalış, aman çalış ve örümceğe çalışma payı bırakma!..
(1946)
TÜRK İRFANI
Tanrıkuluna bu defa ben bir mevzu takdim etmek istedim:
- Efendim: Türk irfanını köklendirmek ve temellere bağlamak için yol nedir?
İnsanoğlunun ruh ve kafa mahsûlüne verilen isim; İrfan... İnsana nutuk sahibi
hayvan denildiğine göre, irfan, onun temel sermayesi, kâinat manzumesindeki
üstün yerini tutan ana cevheri, biricik vücut hikmeti...
Ferdler, cemiyetler ve milletler İçin ondan büyük ihtiyaç düşünülemez. İsâ
Peygambere yalvarıp gözlerini açtıran âmâlar gibi, ferdler ferdlere,
cemiyetler cemiyetlere ve milletler de milletlere başvurmak, körlükten
kurtarılmalarını istemek zorundadır. İrfan, onu yoğuran ferdler ve
cemiyetlerin hakkı bakımından şahsî ve millî, bütün insanlığa hayat inşa etmek
bakımından da içtimaî ve insanîdir. Onun içindir ki, her şahıs ve her
topluluk, ikinci cephesiyle irfan mirasından hisse alabilse de, arslan payı
mahsul sahibinindir. Arslan payına şahsiyet ve hâkimiyet payı diyebiliriz.
Kısaca, birşey öğreten, ferd olsun, cemiyet olsun, öğreneni hükmü altına alır.
Maddeci görüşün içine giremiyeceği, tesviye istiyemiyeceği, imtiyazlarını
kaldıramayacağı tek saha, irfan bölgesidir. Zira karşısında ezelî ve ebedî
hilkat maniası, yaradılış irâdesi var.
Millet bölümleri, büyük insanlık camiasından müşahhas farklarla kol kol
ayrılmış birlikler olduğu için, boşlukta mekân işgal etme hassasını, ancak
benliklerinde tahammür etmiş İrfan mayalariyle elde ederler. Bu maya istiklâl
kazandıkça da istiklâllerini sağlamlaştırmış ve başkalarının yarım istiklâline
el uzatmak hakkını kazanmış olurlar. Dünün Arabi, İranlısı, Türkü, Yunanı,
Roması buydu. Bugünün tezad içinde birbirine geçmiş Avrupasının derdi de
budur. Bütün dünya sömürgeleri de bu yüzden sömürge...
Şunun bunun korkuluğu hâlinde, çıkartma kâğıdı millet olmak istemiyen her
topluluk, ya öz kökünü bulup ona yeni zaman yemişini verdirecek, yahut
kendisine İstiklâlli bir kök edindirecek geniş bir irfan hamlesine
girişecektir. Yoksa bedava yaşıyor demektir.
- İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü
yabancı kaynaklardan irfana ermek... Dâva kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna
göre, ikinci yolu, birincisine çıkan bir geçit sayalım.
O hâlde irfana erme dâvasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya
irfan yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır.
Böylece, henüz yürümiye başlayan çocuk nasıl dilini döndürmiye ve mevzularını
seçmiye çabalarsa, milletler de, yabancı mahsûllerin bünyelerinde yapacağı
ihtilâtları, kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında yavaş yavaş
sermayeleştirirler. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama
ererler.
İrfana erme dâvasının ilk ve baş hamlesi, dünya İrfaniyle temasa geçmektir. Bu
temasa geçiş fiili içinde, benden olan her unsur, dâvama, benden olmıyan her
unsur da aksi - dâvama yardımcı olarak bir bütün temsil eder. Başkalarının ne
duyduğunu, ne düşündüğünü, ne yaptığını bilmek, ihtimaller âleminde,
duyulacak, düşünülecek, yapılacak şeylerin iyisiyle kötüsü arasında tam bir
muhasebe plânına sahip olmak demektir. Meşhur bir İslâm mütefekkirinin dediği
gibi:
"Hiçbir mevzu yoktur ki, ilmi cehlinden daha faziletli olmasın!.."
Öyle ya, bir hâdiseye ister dost, ister düşman olabilmek için onu tanımak
lâzım...
İşte bu incelik etrafında, dünya görüşü, usûl ve Ölçü sahibi bir tercüme işi,
irfan dâvasının temel direklerinden birisidir. Dış mânâsiyle tercüme kadar
basit bir fiili ileriye sürerken, onun niçin ve nasıl yapılacağı bilinmedikçe,
yapılanın hiç yapmamaktan bir derece daha büyük kayıp olacağına dokunup
geçivereyim!
- Türk irfanının vaziyeti apayrı bir muamma!.. Zira o, dünya irfan zeminiyle
esaslı bir temasa geçememek öksüzlüğünden başka, bir de kendi öz kökünü elden
kaçırmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Binbir içtimaî ve tarihî oluş yüzünden
Türk dilinin geçirdiği derin tasfiye ve âlet inkılâbı, ona yepyeni bir
başlangıç çizdi.
Türk irfanının vaziyeti apayrı bir hâdise!.. Çünkü o, başlangıç noktasının
muhtaç olduğu tohumları, en kısa devre içinde filizden tarlaya ve harmandan
değirmene intikal ettiremediği takdirde, kendisini mazi ve istikbalden tecrit
eden bugünkü yalnızlık hâliyle tam bir kısırlığa düşecektir.
Türk irfanının vaziyeti apayrı bir facia!.. Zira madde tedbirleriyle kendisini
bellibaşlı kaynaklardan çekip bellibaşlı kaynaklara süren hamle, çözdüğü ve
örmek istediği nisbetlere karşı, ana dayanağını, ruh yollarından idrak ve inşa
cehdine hâlâ ulaşabilmiş değil... Ulaşmak şöyle dursun, bu hedeften her gün
biraz daha uzaklaşmakta olduğumuzu söyliyebilirim.
- Türk irfanı, zahirde 20, hakikatte 100 yıldır yepyeni bir başlangıç şartı
yaşıyor. Bu irfana maya tutturacak biricik çare, onu iç ve dış
istikametlerden, gerekli unsurlara hızla kavuşturmaktır.
(Mayonez), zeytinyağı, limon ve yumurtadan olur. Bir de bütün bunlardan daha
lüzumlu bir terkip ustalığından... Kıvamcı ve çalkalayıcı mevkiindeki lezzet
san'atkârından... İşte bir asırdır, unsurlar arasındaki terkip sırrını
yakalıyacak müdir fikri doğurabilmek bir tarafa; kaba unsurları seçmek ve
kadrolaştırmak işini bile Ölçülendiremiyoruz. Sadece gerekli unsurları seçmek
ve kadrolaştırmak dâvasının hakkını verebilsek, dâvaların dâvası olan
(Mayonez) sanatkârlığının, aşk, imân ve fikir iklimine ayak basmış oluruz.
Sadece gerekli unsurları seçmek ve kadrolaştırmak dâvasının en kaba hatlarını
sana belirtmeye çalışacağım.
(1946)
İRFAN İŞİNDE PLAN
En anlıyamadığımız, kabuğunu bir türlü kıramadığımız, duvağını asla)
kaldıramadığımız mefhumlardan birisi de (irfan)... Şimdi (kültür) diye
anlatmıya çalıştığimız nesne...
İrfan, arşın veya okka hesabiyle, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil;
sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın, döne dolaşa
damarlarımızda kan hâline gelişi gibi... Kimse bize, kilerindeki erzakı
gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamus
ezberlemekle irfan sahibi olamaz.
Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade bilinen şeyler vasıtasiyle
bilme hassasını tünektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi
âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi maliki
sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek
kıymet vahidi olan mânevi paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek
lâzım...
Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve gerçek bir dünya görüşüne
varmış her insan irfanlıdır. Bunun içindir ki, (üniversite)lerde ve bilhasa
mücerred ilim şubelerinde, talebe, bir şey öğrenmekten ziyade, nasıl
öğrenileceğini öğrenir. (Üniversite), öğrenme usûlleri öğreten ocak olmak
gerek... Bir de bizimkini düşün!
- Bir şey bilmek hüneriyle elmas takma san'atı arasında ince bir yakınlık var.
Elmas, mahfazasını zengin etmez. Onunla, çizgilerindeki asaleti ifade eden bir
vücudu kıymetlendirir. Bu yüzden, Karamanlı bakkalın pırlantaya boğulmuş
parmakları gibi, irfana sadece ve kabaca mahfazalık etmek, üstelik servet
cakası yapmak, hakikî irfansızlıktır. İrfandan gaye, en sade ve en zarif kılık
içinde bizzat mücevher olmaktır.
İrfan dâvalarımızın, kemiyet çerçevesinde, sürüsüne bereket!.. İlk mektep, son
mektep, talebe, inzibat, ahlâk, terbiye, bilgi, kitab, tercüme, lügat, usûl,
(program), yabancı (profesör), yerli muallim, filân, falan...
Bu karmakarışık kesret ifadesi bence tam bir vahdet mânâsı belirtiyor. Mes'ele
birçok değil, biricik:
İrfan cihazımızda kol kol şubelendirdiğimiz bütün mes'elelerin bağlı olduğu ve
mihrak noktasında toplandığı kök telâkki ve bu telâkkiden doğma ana plân!!!
Bize bu plândan haber versinler!
Tanzimattan beri böyle bir kök telâkki ve ana plân ıstırabiyle başı ağrıyan
tek bir maarif büyüğü görmedik!
Herhangi bir dalın yaprağında küçük bir baygınlık alâmeti sezilir sezilmez,
hatıra derhâl kök gelmeli... Bir ağacın köküyle en uzak yaprağı arasındaki
sıkı münasebet kadar, binlerce irfan mes'elesinin, onlara can veren ana görüş
manzumesiyle alâkası var.
Yapılmış, yapılan, yapılacak her şeyin kıymet hükmünü, aşağıdaki kıyasların
terazisinde tartarak elde etmeliyiz:
1- Dünya ilim ve fikir cereyanları karşısında durumumuz nedir'?
2 - Ruhumuz', iktibascı mı, telifci mi?
3 - Ahlâk ölçümüz nerede ve nasıl'?
4 - Hangi ruhî vasıflarda bir gençlik istiyoruz?
5 - Bu gençliği ne vasıflarda muallimler yetiştirir ve onlar nasıl yetişir?
- 6 - Milletlerarası bir müessese olan ilim, bu hassasına rağmen, millî bir
damgayla mühürlü değil midir?
7 - İlim tevzi işinde, onu en yukarıda dağıtan en üst elden, en aşağıda
toplayan en küçük avuca kadar hâkim esaslar ve usûller?
Gönül isterdi ki; bu sualleri siyah tahta üzerine tebeşirle yazalım; ve maarif
cihazının başında bulunmuş bugün hayatta kaç kişi varsa onlara imtihan suâli
hâlinde verelim. Mühlet, imtihan odasından çıkmamak şartiyle 100 senedir;
bakalım hangisi cevap verebilecek?
Kök telâkkiyi ve bu telâkkiden doğma ana plânı, bütün çizgilerin merkezde
toplandığı bir mimarî (motif)i hâlinde Örgüleştirmedikçe, irfan tatbik
sahalarında zaaf, daima göze çarpacaktır.
(Amik fakrüddem)e uğramış bir hastanın suratına bir okka pembe ve kırmızı
badana çalması gibi sahte ve mukallit nümayişler, gerçek iş ve iş fikrini
telâfi edecek değil, onu büsbütün elde edilmez hâle getirecektir.
(1946)
YİNE TÜRK İRFANI
Türk irfanının birinci temeli kaybetmek üzere bulunduğu öz kök... Osmanlı
İmparatorluğunun kuruluşundan Tanzimata ve Tanzimat sonrasına kadar gelen
devre içindeki yüksek irfan verimleri... Bir ân duralım:
Hiçbir inkılâb şekli tanımıyoruz ki, herhangi bir topluluğun mücerred his ve
fikir kıymetlerini temsil edici irfan cevherine karşı harekete geçmiş olsun...
Herşeyden evvel bu gerçeği kavramak zorunda değil miyiz? Rus (kültür)ü
Komünizmadan, İtalyan (kültür)ü Faşizmadan, Alman (kültür)ü Nazizmadan,
Fransız (kültür)ü Büyük İhtilâlden başlamaz. Tamamiyle aksine, bu inkılâblar,
genlerde (kültür) diyebilecekleri ne bulmuşlarsa, kadife zeminler üstünde ve
altın mahfazalar içinde himaye etmişler ve yeni (kültür)lerini de ona eklemiye
bakmışlardır.
Bizse köke, onun ruhuna doğru bir kanal açmak ihtiyacına düşmemiş bulunuyoruz.
Hemen beş on gerçek mütehassıs bulup, eski devrenin yüksek irfan mahsullerini,
bir itfaiye otomobili hıziyle bugüne taşıtmak zorundayız.
Nasıl ve neyi mi taşıtmak?
(Osmanlıcadun Türkçeye) ismiyle geniş bir tercüme faaliyeti açıp, tarih,
edebiyat, şiir, tasavvuf, usûl ve İlmiyle geçmiş zamana ait bütün zirve
örnekleri, günümüzün diline ve üslûbuna maletmek!..
Birkaç şubeden birer misal hâlinde, bir Âşık Paşa'yı, bir Evliya Çelebi'yi,
bir Fuzulî'yi, bir Mevlânâ'yı, bir Kâtib Çelebi'yi, bir İbrahim Hakki'yı
yetiştirmiş bir milletin, neticede bunlardan hiçbirine mâlik olmayışını, hangi
mazeret izah edecektir?
Babadan kalma irfana bağlı olmak veya olmamak değil, fakat sahib olmak şart...
Tarih, o irfana sahib olmaksızın onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet
iddia eden millete güler.
İkincisi Şark temeli!.. Aracı İranı ve öbür Doğu medeniyetleriyle Şark
temeli!..
Yine bir ân duralım:
Şahsiyetini Doğu, doğuyu da kendi şahsiyet teknesinde bir zamanlar yuğuran
büyük Türk milleti, bir gün Batı dünyasına, o dünyanın dış kemâllerine ermiş
ve bütün sırlarını yutmuş olarak Doğu üstünlüğünü haykırmak zorundadır. Olmak,
ya bu olmaktır; ya hiçbir şey olmamak... Dâvaların dâvasını, tek bir cümle
içinde görmek İstiyene başka bir şey söylenemez.
Doğuyu, başta Arap, sonra Fars, daha sonra, Hind ve en sonra Çin olmak üzere
bütün şaheserleriyle dilimize geçirmiye mecburuz. İşte Garbla Şark arasındaki
büyük nefs muhasebesini kavramak ve kendi kaynağımızı bütün saffet ve
hâlisiyetiyle iyice tanımak için tek yol!.. Hüzünle kaydedeyim ki, usûle bağlı
bütün kıymetler Batıda olduğu gibi, Doğunun zahiri anahtarları da bizden fazla
onlarda.,, Bugün bir (Muhiddini Arabî)yi, bir (İmamı Gazalî)yi, bir (Sadi)yi,
bir (Hayyam)ı, hattâ bir (Buda)yı, bir (Konfüçyüs)ü tanımak için bile oraya
başvurmak lâzım... Kendi kendisini tanımak için bile Garba muhtaç olmak, kendi
yüzünü seyretmek için bile seri malı Avrupa aynalarına iftikâr beslemek!..
Ve üçüncü temel: Garb!..
Tanzimattan beri kademe kademe inkişaf eden ıslahcılık temayüllerimiz Garba
sarktığı hâlde, Garb nasıl kavranır ve hazmedilir; hiçbir devirde
kavranabilmiş sanma!
Bizim için Garb bütün mevcudu ortaya dökülerek, benimsiyeceğimiz tarafiyle
dâvamızın, benimsemiyeceğimiz tarafiyle de aksi - dâvamızın hedefi ve hakikati
olacaktı. Benim, (ben) kalarak (o)nu ve başkalarını anlıyabilmenin yolu buydu.
Bugünkü dünyanın efendisi Garb, bir azametli kütüphanedir. Nerede bu
kütüphane? (Misel Zevako) ve (Aleksandr Düma)dan başka, içimize topyekûn
girebilmiş Garblı şahsiyet kimdir? Şehir Tiyatrosunun tek fert elindeki sahne
gayreti olmasa (Şekspir)i tanıyabilecek miydik?
Nerede Garb fikirciliğinin ağası Yunan felsefesi ve edebiyatı, nerede Roma,
nerede (Rönesans) sonrası yeni zaman fikir ve sanat bütünü, nerede (Klâsik)ler
ve (Modernler, nerede müsbet ilimler, fenler, ideolocyalar?..
Garbı, kafa ve ruh maktalarına nüfuz edemeden sadece dış aletleriyle
benimseyici bir telâkki, sahibinin külâhiyle bastonunu ele geçirip ayna
karşısında ona benzediğine inanan maymun seviyesini nasıl aşsın?.. Bir asırdır
herkesin, bilerek veya bilmiyerek diline pelesenk ettiği (Garb, Garb, Garb),
bütün bâtıl ve gerçeğiyle, işte bu kafa ve ruh maktalarına nüfuz etme işidir.
Biz bu nüfuz etme işinde maymun seviyesindeyiz!
(1946)
VE TÜRK İRFANI
Şimdi dâvayı, bir müşahhasta toplayalım: Türk irfanının temeli yalnız üçtür:
Osmanlı, Şark ve Garb temelleri... Bu köklerden üçünün de cevherlerini tek
saniye kaybetmeden gerçek ve canlı Türkçe kazanına doldurmak; orada
mayalaşmalarını, barutlaşmalarını beklemek; böylece bir sabah, millî
bünyemizle ona aşılayacağımız irfan maddeleri arasında kimyevî bir çarpışma
infilâkı duyup uyanmak ve hakikî hayata ermek.,,
Fikir budur! Bir türlü ayakta durdurulamıyan irfan sütunumuzu, (Kristof
Kolomb)un yumurtası kadar basit bir usûlle topraklarımıza dikecek teşhis de
bu!
Dâvanın çilesini çekmiş veya çekenlerden ilham almış gerçek mütehassıslardan
üç şubeli bir heyet kurulacaktı. Bu mütehassıslar "çile" tabiriyle
ifadelendirdiğimiz "efradını cami, ağyarını mâni" bir plân etrafında gayeye
perçinlenmiş olacaklardı. Osmanlıca, Şark ve Garp şubelerinin; hem dil, hem
mevzu, hem de ruh ihtisasına göre sınıf sınıf ustaları birleştirilecekti. Ve
bütün bu topluluk, tek ve ana bir merkez etrafında muhteşem bir Acem halısı
dokunur gibi eserini örgüleştirecek; ve üç beş kişilik müdir ve terkipçi bir
zümrenin kılavuzluğunu hiçbir ân kaybetmiyecekti.
Ortalama bir hesapla, her biri ayda 300 lira aylık alan 100 mütehassısın
kadrolaştıracağı bu hey'et, tam on senelik bir çalışma sonunda Türk irfanını
özleştirebilmek başarısına karşılık, tam üç buçuk milyon liraya; tercümelerin
satış kârı da hesaplanacak olursa, bedavaya mal olacaktı.
Yâni herhangi bir vekâlet binasından ucuz; yâni bedava; yâni her zaman olduğu
gibi işin fikir ve anlayıştan başka sermayesi yok... Yapılacak olan buydu!
Halbuki ne yapıldı?
Dâvanın en fazla nezaket kazandığı devir, 20 yıllık cumhuriyet, ondan evvel de
şu veya bu şekiller altında topallaya topallaya gelen 80 yıllık Tanzimat
boyudur. Fakat Tanzimattan Cumhuriyete kadar, gerçek ve canlı Türkçenin kıvamı
boyuna değiştiği, bir türlü dondurulamadığı, fakat zaman zaman billurlaşır
gibi göründüğü ve her şeyden evvel eski Türk irfanı büsbütün elden çıkmadığı
için hem iş sahası daha az girift, hem de acele ve hamle payı daha tasarruflu
görünmek zorundaydı. Böyleyken Şark ve Garp dünyaları arasında en çetin nefs
muhasebesinin başlangıcı olan o devirde, ister Doğu, ister Batı dünyalarının
ruh ve fikir hülâsaları üzerinde bütün gayret, tam bîr ihya zeminine
oturtulması gereken Şarkı yüzüstü bırakmak; Batıyı da duymadan ve anlamadan,
üstünkörü ve "devede kulak" örnekleriyle ve sadece paşa rütbeli şu veya bu
şahsın münferit merak, tecessüs, zevk ve tecrübesine bırakmaktan- ibaret
kaldı. O günden bugüne kadar, son 5 senedir hâdiseye uzanmak isteyen devlet
eli müstesna, bütün dâva, şu veya bu münferit ve menfaatçi şahsın, şu veya bu
münferit ve menfaatçi tâbi elinde ve daima halkın kaba nefsaniyetini gıcıklama
kadrosu içinde, bir açıksaçıklık, kepazelik, başıboşluk, macera ve eğlence
vesilesi olmaktan başka bir hedefe yönenilmemıştır.
Son beş senedir hâdiseye uzanmak isteyen resmî devlet eline gelince; ha, bu
çok mühim! Hasan Ali Yücel'in (Emrü kumandasındaki maarif cihazımızın son üç
beş senedir bize dünya şaheserlerini intikal ettirmek hususunda giriştiği
büyük nümayiş, daha evvelki büyük ihmal ve alâkasızlıktan bir derece daha
zararlı olmaktadır. İki noktadan:
1- Eserler, bağlı oldukları fikir ve san'at dâvalarının çilekeşi olmayan
merkezî elin dağ muhiti ellerde, bir boyacı küpü marifeti temsil etmektedir.
2 - Eserlerin çevrildiği dil Türkçe değil, yeryüzünde mevcut olmayan bir
lisandır. Ve zaten (bakan), bu fikri, -elbette ki mahremiyetine nüfuz
edemeden- 1939 yılında (Haber) gazetesinde (Necip Fazıl Kısakürek) imzasiyle
çıkan bir seri yazıdan almıştır. Geçelim, geçelim! Bu meselenin her ân biraz
daha inkıbazlı bir mikyasta devirler boyunca kavranılamayışındaki tek illet,
hangi istikamete baksak ayni teşhisle yüzyüze geleceğimiz gibi, her türlü ana
ve müdir dâva ve fikir zeminine çıkamayışımızdır. Sebep budur; gösterdiğimiz
yollarsa, netice... Elbette ki sebep vücuda gelmeyince, netice, bütün ıkıntı
ve sıkıntılara rağmen doğmıyacaktı.
Harunürreşid devrindeki Bağdad âlemine baktığımız zaman, ana ve müdir dâva ve
fikir zeminine haşmetle oturmuş ve Şark dünyasının, sonraları, Batı dünyasını
da kendisine muhtaç kılacak tarzda nasıl bütün Yunan ilim, fikir ve san'atını
Arapçaya maletmiş ve şahsiyetinden hiçbirşey kaybetmeksizin onları muhasebeye
çekmiş olduğunu görürüz.
Vakıa sebep olmadan netice doğmaz; fakat neticeyi teşhis ettirici yolların da
sebep kutbuna bağlı düğümleri vardır. Öyle ki, sebep, bütün kendi eseri olan
netice yollarından da aranabilir.
Her ağacın damarlarında toz yığını halinde sayısız tohum olduğu gibi, her
tohumun İçinde de bir ağaç vardır.
Teşhisi bu kadar kolay, fakat bu teşhisteki içtimaî fikir rüşdünü pek çetin
gördüğümüz meselenin baş hususiyeti şudur ki, o, sadece bir netice olmak
haysiyetine rağmen, meydana gelir gelmez gerçek sebep kutbunu aydınlatacak; ve
doğuracağı fikir olgunluğu içinde baştanbaşa bir sebep olacak derecede amelî
bir değer gizlemektedir.
İşte, sebeple neticeyi birleştiren daimî devir helezonu!.. Ah, bu helezonun
kolay, basit ve kaba taraflarına olsun kancayı atabilsek!.. Ve kof
tesellilerden ve dolandırıcı işgüzarlıklardan kurtulabilsek...
(1946)
MAARİF MESELEMİZ
Doğu ve İslâm medeniyet kaynağıyla alâkamızı zayıflatıp, Yunan ve Hıristiyan
medeniyet kaynağından doğma Batı dünyasında alâka aramaya başladığımız
gün-denberi, haşmetli bir maarif meselemiz var:
Maarif tatbik sahalarında, Topkapı Sarayı meydanındaki asırlık çınar gibi eski
köklü bîr zaaf ve aciz ifadesi...
Meselenin indifa etmiş hali, 1839 - 1939 arası ve Tanzimat, Meşrutiyet,
Cumhuriyet hareketleriyle kademeli...
Mesele,bütün cemiyet plânında bütün bir intikal hamlelerinin ruhuna bağlı ve
tek âlet, tek insan üzerinde mevziî kabahatler ilân etmekten çok üstün... En
geniş kadrosiyle bütün cemiyeti ve idare telâkkisini saran meseleyi, sebep ve
netice bakımından, şu âna hükümler içinde kuşaklandirabiliriz:
1 - Ulaşmak ve ermek dilediğimiz insan ve cemiyet üzerinde, peşin ve köklü bir
tecrit ve teşhise yanaşamadık.
2 - Şark ve Garp örnekleri arasında, büyük çapta bir iç ve dış hesaplaşmasına
girişemedik.
3 - Dolayısiyle. yetiştirme mevzuunda bir ana fikir plân sahibi olamadık.
4 - Garbın, temeline akıl erdiremediğimiz deri üstündeki şekillerini, dış
heyetlerinden kopya etmeğe savaştık.
5 - Şekillerden birçoğunu bile, hattâ göremedik.
6 - Gördüklerimizi, zahir göziyle kopya etmekte bile, hattâ beceriksizliğe
düştük.
7 - Böylece maarif idaresini, kısır ve ideolocyasız hamleleri ifşa eden bir
cihaz olmaktan kurtaramadık.
Şimdi gelelim, bu muazzam meselenin müşahhas tatbikat sahalarındaki müşahhas
ifadelerine... Maarif meselemizin, 1839 - 1939 arası ve tam yüz senelik bir
yara belirttiğini söylemiştim. Fakat bugün 1946'dayız. Yoksa 7 - 8 senedenberi
bu yara deşilmeğe, temizlenmeğe (pansuman) edilmeğe başlanmış mıdır? Evet; 7 -
8 senedenberi bu yara deşilmeğe, bir takım merhemler ve lapalar altında
büsbütün derînleştirilmeğe, büsbütün azdırılmaya başlanmıştır.
Son yedi sekiz yılın Maarif Vekili, sonra (Kültür Bakanı), daha sonra (Millî
Eğitim Bakanı) Hasan Ali Yücel'İ kasdettiğimizi anlıyorsun. Bu zat maarif
cihazının başına geçtiği zaman, ona yapılan hücumlara karşı, kaleminin nasıl
bir müdafaa siperi olduğunu hatırlıyorum. Demiş ve demek istemiştin ki:
- Hasan Âli, benimle ayni nesle mensuptur. Bugünle yarın arasındaki köprüyü
kurabilecek biricik ümit nesli bizimkidir. O, sadece bu bakımdan, tecrübe
edilmiş bayat nesillere göre bir ümit belirtebilir. Uluorta kıskançlık
saldırışlarından iğreniyorum! Henüz imtihanın başında bulunan bir adamı,
hevesle, zevkle, keyifle batırmaya çalışmakta iş yok... Bekleyelim, imtihanını
versin; ya kazanır, ya büsbütün batar!
Ve işte bu (Maarif meselemiz)e ait konuşmanın sınırları, hatta maddeleri
içinde, Hasan Ali Yücel'e, kendi neslinin bir ferdi sıfatiyle yolu belirtmek
bakımından, 1939 yılında ve (Son Telgraf) gazetesinde bir plân çizmiştin.
Hattâ ondan sonra da birkaç yazında onu müdafaa eder gibi olduğunu; herhalde
onun şimdilik bir Meşrutiyet Maarif Nazırı gibi maarif yüküne bir de kendi
şahıs yükünü zammetmediğinden, hiç değilse bu yükü omuzlamaya çalıştığından,
ya bu yükü kaldıracağından, yahut altında büsbütün ezileceğinden bahsettiğini
hatırlıyorum.
Öyle mi? Evet, öyle!.. Sen bu yazıları kaleme aldığın vakit. Hasan Âli Yücel
yepyeni bir vekildi. Ondan sonra kendisi hakkında hiçbir şey yazmadığın
görüldü. Tabiî seneler geçtiği ve (Bakan) imtihanını verdiği için, neticenin
sana göre artık sabit bir mânası olmalıydı. Bu hususta hiç bir şey söylemedin
ama, ben sanıyorum ki, Hasan Âli Yücel hakkında hiçbir taahhüdün olmadığı
halde ümidinin ne kadar boşa çıktığını anladın: ve kendi ümidin önünde, kendi
kendine karşı utandın. Bu da böyle mi?.. Senin adına ben cevap vereyim; bu da
böyle!.. Bir de gördün ki, Hasan Âli Yücel, sahiden bu zamana kadar kimsenin
el atmaya cesaret edemediği, senin de çok evvel kadrolaştırmış bulunduğun
dâvalar üzerinde, müthiş, büyük rizikolu işlere girişmekte asla tereddüt
etmiyen; fakat bu işlerdeki gerçek kıymet hükmü olarak onları hiç el
sürülmemiş olmaktan bir derece daha akamet ve ıztıraba uğratan bir israf ve
"gösteri" ustasıdır. Böylece, gayet ürkek, "Neme lâzım?"cı, "adam sen de!"ci,
"bana mı kaldı?"cı, muvazaacı, ara bulucu, bir Tanzimat Vezirini, hiçbir
dâvaya elini uzatamayışı bakımından haklı gösterecek derecede, dâva çilesi ve
uzak bir iş mevzuu karşısındayız.
Onun neleri yapıp neleri yapamadığını ve büsbütün yapamaz hale geldiğini
göstermek için. kendisini, bildiğin 14 madde üzerinde muhakeme edeceğiz.
(1946)
İŞTE MAARİF MESELEMİZ
Müşahhas çerçevede maarif meselelerimiz, benim tasnifime göre 14 tane. Bunlar
bir dağ silsilenin bellibaşlı 14 birliği gibi... Birer büyük vâhid... Teker
teker mürekkep iş gruplarını gösteren bu vâhidleri şubelendirdikce meselelerin
sayısını çoğaltmış oluruz. Kesirsiz birer topluluk ifadesiyle maarif
meselelerimiz, bence katî olarak bunlardır:
ANA FİKİR - PLÂN... OKUMAYİ GENİŞLETME... YETİŞTİRİCİYİ YETİŞTİRME... MEKTEP
KİTAPLARI... AHLÂK VE DİSİPLİN... DİL VE ISTILAH... ÜNİVERSİTE...
(POLİTEKNİK)... YABANCI PROFESÖR... AVRUPA'YA GÖNDERİLECEK TALEBE... SANAT VE
İLİM HAREKETLERİNİ DOİURMA VE KORUMA... HALK TERBİYESİ... DÜNYA İRFANINI
NAKİL... KÜTÜPHANE VE MÜZE...
Bu 14 meselenin İçinde, bütün dünyadaki örneklerinden üstünkörü kopya edilmiş
olarak tatbiki istendiği halde bir türlü becerilememiş ve ayrıca hiç
düşünülmemiş ve tatbik edilmemiş işler var. Sade serlevhalarını koymakla
kendisini yarı yarıya ifade edecek kadar derin bir ihtiyaç bedaheti temsil
eden meseleler, (kronolojik) bir ahenk içinde kafamızda billûrlaşmadan maarif
davamız büyük mevzuuna kavuşmayacaktır.
Elindeki pöstekinin tek teli üstünde meçhule dalmış deliler gibi, dâvayı tek
ve basit bir mesele halinde israf etmek istemiyorsak, en kaba serlevha ve
kemmiyet plânında olsun, işe temas arıyalım.
Şimdi gelelim birinci meselemize: Ana fikir ve plân...
Plân, fikrin işe inkılâp ederken, en saf tecritten en mürekkep teşhise doğru,
rahimde uzuvlaşan çocuk gibi, kafamızda maddeleşmesidir. Plânı, işe tekaddüm
eden fikir diye de tarif edebiliriz. Her işde fikrin ezelî kıdemi, bedahet...
Küçük iş parçalarına tekaddüm eden kırıntı fikirleri bir tarafa bırakıp, büyük
iş bütününe tekaddüm edecek ana fikri araştırınca, plânın ne demek olduğunu
kavrarız.
Tanzimattanberi maarif hareketlerimizin seyrine bu bakımdan bir göz atalım!
Büyük iş manzumesine hâkim bir ana fikir - plân sahibi olmadığımızı göreceğiz.
Yüz senelik Türk maarifini güden müşterek kafanın plancılığı, Avrupa maarif
(metod)larını bütün halinde muhasebe edemeden parça parça kopya kâğıdı altında
zaptedip, mümkün olduğu kadar çok ve iyi tatbik etmek fikrinden başka bir şey
değildir.
Bir idarenin ideolocya zaafı, maarif cihazında olduğu kadar hiçbir şubede
kesafet bağlayamaz. Bu bakımdan zavallı maarif cihazımız, kütleye şamil
mes'uliyetlerin tortu halinde üstüne çöktüğü şişe dibi olmaktan
kurtulamamıştır. İdeolocyasiz cemiyetlerin İdare mekanizmasında hiçbir şey
ayak üstünde durmamakla beraber, madde çerçevesinde ait birçok kanun,
muvaffakiyetle tatbik edilebilir. Meselâ frengi hastalığına karşı mücadele
eden bir Sıhhiye Vekâleti, (Neosalvarsan)lı (formül)leri Avrupadan getirtip
şahıslar üzerinde verim temin eder; yahut bir İktisat Vekâleti, memleket ham
maddelerine karşılık satın aldığı makinelerle öbek öbek fabrika kurdurur ve
işletir. Fakat bütün bu neticeleri basil reçeteler haline getiren fikrî
hamlenin kaynağındaki maarif cihazı, kendisine ait bütün (formül)leri, hattâ
baştanbaşa kopya edip, hattâ baştanbaşa tatbik etmekle, istenen ruh ve kafa
iklimini kurmaya mahsus sistemi elde edemez. (Kültür) cihazının kendi işinde,
çaresiz, bir dünya görüşüne varması lâzımdır.
Dâvamız tekli Ana fikir - plân eksikliği... İlham perisini bekleyen modası
geçmiş sarsak şairle, kahve telvesinden İstikbali keşfe yeltenen bunamış
kocakarının bile, birer gizli plâncığı vardır. Fezanın sonsuz muhtevasında
olduğu gibi, her şey plân ruhunun bir şubesi... Basit bir iş programını değil
de, kafamızın temeli mânasına aldığım plâna, bütün dünya maarif
(formül)lerini, kendimize ait bir mide içinde hazmettirecek ve kana çevirecek
ölçüler girecektir. Her mevzuda peşin ve kendimize ait bir doğru ve yanlış,
iyi ve kötü, güzel ve çirkin hükmü...
Memleketin (sentez) kafası taşıyan fikircilerinden, teker teker böyle bir plân
(tez)i istenebilir. Bunların umumî tenkidinden de, plâna esas ilk hükümler
doğar.
Plânı bizzat şuur, plansızlığı insiyak diye ele alırsak, doğrudan doğruya şuur
binaları kurmakla mükellef bir işçi, plânsız nasıl çalışır?
İki numaralı mesele,okutmayı genişletme işidir:
Bu, hemen bütün dünya maarifinin baş meselesi... İnsanlığın malı olmuş, (lise)
çerçevesindeki hakikat kanunlarını, köyden ve ilk mektepten başlayarak, her
şeyden evvel tam bir kemmiyet plânında mümkün olduğu kadar yapmıya çalışma
işi.. Dediğim gibi, bu lüzum, işin sadece kemmiyet plânında genişleme icabını
temsil etse de, keyfiyet plânına en müessir esaslardan biridir. Okutmalıyız;
bildiğimiz ve başardığımız kadariyle, mümkün mertebe çok insan okutmalıyız.
Derhal ilâve edelim ki, bu iş, mektebi, muallimi ve binbir âletiyle yüzde yüz
iktisadî bir (faktör)e dayalı... Maarif cihazımızın, beş yıl evveline kadar,
okutmayı genişletmemekte, kendisine verilen bütçe payına göre hiç kabahati
yok... Fakat, ayrı ve bundan daha büyük bir suçu var: Bu lüzumu, canla başla
müdafaa etmemek kabahati... Bundan beş yıl evveline gelinceye kadar yuvarlak
hesapla maarif bütçemiz, devlet bütçesinin 16 da biriydi. Türk cemiyet
kalkınması dâvasını 16 parçaya bölersek, maarif meselesini bunun yalnız 1
parçası kabul etmek hatası, Cumhuriyetin başındanberi işlene durmuştur.
Silâhlanmak, makineleşmek, muvasala yollarını kurmak, elbette en büyük çapta
ihtiyaçlarımız... Fakat madde çevresinde imarına çalıştığımız yurdu, ruh
çevresinde kimler için hazırladığımızı düşünecek olursak apışırız. İmar
dâvamızı muhitten merkeze ve merkezden muhite doğru, hem madde ve hem de ruh
çevresinde müsavi haklarla ele
alacaktık.
Devlet bütünümüzün, maarif cihazının iktisadî (faktör)e dayalı zaruretlerine
daha çok hak vermesi lâzımdı. Maarif çocuğu, babasından gündeliğini yıllarca
eksik almış; son yıllarda birdenbire artırılan gündelik de, keyfiyet dâvası
halledilmeksizin girişilen kemmiyet nümayişlerinin ne kadar aldatıcı olduğunu
ispattan başka bir işe yaramamıştır. Sırası gelince göstereceğim.
Demek ki, aslında bir kemmiyet işi olan bu mesele,bir keyfiyete bitişik
yürümedikçe yerinde saymaktan daha zararlı oluyor.
Üç numaralı meselemiz, yetiştiriciyi yetiştirme işi:
Çocuğun yetiştirme işiyle, onu yetiştirecek yetiştiriciyi yetiştirme işi,
içice girmiş bir düğüm... Çocuk yetiştirmeli ki, yetiştirici yetişsin;
yetiştirici yetiştirmeli ki, çocuk yetişsin.
Bugün elimizde 7 top yetiştirici, yâni muallim var: Memur ve zabit
mütekaitleri, ehliyet vesikası sahipleri, orta muallim mektebi mezunları, her
hangi bir mektep mezunları, (Üniversite) mezunları, yüksek muallim mektebi
mezunları, Avrupa (üniversite)leri mezunları...
Yetiştiricinin _, itiştirilme şartlarında sistem olmadığı, bu
üniformasızlıktan belli... Hakikatte yetiştiricilerin keyfiyetçe küçük,
kemmiyetçe büyük sınıfı orta muallim, kemmıyetçe küçük, keyfiyetçe büyük
sınıfı da, asıl olarak yüksek muallim mektebinden yetişmeli; miyara uymayanlar
gittikçe azlığı teşkil etmeli...
Nerede muallime aşılayacağımız kafanın mimarîsi? En lâzım, en çetin iş!..
Terbiye ve öğretme ilimleri bakımından, ahlâk ve mefkure rüşdü noktasından her
hangi orta malı bir (metod)a bile malik değiliz.
Yetiştiriciyi keyfiyet plânında yetiştirme işinin zirvesi, yüksek muallim
mektebi derdidir. Senin de bir zamanlar üç sene müddetle fasulye - pilâvını
yediğin bu mektep, (Üniversite) talebesinin otelinden başka bir şey değildir.
Fransadaki nümunesiyle (Bergson)u yetiştiren bu mektep, (Üniversite)deki
derslerden başka ve onlardan daha sıkı ölçülerle talebesinin ensesine binmeli
değil mi?
Halbuki talebe mektebin asla kıymet vermediği hafif derslerine devam etmiyor,
uykusu gelince mektebe uğruyor, uyanınca mektebi terkediyor. Kusur, hiç de
talebenin değil...
Yetiştiriciyi yetiştirme işi, memleketi yetiştirme bakımından, hem kemmiyeti,
hem de keyfiyeti üzerinde en sıkı düşünmemiz gereken müşahhas hedeftir.
Dört numaralı meselemiz, umumiyetle mektep kitapları:
Arada bir herkesin mal bulmuş mağribî gibi saldırdığı mektep kitabı
meselesi... Neymiş? Mektep kitaplarında şu bu yanlışlar varmış. Bütün bu
kitapları elekten geçirip yanlışlarını düzelttiğimizi farzedelim. Dâva
hallolunmuş, hattâ mektep kitabı meselesi kurtulmuş mu olur? Mektep kitabı,
bir bakıma bandrol lanmış, istife girmiş dünya hakikatlerini, muallim elinde
tefsir ve kıymet kazanacak kuru çerçeveler İçinde dağıtan vasıla...
Denizlerimizin derinliğini ve dağlarımızın yüksekliğini bile Avrupalı ölçüp
bize öğrettiğine göre o, en hâlis örnekleriyle Avrupada... Avrupalının, tetkik
edip bize Öğretmeğe lüzum görmediği Türk edebiyatı ve tarihi müstesna, mektep
kitaplarındaki ana muhtevayı, piyes (adapte) eder gibi, ustaca nakletmekten
başka ne iş kalıyor? Öyle mi? İşte arada bir çatanla çatılan arasında,
ikisinin birden korkunç anlayış suçunu tesbit eden nokta!.. Dâva, dünyanın her
tarafında ayniyet ifade eden hakikatleri benimseyip kendi usûllerimize göre
telif etmekte.,. Ve bu telif işinde, bütün bir hakikatler tablosundan
sindirilmiş, bir de bütün bir mizaç ve hassasiyetler havası kurmakla...
İşte davanın müşahhas çıkar yolları:
Asla işi kitapçı eline bırakmadan devletleştirmek... Her mevzuda büyük bir
müsabaka açıp üç beş eser kabul etmek.,. Müsabakada pedagocya usûllerini esas
tutmak... Lisan ve ıstılah meselesine hâkim olmak... Meselâ edebiyat
kitaplarında şu veya bu muharriri, şahıs kini yüzünden eserine almamak
suretiyle keyfî ilim yapanları ayıplamak... Ayrıca şahsî ve hususî terkip ve
tefsir istiyen edebiyat ve felsefe mevzuunda, Avrupalı muharrirlerden yüzdeyüz
hırsızlama eserler verip, sıkılmadan ve utanmadan kitap kapaklarına müellif
imzası halinde parmak izlerini basanları tokatlamak... Üç beş kitaptan birinin
tercihini muallimden beklemek... Bunları devlet hesabına gayet temiz ve kâfi
miktarda basmak... Zamanında yetiştirmek... Son derece ucuza maletmek...
İhtikâra meydan vermemek... Fakir talebeye göre hususî şartlar tatbik etmek...
Her 5 senede bir, zamanın tekâmüllerini araştırmak için müsabakayı
tazelemek...
Bütün ele geçmeden, ne kadar da basit olsa parça işe hâkim olunamıyacağına
mektep kitapları dâvamız şahittir.
Beş numaralı meselemiz de, ahlâk ve disiplin:
Mütekâmil İnsan tipi bir mütefekkiri, tuzun (klor)uyla (sodyum)u gibi iki
esaslı unsura ayırsak şunları görürüz: Dünya görüşü, ahlâk telâkkisi...
Cemiyet ki, çekirdeği insan; insan ki, çekirdeği ruhtur, bu iki unsurdan
ibaret... Bu unsurlardan yalnız bir tanesiyle ne cemiyet vardır, ne de
mütekâmil insan... Hele ikisinin birden mutlak eksikliği, yamyamlarda bile
tasavvur edilemez. Sadece insan olmak haysiyeti hiç değilse bir seziş, bir
insiyak halinde bu iki ihtiyacı tesbite kafi.
Şimdi birdenbire müşahhas tablomuza dönelim. İlk mektebin ilk sınırına girmek
için asgarî yaş olan 7 yaşiyle, yüksek tahsil çağındaki 20 - 25 yaş arasında
bulunan Türk çocuğuna bakınız! Bu çocuğun sırtındaki ahlâk baskısı, zayıflıya
zayıflıya sigara kâğıdı kadar incelmiştir. Bilgiç tek nazar, faciayı bir
hamlede çerçeveler.
Sigara boyundaki yumurcağın elâlem önünde iftiharla dudağına yerleştirdiği
sigaradan, bıyıkları terler terlemez cebinde taşıdığı sustalı çakıya kadar,
Türk çocuğunu saran ahlâk zaafı üzerinde benden vesika istemeyin! Bir milyon
tane sayarsın!
Tezatsiz bir fikir ve ahlâk bütünü İslâmî terbiye temeline dayalı Türk ailesi,
Tanzimattanberi, kaynağiyle alâkasını zayıflatan ve ona yeni bir kaynak temin
edemiyen yarım tesirler altında sarsılmış ve çocuğuna tahakküm kudretini
kaybetmiştir. Ahlâk mevzuunda, aileye göre mektebin, ve mektebe göre ailenin
tamamlıyacağı çocuk, şimdi iki cepheden de başı boş geziyor. Bir cemiyette
mekteple aile arasındaki ittifak bozulunca, işler dumandır.
Eğer gayemiz, eski aile tipini yenisiyle değiştirmekse, o zaman ahlâk borcunu
doğrudan doğruya (rejim) ve mektep yüklenecektir. Bu takdirde (rejim) ve
mektep, kafasında yekpare bir bütün halinde taşıyacağı ahlâk telâkkisinin
zehirden acı (disiplin)ini tatbikte saniye gecikmiyecektir. Heyhat ki,
cemiyetin köklerinde mevcut müsbet ahlâka bir türlü yol vermemek suçuna eş,
birer hak veya batıl hiçbir ahlâk telâkkisinde olmamak cinayeti' canım Türk
çocuklarını kazığa oturtmak günahı halinde, ilk mesuliyeti Maarif cihazında,
sonra bütün mekanizmada buluyor.
Evden, mektepten, sinemadan, gazeteden, şundan, bundan ayrı tesirler altında
kalan perişan Türk çocuğuna acıyalım!
Maarif cihazımıza düşen en acele borçlardan biri, bütün bu alâkaları hesap
edip mekteplere mahsus kocaman bir ahlak ve disiplin nizamnamesi vücuda
getirmek, muallimlerini bu nizamnamenin ruhu etrafında telkin ve terbiyeye
memur etmek, bu suretle ahlâk telâkkisini ölçüleştirmemiş olan Türk
İnkılâbının bu cephesini tamamlamıya ve düzeltmiye doğru ilk adımı atmaktı.
Nerede? Bunun için de maarif cihazımızın, Şark ve Garp mahsubu içinde bir
ahlâk telâkkisine varması şarttı. Nasıl?
Altı numaralı meselemiz, dil ve ıstılahtır:
1 - Her hangi bir lisanın içine, iştikakları ve sarf ve nahviyle nüfuz eden
bir başka dil o lisanı müstemlekeleş-tirir. (Eski, yakası açılmamış
Osmanlıca!)
2 - Uydurma dil, bizi saran ve bize takaddüm eden kâinatı yenisiyle
değiştirmeğe kalkmak kadar tabiat kanunlarına zıddır. (Yeni türkçe tecrübesi!)
3 - Kendi Öz kelimelerimizden başka, bizim iştikak ve sarf ve nahiv mayamız
İçinde tahammür etmek ve bizim hançeremizin damgasiyle mühürlenmek şartiyle
İçimizdeki yabancı kelimeler bizdendir. (Yarı yarıya sahibi olduğumuz, tam
sahibi olmak için kanunlaşmasını beklediğimiz, bugünün ve yarının türkçesi!)
Bütün kâinat, bütün mevcudiyetiyle bize dil aynası içinden aksettiğine göre,
kıymeti kâinata bedel bir varlığı temelleştirmemiş olmak, tek kelimeyle
namevcut olmaktır.
İlk işimiz, dil dâvasını bütün bir san'at ve ilim inceliğiyle kavramış bir
komisyonun, bence yukardaki Üç esas etrafında yapacağı büyük Türk lügatini
vücuda getirmektir. Öyle bir lügat ki, vatan haritası gibi, dışındaki tek
kelime Türkçe değil, içindeki her kelime Türkçe... Lügatin hayat ve vakıaya
uyması için ne kadar bilgiç ve titiz ölçüler gerektiğini tahmin edelim!
Bu işin peşinden, bir de sarf ve nahiv kanunlarımızı billûrlaştırmaya
ihtiyacımız var. Nerede Türk grameri? Türk gramerinin İnceliklerini, ancak
yabancı gramer esaslarını kafamızda tercüme ederek buluyoruz. Meselâ bugün bir
ecnebi mektepte Fransızca gramer okuyan bir Türk çocuğu, öğrendiği esasları öz
diline tatbik ederek, Türkçenin sarf ve nahiv çatısını kavrayabiliyor. Zira
bir müddettenberi, mekteplerimizden gramer dersleri kaldırılmıştır. Binanın
ayakta durma alışkanlığına güvenip, altındaki temeli kaldırmamıza benzeyen bu
müthiş kararı, derhâl biricik selim tedbirle önlemek, saniye gecikmeden
mekteplere gerçek sarf ve nahiv derslerini sokmak borçtur.
İstılah işiyse bir azametli dâvadır. Birer ilim mefhumu demek olan bütün dünya
ıstılahlarını, ne yapıp yapıp dilimize mal etmekten gayri çaremiz yok. Fakat
nasıl?
1 - Kanaatimce, lisanımıza girmiş Arapça ıstılahlardan büyük bir kısmını,
terkiplerini ve iştikaklarını bozmak ve hançeremize uydurmak şartiyle muhafaza
etmeliyiz.
2 - Dilimizde, ne Türkçe, ne Arapça, ne Farsça, hiç mukabili olmıyan Garp
ıstılahlarını, yine millî hançere delâleti altında aynen kabûllenmeliyiz.
Senin yaptığın gibi...
3 - Ana dilimiz hakikî Türkçeden ıstılah biçmeğe çalışmalıyız. Şu kadar ki,
bütün ıstılah manzumemizin mutlak ve sabit olması, biricik şekil arzetmesi
elzem...
"Her şeyden evvel kelâm vardı"
Diyen Ölçü, her şeyden sonra da kelâm bulunduğunu işaretlendiriyor. Başımız
veSonumuz dil... Bizse, dilimize kadar her şeyimizi kaybetme yolundayız.
Gelelim yedi numaralı meseleye! (Üniversite) meselesi:
Şimdiye kadar en aşağı üç (Üniversite)miz olmalıydı. Biri İstanbul, öbürü
Ankara, daha öbürü Şark Anadolusunda üç (Üniversite)... İçinde baştanbaşa Türk
(profesör)lerinin ilim yuğurduğu üç (Üniversite)... Kafaları milliyet ve
şahsiyet temeline dayalı Türk (profesörlerinin ilim yuğurduğu üç
(Üniversite)...
Halbuki bir (Üniversite)miz bile yok. Zira: (Üniversite) = (Profesör)...
Kandırmıyalım birbirimizi! İçi tıklım tıklım yabancı (profesörler)le
doldurulmuş biricik (Üniversite)mizin yalnız bu hali isbata yeter ki, Türk
hocası yetiştirilmemiş, yetişememiştir.
(Üniversite profesörü) tipini kahramanlaştırdığım sanılmasın! (Üniversite
profesörü) tipi, bir muhteşem ameledir. Kendisine ait olmıyan hakikatlere,
kendisine ait olmıyan usûller içinde tamamiyle ermiş ve erdirmek ehliyetini
kazanmış adam... (Üniversite profesörü)nün kendisine ait cephesi, bilgisi,
üslûbu ve (akademik) terkibinde... Bir amele ki, harcı, kafasında--bir duvar
ifadesiyle dürüst ve ilmî bir terkibe sokabilmiştir; Amele, fakat yetişmesi en
çetin şartlara bağlı bir amele...
Zira (Üniversite profesörü)nden, san'atkâr, filozof, âlim, kâşif gibi ibda
kahramanlarının yüksek bestekârlığını resmen isteyemesek de, çaldığı âlet
üstünde (virtüözlük) istemek hakkımızdır.
(Üniversite profesörü) ehliyetinde fertlerin yetişmesi, her hangi bîr maarif
cihazındaki verimin kemâl ifade etmeğe başlamasıdır. O halde bu cevheri temin
etmenin şartı bir değil, birçok... Bu şartları hiç değilse ben, kendi saydığım
kadar kabul etmeğe mecburum. Şartların başında "Avrupaya gönderilecek talebe"
meselesi var... Zira ben mutlak olarak inanmışım ki, Avrupadan getirilecek
yabancı (profesör)e ne Türk çocuğu teslim edilir, ne de o, Türk çocuğunu
yetiştirebilir. Bunları (yabancı profesör) ve (Avrupaya gönderilecek talebe)
fasıllarında konuşacağız.
(Üniversite)yi, millî ve şahsî ilim benliği sahibi Türk (profesör)leriyle
baştanbaşa doldurup işe girişebileceğimiz gün, her türlü kıymetin çorap söküğü
gibi birbirini takip edeceği (kültür) iklimi kurulmuş olur.
Sekiz numaralı mesele, (Politeknik):
Fransızların (Ecole superieure de Poloytechnique), Almanların (Techniche hoche
schule) diye isimlendirdiği (Yüksek Fenler Mektebi)ni bir asırdanberi hâlâ
kurmamış, kurmaya bile teşebbüs etmemiş olmamız, akıllara sığmaz gaflet!
Tatbik sahasındaki bütün müsbet bilgini yetiştirme ocakları. (Politeknik)
mihveri etrafında, şimdiye kadar iyi veya kötü memleketimizde kurulmuş
olmalıydı. Son (Teknik Üniversite) tecrübesini, maarif dâvamızın sonunda
kıymetlendireceğiz.
Dünyayı avucunda tutan Avrupa hâkimiyeti, müsbet bilgiler temeline dayalı;
Garp medeniyeti bütün üstünlüğünü müsbet bilgiler manzumesine borçlu...
Maddeye hâkimiyet, maddeyi bütün imkânları içinde istismar gibi, basit, fakat
herşeyi esir edici azametli bir basite dayanan Avrupa üstünlüğü, yalnız, bu
cephesinin elde edilmesiyle iflâsa sürüklenir; ruhî boyunduruk olmaktan
çıkarılırdı.
Garp üstünlüğüne dair yalnız bu teşhisi koyabilmek, koca bir intikal
dâvasının, (Zümrüdüanka) kuşu gibi bir türlü enselenemiyen hedefini ele
geçirmek, eksiği tamamlamaya doğru ilk adımı atmak demekti. Bunun için de Garp
müsbet bilgilerine tevarüs etmek, onu Dikilitaş halinde, yurdun göbek
noktasına mıhlamak lâzımdı.
Bu incelik Tanzimattanberi ne anlaşıldı, ne de tatbik mevzuu kabul edildi.
İncirimizden, fındığımızdan, tütünümüzden kazandığımız parayla, müsbet
bilgiler arasındaki bütün madde ihtiyaçlarımızı Avrupadan bekledik;
Avrupalılaşmayı (Savoir vivre - Muaşeret kaideleri) kitabı kadrosundan ileride
göremedik; şarklılığı bir aşağılık ukdesi halinde halka gibi burnumuzda
taşıdık; böylece bugüne kadar geldik. Bütün harblerini teknik cihazı sayesinde
kazanan, korkunç emperyalizmasıyla koca Asya ve Afrika'nın ensesinde boza
pişiren, yarı uyanık züppelerimize pisliğini bile misk gibi koklatan Avrupalı
da idraksizliğimizi dibine kadar istismar etti. Gözümüzde, lâzım tarafıyla bir
tetkik mevzuu olmak yerine, her tarafıyla bir hayranlık ve inkıyat hedefi
olarak (totem)leşti.
İşte, (politeknik), mihveri etrafında, bütün müsbet bilgiler manzumesinin
memlekete intikâl ettirilmesi ihtiyacını kuşatan kıymet hükmü... Bu kıymet
hükmünde ayrıca, memleketin, iktisadî, ziraî, ticarî, askerî, sıhhî, bütün baş
ihtiyaçlarını tekeffül edecek ana teşebbüs gizli... Makineleşmek, cihazlaşmak,
madde istiklâline sahip olmak dâvasında bir millet, (teknisyen)lerini
yetiştirecek ocağı kurmadan ne halt karıştırabilir?
(Politeknik) ocağını kurmak, (Üniversite) ocağını kurmaktan şu itibarla daha
kolaydır ki, yalnız fen sahasında, bellibaşlı bir zaman için, yabancı
(profesör)e tahammül edebilir-.
Memleketimizde (teknik) dünyasının büyük çapta yetiştirme ocağını kurmak ve
onu verimlendirmek. intikal işini madde plânında yüzde yüz zafere
ulaştırmaktır.
9 Numaralı meseleye geldik: Yabancı (profesör):
Evvelce de nice konuşmalarımızda söyledim, izah ettim, ispata çalıştım: İlim
ve san'atta yabancı mütehassıs, Avrupalı (profesör) kabul edilmez; (teknik)te
bir dereceye ve muayyen bir zamana kadar evet!.. Kendi kendimi tekrar etmeyi
sevmediğim için şimdi bunları yeni baştan gevelemiye kalkmıyacağım. Kafasında
zerre miktarı şahsî tefekkür hassası gezdiren, beni şimşek hıziyle kavrar,
tasdik eder.
Halbuki, doğuşları bakımından Garplı olan ilim ve san'atları bir tarafa
bırakalım; İstanbul Üniversitesinde, Arap dilini bile yabancı (profesör)lere
okutuyoruz. Gafletin bu rütbesi karşısında İnsan, öfkesinden dilini yutar,
felce uğrar. İstanbul Üniversitesinde Arapça metinlere memur Alman
profesörünün, malûm ve muhterem İsmail Saib Efendi'den ders alıp talebesine
ders verdiğini bilmeyen yoktur. Türkle Türk arasında bu ne harikulade tavassut
rolü!.. Kendi kendisinden gafletin bu derecesi, tımarhanelerde bile
görülmemiştir.
Sür'atle halis kan Türk (profesör)ler kadrosunu, elimizdeki bilinen ve
bilinmiyen mevcudiyle, ve o mevcudu boyuna arttıracak canlı tedbirlerle iş
başına çağırmalıyız. Saf ilim ve san'at planındaki Avrupalı (profesör)e,
kontratının son ayına ait maaş ve mübalâğalı bir teşekkürden başka ne borcumuz
var'?
Saf ilim ve san'at planındaki Avrupalı (profesörle, ana dili ve millî tefekkür
teknesi dışında ilim yuğurtmak, millî tefekkür dehasını en hassas yerinden
korleştirip ruhumuzu müstemlekeye çevirmektir.
10 numaralı meselemiz, Avrupaya gönderilecek talebe:
İşte hem (Üniversite), hem (Politeknik), hem yabancı (profesör) dâvalarımızın
kurtuluş (formül)ünü gizliyen mesele!... Avrupalıları mahremiyetimize sokup
bize ilim aşılamalarını istemektense, biz Avrupalıların mahremiyetine girip
kendimizi aşılatacağız; kendimizden olan bünyelerin kan değişikliğini, bize
uygun İstihaleler içinde yine kendimizden alacağız.
Zahir gözîyle birbirinden farksız gibi duran bu İki metod arasındaki fark,
anlıyanlarca esasidir.
Amma diyeceksiniz ki, bu işi yüz senedir yapmaktayız, Tanzimattan beri
Avrupaya adam göndermekteyiz; dönenler bize (Mulen Ruj) havalarından ve
(Gonokok) mikroplarından başka birşey getirmemekte. Evet, vaziyet aynen
böyle... Avrupaya yüz senedir adam gönderiyoruz; ve gidenleri geldikleri
dakikadan itibaren, pek az istisnalariyle büsbütün kaybetmiş bulunuyoruz.
Bu, gidenin değil, gönderenin kabahati; gidişteki manasızlığın değil,
gönderişteki sistemsizliğin neticesi...
Evvelâ herkesin can attığı Avrupada yaşamak gayesini, kaba bir zevk işi
olmaktan çıkarmak gerek... Kimse Avrupaya öğrenmek için gitmemiş, zevketmek
uğrunda öğrenmek angaryasına razı olduğu için gitmiştir. Bu işi Yunus
Emre'nin;
Zehirle pişmiş aşı yemeğe kim gelir?
Mısraında olduğu gibi, ulvî surette belalaştırabiliyor muyuz? Seyredin o
zaman, Avrupaya gideceklerden gelecek faydaları!.. İşi ulvî suretle
belâlaştırmak şöyle olur:
Avrupaya gideceklere, kurtarıcı rollerini aşılayacak bir mefkure, ahlâk ve
disiplin nefhetmek, onları istidatları bakımından bu müdir fikir etrafında
seçmek, başlarına bu kıratta müfettişler oturtmak, hareketlerini saniyesi
saniyesine murakabe etmek, muvaffak olanları muvaffakiyetleri nisbetinde
Türkiye'de bekliyecek şereflere karşılık, muvaffak olamıyanları aynı nisbette
şerefsizliklere uğratmak, icabında bir aziz prensibi muhafaza bakımından bin
kelleyi feda hiç tereddüt göstermemek... Ancak bu şartlar altındadır ki, 100
senedenberi Öğrenemediğimiz esrarlı (tango)yu, 10 senede söker geliriz.
Avrupanın ne olduğunu ve ondan ne istediğimizi, kendimizin ne olduğunu ve ne
olmak istediğimizi, ve bütün bunların nasıl meydana geleceğini burada
bilmeden, kavramadan, çerçevelemeden oraya adam göndermek saçmadır.
11 numaralı meselemiz de, san'at ve ilim hareketlerini koruma:
Maarif cihazı iş külçesinin en cevherli kısmını teşkil eden bu cephe, bizde
oldum olası husyesiz doğmuş çocuktaki gibi namevcuttur.
Evvelâ mevcut uzuvların fena işleyişini görmek ve göstermek var; sonra bu fena
işleyişi en gizli saiklerine kadar çerçevelemek ve şifaya kavuşturucu
tedbirleri sıralamak var; daha sonra büsbütün namevcut uzuvlara ait eksikliği
kaydetmek ve giderilmesi çarelerini bildirmek var. Mütekâmil vücut hakkında
peşin fikir sahibi olmadan bu vazife yerine getirilemez.
Klişeleşmiş basil hakikatlerin basil öğreticisi seviyesinden üstün, memleket
çapında ruh ve kalıp mimarı bir inkılâp maarif cihazı, ancak san'at ve ilim
hareketlerini doğurmak ve korumaktaki fârikasiyle belli olur. Tanzi-mattanberi
maarif cihazımıza düşen borçlardan başhcası bu değil miydi? Tanzimattanberi
maarif cihazımız, bu tecilsiz borcu üstüne bile almadı; sadece klişeleşmiş
basit hakikatlerin basit öğreticisi makamına hasret çekti.
Bana sorarsanız san'at ve ilim adamını, kendi öz tekevvünleri içinde serbest
bırakmak ve ruhuna müdahale etmemek şartiyle, iktisadî faktör ve içtimaî rol
bakımından devletleştirmek lâzım... Bu suretle san'at ve ilim adamı,
kendisinden resmen eser ve faaliyet isteyen, kendisini bunun için koruyan
cemiyet ve devlete karşı, verimini keyfiyet ve kemmiyet bakımından yükseltmeğe
mecbur kalacaktır.
Memleketin en ileri san'at ve ilim hareketlerini, içinde mayalaştıracak büyük
bir mecmua... Maarif cihazının resmî ve büyük (organ)ı... Merkezî mahiyetteki
bu (organ) etrafında öbür güzel san'atlara, amelî hayat bilgilerine mahsus
birkaç mecmua daha...
Resmî bir devlet tiyatrosu, büyük devlet sinema teşekkülü, birkaç büyük devlet
orkestrası, devamlı surette uzuvlaştırılmış (plâstik) san'atlar sergileri,
devamlı (galeriler, san'at kulüpleri, ve bütün bu faaliyetlerin merkezî mekân
hükmünü temsil etmek üzere Ankara ve İstanbul'da birer azametli san'at
sarayı... Saray, şimdiki şahsiyetsiz ve maskara (kübik) inşalara karşı yeni
Türk üslûbunun örneği olmalıdır.
Doğrudan doğruya millî Şark san'atlarının himayesi ve genişletilmesi üzerinde
derin bir şuur...
Edebiyat ve ilimden bağlıyarak her san'at şubesini kucaklamak şartiyle senenin
en büyük verimlerine ait birer mükâfat...
Tedricî bir tekevvünle Türk akademyası hazırlığı... Türk san'at ve ilim
verimlerine milletlerarası bir saha hazırlıyacak, hassas ve akıllı bir
propaganda bünyesi... Radyonun ruh ve kafa cephesinde gerçek maarif idaresi...
Geldik 12 numaralı mes'elemize... Halk terbiyesi:
Bu iş şubesi, "san'at ve ilim hareketlerini doğurma ve koruma" bahsiyle sıkı
sıkıya alâkalıdır. Nitekim geniş maarif çerçevesinde herşey, vasıtalı veya
vasıtasız, bu hedefe ve birbirlerine bağlı değil mi? Fakat hedeflerden her
birini, müşahhas, muayyen ve müstakil tatbik sahaları hâlinde ayrı ayrı
şuurlaştırmaya, uzuvlaştırmaya muhtacız.
Elimizde eski bir teşekkül var. Bu teşekkül, Cumhuriyetten evvel aynı gaye
etrafında kurulup Cumhuriyet içinde bir müddet sürüklendi. Sonra yeni bir
şekle istihale etti. Fakat bir türlü asıl kaynağına bağlanamadı: Türkocakları
- Halkevleri...
Bence Halkevlerini, ismi ve cismi, binası ve demirbaşı, hulâsa bütün
maddesiyle - ruhuyla demiyorum -bir umumî müdürlük teşkilâtı içinde Maarife
maletmek, devletleştirmek lâzım... Fakat, çok yerinde ve geniş ölçüde bir
madde ifade eden halkevlerini, mânâ sahasında zenginleştirmek, plân ve dâva
sahibi kılmak, cansız klişeciliklerden kurtarmak ve yepyeni bir ruhla
doldurmak şartiyle...
Her vilâyet ve kazadaki (kültür) dersleri muallimleri, doktorlar,
teknisyenler, münevverler, san'atkârlar, merkezce madde madde tesbit edilmiş
bir faaliyet plânının canlı icra hey'eti sıfatiyle Halkevlerine memur
edilmeli... Bu hey'et halkevlerini, devamlı konferans, musahabe, münakaşa,
gezinti, temsil, tatbik, sinema, konser ve daha bin toplantı şekli altında,
muaşeret kaidelerinden ev idaresine, yepyeni bir yetişme ve yetiştirme ocağı
hâline getirmeli...
(Folklor)un bütün şubeleriyle tatbik ve temsil sahası kazanacağı yer
Halkevleridir. Halkevlerini Maarife bağlayıp en geniş plânda millî (kültür)ün
müşterek hayatını yaşamaya davet eden birer çatı hâline getirmek, irfan
tarihimizde hakikî bir inkılâp olur.
İnkılâp, maarif cihazlarında halk terbiyesi, hattâ mektepleri aşan bir
ehemmiyetle ele alınacak mevzu...
Şimdi 13 numaralı mes'elemize dönelim; Dünya irfanını nakil işi:
En mühim bir iş şubesi olan bu mevzuda yalnız birkaç kelime söyliyeceğim. Zira
bu bahsi seninle daha evvel müstakil olarak konuşmuştuk.
Bütün Garp ve bütün Şark irfanının baş eserlerini (kültür) kökümüz olan
Osmanlicadaki baş eserlerle beraber, bugünkü dilimizin gümrük salonu önüne ve
bir hamlede yığmalıyız. İhtiyaçların ihtiyacı... Kurtuluş çarelerinden birini
çerçeveleyen bu işin Savarona yatından daha ucuza mal olacağını eski
konuşmamızda göstermiş ve buna karşı ne yapılmak istendiğini de bir iki çizgi
hâlinde belirtmiştik.
Zamanın meçhul neş'et ânındanberi, başka milletlerin ne eser verdiğini kendi
ana dilinin aynasında görmemiş olan millet, kıyamete kadar eser
veremiyecektir.
14 numaralı mes'elemizse Millî Kütüphane ve (Müze):
Adım başına cami, medrese, kütüphane dikmiş olan, İstanbul, Mısır ve Budin
fatihlerinin çocukları biz miyiz? Nerede millî kütüphanemiz? Avrupalının şu
Bibliotheque Nationale dediği ve her büyük merkezde vücudunu mutlak telâkki
ettiği nesne... Nerede?..
İstanbul'da bir Üniversite Kütüphanemiz, bir de Evkaf idaresinde şu bu
kütüphhane var. Ayrıca ufak tefek teşekküllerin ufak tefek kütüphaneleri...
Nerede Millî Kütüphânemiz?Devlet merkezimizde henüz açılabilmiş tek kütüphane
olmayışına ne diyelim?
Millî kütüphanemizi kurmak, büyük merkezlerde bunun birer şubesini açmak, ve
kendi öz köklerimizden, bütün dünya (kültür)üne kadar, basılmış, basılan ve
basılacak bütün kitapları buralara dağıtmak, lâzım, elzem, şart, zarurî,
muhakkak değil de ne?..
(Müze) işine gelince, bu hususta birçok zenginliğimiz olmakla beraber
organizmamız tamam değil... (Lâius) ianesiyle allâmelik satmak zevkinde
olmadığım için Avrupa'daki misallerini saymıyorum. Her sahada her (müze)yi,
maddî ve manevî sermayemiz nisbetinde vücuda getirmeliyiz.
Yüz yıldır millî kütüphanesini ve (müze)lerini kuramamış bir maarif cihazını,
pantalonu olmıyan bir adamın giyimden bahsetmesi kadar zavallı bulmaz mısınız?
Eh çocuğum; 14 mes'ele bitti, şimdi iş bunları toplamaya ve bugüne tatbik
etmeğe kaldı.
(1946)
VE İŞTE MAARİFİMİZ!
Şimdi son 7 - 8 yıllık, iş serlevhaları bakımından dolgun, kemiyet yönünden de
hamarat devrenin mânâsına nüfuz etmeğe çalışalım; bunun için de bu devreyi
elimizdeki 14 maarif mes'elesiyle karşılaştıralım, yüzleştirelim:
1 - Ana fikir - plân:
Yoktur. Ne Türk'ün dünü, bugünü ve yarını üzerinde bir muhasebe, ne de bütün
dünyada yeni insanın ıstıraplarını ve ihtiyaçlarını kuşatıcı bir yetiştirme
telâkkisine bağlı bir görüş ve anlayış mihrakı... Sadece, nereden gelip nereye
gittiği, nasıl başlayıp niçin olduğu üzerinde hiçbir tetahhus ve murakabe
çilesi çekmeksizin Batı maarif şekillerini alçıya daldırıp kabuk üstü dondurma
ve bunları sığ kemiyet plânında mümkün olduğu kadar çok gösterme gayreti;
hepsi bu kadar... Bu hâl "ana fikir, plân" rüşdünden alabildiğine uzaklaşmış
olmanın neticesidir. Bu teşhisin sıhhati, asıl bundan sonraki maddeler
cevaplandırılırken belli olacak...
2 - Okutmayı genişletme:
Ha, evet; bu sahada Hasan Ali devresinin zahirî büyük başarıları vardır. Zira
bu saha, okutma ve yetiştirme plânında ele köklü bir keyfiyet ölçüsü
geçirmedikçe, ne yapılsa, sadece vücutsuz kemiyet köpürtmelerine zemin olacağı
için, (bakan)ın hamle ve teşebbüslerindeki kıymet hükmünü, anlayanlarca pek
güzel ifadelendirmektedir. Muhtevası, programı, usûlü, gayesi, tarzı
bakımından evvelâ yalnız ve yalnız keyfiyet tezgâhında Örgüleştirilmesi
gereken bir dâvanın, tohum ve cevher esasını bir tarafa bırakıp bütün kuvveti
ağaca ve ormana vermek!., İşte son devrenin, aslında fevkalâde aziz ve
kıymetli ilk Öğretim seferberliğiyle (koy enstitüleri) hamlesini kuşatan
teşhis... Sebep, aç ve boynu bükük, bir köşede beklerken, tıkabasa neticeyi
beslemeğe çalışıyoruz.
3 - Yetiştiriciyi yetiştirme:
Tamamiyle keyfiyete ait olan bu dâva üzerinde tam bir alâkasızlık...
4 - Mektep kitapları:
Tamamiyle keyfiyete ait olan bu dâva üzerinde tam bir Ölçüsüzlük ve
bilgisizlik...
5 - Ahlâk ve disiplin:
Tamamiyle büyük dünya görüşüne ve devlet İdeolocyasına bağlı olan bu dâva
üzerinde tam bir çözülüş...
6 - Dil ve ıstılah:
(Kültür) buhranımızın en büyük rahne merkezi olan ve devir devir indifalar
kaydedip, devir devir sükûnetler bulduktan sonra yine indifaa başlayan ve bir
türlü tam ve gerçek bir tevsiyeye ulaştırılamayan bu yürekler acısı dâva
üzerinde tam bir zorakilik... Ve hâlâ resmî Türk lügat ve ansiklopedyasından
mahrumluk...
7 - (Üniversite):
Maddî ve manevî her cephesiyle ıstırap merkezi...
8 - (Politeknik):
Ha, evet; bu sahada da Hasan Ali devresinin bir başarısı var, (Teknik
üniversite)... Dünkü (Yüksek Mühendis Mektebinin kapısındaki yeni labeiâ...
Fakat bir uzviyet âleminden fışkıran labia gibi, bütün şubeleriyle hayatın
içinden gelen ve bütün şubeleriyle hayatın içine yayılan, Batı müsbet bilgiler
cihazının ruhlu ve şuurlu iklimi olmaya çok uzak... Tam mânâsiyle dıştan ve
satıhtan kolay bir (aplikasyon) işi..
9 - Yabancı (profesör):
Bütün dehşet ve haşmetiyle devam eden, boyuna ruhumuzu müstemlekeleştiren ve
kimseyi gocundurmayan (kaimi makam)lık...
10 - Avrupa'ya gönderilecek talebe:
Hâlâ ve hâlâ "gitsin, şu kadar tahsisat alsın, müfettişini kızdırmasın ve bir
diploma alıp gelsin..." telâkkisi...
11 - San'at ve ilim hareketlerini doğurma ve koruma:
Namevcut... Yalnız mektep sahasında birkaç Avrupalı hünerbaz elinde Türk
çocuklarının da (Toska) operasını veya (Amigon) piyesini çıkarabileceklerine
dair, tiyatrosuz,esersiz, seyircisiz, içtimaî zevk ve an'ane mihrakiyle
alâkasız, müeyyidesiz ve dayanaksız bir "gösteri"...
12 - Halk terbiyesi: Namevcut...
13 - Dünya irfanını nakil:
İşte Hasan Âli devresinin, büyük kemmiyet cümbüşçülüğü içinde göze en çok
batan hamlelerinden başlıcası karşısındayız! Batı ve Doğu kaynaklarının en
soylu (klâsik)lerinden işe başlayıp bugüne doğru bütün cihan (kültür)ünü
dilimize silkeleme hamlesi!.. Ve birkaç sene içinde yüzlerce eser... Ne
fevkalâdelik, değil mi? Elbette fevkalâdelik olurdu; eğer bu mevzuda yine bir
keyfiyet çilesi çekilebilmiş olsaydı... Bir tezhip işi gibi, ince ince,
"kıldan ince, kılıçtan keskince" göz ve kafa nuru isteyen; tercüme edilecek
her eserin sahibini hayâlde Türk olarak diriltip ona eserini yeni baştan ve
Türkçe olarak yazdıracak kadar harikalı bir istihale, nüfuz ve intikali
gerektiren bu dâvada, tek fırça çekişiyle dış mânâların yekûn hâlinde çeki
çeki tartılmasından ve ardiyelere yığılmasından başka bir marifete şahit
değiliz.
14 - (Müze) ve kütüphane:
Elmalûm...
NETİCE:
Tam bir asırlık maarif hastalığımızın son devrede büründüğü mânâ, bir gün
aklımız başımıza gelirse şu ve şu tarzlarda halle mecbur olduğumuz
mes'elelerden birçoğunun, aklımız başımıza gelmeden israfından ve ihyasını çok
daha çetinleştirici bir kemiyet plânına havalesinden ibaret...
(1946)
YABANCI MÜTEHASSIS
Tanrıkulu çayı pek sever. İnce belli, nokta nokta mavi ve kırmızı menevişli,
billur acem bardaklariyle çay İçmeyi pek sever Tanrıkulu... Gizli ufuklar
arkasında, gizli yangınlar haber veren yakut renkli iklimiyle çay.,. Tanrıkulu
sedirinin yanında, göğsü hırıl hırıl fıkırdayan semaverden bardağını
doldururken bana bir göz attı. Bardağına dökülen kaynar suyun buharı,
saçlarının içine saklanıyordu;
- Yabancı mütehassıs mı demiştin? Facia, evvelâ tâbirin kendisinde... Bu
tâbire, doğru veya eğri, bir şeyler olmuş, olabilmiş, bir bünye ahenk ve
muvazenesine ulaşmış hiçbir millette rastlanamaz. Bizzat tâbir, bir türlü
olmamış, olamamış, sadece yılmış ve apışmış milletlerin lügatinden... Eğer
sinekler arasında arılaşmak, solucanlar arasında yılanlaşmak, eşekler arasında
katırlaşmak diye birer dâva olsaydı, içlerinde, arıdan, yılandan ve katırdan,
birer yabancı mütehassıs bulunurdu.
Doldurduğu bardağı bana uzattı:
- Buyurun, sizin çayınız!
- Aman efendim; benim çayım, sizin sohbetiniz!
- Sohbetimizi renklendirelim!
- Çok teşekkür ederim!
- Avrupalının maddî ve mânevi bütün müstemlekeleştirme sırrı, kendi kadrosu
müstesna, bâzı mahkûm milletlere (Avrupalılaşmak) diye bir tâbir hediye
etmesinde... Büyük ve sonsuz hakikatin, eşya ve hâdiselere aksetmiş binbir
sırrını aramak yolunda, her millet başkalarına
ders verir. Fakat...
Tanrıkulu bir yudumda, elindeki bardağın yangınını dudakları arasında süzdü:
- Hiçbir hâkim, mahkûma hâkimlik dersi vermedi. Hakikatte, yabancı
mütehassısın verebileceği tek bir ders olabilirdi: "Yabancı mütehassıs isimli
hâdiseye, çareye, usûle inanmayınız! Herşeyden evvel ruhunuzdan bu yabancı
teselli ukdesini söküp atınız!" Fakat; fakat, bir zamanlar Cennete arsa
satmaktan, şimdi ampul içinde ışık satmaya kadar her işin nefsanî ticaretini
bilen o yabancı mütehassıs, hiç bu dersi verir mi? Verecek olsa, hemen ruhunu
ve tâbiiyetini değiştirmiş, halis millî kahraman ve mütehassısa dönmüş olur!
-Ne kadar doğru!
- Bu doğrunun Ötesi ve etrafı var... İlimde, saf ilimde yabancı mütehassıs,
mutlak kaydiyle olmaz; fende, bâzı şartlar altında, belki... İlimle fen
arasındaki farkı hâlâ kavramamış olduğumuzu söylersem ne dersin?.. Garplı
idrâkle ilim, mücerret bir arayış manzumesidir. Fen ise, bu arayış içinde
kanunlaşmış, sınırları çizilmiş, tatbik mevzuu olmuş bilgi çerçeveleri...
Etrafı çitli her ilim hamlesi bir fen, çitini zorlıyan her fen hareketi bir
ilimdir, Fen daima (Afakî - objektif) ve hudutlu, ilim (Enfusî - sübjektif) ve
hudutsuzdur. İlim, millî tefekkür benliğinin, millî ruh kıvamının, içinde
mayalaştığı tekne... Bu teknede, aynı ruh köküne bağlı olmıyan yabancı
hamurdur; bir silindir şapka, bir baston, bir de çantadan ibaret ruh ve kaseli
gizli hüviyet, çalıştırılamaz. Çünkü özüne mensup olmadığı mayayı bozar, millî
görüş dehâsını köreltir. Arının şahsiyeti baldaysa, milletlerinki de
yoğurdukları ilimlerde... Nitekim (cebir) Arap; ve (hendese) Yunanlıdır. Bu
iki ilmin de beşeri mahiyeti, onlarda Arapla eski Yunanlıyı hulâsa eden millî
damgaya dokunabilmiş midir? Bir Fransız (üniversite)sinde İngiliz edebiyat
tarihini bir Fransız okutur. Bu işi ondan daha iyi bilen İngiliz mi yok?..
Sürüsüne bereket... Fakat Fransıza, İngiliz edebiyatını Fransız göziyle
görecek ve gösterecek ilim adamı lâzımdır.
- Aman ne doğru, ne doğru!
- Hakikat bir; fakat her fert için kendi hakikatinden daha aziz ne var?..
Milletler için de aynı şey... Kuru zanaat ve basit teknika çerçevesi bir
tarafa, hele saf ilim ve san'at plânına yabancı mütehassıs dikmek, kısır bir
kocanın, yatağına mütehassıs erkek, bir milletin kendisine mütehassıs
inkılâpçı ısmarlamasından farksız... Bir Amerikan radyosiyle İngiliz radyosu
arasındaki farka bakan, basit bir makine üzerinde bile bu iki milletin mizaç
ve görüş hususiyetlerini ayırt eder. İngiliz çakısı ve İsviçre saati, o
maddeleri meydana getiren fen şartları üstünde, ne kadar İngiliz ve
İsviçrelidir!.. Demek ki, kupkuru fen sahasında bile, insanın yabancılardan
öğreneceğini, incecik sınırlarla çeviren ruhî hadler var. Bu bakımdan, yabancı
mütehassısın öğrettikleri, akıl ve teknika ölçüsiyle doğru ve şifalı olsa da,
ruh ve san'at ölçüsiyle yanlış ve zehirlidir.
- Sözleriniz, dâvayı kökünden kesip kökünden temelleştirecek kadar gerçek...
Fakat şöyle bir itiraza ne cevap verebiliriz: "Peki, anladık, yabancı
mütehassısa paydos! Fakat insanî terakki yolunun hakikatlerini devşirmek ve öz
şahsiyetimiz içinde pişirip geliştirmek için ne yapalım?"
- Öyleyse çare, ha?.. Çare de, hakikat gibi tek: Garp ve Garplı hâdisesini,
kendimize ait olgun bir şahsiyet hâkimliği menşurundan süzeceğiz; onu kendi
vasıtacı rehberlerimizin ruhunda iyi ve kötü taraflariyle tahlil ve terkip
edeceğiz; onu kendi vasıtacı rehberlerimizin ruh midelerinde öğütüp, memlekete
bu ruhu tatbik edeceğiz; anladın mı çareyi? Avrupalıdan, mevcut erginlikleri
kaç taneyse çalınır, mukaddes bir hırsızlık olarak çalınır; bacadan maske ile
girilip çalınır!.. "Hakikat, mü'minin kaybolmuş malıdır, nerede bulsa alır!"
düsturundaki gerçek hak yolundan devşirilir. Oraya gidilir; şu bir asırdır boş
gidip bomboş döndüğümüz yere, Avrupa'ya gidilir. Fakat yılmış ve apışmış
hayranlar zümresi hâlinde değil, aklı ve ruhu yerinde seçkin şahsiyetler
kadrosu hâlinde gidilir; herşey yerinde keşf ve müşahede altına alınır;
herşeyin muhasebe ve murakabesi yapılır, çilesi çekilir, sırları bulunur; ve
nihayet o sırları kendi ruh potalarında, bizim ruh potamızda eritmiş millî
kahramanlar elinden hakikat devşirilir. Nasıl; çare bu mu?..
- Tam çare!!!
- Bir yenileşme ve gerçekleşme Maarifi, (Yabancı Mütehassıs) sırrını
kavrıyamadıkça, ne yapsa, hastanın yüzüne pudra ve allık sürmüş olmak
tedbirinin hazin akametini aşamaz.
Tanrıkulu sustu. Semaver fıkırdıyor... Semaverde fıkırdıyan, sanki su değil,
fikir...
(1945)
**MİLLÎ HANÇERE
Bir zamanlar, yâni alâkayla harp haberlerini dinlediğim demler, Kudüs
radyosunun Türkçe konuşmasına dikkât etmiştim. Bu radyonun sağlam şiveli ve
dürüst ahenkli konuşucusu, (Japon) kelimesini (Capon) diye telâffuz ediyordu
Bu telâffuz şekli tam mânâsiyle Türktü.
Evet, bizde (J) harfi, (J) sesi yoktur. Mutlak ve kat'î olarak yok... Bu ses
Türkçeye, Farsça ve Fransızca-dan girmedir.
Tanzimattan evvelki ve sonraki satıh münevverlerimizde, bir dilin, kendi
hançere dehâsında mevcut olmayan sesi kabul etmiyeceği şuuru bulunmadığı için,
onlar farsça ve fransızcadan bu iki yabancı sesi dilimize çekmekte mahzur
görmemişlerdir.
Dilimize bir şahsiyet ve asliyet Ölçüsiyle baktığımız zaman (J) sesini,
sarışın civcivler arasında simsiyah bir karga yavrusuna benzetebiliriz. Ana
tavuğun bu sahte yavruyu besliyemiyeceği pek tabiî... Farsçadan dilimize girip
de yalnız saray münevverleri ikliminde yaşıyabilen (J) sesi, hele fransızcadan
dilimize girmiş olduğu şekillerle hiç de tutmamıştır.
178
Halk (Reji)yc (ıeci>. (jandanna)ya (candanna). (Ja-ponla (capon) der.
Türk iktisadî hayatında Avrupalıya esaretin bir remzi olan ve Anadolunun
mahrem ruh derisine ve iç hayatına kadar nüfuz etmiş bulıınan bir müessesenin
ismini bu türlü telâffuz, Türk hançeresinin kendi öz dehâsına karşı gösterdiği
alâkadan en parlak delil...
Jale, müjde, Nijad gibi kelimelerle de Anadolu asla alâkalanmamış,
alâkalandığını da (C) sesine kaydırarak bağrına basmıştır.
İşte, (Psikoloji, sosyoloji, ideoloji, trajedi) gibi ıstılahları, senin,
pisikolocya, sosyolocya, ideolocya, traced-ya tarzında türkçeleştirmeye
çalışmandaki sır...
Bize aid olmayan ve sarışın civcivler arasında simsiyah bir karga yavrusu gibi
dolaşan bu sesi geldiği yere İade etmek ve yabancılığını şuurlaştırmak, dil
dâvamızın, ya hudutsuz ileriye, ya hudutsuz geriye doğru yalpalıyan
kıvamsızlığı içinde başlıbaşına bir ölçü zevki doğurabilir.
Bir müşahede daha:
Bir gün, fransızca (İmaj) mecmuasını Kadıköy vapurunda (İmac) diye satan ve bu
yüzden dilinin bozuklu-ğiyle alay edilen bir çocuğun, millî hançereyi
bilmeksizin en doğru şekilde canlandırdığına şahid olmuştum. O gün bir daha
düşünmüştüm ki, halis türkçede (J) sesi yoktur; ve bâzı yabancı kelimeleri
ezip kırarak, millî hançereye uydurarak lisana mal etmek, o kelimeleri sadece
Türkçe-leştirmiye, Türkleştirmeye, kazanmaya yol açar. Bu hikmeti kavramadan,
aid olduğu lisana nisbetle yanlış, fakat bize nisbetle çok doğru telâffuz
şekilleriyle alay etmek, olsa olsa cahillik ve ahmaklık olur.
Bâzıları, türkçede (J) sesi olduğunu, yabancı kelimeleri ezip kırarak
değiştirmek salâhiyetinin de kimsede
179
bulunmadığını iddiaya kadar varıyor.
Evvelâ Türkçede (J) sesi yok; sal' ve millî haııçere-mizde bu sese ait hiç bir
iz, hiçbir yiv yoktur. Farsçadan (J) sesile dilimize girenlerden başka (Reji,
jandarma, Japon, panjur, bonjur, jilet, jile. abajur, ajur) gibi fransızca
kelimelere gelince, halkın bunları (reci, candarma, Ca-pon), hattâ (pancor,
boncur, cilet, acur) yapmış, gerisini de hiç ağzına almamış olduğunu bir an
evvel belirtmiştim.
Şu kısa misal zinciri göstermiye yeter ki, millî han-çeremizde (J) sesine
tahammül yok; ancak bu sesin (C) sesile çehre değiştirmesinden sonra Türk
tabiiyetine girmesine cevaz vardır.
Hâl böyle olunca, Fransızcayı ana dili gibi konuşan bir Türk münevverinin, hem
de gerçek bir münevverin, (reji)ye (reci), (jandarma)ya (candarma), (Japon)a
(Ca-pon) demesi, zengin ve cömerd bir şuurla dilini halkın diline bağlaması,
onun cehli değil, üstün ilmi olur. Öyle bir ilim ki, bütün bir dünya görüşüne
ve şahsiyet hummasına bağlı olmak şuur ve faziletine bağlıdır.
Aynı familyaya ve medeniyet mihrakına mensup diller arasında bütün fark,
sadece kanunlaşmış birer hançere hususiyet ve dehâsından başka bir şey
değildir. Hançere dehâsı zayıf milletlerde, herşey zaaftadır.
(1946)
180
ABİDE
Söyleyen-O, hürmetler içinde dinleyen ben: - İnkılâp âbidesi olarak heykel
seçildi. Bir (oldu bitti) işi... Heykelin mahiyeti üzerinde düşünülmüş,
güzellik telâkkimize uyup uymadığı muhakeme edilmiş, şartlariyle şartlarımız
arasında tenasüp aranmış değildir. "Madem ki Garp Ulaşıyoruz, orada da heykel
var, niçin bizde de olmasın?.." Her nokta gibi bunda da olanca nefs
muhasebemiz bu kadarcık... İnkılâpların müşterek kanunu, şu olmak lâzım:
"İnkılâbın madde halinde ilk ve son âbidesi, kaskatı gövdesiyle vatan
bütünüdür! Hele bizimki gibi, toprağiyle, köyüyle, şehiriyle, harap ve noksan
bir madde sahibi memlekette, heykel, çini çıplak bir vücutta ipek
boyunbağıdır. Boyunbağı nasıl giyimin son zarafet hülâsası ise, heykel de
ancak giydirilmiş bir madde âleminin nihaî ifade vasıtası...
Bir ân sükût... Söyleyen o, hayretler içinde dinleyen ben:
- Gözünün önüne getir: Bir kasaba... İçinden bulanık bir su geçiyor... Ayakta
durabilmek için üst üste abanmış kerpiçten evler... Arnavut kaldırımı tek
cadde... Caddede, müselles deliklerden akan çirkef; kemikleri in-
181
ce bir deri yaldıziyle örtülü beş on sığır, topal ve kulaksız çomarlar, bir
iki sümüklü çocuk ve bir heykel... Bu levhadaki hasta edici tezadı görmemek
mümkün mü? Bu kadro içinde herhangi bir hamlenin abideleşme ihtirası, maddeyi
tedricen canlandırmak, beslemek ve yetiştirmekten başka ne olabilir? Hiç bir
inkılâp, intişar sahasındaki büyük ve geniş maddeyi abideleştirmeden kendisine
âbide kuramaz!
Bir ân sükût... Söyleyen o, haşyetler içinde dinleyen ben:
- Sonra başka bir mesele... Heykeli kimin yapacağı meselesi!.. Heykeli millî
san'atkâr yapar. Eğer bunu yapabilecek millî san'atkârımız yoksa, heykel de
yok demektir. Bir inkılâbın en mahrem fikir v- heyecan ifadesi ulan heykelini
yapmak İçin Avrupadan mütehassıs getirtmek, evvelce de bir kere söylediğim
gibi, bizzat inkılâbı yapmak için mütehassıs getirtmeğe müsavidir.
Bir ân sükût.,. Söyleyen o, dehşetler içinde dinleyen ben:
- Gelelim bu yabancı san'atkârların diktikleri hey-kellerdeki fikir
ifadesine!.. Bu ifade, (alâminüt) vesika fotoğrafı seviyesindedir. Bir
âbidede, taşa, her şeyden evvel fikir kazıyabilmek lâzım... Yabancı sanatkâr,
taşa fikir kazımayı bilse de, ruhunu tanımadığı hâdiseyi heykel-leştirirken,
onu fikirsiz bırakmış, inkılâp rehberinin başka başka (poz)Iar ve kılıklarda
üstünkörü kalıbını çıkartmaktan başka bir eda bulamamıştır. Her yerde, her
köşede, her bucakta, âdi bir benzerlikle vesika fotoğrafı teşhir edilen tek
şahsın basit bir tenevvu içinde ifadesi... Asker o, sivil o. atta o, ayakta o,
kalpaklı o, şapkalı o; o, o, o, ve hep ayni çehreyle... İşte dikilen
heykellerde biricik fikir ifadesi!.. Halbuki âbide, bir hareket rehberinin
üstünkörü 482
bir benzerlikle vesika fotoğrafım çıkartmak değil: o hareketi, şahıs resmî
gerisinde ve ilerisinde tefsir etmek işidir. Bir ân sükût.,. Söyleyen o,
ibretler içinde dinleyen ben:
- Dikilen heykellerde san at kıymeti de sıfır... Bunu keskin bir bedahet
halinde duymak için, ortaya bir selim zevk sahibinin, Avrupada, hattâ
Balkanlarda bir kaç ay dolaşması yeter. İçinde (vatan) kelimesinden başka
nesne bulunmayan bir manzumede san'at kıymeti neyse, hazırlop ve boyacı küpü
hesabı bir çehre tekrarından gayri marifeti olmayan bu heykellerde de ayni
şey.,. Bu hususta kendi fikrimi bir tarafa bırakayım da, sana, bir Avrupalı
muharririn görüşünü bildireyim. Fikirlerini mizana vurmadan kabul ettiğimiz
Avrupalıların bir mahurriri, (An-tonyo Anyante) adında bir İtalyan, (Mustafa
Kemâl) isimli eserinin 140 - 141'inci sayfasında diyor ki: "Türklerin bir kaç
Avrupalı heykeltrışa yaptırdıkları eserler, san'at kıymeti bakımından birer
faciadır. Zaten bu heykeltıraşlar, hakikî san'atkârlar değil, her tarafta ayni
işi yapan san'at bezirganları.. Yarının Türkleri bu eserlere karşı harekete
geçeceklerdir!
- Bir ân sükût... Söyleyen o, dehşetler içinde dinleyen ben:
İşin umumî plânda en acıklı tarafı, bu heykellere harcanan paradır. Heykel
piyasası üzerinde devletle halkın bilgisizliği, her hangi bir aksülâmele
meydan vermi-yecek, emin bir istismar vesilesi telâkki edilmiş; böylece millî
bir hürmet ve Haysiyet temsil etmesi istenen bir iş-de, karakolda hırsızlık
yaparcasına, en çirkin nefsaniyet-ler hırslarını tatmine yol aramışlardır.
Çeyrek asırlık mazisi olan meşhur (komisyoncu) tipi, âbide dâvasının da
merkezinde oturmaktadır. Yine Garplılar, bu insanları,
183
(mukaddesat tüccarları) diye isimlendirir. Heykele sari edilen para,
milyonları aşkındır. Bu para, edebiyatiyle, ti-yatrosiyle, resmiyle,
musikisiyle, mimarisiyle, tezyini san'atlariyle, Türk güzel san'atlarına
sarfedilseydi ne olmazdı? Maddî ve manevî inkılâp âbidelerinde en büyük yasak,
millî hürmet ve haysiyet duygularını istismardan korumak değil midir?
Bir ân sükût... Söyleyen o, nefretler içinde dinleyen ben:
- Biraz da rakamları konuşturalım! Memleketin en salahiyetli müessesesindeki
mimarlar heyetinden şu bilgiyi edinebilirsin: Bundan 7 - 8 yıl evvelki para
değerine göre, yüz bin liralık bir âbidenin gerektirdiği bütün masraf, en ince
teferruatına kadar hesaplanmış olarak, nihayet otuz beş bin lira..! Demek ki,
geriye kalan altmışbeş bin lira, fikir, güya fikir, gölge fikir ve sahte
hamiyyet bedeli... Bir heykeltıraşın tek eseriyle kazandığı veya kazanacağı
parayı toparlamak için. en iyi romancı veya piyes muharriri 250, en iyi şair
1000 cilt eser vermeğe mecburdur.
Bir ân sükût... Söyleyen o, kasvetler içinde dinleyen ben:
- Netice şudur ki, inkılâp âbidesi olarak heykel, yaptırılmaması icabederken
yaptırıldı: Türke verileceği yerde Avrupalıya verildi; fikir resmedeceğine
vesika fotoğrafı çekti; hiç bir san'at kıymetine ulaşamadı; üstelik korkunç
bir menfaat istismarına yol açtı. İşte sana, inkılâp âbideleri üstünde, düne,
bugüne ve yarına ait bütün ölçüleriyle iş teşhisi!..
Sükût... Susan o, hayretler içinde düşünen ben...
(1945)
184
İSTANBUL
Ben İstanbul'un kara sevdalısryım. Sevmek, ne kolay lâf, bu böyle!.. - Filân
şeyi sevmiyorum, falan şeyi sevmiyorum! Diye, en ucuz, keyfi ve insiyakı
hükümlerimizi, çok defa bu lâfla ortaya atarız. Halbuki bana sorarsanız, sevgi
kadar basit ve girift, alelade ve harikulade, hiç ve her şey, hesabım
vermediğimiz ve vermeğe mecbur olduğumuz nesne yok bu dünyada...
Ben İstanbul'un kara sevdalısıyım... Ve sevmek fiilinin, alelâdelik içinde
harikuladeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde
canlandırabi-leceğine inanıyorum.
İstanbul bence, sevmek fiilinin en müşahhas hedefi olan bir kadın hayâlinde
heykelleştirilebilir. İstanbul benim gözümde, bir lâhzacık dişiye nisbetle
sınırım sonsuz bir ân içinde teksif eden ve asla tükenmeksizin hayatımıza
hükmeden devamlı kadındır.
Bu kadının sonsuz maddesi ve ruhu, hayatı ve macerası, edası ve meşrebi,
bizzat kadında bile rastlanamı-yacak bir erginlik ifadesiyle, benim karşıma
bir şehir hüviyetinde çıkıyor: İstanbul...
185
İstanbul'u o bulunmaz k;ıdııı olarak hayâl etliğim zaman şunları görüyorum;
Harikalar harikası bir madde fevkalâdcliğiyle za-'man mefhumunu yenen, asla
ihtiyarlamayan ve rekabet kabul etmeyen; bin bir gece masallarının ruhuna
aşina bir visal irfanı içinden gelen, eteklerinde £n zengin tarih ve hatıra
nakışlarını taşıyan ve kâinata en olgun eda içinden bakan ve nihayet her
zamanki mahrumiyetleri, her zamanki mazhariyetleri kadar güzel, ihtişamlı ve
acıklı duran asîl varlık...
İstanbul'u, elimizde mevcut bomboş hû labiat plânı üzerinde ve bir faraziye
halinde tasavvur edince hemen sezeriz ki, mazrûfiyle rekabet halindeki bu
harikulade tabiat zarfı, içine alacağı şehirden en keskin şahsiyeti iste-,
mektedir. İstanbul'un tabiat zeminine, zaman ve mekan şartlarına göre,
İstanbul şehrini yakıştırabilmek en çetin dâva,..
Demek ki, tabiat halindeki İstanbul, şehir halindeki İstanbul'u, zaman ve
mekân şartlarına göre, en keskin şahsiyete davet ediyor.
Bu İnceliği mutlak bir kanun halinde şuurlaştırmak lüzumuna inanıyorum.
İstanbul'u, soylu tarihinin içinde bu zaviyeden ölçüye vuracak olursak, onun
iki bahtiyarlık, bir de bedbahtlık çığırından ibaret üç büyük devre ifade
etı..lUr.j; ayrıca yeni bir devrenin eşiğinde çile çekmekte olduğunu görürüz.
1 - (Bizans) devresi.
2 - Osmanlılığın haşmet devresi.
3 - Tanzimat ve meşrutiyet devresi.
4 - Cumhuriyet devresi.
Baştaki iki devreyi, İstanbul'un iki bahtiyarlık çığı-186
rı dîye isimlendirdik. Bu iki devreye kuş bakışı ve terkibi bir göz attığımız
zaman hemen takdir ederiz ki, o devrelerin iki İstanbul'u ve İki İstanbullusu
kendi zaman ve mekânını şahsiyet ve hakimiyetle doldurmayı bilmiştir.*
Dünyanın dört bucağından sökün eden hırs ve istilâ kasırgalarına karşı,
Yedikule'den Halic'e. Haliç'ten Saraybumuna ve Sarayburnu'ndan Marmara
kıyılarına kadar çektiği harikulade bir hisar çerçevesi içinde ve göbek sahada
oturan (Bizans), kendi zaman ve mekânının şahsiyet ve hâkimiyet âbidesi oldu.
Bu hakikati, surları Ören bir (Bizans) tuğlasından, bir kilise kubbesinden,
yarı beline kadar toprağa batmış bir Bizans evinin taş cumbasından, bir
kemerden, bir sütundan, bir (mozaik) parçasından öğrenebiliriz.
İstanbul'un İkinci ve mükemmel şahsiyet devresi de, Topkapı sarayına bitişik
Mecidiye köşkü yapılıncaya kadar Osmanlılık çığırıdır. Süleymaniye'nin
kubbesinden herhangi bir çeşmenin lülesine kadar avaz avaz şahadet ettiği bu
kemâl devresinin arkasından, birdenbire, bin senelik an'aneden gelen
hanımefendinin, nefsinde halayığına hizmetçilik etmek liyakatini bile
kaybetmesi şeklinde yaman bin tereddî başlar. Bu tereddinin göz plânında en
müşahhas delili, tuğla tuğla bütün bir tarih ve haşmeti ör-güleştiren Topkapı
sarayına yapışık Mecidiye köşküdür. Kimse bu vakte kadar iki mimari arasındaki
korkunç tezadı ve müthiş ifadeyi görememiş ve gösterememiştir. Asîl Topkapı
sarayına bitişik rezil Mecidiye köşkü, inhitat tarihimizin İstanbul ve şehir
kadrosunda en parlak tezahürüdür. Kısır üstü Avrupalılaşma felâketinin ilk
eseri olan Mecidiye köşkü, suratındaki (Barok) ve (Rokoko) süslerle, şımarık
bir halayık halinde, (Devlet-i aliye-i Os-maniye)nin hanımefendisini esir
etmiştir. Ve ondan sonra
187
mahut Dohnabahçe, Beylerbeyi sarayları, şu, bu, daima ve her köşede (Barok) ve
(Rokoko) 19'uncu asır (Frufru) Paris dantelâları, iğrenç tavırlı Osmanlı
Bankası müsveddeleri, sütbeyaz güvercinlerin ikliminde dumanlı ve puslu
havalara mahsus (Gotik) Haydarpaşa garı, yenmez ve yutulmaz bulamaç.,. Arada,
(Düyun-u umumiye) binasının reisliği altında operet kılıklı $arkkârı çatı
tecrübeleri... Ve derken Cumhuriyet ve derken basma kalıp kâğıt helvası
binaları...
Ah İstanbul, ah İstanbul! İnsan hiç bir fikir imal etmese de yalnız senin o
canım yüzüne baksa, şu ismine bir asırdır inkılâp dediğimiz nesnelerin
içyüzünü ve hakikatini bir eşya dersi halinde ne güzel öğrenir.
(1946)
188
MARAŞ
Tanrıkulu bana dedi ki:
- Sen Maraşhymışsın, öyle mi?
- Evet efendim; ben kökte Maraşhyım ama, İstanbul'da doğdum, hattâ babam da
İstanbullu...
- Dur, sana şu Maraş'tan lâf açayım! Millî Mücadele yıllarında, Maraş'ın
içyüzüyle mahrem kalan cihadından...
Vatan mevzuları etrafında ve beylik toplantılarda âdet, eski vakaları, her yıl
dönümü yeni cümlelerin kalıplarına dökmek, bu suretle aynı maddeyi her sene,
başka başka ambalajlar içinde takdim etmektir. Bu akamet, ya hatibin,
hâdiselerdeki düğümleri çözemeyişinden, yahut hâdiselerde, çözülecek düğüm
olmayışından doğar. Hedefimize aykırı duran bu dikkati, Maraş hârikasının ana
farikası uyandırıyor. Maraş hârikası, o kaynaşma çerçevesi-dir ki, ne
tefsircinin görüş kudreti o çerçeveye, onda mevcut olmayan bir ışık
püskürtebilir, ne de aczi, mevcut ışıkları karartmaya kadar gider.
Üzerine aksedecek güçlü ve soylu fikirden müstağni; ve bücür, orta malı
klişelerden korkusuz, yâni zatiyle mükemmel ve kendi kendisine kâfi hâdiseler,
insanlık ta-
189
cininde ancak bir kaç ianedir. Tecellileri için bir ba.şkii unsurla izdivaç
kaygısından uzak yalayan bu vatan cevheri, cüz'ülerden hangisine daha fazla
borçlu olduğu bilinmeyen ve asla aranmayan muğdil bir terkiptir. Böyledir ama,
yeryüzünde Öyle mahkûmiyet saatları çalar ki bu terkibi bir an içten dağıtır.
Vatan bütününün mihrakında tecelli etmesi beklenen irade ve hareket bir ân
için göze görünmez. Bu an, büyük sarsıntılarda birdenbire gözden siliniveren
kül tarafından, cüz'ülerden her birinin sanki imtihana çekildiği ândır.
Halkın, ana baba günü tabiriyle ifade ettiği böyle ânlarda, millî kahraman
vasfını giydirdiğimiz nadir yaratılışlardan biri çıkıp vatan bütününü yerli
yerine koyuncaya kadar her memleket parçası ve her fert hiç bir semt ve
kaynaktan imdat beklemeden, yalnız kendi nefsinde bulduğu vasıtalarla İleriye
atılmaya, kendisini tek başına ve kendisinden ibaret bilmeğe mahkûmdur. En
ulvî ve en yüksek savaşın saatini kuran böyle ânlarda kül, hakkını daima cüz'e
ve cemiyet ferde vermiştir.
İşte, dokuz parmağı mefluç bir çift elin bütün yükünü çekmiş, bütün gücünü
göstermiş, bir parmak gibi, kaderinde böyle bir ânı şerefle savmak yazılı bir
memleket parçası, birgün öbür kardeşleri sırasında tabiî iş kısmetini bulduğu
ve onlardan farksız göründüğü zaman, öbür parmaklara düşen borç, kardeşlerine
herhangi bir imtiyaz vermek değil, sadece onun tam ve sağlam bir cüz olmak
haysiyetine, hârika çapında bir fiille can verdiğini bilmek ve tanımaktır, Bir
çift el manzarasında gördüğümüz büyük Türk vatanı, bu mü>tesna parmaklardan
bir kaçını tecrübe etti..,
Fakat hiç bir üstünlük duygusuna kapılmadan, yalnız çarpıcı hakikatler önünde
kekemeliği yersiz bularak 190
soy 1 iyeliııt ki, bu parmaklar arasında, başparmak Maraş-tır.
Maraş, biraz evvel neticelerini anlattığımız felâket saatinin çanlarını,
birdenbire bütün vatana bir ilân mahiyetinde, kendi kalesine asılmış
sallanıyor, gördü.
Bu çanların arkasında, dünyanın en büyük ordularından birinin taşıdığı yabancı
bir bayrak dalgalanıyordu.
Maraş, aynı felâket ânının şahsiyet ve hususiyeti icabı, kendisini tek başına,
kendisinden ibaret buldu. Bir lâhza kadar süren kısa bir nefs muhasebesinden
soma kararını verdi, harekete geçti.
Günlerden cumaydı. Öteye ve Allaha inanan Maraş, ibadetindeydi. Bir Maraşlı,
İbadetini bitirenleri mabedin kapısında karşıladı ve haykırdı:
- Kalede yabancının bayrağı dalgalanırken kıldığınız Cuma namazının sıhhatine
güvenebilir misiniz?
En aziz duygu, en sağlam benlik desteği olan İstiklâl, Maraşlılara, secdede
duydukları vecd içinden ses veriyordu.
- Hayır!
Dediler ve hep beraber Mabetten çıkıp doğru kaleye gittiler. Bir İbadet sonuna
ancak bu kadar güzel bir hareket eklenebilir. Hakikî kahramanların vekar ve
teenni-siyle işgal kumandanım istediler. Bir türlü ibadet kadrosundan
çıkamiyan o günkü hareketlerini, kendilerinin şu ulvî izahiyle düğümlediler:
- Biz Allaha İnananlardanız! Ölüm, bizce korkulu bir son değil. Bütün
silâhımız bu! Elinden yalnız Ölümü hiçe saymak gelen bir insan kümesiyle
pençeleşmekte ümit ve değer buluyorsanız topraklarımızda kalırsınız;
bulmuyorsanız gidersiniz.
İşte Maraş müdafaasının başlangıcından bir kaç
191
çizgi... Zaten vak'a olarak, bu bir kaç malûmdan başka bir şey
anlatmıyacağını. Bence, bu mümkün olduğu kadar basit ve saf meydan okuyuş,
kendisini biraz sonra iş sahasında ifade eden ruhun, fikir sahasında en sade,
fakat en harikalı tecellisidir. Bİr Anadolu türküsündekİ ruhî tavır kadar saf
ve derin olan bu hitap, ruhun, bütün bir (teknik) ve âlet dünyasiyle yaptığı
ani muhasebeden, vardığı karardan silâha karşı çıkardığı silâhtan ne eşsiz
örnektir! Maddeyi yeneceğini taahhüt eden ruhun bu ahdinde bütün teminat,
yalnız erişebildiği sadeliktir. Eğer yabancı kumandan bu inceliği
kavrayabilmiş olsaydı, arkadan gelecek hareketleri önden görür, şu kadar gün
sonra, gündüz ışığından utanarak sabaha karşı ricat ettirdiği bayrağını önden
ricat ettirirdi. Ondan sonra, üstünde, "biz Alla-ha inananlarız!.. Ölüm bizce
korkulu bir son değil!" sözleri kazılmış bir levhanın sisli derinliklerinde,
öyle şeyler geçiyorki oluş imkânları ancak rüyada tahakkuk edebilir.
Atıldım:
- Hiç unutmuyorum. Bundan 20 sene evvel, ben Ceyhanda bir Banka memuru iken
bir Maraşlı, beni oradaki çiftliğine davet etti. Göz alabildiğine düm düz
uzayan bir ovanın ortasına kakılmış bir çardağın üstünde ve gümüş bir sini
biçimindeki ablak bir Ay altında, göz yaşlarını gizleyemeden bana sabaha
kadar, Maraş kurtuluşunu safha safha anlattı.
Ömrümde, şiir akışı ve hayâl şahlanışı bakımından bu kadar güzel bir gece
geçirmedim. O anlattıkça dümdüz ve çırçıplak ova; dağ, akar su, uçurum, insan
ve at; bir efsane kalabahğıyla doldu. Bu kalabalık beni, düşüncelerimi gün
doğuncaya kadar bekledi. Maraş'ın mânasını billûrlaştırmak için yazdığım
(Tohum) piyesindeki fikri işte bu gece avladım. Okuduğum, dinlediğim ve
tahayyül
192
edebildiğim hiçbir destan, Maras/ın kurtuluş destanı kadar güzel, zengin ve
tüyler ürpertici değildir. İşte Maraş mucizesi ve mucizeyi gören akla sığmaz
hâdiselerin intiba ve teessür halinde İfadesi!
Dinledi, dinledi ve cevap verdi:
- Maraş ise, bu mânayı formül içine almamış, fakat yaşatmış olan yerin
ismidir. Onda bir şeyin o kadar kendisi var ki, iddiasına, düsturuna ve
edebiyatına yer kalmıyor.
Kahramanlık, eğer ruhun maddeyle oyun oynaması, madde hadlerini zorlayarak
kendisine bir tecelli nevi araması, aklın iş formüllerini iflas ettirmesi
demek olmasaydı, asırlardanberi fikir ve san'at gözünde, dipsiz bir mevzu diye
kalır mıydı?
Ruhun ne harikalı hamlelerine beşik sallayan, key-fiyetçi, şahsiyetei,
mefkûreci ve mâveracı Büyük Doğu manzumesindeki payından, eşsiz Türk kurtuluş
hareketin-deki payına kadar harikalar iklimi ve destanlar yatağı Maraşa Selâm!
(1946)
193
TÜRK ŞEHRİ
- Geçenlerde sizinle İstanbul üzerinde konuşurken, dedim, bir noktaya dikkat
etmiştim: Şahsiyetini kaybetmiş cemiyetlerde, benliğini kaybetmiş şehir
tipleri, gözle görünür ve elle tutulur birer misal teşkil ediyor. O zaman
şehirler hiçbir tarafı kendisine ait olmayan yamalı bohçalar halinde şunun
bunun şahsiyet kırpıntılariyle dolduruluyor. Bu hal, hele son çeyrek
asırdanberi bizde ne kadar belli!..
- Evet, dedi, Tanrıkulu, bir İngiliz, Alman. Amerikan, Fransız, Rus, Japon,
İtalyan, hattâ bir İspanyol, İsviçre, Finlandiya, İsveç, Bulgar şehir tipi
var; fakat bugün bir Türk şehri yok!..
-Evet, dedi, Tanrıkulu herhangi bir mimarî ve şehircilik dâvasından uzak,
sadece bir cemiyetin mekâna aksetmiş zaman ruhu üzerinde kalalım: Evet, bütün
keyfiyet ve kemmiyet ölçüleriyle, hemen her şahsiyetli milletin,
milletlerarası ve orta malı unsurlarını yepyeni ve ayrı ayrı düzenler altında
seciyelendiren şehirleri var da niçin bizim bir şehir tipimiz yok?..
- Zira, dedi, Tanrıkulu, içinden çıktığımız ve köklerine kibrit suyu
döktüğümüz eski dünyaya karşılık, içi-
194
ne girdiğimiz ve köklerinden teyİzlendiğimiz başka bir dünya yok da ondan...
Zira, bir asrı geçkin bir zamandan-beri bizi mlıiar arsasında köleleştİren dış
çizgileri taklit zihniyeti, olmayışımızı, olamayışımızı, en fazla şehir
plânında ilân ve ifşa ediyor da ondan... Ve yine zira büyük şehir, dış
çizgiler halinde kopya edilmesi mümkün bir hadise değil, mekâna sızan bir
ruhun, dış çizgiler ha-lİnde billûrlaşmış nescidir de ondan...
- Sadece, dedi, Tanrıkulu, şehrini hendeseleştire-cek bir ruha ve ruhunu
pırıldatacak bir şehre mâlik olamamak yüzünden, tam bir asırdır, Batı adamının
beylik ve orta malı (barok), (rokoko), (kübik), (ürbanizm) kırıntılarının
posalarında gıda arıyor ve bunun ismine inkılâp diyoruz.
Bizim şahsiyetli bir dünya görüşümüz varsa, mutlaka hususî bir şehir tipimiz;
ve şahsiyetli bir şehir tipimiz varsa, mutlaka hususî bir dünya görüşümüz
olmak icap eder. Müzmin boşluğumuz ve bir türlü olamayışımı-zCmüşahhas
plânların en sert, en katı ve kolayca elle tutulur cinsinden olan şehir
plânında arasaydık, belki en esaslı eksiklerimizin mizanına ererdik.
- Hendese ve nisbetin, dedi, Tanrıkulu, bütün şii-•riyle, hendese ve nisbet
sıkıntısının bütün şiirini bir arada
kucaklıyan ve Süleymaniye kubbesine liyakat ilân eden o Türk şehri ki, Van
kedileri gibi umumî bir soy benzerliği içinde başka başka çatıları, sokakları,
meydanları ve her türlü müesseseleriyle, milyonluk celselerimizin, zaman
içinde mekân ve mekân içinde zaman ölçüsünü heykel-leştirecektir; bütün devlet
ve millet kadromuzda bu tasayı çeken kaç kişi var?
Tanrıkulu dedi ki:
- İdarecileri, mütefekkirleri ve sanatkâriyle, bu çi-
195
leden uzak yaşıyan insanlara, belli bir hayal ve faaliyet içinde olmak
imtiyazı verilemez!!!
Tanrıkulu dedi ki:
- Cemiyet iklimimizin, en geniş nezaret ufkuna malik taraçası demek olan
şehrimizi plânlaş t ırmakla, ruhumuzu plânlaştırmak arasında fark sürmeksizin,
şehrimizi, Türk şehrini, milyonluk Türk celselerinin toplantı mekânını
İstiyoruz! Fakat ruhumuzu bulmadan onu bulmaya imkân var mıdır?
(1946)
196
ANKARA'DA RÜZGÂR
Kışa çalan ilkbahar havalarında, birkaç günüm Ankara'da geçti:
Ankara havaları, vakit vakit (isteri) geçiren bir insanın yüzü kadar
değişik... Bir saniyesi öbür saniyesine uymuyor. Şimdi bir ihtiyar gibi
dalgın, birazdan bir çocuk gibi neşeli, peşinden bir deli gibi korkunç, sonra
bîr âşık gibi mahzun, çok geçmeden bir katil gibi sinsi, derken bir ihtilâlci
gibi isyanh.
Gün oluyor, yirmi dört saatte bütün mevsimler ve şekillerle içice, bütün ruh
haletlerini ve anlarını yaşıyor. Denebilir ki o, içindeki sonsuz hasret ve
ihtirasın şeklini arayan, bütün şekilleri asabi parmaklariyle karıştıran;
kuran, yıkan, beğenmîyen, titiz ve mecnun bir sanatkârın
hummasına tutulmuştur.
Tabiatın dört mevsimiyle mecburî alâkası, devamsız bir mektep çocuğunun ayda
yılda bir sınıfta görülmesine benziyor. O çocuk sınıfı nasıl zorla ve
sürüklenirce-sİne geçerse o da bir mevsimden bir mevsime öyle geçiyor.
Bazan büyük, coşkun, olgun bir rüzgâr, Gobi çölünden geçen bir katar
ihtişamiyle semasından geçiyor.
197
Tepemizde tekerlek seslerine ben/er biı [arakanın çelik yapraklarını uçuran bu
rüzgâr çıkar çıkmaz, Ankara'nın en hususî manzarası başlıyor. Yerden mi,
gökten mi nereden püskürtüldüğü belii olmıyan bir toz dumanı; duman mı, bulut
mu, dağ mı, ne olduğu bilinmeyen bir toz heyulası; heyula mı, dev mi, ejder mi
nedir anlaşılmiyan bir toz canavarı şaha kalkıyor. Asfalt kınası çekilmemiş
yollardaki halis toprağın benek benek görünmesine, iki kaldırım taşı
arasındaki boşluğun tertemiz meydana çıkmasına karşı, gök, ufuk ve cadde
kayboluyor. Toz seli tarihin bilmem hangi devrinde medeniyet timsali Bağdat'ı
talan eden tatar akınları gibi ortalığı kasıp kavuruyor, taş taş üzerinde
bırakmıyor.
Pencerenizi kapayıncaya kadar odanızın içi bir sahraya dönüyor. Sokakta
giderken iki adım ilerinizdeki adam, denizaşırı denecek kadar uzaklara
gidiyor. Kendinizi dağ başında, kimsesiz, yardımsız ve tesellisiz
farze-diyorsunuz. İçinizden yatağa girip yorganı başınıza çekmek, bir koltuğa
gömülüp tavana bakmak gibi garip ve kasvetli bir meyil geçiyor. Bir anda
duyuyorsunuz ki, tabiatın silâhlarına karşı başımızda kuvvetli bir müeyyide
biçiminde yükselen şehir artık bir vehim haline gelmiştir. Tabiat o kadar
galip, insan o kadar zayıf, eser o kadar tarumar, tedbir o kadar fanidir.
Böyle bir duygu içinde, misafir olduğum evin sedirine uzanmış, düşündüm:
Güzel olsun, çirkin olsun, istidatsız ve yalçın bir toprak ortasında İnsan
iradesini, insandaki yapıcılık hummasını temsil etmesi gereken Ankara'da,
insan, tabiatın, damarlarına zerkettiği bu afyon tesirinden zıt bir hisse
atlayabilir, bu hissin aksülamelini arayabilir. Boyumuzu
198
a,şan bir su tabakası içinde ayağımızı dibe vurmamız gibi, içimizde, tabiatten
aldığımız tesire zıt bir tenbİh canlanabilir. Mücadelenin meydanını ve
hamlenin hedefini bulabiliriz. Bedbinliği, zaafı, ademi telkin eden tabiatın
davetinde, birbirine zıt iki emir seziyoruz:
- Ya uyuş, ya şahlan!
Ya biz ne yapmış bulunuyoruz; uyuşmuş mu, şahlanmış mı?...
Her hangi bir Amerikan sinema kumpanyasının birkaç ay içinde kurabileceği bu
şahsiyetsiz madde inşası plânında, kuvvetli bir rüzgârın iskambil kâğıtları
gibi devirebileceği kâğıt helvası mimarîsinden meskenler içinde; ve bir
ucundan bakılınca öbür ucu görünen, fakat hiçten yola çıkıp hiçe giden yollar
üstünde, her şeyi yapmış olmak gibi büsbütün mahrum edici bir teselliye düşmüş
bu
lunuyoruz.
, Bu, uyuşmaktan da beter değil mi?
(1947)
199
GİDEN, BEKLENEN...
U. ? "
Tanrıkulunun bugün bir başkalığı vardı. Dalgın, buruk yüzlü, konuşmak
istemiyormuş gibi bir hâl...
- Sana bugün, hafif ve tatlı bir masal anlatayım, dedi, ayniyle geçmiş bir
vaka... Vaktiyle Urfa taraflarında atlariyle meşhur bir köy varmış... Askerî
makamlara soylu at tedariki için ötedenberi bu köye zabitler uğrar, oranın
eşrafından Durmuş Ağaya başvurup ihtiyaçlarını gi-derirlermiş... Eski Büyük
Harbin başlangıcında genç bir zabit; bir gün, bir satmalına hey'eti adına, ilk
defa mahut köye gitmiş ve Durmuş Ağayla görüşmüş... Sarı toprak damlı, kalın
taş duvarlı binaların süslediği, yeşillik içinde bir köy... Her evin
bahçesinden gevrek at kişnemeleri geliyor; dallar ve yapraklar arasından bükük
kilıııç boyunlu küheylânlar göze çarpıyor... Yedisinden yetmişine kadar herkes
at sırtında... Ciritten, yarıştan, çeşmeden, çayırdan dönen atlar... Al,
yağız, doru, kır atlar; çekik sürmeli gözlü, küçük hançer kulaklı, açık pembe
burunlu, ince geyik bacaklı, geniş kaplan sağrılı atlar... Durmuş Ağaya
gelince, 70'lik, mübarek, fakat sapasağlam bir ihtiyar... Neler görmemiş,
neler?.. 93 muharebesinden beri gönüllü olarak girmediği savaş kalmamış,
süvari başçavuşluğuna ka-
200
da t* yükselmiş... Köyün binicilik hocası o. b;ıyian o, alım satımcısı o, ala
dair bilmez tükenmez menkıbeloriyle masalcısı o, herşcyi o... Eski Dünya
Harbi, yakıp yıkmış, kasıp kavurmuş... Nihayet Mütareke yılları, peşinden
İstiklâl savaşı başlamış. O vakite kadar da bizim zabite; bir daha ne o köyü;
ne de Durmuş Ağayı görmek kısmet olmuş... Bir gün, Millî Müdafaa yıllarında
herhangi bir fırsat, zabiti, mahut köyün yakınlarından geçirtmez mi? Köye
gelen zabit ne görse iyi? Köy, artık o köy değil... Donuk, soluk, yanık;
kimsesiz, neşesiz, hayatsız... Durmuş Ağayı soran zabite, asık yüzlü insanlar,
garip garip İşaretler çakıp savuşuvermişler. Allah Allah; zabit bakmış ki,
köyde maddî ve manevî bütün nizam altüst... Gözgözü görmüyor, kimse kimseyi
tanımıyor, herkes her şeyden habersiz... Zabit, Durmuş Ağayı, bin zahmetle
bulmuş... Durmuş Ağa hasta, Durmuş Ağa zayıf, Durmuş Ağa bitik... Zabit, kimi
sorduysa şu cevabı almış: "Öldü!"... Hangi çayırlığı öğrenmek dilediyse:
"Kurudu!"... Hangi meşhur attan haber almak istediyse: "Ne kendisi kaldı, ne
de soyu sopu!1'... Nihayet dayanamıyan zabit, Durmuş Ağaya demiş ki: "Yahu,
Durmuş Ağa! Bu köyde o kadar İyi insan, o kadar iyi at vardı. Nasıl olur da
bunlardan hiçbiri kalmaz?.." Durmuş Ağa. sol elinin şahadet parmağını at sırtı
gibi uzatmış, sağ elinin iki parmağını da süvari gibi ona bindirdikten sonra,
şu cevabı vermiş: "Senin anh-yacağın, oğul, iyi insanlar iyi atlara
bindileeer, gittiler"... İşte bütün masal... Fakat sen, Durmuş Ağanın
cevabında-ki kadar, renge, çizgiye, sese, harekete, edaya, mânâya bürülü bir
söz gördün mü?
Tannkulu, yeni bir dalgınlık peçesi altında yüzü gölgelenirken, kısık kısık,
ilâve etti:
- Durmuş Ağanın cevabı müthiş... O adetâ, dünya-
201
daki eski muvazene ve huzurun nasıl kaybolduğunu ve nereye gittiğini anlatmış
oluyor... Fakal yeryüzünü baştanbaşa ve her sahada kaplıyan bir korkunç
hiçlik, nizamsızlık, muvazenesizlik, rahatsızlık, kifayetsizlik; üstelik bu
korkunç boğuşma, ihtiyar kürenin tam bir yokluğa de-ğil de, misilsiz bir
varlığa doğru gittiğine, kendisine yeni hayatı getirecek kahramanı beklediğine
işaret. Şimdilik tünelden geçiyoruz. Bütün dünya. Durmuş Ağanın iyi atlarına
binmiş, iyi insanları, peşinden sökün ettirecek şanlı süvariyi bekliyor. Ne
desem ona, filozof mu desem, san'atkâr mı desem, inkılâpçı mı desem? Ne desem
olur?
(1946)
202
BİRİNCİ MEKTUP
Çocuğum! Dâvalarımızı, hepsi birden insan, insanlık ve cemiyet mihrakında
toplanacak şekilde sayısız kollara ayırmadan, işe, senin meslek köşenden
başlasam daha iyi olmaz mı?
Senin meslek köşen; yâni san'at, fikir ve edebiyat
köşesi...
İstersen seninle, çok eski dün ve bugün arasında, bütün bir tarih ölçüsü
fışkırtacak ve bütün kıymet hükümlerimize müşahhas bir zemin kuracak bir
topyekûn kavrama teşebbüsüne girişebiliriz. İster misin?
Şimdi dön de manzaraya bak! Ortada, ateş böcekleri gibi, sıcaklık ve aydınlık
saçmadan karanlıkları noktalama fantazyacılığından başka ne görüyorsun?
Ne bu, idrak midelerimize, kanımıza cevher teklif etmiyen fikir posacılığı? Ne
bu, leblebi ve kabak çekirdeği geveleme tenkitçiliği?
Birşey söyliyelim, birşey söyliyelim! Müsbet bir hamleyi andıran, haysiyet
vâdeden, boşlukta mekân işgal etme hassasına istekli olan bir şey söyliyelim!
İsterse o
203
şey yaniı.s olsun. Söyleııi.şindcki ihtiyaç doğru ya!
Birşey söyliyelim de görüşümüzü sakat kabul edenler, anyacakları sağlamın ne
olduğunu anlasın... San'at ve fikir hayalımızın zift renkli bir geceye benzer
siyah taştahtasma bir çizgi çekelim de çizgimizi eğri sananlar, çizmekle
mükellef oldukları şekli kavrasın... Biz birşey soyliyelim de, başkasının
fikrini tashih etmeden kendi fikrini bulamıyanlar, bizi düzeltmek suretiyle,
hiç olmazsa bir teşhise varsın...
Söyle bana, kahramanlık, bu baş vuruşta değil mi? Bana öyle geliyor ki, bütün
nezaketlerimizi, pazarlıklarımızı, muvazaalarımızı, tevekküllerimizi,
kanaatkârlıklarımızı, oluruna bağlama tesellilerimizi bir tarafa bırakarak,
dünya ölçülen önünde, bugüne kadar gelmiş bütün Türk san'at ve fikir
kıymetlerini muayene altına çağırmanın ve temizleyici tenkidi bina etmenin
günü bugün...
Ciğerci dükkânında bile, "Bugün peşin yarın veresiye" yazılı bir levha vardır;
yaşadığımız günün, içinde bulunduğumuz gün olduğuna dair bir şuur... Fikir
veresiyeciliğinden ne vakit kurtulacağız?
Her mes'elede satıh üzeri cümbüşü, kof ve günübirlik tecelli gayreti, tatlı
canını 24 saat için koruma açıkgözlüğü, Yaradana sığınıp savurma küstahlığı,
dünya kıratında bir iç ve dış hesaplaşmasına bir türlü yanaşama-maktan doğan
netice...
Örnek çatının örnek temeli oluncaya kadar üzerinde işlemeğe mahkûm olduğumuz
hesaplaşma borcuna karşı, şahsiyet humması çekmiş, ölüm korkusu ve yaşama
ihtirası duymuş her Türk san'at ve fikir adamı taahhüt altında bulunduğunu ne
zaman kestirecek?
Ben senin yerinde olsam şöyle düşünürdüm:
204
Ben. kendi hesabıma, terkip ettiğini her mısra ve cümlenin yüzüme karşı "eda
et!" diye haykırdığı bu borcu, asgarî bir taksit mikyasiyle ödeme hareketine
girişmeye mahkûmum! Türk san'at ve fikir dünyasını, bütün birinci sınıf
unsurlariyle, kuruluşundan bugüne kadar nasıl gördüğümü anlatmalıyım...
Yapacağım, mimarın gazete kenarında iki üç çizgiyle bir bina esasını
belirtmesi gibi, çok acele bir taslaktan ibaret olsa da olur. Fakat öyle bir
taslak ki, cümlelerin üzerine pertavsızla eğilmeyi bilenleri, bütün geçit
noktalarından dolaştırmak şartiyle ana kıymet hükümlerine vardıracak...
İşte senin adına bunları şimdi ben söylüyorum; ve söylemekte, mahut borcu
ödeyinceye kadar devam edeceğim.
Görüşümü 5 safhaya ve 5 parçaya taksim edeceğim:
İlmî ve hakikî mânâda Türk san'at ve fikir hayatının başlangıcı, Osmanlı
İmparatorluğunun kuruluşu olduğu için, o günden Tanzimata kadar, birinci
devre...
İkincisi; Tanzimatın ilânından sonra geçen ilk yarım asır...
Üçüncüsü, Tanzimatı takip eden ilk yarım asır nihayetinden ilk Dünya Harbine
gelinceye kadar süren çeyrek asır...
Dördüncüsü, ilk Büyük Harbin başlangıcından Cumhuriyetin ilânına kadar gelen
zaman...
Beşincisi, Cumhuriyetin Haniyle bugün arası...
Görülüyor ki, 660, 50, 25, 10 ve 23 yıllık beş devre; mütesavi zaman
bölümlerine değil de, büyük içtimaî hadiselere muvazi san'at ve fikir
değişmelerine uygun olarak sınıflandırılacak...
205
Çizeceğim taslaklarda şahıslar, ferdî kadrolarından ziyade içtimaî kadro
ifadesi içinde ve sadece isimleriyle belirtilecek; ve topluluğa ait
teşhislerde unsur rolünü oy-myacak...
İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı mektuplarımı bekle!
Selâm...
(1946)
206
İKİNCİ MEKTUP
Tanzimata gelinceye kadar Türk fikir ve san'at adamına toplu bir göz atarak
işe başlayalım:
Tanzimata gelinceye kadar Türk san'at ve fikir adamı, dünya mikyasiyle, ruh ve
kafasının bütün mimarisine san'at ve ideolocyasının bütün miyarlarına
ermiştir.
O, içinde yaşadığı cemiyetle, ve cemiyeti, yerleştiği medeniyet kaynağiyle tam
bir anlaşma halindedir. Kendisini yoğuran cemiyet, nasıl bir dünya içi
ifadesine ve bir dünya dışı telâkkisine mâlikse o da, zaman ve mekân hâlinde,
bir san'at ve fikir dünyasının bütün unsurlarına sahiptir.
Dili, nahvi ve kalıpları; ismi. mantığı ve nasları; ahlâkı, mizacı ve ruh
haletleri; menbaı, mecrası ve man-sapları; hulâsa bir varlığın tecelli
aynalarındaki bütün akisleriyle o, sistemli bir (plâtforma) üzerindedir.
Bu plâtforma ona cemiyeti, cemiyetine de İslâm imân ve ideolocyası bina
etmiştir. O devrin muvazenesine göre; İslâm imân ve ideolocyası güneşli bir
gök, cemiyet bu gökten sıcaklık alan bir toprak,san'at ve fikir âdâmı da,
ferdiyetinin köklerini bu toprağa salan ve istidadına göre yemiş veren bir
ağaçtır.
207
Ağaç, toprak ve £Ök; lerd, cemiyet ve ideoiocya hâlinde dü/,ene girince HAYAT
ve onun sonsuz deveranı doğar.
Hiçbir insanlık devri, giden kim ve gelen ne olursa olsun, bu ana unsurlar
dışında bir terkip yapabilmiş değildir.
İmdi, şu ânda hiçbir kıymet hükmüne yanaşmadan kabul edebiliriz ki, Tanzimata
gelinceye kadar Türk san'at ve fikir adamı, bellibaşlı bir görüş merkezi
etrafında sebep, netice ve gayelerini çerçevelemiş; zamanı mazi, hâl ve
istikbâl olarak üç âhengiyle temsil etmiş, kendi ömrü ye anlayışı İçinde
hâdiselere hâkim olmuş, tezatsız bir cemiyetin hâüs yemişiydi. Bu cemiyetin:
Dinî mizacı Süleyman Çelebi'de...
Derinlik ve olgunluğu Mevlânâ'da...
Mavera humması Yunus Emre'de...
Kahramanlık hayâli Battal Gazi'de...
Aksülâmel ve isyan psikolocyası Köroğlu'nda...
Nükte ve hicvi Nasreddin Hoca'da...
Halk duygu kumaşı Karacaoğlan'da...
Hassasiyet cevheri Fuzulî'de...
Eda ve (estetik) ruhu Bakî'de...
Kuru mantık ve aklı Nabî'de...
Belagat ve hırçınlığı Nefîde...
Şive ve zarafeti Nedim'de...
İrfan ve inceliği Şeyh Galip'te...
Usûl ve sistemi Kâtip Çelebi'de...
Tarih ölçüsü Naimâ'da...
Nas ve kalıp bilgisi Ebussuud Efendi'de... * Görgü ve merakı Evliya
Çelebi'de...
Mâverâ görüşü İbrahim Hakkı'da...
Dekor zevki Yesari'de..,
208
(Plâstik) fikri Sinan'da... (Fonetik) fikri Dede Efendi'de... Ve bütün
bunların hepsi, başka başka mikyas ve kıratlarda hepsindedir. Kısaca ve
kabaca: Tanzimata gelinceye kadar san'at ve fikir adamı,
kendine göre:
1 - Dünya görüşü...
2 - Bir eşya ve hâdiselere bakış zaviyesi...
3 - Bir "Güzel" ve "Doğru" hükmü...
4 - Bir kemâl ölçüsü...
5 - Bir yarın iştiyakı...
6 - Bir tenkid ve tâyin miyarı...
7 - Bir irfan kuşağı...
8 - Bir cemiyet örgüsü...
9 - Bir ferdiyet mayası...
Gibi kıstasları içinde taşıyan; mesafeleri ve istika-metferiyle, hacimleri ve
nisbetlefiyle, şahsî ve hakikî bir-dünya temsil eden öz san'atkâr ve münevver
örneğidir.
Tanzimata gelinceye kadar Türk san'at ve fikir adamına üstünkörü bir göz atan,
onun inandığı, bağlandığı ve sevdiği hiçbir şeyi benimsemese de, onu ferdî,
İçtimaî ve fikrî bîr muvazene içinde bulmıya mecburdur.
Tanzimata gelinceye kadar Türk san'at ve fikir adamı, bahtını ortak ettiği
cemiyet devam ettikçe bütün haşmetiyle yaşadı. Cemiyeti ana zeminini kaybeder
etmez de bütün hey'etiyle göçtü. Zira o, bir kemâl ve vahdet ânının yemişiydi
ve ağaçla toprak ve gök arasındaki düzen bozulur bozulmaz, bu unsurlardan hiç
birini tereddi ve ıstırabına iştirak etmeden sönüvermeğe mahkûmdu.
(1946)
209
(
ÜÇÜNCÜ MEKTUP
T^
Tanzimat, Türk Ortaçağ cemiyetinin, tam bir sıklet merkezi kanuniyle ve
asırlarca içinde oturduğu dünyadan, başka bir dünyaya doğru kayışını
çerçeveliyen devirdir.
Bir dünyadan başka bir dünyaya bu göç hareketi, kendisini (Gülhane HattOnda
devlet ağziyle haber verir.
Artık, içinden çıkılması lâzım bir dünya vardır ki, (eski)nin ve içine
girilmesi lâzım bir başka dünya vardır ki, (yeni)nin mümessilidir.
(Eski)nin müflis olduğu yer Doğu, (yeni)nin İtibar kazandığı yerse Batı. O
zamanki Doğuyu, en diri cemiyet halinde yalnız Türk temsil ettiğine göre,
(eski) içerde müflis ve (yeni) dışarda muteberdir.
Kendimize ait bir bünyenin pörsüyüşünü sezmek, yabancısı olduğumuz başka bir
bünyenin sırrına ermeğe nisbetle çok kolay ve kaba bir iş...
Tanzimatı doğuran şuur da, gelen dünyanın getireceği muvazeneden ziyade, giden
dünyanın götürdüğü muvazeneyi sezebilecek; gelenin varlığından ziyade gidenin
yokluğunu kavrayabilecek; ve ancak tefsİrsiz, tarifsiz, deri üstündeki
tezahürleri görebilecek kadar sığdır. Bu şuur, hâlis tefekkür adamları elinde
ve bir kaç iç âlemin tekev-
210
vünlen muhassalası olarak değil, gündelik siyaset adamları elinde ve bir dış
münasebetin tenbihleri neticesi meydana gelmiş, bir sanlı ve siyaset intibaı
olmaktan ileriye
geçememiştir.
Dünyamızın iflâsı öyle bir vakıadır ki, rakip dünyanın iyi niyetli, yaşatıcı
irfan sirayetleriyle ve içten kabaran okşayışlanyla idrâk edilmez; yoluna
dikildiğimiz için, kötü niyetli ve Öldürücü dürtüşleriyle ve dıştan gelen
tokatlariyle idrâk edilir.
Bu talihsiz idrâk bize, bildiğimiz ve içinde olduğumuz bir dünyanın iflâsına
mukabil, bilmediğimiz ve dışında olduğumuz bir dünyanın zaferini körükörüne
teslim
ettirmiştir.
Böyle ölüm tehlikesi ânlarında, hemen hiç bir cemiyette rastlanamıyan büyük
sanat ve fikir adamı, bizde de yoktur. İntibah şuuru, satıh münevverinin
elinde ve en kısır plânda iktidar mevkiine geçer. (Eski) bütün bir hayatiyetle
köklerde kesifleştiği halde, dallarda, kökü içerde mi dışarda mı bilinmez,
bulanık ve iptidaî bir mahlûk peyda olur. İşte, en nezaketli bir intikal
devresinin kurtarıcısı yerindeki Tanzimat Türk sanat ve fikir adamı bu tiptir.
Bu tipin psikolocyasına, kayıtsız ve şartsız HAYRANLIK, şuuruna kayıtsız ve
şartsız TAKLİT ve benliğine kayıtsız ve şartsız AŞAİILIK UKDESİ hâkimdir.
Artık Doğu, harikalar ve mucizeler diyarı değil, sokaklarda ilâhî okuyan
mağmum dilenciler, goygoycular ve harabeler memleketi. Artık Sâdâbat bahçeleri
Kâğıthanede değil. (Versay)da. Tellipullu gemiler Haliçte değil, Efrenç
limanlarının tersanelerinde denize İndirilir. Bir zamanlar her neferin cebinde
bir parça tunç taşınarak Bağdad önlerinde dökülen toplar, Türkiye değil Avrupa
malı. Saray (Topkapı) değil (Şarlutenburg), halı (Şiraz)
211
değil (Goblen) ve saire... v
Bütün dünya hakikatleri, ilk mekteplerde, eşya dersleri tablosu ve kıraat
kitabı kadrosu içindedir.
İşte:
Hayatta geçen veya geçmesi ihtimâli olan vakaların hikâye kılıklı nakline
roman derler. Bu ne harikulade tariftir! O kadar harikuladedir ki, böyle bir
vakıayı hikâye kılıklı kaleme almak, ilk roman mucizesini yapmak kadar büyük
sanılmıştır. (Sergüzeşti Ali Bey - Namık Kemâl)
Dağlara, çiçeklere, kuşlara dair de şiir yazılır. Bu ne yeniliktir! Öyle ki
dağa, çiçeğe ve kuşa dair bir iki manzumeyle, Avrupada ilk sınıflarda okunan
birkaç edebiyat kaidesini bir araya getirmek bir hâdisedir. (Zemzeme ve Tâlimi
Edebiyat - Recai Zade Ekrem)
Ziya Paşa ve Muallim Naci gibi, Divan Edebiyatının son artıklarından bir
şeyler yapmak istiyenier ve bu gidişe pek de itimadı olmıyanlar vardır.
(Harabat - Ziya Paşa, Demdeme - Muallim Naci).
, Namık Kemâl gibi, geriye dönmeği en büyük tehlike kabul edenler, fakat
ileriye doğru da, vatan çığlığından başka hiç bir şey bilmiyenler vardır.
(Tahribi Harabat -Namık Kemal).
Beride zavallı Ahmet Mithat Efendi, viyolonselle çiftetelli çalar gibi,
Avrupalı roman tezghahlarında, basit halk psikolocyasına bürünmüş tipler
yontmakta. Her şeye rağmen Ahmet Mithat Efendinin, 1914 dünya harbine
gelinceye kadar, Türk romanında herkesten daha hakikî kaldığını inkâr çok zor.
Ferdiyetinin müstesna kuınaşiyle Abdülhak Hâmid, mensup olduğu kadroyu aştı.
Devrinin (Edip = Sefir) düsturu sayesinde hayatını Avrupada geçirdi, taklid
tesirini şahsîliğe yaklaştırdı, hiç bir içtimaî dâvası olma-
212
dığı halde, içtimaî plânda çalışanları (Namık Kemâl) hayran etti. O, benliğini
doğrudan doğruya kanatan hâdiseler karşısında unutulmaz sesler çıkardı:
(Makber). Fakat Garbı kökünden idrâk edeceğine Garb (viveur)ü, zarifi
seviyesinde gezindi, hasrüneşrini Garbın maddî hayatında aradı, Garbh isimler
taşıyan kahramanların derisine girmeğe bayıldı (Finten ve saire). Şeyh Galip
teknikasiyle (Şekspir) ve (Hügo)yu meşketti. Ölüm ve Allah gibi büyük ve
mücerred meseleler karşısında alâka sahibi oldu, fakat şahsiyet sahibi
olamadı. Abdülhak Hâmid, netice itibariyle sanat ve estetikasının şuurlu
dünyasını bina edemedi. Amma devrine ve arkadaşlarına nisbetle bu kadarı bile,
onun eteklerine bir (Dahi-i âzam) tenekesi bağlamasını icap ettirdi. Nitekim
bu vazifeyi, bir devre sonra gelen Süleyman Nazif ihmâl etmedi. Öldüğü güne
kadar yakın dostu olmakla iftihar ettiğim Abdülhak Hâmid, ete-ğindeki. bu
herkesten fazla şikâyetçisi olduğu tenekeyle gömüldü.
Şinasi, Avrupaya gönderilmiş küçük münevver seviyesinde, zeki ve heyecanlı bir
talebe tipidir.
(Molyer) tercümecisi Ahmet Vefik ve (Şarluten-burg) medhiyecisi Sadullah
Paşalar, basit hayranlık psi-kolocyasının çerçcveliyeceği örnekler.
Tanzimat Türk sanat ve fikir adamında aslîyete benziyen şey, onun sulhçü, ara
bulucu, rahatsız olmaktan kaçıcı, her işte kolaya şarkıcı mizacıdır. O, her
istenen şeyi verir, fakat geride kalanı muhafaza etmek ister. Kafasına
vururlarsa onu da verir.
Mütefekkirimizin (Tevhit) manzumesiyle siyah plâstron kravatı arasındaki
tezat, her şubede göze çarpar. Veziri (Babıâli)de hıçkırır, yalvarır, okşar,
avutur; fakat evinde yakar, yıkar, kırar, keser. Topkapı sarayının eski
213
haliyle sonradan ona eklediği Mecideye köşkü, (esiyle pantolonu, başiyle kalbi
f e içiyle dışı. hep bu âciz mizaç tablosunun şaşkın unsurlarından.
Tanzimat., istikbâl hasretiyle belki maziye değil, fakat muhakkak ki geriye
gidiş ve benliğini teslim ediş devri. Türk sanat ve fikir adamı o devirde,
Batının edebî, harsı, siyasî, içtimaî ve iktisadî köleliğine girer ve
tesellisini, satıh taklitçisinin kör meftunluğunda bulur.
Bilmez ki, Batının gayesi, bir zamanlar kendisini handiyse gebertecek kadar
sıkboğaz eden Doğuyu diriltmek değil, öldürmektir.
Batı artık Doğunun gözünde, kanunları aranacak ve öz benliği içinde
pişirilecek bir illet, mesele olmak ye rine, aslı meçhul ve düşünülmeden
tapılacak bir put olur.
İşte tam o zaman i Avrupalı, karşısındaki şaşkın ucubeye öyle bir isim
takmıştır ki, vaziyeti tek başına aydınlatmaktadır:
Hasta adam!
(1946)
214
DÖRDÜNCÜ MEKTUP
4
Şimdi sıra, Dünya Harbine gelinceye kadar, Tanzimat sonrası Türk sanat ve
fikir adamına geliyor.
Dünya Harbine gelinceye kadar, Tanzimat sonrası sanat ve fikir adamı, Tanzimat
seciyesini değişik şartlar ve mikyaslar altında devam ettirmek ve büsbütün
zaafa düşmekten gayri bir şey getirmez.
Tanzimat seciyesinin ilenlere doğru büründüğü ifade, artık bir kemiyet
çerçevesi içinde küçülüp büyümek, daralıp genişlemek ve keyfiyette büsbütün
hafif kalmaktır.
Batı dünyasının tahlilsiz, tefîişsiz. iç ve dış ini-,, henklere vurulmadan
imtihansız tasdiki ve ihtiramda bas köşeye oturtulması, gittikçe daha parlak
bir (emrivaki) olur.
Teslim olduğu tesir merkezinin en korkunç cahili ve en şahsiyetsiz alkışçısı
züppe tipi değil midir?
Tanzimat hareketinin züppesi de bu sıralarda meydana çıkar.
Züppe, yalnız mensup olduğu tesirin cahil ve şahsiyetsizi değil, başlangıçta o
tesiri idrâkte aczin ve sonda çabucak tereddiyi ihtar eden hazin bir neticenin
de habercisidir.
215
Nitekim Tanzimat sanal ve fikir adamında, uz çok ciddîliğe, vakara, zarafete,
saffete, asliyete benzer eda, sonrakilerde yoktur. Tanzimat sanatkârının hiç
olmazsa Garp (klâsik)lerini meşkeden gözleri, öbürlerinde, Garbın ikisi ortası
örneklerine takılır. Tanzimat efendisinin, henüz Türk, Arap ve Acem tefekkür
âleminden büsbütün kopmamış kültür bağları, onu takip edenlerde büsbütün
gevşer. Buna mukabil Garp dünyasına yakınlaşma derecesi, Garbın ancak âdî
sokak malları ve işporta eşyasına sokulabilmek suretiyle hedefini daha çok
şaşırır. Nihayet, Tanzimat harekatinin başlangıcındaki sığlık ve akamet,
ikinci devrede daha keskin vesikalara kavuşur:
Ortaya (Edebiat-ı Cedide) ismiyle bir edebiyet mektebi, ve (Jön Türk) adıyla
bir münevverler zümresi çıkmıştır.
Ne bu mektebin talebesi, bir evvelki sanatkârın, ne de o zümrenin
politikacıları bir evvelki siyaset adamının çapındadır. Abdülhak Hâmidle her
hangi bir (Edebiyat-ı Cedide)ci arasındaki fark, Âli Paşayla herhangi bir (Jön
Türk) arasındaki farka tıpatıp uygundur. # Dünya Harbine gelinceye kadar,
Tanzimat sonrası
Türk sanat ve fikir adamı, zümre ve kemiyet kıymetlerine, evvelki nesilden
daha çok büründüğü halde, ferd ve keyfiyet kıymetlerinden daha çok sıyrılmış,
daha çok harekete giriştiği halde hâdiseleri idrâkte daha safdil kalmıştır.
(Edebiyat-ı Cedide)yle sanatı ve (Meşrutiyet)le inkılâbı kurduğuna inanmıştır.
Meşrutiyeti kuran siyaset adamı, nasıl (hürriyet, müsavat, adalet)
düsturlarından başka hiç bir dünya ve inkılâp görüşü taşımaz, hiç bir insan ve
cemiyet telâkkisi yüklenmezse; (Edebiyat-ı Cedide)yi bina eden sanatkâr
216
da (rikkat, nükhet, nisviyet) gibi orta malı klişelerden eayri hiç bir unsur
kullanmaz, hiç bir sanat dâvasına aklı ermez.
Ne yeni, ne de eski sanat ve fikir, onlar içindir. Şiirde seviyeleri (Allred
de Musset)yle (Sully Prudhome)u ve romanda, (Concourt) kardeşleri aşmaz.
(Tevfik Fikret ve Halid Ziya'dan başhyarak bütün Edebiyat-ı Cedide şair ve
romancıları)...
Artık onlara, bildikleri yabancı dil içinde en eskiden bir (Ronsard), bir
(Racine), gelmiş olduğunu, yenilerden (Baudelaire) öleli şu kadar, (Rimbaud)
gideli bu kadar yıl geçtiğini hatırlatmak neye? Romanda (Balzac), (Zola) gibi
merhaleleri, tenkidde (Sainte - Boeuve,), (Re-nan), (Faguet) gibi basamakları
ihtar etmek niçin? Lâtinlerden başka bütün bir Yunan, Cermen, Anglosakson ve
Slav sanat ve fikir dünyasını göstermek neden?
Tanzimat sonrası sanat ve fikir adamı, kimlerin taklide değer olduğunu bile
anlıyamamıştır.
En çetrefil kelimeleri Arap ve Acem lügatinden bulup çıkarmak ve ilk defa
olarak kullanmak, en büyük sanat yenilikleri arasındadır. Cenap Şahabettin'de
öyle mısralara rastgelirsiniz ki. Divan edebiyatının hiç bir şairinde
bulamıyacağımz şöyle dursun, ıstılah meraklısı bir Arapla bir Acemi
çıldırtabilir. (Kırık Saz) yerine (Rübab-ı Şikeste) ve {Yeni Edebiyat) yerine
(Edebiyat-ı Cedide) diyecek kadar öz Türkçe bir kelimenin taşıdığı delâlet
cevherine itimat duymazlar. Böyleyken kullandıkları yakası açılmamış Arapça ve
Farsça kelimelerin dünyasiyle hiç bir münasebetleri yoktur. Arapçaları,
Acemceleri bile Fransızcayı andırır. (Rübab) kelimesi sanki Acem değil de,
(Loti)vari İstanbul'u ziyarete gelmiş' ve bu münasebetle şarklı kılığına
girmiş bir frenktir. Ve asıl ismi
217
(Lyre)dir. Onun içindir ki. Divan şairinin havsalasına sığmayacak kadar
çelrefiileştirilen dili idare eden zihniyet, sanki şarklılık değil de frenklik
gayretidir.
O devirde tam mânasiyle başlamış ve yayılmış olan roman; ne Türk, ne de frenk
hayatına uyan ve beşerî hiç bir ukdesi olmıyan bir takım kuklaların oyun
sahnesi.,. Bu kuklalar tahta kaşıj: yerine gümüş kaşıkla yemek yerler. (Dede
Efendi) yerine (Puccini)yi dinlerler. Sevgililerini bir Anadolu saffetiyle
yanaklarından öpeceklerine, frenk züppesi tavriyle enselerinden öperler. Kendi
cinslerinden kadınlar seveceklerine İstanbul çalgılı kahvelerindeki Avrupalı
şantözlere bayılırlar. Aşka dair herhangi bir ıstırap ve ukdeleri olacağına,
yüzsüzlük, hokkabazlık ve açıkgözlükleri vardır. İsviçre dağlarında macera
notlan tutmağa ve malik oldukları kadınları adet ölçüsüyle ifadeye bayılırlar.
Bu roman, hacimsiz, biçimsiz, ruhsuz, beyinsiz, meselesiz, bilmecesiz,
hailesiz, faciasız, kâğıttan yapma şahısların gündelik ve miskin hayatlarını
geveler durur.
(Leylâ ile Mecnun)un torunları ne hale gelmiştir?
Bu romanın doğurduğu âdi ve züppe şişli muhitleri, İstanbul muhitlerine hediye
ettiği gülünç ve iğrenç insan isimleri, onun bütün mâna ve cevheri Üstünde en
ya-nılmaz kıstastır.
Fikir, felsefe ve tenkit ceplerine gelince, üç beş Garp mütefekkirinden lügat
kitabı ağzıyla ezberlenmiş parçaların ördüğü, terkipten, (sentez)den,
âhenkten, ifadeden mahrum yamalı bir bohça. (Ahmet Şuayip, Abdullah Cevdet,
Baha Tevfik, Sahabettin Süleyman.)
Hele, arada bir zat var ki (Rıza Tevfik), günü çok iyi şahıslandırdtğı için,
üzerinde birkaç satır duracağım.
218
Ne desek ona, filozof mu. şair mi, mutasavvıf mı. hatip mi, siyasî mi,
pehlivan mı, nüktebaz mı? Bunlardan her birine bir parça benzediği halde hiç
biri değil. (Mikel -Anj) gibi, bir çok şubeleri erkekçe kucaklıyan dehaların
hakkını kabul etmekle beraber, (rulet) tablosunun her numarasına para
koyarcasına, bu kadar ümitsiz yayılmaları, garip bir bünye gayretinden başka
neye atfedilebilir? (Tilmizi Baykın - Bacon) diye imza atan filozof ve Anadolu
halk türkülerine muvaffakiyetli (pastiş)ler yazan şair, vesaire vesaire...
Rıza Tevfik, birbirine zıd bin tesirin çektiği her istikamete sarkan ve hiç
birine varamıyan istidatlı Şark efendisine ne canlı örnek!
O devrin bıyıkları henüz terliyen genç ve zeki edebi) atçısı Hüseyin Cahit,
taşıdığı hendesî ve müsbet mizaç yüzünden, politika ve aksiyon âlemine
geçmeyip de ne yapabilirdi?
Doğuşları o devre içinde olsa da, tekavvünleri ilerilere doğru sızan, Mehmet
Akif ve Hüseyin Rahmi gibi halis ve şahsiyetli Örnekleri, bir merhale sonra
ele alıyor ve (portre)sini çizdiğim silsileden saymıyorum.
Dünya Harbine gelinceye kadar, Tanzimat sonrası sanat ve fikir adamının bariz
vasfı, bence, zihnî ve ruhî ana İdrâk melekelerinden mahrumluktur.
Dünya Harbine gelinceye kadar, Tanzimat sonrası Türk sanat ve fikir adamı,
satıh üzeri İdrakiyle Avrupalılaşma teşebbüsünün ancak züppelik ve tereddisini
getirebilmiş ve Tanzimat ruhunu daha iyi ifşaya hizmet etmiştir.
(1946)
219
1
BİRİNCİ MEKTUP
n.
Şimdi de sıra, Birinci Dünya Harbi ve Birinci Dünya Harbi sonrası Türk sanat
ve fikir adamına geldi.
Dünya bir koca şehir, Birinci Dünya Harbi bir korkunç yangın...
Ona en uzak milletlerin mahallelerine bile kıvılcımları yağdı. Ona en yabancı
semtlerin bile korku, yangın yerindekinden eksik olmadı. Eşya toplandı,
tahtalar söküldü, damlar ıslatıldı. Bir gün her şey yerli yerine İade edildiği
zaman, hiç birinin, kaldırıldığı yere artık uymadığı, hiç birinin, terkeltiği
nizamı tekrar kabûE etmediği, hiç birinin temsil ettiği kıymet hükmiyle bir
daha barışmadığı görüldü.
Sebepleri ve neticeleri üzerinde fazla durmadan iddia edebiliriz ki, Birinci
Dünya Harbi, hemen her milletin hayatında, götürdüğü ve getirmek istidadını
gösterdiği kıymetler bakımından en keskin hareket başıdır.
Türk cemiyeti bu kasırgayı, gövdesinin büyük kı-simlariyle kaydetmiş
cemiyetlerden biri... Onun içindir ki, onun sanat ve fikir hayatında, Birinci
Dünya Harbinin, yıkıcı, süpürücü, itici, aratıcı tesirleri ilk bakışta
meydandadır.
220
Birinci Dünya Harbi kadrosu içinde Türk cemiyeti, Tanzİmatlanberi ilk defa
olarak, hâlis ve şahsî, öz fikir adamına kavuşur gibi olur. Hİç bîr felsefe
mektebi ve fikir sisteminin tam ve tek mümessil ve mübdii olmasa da, Ziya
Gökalp, okuduğunu anlamış. Garpla temasını en mahrem plânlara kadar
derinleştirebilmiş, meyil ve nisbet gösterdiği fikir sistemini kendi ferdî ve
içtimaî şartlan içinde yuğurmaya çalışmış, onu samimî bir şahıs ve millet
dâvası haline getirmeğe savaşmış, ilk Türk tefekkür
adamıdır.
Ziya GÖkalp'a gelinceye kadar, Tanzimat ve Tanzimat sonrası fikir adamında
Garplı tesir, (Bonmarşe)den satın alınmış ve Türk evinin bir köşesine
oturtulmuş, oyuncak bir (maket) halindedir. İlk defa olarak Ziya Gö-kalp'ta bu
muamele, Karabük fabrikası gibi, fikir topraklarımız üzerine kurulmuş, ciddî
bir tesis manzarası arze-der. Muharrik kuvvet, makine, cihaz kendisinin değil,
fakat tatbik sahası, ham madde ve İş, kendisinindir. Zİya Gökalp'ın
(Dürkhaym)cüığını böyle anlamak ve onu, maskara (Güstav Löbon) ve
(Beykın)cılardan böylece ayırt etmek lâzımdır.
Ben Türkçülüğü, Zİya Gökalp'ın Turancılığından; ve Doğu dünyasİyle İslâm
cemiyetini, onun görüşünden bambaşka anlasam da itirafa mecburum ki, Ziya
Gökalp'ı, ilk nazarda nakış ve fantazyadan kurtulmuş, büyük şekil ve mimariye
kucak açmış, başı sistem ve meseleye yuva-lık etmiş, Tanzimattanberi ilk ve
yegâne Türk tefekkür adamı sanmak, bir ân için mümkündür.
Öyleyse Ziya Gökalp Şark ve Garp kayaları arasındaki uçurumda tuzla buz olmak
tehlikesini yaşayan Türk cemiyetinin altına, büyük ruh ve fikir desteğini
sürebilmiş midir? «
221
Hayır!
Meşrutiyetten bugüne kadar kademe kademe inkişaf eden islahçılık dâvasında en
büyük fikir hissesini ona vermek ve birçok devlet ve (aksiyon) adamlarını,
hakikatte onun tesiri altında görmekle beraber, yine görmek lâzımdır ki, Ziya
Gökalp, giden Şarkla gelen Garp arasındaki mahsup sırrını ve kıymet hükmünü
heceleyebilecek görüş çapında değildi.
Kendisine geniş ve devletleşmiş bir tesir ve talim meydanı kurmuş olan Ziya
Gökalp'ın, bu yüzden (mazruf) olmaktan ziyade (zarf), (muhteva) olmaktan
ziyade (mevzu), (ruh) olmaktan ziyade (kalıp) tesirleridir. Yoksa Ziya Gökalp,
ruhunda büyük ve hususî bir dünya görüşü kaynağından ve kafasında büyük ve
hususî bir tecrit, teşhis örgüsünden mahrumdu.
İşte Ziya Gökalp'la büyük filozoflar ve yenileşme dâvasının ilk ve temel
fikircisî olarak beklediğimiz büyük kahraman arasındaki mesafe...
İşin en kaba plânda başlangıcı bile olsa birdenbire bir TÜRK, TÜRKÇE, TÜRKİYE
şuuru, asırlardan beri hakkını bekliyen ve en göze görünmez duygu
tabakalarında uyuklayan bir KENDİNİ BULMA, KENDİNE GELME cezbesinin ilk
hamlesiydi. Fakat bu hamle, büyük ruh zemininden öksüzdü.
Bu hamle şiirde ve nesirde derhal talebelerini kaydetti. Kendilerini (Millî
edebiyatçılar) bayrağı altında toplıyan ve Ziya Gökalp'ın arkasından, açık
Türkçe ve hece vezniyle nazım tecrübesine girişenler (Orhan Seyfi, Yusuf Ziya,
Faruk Nafiz),.. İşte, bu kendi kendisini arama veçhesinin, kalıp, lisan ve
mevzudan ileriye geçememiş ilk tek telli saz devşirmeleri... Azası arasında
daha birkaç şair bulunan bu gurup içinde Faruk Nafiz'i, hemen tüketi-222
veren arkadaşlarından bir kaç arpa boyu ilerlemiş ve bugünlere kadar ulaşmış
görüyoruz. Bu devşirmelerden hiç birinin bugün hâlis şiirle alâkaları bile
kabul edilemez.
Garip bir seziş teceüisiyle açık dili ve hece kalıbını herkesten ve hattâ Zıya
Gökalp'tan evvel kullanan fikir posası^ şairi Mehmet Emin, sırf muhteva
züğürtlüğü yüzünden, başta olduğu kadar sonda da namevcut kalacak ve bir
(istatistik) kıymetinden fazla bir şey ifade etmiye-cektir.
O güne mahsus kesafelli ve öz şiir, bunlardan ziyade, Yahya Kemâl ve Ahmet
Haşim gibi şairlerin cazibe mıntakasında geziniyordu. Ana dili ve parmak
hesabiyle yazmak ve memleket mevzularını tercih etmekten ötürü hiç bir sanat
telâkkileri olmıyan gençler, aralarına hiç bir fark ve mesafe koymadan, zıt
cephelerini tefsir etmeden, bu iki şahsiyeti kayıtsız ve şartsız birer üstat
tanıyorlardı. Zaten (üstat) kelimesinden başka hiç bir ustalık vasfına, bir
sanat dâvasına akılları yetmezdi. Yetseydi görürlerdi ki, ilk defa ana dili ve
hece kahbiyle yazmakta hiç bir yenilik yoktur. Bunlar birer âleltir ve yenilik
âlette değil sesdedir. Dâva, o dille o kalıbın potasında bir şahsiyet madenini
eritebilmekte...
Ameliyat masalarında, operatör gelmeden nasıl asistanlar ve hastabakıcılar
operatöre ait âletleri hazırlarlarsa, kendilerine {Millî edebiyatçılar) ismini
takan bu zümre de, yeni Türk şiirinin beklediği ve daha beküyece-ği mübeşşire
hazırlık yapmış ve vasıtacı mevkiinde kalmıştır.
Birkaç romancı ve hikayeci; (Edebiyat - Cedide )nin ufak tefek istihalelerle
mİrasçıhğını yapmak isteyen (Fecri-âti)nin bir hamlede eriyip gitmesine
mukabil, gurup dışı kıymetler halinde birkaç şahsiyet, evvelki dar-
223
tıklan açmak ve sığlıkları deşmek cetıdınc namzet görünüyordu.
Romanda Yakub Kadri ve Halide Edib, okuyucularını ilk defa olarak, kafa ve ruh
meseleleriyle karşılaştırıyordu.
Yakub Kadri bence, Şimal Kutbunun keşfi macerasında, gemisini en çetin ve
bakir mıntakalara götürmüş İlk Türk romancısıdır.
Birkaç romancı ve hikayeci, memleket hayat ve estetiğine muvaffakiyetle
sokulmak hamlesini gösteriyordu. (Hüseyin Rahmi, Refik Halit, Ömer
Seyfettin)...
(Edebiyat-i Cedide)denberi eskimeden, pörsüme-den, ekşimeden devam eden ve
münferit, münzevî bir yıldız gibi her gün daha canlı ışıklar dağıtan Mehmet
Âkİf i ben, şiirinin nesci, hakikiliği, samimiliği, hayata mutabakatı,
tezatsız ideolocyası bakımından, hürmete lâyık birkaç eski çehreden en parlağı
telâkki ederim. Fakat o da nefesi büyük kahramanlara göre çok küçük buutludur.
Fakat daima şiir, roman ve fikir, bellibaşlı bir sınırı aşamıyor, bellibaşlı
bir zarı delemiyor, bellibaşlı bir yokuşu sökemİyordu.
Bu sınır, bu zor ve bu yokuş, Türk cemiyetinin beklediği yeni hayat teşhisini
gizlİyen muadele!
Çünkü o muadele kül halinde bir türlü halledüemi-yordu.
Ahmet Haşim kullandığı dil ve halette muhafazakâr, fakat sembolizmanın
Fransada bile ileri bir mensubu derecesinde yeni bir şahsiyet temsil ediyor,
bütün bu âlet ve kalıp geriliklerini, bir parça istidat ve şahsiyetle
gidermenin kabil olduğunu sanki ilân ediyordu.
Yahya Kemâl, etrafında kalabalık bir hayranlar zünresi, Sultanahmet
bahçelerinde ve şadırvan karşılarm-
224
da, herkese yeni bir dil, yeni bir (estetik), yeni bir nefes halinde görünen
bir edayı yaşatıyordu. Şarkı Yahya Kemâl'den dinliyen, onu, ilk defa anlamış,
bir camie Yahya Kemâl'le giren, onu ilk defa görmüş, tarihi ondan okuyan onu
ilk defa öğrenmiş sanılıyordu. Yahya Kemâl cemiyetlerinde, böyle bir telkin ve
sihir kabiliyetini yaşatıyordu. Fakat ne bir fikir, ne bir (sentez), ne bir
(sistem)... İstanbul'un en İyi konuşanlarından biri farzedilen bir sanatkârın,
sanat dâvası üzerinde, hikâyeden, nükteden, (paradoks)dan gayri bildirecek tek
kelimesi olmamasına ne buyurulur?
Yahya Kemâl şiirde, birinci unsur olan ruh ve fikirde değil, fakat ikinci
unsui elan zevkte bir erginliktir.
* Uzun yıllar, içinde yuğrulduğu Paris'de, zevkini ferdî ve: millî şartların
örsünde döve döve inceltmiş, sonra vatanına dönmüş ve bütün mazi ile bütün
hali başka türlü görmeğe ve göstermeğe başlamıştır. Batıyla Doğu arasındaki
dünya çarpışmasından, yavaş yavaş kendileri sönmeye başlayan Şark kubbe^nin bu
acıklı kaderi, genç şairin içini ürpertilerle doldurmuş, o mahzun ve dilsiz
serenca-ımn kahramanı Şark, artık harap ve revnaksız sebilleli ve
saraylariyle, kalyonları ve akıncılariyle, bahçeleri ve ?,i-yuuüeriyle bu
teessür çekmecesini ağzına kadar doldurmuştur.
Yahya Kemâl Garbı, (plastik) hadleri içinde kavrıyabilmiş ve bu kavrayışıyla
da, Şarkı, (plastik) hadler içinde yaşamaya ve yaşatmaya başlamıştır.
Onun içindir ki, şiiri yine eşya ve hâdiseleri kavramakta (plastik) hadlerden
ileriye varamamış, bir sanat dünyası bina edememiş, bir şahsiyet temeli
atamamış ve büyük hiçliği yakalıyacak bir ağ örememiştir.
Bütün fikir ve ruh kaynayışlarında, (tez)in eksik
225
olduğu yerde (oyun), (sislcm)in eksik olduğu yerde (meşrep), (iman)m eksik
olduğu yerde (rindlik), noksan] telâfiye memur olmuştur.
Birinci Dünya Harbi ve Birinci Dünya Harbi sonrası Türk sanat ve fikir adamı,
bir evvelki kaba zümre ve mektep seviyesini aşmış, ferdiyet kıymetlerine
sokulabil-mis, fakat bu kıymetleri kanunlaştıramamiştır. Her tarafı kopuk,
kırık, küçük temayüller halinde bir takım başkalıkları, ayrılıkları,
rekabetleri temsil etmiş, fakat toptan bir meydan muharebesi zaferi
kaydedememiştir. (Kö-tü)yı, (çirkin)i, (bayat)ı, sezer gibi olmuş, fakat
(iyi)yi, (güzel)i, (yeni)yi bulamamıştır. (SefU)in yanında (ulvî)yi,
(tereddî)nin bitişiğinde (kemâl)i vâdetmiş, fakat netice itibarimle bütün
tezahürleri aldatıcı, bütün vâadleri inkisara uğratıcı çıkmıştır.
Tanzimat, şahsiyete kavuşmak için en çetin hamlelerine bu devrede başlamasına
rağmen, yine âciz ve perişan, devam halinde kalmıştır.
(1946)
ALTINCI MEKTUP
226
Artık Cumhuriyet devresinin üzerindeyiz. Şimdi bu yirmi küsur yıllık devrenin
fikir ve sanat adamına ve bayatına bir göz atalım...
Hükmü başa alarak ortaya tepeden inme bir teşhis atsam nasıl olur? Buyurunuz:
Cumhuriyet devresi, Tanzimattan sonraki bütün merhalelerin en ileri
örneklerini aşan bazı müfrit ve münzevî değerlerine rağmen, bütün Türk fikir
ve sanat hayatında, kargaşalıkların, aykırılıkların, ahenksizliklerin,
nisbetsizliklerin, çözülüşlerin, dağılışların, sükûtların, hiçbir zaman ve
mekânda bu nisbette çöreklenmediği ve netice itibariyle bütün sanat ve fikir
hayatının iflâs buhranları geçirdiği bahtsız hengâmedir.
Bunun sebebini izah etmek de galiba kolay:
Tanzimattanberi bir türlü kurtuluşunu plânlaştıramıyan ve boyuna şahsiyetinden
feda eden Türk cemiyeti, Birinci Dünya Harbinden sonra, zaman sahasında olduğu
kadar mekân sahasında da tasfiye edilmek mevkiine düşünce, maddî bir hareket
mefkûresiyle kendisini kurtarabilmiş, bu kurtuluş Cumhuriyeti doğurmuş; fakat
ruhta ve mânada dengini bulamamak yüzünden, is-
227
lor istemez, asırlık bir çürüyüşün son tecelli haddine ayak basmıştır. İşte
cemiyetin ruhî hayatına ayna tutan fikir ve sanat dünyasında, cumhuriyetten
sonraki azamî hercü-merci, azamî düzensizlik ifadesini, millî kurtulup
hamlesinin ruh ve fikirde hazırlanmamış, ondan sonra da ruh ve fikire
sindirilememiş bir hareket olmasından başka hiçbir türlü izah mümkün değildir.
İlk oluşumuzun başından, son oluşumuzun veya olmayışımızın başına, yahut
sonuna kadar, yerinde yeller esen büyük Türk mütefekkiri, bu devrede de
yoktur. Sadece yok olsa yine iyi; minare şeklinde bir yükselişe muhtaç bir
vaziyette, kuyu şeklinde bir çukur ifadesiyle yok; âdeta yokluğunu tahkim
edici sebepler altında yok...
Bir manzumesinde, camilerinde Türkçe ezan okunacak ülkeyi Türkoğlunun vatanı
diye gösteren Ziya Gö-kalp'e, onun tesiri altında bir takım resmî tasanlar
beslenmesine rağmen, bu devrenin fikir kürsüsünde yer verilmez. O da.
Cumhuriyet devresinin başında, her türlü faaliyetini tüketmiş bir adam
sıfatiyle ölür, gider.
Bir devre evveline mensup olsa da asıl geniş kalem faaliyetine bu devre içinde
girişen Falİh Rıfkı Atay ve onunla beraber bir takım gazeteciler, kafaarı
hiçbir büyük terkibe müsait olmadığı için, basit üslûpçuluk ve kolay
alkışçılıktan ileriye geçemiyecektir.
Cumhuriyet devresinin başından bugüne kadar milli kurtuluş hamlesinin fikir ve
sanattaki bütün aksi, (has isim)ler etrafında, samimiyetinden bile şüphe
ettirecek nefsanİ bir medhiye tellaklığından başka birşey değildir. Asırlık
bir tasfiye bilançosunun altına yekûn hattının çekildiği ânda şahlanıp bütün
hayat borcunu ödeyen bir milletin destanı, bütün (hâs isim)leriyle beraber de
olsa, bir fikre ve dünya görüşüne bağlı olarak ne şiirde, ne ro-
228
manda, ne tiyatroda, ne de fikirde billûrlaştırılabikli. Bunun yerine millî
kahramanların, bir fikre remz olan ebedî çehreleri değil, mide gurultuları ele
alındı; ve bu iş son derece verimli bir ticaret halinde nemalandırıla
nemalan-dırıla ananeleştirildi, şahsî muvaffakiyetin temel şartı ve günün ana
seciyesi haline getirildi. Birçok Türk kaleminin az çok hissedarı olduğu
dalkavukluk edebiyatının örneklerini isimlendirmeğe değmez sanırım; onları
herkes
bilir.:'
Bu esnada saf ve hakikî şiir. birkaç işçisi arasında, son derecede ağır
tekevvün çileleri altında yuğrulmak isteniyordu. Bu işçiler, bîr devre evvel
(Hececiler)in bomboş bıraktıkları kalıba, ilk defa olmak üzere bir muhteva
cevheri dökmeğe çalışıyorlardı: Ahmet Kudsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpmar ve...
Evet ve sen...
Senin hakkındaki fikirlerimi, bu mektubuma ilişik aya bir kâğıtta bulacaksın.
Onu kimseye okumaya, göstermeğe mezun değilsin. Zümrevî mütalâalarıma seni
almıyorum.
Eğer (Heccciler)in bomboş bıraktıkları kalıp, bu zümre taralından bir muhteva
cevherine kavuşturulmuş olsaydı kalıp da muhteva da, her şey de, Ziya
Gökalp'ın ilk devşirmelerinden değil, bu zümreden başlamış olurdu; galiba da
böyle... Fakat günün büyük kargaşalığını ve hiçliğini bastırmak için, sade
şiirde mücerret bir kıymete değil, ezeldenberi münhal bir çapa ihtiyaç olduğu
için, bu örneklerde, küçük, kesik, bücür, cüce keyfiyet noktalamalarından
ileriye varamadılar; ve kendi çaplariyle, doldurulması lâzım çapın korkunç
nisbetsizliği Önünde tükenip gittiler.
Bir aralık ortalığı, yeni bir ses dolanır gibi oldu:
Nazım Hikmet...
Başlangıçla (Hececiler)le ise başlıyan hu delikanlı, yeni Rusya'da geçirdiği
fikir macerası neticesinde, içer-deri'clışanya doğru bir fışkırış
yaşatacağına, dışardan içeriye doğru bir sokuluş halinde, birdenbire fikir ve
sanal piyasamızı şişleyiverdi. Önce telâş ve patırdı hürmetlice oldu. Şairin
kullandığı âlet yepyeni birşey sanıldı. Halbuki bizde (Edebiyat-ı
Cedide)denberi serbest nazmı kullanmış birkaç şair bulunmasına karşılık, bu
âlet, Birinci Dünya Harbinden biraz evvel, harp içinde ve sonrasında, duygu ve
düşünce nizamını da allak bullak edici edebi mektepler zinciriyle Avrupada
moda sağanağını atlatmış, hem maddede ve hem ruhta ezelî ve ebedî üstün şekil
hikmetine karşı iflâsım idrak etmişti.
Şairin getirdiği sese gelince; işte sar'a ihtilâçları içindeki Batının
şekilsizlik âletini alıp ona nizamlı ve sistemli bir ihtilâl heyecanı Liflemek
isteyen Rus şairi (Ma-yokofski)nin ses perdelerine tıpatıp uygun, heyecanda
keskin, fikirde malûm, belâgatte değerlice bir beyanname çığlığı... Bu
beyanıi.me çığlığının bütün kıymeti, avamı kandırmaya mahsus bir tebliğ
dilinin bütün şartlarına sahip, fakat hakikî şiirin telkin kudretinden
tamamiyle mahrum, çerçevelediği fikir bakımından da Batının en büyük bâtılı
komünizmimin şahsiyetsiz bir mümini, fakat daima hassasiyet mayası ve şiir
nefesi olarak gür bir bünye temsil etmiş olmaktan başka birşey değildir.
Nazırn'm en güzel tarafı, fikir namusu adına, inandığı (bâtıl)ın sonuna kadar
fedaisi kalmış olmaktır. O, hakikî fikir zaviyesinden, fikirsiz bir
namusludur, işte o kadar...
Cumhuriyet devresinin şu âna kadar tesbit etmiş olduğumuz fikir ve ruh
kargaşalığı içinde roman, hiçbir zaman doğmamış olan roman, Birinci Dünya
Harbinin
230
(enflâsyon) paralan gibi, keyfiyette sıfır, kemiyette namütenahi bir işporta
eşyası halindedir. Bu romanı Ya-kup Kadri ve Peyami Safa, biri evvelki
merhaleden bir devir halinde ve öbürü yeni merhale İçinde biraz
keyfi-yetlendirmeğe ve mesele sahibi insanın hayat zemini haline getirmeğe
çabalarken, halk kütleleri arasında hakikî muvaffakiyete namzet roman,
bayağının âdisi bir vakalar posası ve his kazuratı halinde, sükût
derecelerinin son haddini gösterir. Bu korkunç keyfiyetsizliğe, bir de bazı
büsbütün haysiyetsiz kalemlerin, imzaları altında apaçık ve güpegündüz,
iktibasçılığım, nâkilliğini ilâve edecek olursak, içtimaî bir hayat terkibi
olan romanın Cumhuriyet devresinde, şahsiyetsizliğini ne nisbette
kutuplaştır-mış olduğunu anlarız. Fakat ve sanat şahsiyeti bakımından
Tanzimatın şaşkın, kopyacı, fakat ruhu saffet ve ulviyet dolu örneği, bu
örneklere nazaran, çöpçülere nisbet edilecek vezirler mesabesindedir.
Cumhuriyetten sonraki romanımız hakkındaki bu ölçüye, istisna ettiğimiz bir
iki örnekten başka, son birkaç seneye ait bir iki yeni zuhuru da müstesna
tutacak olursak, romancı tanınmış her isim dahildir.
Millî tiyatro, Reşat Nuri'nin romanda olduğu gibi sahnede de daktilo kızlara
hitap eden kolay edebiyatından başka, Nazım Hikmet ve Vedat Nedim'in,
tamamiyle sun'î ve zoraki, hakikî ruh ve fikirden mahrum cambazlıklarına
inhisar eder.
(Sen kendini tiyatro bahsinde de hatırlamasan iyi edersin...)
Tarih, bütün mensuplariyle, Fatih Sultan Mehmed'i yeniçerilere dövdüren, Habeş
İmparatorunun oturağını mezada çıkaran, Abdülâziz'İn intihar mı ettiğini,
yoksa öldürülmüş mü olduğunu baş mesele haline getiren ve
231
(Yeni rakı) kadar sürümü olan bir (Atmasyon) plânı olmuştur.
Her devirde namevcut olan Türk münekkidi ve tenkit ölçüsü, bu devirde, sanki
bir yokluğu, sahte varlıkların maskesi altında büsbütün ümitsiz bir hale
getirmeğe memurdur. Eserini, ilk defa olarak ciddî bir kitap hacminde.
Cumhuriyetin ilânından birkaç sene sonra veren İsmail Habip, Türk cemiyetiyle
beraber Türk fikir ve-sanat hayatının büyük fikrî ve felsefî muhasebesini
yapabilecek kıratta bir tahlil ve tertip kafası taşımadığı İçin, orta mektep
kadrosunda, basit, sathî ve hissî bir sınıflandırmadan ilerisine geçemez.
Nurullah Ataç ise, birkaç tercümesinden başka tek formalık bir esere ve ölçüye
salıip olmaksızın, kabak çekirdeği sohbeti yaparcasına (İyi, fena, eh biraz
daha iyi. biraz daha fena, çünkü fena, zira iyi, harika, kötü, ben hayranım,
ben küskünüm, sevmiyorum, bayılıyorum!) tarzında, nebatî ve infiali hükümlerin
hafif vebi-çare kumkumasıdır.
(Lessing)varî bir cemiyet ve dünya görüşü örgü-süyle bizde hiçbir zaman
doğmiyan tenkit, bunlara ve benzerlerine göre, birgün doğmak ümidini de
gölgelendirecek vaziyettedir.
Mücerret fikir, fikir ve felsefede yayalığımız, hiçbir zaman nefslerine
şahsiyetli ve müstakil terkipler kurmak cehdini yükleyemiyen küçük ve korkak
istidatlar elinde tam bir vakıadır. Bir devre evvel (Dergâh) mecmuasında işe
başlıyan Cumhuriyet devresinde ise olacağım oiamıyan Mustafa Sekip Tunç, devir
devir (Bergson) ve (Fröyd)e hayran, daima tercümeci, derslerinde ve şahsî
sohbetlerinde daima derin ve ince, fakat büyük terkip cehdinden daima mahrum,
büyük bir tefekkür yüzüğünden kopmuş kırıntı bir elmastan başka nedir?
232
Hilmi Zİya Ülken, mücerret fikir ve felsefede Cumhuriyet devresi neslinin bu
en büyük ümidi, kitaplık çapta bir iki hamlesine rağmen bir türlü kahramanca
fışkı ram amak ve büyük terkibe girişmemek mizacının; üstelik kendi
merkezîliğinİ kaybedip sağ ve sol temayüller arasında kaybolmak mahkûmiyetinin
acıklı bir misalidir.
Bir zamanlar, ele ve başa yalnız her hangi birini alıp gerisini çürüğe
çıkarmak taktiğiyle işe girişen bir grup (Kadro'cular), komünizma
iktisadiyatını ve tarihî maddeciliğini Çemişkezekli köylüye aşılayarak bundan
yeni bir Türk milliyetçiliği meydana getirmek, böylelikle millî kurtuluş
hareketini izaha ve onun dün de bugün de eksik ideolocyasını bu tarzda kurmaya
savaşmak dalâletinin hüküm çerçevesi içindedir.
Güzel sanatların öbür şubeleri de, bu devrede, bir takım mevziî İnkişaf ve
teessüslere rağmen büyük ve hazin tereddiyi ilân eder.
Musiki topyekûn Ölüm dirim buhranları içindedir. Bir taraftan ortalığı, ancak
yeni romancılarımızın bestesi olabilecek aşağılık tangolar kaplarken, öbür
taraftan alaturkanın muzahfarat şubesi, meyhane üstüne meyhane açmakta; daha
başka bir tarafta Dede. Itrî'nin muhteşem musikisi derlenmeğe ve
seslendirilmeğe namzet görünmek, büsbütün başka bir taraftan da halk
türkülerine doğru bir (solo) ve (koro) ruhu yaşıyabilmektedir.
Resim, en derin telkin değerini,üç yaşındaki bir çocuğun nebatî
karalamalarında bulacak kadar ölçüsüzdür.
Heykel, tek mevzu, âbide mevzuu etrafında çalışmak mahkûmiyetinin, basit
kopyacılıktan ibaret, zevksiz, fakat son derece kazançlı ticaret tezgâhı...
Mimarî, dünle bugün arasında hiçbir muhasebe çilesi dolduramadan, iğrenç,
şahsiyetsiz kübika inşalarının
233
kalfalık zanaat i...
Ve nihayet, başından beri bütün esası örnekleriyle nizamsızlık ve
âhenksizliğindeki dehşeti ifadelendirmeğe çalıştığımız bu devre İçinde, hergün
biraz daha çürüye çürüye ulaşabildiğimiz {Yazık oldu Süleyman Efendiye)
harikası,..
Her şeyi olduğu gibi belirtme gayemize sadık kalmak için (Yazık oldu Süleyman
Efendiye) harikasının kahramanı üç genci isimi endirmeliyiz: Orhan Veli, Oktay
Rıfat, Melih Cevdet...
Nazım Hikmet'in şahıslandırdığı serbest nazım, hiç değilse muhtevasının aklî
ve insanî nizamını da süpürüp atmak, kalıbının son tutamağı olan kafiyesini de
silip temizlemek suretiyle nefslerine mal etmeğe kalkan üçüzler, yaptıkları
işin büyük (Hiç)ine rağmen bu kadarında bile şahsiyet sahibi değildirler, Bu
gençlerden kim olduğunu bilmediğimiz birisi, belki de üçü birden, kim olduğunu
pek iyi bildiğimiz bir Fransız şairini örnek tutmuş ve ondan sonra üçü de, o
Fransız şairinden ve birbirlerinden meşketmeğe başlamışlardır. Bu Fransız
şairi (Supervil-le)'dir.
Vezni, kafiyeyi, bütün dış ölçüleri attıktan sonra, ismine nesir denemiyecek
lâfları nesrin ufkî nizamına göre dizeceği yerde, nazmın şakulî nizamına göre
tertipleyen bu Fransız şairi, bütün kalıp ve şekil korkusuna rağmen muazzam ve
yepyeni bir hassasiyet cevherine malik olduğu için, gayet tabiî olarak her
satırı, aynı şekillerle dondurmaktan geri kalmamıştır. Bu çocuklarsa, Fransız
şairinin yapabildiğini yapmaya değil, ancak bozabildiğini bozmaya muktedir
oldukları için, hisselerine, bütün insanî hakikat ölçülerini, anlayış ve duyuş
muvazenelerini yıkan büyük bir (Hiç) düşüyor. Kendilerinden sonraki
234
kolay manasızlık ve basil muvazenesizlik halkasının da müsebbibi olan bu üç
kahraman çocuk, dolayısiyle, şiirin yeni insan ve cemiyet eşiğinde ne kadar
çetin bir tekevvün bilmecesine vardığı ve zayıf yaratılışların o eşikte nasıl
intihardan başka birşey beceremediği hakikatinin mümessilidirler. Bir
hâdiseyi, şuur ve iradeyle, müsbet tarafından temsil etmek yerine, şuursuz ve
iradesiz olarak menfî taraftan temsile memur olmanın acıklı hali...
(1946)
235
YENİLİK VE ŞAŞKINLIK
Bazen mahalle aralarından geçerken görürüz:
Birkaç çocuk bir taşı kaldırmışlar, altından çıkan solucanları, çömelerek
hayretle seyretmektedirler. Alemde merak ve hayret, çocukta teşahhus ettiği
kadar kimde şahsiyet bağlayabilir?
Fakat ak sakallı selim akıl fermanlarına tebessüm eden derin ve amansız çocuk
ruhu,.mukadder akıbetleri sezmekte ekseriya büyüklerden evvel davranır. Biraz
sonra bakarsınız, deminki cazip solucanlar, başları ezilmiş, toprağın üzerinde
metruk ve mürde bir leke halinde yal-makta; ve çocuklar başka mesafelerde,
başka yenilikler peşinde gezmektedir. Acaba ne olmuş, ne bitmiştir ki çocuk,
bir saniye evvelki hayretini kazanan manzarayı yalnız terketmekle kalmamış,
onu bozmuş, dağıtmış, cezalandırmıştır da...
İçinde büyük fakat gizli bir tahlilci yaşayan çocuğun bu hareketi mânâsız
değildir. Çocuk sezişi, solucanın rengini evvelce tanıdığı herhangi bir renge,
hareketini herhangi bir harekete irca ettikten sonra gördüğü şeyi bütün
cazibelerinden sıyırır ve halledilmiş bir takım muadele kâğıtları gibi onu
ihmal ve nisyaııın küflü çekmecesine
236
atar. Evet. sezişlerimiz âmânsızdır. Karşımıza yeni olmak iddiasiyle çıkan her
şeyi, yeniliği dışına vurmuş her görünüşü, kulağı fil, başı yılan, vücudu
deve. kuyruğu balık bir hayvan gibi muhakkak tanıdığı unsurlarla irca edecek
ve artık o sahte terkip, sahibi için bir kabahat olarak kalacaktır. Ruhumuzun,
suların cezrine benzeyen bir saniyelik, bir anlık, şaşkınlığından hayat hakkı
bekliyen garabetler, aynı şaşkınlığın meddinde boğulmaya mahkûmdur.
Çemişkezekte silindir şapkalı CRamon Novaro), Holivutta Çemişkezekli Memiş ağa
gariptir. Bu garabet bütün (Novaro)larla bütün Memişlerin gözlerini kendi
üzerine çekebilir. Fakat yarım saat sonra (Ramon Novaro), ya kıyafetini
değiştirmeye, ya intihara mecburdur.
Alelade inşa' bu türlü yenilik hilelerine ilk hamlede hayran olmajtta nasıl
mazursa, mükemmel insan da. olgunluğun derecesini, hayran olmaktaki
mukavemetiyle ifade eder.
Gün görmüş ve pişmiş ruh "aptalca hayranlık" lâfının üzerine iki çapraz hat
çizmiş olandır.
Son zamanlarda sanat ve şiir namına yapılan komikliklere karşı şunun bunun
fırlattığı şaşkın naralarda da bu hazin kanunun bir tecellisine şahit
oluyoruz. Deniz içinden alınmış bir kova suyun açtığı hoşluk ne kadar çabuk
dolarsa bu cinsten şaşkınlıkların da o kadar çabuk kapanacağını ve evvelki
çukurun yerinde hattâ bir kabarıklık hasıl olacağını bilsek bile devrimizin bu
kadar selim histen mahrum oluşunu görmek gene acı oluyor.
Yenilik, terkibini ancak erbabının bileceği ve mıs-rama gömeceği bir sırdır.
Yoksa ortada bayrak açarak kellesi koltuğunda dolaşan yaygaracı hokkabazların
marifeti değil...
237
Yunus Emre diyor ki:
Derviş oldular hırkada pünhan ola...
(Yeni) daima (gizli)de ve bâtındadır; apaçık nis-bet ve muvazene hilelerinde
ve zahirde değil... Bunlardan biri insan, öbürü de öküz gözüne hitap eder.
(1947)
238
YENİ ŞİİR
Yeni şiir... Basit, bedahat kadar basit, fakat onun kadar nümayişsiz ve emin
bir anlatış üzerindeyim: Bu bir hastalıktır.
Batı dünyasında, kökleri yirminci asrın başlarına kadar ulaşır. Eski dünya
harbinden sonra Kübizma, Fütü-rizma, Dadaizma, Empresyonizma, Modernizma ve
daha binbir isimli ve bin çeşid yemişini vermiye başlar. Saman çöpünden,
incecik bir filiz üzerinde, bu filizin gövdesini bukmeksizin balkabağı gibi
durdurmıya savaştıkları kâbus yemişleri... Hastalık, Batı dünyasında, yıllar
geçtikçe şifa ve ayılma alâmetleri kaydeder; ezelî ve ebedî, şekil, nizam,
ahenk, vahdet kutbuna doğru yeni istikametler bulmaya savaşır, bu aralık
birkaç şahısta, yerine göre hoş ve ahenklice mevziî titremeler gösterir ve
öylece kalır. Bundan birkaç yıl evvel de, Avrupada müzeye kaldırılmış ve
üzerine yanık mevsimlerin ve pörsük modaların külleri yağmış her nesnenin son
uğrağını bizde deneme-sindeki kanun icabı, kollarını sallıya sallıya ve
nasılsa (Alfabe)yi sökebilmiş bir mahalle bekçisi gururiyle aramıza girer.
Böylece, birkaç yıldanberi, lisanın bütün iştikak ve
239
ekleriyle ne kadar kelimesi varsa hepsini teker [eker kâğıtlara yazıp bir
çuvala doldurmanın ve niyet çekerce-sine rastgele dalarak o ândaki mide ve
işkembe zevkine göre birer ve ikişer, üçer ve dörder alt alta toplamanın
san'atı bizde (yeni şür)dir.
Maraz şu: Taklid veya asliyet plânında, hâdiseye doğrudan doğruya herkese
şamil beşeri bir tecrübe hakkı diye bakacak olursak, dâvanın, asırlar boyunca
sendeleyen kaba mantık, kaba mâna, abdal şekil, bücür kalıp gibi haklı idrâk
ve ifade sıkıntılarına karşı, bu kıymetleri lâstik gibi gerip uzatamadan
birdenbire koparmak ve tam karanlığa düşmek gibi bir dalâlet ve intihar ifade
etmesi...
Fakat bir memlekette ki, halk ve münekkid bu incelikleri bilmez, mes'eleleri
vahide irca edemez; çalar saat karşısında apışan Afrika vahşileri gibi ya
hayranlıktan kendini kaybeder, yahut arkasını dönüp umacıdan kaçar-casına var
kuvvetiyle, tabana kuvvet uzaklaşır; netice budur.
Bütün istikamet, nisbet, buud, ölçü ve ahenk unsurlarından mahrum bir boşluk
dünyasında "ağıza geldiği ve kaleme takıldığı gibi olmak"dan başka bir nefs
muhasebesi tanımayan, zorluk adına kolaylıkların en vahşisi, yenilik adına da
çıkış noktalarının en iptidaîsinden ibaret bu yağma içinde, her şeye rağmen
ruhlarındaki hassasiyet unsurlarının güzel nakışlarını söndüremiyen birkaç
kişiyi gözden kaçirmıyorum. Onlara yanan istidadlar diyelim! Bunlar herbiri
bellibaşlı ruh ve mânâ şekillerine bağlı, sadece dış ve aşağılık kalıb
çizgilerinden ürkmüş, bilhassa hiçlik ve zifiri karanlık kimyahânesinin sun'î
mahsullerine zıd mizaçlar belirtmekte... O hâlde herbirini, hiçlik mânâsındaki
şekilsizlik ve ölçüsüzlükten uzak, ulvî ve hususî mânâda birer şekil ve ölçü
arayıcısı diye selâmlar-
240
ken. bu başıboş arayıcıiıkla her gün biraz daha yanan, şimdilik içten ve
dıştan rehbersiz ye köksüz hamlelerine de bir ümitsizlik işareti koyalım.
Hususiyle bir ikisinde her defa yeni ve kendisine mahsus bir kalıp ve yatak
arayan, fakat bir türlü yerleşeceği ana vücudu bulamıyan ve ancak böyle bir
vücudun binbir inhina ve mafsaliyeti içinde sonsuz değişikliği aramak
sırrından gafil, fakat gerçekten zengin mânâlara şa-hid olurken, bu hazin
tecrübenin yanıp kül olmuşlariyle, boş yere yanan ve çırpınan arasındaki farkı
biraz daha derinden sezer gibi ol!
7 yaşında bir çocuğun bir kömür parçasİyle, en ba-şıbo^ hürriyeti içinde ve
bir hamlede duvara çizeceği gemi resmini hayâl edelim: Tekne bir çekirge
gövdesi, baca bir deve hörgücü, duman bir saç teli, direkler birer zürafa
bacağı, bayrak bir tavşan kulağı, deniz bir tırnak kesiğinden ibaret... Şimdi
bu resmin karşısında, bir zamanlar bu soydan mekteplerin simsarlığını yapmış
İhtiyar Fransız Prensesi gibi, parmağınıza esrarlı bir keşif râşesinin
ihtizazını sindirerek konuşabilirsiniz:
- İşte kaba hendese ve nisbet oyunlarının hapishanesini yıkmış* büyük ve
sonsuz mânâ iklimlerine yol açmış hür ve hakikî sanat!..
Nasreddin Hocanın eşeği hangi noktaya sol ard ayağını koymuşsa dünyanın
merkezi orasıdır, inanmıyan ölçsün; gökteki yıldızlar Nasreddin Hocanın
eşeğindeki kıllar kadardır, inanmıyan saysın! Bu harikulade karşılığın
zımnında yatan derin telmih:
Sayısı namütenahi olan dağıtış ve parçalayış şekilleri arasında müthiş bir el
çabukluğu ve delice bir cesaretle bir tanesine el atıp, onu, sayısı daima bir
olan ve daima vahide doğru kesafet bağlıyan toplayış ve bütünleştiriş
241
mihrakına oturtuvermek: ve zaten mullak mânâda fethi mümkün olmıyan bu
mihrakın her cehd ve hamleyi âciz gösterici gizlilik kudretini istismar edip
-tâbiri mazur görün- kendisini yutturmıya çalışmak!..
Dolandırıcılığın bundan ilerisine yol yoktur.
Amma şiirde ve resimde tarihi yarım asrı dolduran bu dolandırıcılığın en feci
ve gülünç tarafı, evvelâ bizzat dolandırıcıyı, sonra simsarı, en sonra da
müşteriyi kafese koymasında... Öyle bir dolandırıcılık ki, çuvaldızı kendisine
ve iğneyi kurbanına batırıyor; yüzde yüz halis ve samimî, fakat özürsüz ve
müdafaasız...
Büyük bir duvara doğru rastgele bir kurşun sıkan hokkabaz, kurşunun değdiği
nokta etrafında İçice daireler çizdikten sonra "işte kurşunu merkeze
yapıştırdım!" derse ne buyurursunuz? Halbuki daireleri evvelâ çizerek merkezi
belirtecek, sonra ateş edip değdirmiye çalışacak değil miydi?
Yalnız bu misâl size, gaye ile yol arasındaki ahenk, tevazün ve ölçü sırrının,
hele san'at gibi ulvî bir fâtihlik yolunda bu sıra adına yapılan göz
bağcılığının ruhunu göstermiye yetmelidir.
Ve ne yazık ki, dolandırdıkları biz değiliz, kendileri...
Macerasının en keskin ve en acıklı safhası, evvelâ yarım, sonra bir, sonra bir
buçuk asırdır süren bir felâketi var dünyanın... Hele son 50 yıl içinde, bütün
inanış ve bağlanış şekilleri ve bunlara ilişik nizam ve ölçü emniyetleri,
çözüle, çözüle, ruhlardaki istinad ağlarını altalta ve üstüste patlatmıştır.
Meydana çıkan manzara: Her oluşa, biçimlendirişe, donduruşa, kahblaştınşa
düşman, kapkaranlık bir boşluğu çerçeveleyici kuyu ağızları, inkâr ve ihtilâç
gedikleri...
242
14'uneu asrın ikinci yansından sonra doğan ve hazırlanmaktaki korkunç
istikbâle karşı (Bociler) ve (Rem-bo) gibi, büyük huzursuzluğun müstesna
bestekârlarını doğuran inkâr ve ihtilâç çağı, 1914 Dünya Harbinden sonra lâyık
olduğu cinnete kavuştu; kâh ayılır, kâh bayılır gibi oldu, fakat asla şifaya
ermeksizin bütün cemiyet, fikir, san'at, ilim ve siyaset dünyasında sahte
(fren)ler, payandalar, teselliler ve ayarlamalarla bugüne doğru to-, pallıya
topallıya yol aldı. Nihayet bizde de, çıkartma kâğıdı çerçevesinde ve hazin
bir taklid ve özenti kadrosunda boy gösteriverdi.
İşte her türlü sahte teselli şekillerinden de mahrum bir buud sıkıntısı içinde
bize düşen özenti hisseşiyle beraber bütün dünya, cemiyet, insan ve ruh
plânında sebep!.. Sebep budur. Gönüllerdekİ imân ve nizam yataklarının aşınmış
olması ve yenilerinden hiçbir haber gelmemesi...
Bu bakımdan, sahihlerinin ferd ferd küçük ve hasis ruh aynalarında son derece
basit bir muvazene inhitatı, eşya ve hâdiselere, temas zaafı ve bir zemberek
boşanması diye kaydedebileceğimiz bu hâl, ancak Mart kedilerinin cümbüşü
kadar-devam tâliine mâlik olsa da tarihî ve içtimaî müessirlere vurulunca bu
kadar geniş bir şümul
..kazanıyor.
Kendilerini böyle bir şümul dünyası üzerinde, belki vezinli ve kafiyeli bir
manzume kadar sıkıntılı bulacakları bir seyahate çıkarırken, söyleyivereceğim
ki, nefs-lerinden habersiz bu çocuklara bakıp, yeni cemiyetimizin geçirdiği
yokluk ve boşluk irtiaşlarım yakından zaptedebiliriz.
(1945)
243
SANAT MANZARAMIZ
Âlmde hiçbir harabı manzarası, bugünkü edebiyatımızın belirttiği sefalet
derecesinde hazin olmadı.
Eski -isterse asıl ve muhteşem olmasın da Barok ve Rokoko varî bir taklit piçi
olsun- binanın yanında şimdi bir çingene çadırı bile kalmamış ve pırıl pırıl
insanî idrâk cevherleri, mahalle çocuklarının zıp zıp eşyası olmuştur.
Bu yangın yeri ve çöp yığını arasında, ulvî ahenk eskiden bir tac iken şimdi
oturak, (Romain) nizam bir cadde iken şimdi bir ciş yolu, soylu lirizm bir
kalb darabanı iken, şimdi bir barsak sesidir.
Dâvayı, eski harfleri bilmeyenler nesli diye sınırlayabiliriz. 1928'den bu
yana, şimdi en büyükleri 30 - 35, en küçükleri 20 - 25 yaşı arasındaki
edebİyal nesli, görülmedik bir hızla kurudu, pörsüdü, döküldü; ve babadan
oğula müdevver büyük ruhî muhteva, ateşte kalmış bir yemek gibi yandı,
kömürleşti, bitti.
Bu hazin akıbeti hazırlayan sosyal müessirlerin tahliline geçmeyelim de,
yazımızın dinamik ve terkibi akışını zedelemeden tek cümleyle sebebi haber
verelim:
244
, ismine inkılâp dediğimiz, yıktığı şeylerin makamımı yenilerini getiremeyen,
nei's murakabesine ya-naşamayan, idcolocyasım kuramayan, genç adamın ruhunu
bomboş bırakan ve (tabu)lar gibi kimseye yan baktırmayan vakıa...
Bu vakıanın, bugün tamamiyle şekillendirdiği, bütün lûgatçesi üç beş kelimeden
ibaret, olanca ihtirası (futbol) ve (Rock'ın rol), topyekûn his ve fikir
hayatı bir kaç harharaya münhasır genç adam tipinin yanı başında, işte bu
harharaların nesir örneklerini şiir dizisine sokmaya ne-tesli bir kol
peydahlanmıştır ki, hokkabazlıkların en ucuzu ve bayağısı hâlindeki marifetini
nihaî san'at merhalesi sanmakta, asırlar boyu beklenen sadayı gökten
indirdiğine inanmaktadır.
Birinci Dünya Harbinden başlıyarak bozulan insanî ruh nizamı, hele makinenin
ve müsbet bilgi keşiflerinin insan iradesine tahakküm etmeye koyulduğu 20'n-ci
Asıfortasına kadar öyle bir buhran çığırı açmıştır ki, insanoğlu ancak üstün
bir nizam bekler ve üstün nizam aşkına maziden kalma köhne kalıpları çiğneyip
kırarken, bu cehennemi hareketin bizim memleketteki aksi, mutlak nizamsızlığın
nizam, sıfırın namütenahi sanılması olmuştur.
Bu yüzdendir ki, insanların ancak tuvalette ihtiyarsızca düşünürken içinden
geçen manasızlıkları altalta istiflemek... İşte yeni şiir..
Ötedenberi bu mütefekkirsiz. münekkitsiz, zabıta-sız diyarda, bu dâvanın
mahrem faktörlerine ait hiçbir muhakeme ve muhasebe çizgisi çekilemedi. Garp
âleminin ruhî boşluğu, yine kendi çapında bir haysiyet mikyasiyle insanları
binbir hak ve bâtıl etrafında döndürürken, bizim cebren boşaltılan ruhumuz,
aynı dâvayı
245
büsbütün kepaze edici bir vasat olarak en müsait zemini kurdu; ve işle bu ucuz
hokkabazlar, ana mektebi çocuklarının oyunlarından daha hünersiz bu acemi
taklacılar, meydanı tuttu.
Muradımız ne vezin müdafaası, ne de kafiye... Sadece şiir...
Yeni zamanların eski ölçülere karşı isyankâr ruhundaki sıkıntı ve hafakanı
herkesten daha derin duyan ve onu gayet soylu bir his kabul eden biz. bu
duygudan ancak insanı uçurmasını bekleyebiliriz; yoksa beşinci kattan
yıldızlara çıkayım derken Arnavut kaldırımına düşürmesini değil... Kaldı ki,
bu sefil tecrübenin sahiplerinde, baştaki bir iki çeyrek orijinal şahıs
müstesna, ne böyle bir duygu vardır, ne de herhangi bir metafizik kaygı ve
çile... Onlar, üstünde yetiştikleri zeminin gerektirdiği tam boşluk ve yokluk
içinde. İşin sadece kolayına, pratiğine, ham madde tarafına tutkundurlar; ve
bu ham maddeleri, tabiat-teki bilcümle insanlar gibi, (huda-yi nâbit) mide
gurultularının içinden çekip çıkarmaktadıılar.
Bunların karşısında gerçek şiir, sadece karşılarında bunlar var diye değil,
cemiyetin Mçbir şartı kendilerini şevklendiremez olduğu için apışıp kalmış ve
Fildişi kule yerine zindana kapanmıştır.
Acemi hokkabazlar, onu zindana kendileri tıkmış bilsinler!..
içtimaî ruh uzviyetinin (antimikrobyen) küreyvele-ri bir sürü müessir yüzünden
felce uğratılınca bütün bu mikroplar bünyeyi kaplamış ve ihtilâl bayrağını
tepeye dikmek üzere hayat "sath-ı mail'ini tırmanmaya başlamıştır.
Canları, bir (penisilin)lik manevî silkinme...
(1959)
246
YİNE SANAT MANZARASI
Şiirin nizamını, mimarîsini, yüksek riyaziyesini, üstün ölçüsünü, hulâsa dış
perdede tecelli eden bütün unsurlarını bir tarafa bırakalım da, doğrudan
doğruya içini, kendisini, zâtını; şekil ve kalıp üstü mücerret şiir
keyfiyetini ele alalım:
Bu zaviyeden, yeni şiir kadrosunda, şair diye gösterebileceğimiz çeyrek adam
bile yoktur.
Hayli eski bir devrin, bir o kadar eski hengâmesinde, yedisi d<: birer kibrit
gibi çakıp sönen "Yedi Meş"ale" gibi, üçüzleri hâlinde, yirmi yıl evvelin
Orhan Veli ve şürekâsı anonim ortaklığı...
Biı iç dünyası olan, şiirin üstün ölçü dokumasın.! eli yatan, fakat ruhî ve
bediî dalâleti yüzünden nizamın sırrını anlayamıyan, buna rağmen cazip
tuhaflıklar beceren Orhan Veli'dcn sonra bu anonim şirket, birleşik sermaye
olarak hemen iflâs etti; hisse senetleri de kapanın elinde kaldı, enflâsyon
paralarına döndü, çoluk çocuğun ceplerini doldurdu ve mektep kaçaklarına
şairlik beratı hizmetini gördü. Bir iflâs ki, keyfiyet mânâsiyle (bir)in
sıfıra inmesine karşılık, pay bin bire çıkıyor ve yokluk çokluk oluyor.
247
Tecrübenin başında, (ek istidat Orhan Veli'nin Ju-liüHıkîannda da hiçbir
(orijinalite - asiiyet) aramayınız! O. maiyetindeki iki istidatsızla beraber,
(Supervİelle) isimli Fransız şairine Özendi ve olanca eda ve eşyasını ondan
kopya etti. Halbuki bu Fransız şairinin kalıplan kırıcı ve kendisini kayıtsız
ve şartsız iç âlemine bırakıcı tavrında, her şeye rağmen derin bir çile,
şiiriyet ve keyfiyet vardı. Bir terziye binbir frak diktirdikten sonra artık
bu klâsik elbiselerden bunalıp bir de gecelik entarisiyle şölene katılmayı
deneyen (Supervİelle), acemilik ve kolaylığın değil, ustalık ve çetinliğin
ötesine geçme cehdini yaşatıyordu. Fakat yolu, Roma'ya çıkmıyordu.
Bunlar ise, (Karuzo)nun plâktan plâğa aktarılan sesi gibi, orta va mahdut
anlayışlı bir taklitçinin, basamak basamak, öyle âdi kopyalan oldular ki,
artık bu son plâklarda ses, yüz kızartıcı ve can acıtıcı bir zırıltıdan ibaret
kaldı, Böylelikle, ulvî zorluk yerine sefil kolaylık hâlinde meydana çıkan
zırıltı modası, içinde muganninin bulunmadığı ve yalnız parazitlerin
fıkırdadığı muazzam bir sahtekârlık çığırı açtı. Bu çığır yüzünden, Türkiye'de
şair, teki yokken, Türk nüfusunun çocuk yekûnuna denk bir kadroyu doldurur
gibi oldu. Daima riyazi bir vâhid olan şahsiyet ve keyfiyet ölçüsü,
uzviyetteki birlik ahengi gibi silinip gitti; ve "bir" olarak Ölen vücudu,
sayısız kurt ve (mikroskobik) unsur kapladı.
İşin kolayına doğru öyle bir cereyan alıp yürüdü ki, hikâye peteğine şiir
doldurmayı bilen Sait Faik bile bu bayram yeri cümbüşüne katılmadan edemedi;
ve ucuzluktan faydalanarak çok pahalı bir şair olmak hevesiyle, al-talta ve
rastgele birtakım kelimeler dizdi ve kendi gözünde bile gülünç oldu.
Ressamı, heykeltraşı, serserisi, ruh hastası, artık yı-
248
kılan ve hiçbir meslekî zabıtası kalmiyan sınırlardan geçip şair oluvermekte
kusur göstermediler;
Döner kebap dönmez olsun...
Geceler vapurla dönmez; Ey, telli pullu gelinler!.
Lisanın bütün kelimelerini bir çuvala doldurup, kuşa niyet çektirircesine, ele
ne gelirse altalta dizmeğe şiir denebilir mi? Yeni şiir bundan da beterdir.
Zira kuş kelime çekerken "elektrik" kelimesinin arkasından meselâ "tahin
helvası" gelir de belki arada esrarlı bir münasebet vehmedilebiiir. Bunlarsa
mantık silsilesini kırdıkları iddiasına rağmen yine mantığın en cansızı ve
mantıksızlığın en âcizi içinde mahbusturlar. Metafizik ürperti, yakıcı hayâl,
kuşatıcı hassasiyet, soylu lirizm ve çilekeş tecrit gibi şiirin doğurucu
unsurlarından da mahrum... Böyleyken, sağlık müzelerindeki balmumu heykellere
benzeyen müstekreh illetlerin çırılçıplak güzellik müsabakasına
iştiraklerinden beter bir küstahlıkla ortaya çıkmaktan utanmazlar...
Aralarında, iyi örneklerini zevkle göğsümüze bastığımız birkaç keyfiyetliden
bir sürü keyfiyetsize kadar hiçbir isim anmaksızın sadece yekûnluk mânâlar
üzerinde-yürüyor ve bu hâlden en büyük teessürün işte bu keyfi-yellilere, şiir
nefesine mâlik san'atkârlara düştüğünü sanıyoruz.
Bunlardan bir tanesini, heveskâr seviyesinde bir şairi, sırf keyfiyet
cevherinden pırıltılar devşirdiği için nasıl sütunlarımıza aldığımızı,
göreceksiniz.
Bu keyfiyetliler kalıbı kırarak ve boşaltarak değil, kalıbın içinde kalarak ve
eski eşyayı yeni bir terkibe so-
249
karak her şeyi aşmanın sırrına ercmedikçe, yollan ebedî bir çıkmaz olacaktır.
İlâhî nizama bağlı ulvî düzenin davacısı Büyük Doğu, henüz tecrübe devrelerini
yaşayan ve bu bakımdan her maceraya hakları olan şairler arasında sadece
keyfiyet ve şiiriyet ölçüsünü esas tutarak onları zevkle benimsiyor ve
alâkayla sütunlarına oturtuyor. Bir gün de onlardan, üstün ölçüyü bulmalarım
ve haklı bir "Evreka!" nidasiyle bize hakikî şiir müjdesini vermelerini
bekliyoruz.
Gerisi, tek heceli bir "Yuh!"dan başk» bir şey değil,.
Şiir, bu; roman, piyes, hikâye, tenkıd vesairenin bugünkü hâli ve netice,
biraz sonra...
(1959)
250
VE SANAT MANZARASI
Roman, hikâye ve piyes...
t Roman, taleb ettiği çetin sentezin korkuluğu sayesinde masum kalmıştır.
Yanına kimse uğramıyor. Ne saadet!..
Öyle bir müessise ki, roman, hiçbir sahtekârlık ve şarlatanlığa gelmez. Bir iş
ki, amelelik tarafının zorluğu, sultanlık cephesinin taklidine ve
palyaçolaştırılmasın;ı mâni oluyor. Ehramlar gibi çatı kurmak, maden amelesi
gibi tünel açmak işi... İşte bu müessesenin önündeki tel örgü, ince tel kafes,
sivrisineklerin girmesine engel...
Roman, yine eski ellerde; ve bediî zevk ve idrâk sükûtunun bu efsanevî
çığırında, sadece lüks apartmanların hizmetçi kızlarına, okur - yazar
aşçıbaşılara, sinema kültürlü işçi kadınlara hitap etmekte...
Romana, mes'eleyi ve beşeri ukdeyi getirmiş veya getirmeyi vaadetmiş olan eski
örnekler, kendi âcizlerinden ziyade içtimaî alâkanın felci yüzünden,
köşelerinde porsuyup gitmektedir.
Şiiri istilâ eden mikroplardan mâsun kaldığı hâlde, aynı mikroplara hayat
verici içtimaî alâkasızlık yüzünden her hayatiyet ve iklimini kaybeden soylu
roman, nihayet, gizli bir müessirle bütün kadrosu ölmüş bir sarayda,
251
oduııcubaMiıın kral tacını başına geçirmesi ve halayıkları sultanlığını tasdik
ettirmesi gibi. öyle ellere düşmüş ve bu ellerde o türlü revaç bulmuştur ki,
insan bu muharrirlerin değil, onları okuyan insanların ve ticarî emtea diye
onlara para veren gazete ve editörlerin yüzüne tükürmek ihtİya-ciyle
kıvranıyor.
Bugünkü ruhî kriz Avrupasında, böyleleri, her şeye rağmen bir (föyöton)
romancısının kâıibı bile olamaycak bir seviyedeyken, bizde romanına, ga/eteden
30 ve editörden 50 bin lira avans alan üstadlar...
Ne yapalım efendim, halk okuyor!
Naşirlerin özürleri budur; ve ne bulursa onu yiyen ve midesi yediğine göre
inkişaf eden halk da. işte şimdi her şeyin kendisince ayarlandığı bir
başıboşluk içindedir.
Şiirle romanın bu macerasından sonra, hikâye, piyes ve tenkidi merak etmeye
bile değmez!
Piyes, roman kadar çetin, belki de ondan daha üstün bir mimarlık işi; hikâye
ise, roman maketleri içinde özleştirilmiş zaman ve mekân hulâsaları...
Son zamanların yerli piyes tecrübeleri (pek garip ama söyliyeüm: Garptan
devşirme tercüme ese.ierle beraber) İnsana hicap verecek kadar aşağılık
şeyler... Sanki motorun keşfi unutulmuş, fabrikaları bir zelzelede yerin
dibine batmış ve insanlık yeni baştan kağnı devrine girmiştir. Ve bu kağnılar
-ne tuhaf!- tiyatroya susamış olan halkın, ellerini patlatırcasina alkışladığı
harikalar... Âdeta sahneye bir kahve getirmek ve "Ey hainler!" diye
bağırtabilmek veya bağırabilmek marifet... Saffet içinde bu ne dalâlet; ve
dalâlet içinde ne saffet?..
En âdi Amerikan piyeslerinin kurt ve ihtiyar Fransa'da uyandırdığı alâka ve
heyecana bakılırsa, hemen he-^n oralarda da aynı saffet ve dalâlet...
Fakat bizde iş, re/.tılet..
Bütün bunlardan büyük ruhî - içtimaî saik aşikâr: İmân ve nizam eksikliği...
. Hikâyeye, roman maketlerinde özleştirilmiş zaman ve mekân hulâsalarına
gelince; onlara, bütün fezayı aydınlatabilecek özde bir şimşek de sığabilir,
bir kibrit ışık-cığıda... Hiçbiri yok...
Bundan evvelki neslin, roman sentezi önünde küçülmekten korkan, birdenbire
yavanlaşıvermekten çekinen hikayecisi Sait Faik, mücerret şekiller, tipler ve
mizaçlar üzerinde oldukça tesirli bir şiir dökümü yapabilen bir san'atkâr
iken, ondan sonra iş, mektep çocuğu karalamasından bile aşağıya düştü.
Yeni neslin münekkidi yok diyebilmek için utanmak lâzımdır. Zira münekkid, o
kurtarıcı işaret veya trafik memuru, Tanzimattan beri yetişememiştir, O, düne
kadar yoktu ve yokluğu ile malûm ve mevcuttu. Bugün onun yokluğu bile yok;
yokluğunun idrâki dahi yok...
Münekkid, müverrih gibi bir unsurdur. Yekûn hattı gibi bir şey... Her şey
olunca onlar da vardır; onlar olunca her şey var demektir; ortada bir şey
olmayınca da onları aramak abes... Hele Nurullah Ataç gibi, hissî ve infiâlî
bir münekkid bozmasından sonra, memlekette tenkid şansı da silinip gitmiştir.
O, yalnız son şiir kazuratının mes'ulu değil, büyük ve ciddî tenkid kapısının
da, kapayıcısı olmuştur.
Hiç... Bir hiç içindeyiz! Zira büyük bir imân buhranı ve ruhî cehd zaafı
yaşıyoruz! Ruhumuza imân ve eser cehdini getirecek yepyeni bir soluğa
muhtacız!
Onu üfleyebilecek olan, kurtarıcımız olacaktır!
(1959)
253
MÜNHAL SULTANLIK
ı i, n
i?
Hakiki şiirin piyasası günden güne düşe dursun; genç okuyucular kalabalığını,
manzum söz hüneri, okumadan ziyade yazma tiryakiliği halinde günden güne
bü-rüyor. Birşeyin cevheri ve maddesi tehlike geçirirken, taklidi ve gölgesi
korunabilsin; ne hazin bir tezat!
Keman satan büyük bir mağaza düşün! (Vitrin)i, duvarları, tavanı, boy boy ve
renk renk kemanlarla dolu... Bu keman mağazasını yaşatacak müeyyide, muhakkak
ki, o şehirde keman ustalarının bulunması, arada bir keman konserleri
verilmesi ve bu alâka etrafında bîrçoklarınca keman öğrenmeğe heves duyulması
değil midir? Halbuki, keman ustaları aç, konserler müşterisiz, fakat keman
dükkânı tıklım tıklım dolu... Önüne gelen, beş dakika için bir keman
kiralamış; akortsuz, notasız, reçinesiz, telleri cıyak cıyak bağırtmakta; bir
(gıygıy)dır yükselmekte...
İşte şiirine bol keseden yer veren (Mağazin)lerle, şiir heveskârlannın
manzarası!
Nazım örgüsüne heves duyanlardan kimsenin cesaretini kırmak istemem! 20'inci
asırda en zorlu bir tecelli yaşıyan şiirin, sen kendi hesabına, iyi veya kötü
bütün
254
hcveskârlanın nefsinden say; onları benimse ve sev! Belirtmek istediğim şu ki,
ağaç kururken dibinden bir takım filizler fışkırması gibi," şiirin mahzun
gövdesi etrafında, tabiî olmıyan bu kalabalık, hakikatte inkişafa değil,
tereddiye delildir.
Ben senin yerinde olsam, gençlere şöyle hitap
ederdim:
- Körpe kanatlarını çırpmak gayretinde genç adam!
Demin, ağacın kurumakta olduğunu söyledim. Evet ama, onun yeni aşılarla
kurtulacağını ve her devre-dekinden daha üstün bir kıymet hükmüne kavuşacağını
ur»an kalemler var. Bırakalım onları, tezghahlannda, kan ter içinde
çalışsınlar.
Eğer bu arada içinizden biri çıkar da o kalemlerin aradığını, Allah vergisi
olarak, damdan düşercesine getirirse ne âlâ! Yol açık, geçme diyen yok! Fakat
keyfiyet cevherinin hastalık geçirdiği bir pilânda, kemiyet cümbüşlerinden
hiçbir şey beklenemez. Bu cümbüşü kendi kendinize yasak etmeli; bu yasağa,
hakikî oluşun inzibat şartı diye bakmalısınız! Sadece bilmelisiniz ki, bu
âlemde, şiirden kolay ve ondan zor hiç bir nesne yoktur. (Bodler)in dediği
gibi:
"San'at çetin ve hayat kısa..." İşin kolay tarafında harcanacağınıza, zor
cephesinde heykelleşecek bir şahsiyet Örmeğe bakmalısınız kendi-
nize...
Şimdi size, özenmekte tehlike olmıyan, hattâ muazzam bir fayda ve lıayr olan
bir istikameti haber vereyim!
Bu istikamet edebiyatımızın münhal memurluğu, hattâ münhal sultanlığıdır.
Şiirin en kolay ve en zor nesne olmasına karşılık, bu, ne en kolay, ne de en
zor... Tavsiye
255
edeceğim işin birinci çapla şahsiyeti olursanız en üstün zorluk İfadesine
yakın bir değer taşıyacağınız halde, yüzüncü çapta örneği de olsanız yine
memleketimizde eşsizlik belirten bir mevkii, tek başınıza dolduracaksınız.
Böylece, işinizin daha ileri derecelerini meydana gelmeğe davet eden bir nizam
ananesi kuracağınız gibi. hakikî ibda cehdi üzerinde de, onu bizzat doğurmuş
olmak kadar hak kazanacaksınız!
Edebiyatımızın, her istekliye açık duran, münhal memurluğu, daha doğrusu
münhal sultanlığı, münekkitliktir!
Sebepleri ve neticeleri üzerinde fazla derinleşmeden size haber veriyorum ki,
Tanzimattan bugüne kadar, bizde münekkit denebilecek tek şahıs gelmemiştir.
Yazı yazdıkça ve yazdığım her yerde tekrar tekrar ele alacağım bu dava
üzerinde, şimdilik fazla derinleşmemek gayretimi mazur görün de, yalnız
tavsiyeme kulak verin!
Münekkitliği, münekkit olmayı gaye edininiz. Hem de bakın nereden nereye
kadar?.. Kendinize, tanıdıklarınıza, arkadaşlarınıza, günlük faaliyet
muhitinize karşı bir tenkit ölçüsüne malik olmaktan; geniş cemiyet planında
bütün bir sanat, fikir ve ruh miyarına sahip ol-mıya kadar...
Osmanlı devletinin başından Tanzimat günlerine ve Tanzimattan bugüne kadar en
büyük zaafımız, kafasında usûl ve terkip yatan büyük Türk mütefekkirini bir
türlü yetiştiremeyişimizde... Başımıza ne geldiyse bu yüzden geldi; daha da ne
gelirse bu yüzden gelecek...
İşte açılmasını beklediğimiz ve herkesin, kapısını bir kere çalmasını
istediğimiz, tenkit yolu, içerideki büyük tefekkür ve kurtuluş geçidinin cümle
kapısıdır.
Öyle bir zaman ve mekânda yaşıyoruz ki, balın
256
maddesini tahlil, lezzetini tayin, müşterisini ihya, satıcısını temin,
piyasasını teşkil işi bizzat arıya düşüyor. Onun içindir ki, bir şey olmak
istiyen mefkure âşığı genç adam, kıymeti, bedbaht ve şaşkın arıların
meclisinde arıyacağı-na, onların mahsûlünü kıymetlendirecek mutavassıtlar
zümresinde arasın! Vatanımızın en muhtaç olduğu (usûl) ve (terkip) kafasına
doğru, kendimizi zorlama an'anesinin ilk gönüllüleri olalım!
Size tenkidi tavsiye ediyorum, tenkidi!.. Fakat bu zamana kadar gördüğümüz
örneklerile, keyfî, hissî, infialî, nefsanî, nebatî ucaların dil çıkartmak,
tükürmek, yalatmak veya iki büklüm eğilmekten ibaret tenkidi yerine, belli
başlı bir dünya görüşünün, belli başlı ölçülere bağlı gerçek tenkidini!...
Türk edebiyatından, Türk cemiyetine kadar bütün kurtuluşlarımızın ceht
istikameti yalnız budur!
(1946)
257
PARMAK ÇOCUKLAR
Bir kuş nevi düşün ki, kanatlarını telletip, pullatıp torbaya sokuyor ve
toprak üstünde sümüklü böceklerle sürünme yarışına çıkıyor. Bu kuş nevinin,
sümüklü böcekten daha aşağı olduğunu kabul etmez misin? Demek kî, bu kuş
nevinde kanat, bir çok insanın bir çok uzvu gibi memur olduğu faaliyetin
sadece yalancı şahidliğini yapacak...
İşte, bir türlü olamamış, yapamamış, meydana çıkamamış, gözlere görünememiş
bir takım fikir ve sanat cücelerinin hali!.. Bunlar, sabahtan akşama kadar
tünek diye sıralandıkları kahvehane, pastahane, meyhane köşelerinde, güya bir
şeyler olmuş, birşeyler yapmış, meydana çıkmış, gözlere görünmüş, biraz daha
uzun boylu ve biraz daha talihli başka cücelere söğüp saymakla ömür
tüketirler. Böylece, hudutsuzluklarımn, nasibsizliklerinin baskısı altında
inliyen genç cüceler, şöhret sahibi yaşlı cüceleri, hiç olmazsa kendi
aralarında dev haline getirmekten başka bir şeye yaramazlar.
Sen onlara şöyle hitap et:
- Evvelâ, kahvehane, pastahane, meyhane dâhiliğinden tiksinelim! Bir dam
altına, bir dâvanın çatısı altına çekilip vicdan rahatile temiz bir uyku
uyuyalım!
258
Ertesi sabüh da, küflü aynada öz sunularımızdan üıkmek-sizin güzel güzel
yıkanalım, saçlarımızı tarayalım, giyinelim, kuşanalım, göğüslerimizi
ilikliydim. Potinlerimizi parlatalım! Ve her şeyin başında ve sonunda
ruhlarımızı tımar edip, sokağa, caddeye, meydana, dörtyol ağzına, kalabalığa,
esere, kitaba, deftere, hokkaya, kaleme ulaşalım!
Yeter, yeter artık bu sİncapvarî kabak çekirdeği ve eğlencelik lûbiyatı.
Cüceliğin İğrenç kaşıntısısından kurtulmak ve ger-Çek idrâk ve ibdâın dev
sancılarını çekmeğe istidad kazanmak böyle olur.
Gel de bu cücelere, herşeyden evvel kendileri "Parmak Çocuk" kaldıkça; fikir
ve sanat piyasasında "bacak boylu"ların kol gezmesinden daha tabiî bir şey
olmadığını, zira hem kendilerinin, hem de beğenmedikleri kart cücelerin ayni
içtimaî saikten doğmuş olduğunu anlat!...
Hani bir ilk mektep ananesi vardır ya; bir çocuk, kendi kuvvetini tasdik
ettirmek İçin, elebaşı farzettiği başka bir çocuğa sorar:
- Ağabey, sen beni döğebilirsin amma, söyle, nah şu. beni döğebilir mi?
İşte "Parmak Çocuklar, maruf bir tabiye icabı, birini istisna ederek yine ona,
bütün fikir ve sanat şöhretlerine karşı üstünlüklerini tasdik ettirmek
isterler. Güya böylece açacakları gedikten şöhret ve hâkimiyet, kalesine girip
"fermanfermâ" olacaklardır.
Sen onlara şöyle karşılık ver:
- Olmaz, çocuklar, olmaz! Üzerlerine çullandığımız hedeflerin çürüklüğü
bakımından hücumlarımızda haklı bile olsak, çıkış noktamız ve usulümüzdeki
sakatlık bizde hiç bir hak bırakmaz. Her şeyden evvel ruhumuzu
259
yıkılmaz bir temele dayamak, sonra da sefil hırs tüneklerinden inip meydana
çıkmak, eski yunanlıların (Agora) dediği büyük cemiyet meydanım doldurmak ve
nizam, mimarî altında iş görmek borcundayız!
Yoksa üzerinde bir takım küçük veya sahte şöhretlerin isim parmaklan uzanınca
(isteri) nöbetleri geçirmek felâketinde değil...
Evet, ey genç kabiliyet!... Meydan okumak değil, meydan temizlemek sanatında
ilerlemeğe bakmalısın! Bunu tecrübe etmek hakkı o kadar umumî ve beşerîdir ki,
meselâ her hangi bir pehlivan, "ben omuzlarımla Süley-maniyeyi deviririm!"
gibi bir iddia sahibi olabilir. Fakat iddiasını ağzından kaçırdığı anda hemen
omuzlarını Sü-teymaniye'nin duvarlarına vermek, peşinden ya iddiasını ispat,
yahut kendisine Süleymaniye'nin tabutluğunda yer aramak vaziyetindedir. Yoksa,
meçhulün ve gaibin yalancıya buruşmaktan müstağni çehresine sırt çevirmiş,
kahvehane masalarında iskambil kâğıtlarından Süleymani-ye'ler yapıp onları
devirenlere, lügat kitapları aşağılık vasfı bulmaktan âcizdir. Sen, evvelâ o
kadar razı ve hoş-nud olduğun kaba nefs kütüğünü devirmeğe bak; bunu yapmadan
bir çöpü bile deviremezsin!..
(1946)
260
SENİN NESLİN
. Girift vakıaları kavramakta daima düştüğümüz bayağılık, nesil mes'elesinde
de besbelli... Kimisi, nesil denilen şeyi, askerlik sınıfları gibi her yıl
tazelenen bir hâdise, kimi de beş on veya otuz kırk yılda bir değişici {bir
olu£*kabûl eder.
Nesil vakıasını maddî zaman ölçüsüyle zapta kalkışmak büyük kabalık... Çünkü
hakikatte, zaman aralarını keyfiyet farklariyle ifade vakıası olan nesil,
yılların kemiyet arşınâna sığmaz. On beş yirmi seneden-aşağı olmamak üzere her
çeyrek asırda bir nesil değişebileceği gibi, maddî ve manevî şartlar
bakımından tek nesil, asırlarca da devam edebilir. Fert ve cemiyet yapısında
istikrar kuv: vetlendikçe, nesiller yavaş yavaş ve az fârikah; istikrar
zayıfladıkça çabuk çabuk ve çok fârikah olarak meydana gelir. Demek ki nesil,
içtimaî bünye üzerinde müessir hâdiselerin böldüğü zaman kademeleri içinde,
birer ruh ve kafa yaşıtlığı kadrosudur ve bu işde maddî yaşıtlık ikinci
plândadır.
Daima içtimaî hâdiselerin doğurduğu nesiller, birbirlerine nazaran farklarını,
her zaman ruhî ve içtimaî hâdiselere dayanarak belirtirler.'Kendisini vakıalar
âleminde ruhî ve içtimaî bir hâdise marifetiyle ayırt ede-miyen nesil,
üniformasız asker gibi siliktir.
261
İşte nesil, bu ayırl edici hâdiselerle bölümlü, maddî ve manevî, bilhassa
manevî yaşıtlar zümresi diye kavran-A mak gerek..,
Senin neslin, bulûğ yaşını İstiklâl Savaşı içinde idrâk etmiş nesildir. Eski
Cihan Harbi sonrası nesli! Senden bir evvelki neslin mankafa olmıyan seyrek
çehrelerinden biri, Yakub Kadri, bu nesli, şu tarifteki hakaretle yaftalamak
istemişti:
"Saman ekmeği nesli!"
Onun, farkına varmaksızın şeref; ve mümtaz! ığını haykırttığı bu tarif
malınızdır; onu benİmsiyebilirsiniz. Saman ekmeği, gerisindeki eski Cihan
Harbi faciasını canlandıracak en güzel remz... Siz bile kendinize bundan daha
kuvvetli bir ad takamazdımz.
Saman ekmeği nesli, heç? türlü ruh ve kalıp işkencelerinin ateşinde tasfiye
gördü. Saman ekmeği nesli, bu imtiyazını, iş ve düşüncede üstün bir erginlik
hâlinde ifade çağına girmiş, hattâ bu çağın geçmiye başlamış olduğunu
söyleyiverse?.. Saman ekmeği nesli, iş sahalarında değerlendirilmek mevsimine
girmiş, hattâ bu mevsimin geçmiye başlamış olduğunu belirtiverse?.. Acaba
şaşılır mı?..
Kendisinden bir ân evvelkisiyle arasında, yuğurul-ma, pişme ve maya tutma
farkları gören nesil, üstünlüğünü haykırmak ve bu üstünlüğün haklarını istemek
zorundadır.
Nesliniz, eski Cihan harbi sonrası, yahut saman ek-i* meği nesli, birtakım
harikulade şartlar ve tesirlerin, ya en müsbet veya en menfi neticeye doğru
itici, son derece girift ve manâlı imtiyaziyle çevrilidir.
Sizi, yalnız memleketinizde değil, zıd istikametlerde de olsa, bütün dünyada,
tarihin en azametli madde ve
262
ruh sarsıntısı doğurdu: Eski Dünya Savası!..
Siz, elden giden imânlar, kaybolmuş muvazeneler, Ürpertici icatlar ve korkunç
tecrübeler nesli oldunuz. Siz. ruhları vecd yerine takallüsün, imân yerine
şüphenin, aşk yerine şehvetin, nizam yerine kargaşalığın sardığı ve nihayet
imâna İmândan, inkârı inkâra kadar topyekûn bir' davranışla gerçek hayata yol
açmak zorunda bulundurduğu büyük ihtilâl neslisiniz. Kader, sizin ibda
hamlenizi, fıkır fıkır hoplıyan zelzeleli bir kaide üstünde çatılar
dur-durmıya çalışmak kadar çetin bir muamma karşısında bıraktı. Onun içindir
ki sizi, horultu değil, uykusuzluk, yatak değil kaldırım, tokluk değil mide
ezintisi, sıhhat değil illet, selim âdet değil sakat huy, tek kelimeyle huzur
değil ıstırab emzirdi.
ıBütun bu aleyhinİzdeki şartlar, anlıyanlarca lehi-nizdedir. Bütün bu öldürücü
tesirler bilenlerce doğurucudur. Zira kof, zayıf, nasibsiz olanlarınız kolayca
tereddiye, bozulmaya, çürümeye giderken, sağlamlarınız, dayanıklılarınız,
bahtlılarınız, bütün dünyanın beklediği yeni düzene ulaşmak ve bütün
geçicilikler içinde değişmez, pörsümez ve paslanmaz gerçeğe tırmanmak
namzetliğini kazanıyordu.
"Ya tam öl, ya tanı ol!" emrinin imtihana çektiği nesil!.. İşte sizinki!..
Sİze bitişik nesillerin, tecrübe üstüne tecrübe, devamlı iflâsı neticesi, ya
büsbütün çürüyüp gitmek; yahut mazi, hâl ve istikbâl arasında en soylu
muhasebeye ulastıncı korkunç şartlar fırınında tuğla gibi pişip tam
sertleşmek...
Ne tehlikeli nasib!..
Her işde ve her şeyde olduğu gibi, daima saadet hissesiyle beraber gelişen
felâket payı, neslinize bir de müthiş bir kara baht cephesi yükledi. Nitekim
bu kara
263
baht, neslinizi, büyük ekseriyetiyle doğramış, ufalamış, harman etmiş, kendi
kendisinden bile habersiz hâle getirmiştir.
Kâinat, insan ve cemiyet, tarih, ilim ve tecrübe karşısında bir taraftan hem
en hassas ânlarda doğmuş, hem de en nazik muhasebe imkânlarına sahip bulunmuş
olmak mazhariyeti; öbür taraftan da bu kasırganın menfi dalgası altında bütün
hamle, hareket ve irâde hassalarından sıyrılarak teker teker bezgin ve dargın,
ölgün ve ümitsiz bir ferd hayatı sürmiye mahkûm olmak faciası!..
Büyük ekseriyetinizi yutan ikinci cephe, neslinizin felâketi oldu.
Onun içindir kî sizde, evvelki ve az çok istikrarlı nesillerin, düşkün, fakat
düşkünlüğü içinde tezatsız ve ivicacsız seviyesi görülemez. Siz, yaşlılarını
cephede, dayanıksızlarını cemiyette kurban vermiş ve birdenbire şahlanan ve
beşerî murakabe zincirlerini kıran hâdiselerin korkunç eleğinden geçmiş, zirve
kıymetler ve zirve kıymetsizlikler nesli olmak mevkiindesiniz. Sİz, nesil
seviyesi olarak Öyle inişli çıkışlı bir (grafik) resmettiniz ki, manzaranıza
dikkâtle göz atan, bir sismoğrafya kartonuna bakmış gibi, yirminci asır ruhî
ve içtimaî çözülüş zelzelesinin yalnız tarafınızdan kaydedildiğini anlar.
Böylece size düşen felâket, imtihanların en ağın karşısında en halis örnekleri
yine kendi içinden fışkırtma vaziyetindeki bir neslin, büyük kalabahğiyle,
hareket ve irâdeye düşman, yılgın ve inmeli bir marazîlik belirtmesidir.
Merak etme; meziyetlerinizi de söyliyeceğim. p
(1946)
264
YİNE SENİN NESLİN!..
Senin neslinin sınır ölçüsü: Siz, Eski Büyük Harb sonrası, yahut da saman
ekmeği nesli, bulûğ çağına evvel ve sonra varmış olmak bakımından, oldukça
emin bir ortalama hâlinde eskilerle aranıza, Eski Büyük Harbin İstanbul'u
işgal altında yaşatan Mütareke devresi sınırını çekebilirsiniz.
Yâni, bulûğ çağına 1920'den sonra erenler... Demek ki bugün, kabataslak,
büyükleri 40 ve 40 birkaç, küçükleri de 30 ve 30 birkaç yaşında olanlar...
Kemiyet bölümlerinin kaba ve sıhhatsiz bölümlerinde yobazlaşmamak için hemen
ilâve edeyim ki, sınırınıza birkaç yıl geride bulunan bâzı kimseler, tamamiyle
neslinizden olabilir. Nesiller, birbirine çarpmış ve batmış, girintili ve
çıkıntılı iki maddeye benzer. İçinizden birkaçı, sizden göründüğü hâlde
onların çıkıntıları; onlardan bâzıları da onlardan sanılmasına rağmen sizin
uçlannız-
dır.
Bu, size tekaddüm eden nesille aranızdaki hudud... Sizden sonrakilere
gelince... Evet, gerçekten bizden sonrakiler de vardır; fakat nasıl?
Önünüzde iskeletleşen neslin, bir nesil değil, bir nesil galatı olduğu ve
insanî hayat ve idrak çilelerinden
265
hepsine birden "elveda!"yi basmış bulunduğu, bilmem ispata muhtaç mı?
Bu dâvayı ayrıca ele almak üzere, şimdilik, bu hâlin mes'ullerini seninkinden
evvelki nesilde gördüğümü mimleyip geçeyim.
Sizden sonraki neslin şaşmaz sınır çizgisi, eski harflerin kaldırılması
hadisesidir ki, o harfleri hiç bilmi-yenler ve bugün 20 - 30 yaşında olanlar,
gerçek bir müessir ve farika altında sizden ayrı ve sonra olanlardır.
Senin neslinden bir evvelkisinin muhasebesi de şöyledir:
Sizden evvelki neslin bârİz seciyesi, (askiyon)culu-ğunda... O nesilde
gözüpeklik, atılganlık, iş ve hareket kabiliyeti biricik farika...
Sizinkindeyse en zayıf ve eksik taraf bu; (aksi-yon)culuk... Siz, inandığınız
ve bağlı bulunduğunuz dünyanın, iş ve madde âlemine nakşı için gereken cehd ve
emniyet duygusuna sahih olamadınız!
Sizden evvelki nesil, bariz seciyesini billûrlaştıran (aksiyon)culuk vasfiyle,
kendi öz kadrosunun birbirine zıd istikametleri etrafında az çok ittifakçı ve
kümelidir.
Sizinkindeyse, hemen her fert öbürİyle kafa, ruh ve nihayet iş iltisakı
aramaktan müstağni, her biri hayat iksirini yalnız kendi cebinde taşıdığına
emin ve nesildaşından ümitsiz, hattâ ona düşman ve onu çürütmeğe memur,
içtimaî bir bozgunculuk, yılgınlık, ürkeklik ve münzevi-lik iklimi
yaşatmakta... Böylece siz, hayalî ferd hürriyetleri içinde, topyekûn nesil
bakımından kendisini esarete teslim etmiş, hasta ve münzevî ukalâlardan ibaret
bir nesil oluyorsunuz. Siz sokakların ve meydanların değil, basık tavanlı
odaların ve sabahçı kahvelerinin sabun köpüğü zaferine inandınız!
266
Bütün bunlara karşılık, (aksiyon) ve teşebbüs, sizden evvelki nesildcyse,
gerçek fikir ve dünya görüşü de sizdedir. Bu hükmü yalnız edebiyat ve güzel
san'atlarda mizana vursanız, gerçek şahsiyet, keyfiyet, nel's muhasebesi ve
dâva hummasının neslinizle meydana geldiğini bedahetleştirebilirsİniz. Yine
siz, bu dünya görüşünde, kendi öz kadronuz içinde de ne tezat kutublarına
mâliksiniz! O, ayrı dâva...
Önünüzde hiçbir nesil kabul etmediğime göre, arkanızdaki nesille, Kabalak ve
Astragan Kalpak nesliyle mukayesemizden ne anlaşılıyor?
Ruhunda yuvalaştırdığı kâinat düzeni zayıf olduğu kadar, işine ve hamlesine
güveni kuvvetli bîr nesil... Onlar!.. Hâdiselerin akışındakİ binbir sır
yüzünden, işe güvenini İfaybetmiş, fakat baş Örnekleriyle ruhunda en aziz
gerçeklerin ve dünya muhasebelerinin pırıltılarına yol bulmuş bir nesil;
siz!..
Anlamayip da yapan, onlar; anlayıp da yapamıyan, siz!..
(1946)
267
VE SENİN NESLİN!
İnkılâbı, sizden evvelki nesil yaptı. Meşrutiyet hareketini ve Eski Büyük
Harbi idare eden nesil... O neslin, iktidar mevkiini İstiklâl Savaşından sonra
elde etmiş, daha genç ve daha atılgan unsurları...
. Meşrutiyet hareketindenberi (aksiyon)cu kübiliye-tiyle temayüz eden evvelki
nesil, müsbet (aksiyon) olarak, İstiklâl Savaşında en büyük ve en çetin
eserini bul-. muştur. Şu kadar ki,*bu iş ve hareket.neslinin sâf fikir ve
san'at şubesi, askerlik ve siyaset kolları derecesinde kuvvetli olmadığı için,
madde plânında kurtarılan dâva, mânâ plânında öksüz kalmıştır. İnkılâp,
sebepleri ve neticeleri, menbaları ve munsabları, iç ve dış rniyarlariyle,
sistemli bir Örgü hâlinde, ne hakikatine, ne ideolocyasına, ne ahlâk
telâkkisine, ne de san'atına kavuşturulabildi.
Millî varlığı madde ve mekân çerçevesinde gerçekleştiren evvelki nesil, onu
ruh ve zaman çerçevesinde gerçekleştirecek ve bizzat (aksiyon)cuların
kafasındaki yıkıcı ve yapıcı temayülleri yasalaştırmaktan öteye, bütün tarih
ve dünya, mazi ve istikbâl muvacehesinde ve mânâlar' âleminde bir tahlil ve
terkib zemini kuramamıştır.
Cumhuriyetin ilânı tarihindeyse en ya^hlariyle he-
268
nü/ yüksek mektep talebesi çağında olan sizin nesil, o gün bugündür sürdüğü
çeyrek asırlık şuurlu ömür içinde, ne kendisi bizzat hâkim bir işe memur
görünmüş ne de iktidar mevkiindeki nesil tarafından hâkim bir işe memur
edilmiş, sadece dikenli bir inziva ve infirad kabuğu içinde çürümüş durmuştur.
Bu inziva ve infirat ruhu, onun ellerini çözülmez şekilde kelepçele m iştir.
Sizin neslinizin inkılâpda payı, ancak yaşlılarını İstiklâl Savaşına gönüllü
gönderebilmiş olmak kadar..
İnkılâbın evvelâ maddede, sonra mânâda hazırlanışında, nesliniz hiçbir müdir
faaliyet sahibi değildir: Büyük Harb sonrası, yahut saman ekmeği nesli idrâk
rüşdü-ne vardığı zaman, inkılâbı bir (oldu bitti) hâlinde karşısında buldu. Ve
o ânda hâdiseyi görmek, kavramak, tefsir ve teşhi^ etmek bakımından evvelki
neslin fikirciler seviyesinden ayrı ve üstün vasıflar taşıdığını sezdi.
Fikirciler ve edebiyatçılar kadrosiyle sizden evvelki neslin, söz ve yazı
hâlinde köpük köpük kabarttığı dalkavukluk bibliyografyasında, baş ve temsilci
Örnekler hâlinde neslinizi bulamazsınız. Aksine, en hâlis niyetle inkılâbın
eksiklerini, ihtiyaçlarını, ruh zeminini ve dâvalarını kaydeden ve milİî
diriliş idaresini hakikî kaynağına bağlamak isteyen, neslinizdir: ama bir iki
kişiye kadar irca edilebilecek hâlis örnekleriyle...
Birkaç yıldanberi iş ve salâhiyet mevkilerinde go-rünmiye başlayan ve
neslinizden olduğu zannmı veren birkaç çehre, hakikatte neslinizin büyük
çilekeşlerinden olmak yeriqe, büyük açıkgözlerinden ibarettir. Ve onlara sizin
nesrinizden değil, sizin neslinizin firarileri diye bakmak gerek...
İnkılâbı fiilde yapan evvelki neslin (aksiyon)cu ör-
269
neklerinde, eseri mânâda inşa etmek için lâzım unsurlar, yıllarca, Eski Cihan
Harbi sonrası veya saman ekmeği nesli arasında gizli kalmıştır.
Sizden sonra yetişenlerin nazarî (maket) mânâsı ise şudur: Beyaz perdeden
başka bir hâdiseyi azİzleşüremİ-yen, (futbol)dan gayri hiçbir oluşa metelik
vermiyen, bar-saklarındaki gazların üflediği sefil bir (org) hâlinde hayvanı
ve nebatî sesler çıkaran, bütün ruhunu ve ruhî hayatını çürük bir diş gibi
kökünden söküp atmış bir yeni insan çekirdeği... Eğer bu çekirdek yetişecek,
kok salacak ve ağaç hâline gelecek olursa, dâva kazanılmış değil, topyekûn
kaybedilmiş olacaktır;
tşte genlere doğru onlar, işte siz ve işte ilerilere doğru yeni yetişenler!.
Son yarım asırlık tecrübede geriye doğru bütün nesillerden üstün bir varlık ve
hakikat iştiyakı besliyen nesliniz, ileriye doğru birdenbire çukura
yuvarlanmak tehlikesi altında... Dediğim gibi, Önünüzde bir nesil boşluğu
açılıyor. Düne kadar gelen şartlar, ayak ucunuzda yeni bir nesil protoplâzması
hazırladı. Bugünkü lise çocuğunun temsile başladığı bu protoplâzma, hemen
önlenmez ve tutmıya başlayan sakat terkibi değiştirilmezse, yandık!
İşte sizin nesil ukdeniz! Arkanızda eksiklik, önünüzde yokluk; ve içinizde,
iki taşa sıkışmış bir fidan gibi en acı bir varlık humması!..
Bütün olanlar ve bitenler arasında, Eski Büyük Harp sonrası, yahud, saman
ekmeği nesli, bir köprü nesli olmuştur. Dâvanın ve dâvaların gerçeğini bu
nesil kurtaracak ve dâvayı ve dâvaları bu nesil, ilerilere doğru
nesil-leştîrecektiı. Dünle yarın arasındaki uçurumu kapatmak için, bu köprüyü
kurmak, yâni neslinizi değerlendirmek, iş sahalarında hâkim kılmak lâzımdır.
Bu, hâkim kılma
270
teşebbüsü de size değil, sizden evvelki nesle, hem de neslinizin
sahtekârlariyle gerçeklerini ayırd edici gayet ince bir ölçü altında terettüb
ediyor.
Son söz şudur ki:
(Dede Efendi) ve (Betoven), (Sinan) ve (Mikel -Anj), (Fuzulî) ve (Rasin),
(Gazali) ve (Paskal), (İbn-i Sina) ve (Klod Bernar), (Kâtib Çelebi) ve (Ogüst
Kont), (Kanunî Süleyman) ve (14'üncü Lui) ve nihayet tepyekun Şarkla Garp
arasındaki gerçek mahsub muamelesini yapabilecek ve hâlâ tutturulamıyan,
hergün biraz daha kurtlandırılan bu mayanın cevherine erip, onu gençlik
hamurunun teknesine atacak, sizin nesildir.
(1946)
271
GELEN NESİL
Gelecek yeni neslin, madde ve zahir plânında mikrobu, bence motor...
Bütün Avrupa ve Amerika'nın makine takatini, bilmem kaç milyar kuvvetinde tek
bir motor olarak düşünelim!.. İşte bu motor, dişçilerin oygu törpüleri gibi,
yeni dünya neslinin ruhunda, beyninde, kalbinde, ciğerlerinde, midesinde ve
her tarafında çalışmakta...
Bir tayyare dümeni başında, binlerce kilometrelik hızla dikine dalmalar!.. Bir
tank dümeni başında, 80 derece hararet ve 80 kilometre sür'at içinde, kum
taneleri gibi insan kafalarının üstünden geçmeler!.. Birer papatyaya sarılıp
gökten kendini salıvermeler!.. Bir su bombasiyle, deniz altından kan yerine
birkaç teneke yağ koyuverip suların kıskacında ezilmeler!.. Manda leşi gibi
gökten inen siyah bir karaltının peşinden, kat kat binaların iskambil
kâğıtları halinde üstüste takla attığına şahit olmalar!..
Bütün bunlar; bir iç müessire bağlanamıyan ve gerçek bir ruh dâvası emrine
verilmiyen bütün bu dış tezahürler, yeni nesli, yeni neslin harb artıklarını
ve sinir mirasçılarını nasıl lif lif yolalacak ve nasıl fıkır fıkır
kaynatacaktır, göreceğiz!
272
Ben, pişmekte olan yeni nesli düşündükçe, hayâl sedirimin üzerinden yuvarlanır
gibi oluyorum! Paris kadar büyük bir şehrin bile bu nesle tımarhane mekanı
olmaktan âciz kalacağını düşünüyorum!
Sevgilisiyle öpüşürken, ağzından benzin, atom bombası yanığı ve (D.D.T.) buhan
kusacak olan yeni nesli, sanmam ki* zamane insanlığının oyuncak medeniyetleri
ve tesellî mükâfatları iyi edebilsin!..
Her neye ve her ne istikametten baksak, maddeye ve her türlü madde marifetine
tahakküm edecek ruhî nizam ele'geçmedikçe, bütün terakki unsurlarının deva
yerine zehir getirdiğini görmüyor muyuz?
1914 Dünya Harbi, bütün yeryüzünde korkunç bir nesil yoğurmuştu:
Topuklarındaki eteklerini bir hamlede dizleriilden yukarıya çeken ve yine
topuklarındaki saçlarını tâ dibinden.kırkan kadınlar... Dört köşe omuzlardan
üç köşe pantalonlara kadar en sert hendese şekilleri içinde, her gün yeni bir
biçim veya biçimsizlik arayan erkekler... Bu manzara karşısında katıla katıla
ağlayan sahibsiz ve güdümsüz çocuklar... Ve apışmış, sinmiş, küçük dillerini
yutmuş ihtiyarlar...
Bu nesil, fende, ilimde, felsefede, edebiyatta, mimarî de, musikide, resimde,
şiirde, bütün eski nisbet ve muvazene ölçülerini allak bullak etti. Boşlukta,
tepesi aşağı yuvarlanmanın ceherinemî sarhoşluğundan başka haz tanımadı.
Kendisini, ruhî ve. maddî bütün alâkalariyle, tüyler ürpertici bir nebatîlik
ve insiyakîlîk havasına Teslim etti. Ve ruhda; maddede; bütün nizam
ölçülerinde, taş üstüne taş koymaktan, taş üstünde taş görmekten âciz, bir
inkâr ve ihtilâç örneği oldu.
İkinci Dünya Harbi, işte bu neslin, kendi kendisine karşı bir "aksi dâva"
olarak çıktı. Bu nesillerin, 25 senelik
273
yatalak istirahatİnden sonr;ı, boş yere ruhuna aradığı düzen ihtiyacından ve
bu ihtiyaçla doğurduğu potların birbirine dalaşmasından İbaret bir müessir...
Asıl bundan sonraki nesli, bulûğ yaşına 1940 etrafında eren nesli beklemek
lâzım!...
En eski nesiller, pilâv, börek, baklava tadındaydı. 1914 Dünya Harbi nesli,
barut, kan ve zehirli gaz lezzetini getirdi. Şimdi, benzin, atom bombası
yanığı ve (D.D.T.) tadındaki yeni nesli beklemek lâzım!..
Ruh kasırgalarının, ahlâk zelzelelerinin, fikir yangınlarının son haddini
temsij etmesi için, henüz kimsenin bir tedbir düşünmediği 1939 - 49 rahmindeki
yeni nesil acaba nasıl olacak? Bu acaba, yaman bir "acaba"!...
(1946)
274
BORU SESİ
Bir arefe sabahı yırtıcı bir kalk borusu sesiyle yataklarımızdan fırlasak...
Manzara:
Bir zamanların yalnız maddede yapım-yıkım hamlesinin en gözükara çapta iç
hakikati... Ruh imarı dâvası...
Memlekette tek sarhoş yok!
Ecnebi diplomat, elçiliğinde, yahut Hilton otelinin (00) numarasında,
dışarıdan getirttiğini içebilir.
Tekel, eski şarap şişelerine ister pekmez, ister kımız doldursun...
Ne zar, ne iskambil kâğıdı, ne şu, ne bu!..
Millî Piyango, Toto ve "Bahs-i müşierek" gişelerinin kapalı camları üzerinde,
katrandan iki çapraz çizgi...
Kulüplerde tek-çift bile oynanamaz.
Banka, para yatıranları, ancak kendilerine aşıladığı tasarruf terbiyesinin
semeresiyle mükâfatlandırıcı, faizsiz, ikramiyesiz, hattâ muhafaza ücreti alan
bir ocaktır.
Rüşvet, suiistimal, nüfuz ticareti, iltimas, hakka ve cemiyete ihanet
bakımından vatan hıyanetine denk...
Mektep değil, ahlâk ve terbiye çilehaneleri... Bu çilehanelerden derece derece
hayat izni almayan, yaşayamaz.
275
Karaborsayı dileyen ağzına alsın! Terazi, ınaliyeı ve kâr yalanı, üç ayaklı
sehpada tartılır.
Serseri, derhâl maden ocağına...
İşsiz, milyoner de olsa ameleliğe...
Sefih, bütün malı ve mülkiyle devlet emrine...
Filim, tiyatro, sergi, gazete, mecmua ve kitap, en sert fikir, ahlâk ve
keyfiyet ölçüsü sansürü altında...
Kahvehane; paydos!
Dans salonu; elveda!
Kontrolsüz spor; Allahaısmarladık!
Fahişe; buyursun Hayırsız Adadaki kampa!
Yolda, meydanda, nakil vasıtalarında, umumî yerlerde, hattâ mabetlerde, edep
ve usûl ahlâk zabıtasının hususî ajanları...
Köylü köyünde ve İmam unvanlı üstün terbiye müfettişinin ve her şubesiyle
hayat güdücüsünün emri altında ve devlet iş plânmyı çerçevesi içinde...
Her kötülüğün beş dakika içinde cezasını biçecek, hapishane pansiyonunu
kaldıracak ve cezaları, devlet emrinde, hükümlü salâh buluncaya £adar
ırgatlığa çevirecek yepyeni bir adalet sistemi...
Hâkim, inanmadığı kanunla hükmetmez; itiraz eder.
Savcı, suçlu gördüğü sanık üç kere beraet etti mi, bizzat mücrimdir.
Devlet büyüklerinin şahsına, alkış kadar "yuha!" herkesin hakkıdır.
Hak sahibi hakkını ispat etmek, yoksa akıbetine katlanmak şartiyle her ân
devlet büyüğünü, sigaya çekebilir.
Radyoda, konserde, konferansta, müsamerede, törende, şölende, filmde,
tiyatroda, şiirde, romanda, bütün
276
duygu ve düşünce yayınlarında ve en başta mabette, görülmemiş bir vecd, aşk,
iman, ahlâk, terbiye, edep, gerçeklik, derinlik, güzellik, özellik telkin ve
zıtlarının iptali...
Ve bu Ölçülerin muhtaç olduğu daha nice misal...
Neredesin borazan; İsrafil'in Sûr'undan evvel, en yırtıcı sesle çalacağın kalk
borusunu bekliyoruz!
(1954)
277
BÜYÜK ACELE
Fransızlarca büyük tanınmış bir adamın şöyle bir sözü vardır:
- Eğer hemen değilse ne vakit?
Her sonsuz hikmet gibi bu sözün de hakikati bir İslâm büyüğündedir:
"- Gafil halk yorgun ve bezgin, bir lâf eder: Yarın gelse de bir iş
işlesem!... Bilmez ki, bugün, dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki,
yarın ne işleye?.."
Fert, sınıf, cemiyet ve vatan halinde, başlarımızın üzerinden güneşler doğup
batıyor. Ve biz, topyekûn nefs-lerimize 24 saatlik mühlet bahşetmiş müteselli
varlıklar, "Bugün peşin, yarın veresiye..." düsturunu, "Bugün veresiye, yarın
peşin..." tarzında tepelerimize asmış ve yan gelmiş bulunuyoruz! Evet,
tepelerimizden güneşler doğup batıyor ve zamanın inkılâpları, doğru başlanmış
bir cümleyi daha tamamlanmadan yanlış bir hale getirecek bir hızla akıp
gidiyor! Duymuyor ve aldırmıyoruz! Peşin aksuatanın günü bizce bugün değil,
yarındır! O da her gün, bir gün sonrasıdır.
İçtimaî bağların gevşediği, fertlerin yirmi dörder saatlik kısa gün hayatını
yaşamağa başladığı hengâmelerdir ki, bu öldürücü ruh haleti her tarafta tüter.
278
Ve insan, hayâl meyal sezer gibi olduğu büyük içtimai muhasebecilik memuriyeti
üzerinde, tertiplemekle mükellef olduğu bilançoyu, her gün ertesi sabaha atar,
gider. Ve asırlar sonrası yarınlar gelir de, o yirmi dört saat vadeli yarın
asla gelmez.
Biz; günlerden bir gün, Allanın içimizde estirdiği deli rüzgârlar sonunda
tüyleri diken diken olmuş, etrafına bir göz atar atmaz divaneye dönmüş, olanca
rahat ve tecellisini kaçırmış, sırtına cemiyetin bütün manevî yükünü almış,
uykularını kaybetmiş, 24 saatlik kısa gün kadrosunun cücelerince taşa ve
tükrüğe boğulmuş tımarhanelik muztaripler!.. Evet, evet; tıpkı tımarhanelik
muztaripler gibi, kalabalıkların karşısına dikilmek, evlerin kapılarını
çalmak, dükkânların kepenklerıne vurmak, devlet ve cemiyet rehberlerinin
yollarını kesmek, tiyatroda suflör ve kürsüde profesörün omuz başında durmak
ve sadece bağırmak, çağırmak, tepinmek istiyoruz!
- Eğer hemen değilse ne vakit? Bu aziz vatanın, bütün tarihi, bütün macerası,
bütün gelmişi, bütün gitmi-şiyle yeni baştan tefahhus ve murakabesini emreden
bir son vâde ânı yaşadığımı, i ne vakit kavrayacağız? Yalnız bu ânı yaymak, bu
ânı şuurlaştırmak ve bu ânın emrini yerine getirmek borcu önünde, en makbul
fiil ve en faydalı iş, müflistir. Kitap kapanabilir, fabrika susabilir, na-kı.
vasıtası durabilir, hasta ölebilir, ölü bekleyebilir, fakat bu borç daha fazla
bekleyemez!
Bu ân, bu aziz vatanı, son yarım asırdan müdevver sahte muvafakat, saht»;
muhalefet, saiıîe matbuat, sahte üniversite, sahte ilim, sahte ideolocya,
sahte siyaset, sahte ekonomi, sahte eser, tek kelimeyle sahte hayattan
kurtarma hamlesinin vâdesidir; ve "hemen değilse hiçbir vakit!" denecek kadar
acele bir vaziyet ihtar etmektedir.
279
Saatlerin anlatmadığı,: (alarm) düdüklerinin söylemediği, çığ ve su
baskınlarının belirtmediği, illet ve hastalıkların göstermediği bu acele, Türk
cemiyeti hesabına tam 5 asırlık bir gecikmeden geliyor ki, bütün ıstırabını
son 120 yıla sığdırmış ve en acıklı demlerini Yirminci Asırdan bu yana
sıkıştırmıştır. Bu düğümü çözecek bir kahraman çıkmayacak mıdır?
(1959)
280
ANA SUAL
Her türlü kurtuluş hesabı mutlaka Demokrasi ve Liberalizma dünyasının zaferine
bağlı olduğuna ve makûs ihtimalde simsiyah bir yokluktan başka bir şey
bulunmadığına göre, böyle bir muvazene kurulunca, bütün varlık imkânını ve
hayat hakkını garp âleminin tezadlan arasında barınmakla sağlayan küçük
milletlerin hâli nice olacaktır? Hele bizim gibi, keyfiyette büyük, fakat
tarihî şevket ve hâkimiyetini birkaç asırdır kaybetmiş ve ogün bugün kökte ve
özde istiklâlli ve şahsiyetli bir hayat ifadesine ulaşamamış bir millet için,
böyle bir muvazene şartı ve tezatsız bîr garp dünyası önünde, gerçek ve üstün
hayattan bir nasib var mıdır? Yarınki dünya, bunca kanlı tecrübeden soma,
mücerret Demokrasi ve Liberalizma mefhumuna ne nisbette sadakat iddia ederse
etsin, cihanı birkaç büyük milletin iradesine sımsıkı bağlamaktan başka bîr
yol tanıyacak mıdır?
Yarınki lezatsız dünyada, dünkü tezatlı dünyanın umumî müsamaha ve zarurî
aldırışsızhk havasından tek zerre bulunabilecek midir? Yarınki tarafsız
dünyada, her hangi bir milletten vücut hakkına nail olabilmesi için onun,
insanî hayat dâvasında müstakil ve şahsiyetli bir oluşa ehliyet belirtmesi
şart koşulmıyacak mıdır? Yarınki
281
tezatsiz dünyada, medenî hayal coğrafyasının, tarihî sebepler yüzünden, en
nazik yerlerini iştial altında bulunduran milletlere, bundan böyle ayni
yerleri bayrakları allında tutabilmek için, beşerî eser ehramına hangi yeni
taşı koydukları sorulmayacak mıdır? Yarınki tezatsız dünyada, daha ziyade
fikri ve ruhî teçhizat mânâsına gelen korunma vasıtaları bakımından, asliyet
ve şahsiyet buhranına düşmüş milletlere ne gibi bir muamele tatbik
olunacaktır?
Şimdiye kadar garp medeniyetinin tezatları yüzü suyu hürmetine bedava hayat
hakkı bulan bazı milletler, iki Cihan Harbi boyunca elde ettikleri ve
edecekleri kolay şartlan, yarınki tezatsz dünyada muhafaza edebilecekler
midir?
İmdi:
Bugün bir vücudu baştan başa sarmış umumî hastalık sebebiyle gözden kaçan
mevziî illetler, yarın vücut sıhhate kavuşur kavuşmaz derhal kendisini
göstermiye-cek midir? Yeni dünyanın beklenen sıhhati, aksine, bazı dünya
parçalarının müzmin sıhhatsizliğini ortaya çıkar-mıyacak mıdır?
Vatanımız için, bu ana sualden ve onun tamamlayıcı istifiıanılarından büyük
dâva yoktur. Ve bilmemiz lâzımdır ki. bizim sulhta kendi kendimizi müdafaamız,
harptekinden zor olabilir.
Bunun için de, iç çekişme ve dalaşmaların üstünde, Doğu âlemini bütün mazisi,
istikbali, vehbî ve kisbî, bütün haklariyle ihata ve ifade edecek ve bunu
garbe kabul ettirebilecek muazzam bir iç tekevvün ve dış politikaya ihtiyaç
vardır.
Ya bunu düşünen kimdir?
(1959)
282
TARİHÇE
Tanzimattan beri, ister fert, ister fırka çerçevesinde, esaslıca kaç muvafakat
ve muhalefet gelip geçtiğine bir göz atalım:
1 - Tanzimatçılar ve muhalifleri (Ham yobazlar)...
2 - Abdülâziz ve muhalifleri (Genç Osmanlılar Cemiyeti)...
3 - İkinci Abdülhamid ve muhalifleri (İttihat ve Terakki)...
4 - İttihatçılar ve muhalifleri (Hürriyet ve İtilâf)...
5 - Millî Kurtuluş Hareketi ve muhalifleri (Saray ve Hürriyet ve İtilâf)...
6 - Halk Partisi ve muhalifleri (Demokrat Parti ve Millet Partisi)...
7 - Demokrat Parti ve muhalifleri (Hak Partisi, Millet Partisi vesaire)...
Vesaire vesaire...
Bir anlık dikkât ve ölçü nazarı hemen belli eder ki, bunlardan hiçbirinde, ne
(tez) ve ne (anti - tez) makamında, hiçbir dünya görüşü ve büyük fikir mesnedi
mevcut değildir.
Tanzimatçılar, katmer katmer şalvarı ve kuru yük
283
pusatlariyle cevvaliyet ve hayatiyetini kaybeden Yenice-ri'den tutun, yeni
ilimleri, öz malı ve işi diye kabul edecek ve mukaddes imanının merkezinde
pişirecekken, onları nefretle ruhundan ve kapısından kovan medreseye kadar,
bütün pestizinde şark müessiseleri karşısında ne yap-"mak gerektiğini tâyinden
âciz, nihayet tamamen insiyakı bir temayül ve asgarî bir bedahet hissi
sayesinde Batıyı körü körüne taklit-ve ona iltica psikolojisinden ibaret, fes
ve pantolon arası şaşırıp kalmış ve farkına varmadan Doğunun şahsiyetine
kıymış bir satıhçılar ve kışırcılar züm-residir. Muhalifleri ise, mukaddes
Ölçülerin zaman ve mekâna tatbiki, zaman ve mekânın tahlili iktidarından
mahrum, tek kelimeyle taşıdığı iman nimetinin kıymet hükümlerine uzak, kaba
softalar ve ham yobazlar güruhu... Ne birinin muvafakatinde, ne de öbürünün
muhalefetinde bir temel dâva ve idrâk kıymeti vardır.
Abdülâziz ve muhalifleri, gayet mevzî plânda, taklit devrinin her sahada
(Barok) ve (Rokoko) mimarîsine gömülmüş, keyfinin ve devrinin esiri bir
padişahla, ne istediğini ve ne aradığını bilmez üç beş alafrangalık meraklısı
arasındaki basit çekişmeyi resmeder. Bir Mason teşekkülü olan "Genç Osmanlılar
Cemiyeti", Düyun-u Umumiye kahramanı Abdülaziz'e karşı vezirlerin
memnuniyetsizliğini fikirde destekleyici anlayıştan uzak olmak şöyle dursun,
Türk milletinin bütün desteklerini yıkmak vazifesine memurdur.
II. Abdülhamid ve muhalifleri tarihimizin en acıklı safhalarından birini
gösterir. İkinci Abdülhamid, insan olarak, padişahlık devrindeki devlet
reislerinin en büyük-terindendir. İlk defa, vaziyeti, Tanzimat gelişinin
sahteliğini, gizli tesirleri, korkunç istikbâli görmüş ve anlamış olan
şahsiyet... Onun, hakikatte Türk Birliğinin düşmanı
284
olan Yahudiler ve dönmelerse, Selânikli İttihat ve Terakki Cemiyetine hulul ve
Abdülhamid'inkan dökmekten ürken mizacına, istinad ederek, o zamanki
bütünlüğümüzün mihraksız kalması ve boş bir arsa gibi gizli tesirlere açılması
için müthiş bir tabiye ile hareket etmişler ve Padişahın gözükara olmaması
yüzünden muvaffak olmuşlardır. Görülüyor ki, bu durumda dünya görüşü, olsa
olsa Abdülhamid taraftarlarında olabilirdi. O da olamadı. Hakikatte, sadece
âlet mevkiindeki meşhur Mason dövizi "Hürriyet, Adalet, Müsavat" tekerlemecisi
İttihatçılarda, müstakil ve şahsiyetli bir dünya görüşü aramanın mevzuu bile
düşünülemez.
İttihat ve Terakkinin Birinci Dünya Harbinde, Müslümanlıktan münhal kalacak
yeri işgal ettirmek için ördürdüğü Türkçülük dâvası ise, bir kopyanın en fazla
teklif çilesi arzeden nevüdir ama, ne çare ki, esasında bu kopyanın aslı pek
ucuz soydandır ve sadece din nefretinden doğmadır.
İttihatçıarm muhalifleri, bir (terör) ve "katli-âm" idaresine karşı sadece
hissen haklı, fakat hiçbir esas, nizam ve sistemi müdafaa kudretinde olmayan
aceze gurubudur.
Türkün sadece madde ve mekân plânında kurtulması için ruhundan fışkırttığı
ulvî iradenin çerçevesi Millî Kurtuluş Hareketi, (ideolojik) hamle değil;
bunun muvaffak olmasına ihtimâl vermeyen ve bir İttihat ve Terakki oyunu sanan
muhalifleri de elbette ki, iç plânlarda,nüfuz haysiyetinden uzak kimselerdir.
Millî Kurtuluş Hareketinin fikriyatım temsil iddiasındaki Halk Partisi
malûm... O, 20 küsur yıl muhalif sizdir. Yani karşısında muhalefet -dahi
yasaktır. Ancak "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" ve "Serbest Fırka" gibi
(şİke)Ier kabil... Ona karşı ilk defa başlaya» muhalefet. Demokrat Parti
muhalefeti ise, zıddiyetini köklere kadar icra etmekten daima çekinmiş, ayni
köke bağlı dalların kendi aralarında çatışması gibi, bir abes ve acaiplik
ifadesinden ibaret kalmıştır. Binaenaleyh, kök mesele ve ideo-locya temeli,
yine mevzuundan uzaktır.
Nihayet Demokrat Parti, cevherine kimsenin doku-namıyacağı (tabu) halinde bir
mâdenin sadece (galvaniz) hatâlarını istismar ederek iktidara gelince, esasen
büyük dünya görüşü mihrakından kaydırılmış olan dâva, bu defa muhalefetin Halk
Partisine geçmesi kadar garip ve komik bir seyr takip etmekle, artık büyük
meseleye yer kalmadığının, her şeyi sığ bir ameliye plânında yürütmekten başka
hedef tanınmadığının en canhıraş misalini vermiştir.
Millet Partisi, evvelâ Demokrat Partiyi halisleştir-mek için Demokrat Parti
içinden bir kopuş ve ayrılış belirtirken, sonra sonra, halkın her cepheden
memnuniyetsiz ve münkesir temayülünü liyakatsizce istismar ve sıkışınca
istismar ettiği şeye hakaretten başka marifet göstermemiş bir tezadlar ve
kargaşalıklar yuvası ve mecalsizlik ömeği...
Gerisi küçük mostralar ve hep ayni şey... Ne bir tarih kriteryumu, ne bir
kemal ölçüsü, ne bir zaman ve mekân hükmü; sadece günü birlik cüce hâdiseler
üzerinde müthiş bir şamata ve demagocya...
Nihayet muhalefet müessisesi, tam 100 küsur senedir, muvafakat müessisesinin,
fotoğrafın camı ile kâğıdı gibi, birinin beyazı, öbürünün siyahından ibaret ve
birbi-riıie hüvesi hüvesine mutabık zıt modeller olarak, insiyakı ve nebatî
bir psikolocya keşmekeşinden başka hiçbir şey getirememiştir. Ortada fikir ve
irfan, sebep ve netice, kıyas ve gaye, tecrit ve teşhis, tahlil ve terkip diye
286
hiçbir şey kalmamış, kalmasına da imkân bırakılmamıştır. Tarihi bir asrı
dolduran devre içinde muvafakat ve muhalefet, küçük esnaflık soyundan,
fikirsiz ve haysiyetsiz, bellibaşlı bir tekniği olan bir zanaattir. Ve bu âdi
zanaat yıkılmadan, kurtarıcı hiçbir zuhura imkân yoktur.
(1959)
287
VADENİN SON DEMİ
Bugünün genci, ortada ve modalaşmış hüviyetiyle şu vasıfların heykelidir;
1 - Hudutsuz nefsanî ve cismanî...
2 - İnkılâp diye hesabını veremediği ve çilesini çekmediği bir dâvanın, sırf
nefsine uygunluğu yüzünden müdafii...
3 - Bilgisiz, kültürsüz, fikirsiz; üç beş kelimelik bir lügatçe içinde
mahpus...
4 - En büyük ihtirası futbol ve en tesirli hocası sinema...
5 - Evine, ailesinin ihtiyarlarına, mazisine, geleneğine ve tarihine küskün...
6 - Histe müstehzi...
7 - Ruhta mukallit...
8 - Fikirde münkir...
9 - Mânada müflis...
Bir döküm işi gibi, bellibaşh içtimaî tesirler ve telkinlerin kalıbından çıkan
ve (Yenice) sigaraları şeklinde kalıbına uyan böyle bir gençliğin meydana
gelmesinde elbette bir saik, korkunç bir saik olmak icap eder.
Onu - bir gün imkân olursa- sosyologlar incelesin...
288
Bizini sualimiz şudur:
40 - 50 yıl sonra, 21'inci Asrın başında bütün hâkimiyet bu gençliğin ve
doğuracağı nesillerin eline geçince, manzaramız ne olacaktır?
Bugün, Türk kadınlık iffetine, Moskof süngüsü al-'tında donunu çözmeğe davet
edercesine "Kara çarşaf!" diye gırtlaklarını paralayarak saldıranlar, yarın,
evine ve efendisine, çocuklarına ve komşularına fedaî, eski Türk ananesinden
tek eser kalmadığı zaman, ne olacağını hayâl edebilirler mi?
Bugünkü moda genç kız tipinin doğuracağı ve terbiye edeceği çocuktan ne hayır
gelecektir? O çocuk, ruhunu hangi imana, beynini hangi meseleye ve nefsini
hangi dâvaya bağlayacaktır?. Orduda nasıl, bankada nasıl, gazetede nasıl,
ticarette nasıl, hükümette nasıl çalışacak ve bütün bu müesseseleri ne hale
getirecektir?
Bir fotoğraf gördüm. Orada ve bir gece kulübü dekorunda gördüğüm genç kızla
erkek, bir hayâl veya misal değil, sert bir vakıa ve hâoise belirtiyor. Batan
Dumlupı-nar denizaltısının içi gibi bir yerde, mustarip dünyaya yabancı, her
türlü mektep ve cemiyet murakabesinden uzak bu gençler, Türk vatanında, sayısı
gittikçe kabaran bir işgal ordusunun öncüleridir. Onlar bu vatanı tam işgal
allına aldıkları gün, acaba hangi düşman, asıl kendi işgal gününün geldiğini
anlayacak ve harekete geçecek?
Daha geçenlerde, bir iki film artistinin ayartıp ırzına geçtiği ve pencereden
çırılçıplak sokağa attığı yazılan Güzel Sanatlar Akademisi talebesinin
misalile birleştirdiğimiz ve bildiklerimizle bilmediklerimiz arasındaki
nis-beti tasarladığımız zaman meydana çıkacak tablonun önünde ölüm terleri
dökmemek mümkün müdür?
İlâç, ilâç; nerede kızgın demir gibi bir ilâç?..
289
Bıı halın sadece maarif çerçevesinde hiç bir ilâcı yoktur. Türk vatanı adına
hayatî bir tehlike belirten bu halin ilâcı, en büyük pay maarife düşmek üzere,
lopyekûn devlet eliyle inkılâp çapında bir harekete girişmektir. Bu hareketin
lormülünü ise bizden başka kimse çözemez ve ilmik ilmik örgüleştiremez! Bu
zamana kadar hep bu dâva uğrunda yırtındık, daha da yırtınacağız!
Fakat sana düşen, ey ruhu ve kafası çile ve mesele dolu insan; devlet çapında
bir aksiyon gerektiğini, alarm kampanalariyle rejimine ve hükümetine telkin
etmendir.
Onlar geliyor ve biz gidiyoruz! Biz gittikten ve onlar geldikten sonra, ortada
ne maraz, ne de şifa diye bir mevzu kalacaktır.
Vâdenin son demlerini yaşıyoruz!!!
(1959)
290
»HAPİSHANEDEN TIMARHANEYE
Birinci Dünya Harbi mütarekesinden bugüne kadar Türk cemiyetini yuguran
muhtelif müessirlerin toplamı, netice bakımından iki şey doğurmuştur;
1 - Derin bir fikir zaafı...
2 - Derin bir ahlâk zaafı...
Yani iki kanatlı insan, bu 40 yıllık devre içinde iki kanadiyle birden
budanmıştır.
Fikir zaafımızın en büyük tezahürü, muharrir denilen ve cemiyetteki tefekkür
sınıfını çerçeveleyen zümrenin hemen hemen tasfiye edilmiş bulunması...
Ruhî ve içtimaî müessirler bir taraftan muharririn yetişmesine engel olurken,
öbür taraftan, yine ayni müessirlerin doğurduğu yeni gazete tipi, muharrir
ihtiyacını her gün biraz daha ortadan kaldırmış, muharrirliği bir re-simaltı
yazarlığı seviyesine düşürmüş; ve muharriri, sekreter emrinde, hokkabazın
asistanı haline getirmiştir.
Bu hokkabazlık, sekreter sanatı olarak, halkın sadece asabı ve tenasül!
cihazını harekete getirmek işidir. Dimağı cihaza pay yoktur.
Eskiden gazete, sözü ve fikrî olan insanın, bizzat sermayelendirdiği, fikir
hakkiyle sermaye hakkını bir araya getirdiği ve başta sekreter olmak üzere,
bütün mutfak
291
kadrosunu bu fikrin emrinde kullandığı, bir nesneydi. ŞU nasi'den, Namık
Kemâl'den, Ebüzziya Tevfik'ten, Hüseyin Cahid'e, Ali Kemâl'e, Yunus Nadi'ye
kadar hep böyleydi; böyle olmuştur ve başka türlü olmasına imkân tasavvur
edilememiştir. Hattâ 10 küsur yıl evvel (Hürriyet) gazetesi çıkıncaya kadar da
hep böyle olmuştur. Tirajını hafifliklerle sağlayan bazı (magazin) gazeteler,
gazete olmak haysiyet ve şahsiyetini kimseye kabul ettirememiştir.
(Hürriyet) gazetesi - ki ahçıbaşıların gazetesidir ve matbuatta fikir
boşluğunun en korkunç örneğidir- intişar sahasına çıkıp da patronunun bizzat
söylediği gibi:
"- Fikri ve muharriri idam edeceğim!"
Ölçüsü ile işi sadece nebatî ve hayvanı plânda bir merak ve alâka çekiciliği
sanatına dökünce, manzara değişmiştir. Eski çar generalinin, yerini,
Holivutta, eski Rusya'ya ait filmlerinin figüranlığında bulması gibi, muazzam
ve muhteşem fikir, bir anda uşağına köle olmuştur.
Bugün Babıâli veya Babıâdide ne kadar organ varsa, hepsi (Hürriyet) ekolünün
derece derece mukallididir.
Babıâli'ye, fabrikatör, armatör sermayesinin akmaya başladığı ve gazeteciliği
bir nevi hafiflik ve eğlencelik reçetesi haline getirip bir de onda mevcut
olmayan mevhum fikir temsilciliği edasiyle malî ve siyasî menfaatler peşinde
gezmeye başladığı günden beri, dâva büsbütün soysuzlaşmıştır.
Bundan bir devre evvelki gazeteciliğimizde, nisbe-ten bir fikir, bir fikir
hürmeti vardı. Fakat fikrin ruhî ve ahlâkî mesnedi yoktu. Bugün, esasın esası
olan fikir mesnedi tamamen kaldırılmış ve yüzde yüz ahlâksız bir esnaflık ve
istismar zihniyetinden başka ortada hiç bir şey kalmamıştır.
Günümüzün matbuatında muhalefete temayül, her-
292
hangi bir kanaatin değil, ticaret ve fayda ölçüsünün 1 numaralı maddesidir.
İman gibi en ulvî bir vicdan tecellisinin, borsa oyunlarına göre kâh şimal ve
kâh cenup istikametini göstermesinden daha sefil bir şey olabilir mi?
Devrimizin fikrî ve ahlâkî zaafı, Türk muharririnde tecelli ettiği kadar
hiçbir örnek üzerinde teşahhus edemez.
Lâtin harfleri neslinden bir tek istidat çıkmadığı gibi, hâlâ bazı sermaye
esnaflarının kıymet verir gibi göründüğü aksaçlılar da yarın öbür gün
üzerlerine toprağın yorganını çektikten sonra ortada, spor muharrirlerinden ve
magazin sekreterlerinden başka kimse kalmıyacak; ve istihale ettirilen
cemiyetle bu cemiyetin lâyık olduğu eser birbirini bulmuş olacaktır.
Demek ki, bir müddet sonra şikâyete de sebep kalmayacak; ve fikir, ahlâk, iman
sözlerinin belirtebileceği hiç bir kıyas hükmüne, hâtıra kabilinden olsun yer
bulun-mıyacaktır... Bugün fikri hapishaneye atanların dölleri, yarın onu
tımarhaneye atacaklardır.
(1959)
293
NEFS-İ AZİZ
Son çeyrek asır, idare, iktidar, ticaret, iş adaftilığı, tek kelimeyle
muvaffakiyet sahasında, karşımıza son derece (standardİze) bir tip çıkardı:
"Nefs-i Aziz" tipi...
Bu tip umumiyetle göbeklidir, aklınca şıktır. Karamanlı bakkallar gibi her
haliyle ekaba ve görgüsüz ve sevret iddiasındadır. Aman, ne müteazzım ve ne
küstahtır! Suratı kasvetli ve asık ve bakışı tahkir edicidir. Bütün
ceberrûtuna rağmen ruhunda gayet sinsi ve mahrem bir korkaklık ukdesi yaşatır.
Umumiyetle, tanımadıklarına. yani "Millet" dedikleri kitleye karşı fevkalâde
emniyetsiz ve itimatsız bir tavrı vardır. Bir iyilik vecağalık ederken bile
bunu aziz nefsinin bir kefareti halinde lütfettiğini gizleyemez. Nazarında,
kendisine yalvarıp, iş, himaye veya para isteyenlerle, hiçbir şey istemeksizin
onu boğacak veya suratına tükürecek gibi bakıp geçenler arasında bir yakınlık
veya uzaklık farkı yoktur. Dalkavuğu tarafından da, düşmanı tarafından da
nefret edildiğini, sadece nefret edildiğini bilir. Zira kendisi, nefret
etmeye, sadece nefret etmeye mecburdur. Göz bebeklerinde, en küçük vecd, en
miskin aşk, en basit İman, en kırıntı samimiyet, en biçare
294
mcıluınıct, cıı nuıluun şefkatten eseı aramayım/'! Sinirli ve tahammülsüzdür.
Uzun u/.adıya lâf ve dert dinlemeyi sevmez. Nabzına göre şerbet veren
dalkavuğun kısa ve (komprime)nüktelerinden başka hiçbir şeye, hele fikir ve
tahlile asla tahammül edemez. Hiç kimse, onun kadar ca-lıİl. onun kadar irfan
züğürdü olamaz. Yemeğini, yediği mahlûkun kaatili gibi yer; alâkalandığı ve
belki pek kolay temin ettiği kadınlarda, kana ve haysiyete susamış bir sülük
intihamdan ve bir miktar paradan başka hiç bir izi mevcut değildir. (Kolosal)
ahmaklığına rağmen (bezik) oynarken ve benimsediği işleri takip ederken
gösterdiği deha ve hesaba şaşmamak elden gelmez.
Bu tipin her zerresinden, her mesamesinden, her tavrından, her işinden yalnız
şu mâna tüter:
- Her şey "nefs-İ aziz" içindir ve ben bir nefs-i aziz heykeliyim!
Son çeyrek asrın nafiz adamı budur, kaadîr adamı budur, reisi budur, müdürü
budur, tüccarı budur, başmuharriri budur; budur oğlu budur ve bu mücerred
tipin başlıca müşahhas karargâhları bazı Ankara otelleridir. Bu l ip. sonradan
gelme, Ankaralıdır. Kısacası, son çeyrek asrın en canlı eseri budur!
Gelin de şimdi, bu tipin ağzındaki "inkılâp" kelimesine dayanın!
İşte. inkılâp perdesinin fonundaki canhıraş karaltı!.. Budur: "Nefs-i aziz"...
(1952)
295
MÜRTECİ KİMDİR?
• Haydi, Çemberlitaş'a, İstanbul'un şu meşhur Çem-berlitaş'ına bir iftira
atalım! Ona öyle bir kulp takalım ki, kendisine hiç uymasın! Söyleyin;
Çemberlitaş ne değildir; ne değilse onu söyleyin!
Bu da ne lâf? Çemberlitaş'ın olmadığı şey namütenahidir; hepsini saymak mı
lâzım? Lahana değildir, meb'us değildir, pabuç değildir, inek değildir,
vesaire...
Doğru! Onun olmadığı, yahut sadece alâkasız olduğu şey namütenahi; fakat asla
olmadığı şey de muhakkak ki, olduğu şey gibi bir tanedir. Dâva ile aks-i dâva,
müsbetle menfi gibi... Gündüzün asla olmadığı, yani kâmil zıddı olduğu şey,
gece değil mi? Haydi, Çemberlitaş'ın kâmil zıddmı bulalım! Çemberlitaş'a kâmil
zıddiyle iftira edelim! O nedir? Kuyu!
Evet, göklerin ulaşılmaz bekâretine doğru sipsivri çıkık Çemberlitaş'ın en
olmadığı, en olamıyacağı şey, içeriye doğru sipsivri batık bir nesnedir; o da
kuyu...
İşte âlemdeki en hazin tecelli, bir insanın, bir zümrenin, bir hareketin, bir
dâvanın da böyle kâmil zıddiyle, kâmil zıdlar arasındaki kepaze benzerlik
vehmiyle iftira-
296
ya uğraması!.. Limonlu/u, limonun; makine dokuması (imîta.syon) halı, Şiraz
halısının; abuk sabuk kelime piyangosu, müphem ve girift şiirin en büyük
iftiracısı olduğu gibi,..
Öyle!.. Amma bu idrâk ve görüş hayâsızlığının bir derece daha üstü veya altı
var! İki malûm arasında müspetle menfiyi tokuşturucu kalpazanlık şenaatini bir
tarafa bırakalım; daha fecii şunlar: Asla bilmedikleri ifadeleri, asla ne
ifade ettiği bilinmiyecek orta malı asri (!) dema-gocya vasıflariyle
damgalayanlar!.. En aşağının aşağısı, esfelin sefili bunlardır!
"Sağdan yürüyelim!" dediği için "bu adam sağdır!" "yeşil fener geminin soluna
düşer!" dedi diye "bu adam soldur!" tarzındaki ithamları değil de, daha
beterini kastediyorum: Dini, imanı, aşkı, ruhu, şahsiyeti, ahlâkı müdafaa
edenlere "bunlar mürtecidir!" ithamını kastediyorum! Hiç bir ifade, (mürteci)
kelimesini kullanmak kadar ayıp belirlemez. (Mürteci) ne demek? Lügat mânası,
"geriye dönen"... Eğer bir ân evvel altın kasa anahtarımı unuttuğum kuyumcu
dükkânına doğru çizdiğim helezon, çirkef-ten ilerisi midir, gerisi midir?
Tayyare mi, bin bîr gece masallarındaki sihirli seccadeye doğru bir irticadır;
yoksa atom bombası altında yutulacak bir medeniyet mi, kazıklı göl evlerine
doğru bir ilerileme?
Hakikat dururken; hakikatin, şekil, renk, ses ve rayiha esen dağbaşlan
dururken, bu sarahatsiz ve istikamet-siz bulanıklık?.. Fikir söndürmek için bu
zulmet tulumbacılığı'?.. Hem ne fayda umulabüir ki, bu kelimelerden?...
Hayır! Bu kelimenin bir faydası vardır. Hiçbir iman şekli, zamanı durdurmaya
ve kokutmaya talip olmadığına ve olamıyacağına göre, (mürteci) kelimesi, hem
de yüzde yüz sıhhatle, yalnız zamanı durduranlar ve koku-
297
lanlar hakkımla kıtllanılabiliı. imc o ziıhıihi faydalı olur! Bu kelime, Zıııa
sokağında uçan kuşa "orospu!" diye bağıran mahlûk gibi, yalnız kendi
nâracısmın sâdık ve samimî habercisidir!
(1952)
298
KÖYE MARŞ!
Eski Alman ordularının; kazadımı yürüyüşüyle geliyorlar! Köylüler bunlar...
Nereye ve niçin? Cevabı kolay: Büyük şehirlere, para yapmak için...
Muharrir acından ölürken Nİğde'li hamal Babıâli'de milyoner olur. İşe, okkalık
iade kâğıdı alıp satmakla başlar. Evvelâ kantar hilelerini ve fiat
katakullilerini öğrenir: sonra da karaborsacılığa ve faizciliğe başlar. Artık
keka!...
En hantal köylü tipi bile bir şey öğrenmiştir: Şehre taşınıp 15 - 20 lira
yevmiyeyle işe girmek, boyuna ücret fazlasiyle kapı değiştirmek, yükünü
tutmak...
Görülüyor ki, köylü kendisini söğüt ağacının dibindeki toprak dama bağlayan
ruhî ve iktisadî müeyyideleri her gün biraz daha gevşetmekte...
Geçmiş zaman İçinde, kalbur saman içinde, İstanbul kaldırımlarını çiğnemek
gayesiyle tek - tük ve tortu halinde büyük şehirlere gelen ve paşa kapılarında
çalışan sadık ve fedakâr köylü, şimdi tek - tük ve tortu halinde köyüne bağlı
kalmakta, eski sadık ve fedakâr seciyesini unutmuşa benzemektedir
299
Doğrudan doğruya Halk partisi iküdııi ıııın eseri olan bu hal, ruhî ve
iktisadî bir faciadır! Köylü, onun devrinde buğdayını toprağa gömmeyi ve
devletten kaçırmayı öğrenmiş, devletin istediğini ekmemek ve toprağı kel ve
keleş bırakmak gibi pasif bir isyana girişmiş, maddî ve ruhî
murakabesizliklerin en korkunçları içinde bin yıllık ziraî nizamı zedelemeye
doğru gitmiş; ondan sonra da, gördüğü himaye ve itibar neticesinde köyüne
bağlanacağı yerde, artık bir kere zedelemiş bulunduğu eski nizamı bir daha
benimsemeksizin, şehirlerde kendisine macera aramaya koyulmuştur.
İstanbul'un bazı sayfiye yerleri, bir işgal ordusu manzarasıyle, köylü
çadırından geçilmiyor.
İşte şehirlere doğru kazadımı yürüyüşiyle akın edenlerin çizdiği tablo...
Bunda, asrımızın yarısından başlıyarak müthiş surette terakki eden metropol
servetlerinin iş ve el emeği hacmine verdiği şans, belki en büyük müessir...
Demek ki, C.H.P.'den sonra, köylünün maddî bünyesi bazı salâh tedbirleri içine
alınırken, ruhî bünyesi dü-şünelememİş; ve nizam, şehirle köy arasındaki ahenk
olarak, merkezî bir Ölçüye bağlanmamıştır.
İşte bugünkü iktisadî buhranımızın, en haysiyetli görüşle baş âmili, bu
ahenksizlik ve merkezî ölçüsüzlüktür. Bir taraftan (enflâsyon), öbür taraftan
Millî Korunma; bir taraftan (deflasyon), Öbür taraftan fiat tereffuu, bir
taraftan devlet yatırımları, öbür taraftan (döviz) sıkıntısı ve daha nelerle
neler arasında, hep aynı ahenk ve muvazene ıstırabı...
Bilhassa, iktisadiyatımızın temelini, ziraî veya sınaî temellerden hangisine
istinat ettireceğimizi bilememek ve bu iki cepheyi ayrı ayrı ve birarada
murakabe ve
300
muhasebe edememekteki ahenk ve muvazene ıstırabı, dâvanın belkemiği olsa
gerek...
Ebenin alamadığı çocuğu doktor sıfatiyle ve (forseps) ile almaya gelen Alman
İktisat Nazırının bir sözü, bir hamlede işin belkemiğine dokunuyor
- Siz ziraî bir memleketsiniz! Bu sistemi muhafaza etmekle mükellefsiniz!
Ziraî sahayı ihmal, sizin için kötü
olur!
Bu (lâkonik) ve askerî emirler gibi kupkuru ifadede bütün derdimiz, bütün açık
ve gizli sebepleriyle yatmaktadır. Fakat bir ecnebi için hâdisenin daha fazla
ifşası mümkün değildir. Bilhassa tamamen sınaileşmiş ve mamul madde
ihracatçısı haline gelmiş bir memleket mümessili için...
Makineyi yapmadan makineleşmeğe kalkmanın neticeleri ve hususiyle bünye
içinden gelmeyen zoraki tatbiklerle sınaîleşmeye bakmanın akıbetleri üzerinde
kamuslar dolusu söz söylemek lâzım... Biz sadece bedahete dayanıp belirtelim
ki, smaîleşmeyi bir zaman ve tedricî bünye işi kabul edip ziraî memleket
karakterini en zengin mikyasta yerine getirmeye çalışmaktan başka bize yol
yoktur. Birini bozup Öbürünü yapamamaksa, faciadır.
Muharrik kuvvet kaynağından ve yedek parçadan mahrum makine karşısında Öküz
daima muzaffer olur.
Ziraî temel dâvası için de, köye ve köylüye el atmak, onu maddesi ve ruhiyle
İmar ve köyünde mesut etmek, kaçaklarını da aynı kazadımı yürüyüşüyle köye
döndürmek, ana vazife...
İlk iş bir kumanda:
- Geriye dön! Kazadımı yürüyüşüyle köye marş!
(1965)
301
AMERİKA, DÜNYA VE BİZ
Bugün dünya, milletlerin oluş istikameti ve tekevvün hakkı bakımından iki
vahide ayrılmıştır. Sonunda kaba ve basit iki vâhid... Ya Amerika'yı
tutacaksınız, ya demokrasiyi, ya komüııizmayı... Bunlardan birine temayül,
derhal ve kat'î olarak öbürüne aykırılık mânasına gelir. Onun için, en küçük
Amerikan aleyhtarlığı, hangi zaviyeden olursa olsun, Sovyetleri desteklemek
diye anlaşılır. Bu yüzden, komünizmaya zıt bir dünya görüşü, kerhen de olsa,
Amerikan politikasını korumakla mükelleftir.
ikinci Dünya Harbinden sonra Avrupa medeniyetinin büyük mümessileri, bir nevi
iktisadî ve teknik tabiiyet yüzünden dünya görüşlerindeki isliklâllerini
kaybetmişler ve mecburî olarak Amerikan hegemonyası altına girmişlerdir.
İmparatorluğunu ve dünya siyasetindeki başbuğlu-ğunu kaybeden şahsiyetli
İngiltere, şimdi bütün aksiyonunu ve söz hakkını kaybetmiş mahzun bir ülke
halindedir. Almanya, topyekûn, varlığiyle ödemek mevkiinde bulunduğu harp
felâketini telâfi için, hârika çapında bir kalkınmadan gayri hiçbir gaye
sahibi değildir. Avrupa'nın diğer milletleri de, Garp medeniyetini meçhul bir
yarına çeken sinsi şartlara karşı, bütün güçlerini, kendi kabukları
302
içinde, ruhî ve ikıisadî günübirlik bir ferahlığa yöneltmiş ve dünya
politikası üzerinde müessir olmak gayretini unutmuş bulunuyorlar.
Yalnız Fransa (Dö Gol) tecrübesinden sonra bir şahsiyet hummasına düşebildi;
ve (Frenk) isminin eski temsil hakkı üzerinde yepyeni bir istikamet
kolladığını belli etli. Dış politikada ilk defa olarak (DÖ Gol)ün; Amerikan
hava üslerini Fransa'dan tasfiyeye kalkması, işte bu istiklâl ve şahsiyet
davranışının en bariz işaretidir. Bu işaret, Fransa'nın, arlık bir âlet
mevkiinden çıkıp, Garp medeniyetini yuğuran şahsiyetli milletlerden biri olmak
sıfatını her sahada göstermek ve bütün iç ve dış buhranların yenmek
istemesinden başka bir maksada yorulamaz.
Hakikat şudur ki, Amerika, sadece iktisadî ve tek-nik üstünlüğü yüzünden,
ayrıca hiçbir payı bulunmayan Garp medeniyetini bütün hakları ve
imtiyazlariyle ve açıkgözce nefsine yamamış; ve cihanın komünizma dehşetine
karşı kendisini biricik tutamak hâline getirmeyi bilmiştir. Bu tutamağa el
atanlar da, onun irâdesine dünya çapında hiçbir temsil tavrı takmrnamaya,
şahsiyetsiz yaşamaya ve Amerikalılara mahsus basit ve düpedüz dünyanın
bekçiliğini etmeye mecburdur.
Bu ne boğucu, sıkıcı Dünya! Yukarıya tükürsem bıyığım, aşağıya tükürsem
sakalım...
Nazariyede materyalist Rusya'ya karşı ameliyede materyalist Amerika, cihana
öyle ablak bir çehre vermiştir ki, ikisi arasında sıkışıp kalan Avrupa, evvelâ
birincisine, sonra ikincisine karşı (spiritüalist) bünyesini koruyabilmek için
ne yapacağını bilememektedir. Birinden korunmanın öbürüne sığınmak şekilned
tecelli eden çaresi, gerçek korunmayı ve şahsiyet müdafaasını büsbütün iflâs
ettirici bir durum arzetmektedir.
303
Bize gelince: Halk Partisi devrinden beri, mutlak ve mecburî Amerikan
siyasetini tutmak, Türkiye hesabına biricik doğru yol... Buna şüphe yok...
Cihanın ölüm ve dirim hâlinde iki yolundan dirim istikametini seçmek, millî
irâde ibresi yalnız bu istikameti gösterdiğine göre, her hâlde Halk Partisi
hesabına büyük bir keşif değil..,
Evet, dirim yolu seçildi; fakat bu yolda diri bir anlayış ve şahsiyetli bir
tavır gösterilemedi. Vaziyet o türlü idare edildi ki, Amerika bizi cebinde
kek^k b;fdi: ve bizim için, idraksiz kekliklere maıu.us küçük fedakârlıklardan
ileriye gitmedi.
Mes'ele, Amerikan yardımının azlığında çokluğunda değil; Amerika'nın
karşısında, yalnız kendi millî tekevvün gayesine bağlı, şahsiyetli bir millet
tavrını takınmakta ve ona göre hürmet ve itibar sahibi olmakta... Coğrafya ve
tarihimiz, bizi, kapitalizma ve komünizma sistemlerini arasındaki nihaî
muhasebenin ana rakamını temsil edecek kadar nazik bir makamda bulundurduğuna
jıure, Amerika'dan bu makamın dolgun hakkını istemek ve nazlı bir sevgili
muamelesi görmek biricik dikkâtimiz olmalıydı. Olmadı; sanki Amerika
tarafından boş bir araziye sevkedilmiş ve hudut bekçiliğini almış boğaz
tokluğuna çalışır bir millet olduk.
Hele lisaniyle, üslûbiyle, tipiyle, ruh ruueıiyle ve kendine göre kültürü veya
kültür iddiasiyle Amerikalının içimize nüfuzu, korkunç bir şeydir. Dolar
kuvvetine dayanan ve sade Türkiye'de değil, dünyanın her tarafında kendisini*
hissettiren bu maddî ve aynı zamanda manevî nüfuz, belki Avrupa'nın ruhî
sahada baş derdidir.
Zira Amerikalı, eski bir kök ve şahsiyet damarına bağlı olmaktan uzaktır.
Garbın milletler katışığından doğma öyle bir melezdir ki, o milletlere ait ruh
ukdelerini di-
304
binden tnış etmiş; ve nıes'elesiz, dâvası/., derişiz, ıziırap-sız, yalnız
madde hesaplarına bağlı ve beş hasse plânında yaşar bir yeni insan tipi
getirmiştir. Bu yeni insan, elektriğin ne demek olduğunu düşünmez veya
düşünmekte bir fayda görmez; onu bir ampul içinde zaptetmeyi kâfi bulur. Bu
yeni insanın hürriyet fikrinden, daha doğrusu İnsiyakından başka hiçbir ruhî
sistemi yoktur. Başıboştur, ucalarına tâbidir, her kayıttan ve ölçüden
azadedir, manevî sulta ve disiplin boyunduruklarından hiçbirinin hükmü altına
giremez; hasılı tam mânasiyle tabiat ve
madde insanıdır.
Tarih, şahsiyet, ruhî hayat ve mes'ele sahibi milletler içinde böyle bir tip,
ancak bozucu ve çürütücü olabilir. Hele yeni bir hayat ve tekevvün arayan ve
henüz olamamış bulunan milletler Amerikalıyı örnek aldıkları gün, meydana
bütün lûgatçesi 10 - 15 kelimeden ibaret, her ân çiklet çiğneyen ve homurtu
hâlinde konuşan ve anlaşan, hiçbir ruhî müeyyideye kıymet vermiyen başıboşlar
topluluğundan başka birşey çıkamaz. Amerikalı tipi, kendi vatanında belki her
türlü içtimaî medeniyet ve murakabeye mâlik olabilir; fakat taklitçilerinin
dünyasında sadece felâkettir. Amerikaya gidip Amerikalı olmak belki iyi; fakat
milleti içinde Amerikalılaşmak, mümkün olduğu kadar kötü...
Başınızı kaldırıp büyük şehirlerde şöyle bir hâlimize bakacak olursanız,
(Amerikanizm) denilen âfetin, kılığımızda, meşrebimizde, üslûbumuzda, edamızda
bizi kendimizden ne kadar uzaklara götürdüğünü, yahut götürmek istediğini
sezersiniz.
Mekteplerimize, gençlerimize, züppelerimize, zevk-ü safa hayatımıza; ve oradan
bütün müesseselerimize, evet bütün müesseselerimize dikkatle bakınız, yeter!
305
Biı Amerikan gemisinin istanbul'a pekliyi utin. şehrin geçirdiği ıciAm. (Noel)
Babınım çıkını eııannJa ço-cukhtr geçirmez.
Eğer arada bir kendilerinden şu veya bu tarzda, hattâ bayrağımıza kadar uzanan
kabalıklar görüyorsak, bunu, Amerikalının mizacında değil, kendi ruhî
zebunluğumuzun muhatabımıza verdiği gururda aramalıyız
İktisat reçetelerine kadar her şeyi sonsuz cömertliğinden beklediğimiz bir
millet fertlerinin b^ze karşı daha ulvî hareket etmesini beklemek ve böyle bir
istidadı da Amerikalıdan ummak, yerinde sayılamaz.
Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak, Amerika'nın ebedî müttefiki.
Amerikalının da "Sen sensin, ben de benim" tarzında dostu olmaktır.
Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak... Yoksa belâ
hâline getirmek değil..,
Bunu en küçük milletler yaparken biz yapamazsak hazin olur. Amerika da ancak
böyle bir şahsiyete maddî ve manevî itibar biçebilir. Yoksa, gelip geçici
menfaatleri bakımından alâkadar olduğu; ve bir Amerikan bahriyelisinin iki
yana açık bacakları arasındaki perspektif içinde mütalâa etliği kadrodan
ileriye geçemeyiz.
Dış siyasetimizde Amerikan ve iç bünyemizde (Amerikanizm) politikasını,
kendimizde tecezzi kabul etmez bir şahsiyet vahidine göre ayarlamakta, devlet
ve millet çapında kalkınışımızı kuşatacak derecede büyük ve her i.şe hâkim bir
mânâ gizlidir.
Bu mânâ tâ merkezinden ele geçirildiği gün, Türk ve Amerikan bayrakları, biri
şu kadar yıldızlı ve öbürü sadece ay ve yıldızlı, İki ayrı dünyanın iki ayrı
ve fakat daima beraber mümessileri hâlinde yanyana göndere çekilebilir.
(1965) 306
ASRI GÖZBAİCILIK
Bİr zamanlar bir çığlıktır kopmuştu:
Ruslar Ay'a vardı!!!
Keşke topyekûn varsalar ve Ay'a göç etselerdi de kurtulsaydik!
Ve bu çığlığın dili altında şu mânâlar:
Ruslar, fezaya, sonsuz mesafelere, zaman ve mekâna hükmedici bir ilim
seviyesine ulaşmışlardır!!!
Alemde bu mânâ kadar kör ve ebleh, hiçbir şey düşünülemez. Bu mânâya evvelâ
gerçek ilim ve fen, sonra fikir ve müşahede, sonra da dirayet ve siyaset
kahkahalarla güler.
Ruslar o zaman Ay'a gitmemişti; sadece insan ruhunun fezasındaki hayret ve
dehşet yıldızına bir füze göndermiş ve onu hedefine ulaştırmıştı.
Ay'a gitmek, derken güneşe bilet kesmek, seyyarelerin etrafına çalgılı
gazinolarla donatımlı sun'î peykler takmak, filân, falan... Bunlar, müsbet
İlimlerin felsefe gözündeki kıymet hükümlerini ve imkân sınırlarını
bilenler-ee, işin sadece hayâl ve fantazya tarafına ait masallar... (Holİvut)
esnafının sahte esrar fırçalariyle şeklindirilmişe benzeyen ve (sansasyon)
dergilerinde bu türlü şekillendiği 17
rilen mahul âletler de, yine gerçek ilim ve irfan gözünde, kendilerine isnat
ettikeri pul hüviyeti bakımından birer bonmarşe oyuncağı...
O zamanki İngiliz m üs bet ilim mecmualarına göre, ne Ay'a varıldığını mutlak
bir müşahade hâlinde ispat edici fennî bir kontrol, ne de Ay'a varmaktaki
hüneri artık Rusların beşeriyeti devr ve teslim alacağı şeklinde bir delâlet
saymaya imkân vardır.
Bu bir umacı oyunundan ibarettir; ve oyun, sadece güttüğü ruhî gaye bakımından
muvaffaktır.
Evet; biraz evvel kaydettiğimiz gibi, hedef Ay değil, Avrupalı ve Amerikalı
burjuvanın ruhudur. Meşhur Fransız tabiriyle:
- Pour epater le bourgeois... (Burjuvayı apıştırmak için)... Tâbirin kastına
göre, ahmak burjuva ruhu, birdenbire tepeden inme bir "anlaşılmaz" karşısında
kalınca şaşırır ve alıştığı muvazene ve nefs emniyetini kaybeder. Gramofon
dinleyen Afrika vahşilerinin hâli gibi bir şey...
İşte Rusların bütün taktiği veya taktikası, Avrupalı ve Amerikalı bön halk
yığınlarının ruh muvazenesini bozmak ve yüreklere Rus üstünlüğü hakkında
müthiş bir ukde düşürmek...
Bu ukde muvaffakiyetle ruhlara düşürülmüştür, hem de müsbet bilgilerce zayıf
olan memleketlere daha fazlası isabet etmek şartiyle...
Ay'a gitmekten bin kere daha başarılı, verimli olan Rus taktikasının hedefi,
işte buydu!
Halbuki, malûm hikâyeler karşısında apışılmayacak, gerekli ihtiyat payları
muhafaza edilecek, işin doğru ve yalan tarafları sıhhatle ve soğukkanlılıkla
ayıklanacak; ve her şeyden evvel olgun bir pişkinlik ve asrımızın son
308
moda İen hurafelerine karşı bir mukavemet tavrı takınılacaktı. Hâdiseden
çıkarılacak ibret dersi de, Rusların, can havliyle ne türlü çalıştıklarına
dikkat etmek ve bundan Demokrasiler cephesine bir pay devşirmek olacaktı.
Nitekim, İngiliz ve Almanlar gibi müsbet bilgilerde en ileri seviyeyi tutmuş
milletler, onda üç hakikate karşı, onda yedi palavra belirten bu hâdiselere,
karşılık vermeye tenezzül etmeyici bir vekar ve ağırbaşlılık edâsiyle mukabele
ederken. Amerikalılar, Demokrasi cephesinin mağrur patronu sıfatiyle öne
atıldı ve "heya-mola!"lar çekerek umacı oyununa aynı taktikle cevap vermeye
başladı. Yaptı, yapamadı, yara gibi oldu ve nihayet yaptı! Umacı umacıdan
korkmıyacağına göre, başka türlü, hokkabazlık numaralarına âşık Amerikan
burjuasını teskin edemezdi. Amele kasketinden on domuz çıkaran Moskof
gözbağcısına karşılık. Amerikan illüzyonisti, silindir şapkasından yirmi İnek
çıkarmalıydı ki, (Holivut) terbiyesinden geçme burjuvalar "oh, rahat ettim!"
diye-bilsİnler...
Gelelim işin, yeryüzü hesabiyle ilmî ve amelî değerine:
Bir zamanlar, Rusların attığı füze Ay'a varmış olabilir, varmamış olabilir.
Buradan Ay'a gitmek ve oradan dünyaya gelmek diye, mücerret fennî bir kudret
ifadesinden başka, bu işde iktisadî, askerî, siyasî, içtimaî bir gaye ve
bunlara bağlı bir faide hedefi mevcut değildir. Olsa olsa bu fennî imkânın,
yeryüzüne tatbiki bahis mevzuu olabilir ki, o da, Moskova'dan Vaşington'a
kadar her yerin bu füzelerle nokta nokta ve merkez merkez dövülüp
dö-vülümeyeceği...
Sovyetlerin teknik imkânları, yeryüzü mikyaslariyle, yeryüzü mesafelerine
hâkim bir durum kazanmış mı-
309
dır. ka/annıaııuş mıdır; aynı hâkim dunun,ı Avrupa ve Amerika malik midir,
değil midir?
İşte bütün ıncs'ele!..
Bu zamana kadar feza dâvası etrafındaki Moskol edebiyatı ve Rus
diplomatlarının tavırları, böyle bir İmkâna erdikten sonra takınılacak
edalardan olabileceği gibi, bilhassa böyle bir imkâna erİlmiş olduğu süsünü
vermenin duruşu da olabilir, Hattâ bu tavır ve edalar, gerçekten Ay'a gitmenin
ve bu suretle yeryüzünde rakipsiz bir imtiyaz kazanmanın gerektirdiği temkin
ve ihtiyat, mahremiyet ve esrar ifadesine zıttır. Bu da gösteriyor ki, işin
umacı esrarı taktiği, fennî bir hakikatin muhafazası politikasına galiptir.
Fakat ister Ay'ı veya ayt/ı şereflendiren füzeye ait umacı masalını fazla
şişirip ruhları felce uğratmaya, ister ona aldırmayıp aradaki fennî imkâii
payını inkâr etmeye, selim akıl müsaade etmez.
Selim akıl hemen kavrar ve görür ki, Moskof'lar, bundan yarım, hattâ çeyrek
asır evvelinin Garp seviyesine nisbetle son derece geri Rus milletini, bugün,
kendisini mânâda boğazlamış olan bâtıl mezheplerinin gayet disiplinli tutumu
yüzünden geceyi gündüze katarak çalışmakta; fert hakkı, nefes alma hürriyeti
diye bir şey tanımamakta ve bu noktadan malûl bulunan Balı cemiyetlerini
korkutucu bir seviyeye doğru yükselmektedir. Feza dâva ve yarışmasından
alınacak en büyük ders de, Mos-kofların, arı beyleri etrafındaki bu hummalı
çalışmasıdır. İnkâr kabul etmez nokta; kabul edeni miskinlik ve ataletinden
uyandırıcı biricik nokta budur. Bu nokta da, üç veya üç bin kere "çalışalım!"
demekle halledilmiş olmaz; neye ve nasıl çalışılacağını bilmek ve göstermekle
olur.
Böyle bir anlayışa da, hemen harekete geçmekten,
310
umacı oyuiılaıına pabuç bırakmaksızın hak ikalı sımsıkı çereevelemekien. büıün
imkâıılariyle seferber olmaktan ve artık bülün vâdelerin dolmuş bulunduğunu
sezmekten ve ona göre davranmaktan başka vaz.ite düşme/..
Yoksa, umacı oyununun, isteyerek veya isteınıye-rek şaşkını durumuna
yuvarlanmak ve onun âdeta gafil reklâmcılığını yapmak, şimdiden, Moskofların
Ay'da kurduğu esir kampına düşmek olur.
Bu vaziyet, bizim gibi milletler için olduğu kadar, hokkabazlığa hokkabazlıkla
cevap vermeye kalkan, halbuki işin bir taraftan maskesini yırtıp öbür taraftan
yeryüzü hakikatine kıymet vermesi gereken Amerikalılar için de aynı şeydir.
Ay'a giden yok amma, sen nazarlarını şaşkın şaşkın Ay'a çevirmişken boğazına
yapışmak isteyen biri var...
Asri gözbağcılığın amelî hedefi budur.
(1965)
311
ÖLÜLER VE DİRİLER
On beş, onyedi yıl kadar oluyor. Gazetelerde okumuştum:
Ruslar ölülerini ihraç ediyor!
Evet, tıpkı mavi paketlerde İMoskof şekeri, çelik çenberli balyalarda hayvan
derisi ihraç-eder gibi, kim bilir nasıl bir zarf içinde, dünya pazarına
ölülerini sürüyor! Buna sebep de Avrupa tıp müesseselerinin, üzerinde çalışmak
için kâfi mıktaıda ceset bulamaması... Hem fennin insan cesedi üzerindeki
vazifesi diye bir hak kabul eden, hem de bu işe kendi ölülerini ayıramamak
gibi ruhunda dinî bir haşyet taşıyan ımiyar Avrupanın halî ne hazin!
Ruslar dinsiz... Ölülere kıymet vermezlermiş... İnsan ölüsü üzerinde zabıta
kuran bütün itikat müesseseleri onlar için masalmış... Ne kilise, ne papas, ne
âhiret, ne mezar...
İnsanoğlunun, ölülerine kıymet vermesi için yalnız dindar olması mı lâzım?..
Ölüyü, postacıya bir mektup verircesine din vazifeaarlarmın eline teslim
cesaretini göstermek için, il'*3 ahiret isimli ebedî bir mizan mekânına mı
inanmak lâzım? Ölülere, arkalarından, derin bir fikir ve mâna gözüyle
bakabilmek için mutlaka Allaha ve dine mi bağlı bulunmak lâzım?.. Bu
inanışlar, büyük
312
kurtuluşun yollan... Ya kurtuluş yoluna giremiyenlcrin gözünde insan ölüsü?..
Bu ölüyü değerlendirmek için sadece ve hattâ en bâtıl yoldan ve bir parçacık
insana inanmak yetemez mi?..
Bir insanı, öldükten sonra, saçından keçe, dişinden tarak, kemiğinden zamk ve
yağından mum çıkacak bir madde yığını halinde görmemek için. onun, elektrik
ampulüne benzer kristal bir kalıp içinde manevî ve aydınlık bir kudret menbaı
olduğuna inanmak yetmez mi?
Dinin bildirdiği âhiret, belki bir çoklarınca yalandır. Fakat yine onlarca,
muşambadan tiyatro dekorlarına benziyen bu güzel ve san'ath yalanın peyzajı
önünde ve düğün alaylarım hatırlatan esrarlı bir tören ahenginin sessiz
musikisi içinde dinin ölülere yaptığı merasim, ruhlar-daki namütenahilik
iştiyakının ifadesi olduğu için güzel ve gidenden ziyade geri kalana hitap
ettiği için kendilerine makbul görülmeli değil midir? Dikkât edersen, bir
parça zevk ve anlayış sahibi bfrjcâfirin gözünde bile insan ölüsünün bir şey
belirtmesi gerektiğine dokunuyorum. Ruhumuza ait merasimi kalıbımız üzerinde
yapmayıp da nerede yapacağız? Ondan başka teşahhus etmiş nemiz var?
Ruh ve maneviyata yaptığı bu küfürle insan kabiliyet ve hareketini bir
(tarbin) makinesinin mekanizması kadar bayağılaştıran, insan kıymetini basit
bir (faide-i mi-hanikiye)ye indiren bir cemiyet havası içinde derin ve ebedî
insan, içinden çöke çöke Taş Devri insanlarının bile bir derece daha ileri
olduğu bir hareket noktasına kadar gerilemiş demektir.
Artık onu çökmekten, dağılmaktan, çürümekten ne kurtaracak? Cemiyet, şehir,
makine, nizam, program, plân mı? Ondan sonra bunlarm hepsi illet veya hikmeti
313
a;ıİ;ı;ıLımıy;ıc;tk birci hihnav. j.mîiintı mazide k:-»imı> birer
hiyerogliftir.
Ruh olnııyan yerde madde yoklur.
Nitekim aradan şu kadar zaman geçtikten sonra bugün bu cemiyeti ayakla
tutabilmek için. askerlerini düşman tankları önünden kaçmasın diye. başı,
kolları ve bomba makineleri dışarda kalacak şekilde çukurlara gömüp etrafını
çimentoyla dondurmaktan: iş mekanizmasını döndürebilmek için topyekûn millet
iradesini, mandaların, katırların ve köpeklerin tahammül cdemiyeceği
boyunduruklar, gemler ve tasmalar içinde zaptetmekten başka çare kalmamıştır.
On £eş yıl evvel ölülerini ihraç eden Rusya'da bugün diri kalmamıştır.
(1947)
14
POLİTİKA TARİFLERİ
Balkanlı bir profesöre göre politika, devleti idare etmek melekesidir.
Basit ve hasis tarif...
Alman tarihçisi (Teitschke)ye sorarsanız, politika, ilim değil, san'at; yâni
her san'at hâdisesinde olduğu gibi, kanunları çerçevelenemez bir ruh verimi...
Büsbütün hasis ve eksik bir izah...
(Piloty)yc göre, yine ilim değil, san'at... Ama bu fi-kirci, onun nasıl bir
san'at olduğunda biraz derinleşiyor. Diyor ki:
- İdareci, güdücü şahısların, kütleler üzerinde, müşterek menfaatleri tatmin
yoluyla umumî bir iyi hâl ııemalandırmaları san'alı...
Yine zayıf ve yarım tariflerden... (Jellinek} diyor ki:
- Politika, ameliyeyi şekillendiren devlet ilmidir." Tarifler biraz haysiyet
kazanmaya gidiyor. Büyük devlet adamı (Bismark)rn anlayışınca, politika,
herkesin yapmak istediğini, ameliye, tecrübe ve müşahedeyle evvelden görme
hassası...
Alman profesörlerinden (Cari Schmidt)in bu mev-
315
zuda, meşhur bir "dost ve düşman" nazariyesi var... Bu nazariye gereğince
politika, memleket içi ve memleket dışı şekilleriyle, daima iki düşman kutup
arasındaki tezatları tesviye etmek davranışından doğma bir tedbir manzumesi...
Yine büyük profesörlerden (Otto Kocilreuter) ise politikanın ne olduğundan
ziyade ne olmadığının tesbiti üzerinde durur, dâvayı bu cepheden halletmeye
bakar: münzevî ve tarafsız bir adamın ancak "lâ - siyasî" diye izah
edilebileceğini kaydeder ve böylelerinin, gayelerini kaybetmiş cemiyetlerden
türeyebileceğini söyler.
(Hitler) politikanın tarifinde, sanki bir günlük emir çıkaran kumandan
tavrındadır:
- Politika, ameliye plânında, bir topluluğun hayatî menfaatlerini temin ve
onun varlığı uğrunda her vasıtayla çarpışma hamlesinden başka hiçbir izaha
sığamaz!"
(Hitler) bu tarifiyle, sade tarif etmiş olmakla kalmıyor; başka tarifleri de
âdeta yasak ediyor. Ve işte bir Bulgar profesörünün tarifi:
- Politika, devlet ve halka şâmil kuvvetleri toplama ve tarihî ân çatınca
onları devlet ve halk ideolocyalan bakımından teşkilâtlandırma işidir.
(Aristo)dan (Makyavel)e, (Jül Sezarjdan (Dizrae-li)ye kadar politikanın
tarifi, zümreler ve ülkeler arasında menfaat tasarruflarının manivelası ve
irâdelerini birbirine tâbi kılma vasıtası; ve politika, bizzat iş dehası
olarak ancak işle kendisini belirtir, hendesî tariflerin mekanik çerçevelerine
sığdırılamaz.
Halbuki, politika, kendi kendisiyle, kendi başına bir mevcut değil, bağlı
olduğu gayeye göre değerlenen bir (sübaltern),"tâbi bir hizmetçidir.
316
POLİTİKA NEDİR VE NE DEİİLDİR?
Bence politika, ona sırf kendi kendisi cephesinden
bakılınca şudur:
Fertten cemiyete, cemiyetten devlete kadar, tek ve toplu nefslerin kendi
aralarında, kendilerini müdafaa ve zıt ııefsleri körletme dâvasının ilimle
karışık san'atı...
Fakat bu kadar, politikaya müstakil ve metbu (tâbi olunan) bir vücut tanımamız
için yetmez. Onun, kendi vücudiyle beraber tekâmül edebilmesi için, mutlaka
daha üstün ve gerçek metbu bir vücuda ihtiyaç vardır. İş bu vücudu
bulabilmekte ve politika hünerini kaba menfaat oyunu olmaktan çıkarmakta...
işin içine kaba menfaat, sadece menfaat için menfaat girince, miskin hile de
peşinden girer. Onun içindir ki, politika, mefkûresiz dünyalarda basit
hilekârların zanaatı bilinir; ve bu yüzden tilki soyuna benzer bir insan
zümresinin inhisarı altındadır. Arslanlar bu makama tenezzül etmez. Eğer
politika, kabını çatlatan ve etrafa yayılan bir gaz gibi, bütün bir imân
sisteminin tahayyüz hassası adına iç görücü bir meleke olursa arslan işi olur.
Halbuki âdi ve umumî mânasiyle meslekleşmiş politika ve politikacının bütün
gayesi, güneşin doğuşu ve batışı
317
arasındaki kısa zaman parçasını istismara çalışmaktan öteye geçmez.
Meslekî politika ve poliiikacıda "yarın korkusu" yoktur. Ebediyel kapısınk
bağlı cemiyet nizamlarının fâtihleri, asırları avlamak için kan ve hıçkırık
içinde can çekişirken, meslekî politikacı, fâni saatleri ve günleri tasmasına
takmış, zevk ve kahkaha içinde can besler. İşte (gündelik politika) tâbirinin,
kolay, âdi, iğrenç fakat şâmil meslek sırrını bu noktada aramalı... Onun
içindir ki, içtimaî tefekkür sistemi eğer bir otomobilse, onun mahrum
mühendisi, büyük tefekkür adamı; mâlik şoförü ise politikacıdır.
Vakıa, kurnazlık zekâ olmadığı gibi, politika da tefekkür değildir; ayrı...
Hele günün dünya politikası, bütün beşerî itikat ve emniyet dayanaklarını
çökertecek ve bütün bir içtimaî cinnet belirtecek kadar hile dehâsında
yükselmiştir. Yeni zaman dünya politikasına göre, artık hiçbir el sıkılamaz,
hiçbir taahhüde güvenilemcz, hiçbir hesaba be] bağlanamaz.
Böylece politika, körü körüne emrinde çalışacağı insanî kutup yerine, şeytanî
bir merkezden istiklâl diploması aldı alalı, yâni kendi başına meslekieşti
mesickleşe-li, "En büyük hile, hileyi terketmektir!" hikmetinden gafil, günü
birlik hayatın köşe kapmaca cümbüşünden ibaret, hazin ve ebedî bir kayıp
olmuştur.
318
ESKİ TÜRK POLİTİKASI
Türk politikası, devletin kuruluşundan Kanunî devrinin sonuna kadar, tek,
açık, aydınlık bir çizgi üzeridedir, İçeride ve dışarıda İslâm ölçülerini
kayıtsız şartsız hükümranlığı; ve bu hükümranlık önünde her ân gelişen bir
kuvvet politikası... Zait" hayvanlarla yırtıcı hayvanlara karşı arslanın
politikası...
Görülüyor mu, politika, nasıl inanılan şeye ve o şey etrafındaki hâle
bağlıymış...
İçeride imân ölçülerinin üstün fert ve cemiyetini yetiştirmek ve dışarıda
insanlığı aynı saadet kıstaslarının ağı içine almak ve bu gaye uğrunda arasız
ve sonsuz fetihlere girişmek...
Kanunî çığırına kadar medenî tarihimizin devlet politikası budur. Bu esasın,
muhtelif zaman ve mekân şartlarına ve muhtelif güdücülerin iş ve fikir
kabiliyetine göre değişik şekillerde madde ve tedbir âlemine aksetmesi bir şey
değiştirmez.
Şöyle ki:
Fatih'e kadar mütenıadî büyüme, genişleme ve hayatî noktalan ele geçirme
politikası... Büyük ve mefkûrevî icra âleti (ordu) politikası...
319
Fatih'de. Resuller Resulünün mukaddes işaretlerine uygun olarak Balının kilil
ve ruh noktasını ele geçirmek ve Doğu zuhurunu Batı ve dünya çapında bir
(askiyon)a ulaştırma cehdi ve onun politikası...
Hıristiyanlara iyi muamele ve bâzı imtiyazlar hep bu politikadan gelir.
Yavuz Sultan Selim'de, Doğu âlemini bütün tezat ve ayrılıklarından temizleyip
birleştirmek, tamamlamak, bütünleştirmek, İslâm vahdetini kurmak ideâli ve
onun politikası... Amansız bir disiplin politikası...
Kanunî Sultan Süleyman'da, nihaî kemâl seviyesine ulaşmış hamlenin Batıyla
karşı son hesaplaşma sahnesini açmak, bu maksatla Viyana kapılarına dayanmak
ve Türk ülkesini denizlerin ve karaların rakipsiz hâkimi kılmak politikası...
Sadece kuvvet politikası...
Fatih ve Yavuzdaki sâf mefkure, Kanunî'de biraz gevşer ve yerini daha ziyade
kuvvet ve ihtişama bırakırsa da yol hep odur. Manzara:
Akdeniz ufkunu bir mavi duman gölgeliyor; Elli kalyonlu donanma-yı Hümayun
geliyor!
Yazık ki, bu manzarada, ona bir ân sonra bitişecek olan (dekadans)ın. aşk ve
saffet kaybının ilk işaretleri de var.,.
Başından sonuna kadar taarruz çığırımızı çerçeveleyen Sultan Osman - Kanunî
Sultan Süleyman çizgisi üzerinde politikamız zayıfken bile cesurun, nefsinden
emin olanın, bahtına güvenenin, hamle edenin, sarsılsa da yıkılmayanın, daima
kuvvetlenenin, vecd ve aşk içinde engel tanımayanın, nihayet tam kuvvetli ve
hâkimin politikasıdır.
320
Sultan Osman - Kanunî Süleyman çağını iik sayacak olursak buna taarruz
çığırımız; ve bu çağdaki politikamıza da aynı ruha bağlı zinde bir (aksiyon)
politikası diyebiliriz.
Kanunî ile beraber, hattâ onun saltanat devresi içinde, Tanzimatçı Sultan
Abdülmecid'e kadar süren orta çağımız açılır. Bu çağın da baş karakteristiği,
ondan sonraki yeni çağa geçen ve daha düne kadar süren hazin bir müdafaadır.
Politikamız da ona göre değişmiştir.
İç politika:
Hiçbir tefekkür cehdi ve nefs murakabesine girişmeden, ruh ve hikmetini
kaybettikleri kalıplara, dışın dışından sımsıkı sarılmak ve onları en
liyakatsiz ve çilesiz şekilde dışın dışından müdafaaya davranmak vaziyeti ve
onun mezbuh politikası...
Her şeyden evvel mukaddes din ruhunun ve ölçüler manzumesinin nefretle
reddedeceği bu mezbuh politika, dini nefsine tatbik eden donmuş ve satıhçı
insan mânâsına ham ve kaba solla elinde tezgâhlaştırılır; ve din emri
olduğundan habersizce bütün kafa hamlelerine sed çekmek, muayene ve
mürakabesizce her yeninin önüne kapy kurmak şeklinde ve âdeta öz nefsinden
ters bir şüphe hâlinde tecelli eder.
İslâmiyet! bunlardan seyredenlerin ve onların tavrını İslâmiyet sananların
nefretinden daha çok, bizzat İslâmiyetin ve Peygamber ruhaniyetinin tiksindiği
bu tip; asırlarca süren bozgunlarımıza ıstırapsız bir seyirci gibi bakar ve
bütün olanların hakikatte din ruhunu kaybetmekten geldiğim, o kaybedişin
timsali de kendisi olduğunu anlayamaz.
Ve bu korkunç anlayışsızlığın; anlamayı anlayarak
321
reddetmek yerine anlamadan reddeden ve dinin akla çizdiği sınırlı ve sınırsız
plânları görmeyen kör anlayışsızlığının iç politikası, devasız bir iç âfet
olarak sürüp gider.
Onun dış politikası da, kibirli bir zebunküşlükten ve Allahın emrettiği gerçek
tevekküle zıt bir rıza tesellisinden başka bir şey değildir.
Koca İmparatorluk, bu politikayla ve dine zıt bu rıza tesellisiyle, dünyanın
yansına denk bir ateş tarlasıy-ken, her taraftan yürüyen buz dağlan altında
ufuk ufuk söner ve buzlaşır.
Bu arada Köprülüler gibi birkaç vezir, iç pörsüyü-şün tepkisini belirten bir
ahlâk ve nizam; Dördüncü IVıu-rad ise eski fetihlerin hâtırasını sadece kılıç
kuvvetinde yaşatan fikirsfc ve günübirlik birer politika temsil ederler ve
ruhları nakışlandırıcı bir düzelticiliğe erişemezler.
O hengâmelerde bütün eksiğimizin, bütün doğu âlemine şâmil çapta büyük fikir
adamından mahrumluk diye ifadelendirilebileceği ne kadar da açık bir
hakikat!..
Tarih boyunca her şeyimiz var; büyük, dünyalar arası muhasebe ve murakabe
değerinde (aksiyon)cu mütefekkirimiz yoktur,
Onun içindir ki, ham ve kaba softadan ve onun mezbuh politikasından alınacak
intikam, gerçek din cephesinden geleceği yerde, tam aksinden, küfür
cephesinden ve jözü kör taklit plânından gelmeye başlar ve bu hazin şart
altında, 1839 yılında yeni çağımız açılır.
Politikayla beraber, onun mesnedi ve bu mesnetlerin son 123 yılda bizde ne
olduğu diğer yazıda çerçevelenecek.
Mücerret ve sıkıcı gibi duran bu üç yazıdan sonra, birdenbire ne kaskatı bir
müşahhasa çıkacağımızı ve onun ne hayatî bir değer belirteceğini inşaallah
görürsünüz!..
322
W*w
YENİ TÜRK POLİTİKASI
Tanzimat ve Tanzimat sonrası politikamız, artık bütün şahsiyet, nefs itimadı
ve alet istinadını kaybetmiş bir cemiyetin, ruhundan ve maddesinden her türlü
fedakârlık mukabilinde ne kurtarabilirse kâr saydığı bir "idare-i maslahat"
politikasıdır. Zaten o devrin hediyesi olan "idare-i maslahat" tabiriyle de
kendi kendisini yaftalamış ve bu hüneri marifet bilmiştir.
Efendimiz-Avrupalıyı oyalamak, idareye çalışmak, hışmını davet etmekten mümkün
mertebe çekinmek, bir taraftan ne istenirse verirken öbür taraftan bâzı
şeyleri gözden kaçırmaya gayret etmek ve kıymetler feda edildikçe daima geride
kalanla teselli bulmak ve hep bakiyeleri korumaya bakmak siyaseti...
Ruhumuza düşen bu ukdeyi tamamiyîe sezmez, fakat görmüyormuş gibi davranmak
vaziyetindeki Avrupalı ise, bizim marifet saydığımız hünerde devam etmemiz
için rolünü fevkalâde iyi oynar; ve bizi her baltalayışında geride birçok şey
bırakmış gibi davranarak devre devre, maddî ve manevî hulul yollarından
devşireceğini devşirir.
Gerçekten o haşmetli İmparatorluğun enkazı o kadar büyüktür ki, kaldırılmak ve
taşınmakla bitmez.
323
Asıl aldalanı ve oyalayanı aldatın 15 ve oyalamış olmak vehminden ve ölümü
geciktirmiş bulunmak tesellisinden başka bir şey olmayan Tanzimat ve Tanzimat
sonrası politikamızın kahramanlaşlirdiği Mustafa Res.it. Âli, Fuat Paşalar,
işte hep bu "verdikçe vericilik ve geriye kalanı koruyuculuk" politikasının
sırma kaftanlı cücülerin-den ve gözü kör batı hayranlığının çeyrek
münevverlerinden ibarettirler.
Bu esfel politikanın birer kukla Padişahı olan Ab-dülmecid ve Abdülaziz'den
sonra ikinci Abdülhamid, müşkül şartlar içinde bulunmasına rağmen, devletin
tepişinden bakan idrâkiyle pek ileri hamleler göstermiş ve sımsıkı bağlı
olduğu kök telâkkinin içinde Avrupayı, kendi öz buhran ve tezadlah içinde
kıskıvrak bağlayarak milletine yarım asra yakın bir müddetle hayat hakkı
sağlamaya muvaffak olmuştur.
Ondan sonra İttihad ve Terakki politikası:
Tanzimatçıların uzun ve akim tereddütlerle yapamadığını sür'atle becermek
isterken, Yahudi ve Mason kurmaylarının idaresindeki ütopya, telkinleri
altında cinnete kadar varmanın; ve bir ânda tarihin en büyük teknesini,
(fulspit) kayalara oturtmanın, gözü kara ve kafası boş politikası...
İttihatçıların politikası; yatalak, baş eğici, el oğuş-turucu, Tanzimat paşası
tipinin siyasetini erkek bir hamleye ulaştırmak ve Türkün gittikçe küflenen
ruh hamuruna kıvamı bulunamamış bir milliyetçilik aşılamak isterken, onu
büsbütün dayanıksız bırakmanın ve mecnunlara mahsus bir Kafdağı hayâline doğru
koca bir milleti ve tarihi uçuruma atmanın işi...
Avrupalının, İttihatçılara gelinceye kadar Türke "hasta adam" bakışı ve bir
"hasta adam"ın ona karşı illetli
324
politikası, birdenbire yerini can çekişen adam ve onun politikasiyle
değiştirir gibi olmadan Türk milletinin her türlü politika plânını çatlatan ve
en ileri fikir plânına atlayan şahlanışı zuhura geldi. Hiçbir politikanın
körükleme-diği ve yalnız millî insiyakın politikayı peşinden çektiği İstiklâl
Savaşından sonra da, Cumhuriyet devriyle başlayan devlet politikamız, bu defa
Avrupalının karşısına kendi ailesinden bir fert olarak çıkmanın, ondan
olmanın, Avrupalıya verilecek bu emniyet hissi içinde kendisine hayat
hakkımızı tasdik ettirmenin ve orada ne kadar açıklık varsa hepsini birden
kapatmaya doğru gitmenin hamlesi oldu ki, bu da Türkü kendi özü İçinde yeni
zaman ve mekâna çıkarmak yerine, ona yeni bir öz aramak dâvasına yol açtı.
Bu dâvanın, mazi ile bütün alâkaları kesici, kök yollarını tıkayıcı ve en
nazik içtimaî müesseselere kendi ölçülerini teklif ve tatbik edici iç
siyasetine karşılık, dış politikası, Türke hiçbir ivaz mukabilinde Batılı
(pedigri -şecere)sini vermeyen Avrupalının yine onu böyle görmekten memnun
nazari altında itibarlı bir "pasi"ten ileriye geçemedi ve her şey İçeride
halledilmek, oldurulmak, tutturulmak istendi.
İkinci Dünya savaşiyle beraber en basit selim aklın bile kavrayacağı ve hiç de
büyük bir marifet olmayan Demokrasiler yolu tutulurken, mikropları tâ eskilere
kadar giÜen ruh ve ahlâk sükûtumuz ve iki dünya arası orta yerde kalmış olmak
vaziyetimiz birdenbire neticesini belirtti; ve büyük ideolocyaya dayalı olması
gereken politika zaafımız her zamankinden ziyade meydana çıktı.
Demokrat Parti devri bu illetleri derin maraza bir şifa getiremedi; ve onun
âczine karşı fışkıran tepki de ihtiyacı büsbütün ortaya koydu.
325
Netice:
Kendi kendisine hiçbir şey olmayan ve ancak içtimaî güdüm Ölçülen ve büyük
ideolocya plânında tâbi bir sevk ve idare melekesi olan politika, ona sırf
kendi yönünden baktığımız zaman da, geçirdiğimiz tarihî buhranların şaşmaz
ibresi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugün ona, büyük ve kurtarıcı poltikaya, onun da muhtaç olduğu mesnetle
beraber her zamankinden daha muhtacız.
Kırık hatlar ve kısık seslerle ana çizgilerini çektiğimiz şu politika
tablosunda, esası ideolojik zaaftan başka bir şey olmayan içtimaî
(kaşeksi)nizin, bütün hikâyesini heceleyebilirsiniz.
"- Ben siyaseti Abdülhamid'den öğrendim" diyen Alman Kayzerİne karşılık bugün
dünyada, Türk politikası diye hiçbir şey mevcut olmadığını bilmeyen £ek
Avrupalı yoktur.
326
SOİUT
Orta Anadolu steplerinin akşamlarına bayılıyorum. Sanki dünya dümdüz bir kum
sathı halinde örüldükten sonra her yere ve her tarafa aynı ölçüyle dağıtılmış
olmı-yan tabiat, bu unutulmuş köşeyi, yirmi dört satte bir, gurup vakti
hatırlıyor, mahzun ve nedametli gözünü güneşin batışından gecenin inişine
kadar onun üstünden ayırmıyor.
Fransızca (Krepüskül) kelimesinin mukabili lisanımızda yok. Ona fecir
diyemeyiz. Zira fecir yalnız sabaha, (Krepüskül) ise hem sabah, hem akşama
ait... Güneşin batışından yıldızların en keskin ışıklariyle parıldayışına
kadar dağ arkasında kaybolan bir ses gibi, koyulaşa koyu-Iaşa geceye karışan
alacalık, memleketimizin hemen her tarafında pek çabuk geçer.
Onun için gurubla gecenin arasına sıkışmış olan bu devreye lisanımız, bir isim
verecek kadar aşina değildir. "Edebiyat- ı Cedide"den evvelki şairlerimizi
mesteden ve bülbül gibi öttüren, Çamlıca tepesinden seyredilecek bir gurub pek
güzel olabilir. Fakat bu güzellik, batan güneşin suda eriyecek son ateş
halkasına kadar devam eder. Ondan sonra başliyacak güzellikse gecenin
hudutları içindedir.
327
Fakat step, tabiatın bu çıplaklığına mağrur öksüzü, bu akşam fecrini o kadar
derin yaşıyor ki, mahallenin kutsîleşmış bir münzevisini ziyaret eden düğün
alayları halinde, tabiatın, eteğinin dibine kadar sokulduğunu ve bir
damlasında bir çiçek deryası saklı, keskin renkli ilâhî bir şurup halinde
semalarından akıp gittiğini seziyor.
Geçenlerde orta Anadolu steplerinden birinde bir köy içinde geziyordum. Eğri
büğrü yollarda benden başka kimseler yoktu. Böyle bir dekor içinde yalnızlık,
insanı alışılmamış bir hissin göklerine çıkarıyor. İnsan, gölgesine minareden
bakar gibi bakıyor. En kısa, en rahat adımın içine, bir mevsimden bir mevsime
geçecek kadar mesafe doluyor.
Ecic bücüç yolun hatlarını birleştirdiği noktada bir araba gördüm: Araba
gecenin yaklaşışındaki sürate ayak uydurmuş, her an biraz daha yakın, biraz
daha belli, bana doğru ilerliyordu. Tek katlı bir yük arabası...
Arabacı atının dizginlerini bırakmış, oturduğu yerde bir yem torbası kadar
ufak ve silik kalmıştı. Araba hiçbir tahmine uymayan, karmakarışık bir gölge
halinde garip bir yük taşıyordu.
Bir hizaya geldiğimiz zaman yükün manzarası ta ciğerime kadar işledi. Arabanın
taşıdığı şey, köklerinden çıkarılmış bir söğüt ağacıydı.
Bu zarif ağacın arabaya ince bir endam halinde yalnız gövdesi sığıyor,
dallariyle yapraklan gür bir saç demeti gibi keskin taşlar üzerinde
sürünüyordu. Durdum. Arabanın arkasından bakmaya başladım. Kimbilir hangi su
başında alıştığı cömert toprağı terkederek yalçın yüzlü aşkının topraklarından
ince damarlarını geçirmeye gelen bu ağaç, gözüme, ağlayan, fakat hüznü içinde
mesut bir gelin gibi göründü.
328
Düşündüm ki, söğüt, içli ve ketum Anadolunun en
canlı remzidir.
Hangi köyün kapısında söğütler perde kurmaz?
Her su bir söğüdün dibine kıvrılır ve her yol bir söğüde çıkar.
Her duygunun yastığı bir söğüdün dibidir. Anadolu onun dibinde sevişir,
ayrılır, kavuşur, düşünür.
Aşk, hasret, gurbet, sıla hep odur. Söğüt topraktan değil1, Anadolunun
ruhundan çıkmış gibidir.
Onun için o "ruhun şahsiyetine en güzel timsal
odur.
Gözümün önündeki manzara değişti; ve Asya dağlarından Anadolu yaylasına inen
Bozkurdun, sihirli bir su yüzünde, gözlerinin ateşine dala dala bir söğüt
ağacına istihalesini seyrettim.
Tanrıkulu belki dakikalarca sustu ve sonra birdenbire doğruldu:
- Benim çocuğum; bu Bozkurd misaliyle acaba ne demek istediğimi anladın mı?
Ben sana bir şiir veya nesir üslûbu içinde koskoca bir ideolocyadan haber
vermek istedim. Sana, bizi bekleyen gerçek milliyetçiliğin remzini göstermek
istedim. Söğüt Anadolunun remzidir. Aynı söğüt Anadolulunun ruh remzidir, Yine
aynı söğüt, aynı Anadolulunun, Asya yaylalarından indikten sonra ruhunu
dayadığı iman kaynağına bağlı bir remzdir. İşte bizim milliyetçiliğimiz; ve
hakikatte bu mekansız milliyetçiliğin Anadolu mekânı içinde hassasiyet
ifadesi!.. Anadolu ve Anadoluculuk!
(1947)
329
ANADOLU GENÇLİİİ
Biz yanmış ve haşlanmış ellerimiz, nokta nokta iğnelenmiş parmaklarımız, içine
kan oturmuş tırnaklarımızla, bir şekillendirme işine çalışıyoruz.
Şekillendirmeğe çalıştığımız bütün bir gençliktir. İsmi, Anadolu gençliği.
Eğer bu gençliğin bir İki baş örneğine maya tutturabilirsek mesele yok... O,
kendisini basamak basamak nesilleştirir ve bir "safkan" hâlinde kol kol
şecerelendi-rir...
Anadolu genci nedir ve ne gibi farikalara sahiptir?
Şu veya bu vilâyet lisesini bitirdikten sonra, üzerinde acemi terzi elinden
çıkmış, soluk ve buruşuk bir ceket ve patolun, çekingen ve kaygılı, yılgın ve
kuşkulu, dilsiz ve iddiasız, büyük şehirde kendisini ilerletmeğe gelen genç
adam...
Yahut memleketinde, filân ve falan tahsil derecesinden sonra, filân ve falan
İşe girmiş, kılığı tıpatıp aynı ve edası sadece bezgin, yüzünde neş'e ve hamle
adına hiçbir şey okunmayan delikanlı...
Bu genç adam, köylüsünden üniversitelisine kadar bütün sınıflariyle şu
müşterek vasıfların tablosu:
Apışmış ve donmuş... Eşya ve hâdiselere hâkim ve
330
menbaından mansabına kadar tezat sı/, bir oluş çizgisi üzerindeki insanların
emniyet hissinden uzak... Hakkın söylenemez ve konuşulamaz birşey olduğunu
görmekten gelen meyus bir tevekkül içinde... Bunları bilmese bile
yaşatan adam...
Kimdir bu genç; Firavunun ehramına taş taşıyan esir midir; yoksa ebâ an ced bu
vatanın sahibi mi? Onu hangi ruhî ve içtimaî hâdiseler yıldırmış ve lütfen
nefes almasına müsaade edilen bir sığıntı hâline getirmiştir?
Düne kadar bu genç adam, inanılmış bir dâva etrafında ve ancak ev sahibine
düşen bir çile borcu altında Viyana'dan Yemene kadar bütün taarruz ve müdafaa
yollarını al kaniyle asfaltlamış, böyleyken hor görülmüş ve
değerlendirilmemiş; bugün ise neye inanmak borcunda olduğunu bilmediği, fakat
eski inançlarının elinden gittiğine şahit olduğu bir hava içinde, öz keyfiyeti
bakımından, kıymetsiz bırakılmak şöyle dursun, kıymetten düşünülmüştür.
Bu kıymet, ruhunu İslâmiyetten alan Türk'ün keyfiyeti...
Şimdi, işte bu Türkün genç adam tipini, annesi
başka, mektebi başka, sokağı başka, caddesi başka, köyü başka, büyük şehri
başka, kitabı başka, gazetesi başka istikametlere çekiyor.
İmdi; bu, ruhu parça parça genci bütünleştirmek, onu aslî keyfiyet vahidinin
muzaffer edasına kavuşturmak, kendi yurduna sahip kılmak ve mukaddes dâvayı
ona ısmarlamak yolunda Büyük Doğu ideâlinin biricik müşahhas hedefini
bulmakta...
Biz bu genç için yaşıyor, bir ân evvel onu şekillendirmek için her şeye
katlanıyoruz. Tesirimizin, bir vida gibi, nüfuz ettiği maddeye perçinlendiğini
ve kendi ken-
331
dişine işlemeğe başladığını gördüğümüz gün, 88 yıl hapse girsek de, ölsek de
gam yemeyiz!
Tam 16 yıldır, kesemizden, haysiyetimizden, sıhhatimizden, huzurumuzdan ve
nihayet hayatımızdan kay-bede kaybede maya tutturmaya başladığımız bu genç,
Hakka şükürler olsun ki, artık belirtilerini ve serpintilerini bize yer yer,
bucak bucak, göstermeğe başlamıştır.
Onun sesini aziz Anadolu'nun her tarafından, Erzurum'dan, Malatya'dan,
Van'dan, Bursa'dan, Konya'dan ve daha nice nice yerden alıyoruz.
Mes'uduz; çilelerin, tehlikelerin, ümitsizliklerin, inkisarlann üzerimize
kangal kangal çöreklendiği bu en büyük vehamet ve nezâket ânına rağmen
mes'uduz!
Anadolu genci!
Büyük Doğu ideâlinin ruhlar üzerindeki müşahhas nakşı olarak aşağıdaki 9
maddelik idrâk seviyesine yükseldiğin ân her şey tamamdır:
1 - Tarihini, Garba karşı taarruz, müdafaa ve manevî teslimiyet diye üç
devreye ayır ve her devrede mevkiini tesbit et! Birinci devrede bahtiyar,
ikinci devrede öksüz, üçüncü devrede kölesin!
2 - Dininin safiyetini ve bütün zaman ve mekân hâkimiyetini, derin bir vecd
içinde şuurlaştır; ve onu, ham yobaz ve kara softayla, aynı kolun ters
mümessili ahmak kâfire karşı korumanın usûlünü öğren!
3 - Son yüz küsur yılın satıh üstü budala taklit gayretini en gerçek kıymet
hükmüne bağla; ve Rumeli yoliy-le gelen Yahudi, kozmopolit, emperyalist
tesirleri, elle tu-tarcasına teşhis et! Artık sende, yüz küsur yıldır
köpürtülen gerilik, ilerilik masallarını yutacak göz kalmasın!..
4 - Siyasette, idarede, edebiyatta, fikirde, sahte kahramanlarla gerçeklerini
ayırmayı bil; ve bunların ger-
çeklerini sana uıuıUunnak, sahtelerini de yulUınnak için yalancı İlim imaline
kadar gidildiğini kesret!
5 - Milliyetçiliği sadece belli başlı bir ruhun zarfı diya anla, mazruf
dururken zarfı mefkûreleşfirme; ve bu zarfın mekânını Anadolu kabul et!..
Anadolulu olmakla kalma, bu Ölçü çerçevesinde Anadolucu ol!
6 - Kendini en merhametsiz nefs muhasebelerine tâbi kıl, zaaflarınla
kuvvetlerini gayet iyi hesap et; ve Türk genci diye karşına çıkacak tipleri,
maddelerinden ruhlarına kadar ezici bir heybet sahibi olmaya bak! Onlar, bütün
fâni dünyalariyle sadece nefsin, sense ruhun muhatabısın! Onların yolu pek
kolay, seninkiyse çok çetin...
7 - Aşk, vecd, heyecan seciyesi...
8 - Hamle, teşebbüs, taarruz psikolojisi...
9 - Ev sahipliği tavrı ve hâkimiyet edası...
Anadolu genci!
Sen ol artık, ol ki bizde rahat ölelim!...
(1959)
332