TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM

 

b. d. yayınları

TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM / FİKİR

7. Basım / Mayıs 1998

b. d. yayınları: 19

Baskı: Hünkar Ofset / İst.

b. d. yayınları

Kurucu : Necip Fazıl Kısakürek

Yayın sorumlusu: Suat Ak

Müessese müdürü: Emrah Kısakürek

Her hakkı mahfuz ve "b. d. yayınları"na aittir

b. d. yayınları, Ankara C. Vilâyet Han 10/3 Cağaloğlu - İstanbul

ISBN 975-8180-26-6

 

 

ONU NASIL TANIDIM?

O

Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber

kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından...

İşte böyle; bir zamanlar beynim "mutlak hakikat" acılarına yataklık etti.

Ağrıyan akıl dişimdi.

Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa bu acıları

sayıp dökmeye yetmez.

Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona,

oyuncaktan boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına,

beştaştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar, anne, baba, dadı,

mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa

hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta

yıkıldı gitti.

Bilmem ki, hiçbir fâni, dünyaya gelmiş olmak adına bu kadar ağır bir borç

senedi imzalamış mıdır?

Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru, tabaka tabaka soyup hiçbir

şey bulamamak, üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini de kaybetmek gibi,

her şeyin iç yüzünü ararken her şeyi elden çıkarıverdim.

İmam-ı Gazalinin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmiyen ve

(Paskal)ın beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden

payıma düşenleri anlatmıya kalkmıyacağım. Dünyaya gelmiş olmak adına benimki

kadar ağır borç taahhüdüne girişmiş olanlar bilir ki, çoğu yeryüzüne alacak

senetleriyle gelen insanlara bu bahiste anlatabilecek şeyler pek az...

Ben yalnız, doğrudan daha gerçek bir yalan, vakıadan daha ölçülü bir masal,

maddeden daha katı bir hayâl anlatacağım;

Tanrıkulu, Tanrıkulu; onu nasıl tanıdım? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini,

bir yıkıntı âlemi içinde Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış bir

saik diye haber veriyorum!

Evet "niçin" ve "nasıl"ı benim, hikâyesi sizin olsun; şu kadar yıllık kâinat,

gözüme, bütün yaftalanmış, raflara dizilmiş, istenmeden herkese dağıtılmış ve

sorulmadan midelere indirilmiş hakikatleriyle, yeni baştan ve teker teker

gerçekleştirilmeğe muhtaç göründü.

Eşya ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir

sırrı tırmıkladım ki, bu sır şahlandı, beni çarptı, rahat ve mesut insanî

körlüğümün nezaret ufkunu kararttı; ve artık hiçbir şey görmemek yerine,

ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göstermeğe kalktı.

Bu kuyuda, "öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına" Allahın gölgesini gördüm.

Maddenin mahbus olduğu kaba bir dört köşe içinde birtakım eşya ve hâdiseleri

düzenleyip Allaha yok diyenlere nisbet, ruhumda beşerî kanunların tezgâhı o

türlü devrildi ki, bu devrilişin altından yalnız Allah doğrulabilirdi. Her

şeyi o türlü kaybettim ki, Allahı kazandım...

Aman efendim! Boğaziçinin bir kıyısından öbürüne geçmek için on paralık bilet

yeterken, bu geçidi, kendinden evvelki hiçbir âlet ve vasıtaya başvurmaksızın

geçmiye zorlanan adamın felâketini düşünsenize!

İşte bütün imân ve inkârı uçuk bir anne dudağından, soluk bir "İlm-i Hâl"

kitabına kadar, ortamalı ve demirbaş âletlere dayanan adamcağıza karşılık,

Allah, bana kendisini, kendi elimle buldurmak için taş kırıcı bir balyoz gibi

enseme nasıl indi, bilseniz!., Bir geceydi...

Pencerelerimde sabah, koyu siyahın üstüne her ân biraz daha açık mavi bir renk

püskürtülürcesine yavaş yavaş maya tutuyordu. Masamda, uçları kütleşmiş birkaç

kalem ve bir yığın kâğıt, dişleri birbirine kenetli birkaç kitap ve sigara

ölüsü-dolu kocaman bir tabla; saçlarım yüzümde ve çenem göğsümde, enseme inen

balyozu maddî bir tesir hâlinde duydum.

Duvarlara, kapı tokmaklarına, merdiven trabzanlarına tutunup kendimi yatağa

zor attığımı hatırlıyorum.

Bütün gücümü tek saniyenin içine teksif edip kendi kendime verdiğim "uyu"

emrinden sonra, ertesi gün, ağır bir ameliyat baygınlığından uyanmış bir

hastaydım ben...

Her şey yepyeni ve bambaşka.

O güne kadar gururların ve nefs istinatlarının en küstahlariyle müdafaa

ettiğim ahmak emniyetler bir tarafa; merkezinde Allah bulunmak üzere, ruhumda

ve namütenahi bir daire şeklinde inşasına mecbur olduğum bütün bir kâinat bir

tarafa...

Sokakta, arkamdan kaldırıp önümden yere bıraktığım ayağımın iki hareketi

arasındaki zaman atomlarını birbirine bağlıyamıyacak kadar yaman bir

(metafizik) teri dökerken, ayağımın değdiği her noktada arz çökecekmiş gibi

korkunç bir istinatsizlık vehmi çekiyordum. Vehim ve şüphe!.

. Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiçbir insan gözü görmedi.

Bakınız:

- Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her-şeyiyle, doğacak bir çocuğu

kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan

olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmıyayım?

Bana öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir

hâdisenin sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü, bu müthiş yalanın korkunç

nizamından ibaret... Meselâ Şimal kutbu diye bir yer yoktur; annem beni

doğurmamıştır; iki kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır; şu

dakikada filân devletle falan hükümet, aralarında sadece politika taklidi

yapmaktadır; tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus

dudaklarını kıpırdatmıyor.

Ve kapıları, pencereleri, sükûtları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz

haykırmak istiyordum:

- Doğrusunu söyleyin bana, doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden, bütün

kanunlarınız ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul

bir insandan bütün hakikati gizliyebilmek tecrübesindesiniz! O insan benim

işte! Söyleyin bana herşeyin doğrusunu. Eşya ve hâdiselerin peçesini kaldırın

ve içyüzlerini gösterin!

Ve belki de tımarhanedeki deliler, kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından

kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki, böyle demir parmaklıklı

kümeslere kapatılmışlardı.

Daha ne istiyorsunuz?

Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman,

mekân, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen bir kedi

yavrusu gibi kıvrılıp duruyordum.

Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayâl uçsa kanatları kana boyanır.

Herşey, amma herşey, içimde dumana, rüzgâra, gölgeye, sıfıra karışırken,

yalnız bir şey, kendisinden başka herşeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık

şartına bürünüyordu.

- Yalnız Allah var... Var olan yalnız Allah... Herşey o kadar yok ki, yalnız

Allah var... Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok...

Tam otuz yaşındaydım... Yedi yaşındanberi, çok defa yatağıma yüzükoyun uzanıp

bir mum ışığında okuduğum kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir sahife... Bu

uçsuz bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış, kül olmuştu. Yalnız bir

tarafında, ateşin çepçevre sardığı yanmamış bir parça vardı. İslâm tasavvufuna

ait bir kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum:

"Bir irşad ediciye varmadan olmaz!

Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul!

Genç adam, dere, tepe düz, o şehir senin, bu köy benîm, yıllarca araştırdı,

durdu:

Kırdığı her cevizin içi bomboş...

Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlatan bir çoban gördü. Kuzgunî

siyah bir zenci...

Zenciye:

- Beni irşad edecek birini arıyorum, dedi, arıyor ve bulamıyorum. Bana yol

göster!

Zenci, ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepeçevre bir daire çizdikten

sonra genç adama dondu, mırıldandı:

- Dört bir istikameti kokladım! Seni benden başka irşad edebilecek kimse yok!

İrşad edicin benim!

Ve genç adam zenci çobana kapılandı,... Ve erdi..."

İçimde, her biri bine bölünen yankılar: - Bir irşad ediciye varmadan olmaz!

Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edici bul! Seni kim irşad edecek? Mucize

iklimlerinin İrşad edicilerini bu asırda bulmak....

Zifiri karanlıkta bir akşam, iki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden

kalkmaz bir çuval gibi vücudumu sürüklerken, yol ortasında bir gölge gördüm.

Gölge, sanki kafamın dört duvar arasındaki yankılarını duymuştu. Bir ağaca

yaslandı ve içinde karanlığın yiv yiv helezonlaştığı gözlerle beni tarttı.

Her ân bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan buldum, haykırdım:

- Kimsin sen? Söyle!

Gramofon plâğı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:

- İrşad edicinin habercisi!

- Ne istiyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu zamanda bir İrşad edici?

- Her zamanda bir irşad edici var!

Gökte bir yıldız düşürken muradını kestirebilen bir kavrayış acelesiyle

atıldım:

- Çabuk, yerini, yurdunu, adını sanını bildir!

- İlle bir tarif mi istiyorsun?

- İlle bir tarif istiyorum!

Sigara kâğıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu gölge,

büküldü, sıçradı; biraz ileride, karanlığın dipsiz kuyusunu çemberliyen sokak

ağzına daldı ve yine müthiş fısıltısını koyuverdi:

- "Sır vermez"e git! "Tesbihçiler"den geç! Sağa sap! "Kapalı Cami" sokağına

gir! Yürü, yürü! "Yıkık Çeşme"nin karşısında "9" numara!...

Göğe baktım; bir yıldız düşüyordu.

(1943)

VE O GÜN, BU GÜN...

Sırvermez'e gittim. "Tesbihçiler"den geçtim. Sağa saptım. "Kapalı cami"

sokağına girdim. Yürüdüm, yürüdüm... "Yıkık çeşme"nin karşısında "9" numara...

İki kanadı açık bir bahçe kapısı.,. Girdim. Ne tuhaf!... Bahçe sandığım yer

küçük bir mezarlık... Daha doğrusu bahçenin bir kenarında, parmaklıkla

bölünmüş bir sıra mezar... Orta yerde şadırvan gibi bir şey... Etrafta,

cepçevre, teker katlı, birbirine bağlı, içice geçme, ahşap damaltları...

Bunlardan karşıma düşeni, pencereleri yere kadar inen kocaman bir oda...

Kimisi kırık, kimisi çatlak, kimisi de Öbek öbek kâğıt kaplı pencereler...

Hepsi perdesiz... Odalar bomboş... Tabut tahtaları gibi çırçıplak, cılk

tahtalar... Mezarlarla şadırvanın arasında bir asma; ve asmanın altında birkaç

tahta iskemle...

Bir ân, kalakaldım. İçime, bir iskemleye çöküp kaderimin tecellisini beklemek

diye bir his düştü. Asmanın altındaki boş iskemlelerden birine çöktüm.

O da ne?.. Bu defa karşıma düşen damaltı, eski bir mescide benzer bir şekil

belirtiyor. Kemer biçiminde baklava baklava demir parmaklıklı pencereler,

içerdeki müthiş boşluğu, hendeseleştirmekte... İçeride, taşla örtülü kor

kuyular gibi, meçhulün kilitli kapısı hâlinde bir duvar oyuğu... Galiba

mihrap...

Ürpererek ayağa kalktım. Meçhulün kilitli kapısı mı açıldı, ne; odada,

mihrabın içinden fışkırmış gibi bir adam peydahlanmıştı; yürüyordu, bana doğru

yürüyor, tahtaları gıcırdata gıcırdata geliyordu. Adam, mescidin bahçeye

açılan kapısını içerden kurcaladı. Kapı paslı demir ve çürük tahtanın boğuk

homurdanışlariyle açıldı.

Evet, bir adam...

Bir kat aşağıdan geliyormuş gibi kısık bir ses:

- Hoş geldiniz, dedi, buyurun, oturun!

Onu size anlatmayacağım. Anlatamıyacağım için değil, anlatılamıyacak bir

hâdiseyi boşuna zorlamamak için buna davranmıyacağım. Yalnız bir şey

söyliyeyim: Gözleri!... Evet, evet, gözleri!... Gözleri, bana bakarken ne

kadar uzaklardan dönüp geldiğini belli ediyordu. Bu gözler, en uzak yıldızdan

görünen en uzak yıldız kadar uzak, namütenahi uzak bir dünyadan bakıyordu.

Alçıdan heykel gözleri gibi, bu dünyaya ait her şeye kapalı; bambaşka ve

harikulade bir dünyanın seyircisi gözler!.. Artık bu gözlerin etrafında;

ahenkli bir baş, bembeyaz bir sakal, muhteşem bir alın, vekarlı bir burun;

onlar olmadan basitlerin basitini, onlarla beraber "anlatılmaz"ın tâ kendisini

terkip ediyordu.

Birden, denize bir gemiden demir atılması gibi, beynime bir duygu çöktü:

Kurtuluşumun, kurtuluşun sırrı bu adamdaydı.

Hazinenin yanı başına gelmiştim. İş, sadece:

- Açıl, susam, açıl! Demeğe kalmıştı.

Ilık, son derece yumuşak ve ılık:

- Seni bekliyordum!

Dedi.

Şaşırdım:

- Olabilir efendim. Fakat ben isminizi bilmeden geldim buraya.

- İsimden ne çıkar? İsimler bizi kaybetmemeleri için konmuş yaftalar... Daha

doğrusu, bizim kendi kendimizi kaybetmememiz için; kendi kendimize sahip

olduğumuzu zannetmemiz için... Benim ismim Tanrıkulu.,.

- Burada tek başınıza mı oturuyorsunuz?

- Öyle ya, tek başıma... Fakat bildikler beni yalnız bırakmaz.

Ve dalgın dalgın yüzüne dalışımı görerek ilâve etti:

- Yaşımı merak ediyorsun, değil mi? Yetmiş dört yaşındayım.

Manâlı, mânâsız, atıldım:

- İrşad edicim sizsiniz!

- Bende insanları irşad etmek kuvveti olsaydı, hiç izbelere çekilir miydim?

Meydanlara çıkardım!

- Demin beni beklemekte olduğunuzu söylemediniz mi?

Ses kısıldı, kısıldı; gözleriyle beraber uzaklara kaçtı:

- Ben, her ân, herkesi beklerim.

- Kapamayın bana kapınızı!

- Kapılar açık... Fakat görüyorsun ki, içeride hiçbir

şey yok...

Bütün cephe boyunca saldırmaktan başka çarem kalmıyordu:

- İslâm tasavvufuna dair okuduğum bütün kitaplar "mürşid-i kâmil"den

bahsediyor; üstün irşad ediciden... O nerede ve nasıl bulunur? Her devirde

mutlaka bir tanesinin bulunduğunu kaydediyor yine kitaplar... Ama onu nasıl

ele geçirmeli?.. Yine kitap diyor ki, onu bulmak için, istemek, gezmek, aramak

yeter... Onu bulmak şartiyle Çin Seddine kadar yayan yürüyebilirim. Fakat

orada da bulacağım, yine buralardaki kalabalıkların bir eşi değil mi? Nasıl

olabilir; nasıl, nasıl?

Müthiş gözlerini, taş bebeklerin gözleri gibi, içindeki dünyadan çekerek

yüzüme baktı:

- İrşad edicini bulsaydın, ondan ne isterdin, ne öğrenmek dilerdin?

- Kendimin ve bütün insanlığın dâvalarını...

- Yanlış kapı çaldın! Kitabın sana bahsettiği irşad edici, bu dünyanın basamak

olduğu başka bir dünyanın habercisidir. Yolu, irşad ediciden beklemiyorsun da,

sen ona yol gösteriyorsun! Senin, sırtında dilediğin yolu aşmaya mahsus bir

merkebe mi ihtiyacın var, bir rehbere mi?

Ve bir ân, gaibden bir emir dinliyor ve bu emri kesik kesik

tekrarlıyormuşcasına bir haber verdi:

- Merak etme, istediğin oldu. Senin, bu dünyanın basamak olduğu başka bir

dünyaya geçebilmen için bu dünyayı bitirmen lâzımdır... Bu dünyayı

tüketeceksin!.. Belki yola çıkamıyacaksın!.. Yol Ötelerde... Fakat buranın

keçi yollarını tüketeceksin!,. Keçi yollarında kaybedecek zamana ne yazık!..

Bir gün ana yolun başına ulaşacak olursan, bu kaybettiğin zamana

ağlayacaksın... Sen bilirsin... Bu dünya isteklisi, sensin!

Ağlarcasına haykırdım:

- Bana bu dünya lâzım; dediğiniz gibi ötekinin basamağı olarak!...

Ayağa kalktı. Mescid kılıklı damaltına doğru hızlı hızlı yürümeğe başladı.

Ben, arkasında, evi yanan bir insan gibi şaşkın ve bitkin bakınırken,

mırıldandı:

- Ben namaza gidiyorum! Merak etme, merak etme, istediğin olacak... Sana bu

dünyanın keçi yollarını, bir ucundan, öbür ucuna, gezdireceğim. Bakalım, yolu

bulabilecek misin?

Ve o gün, bugün onun dizi dibindeyim!

(1943)

KELİMELER, KELİMELER.

Dedi:

- Beni, hangi mevzuda olursa olsun, hemen görebilmen için tek çare, sadece

düşünmendir. Meşhur masalda, parmağındaki yüzüğü oğar oğmaz "dile benden ne

dilersin!" diye karşısına bir zenci köle çıkan çocuk gibi, elini hangi fikrin

madenine değdirecek olursan önünde beni

bulursun.

Benden ayrılırken, beynin kıvrım kıvrım istifham dolu, kendini sokakların

cereyanına bıraktın:

Bu adam da kimdir? Bu İzbede ne arıyor? Oturduğu damaltı ev midir, boş bir

mescid mi, eski bir tekke mi, ne? Ona kimler bakıyor? Nerede doğdu, kimin

nesi, nasıl yetişti, neler gördü ve geçirdi; ve nihayet ne oldu?

Heyhat ki, oğlum, senin bâzı fikirler etrafında muhtaç bulunduğun dekor eşyası

müstesna, bu hususlarda elde edebileceğin hiçbir şey yok... Zira ben, yetmiş

şu kadar senelik hayatım, Anadolunun bir köşesinde, bir cami ile bir çeşmeye

ve çerden çöpten birkaç çatıya mâlik köyüm, nihayet beni sığındırdıkları köşe,

bildiğim suratım ve hâlimle, senin için, kafa kâğıdı çerçevesinde bir merak

mevzuu olmaya pek değmem, Vazgeç bütün bunlardan; istersen beni, bellibaşlı

bir hayatı, doğum yeri, oturduğu yer, şuralı ve edası olan saf bir fikir diye

ele al!.. Bunu yapamaz mısın? Farzet ki ben, sana bir başka cesedin, çehrenin

ve birkaç müşahhas hususiyetin içinden seslenen, her istedikçe karşına çıkan

ve her istedikçe karşısına çıkabileceğin saf ve mücerret bir fikirden

ibaretim. Aynadaki hayâlinin nabzı, duvardaki gölgenin kanı, dağ başındaki

çığlığının aksi, rüyadaki temasının vücudu, böyle birşey... Eğer beni mutlaka

şahıslandırmak istiyorsan, sana, kendi hakkımda, gayet basit bir izah anahtarı

verebilirim. Basitlerin basiti, üzerinde hiç durmadan geçilecek bir izah:

- Tanrıkulu, alelade bir müslümandır! Sen beni merak edip öğrenemezken, ben

seni, merak etmeden öğrenmiş bulunuyorum:

Sen, şairmişsin; şair, muharrir, filân, falan... Yâni kelimeleri düzenleyip

başkalarına okutmak ve dinletmek dâvasında bir adam. Eyvah; öyleyse insanların

en dâvâlısına çattım demektir. Ama ziyanı yok; bizim mezhebimizde, her şeyi

bıraktıktan sonra, bırakmayı da bırakmak bulunduğu için, esası dâvasızlık olan

mezhebimizi, dâvasızlık dâvasına da düşmemek için, seninle her dâvada

karşılaşmıya razı edebilirim. Zaten birbirimize karşı ahdimiz, seninle bu

dünyanın dâvalarını çözmeğe çalışmak değil miydi?

Sen şair ve muharrirsin ha!.. Kelimelerin hokkabazı, mefhum takozlarının

mimarı, mâna unsurlarının muhasebecisi... Dur bakalım, seninle bir hesap

oyununa girişelim! Oyun dediğime bakma, mümkün olduğu kadar ciddî, hattâ

müthiş bir oyun...

Bizim bütün düşüncelerimiz ve duygularımız, bir had, bir sınırla çevrili,

değil mi? Lisan haddi, dil sınırı... Öyle bir had ki, ezelden başlayıp ebede

kadar gitsek, nihayetini, ucunu, bucağını bulamayız. Ve bu had, birbirinin

sağında ve solunda nisbete giren kelimelerin namütenahi tertiplerinden

doğuyor; öyle mi, değil mi? Güzel!.. Elimize sadece dört tane kelime alalım:

Meselâ "Tanrıkulu iyi adam değildir"... Alâ! Bu dört kelimenin birbirine

nisbeti, birbirinin sağına ve soluna isabet etme ihtimâli kaç türlü olabilir?

Bir dakika bekle, aramana lüzum yok... 1, 2, 3, 4... İşte sana dört tane

rakam... Bu rakamları birbiriyle nisbet hâlinde kaç türlü kullanabiliriz?

Adetlerin ilminde basit düstur... Tam 24 türlü kullanabiliriz. Rakamları

sıralamaya ihtiyacın yoktur her halde... Bir parça hesap bildiğini sanıyorum.

Şimdi her kelimeyi bir rakam farzederek, mahut dört kelimeden kaç türlü nisbet

doğacağını görelim! Tabiî aynı şey, tam 24 türlü... Bu defa sana her nisbeti

ayrı ayrı gösteriyorum. Sıkılmadan takip et; bakalım bu nisbetlerden bir eksik

veya bir fazlasını bulmak mümkün mü, muhal mi? İşte, işte:

Tanrıkulu iyi adam değildir... Tanrıkulu iyi değildir adam... Tanrıkulu adam

değildir iyi... Tanrıkulu adam iyi değildir... Tanrıkulu değildir adam iyi...

Tanrıkulu değildir İyi adam... İyi Tanrıkulu adam değildir... İyi Tanrıkulu

değildir adam... İyi adam değildir Tanrıkulu... İyi adam Tanrıkulu değildir...

İyi değildir adam Tanrıkulu... İyi değildir Tanrıkulu adam... Adam Tanrıkulu

iyi değildir... Adam Tanrıkulu değildir İyi... Adam iyi değildir Tanrıkulu...

Adam iyi Tanrıkulu değildir... Adam değildir Tanrıkulu iyi... Adam değildir

iyi Tanrıkulu... Değildir iyi Tanrıkulu adam... Değildir iyi adam Tanrıkulu...

Değildir adam iyi Tanrıkulu... Değildir adam Tanrıkulu iyi... Değildir

Tanrıkulu adam iyi... Değildir Tanrıkulu iyi adam...

Gelelim neticeye! Bir lisanda kelimelerin sayısı muayyen mi? Elbette! Muayyen

vâhidlerin birbirleriyle nisbetleri, kaç türlü ve ne kadar olursa olsun,

muayyen midir? Elbette!

Aman oğlum, dikkat kesil, dikkât!!! Sana çok kolay görünüyor ama, en zor iş

üzerindeyiz; yahut sana çok zor görünüyor ama, en kolay iş üzerinde... Sen

yalnız dikkât kesil:

Sayılı vahitlerin birbirine kaç türlü nisbeti olursa, o şekiller de sayılı

olmaya mahkûm bulunduğuna göre, bir lisan içindeki bütün tertipler, en

duyulmadık deli saçmasından, en görülmedik ciddî esere, bir vatanı kurtaracak

hamle sırrının İzahından, bir hastayı iyi edecek ilâcın terkip ifadesine,

bütün yalanların yalan veya doğrusundan, bütün doğruların doğru veya yalanına

kadar, hattâ bu cümle ve her cümle de beraber, evvelden muayyen, evvelden

mukadder, evvelden malûm, evvelden mevcut şeyler değil midir? Dikkat et oğlum,

dikkat et! Bu muayyenin, bu mukadderin, bu malûmun, bu mevcudun dışında, ne

bir hasta sayıklayabilir, ne bir inkılâpçı yolunu bulabilir, ne bir âlim

keşfini yapabilir, ne bir şair, edasını kalıplaştırabilir. Görüyorsun ki, her

şey, amma her şey, oralarda, ötelerde, bizi aşan bir âlemde, hazır mevcutlar

halinde bir ağacın dalları gibi üstüste bekliyor; ve biz boyumuzu

uzatabildiğimiz nisbette bu dallardan bir yemiş koparıp yiyebiliyoruz. Fakat

yemişin kendisi bizim değil, ağacın... Gölgesi ve tesellisi de bizim...

Geçenlerde senin bir yazını okudum. Lisanı kâinatın plânı gibi bir şey

farzediyorsun. Bu farzında sana hak verebilirim. İşte bir kâinatın kendi

mekânında, kendi kendisine nazaran muamelesi, onun, gizli bir manto içinde

nasıl sımsıkı kavranmış olduğunu akıl ve hesapla ispata yetiyor. Bize, kendi

başına ve her defa ayrı ayrı mevcut gibi görünen her şey, aslî, esaslı ve tek

bir mevcut önünde ya bütün varlığından soyunuyor; o zaman korkunç bir yokluk

uçurumuna düşüyoruz; yahut mutlak ve sonsuz varlığın her mevcudu kahredici

büyük tecellisine kavuşuyor; o zaman da prensiplerin, sistemlerin, neşelerin

ve aşkların en üstüne erişiyoruz.

Mesafelerin gide gide ulaşamadığı, sayıların yüksele yüksele yetişemediği,

hadlerin bitişe bitişe yekpareleştiremediği son, büyük son; her şeyi

mantosunun içinde sımsıkı saran ve sınırlaştıran nihaî sebep ve netice,

Allahtır. Ve işte hangi ticareti yaptığını ve nereden neyi alıp nereye

sattığını bilmesi gereken kelimelerin tüccarına, kelimelerle verilecek ders bu

kadardır.

Ben sana "başını kes ve arkamdan gel!" dememiş miydim? Zira mevcutların

Ötesine geçmek ve hürriyetlerin üstüne çıkmak için tek çare, hudutsuzlukla

aramızdaki biricik geçit olan ruhun yoluna girmek... ""İman tam olduğu zaman

isbat yoktur"un sırrı da burada...

Seni, kelimelere duyduğun itimattan mahrum etmek istemem. Unutma ki, dâvamız

bu dünya ile ve kelimelerle... Onlara, bir kerecik fikrin topyekûn dibini ve

kökünü yokladıktan sonra yine itimat edebilirsin.

Elverir ki, aklın nihaî vazifesi kendi kendisini tahrip ve anlayamayacağını

anlamak olduğu gibi, onun vasıtaları kelimelerin de iç yüzünü ve gizli

işaretini yine onlarla keşfeder gibi olasın... Ondan sonra yine onlara

güvenebilirsin!..

(1943)

ALLAHIM, SENİ İSTİYORUZ!

Yıllardır insanlık, derin ve sinsi bir dert çekiyor. Bu dert, sinirleri bozuk

bir mirasyedi oğlunun iç sıkıntısı. Mirasyedi çocuğu, gözünün bir işaretiyle

yeryüzünün bütün çeyizlerini ayağına serdirebileceği halde hiçbirisiyle

avunamıyor. Lâstik toplarını ısırıyor, renkli balonlarını iğneliyor, motorlu

fillerini, pervaneli atlarını yerlerde süründürüyor ve bütün zenginliklere

arkasını dönmüş, bir pencereden, bir türlü kendisine kadar gelemiyen güneşin

toprak Üstündeki altın lekelerini seyrediyor. Bu hastalık, masallardaki dünya

güzeli şehzadelerin derdi gibi bir şey... Başında bin doktor ve üfürükçü, bin

hokkabaz ve falcı çare arıyadursun; o, günden güne fenalaşmakta...

Denizaşırı bir memlekette bir takım kardeşleri, tuhaf bir ülke kurdu. Evleri

itfaiye merdivenlerinden, gökleri arı kovanlarından, sokakları, üstünde

binlerce bıçağın işlediği bileği taşlarından farksız... Orada, uzun boylu, cam

gözlü, dört köşe omuzlu, az konuşan, konuştuğu zaman da kurbağa gibi sesler

çıkaran bir insan örneği peydahlandı. Suratı yoğurttan daha çizgisiz olan bu

tipin ne zaman ağladığı, ne zaman güldüğü, ne zaman heyecanlandığı belli

değil... Yalnız bir paspasın üstünde, yumruklarına deriden bohçalar sarmış iki

çıplak insan boğuşurken; milyonluk kalabalıklar karşısında, bir takım kısa

pantalonlu çocuklar meşinden bir yuvarlağı kovalarken; iki lâstik tekerlekli

araba 80 derece meyille bir dönemeci kıvrılırken gırtlağından naralar

boşanıyor.

Ufak bir ameliyatla aşka ait her kahırdan kurtulmuş harem ağaları gibi, içinin

bütün zehirlerini sinirleriyle beraber söktürmüş olan bir insan Örneği,

teselliyi cematlaşmakta aramanın korkunç misali...

İşte, bütün hârikası, sadece kemiyet plânını alabildiğine köpürtmekten ibaret

(Yeni Dünya) isimli diyarın macerası!..

Beri tarafta, şarka doğru bitmez ormanlar ve sonsuz (step)ler memleketinde

başka kardeşleri, yıldızların bile duyduğu bir çığlık kopardılar: komünizma!..

Yenicami merdivenlerinde asker terhislilerine leke sabunu satan işportacıların

kolay belâgatiyle dünyayı, asırları, medeniyetleri, milletleri ve sınıfları

markaladılar. Bütün derdi, fazladan bir demet soğan, bir şişe yağ ve iki saat

istirahatten ibaret bir sınıfın İstırabı, insandaki büyük ve mücerret idrâk

ıstırabının yerini almak istedi. O gün-denberi kâinatı dört köşe gören bir

madde telâkkisi, hâdiselerin ebedî düğümünü ariyan ruh kavrayışına; sefil bir

yokluk mantığı, mantığın üstündeki varlık murakabesine; Eskimolara bile

vâdeden insaniyetçi dolandırıcılık, millet aşkına; sokak afişçiliği, saf ve

hâlis san'ata; âdî vuzuh, ulvî muğdile düşman kesildi. Sonunda onlar da, ezelî

ve ebedî kıymetlerin çoğuna, merkezinden mahrum olarak, sinsi sinsi dümen

kırmakta aradılar muvazeneyi...

Gelelim, (Adriyatik) kıyılarından esmeğe başlayıp Baltık sahillerinde

kasırgalaşan, sonra dünya büyüklüğünde bir balon gibi patlayıveren mahut

tecrübeye: Faşizma ve Nazizma!...

Bu tecrübe, eşya ve hâdiselere tahakküm iktidarından düşen, öz terakkileri

içinde boğulan (Greko - Lâtin) medeniyetinin kendi nefsine karşı bir

aksülâmeli oldu. Bir aksülâmel; kendi kanunlarına, mukaddeslerine karşı bir

isyan ve ihanet... Garp medeniyetinin son yemişi müsbet bilgiler, onu bir

hançer gibi tutan elde, hiçbir başka hak ve mukaddes tanımaksızın, mutlak bir

İmtiyaz ve tahakküm edasiyle mirasa konmak İstedi.

Ve meydanı, hiçbir insanî ideolocya gayreti olmıyan, sadece kâbuslarda bile

görülmez bir iştiha ve ihtiras psikolocyasiyle şişmiş, ilim ve sistem sahibi

bir canavarlık hamlesi kapladı. Netice malûm...

Ya demokrasyalar?.. Hastalığın başı onlarda!.. Bir zamanki sahte muvazeneleri

ve sonra bu muvazeneyi allak bullak eden madde keşiflerinden sonra,

rahimlerine bu iki (menfi)yi düşüren, bilmeden geliştiren, doğuran ve nihayet

teker teker boğup kilise kapılarına bırakmaya mecbur olacak kadar

bedbahtlaşan; şu ânda. maddede muzaffer, fakat mânada büsbütün müflis

onlardır!

Hiçbir misal ve tecrübe, insanlığı kandıramiyor. O, kifayetsizi ve dalâleti

hemen seziyor. Menfiyi, çürüğü, günübirliği sezmek işten bile değil, fakat

müsbeti, sağlamı, devamlıyı bulmak, dâvaların davası...

Niçin o kadar tapındığı müsber ilimler ona tesellisini vermiyor. Ölülerin

kalbini şişelerde zıplatan doktorları; suyun altına, havanın üstüne merdiven

kuran mühendisleri; Londradaki fısıltıyı Tahranda dinleten kâşifleri var.

Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilâç değil?..

Ruhunun bütün nizamı çöktü. Bestekârın kulağına eski vecdin sesleri yerine

sar'alı kadın çığlıkları ve Afrikalı vahşi tepinmeleri geliyor. Ressamın

gözüne, eski ahenkli yüzler yerine, yedi başlı zebaniler ve kemik hastalıkları

koğuşundan seçilmiş hilkat galatları görünüyor. Mimar, gökyüzüne bağırsak gibi

şeyler çekiyor. Şairin şiiri, daha içini okumadan, uzaktan bakıldığı vakit,

kocakarı ağzı gibi yıkık dökük... Üstünde oturduğumuz eşya, taş devri

aletleriyle yontulmuş, işsizlik, ümitsizlik ve bedbinlik teneşirleri...

İnsanlık bunalıyor!!!

İşte bütün dâva; insanlık bunalıyor!!!

Belki de bunalmaktan kurtulmak için ayaklandırdığı kıyamete rağmen insanlık

bunalıyor. Ve asıl bundan sonra bunalacak!...

Son yıllarda zamanın en ince çizgisine dokunan filozof ormanlarda dolaştı; ve

(Bunalma felsefesi) başlığı altında korku ve sıkıntıyı bestelemeğe çalıştı.

Şimdi de insanlığın beklediği yeni ve büyük (metafizik)ten bahsediyorlar!

Artık anlıyoruz ki Allah dünyamızdan çekilmiştir!

Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibi dünyadan çekilmedi; dünyanın kalbleri,

kendilerini onun malından çekti. Allah dünyamızdan çekilmiştir.

Bize kim yol verecek? Kabuğunu emdiği şeyin ruhunu tüküren ham ve kaba softa

mı? Adını bile anmayın!

Basit ve tabiatın üstünde, âlem içi âlem sezen yepyeni (fevkalâde) telâkkisi;

sen neredesin? Kaz kümeslerine sığmayan üstün ruhun, istikbâle ve maveraya

iştiyakından ne haber?.. Kurbanlık koyunlar gibi boynu kesilmiş büyük saffet

ve teslimiyet; bizi Efendimize ancak sen kavuşturabilirsin!

Niçin yıllarca güneşe, ateşe, öküze ve ağaca taptık?.. Ne diye bu âdi

maddelere ruhumuzun esrar gömleklerini giydirdik? Hep bu dört köşe şeklin

dışındaki ruhu, hep bu yaşadığımız günün ilerisindeki ânı, hep bu gençliğin

üstündeki durağı İfadelendirmek için...

Dünya ilk defa olarak Allahsızdır. Artık ne bir (harikulade) telâkkisi, ne bir

sonsuzluk duygusu, ne bir gizlilik idrâki, ne bir yarın iştiyakı!..

Hızını büyük imanlardan alan müsbet bilgilerimiz, lokomotifi bozulmuş vagonlar

gibi ilk darbeyle yürüyor ve hep inişlerden faydalanıyor. Yokuş göründü!

Vagonlardan çığlıklar geliyor: Nasıl tırmanacağız?..

Allah dünyamızdan çekildi. Bu çekiliş, bir insandan cesaretin çekilişi, bir

çehreden sevginin uçuşu, bir bahçeden baharın gidişi gibi, kaba madde üzerinde

takibi mümkün bir iş değil!.,.

Ve işte bunalıyoruz!!! Günün en ince çizgisi, bu... Rahatsızız; mahduda

sığamıyor, hudulsuzu dolduramıyoruz.

Her sakatlık ve çarpıklık yalnız bu yüzden...

Bu hal, her vasfı ihmal edilen ruhun, göze görünmez bir plânda, kâinat kadar

büyük şahsiyetini ihtar edişinden doğmakta...

Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibini, has aynası olan gönüllerde, mutlak

sahiplik tecellisine davet etmeyi bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz?

Bilmeyeceksek bilelim ki bir saniye ilerimizde, artık bir daha zerrelerimiz

yanyana gelmemecesine müthiş, patlama ânı var...

Allah'ım! Seni istiyoruz!..

(1943)

İNANMAK

Gözlerinde hep o kuşların gözlerindeki incecik perdeye benzer şeffaf bir

tül... Fikri, göz yaşlarının içinden süzüyormuş gibi, ağlamaklı:

- Batmiyacağına inanarak, dedi, suya bas, yürür gidersin. İmkânsız olan

inanmandır; su üstünde yürüyebilmen değil... İnanmaktan açayım, inanmaktan...

İnanmak, insanoğluna vâdedilen bütün mucizelerin anahtarı... İnanmaya memuruz.

Ne kadar kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Neye inanmıyorsan, sen

o V şeyde, kanatları kesilmiş bir kuşsun; uç bakalım, uçabilirsen... Eşya ve

hâdiselerin varlığı, kendisini, kendi zatî varlık hey'etinden evvel, bizim

inanmamıza borçlu... İnandığımız herşey var; inanmadığımız hiçbir şey yok.

Sustu; ince ve esmer dudaklarını buruşturdu, devam etti;

- Sezmiyor musun ki, bütün kâinat misilsiz bir tılsım kavanozunda, birkaç

ışık, renk, çizgi ve ses oyunu içinde kendi kendisine hiçbir vücut sahibi

olmadan, sadece bir vücut fikri yüzü suyu hürmetine varlık şartlarına bürünen

muhteşem bir yokluk plânından ibaret... Bu yokluktan o varlığa, tek bir geçit

yol veriyor. Ruhumuzda kıl kadar ince bir geçit... İnanmak!... Bu âlemde

insandan başka her unsur, tam ve mutlak bir inanma uykusunun huzuru içinde...

Cemal, nebat ve hayvan, memur oldukları işlerin tam ve mullak imanına

bürülü... Halbuki İnanmak, büyük ve sonsuz iman, inanmanın tâ kendisi, ruhu ve

cevheri, insana mahsus... İnsan inanacaktır; ve bütün insanları peşi sıra

götürecek...

Bir ân, asma kütüğünün içini oyan bir kurdun diş seslerini duydum. Peşinden

Tanrıkulunun sesi yetişti;

- Mektep kitaplarının sayfalarında, kibrit çöpleriyle aydınlattıkları birkaç

bin senelik tarihe bak! Bu güne kadar insanlık, her neye ve nasıl inanmış

olursa olsun, yalnız İnanmanın eserini vermiş... İnanmış, toprağı ekmiş...

İnanmış, şehirleri kurmuş... İnanmış, meydanları açmış... Ve inanmış, imanının

başı üstüne, çın çın öten kubbeler çekmiş... Maddeyi zerre zerre teftiş edip

her zerrenin öbüriyle münasebetini aramaya kalkışmış... Mermeri, içinde bir

nabız çarpıp çarpmadığını anlamak için talaş talaş yontmuş... Sadece

inanmış... Ve eline geçen her şeyi, inanmanın nema payı olarak kazanmış...

Şimdi bak, dikkat kesil! Nihayet, insanoğlu, nema payını sermaye zannedip ana

sermayeyi o türlü ihmâl eder olmuş ki, tarlalarını samyeli basmış, şehirlerini

zelzele, meydanlarını ihtilâl ve kubbelerini zifirî karanlık... Zerre zerre

teftişe kalktığı madde, kılı halat kadar gösteren pertavsızlar ve bir dairede

kaç çizgi ve her çizgide kaç nokta bulunduğunu hesaplayan düsturlar altında,

kendi yokluğunu bizzat haykırmaya başlamış... İçindeki nabız seslerine doğru

talaş talaş yontulan mermer, merkezine yaklaştıkça korkunç sar'a nöbetleriyle

çatlamaya yüz tutmuş...

Gözlerinin keskin cımbıziyle iki kaşımın ortasından yakaladı;

- Bütün bunların hesabı tek kelimelik... İnanmamak!.. İnsanlık şimdi;

inanmamak devrinin tam kemâlinde... Çevir başını da şu mezarın küflü

kavuğundan arkadaki duvara, duvarın üstündeki kırık kiremitlerden şehire,

şehirin en yüksek minaresinden en yüksek buluta; ve oradan bütün yeryüzünü

görüyor musun?

- Bütün yeryüzünü görüyorum.

- Orada ne görüyorsan, topyekûn şu mutlak illete bağlayabilirsin...

İnanmamak!.. Zamanımız, inanmamanın kâmil ânını; ve mekânımız, inanmamak

buhranının kâmil cümbüşünü çerçeveliyor.

Sesinde, kemanın en tiz perdesinden en kalınına geçer gibi bir ahenk

değişikliği:

- Usûlümüze dikkât et! Muhitten merkeze doğru gitmiyoruz; yolumuz, merkezden

muhite doğru... Bir dairede merkez, yerini ve yurdunu değiştirmesi mümkün bir

unsur, bir eşya değil; bir esas, bir hikmet, bir bedahattir. Mükemmel bir hiza

çizgisi üstünde bir sıra adama bakarken, göz yalnız adamları görür ve hizayı

anlar; halbuki hiza diye elle tutulur, gözle görülür bir şey var mı ki? Sesi,

duyulmayacak kadar hafifliyor; - Bedahatlere güven! Onlar ruhumuza gökten

şimşek gibi düşen gerçekler... Şu gerçeği, bir müsellesin dört Çizgili

olamıyacağı tarzında kafana mıhla ki, neye ve nasıl olursa olsun, insanoğlu,

inanmadan bir gölgedir, su üstünde bir kırışık, bir esneme, bir aksırık, bir

hiç!... Evvelâ inanmaya inan!.. Neye ve nasıl olursa olsun, inanmaya inan!..

Onsuz ne biz mevcuduz, ne de başka birşey... İstersen, bir odun parçasının

tepesine sırmalı bir külah geçir ve ona inan!.. Fakat inan!.. Göreceksin ki,

odun parçası, birdenbire, (Burak) kesilecek, dört ayağını yerden kesip

havalanacak ve sana, evvelâ kendini, sonra da yeryüzünü fethettirecek...

İnanmaya inanır inanmaz, İnanmanın da kime mahsus olduğuna hemen inanırsın!..

(1943)

NEYE İNANMAK?

Göğsüme dayalı çeneme, ve birbirine kenedli iki elime abanmış, ayaklarımın

dibinde bir portakal kadar küçülen dünyayı seyrederken, Tanrıkulunun sesi

yetişti:

- İnanmak demiştik, değil mi? İnanmak, iman... Ve İnanmanın esası, iç yüzü.

hakikati, Allaha inanmak... Gerisi, hakikî inanmanın gölgeleri ve gölgelerin

gölgeleri... İnanmak, ona İnanmak için yaratıldı. Allah, inanmayı, insanla

kendi arasında bir açık kapı diye bırakmasaydı, münkir, sabahleyin aynada

kıravatını bağlarken, gördüğü şeklin kendisi olduğuna bile inanamazdı.

İnanmanın ruhu, özü, cevheri, Allaha inanmak...

Tanrıkulu'nun gözlerinde, aydınlığın bile başını döndüren başka bir aydınlık:

- "Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir." Maddenin sür'ati bilmem ne kadara

çıktığı zaman sıfıra iniyor; ziyanın şiddeti bilmem ne olunca, etraf

kapkaranlık kesiliyor. "Allah, zuhurunun kemâlinden gaiptir." Ve bunu anlamak

için insana, akıl değil, aklın üstünde bir şey lâzım... Sana, bu noktada,

aklın unsurları ve usulleriyle gösterilmeğe değer hiçbir şey yok. "Hamurun

lezzetini, çatal, kaşık ve bıçakla arayabilir misin?" Halbuki hamurun,

kitlesinden başlayarak göze görünür ve Ölçüye sığar her unsuru, onun lezzetini

meydana getirmek ve bu lezzeti sımsıkı peçelemek, gizlemek içindir. Sana, bu

noktada, aklın unsurları ve usulleriyle göstermeğe değer hiç birşey yok,

dedim. İsteseydim, yine aklın unsurları ve usulleriyle aklı yıkarak, o

harabenin altından ne çıkacağını gösterebilirdim. Ne diye iğneyle kuyu

kazalım; dinamitle dağları tersine çevirmek mümkün olurken'?.. Dikkât et!

j[majxiain..Qİduğu zaman, muhtaç olmadığı yegâne şey, ispattır. İman tam

olduğu zaman ispat yoktur. Ortada, tek başına, her şeyden mücerret, bütün

alâkalarından kesilmiş tek bir şey vardır: İman!..

O zamana kadar dizinden hiç kıpırdatmadığı elini hafifçe kaldırarak, başımın

üstünde, küflü bir mangır kadar uzak ve küçük görünen semayı işaret etti:

- Kâinat hamurunun bütününe bakabilen göz, onun, çatala takılmaz, kaşığa

konmaz, bıçağa gelmez bir lezzet taşıdığını ve bu lezzetin Allah'ı haber

verdiğini bir hamlede kestirir.

Dudakları, bana duyurulmaya mahsus olmayan esrarlı hecelerle uzun uzun

kıpırdadı, sonra sesi birdenbire meydana çıktı:

- Biz seninle, ötelerin değil, bu dünyanın hayatına bağlı düzen üzerinde

dolaşacağız. Hedefimiz eseri kucaklamak; müessiri değil... Çünkü sana ve

herkese senin ve herkesin vehmince bu dünya lâzım... Bu iş için de, eser adına

müessiri tespit etmekten ötürü vazifemiz yok... Eğer insanın yaradılışındaki

aslî ve hakikî memuriyete istekli olsaydın, o zaman eseri topyekûn bir yana

bırakıp müessirin kapısına yol aramaya çıkardın. Biz de sana yolu gösterirdik.

Sana "boynundan yukarısını, yâni kafanı kes ve arkamızdan gel" derdik.

Tırnaklarımla kavradığım yanaklarımda sıcak bir ıslaklık duydum. Tanrıkulu'nu

dinlerken yüzümü kanatmış olabilir miydim? Tanrıkulu oralı değil:

- Bizim, dedi, boynumuzdan ötesi, yani kafamız yok! Biz onu çoktan kestik ve

çöp tenekesine attık! Şimdi senin gibi bir dünya ehline, bu dünyanın, beyni

ıstırap ve ihtilâç içinde son örneklerinden birisine, yine bu dünya

çerçevesinde yol göstermek için, kesik kafamızı çöp tenekesinden çıkarıp

boynumuza oturtuyor ve onunla konuşuyoruz. Kesik kafa diyor ki:

"Bu dünyanın ve bütün kâinatın merkezi Allah'tır. Ve benim bu işin

hakikatinde, her işin tam ve mutlak hakikatinde olduğu gibi, bangır bangır

iflâsa mahkûm olmaktan başka hiçbir çarem yok... Benim ismim akıldır; ve beni

temsil eden meleğin, Allahın Sevgilisini (Sidre-tülmünteha)dan öteye

geçirmeyip kanatlarının yanmıya başladığını görmesi ve: "artık yolum bitti;

buradan ötesine seni aşk götürür" demesi gibi, nihaî varışım, kendi

usûllerimle kendi kendimi yakmaktan başka bir şey olamaz. Benim bittiğim

yerde, insanoğlunda başka bir akıl başlar; ve o akıl, beş hassenin dışında

görür, koklar, tadar ve dokunur. Karanlıkta görmek, sessizlikte duymak,

vücutsuzlukta koklamak, lezzetsizlikte tatmak; böylece maddenin ötesini

maddeleştirmek, yalnız o aklın kârı... Onun, kalb diye, ruh diye, aşk diye bir

takım isimleri var. Oysa, insanoğlunda, sadece Allahın tecelli merkezi...

Dâva, bütün dâva, topyekûn dâva; ben kendi kendime inanmazken, bana inanan

insanların, yeryüzünde kurdukları şekilli ve şekilsiz bütün mimarilerde, benim

sınırlarımla ötelerin sınırları arasındaki ahengi bir türlü tam olarak

zaptedememelerinde... İnsanoğlu, yine benîm vasıtalarımla benim sırrımı

çizmeden öteki akla yol bulmadan kuracağı şekilli ve şekilsiz mimarilerin

kapısına Allah'ın tuğrasını basmadan, bir ana baba günü kadrosiyle birbirini

çiğnediği bu çıkmaz sokakta kendisine yol bulamıyacaktır."

(1943)

Yeni bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak tek

vasıta, kitap...

İnsanlık, kitabın mukaddes vasıta olmak haysiyetini dinlerden öğrendi. Bugüne

kadar da hiç unutulmadı.

Kitap mefhumunun bir ucunda Allah, öbür ucunda da sonsuzluk var. İnsan oğlunun

ebedlerce methede ede bitiremeyeceği sonsuzluk...

Bu yüzden yarına gebe kahramanlar, kitaplık celide, kitaplık çapa, kitaplık

yapıya, hakikî oluşun temel şartı göziyle bakarlar. Onlarca kitap, yarını

nişanlıyacak ses güllesinin biricik mancınığı...

Kitap dışında, gündelik yazı, çerden çöpten konuşma gibi, bazı kolay ve ucuz

âletler de vardır ki, mancınığa nisbetle, köy çocuklarının serçelere taş

attığı çatal sapanları andırır. Bir günün sabahında avladıkları sesi, ancak

akşamına ulaştırabilirler.

Bu âletlerin vazifesi, cıgara paketlerinin arkasındaki kısa adresler halinde,

dinamizmah çıkış başları kurmak ve kitaplık hamlelere muhit hazırlamaktır.

Yoksa, içinde dört mevsimin kaynaştığı hiç bir sistem örgüsü, bu günübirlik

âletlere vergi olamaz.

Her "ulvî"nin zıddı, aynı boyda bir "süflî" değil mi?.. Kitaplık dâvaları

günübirlik karalamalar ve hafif sohbetler içinde can çekiştirmek de, cücelerin

kârı...

Göksu sefası için yapılmış sandalla açık denize geçilmez. Onun İçindir ki,

böyle bir sandalda, büyük vapur süvarilerinin kılık ve edasına bürünmüş bir

kayıkçı, bizi katıla katıla güldürür.

Kitap yazamıyoruz!..

Kitabın ana şartı olan keyfiyet yükünden vazgeçtik; kemmiyet ağırlığını

yüklenebilsek, yarı yolu aşmış oluruz.

Ciğerlerimizde, kitap kadrosunu üfliyecek havaya yer yok. Bütün fikir

pazarımız, kolayca şişen ve kendi kendisine öten düdüklü balon yaygaralariyle

dolu...

Filânı mütefekkir, falanı şair, fişmekânı da münekkit tanırız. Mütefekkirin

faraza 10 cilt eseri vardır. Hepsi de bir zamanların (Paris)inde oturan

efendisi filozoftan tercüme... Geriye bir kaç makalesiyle bir kaç sohbeti

kalır.

Ellisine merdiven dayayan şair, yalnız 50 mısra yazmışsa, (Greta Garbo) varı

esrar peçesini yüzünden düşürmemek ve zamana pusu kurmamak içindir.

Sınıfta yoklama yaparcasına (mevcut - namevcut..) diye sanatkâr yoklaması

yapan münekkit, bütün selâhiyetini, beş buçuk lâübalî satırla, üç buçuk

aşağılık nükteye borçludur.

Buna rağmen mütefekkir, kendini yeni bir dünya görüşüne; şair, yeni bir ses

cevherine; münekkit de, bir tenkit ölçüsüne sahip kabul eder.

Bir günlük beylik beyliktir derler. Saydığım zavallılar da, günlük kadronun

fanî, fakat müteselli küçük beyleri...

Tanzimattan beri soruyoruz:

- Olmuyor, olmuyor; acaba niçin?

Meseleyi daima keyfiyet cephesinden ele alıyor, daima terkibi bizce meçhul bir

keyfiyet eksikliği vehmediyoruz. Haklıyız; bir şey yalnız keyfiyetiyle var

veya yoktur. Fakat bence ve bize nisbetle bu, doğru bir usûl değil...

Henüz kemmiyet yokuşunu sökememiş bir hamlenin, keyfiyet ufku üzerinde olması

düşünülemez bile...

Keyfiyet tecellisini iki merhalede tamamlıyan bir sır:

Evvelâ kemmiyet ihtiyacını meydana getirir, her cismin fezadaki mekân ihtiyacı

gibi, boşlukta yer işgal etme hassasına erer, ondan sonra kendisini ifadeye

geçer.

(Radyom) madeninin bile, hiç değilse binde bir miligramlık bir külçesi olmalı

ki, bir ifadesi ve tesiri bulunsun.

Tahayyüz hassası olmıyan, mekân işgal etmiyen maddenin ne kendisi vardır, ne

de herhangi bir vasfı...

Madenleri teneke olduğu halde (radyom) taklidi yapan bu namevcutlara

bildirmelidir ki, (radyom)un (radyom) olarak varlığı derecesinde var olmıya

karar veren insan, cilt cilt fikir ve şiir mayalaştırmaya mecburdur.

(Radyom)u ve kesafet sırrını yaratan Allah bile kitaplık söz kadrosu İçinde

konuştu; kitaplık söz kadrosunu yarattı.

Sahtekârlığa metelik vermeyiniz!

Kitaplık hacmi olmayan mütefekkir, şair, ve münekkit; riyazi kat'iyetle

namevcuttur.

Binalaştıramadığı (sentez)in mütefekkirinden, örgüleştiremediği şiirin

şairinden, ölçüleştiremediği tenkidin münekkidinden İğreniyorum!..

Âlet ve iş diye iki şey tanıyoruz.

Âletin hakkı verilmezse iş öksüz kalır.

Ne diye mevhum bir takım iş nazariyeleri kuruyoruz? İşte mevhum olmayan

hakikat:

Âleti kullanmaktan, âleti işletmekten âciziz!

Âleti işletmeğe savaşmayışımızin ve nefsimize boyuna mühlet verişimizin de

hilesi açık:

Böyle bir işe kalkıştığımız ânda, bütün kifayetsizlik ve ayıbımız, suyu

çekilmiş yosunlu havuz dibi gibi meydana çıkacaktır.

Bir miskal davul tozu ve bîr miskal minare gölgesi peşinde gezercesine

aradığımız ve bulamadığımız keyfiyet tılsımı, ona karşı İstidatsızlığımız

kadar, âletine gösterdiğimiz saygısızlık yüzünden ele geçmiyor.

Her birinin kitabı halinde arıdan bal, inekten süt, koyundan yün istiyoruz da;

mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş sahtekârlardan kitap

istemiyoruz.

Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan? Aynı sualin daha çetini var!

İnsan mı kitaptan doğdu; kitap mı insandan? Kitap yazın, kitap!

(1943)

RUHÇULUK VE BU HARP

Bu harp, İkinci Dünya Harbi, maddecilerin ve maddeci telâkkinin zıddına,

ruhçuların ve ruhçu telâkki prensiplerinin eşsiz zaferi oluyor; farkında

mısın?

Makine ve madde telâkkileri, 19'uncu Asrın ikinci yarısında korkunç derecelere

yükselip, 20'inci Asrın başlarında insan irade ve tahakkümünden kurtulacak

kadar istiklâl ifade etmeğe başladı. Bu hal, bir aralık, büyük cemiyet

rehberlerini, yüksek sanat ve fikir adamlarını yıldırdı. Öyle ki, başarıcı

kudretini yalnız ruh plânında besleyen insan, kendi Öz keşiflerine ve öz

eserlerine mahkûm sanıldı. Adetâ, büyük ruhî kudret, saffet ve kahramanlık

ölçüleri, vahşilere has bir kıymet telâkki edildi. En girift kanunları içinde

dünya, tavla zarı kadar küçük ve dört köşe bir madde görünüşüne hapsedilmek

istendi.

Yeni felsefenin en muğlâk dâvası olan bu mesele, her şeyi derin ve ebedî ruh

kadrosu dışında basit bir mekanik faydasına bağlayıcı, mankafa ve vurdumduymaz

bir mezhebinin tahakkümü altında inledi; bilhassa materyalizma ve komünizma

elinde istismara uğradı, öz terakkilerinin denizlerde boğulurcasına çırpınan,

imdat çığlıkları basan insan aklı, bu terâkkide, artık eserine bir daha hâkim

olamıyacağı, eserini bir daha ruh prensiplerinin emrine alamıyacağı vehmini

senelerce yaşadı, durdu. Hem de en koyu bedbinlikten daha karanlık bu telâkki,

kendisine Öz nikbinlik süsünü kondurmayı ihmâl etmedi. İnsanı taş devrine

kadar ricat ettiren maddeci görüş, kendisini hakikî istikbal diye takdim

etmekten geri kalmadı. Maddeci telâkkinin gözünde, asıl bedbin, marazı, eski

ve geri olan, senin gibilerdi; yani ruhçular...

Ruhçular ki, maddecilerin, düne ve hattâ bütün geçmiş günlerden evvelki güne

yapışık görmeğe mahkûm olduğu kadar ileri bir yarının şalağını ruhlarında

taşıyorlardı.

Nihayet makine ve madde terâkkileri o hale geldi ki, sarsak ve ihtiyar bir

Avrupalının, titrek parmaklarını herhangi bir düğmeye dokunduruvermesiyle koca

bir orduyu havalara uçuracak kudreti istihsal edeceğine İnandılar. Bütün kuş

beyinliler, bu madde kudreti önünde, ruh plânından hiçbir tedbirin metelik

etmiyeceğine fetvayı bastı. Bunlar, asrı yobazlar sıfatiyle, eski ham

softalardan fazla üremek istidadını gösterdi.

Makine ve madde terakkilerinin, ruh cevheri karşısında imtihanını vereceği en

zengin (laboratuar) kadrosu, bir harpten başka ne olabilirdi? Ruhu ihmâl eden

maddeci görüşle, maddeyi ihmâl etmeyen ruhçu görüş, İnsanlığın yarınına

tahakküm hakkının kimde olduğunu ancak bir harp çerçevesinde billûrlaştıracak,

iş ve tecrübe sahasında ispat edecekti.

Gitsin fikir, gelsin tecrübe!

Tecrübe yapıldı; ve ruhu ihmâl eden maddeci görüşün, bir müflis; fakat maddeyi

ihmâl etmeyen ruhçu görüşün bütün yer ve gökyüzüne hâkim olmak ehliyetinde

bulunduğu meydana çıktı. Senin, komünizmayla beraber, Nazizma ve Faşizmaya ne

kadar düşman olduğunu herkes bilir. Nazizma ve Faşizmanın birer ideolocya

olmadığını, sadece dünyayı nefsine tahsis etmek gayesinde birer psikolocya

olduğunu bin kere haykıran sensin! Fakat doğruyu söylemek lazımsa, bu

Nazizmadır ki, maddenin hakkını tam ödedikten sonra ruhçu bir telâkkiye

bağlanmak yüzünden, düne kadar sağına ve soluna duman attırmayı bilmiştir.

Aynı Nazizma, madde hakkını tam ödeyen ve yüzde yüz ruhçu bir telâkki ve usûle

varan demokrasyalar önünde de perişan oldu.

Yeni harp (lâboratuvar)ından alınacak ilk azametli ders şudur:

Bu defa makine ve madde terakkileri o kadar yükselmiştir ki, sadece bu

yükseliş yüzünden, ruh, tekrar zafer meydanını fethetmiştir. Ruh, tekrar

makinenin ve maddenin sırtına binip, onun sevk ve idare etmek hakkını,

maddenin âzami terakki haddine ulaşması yüzünden

elde etmiştir.

İnsana tahakküm ettiği sanılan makine ve madde, bir derece daha terakki

edince, küt diye dize geldi ve yeni baştan dizginlerini ruha ve ruhçulara

teslim etti.

Onu henüz nazariye vasıtasile fikir ve ruh fethetmeden, bizzat makine, bizzat

kendi terakkileriyle, ameliyede ruhun esiri olduğunu ifade ve ispat etti.

Büyük dâvayı, artık madde levhasında ispata ihtiyaç duymıyalım:

Binlerce kilometreyi aştıktan sonra (pike) hücumlarla zırhlıların güvertesine

mıhlanan tayyareleri; karşısındaki orman, dağ, kaya ve deniz manialarını bütün

kul-çesiyle toslıyan tankları, ne çapta bir ruh kudretinin idare

edebileceğini, deliler, ahmaklar ve çocuklar bile kavrar. Yalnız maddeciler

müstesna...

Evel, madde bir derece daha terakki etmekle ruhun emrine geçmiş; ve ruh büyük

zafer meydanını t'elhetmiştir.

Sadece bunu anlatmak ve tam mânasiyle çerçeveleyip ondan bir tatbik dersi

çıkarmak, millî bir kurtuluş ifade edecek kadar değerlidir.

Fakat nerede biz, nerede bu nasip?.. Bize harbin casusluk hikâyelerini okumak,

onun ruh ve fikir cephesini hecelemekten çok daha zevkli geliyor.

(1944)

İLERİ ADAM, GERİ ADAM...

Tanrıkulu'na sordum:

- Ne dersiniz efendim; bizi, bazı fikir ve ruh hususiyetlerimiz yüzünden geri

olmakla, gerilikle suçlandıranlar var?

Güldü; kâinat kadar geniş güldü:

- Bu, sizin çok ileri olmanızdan...

Ve sustu; gök kadar derin, sustu. Derken mırıldandı:

- Zaman bir daireye benzer. Tıpkı koşu atlarının, etrafında döndüğü kâmil

kavis gibi bir daireye... Meselâ üç devir sonunda bitirilecek olan koşuyu bir

devir fazlasiyle koşan at, bu daire üzerinde, öbür atların gerisinde koşuyor

gibi görünmez mi? Evet, bu at 1000 metrelik daire hesabına göre tam 900 metre

ileridedir.

Ve yüzüme baktı: güneş kadar keskin, baktı: - Modası geçmiş kalıplardan

çıkamıyanlara geri diyoruz.

Fikir ve hayat kalıplarının eskimekte en büyük zaafı, esaslarının

çürüklüğünden ziyade, zamanın eskitmekteki yaman gücüne bağlıdır. Zaman, eşya

ve hâdiseler üzerinde daima aynı korkunç yasanın yorulmaz tatbikçisiydi.

Yusufun eşsiz güzelliğiyle (Perikles)in bahtiyar cemiyetini aşındıran, aynı

zamandır.

Dünyanın en güzel insanını iki büklüm kurutan zamanı, uzvî tezahürler

çerçevesinde vasıtasız müşahede, kolaydır. Fakat içtimaî bünyemizin

ihtiyarlayışında onu doğrudan doğruya göremeyiz. Bunun içindir ki, devrini

bitiren her iman ve kalıbın yıpranışında ayrı bir sebep arar ve buluruz.

Firavunun karşısında (Benî İsrail), Atina'nın karşısında Roma, Roma'nın

karşısında İsâ ve daha birçok şey...

Ferdî hayatımız sınırlıdır. Bunu bilir ve maddî görüşümüzü, çaresizlikten

doğma bir nevi rıza ve tevekkülün taraçasından seyrederiz'. Ya içtimaî

hayatımız?

Heyhat ki, elden ele teslim suretiyle ebedîliğine inandığımız birçok itikat ve

şeklin hayatı da, her şeyin hayatı gibi, hadler ve adetlerle çevrilidir.

Zaten içtimaî hayatımızın ebedîliği, ferdi hayatımızla, keyfiyet halinde

ulaşamadığımız bir devam iktidarına nöbet değiştirerek, kemiyetle varmak için

tutunduğumuz bir muvazaadan başka nedir?

Elimizdeki dürbünü bir başkası çekip ufka baktığı zaman, biz onun gördüğünü

görür; ve bir başkası sigaramızdan alıp içtiği vakit, biz onun keyfini duyar

mıyız? İşte bütün melekelerimiz ve bütün benlik duygumuzla içinden

eksildiğimiz bir âlemi; sanki yaşıyan, duyan ve gören kendimizmişiz gibi,

biribirimizde fena ve beka bularak saf ve kahramanca yürüttükten sonra

kurduğumuz mimarîlerin sonsuzluğuna nasıl inanmıyalım?

İnanmakta haklı olabiliriz. Fakat göreceğiz ki. kurduğumuz mimarîlerle

oyduğumuz kalıpların devamı için o müesseseler etrafındaki sonsuz tekevvünümüz

ve kemiyet halkalarımız kâfi gelmiyecektir. Göreceğiz ki, hayat, yalnız bir

cepheli değildir. O müesseselerin de bizden ayrı, müstakil ve ferdî birer

hayatı vardır. Bu hakikata, tarihte birçok cemiyetin, kendilerini yeniden

şekillere zorlayan müdahaleci tesirlerle göçüşü şahit olduğu kadar, kendi

kendisine, için için ve müdahalesiz göçüşleri de şahittir.

Öyleyse çaremiz nedir?

İsmine zaman dediğimiz ve her cismi, her fikri, görünmez havanına doldurmuş,

öğüten daima önümüzde giden, her yaptığımızı bozan, her yazdığımızı çizen bir

son temsil ettikten sonra, güvenebileceğimiz, ebedîliğine inanabileceğimiz

eser kalır mı? Kalır!!!

Çünkü düşmanın kudretini tasdik, yenilmiyeceğini kabul ve onunla boğuşmaktan

vazgeçmek değildir. Boğuşma esastır. Zaman, önünde diz çökeceğimiz ve bütün

silâhlarımızla teslim olacağımız bir heyûlâ değil; sırlarını zorlayacağımız,

verdiği hiçbir sırla kanaat etmeyip alıkoyduğunu istiyeceğimiz ve verdikçe

alıkoyduğunu asla unutmıyacağımız bir büyücüdür. Öyle bir büyücü ki, öpüştüğü

her dâvanın aksine, seviştiği her (doktrin)in tersine ve sarmaştığı her

(tez)in zıddına gebe kalmak âdetidir. O, eşya ve hâdiselerin en gizli

tabıları, meçhuller ve ihtimaller âleminin en ıssız bucaklariyle yüklüdür.

Böyle bir manzara karşısında güvenebileceğimiz mimarî ise odur ki, zamanı

kendisine en hâs çehre ve seciyesiyle kavramış ve emrine almış olsun.

İşte, aşınmış, yahut henüz sağlam görünen kalıpları bu tedbir göziyle muayene

eden ve dökeceği yeni bir kalıp varsa, onu bu kaygı ve bilgi içinde

hazırlayan, İLERİ ADAM'dır.

YA GERİ ADAM?

Ya taze bir idrak ve tefsire varmadan eski şekillere körükörüne bağlıdır;

yahut tamamiyle aksine, zamanı âdi bir tarih sırası ve evvellik, sonralık

meselesi sanır ve geriye gitmek korkusiyle kendi Önünü keser.

Bu her iki geri adam da, düşünmekten korkan, fakat biribirine zıt hareket eden

iki ham softa tipidir.

Zamanın hakikî fâtihleri, istikbale o kadar susamışlardır ki, gözlerindeki

sonsuzluk adesesi önünde, bazan bin sene evvelki hâdiseyi bugüne yapışık,

bazan da bugüne ait bir meseleyi bin sene geride görürler. Şu sözüme mim koy:

İleriye doğru göründüğü halde geriye ve geriye doğru göründüğü halde ileriye

giden yollar vardır.

İmdi, zamanın bu sanatkâr kivrımlarındaki sırra ermeyenler, ya bir kalıba

körükörüne bağlanmak, yahut kendisinden evvelki her kalıbı körükörüne

tepelemek suretiyle zamanın dışında kalırlar.

Ebedîlik önünde hiçbir mesafe hükmü olmadığını, bazan zamanın, mazide

bıraktığı bir sırrı İstikbalde çözmek üzere, zahiren geriye döndüğünü, fakat

hakikatte ileriye yöneldiğini bilmezler. Bu son derece girift, ince ve zarif

helezonun, maziyi istikbale, geriyi ileriye inkılâp ettiren asma köprü

mimarîsini anlamazlar. Böylece, gözlerinin seçemiyeceği kadar ileri olanlara,

üstelik geri derler. Tahammül et dostum, tahammül et!.. Allah bu cüceleri,

senin karşına, tahammül ve sabır terbiyesini ikmâl etmen için çıkarıyor.

(1944)

(SAİ) ve (SOL)

Bir kürenin merkezinden geçen bıçak, nasıl o yuvarlağı iki müsavi parçaya

ayırırsa, (sağ) ve (sol) kelimelerinin ifade ettiği parçalar da, dünyamızı iki

müsavi dilime ayırıyor.

(Sağ) ve (sol) tasnifi, (karada ve denizde yaşayan hayvanlar) bölümü kadar

umumî ve kaba bir tarif olsa da, insan kafası, sanatta, felsefede, ilimde,

birinden birine nisbet ifade edemeden hedefini bulamıyor. (Sağ) ve (sol)

dışında bir görüş istikameti, âdeta sekizinci rengi bulmak gibi bir muhal

ifade etmekte...

Çünkü bu iki kaba istikamet, İkinci Dünya Harbinden evvel ve harp içinde,

müşahhas dünyanın ana bölümleridir. Asrımızın zekâsı da tecrit değil, teşhis

zekâsı olduğuna göre, gelin de bu (emri vâki) dünyasının dışına çıkın! İkinci

Dünya Harbini takip edecek olan yeni cemiyetten de, henüz kaskatı çizgiler

belirmiş değil... Bu yüzden, siyaset paytaklarının ve cemiyet saflarının,

(tek) ve (çift) halinde bu kaba ayrılışı, insanı zorla birinden birine

çekiyor.

Sanki bir panayır yerinde, İki kişi tavla oynamakta... Etraflarında, büyük bir

seyirci halkası... Seyircilerden herbiri, oyunculardan birinin tarafında oyuna

iştirak etmeğe mahkûm... Hiç bir taraftan olmıyanlar, açıkta, yâni hayatın

dışındalar. Kumar o kadar kızışmış, menfaatler ortağın zararına o türlü

bağlanmıştır ki, yeryüzünde başka bir iş ve fikir tertibine akıl ermez

olmuştur.

Dünya fikir hayatında, (sağ) ve (sol) delâleti dışında bir dünyaya hasret

çeken, yahut yeni bir dünya görüşünden bir kaç çizgi araştıran, veya DÜN ile

BUGÜN arasında yeni bir tahlil ve terkibe savaşan, hâlâ, hiç kimse görülmüyor.

Namütenahi geniş ve namütenahi karanlık fikir fezasında, (sağ) ve (sol)

isimlerinin parlattığı çifte yıldız, sanki etrafları hava ile çevrili yegâne

iki hayat bölgesidir. Selâmet, birinden birindedir, ve birinden birine nispet

borcu, bir muadele değil, bir mütearife; bir varış noktası değil, bîr çıkış

başıdır.

Devrimiz, havasız, korkunç determinizma zindanında... O, bu zindana, son

harpten evvel, içinde yaşadığı şartların gizli sıkıntısı ve ezelî ve ebedî

cennet araştırma ihtiyaciyle kapandı.

(Sağ) ve (sol) dünyasının iktisadî farikası, felsefi ve içtimaî farikalarının

önünde yürüdüğü için, bu ayrılışa, kapitalizma ve sosyalizma bölümleri demek

en doğrusu... Sağlı ve sollu bu İkiye bölünüşün etrafında, üç (rejim)

halkalanıyor:

Liberalizma, nazizma, komünizma... Komünizma, binbir istihalesinden sonra, her

ân biraz daha liberalizma ve kapitalizmaya kayarken, nazizma, bir cephesiyle

komünizmaya, başka bir cephesiyle de liberalizmaya aykırı, aslında (sağ)ın

azmanı ve her iki tarafın düşmanı, sırasına göre hem taraflardan birine

mensup, hem de zıt, sadece nizamlı bir nefsanîlik psikolocyasıni belirtiyor ve

şu ânda ölmüş görünüyor.

Ötedenberi (sağ) alıkoymak, (sol) süpürmek niyetinde...

San'at ve fikirde eski ve an'anevî tecrit, dinler, (mit)ler, mefkûrevî

kaynaklara, köklere dayanan görüş tarzları, dünya, insan ve cemiyet

telâkkileri ve fert hakları, sağ tarafta... Bellibaşlı bir madde telâkkisinden

doğma bir dünya, İnsan ve cemiyet teşhisi, bu teşhise göre beşer tarihinin

tenkidi ve bu tenkide göre eski müesseselere karşı bir yıkıcılık hamlesi, sol

tarafta...

İşin tuhafı, (sağ) ve (sol) tasnifi felsefî bir tasnif değil, politika

tasnifi... Zaten sol taraf politika zaruretlerini (doktrin)lerine hazmettire

hazmettire aradaki açıklığı kapamak üzere bulunuyor. Garip tecelli!

O hâlde eşya ve hâdiselerin kaba ve fânî münasebetlerini temsil eden siyaset

(romorkör)ü, nasıl oluyor da fikirdeki sebeplerin sebebi ve oluşların oluşu

dünyasını, akıntıyı sökemeyen bir kayık gibi peşine takmış çekiyor? İşte

dâvanın belkemiği!

Çok sevdiğim bir Türk tefekkür adamı, bana bir gün sol cereyanlar hakkında

demişti ki:

- Bunları artık fikirle, nazariyeyle, mantıkla durdurmaya imkân yok. Ancak

aynı cinsten ve amelî bir akışla, ateşli ve müşahhas bir hayat ve iman

hamlesiyle önlemek mümkündür.

Besbelli ki, büyük fikir iflâs terleri döküyor. Artık (sağ) ve (sol) dâvası,

bünyesini fikirde tahkim etmekten ziyade his ve heyecanda sağlamlaştırmaya

bakıyor. Çünkü kalabalıkların anladığı dil budur. Selâmete susamış insan

safları, hasret çektiği yeni hayat mimarisini, artık mes'elelerini namütenahi

dağıtan, karıştıran, giriftleştiren "âlimâne" araştırmalardan beklemiyor.

Cesaretli, (dinamik), aksiyoncu, günlük ihtiyaç ve insiyakları kavramış ve ne

kadar ufak mikyasta olursa olsun, kendisine tezatsız bir dünya çizebilen eşya

ve hâdiseleri hızla çerçeveleyebilen becerikli mizaçlardan bekliyor.

Bu hâl, eşya ve hâdiselerin, kendisini bir türlü çerçeveleyemiyen fikir gözü

Önünde şahlanması; ve ressam karşısında daha fazla (poze) edemeden başını alıp

yürüyüvermesi gibi bir şey...

Artık onu tutabilmek için, çok acele bir (desen)ini yapmaktan ve kaçışı

istikametinde peşine düşmekten başka çare yok gibi görünüyor.

İşte uzun zamandanberi, sonsuz tecritlerin işkencesinde hırpalanmış olan Garp

san'atkâr ve mütefekkiri, elinden kaçırdığı kıymetler âleminin bu istikraî

sürüklenişine kapılınca, yatalak bir hastanın hırçın bir at sırtında hoplaya

hoplaya kaçırılırken duyduğu sarhoşluğa benzer bir baş dönmesi içinde

kendisini kaybediyor ve (sağ) ile (sol) kolların gösterdiği insan

birikintileri arasında silinmeye razı oluyor. Üstelik bütün san'at ve fikir

verimini bu hakîr tasnif dogmalarına göre ayar ederek...

Bu kısır modaya uymayıp zamanı yeni bir görüş ağında avlamak dileyen ve

nefsini ileriye büyülü gören bir hamle, ister sağa, ister sola akraba olsun,

ismi ne (sağ) ne (sol)dur.

Günümüzün anlayış kabalığı, onu istediği kadar (sağ) veya (sol) farzetsin;

ileriye erenlerin sağı solu olmaz! Bir dünya doğmaktadır ki, ismi ne (sağ), ne

de soldur; sadece (ileri)...

(1944)

MİSTİK

Dostum; ben bâzı mefhumlara âdeta acırım. Sahte borç senediyle malı mülkü

haczedilip sokakta bırakılmış soylu bir insana acır gibi... (Mistik) mefhumu

da bunlardan...

Garplı bir mâna ailesinden gelen (Mistik) mefhumunun bizzat Avrupada çektiği

yanlış anlaşılma çilesi, bir zamanlar, bir Fransız muharririne ne ağır şeyler

söyletmişti. Fransa'da bile kolaylıkla anlaşılamayan Fransızca bir kelimenin

gerisindeki mefhum, bu diyarda ne hâle

gelir, hesap et!

Şu (Mistik) mefhumu, ne esrarlı bir otomobildir ki, kimse onu kullanmaktan

âciz olduğunu itiraf etmeksizin, herkes içine atlıyor, var kuvvetiyle gaza

basıyor; ve hiçbir işaret memuru görmemiş kargaşalıklar caddesinde, mânâ

tenezzülüne çıkıyor:

- Filân adam (mistik), falan değil, filân görüş (Mistik) olamaz; falan telâkki

(Mistik)tir.

Bir de, (Mistik) delâleti üzerinde düşülen müşterek hatâ, onun din softalığı

mânâsında alınmasıdır. (Mistik), aslında dinlerden çıkma bir mefhum olduğu

hâlde, felsefenin elinde müşahhas mevzuundan ayırt edilmiş,, herhangi bir

mevzua tatbiki kabil, hususî bir düşünce ve duygu tarzı olarak

sistemleştirilmiştir. Allaha inanan ve inanmayan iki adam, felsefe ölçüsiyle.

aynı zamanda (Mistik) olabilir. Adamına göre, inanan (Mistik) değildir de,

inanmayan, (Mistik)dir. Meselâ, büyük ve dindar şair Mehmet Akif, (Mistik)

değil; fakat küçük ve dinsiz şair Ahmet Kutsî (Mistik)dir.

Namütenahi derin ve seyyaliyetli bir tarif seciyesi olan (Mistik) görüşü, ilmî

bir öz hâlinde tarife çalışayım; dinle dostum:

Herhangi bir şeyi, bir maddeyi, bir hadiseyi, onu saran aklî kanunlar dışında

tefsir etmek, onlarda birer içyüz aramak, delâletlerinde gizli bir müessir

sırrı bulmak; işte (Mistik) görüş...

Bu bakımdan, dinin sadece aklî plânında kalanlar, asla (Mistik) değildir. Zira

onlar, düpedüz bir hakikatin, düpedüz tebliğcileri vaziyetindedir. Herhangi

bir dinsiz de, (mistik) mefhumunun anası olan din çerçevesinin dışında,

herhangi bir madde veya hâdiseyi, o madde ve hâdisenin maverasına ait bir

tefsir tarzına bağlayınca (Mistik) olur.

Kaydetmeğe bile değmez ki, en gerçek (Mistik), topyekûn kâinatın maverasına

ait mihrak hakikat olan ilâhî mânânın müncezibidir. Yâni perdenin arkasındaki

ışığı gören ve ona tutulan...

Fransız filozofu (Bergson) "Din ve Ahlâkın İki Kaynağı" isimli eserinde, büyük

kudretin yalnız (Mistik) görüşten fışkırdığını belirtir. Zira (Mistik) görüş,

maddeyi aşmak, eşya ve hâdiselerin gizli kaynağına ulaşmak hamlesidir.

Demek ki, mücerret mânâda (Mistik), şu veya bu mevzua bağlı olmak gibi bir

kat'iyet ve muayyeniyetten uzak, içine herşeyi ve her mevzuu alabilecek bir

görüş ve duyuş tarzı... Onun içindir ki, bir yerde (Mistik) bir tefekkür ve

tahassüs edası görür görmez, hemen sormalıdır:

- Bu mücerret (Mistik)teki müşahhas hedef ve gaye nedir?

O da size cevap verir:

- Dinî, yahut içtimaî, veya millî, hayır sadece insanî, yahut da hepsini

birden içine alan bir (Mistik)...

Dostum, benim dostum!..

İşin hazin tarafı, bâzı fikir tulumbacılarının, (Mistik)le, fodlacı yobazı

aynı şey zannetmesidir.

Ha, dur, sana şu (Mistik) tefekkür ve tahassüs tarzının günümüzdeki kıymet

derecesine ait birkaç lâf edeyim:

Artık ayan beyan bir vakıa olmaya başlamıştır ki, günümüzün genç adam

örnekleri, tamamiyle ruhçu ve bütün hedefleriyle materyalizmaya zıt bir inanma

ihtiyaciyle cayır cayır yanmaktadır. Bunu binbir alâmetten,anlıyoruz. Bu hâl,

senin için. yâni dünyayı ruhçu zaviyeden görenler için. misilsiz bir beşaret

haberidir. Genç adam, dünya kıyametinin içinde ve doğmak üzere bulunan

dünyanın eşiğinde, ilk (Kozmos) çizgilerini müjdeleyen kafasını, ruhçu ve

milliyetçi (Mistik) anlayışın elmaslarıyla yontmağa başladı. Üzerinde hiçbir

zaman ve mekânda tam ve hâlis bir murakabe kurulamayan ve dünyanın dört

bucağından gelme tesirlere karşı canevi açıkta bırakılan genç adam, bugün,

içindeki hâlisler kütlesiyle, ezbersiz ve yapmacıksız, rehbersiz ve delilsiz,

kendi kendine kıymetler muhasebesini neticelendirmiş, safını bulmuş ve yolunu

seçmiş görünüyor.

Bir zamanlar Babıâli caddesinin gaflet karanlığında, kaldırım fareleri gibi

koşan fikir müstahzaratçısı şairlerle, (broşürcü)ler bu müdafaasız genci misil

istismara kalktılar, hatırlamalıyız. Artık paydos!

Bu zaferin sahipleri, daha dün hokkabaz düdükleri içinde sesleri boğulmak

istenen ve (bay Mistik) diye anılan bîr kaç kalem sahibidir. Güneşin doğuşu

ile batışı arasındaki 12 saatlik devreye hiçbir zaman razı olmıyan (bay

Mistik), özlediği İstikbâle kavuşmak üzeredir.

Senin ne olduğuna, sizin ne olduğunuza gelince, bunu (Mistik) kelimesi gibi,

âdi, züppe ve orta malı bir mefhum âleti asla tercüme edemez. Nasıl ki,

Kandilli'de sahilhâne sahibi Fransız (Kontu)nun salonunda süs için bir köşeye

atılmış işlemeli seccade, ele alındığı kadro ve üslûp içinde kendi öz mânâsını

haber vermekten mümkün olduğu kadar uzaktır.

Sen, benim dostum, sadece müslümansın; ve bütün duygu ve düşünce feyzini İslâm

ruhunun kaynağı olan Tasavvufdan almaktasın; hepsi bu kadar!..

(1944)

DEVRİLEN AİAÇ

Dön de bak, dedi, bana Tanrıkulu, şu ağaca bak! Ve üzerinde düşün! Düşün ki,

güzel ve sonsuz tabiatta, büyüklüğü, erginliği, olgunluğu, tek kelimeyle

kemâli, ondan daha iyi gösterecek bir örnek bulunamaz.

Ağaç, madde ve ruh gibi, herşeyin bir dış ve bir iç yüzünü, toprak üstünde ve

toprak altında, gür ve dolaşık varlığiyle çizgi ve biçime sokmuş bir remzdir.

Yapraklarının kıldan ince damarlarını daha kalın bir sapta birleştiren, sonra

bütün bu sapları birer dala bağlıyan. bütün bu dalları derece derece daha iri

dallara iliştiren, daha sonra bütün bu daha iri dalları tek ve ana bir gövdede

düğümliyen ağaç; en sonra toprağın içine dalıp karanlık ve esrarlı bir kök

âleminde tekrar kollara ayrılan, halattan ipe, ipten sicime, sicimden ipliğe,

her kola gittikçe daha ince başka kollara bölünen, her başka kolu, gözün

göremiyeceği ve hesabın tutamıyacağı inceliklere ulaşan, muhite doğru

namütenahi dağınık ve çok, merkeze doğru namütenahi toplu ve tek, bir şahsiyet

muvazenesinin ne eşsiz örgüsüdür.

İnsanoğlu, dünyaya ayak bastığı gündenberi ağaç, onun gözünde çözülmez bir

bilmecedir. Kışın her tarafı dökülür. Esrarlı istikametleri gösteren

dallariyle çırçıplak ve kupkuru, bekler, O zaman, o bir çekmece gibi

kapalıdır. Çok geçmeden bu çekmecenin kapağı aralanır. İçinde sakladığı cevher

görünmeye başlar. İğne ucu kadar ince mesamelerinden yeşil yapraklar fışkırır.

Tabiatın en girift nakışlarını çerçeveliyen çiçeklerle donanır.

Fakat, o, henüz eserini vermiş değildir. Bütün bunlar, gelmek üzere bulunan

bir eserin şenliği... Nitekim biraz sonra çiçekler dökülmüş, yapraklar eskimiş

ve dallarda birer kandil gibi ışık saçan yemişler belirmiştir. Bu yemişler,

her biri bir ağaçtan gelen ve her biri içinde birer ağaç gizliyen bu yemişler,

açlık ve susuzluğa göklerin indirdiği çarelerdir. Açlık ve susuzluğu

dindirmekse fantazyadan çıkmak, ezelî ve ebedî derde ilâç olmak değil midir?

Biraz sonra, o yine yapraklarını dökecek, gene yalçın bir çekmece hâlinde

kupkuru kalacak, korkunç istikametleri gösteren kemik parmaklara benzer

dallariyle kaskatı donacak ve daldığı rüya içinde yeni verimi, rahimde bir

çocuk gibi gelişecektir.

Böylece her mevsim devrini tekrarlıyan ağaç, dipsiz gökleri dolduran alemlerin

ahenkli ve inzibatlı devirleri altında, büyük varlık orkestrasının vahdet ve

sonsuzluğu hikâye eden, derin ve sıcak birinci kemanını andırır. Ağaç

insanlara neler öğretmedi? En eski dillerde iyilik, fenalık ve bilgi ağaçları

birer düstur oldu. En eski çağlarda, geniş alınlı ve kıvırcık sakallı düşünce

adamları onun altında toplandılar. Zaten insanoğlunun dünyaya düşüşünü

anlatan, Şeytan ve Kadın unsurları yanında, yasak meyvayı yetiştiren Ağaç

nedir?

Ağaç, bize, dünyaya geldiğimiz günden bugüne kadar içimizi dolduran anlama ve

araştırma hırsının ana- somyası biçiminde görünüyor. Gözlerimiz ona daldığı

zaman, garip bir (rönsgen) ışığı altında, ruhumuzun bin bir kollu iskeletini

görmüş gibi ürperiyoruz. Sanki bu fevkalâde şahsiyetin hendesesındeki nizamla,

içinde Allahin sırları yatan ruhumuzun hasret çektiği nizam arasında gizli bir

anlaşma seziyoruz.

Bak, dedi, bana Tanrıkulu, şu ağaca bak! Ve üzerinde düşün!

Ağaç, bir plândır; bir İnsanın, bir ailenin, bir zümrenin, bir cemiyetin ve

bütün varlığın iç ve nizam dâvasını, madde üzerinde düğüm düğüm örgüleştirmiş,

şekilleştirmiş bir plân...

Tohum, kök, gövde, dal, yaprak, tomurcuk ve yemiş... Herşey bunlar arasındaki

ahengi anlamak ve kurmağa bağlıdır.

Sonra Tanrıkulu, birdenbire doğruldu, gözlerini alabildiğine açtı, hiç de

âdeti olmayan bir tarzda ânî ve keskin bir heyecana düşercesine dikildi; ve

kısık kısık, acı acı fısıldadı:

- Ağacın ne olduğunu anladın! Ağaçlar arasında en mükemmeli insan ve

cemiyettir. Şimdi de başını tabiattan çevir, tarihe, bizim tarihimize döndür

ve bak! Orada, koca bir ağacı, dört asırdır, balta üstüne balta, yalnız yere

devirmek, toprağa sermek ve belirttiği büyük vahdet ve nizam ölçüsünü kurutmak

için çalışanları göreceksin!..

(1944)

AHLAK DÂVAMIZ

Tanrıkulu, bugün, ne güzel ve muvazeneli bir öfke içinde:

- Bir ses kütlesinin âzamisi, maddî mânâda en ağır ses hamulesinin vahidi ve

derecesi nedir, bilmiyorum; bileyim veya bilmiyeyim; vatanımın en yüksek

noktasına çıkıp seslerin en yükseğiyle şöyle haykırmak ihtiyacındayım: "Bütün

mes'elelerimiz bir tarafa!!! Bizim dâvamız tek!!! Ahlâkımız!!! Söyleyin,

gösterin, belirtin; bütün hayat ve faaliyet şubelerimizde bağlı olduğumuz

ahlâk kökünün ismi nedir??? Biz hangi ahlâka bağlıyız?? Ve kuruttuğumuz

köklere karşı, bugünkü ruh ağacımızın, (dalları bastı kiraz) şeklinde, içi

kurt dolu yemişlerle yüklü olduğunu görüyor muyuz??? Görüyorsak ne

duruyoruz??? Duruyorsak ne umuyoruz??? Suratımıza bir takım teselli pudraları

sürerken, ruhumuzun tâ İçinden yanıp kül olduğumuzu, hangi yılın, hangi

mevsimin, hangi ayında, hangi gün, saat kaçta anlıyacağız??? Ne güzel

söylüyor:

- Lâfın gerçeği: Dâvaları, idarî, içtimaî, iktisadî, sınaî, ilmî, siyasî,

edebî, beledî, sıhhî, istediğimiz kadar sınıflara ayırabiliriz. Fakat biz,

şimdilik, buna benzer dâvalardan hiç birine muhatap olmak ehliyetinde değiliz.

Bizim bir tek dâvamız olmak gerektir: Ahlâkî dâva!!! Söylüyor:

- Ruh ve ahlâk, herhangi bir fayda mevzuunda, insan iradesini hayra yöneltecek

tek müessir olduğuna göre, bu ana müessir üzerinde herhangi bir inhiraf, artık

başka şubelerdeki inhirafların o şubelere mahsus çerçeveler içinde

düzeltilmesini imkânsız kılar. Beni anlıyor musun? Meselâ balmumundan yapılmış

bir heykel topyekûn erirken, o heykelin kayan burnunu, düşen gözünü, çarpılan

ağzını ve kopan kolunu ayrı ayrı, müstakil olarak düzeltmeğe kalkmaktan birşey

çıkmaz. Heykelde, bütün bu unsurların tecelli zemini olan topyekûn ruh ve

ahlâk dâvası bütünleşmeden, herhangi bir İdarî, içtimaî, iktisadî, sınaî,

ilmî, siyasî, edebî, beledî, sıhhî ve daha bilmem kaç türlü dâvayı mevziî

çerçevelerde hal ve fasletmeğe kalkmak; biraz evvel işaret ettiğim gibi vebalı

bir hastanın dudağındaki çatlaklara (pomat) sürmekten farksız olur. Söylüyor:

- Müthiş ve muazzam ahlâk dâvamızı şube şube ele almadan; ve Ardahan'daki

çobandan, İstanbul'da Kaf-dağı mahallesinde, Fildişi Kule sokağında oturan

mustarip ve bezgin münevvere kadar herkesin kucaklıyabileceği müşahhas bir

plâna dökmeden evvel, mes'eleye sadece umumî ve terkibi bir teşhis koyalım:

Bir kadına, bir eve, bir manzaraya, bir gazeteye, terkibî gözle, topyekûn

bakar bakmaz aldığımız intiba gibi, kendi kendimize bir bakışta hemen

kestiririz ki, biz şu ânda, ahlâk zaviyesinden bedahetlerin bedaheti hâlinde

fışkıran bir iflâs panayırı arzediyoruz. Okyanuslarda, altından suların

birdenbire çekildiği bir gemi; işte bizim ruh ve ahlâk manzaramız... Bir

zamanlar Okyanuslarda batan (Titanik) gemisinde olduğu gibi. yolcuların çoğu

bu geminin kamaralarında ve salonlarında, tam bir zevk ve sala şuursuzluğu

İçinde yuvarlanırken, güvertede, bir iki muztarip ve münzevî müşahedeci,

vaziyeti görmektedir: "Sular, altımızdan yıldırım hiziyle çekiliyor!!! Bir

saniye sonra kumların ve kayaların üstündeyiz.'!!" Söylüyor:

- Vaziyet hakkında muayene ve müşahedelerimizi iki usûle istinat

ettirebiliriz. Biri, olmiyanı göstermek ve olmaya davet etmek... Öbürü, olanı

görmek... Olmayan, olması gerekirken, mevcut bulunmayan şeylerin manzumesi...

Bu da, her (rejim)in, her şeyden evvel tesisine mecbur olduğu, bütün, tamam,

eksiksiz, tezatsız bir ahlâk telâkkisi... Ve ayrıca, bütün cemiyetin, topyekûn

ruhunu teşkil eden mukaddesatın istinat ettiği iman ve mefkure zemini... İşte

bizde olmıyan şey... Olmadığını göstermek ve olmaya davet etmek zorunda

olduğumuz şey... Soralım:

- "İnkılâbımızın; misilsiz bir kurtuluş hamlesine dayanan inkılâbımızın, bize

gösterebileceği, bütün, tamam, eksiksiz ve tezatsiz bir ahlâk telâkkisi var

mıdır? Varsa nedir? Bunun kitabı, Örgüsü, kanunu an'anesi, tatbik sahası

nerededir? Ve ayrıca, bügün cemiyetin topyekûn ruhunu teşkil eden mukaddesatın

dayandığı iman ve mefkure zeminimiz üstünde neler var, yahut neler yok?

Bütün cemiyetin topyekûn ruhunu teşkil eden mukaddesatın dayandığı iman ve

mefkure zeminimiz üstünde nelerin yok olduğunu saymaya, nefes, kuvvet, zaman,

hiçbir şey yetişmez. Fakat nelerin var olduğunu, bir kaç kelime taslağı içinde

belirtebilirim. Müthiş bir başıboşluk, imansızlık, nizamsızlık, şüphe, inkâr,

sara ihtilâçları, nebatî ve hayvanı sahada tam bir insiyakîlik ve nefsanîlik;

işte bu...

Ve şöyle bitiriyor:

- Ben sana ne dedim? Bizim ne idarî, ne içtimaî, ne iktisadî, ne sınaî, ne

ilmî, ne siyasî, ne edebî, ne beledî, ne sıhhî, ne filân, ne falan bir dâvamız

var; dâvamız bir, ahlâkî!!!

Ve bütün vatan halkını, gece yarısı, donla ve gömlekle evinden fırlayıp

meydanlarda toplanmaya davet eden bir dehşet edâsiyle bu mevzu ele

alınmadıkça, kurtuluşumuzun müzakere usûlü dahi bilinmemiş olacaktır.

Sana bu işin bir tarihçesini çizeceğim!..

(1944)

O TARİHÇE

Sordum:

- Kaskatı bir teşhis ve apaydınlık bir vuzuh... Onun için kısa kısa ve apaçık

cevap verir misiniz bana?

- Kısa kısa ve apaçık sor, kısa kısa ve apaçık cevap vereyim!

- Türk cemiyetinde ahlâk, en bozuk ânını yaşıyor. Öyle mi?

- Türk cemiyetinde ahlâk, bu cemiyetin kendisini bildiği ândan bugüne kadar,

hiçbir mislini ve benzerini görmediği, hattâ göremiyeceği şekilde en bozuk

ânını yaşıyor!

- Ahlâkımız ne zamandanberi bozulmaya başladı?

- Kemâl ve haşmet devrimizden sonra... Eşya ve hâdiselere, zaman ve mekâna

tahakküm kudretini kaybetmeğe başladığımız ândan başlayarak...

- Bunu maddî tarih ölçüsiyle tâyin edemez misiniz?

- Kanunî Sultan Süleyman'dan sonra diyebilirim.

- Sükût, ânî. tepeden inme mi oldu?

- Hayır! Gayet tedricî...

- Bunun merhalelerini göstermek ister misiniz?

- Kolaylıkla... Tam 4 merhale... Birincisi çok uzun. ikincisi uzunca, üçüncüsü

ve dördüncüsü çok kısa dört çığır...

- Bu merhaleler?

- Birinci merhale, gerileme devrimizin başından, yâni Sarı Selim'den Tanzimata

kadar sürer. İkincisi, Tanzimattan Meşrutiyete, üçüncüsü, Meşrutiyetten

Cumhuriyete; dördüncüsü de Cumhuriyetten bugüne kadar...

- Sükût farkları, devreler arasında gittikçe daha büyük bir mikyas mı

belirtiyor?

- Tam mânâsiyle... Yuvarlanan bir cisimde, gittikçe artması tabiî olan hız

gibi...

- öyleyse, içtimaî illet ve mesuliyeti, ilk devrede mi bulmamız icap ediyor?

- Hayır! İlletin başlangıcı ilk devrede olmakla beraber, öbür devreleri illeti

önlemek yerine ona yenilerini ilâve etmiş; böylece, her devrenin illete

kattığı yeni müessirler müstesna, sebep geriye doğru halkalanırken, üstüste

katılan müessirlerin yeniliği ve büyüklüğü yüzünden de ileriye doğru

kesifleşmeye başlamıştır.

- Demek ki, mesuliyet böylece, maziden hâle doğru gelmek yerine, hâlden maziye

doğru gidiyor.

- Tamam! Fakat maziye doğru gittikçe, daima daha hafif, daha masum, fakat

kuvvetli başlangıç mesuliyetleri bularak...

- İlk merhaledeki, ani kemâl ve huşmel devrimizi takip eden Tanzimata kadar

gelen sükût çığırımızdaki ahlâk bozukluğunun sebebi ve içyüzü nedir'?

- Aşkımızı, vecdimizi kaybetmeğe başlamış olmamız...

- Anlayamadım; lütfen izah eder misiniz?

- Islami ruh ve ideolocya, sâf bir aşk ve berrak bir vecd olmaktan çıkıp,

üstünde ham ve kaba softa (ipini üretecek şekilde donmaya, kabuk tutmaya

başlayınca, ortada, ruh yerine, yobazların şahsî ve keyif tefsirlerine kurban,

ölü kalıplardan başka bırşey kalmadı. Böylece (suret-i hak) perdesi altında

harekete geçen nefsânîlik, ruhumuza ilk zaaf tohumlarını ekmeğe başladı.

- Teşhisinizi biraz daha genişletir misiniz?

- Tarihimizin her devrinde korkunç bir yokluk temsil eden büyük Türk

mütefekkirinin, büyük ve şahsî Türk filozofunun meydana gelmeyişi yüzünden,

İslâmî ruh ve ideolocya, büyük fütuhat hamleleri geçer geçmez, yeni

tefsirlere, yeni nefs muhasebelerine, yeni heyecan ve hamlelere, bilhassa

sabit ve devamlı bir (Site - Medine) mefkuresine ulaştırılamadı. O sıralarda

(Rönesans - Yeniden doğuş) ismiyle doğan Batının, madde âlemi üzerindeki,

idrâk ve ihata hakkına yabancı, hattâ düşman bir edâ içinde tereddi çığırımız

açılmış oldu. Bu çığırın kahramanı ham ve kaba softa, ahlâkın temeli olan aşk,

imân, fedakârlık ve nizam seciyemizi kör bir nefsânîliğe çevirdi; ve din

bayrağı altında dinin ruhu tahrip edilirken, ahlâkımızın kaynağı

bulundırılmaya başladı.

- Gösterdiğiniz sebeplere dayanan ilk ahlâk sükûtumuz, o devirde hemen bütün

cemiyeti sarmaya başladı mı?

Hayır! İlk ahlâk sükûtumuz, yalnız saray, hükümet, idare mekanizması ve orduya

münhasır zümre çerçevelerinde patlak verdi; ve bundan Türk ailesi, evi, Türk

köyü, yâni Türk cemiyet protoplazması, uzun müddet mâsun kaldı. Zira bu

cemiyet, ahlâk ve hassasiyetini İslâm ruhundan almış ve onu, başlıca

mukaddesatı hâlinde, kendisiyle idare mekanizması arasındaki tezada rağmen

asırlarca devam ettirmiştir.

- Teşhisinizi biraz daha ilerletemez misiniz?

- İşi geniş bir tahlil ve teşhise dökecek olursak, dâvamızı neticelendirmek

için, günler değil, yıllar bile az gelir. Fakat sana, Kanunî Sultan Süleyman'a

kadar süren hakikî nizam ve imân devrimizle, bunu takip eden duraklama ve

gerileme devrimizin ahlâkları arasında birer müşahhas örnek verebilirim:

Ağzını şaraba değdiren ilk padişah, Yıldırım Bayezid'e, bir câmiin açılış

merasiminde, beraberindeki din mümessili, "Cami güzel amma yanında bir meyhane

eksik!.." diyecek kadar cesur, saf, samimî, dürüst, mefkûreci, yâni

ahlâklıdır. Bir devir sonra, aynı din mümessileri, padişahların, paşaların ve

kendilerini nebatî ve hayvani içgüdülerine göre her türlü fetvayı vermekten,

böylelikle din adına dini yıkmaktan çekinmezler. Nizam ve imân devrimizde Türk

hükümdarlarını, Allah'ın gölgesi şeklinde, mukaddes bir mânâ plânında gören,

itaat ve terbiye heykeli yeniçeri, bir devre sonra, ıslahatçı padişahı Genç

Osman'ın baldırlarını çimdikleyip ona bir (oğlan) muamelesi yapacak kadar

aşağılasın Hulâsa, bütün aşkı, vecdi, nizam ve fedakârlık duygusuyla bir imân

sisteminin ateşi, gizli gizli kabuk bağlamış; yalnız ölü kalıpların nefsanî

simsarı ham ve kaba softa tipi, zaman ve mekâna hâkim olarak, İslâm ahlâkının

ferd ve aile köklerine sığınan cevherini devlet ve idare plânında iflâs

ettirmiştir.

- Devam buyurun, devam buyurun!

Bu dâvayı gelecek karşılaşmamızda bitiririz.

(1943)

İlk devredeki ahlâk zaafımızın kaynağını anladım;

vvecd ve aşk zaafı, böylece meydanın ham ve kaba softaya açılışı... Artık

başsız ve rehbersiz kalan Türk cemiyeti, içinden bir türlü büyük ve hâlis

mütefekkirini fışkirdatamadan, iç ve dış müessirlerin tokatları altında şaldan

ve her türlü nefs muhasebesi imkânından mahrum, Tanzimata kadar sürüklenir.

- Ya ikinci merhale?., Tanzimati takip eden devre?..

- Bu merhalede, büsbütün yılmış ve apışmış, bütün irâde ve benliğimizi

kaybetmiş olarak Garbın, hiçbir tekevvün sırrına ermeden, yalnız dış cevreden

körükörüne taklitçiliği hengâmesine gireriz. Fikrî kıymeti bu kadarcık olan

bir devrenin ahlâkından ne beklersin? Artık devlet ve idare manzumesindeki

ahlâk bozukluğu, tam bir ruh zelzelesinin neticesi hâlinde, mutlaktı. Şair

Ziya Paşa ve Namık Kemâl, bu devlet ve idare ahlâkının, tam bir şuur ve nefs

muhasebesine bağlanamamasını çekerler. İrtikâp, rüşvet, hırsızlık, hafiyelik,

iltimas, nizam ve ölçü nefreti, kendini küçük ve mahkûm görme ukdesi, hile ve

riya dehası, tatlı canını ve aziz menfaatini koruma insiyaki, oluruna bağlama,

telif-i beyn" ve "idare-i maslahat" mizacı hâlinde billûrlaşan bu ahlâk,

Tanzimat efendisinin evi ve dairesi ve daha binbir şey arasında tam bir tezat

ifadesiyle her ân biraz daha kabararak Meşrutiyete kadar emekliye emekliye

gelir.

- Ya Meşrutiyetten sonrası?..

- Meşrutiyetten sonrası felâket... Artık ahlâk düşüklüğü, Türk ferd ve aile

plânında, benliğimizin en mahrem maktalarına kadar yol aramaya koyulur. Bu

devirde ahlâk düşüklüğümüz, sadece hükümet ve idare manzumesinde zümrevî[ bir

daire teşkil etmekten çıkar; bütün milleti içine alari umumî ve içtimaî bir

hacim kazanmaya doğru gider. Devlet ve idare ölçüsü bakımından rehbersiz ve

başsız Türk ailesi, kendi içinde itiyadı olarak körü körüne devam eden İslâm

ahlâkının artık âile kadrosunda harap olmaya başladığına şahittir. Zira

Tanzimattan beri satıh taklitçiliği artık yeni, şahsiyetsiz ve köksüz

nesillerini yetiştirmiş, hayata atmış; bu nesiller de Türk ailesi içinde,

büyük baba ve oğul arasında müthiş bir tezat manzarası heykelleştirmeğe

başlamıştır. Artık Türk ailesi içinde, zincirleme olarak elden ele teslim

edilecek hiçbir ruh ve an'ane mirası kalmamıştır. Bîr aile içinde herkes

birbirine yabancı ve küskündür. Herkesin tahlil edemeden sezdiği şey, imânı ve

ahlâkiyle bütün bir dünyanın battığı, yerine hiçbir dünyanın getirilemediği,

satıh ve deri üstünde binbir cünbüşe rağmen her şeyin kuru bir teselliden

ibaret olduğudur. Ortada inkılâp adına, inkılâp kelimesinden başka hiçbir şey

yoktur. Daha birçok kof kelime ve tam bir iş ve hakikat yabancılığı... Ahlâk

sükûtumuzun artık bir felâket İstidadını kazanmaya başladığı bu merhalede

başlıca müessir ve mesul, Avrupaya en kötü ve kokmuş taraflariyle imrenen

taklitçi züppe tipi, onun sabun köpüğünden edebiyatı; ve (Hareket Ordusu)nun

arkasından İstanbul'u istilâ eden ve Şişli muhitlerini kıran Selanik

kibarlarıdır.

- Birinci Dünya Harbine ne buyurulur?

-Birinci Dünya Harbi, bütün dünya imân ve ahlâkının, bütün dünya muvazenesinin

altını üstüne getiren bir müessir oldu. Bu arada, daima olduğu gibi, hâlis

mütefekkirine kavuşamadan, belki saf ve temiz, fakat son derece bön ve sathî

birkaç hareket mefkûrecisinin elinde bu ateşe atılan Türk cemiyeti, iç ve dış

muhasebe bakımlarından o türlü bir harmana geldi ki, asırlık hâdiselerin bir

ânda hesabını vermeğe mecbur kaldı: Maddî ve ruhî iflâs tehlikesi!.. Topyekûn

mekân ve zaman plânından tasfiye edilmek zoru!.. Bu korkunun (Araf) devresini

yaşadığımız Mütareke yıllarında İstanbul'a akın eden Beyaz Ruslar, bugünkü

korkunç fuhuş kasırgamızın ilk dalgasını körükledi.

- Derken İstiklâl Savaşımız başlıyor, değil mi?

- Evet! İstiklâl Savaşımız, gerçekten birkaç asırlık bir hesabın yekûnu

hâlinde, mekân plânından tasfiye edilmemiz için üzerimize yürüyen cellât

hamlesine karşı millî bir şahlanmadır. Bu şahlanmanın mücerret mânâsında, her

şeyini kaybettikten sonra, fezada mekân işgal etme hakkını da kaybeden bir

milletin, ruhunu ve maddesini kuşatıcı binbir hastalığa rağmen ölmemek,

yaşamak, sağ kalmak irâdesi vardır. Bu irâde, Türk milletinin, geçirdiği ölüm

buhranlarına rağmen, ruhunun köşesinde nasıl bir kudret ve miras sakladığına

işarettir. İstiklâl Savaşımızda, ölmemek iradesiyle şahlandık; bizden

esirgenen mekân hakkını geriye aldık; savaş içinde, bir ân için, böyle bir

hamlenin gerektirdiği aşk, fedakârlık, vazife ve nizam ahlâkından örnekler

gösterdik; fakat mekân hakkı zaptedilip de iş bu mekânı zamanla, yâni fikirle

doldurmaya gelince, iş, tepesi taklak gitmeğe başladı. İşte Cumhuriyet

devresi, dördüncü merhale, budur! İş, tepesi taklak gitmeğe başladı; zira yara

eski ve tedbir aksinedir. Cumhuriyet devresi, öbür devrelere nisbetle çok daha

ileri, daha cesur ıslahçılık hamlelerine girişmiş olmasına rağmen, nihayet

Garbın daha ileri, daha kat'î, fakat daima satıh üstü kopyacısı kalmak

an'anesini değiştirememiştir; ve İstiklâl Mücadelesinin şahsiyetiyle eş;

yeppyeni bir ideolocya ve ahlâk telâkkisinden mahrumdur. Cumhuriyetin ham ve

kaba softayı, bütün iş ve söz hakkiyle birlikte tasfiye etmesi gibi ancak din

adına olmak şartiyle en aziz ve faydalı bir teşebbüsüne karşılık, cemiyetle

onun saf imân ve ahlâk kaynağı arasına çektiği manialar, ruh ve ahlâk

buhranımızı zirveleştirmiş oldu. Artık Türk ailesini ve Türk cemiyet

protoplazmasını sulayamaz hâle gelen ahlâk kaynağımız büsbütün kurumaya yüz

tuttu; buna mukabîl yeni bir ahlâk bina edilemedi; Türk inkılâbı, yeni bir

ahlâk telâkkisi gibi bir borçtan nefsini muaf saydı. Aksine, inkılâbın müdür

kadrosunda bâzı, unsurlar, şahsî ahlâklariyle, iyi misal teşkil etmekten uzak

kaldılar. Içki, kumar, fuhuş, menfaat hırsı, dalkavukluk, samimiyetsizlik,

adamını kayırmak gibi menfi hâller modaları, Üç katlı Türk evi, üst katta 80

yaşındaki büyük hanımın ağlaya ağlaya namaz kıldığı, orta katta 40 yaşındaki

hanımefendinin âşıkları ve ahbaplariyle (poker) oynadığı, alt katta 18

yaşındaki küçük beyin (Sving) âhengiyle tepindiğî garip bir tezat ve

uygunsuzluk sergisi hâline geldi. Başıboşluk, mektep ve terbiye sahalarından

sokak ve meydanlara kadar hiçbir mania tedbirine çarpmadan gelişti. Ahlâk

sükûtu, büyük şehirlerden küçük kasabalara ve oralardan köylere kadar

dağılarak, saffet ve ulviyet heykeli Anadolu köylüsünün de ruhunu

gölgelendirmeğe başladı. Ve nihayet İkinci dünya Harbinin korkunç iktisadî ve

ruhî şartları sökün edince kâbus ve efsane çapına kadar ulaştı.

- Eyyy, sonraaa???

- Sonrası, sonra!!!

(1943)

EDEBİYATTA EDEP

Türk san'at ve fikir hayatında ahlâk bozukluğu "Edebiyat-ı Cedide"den sonra

başlar. Tanzimattan evvelkilerde ve hemen sonrakilerde ahlâk yerindedir. Şu

kadar ki, Tanzimattan evvelkilerde, ahlâk, bir telâkki ve şuur mihrakına bağlı

bulunurken, Tanzimattan hemen sonrakilerde, şuuru gevşemiş bir devam ve itiyat

ifade eder. Bir tren ki, lokomotifi bozulmuş, fakat ilk hıziyle, kör topal,

yürümekte...

Tanzimattan evvelki Türk fikir ve san'at adamı, dünyasının bütün kanunlarına

malik olduğu kadar, ahlâkına da sahipti. Tanzimat ve tanzimat sonrası san'at

ve fikir adamında ise, eski dünyanın zihin yapısı yıkılmaya yüz tuttuğu hâlde,

ruh yapısı yerinde kalmış ve tesirleri göze görünmez bir plânda Birinci Dünya

Harbine yakın senelere kadar ulaşmıştır.

Tevfik Fikret, hayatının sonlarına doğru, fikir bakımından en büyük

aksülâmelini hep İslâm dinine karşı göstermesine ve Allahı inkâr etmesine

rağmen, his bakımından ailesinden aldığı İslâmî ahlâk terbiyesine bilmeden

sadık kalmış ve dogma'larını inkâr ettiği bir kaynağın, farkında olmadan

ahlâkını taşımıştır. Bu, tuhaf bir tezat ifadesidir ve henüz kimsenin gözüne

çarpmamıştır. Tevfik Fikret'teki garplı tesir, koyu bir İslâm familyasından

gelen çocuğun ruhunda, eskiden mevcut "bir terbiye Temeline dayalıdır. Yoksa

bir garp cemiyeti içinde doğup yetişmeden ve garplı bir ailenin hassasiyet

havasında yuğrulmadan veya bu havanın kendi memleketinde ocağını kurmadan garp

ahlâkına tevarüs mümkün değildir. İlmine, fennine tevarüs belki...

İşte bir şiir cücesi, fakat bir ahlâk devi tanınmış bir şaire, bütün

hakaretlerine rağmen hâlâ sermaye veren feyizli kaynak!.,

Evet, Türk san'at ve fikir hayatında, "Edebiyat-ı Cedide" sonlarına kadar

devamına şahit olduğumuz ahlâkî bütünlük, eski cemiyetin bellibaşlı bir fikir

ve imân mihrakı önünde sahip olduğu ahlâk artıklarıdır ki, o günlere kadar

gizli gizli sürüp gelmiş ve bu ahlâkı doğuran şuur çürümeye yüz tutunca ve bir

ahlâk kurmaya muktedir yeni bir şuurla yerini değiştiremeyince içtimaî bir

tazyikin İfadesi olarak birdenbire patlak vermiş ve gelen nesillerde acıklı

bir ahlâk bozukluğu hâlinde kendini göstermiştir.

"Edebiyat-ı Cedide"nin birbirini tutmak, birbirini sevmek, yaşlıya saygı,

gence şefkat, ustaya bağlılık kıymetleriyle tecelli eden san'at ahlâkı, hemen

bir nesil sonra derhal tersine dönmüş ve hiçbir miyar sahibi olmadan,

birbirini yemek, birbirinden iğrenmek, yaşlıyı tezyif, genci tahkir ve ustaya

isyan insiyaklarına çevrilmiştir.

"Edebiyat-ı Cedide" devrinden sonra gelmiş ve birer üstad tanınmış iki şair

tipi vardır ki- Ahmet Haşim ve Yahya Kemâl- istidatları belki de evvelkilerden

üstün olduğu hâlde sırf yeni bir san'at ve dünya görüşüne çıkamamak ve sürüp

gelen itiyadî ve hazırlop ahlâkı da devam ettirememek yüzünden, en kudretli

hırsları birbirini tepelemek, en büyük (sentez)leri birbirini iplâl etmek ve

en canlı tesirleri gençlere birbirini çekiştirmeyi ve beğenmemeyi Öğretmekten

ileri varmamıştır.

Her biri dudağında yeni bir san'at sırrı taşıdığını vehmettiren bu (Sfenks)

edalı iki şaire:

- Bize birbirimizi çekiştirmekten ve beğenmemekten başka ne öğrettiniz?

Diye sorulsa, acaba birinin ruhu, öbürünün de maddesi ne cevap verebilir?

Bu iki şairden sonra, bu âna kadar gelen kademeler ve şahıslar da, yine aynı

fikirsizlik ve ahlâksızlığın parlak örnekleri... Geçmiş günlerle her türlü

alâkayı zayıflatmışlar, gelecek günlere ait hiçbir yeni alâkaya

kavuşamamışlardır. Mukaddes an'aneler zincirinden tamamiyle sıyrılmışlar,

nefslerinden veya nesillerinden itibaren devamına talip oldukları yeni bir

an'ane zinciri Örmek ihtiyacına düşmemişlerdir. Her mes'eleyi daima aynı hazin

istihza ve bezginlik meşrebi içinde ele almışlar ve korkunç bir hiçlik ve

yokluk boşluğunda horlıyan nefslerini bir put gibi azizleştırmek

istemişlerdir.

Dâvayı şu noktada mihraklaştırabiliriz: İntikâl hâlinde bir cemiyetle beraber

intikal hâlinde bir san'at, kendi dünya ve kanunlarını bina edemeyince, fikrî

ve ruhî her türlü kıymet iflâsının topyekûn panayırını kurmuştur.

Ahlâk zaafımızın tarihi, fikir zaafımızın tarihinden biraz sonra başlamıştır.

(1944)

FİKİR AHLÂKIMIZ

Sana, san'at ve fikir ahlâkımızdan tam 15 madde göstereyim:

Birinci madde:

Kendimizden başka herkes hakkında peşin hükmümüz:

"Başkasından bir şey çıkamaz!" Gözümüze ne çarparsa çarpsın; eser, kitap,

hamle, hareket, tavır, edâ, herşey karşısında hemen bu gözlüğü takarız. Ve

gördüğümüze göre değil, gözlüğümüze göre teşhisimizi yapıştırırız:

"Metelik etmez! Aşşağının bayağısı! Kötü!" Zira, asıl ölçü merkezi,

dudaklarımızda değil, kalbimizdedir:

"Başkasından birşey çıkamaz!"

Bir inanmayış ki, tersinden bir inanış olarak ifade edilse, inkâr

softalıklarının en kabası şeklinde meydana çıkar.

Okumayı, anlamayı, dinlemeyi, duymayı, bakmayı, görmeyi, elemeyi, bulmayı,

denemeyi, bilmeyi, hâsılı birinden birşey ummayı aptallık sayarız. O evvelden

mahkûmdur. Sevimli olması, hattâ dehâsını tasdik ettirebilmesi için tek çare.

yazması, çizmesi, konuşması, davranması değil, susması ve huzurumuzda el pençe

divan, silinip gitmesidir. Eğer dâvasında ısrar eder, karşımıza her çıkışında

aynı fikir ıztırabının kasvetli suratını takınır, aynı şeyi birkaç kere

tekrarlarsa ismi hazırdır:

"Deli!"

Bir adamı, bir iddiayı, bir ifadeyi, bir tezahürü, bir hamlede kavrıyan ve

bellibaşlı unsurlara irca edip, ya hemen ve topyekûn iptal, yahut hemen ve

topyekûn alâka işareti veren keskin sezişlerin hakkı inkâr edilebilir mi hiç?

Fakat kaynağı fikrî olan o sezişle, kaynağı ahlâkî olan bu inkâr ediş

arasında, çöl arslaniyle (bonmarşe) arslanı farkı var.

İnkârlarımız, vicdanımızda bir görüş ve ölçü kutbunun itici ve çekici

hükümlerine değil, ahlâk bozukluğu yasamızın "Başkasından birşey çıkamaz!"

hükmüne dayanır.

İkinci madde:

Ustayı, bizi doğuran ve yetiştiren tesiri red ve iptal temayülümüz...

Yıkık bahçe duvarının en yüksek başına çıkıp, caka ve şatafat içinde körpe

kanatlarını çırpan, İlk ötüş tecrübesi yapan delikanlı horozlar gibi, her

piliç kalem, piliçlikten horozluğa doğru nefsanî bir bulûğ humması geçirir

geçirmez, tesirinden doğduğu adamı, yâni ustasını red ve iptal temayülüne

düşer:

' Ö, ö, ö, ööoöööü! Meydan bizimdir! O da yok, bu da yok, şu da yok! İşte

san'at ve fikir güneşi bizimle doğuyor! Ne dün var, ne yarın! Ö, ö, ö,

ööööööü!"

Bu zamana kadar şahidi olduğumuz nesil kavgalarının bütün kıstas değeri bundan

ibaret...

Halbuki red ve iptal hakkı, tasdik ve imân borcuyla yanyana, son derece ulvî

bir nefs muhasebesinden doğar. Onun sahibi, yatağına oturur, başını iki dizi

arasında sıkıştırır, kendi içine ve dışına dalar, daldıkça dalar. Mazisi ve

istikbaliyle, dostu ve düşmaniyle, ustası ve çırağiyle hesap görür. Kendisine

ve başkasına ne borçludur. Kendisinden ve başkasından ne alacaklıdır, hangi

ruhî ve içtimaî şartların mirasıdır, hangi ruhî ve içtimaî miras

hazırlamaktadır, nihayet taşırdığı veya içinde kaybolduğu maddî ve manevî

hadler nelerdir; düşünür, düşünür oğlu düşünür. Sonra ebedî ve esasi bir

kıymet ölçüsüne varır ve artık dilediği gibi red ve iptal eder.

Bizde bütün bu ıztırablı işler yok; aksine, gıdıklanan insanların, üzerlerine

bir el uzanır uzanmaz ürkek bir hareket yapmaları gibi, menfi bir ihtibâsın

insiyakı ifadesi hâlinde, ustayı, tesirinden doğduğu adamı, aile ve an'aneyi

red ve iptal etme temayülü vardır.

Buna, astar tarafından giyilen elbiseler tarzında, tesir altından çıkmanın

değil, ters cephesiyle tesir altında inlemenin misali derler!

Üçüncü madde:

"Zekâ, istihzadır!" telâkkimiz...

Zekâ... İlâhî nimetlerin en büyüklerinden biri... İlk insandan beri, zekâya

kötü ve lüzumsuz bir şey göziyle bakan kimse çıkmadı. Onu, bütün devirler

boyunca bütün insanlık ister, sever ve beğenir. Âlâ!..

Zekâ, her işte olduğu gibi belki istihzada da vardır. Belki birkaç kuvvetli

kalem bunun şuur ve misalini de vermiştir. Fakat ne yapalım ki, bu hâdise de

ayağa düşer ve ebedî istismara yol açar. Böylece zekâ, ismine lâtife dediğimiz

incelikle, istihza dediğimiz kabalık arasında, her istikamete çekilmesi mümkün

bir ok gibi şaşırır kalır. İstihzayı zekânın su içtiği tek çeşme sananlar, bu

çeşmedeki musluğun kaç türlü çevrilişi olduğunu, her çevrilişte nasıl bir

kıvam teşekkül ettiğini, her kıvamın kaç mânâ taşıdığını bilmedikleri için, bu

musluğu bir hamal gibi açarlar, bir hamal gibi alay ederler. Neticede bu

hareket, bellibaşlı bir fikir ve duyguya sahib bir ruhun gizlediği kıymet

hükmünü, onun peçeli sitemini ihtar eden zarafetli bir oyun olmaktan çıkar.

Her moda şey gibi, kolaylığa, kabalığa, bayağılığa, fenalığa kaçar.

Bizim istihzamız da bu soydandır ve ismi zekâdır! Onun içindir ki, bizde

arkadaşını en iyi tahlil eden, onunla en iyi alay edendir sanılmıştır. Ve yine

onun içindir ki bütün fikir ve sanat piyasamız, kâbuslarda bile rastlanamaz

cehennem tasvirleriyle dolu bir resim sergisidir:

Çekirge vücudu üzerinde at kafası taşıyan romancılar... Semiz bir domuz gibi

burnu yerde, süprüntüleri bile karnına çekercesine dolaşan şairler... Akşam

üstü bilmem hangi pastacıda bir kurabiye yedikten ve gece tatlı bir rüya

gördükten sonra sabahleyin müthiş bir sefahat yaptığını ilân eden

mütefekkirler... (Frak) giymiş tahtakurularına benziyen âlimler... Ve daha

neler, neler, neler...

Dördüncü madde:

Kıskançlık... Yüzümüzün, merhemsiz, sargısız, peçesiz çıbanı... Bir taşın

üzerine çıkıp:

"Kıskanıyorum!!!"

Diye avaz avaz bağırmamak ve tepim tepim tepinmemek şartiyle kıskançlığın

bütün tezahürleri mubah sayılır.

Mahalle aralarında, kıskançlık yüzünden, hiçbir kurşuncu ve üfürükçünün deva

bulamadığı esrarlı hastalıklarla eriyen genç kızlar, bizim misallerimiz

-karşısında iffet ve saffet örnekleri...

"Kıskançlık nedir?" diye bir de Tasavvuf adamlarına soralım:

"Ruhumuza ait öyle bir maraz ki, başka her İlletin çaresi var, onun yok..."

Sokaktan geçen bir kadına bir erkek, nihayet bir sihre kapıldığı ve buna

kapılmaktan nefsini alıkoyamadığı için bakar. Ya bir kadın, başka bir kadına

nasıl bakar, dikkât ettin mi? Aynı cinsten şeylerin birbirlerine üstünlük

göziyle bakışları korkunçtur. Kadının kadına, köpeğin köpeğe, sahte imamın

sahte imama, 63 numaralı vapurun 71 numaralı vapura, muharririn muharrire

bakışı, vesaire vesaire...

Doğmıyacak bir günün şafağında eserini kaleme almaya niyetli bir müstakbel

dehâ tanıyorum ki, en iyi dostu diye andığı bir muharririn güya muvaffakiyet

kazanmış bir eserini, baştan başa aleyhinde bulunarak Avrupada tedavide

bulunan karısına göndermiş, karısı da eseri, son sahifesine tek bir kelime

ekleyip kocasına iade etmişti:

"Kıskanma!"

Yarı yoldan ziyade kıymete yakın, yarı yoldan ziyade şahsiyetsizliğe uzak bir

adam mısınız?

Yazı yazmayınız, eserinizi; yazmamak etmeyiniz, niyetinizi; konuşmayınız,

talâkatinizi; susmayınız, temkininizi; sevinmeyiniz, neş'enizi; ıztırap

çekmeyiniz, tahammülünüzü; giyinmeyiniz, elbisenizi; soyunmayınız, vücudunuzu;

iş sahibi olmayınız, nüfuzunuzu; işinizden atılmayınız, kahramanlığınızı; ve

elinizdeyse yaşamayınız herşeyinizi; ve yine elinizdeyse ölmeyiniz; kefeninizi

kıskanırlar!

Tanrıkulu, yüzünde fevkalâde rahatsız bir tebessüm, sustu. Bahsinin yükü

omuzlarına çökmüş gibiydi.

- Devam buyurun, devam buyurun! Diye haykırmaktan kendimi alamadım:

- Devam buyurun! Kurtarıcı teşhis sizin bu sözlerinizde...

- Bekle, dedi, bu mevzuun kasveti altında bunalmamak için biraz nefes alalım

ve ciğerlerimizdeki havayı yenileyelim. Sonra gene (otopsi)mize devam ederiz.

Beşinci madde:

Karşılıklı meddahlık...

Pazarlıkların en sefili tarzında açığa vurulmuş bir düstur... Utanmadan,

sıkılmadan, çekinmeden söylerler:

- Beni medhedeni ben de medhederim!

Bir gün, şair tanınmış bir zat bana demişti ki:

- Bu, böyle! Beni medhetmeyeni methedemem! Medhin yolu, lisandaki kaba medih

kelimelerini,

. herhangi birisi hakkında ulu orta kullanmaktır. Yoksa o kelimelerin bir

araya getirilmesiyle kurulacak bir görüş terkibi, bir fikir dizisi

düşünülemez. Zahmete ne hacet! Kelimelerin kendi kendilerine taşıdığı âdi ve

başıboş delâletler kâfidir:

Büyük, güzel, parlak, yüksek, derin, keskin... Ve dolayısiyle büyük şair,

güzel eser, parlak buluş, yüksek düşünce, derin duygu, keskin cümle...

Çakıl taşları kadar bol ve ucuz olan bu kelimelerden biriyle okşanmış bir

yazıcı, onlardan biniyle mukabele eder. Karşılıklı medih kurnasına otururlar.

Yağlı ve pırtık papellere benzeyen kelimelerle dolu kurnanın pis suyunu

birbirinin başından dökerler. Su, aktığı yerde toplanıp tekrar musluklar

vasıtasiyle kurnaya iade edilir ve oradan tekrar başlara ve tekrar yere ve

tekrar...

Her ayağa göre potinlerin bile ayrı numaraları varken, medihçi, en mes'ul

kıymet sıfatlariyle şahıslar arasındaki tenasüp derecesini asla göstermez.

Muhteşem kâinat tenasübü ortasında, körlerin en bahtsızı olduğundan habersiz,

biricik iş yasası olarak yalnız aldığını vermeğe memur iğrenç değiş tokuşundan

başka da sanat kanunu tanımaz.

Altıncı madde:

Birbirini çekiştirmek...

Birbirini hatırlamak kadar tabiî... Ruhlarımızda, birbirimizi hatırlayıcı

başka hiçbir bağ, hiçbir tedai merkezi kalmamıştır.

Çok defa, çekiştirilen adam, çekiştirenlerin arasına birdenbire düşer. O zaman

baş çekiştiricinin, kurbanına her zamankinden daha saygılı yer gösterişi,

"Buyurunuz!" deyişi, arka sıvazlayışı görülecek manzaradır! Ya dinleyiciler? O

tebessümler, gözlerinin içinde kısmak istedikleri ışıklar, büyük boyunlarının

yarı mahzun, yarı sinsi edası?..

Samimiyetsizliğin bu efsanevî haddini hiçbir insanlık devri görmedi.

Fakat, çekiştirildiğinden bahsettiğimiz bu yeni geleni bir mazlum sanmayınız!

Ona bu kadar tedbirle yer veren çekiştirici biraz sonra gidecek ve daha köşeyi

dönmeden yeni gelenin numarası başlıyacaktır.

Yine aynı meclis, yine ayni suratlar, ayni tebessümler, aynı hareketlerle inip

çıkan kafalar, gözlerin içinde kısılmak istenen ışıklar, bükük boyunların

herşeyi kabul ve herşeyi inkâra ezelden karar vermiş edası...

Yeni gelen, beş dakika evvel ittifakla cahildi; hayır, siz şimdi asıl gidenin

ne nisbette cahil olduğunu öğrenin!... Reylerde ittifak... Kim demiş ki yeni

gelen, filân dosta falan hulûsu çaktığı için filân köşeyi aldı; ah, siz asıl

gidenin, falan dosta, filân tavassutu yaptığı için falan teşebbüste nasıl

muvaffak olduğunu bilseniz!... Reylerde ittifak...

Haysiyetsizliğin bu efsanevî haddini hiçbir insanlık devri görmedi.

Yedinci madde:

Dedikodu...

Kasımpaşalı Pembâmm, iki büklüm, bastonunu karnına dayamış, büsbütün yere

serileceği günü bekliyen ahşap evin cumbasından, yanındaki cumbaya fısıldar:

- Gözlerimle gördüm ayol... Bahçenin tahtaperdesinden baktım da gördüm. Tam

dört tane bakır sahanı (Eskiler alayım)cıya yok pahasına satıp rüküş rüküş

çarşıya gitti, Dönüşte, koltuğunda boy boy, renk renk, paketler...

Bu ruhu, bütün hayvanîliğiyle san'at ve fikir dünyamıza tatbik edebilirsiniz.

Dedikodu çekiştirmeden farklıdır. Dedikodu yapan, bahsettiği şahsın lehinde

mi, aleyhinde mi belli değildir. O yalnız, kahramanca havadis verir. hükmü ya

yoktur, yahut verdiği havadisin sarhoşluğu altında bu noktayı belli etmez.

Dedikodu yapan ve" onu dinliyenler, tamamiyle ölü ve karanlıktadır. Yaşıyan ve

aydınlıkta gezen, dedikodusu yapılandır. Sanki herkes, lâmbaları söndürülmüş

bir odada çepçevre oturmuş... Ortaya bilinmedik bir merkezden sihirli bir ışık

huzmesi düşüyor. Bu ışık huzmesinin döşeme üstündeki dairesinde, bir tiyatro

sahnesi halinde, dedikodusu yapılan şahıs hayretle seyredilmekte... Öbürleri

hep karanlıkta, hep silik, hep namevcut... Ona gelince, potinini çıkarışından,

geceliğini giymesine, dişindeki çürüklerden, ciğerindeki lekelere, astarındaki

yeniklerden, cüzdanındaki kargacık burgacıklara kadar, herşeyi. ne korkunç bir

alâka öksesi!...

Şahsiyetsizlik ve kifayetsizliğin şaşmaz markası, dedikodu kabiliyetidir.

Sekizinci madde:

Saygısızlık...

Heveskâr, kendisinden bir evvelkini, tesiri altında görünmesin diye saymaz.

Üstad, kendisinden bir sonrakini, inkarcısı ve iptâlcisi bildiği için saymaz.

Aynı çağdan dostlar, dostluk cıvıklıktır sandıklarından dolayı birbirlerini

saymazlar. Âdeta saygı, yalnız enayilerde görülen bir nevi tavır ve hareket

kekemeliği halindedir. Zamanenin terazisine ve dirhemlerine, davul tozu ve

minare gölgesi kadar uzak bir nesne...

Karşılaşan iki kişi arasında beş dakikalık bir zaman, ikisinin de cılk bir

lâubalilik çamurunda, boğazlarına kadar batması için kâfidir. Yüz göz olmak...

Netice budur! Yüz göz olmaksa, karşılıklı iki şahsiyet aynasının birbirinde

parçalanması değil midir? Artık, arada, ne zap-tedilecek bir hayâl, ne

pırıldatılacak bir ışık, ne hendese-leştirilecek bir mesafe, ne de aranacak

bir sır... Sadece iki tarafın da birbirini harcadığı, ölü ve "basit" ve

karanlık bir "galiz"; hepsi bu...

Aşksızlığın, imansızlığın, ölçüsüzlüğün sefaletini ifşada, saygı eksikliği, ne

hassas bir barometredir! Gidasız kalınca kendi kendisini sömüren mideler gibi,

aşksız ve imansız ruhlar, ulvî kıymetlendirmelerden mahrum kalır kalmaz,

kendilerini ve muhataplarını; her türlü şahsiyet nakışlarını yiyen bir

lâubalilik kezzabında eritmekten başka çare bulamıyor ki...

Dokuzuncu madde:

(Disiplin), yâni zapturapt nefreti...

Kelimesini bile kullanmıya gelmez. Hemen, suratlarına duman üflenmiş kediler

gibi yüzlerini buruşturur, döner, giderler.

(Disiplin), her oluşun, toprak altında pişe pişe elmas olmaya giden kömürden,

kalb içinde pişe pişe insan olmaya giden nâtık hayvana kadar her oluşun, üstün

hakikate karşı teslimiyet sırrını gizleyici başlıca usûl şartıdır. Onun

büsbütün olmadığı yerde hiçbir oluş tasavvur etmiye imkân yok... Mide

gurultusunun meydana gelmesi için bile asgarî bir (disiplin) ölçüsüne ihtiyaç

vardır. Kaldı ki, bütün eserleriyle insanî tecellinin meydana gelebilmesi

için...

(Disiplin) şiirini anlıyabilecek adam, dâvanın en üstün cephesi olarak, kendi

kendini (Disiplin) altına alabilecek olandır. Yâni Büyük Cihadın namzetleri...

Büyük Cihat, milyonluk orduların, milyonluk ordularla boğuşması değil, tek

kişinin kendi nefsiyle savaşması... Kendi nefsine zorlayacağı (Disiplin) ile

beraber, başkasının zorlayacağı her türlü (Disiplin)den kaçanların, yangın

yerindeki bir arsada, dört ayağı havada, keyifli keyifli eşelenen sanki hür

bir merkepten farkları yoktur.

Safkan atlar hemen başlarını teslim ederken, mayalarında eşeklik olanlara,

(Disiplin) yular gibi görünür. Bir türlü taktırmazlar. Ve tekme, çifte,

anırma, zıplama, eşelenme içinde, ortalığı toz dumana boğarlar. Manzaramız

budur.

Onuncu madde:

(Bohem)lik; türkçesi serserilik... (Bar) kadını nasıl kendisi için "Ben fahişe

değilim!" gibilerden "Ben artistim!" derse, genç sanatkâr da, içindeki

ipsizlik ve sapsızlık temayülünün tesellisini şu (klişe)de bulmuştur:

- (Bohem)im ben! Yaşasın (bohem)lik!

Batıdan, hususiyle Fransadan gelme bir tesir... "Sanatkâr, başıboş, yersiz,

yurtsuz, hercaî, İlcaî, dilediği yerden rastgele uçan garip bir kuştur!"

zehabının kurduğu ve işlettiği ocak...

(Bohem)lik, bizde, 1918 Mütarekesi nesillerinden başlar; en had devrelerini o

sıralarda yaşar, müzminleşe müzminleşe bugüne kadar gelir. (Edebiyat-ı Cedide)

devrinin (Tavukpazarı şairi) sözü, o zamanki (Bohem)lik temayülüne karşı bir

teşhistir.

(Bohem)lik bizde, birkaç Avrupalıda olduğu gibi, sanatkârın, içinde yaşadığı

cemiyetten hoşnutsuzluğunu, cemiyetin hal ve istikbaline itimatsızlığını,

cemiyetini kendi kıymetleri peşinden çekememek mahkûmiyeti altında, onun

çizdiği hayat kalıpları dışına çıkışını, hülâsa ulvî bir inzivaya çekilişini

temsil etmez. Serseriliği, intibaksızlığı, intizamsızlığı, tek kelimeyle ruh

tefessühünü belirtir.

(Bohem)lik, fırtına yaklaşırken boynuz boynuza veren hayvan sürüleri gibi,

çökmiye ve kokmıya başlamış cemiyetlerde, tehlike habercisi miskin cücelerin

kurduğu panayırdır.

Onbirinci madde:

Nükte hastalığı...

Allah'ın, zaman, mekân, şekil, renk, istikamet, mefhum, berşeyden münezzeh

mutlak vücudunu, hoca, bütün had ve kayıtlardan tecride çalışarak şöyle der:

- Burada değil, orada değil, şurada değil, hiçbir yerde değil...

Ve Bektaşi, bu ifadeye karşı hemen şu alçak nükteyi konduruverir:

- Şuna yok deyip çıksana işin içinden!

Dünyada hiçbir örnek, nüktenin, moda tabiriyle (espri)nin, yolunu kaybettiği

zaman nereye kadar gidebileceğini bu kuvvetle belirtemez. Tek başına, nükte,

başıboş nükte, her hâdisede bir püf noktası arayan nükte; kuru ve sefil

mantığın, kuru ve sefil istismar çerçevesine serdiği birkaç kuru ve sefil

ipucundan faydalanıp en büyük hakikati bile nasıl idama hazır bir nesnedir,

görünüz!

İşte günün nükte hastalığı, hak veya bâtıl, her türlü nizam çilesine düşman

öyle suikastçıdır ki, hemen her şahsın cebine yerleştirdiği miskin kestane

fişekleriyle, nerede bir fikir örgüsü bulursa onu delmek, yırtmak,

patlatmaktan başka heves gütmez.

İlim, fen, sanat, siyaset, daha bilmem ne adamlarımız, mesleklerinde emek ve

çile istiyen kitaplık ceht sahibi olmak yerine, tembellik ve çürüklükten başka

sermayesi olmıyan tek kelimelik ve cümlelik nükte perendecileridir. Onun

içindir ki, ortalık, hangi cephesinden bakılsa namütenahi bir mimarî arzedici

büyük hakikatin lif lif çizgilerini arayan ve aradıkça kendi terkibinin

küçüklüğünden utanan mahzun çehreli (dâva) ve (usûl) kahramanlariyle değil;

her gerçeği bir sapan taşına kurban eden, kurban ettikçe de kör nefsini

pöhpöhliyen (tekerleme) ve (el çabukluğu) şaklabanlariyle doludur.

Hak ve hakikat kutbuna bağlı bir mizacın, arada bir, biber ve hardal gibi

nadir bir lezzet kaygısiyle yerli yerine oturtacağı, sınır tanıyan nükteleri

bulsaydık başımıza koyardık! Ne yapalım ki, nükte hastaları, hardal ve biber

nev'inden eşyayı, hem de taklidi ve âdisi olmak şartiyle, bir yemek içinde

değil, yemek yerine, tencere ve karavanayla önümüze sürenlerdir.

On ikinci madde:

İlim sahtekârlığı...

Fransızca, tek ciltlik bir hâs isimler lügati... Felsefe, iktisat, tarih,

politika, edebiyat, hangi soydansa ona ait tek formalık ve fihrist bilgisine

mahsus bir kitapçık... Ve sonra, nihayeti Fransızca (isme), (que), (iste),

(ie) edatla-riyle biten kelimelerden doldurduğu, ıstılah bohçası bir defter...

Bundan sonra, sanat ve fikir piyasamızdan buram buram tüten ilim sahtekârlığı

marsıklarından biri olmamız için birşey daha lâzımdır:

Müthiş bir hayâsızlık... Hepsi bu kadar!.. Şimdi aşağıdaki tâbirleri,

sonlarına birer ölü ifade, fakat güya canlı bir iddia ilâve ederek kullanınız;

(Mistisizm) dâvasında... (Poetik) isbat etmiştir ki... (Ümanist)

araştırmalar... (İdeoloji) noksanı...

(Mistisizm) diye bir dâva yoktur!.. (Poetik) hiçbir şey isbat etmez!..

(Ümanist), herhangi bir araştırmanın değil, (Rönesans) devrine ait bellibaşlı

bir iş zümresinin ismidir!.. (İdeoloji) noksanı olmaz; her inanılan şeyin bir

(İdeoloji)si olur, (İdeoloji) olmayınca inanılan şey yok demektir.

Bunlara aldırmayın!.. Zira kullandığınız tâbirler, incisi düşmüş istiridye

kabuklarıdır. Bu tâbirlerin marsık dumanı altında iç yüzünüz gizli kalıyor ya,

siz ona bakın! Herkes sizi tâbirlerinizin karanlık peçesi sayesinde âlim

sanacak, böylece sizin cehlinizle beraber ilmin öz haysiyeti de gözden nihan

olacak, yâni güme gidecektir.

Garbın her sahada tanınmış isimlerine izafetle "filân diyor ki, falana

göre...".diye ilim satanların, bazan bu adamlar namına lâf uydurduklarına bile

şahidim!

Çilesi çekilmiyen bilgilerin (kerrat cetveli) tarzında ezbercileri, yücelerin

yücesi ve uluların ulusu bir zata ait tâbirle, kitap yüklü bir merkepten

farklı değilken, bütün yükü bir buçuk cilt, bir defter, bir de müthiş bir

hayâsızlıktan ibaret bir merkebin halini düşünün!..

On üçüncü madde:

Hatır ve hayâle gelebilecek bütün nevileri ve aletleriyle düpedüz hırsızlık...

İlim, görüş, fikir, hayâl, mevzu, buluş hırsızlığı... Bir hırsızlık ki, malın,

aşırıldığı kaynaktan ziyade, satıldığı zümrenin hakkını berhava etmekte...

Hikayeci, her gün bir hikâye yetiştireceği gazeteye, yabancı dillerin

hikâyelerini, sadece hâs isimlerini türkçe-ye çevirerek, dayar, Fıkracı, bir

zamanlar memlekete bol bol akın eden Avrupa gazetelerini bulamazsa, Balkan

gazetelerindeki fıkraların teşbihlerini, buluşlarını, bilgi unsurlarını

sömürüp pidesini mayalaştırır. Mizahçı, nerede bîr tekerleme görürse onu malı

zanneden, alenî bir paçavra toplayıcısıdır. Kitapçı veya mecmuacının, çocuk

edebiyatı adına bütün neşrettikleri, resimlerine kadar ayniyle kopya edilmiş,

yalnız kaynakları bildirilmemiş Avrupa örnekleridir. Üç beş filozofun

gömleğinden parçalar kopararak yamalı bohçasına diken âlim, artık bütün

aidiyet ve mülkiyetlerin iflâs ettiği bir kargaşalık kadrosunda, sanki eserini

vermiş olmak gibi bir eda sahibidir. Ve nihayet herkesin cesareti nispetinde

dağarcığını doldurduğu ve ne Şark, ne de Garp istikametinden takibe uğradığı

bu hengâmede, Garp eserlerini, serlevhası, mehazları, tertibi, tasnifi, iç ve

dış heyetiyle dilimize çevirip, adını, muharrir adı yerine oturtan misilsiz

açıkgözler, öyle ki, cesaretsizliklerinden mahcup birkaç nazireci,

kabahatlerinin ne olduğunu sormaktan ve bu hava içinde şahsiyetli bir eser

vermiye değip değmiyeceğini düşünmekten başka bir tavır sahibi değildir.

Temas halinde bulunduğumuz dünyalar arasında, nazirecilikten yola çıkıp kuru

taklitçilikte apışıp kalan, nihayet iktibasçılıkta da tutunamayıp doğrudan

doğruya posa hırsızlığına geçmek suretiyle herhangi bir cevheri

bünyeleştiremiyen halimiz ne hazin!.,.

Ruhun çalınamıyacağını, yalnız alınacağını; alınınca da şahsiyetli eser

verilmiye başlanacağını bilseydik, hiç bu sefalete düşer miydik?.,

Ve bütün bu kepazelik halleri arasında oyuncaklariyle oynayan çocuk gibi,

habersiz ve masum görünebilir miydik?

Ondördüncü madde:

Caizecilik...

- (Gök Gürültüsü) isimli bir mecmua çıkarmak İstiyorum! Nasıl ismi?

- Ne olacağını belli ediyor! Satabileceğini umuyor musun?

- Her sayıdan filân yer 300, falan yer de 500 tane alacak. Filân, filân, filân

yerlerden de sayı başına 200 liralık ilân... Masrafım zaten 200 lira... Tek

nüsha satmasam bile (abone)ler kârım... Bazı yerlerin, açıktan senelik vardım

tahsisatı da cabası... Ayda 1000 lira gelire para demiyeceğim!

Gerçekten ayda 1000 lira gelire para demiyecek olan yukarıdaki hesap, bu işin

yırtık esnafı, aşağılık bir zümreye aittir. Fakat işin zahirde masum

heveskârları da, filân yerin 300 ve falan yerin 500 (abone)sinden müstağni bir

kıymet ve revaç cevherine güvenebilmiş değildirler. Türkçesi caizecilik... En

iddialı, en küstah isimler altında, edebiyat ve fikriyat dedikleri bomboş

kadronun, mevhum, fakat mücerred itibar çığırtkanlığını yaparak koparılan

mangır...

Parayı isteyen de, veren de, bu itibara ne nisbette liyakat gösterildiği

üzerinde en küçük bir nefs muhasebesi yapmaz. Biri, burnunu yere sürtmüş bir

korkuluk tavriyle isterken, öbürü, bu vaziyeti kabul eden bir ağa sıfatiyle

toka eder. Böylece halis edebiyat ve fikriyatın, ne hakikî satış ve piyasa

kıymeti kalır, ne de kendisi; yani eser ve tesir kıymeti... Ve caizecilik

yoliyle, alanın da, verenin de elbirliği sayesinde, edebiyat ve fikriyat

adına, edebiyat ve fikriyatın köküne kibrit suyu dökülmüş olur.

On beşinci madde:

Dalkavukluk...

- Tıflı, bugün canım sıkılıyor!

- Niçin paşam?

- Dünyanın döndüğü hakikati canımı sıkıyor!

- Emredin bu hakikati değiştirsinler ve kitaplara ona göre yazsınlar! Dünya

bugünden itibaren dönmesin!

Şarka ait, Şarkın tefessüh devrine ait eski bir sıfat... Hattâ Şarklı,

Avrupalının tepesinden bakan zekâsiyle, bu tipi, menfi tarafından korkunç

zarafetlere kadar götürmüştür:

"Mümkün ola padişahım belki derya tutuşa"

Fakat onlar, bugünün dalkavukları değil; bugünküler, âşâr tahsildarları

derecesinde kaba, kefen soyucuları derecesinde kalbsizdir.

Görünmez kudretin himayesindeki zavallılara karşı en sert ve huşunetli bir

ahlâkın mümessileri, herhangi bir suretle herhangi bir kuvvetliye rast

gelince, en sert İnkıbazdan en yumuşak ishale, yani zalimlikten dalkavukluğa

geçerler.

Dalkavuk bir nevi uyuz kaşıyıcısıdır. O kaşır; ve sırtı kaşınanın yüzü, tatlı

bir gevşeklikle sarkar. Eski dalkavuk, bunu, gayet hünerli ve girift âletlere,

göze görünmeyerek yapar, böylece efendisinin kaşınan uzuvlarını ve kaşınma

ayıbını gizleyebilirdi. Bugün hem bu uzuvlar meydanda, hem de fiil açıktadır.

Saygı ve bağlılıkla bu işi nasıl birbirine karıştırabiliriz? Birinde aşk ve

fedakârlık vardır, Öbüründe korku ve tamah...

Bunlardan biri, sonsuz, kurtarıcı, aydınlık, ölmez gibi sıfatları, kalbinde, o

sıfatların kaynağı olan isimlere bağlarken; öbürü, yalnız dilinde, geçiciye

sonsuz, batırana kurtarıcı, karanlığa aydınlık, İaşeye ölmez vasfını

yakıştırır.

Daha bir çoğu var ya; hatırıma bir madde daha geldi:

Fikir hafiyeliği...

Günün takip modası kimin ve neyin üzerindeyse, fikir hafiyesinin gözü, yalnız

isim ve kabuk tarafından, o istikamettedir. Bir adam, bir sohbet, bir yazı,

bir mecmua, bir gazete, hülâsa bir fikir ve temayül hakkında, alâkalı

farzettiği, adamı olduğu iş ve makam sahiplerine haberler götürür, seciyeler

çizer, tefsirler yapar, teşhisler koyar.

Veyl, fikir hafeyisinin çizdiği dünyayı hakikî dünya diye kabul edecek iş ve

maktam sahibine!

Devrimiz, güya ruh ve vicdan mezhepleri olarak (izm) ve (ist) edatlarının her

cepheden ve her türlü havailik ve kalpazanlık tezahürlerine mihraktır.

(Komünizm - komünist), (Faşizm - Faşist), (Anarşizm - anarşist), (Klerikalizm

- klerikalist), (Rasizm - rasist) filân, falan...

Bütün bu ocakların mensupları, nisbet iddia ettikleri şeyin iç yüzüne ait

hiçbir şey bilmeye dursun; fikir hafiyesi, günün modasına göre birkaç isimden

ve onların telâffuz şeklinden başka hiçbir şey bilmez; ve zaten fazla birşey

bilip bilmediği meçhul olan iş ve makam sahibine

haber götürür:

- Bu adam (komünist)tir! Şu yazı (klerikalist)!... O, (faşist) bir ga'zete!..

Filân, etrafına (anarşist)lik yayıyor! Falanın gayesi. (rasist)lik!..

Bunlardan hiçbirinin, hakikatte kendilerinden ve ne olduklarından haberleri

yokken, fikir hafiyesinin de meselâ "Galata kulesi" diye haber verdiği

hakikatte "bostan kuyusu"; "Kıbrıs adası" diye işaret ettiği, hakikatte "Van

gölü"; ve "lüfer oltası" diye göze soktuğu, hakikatte

"şeytan uçurtması"dır.

Veyl, fikir hafiyesinin çizdiği harita üzerinde hareket emri verecek iş ve

makam sahibine!

(1945)

HOROZ DÖİÜŞÜ ve BABIÂLİ AHLÂKI

Bir horoz doğüşüne götürdüler beni. Ufak bir meydanda, horoz döğüşü merakının,

hususî bir külhanbeyi kisvesi altında toplandığı bir cemaat... Herkes yere

çömelmiş döğüşü bekliyordu. Arada bir, meydana bir horoz çıkartılıyor, horoz

kendisine hayranlıkla bakanlar arasında şöyle bir dolaşıyor, sonra kümesine

kapatılıyor, yenisi çıkartılıyordu. Döğüşten evvel yapılan bu merasim,

birbiriyle döğüşecek horozları seçmek ve seyirciler arasında kumarı

canlandırmak içindi. Fakat Allahım!.. Bu horozlar ne garip şeylerdi!..

Ben esasen horoz sevmem. O bana kahramanlık tavrı takınan bir sahte vekar

halinde görünür. Hilkat sanki onda, bayağı şatafatlar ve saltanatların ne

kadar âdi duracağına dair bir misal hazırlamıştır. Tavukları içinde dik

başiyle gezişi, tırnaklariyle kanadını ut çalar gibi sıyırıp çalımlar satışı,

sabah ezanında herkesten evvel uyandığını bir kaç bin kere haykırışı, bence

tam bir sahte vekarın tezahürleridir. Nitekim kendisinden biraz daha kuvvetli

bir horoz görünür görünmez, veya önünden bir insan, yahut bir çöp arabası

geçer geçmez tavuklardan evvel telâşlanışı, yaygarayı basışı ve dev

adımlariyle kaçışı, emin anlardaki yalancı çalımına uygun değil midir? Bunlar

her gün, her yerde rastladığımız tabiî horozlar... Fakat döğüş horozu âdi

horozdaki bu karakterin, her şeyi keyif ve menfaatlerine göre İstismar eden

ellerde, tam bir sisteme sokulmuş şaheserini temsil ediyordu.

Dediğim gibi, döğüş horozu olarak ilk defa gördüğüm bu hayvanlar ne garip

şeylerdi! Her birinin göğsünde, kel kafalardaki boşluklar gibi derilerinin

kırmızı çıplaklığını arzeden yoluntular vardı. Kiminin bir gözü akmış, kiminin

gagası kırılmış, kiminin bir kanadı kopuk... Horozun kibrit kutusu kadar

suratında bir güzellik var mıdır bilmem ama, tabiî horozlara nazaran döğüş

horozlarının yüzlerinde, eli bayraklı Kasımpaşa cadısının çirkinliği ve

yırtıklığı vardı. Yanımdakilere sordum;

- Neden bunların göğüsleri tüysüz? Kel kafalar gibi boş?

- Sahipleri bunlara her gün idman yaptırır. Yüksek bir duvara bir işkembe

asar. Günlerce horozu aç bıraktıktan sonra, gagalasın diye işkembenin Önüne

bırakır. Horoz işkembeye atılırken her defasında göğsü duvara çarpa çarpa

tüysüz kalır, sandalcı eli gibi pişer, nasır bağlar. Böylece horoz, rakibinin

darbelerine mukavemet edebilecek bir hale gelir.

- Ya bu düşmüş gagalar, kopmuş mahmuzlar, çıkmış gözler?.

- Onlar da bu zamana kadar yaptıkları kavgalardan aldıkları yaralar ve

hatıralardır.

Döğüş başladı. Aynı biçim ve çirkinlikte iki horoz karşılaştı. Boyunlarındaki

tek tük tüylerini kabartıp birbirinin üzerine atıldılar. Bir iki dakika

geçmemişti ki, ikisinin de yüzü kan içinde kaldı. Seyircilerden biri

bağırıyordu:

- Yaşa be Çil horozum... Bir tokat daha, bir tokat daha!

Ben horozları gagalariyle doğüşür sanırdım. Meğer bu ikinci bir silâhmış. Asıl

kuvvetli silâh ayaklariyle birbirlerine attıkları tekmelermiş. Erbabı bu

tekmelere tokat diyor. Tokat yiyen horozun taraftarı ise şöyle haykırıyordu:

- Sen de ona aşket! Sen de ona patlat! Yaşa, bir daha!... Göreyim seni Telli

Turna, bir daha, bir daha!

Halbuki Çil horoz da, Telli Turna da, ayni saadet veya felâkete namzet,

hakikatte aynı hırpalanışın sefaleti içinde, nöbetle birbirlerine tokatları

yağdırıyorlar ve ikisi de kan ve pıhtıya bulanmış, her an biraz daha kesilerek

sahiplerini memnun etmeye çalışıyorlardı. Nihayet Çil horroz mu, Telli Turna

mı, hangisi bilmiyorum, birdenbire kümes istikametinde, her halde ihtiyat

olarak alıkoyduğu bir kuvvetin yardimiyle kaçıverdi ve döğüş bitti. Meydanda

kalan Telli Turna veya Çil horoz, suratının delik deşik haliyle, gözlerinin

kenarından sarkmış kanlı deri parçalariyle, bir başka döğüşte ayni şeyin

başına gelebileceğinden habersiz, müstekreh bir sesle bir iki kere öttü.

Kendisine âşık sahibinin kolları arasında zafer meydanını terketti. Kaybeden

kumarbazlar mahzun mahzun ellerini ceplerine götürürken başka bir taraftarın

sesi duyuluyordu:

- Ah şu bizim horoz yok mu? Akşamları onu karşımıza alıp sahibiyle beraber

rakı içmek o kadar hoşumuza gider ki!...

İşte, eskiden ismine (Babıâli), şimdi de (Ankara caddesi) dediğimiz bu meydan,

bu cinsten horozları yetiştirmek hususunda, tahtakurulu evler, tifolu nehirler

ve sıtmalı bataklıklar gibi, bünyesini devamlı bir istiklâl içinde korumuş,

içtimaî bir mesuliyet taşır.

Horoz misalindeki mazur hayvancık, çıplak,-vahşi, iptidaî bir (Nefsi

Emmare)nin halis örneğini ve o hayvan etrafındaki gayretler de, bu (Nefsi

Emmare)nin kıymet hükümlerini ve piyasasını temsil etmez mi?

Türkiye'nin uzun zamanlar fikir ve edebiyat merkezliğini yapan bu meydanın

yegâne beğenilmiş ve en çok mürit kazanmış ananesi de, aynı hayvanı (Nefsi

Emmare)nin döğüş ve oyununu en iyi beceren tipleri bulmak, yetiştirmek ve

beslemek hususundaki tabiatine dayanır. Bir nevi yağlı derinin, bir nevi

böceği doğurmak ve beslemekteki hali gibi.

Bu tabiatı ona kimler aşıladı? Tarihi ne zamandan başlar? Bunları öğrenmeye ne

lüzum, ne de imkân vardır. Buna yeltenmek, Yeniçeri ordusunda ilk âsinin veya

İstanbul'da ilk külhanbeyinin kim olduğunu tetkike kalkışmak gibi mânâsız bir

tarih oyununa çıkar. Ömrü 40 - 50 senenin içine sığışsa da, ezel kadar başsız

bir kaynaktan gelip, ebed kadar sonsuz bir denize aktığı hissini veren bu

seciye deresinden, herhangi bir zaman ve herhangi bir mekânda alınacak bir

maşraba su, kimyagere, daima ayni maddeleri taşıyan bir rapor yazdıracaktır.

Fikir ve idrâk işkenceleri içinde kan ve tere batmış insan beyninin tek hırsı

olan hayat hamlesi ve meçhulü feth humması, orada yerini tek ve aziz bir

cevhere bırakmıştır.

Bu cevherin ismi (nefs)dir. Sabah kahvesini zamanında içmediği için evinin

içini alt üst eden ve komşusunun kılıcından, mahalle imamının sakalına kadar

tırnaklarını uzatmadığı yer bırakmayan kocakarı nefslerinden daha kaba bir

nefs... Şüphesiz ki (nefs)lerin de mütekâmil olanları vardır. İslâm

mutasavvıflarına göre (nefsi emmare)den (Nefsi Levvame)ye çıkan nefs, bu

ikinci kademede, kendini bir fikir ve bir telâkki tarzına isnat edebilecek

hale gelir. Fikirle (nefs) arasındaki sıkı ve karanlık bağları görmemek ne

mümkün? Fakat bir meşe kütüğü kadar sert ve çıplak olan (nefs)in ilk ve

hayvanı halini, üzerine bütün bir fikir sisteminin kabartmalarını çıkaracak

surette yontmak ve (nefs) kütüğünün bütün hırslarını, o (rölye)lerin hayâl ve

muhafazası yolunda sarfetmek ayrı bir iştir. Bu mânada (nefs)in fikir ve

imandan farkı azdır. Böyle bir (nefs) hüviyetin yapacağı döğüş ve kendisini

teklif etmekle varacağı netice, tehir, terzil, teşhis ve tanzife yarar ki, ona

can kurban... Onu kendimize, dostumuza ve herkese korkusuzca tavsiye

edebiliriz, bu iki (nefs) arasındaki farkı basit bir zekâ anlıyamaz.

Fakat ilk ve iptidaî mânasında (nefs), köpeğin kemiğine bağlı oluşu gibi,

hasis menfaatlerine, küçük tama-larına ve hayvani insiyaklarına mağlûptur. Hiç

bir muhasebesi, kendisiyle hiç bir ihtilâf ve dâvası olamaz. Kendisinden emin

ve hoşnuttur. Vicdan azabı duymaz; içinden ulvîliğe benzer bir ses geçmez;

endişe, kapısını çalmaz. Kafanın tek şerefi olan hicaptan ve kuvvetin ilk

şartı olan iffetten tamamiyle sıyrılmıştır. Pöhpöhlenişi var, kahramanlığı

yok; iddiası var, fikri yok; hilekârlığı var, sanatı yoktur; sanki Allah

nurundan mahrum ettiği bu bedbahtın içinin zindanını gayet rahat gösterip onu

teselli etmiştir.

İşte, Babıâli'nin döğüş horozu şeklinde şöhretini yapmış, parasını toparlamış

ve taraftarlarının;

- Yaşa benim Çilli horozum!

Nidalariyle mest olmuş olan bazı tipleri, bu neviden basit birer (nefs)

halinin mümessilleridir. Bu halleriyle kazandıkları muvaffakiyet, şiirleriyle,

hikayeleriyle, fikirleriyle, tenkitleriyle uyandırdıkları alâkadan çok daha

canlı olduğu için, pazıya kuvvet, bu müşterisi bol madeni işletirler. Böylece

hem muhitlerinin, kendilerinden evvel bu hususta bir tarih ve maziye malik

olan seciyesini beslemiş, hem de o seciye ile beslenmiş olurlar.

Bunlar hakikatte filân devirden günümüze kadar gelen bir zincirin hakir birer

halkası ve düşük yaratılışlar serisinin halis (prototip)leri oldukları halde,

açık gözlülükleri sayesinde kazanılmış 24 saatlik alâkaların fâni aynasında,

filân ve filân fikir sisteminin, filân ve filân sanat tarzının mümessileri

gibi görünürler. Bu, bilerek veya bilmeyerek en büyük yalanlarıdır. Her hangi

bir mezhep ismini taşıyan mefhum ister hak, ister batıl olsun, bunların

yanında bir haya ve namus temsil eder... Makine mühendisliği iddia eden bir

adamın tenekeci dükkânı işletmesi gibi, en büyük şiir heyecanını, yazdığı

hicviyelerde bulan şairler, en büyük tenkit zevkini, çalıştığı gazetenin yazı

müdürüne ait romanları, onlardan iğrenmesine mukabil 5 liraya methettiğini

söylemekte arayan münekkitler, en büyük nükte kabiliyetini ruhiyle de,

bedeniyle de temiz bir şairin kitabı vesilesiyle, (bu şairin elleri kirli)

demekte gösteren nüktebazlar, en yaman tahlil kuvvetini mahalle çocuklarını

bile tiksindirecek bir eda İle (bayım mistiktir amma pilâva da bayılır,

kızları da sıkıştırır, otomobile de biner) tasvirinde bulan ve kendi ifadesine

ve kendi kendisine (bir zümrenin toptan teşhiri) mükâfatını veren fıkracılar

ve daha buna benzer tiplerin kâffesi, bütün külçe ve bütün hacimleriyle

minicik bir ruhiyat kanununun çerçevesi içinde mahsus ve ondan öteleri hiç

düşünülmiyecek ve konuşulmıyacak insanî yüz karalarıdır. Bunların hiç

99

bir dâvaları yoktur. Sağ, sol. İleri, geri, bütün fikir sistemleri, bunlardaki

en kaba (nefs) gayretinin, en kaba peçesi hükmündedir. Zira her fikir

sisteminin ve her felsefenin bir ahlâk telâkkisi olmak lâzımdır. Hiç bir

yenilikleri de yoktur. Zira Babıâli ortasında yükselen çekişme, döğüş-me ve

söğüşme ehramına taşıdıkları (aşlardan çok daha büyüklerini taşımış

bahadırların birer hazin takipçisi ve mirasçısıdırlar. Kıskançlık ciğerlerini

basiller gibi yiyecek, kendilerini öldürmeye kendileri kâfi gelecek ve zaman

onları, bir daha anmamak suretiyle affedecektir.

Bu muhitte, fikir, şahsiyet ve yenilik sahibi olmanın tek çaresi, her şeyden

ve her fikirden evvel bu ahlâkı reddetmek, bu ananeyi parçalamak, bu zincirin

bir halkası olmaya tahammül etmemek ve (fikir)in izzetini, yeni bir ahlâk

telâkkisinin temiz perdesi üstünde aksettirici şartlar ve seciyeleri

Babıâli'ye aşılamak olacaktır.

(1946)

SÖZDE MÜNEVVER

Sözde münevver, hiçbir şeyin iç yüzünü bilmez, her şeyin posasını bilir. Sözde

münevverin ruhunu gördüğü tek bir şey, cesedini görmediği hiçbir şey yoktur.

Hakikat bir geyik ve sözde münevver bir avcıysa, bu avcının vurduğu avdan

yediği şey onun tırnaklarıyle boynuzlarıdır.

Avcı, geyiğin yüreğini, ciğerlerini, beynini ve böbreklerini işkembesiyle

barsaklarının içinde bırakarak İaşenin yanından uzaklaşır. Bu cevherli ve

canlı unsurların anlaşılmamaktaki kabahati nedir? Çünkü onlar derinin altında

ve gizlidir. Yürekle tırnak arasında bir de yumuşaklık ve katılık farkı

vardır. Sözde münevver, her şeyin sertiyle kabasını anlar. Onun hakikati "Ölü

ve kaba hakikattir. Onun bildiklerinden rasgele birkaç madde;

1 - Dünya yuvarlaktır.

2 - Yirminci Asırda insan hürdür.

3 - Musiki ruhun gıdasıdır.

4 - Fransız inkılâbı dünyanın en büyük inkılâbıdır.

5 - (Greta Garbo) da cinsî cazibe vardır.

6 - Edebiyat cemiyet içindir.

7 - Ey nurlu garp medeniyeti!..

8 - Amerikada demokrasya...

Ve arzı yuvarlak görebilmek için onu göz önünde ne kadar küçültmek lazımsa o

kadar küçültülmüş, cüceleştirilmiş mefhumlar:

Beşer, vatan, millet, halk, insan, hâkimiyet, hak, ahlâk, kanun... Bakisi bir

gramofon plâğı: Yaşasın hürriyet, müsavat, adalet, aman...

Öz hakikat, sözde münevverin bildiği hakikatin tersine daha yakındır:

1 - Dünyanın yuvarlaklığı, dünya hakkında en kaba, en bayağı malûmattır.

2 - İnsan Taş Devrinde hürdü. Yirminci Asırdaysa esir olmasında mahzur yoktur.

3 - Musiki ruhun gıdası olsaydı, dünya yabanî ruhların ördüğü bir devedikeni

tarlası değil, bir (orkide) bahçesi olurdu.

4 - Fransız inkılâbı dünyanın en küçük inkılâbıdır.

5 - (Greta Garbo)da cinsî cazibe gibi duran şey, tipik kadın aptallığıdır.

6 - Edebiyat cemiyetten başka her şey içindir.

7 - Ey karanlıkta yarasalar gibi kendisini duvardan duvara vuran Garp

medeniyeti!

8 - Amerika'da demokrasya veya veba...

Fikir, bir bal peteği gibi derin ve kudretli ferdin kafasındaki kovandan

alınıp bandrollu kutular içinde mektebe, gazeteye ve kahvehaneye sürüldüğü

dakikadan itibaren bu esrarlı macundan her yiyen sözde münevver olur. Fikrin

ondan sonraki ismi, yaftali hakikat ve malûmattır.

Yüzlerce, binlerce, milyonlarca sözde münevver, bu kuru malûmatı böbreğin kum

taşıması gibi beyinlerinde enterneden taşırlar.

İnsan kafasının sanatta, lâboratuvarda, yerde ve gökte aradığı şey bütün

insanlığa kepçe kepçe dağıtılmak için değil, bin senede yetişecek müstesna

insanın beyninde eriyip mucizeli bir iksir terkibi yapmak içindir.

Hakikatte iki hâlis ve şahsiyetli insan tipi vardır:

Bîri hiçbir şeyi bilmiyen köylü ve aşağı sınıf halk, öbürü her şeyi bilen,

doğurucu ve idare edici fert.

Ve işte şimdi yeryüzü, bilhassa memleket yüzü, bu sözde münevverlerin,

meydanlardaki işaret polisleri gibi "Geç, dur, kal, çek, git, gel!"

cümbüşleriyle ferman fermandır. Kendilerini, sözüm ona, münevverlik hakkiyle

nas yumurtlama mevkiinde gören bu şifasız budalalar, her mefhumu ters

tarafından kullanarak "İleri, geri, güzel, çirkin!?." hükümlerini, her ileri

tanıdıkları şey mutlaka geri, her güzel bildikleri şey de mutlaka çirkin,

bilhassa şu mevzu üzerinde topluyorlar.

- Sizi gidi mürteciler; softalar, yobazlar, kapkara cahiller, her İleri

hamleye set çeken geri ruhlar!..

Eğer bu bedbahtlar, bildiklerini sandıkları şeyleri tam bilseler veya hiç

bilmeselerdi, belki kendilerine cevap vermek imkânı bulunurdu.

(1947)

OKUYUCU

Okuyucu... Okuyucunun beğenmediği... Okuyucunun sevdiği... Okuyucunun

unuttuğu...

Okuyucu...

Okuyucu kimdir?

Muharriri, canilerde vicdan azabı, sinir hastalarında sabit fikir ısrariyle

takip eden, onun her girdiği yere giren, her çıktığı yerden çıkan, yazı

yazarken arkasından satırlarına göz atan, ispritizma masalarının davetlileri

gibi, zaman, mekân, hail, mâni tanımıyan bu etsiz, kemiksiz, çehresiz,

sikletsiz cin kimdir?

Kırmızı renkli tramvay arabasında gazetesini iki eliyle arşınlamış, şu

ensesinden seyrettiğimiz kürklü adam mı?

Kadıköy vapurunun güvertesinde, kemikli ellerine boğulmuş bir kedi yavrusuna

benzer bir mecmua sıkıştırmış, gözünü dalgalara ve saçını rüzgâra vermiş, şu

malruş harp zengini kılıklı kimse mi?

Koltuğunun altında incitmekten korktuğu kadife bir ciltle tıpış tıpış yürüyen

şu hanım kız mı?

Kahvehanenin mermer masasına, morgta bir ceset çıplaklığıyla serdiği gazete

ölüsünü yumruklayan şu kirpi saçlı, münakaşacı genç mi?

Şu gözlüğünü arayan ihtiyar mı? Şu kitapçıyla konuşan gölge mi?

Kim?

Sabah akşam, yalınayak başıkabak binlerce müvezzin avaz avaz aradığı ve yanına

gelen herkesle bir iki saniye meşgul olduktan sonra tekrar aramaya koyulduğu o

meşhur gaip kimdir?

O, ne saydığımız tiplerden biri, ne de onların ve onlar gibilerin hepsidir.

Onlardan başka okuyucu, olmasa da okuyucu onlardan başkadır. Çünkü okuyucu

müşahhas olduğu zaman ismi artık okuyucu değil "Defterhane memuru Hadimünnas

bey" gibi, mesleği ve göbek adı neyse odur.

Onun bütün kudreti gizliliğindedir. Her meçhul ve hudutsuz şey gibi o da,

içimizdeki âlemin esrarını üzerine aksettirdiğimiz muhayyel ve mefkûrevî bir

mahlûktur.

Onu bayağılaştırmamış ve hayattaki benzerlerinden ayırmış olan her kalem

sahibi, gözünün derinliği ve şahsîliğiyle öbürlerinden ayrılır.

Tevfik Fikret "Rübab-ı Şikeste"sinin başında okuyucu ile şöyle hasbıhal eder:

Size ey bilmediğim görmediğim kariler

Size ithaf ile neşreyliyorum bunları ben

Size ithaf ile - zira ne için ketmedeyim-O sizin bilmediğim, görmediğim

gözleriniz

Ben bu ümmit ile teşyii hayat etmedeyim.

Fikretin bu görüşündeki okuyucu, eski zaman küçük beylerinin cumba arkasında

sezdikleri, fakat yüzünü görmedikleri besleme kızları kadar bayağıdır.

Bir zamanlar İstanbul'a gelen avam romancısı bir Fransız, Beyoğlu'nda bir

kütüphaneye günün bir kaç saatini bağlamış ve kitabını alan her okuyucuya el

yazısiyle bir ithaf hediye etmişti. Yahudi daktilo kızlarının kahramanı olan

bu adamın Amerikanvarî ticaret kafasiyle yaptığı bu bayağılık kadar hiçbir

muharrir okuyucuya yılışamaz. Buna mukabil en aşağı kitap tabının 15.000'den

eksik olmadığı aynı memlekette, eserini birkaç yüz nüsha bastırıp rasgelen

almasın diye üzerine yüzlerce frank fiat koyan örnekler yaşıyor. İki derecenin

tipik numuneleri olan bu iki muharrir, birbirlerine nazaran farklarını,

şuurların altındaki okuyucu telâkkisiyle İfade ediyorlar. Sanatkârın içindeki

mahrem benlik her büyük artistte ayrı bir tecelliye maliktir. Büyük sanatkâr

(Bodler), bu benliği kemirir gibi gördüğü okuyucuya:

Riyakâr kari, benim benzerim, benim kardeşim! diye hitap ediyor. (Bodler)in bu

mısraı gösteriyor ki, onun kari diye seyrettiği şey, kendi içinden fışkırttığı

bir vehim heyulasından başka bîr şey değildir.

Yukarı seviyede her yazıcının kafasında karî mefhumu, arının iğnesi ve akrebin

kıskacı gibi kendi beynine ve kendi uzviyetine yapışık, fakat herkesten ziyade

kendisini sokan bir ıstırap ve nefret uktesidir. Yoksa okuyucu, her şeyi

mefkureleştiren sanatkârın beyaz duvardaki gölgesinden başka ne olabilir?

Evet, sanatkârın beyaz duvardaki simsiyah gölgesi ama, şu teşhis farkiyle:

Mücerret hüviyetiyle okuyucu, üstün insan olmak davasındaki muharririn, ona,

bütün küçük taraflarını ihtar eden; ve onu, büyük tarafiyle her ân arkasından

koşup kendisini avlamaya davet eden korkunç ve cilveli bir mizan, bir nefs

muhasebesi remzidir.

(1947)

KUMAR

Nüfusumuzun yüzde beşi, yani bir milyon kişi, bu yeryüzünde bir kaç

hususiyetiyle dört Kral sayabilir mi? Buna evet diyemem! Amma nüfusumuzun

yüzde elli beşi, yani on milyon kişi, iskambil kağıtlarındaki dört kiralı,

bütün imtiyazları, salâhiyetleri ve muvazaalariyle belirtemez mi? Buna da

hayır diyemem!

Dedi:

- Bizde bir milyon satan kitap görülmedi. Halbuki son zamanlara ait bir

(istatistik) ifadesine göre, iskambil kâğıdı destelerinden senede bir milyon

satılmakta ve bu satış bile istek midesini yarılayamamakta...

Dedi:

- Şimdi ihtimali bir hesap göziyle en nazik cephe, bu bir milyon destenin, bir

milyon tane lokum gibi birer defada yutulup eritilemiyeceğinden, boyuna ve

boyuna ele geçtiğinde ve bu bakımdan, acaba kaç kişiyi felâket çemberi içine

alan bir ifade olduğunda...

Dedi:

- 20 haneli bir köyün kahvesindeki iskambil kâğıtlarının manzarasını gören,

bir desteyle en aşağı 1000 kere oynanmadan kâğıtların bu hale gelemiyeceğini

kestirir. Eyvah; demek ki. kifap misaline göre bir milyon, yani bir milyar

kere okunan yapraklar!.. Ya bu bir milyar kişinin birer kere, ya bir kişinin

bir milyar kere. ya on milyon kişinin yüzer kere aldığı menfî ders... Dedi:

- Bu girift hesabın altından kalkılamıyacağına göre, habasetmaap kumar

hazretlerinin, kâğıdı, zarı vesair tertipleriyle memleketimizde en aşağı on

milyon kişiye derece derece hâkim olduğunu iddia edebiliriz.

Dedi:

- Masum çocuklar, yerinden kıpırdayamaz hastalıklılar, kendinden geçmişler ve

doksanlık ihtiyarlar bir tarafa; ruhî ve uzvî karar ve hareket kıvamındaki

insan kadromuzdan, ya bu işi hiç bir şekliyle bilmeyen ve tatbik etmiyen kaç

kişi var? Aman mücadeleyi bu tarafından kurcalamıyalım; zira ilk tahminimizi

ters tarafından mübalâğalı gösterecek bir neticeye çıkabiliriz.

Dedi:

- Kumar, bir (heva-yı nesimî) tabakası gibi bütün dünyamızı çepçevre

kaplamıştır. Kumarın hava gibi, bütün dünyamızda girmediği tek mekân yoktur.

Evde kumar, nakil vasıtalarında kumar, sokakta kumar, otelde kumar,

kahvehanede kumar, hapishanede kumar, hastahanede kumar, sonunda (hane) eki

olan her mekân isminde kumar; ve en korkuncu, şehrin güya içtimaî ve maşerî

çehresini ifadelendirici kulüplerde ve mahfillerde, yani kumarhanelerde

kumar...

Dedi:

- Filân Anadolu kasabasına gidiyorsunuz: Sizi, İleri gelenlerin toplandığı bir

mekâna davet ediyorlar- Nereye çağırıldığınızı soracak olursanız, şehir

kulübü, ticaret kulübü, bilmem ne salonu tarzında cevaplar alacaksınız.

"Oralarda ne yaparlar?"

"Buluşurlar, konuşurlar, aile oyunları oynarlar!.." Boynu bükük bir nezahet

ifadesi içinde aile oyunu dedikleri şey, kumarın, insanı kör destereyle kesen

en haşin nevilerinden hepsidir.

Nüfusu yüz binden aşağı çerçeveleri kastettiğimiz kasabada, otel, han, hamam,

kahve ve birçok ev kumarhanedir.

Ya kalabalık şehirlerde?

Otellerin çoğu, kahvahenelerin hepsi, damgalı semtlerin batakhaneleri, güya

şık ve kibar sınıfın fing attığı bazı kulüpler, bazı semtlerin bütün ev ve

apartmanları, elektrik kadar yayılmış bir tesis manzumesi halinde, muhteşem

kumar şebekesini örgüleştirmektedir. Bu şebekenin, sadece sefil veya muhteşem

mekân farklariyle kol başıları, sırasiyle şunlar:

Meslekten kumarbaz ve serseri... İpten ve kazıktan kurtulma damgalı işsiz ve

mekansız... Amele, meçhul esnaf, belirsiz tüccar, enayi şöhretinde büyük

açıkgöz taşralı zengin tipi... Sonra gençler, delikanlılar, tahsil ve terbiye

kaçakları, şıklık, zamparalık ve asrî hayat mefkûrecileri... Daha sonra aile,

genç kız ve dul kadın örnekleri; etrafında kızı, "karısı, oğlu, metresi,

dostu, dalkavuğu vesairesiyle kelli felli zat numuneleri, edalarından kuvvet

ve şöhret iddiası sızan eyyamgüderler...

Kasaba ve şehirde kumar, girintili çıkıntılı kasaba ve şehir dünyasının bütün

sekenesiyle, geceli ve gündüzlü içinde çalıştığı ve hayat elmasını yakıp

kömüre çevirerek zevklendiği bir maden ocağı manzarası arzediyor.

Dedi:

Bir hikâye anlatayım: 1914 Dünya Harbinde, İngilizlerin aldığı bazı esirler

Hindistan'da bir (kamp)a yerleştirilmiş... Arkası üstü istirahat, her ay başı

İngiliz lirasıyla maaş... Keka!.. Ne yapsınlar?.. Gelsin kumar!.. Bir gün

kumar yüzünden bir cinayet çıkınca, İngilizler bütün kumar âlet ve

vasıtalarını yasak etmiş... Fakat kumarbazlar, şu rüyalarda bile görülemez

buluşla, yasağı çiğnemenin çaresine ermişler... (Kantin)den kutu kutu lokum

satın almıya başlamışlar... Herkes bir masanın başında toplanıyor, önüne bir

lokum koyuyor ve muayyen bir parayı da lokumun altına sürüyor... Birisi,

elindeki havluyla sinekleri kovup kaçırıyor... Kıpırdamadan, nefes almadan

bekliyorlar.. İlk sinek, ilk defa kimin lokumuna konarsa, lokumun sahibi bütün

paraları alıyor!!!

Kumarın bu efsanevî haddi, onun bütün dünya çapında belirttiği ruh

çarpıklığının yekûn hattıdır. Netice ve hal bu; paraların numarasından, gelip

geçen otomobillerin plâkalarındaki tek ve çiftlere kadar kumar...

Dedi:

- Kaskatı ve düpedüz bir teşhis yolunda yürüdüğümüz için, hâdisenin, ferdî,

içtimaî, tarihî, ruhi sebepleri üzerinde fazla derinleşmeden, kısa bir terkib

goziyle öz-leştirelim: Son bir asırdanberi birçok mil'et ve cemiyet

kadrosunda, aslî medeniyet ve iman bağlarının ruhlardaki pörsüyüşüyle beraber

çözülen ahlâk, bozulan sinir, kaybolan muvazene ve müeyyide, uçup giden aşk ve

hürmet, felâketin (mistik) neş'e ve tesellisini kumarda aramış; ve gazla

yangın söndürmeye kalkmak gibi bir cinnet hamlesi içinde iş bu hale gelmiştir.

Dedi:

- Kumar, ahlâk dâvamızın, maddî ve zahirî tedbirler bakımından önlenmesi en

kolay ve basit şubesidir.

Dedi:

- İşin zor tarafı, ruh cephesi üzerindeki terbiye ve telkin tarafıdır. Tıpkı

içkiden nefret ettirmenin zorluğu ve şişeyi ortadan kaldırmanın kolaylığı...

Dedi:

- Kumarı, bütün tatbik şekilleri, bütün âlet ve edevatı, bütün takım ve

taklavatiyle yasak etmek ve ortadan kaldırmak...

Dedi:

- İnceden inceye bütün sebep ve netice kutuplariyle bir kanun çıkartmak,

kumarı kat'î ve mutlak surette yasak etmek; ve memlekete, başta iskambil

kâğıdı olmak üzere dışarıdan bütün kumar âlet ve vasıtalarının girmesini ve

içeride bunların taklidini önlemek...

Dedi:

- Kumar âlet ve vasıtalarının gümrük vesair resimlerinden devlet hazinesine

giren para, kumar tam mânasiyle yasak edilince kazanılacak iş hacminin

verimine nisbetle, Uludağın yanında bir kum tanesi olacaktır.

Dedi:

- Bu yasaktan sonra, tavan arasından tiren kompartımanına, kahvehane

köşesinden hamam soğukluğuna, mahfil masasından yatakhane battaniyesine,

şehirde yangın yerinden dağda katır semerine kadar bütün delikleri göz göz

tıkamak...

Dedi:

- Yalnız bu kadar basit ve dayanması kolay bir payanda, binanın başka

cephelerine öyle başka payandalar davet eder ki, başlıbaşına ve gerçek

mânasiyle bir kurtuluş hareketi teşkil eder.

(1945)

SARHOŞLUK

Bir gazetede gördüm: At pazarında boşanmış ve bir İhtiyar kadının elindeki

testiyi kırmış bir merkebe ait üç buçuk satırlık hâdise kadar ihmalli bir

kemmiyet ve keyfiyet kadrosu içinde bir haber...

1943 yılının 11 ayında 200 milyon lirayı biraz geçen rakı istihlâki, 1944

yılının aynı aylarında tam 282 milyon 317 bin lirayı bulmuş!

Ve Tanrıkulu bana emretti:

- Rakının kilosu 7 liraya... Şu rakamı 7'ye taksim et bakalım, 11 ayda rakı

istihlâki kaç kilo tutuyor?

Emir, yerine geldi:

- Tam 40 milyon 331 bin kilo... Yani 40331 ton... Fısıldadı:

- Eğer bu rakıyı faraza Kanada'da getirtseydik, her biri 2000 ton mayi alan

büyük sarnıç şileplerinden tam 21 tane vapurumuz olmalıydı?

Mırıldandım:

- Demek, ayda aşağı yukarı 4 milyon kilo rakı içiyoruz! Birası, şarabı,

votkası, filânı, falanı da hesapta olmaksızın!..

Manalı manalı gülümsedi:

- Fakat bunu 18 milyon nüfusumuzu nisbet edersek büyük bir şey tutmaz!

Hayretler içinde atıldım;

- Aman efendim, adam başına ayda 223 gram eder!

- Eh, adam başına ayda 223 gram çok mu? Apıştım, kaldım:

- Bilmem!..

- Bilmelisin! Adam başına düşen ayda 223 gramlık hesabın içinde, kundaktaki

bebekten bulûğ çağına ve biraz yukarısına kadar kızlı erkekli, en aşağı 4

milyon çocuk var. Ayrıca, bir ayağı mezarda ihtiyarlar, hastalar, içemiyenler,

alamıyanlar... Demek ki, nüfusumuzun dörtte birinden fazlası fiilen ve

maddeten İçebilme iktidarında değildir. Bu takdirde adam başına ayda 223 gram,

bir kiloya çıkar. Bu nüfusun yarısı da kadın... Kadını bir parça tenzih

edelim! Etti mi, adam başına ayda 2 kilo! İşte rüşd ve hürriyet çağında,

iktidar ve imkân sahibi, en güçlü ve kuvvetli, en verimli ve mes'uliyetli

nüfusumuz içinde, tek ve çift hesabiyle biri içse de, öbürü içmese, yalnız

rakı istihlâki adam başına ayda 4 kiloyu buluyor!

Başım, göğsüme düştü. Onu, görmeden dinliyorum:

- Her gece İstanbul'un bellibaşlı semtlerinde, sokaklara bir yol halısı

serilmektedir. Hani dolak şeklinde üstüste sarılmış yol halıları vardır ya;

bir itişte kendi kendisine yuvarlanır ve açılır?.. İşte bu yol halılarının

İstanbul sokaklarında açıldığı saat, gece yarısı; açıldığı semtler de başta

Beyoğlu, Galata, Sirkeci, Bahkpazarı, filân...

İstanbul'da, ana caddelerden geçip de bu korkunç yol halısından başka bir

noktaya basmak imkânı yoktur. Vapurda, tramvayda, otomobilde bile aynı yol

halısından parçalar... Eh, başımı alıp bir trene atlar ve ondan kaçabilirim

diye düşünebilirsiniz değil mi? Trene girer girmez görürsünüz ki, baştanbaşa

aynı yol halısiyle kaplı bir mekândasınız. Bazan kompartımanınızın penceresini

açıp temiz hava ve tabiî manzarayla halleşmekten gelen bir unutkanlık içinde

mahud yol halısını kaybedecek olursanız, merak etmeyiniz, onu ilk durakta,

gecenin veya gündüzün kaçında olursa olsun ihtimamla yere serilmiş

bulacaksınız. Gidin, gidin, gidin; Erzuruma, Kars'a, Urfa'ya, Van'a,

Antakya'ya, Edirne'ye kadar gidin... İstasyonda, handa, köyde, kasabada,

otelde, mandrada aynı halı...

Bu halının üstünde, kadınlı ve erkekli, gençli ve ihtiyarlı, alimli ve

cahilli, muktedirli ve âcizli, her sınıf ve her şubeden insanlar, ruhlarındaki

boşluğu, saçı sakala karıştıran ve ciğerleri dudaklara ulaştıran hazin bir

levha hâlinde abideleştirmektedir.

Yağlı parmak izleriyle bezeli şişe kırığı, köpeklerin bile koklamadan kaçtığı

kokmuş meze artığı, tahtakurularına bile hayat hakkı bırakmıyan zehirli

ispirto kokusu ve hayâl ile lisanı birbirine darıltan iğrenç sarhoş kusmuğunun

Ördüğü halı!..

Başımı kaldırdım. Dinliyorum:

- İçinde 40 milyon 331 bin kilo rakı bulunan bir havuz düşünün! Terkos gölü

büyüklüğündeki bu havuzun içinde, Türkiye'nin tam 11 aylık rakı istihlâkinin

karşılığı vardır; yalnız rakı istihlâkinin... Demin, daima ruhî ve içtimaî

mânâya bitişik, riyazi ve iktisadî mânâsını belirttiğim dâvanın, şimdi

doğrudan doğruya ruhî ve İçtimaî cephesini ve bu cephenin riyazi ve iktisadî

ifadesini ister misin? Bu cephe, içinde 40 milyon 331 bin kilo rakı bulunan

havuzdan tüten buhardadır. Düşünelim; bu buharın vıcık vıcık çamurlaştırdiğı

milyonlarca vicdan, şuur, muvazene, kalb, beden ve madde ne hale gelecektir?

40 milyon 331 bin kilo rakının buharı içinde, II ayda kaç bin dayak, kaç bin

sövüp sayma, kaç bin yaralama, kaç bin cinayet, kaç bin dolandırıcılık, kaç

bin sahtekârlık, kaç bin hırsızlık, kaç bin yolsuzluk, kaç bin usulsüzlük, kaç

bin rüşvet, kaç bin ihtikâr, kaç bin dikkatsizlik, kaç bin kaza, kaç bin

intihar, kaç bin hastalık, kaç bin cinnet, kaç bin ırz düşmanlığı, kaç bin

âile kundakçılığı, kaç bin sefalet rejisörlüğü, kaç bin vazife katilliği

zebanisi tütmektedir? Ve bütün bu menfi istidad ve istihlâklerin kötüden iyiye

çekilerek, bellibaşlı ve müsbet bir fayda, iş, emek ve gelire çevrilmesi,

doğrudan doğruya kurtarıcılık mevkiinde bulunan ve her kıymetin anahtarı olan

ruhî ve ahlâkî dirilticiliğinden başka, sadece para ve madde değeri olarak

memlekete ne getirir?

Tanrıkulu içini çekti; sonra birdenbire Öldürücü okunu nişangâhına oturttu:

- Ah; yalnız bu suali düşünmek, akıllanmaya da, büsbütün aklını kaçırmaya da

yeter! Akıllılığı, abdallığı, âlimliği, cahilliği, İyiliği, kötülüğü bırak bir

tarafa; yoksa biz, sadece ve kabaca deli miyiz??? Evet, insanın; bütün idarî

ve içtimaî ölçüleriyle insanın bu kadar büyük bedahatleri görmemesi için tek

kelimeyle akıl zoru çekmesi lâzımdır.

(1945)

Kendini bir ân için, konuştuğun dilden, yazılı olduğun nüfus kütüğünden,

hafızandan, hâtırandan, bütün müşahhas alâkalarından tecrit et! Böyle yap ve

bütün insanlık kadrosuna şâmil, mücerret bir akıl ve idrâkten ibaret kal! Ve

böyle yaptıktan sonra, elini, mevzu olarak Türk cemiyetine uzat!

Ne görürsün?

Acaba mücerret insan ve cemiyet mefhumunun bugün ulaşmış bulunduğu müsbet ve

menfi merhaleler önünde, mücerret tekevvün dâvası olarak, Türk cemiyeti

derecesinde mes'ele yüklü başka bir örnek bulabilir misin?

Bu cemiyetin, ilk kaynağından başlıyarak bugüne kadar ulaştığı her tekevvün

merhalesi, kendisine hiçbir ân, (melankoli) hastası prens (Hamlet)in meşhur

suâlindeki nezaketi kaybettirmemiştir:

- "Olmak mı, olmamak mı? İşte bütün mes'ele!!!"

Çok eski dün... O zaman kendimizi, kasırga gibi esen ve bütün insanî eser

zeminini ihtizaz ettiren bir madde öfkesi hâlinde, mücerret ve sert bir asabî

cümle kudreti, bütün içtimaî müesseselerini atların (cidago) kemiğine

bağlıyarak, üzerinden sel gibi aktığı toprağa elbette bir gün mıhlanacak;

güneşin şakulî ışığı altında, sinirlerine bu kuvveti çivileyici müstesna ruhun

şahsiyetli eserini istiyecekti. Nitekim en eski mazimizin, muhteşem bir madde

cümbüşü çerçevesinde, ruhî oluşlara fazla vakit bırakmıyan sert ve kapanık

mizacını, dilimizin "dur, vur, al, dal, es, kes, sar, yar, ek, çek, ser, ver,

yak, bak, çık, yık, in, bin" tarzındaki tek heceli kelimelerinden bile

sezebiliriz.

Nihayet îslâmî ruh ve ideolocya kadrosunda toprağa mıhlandık; seyyallikten

sabitliğe yolculuktan hancılığa geçtik. Etrafındaki incecik zarın yırtılmasını

bekliyen gizli ruhumuzun ondan sonra, maddemizle elele gösterdiği hârika,

bütün Garp dünyasını handiyse yutacak kadar muhteşem bir eser olmadı mı? Biz,

bu eserin başlangıcı olarak İstanbul'u fethederken, Batı dünyası, ruh

hamlelerinin en azametlisiyle (Yeniden Doğuş)unu idrâk etti; ve sadece ve

imtiyaz hakkı yüzünden, bizi tez zamanda apıştırdı, bıraktı.

Viyana Önlerinde bozgun veren Kara Mustafa'dan itibaren büyük ric'at devrimiz

başlıyor. O gündenberi Batı İnsanı bizim gözümüzde, çakmak taşiyle ateş

yakanlara karşı parmaklarından elektrik cereyanı sağan bir sihirbazdır; ve

Garp dünyası, ruhumuzda, asırlarca şifa bulmıyacak bir (kendimizi küçük görme

ukdesi) ne zemin olmuştur.

Büyük ric'at ve apışma çığırımız, Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri gibi,

yüzde yüz satıh plânında ve hep bu ruh kamaşması altında yaptığımız minik ve

cüce hamlelerle beraber, eski Dünya Savaşının mütareke günlerine kadar sürer.

Bize asırlık hesap ânını yaşatan o günlerde Türk cemiyeti, sadece kapalı

ruhumuza ait mücerret bir var olma irâdesile en ulvî müdafaasına geçer ve

hayat hakkını tasdik ettirir.

Batı dünyasına tasdik ettirilen bu hayat hakkının çeyrek asra yakın

macerasında da korku, şüphe ve tereddüt dolu yakın maziye nisbetle Garbı daha

becerikli, daha cesur ve daha yakın temessül etmeğe kalkmaktan ve bir türlü

bünyemizi büyük nefs muhasebesi tezgâhına yatırmadan Garba balıklama

atlamaktan daha ileri bir tekevvüne vardığımızı iddia edemeyiz.

Kitaplık dâvaları birkaç teşbih cümlesi İçinde İsraf etmek niyet ve mizacına

yabancıyım. Fakat bizde en az terkip kafalarının bir dayanağa İstinat zorunda

olması bakımından, çıkış noktalarımı, en kısa taslaklar hâlinde göstermeli

değil miyim?

İşte bu üç çizgilik tarihçe köşesinden, bütün insanlığın en muazzam bir

muhasebe devresine girdiği şu ânda seyredilecek Türk cemiyeti, dâvaların

dâvası olarak, göğsüne, kabzasına kadar şu suâl bıçağını saplamak

mevkiindedir:

- Harplerde küçük bir politika kifayeti, küçük bir selim akıl, küçük bir doğru

seziş, bâzı coğrafya hususiyetleri, birtakım mekân icapları; ve her şeyin

üstünde, hamlelere yataklık eden kader mânileri, bir milleti ateşe düşmekten

koruyabilir. Fakat bütün medenî dünyanın "olmak veya olmamak..." dâvasında son

atomuna kadar kendisini muhasebe terazisine fırlattığı bir hengâmede, marifet,

kendisini harpte değil, ondan sonra gelecek sulhta müdafaa edebilmekte...

Bundan böyle hayat haklarını gayet müsbet madde ve ruh senetleriyle tâyin

edecek olan yeni bir dünyanın eşiğinde, ve bütün eksik varlıkların bangır

bangır iflâsı panayırında Türk cemiyeti, asırlık maddî ve manevî tekevvün

çilesini ne şekilde doldurmaya ve yarının muvazenesini hangi oluşla

karşılamaya namzettir???

İşte biz nefsimize dâvaların dâvasını, suâllerin suâlini tevcih eden böyle bir

âna; böyle bir mazi, hâl ve istikbâl hususiyeti içinde ve artık tek saniyelik

bir tekevvün şaşkınlığına bile imkân bırakmayıcı böyle bir hız mevsiminde

çatmış bulunuyoruz.

On asrın hesabını bir günde görmeğe kalkmak kadar çetin, girift, düğümlü bir

dâvanın kaskatı iş ve ameliye plânında şifasını vadedecek hiçbir maddi yol

bulunmasa da, ruhlarda bu tenbihi yaşatacak manevî aşılara namütenahi zemin

hazırlıkları yapılabilir.

Ruhlarda sımsıkı şuurlaştırılması lâzım tek hedefin, tek çığlığından ibaret

tek ses:

- Yarınımız için bugünden ne düşünüyor ve ne yapıyoruz???

Bugünkü dünya faciasını uzaktan bile olsa seyredebilmek ehliyeti, ancak böyle

bir kaygı ruhundan doğabilir.

Halbuki, her dâvanın başlangıcı, evvelâ tam, açık, samimî bir teşhis olduğuna

göre hemen kaydedelim ki, biz, bütün külçemizi oturttuğumuz zemin-üzerinde,

dünya faciasının tesiriyle yana yatmaktan doğan bir muvazene sıkıntısı içinde,

her maddenin aşağıya doğru kaydığını göre göre uykularımıza sadık kalmakta,

nebatî ve hayvanı hayalımızı iştahla yaşamaktayız.

Çocuğum, çocuğum! Yüreği ateş ve acı dolu çocuğum! Ne olacaksak, ya bir ân

içinde olmaya, yahut olmaktan vazgeçmeğe mecbur bulunduğumuz bir hengâmenin

eşiğindeyiz. Ve elbette ki, birşey olacağız. Mutlaka aramızdan biri çıkacak ve

bu yatakhanede, içinden alev fışkıran borusiyle "kalk!!!" borusunu çalacak...

Beklediğimiz budur!

(1943)

SANATKAR VE CEMİYET

Farzedin ki, ben deli divane bir milyonerim. Kafamı okşayacak, bana hoş

görünecek en saçma bir fikir uğruna varımı yoğumu dökmekten çekinmem.

Anadolunun sessizlikte, ıssızlıkta, kimsesizlikte, cansızlıkta eşi olmıyan bir

yerini bulup orada bir dükkân açmak istiyorum. Issızlıkların arasından bir

ormandan geçer gibi geçerek, en koyu hiçliğin ve en dipsiz yokluğun yuva

kurduğu noktayı arıyorum. Nihayet herhangi bir tarafta, meselâ Kopdağının

tepesinde, üzerinden insan değil, çakal değil, kuş değil, bulut bile geçmiyen;

üzerinde ağaç değil, çalı değil, ot değil, yosun bile bitmiyen, siyah, keskin,

cılk, kabir azabı şeklinde donmuş korkunç bir kayalık buluyorum. Dükkânımı

hemen oracıkta, masmavi gökle kapkara yer arasında kuruveriyorum.

Bu dükkânda ne satacağımı biliyor musun?

On milyonluk şehirlerde bile sayısı on kişiye varmıyan en şık, en mükemmel

kadınlara mahsus ipekli çoraplar...

Bundan sonra yapacağım iş pek kolay. Plânını dünyanın en büyük mimarına

yaptırdığım ve İçini en usta mobilyacısına döşettiğim dükkânımda yan gelerek

Kıyamete kadar, müşteri beklemek...

Ah dostum, benim dostum!

Sanat, önü kalabalık bir çeşmedir. Kimi bu çeşmenin bilek kalınlığında dökülen

kevseriyle avuçlarını doldurup içer, kimi dolu avuçlardan fışkıran

damlacıklarla dilini ıslatır, kimi çeşmenin yalağındaki artık sulara başını

gömer, kimi de bu artık suların toprak üzerinde akan ve ayaklar altında ezilen

bulanık ve çamurlu yollarına yüzükoyun kapanır.

Aradaki eskilik ve yenilik, soyluluk ve piçlik, ciddîlik ve gülünçlük farkiyle

(Homer)den (Filorinah Nazım)a kadar bu tılsımlı suya İmrenmiş kaç kişi

gelmişse bunların içinde suyu menbaından içebilmiş tek bir sanatkâr yoktur ki,

Kopdağında ipekli kadın çorabı satan zavallının azabından birşeyler duymuş

olmasın...

Ve acaba böyle kaç tane sanatkâr gelmiştir? Herhalde dünyanın kıt'a bölümünden

fazla değil... Şöyle seslensek:

- Ey sanatkâr! Arının balı damağımıza, ağacın yemişi midemize ve ipek

böceğinin sihirli ipekleri derimize göre yapılmış değildir. Onlar bu eserleri

iki üç çiçekle üç dört dut yaprağı buldukları, bir damla suyla bir zerre

güneşi yakaladıkları her yerde, kendi kendilerine ve bizi düşünmeden verirler.

Eğer damağımızda bala ve derimizde ipeğe karşı bir hassasiyet mekanizması

olmasaydı, arı, ipek böceği ve elma ağacı, Kopdağında birer dükkân açmaya

gideceklerdi. Kimbilir damağımızda bala ve derimizde ipeğe bir hassasiyet

uyanıncaya kadar kaç bin sene bekledik?

Dudağa göre lezzet değil, lezzete göre dudak...

Sanatkâra muhatap olan herkes ve bu herkesin kurduğu her cemiyet, sanatkârı

kendi kanunlarına ve seviyesine göre doğurduğu kadar sanatkârın da kanunlarına

baş kesmeye ve seviyesine tırmanmağa mahkûmdur. Çünkü o, fert halinde kendi

remzinden başka bir şey değildir.

Kumaşını ilk rasgeldiğin müşterinin şartlarına göre ördüğün ve onu oturduğun

dağın karmakarışık yollarına tırmanmak zahmetinden kurtardığın gün,

heykeltraşsan nalbanttan, ressamsan badanacıdan, şaîrsen "eskiler alayımcı"dan

farkın kalmıyacaktır.

Sen daima Kopdağının tepesinde otur ve dükkânında o cinsten şeyler sat ki, o

eşyanın kıymeti, Paris'ten yola çıkıp Kopdağının tepesindeki cevheri aramanın

zorluğuyla ölçülsün.

Ah dostum, benim dostum!

Sana, sanatkârı anlattım; sanatkârdaki şahsiyet ve kendi iç âleminden gelen

ulvî benlik dâvasını... Ama sakın zannedeyim demeyisin ki, küçük ve zayıf

nefsaniyetin üstündeki bu ulvî benlik, insanı Kopdağına çeker ve orada

dostsuz, cemiyetsiz, ihtilatsız ve beşeriyetsiz, tek başına yaşamaya memur

eder. Hayır, hayır! Sen, ebedî hakikat adına, gerekirse Kopdağına çıkacak ve

ondan sonra da oraya bütün insanlığı davet etmenin çaresini arayacaksın. Tek

kelimeyle kalabalıkların ayağına düşmiyeceksin, kalabalıkları ebedî hakikatin

ayağına çekeceksin...

(1947)

FİLDİŞİ KULE

Tanrıkulu, sağ elinin şehadet parmağını, gözümü çıkartmak istercesine bana

uzatarak dedi ki:

- Sen vaktiyle, şimdi olduğu gibi, meydanlarda haykırmak ihtiyacında bir fikir

ve san'at adamı değildin! Hattâ böylelerinden tiksinirdin. Kendi içine, kendi

benliğinin mahrem sarayına kapanmanın hikmet ve sistemini bile müdafaa eder

gibi bir halin vardı. Ne oldu, durup dururken sana; bunu hiç nefsine izah

etmeğe kalktın mı?

- Evet efendim?

- Nasıl?

- Çok iyi belirttiniz. Ben vaktiyle; fildişi kulede kapalı kalmaktan daha aziz

gayesi olmayan bir insandım. Sonra onu yıkımı; ve onun yıkılmasından daha aziz

gaye tanımaz oldum. Fakat fildişi kulenin içindeyken de, dışına çıkınca da,

kendime göre hak ve fark imtiyazlarını muhafaza ederek... Bugün benim için, en

aziz ve nâdir hakikatleri, bir hamalla bir çobanın kulağına kadar üfleyebilmek

sihrinden daha üstün kudret yoktur. Fakat bunu yaparken, kalabalıkların

şahsiyetsiz hamurkârlığını yapanların meşhur bayağılığına düşmeden... Nasıl

izah edeyim; bilmem ki... Fildişi kulede kapalı kalmakla dışarı çıkmak

arasında çok ince fark ve münasebetler görüyorum. Bence en üstün ifade,

şahsiyet humması çeken yapıcı mizaçların, evvelâ fildişi kulelerine çekilmesi,

orada pişmesi, olgunlaşması, sonra fildişi kulesini yıkarak sokağa ve meydana

intikal etmesidir. Yâni âdi sokak adamiyle, inzivasının yeraltı hayatını

yaşadıktan sonra sokağa atılan adam arasında, dış benzerliğe rağmen farkların

en esaslısı var.

- Seni, ben anlatayım, seni, ben anlatayım! Fildişi kule... Bu tâbir içinde

yaşadığı cemiyetle bütün alâkalarını kesmiş san'atkârın, ferdiyeti etrafında

ördüğü kozayı anlatır. San'atkâr bu kozanın içinde, halka yasak edilmiş bir

sarayın bekçisi hâlinde şahsî servetlerine muhafızlık eder. Bu servetlerin

yegâne tanıyıcı ve alıcısı sıfatiyle, dışarı âlemin bütün kıymet hükümlerine

rakip, fakat dışarı âlemi kendi kıymet hükümlerine kazandırmak gayretinden de

müstağni, mermer duvarlar ve atlas perdeler arasında, doğmıyacak bir yarını

bekler durur.

Fildişi kulede oturan san'atkârın her edasından sızan şikâyet şudur:

"Ben anlaşılamıyorum!"

Bu şikâyetin ûhenginde dışarı âleme teklif etmek istediği bir BEN hasreti

gömülüdür. Onun içindir ki, dışa-rısiyle alış veriş yapan her geçer akçeye

düşman; ve dışarısı, değersiz insanları visaline alan zevksiz bir kadinmiş

gibi ona küskündür.

Hakikatte bir aşkın ters tecellisinden başka birşey olmayan bu küskünlük,

derinleşe derinleşe o hâle gelir ki, asıl gayeyi unutturur, kendisini gaye

diye kabul ettirir. Alâkasızlığın, ifadesizliğin, dilsizliğin felsefe ve

mizacını yaptırır. San'atkâr, timsah derisi bezeri bir dikenli kabuğa

bürünmüş, başının üstünde gidip gelen güneşlerin acelesine kayar... ömrünün

sonuna erer.

San'atkârda fildişi kuleye çeken benlik ve şahsiyet humması, büyük çaptaki

insanı, maskarasından ayıran en esaslı çizgidir amma, hiçbir mes'ele fildişi

kulede halledilemez.. Fildişi kulede doğan hayat, tohumun kabuğunu çatlatışı

gibi, fildişi kuleyi yıkmakla işe başlayacak; ve bu dışarıdan içeriye giriş ve

içeriden dışarıya çıkış, her parçası irtibatlı bir tekevvün hâlinde kendisini

tamamlamış olacaktır.

İnkılâpçı, san'atkâr, âlim, filizof, tek bir üstün yaratılış gösterilemez ki,

kendi iç âleminin zindanına kapanmadan dışında mevcut hayatı kabul etmiş ve

sonra da o zindanda sonuna kadar kalmış olsun.

Fildişi kule, ulvî hastalıkların tedavi gördüğü ve yüksek şifaya çevrildiği

hastahânedir. Kendisini bu illetten muaf ve bu şifadan müstağni gören sıhhatli

sokak yaygaracısı AHMAK; ve büyük hayatı bu hastahânenin içinde kabul eden

zavallı da CÜCE'dir.

Doğduğumuz zaman bizi sardıkları kundak bir fildişi kule, öldüğümû'z zaman da

bizi yatırdıkları tabut, başka bir fildişi kuledir? Yalnızlıklarımızın fildişi

kuleleri sayısız ve her yıkılacak fildişi kulenin içinde bekliyen fildişi

kuleler nâmütenahidir. Buna rağmen en mübarek gaye fildişi kuleyi yıkmak ve

içimizin ışıklarını bir sinema perdesi gibi sokağa ve piyasaya aksettirmektir.

Tasavvufi telâkkiye göre her şeyden ve her ifadeden evvel var olan Allah,

âlemleri bir aşk hamlesi içinde, görünmek, bilinmek ve sevilmek için yarattı.

O hâlde hayat, ilk sebep ve ilk hamlenin, fildişi kulesini yıkması ve

gömleğini sıyırması hadisesidir.

İçinde sonsuz varlıkların tazyikini duyan herkes ve herşey, bir gün gömleğini

parçalayacak ve bu gömleğin altından çıkacak çizgileri yabancı gözlere sermek

ihtiyacını duyacaktır. Ne dersin?...

- Sadece hayranım!

- Düşün ki. yüksek hakikatleri anlamaz sanılan halk, Peygamberlerin

mucizelerine muhatap oldu. Hangi fikir ve sanat hamlesi, mucize çapına

yükselebilir? Sen ona mucizeyi göster; bak, onu hiç olmazsa bir ulviyet

heyecanı kadrosunda, anlıyor mu, anlamıyor mu? Halk dediğin, bir hâdisenin en

aşağısiyle en yukarısına tutkun, tılsımlı aynadır. Meşhur ölçü: "Hakkın zahiri

halk, halkın bâtını hak..." O, yalnız ikisi ortasını anlamaz. Leke sabunu

satan âdi açık gözlük belâgatinin basamağında da, Peygamberlerin mucize

kürsüsü karşısında da aynı halk birikir. Büyük adam, fildişi kule mahpusu

değil, halkın bâtınındaki ulviyetin sihirbaz öksecisidir. Hayattan daha ulvî

ve girift hiçbir plân olmayacağına ve bu plânın baş unsuru halk olduğuna göre,

selâm olsun fildişi kulelerini yıkan kahramanlara!..

Fildişi kulelerimizi yıkalım ki, memleketimizi yeni baştan yapalım!..

(1944)

ÇALIŞMAK

Tanrıkulu, bugün çok başka... Her zaman merkezinde olduğu İç âleme, bugün dış

görünüşİyle de kendini vermiş... Dalgın ve baygın bir hâl içinde... Dünyanın

en güzel parmaklarını taşıyan eliyle, iskemlesinin üstünde tempo tutarak

mırıldanıyor:

- Bir örümcek ağı gördüm. Neyle neyin arasında bilsen!.. Barsakları çürümüş

bir asma saatin aptal aptal sarkan rakkasiyle, altındaki masada, güya şaha

kalkmış, tozlu bir geyik heykelinin boynuzları arasında...

Ve ürpererek düşündüm:

Hayat, her sahada ve tek nokta etrafında ebedî bir hareket... Tek nokta

etrafında... İlâhî hakikat merkezi bu nokta... Her şey. amma her şey, maddî ve

manevî her şey, bu nokta etrafında ezelî memuriyetinin deveran cümbüşünü

yaşamakta...

Her şey dönüyor.

Gökler gidip gelir, yıldızlar gidip gelir, dünya gidip gelir, dünya yüzünde

her şey gidip gelir, vücudumuzda kanımız ve zerrelerimiz gidip gelirken, nisbî

tezahür çerçevelerinde hareketsizlik ifade eden her manzaraya, Allah, ne

müthiş bir tenkitçi ve takipçi musallat etmiş:

Örümcek...

Harekete yataklık eden zamanın esrar dolu ahengini saymıya memur bir âlet,

rakkas... Tek ân içine teksif edilmek istenmiş bir çeviklik timsali, geyik

heykeli... İkisi arasında bu ne ince, ne harikulade iş ve işçilik!.. Bir iş ve

işçilik ki, herhangi bir faaliyet ve memuriyetten düşmenin ayıbını, misilsiz

bir kesafet uslûbiyle vecizelendiriyor.

Oğlum, benim! Allahın bir örümceğe biçtiği vazife payını ve titizliğini gör ve

düşün! Bakalım, vazifelerin, payda ve titizlikte en üstünü olarak onu

görmiyenleri, yine onun ilmine havale etmekten başka çare bulabilecek misin?

Tanrıkulu bugün, ne harikulade!.. Hep aynı mihrak etrafında bu kadar tenevvü

zenginliği, aynı şahsiyet iklimi içinde bu kadar değişik hava hiç görmedim.

Konuşuyor:

- Nerede ki, kımıldama, davranma, el atma, meydana çıkma yoktur; nerede ki,

gevşeme, uyuşma, çürüme, kaybolma vardır; orada örümcek hazır...

Fatih Sultan Mehmed, yenilerin yenisi ve tazelerin tazesi bir dâva heykeli

tavriyle, gevşemiş, uyuşmuş, çürümüş ve kaybolmuş (Bizans)ın eşiğinde ne

gördü?

Mırıldandığı son cümleyi biliyoruz:

"Kayserin sarayında örümcek perdedâr olmuş!"

Yıkılan kaç medeniyet şekli tanıyorsanız, kalblerinin içindeki saat

rakkasiyle, adalelerinin altındaki geyik heykelinin boynuzları arasında,

nihayet örümceklere yol verdiklerine inanınız!

Aşk ve imân olmıyan yerde hamle ve hareket olur mu?

Ateşi gül bahçesine çeviren ayağı, denizi iki saf asker gibi açan asayı, ölüyü

dirilten nefesi ve kameri ikiye bölen parmağı düşünün! Ve bunların ucundaki

hamle ve hareket şimşeklerini!...

Artık Nemrud istediği kadar okdanlığına sarılsın, Firavun sakalını yolsun,

Kayser harmanisine sığınsın; ve Şah uçan kavuğuna yapışsın! Onlar, okdanlık,

sakal, harmani ve kavuk değil, birer örümcek yuvasıdır.

Tarihin yapraklarını, bir taraftan şimşekler, bir taraftan örümcekler

çeviriyor.

Ve Tanrıkulu konuşurken ruhunda sular şırıldıyor, teller ihtizaz ediyor,

madenler ürperiyor; mânânın musikisi kadrolaşıyor. Ve o, hep konuşuyor:

- Ulvî anlayışın gözünde, pislik, hareketsizliktir. Akan su, işte bunun için

pislik tutmaz. Bütün bir mevsim boyu kapalı evin küpünde unutulmuş su, kabir

azabı yaşıyan ölüden daha müthiş kokmaz mı?

örümcek, işte bu kokunun misilsiz haber alıcısı... Saat rakkasiyle geyik

heykeli arasındaki örümcek ağı, gözümün önüne daha ne tenasübler seriyor, ne

tenasübler:

İki makine dişlisinin arasında örümcek ağı...

Gemi ve şamandıra arasında örümcek ağı...

Etillerle yürekler arasında örümcek ağı...

Takvimlerle senetler arasında örümcek ağı...

Ruhuma yıldırım gibi inen bir seziş, bütün bunların madde üzerinde hayâlinden,

bana, maddeyi aşan bir mânâ çıkartıyor:

Nitekim, sedirine uzanmış, nefsine mühletin en cömerdini bahşetmiş, her gün,

"yarın!" diye niyet edip "bu gün!" diye yaşıyan şu mütefekkir bozuntusu,

istediği kadar sigarasını tüttürsün!.. Sigarasının dumanları, sımsıkı örümcek

ağlariyle onun kaskatı yüreğine perçinlidır. Zahirde ben onun, sigara

dumanında bile bir hareket bulunduğuna İnanmıyorum.

Ve görüyorum ki, bu âlemde mutlak mânâsiyle çalışmamak yok... Kim ve ne,

çalışmazsa, onun yerine örümcek çalışıyor.

Bir ân duvara baktı:

- Bak, bak; tavandan aşağıya doğru, ağzından sızan iplik üzerinde bir örümcek

kendisini koyuveriyor! Bak, üstünde "Kuran" duran rafa inmek istiyor sanki...

Allahın emrini hatırlıyor musun? Herkes çalıştığı nisbette payını alacaktır.

Aman çalış, aman çalış ve örümceğe çalışma payı bırakma!..

(1946)

TÜRK İRFANI

Tanrıkuluna bu defa ben bir mevzu takdim etmek istedim:

- Efendim: Türk irfanını köklendirmek ve temellere bağlamak için yol nedir?

İnsanoğlunun ruh ve kafa mahsûlüne verilen isim; İrfan... İnsana nutuk sahibi

hayvan denildiğine göre, irfan, onun temel sermayesi, kâinat manzumesindeki

üstün yerini tutan ana cevheri, biricik vücut hikmeti...

Ferdler, cemiyetler ve milletler İçin ondan büyük ihtiyaç düşünülemez. İsâ

Peygambere yalvarıp gözlerini açtıran âmâlar gibi, ferdler ferdlere,

cemiyetler cemiyetlere ve milletler de milletlere başvurmak, körlükten

kurtarılmalarını istemek zorundadır. İrfan, onu yoğuran ferdler ve

cemiyetlerin hakkı bakımından şahsî ve millî, bütün insanlığa hayat inşa etmek

bakımından da içtimaî ve insanîdir. Onun içindir ki, her şahıs ve her

topluluk, ikinci cephesiyle irfan mirasından hisse alabilse de, arslan payı

mahsul sahibinindir. Arslan payına şahsiyet ve hâkimiyet payı diyebiliriz.

Kısaca, birşey öğreten, ferd olsun, cemiyet olsun, öğreneni hükmü altına alır.

Maddeci görüşün içine giremiyeceği, tesviye istiyemiyeceği, imtiyazlarını

kaldıramayacağı tek saha, irfan bölgesidir. Zira karşısında ezelî ve ebedî

hilkat maniası, yaradılış irâdesi var.

Millet bölümleri, büyük insanlık camiasından müşahhas farklarla kol kol

ayrılmış birlikler olduğu için, boşlukta mekân işgal etme hassasını, ancak

benliklerinde tahammür etmiş İrfan mayalariyle elde ederler. Bu maya istiklâl

kazandıkça da istiklâllerini sağlamlaştırmış ve başkalarının yarım istiklâline

el uzatmak hakkını kazanmış olurlar. Dünün Arabi, İranlısı, Türkü, Yunanı,

Roması buydu. Bugünün tezad içinde birbirine geçmiş Avrupasının derdi de

budur. Bütün dünya sömürgeleri de bu yüzden sömürge...

Şunun bunun korkuluğu hâlinde, çıkartma kâğıdı millet olmak istemiyen her

topluluk, ya öz kökünü bulup ona yeni zaman yemişini verdirecek, yahut

kendisine İstiklâlli bir kök edindirecek geniş bir irfan hamlesine

girişecektir. Yoksa bedava yaşıyor demektir.

- İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü

yabancı kaynaklardan irfana ermek... Dâva kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna

göre, ikinci yolu, birincisine çıkan bir geçit sayalım.

O hâlde irfana erme dâvasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya

irfan yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır.

Böylece, henüz yürümiye başlayan çocuk nasıl dilini döndürmiye ve mevzularını

seçmiye çabalarsa, milletler de, yabancı mahsûllerin bünyelerinde yapacağı

ihtilâtları, kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında yavaş yavaş

sermayeleştirirler. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama

ererler.

İrfana erme dâvasının ilk ve baş hamlesi, dünya İrfaniyle temasa geçmektir. Bu

temasa geçiş fiili içinde, benden olan her unsur, dâvama, benden olmıyan her

unsur da aksi - dâvama yardımcı olarak bir bütün temsil eder. Başkalarının ne

duyduğunu, ne düşündüğünü, ne yaptığını bilmek, ihtimaller âleminde,

duyulacak, düşünülecek, yapılacak şeylerin iyisiyle kötüsü arasında tam bir

muhasebe plânına sahip olmak demektir. Meşhur bir İslâm mütefekkirinin dediği

gibi:

"Hiçbir mevzu yoktur ki, ilmi cehlinden daha faziletli olmasın!.."

Öyle ya, bir hâdiseye ister dost, ister düşman olabilmek için onu tanımak

lâzım...

İşte bu incelik etrafında, dünya görüşü, usûl ve Ölçü sahibi bir tercüme işi,

irfan dâvasının temel direklerinden birisidir. Dış mânâsiyle tercüme kadar

basit bir fiili ileriye sürerken, onun niçin ve nasıl yapılacağı bilinmedikçe,

yapılanın hiç yapmamaktan bir derece daha büyük kayıp olacağına dokunup

geçivereyim!

- Türk irfanının vaziyeti apayrı bir muamma!.. Zira o, dünya irfan zeminiyle

esaslı bir temasa geçememek öksüzlüğünden başka, bir de kendi öz kökünü elden

kaçırmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Binbir içtimaî ve tarihî oluş yüzünden

Türk dilinin geçirdiği derin tasfiye ve âlet inkılâbı, ona yepyeni bir

başlangıç çizdi.

Türk irfanının vaziyeti apayrı bir hâdise!.. Çünkü o, başlangıç noktasının

muhtaç olduğu tohumları, en kısa devre içinde filizden tarlaya ve harmandan

değirmene intikal ettiremediği takdirde, kendisini mazi ve istikbalden tecrit

eden bugünkü yalnızlık hâliyle tam bir kısırlığa düşecektir.

Türk irfanının vaziyeti apayrı bir facia!.. Zira madde tedbirleriyle kendisini

bellibaşlı kaynaklardan çekip bellibaşlı kaynaklara süren hamle, çözdüğü ve

örmek istediği nisbetlere karşı, ana dayanağını, ruh yollarından idrak ve inşa

cehdine hâlâ ulaşabilmiş değil... Ulaşmak şöyle dursun, bu hedeften her gün

biraz daha uzaklaşmakta olduğumuzu söyliyebilirim.

- Türk irfanı, zahirde 20, hakikatte 100 yıldır yepyeni bir başlangıç şartı

yaşıyor. Bu irfana maya tutturacak biricik çare, onu iç ve dış

istikametlerden, gerekli unsurlara hızla kavuşturmaktır.

(Mayonez), zeytinyağı, limon ve yumurtadan olur. Bir de bütün bunlardan daha

lüzumlu bir terkip ustalığından... Kıvamcı ve çalkalayıcı mevkiindeki lezzet

san'atkârından... İşte bir asırdır, unsurlar arasındaki terkip sırrını

yakalıyacak müdir fikri doğurabilmek bir tarafa; kaba unsurları seçmek ve

kadrolaştırmak işini bile Ölçülendiremiyoruz. Sadece gerekli unsurları seçmek

ve kadrolaştırmak dâvasının hakkını verebilsek, dâvaların dâvası olan

(Mayonez) sanatkârlığının, aşk, imân ve fikir iklimine ayak basmış oluruz.

Sadece gerekli unsurları seçmek ve kadrolaştırmak dâvasının en kaba hatlarını

sana belirtmeye çalışacağım.

(1946)

İRFAN İŞİNDE PLAN

En anlıyamadığımız, kabuğunu bir türlü kıramadığımız, duvağını asla)

kaldıramadığımız mefhumlardan birisi de (irfan)... Şimdi (kültür) diye

anlatmıya çalıştığimız nesne...

İrfan, arşın veya okka hesabiyle, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil;

sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın, döne dolaşa

damarlarımızda kan hâline gelişi gibi... Kimse bize, kilerindeki erzakı

gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamus

ezberlemekle irfan sahibi olamaz.

Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade bilinen şeyler vasıtasiyle

bilme hassasını tünektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi

âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi maliki

sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek

kıymet vahidi olan mânevi paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek

lâzım...

Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve gerçek bir dünya görüşüne

varmış her insan irfanlıdır. Bunun içindir ki, (üniversite)lerde ve bilhasa

mücerred ilim şubelerinde, talebe, bir şey öğrenmekten ziyade, nasıl

öğrenileceğini öğrenir. (Üniversite), öğrenme usûlleri öğreten ocak olmak

gerek... Bir de bizimkini düşün!

- Bir şey bilmek hüneriyle elmas takma san'atı arasında ince bir yakınlık var.

Elmas, mahfazasını zengin etmez. Onunla, çizgilerindeki asaleti ifade eden bir

vücudu kıymetlendirir. Bu yüzden, Karamanlı bakkalın pırlantaya boğulmuş

parmakları gibi, irfana sadece ve kabaca mahfazalık etmek, üstelik servet

cakası yapmak, hakikî irfansızlıktır. İrfandan gaye, en sade ve en zarif kılık

içinde bizzat mücevher olmaktır.

İrfan dâvalarımızın, kemiyet çerçevesinde, sürüsüne bereket!.. İlk mektep, son

mektep, talebe, inzibat, ahlâk, terbiye, bilgi, kitab, tercüme, lügat, usûl,

(program), yabancı (profesör), yerli muallim, filân, falan...

Bu karmakarışık kesret ifadesi bence tam bir vahdet mânâsı belirtiyor. Mes'ele

birçok değil, biricik:

İrfan cihazımızda kol kol şubelendirdiğimiz bütün mes'elelerin bağlı olduğu ve

mihrak noktasında toplandığı kök telâkki ve bu telâkkiden doğma ana plân!!!

Bize bu plândan haber versinler!

Tanzimattan beri böyle bir kök telâkki ve ana plân ıstırabiyle başı ağrıyan

tek bir maarif büyüğü görmedik!

Herhangi bir dalın yaprağında küçük bir baygınlık alâmeti sezilir sezilmez,

hatıra derhâl kök gelmeli... Bir ağacın köküyle en uzak yaprağı arasındaki

sıkı münasebet kadar, binlerce irfan mes'elesinin, onlara can veren ana görüş

manzumesiyle alâkası var.

Yapılmış, yapılan, yapılacak her şeyin kıymet hükmünü, aşağıdaki kıyasların

terazisinde tartarak elde etmeliyiz:

1- Dünya ilim ve fikir cereyanları karşısında durumumuz nedir'?

2 - Ruhumuz', iktibascı mı, telifci mi?

3 - Ahlâk ölçümüz nerede ve nasıl'?

4 - Hangi ruhî vasıflarda bir gençlik istiyoruz?

5 - Bu gençliği ne vasıflarda muallimler yetiştirir ve onlar nasıl yetişir?

- 6 - Milletlerarası bir müessese olan ilim, bu hassasına rağmen, millî bir

damgayla mühürlü değil midir?

7 - İlim tevzi işinde, onu en yukarıda dağıtan en üst elden, en aşağıda

toplayan en küçük avuca kadar hâkim esaslar ve usûller?

Gönül isterdi ki; bu sualleri siyah tahta üzerine tebeşirle yazalım; ve maarif

cihazının başında bulunmuş bugün hayatta kaç kişi varsa onlara imtihan suâli

hâlinde verelim. Mühlet, imtihan odasından çıkmamak şartiyle 100 senedir;

bakalım hangisi cevap verebilecek?

Kök telâkkiyi ve bu telâkkiden doğma ana plânı, bütün çizgilerin merkezde

toplandığı bir mimarî (motif)i hâlinde Örgüleştirmedikçe, irfan tatbik

sahalarında zaaf, daima göze çarpacaktır.

(Amik fakrüddem)e uğramış bir hastanın suratına bir okka pembe ve kırmızı

badana çalması gibi sahte ve mukallit nümayişler, gerçek iş ve iş fikrini

telâfi edecek değil, onu büsbütün elde edilmez hâle getirecektir.

(1946)

YİNE TÜRK İRFANI

Türk irfanının birinci temeli kaybetmek üzere bulunduğu öz kök... Osmanlı

İmparatorluğunun kuruluşundan Tanzimata ve Tanzimat sonrasına kadar gelen

devre içindeki yüksek irfan verimleri... Bir ân duralım:

Hiçbir inkılâb şekli tanımıyoruz ki, herhangi bir topluluğun mücerred his ve

fikir kıymetlerini temsil edici irfan cevherine karşı harekete geçmiş olsun...

Herşeyden evvel bu gerçeği kavramak zorunda değil miyiz? Rus (kültür)ü

Komünizmadan, İtalyan (kültür)ü Faşizmadan, Alman (kültür)ü Nazizmadan,

Fransız (kültür)ü Büyük İhtilâlden başlamaz. Tamamiyle aksine, bu inkılâblar,

genlerde (kültür) diyebilecekleri ne bulmuşlarsa, kadife zeminler üstünde ve

altın mahfazalar içinde himaye etmişler ve yeni (kültür)lerini de ona eklemiye

bakmışlardır.

Bizse köke, onun ruhuna doğru bir kanal açmak ihtiyacına düşmemiş bulunuyoruz.

Hemen beş on gerçek mütehassıs bulup, eski devrenin yüksek irfan mahsullerini,

bir itfaiye otomobili hıziyle bugüne taşıtmak zorundayız.

Nasıl ve neyi mi taşıtmak?

(Osmanlıcadun Türkçeye) ismiyle geniş bir tercüme faaliyeti açıp, tarih,

edebiyat, şiir, tasavvuf, usûl ve İlmiyle geçmiş zamana ait bütün zirve

örnekleri, günümüzün diline ve üslûbuna maletmek!..

Birkaç şubeden birer misal hâlinde, bir Âşık Paşa'yı, bir Evliya Çelebi'yi,

bir Fuzulî'yi, bir Mevlânâ'yı, bir Kâtib Çelebi'yi, bir İbrahim Hakki'yı

yetiştirmiş bir milletin, neticede bunlardan hiçbirine mâlik olmayışını, hangi

mazeret izah edecektir?

Babadan kalma irfana bağlı olmak veya olmamak değil, fakat sahib olmak şart...

Tarih, o irfana sahib olmaksızın onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet

iddia eden millete güler.

İkincisi Şark temeli!.. Aracı İranı ve öbür Doğu medeniyetleriyle Şark

temeli!..

Yine bir ân duralım:

Şahsiyetini Doğu, doğuyu da kendi şahsiyet teknesinde bir zamanlar yuğuran

büyük Türk milleti, bir gün Batı dünyasına, o dünyanın dış kemâllerine ermiş

ve bütün sırlarını yutmuş olarak Doğu üstünlüğünü haykırmak zorundadır. Olmak,

ya bu olmaktır; ya hiçbir şey olmamak... Dâvaların dâvasını, tek bir cümle

içinde görmek İstiyene başka bir şey söylenemez.

Doğuyu, başta Arap, sonra Fars, daha sonra, Hind ve en sonra Çin olmak üzere

bütün şaheserleriyle dilimize geçirmiye mecburuz. İşte Garbla Şark arasındaki

büyük nefs muhasebesini kavramak ve kendi kaynağımızı bütün saffet ve

hâlisiyetiyle iyice tanımak için tek yol!.. Hüzünle kaydedeyim ki, usûle bağlı

bütün kıymetler Batıda olduğu gibi, Doğunun zahiri anahtarları da bizden fazla

onlarda.,, Bugün bir (Muhiddini Arabî)yi, bir (İmamı Gazalî)yi, bir (Sadi)yi,

bir (Hayyam)ı, hattâ bir (Buda)yı, bir (Konfüçyüs)ü tanımak için bile oraya

başvurmak lâzım... Kendi kendisini tanımak için bile Garba muhtaç olmak, kendi

yüzünü seyretmek için bile seri malı Avrupa aynalarına iftikâr beslemek!..

Ve üçüncü temel: Garb!..

Tanzimattan beri kademe kademe inkişaf eden ıslahcılık temayüllerimiz Garba

sarktığı hâlde, Garb nasıl kavranır ve hazmedilir; hiçbir devirde

kavranabilmiş sanma!

Bizim için Garb bütün mevcudu ortaya dökülerek, benimsiyeceğimiz tarafiyle

dâvamızın, benimsemiyeceğimiz tarafiyle de aksi - dâvamızın hedefi ve hakikati

olacaktı. Benim, (ben) kalarak (o)nu ve başkalarını anlıyabilmenin yolu buydu.

Bugünkü dünyanın efendisi Garb, bir azametli kütüphanedir. Nerede bu

kütüphane? (Misel Zevako) ve (Aleksandr Düma)dan başka, içimize topyekûn

girebilmiş Garblı şahsiyet kimdir? Şehir Tiyatrosunun tek fert elindeki sahne

gayreti olmasa (Şekspir)i tanıyabilecek miydik?

Nerede Garb fikirciliğinin ağası Yunan felsefesi ve edebiyatı, nerede Roma,

nerede (Rönesans) sonrası yeni zaman fikir ve sanat bütünü, nerede (Klâsik)ler

ve (Modernler, nerede müsbet ilimler, fenler, ideolocyalar?..

Garbı, kafa ve ruh maktalarına nüfuz edemeden sadece dış aletleriyle

benimseyici bir telâkki, sahibinin külâhiyle bastonunu ele geçirip ayna

karşısında ona benzediğine inanan maymun seviyesini nasıl aşsın?.. Bir asırdır

herkesin, bilerek veya bilmiyerek diline pelesenk ettiği (Garb, Garb, Garb),

bütün bâtıl ve gerçeğiyle, işte bu kafa ve ruh maktalarına nüfuz etme işidir.

Biz bu nüfuz etme işinde maymun seviyesindeyiz!

(1946)

VE TÜRK İRFANI

Şimdi dâvayı, bir müşahhasta toplayalım: Türk irfanının temeli yalnız üçtür:

Osmanlı, Şark ve Garb temelleri... Bu köklerden üçünün de cevherlerini tek

saniye kaybetmeden gerçek ve canlı Türkçe kazanına doldurmak; orada

mayalaşmalarını, barutlaşmalarını beklemek; böylece bir sabah, millî

bünyemizle ona aşılayacağımız irfan maddeleri arasında kimyevî bir çarpışma

infilâkı duyup uyanmak ve hakikî hayata ermek.,,

Fikir budur! Bir türlü ayakta durdurulamıyan irfan sütunumuzu, (Kristof

Kolomb)un yumurtası kadar basit bir usûlle topraklarımıza dikecek teşhis de

bu!

Dâvanın çilesini çekmiş veya çekenlerden ilham almış gerçek mütehassıslardan

üç şubeli bir heyet kurulacaktı. Bu mütehassıslar "çile" tabiriyle

ifadelendirdiğimiz "efradını cami, ağyarını mâni" bir plân etrafında gayeye

perçinlenmiş olacaklardı. Osmanlıca, Şark ve Garp şubelerinin; hem dil, hem

mevzu, hem de ruh ihtisasına göre sınıf sınıf ustaları birleştirilecekti. Ve

bütün bu topluluk, tek ve ana bir merkez etrafında muhteşem bir Acem halısı

dokunur gibi eserini örgüleştirecek; ve üç beş kişilik müdir ve terkipçi bir

zümrenin kılavuzluğunu hiçbir ân kaybetmiyecekti.

Ortalama bir hesapla, her biri ayda 300 lira aylık alan 100 mütehassısın

kadrolaştıracağı bu hey'et, tam on senelik bir çalışma sonunda Türk irfanını

özleştirebilmek başarısına karşılık, tam üç buçuk milyon liraya; tercümelerin

satış kârı da hesaplanacak olursa, bedavaya mal olacaktı.

Yâni herhangi bir vekâlet binasından ucuz; yâni bedava; yâni her zaman olduğu

gibi işin fikir ve anlayıştan başka sermayesi yok... Yapılacak olan buydu!

Halbuki ne yapıldı?

Dâvanın en fazla nezaket kazandığı devir, 20 yıllık cumhuriyet, ondan evvel de

şu veya bu şekiller altında topallaya topallaya gelen 80 yıllık Tanzimat

boyudur. Fakat Tanzimattan Cumhuriyete kadar, gerçek ve canlı Türkçenin kıvamı

boyuna değiştiği, bir türlü dondurulamadığı, fakat zaman zaman billurlaşır

gibi göründüğü ve her şeyden evvel eski Türk irfanı büsbütün elden çıkmadığı

için hem iş sahası daha az girift, hem de acele ve hamle payı daha tasarruflu

görünmek zorundaydı. Böyleyken Şark ve Garp dünyaları arasında en çetin nefs

muhasebesinin başlangıcı olan o devirde, ister Doğu, ister Batı dünyalarının

ruh ve fikir hülâsaları üzerinde bütün gayret, tam bîr ihya zeminine

oturtulması gereken Şarkı yüzüstü bırakmak; Batıyı da duymadan ve anlamadan,

üstünkörü ve "devede kulak" örnekleriyle ve sadece paşa rütbeli şu veya bu

şahsın münferit merak, tecessüs, zevk ve tecrübesine bırakmaktan- ibaret

kaldı. O günden bugüne kadar, son 5 senedir hâdiseye uzanmak isteyen devlet

eli müstesna, bütün dâva, şu veya bu münferit ve menfaatçi şahsın, şu veya bu

münferit ve menfaatçi tâbi elinde ve daima halkın kaba nefsaniyetini gıcıklama

kadrosu içinde, bir açıksaçıklık, kepazelik, başıboşluk, macera ve eğlence

vesilesi olmaktan başka bir hedefe yönenilmemıştır.

Son beş senedir hâdiseye uzanmak isteyen resmî devlet eline gelince; ha, bu

çok mühim! Hasan Ali Yücel'in (Emrü kumandasındaki maarif cihazımızın son üç

beş senedir bize dünya şaheserlerini intikal ettirmek hususunda giriştiği

büyük nümayiş, daha evvelki büyük ihmal ve alâkasızlıktan bir derece daha

zararlı olmaktadır. İki noktadan:

1- Eserler, bağlı oldukları fikir ve san'at dâvalarının çilekeşi olmayan

merkezî elin dağ muhiti ellerde, bir boyacı küpü marifeti temsil etmektedir.

2 - Eserlerin çevrildiği dil Türkçe değil, yeryüzünde mevcut olmayan bir

lisandır. Ve zaten (bakan), bu fikri, -elbette ki mahremiyetine nüfuz

edemeden- 1939 yılında (Haber) gazetesinde (Necip Fazıl Kısakürek) imzasiyle

çıkan bir seri yazıdan almıştır. Geçelim, geçelim! Bu meselenin her ân biraz

daha inkıbazlı bir mikyasta devirler boyunca kavranılamayışındaki tek illet,

hangi istikamete baksak ayni teşhisle yüzyüze geleceğimiz gibi, her türlü ana

ve müdir dâva ve fikir zeminine çıkamayışımızdır. Sebep budur; gösterdiğimiz

yollarsa, netice... Elbette ki sebep vücuda gelmeyince, netice, bütün ıkıntı

ve sıkıntılara rağmen doğmıyacaktı.

Harunürreşid devrindeki Bağdad âlemine baktığımız zaman, ana ve müdir dâva ve

fikir zeminine haşmetle oturmuş ve Şark dünyasının, sonraları, Batı dünyasını

da kendisine muhtaç kılacak tarzda nasıl bütün Yunan ilim, fikir ve san'atını

Arapçaya maletmiş ve şahsiyetinden hiçbirşey kaybetmeksizin onları muhasebeye

çekmiş olduğunu görürüz.

Vakıa sebep olmadan netice doğmaz; fakat neticeyi teşhis ettirici yolların da

sebep kutbuna bağlı düğümleri vardır. Öyle ki, sebep, bütün kendi eseri olan

netice yollarından da aranabilir.

Her ağacın damarlarında toz yığını halinde sayısız tohum olduğu gibi, her

tohumun İçinde de bir ağaç vardır.

Teşhisi bu kadar kolay, fakat bu teşhisteki içtimaî fikir rüşdünü pek çetin

gördüğümüz meselenin baş hususiyeti şudur ki, o, sadece bir netice olmak

haysiyetine rağmen, meydana gelir gelmez gerçek sebep kutbunu aydınlatacak; ve

doğuracağı fikir olgunluğu içinde baştanbaşa bir sebep olacak derecede amelî

bir değer gizlemektedir.

İşte, sebeple neticeyi birleştiren daimî devir helezonu!.. Ah, bu helezonun

kolay, basit ve kaba taraflarına olsun kancayı atabilsek!.. Ve kof

tesellilerden ve dolandırıcı işgüzarlıklardan kurtulabilsek...

(1946)

MAARİF MESELEMİZ

Doğu ve İslâm medeniyet kaynağıyla alâkamızı zayıflatıp, Yunan ve Hıristiyan

medeniyet kaynağından doğma Batı dünyasında alâka aramaya başladığımız

gün-denberi, haşmetli bir maarif meselemiz var:

Maarif tatbik sahalarında, Topkapı Sarayı meydanındaki asırlık çınar gibi eski

köklü bîr zaaf ve aciz ifadesi...

Meselenin indifa etmiş hali, 1839 - 1939 arası ve Tanzimat, Meşrutiyet,

Cumhuriyet hareketleriyle kademeli...

Mesele,bütün cemiyet plânında bütün bir intikal hamlelerinin ruhuna bağlı ve

tek âlet, tek insan üzerinde mevziî kabahatler ilân etmekten çok üstün... En

geniş kadrosiyle bütün cemiyeti ve idare telâkkisini saran meseleyi, sebep ve

netice bakımından, şu âna hükümler içinde kuşaklandirabiliriz:

1 - Ulaşmak ve ermek dilediğimiz insan ve cemiyet üzerinde, peşin ve köklü bir

tecrit ve teşhise yanaşamadık.

2 - Şark ve Garp örnekleri arasında, büyük çapta bir iç ve dış hesaplaşmasına

girişemedik.

3 - Dolayısiyle. yetiştirme mevzuunda bir ana fikir plân sahibi olamadık.

4 - Garbın, temeline akıl erdiremediğimiz deri üstündeki şekillerini, dış

heyetlerinden kopya etmeğe savaştık.

5 - Şekillerden birçoğunu bile, hattâ göremedik.

6 - Gördüklerimizi, zahir göziyle kopya etmekte bile, hattâ beceriksizliğe

düştük.

7 - Böylece maarif idaresini, kısır ve ideolocyasız hamleleri ifşa eden bir

cihaz olmaktan kurtaramadık.

Şimdi gelelim, bu muazzam meselenin müşahhas tatbikat sahalarındaki müşahhas

ifadelerine... Maarif meselemizin, 1839 - 1939 arası ve tam yüz senelik bir

yara belirttiğini söylemiştim. Fakat bugün 1946'dayız. Yoksa 7 - 8 senedenberi

bu yara deşilmeğe, temizlenmeğe (pansuman) edilmeğe başlanmış mıdır? Evet; 7 -

8 senedenberi bu yara deşilmeğe, bir takım merhemler ve lapalar altında

büsbütün derînleştirilmeğe, büsbütün azdırılmaya başlanmıştır.

Son yedi sekiz yılın Maarif Vekili, sonra (Kültür Bakanı), daha sonra (Millî

Eğitim Bakanı) Hasan Ali Yücel'İ kasdettiğimizi anlıyorsun. Bu zat maarif

cihazının başına geçtiği zaman, ona yapılan hücumlara karşı, kaleminin nasıl

bir müdafaa siperi olduğunu hatırlıyorum. Demiş ve demek istemiştin ki:

- Hasan Âli, benimle ayni nesle mensuptur. Bugünle yarın arasındaki köprüyü

kurabilecek biricik ümit nesli bizimkidir. O, sadece bu bakımdan, tecrübe

edilmiş bayat nesillere göre bir ümit belirtebilir. Uluorta kıskançlık

saldırışlarından iğreniyorum! Henüz imtihanın başında bulunan bir adamı,

hevesle, zevkle, keyifle batırmaya çalışmakta iş yok... Bekleyelim, imtihanını

versin; ya kazanır, ya büsbütün batar!

Ve işte bu (Maarif meselemiz)e ait konuşmanın sınırları, hatta maddeleri

içinde, Hasan Ali Yücel'e, kendi neslinin bir ferdi sıfatiyle yolu belirtmek

bakımından, 1939 yılında ve (Son Telgraf) gazetesinde bir plân çizmiştin.

Hattâ ondan sonra da birkaç yazında onu müdafaa eder gibi olduğunu; herhalde

onun şimdilik bir Meşrutiyet Maarif Nazırı gibi maarif yüküne bir de kendi

şahıs yükünü zammetmediğinden, hiç değilse bu yükü omuzlamaya çalıştığından,

ya bu yükü kaldıracağından, yahut altında büsbütün ezileceğinden bahsettiğini

hatırlıyorum.

Öyle mi? Evet, öyle!.. Sen bu yazıları kaleme aldığın vakit. Hasan Âli Yücel

yepyeni bir vekildi. Ondan sonra kendisi hakkında hiçbir şey yazmadığın

görüldü. Tabiî seneler geçtiği ve (Bakan) imtihanını verdiği için, neticenin

sana göre artık sabit bir mânası olmalıydı. Bu hususta hiç bir şey söylemedin

ama, ben sanıyorum ki, Hasan Âli Yücel hakkında hiçbir taahhüdün olmadığı

halde ümidinin ne kadar boşa çıktığını anladın: ve kendi ümidin önünde, kendi

kendine karşı utandın. Bu da böyle mi?.. Senin adına ben cevap vereyim; bu da

böyle!.. Bir de gördün ki, Hasan Âli Yücel, sahiden bu zamana kadar kimsenin

el atmaya cesaret edemediği, senin de çok evvel kadrolaştırmış bulunduğun

dâvalar üzerinde, müthiş, büyük rizikolu işlere girişmekte asla tereddüt

etmiyen; fakat bu işlerdeki gerçek kıymet hükmü olarak onları hiç el

sürülmemiş olmaktan bir derece daha akamet ve ıztıraba uğratan bir israf ve

"gösteri" ustasıdır. Böylece, gayet ürkek, "Neme lâzım?"cı, "adam sen de!"ci,

"bana mı kaldı?"cı, muvazaacı, ara bulucu, bir Tanzimat Vezirini, hiçbir

dâvaya elini uzatamayışı bakımından haklı gösterecek derecede, dâva çilesi ve

uzak bir iş mevzuu karşısındayız.

Onun neleri yapıp neleri yapamadığını ve büsbütün yapamaz hale geldiğini

göstermek için. kendisini, bildiğin 14 madde üzerinde muhakeme edeceğiz.

(1946)

İŞTE MAARİF MESELEMİZ

Müşahhas çerçevede maarif meselelerimiz, benim tasnifime göre 14 tane. Bunlar

bir dağ silsilenin bellibaşlı 14 birliği gibi... Birer büyük vâhid... Teker

teker mürekkep iş gruplarını gösteren bu vâhidleri şubelendirdikce meselelerin

sayısını çoğaltmış oluruz. Kesirsiz birer topluluk ifadesiyle maarif

meselelerimiz, bence katî olarak bunlardır:

ANA FİKİR - PLÂN... OKUMAYİ GENİŞLETME... YETİŞTİRİCİYİ YETİŞTİRME... MEKTEP

KİTAPLARI... AHLÂK VE DİSİPLİN... DİL VE ISTILAH... ÜNİVERSİTE...

(POLİTEKNİK)... YABANCI PROFESÖR... AVRUPA'YA GÖNDERİLECEK TALEBE... SANAT VE

İLİM HAREKETLERİNİ DOİURMA VE KORUMA... HALK TERBİYESİ... DÜNYA İRFANINI

NAKİL... KÜTÜPHANE VE MÜZE...

Bu 14 meselenin İçinde, bütün dünyadaki örneklerinden üstünkörü kopya edilmiş

olarak tatbiki istendiği halde bir türlü becerilememiş ve ayrıca hiç

düşünülmemiş ve tatbik edilmemiş işler var. Sade serlevhalarını koymakla

kendisini yarı yarıya ifade edecek kadar derin bir ihtiyaç bedaheti temsil

eden meseleler, (kronolojik) bir ahenk içinde kafamızda billûrlaşmadan maarif

davamız büyük mevzuuna kavuşmayacaktır.

Elindeki pöstekinin tek teli üstünde meçhule dalmış deliler gibi, dâvayı tek

ve basit bir mesele halinde israf etmek istemiyorsak, en kaba serlevha ve

kemmiyet plânında olsun, işe temas arıyalım.

Şimdi gelelim birinci meselemize: Ana fikir ve plân...

Plân, fikrin işe inkılâp ederken, en saf tecritten en mürekkep teşhise doğru,

rahimde uzuvlaşan çocuk gibi, kafamızda maddeleşmesidir. Plânı, işe tekaddüm

eden fikir diye de tarif edebiliriz. Her işde fikrin ezelî kıdemi, bedahet...

Küçük iş parçalarına tekaddüm eden kırıntı fikirleri bir tarafa bırakıp, büyük

iş bütününe tekaddüm edecek ana fikri araştırınca, plânın ne demek olduğunu

kavrarız.

Tanzimattanberi maarif hareketlerimizin seyrine bu bakımdan bir göz atalım!

Büyük iş manzumesine hâkim bir ana fikir - plân sahibi olmadığımızı göreceğiz.

Yüz senelik Türk maarifini güden müşterek kafanın plancılığı, Avrupa maarif

(metod)larını bütün halinde muhasebe edemeden parça parça kopya kâğıdı altında

zaptedip, mümkün olduğu kadar çok ve iyi tatbik etmek fikrinden başka bir şey

değildir.

Bir idarenin ideolocya zaafı, maarif cihazında olduğu kadar hiçbir şubede

kesafet bağlayamaz. Bu bakımdan zavallı maarif cihazımız, kütleye şamil

mes'uliyetlerin tortu halinde üstüne çöktüğü şişe dibi olmaktan

kurtulamamıştır. İdeolocyasiz cemiyetlerin İdare mekanizmasında hiçbir şey

ayak üstünde durmamakla beraber, madde çerçevesinde ait birçok kanun,

muvaffakiyetle tatbik edilebilir. Meselâ frengi hastalığına karşı mücadele

eden bir Sıhhiye Vekâleti, (Neosalvarsan)lı (formül)leri Avrupadan getirtip

şahıslar üzerinde verim temin eder; yahut bir İktisat Vekâleti, memleket ham

maddelerine karşılık satın aldığı makinelerle öbek öbek fabrika kurdurur ve

işletir. Fakat bütün bu neticeleri basil reçeteler haline getiren fikrî

hamlenin kaynağındaki maarif cihazı, kendisine ait bütün (formül)leri, hattâ

baştanbaşa kopya edip, hattâ baştanbaşa tatbik etmekle, istenen ruh ve kafa

iklimini kurmaya mahsus sistemi elde edemez. (Kültür) cihazının kendi işinde,

çaresiz, bir dünya görüşüne varması lâzımdır.

Dâvamız tekli Ana fikir - plân eksikliği... İlham perisini bekleyen modası

geçmiş sarsak şairle, kahve telvesinden İstikbali keşfe yeltenen bunamış

kocakarının bile, birer gizli plâncığı vardır. Fezanın sonsuz muhtevasında

olduğu gibi, her şey plân ruhunun bir şubesi... Basit bir iş programını değil

de, kafamızın temeli mânasına aldığım plâna, bütün dünya maarif

(formül)lerini, kendimize ait bir mide içinde hazmettirecek ve kana çevirecek

ölçüler girecektir. Her mevzuda peşin ve kendimize ait bir doğru ve yanlış,

iyi ve kötü, güzel ve çirkin hükmü...

Memleketin (sentez) kafası taşıyan fikircilerinden, teker teker böyle bir plân

(tez)i istenebilir. Bunların umumî tenkidinden de, plâna esas ilk hükümler

doğar.

Plânı bizzat şuur, plansızlığı insiyak diye ele alırsak, doğrudan doğruya şuur

binaları kurmakla mükellef bir işçi, plânsız nasıl çalışır?

İki numaralı mesele,okutmayı genişletme işidir:

Bu, hemen bütün dünya maarifinin baş meselesi... İnsanlığın malı olmuş, (lise)

çerçevesindeki hakikat kanunlarını, köyden ve ilk mektepten başlayarak, her

şeyden evvel tam bir kemmiyet plânında mümkün olduğu kadar yapmıya çalışma

işi.. Dediğim gibi, bu lüzum, işin sadece kemmiyet plânında genişleme icabını

temsil etse de, keyfiyet plânına en müessir esaslardan biridir. Okutmalıyız;

bildiğimiz ve başardığımız kadariyle, mümkün mertebe çok insan okutmalıyız.

Derhal ilâve edelim ki, bu iş, mektebi, muallimi ve binbir âletiyle yüzde yüz

iktisadî bir (faktör)e dayalı... Maarif cihazımızın, beş yıl evveline kadar,

okutmayı genişletmemekte, kendisine verilen bütçe payına göre hiç kabahati

yok... Fakat, ayrı ve bundan daha büyük bir suçu var: Bu lüzumu, canla başla

müdafaa etmemek kabahati... Bundan beş yıl evveline gelinceye kadar yuvarlak

hesapla maarif bütçemiz, devlet bütçesinin 16 da biriydi. Türk cemiyet

kalkınması dâvasını 16 parçaya bölersek, maarif meselesini bunun yalnız 1

parçası kabul etmek hatası, Cumhuriyetin başındanberi işlene durmuştur.

Silâhlanmak, makineleşmek, muvasala yollarını kurmak, elbette en büyük çapta

ihtiyaçlarımız... Fakat madde çevresinde imarına çalıştığımız yurdu, ruh

çevresinde kimler için hazırladığımızı düşünecek olursak apışırız. İmar

dâvamızı muhitten merkeze ve merkezden muhite doğru, hem madde ve hem de ruh

çevresinde müsavi haklarla ele

alacaktık.

Devlet bütünümüzün, maarif cihazının iktisadî (faktör)e dayalı zaruretlerine

daha çok hak vermesi lâzımdı. Maarif çocuğu, babasından gündeliğini yıllarca

eksik almış; son yıllarda birdenbire artırılan gündelik de, keyfiyet dâvası

halledilmeksizin girişilen kemmiyet nümayişlerinin ne kadar aldatıcı olduğunu

ispattan başka bir işe yaramamıştır. Sırası gelince göstereceğim.

Demek ki, aslında bir kemmiyet işi olan bu mesele,bir keyfiyete bitişik

yürümedikçe yerinde saymaktan daha zararlı oluyor.

Üç numaralı meselemiz, yetiştiriciyi yetiştirme işi:

Çocuğun yetiştirme işiyle, onu yetiştirecek yetiştiriciyi yetiştirme işi,

içice girmiş bir düğüm... Çocuk yetiştirmeli ki, yetiştirici yetişsin;

yetiştirici yetiştirmeli ki, çocuk yetişsin.

Bugün elimizde 7 top yetiştirici, yâni muallim var: Memur ve zabit

mütekaitleri, ehliyet vesikası sahipleri, orta muallim mektebi mezunları, her

hangi bir mektep mezunları, (Üniversite) mezunları, yüksek muallim mektebi

mezunları, Avrupa (üniversite)leri mezunları...

Yetiştiricinin _, itiştirilme şartlarında sistem olmadığı, bu

üniformasızlıktan belli... Hakikatte yetiştiricilerin keyfiyetçe küçük,

kemmiyetçe büyük sınıfı orta muallim, kemmıyetçe küçük, keyfiyetçe büyük

sınıfı da, asıl olarak yüksek muallim mektebinden yetişmeli; miyara uymayanlar

gittikçe azlığı teşkil etmeli...

Nerede muallime aşılayacağımız kafanın mimarîsi? En lâzım, en çetin iş!..

Terbiye ve öğretme ilimleri bakımından, ahlâk ve mefkure rüşdü noktasından her

hangi orta malı bir (metod)a bile malik değiliz.

Yetiştiriciyi keyfiyet plânında yetiştirme işinin zirvesi, yüksek muallim

mektebi derdidir. Senin de bir zamanlar üç sene müddetle fasulye - pilâvını

yediğin bu mektep, (Üniversite) talebesinin otelinden başka bir şey değildir.

Fransadaki nümunesiyle (Bergson)u yetiştiren bu mektep, (Üniversite)deki

derslerden başka ve onlardan daha sıkı ölçülerle talebesinin ensesine binmeli

değil mi?

Halbuki talebe mektebin asla kıymet vermediği hafif derslerine devam etmiyor,

uykusu gelince mektebe uğruyor, uyanınca mektebi terkediyor. Kusur, hiç de

talebenin değil...

Yetiştiriciyi yetiştirme işi, memleketi yetiştirme bakımından, hem kemmiyeti,

hem de keyfiyeti üzerinde en sıkı düşünmemiz gereken müşahhas hedeftir.

Dört numaralı meselemiz, umumiyetle mektep kitapları:

Arada bir herkesin mal bulmuş mağribî gibi saldırdığı mektep kitabı

meselesi... Neymiş? Mektep kitaplarında şu bu yanlışlar varmış. Bütün bu

kitapları elekten geçirip yanlışlarını düzelttiğimizi farzedelim. Dâva

hallolunmuş, hattâ mektep kitabı meselesi kurtulmuş mu olur? Mektep kitabı,

bir bakıma bandrol lanmış, istife girmiş dünya hakikatlerini, muallim elinde

tefsir ve kıymet kazanacak kuru çerçeveler İçinde dağıtan vasıla...

Denizlerimizin derinliğini ve dağlarımızın yüksekliğini bile Avrupalı ölçüp

bize öğrettiğine göre o, en hâlis örnekleriyle Avrupada... Avrupalının, tetkik

edip bize Öğretmeğe lüzum görmediği Türk edebiyatı ve tarihi müstesna, mektep

kitaplarındaki ana muhtevayı, piyes (adapte) eder gibi, ustaca nakletmekten

başka ne iş kalıyor? Öyle mi? İşte arada bir çatanla çatılan arasında,

ikisinin birden korkunç anlayış suçunu tesbit eden nokta!.. Dâva, dünyanın her

tarafında ayniyet ifade eden hakikatleri benimseyip kendi usûllerimize göre

telif etmekte.,. Ve bu telif işinde, bütün bir hakikatler tablosundan

sindirilmiş, bir de bütün bir mizaç ve hassasiyetler havası kurmakla...

İşte davanın müşahhas çıkar yolları:

Asla işi kitapçı eline bırakmadan devletleştirmek... Her mevzuda büyük bir

müsabaka açıp üç beş eser kabul etmek.,. Müsabakada pedagocya usûllerini esas

tutmak... Lisan ve ıstılah meselesine hâkim olmak... Meselâ edebiyat

kitaplarında şu veya bu muharriri, şahıs kini yüzünden eserine almamak

suretiyle keyfî ilim yapanları ayıplamak... Ayrıca şahsî ve hususî terkip ve

tefsir istiyen edebiyat ve felsefe mevzuunda, Avrupalı muharrirlerden yüzdeyüz

hırsızlama eserler verip, sıkılmadan ve utanmadan kitap kapaklarına müellif

imzası halinde parmak izlerini basanları tokatlamak... Üç beş kitaptan birinin

tercihini muallimden beklemek... Bunları devlet hesabına gayet temiz ve kâfi

miktarda basmak... Zamanında yetiştirmek... Son derece ucuza maletmek...

İhtikâra meydan vermemek... Fakir talebeye göre hususî şartlar tatbik etmek...

Her 5 senede bir, zamanın tekâmüllerini araştırmak için müsabakayı

tazelemek...

Bütün ele geçmeden, ne kadar da basit olsa parça işe hâkim olunamıyacağına

mektep kitapları dâvamız şahittir.

Beş numaralı meselemiz de, ahlâk ve disiplin:

Mütekâmil İnsan tipi bir mütefekkiri, tuzun (klor)uyla (sodyum)u gibi iki

esaslı unsura ayırsak şunları görürüz: Dünya görüşü, ahlâk telâkkisi...

Cemiyet ki, çekirdeği insan; insan ki, çekirdeği ruhtur, bu iki unsurdan

ibaret... Bu unsurlardan yalnız bir tanesiyle ne cemiyet vardır, ne de

mütekâmil insan... Hele ikisinin birden mutlak eksikliği, yamyamlarda bile

tasavvur edilemez. Sadece insan olmak haysiyeti hiç değilse bir seziş, bir

insiyak halinde bu iki ihtiyacı tesbite kafi.

Şimdi birdenbire müşahhas tablomuza dönelim. İlk mektebin ilk sınırına girmek

için asgarî yaş olan 7 yaşiyle, yüksek tahsil çağındaki 20 - 25 yaş arasında

bulunan Türk çocuğuna bakınız! Bu çocuğun sırtındaki ahlâk baskısı, zayıflıya

zayıflıya sigara kâğıdı kadar incelmiştir. Bilgiç tek nazar, faciayı bir

hamlede çerçeveler.

Sigara boyundaki yumurcağın elâlem önünde iftiharla dudağına yerleştirdiği

sigaradan, bıyıkları terler terlemez cebinde taşıdığı sustalı çakıya kadar,

Türk çocuğunu saran ahlâk zaafı üzerinde benden vesika istemeyin! Bir milyon

tane sayarsın!

Tezatsiz bir fikir ve ahlâk bütünü İslâmî terbiye temeline dayalı Türk ailesi,

Tanzimattanberi, kaynağiyle alâkasını zayıflatan ve ona yeni bir kaynak temin

edemiyen yarım tesirler altında sarsılmış ve çocuğuna tahakküm kudretini

kaybetmiştir. Ahlâk mevzuunda, aileye göre mektebin, ve mektebe göre ailenin

tamamlıyacağı çocuk, şimdi iki cepheden de başı boş geziyor. Bir cemiyette

mekteple aile arasındaki ittifak bozulunca, işler dumandır.

Eğer gayemiz, eski aile tipini yenisiyle değiştirmekse, o zaman ahlâk borcunu

doğrudan doğruya (rejim) ve mektep yüklenecektir. Bu takdirde (rejim) ve

mektep, kafasında yekpare bir bütün halinde taşıyacağı ahlâk telâkkisinin

zehirden acı (disiplin)ini tatbikte saniye gecikmiyecektir. Heyhat ki,

cemiyetin köklerinde mevcut müsbet ahlâka bir türlü yol vermemek suçuna eş,

birer hak veya batıl hiçbir ahlâk telâkkisinde olmamak cinayeti' canım Türk

çocuklarını kazığa oturtmak günahı halinde, ilk mesuliyeti Maarif cihazında,

sonra bütün mekanizmada buluyor.

Evden, mektepten, sinemadan, gazeteden, şundan, bundan ayrı tesirler altında

kalan perişan Türk çocuğuna acıyalım!

Maarif cihazımıza düşen en acele borçlardan biri, bütün bu alâkaları hesap

edip mekteplere mahsus kocaman bir ahlak ve disiplin nizamnamesi vücuda

getirmek, muallimlerini bu nizamnamenin ruhu etrafında telkin ve terbiyeye

memur etmek, bu suretle ahlâk telâkkisini ölçüleştirmemiş olan Türk

İnkılâbının bu cephesini tamamlamıya ve düzeltmiye doğru ilk adımı atmaktı.

Nerede? Bunun için de maarif cihazımızın, Şark ve Garp mahsubu içinde bir

ahlâk telâkkisine varması şarttı. Nasıl?

Altı numaralı meselemiz, dil ve ıstılahtır:

1 - Her hangi bir lisanın içine, iştikakları ve sarf ve nahviyle nüfuz eden

bir başka dil o lisanı müstemlekeleş-tirir. (Eski, yakası açılmamış

Osmanlıca!)

2 - Uydurma dil, bizi saran ve bize takaddüm eden kâinatı yenisiyle

değiştirmeğe kalkmak kadar tabiat kanunlarına zıddır. (Yeni türkçe tecrübesi!)

3 - Kendi Öz kelimelerimizden başka, bizim iştikak ve sarf ve nahiv mayamız

İçinde tahammür etmek ve bizim hançeremizin damgasiyle mühürlenmek şartiyle

İçimizdeki yabancı kelimeler bizdendir. (Yarı yarıya sahibi olduğumuz, tam

sahibi olmak için kanunlaşmasını beklediğimiz, bugünün ve yarının türkçesi!)

Bütün kâinat, bütün mevcudiyetiyle bize dil aynası içinden aksettiğine göre,

kıymeti kâinata bedel bir varlığı temelleştirmemiş olmak, tek kelimeyle

namevcut olmaktır.

İlk işimiz, dil dâvasını bütün bir san'at ve ilim inceliğiyle kavramış bir

komisyonun, bence yukardaki Üç esas etrafında yapacağı büyük Türk lügatini

vücuda getirmektir. Öyle bir lügat ki, vatan haritası gibi, dışındaki tek

kelime Türkçe değil, içindeki her kelime Türkçe... Lügatin hayat ve vakıaya

uyması için ne kadar bilgiç ve titiz ölçüler gerektiğini tahmin edelim!

Bu işin peşinden, bir de sarf ve nahiv kanunlarımızı billûrlaştırmaya

ihtiyacımız var. Nerede Türk grameri? Türk gramerinin İnceliklerini, ancak

yabancı gramer esaslarını kafamızda tercüme ederek buluyoruz. Meselâ bugün bir

ecnebi mektepte Fransızca gramer okuyan bir Türk çocuğu, öğrendiği esasları öz

diline tatbik ederek, Türkçenin sarf ve nahiv çatısını kavrayabiliyor. Zira

bir müddettenberi, mekteplerimizden gramer dersleri kaldırılmıştır. Binanın

ayakta durma alışkanlığına güvenip, altındaki temeli kaldırmamıza benzeyen bu

müthiş kararı, derhâl biricik selim tedbirle önlemek, saniye gecikmeden

mekteplere gerçek sarf ve nahiv derslerini sokmak borçtur.

İstılah işiyse bir azametli dâvadır. Birer ilim mefhumu demek olan bütün dünya

ıstılahlarını, ne yapıp yapıp dilimize mal etmekten gayri çaremiz yok. Fakat

nasıl?

1 - Kanaatimce, lisanımıza girmiş Arapça ıstılahlardan büyük bir kısmını,

terkiplerini ve iştikaklarını bozmak ve hançeremize uydurmak şartiyle muhafaza

etmeliyiz.

2 - Dilimizde, ne Türkçe, ne Arapça, ne Farsça, hiç mukabili olmıyan Garp

ıstılahlarını, yine millî hançere delâleti altında aynen kabûllenmeliyiz.

Senin yaptığın gibi...

3 - Ana dilimiz hakikî Türkçeden ıstılah biçmeğe çalışmalıyız. Şu kadar ki,

bütün ıstılah manzumemizin mutlak ve sabit olması, biricik şekil arzetmesi

elzem...

"Her şeyden evvel kelâm vardı"

Diyen Ölçü, her şeyden sonra da kelâm bulunduğunu işaretlendiriyor. Başımız

veSonumuz dil... Bizse, dilimize kadar her şeyimizi kaybetme yolundayız.

Gelelim yedi numaralı meseleye! (Üniversite) meselesi:

Şimdiye kadar en aşağı üç (Üniversite)miz olmalıydı. Biri İstanbul, öbürü

Ankara, daha öbürü Şark Anadolusunda üç (Üniversite)... İçinde baştanbaşa Türk

(profesör)lerinin ilim yuğurduğu üç (Üniversite)... Kafaları milliyet ve

şahsiyet temeline dayalı Türk (profesörlerinin ilim yuğurduğu üç

(Üniversite)...

Halbuki bir (Üniversite)miz bile yok. Zira: (Üniversite) = (Profesör)...

Kandırmıyalım birbirimizi! İçi tıklım tıklım yabancı (profesörler)le

doldurulmuş biricik (Üniversite)mizin yalnız bu hali isbata yeter ki, Türk

hocası yetiştirilmemiş, yetişememiştir.

(Üniversite profesörü) tipini kahramanlaştırdığım sanılmasın! (Üniversite

profesörü) tipi, bir muhteşem ameledir. Kendisine ait olmıyan hakikatlere,

kendisine ait olmıyan usûller içinde tamamiyle ermiş ve erdirmek ehliyetini

kazanmış adam... (Üniversite profesörü)nün kendisine ait cephesi, bilgisi,

üslûbu ve (akademik) terkibinde... Bir amele ki, harcı, kafasında--bir duvar

ifadesiyle dürüst ve ilmî bir terkibe sokabilmiştir; Amele, fakat yetişmesi en

çetin şartlara bağlı bir amele...

Zira (Üniversite profesörü)nden, san'atkâr, filozof, âlim, kâşif gibi ibda

kahramanlarının yüksek bestekârlığını resmen isteyemesek de, çaldığı âlet

üstünde (virtüözlük) istemek hakkımızdır.

(Üniversite profesörü) ehliyetinde fertlerin yetişmesi, her hangi bîr maarif

cihazındaki verimin kemâl ifade etmeğe başlamasıdır. O halde bu cevheri temin

etmenin şartı bir değil, birçok... Bu şartları hiç değilse ben, kendi saydığım

kadar kabul etmeğe mecburum. Şartların başında "Avrupaya gönderilecek talebe"

meselesi var... Zira ben mutlak olarak inanmışım ki, Avrupadan getirilecek

yabancı (profesör)e ne Türk çocuğu teslim edilir, ne de o, Türk çocuğunu

yetiştirebilir. Bunları (yabancı profesör) ve (Avrupaya gönderilecek talebe)

fasıllarında konuşacağız.

(Üniversite)yi, millî ve şahsî ilim benliği sahibi Türk (profesör)leriyle

baştanbaşa doldurup işe girişebileceğimiz gün, her türlü kıymetin çorap söküğü

gibi birbirini takip edeceği (kültür) iklimi kurulmuş olur.

Sekiz numaralı mesele, (Politeknik):

Fransızların (Ecole superieure de Poloytechnique), Almanların (Techniche hoche

schule) diye isimlendirdiği (Yüksek Fenler Mektebi)ni bir asırdanberi hâlâ

kurmamış, kurmaya bile teşebbüs etmemiş olmamız, akıllara sığmaz gaflet!

Tatbik sahasındaki bütün müsbet bilgini yetiştirme ocakları. (Politeknik)

mihveri etrafında, şimdiye kadar iyi veya kötü memleketimizde kurulmuş

olmalıydı. Son (Teknik Üniversite) tecrübesini, maarif dâvamızın sonunda

kıymetlendireceğiz.

Dünyayı avucunda tutan Avrupa hâkimiyeti, müsbet bilgiler temeline dayalı;

Garp medeniyeti bütün üstünlüğünü müsbet bilgiler manzumesine borçlu...

Maddeye hâkimiyet, maddeyi bütün imkânları içinde istismar gibi, basit, fakat

herşeyi esir edici azametli bir basite dayanan Avrupa üstünlüğü, yalnız, bu

cephesinin elde edilmesiyle iflâsa sürüklenir; ruhî boyunduruk olmaktan

çıkarılırdı.

Garp üstünlüğüne dair yalnız bu teşhisi koyabilmek, koca bir intikal

dâvasının, (Zümrüdüanka) kuşu gibi bir türlü enselenemiyen hedefini ele

geçirmek, eksiği tamamlamaya doğru ilk adımı atmak demekti. Bunun için de Garp

müsbet bilgilerine tevarüs etmek, onu Dikilitaş halinde, yurdun göbek

noktasına mıhlamak lâzımdı.

Bu incelik Tanzimattanberi ne anlaşıldı, ne de tatbik mevzuu kabul edildi.

İncirimizden, fındığımızdan, tütünümüzden kazandığımız parayla, müsbet

bilgiler arasındaki bütün madde ihtiyaçlarımızı Avrupadan bekledik;

Avrupalılaşmayı (Savoir vivre - Muaşeret kaideleri) kitabı kadrosundan ileride

göremedik; şarklılığı bir aşağılık ukdesi halinde halka gibi burnumuzda

taşıdık; böylece bugüne kadar geldik. Bütün harblerini teknik cihazı sayesinde

kazanan, korkunç emperyalizmasıyla koca Asya ve Afrika'nın ensesinde boza

pişiren, yarı uyanık züppelerimize pisliğini bile misk gibi koklatan Avrupalı

da idraksizliğimizi dibine kadar istismar etti. Gözümüzde, lâzım tarafıyla bir

tetkik mevzuu olmak yerine, her tarafıyla bir hayranlık ve inkıyat hedefi

olarak (totem)leşti.

İşte, (politeknik), mihveri etrafında, bütün müsbet bilgiler manzumesinin

memlekete intikâl ettirilmesi ihtiyacını kuşatan kıymet hükmü... Bu kıymet

hükmünde ayrıca, memleketin, iktisadî, ziraî, ticarî, askerî, sıhhî, bütün baş

ihtiyaçlarını tekeffül edecek ana teşebbüs gizli... Makineleşmek, cihazlaşmak,

madde istiklâline sahip olmak dâvasında bir millet, (teknisyen)lerini

yetiştirecek ocağı kurmadan ne halt karıştırabilir?

(Politeknik) ocağını kurmak, (Üniversite) ocağını kurmaktan şu itibarla daha

kolaydır ki, yalnız fen sahasında, bellibaşlı bir zaman için, yabancı

(profesör)e tahammül edebilir-.

Memleketimizde (teknik) dünyasının büyük çapta yetiştirme ocağını kurmak ve

onu verimlendirmek. intikal işini madde plânında yüzde yüz zafere

ulaştırmaktır.

9 Numaralı meseleye geldik: Yabancı (profesör):

Evvelce de nice konuşmalarımızda söyledim, izah ettim, ispata çalıştım: İlim

ve san'atta yabancı mütehassıs, Avrupalı (profesör) kabul edilmez; (teknik)te

bir dereceye ve muayyen bir zamana kadar evet!.. Kendi kendimi tekrar etmeyi

sevmediğim için şimdi bunları yeni baştan gevelemiye kalkmıyacağım. Kafasında

zerre miktarı şahsî tefekkür hassası gezdiren, beni şimşek hıziyle kavrar,

tasdik eder.

Halbuki, doğuşları bakımından Garplı olan ilim ve san'atları bir tarafa

bırakalım; İstanbul Üniversitesinde, Arap dilini bile yabancı (profesör)lere

okutuyoruz. Gafletin bu rütbesi karşısında İnsan, öfkesinden dilini yutar,

felce uğrar. İstanbul Üniversitesinde Arapça metinlere memur Alman

profesörünün, malûm ve muhterem İsmail Saib Efendi'den ders alıp talebesine

ders verdiğini bilmeyen yoktur. Türkle Türk arasında bu ne harikulade tavassut

rolü!.. Kendi kendisinden gafletin bu derecesi, tımarhanelerde bile

görülmemiştir.

Sür'atle halis kan Türk (profesör)ler kadrosunu, elimizdeki bilinen ve

bilinmiyen mevcudiyle, ve o mevcudu boyuna arttıracak canlı tedbirlerle iş

başına çağırmalıyız. Saf ilim ve san'at planındaki Avrupalı (profesör)e,

kontratının son ayına ait maaş ve mübalâğalı bir teşekkürden başka ne borcumuz

var'?

Saf ilim ve san'at planındaki Avrupalı (profesörle, ana dili ve millî tefekkür

teknesi dışında ilim yuğurtmak, millî tefekkür dehasını en hassas yerinden

korleştirip ruhumuzu müstemlekeye çevirmektir.

10 numaralı meselemiz, Avrupaya gönderilecek talebe:

İşte hem (Üniversite), hem (Politeknik), hem yabancı (profesör) dâvalarımızın

kurtuluş (formül)ünü gizliyen mesele!... Avrupalıları mahremiyetimize sokup

bize ilim aşılamalarını istemektense, biz Avrupalıların mahremiyetine girip

kendimizi aşılatacağız; kendimizden olan bünyelerin kan değişikliğini, bize

uygun İstihaleler içinde yine kendimizden alacağız.

Zahir gözîyle birbirinden farksız gibi duran bu İki metod arasındaki fark,

anlıyanlarca esasidir.

Amma diyeceksiniz ki, bu işi yüz senedir yapmaktayız, Tanzimattan beri

Avrupaya adam göndermekteyiz; dönenler bize (Mulen Ruj) havalarından ve

(Gonokok) mikroplarından başka birşey getirmemekte. Evet, vaziyet aynen

böyle... Avrupaya yüz senedir adam gönderiyoruz; ve gidenleri geldikleri

dakikadan itibaren, pek az istisnalariyle büsbütün kaybetmiş bulunuyoruz.

Bu, gidenin değil, gönderenin kabahati; gidişteki manasızlığın değil,

gönderişteki sistemsizliğin neticesi...

Evvelâ herkesin can attığı Avrupada yaşamak gayesini, kaba bir zevk işi

olmaktan çıkarmak gerek... Kimse Avrupaya öğrenmek için gitmemiş, zevketmek

uğrunda öğrenmek angaryasına razı olduğu için gitmiştir. Bu işi Yunus

Emre'nin;

Zehirle pişmiş aşı yemeğe kim gelir?

Mısraında olduğu gibi, ulvî surette belalaştırabiliyor muyuz? Seyredin o

zaman, Avrupaya gideceklerden gelecek faydaları!.. İşi ulvî suretle

belâlaştırmak şöyle olur:

Avrupaya gideceklere, kurtarıcı rollerini aşılayacak bir mefkure, ahlâk ve

disiplin nefhetmek, onları istidatları bakımından bu müdir fikir etrafında

seçmek, başlarına bu kıratta müfettişler oturtmak, hareketlerini saniyesi

saniyesine murakabe etmek, muvaffak olanları muvaffakiyetleri nisbetinde

Türkiye'de bekliyecek şereflere karşılık, muvaffak olamıyanları aynı nisbette

şerefsizliklere uğratmak, icabında bir aziz prensibi muhafaza bakımından bin

kelleyi feda hiç tereddüt göstermemek... Ancak bu şartlar altındadır ki, 100

senedenberi Öğrenemediğimiz esrarlı (tango)yu, 10 senede söker geliriz.

Avrupanın ne olduğunu ve ondan ne istediğimizi, kendimizin ne olduğunu ve ne

olmak istediğimizi, ve bütün bunların nasıl meydana geleceğini burada

bilmeden, kavramadan, çerçevelemeden oraya adam göndermek saçmadır.

11 numaralı meselemiz de, san'at ve ilim hareketlerini koruma:

Maarif cihazı iş külçesinin en cevherli kısmını teşkil eden bu cephe, bizde

oldum olası husyesiz doğmuş çocuktaki gibi namevcuttur.

Evvelâ mevcut uzuvların fena işleyişini görmek ve göstermek var; sonra bu fena

işleyişi en gizli saiklerine kadar çerçevelemek ve şifaya kavuşturucu

tedbirleri sıralamak var; daha sonra büsbütün namevcut uzuvlara ait eksikliği

kaydetmek ve giderilmesi çarelerini bildirmek var. Mütekâmil vücut hakkında

peşin fikir sahibi olmadan bu vazife yerine getirilemez.

Klişeleşmiş basil hakikatlerin basil öğreticisi seviyesinden üstün, memleket

çapında ruh ve kalıp mimarı bir inkılâp maarif cihazı, ancak san'at ve ilim

hareketlerini doğurmak ve korumaktaki fârikasiyle belli olur. Tanzi-mattanberi

maarif cihazımıza düşen borçlardan başhcası bu değil miydi? Tanzimattanberi

maarif cihazımız, bu tecilsiz borcu üstüne bile almadı; sadece klişeleşmiş

basit hakikatlerin basit öğreticisi makamına hasret çekti.

Bana sorarsanız san'at ve ilim adamını, kendi öz tekevvünleri içinde serbest

bırakmak ve ruhuna müdahale etmemek şartiyle, iktisadî faktör ve içtimaî rol

bakımından devletleştirmek lâzım... Bu suretle san'at ve ilim adamı,

kendisinden resmen eser ve faaliyet isteyen, kendisini bunun için koruyan

cemiyet ve devlete karşı, verimini keyfiyet ve kemmiyet bakımından yükseltmeğe

mecbur kalacaktır.

Memleketin en ileri san'at ve ilim hareketlerini, içinde mayalaştıracak büyük

bir mecmua... Maarif cihazının resmî ve büyük (organ)ı... Merkezî mahiyetteki

bu (organ) etrafında öbür güzel san'atlara, amelî hayat bilgilerine mahsus

birkaç mecmua daha...

Resmî bir devlet tiyatrosu, büyük devlet sinema teşekkülü, birkaç büyük devlet

orkestrası, devamlı surette uzuvlaştırılmış (plâstik) san'atlar sergileri,

devamlı (galeriler, san'at kulüpleri, ve bütün bu faaliyetlerin merkezî mekân

hükmünü temsil etmek üzere Ankara ve İstanbul'da birer azametli san'at

sarayı... Saray, şimdiki şahsiyetsiz ve maskara (kübik) inşalara karşı yeni

Türk üslûbunun örneği olmalıdır.

Doğrudan doğruya millî Şark san'atlarının himayesi ve genişletilmesi üzerinde

derin bir şuur...

Edebiyat ve ilimden bağlıyarak her san'at şubesini kucaklamak şartiyle senenin

en büyük verimlerine ait birer mükâfat...

Tedricî bir tekevvünle Türk akademyası hazırlığı... Türk san'at ve ilim

verimlerine milletlerarası bir saha hazırlıyacak, hassas ve akıllı bir

propaganda bünyesi... Radyonun ruh ve kafa cephesinde gerçek maarif idaresi...

Geldik 12 numaralı mes'elemize... Halk terbiyesi:

Bu iş şubesi, "san'at ve ilim hareketlerini doğurma ve koruma" bahsiyle sıkı

sıkıya alâkalıdır. Nitekim geniş maarif çerçevesinde herşey, vasıtalı veya

vasıtasız, bu hedefe ve birbirlerine bağlı değil mi? Fakat hedeflerden her

birini, müşahhas, muayyen ve müstakil tatbik sahaları hâlinde ayrı ayrı

şuurlaştırmaya, uzuvlaştırmaya muhtacız.

Elimizde eski bir teşekkül var. Bu teşekkül, Cumhuriyetten evvel aynı gaye

etrafında kurulup Cumhuriyet içinde bir müddet sürüklendi. Sonra yeni bir

şekle istihale etti. Fakat bir türlü asıl kaynağına bağlanamadı: Türkocakları

- Halkevleri...

Bence Halkevlerini, ismi ve cismi, binası ve demirbaşı, hulâsa bütün

maddesiyle - ruhuyla demiyorum -bir umumî müdürlük teşkilâtı içinde Maarife

maletmek, devletleştirmek lâzım... Fakat, çok yerinde ve geniş ölçüde bir

madde ifade eden halkevlerini, mânâ sahasında zenginleştirmek, plân ve dâva

sahibi kılmak, cansız klişeciliklerden kurtarmak ve yepyeni bir ruhla

doldurmak şartiyle...

Her vilâyet ve kazadaki (kültür) dersleri muallimleri, doktorlar,

teknisyenler, münevverler, san'atkârlar, merkezce madde madde tesbit edilmiş

bir faaliyet plânının canlı icra hey'eti sıfatiyle Halkevlerine memur

edilmeli... Bu hey'et halkevlerini, devamlı konferans, musahabe, münakaşa,

gezinti, temsil, tatbik, sinema, konser ve daha bin toplantı şekli altında,

muaşeret kaidelerinden ev idaresine, yepyeni bir yetişme ve yetiştirme ocağı

hâline getirmeli...

(Folklor)un bütün şubeleriyle tatbik ve temsil sahası kazanacağı yer

Halkevleridir. Halkevlerini Maarife bağlayıp en geniş plânda millî (kültür)ün

müşterek hayatını yaşamaya davet eden birer çatı hâline getirmek, irfan

tarihimizde hakikî bir inkılâp olur.

İnkılâp, maarif cihazlarında halk terbiyesi, hattâ mektepleri aşan bir

ehemmiyetle ele alınacak mevzu...

Şimdi 13 numaralı mes'elemize dönelim; Dünya irfanını nakil işi:

En mühim bir iş şubesi olan bu mevzuda yalnız birkaç kelime söyliyeceğim. Zira

bu bahsi seninle daha evvel müstakil olarak konuşmuştuk.

Bütün Garp ve bütün Şark irfanının baş eserlerini (kültür) kökümüz olan

Osmanlicadaki baş eserlerle beraber, bugünkü dilimizin gümrük salonu önüne ve

bir hamlede yığmalıyız. İhtiyaçların ihtiyacı... Kurtuluş çarelerinden birini

çerçeveleyen bu işin Savarona yatından daha ucuza mal olacağını eski

konuşmamızda göstermiş ve buna karşı ne yapılmak istendiğini de bir iki çizgi

hâlinde belirtmiştik.

Zamanın meçhul neş'et ânındanberi, başka milletlerin ne eser verdiğini kendi

ana dilinin aynasında görmemiş olan millet, kıyamete kadar eser

veremiyecektir.

14 numaralı mes'elemizse Millî Kütüphane ve (Müze):

Adım başına cami, medrese, kütüphane dikmiş olan, İstanbul, Mısır ve Budin

fatihlerinin çocukları biz miyiz? Nerede millî kütüphanemiz? Avrupalının şu

Bibliotheque Nationale dediği ve her büyük merkezde vücudunu mutlak telâkki

ettiği nesne... Nerede?..

İstanbul'da bir Üniversite Kütüphanemiz, bir de Evkaf idaresinde şu bu

kütüphhane var. Ayrıca ufak tefek teşekküllerin ufak tefek kütüphaneleri...

Nerede Millî Kütüphânemiz?Devlet merkezimizde henüz açılabilmiş tek kütüphane

olmayışına ne diyelim?

Millî kütüphanemizi kurmak, büyük merkezlerde bunun birer şubesini açmak, ve

kendi öz köklerimizden, bütün dünya (kültür)üne kadar, basılmış, basılan ve

basılacak bütün kitapları buralara dağıtmak, lâzım, elzem, şart, zarurî,

muhakkak değil de ne?..

(Müze) işine gelince, bu hususta birçok zenginliğimiz olmakla beraber

organizmamız tamam değil... (Lâius) ianesiyle allâmelik satmak zevkinde

olmadığım için Avrupa'daki misallerini saymıyorum. Her sahada her (müze)yi,

maddî ve manevî sermayemiz nisbetinde vücuda getirmeliyiz.

Yüz yıldır millî kütüphanesini ve (müze)lerini kuramamış bir maarif cihazını,

pantalonu olmıyan bir adamın giyimden bahsetmesi kadar zavallı bulmaz mısınız?

Eh çocuğum; 14 mes'ele bitti, şimdi iş bunları toplamaya ve bugüne tatbik

etmeğe kaldı.

(1946)

VE İŞTE MAARİFİMİZ!

Şimdi son 7 - 8 yıllık, iş serlevhaları bakımından dolgun, kemiyet yönünden de

hamarat devrenin mânâsına nüfuz etmeğe çalışalım; bunun için de bu devreyi

elimizdeki 14 maarif mes'elesiyle karşılaştıralım, yüzleştirelim:

1 - Ana fikir - plân:

Yoktur. Ne Türk'ün dünü, bugünü ve yarını üzerinde bir muhasebe, ne de bütün

dünyada yeni insanın ıstıraplarını ve ihtiyaçlarını kuşatıcı bir yetiştirme

telâkkisine bağlı bir görüş ve anlayış mihrakı... Sadece, nereden gelip nereye

gittiği, nasıl başlayıp niçin olduğu üzerinde hiçbir tetahhus ve murakabe

çilesi çekmeksizin Batı maarif şekillerini alçıya daldırıp kabuk üstü dondurma

ve bunları sığ kemiyet plânında mümkün olduğu kadar çok gösterme gayreti;

hepsi bu kadar... Bu hâl "ana fikir, plân" rüşdünden alabildiğine uzaklaşmış

olmanın neticesidir. Bu teşhisin sıhhati, asıl bundan sonraki maddeler

cevaplandırılırken belli olacak...

2 - Okutmayı genişletme:

Ha, evet; bu sahada Hasan Ali devresinin zahirî büyük başarıları vardır. Zira

bu saha, okutma ve yetiştirme plânında ele köklü bir keyfiyet ölçüsü

geçirmedikçe, ne yapılsa, sadece vücutsuz kemiyet köpürtmelerine zemin olacağı

için, (bakan)ın hamle ve teşebbüslerindeki kıymet hükmünü, anlayanlarca pek

güzel ifadelendirmektedir. Muhtevası, programı, usûlü, gayesi, tarzı

bakımından evvelâ yalnız ve yalnız keyfiyet tezgâhında Örgüleştirilmesi

gereken bir dâvanın, tohum ve cevher esasını bir tarafa bırakıp bütün kuvveti

ağaca ve ormana vermek!., İşte son devrenin, aslında fevkalâde aziz ve

kıymetli ilk Öğretim seferberliğiyle (koy enstitüleri) hamlesini kuşatan

teşhis... Sebep, aç ve boynu bükük, bir köşede beklerken, tıkabasa neticeyi

beslemeğe çalışıyoruz.

3 - Yetiştiriciyi yetiştirme:

Tamamiyle keyfiyete ait olan bu dâva üzerinde tam bir alâkasızlık...

4 - Mektep kitapları:

Tamamiyle keyfiyete ait olan bu dâva üzerinde tam bir Ölçüsüzlük ve

bilgisizlik...

5 - Ahlâk ve disiplin:

Tamamiyle büyük dünya görüşüne ve devlet İdeolocyasına bağlı olan bu dâva

üzerinde tam bir çözülüş...

6 - Dil ve ıstılah:

(Kültür) buhranımızın en büyük rahne merkezi olan ve devir devir indifalar

kaydedip, devir devir sükûnetler bulduktan sonra yine indifaa başlayan ve bir

türlü tam ve gerçek bir tevsiyeye ulaştırılamayan bu yürekler acısı dâva

üzerinde tam bir zorakilik... Ve hâlâ resmî Türk lügat ve ansiklopedyasından

mahrumluk...

7 - (Üniversite):

Maddî ve manevî her cephesiyle ıstırap merkezi...

8 - (Politeknik):

Ha, evet; bu sahada da Hasan Ali devresinin bir başarısı var, (Teknik

üniversite)... Dünkü (Yüksek Mühendis Mektebinin kapısındaki yeni labeiâ...

Fakat bir uzviyet âleminden fışkıran labia gibi, bütün şubeleriyle hayatın

içinden gelen ve bütün şubeleriyle hayatın içine yayılan, Batı müsbet bilgiler

cihazının ruhlu ve şuurlu iklimi olmaya çok uzak... Tam mânâsiyle dıştan ve

satıhtan kolay bir (aplikasyon) işi..

9 - Yabancı (profesör):

Bütün dehşet ve haşmetiyle devam eden, boyuna ruhumuzu müstemlekeleştiren ve

kimseyi gocundurmayan (kaimi makam)lık...

10 - Avrupa'ya gönderilecek talebe:

Hâlâ ve hâlâ "gitsin, şu kadar tahsisat alsın, müfettişini kızdırmasın ve bir

diploma alıp gelsin..." telâkkisi...

11 - San'at ve ilim hareketlerini doğurma ve koruma:

Namevcut... Yalnız mektep sahasında birkaç Avrupalı hünerbaz elinde Türk

çocuklarının da (Toska) operasını veya (Amigon) piyesini çıkarabileceklerine

dair, tiyatrosuz,esersiz, seyircisiz, içtimaî zevk ve an'ane mihrakiyle

alâkasız, müeyyidesiz ve dayanaksız bir "gösteri"...

12 - Halk terbiyesi: Namevcut...

13 - Dünya irfanını nakil:

İşte Hasan Âli devresinin, büyük kemmiyet cümbüşçülüğü içinde göze en çok

batan hamlelerinden başlıcası karşısındayız! Batı ve Doğu kaynaklarının en

soylu (klâsik)lerinden işe başlayıp bugüne doğru bütün cihan (kültür)ünü

dilimize silkeleme hamlesi!.. Ve birkaç sene içinde yüzlerce eser... Ne

fevkalâdelik, değil mi? Elbette fevkalâdelik olurdu; eğer bu mevzuda yine bir

keyfiyet çilesi çekilebilmiş olsaydı... Bir tezhip işi gibi, ince ince,

"kıldan ince, kılıçtan keskince" göz ve kafa nuru isteyen; tercüme edilecek

her eserin sahibini hayâlde Türk olarak diriltip ona eserini yeni baştan ve

Türkçe olarak yazdıracak kadar harikalı bir istihale, nüfuz ve intikali

gerektiren bu dâvada, tek fırça çekişiyle dış mânâların yekûn hâlinde çeki

çeki tartılmasından ve ardiyelere yığılmasından başka bir marifete şahit

değiliz.

14 - (Müze) ve kütüphane:

Elmalûm...

NETİCE:

Tam bir asırlık maarif hastalığımızın son devrede büründüğü mânâ, bir gün

aklımız başımıza gelirse şu ve şu tarzlarda halle mecbur olduğumuz

mes'elelerden birçoğunun, aklımız başımıza gelmeden israfından ve ihyasını çok

daha çetinleştirici bir kemiyet plânına havalesinden ibaret...

(1946)

YABANCI MÜTEHASSIS

Tanrıkulu çayı pek sever. İnce belli, nokta nokta mavi ve kırmızı menevişli,

billur acem bardaklariyle çay İçmeyi pek sever Tanrıkulu... Gizli ufuklar

arkasında, gizli yangınlar haber veren yakut renkli iklimiyle çay.,. Tanrıkulu

sedirinin yanında, göğsü hırıl hırıl fıkırdayan semaverden bardağını

doldururken bana bir göz attı. Bardağına dökülen kaynar suyun buharı,

saçlarının içine saklanıyordu;

- Yabancı mütehassıs mı demiştin? Facia, evvelâ tâbirin kendisinde... Bu

tâbire, doğru veya eğri, bir şeyler olmuş, olabilmiş, bir bünye ahenk ve

muvazenesine ulaşmış hiçbir millette rastlanamaz. Bizzat tâbir, bir türlü

olmamış, olamamış, sadece yılmış ve apışmış milletlerin lügatinden... Eğer

sinekler arasında arılaşmak, solucanlar arasında yılanlaşmak, eşekler arasında

katırlaşmak diye birer dâva olsaydı, içlerinde, arıdan, yılandan ve katırdan,

birer yabancı mütehassıs bulunurdu.

Doldurduğu bardağı bana uzattı:

- Buyurun, sizin çayınız!

- Aman efendim; benim çayım, sizin sohbetiniz!

- Sohbetimizi renklendirelim!

- Çok teşekkür ederim!

- Avrupalının maddî ve mânevi bütün müstemlekeleştirme sırrı, kendi kadrosu

müstesna, bâzı mahkûm milletlere (Avrupalılaşmak) diye bir tâbir hediye

etmesinde... Büyük ve sonsuz hakikatin, eşya ve hâdiselere aksetmiş binbir

sırrını aramak yolunda, her millet başkalarına

ders verir. Fakat...

Tanrıkulu bir yudumda, elindeki bardağın yangınını dudakları arasında süzdü:

- Hiçbir hâkim, mahkûma hâkimlik dersi vermedi. Hakikatte, yabancı

mütehassısın verebileceği tek bir ders olabilirdi: "Yabancı mütehassıs isimli

hâdiseye, çareye, usûle inanmayınız! Herşeyden evvel ruhunuzdan bu yabancı

teselli ukdesini söküp atınız!" Fakat; fakat, bir zamanlar Cennete arsa

satmaktan, şimdi ampul içinde ışık satmaya kadar her işin nefsanî ticaretini

bilen o yabancı mütehassıs, hiç bu dersi verir mi? Verecek olsa, hemen ruhunu

ve tâbiiyetini değiştirmiş, halis millî kahraman ve mütehassısa dönmüş olur!

-Ne kadar doğru!

- Bu doğrunun Ötesi ve etrafı var... İlimde, saf ilimde yabancı mütehassıs,

mutlak kaydiyle olmaz; fende, bâzı şartlar altında, belki... İlimle fen

arasındaki farkı hâlâ kavramamış olduğumuzu söylersem ne dersin?.. Garplı

idrâkle ilim, mücerret bir arayış manzumesidir. Fen ise, bu arayış içinde

kanunlaşmış, sınırları çizilmiş, tatbik mevzuu olmuş bilgi çerçeveleri...

Etrafı çitli her ilim hamlesi bir fen, çitini zorlıyan her fen hareketi bir

ilimdir, Fen daima (Afakî - objektif) ve hudutlu, ilim (Enfusî - sübjektif) ve

hudutsuzdur. İlim, millî tefekkür benliğinin, millî ruh kıvamının, içinde

mayalaştığı tekne... Bu teknede, aynı ruh köküne bağlı olmıyan yabancı

hamurdur; bir silindir şapka, bir baston, bir de çantadan ibaret ruh ve kaseli

gizli hüviyet, çalıştırılamaz. Çünkü özüne mensup olmadığı mayayı bozar, millî

görüş dehâsını köreltir. Arının şahsiyeti baldaysa, milletlerinki de

yoğurdukları ilimlerde... Nitekim (cebir) Arap; ve (hendese) Yunanlıdır. Bu

iki ilmin de beşeri mahiyeti, onlarda Arapla eski Yunanlıyı hulâsa eden millî

damgaya dokunabilmiş midir? Bir Fransız (üniversite)sinde İngiliz edebiyat

tarihini bir Fransız okutur. Bu işi ondan daha iyi bilen İngiliz mi yok?..

Sürüsüne bereket... Fakat Fransıza, İngiliz edebiyatını Fransız göziyle

görecek ve gösterecek ilim adamı lâzımdır.

- Aman ne doğru, ne doğru!

- Hakikat bir; fakat her fert için kendi hakikatinden daha aziz ne var?..

Milletler için de aynı şey... Kuru zanaat ve basit teknika çerçevesi bir

tarafa, hele saf ilim ve san'at plânına yabancı mütehassıs dikmek, kısır bir

kocanın, yatağına mütehassıs erkek, bir milletin kendisine mütehassıs

inkılâpçı ısmarlamasından farksız... Bir Amerikan radyosiyle İngiliz radyosu

arasındaki farka bakan, basit bir makine üzerinde bile bu iki milletin mizaç

ve görüş hususiyetlerini ayırt eder. İngiliz çakısı ve İsviçre saati, o

maddeleri meydana getiren fen şartları üstünde, ne kadar İngiliz ve

İsviçrelidir!.. Demek ki, kupkuru fen sahasında bile, insanın yabancılardan

öğreneceğini, incecik sınırlarla çeviren ruhî hadler var. Bu bakımdan, yabancı

mütehassısın öğrettikleri, akıl ve teknika ölçüsiyle doğru ve şifalı olsa da,

ruh ve san'at ölçüsiyle yanlış ve zehirlidir.

- Sözleriniz, dâvayı kökünden kesip kökünden temelleştirecek kadar gerçek...

Fakat şöyle bir itiraza ne cevap verebiliriz: "Peki, anladık, yabancı

mütehassısa paydos! Fakat insanî terakki yolunun hakikatlerini devşirmek ve öz

şahsiyetimiz içinde pişirip geliştirmek için ne yapalım?"

- Öyleyse çare, ha?.. Çare de, hakikat gibi tek: Garp ve Garplı hâdisesini,

kendimize ait olgun bir şahsiyet hâkimliği menşurundan süzeceğiz; onu kendi

vasıtacı rehberlerimizin ruhunda iyi ve kötü taraflariyle tahlil ve terkip

edeceğiz; onu kendi vasıtacı rehberlerimizin ruh midelerinde öğütüp, memlekete

bu ruhu tatbik edeceğiz; anladın mı çareyi? Avrupalıdan, mevcut erginlikleri

kaç taneyse çalınır, mukaddes bir hırsızlık olarak çalınır; bacadan maske ile

girilip çalınır!.. "Hakikat, mü'minin kaybolmuş malıdır, nerede bulsa alır!"

düsturundaki gerçek hak yolundan devşirilir. Oraya gidilir; şu bir asırdır boş

gidip bomboş döndüğümüz yere, Avrupa'ya gidilir. Fakat yılmış ve apışmış

hayranlar zümresi hâlinde değil, aklı ve ruhu yerinde seçkin şahsiyetler

kadrosu hâlinde gidilir; herşey yerinde keşf ve müşahede altına alınır;

herşeyin muhasebe ve murakabesi yapılır, çilesi çekilir, sırları bulunur; ve

nihayet o sırları kendi ruh potalarında, bizim ruh potamızda eritmiş millî

kahramanlar elinden hakikat devşirilir. Nasıl; çare bu mu?..

- Tam çare!!!

- Bir yenileşme ve gerçekleşme Maarifi, (Yabancı Mütehassıs) sırrını

kavrıyamadıkça, ne yapsa, hastanın yüzüne pudra ve allık sürmüş olmak

tedbirinin hazin akametini aşamaz.

Tanrıkulu sustu. Semaver fıkırdıyor... Semaverde fıkırdıyan, sanki su değil,

fikir...

(1945)

**MİLLÎ HANÇERE

Bir zamanlar, yâni alâkayla harp haberlerini dinlediğim demler, Kudüs

radyosunun Türkçe konuşmasına dikkât etmiştim. Bu radyonun sağlam şiveli ve

dürüst ahenkli konuşucusu, (Japon) kelimesini (Capon) diye telâffuz ediyordu

Bu telâffuz şekli tam mânâsiyle Türktü.

Evet, bizde (J) harfi, (J) sesi yoktur. Mutlak ve kat'î olarak yok... Bu ses

Türkçeye, Farsça ve Fransızca-dan girmedir.

Tanzimattan evvelki ve sonraki satıh münevverlerimizde, bir dilin, kendi

hançere dehâsında mevcut olmayan sesi kabul etmiyeceği şuuru bulunmadığı için,

onlar farsça ve fransızcadan bu iki yabancı sesi dilimize çekmekte mahzur

görmemişlerdir.

Dilimize bir şahsiyet ve asliyet Ölçüsiyle baktığımız zaman (J) sesini,

sarışın civcivler arasında simsiyah bir karga yavrusuna benzetebiliriz. Ana

tavuğun bu sahte yavruyu besliyemiyeceği pek tabiî... Farsçadan dilimize girip

de yalnız saray münevverleri ikliminde yaşıyabilen (J) sesi, hele fransızcadan

dilimize girmiş olduğu şekillerle hiç de tutmamıştır.

178

Halk (Reji)yc (ıeci>. (jandanna)ya (candanna). (Ja-ponla (capon) der.

Türk iktisadî hayatında Avrupalıya esaretin bir remzi olan ve Anadolunun

mahrem ruh derisine ve iç hayatına kadar nüfuz etmiş bulıınan bir müessesenin

ismini bu türlü telâffuz, Türk hançeresinin kendi öz dehâsına karşı gösterdiği

alâkadan en parlak delil...

Jale, müjde, Nijad gibi kelimelerle de Anadolu asla alâkalanmamış,

alâkalandığını da (C) sesine kaydırarak bağrına basmıştır.

İşte, (Psikoloji, sosyoloji, ideoloji, trajedi) gibi ıstılahları, senin,

pisikolocya, sosyolocya, ideolocya, traced-ya tarzında türkçeleştirmeye

çalışmandaki sır...

Bize aid olmayan ve sarışın civcivler arasında simsiyah bir karga yavrusu gibi

dolaşan bu sesi geldiği yere İade etmek ve yabancılığını şuurlaştırmak, dil

dâvamızın, ya hudutsuz ileriye, ya hudutsuz geriye doğru yalpalıyan

kıvamsızlığı içinde başlıbaşına bir ölçü zevki doğurabilir.

Bir müşahede daha:

Bir gün, fransızca (İmaj) mecmuasını Kadıköy vapurunda (İmac) diye satan ve bu

yüzden dilinin bozuklu-ğiyle alay edilen bir çocuğun, millî hançereyi

bilmeksizin en doğru şekilde canlandırdığına şahid olmuştum. O gün bir daha

düşünmüştüm ki, halis türkçede (J) sesi yoktur; ve bâzı yabancı kelimeleri

ezip kırarak, millî hançereye uydurarak lisana mal etmek, o kelimeleri sadece

Türkçe-leştirmiye, Türkleştirmeye, kazanmaya yol açar. Bu hikmeti kavramadan,

aid olduğu lisana nisbetle yanlış, fakat bize nisbetle çok doğru telâffuz

şekilleriyle alay etmek, olsa olsa cahillik ve ahmaklık olur.

Bâzıları, türkçede (J) sesi olduğunu, yabancı kelimeleri ezip kırarak

değiştirmek salâhiyetinin de kimsede

179

bulunmadığını iddiaya kadar varıyor.

Evvelâ Türkçede (J) sesi yok; sal' ve millî haııçere-mizde bu sese ait hiç bir

iz, hiçbir yiv yoktur. Farsçadan (J) sesile dilimize girenlerden başka (Reji,

jandarma, Japon, panjur, bonjur, jilet, jile. abajur, ajur) gibi fransızca

kelimelere gelince, halkın bunları (reci, candarma, Ca-pon), hattâ (pancor,

boncur, cilet, acur) yapmış, gerisini de hiç ağzına almamış olduğunu bir an

evvel belirtmiştim.

Şu kısa misal zinciri göstermiye yeter ki, millî han-çeremizde (J) sesine

tahammül yok; ancak bu sesin (C) sesile çehre değiştirmesinden sonra Türk

tabiiyetine girmesine cevaz vardır.

Hâl böyle olunca, Fransızcayı ana dili gibi konuşan bir Türk münevverinin, hem

de gerçek bir münevverin, (reji)ye (reci), (jandarma)ya (candarma), (Japon)a

(Ca-pon) demesi, zengin ve cömerd bir şuurla dilini halkın diline bağlaması,

onun cehli değil, üstün ilmi olur. Öyle bir ilim ki, bütün bir dünya görüşüne

ve şahsiyet hummasına bağlı olmak şuur ve faziletine bağlıdır.

Aynı familyaya ve medeniyet mihrakına mensup diller arasında bütün fark,

sadece kanunlaşmış birer hançere hususiyet ve dehâsından başka bir şey

değildir. Hançere dehâsı zayıf milletlerde, herşey zaaftadır.

(1946)

180

ABİDE

Söyleyen-O, hürmetler içinde dinleyen ben: - İnkılâp âbidesi olarak heykel

seçildi. Bir (oldu bitti) işi... Heykelin mahiyeti üzerinde düşünülmüş,

güzellik telâkkimize uyup uymadığı muhakeme edilmiş, şartlariyle şartlarımız

arasında tenasüp aranmış değildir. "Madem ki Garp Ulaşıyoruz, orada da heykel

var, niçin bizde de olmasın?.." Her nokta gibi bunda da olanca nefs

muhasebemiz bu kadarcık... İnkılâpların müşterek kanunu, şu olmak lâzım:

"İnkılâbın madde halinde ilk ve son âbidesi, kaskatı gövdesiyle vatan

bütünüdür! Hele bizimki gibi, toprağiyle, köyüyle, şehiriyle, harap ve noksan

bir madde sahibi memlekette, heykel, çini çıplak bir vücutta ipek

boyunbağıdır. Boyunbağı nasıl giyimin son zarafet hülâsası ise, heykel de

ancak giydirilmiş bir madde âleminin nihaî ifade vasıtası...

Bir ân sükût... Söyleyen o, hayretler içinde dinleyen ben:

- Gözünün önüne getir: Bir kasaba... İçinden bulanık bir su geçiyor... Ayakta

durabilmek için üst üste abanmış kerpiçten evler... Arnavut kaldırımı tek

cadde... Caddede, müselles deliklerden akan çirkef; kemikleri in-

181

ce bir deri yaldıziyle örtülü beş on sığır, topal ve kulaksız çomarlar, bir

iki sümüklü çocuk ve bir heykel... Bu levhadaki hasta edici tezadı görmemek

mümkün mü? Bu kadro içinde herhangi bir hamlenin abideleşme ihtirası, maddeyi

tedricen canlandırmak, beslemek ve yetiştirmekten başka ne olabilir? Hiç bir

inkılâp, intişar sahasındaki büyük ve geniş maddeyi abideleştirmeden kendisine

âbide kuramaz!

Bir ân sükût... Söyleyen o, haşyetler içinde dinleyen ben:

- Sonra başka bir mesele... Heykeli kimin yapacağı meselesi!.. Heykeli millî

san'atkâr yapar. Eğer bunu yapabilecek millî san'atkârımız yoksa, heykel de

yok demektir. Bir inkılâbın en mahrem fikir v- heyecan ifadesi ulan heykelini

yapmak İçin Avrupadan mütehassıs getirtmek, evvelce de bir kere söylediğim

gibi, bizzat inkılâbı yapmak için mütehassıs getirtmeğe müsavidir.

Bir ân sükût.,. Söyleyen o, dehşetler içinde dinleyen ben:

- Gelelim bu yabancı san'atkârların diktikleri hey-kellerdeki fikir

ifadesine!.. Bu ifade, (alâminüt) vesika fotoğrafı seviyesindedir. Bir

âbidede, taşa, her şeyden evvel fikir kazıyabilmek lâzım... Yabancı sanatkâr,

taşa fikir kazımayı bilse de, ruhunu tanımadığı hâdiseyi heykel-leştirirken,

onu fikirsiz bırakmış, inkılâp rehberinin başka başka (poz)Iar ve kılıklarda

üstünkörü kalıbını çıkartmaktan başka bir eda bulamamıştır. Her yerde, her

köşede, her bucakta, âdi bir benzerlikle vesika fotoğrafı teşhir edilen tek

şahsın basit bir tenevvu içinde ifadesi... Asker o, sivil o. atta o, ayakta o,

kalpaklı o, şapkalı o; o, o, o, ve hep ayni çehreyle... İşte dikilen

heykellerde biricik fikir ifadesi!.. Halbuki âbide, bir hareket rehberinin

üstünkörü 482

bir benzerlikle vesika fotoğrafım çıkartmak değil: o hareketi, şahıs resmî

gerisinde ve ilerisinde tefsir etmek işidir. Bir ân sükût.,. Söyleyen o,

ibretler içinde dinleyen ben:

- Dikilen heykellerde san at kıymeti de sıfır... Bunu keskin bir bedahet

halinde duymak için, ortaya bir selim zevk sahibinin, Avrupada, hattâ

Balkanlarda bir kaç ay dolaşması yeter. İçinde (vatan) kelimesinden başka

nesne bulunmayan bir manzumede san'at kıymeti neyse, hazırlop ve boyacı küpü

hesabı bir çehre tekrarından gayri marifeti olmayan bu heykellerde de ayni

şey.,. Bu hususta kendi fikrimi bir tarafa bırakayım da, sana, bir Avrupalı

muharririn görüşünü bildireyim. Fikirlerini mizana vurmadan kabul ettiğimiz

Avrupalıların bir mahurriri, (An-tonyo Anyante) adında bir İtalyan, (Mustafa

Kemâl) isimli eserinin 140 - 141'inci sayfasında diyor ki: "Türklerin bir kaç

Avrupalı heykeltrışa yaptırdıkları eserler, san'at kıymeti bakımından birer

faciadır. Zaten bu heykeltıraşlar, hakikî san'atkârlar değil, her tarafta ayni

işi yapan san'at bezirganları.. Yarının Türkleri bu eserlere karşı harekete

geçeceklerdir!

- Bir ân sükût... Söyleyen o, dehşetler içinde dinleyen ben:

İşin umumî plânda en acıklı tarafı, bu heykellere harcanan paradır. Heykel

piyasası üzerinde devletle halkın bilgisizliği, her hangi bir aksülâmele

meydan vermi-yecek, emin bir istismar vesilesi telâkki edilmiş; böylece millî

bir hürmet ve Haysiyet temsil etmesi istenen bir iş-de, karakolda hırsızlık

yaparcasına, en çirkin nefsaniyet-ler hırslarını tatmine yol aramışlardır.

Çeyrek asırlık mazisi olan meşhur (komisyoncu) tipi, âbide dâvasının da

merkezinde oturmaktadır. Yine Garplılar, bu insanları,

183

(mukaddesat tüccarları) diye isimlendirir. Heykele sari edilen para,

milyonları aşkındır. Bu para, edebiyatiyle, ti-yatrosiyle, resmiyle,

musikisiyle, mimarisiyle, tezyini san'atlariyle, Türk güzel san'atlarına

sarfedilseydi ne olmazdı? Maddî ve manevî inkılâp âbidelerinde en büyük yasak,

millî hürmet ve haysiyet duygularını istismardan korumak değil midir?

Bir ân sükût... Söyleyen o, nefretler içinde dinleyen ben:

- Biraz da rakamları konuşturalım! Memleketin en salahiyetli müessesesindeki

mimarlar heyetinden şu bilgiyi edinebilirsin: Bundan 7 - 8 yıl evvelki para

değerine göre, yüz bin liralık bir âbidenin gerektirdiği bütün masraf, en ince

teferruatına kadar hesaplanmış olarak, nihayet otuz beş bin lira..! Demek ki,

geriye kalan altmışbeş bin lira, fikir, güya fikir, gölge fikir ve sahte

hamiyyet bedeli... Bir heykeltıraşın tek eseriyle kazandığı veya kazanacağı

parayı toparlamak için. en iyi romancı veya piyes muharriri 250, en iyi şair

1000 cilt eser vermeğe mecburdur.

Bir ân sükût... Söyleyen o, kasvetler içinde dinleyen ben:

- Netice şudur ki, inkılâp âbidesi olarak heykel, yaptırılmaması icabederken

yaptırıldı: Türke verileceği yerde Avrupalıya verildi; fikir resmedeceğine

vesika fotoğrafı çekti; hiç bir san'at kıymetine ulaşamadı; üstelik korkunç

bir menfaat istismarına yol açtı. İşte sana, inkılâp âbideleri üstünde, düne,

bugüne ve yarına ait bütün ölçüleriyle iş teşhisi!..

Sükût... Susan o, hayretler içinde düşünen ben...

(1945)

184

İSTANBUL

Ben İstanbul'un kara sevdalısryım. Sevmek, ne kolay lâf, bu böyle!.. - Filân

şeyi sevmiyorum, falan şeyi sevmiyorum! Diye, en ucuz, keyfi ve insiyakı

hükümlerimizi, çok defa bu lâfla ortaya atarız. Halbuki bana sorarsanız, sevgi

kadar basit ve girift, alelade ve harikulade, hiç ve her şey, hesabım

vermediğimiz ve vermeğe mecbur olduğumuz nesne yok bu dünyada...

Ben İstanbul'un kara sevdalısıyım... Ve sevmek fiilinin, alelâdelik içinde

harikuladeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde

canlandırabi-leceğine inanıyorum.

İstanbul bence, sevmek fiilinin en müşahhas hedefi olan bir kadın hayâlinde

heykelleştirilebilir. İstanbul benim gözümde, bir lâhzacık dişiye nisbetle

sınırım sonsuz bir ân içinde teksif eden ve asla tükenmeksizin hayatımıza

hükmeden devamlı kadındır.

Bu kadının sonsuz maddesi ve ruhu, hayatı ve macerası, edası ve meşrebi,

bizzat kadında bile rastlanamı-yacak bir erginlik ifadesiyle, benim karşıma

bir şehir hüviyetinde çıkıyor: İstanbul...

185

İstanbul'u o bulunmaz k;ıdııı olarak hayâl etliğim zaman şunları görüyorum;

Harikalar harikası bir madde fevkalâdcliğiyle za-'man mefhumunu yenen, asla

ihtiyarlamayan ve rekabet kabul etmeyen; bin bir gece masallarının ruhuna

aşina bir visal irfanı içinden gelen, eteklerinde £n zengin tarih ve hatıra

nakışlarını taşıyan ve kâinata en olgun eda içinden bakan ve nihayet her

zamanki mahrumiyetleri, her zamanki mazhariyetleri kadar güzel, ihtişamlı ve

acıklı duran asîl varlık...

İstanbul'u, elimizde mevcut bomboş hû labiat plânı üzerinde ve bir faraziye

halinde tasavvur edince hemen sezeriz ki, mazrûfiyle rekabet halindeki bu

harikulade tabiat zarfı, içine alacağı şehirden en keskin şahsiyeti iste-,

mektedir. İstanbul'un tabiat zeminine, zaman ve mekan şartlarına göre,

İstanbul şehrini yakıştırabilmek en çetin dâva,..

Demek ki, tabiat halindeki İstanbul, şehir halindeki İstanbul'u, zaman ve

mekân şartlarına göre, en keskin şahsiyete davet ediyor.

Bu İnceliği mutlak bir kanun halinde şuurlaştırmak lüzumuna inanıyorum.

İstanbul'u, soylu tarihinin içinde bu zaviyeden ölçüye vuracak olursak, onun

iki bahtiyarlık, bir de bedbahtlık çığırından ibaret üç büyük devre ifade

etı..lUr.j; ayrıca yeni bir devrenin eşiğinde çile çekmekte olduğunu görürüz.

1 - (Bizans) devresi.

2 - Osmanlılığın haşmet devresi.

3 - Tanzimat ve meşrutiyet devresi.

4 - Cumhuriyet devresi.

Baştaki iki devreyi, İstanbul'un iki bahtiyarlık çığı-186

rı dîye isimlendirdik. Bu iki devreye kuş bakışı ve terkibi bir göz attığımız

zaman hemen takdir ederiz ki, o devrelerin iki İstanbul'u ve İki İstanbullusu

kendi zaman ve mekânını şahsiyet ve hakimiyetle doldurmayı bilmiştir.*

Dünyanın dört bucağından sökün eden hırs ve istilâ kasırgalarına karşı,

Yedikule'den Halic'e. Haliç'ten Saraybumuna ve Sarayburnu'ndan Marmara

kıyılarına kadar çektiği harikulade bir hisar çerçevesi içinde ve göbek sahada

oturan (Bizans), kendi zaman ve mekânının şahsiyet ve hâkimiyet âbidesi oldu.

Bu hakikati, surları Ören bir (Bizans) tuğlasından, bir kilise kubbesinden,

yarı beline kadar toprağa batmış bir Bizans evinin taş cumbasından, bir

kemerden, bir sütundan, bir (mozaik) parçasından öğrenebiliriz.

İstanbul'un İkinci ve mükemmel şahsiyet devresi de, Topkapı sarayına bitişik

Mecidiye köşkü yapılıncaya kadar Osmanlılık çığırıdır. Süleymaniye'nin

kubbesinden herhangi bir çeşmenin lülesine kadar avaz avaz şahadet ettiği bu

kemâl devresinin arkasından, birdenbire, bin senelik an'aneden gelen

hanımefendinin, nefsinde halayığına hizmetçilik etmek liyakatini bile

kaybetmesi şeklinde yaman bin tereddî başlar. Bu tereddinin göz plânında en

müşahhas delili, tuğla tuğla bütün bir tarih ve haşmeti ör-güleştiren Topkapı

sarayına yapışık Mecidiye köşküdür. Kimse bu vakte kadar iki mimari arasındaki

korkunç tezadı ve müthiş ifadeyi görememiş ve gösterememiştir. Asîl Topkapı

sarayına bitişik rezil Mecidiye köşkü, inhitat tarihimizin İstanbul ve şehir

kadrosunda en parlak tezahürüdür. Kısır üstü Avrupalılaşma felâketinin ilk

eseri olan Mecidiye köşkü, suratındaki (Barok) ve (Rokoko) süslerle, şımarık

bir halayık halinde, (Devlet-i aliye-i Os-maniye)nin hanımefendisini esir

etmiştir. Ve ondan sonra

187

mahut Dohnabahçe, Beylerbeyi sarayları, şu, bu, daima ve her köşede (Barok) ve

(Rokoko) 19'uncu asır (Frufru) Paris dantelâları, iğrenç tavırlı Osmanlı

Bankası müsveddeleri, sütbeyaz güvercinlerin ikliminde dumanlı ve puslu

havalara mahsus (Gotik) Haydarpaşa garı, yenmez ve yutulmaz bulamaç.,. Arada,

(Düyun-u umumiye) binasının reisliği altında operet kılıklı $arkkârı çatı

tecrübeleri... Ve derken Cumhuriyet ve derken basma kalıp kâğıt helvası

binaları...

Ah İstanbul, ah İstanbul! İnsan hiç bir fikir imal etmese de yalnız senin o

canım yüzüne baksa, şu ismine bir asırdır inkılâp dediğimiz nesnelerin

içyüzünü ve hakikatini bir eşya dersi halinde ne güzel öğrenir.

(1946)

188

MARAŞ

Tanrıkulu bana dedi ki:

- Sen Maraşhymışsın, öyle mi?

- Evet efendim; ben kökte Maraşhyım ama, İstanbul'da doğdum, hattâ babam da

İstanbullu...

- Dur, sana şu Maraş'tan lâf açayım! Millî Mücadele yıllarında, Maraş'ın

içyüzüyle mahrem kalan cihadından...

Vatan mevzuları etrafında ve beylik toplantılarda âdet, eski vakaları, her yıl

dönümü yeni cümlelerin kalıplarına dökmek, bu suretle aynı maddeyi her sene,

başka başka ambalajlar içinde takdim etmektir. Bu akamet, ya hatibin,

hâdiselerdeki düğümleri çözemeyişinden, yahut hâdiselerde, çözülecek düğüm

olmayışından doğar. Hedefimize aykırı duran bu dikkati, Maraş hârikasının ana

farikası uyandırıyor. Maraş hârikası, o kaynaşma çerçevesi-dir ki, ne

tefsircinin görüş kudreti o çerçeveye, onda mevcut olmayan bir ışık

püskürtebilir, ne de aczi, mevcut ışıkları karartmaya kadar gider.

Üzerine aksedecek güçlü ve soylu fikirden müstağni; ve bücür, orta malı

klişelerden korkusuz, yâni zatiyle mükemmel ve kendi kendisine kâfi hâdiseler,

insanlık ta-

189

cininde ancak bir kaç ianedir. Tecellileri için bir ba.şkii unsurla izdivaç

kaygısından uzak yalayan bu vatan cevheri, cüz'ülerden hangisine daha fazla

borçlu olduğu bilinmeyen ve asla aranmayan muğdil bir terkiptir. Böyledir ama,

yeryüzünde Öyle mahkûmiyet saatları çalar ki bu terkibi bir an içten dağıtır.

Vatan bütününün mihrakında tecelli etmesi beklenen irade ve hareket bir ân

için göze görünmez. Bu an, büyük sarsıntılarda birdenbire gözden siliniveren

kül tarafından, cüz'ülerden her birinin sanki imtihana çekildiği ândır.

Halkın, ana baba günü tabiriyle ifade ettiği böyle ânlarda, millî kahraman

vasfını giydirdiğimiz nadir yaratılışlardan biri çıkıp vatan bütününü yerli

yerine koyuncaya kadar her memleket parçası ve her fert hiç bir semt ve

kaynaktan imdat beklemeden, yalnız kendi nefsinde bulduğu vasıtalarla İleriye

atılmaya, kendisini tek başına ve kendisinden ibaret bilmeğe mahkûmdur. En

ulvî ve en yüksek savaşın saatini kuran böyle ânlarda kül, hakkını daima cüz'e

ve cemiyet ferde vermiştir.

İşte, dokuz parmağı mefluç bir çift elin bütün yükünü çekmiş, bütün gücünü

göstermiş, bir parmak gibi, kaderinde böyle bir ânı şerefle savmak yazılı bir

memleket parçası, birgün öbür kardeşleri sırasında tabiî iş kısmetini bulduğu

ve onlardan farksız göründüğü zaman, öbür parmaklara düşen borç, kardeşlerine

herhangi bir imtiyaz vermek değil, sadece onun tam ve sağlam bir cüz olmak

haysiyetine, hârika çapında bir fiille can verdiğini bilmek ve tanımaktır, Bir

çift el manzarasında gördüğümüz büyük Türk vatanı, bu mü>tesna parmaklardan

bir kaçını tecrübe etti..,

Fakat hiç bir üstünlük duygusuna kapılmadan, yalnız çarpıcı hakikatler önünde

kekemeliği yersiz bularak 190

soy 1 iyeliııt ki, bu parmaklar arasında, başparmak Maraş-tır.

Maraş, biraz evvel neticelerini anlattığımız felâket saatinin çanlarını,

birdenbire bütün vatana bir ilân mahiyetinde, kendi kalesine asılmış

sallanıyor, gördü.

Bu çanların arkasında, dünyanın en büyük ordularından birinin taşıdığı yabancı

bir bayrak dalgalanıyordu.

Maraş, aynı felâket ânının şahsiyet ve hususiyeti icabı, kendisini tek başına,

kendisinden ibaret buldu. Bir lâhza kadar süren kısa bir nefs muhasebesinden

soma kararını verdi, harekete geçti.

Günlerden cumaydı. Öteye ve Allaha inanan Maraş, ibadetindeydi. Bir Maraşlı,

İbadetini bitirenleri mabedin kapısında karşıladı ve haykırdı:

- Kalede yabancının bayrağı dalgalanırken kıldığınız Cuma namazının sıhhatine

güvenebilir misiniz?

En aziz duygu, en sağlam benlik desteği olan İstiklâl, Maraşlılara, secdede

duydukları vecd içinden ses veriyordu.

- Hayır!

Dediler ve hep beraber Mabetten çıkıp doğru kaleye gittiler. Bir İbadet sonuna

ancak bu kadar güzel bir hareket eklenebilir. Hakikî kahramanların vekar ve

teenni-siyle işgal kumandanım istediler. Bir türlü ibadet kadrosundan

çıkamiyan o günkü hareketlerini, kendilerinin şu ulvî izahiyle düğümlediler:

- Biz Allaha İnananlardanız! Ölüm, bizce korkulu bir son değil. Bütün

silâhımız bu! Elinden yalnız Ölümü hiçe saymak gelen bir insan kümesiyle

pençeleşmekte ümit ve değer buluyorsanız topraklarımızda kalırsınız;

bulmuyorsanız gidersiniz.

İşte Maraş müdafaasının başlangıcından bir kaç

191

çizgi... Zaten vak'a olarak, bu bir kaç malûmdan başka bir şey

anlatmıyacağını. Bence, bu mümkün olduğu kadar basit ve saf meydan okuyuş,

kendisini biraz sonra iş sahasında ifade eden ruhun, fikir sahasında en sade,

fakat en harikalı tecellisidir. Bİr Anadolu türküsündekİ ruhî tavır kadar saf

ve derin olan bu hitap, ruhun, bütün bir (teknik) ve âlet dünyasiyle yaptığı

ani muhasebeden, vardığı karardan silâha karşı çıkardığı silâhtan ne eşsiz

örnektir! Maddeyi yeneceğini taahhüt eden ruhun bu ahdinde bütün teminat,

yalnız erişebildiği sadeliktir. Eğer yabancı kumandan bu inceliği

kavrayabilmiş olsaydı, arkadan gelecek hareketleri önden görür, şu kadar gün

sonra, gündüz ışığından utanarak sabaha karşı ricat ettirdiği bayrağını önden

ricat ettirirdi. Ondan sonra, üstünde, "biz Alla-ha inananlarız!.. Ölüm bizce

korkulu bir son değil!" sözleri kazılmış bir levhanın sisli derinliklerinde,

öyle şeyler geçiyorki oluş imkânları ancak rüyada tahakkuk edebilir.

Atıldım:

- Hiç unutmuyorum. Bundan 20 sene evvel, ben Ceyhanda bir Banka memuru iken

bir Maraşlı, beni oradaki çiftliğine davet etti. Göz alabildiğine düm düz

uzayan bir ovanın ortasına kakılmış bir çardağın üstünde ve gümüş bir sini

biçimindeki ablak bir Ay altında, göz yaşlarını gizleyemeden bana sabaha

kadar, Maraş kurtuluşunu safha safha anlattı.

Ömrümde, şiir akışı ve hayâl şahlanışı bakımından bu kadar güzel bir gece

geçirmedim. O anlattıkça dümdüz ve çırçıplak ova; dağ, akar su, uçurum, insan

ve at; bir efsane kalabahğıyla doldu. Bu kalabalık beni, düşüncelerimi gün

doğuncaya kadar bekledi. Maraş'ın mânasını billûrlaştırmak için yazdığım

(Tohum) piyesindeki fikri işte bu gece avladım. Okuduğum, dinlediğim ve

tahayyül

192

edebildiğim hiçbir destan, Maras/ın kurtuluş destanı kadar güzel, zengin ve

tüyler ürpertici değildir. İşte Maraş mucizesi ve mucizeyi gören akla sığmaz

hâdiselerin intiba ve teessür halinde İfadesi!

Dinledi, dinledi ve cevap verdi:

- Maraş ise, bu mânayı formül içine almamış, fakat yaşatmış olan yerin

ismidir. Onda bir şeyin o kadar kendisi var ki, iddiasına, düsturuna ve

edebiyatına yer kalmıyor.

Kahramanlık, eğer ruhun maddeyle oyun oynaması, madde hadlerini zorlayarak

kendisine bir tecelli nevi araması, aklın iş formüllerini iflas ettirmesi

demek olmasaydı, asırlardanberi fikir ve san'at gözünde, dipsiz bir mevzu diye

kalır mıydı?

Ruhun ne harikalı hamlelerine beşik sallayan, key-fiyetçi, şahsiyetei,

mefkûreci ve mâveracı Büyük Doğu manzumesindeki payından, eşsiz Türk kurtuluş

hareketin-deki payına kadar harikalar iklimi ve destanlar yatağı Maraşa Selâm!

(1946)

193

TÜRK ŞEHRİ

- Geçenlerde sizinle İstanbul üzerinde konuşurken, dedim, bir noktaya dikkat

etmiştim: Şahsiyetini kaybetmiş cemiyetlerde, benliğini kaybetmiş şehir

tipleri, gözle görünür ve elle tutulur birer misal teşkil ediyor. O zaman

şehirler hiçbir tarafı kendisine ait olmayan yamalı bohçalar halinde şunun

bunun şahsiyet kırpıntılariyle dolduruluyor. Bu hal, hele son çeyrek

asırdanberi bizde ne kadar belli!..

- Evet, dedi, Tanrıkulu, bir İngiliz, Alman. Amerikan, Fransız, Rus, Japon,

İtalyan, hattâ bir İspanyol, İsviçre, Finlandiya, İsveç, Bulgar şehir tipi

var; fakat bugün bir Türk şehri yok!..

-Evet, dedi, Tanrıkulu herhangi bir mimarî ve şehircilik dâvasından uzak,

sadece bir cemiyetin mekâna aksetmiş zaman ruhu üzerinde kalalım: Evet, bütün

keyfiyet ve kemmiyet ölçüleriyle, hemen her şahsiyetli milletin,

milletlerarası ve orta malı unsurlarını yepyeni ve ayrı ayrı düzenler altında

seciyelendiren şehirleri var da niçin bizim bir şehir tipimiz yok?..

- Zira, dedi, Tanrıkulu, içinden çıktığımız ve köklerine kibrit suyu

döktüğümüz eski dünyaya karşılık, içi-

194

ne girdiğimiz ve köklerinden teyİzlendiğimiz başka bir dünya yok da ondan...

Zira, bir asrı geçkin bir zamandan-beri bizi mlıiar arsasında köleleştİren dış

çizgileri taklit zihniyeti, olmayışımızı, olamayışımızı, en fazla şehir

plânında ilân ve ifşa ediyor da ondan... Ve yine zira büyük şehir, dış

çizgiler halinde kopya edilmesi mümkün bir hadise değil, mekâna sızan bir

ruhun, dış çizgiler ha-lİnde billûrlaşmış nescidir de ondan...

- Sadece, dedi, Tanrıkulu, şehrini hendeseleştire-cek bir ruha ve ruhunu

pırıldatacak bir şehre mâlik olamamak yüzünden, tam bir asırdır, Batı adamının

beylik ve orta malı (barok), (rokoko), (kübik), (ürbanizm) kırıntılarının

posalarında gıda arıyor ve bunun ismine inkılâp diyoruz.

Bizim şahsiyetli bir dünya görüşümüz varsa, mutlaka hususî bir şehir tipimiz;

ve şahsiyetli bir şehir tipimiz varsa, mutlaka hususî bir dünya görüşümüz

olmak icap eder. Müzmin boşluğumuz ve bir türlü olamayışımı-zCmüşahhas

plânların en sert, en katı ve kolayca elle tutulur cinsinden olan şehir

plânında arasaydık, belki en esaslı eksiklerimizin mizanına ererdik.

- Hendese ve nisbetin, dedi, Tanrıkulu, bütün şii-•riyle, hendese ve nisbet

sıkıntısının bütün şiirini bir arada

kucaklıyan ve Süleymaniye kubbesine liyakat ilân eden o Türk şehri ki, Van

kedileri gibi umumî bir soy benzerliği içinde başka başka çatıları, sokakları,

meydanları ve her türlü müesseseleriyle, milyonluk celselerimizin, zaman

içinde mekân ve mekân içinde zaman ölçüsünü heykel-leştirecektir; bütün devlet

ve millet kadromuzda bu tasayı çeken kaç kişi var?

Tanrıkulu dedi ki:

- İdarecileri, mütefekkirleri ve sanatkâriyle, bu çi-

195

leden uzak yaşıyan insanlara, belli bir hayal ve faaliyet içinde olmak

imtiyazı verilemez!!!

Tanrıkulu dedi ki:

- Cemiyet iklimimizin, en geniş nezaret ufkuna malik taraçası demek olan

şehrimizi plânlaş t ırmakla, ruhumuzu plânlaştırmak arasında fark sürmeksizin,

şehrimizi, Türk şehrini, milyonluk Türk celselerinin toplantı mekânını

İstiyoruz! Fakat ruhumuzu bulmadan onu bulmaya imkân var mıdır?

(1946)

196

ANKARA'DA RÜZGÂR

Kışa çalan ilkbahar havalarında, birkaç günüm Ankara'da geçti:

Ankara havaları, vakit vakit (isteri) geçiren bir insanın yüzü kadar

değişik... Bir saniyesi öbür saniyesine uymuyor. Şimdi bir ihtiyar gibi

dalgın, birazdan bir çocuk gibi neşeli, peşinden bir deli gibi korkunç, sonra

bîr âşık gibi mahzun, çok geçmeden bir katil gibi sinsi, derken bir ihtilâlci

gibi isyanh.

Gün oluyor, yirmi dört saatte bütün mevsimler ve şekillerle içice, bütün ruh

haletlerini ve anlarını yaşıyor. Denebilir ki o, içindeki sonsuz hasret ve

ihtirasın şeklini arayan, bütün şekilleri asabi parmaklariyle karıştıran;

kuran, yıkan, beğenmîyen, titiz ve mecnun bir sanatkârın

hummasına tutulmuştur.

Tabiatın dört mevsimiyle mecburî alâkası, devamsız bir mektep çocuğunun ayda

yılda bir sınıfta görülmesine benziyor. O çocuk sınıfı nasıl zorla ve

sürüklenirce-sİne geçerse o da bir mevsimden bir mevsime öyle geçiyor.

Bazan büyük, coşkun, olgun bir rüzgâr, Gobi çölünden geçen bir katar

ihtişamiyle semasından geçiyor.

197

Tepemizde tekerlek seslerine ben/er biı [arakanın çelik yapraklarını uçuran bu

rüzgâr çıkar çıkmaz, Ankara'nın en hususî manzarası başlıyor. Yerden mi,

gökten mi nereden püskürtüldüğü belii olmıyan bir toz dumanı; duman mı, bulut

mu, dağ mı, ne olduğu bilinmeyen bir toz heyulası; heyula mı, dev mi, ejder mi

nedir anlaşılmiyan bir toz canavarı şaha kalkıyor. Asfalt kınası çekilmemiş

yollardaki halis toprağın benek benek görünmesine, iki kaldırım taşı

arasındaki boşluğun tertemiz meydana çıkmasına karşı, gök, ufuk ve cadde

kayboluyor. Toz seli tarihin bilmem hangi devrinde medeniyet timsali Bağdat'ı

talan eden tatar akınları gibi ortalığı kasıp kavuruyor, taş taş üzerinde

bırakmıyor.

Pencerenizi kapayıncaya kadar odanızın içi bir sahraya dönüyor. Sokakta

giderken iki adım ilerinizdeki adam, denizaşırı denecek kadar uzaklara

gidiyor. Kendinizi dağ başında, kimsesiz, yardımsız ve tesellisiz

farze-diyorsunuz. İçinizden yatağa girip yorganı başınıza çekmek, bir koltuğa

gömülüp tavana bakmak gibi garip ve kasvetli bir meyil geçiyor. Bir anda

duyuyorsunuz ki, tabiatın silâhlarına karşı başımızda kuvvetli bir müeyyide

biçiminde yükselen şehir artık bir vehim haline gelmiştir. Tabiat o kadar

galip, insan o kadar zayıf, eser o kadar tarumar, tedbir o kadar fanidir.

Böyle bir duygu içinde, misafir olduğum evin sedirine uzanmış, düşündüm:

Güzel olsun, çirkin olsun, istidatsız ve yalçın bir toprak ortasında İnsan

iradesini, insandaki yapıcılık hummasını temsil etmesi gereken Ankara'da,

insan, tabiatın, damarlarına zerkettiği bu afyon tesirinden zıt bir hisse

atlayabilir, bu hissin aksülamelini arayabilir. Boyumuzu

198

a,şan bir su tabakası içinde ayağımızı dibe vurmamız gibi, içimizde, tabiatten

aldığımız tesire zıt bir tenbİh canlanabilir. Mücadelenin meydanını ve

hamlenin hedefini bulabiliriz. Bedbinliği, zaafı, ademi telkin eden tabiatın

davetinde, birbirine zıt iki emir seziyoruz:

- Ya uyuş, ya şahlan!

Ya biz ne yapmış bulunuyoruz; uyuşmuş mu, şahlanmış mı?...

Her hangi bir Amerikan sinema kumpanyasının birkaç ay içinde kurabileceği bu

şahsiyetsiz madde inşası plânında, kuvvetli bir rüzgârın iskambil kâğıtları

gibi devirebileceği kâğıt helvası mimarîsinden meskenler içinde; ve bir

ucundan bakılınca öbür ucu görünen, fakat hiçten yola çıkıp hiçe giden yollar

üstünde, her şeyi yapmış olmak gibi büsbütün mahrum edici bir teselliye düşmüş

bu

lunuyoruz.

, Bu, uyuşmaktan da beter değil mi?

(1947)

199

GİDEN, BEKLENEN...

U. ? "

Tanrıkulunun bugün bir başkalığı vardı. Dalgın, buruk yüzlü, konuşmak

istemiyormuş gibi bir hâl...

- Sana bugün, hafif ve tatlı bir masal anlatayım, dedi, ayniyle geçmiş bir

vaka... Vaktiyle Urfa taraflarında atlariyle meşhur bir köy varmış... Askerî

makamlara soylu at tedariki için ötedenberi bu köye zabitler uğrar, oranın

eşrafından Durmuş Ağaya başvurup ihtiyaçlarını gi-derirlermiş... Eski Büyük

Harbin başlangıcında genç bir zabit; bir gün, bir satmalına hey'eti adına, ilk

defa mahut köye gitmiş ve Durmuş Ağayla görüşmüş... Sarı toprak damlı, kalın

taş duvarlı binaların süslediği, yeşillik içinde bir köy... Her evin

bahçesinden gevrek at kişnemeleri geliyor; dallar ve yapraklar arasından bükük

kilıııç boyunlu küheylânlar göze çarpıyor... Yedisinden yetmişine kadar herkes

at sırtında... Ciritten, yarıştan, çeşmeden, çayırdan dönen atlar... Al,

yağız, doru, kır atlar; çekik sürmeli gözlü, küçük hançer kulaklı, açık pembe

burunlu, ince geyik bacaklı, geniş kaplan sağrılı atlar... Durmuş Ağaya

gelince, 70'lik, mübarek, fakat sapasağlam bir ihtiyar... Neler görmemiş,

neler?.. 93 muharebesinden beri gönüllü olarak girmediği savaş kalmamış,

süvari başçavuşluğuna ka-

200

da t* yükselmiş... Köyün binicilik hocası o. b;ıyian o, alım satımcısı o, ala

dair bilmez tükenmez menkıbeloriyle masalcısı o, herşcyi o... Eski Dünya

Harbi, yakıp yıkmış, kasıp kavurmuş... Nihayet Mütareke yılları, peşinden

İstiklâl savaşı başlamış. O vakite kadar da bizim zabite; bir daha ne o köyü;

ne de Durmuş Ağayı görmek kısmet olmuş... Bir gün, Millî Müdafaa yıllarında

herhangi bir fırsat, zabiti, mahut köyün yakınlarından geçirtmez mi? Köye

gelen zabit ne görse iyi? Köy, artık o köy değil... Donuk, soluk, yanık;

kimsesiz, neşesiz, hayatsız... Durmuş Ağayı soran zabite, asık yüzlü insanlar,

garip garip İşaretler çakıp savuşuvermişler. Allah Allah; zabit bakmış ki,

köyde maddî ve manevî bütün nizam altüst... Gözgözü görmüyor, kimse kimseyi

tanımıyor, herkes her şeyden habersiz... Zabit, Durmuş Ağayı, bin zahmetle

bulmuş... Durmuş Ağa hasta, Durmuş Ağa zayıf, Durmuş Ağa bitik... Zabit, kimi

sorduysa şu cevabı almış: "Öldü!"... Hangi çayırlığı öğrenmek dilediyse:

"Kurudu!"... Hangi meşhur attan haber almak istediyse: "Ne kendisi kaldı, ne

de soyu sopu!1'... Nihayet dayanamıyan zabit, Durmuş Ağaya demiş ki: "Yahu,

Durmuş Ağa! Bu köyde o kadar İyi insan, o kadar iyi at vardı. Nasıl olur da

bunlardan hiçbiri kalmaz?.." Durmuş Ağa. sol elinin şahadet parmağını at sırtı

gibi uzatmış, sağ elinin iki parmağını da süvari gibi ona bindirdikten sonra,

şu cevabı vermiş: "Senin anh-yacağın, oğul, iyi insanlar iyi atlara

bindileeer, gittiler"... İşte bütün masal... Fakat sen, Durmuş Ağanın

cevabında-ki kadar, renge, çizgiye, sese, harekete, edaya, mânâya bürülü bir

söz gördün mü?

Tannkulu, yeni bir dalgınlık peçesi altında yüzü gölgelenirken, kısık kısık,

ilâve etti:

- Durmuş Ağanın cevabı müthiş... O adetâ, dünya-

201

daki eski muvazene ve huzurun nasıl kaybolduğunu ve nereye gittiğini anlatmış

oluyor... Fakal yeryüzünü baştanbaşa ve her sahada kaplıyan bir korkunç

hiçlik, nizamsızlık, muvazenesizlik, rahatsızlık, kifayetsizlik; üstelik bu

korkunç boğuşma, ihtiyar kürenin tam bir yokluğa de-ğil de, misilsiz bir

varlığa doğru gittiğine, kendisine yeni hayatı getirecek kahramanı beklediğine

işaret. Şimdilik tünelden geçiyoruz. Bütün dünya. Durmuş Ağanın iyi atlarına

binmiş, iyi insanları, peşinden sökün ettirecek şanlı süvariyi bekliyor. Ne

desem ona, filozof mu desem, san'atkâr mı desem, inkılâpçı mı desem? Ne desem

olur?

(1946)

202

BİRİNCİ MEKTUP

Çocuğum! Dâvalarımızı, hepsi birden insan, insanlık ve cemiyet mihrakında

toplanacak şekilde sayısız kollara ayırmadan, işe, senin meslek köşenden

başlasam daha iyi olmaz mı?

Senin meslek köşen; yâni san'at, fikir ve edebiyat

köşesi...

İstersen seninle, çok eski dün ve bugün arasında, bütün bir tarih ölçüsü

fışkırtacak ve bütün kıymet hükümlerimize müşahhas bir zemin kuracak bir

topyekûn kavrama teşebbüsüne girişebiliriz. İster misin?

Şimdi dön de manzaraya bak! Ortada, ateş böcekleri gibi, sıcaklık ve aydınlık

saçmadan karanlıkları noktalama fantazyacılığından başka ne görüyorsun?

Ne bu, idrak midelerimize, kanımıza cevher teklif etmiyen fikir posacılığı? Ne

bu, leblebi ve kabak çekirdeği geveleme tenkitçiliği?

Birşey söyliyelim, birşey söyliyelim! Müsbet bir hamleyi andıran, haysiyet

vâdeden, boşlukta mekân işgal etme hassasına istekli olan bir şey söyliyelim!

İsterse o

203

şey yaniı.s olsun. Söyleııi.şindcki ihtiyaç doğru ya!

Birşey söyliyelim de görüşümüzü sakat kabul edenler, anyacakları sağlamın ne

olduğunu anlasın... San'at ve fikir hayalımızın zift renkli bir geceye benzer

siyah taştahtasma bir çizgi çekelim de çizgimizi eğri sananlar, çizmekle

mükellef oldukları şekli kavrasın... Biz birşey soyliyelim de, başkasının

fikrini tashih etmeden kendi fikrini bulamıyanlar, bizi düzeltmek suretiyle,

hiç olmazsa bir teşhise varsın...

Söyle bana, kahramanlık, bu baş vuruşta değil mi? Bana öyle geliyor ki, bütün

nezaketlerimizi, pazarlıklarımızı, muvazaalarımızı, tevekküllerimizi,

kanaatkârlıklarımızı, oluruna bağlama tesellilerimizi bir tarafa bırakarak,

dünya ölçülen önünde, bugüne kadar gelmiş bütün Türk san'at ve fikir

kıymetlerini muayene altına çağırmanın ve temizleyici tenkidi bina etmenin

günü bugün...

Ciğerci dükkânında bile, "Bugün peşin yarın veresiye" yazılı bir levha vardır;

yaşadığımız günün, içinde bulunduğumuz gün olduğuna dair bir şuur... Fikir

veresiyeciliğinden ne vakit kurtulacağız?

Her mes'elede satıh üzeri cümbüşü, kof ve günübirlik tecelli gayreti, tatlı

canını 24 saat için koruma açıkgözlüğü, Yaradana sığınıp savurma küstahlığı,

dünya kıratında bir iç ve dış hesaplaşmasına bir türlü yanaşama-maktan doğan

netice...

Örnek çatının örnek temeli oluncaya kadar üzerinde işlemeğe mahkûm olduğumuz

hesaplaşma borcuna karşı, şahsiyet humması çekmiş, ölüm korkusu ve yaşama

ihtirası duymuş her Türk san'at ve fikir adamı taahhüt altında bulunduğunu ne

zaman kestirecek?

Ben senin yerinde olsam şöyle düşünürdüm:

204

Ben. kendi hesabıma, terkip ettiğini her mısra ve cümlenin yüzüme karşı "eda

et!" diye haykırdığı bu borcu, asgarî bir taksit mikyasiyle ödeme hareketine

girişmeye mahkûmum! Türk san'at ve fikir dünyasını, bütün birinci sınıf

unsurlariyle, kuruluşundan bugüne kadar nasıl gördüğümü anlatmalıyım...

Yapacağım, mimarın gazete kenarında iki üç çizgiyle bir bina esasını

belirtmesi gibi, çok acele bir taslaktan ibaret olsa da olur. Fakat öyle bir

taslak ki, cümlelerin üzerine pertavsızla eğilmeyi bilenleri, bütün geçit

noktalarından dolaştırmak şartiyle ana kıymet hükümlerine vardıracak...

İşte senin adına bunları şimdi ben söylüyorum; ve söylemekte, mahut borcu

ödeyinceye kadar devam edeceğim.

Görüşümü 5 safhaya ve 5 parçaya taksim edeceğim:

İlmî ve hakikî mânâda Türk san'at ve fikir hayatının başlangıcı, Osmanlı

İmparatorluğunun kuruluşu olduğu için, o günden Tanzimata kadar, birinci

devre...

İkincisi; Tanzimatın ilânından sonra geçen ilk yarım asır...

Üçüncüsü, Tanzimatı takip eden ilk yarım asır nihayetinden ilk Dünya Harbine

gelinceye kadar süren çeyrek asır...

Dördüncüsü, ilk Büyük Harbin başlangıcından Cumhuriyetin ilânına kadar gelen

zaman...

Beşincisi, Cumhuriyetin Haniyle bugün arası...

Görülüyor ki, 660, 50, 25, 10 ve 23 yıllık beş devre; mütesavi zaman

bölümlerine değil de, büyük içtimaî hadiselere muvazi san'at ve fikir

değişmelerine uygun olarak sınıflandırılacak...

205

Çizeceğim taslaklarda şahıslar, ferdî kadrolarından ziyade içtimaî kadro

ifadesi içinde ve sadece isimleriyle belirtilecek; ve topluluğa ait

teşhislerde unsur rolünü oy-myacak...

İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı mektuplarımı bekle!

Selâm...

(1946)

206

İKİNCİ MEKTUP

Tanzimata gelinceye kadar Türk fikir ve san'at adamına toplu bir göz atarak

işe başlayalım:

Tanzimata gelinceye kadar Türk san'at ve fikir adamı, dünya mikyasiyle, ruh ve

kafasının bütün mimarisine san'at ve ideolocyasının bütün miyarlarına

ermiştir.

O, içinde yaşadığı cemiyetle, ve cemiyeti, yerleştiği medeniyet kaynağiyle tam

bir anlaşma halindedir. Kendisini yoğuran cemiyet, nasıl bir dünya içi

ifadesine ve bir dünya dışı telâkkisine mâlikse o da, zaman ve mekân hâlinde,

bir san'at ve fikir dünyasının bütün unsurlarına sahiptir.

Dili, nahvi ve kalıpları; ismi. mantığı ve nasları; ahlâkı, mizacı ve ruh

haletleri; menbaı, mecrası ve man-sapları; hulâsa bir varlığın tecelli

aynalarındaki bütün akisleriyle o, sistemli bir (plâtforma) üzerindedir.

Bu plâtforma ona cemiyeti, cemiyetine de İslâm imân ve ideolocyası bina

etmiştir. O devrin muvazenesine göre; İslâm imân ve ideolocyası güneşli bir

gök, cemiyet bu gökten sıcaklık alan bir toprak,san'at ve fikir âdâmı da,

ferdiyetinin köklerini bu toprağa salan ve istidadına göre yemiş veren bir

ağaçtır.

207

Ağaç, toprak ve £Ök; lerd, cemiyet ve ideoiocya hâlinde dü/,ene girince HAYAT

ve onun sonsuz deveranı doğar.

Hiçbir insanlık devri, giden kim ve gelen ne olursa olsun, bu ana unsurlar

dışında bir terkip yapabilmiş değildir.

İmdi, şu ânda hiçbir kıymet hükmüne yanaşmadan kabul edebiliriz ki, Tanzimata

gelinceye kadar Türk san'at ve fikir adamı, bellibaşlı bir görüş merkezi

etrafında sebep, netice ve gayelerini çerçevelemiş; zamanı mazi, hâl ve

istikbâl olarak üç âhengiyle temsil etmiş, kendi ömrü ye anlayışı İçinde

hâdiselere hâkim olmuş, tezatsız bir cemiyetin hâüs yemişiydi. Bu cemiyetin:

Dinî mizacı Süleyman Çelebi'de...

Derinlik ve olgunluğu Mevlânâ'da...

Mavera humması Yunus Emre'de...

Kahramanlık hayâli Battal Gazi'de...

Aksülâmel ve isyan psikolocyası Köroğlu'nda...

Nükte ve hicvi Nasreddin Hoca'da...

Halk duygu kumaşı Karacaoğlan'da...

Hassasiyet cevheri Fuzulî'de...

Eda ve (estetik) ruhu Bakî'de...

Kuru mantık ve aklı Nabî'de...

Belagat ve hırçınlığı Nefîde...

Şive ve zarafeti Nedim'de...

İrfan ve inceliği Şeyh Galip'te...

Usûl ve sistemi Kâtip Çelebi'de...

Tarih ölçüsü Naimâ'da...

Nas ve kalıp bilgisi Ebussuud Efendi'de... * Görgü ve merakı Evliya

Çelebi'de...

Mâverâ görüşü İbrahim Hakkı'da...

Dekor zevki Yesari'de..,

208

(Plâstik) fikri Sinan'da... (Fonetik) fikri Dede Efendi'de... Ve bütün

bunların hepsi, başka başka mikyas ve kıratlarda hepsindedir. Kısaca ve

kabaca: Tanzimata gelinceye kadar san'at ve fikir adamı,

kendine göre:

1 - Dünya görüşü...

2 - Bir eşya ve hâdiselere bakış zaviyesi...

3 - Bir "Güzel" ve "Doğru" hükmü...

4 - Bir kemâl ölçüsü...

5 - Bir yarın iştiyakı...

6 - Bir tenkid ve tâyin miyarı...

7 - Bir irfan kuşağı...

8 - Bir cemiyet örgüsü...

9 - Bir ferdiyet mayası...

Gibi kıstasları içinde taşıyan; mesafeleri ve istika-metferiyle, hacimleri ve

nisbetlefiyle, şahsî ve hakikî bir-dünya temsil eden öz san'atkâr ve münevver

örneğidir.

Tanzimata gelinceye kadar Türk san'at ve fikir adamına üstünkörü bir göz atan,

onun inandığı, bağlandığı ve sevdiği hiçbir şeyi benimsemese de, onu ferdî,

İçtimaî ve fikrî bîr muvazene içinde bulmıya mecburdur.

Tanzimata gelinceye kadar Türk san'at ve fikir adamı, bahtını ortak ettiği

cemiyet devam ettikçe bütün haşmetiyle yaşadı. Cemiyeti ana zeminini kaybeder

etmez de bütün hey'etiyle göçtü. Zira o, bir kemâl ve vahdet ânının yemişiydi

ve ağaçla toprak ve gök arasındaki düzen bozulur bozulmaz, bu unsurlardan hiç

birini tereddi ve ıstırabına iştirak etmeden sönüvermeğe mahkûmdu.

(1946)

209

(

ÜÇÜNCÜ MEKTUP

T^

Tanzimat, Türk Ortaçağ cemiyetinin, tam bir sıklet merkezi kanuniyle ve

asırlarca içinde oturduğu dünyadan, başka bir dünyaya doğru kayışını

çerçeveliyen devirdir.

Bir dünyadan başka bir dünyaya bu göç hareketi, kendisini (Gülhane HattOnda

devlet ağziyle haber verir.

Artık, içinden çıkılması lâzım bir dünya vardır ki, (eski)nin ve içine

girilmesi lâzım bir başka dünya vardır ki, (yeni)nin mümessilidir.

(Eski)nin müflis olduğu yer Doğu, (yeni)nin İtibar kazandığı yerse Batı. O

zamanki Doğuyu, en diri cemiyet halinde yalnız Türk temsil ettiğine göre,

(eski) içerde müflis ve (yeni) dışarda muteberdir.

Kendimize ait bir bünyenin pörsüyüşünü sezmek, yabancısı olduğumuz başka bir

bünyenin sırrına ermeğe nisbetle çok kolay ve kaba bir iş...

Tanzimatı doğuran şuur da, gelen dünyanın getireceği muvazeneden ziyade, giden

dünyanın götürdüğü muvazeneyi sezebilecek; gelenin varlığından ziyade gidenin

yokluğunu kavrayabilecek; ve ancak tefsİrsiz, tarifsiz, deri üstündeki

tezahürleri görebilecek kadar sığdır. Bu şuur, hâlis tefekkür adamları elinde

ve bir kaç iç âlemin tekev-

210

vünlen muhassalası olarak değil, gündelik siyaset adamları elinde ve bir dış

münasebetin tenbihleri neticesi meydana gelmiş, bir sanlı ve siyaset intibaı

olmaktan ileriye

geçememiştir.

Dünyamızın iflâsı öyle bir vakıadır ki, rakip dünyanın iyi niyetli, yaşatıcı

irfan sirayetleriyle ve içten kabaran okşayışlanyla idrâk edilmez; yoluna

dikildiğimiz için, kötü niyetli ve Öldürücü dürtüşleriyle ve dıştan gelen

tokatlariyle idrâk edilir.

Bu talihsiz idrâk bize, bildiğimiz ve içinde olduğumuz bir dünyanın iflâsına

mukabil, bilmediğimiz ve dışında olduğumuz bir dünyanın zaferini körükörüne

teslim

ettirmiştir.

Böyle ölüm tehlikesi ânlarında, hemen hiç bir cemiyette rastlanamıyan büyük

sanat ve fikir adamı, bizde de yoktur. İntibah şuuru, satıh münevverinin

elinde ve en kısır plânda iktidar mevkiine geçer. (Eski) bütün bir hayatiyetle

köklerde kesifleştiği halde, dallarda, kökü içerde mi dışarda mı bilinmez,

bulanık ve iptidaî bir mahlûk peyda olur. İşte, en nezaketli bir intikal

devresinin kurtarıcısı yerindeki Tanzimat Türk sanat ve fikir adamı bu tiptir.

Bu tipin psikolocyasına, kayıtsız ve şartsız HAYRANLIK, şuuruna kayıtsız ve

şartsız TAKLİT ve benliğine kayıtsız ve şartsız AŞAİILIK UKDESİ hâkimdir.

Artık Doğu, harikalar ve mucizeler diyarı değil, sokaklarda ilâhî okuyan

mağmum dilenciler, goygoycular ve harabeler memleketi. Artık Sâdâbat bahçeleri

Kâğıthanede değil. (Versay)da. Tellipullu gemiler Haliçte değil, Efrenç

limanlarının tersanelerinde denize İndirilir. Bir zamanlar her neferin cebinde

bir parça tunç taşınarak Bağdad önlerinde dökülen toplar, Türkiye değil Avrupa

malı. Saray (Topkapı) değil (Şarlutenburg), halı (Şiraz)

211

değil (Goblen) ve saire... v

Bütün dünya hakikatleri, ilk mekteplerde, eşya dersleri tablosu ve kıraat

kitabı kadrosu içindedir.

İşte:

Hayatta geçen veya geçmesi ihtimâli olan vakaların hikâye kılıklı nakline

roman derler. Bu ne harikulade tariftir! O kadar harikuladedir ki, böyle bir

vakıayı hikâye kılıklı kaleme almak, ilk roman mucizesini yapmak kadar büyük

sanılmıştır. (Sergüzeşti Ali Bey - Namık Kemâl)

Dağlara, çiçeklere, kuşlara dair de şiir yazılır. Bu ne yeniliktir! Öyle ki

dağa, çiçeğe ve kuşa dair bir iki manzumeyle, Avrupada ilk sınıflarda okunan

birkaç edebiyat kaidesini bir araya getirmek bir hâdisedir. (Zemzeme ve Tâlimi

Edebiyat - Recai Zade Ekrem)

Ziya Paşa ve Muallim Naci gibi, Divan Edebiyatının son artıklarından bir

şeyler yapmak istiyenier ve bu gidişe pek de itimadı olmıyanlar vardır.

(Harabat - Ziya Paşa, Demdeme - Muallim Naci).

, Namık Kemâl gibi, geriye dönmeği en büyük tehlike kabul edenler, fakat

ileriye doğru da, vatan çığlığından başka hiç bir şey bilmiyenler vardır.

(Tahribi Harabat -Namık Kemal).

Beride zavallı Ahmet Mithat Efendi, viyolonselle çiftetelli çalar gibi,

Avrupalı roman tezghahlarında, basit halk psikolocyasına bürünmüş tipler

yontmakta. Her şeye rağmen Ahmet Mithat Efendinin, 1914 dünya harbine

gelinceye kadar, Türk romanında herkesten daha hakikî kaldığını inkâr çok zor.

Ferdiyetinin müstesna kuınaşiyle Abdülhak Hâmid, mensup olduğu kadroyu aştı.

Devrinin (Edip = Sefir) düsturu sayesinde hayatını Avrupada geçirdi, taklid

tesirini şahsîliğe yaklaştırdı, hiç bir içtimaî dâvası olma-

212

dığı halde, içtimaî plânda çalışanları (Namık Kemâl) hayran etti. O, benliğini

doğrudan doğruya kanatan hâdiseler karşısında unutulmaz sesler çıkardı:

(Makber). Fakat Garbı kökünden idrâk edeceğine Garb (viveur)ü, zarifi

seviyesinde gezindi, hasrüneşrini Garbın maddî hayatında aradı, Garbh isimler

taşıyan kahramanların derisine girmeğe bayıldı (Finten ve saire). Şeyh Galip

teknikasiyle (Şekspir) ve (Hügo)yu meşketti. Ölüm ve Allah gibi büyük ve

mücerred meseleler karşısında alâka sahibi oldu, fakat şahsiyet sahibi

olamadı. Abdülhak Hâmid, netice itibariyle sanat ve estetikasının şuurlu

dünyasını bina edemedi. Amma devrine ve arkadaşlarına nisbetle bu kadarı bile,

onun eteklerine bir (Dahi-i âzam) tenekesi bağlamasını icap ettirdi. Nitekim

bu vazifeyi, bir devre sonra gelen Süleyman Nazif ihmâl etmedi. Öldüğü güne

kadar yakın dostu olmakla iftihar ettiğim Abdülhak Hâmid, ete-ğindeki. bu

herkesten fazla şikâyetçisi olduğu tenekeyle gömüldü.

Şinasi, Avrupaya gönderilmiş küçük münevver seviyesinde, zeki ve heyecanlı bir

talebe tipidir.

(Molyer) tercümecisi Ahmet Vefik ve (Şarluten-burg) medhiyecisi Sadullah

Paşalar, basit hayranlık psi-kolocyasının çerçcveliyeceği örnekler.

Tanzimat Türk sanat ve fikir adamında aslîyete benziyen şey, onun sulhçü, ara

bulucu, rahatsız olmaktan kaçıcı, her işte kolaya şarkıcı mizacıdır. O, her

istenen şeyi verir, fakat geride kalanı muhafaza etmek ister. Kafasına

vururlarsa onu da verir.

Mütefekkirimizin (Tevhit) manzumesiyle siyah plâstron kravatı arasındaki

tezat, her şubede göze çarpar. Veziri (Babıâli)de hıçkırır, yalvarır, okşar,

avutur; fakat evinde yakar, yıkar, kırar, keser. Topkapı sarayının eski

213

haliyle sonradan ona eklediği Mecideye köşkü, (esiyle pantolonu, başiyle kalbi

f e içiyle dışı. hep bu âciz mizaç tablosunun şaşkın unsurlarından.

Tanzimat., istikbâl hasretiyle belki maziye değil, fakat muhakkak ki geriye

gidiş ve benliğini teslim ediş devri. Türk sanat ve fikir adamı o devirde,

Batının edebî, harsı, siyasî, içtimaî ve iktisadî köleliğine girer ve

tesellisini, satıh taklitçisinin kör meftunluğunda bulur.

Bilmez ki, Batının gayesi, bir zamanlar kendisini handiyse gebertecek kadar

sıkboğaz eden Doğuyu diriltmek değil, öldürmektir.

Batı artık Doğunun gözünde, kanunları aranacak ve öz benliği içinde

pişirilecek bir illet, mesele olmak ye rine, aslı meçhul ve düşünülmeden

tapılacak bir put olur.

İşte tam o zaman i Avrupalı, karşısındaki şaşkın ucubeye öyle bir isim

takmıştır ki, vaziyeti tek başına aydınlatmaktadır:

Hasta adam!

(1946)

214

DÖRDÜNCÜ MEKTUP

4

Şimdi sıra, Dünya Harbine gelinceye kadar, Tanzimat sonrası Türk sanat ve

fikir adamına geliyor.

Dünya Harbine gelinceye kadar, Tanzimat sonrası sanat ve fikir adamı, Tanzimat

seciyesini değişik şartlar ve mikyaslar altında devam ettirmek ve büsbütün

zaafa düşmekten gayri bir şey getirmez.

Tanzimat seciyesinin ilenlere doğru büründüğü ifade, artık bir kemiyet

çerçevesi içinde küçülüp büyümek, daralıp genişlemek ve keyfiyette büsbütün

hafif kalmaktır.

Batı dünyasının tahlilsiz, tefîişsiz. iç ve dış ini-,, henklere vurulmadan

imtihansız tasdiki ve ihtiramda bas köşeye oturtulması, gittikçe daha parlak

bir (emrivaki) olur.

Teslim olduğu tesir merkezinin en korkunç cahili ve en şahsiyetsiz alkışçısı

züppe tipi değil midir?

Tanzimat hareketinin züppesi de bu sıralarda meydana çıkar.

Züppe, yalnız mensup olduğu tesirin cahil ve şahsiyetsizi değil, başlangıçta o

tesiri idrâkte aczin ve sonda çabucak tereddiyi ihtar eden hazin bir neticenin

de habercisidir.

215

Nitekim Tanzimat sanal ve fikir adamında, uz çok ciddîliğe, vakara, zarafete,

saffete, asliyete benzer eda, sonrakilerde yoktur. Tanzimat sanatkârının hiç

olmazsa Garp (klâsik)lerini meşkeden gözleri, öbürlerinde, Garbın ikisi ortası

örneklerine takılır. Tanzimat efendisinin, henüz Türk, Arap ve Acem tefekkür

âleminden büsbütün kopmamış kültür bağları, onu takip edenlerde büsbütün

gevşer. Buna mukabil Garp dünyasına yakınlaşma derecesi, Garbın ancak âdî

sokak malları ve işporta eşyasına sokulabilmek suretiyle hedefini daha çok

şaşırır. Nihayet, Tanzimat harekatinin başlangıcındaki sığlık ve akamet,

ikinci devrede daha keskin vesikalara kavuşur:

Ortaya (Edebiat-ı Cedide) ismiyle bir edebiyet mektebi, ve (Jön Türk) adıyla

bir münevverler zümresi çıkmıştır.

Ne bu mektebin talebesi, bir evvelki sanatkârın, ne de o zümrenin

politikacıları bir evvelki siyaset adamının çapındadır. Abdülhak Hâmidle her

hangi bir (Edebiyat-ı Cedide)ci arasındaki fark, Âli Paşayla herhangi bir (Jön

Türk) arasındaki farka tıpatıp uygundur. # Dünya Harbine gelinceye kadar,

Tanzimat sonrası

Türk sanat ve fikir adamı, zümre ve kemiyet kıymetlerine, evvelki nesilden

daha çok büründüğü halde, ferd ve keyfiyet kıymetlerinden daha çok sıyrılmış,

daha çok harekete giriştiği halde hâdiseleri idrâkte daha safdil kalmıştır.

(Edebiyat-ı Cedide)yle sanatı ve (Meşrutiyet)le inkılâbı kurduğuna inanmıştır.

Meşrutiyeti kuran siyaset adamı, nasıl (hürriyet, müsavat, adalet)

düsturlarından başka hiç bir dünya ve inkılâp görüşü taşımaz, hiç bir insan ve

cemiyet telâkkisi yüklenmezse; (Edebiyat-ı Cedide)yi bina eden sanatkâr

216

da (rikkat, nükhet, nisviyet) gibi orta malı klişelerden eayri hiç bir unsur

kullanmaz, hiç bir sanat dâvasına aklı ermez.

Ne yeni, ne de eski sanat ve fikir, onlar içindir. Şiirde seviyeleri (Allred

de Musset)yle (Sully Prudhome)u ve romanda, (Concourt) kardeşleri aşmaz.

(Tevfik Fikret ve Halid Ziya'dan başhyarak bütün Edebiyat-ı Cedide şair ve

romancıları)...

Artık onlara, bildikleri yabancı dil içinde en eskiden bir (Ronsard), bir

(Racine), gelmiş olduğunu, yenilerden (Baudelaire) öleli şu kadar, (Rimbaud)

gideli bu kadar yıl geçtiğini hatırlatmak neye? Romanda (Balzac), (Zola) gibi

merhaleleri, tenkidde (Sainte - Boeuve,), (Re-nan), (Faguet) gibi basamakları

ihtar etmek niçin? Lâtinlerden başka bütün bir Yunan, Cermen, Anglosakson ve

Slav sanat ve fikir dünyasını göstermek neden?

Tanzimat sonrası sanat ve fikir adamı, kimlerin taklide değer olduğunu bile

anlıyamamıştır.

En çetrefil kelimeleri Arap ve Acem lügatinden bulup çıkarmak ve ilk defa

olarak kullanmak, en büyük sanat yenilikleri arasındadır. Cenap Şahabettin'de

öyle mısralara rastgelirsiniz ki. Divan edebiyatının hiç bir şairinde

bulamıyacağımz şöyle dursun, ıstılah meraklısı bir Arapla bir Acemi

çıldırtabilir. (Kırık Saz) yerine (Rübab-ı Şikeste) ve {Yeni Edebiyat) yerine

(Edebiyat-ı Cedide) diyecek kadar öz Türkçe bir kelimenin taşıdığı delâlet

cevherine itimat duymazlar. Böyleyken kullandıkları yakası açılmamış Arapça ve

Farsça kelimelerin dünyasiyle hiç bir münasebetleri yoktur. Arapçaları,

Acemceleri bile Fransızcayı andırır. (Rübab) kelimesi sanki Acem değil de,

(Loti)vari İstanbul'u ziyarete gelmiş' ve bu münasebetle şarklı kılığına

girmiş bir frenktir. Ve asıl ismi

217

(Lyre)dir. Onun içindir ki. Divan şairinin havsalasına sığmayacak kadar

çelrefiileştirilen dili idare eden zihniyet, sanki şarklılık değil de frenklik

gayretidir.

O devirde tam mânasiyle başlamış ve yayılmış olan roman; ne Türk, ne de frenk

hayatına uyan ve beşerî hiç bir ukdesi olmıyan bir takım kuklaların oyun

sahnesi.,. Bu kuklalar tahta kaşıj: yerine gümüş kaşıkla yemek yerler. (Dede

Efendi) yerine (Puccini)yi dinlerler. Sevgililerini bir Anadolu saffetiyle

yanaklarından öpeceklerine, frenk züppesi tavriyle enselerinden öperler. Kendi

cinslerinden kadınlar seveceklerine İstanbul çalgılı kahvelerindeki Avrupalı

şantözlere bayılırlar. Aşka dair herhangi bir ıstırap ve ukdeleri olacağına,

yüzsüzlük, hokkabazlık ve açıkgözlükleri vardır. İsviçre dağlarında macera

notlan tutmağa ve malik oldukları kadınları adet ölçüsüyle ifadeye bayılırlar.

Bu roman, hacimsiz, biçimsiz, ruhsuz, beyinsiz, meselesiz, bilmecesiz,

hailesiz, faciasız, kâğıttan yapma şahısların gündelik ve miskin hayatlarını

geveler durur.

(Leylâ ile Mecnun)un torunları ne hale gelmiştir?

Bu romanın doğurduğu âdi ve züppe şişli muhitleri, İstanbul muhitlerine hediye

ettiği gülünç ve iğrenç insan isimleri, onun bütün mâna ve cevheri Üstünde en

ya-nılmaz kıstastır.

Fikir, felsefe ve tenkit ceplerine gelince, üç beş Garp mütefekkirinden lügat

kitabı ağzıyla ezberlenmiş parçaların ördüğü, terkipten, (sentez)den,

âhenkten, ifadeden mahrum yamalı bir bohça. (Ahmet Şuayip, Abdullah Cevdet,

Baha Tevfik, Sahabettin Süleyman.)

Hele, arada bir zat var ki (Rıza Tevfik), günü çok iyi şahıslandırdtğı için,

üzerinde birkaç satır duracağım.

218

Ne desek ona, filozof mu. şair mi, mutasavvıf mı. hatip mi, siyasî mi,

pehlivan mı, nüktebaz mı? Bunlardan her birine bir parça benzediği halde hiç

biri değil. (Mikel -Anj) gibi, bir çok şubeleri erkekçe kucaklıyan dehaların

hakkını kabul etmekle beraber, (rulet) tablosunun her numarasına para

koyarcasına, bu kadar ümitsiz yayılmaları, garip bir bünye gayretinden başka

neye atfedilebilir? (Tilmizi Baykın - Bacon) diye imza atan filozof ve Anadolu

halk türkülerine muvaffakiyetli (pastiş)ler yazan şair, vesaire vesaire...

Rıza Tevfik, birbirine zıd bin tesirin çektiği her istikamete sarkan ve hiç

birine varamıyan istidatlı Şark efendisine ne canlı örnek!

O devrin bıyıkları henüz terliyen genç ve zeki edebi) atçısı Hüseyin Cahit,

taşıdığı hendesî ve müsbet mizaç yüzünden, politika ve aksiyon âlemine

geçmeyip de ne yapabilirdi?

Doğuşları o devre içinde olsa da, tekavvünleri ilerilere doğru sızan, Mehmet

Akif ve Hüseyin Rahmi gibi halis ve şahsiyetli Örnekleri, bir merhale sonra

ele alıyor ve (portre)sini çizdiğim silsileden saymıyorum.

Dünya Harbine gelinceye kadar, Tanzimat sonrası sanat ve fikir adamının bariz

vasfı, bence, zihnî ve ruhî ana İdrâk melekelerinden mahrumluktur.

Dünya Harbine gelinceye kadar, Tanzimat sonrası Türk sanat ve fikir adamı,

satıh üzeri İdrakiyle Avrupalılaşma teşebbüsünün ancak züppelik ve tereddisini

getirebilmiş ve Tanzimat ruhunu daha iyi ifşaya hizmet etmiştir.

(1946)

219

1

BİRİNCİ MEKTUP

n.

Şimdi de sıra, Birinci Dünya Harbi ve Birinci Dünya Harbi sonrası Türk sanat

ve fikir adamına geldi.

Dünya bir koca şehir, Birinci Dünya Harbi bir korkunç yangın...

Ona en uzak milletlerin mahallelerine bile kıvılcımları yağdı. Ona en yabancı

semtlerin bile korku, yangın yerindekinden eksik olmadı. Eşya toplandı,

tahtalar söküldü, damlar ıslatıldı. Bir gün her şey yerli yerine İade edildiği

zaman, hiç birinin, kaldırıldığı yere artık uymadığı, hiç birinin, terkeltiği

nizamı tekrar kabûE etmediği, hiç birinin temsil ettiği kıymet hükmiyle bir

daha barışmadığı görüldü.

Sebepleri ve neticeleri üzerinde fazla durmadan iddia edebiliriz ki, Birinci

Dünya Harbi, hemen her milletin hayatında, götürdüğü ve getirmek istidadını

gösterdiği kıymetler bakımından en keskin hareket başıdır.

Türk cemiyeti bu kasırgayı, gövdesinin büyük kı-simlariyle kaydetmiş

cemiyetlerden biri... Onun içindir ki, onun sanat ve fikir hayatında, Birinci

Dünya Harbinin, yıkıcı, süpürücü, itici, aratıcı tesirleri ilk bakışta

meydandadır.

220

Birinci Dünya Harbi kadrosu içinde Türk cemiyeti, Tanzİmatlanberi ilk defa

olarak, hâlis ve şahsî, öz fikir adamına kavuşur gibi olur. Hİç bîr felsefe

mektebi ve fikir sisteminin tam ve tek mümessil ve mübdii olmasa da, Ziya

Gökalp, okuduğunu anlamış. Garpla temasını en mahrem plânlara kadar

derinleştirebilmiş, meyil ve nisbet gösterdiği fikir sistemini kendi ferdî ve

içtimaî şartlan içinde yuğurmaya çalışmış, onu samimî bir şahıs ve millet

dâvası haline getirmeğe savaşmış, ilk Türk tefekkür

adamıdır.

Ziya GÖkalp'a gelinceye kadar, Tanzimat ve Tanzimat sonrası fikir adamında

Garplı tesir, (Bonmarşe)den satın alınmış ve Türk evinin bir köşesine

oturtulmuş, oyuncak bir (maket) halindedir. İlk defa olarak Ziya Gö-kalp'ta bu

muamele, Karabük fabrikası gibi, fikir topraklarımız üzerine kurulmuş, ciddî

bir tesis manzarası arze-der. Muharrik kuvvet, makine, cihaz kendisinin değil,

fakat tatbik sahası, ham madde ve İş, kendisinindir. Zİya Gökalp'ın

(Dürkhaym)cüığını böyle anlamak ve onu, maskara (Güstav Löbon) ve

(Beykın)cılardan böylece ayırt etmek lâzımdır.

Ben Türkçülüğü, Zİya Gökalp'ın Turancılığından; ve Doğu dünyasİyle İslâm

cemiyetini, onun görüşünden bambaşka anlasam da itirafa mecburum ki, Ziya

Gökalp'ı, ilk nazarda nakış ve fantazyadan kurtulmuş, büyük şekil ve mimariye

kucak açmış, başı sistem ve meseleye yuva-lık etmiş, Tanzimattanberi ilk ve

yegâne Türk tefekkür adamı sanmak, bir ân için mümkündür.

Öyleyse Ziya Gökalp Şark ve Garp kayaları arasındaki uçurumda tuzla buz olmak

tehlikesini yaşayan Türk cemiyetinin altına, büyük ruh ve fikir desteğini

sürebilmiş midir? «

221

Hayır!

Meşrutiyetten bugüne kadar kademe kademe inkişaf eden islahçılık dâvasında en

büyük fikir hissesini ona vermek ve birçok devlet ve (aksiyon) adamlarını,

hakikatte onun tesiri altında görmekle beraber, yine görmek lâzımdır ki, Ziya

Gökalp, giden Şarkla gelen Garp arasındaki mahsup sırrını ve kıymet hükmünü

heceleyebilecek görüş çapında değildi.

Kendisine geniş ve devletleşmiş bir tesir ve talim meydanı kurmuş olan Ziya

Gökalp'ın, bu yüzden (mazruf) olmaktan ziyade (zarf), (muhteva) olmaktan

ziyade (mevzu), (ruh) olmaktan ziyade (kalıp) tesirleridir. Yoksa Ziya Gökalp,

ruhunda büyük ve hususî bir dünya görüşü kaynağından ve kafasında büyük ve

hususî bir tecrit, teşhis örgüsünden mahrumdu.

İşte Ziya Gökalp'la büyük filozoflar ve yenileşme dâvasının ilk ve temel

fikircisî olarak beklediğimiz büyük kahraman arasındaki mesafe...

İşin en kaba plânda başlangıcı bile olsa birdenbire bir TÜRK, TÜRKÇE, TÜRKİYE

şuuru, asırlardan beri hakkını bekliyen ve en göze görünmez duygu

tabakalarında uyuklayan bir KENDİNİ BULMA, KENDİNE GELME cezbesinin ilk

hamlesiydi. Fakat bu hamle, büyük ruh zemininden öksüzdü.

Bu hamle şiirde ve nesirde derhal talebelerini kaydetti. Kendilerini (Millî

edebiyatçılar) bayrağı altında toplıyan ve Ziya Gökalp'ın arkasından, açık

Türkçe ve hece vezniyle nazım tecrübesine girişenler (Orhan Seyfi, Yusuf Ziya,

Faruk Nafiz),.. İşte, bu kendi kendisini arama veçhesinin, kalıp, lisan ve

mevzudan ileriye geçememiş ilk tek telli saz devşirmeleri... Azası arasında

daha birkaç şair bulunan bu gurup içinde Faruk Nafiz'i, hemen tüketi-222

veren arkadaşlarından bir kaç arpa boyu ilerlemiş ve bugünlere kadar ulaşmış

görüyoruz. Bu devşirmelerden hiç birinin bugün hâlis şiirle alâkaları bile

kabul edilemez.

Garip bir seziş teceüisiyle açık dili ve hece kalıbını herkesten ve hattâ Zıya

Gökalp'tan evvel kullanan fikir posası^ şairi Mehmet Emin, sırf muhteva

züğürtlüğü yüzünden, başta olduğu kadar sonda da namevcut kalacak ve bir

(istatistik) kıymetinden fazla bir şey ifade etmiye-cektir.

O güne mahsus kesafelli ve öz şiir, bunlardan ziyade, Yahya Kemâl ve Ahmet

Haşim gibi şairlerin cazibe mıntakasında geziniyordu. Ana dili ve parmak

hesabiyle yazmak ve memleket mevzularını tercih etmekten ötürü hiç bir sanat

telâkkileri olmıyan gençler, aralarına hiç bir fark ve mesafe koymadan, zıt

cephelerini tefsir etmeden, bu iki şahsiyeti kayıtsız ve şartsız birer üstat

tanıyorlardı. Zaten (üstat) kelimesinden başka hiç bir ustalık vasfına, bir

sanat dâvasına akılları yetmezdi. Yetseydi görürlerdi ki, ilk defa ana dili ve

hece kahbiyle yazmakta hiç bir yenilik yoktur. Bunlar birer âleltir ve yenilik

âlette değil sesdedir. Dâva, o dille o kalıbın potasında bir şahsiyet madenini

eritebilmekte...

Ameliyat masalarında, operatör gelmeden nasıl asistanlar ve hastabakıcılar

operatöre ait âletleri hazırlarlarsa, kendilerine {Millî edebiyatçılar) ismini

takan bu zümre de, yeni Türk şiirinin beklediği ve daha beküyece-ği mübeşşire

hazırlık yapmış ve vasıtacı mevkiinde kalmıştır.

Birkaç romancı ve hikayeci; (Edebiyat - Cedide )nin ufak tefek istihalelerle

mİrasçıhğını yapmak isteyen (Fecri-âti)nin bir hamlede eriyip gitmesine

mukabil, gurup dışı kıymetler halinde birkaç şahsiyet, evvelki dar-

223

tıklan açmak ve sığlıkları deşmek cetıdınc namzet görünüyordu.

Romanda Yakub Kadri ve Halide Edib, okuyucularını ilk defa olarak, kafa ve ruh

meseleleriyle karşılaştırıyordu.

Yakub Kadri bence, Şimal Kutbunun keşfi macerasında, gemisini en çetin ve

bakir mıntakalara götürmüş İlk Türk romancısıdır.

Birkaç romancı ve hikayeci, memleket hayat ve estetiğine muvaffakiyetle

sokulmak hamlesini gösteriyordu. (Hüseyin Rahmi, Refik Halit, Ömer

Seyfettin)...

(Edebiyat-i Cedide)denberi eskimeden, pörsüme-den, ekşimeden devam eden ve

münferit, münzevî bir yıldız gibi her gün daha canlı ışıklar dağıtan Mehmet

Âkİf i ben, şiirinin nesci, hakikiliği, samimiliği, hayata mutabakatı,

tezatsız ideolocyası bakımından, hürmete lâyık birkaç eski çehreden en parlağı

telâkki ederim. Fakat o da nefesi büyük kahramanlara göre çok küçük buutludur.

Fakat daima şiir, roman ve fikir, bellibaşlı bir sınırı aşamıyor, bellibaşlı

bir zarı delemiyor, bellibaşlı bir yokuşu sökemİyordu.

Bu sınır, bu zor ve bu yokuş, Türk cemiyetinin beklediği yeni hayat teşhisini

gizlİyen muadele!

Çünkü o muadele kül halinde bir türlü halledüemi-yordu.

Ahmet Haşim kullandığı dil ve halette muhafazakâr, fakat sembolizmanın

Fransada bile ileri bir mensubu derecesinde yeni bir şahsiyet temsil ediyor,

bütün bu âlet ve kalıp geriliklerini, bir parça istidat ve şahsiyetle

gidermenin kabil olduğunu sanki ilân ediyordu.

Yahya Kemâl, etrafında kalabalık bir hayranlar zünresi, Sultanahmet

bahçelerinde ve şadırvan karşılarm-

224

da, herkese yeni bir dil, yeni bir (estetik), yeni bir nefes halinde görünen

bir edayı yaşatıyordu. Şarkı Yahya Kemâl'den dinliyen, onu, ilk defa anlamış,

bir camie Yahya Kemâl'le giren, onu ilk defa görmüş, tarihi ondan okuyan onu

ilk defa öğrenmiş sanılıyordu. Yahya Kemâl cemiyetlerinde, böyle bir telkin ve

sihir kabiliyetini yaşatıyordu. Fakat ne bir fikir, ne bir (sentez), ne bir

(sistem)... İstanbul'un en İyi konuşanlarından biri farzedilen bir sanatkârın,

sanat dâvası üzerinde, hikâyeden, nükteden, (paradoks)dan gayri bildirecek tek

kelimesi olmamasına ne buyurulur?

Yahya Kemâl şiirde, birinci unsur olan ruh ve fikirde değil, fakat ikinci

unsui elan zevkte bir erginliktir.

* Uzun yıllar, içinde yuğrulduğu Paris'de, zevkini ferdî ve: millî şartların

örsünde döve döve inceltmiş, sonra vatanına dönmüş ve bütün mazi ile bütün

hali başka türlü görmeğe ve göstermeğe başlamıştır. Batıyla Doğu arasındaki

dünya çarpışmasından, yavaş yavaş kendileri sönmeye başlayan Şark kubbe^nin bu

acıklı kaderi, genç şairin içini ürpertilerle doldurmuş, o mahzun ve dilsiz

serenca-ımn kahramanı Şark, artık harap ve revnaksız sebilleli ve

saraylariyle, kalyonları ve akıncılariyle, bahçeleri ve ?,i-yuuüeriyle bu

teessür çekmecesini ağzına kadar doldurmuştur.

Yahya Kemâl Garbı, (plastik) hadleri içinde kavrıyabilmiş ve bu kavrayışıyla

da, Şarkı, (plastik) hadler içinde yaşamaya ve yaşatmaya başlamıştır.

Onun içindir ki, şiiri yine eşya ve hâdiseleri kavramakta (plastik) hadlerden

ileriye varamamış, bir sanat dünyası bina edememiş, bir şahsiyet temeli

atamamış ve büyük hiçliği yakalıyacak bir ağ örememiştir.

Bütün fikir ve ruh kaynayışlarında, (tez)in eksik

225

olduğu yerde (oyun), (sislcm)in eksik olduğu yerde (meşrep), (iman)m eksik

olduğu yerde (rindlik), noksan] telâfiye memur olmuştur.

Birinci Dünya Harbi ve Birinci Dünya Harbi sonrası Türk sanat ve fikir adamı,

bir evvelki kaba zümre ve mektep seviyesini aşmış, ferdiyet kıymetlerine

sokulabil-mis, fakat bu kıymetleri kanunlaştıramamiştır. Her tarafı kopuk,

kırık, küçük temayüller halinde bir takım başkalıkları, ayrılıkları,

rekabetleri temsil etmiş, fakat toptan bir meydan muharebesi zaferi

kaydedememiştir. (Kö-tü)yı, (çirkin)i, (bayat)ı, sezer gibi olmuş, fakat

(iyi)yi, (güzel)i, (yeni)yi bulamamıştır. (SefU)in yanında (ulvî)yi,

(tereddî)nin bitişiğinde (kemâl)i vâdetmiş, fakat netice itibarimle bütün

tezahürleri aldatıcı, bütün vâadleri inkisara uğratıcı çıkmıştır.

Tanzimat, şahsiyete kavuşmak için en çetin hamlelerine bu devrede başlamasına

rağmen, yine âciz ve perişan, devam halinde kalmıştır.

(1946)

ALTINCI MEKTUP

226

Artık Cumhuriyet devresinin üzerindeyiz. Şimdi bu yirmi küsur yıllık devrenin

fikir ve sanat adamına ve bayatına bir göz atalım...

Hükmü başa alarak ortaya tepeden inme bir teşhis atsam nasıl olur? Buyurunuz:

Cumhuriyet devresi, Tanzimattan sonraki bütün merhalelerin en ileri

örneklerini aşan bazı müfrit ve münzevî değerlerine rağmen, bütün Türk fikir

ve sanat hayatında, kargaşalıkların, aykırılıkların, ahenksizliklerin,

nisbetsizliklerin, çözülüşlerin, dağılışların, sükûtların, hiçbir zaman ve

mekânda bu nisbette çöreklenmediği ve netice itibariyle bütün sanat ve fikir

hayatının iflâs buhranları geçirdiği bahtsız hengâmedir.

Bunun sebebini izah etmek de galiba kolay:

Tanzimattanberi bir türlü kurtuluşunu plânlaştıramıyan ve boyuna şahsiyetinden

feda eden Türk cemiyeti, Birinci Dünya Harbinden sonra, zaman sahasında olduğu

kadar mekân sahasında da tasfiye edilmek mevkiine düşünce, maddî bir hareket

mefkûresiyle kendisini kurtarabilmiş, bu kurtuluş Cumhuriyeti doğurmuş; fakat

ruhta ve mânada dengini bulamamak yüzünden, is-

227

lor istemez, asırlık bir çürüyüşün son tecelli haddine ayak basmıştır. İşte

cemiyetin ruhî hayatına ayna tutan fikir ve sanat dünyasında, cumhuriyetten

sonraki azamî hercü-merci, azamî düzensizlik ifadesini, millî kurtulup

hamlesinin ruh ve fikirde hazırlanmamış, ondan sonra da ruh ve fikire

sindirilememiş bir hareket olmasından başka hiçbir türlü izah mümkün değildir.

İlk oluşumuzun başından, son oluşumuzun veya olmayışımızın başına, yahut

sonuna kadar, yerinde yeller esen büyük Türk mütefekkiri, bu devrede de

yoktur. Sadece yok olsa yine iyi; minare şeklinde bir yükselişe muhtaç bir

vaziyette, kuyu şeklinde bir çukur ifadesiyle yok; âdeta yokluğunu tahkim

edici sebepler altında yok...

Bir manzumesinde, camilerinde Türkçe ezan okunacak ülkeyi Türkoğlunun vatanı

diye gösteren Ziya Gö-kalp'e, onun tesiri altında bir takım resmî tasanlar

beslenmesine rağmen, bu devrenin fikir kürsüsünde yer verilmez. O da.

Cumhuriyet devresinin başında, her türlü faaliyetini tüketmiş bir adam

sıfatiyle ölür, gider.

Bir devre evveline mensup olsa da asıl geniş kalem faaliyetine bu devre içinde

girişen Falİh Rıfkı Atay ve onunla beraber bir takım gazeteciler, kafaarı

hiçbir büyük terkibe müsait olmadığı için, basit üslûpçuluk ve kolay

alkışçılıktan ileriye geçemiyecektir.

Cumhuriyet devresinin başından bugüne kadar milli kurtuluş hamlesinin fikir ve

sanattaki bütün aksi, (has isim)ler etrafında, samimiyetinden bile şüphe

ettirecek nefsanİ bir medhiye tellaklığından başka birşey değildir. Asırlık

bir tasfiye bilançosunun altına yekûn hattının çekildiği ânda şahlanıp bütün

hayat borcunu ödeyen bir milletin destanı, bütün (hâs isim)leriyle beraber de

olsa, bir fikre ve dünya görüşüne bağlı olarak ne şiirde, ne ro-

228

manda, ne tiyatroda, ne de fikirde billûrlaştırılabikli. Bunun yerine millî

kahramanların, bir fikre remz olan ebedî çehreleri değil, mide gurultuları ele

alındı; ve bu iş son derece verimli bir ticaret halinde nemalandırıla

nemalan-dırıla ananeleştirildi, şahsî muvaffakiyetin temel şartı ve günün ana

seciyesi haline getirildi. Birçok Türk kaleminin az çok hissedarı olduğu

dalkavukluk edebiyatının örneklerini isimlendirmeğe değmez sanırım; onları

herkes

bilir.:'

Bu esnada saf ve hakikî şiir. birkaç işçisi arasında, son derecede ağır

tekevvün çileleri altında yuğrulmak isteniyordu. Bu işçiler, bîr devre evvel

(Hececiler)in bomboş bıraktıkları kalıba, ilk defa olmak üzere bir muhteva

cevheri dökmeğe çalışıyorlardı: Ahmet Kudsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpmar ve...

Evet ve sen...

Senin hakkındaki fikirlerimi, bu mektubuma ilişik aya bir kâğıtta bulacaksın.

Onu kimseye okumaya, göstermeğe mezun değilsin. Zümrevî mütalâalarıma seni

almıyorum.

Eğer (Heccciler)in bomboş bıraktıkları kalıp, bu zümre taralından bir muhteva

cevherine kavuşturulmuş olsaydı kalıp da muhteva da, her şey de, Ziya

Gökalp'ın ilk devşirmelerinden değil, bu zümreden başlamış olurdu; galiba da

böyle... Fakat günün büyük kargaşalığını ve hiçliğini bastırmak için, sade

şiirde mücerret bir kıymete değil, ezeldenberi münhal bir çapa ihtiyaç olduğu

için, bu örneklerde, küçük, kesik, bücür, cüce keyfiyet noktalamalarından

ileriye varamadılar; ve kendi çaplariyle, doldurulması lâzım çapın korkunç

nisbetsizliği Önünde tükenip gittiler.

Bir aralık ortalığı, yeni bir ses dolanır gibi oldu:

Nazım Hikmet...

Başlangıçla (Hececiler)le ise başlıyan hu delikanlı, yeni Rusya'da geçirdiği

fikir macerası neticesinde, içer-deri'clışanya doğru bir fışkırış

yaşatacağına, dışardan içeriye doğru bir sokuluş halinde, birdenbire fikir ve

sanal piyasamızı şişleyiverdi. Önce telâş ve patırdı hürmetlice oldu. Şairin

kullandığı âlet yepyeni birşey sanıldı. Halbuki bizde (Edebiyat-ı

Cedide)denberi serbest nazmı kullanmış birkaç şair bulunmasına karşılık, bu

âlet, Birinci Dünya Harbinden biraz evvel, harp içinde ve sonrasında, duygu ve

düşünce nizamını da allak bullak edici edebi mektepler zinciriyle Avrupada

moda sağanağını atlatmış, hem maddede ve hem ruhta ezelî ve ebedî üstün şekil

hikmetine karşı iflâsım idrak etmişti.

Şairin getirdiği sese gelince; işte sar'a ihtilâçları içindeki Batının

şekilsizlik âletini alıp ona nizamlı ve sistemli bir ihtilâl heyecanı Liflemek

isteyen Rus şairi (Ma-yokofski)nin ses perdelerine tıpatıp uygun, heyecanda

keskin, fikirde malûm, belâgatte değerlice bir beyanname çığlığı... Bu

beyanıi.me çığlığının bütün kıymeti, avamı kandırmaya mahsus bir tebliğ

dilinin bütün şartlarına sahip, fakat hakikî şiirin telkin kudretinden

tamamiyle mahrum, çerçevelediği fikir bakımından da Batının en büyük bâtılı

komünizmimin şahsiyetsiz bir mümini, fakat daima hassasiyet mayası ve şiir

nefesi olarak gür bir bünye temsil etmiş olmaktan başka birşey değildir.

Nazırn'm en güzel tarafı, fikir namusu adına, inandığı (bâtıl)ın sonuna kadar

fedaisi kalmış olmaktır. O, hakikî fikir zaviyesinden, fikirsiz bir

namusludur, işte o kadar...

Cumhuriyet devresinin şu âna kadar tesbit etmiş olduğumuz fikir ve ruh

kargaşalığı içinde roman, hiçbir zaman doğmamış olan roman, Birinci Dünya

Harbinin

230

(enflâsyon) paralan gibi, keyfiyette sıfır, kemiyette namütenahi bir işporta

eşyası halindedir. Bu romanı Ya-kup Kadri ve Peyami Safa, biri evvelki

merhaleden bir devir halinde ve öbürü yeni merhale İçinde biraz

keyfi-yetlendirmeğe ve mesele sahibi insanın hayat zemini haline getirmeğe

çabalarken, halk kütleleri arasında hakikî muvaffakiyete namzet roman,

bayağının âdisi bir vakalar posası ve his kazuratı halinde, sükût

derecelerinin son haddini gösterir. Bu korkunç keyfiyetsizliğe, bir de bazı

büsbütün haysiyetsiz kalemlerin, imzaları altında apaçık ve güpegündüz,

iktibasçılığım, nâkilliğini ilâve edecek olursak, içtimaî bir hayat terkibi

olan romanın Cumhuriyet devresinde, şahsiyetsizliğini ne nisbette

kutuplaştır-mış olduğunu anlarız. Fakat ve sanat şahsiyeti bakımından

Tanzimatın şaşkın, kopyacı, fakat ruhu saffet ve ulviyet dolu örneği, bu

örneklere nazaran, çöpçülere nisbet edilecek vezirler mesabesindedir.

Cumhuriyetten sonraki romanımız hakkındaki bu ölçüye, istisna ettiğimiz bir

iki örnekten başka, son birkaç seneye ait bir iki yeni zuhuru da müstesna

tutacak olursak, romancı tanınmış her isim dahildir.

Millî tiyatro, Reşat Nuri'nin romanda olduğu gibi sahnede de daktilo kızlara

hitap eden kolay edebiyatından başka, Nazım Hikmet ve Vedat Nedim'in,

tamamiyle sun'î ve zoraki, hakikî ruh ve fikirden mahrum cambazlıklarına

inhisar eder.

(Sen kendini tiyatro bahsinde de hatırlamasan iyi edersin...)

Tarih, bütün mensuplariyle, Fatih Sultan Mehmed'i yeniçerilere dövdüren, Habeş

İmparatorunun oturağını mezada çıkaran, Abdülâziz'İn intihar mı ettiğini,

yoksa öldürülmüş mü olduğunu baş mesele haline getiren ve

231

(Yeni rakı) kadar sürümü olan bir (Atmasyon) plânı olmuştur.

Her devirde namevcut olan Türk münekkidi ve tenkit ölçüsü, bu devirde, sanki

bir yokluğu, sahte varlıkların maskesi altında büsbütün ümitsiz bir hale

getirmeğe memurdur. Eserini, ilk defa olarak ciddî bir kitap hacminde.

Cumhuriyetin ilânından birkaç sene sonra veren İsmail Habip, Türk cemiyetiyle

beraber Türk fikir ve-sanat hayatının büyük fikrî ve felsefî muhasebesini

yapabilecek kıratta bir tahlil ve tertip kafası taşımadığı İçin, orta mektep

kadrosunda, basit, sathî ve hissî bir sınıflandırmadan ilerisine geçemez.

Nurullah Ataç ise, birkaç tercümesinden başka tek formalık bir esere ve ölçüye

salıip olmaksızın, kabak çekirdeği sohbeti yaparcasına (İyi, fena, eh biraz

daha iyi. biraz daha fena, çünkü fena, zira iyi, harika, kötü, ben hayranım,

ben küskünüm, sevmiyorum, bayılıyorum!) tarzında, nebatî ve infiali hükümlerin

hafif vebi-çare kumkumasıdır.

(Lessing)varî bir cemiyet ve dünya görüşü örgü-süyle bizde hiçbir zaman

doğmiyan tenkit, bunlara ve benzerlerine göre, birgün doğmak ümidini de

gölgelendirecek vaziyettedir.

Mücerret fikir, fikir ve felsefede yayalığımız, hiçbir zaman nefslerine

şahsiyetli ve müstakil terkipler kurmak cehdini yükleyemiyen küçük ve korkak

istidatlar elinde tam bir vakıadır. Bir devre evvel (Dergâh) mecmuasında işe

başlıyan Cumhuriyet devresinde ise olacağım oiamıyan Mustafa Sekip Tunç, devir

devir (Bergson) ve (Fröyd)e hayran, daima tercümeci, derslerinde ve şahsî

sohbetlerinde daima derin ve ince, fakat büyük terkip cehdinden daima mahrum,

büyük bir tefekkür yüzüğünden kopmuş kırıntı bir elmastan başka nedir?

232

Hilmi Zİya Ülken, mücerret fikir ve felsefede Cumhuriyet devresi neslinin bu

en büyük ümidi, kitaplık çapta bir iki hamlesine rağmen bir türlü kahramanca

fışkı ram amak ve büyük terkibe girişmemek mizacının; üstelik kendi

merkezîliğinİ kaybedip sağ ve sol temayüller arasında kaybolmak mahkûmiyetinin

acıklı bir misalidir.

Bir zamanlar, ele ve başa yalnız her hangi birini alıp gerisini çürüğe

çıkarmak taktiğiyle işe girişen bir grup (Kadro'cular), komünizma

iktisadiyatını ve tarihî maddeciliğini Çemişkezekli köylüye aşılayarak bundan

yeni bir Türk milliyetçiliği meydana getirmek, böylelikle millî kurtuluş

hareketini izaha ve onun dün de bugün de eksik ideolocyasını bu tarzda kurmaya

savaşmak dalâletinin hüküm çerçevesi içindedir.

Güzel sanatların öbür şubeleri de, bu devrede, bir takım mevziî İnkişaf ve

teessüslere rağmen büyük ve hazin tereddiyi ilân eder.

Musiki topyekûn Ölüm dirim buhranları içindedir. Bir taraftan ortalığı, ancak

yeni romancılarımızın bestesi olabilecek aşağılık tangolar kaplarken, öbür

taraftan alaturkanın muzahfarat şubesi, meyhane üstüne meyhane açmakta; daha

başka bir tarafta Dede. Itrî'nin muhteşem musikisi derlenmeğe ve

seslendirilmeğe namzet görünmek, büsbütün başka bir taraftan da halk

türkülerine doğru bir (solo) ve (koro) ruhu yaşıyabilmektedir.

Resim, en derin telkin değerini,üç yaşındaki bir çocuğun nebatî

karalamalarında bulacak kadar ölçüsüzdür.

Heykel, tek mevzu, âbide mevzuu etrafında çalışmak mahkûmiyetinin, basit

kopyacılıktan ibaret, zevksiz, fakat son derece kazançlı ticaret tezgâhı...

Mimarî, dünle bugün arasında hiçbir muhasebe çilesi dolduramadan, iğrenç,

şahsiyetsiz kübika inşalarının

233

kalfalık zanaat i...

Ve nihayet, başından beri bütün esası örnekleriyle nizamsızlık ve

âhenksizliğindeki dehşeti ifadelendirmeğe çalıştığımız bu devre İçinde, hergün

biraz daha çürüye çürüye ulaşabildiğimiz {Yazık oldu Süleyman Efendiye)

harikası,..

Her şeyi olduğu gibi belirtme gayemize sadık kalmak için (Yazık oldu Süleyman

Efendiye) harikasının kahramanı üç genci isimi endirmeliyiz: Orhan Veli, Oktay

Rıfat, Melih Cevdet...

Nazım Hikmet'in şahıslandırdığı serbest nazım, hiç değilse muhtevasının aklî

ve insanî nizamını da süpürüp atmak, kalıbının son tutamağı olan kafiyesini de

silip temizlemek suretiyle nefslerine mal etmeğe kalkan üçüzler, yaptıkları

işin büyük (Hiç)ine rağmen bu kadarında bile şahsiyet sahibi değildirler, Bu

gençlerden kim olduğunu bilmediğimiz birisi, belki de üçü birden, kim olduğunu

pek iyi bildiğimiz bir Fransız şairini örnek tutmuş ve ondan sonra üçü de, o

Fransız şairinden ve birbirlerinden meşketmeğe başlamışlardır. Bu Fransız

şairi (Supervil-le)'dir.

Vezni, kafiyeyi, bütün dış ölçüleri attıktan sonra, ismine nesir denemiyecek

lâfları nesrin ufkî nizamına göre dizeceği yerde, nazmın şakulî nizamına göre

tertipleyen bu Fransız şairi, bütün kalıp ve şekil korkusuna rağmen muazzam ve

yepyeni bir hassasiyet cevherine malik olduğu için, gayet tabiî olarak her

satırı, aynı şekillerle dondurmaktan geri kalmamıştır. Bu çocuklarsa, Fransız

şairinin yapabildiğini yapmaya değil, ancak bozabildiğini bozmaya muktedir

oldukları için, hisselerine, bütün insanî hakikat ölçülerini, anlayış ve duyuş

muvazenelerini yıkan büyük bir (Hiç) düşüyor. Kendilerinden sonraki

234

kolay manasızlık ve basil muvazenesizlik halkasının da müsebbibi olan bu üç

kahraman çocuk, dolayısiyle, şiirin yeni insan ve cemiyet eşiğinde ne kadar

çetin bir tekevvün bilmecesine vardığı ve zayıf yaratılışların o eşikte nasıl

intihardan başka birşey beceremediği hakikatinin mümessilidirler. Bir

hâdiseyi, şuur ve iradeyle, müsbet tarafından temsil etmek yerine, şuursuz ve

iradesiz olarak menfî taraftan temsile memur olmanın acıklı hali...

(1946)

235

YENİLİK VE ŞAŞKINLIK

Bazen mahalle aralarından geçerken görürüz:

Birkaç çocuk bir taşı kaldırmışlar, altından çıkan solucanları, çömelerek

hayretle seyretmektedirler. Alemde merak ve hayret, çocukta teşahhus ettiği

kadar kimde şahsiyet bağlayabilir?

Fakat ak sakallı selim akıl fermanlarına tebessüm eden derin ve amansız çocuk

ruhu,.mukadder akıbetleri sezmekte ekseriya büyüklerden evvel davranır. Biraz

sonra bakarsınız, deminki cazip solucanlar, başları ezilmiş, toprağın üzerinde

metruk ve mürde bir leke halinde yal-makta; ve çocuklar başka mesafelerde,

başka yenilikler peşinde gezmektedir. Acaba ne olmuş, ne bitmiştir ki çocuk,

bir saniye evvelki hayretini kazanan manzarayı yalnız terketmekle kalmamış,

onu bozmuş, dağıtmış, cezalandırmıştır da...

İçinde büyük fakat gizli bir tahlilci yaşayan çocuğun bu hareketi mânâsız

değildir. Çocuk sezişi, solucanın rengini evvelce tanıdığı herhangi bir renge,

hareketini herhangi bir harekete irca ettikten sonra gördüğü şeyi bütün

cazibelerinden sıyırır ve halledilmiş bir takım muadele kâğıtları gibi onu

ihmal ve nisyaııın küflü çekmecesine

236

atar. Evet. sezişlerimiz âmânsızdır. Karşımıza yeni olmak iddiasiyle çıkan her

şeyi, yeniliği dışına vurmuş her görünüşü, kulağı fil, başı yılan, vücudu

deve. kuyruğu balık bir hayvan gibi muhakkak tanıdığı unsurlarla irca edecek

ve artık o sahte terkip, sahibi için bir kabahat olarak kalacaktır. Ruhumuzun,

suların cezrine benzeyen bir saniyelik, bir anlık, şaşkınlığından hayat hakkı

bekliyen garabetler, aynı şaşkınlığın meddinde boğulmaya mahkûmdur.

Çemişkezekte silindir şapkalı CRamon Novaro), Holivutta Çemişkezekli Memiş ağa

gariptir. Bu garabet bütün (Novaro)larla bütün Memişlerin gözlerini kendi

üzerine çekebilir. Fakat yarım saat sonra (Ramon Novaro), ya kıyafetini

değiştirmeye, ya intihara mecburdur.

Alelade inşa' bu türlü yenilik hilelerine ilk hamlede hayran olmajtta nasıl

mazursa, mükemmel insan da. olgunluğun derecesini, hayran olmaktaki

mukavemetiyle ifade eder.

Gün görmüş ve pişmiş ruh "aptalca hayranlık" lâfının üzerine iki çapraz hat

çizmiş olandır.

Son zamanlarda sanat ve şiir namına yapılan komikliklere karşı şunun bunun

fırlattığı şaşkın naralarda da bu hazin kanunun bir tecellisine şahit

oluyoruz. Deniz içinden alınmış bir kova suyun açtığı hoşluk ne kadar çabuk

dolarsa bu cinsten şaşkınlıkların da o kadar çabuk kapanacağını ve evvelki

çukurun yerinde hattâ bir kabarıklık hasıl olacağını bilsek bile devrimizin bu

kadar selim histen mahrum oluşunu görmek gene acı oluyor.

Yenilik, terkibini ancak erbabının bileceği ve mıs-rama gömeceği bir sırdır.

Yoksa ortada bayrak açarak kellesi koltuğunda dolaşan yaygaracı hokkabazların

marifeti değil...

237

Yunus Emre diyor ki:

Derviş oldular hırkada pünhan ola...

(Yeni) daima (gizli)de ve bâtındadır; apaçık nis-bet ve muvazene hilelerinde

ve zahirde değil... Bunlardan biri insan, öbürü de öküz gözüne hitap eder.

(1947)

238

YENİ ŞİİR

Yeni şiir... Basit, bedahat kadar basit, fakat onun kadar nümayişsiz ve emin

bir anlatış üzerindeyim: Bu bir hastalıktır.

Batı dünyasında, kökleri yirminci asrın başlarına kadar ulaşır. Eski dünya

harbinden sonra Kübizma, Fütü-rizma, Dadaizma, Empresyonizma, Modernizma ve

daha binbir isimli ve bin çeşid yemişini vermiye başlar. Saman çöpünden,

incecik bir filiz üzerinde, bu filizin gövdesini bukmeksizin balkabağı gibi

durdurmıya savaştıkları kâbus yemişleri... Hastalık, Batı dünyasında, yıllar

geçtikçe şifa ve ayılma alâmetleri kaydeder; ezelî ve ebedî, şekil, nizam,

ahenk, vahdet kutbuna doğru yeni istikametler bulmaya savaşır, bu aralık

birkaç şahısta, yerine göre hoş ve ahenklice mevziî titremeler gösterir ve

öylece kalır. Bundan birkaç yıl evvel de, Avrupada müzeye kaldırılmış ve

üzerine yanık mevsimlerin ve pörsük modaların külleri yağmış her nesnenin son

uğrağını bizde deneme-sindeki kanun icabı, kollarını sallıya sallıya ve

nasılsa (Alfabe)yi sökebilmiş bir mahalle bekçisi gururiyle aramıza girer.

Böylece, birkaç yıldanberi, lisanın bütün iştikak ve

239

ekleriyle ne kadar kelimesi varsa hepsini teker [eker kâğıtlara yazıp bir

çuvala doldurmanın ve niyet çekerce-sine rastgele dalarak o ândaki mide ve

işkembe zevkine göre birer ve ikişer, üçer ve dörder alt alta toplamanın

san'atı bizde (yeni şür)dir.

Maraz şu: Taklid veya asliyet plânında, hâdiseye doğrudan doğruya herkese

şamil beşeri bir tecrübe hakkı diye bakacak olursak, dâvanın, asırlar boyunca

sendeleyen kaba mantık, kaba mâna, abdal şekil, bücür kalıp gibi haklı idrâk

ve ifade sıkıntılarına karşı, bu kıymetleri lâstik gibi gerip uzatamadan

birdenbire koparmak ve tam karanlığa düşmek gibi bir dalâlet ve intihar ifade

etmesi...

Fakat bir memlekette ki, halk ve münekkid bu incelikleri bilmez, mes'eleleri

vahide irca edemez; çalar saat karşısında apışan Afrika vahşileri gibi ya

hayranlıktan kendini kaybeder, yahut arkasını dönüp umacıdan kaçar-casına var

kuvvetiyle, tabana kuvvet uzaklaşır; netice budur.

Bütün istikamet, nisbet, buud, ölçü ve ahenk unsurlarından mahrum bir boşluk

dünyasında "ağıza geldiği ve kaleme takıldığı gibi olmak"dan başka bir nefs

muhasebesi tanımayan, zorluk adına kolaylıkların en vahşisi, yenilik adına da

çıkış noktalarının en iptidaîsinden ibaret bu yağma içinde, her şeye rağmen

ruhlarındaki hassasiyet unsurlarının güzel nakışlarını söndüremiyen birkaç

kişiyi gözden kaçirmıyorum. Onlara yanan istidadlar diyelim! Bunlar herbiri

bellibaşlı ruh ve mânâ şekillerine bağlı, sadece dış ve aşağılık kalıb

çizgilerinden ürkmüş, bilhassa hiçlik ve zifiri karanlık kimyahânesinin sun'î

mahsullerine zıd mizaçlar belirtmekte... O hâlde herbirini, hiçlik mânâsındaki

şekilsizlik ve ölçüsüzlükten uzak, ulvî ve hususî mânâda birer şekil ve ölçü

arayıcısı diye selâmlar-

240

ken. bu başıboş arayıcıiıkla her gün biraz daha yanan, şimdilik içten ve

dıştan rehbersiz ye köksüz hamlelerine de bir ümitsizlik işareti koyalım.

Hususiyle bir ikisinde her defa yeni ve kendisine mahsus bir kalıp ve yatak

arayan, fakat bir türlü yerleşeceği ana vücudu bulamıyan ve ancak böyle bir

vücudun binbir inhina ve mafsaliyeti içinde sonsuz değişikliği aramak

sırrından gafil, fakat gerçekten zengin mânâlara şa-hid olurken, bu hazin

tecrübenin yanıp kül olmuşlariyle, boş yere yanan ve çırpınan arasındaki farkı

biraz daha derinden sezer gibi ol!

7 yaşında bir çocuğun bir kömür parçasİyle, en ba-şıbo^ hürriyeti içinde ve

bir hamlede duvara çizeceği gemi resmini hayâl edelim: Tekne bir çekirge

gövdesi, baca bir deve hörgücü, duman bir saç teli, direkler birer zürafa

bacağı, bayrak bir tavşan kulağı, deniz bir tırnak kesiğinden ibaret... Şimdi

bu resmin karşısında, bir zamanlar bu soydan mekteplerin simsarlığını yapmış

İhtiyar Fransız Prensesi gibi, parmağınıza esrarlı bir keşif râşesinin

ihtizazını sindirerek konuşabilirsiniz:

- İşte kaba hendese ve nisbet oyunlarının hapishanesini yıkmış* büyük ve

sonsuz mânâ iklimlerine yol açmış hür ve hakikî sanat!..

Nasreddin Hocanın eşeği hangi noktaya sol ard ayağını koymuşsa dünyanın

merkezi orasıdır, inanmıyan ölçsün; gökteki yıldızlar Nasreddin Hocanın

eşeğindeki kıllar kadardır, inanmıyan saysın! Bu harikulade karşılığın

zımnında yatan derin telmih:

Sayısı namütenahi olan dağıtış ve parçalayış şekilleri arasında müthiş bir el

çabukluğu ve delice bir cesaretle bir tanesine el atıp, onu, sayısı daima bir

olan ve daima vahide doğru kesafet bağlıyan toplayış ve bütünleştiriş

241

mihrakına oturtuvermek: ve zaten mullak mânâda fethi mümkün olmıyan bu

mihrakın her cehd ve hamleyi âciz gösterici gizlilik kudretini istismar edip

-tâbiri mazur görün- kendisini yutturmıya çalışmak!..

Dolandırıcılığın bundan ilerisine yol yoktur.

Amma şiirde ve resimde tarihi yarım asrı dolduran bu dolandırıcılığın en feci

ve gülünç tarafı, evvelâ bizzat dolandırıcıyı, sonra simsarı, en sonra da

müşteriyi kafese koymasında... Öyle bir dolandırıcılık ki, çuvaldızı kendisine

ve iğneyi kurbanına batırıyor; yüzde yüz halis ve samimî, fakat özürsüz ve

müdafaasız...

Büyük bir duvara doğru rastgele bir kurşun sıkan hokkabaz, kurşunun değdiği

nokta etrafında İçice daireler çizdikten sonra "işte kurşunu merkeze

yapıştırdım!" derse ne buyurursunuz? Halbuki daireleri evvelâ çizerek merkezi

belirtecek, sonra ateş edip değdirmiye çalışacak değil miydi?

Yalnız bu misâl size, gaye ile yol arasındaki ahenk, tevazün ve ölçü sırrının,

hele san'at gibi ulvî bir fâtihlik yolunda bu sıra adına yapılan göz

bağcılığının ruhunu göstermiye yetmelidir.

Ve ne yazık ki, dolandırdıkları biz değiliz, kendileri...

Macerasının en keskin ve en acıklı safhası, evvelâ yarım, sonra bir, sonra bir

buçuk asırdır süren bir felâketi var dünyanın... Hele son 50 yıl içinde, bütün

inanış ve bağlanış şekilleri ve bunlara ilişik nizam ve ölçü emniyetleri,

çözüle, çözüle, ruhlardaki istinad ağlarını altalta ve üstüste patlatmıştır.

Meydana çıkan manzara: Her oluşa, biçimlendirişe, donduruşa, kahblaştınşa

düşman, kapkaranlık bir boşluğu çerçeveleyici kuyu ağızları, inkâr ve ihtilâç

gedikleri...

242

14'uneu asrın ikinci yansından sonra doğan ve hazırlanmaktaki korkunç

istikbâle karşı (Bociler) ve (Rem-bo) gibi, büyük huzursuzluğun müstesna

bestekârlarını doğuran inkâr ve ihtilâç çağı, 1914 Dünya Harbinden sonra lâyık

olduğu cinnete kavuştu; kâh ayılır, kâh bayılır gibi oldu, fakat asla şifaya

ermeksizin bütün cemiyet, fikir, san'at, ilim ve siyaset dünyasında sahte

(fren)ler, payandalar, teselliler ve ayarlamalarla bugüne doğru to-, pallıya

topallıya yol aldı. Nihayet bizde de, çıkartma kâğıdı çerçevesinde ve hazin

bir taklid ve özenti kadrosunda boy gösteriverdi.

İşte her türlü sahte teselli şekillerinden de mahrum bir buud sıkıntısı içinde

bize düşen özenti hisseşiyle beraber bütün dünya, cemiyet, insan ve ruh

plânında sebep!.. Sebep budur. Gönüllerdekİ imân ve nizam yataklarının aşınmış

olması ve yenilerinden hiçbir haber gelmemesi...

Bu bakımdan, sahihlerinin ferd ferd küçük ve hasis ruh aynalarında son derece

basit bir muvazene inhitatı, eşya ve hâdiselere, temas zaafı ve bir zemberek

boşanması diye kaydedebileceğimiz bu hâl, ancak Mart kedilerinin cümbüşü

kadar-devam tâliine mâlik olsa da tarihî ve içtimaî müessirlere vurulunca bu

kadar geniş bir şümul

..kazanıyor.

Kendilerini böyle bir şümul dünyası üzerinde, belki vezinli ve kafiyeli bir

manzume kadar sıkıntılı bulacakları bir seyahate çıkarırken, söyleyivereceğim

ki, nefs-lerinden habersiz bu çocuklara bakıp, yeni cemiyetimizin geçirdiği

yokluk ve boşluk irtiaşlarım yakından zaptedebiliriz.

(1945)

243

SANAT MANZARAMIZ

Âlmde hiçbir harabı manzarası, bugünkü edebiyatımızın belirttiği sefalet

derecesinde hazin olmadı.

Eski -isterse asıl ve muhteşem olmasın da Barok ve Rokoko varî bir taklit piçi

olsun- binanın yanında şimdi bir çingene çadırı bile kalmamış ve pırıl pırıl

insanî idrâk cevherleri, mahalle çocuklarının zıp zıp eşyası olmuştur.

Bu yangın yeri ve çöp yığını arasında, ulvî ahenk eskiden bir tac iken şimdi

oturak, (Romain) nizam bir cadde iken şimdi bir ciş yolu, soylu lirizm bir

kalb darabanı iken, şimdi bir barsak sesidir.

Dâvayı, eski harfleri bilmeyenler nesli diye sınırlayabiliriz. 1928'den bu

yana, şimdi en büyükleri 30 - 35, en küçükleri 20 - 25 yaşı arasındaki

edebİyal nesli, görülmedik bir hızla kurudu, pörsüdü, döküldü; ve babadan

oğula müdevver büyük ruhî muhteva, ateşte kalmış bir yemek gibi yandı,

kömürleşti, bitti.

Bu hazin akıbeti hazırlayan sosyal müessirlerin tahliline geçmeyelim de,

yazımızın dinamik ve terkibi akışını zedelemeden tek cümleyle sebebi haber

verelim:

244

, ismine inkılâp dediğimiz, yıktığı şeylerin makamımı yenilerini getiremeyen,

nei's murakabesine ya-naşamayan, idcolocyasım kuramayan, genç adamın ruhunu

bomboş bırakan ve (tabu)lar gibi kimseye yan baktırmayan vakıa...

Bu vakıanın, bugün tamamiyle şekillendirdiği, bütün lûgatçesi üç beş kelimeden

ibaret, olanca ihtirası (futbol) ve (Rock'ın rol), topyekûn his ve fikir

hayatı bir kaç harharaya münhasır genç adam tipinin yanı başında, işte bu

harharaların nesir örneklerini şiir dizisine sokmaya ne-tesli bir kol

peydahlanmıştır ki, hokkabazlıkların en ucuzu ve bayağısı hâlindeki marifetini

nihaî san'at merhalesi sanmakta, asırlar boyu beklenen sadayı gökten

indirdiğine inanmaktadır.

Birinci Dünya Harbinden başlıyarak bozulan insanî ruh nizamı, hele makinenin

ve müsbet bilgi keşiflerinin insan iradesine tahakküm etmeye koyulduğu 20'n-ci

Asıfortasına kadar öyle bir buhran çığırı açmıştır ki, insanoğlu ancak üstün

bir nizam bekler ve üstün nizam aşkına maziden kalma köhne kalıpları çiğneyip

kırarken, bu cehennemi hareketin bizim memleketteki aksi, mutlak nizamsızlığın

nizam, sıfırın namütenahi sanılması olmuştur.

Bu yüzdendir ki, insanların ancak tuvalette ihtiyarsızca düşünürken içinden

geçen manasızlıkları altalta istiflemek... İşte yeni şiir..

Ötedenberi bu mütefekkirsiz. münekkitsiz, zabıta-sız diyarda, bu dâvanın

mahrem faktörlerine ait hiçbir muhakeme ve muhasebe çizgisi çekilemedi. Garp

âleminin ruhî boşluğu, yine kendi çapında bir haysiyet mikyasiyle insanları

binbir hak ve bâtıl etrafında döndürürken, bizim cebren boşaltılan ruhumuz,

aynı dâvayı

245

büsbütün kepaze edici bir vasat olarak en müsait zemini kurdu; ve işle bu ucuz

hokkabazlar, ana mektebi çocuklarının oyunlarından daha hünersiz bu acemi

taklacılar, meydanı tuttu.

Muradımız ne vezin müdafaası, ne de kafiye... Sadece şiir...

Yeni zamanların eski ölçülere karşı isyankâr ruhundaki sıkıntı ve hafakanı

herkesten daha derin duyan ve onu gayet soylu bir his kabul eden biz. bu

duygudan ancak insanı uçurmasını bekleyebiliriz; yoksa beşinci kattan

yıldızlara çıkayım derken Arnavut kaldırımına düşürmesini değil... Kaldı ki,

bu sefil tecrübenin sahiplerinde, baştaki bir iki çeyrek orijinal şahıs

müstesna, ne böyle bir duygu vardır, ne de herhangi bir metafizik kaygı ve

çile... Onlar, üstünde yetiştikleri zeminin gerektirdiği tam boşluk ve yokluk

içinde. İşin sadece kolayına, pratiğine, ham madde tarafına tutkundurlar; ve

bu ham maddeleri, tabiat-teki bilcümle insanlar gibi, (huda-yi nâbit) mide

gurultularının içinden çekip çıkarmaktadıılar.

Bunların karşısında gerçek şiir, sadece karşılarında bunlar var diye değil,

cemiyetin Mçbir şartı kendilerini şevklendiremez olduğu için apışıp kalmış ve

Fildişi kule yerine zindana kapanmıştır.

Acemi hokkabazlar, onu zindana kendileri tıkmış bilsinler!..

içtimaî ruh uzviyetinin (antimikrobyen) küreyvele-ri bir sürü müessir yüzünden

felce uğratılınca bütün bu mikroplar bünyeyi kaplamış ve ihtilâl bayrağını

tepeye dikmek üzere hayat "sath-ı mail'ini tırmanmaya başlamıştır.

Canları, bir (penisilin)lik manevî silkinme...

(1959)

246

YİNE SANAT MANZARASI

Şiirin nizamını, mimarîsini, yüksek riyaziyesini, üstün ölçüsünü, hulâsa dış

perdede tecelli eden bütün unsurlarını bir tarafa bırakalım da, doğrudan

doğruya içini, kendisini, zâtını; şekil ve kalıp üstü mücerret şiir

keyfiyetini ele alalım:

Bu zaviyeden, yeni şiir kadrosunda, şair diye gösterebileceğimiz çeyrek adam

bile yoktur.

Hayli eski bir devrin, bir o kadar eski hengâmesinde, yedisi d<: birer kibrit

gibi çakıp sönen "Yedi Meş"ale" gibi, üçüzleri hâlinde, yirmi yıl evvelin

Orhan Veli ve şürekâsı anonim ortaklığı...

Biı iç dünyası olan, şiirin üstün ölçü dokumasın.! eli yatan, fakat ruhî ve

bediî dalâleti yüzünden nizamın sırrını anlayamıyan, buna rağmen cazip

tuhaflıklar beceren Orhan Veli'dcn sonra bu anonim şirket, birleşik sermaye

olarak hemen iflâs etti; hisse senetleri de kapanın elinde kaldı, enflâsyon

paralarına döndü, çoluk çocuğun ceplerini doldurdu ve mektep kaçaklarına

şairlik beratı hizmetini gördü. Bir iflâs ki, keyfiyet mânâsiyle (bir)in

sıfıra inmesine karşılık, pay bin bire çıkıyor ve yokluk çokluk oluyor.

247

Tecrübenin başında, (ek istidat Orhan Veli'nin Ju-liüHıkîannda da hiçbir

(orijinalite - asiiyet) aramayınız! O. maiyetindeki iki istidatsızla beraber,

(Supervİelle) isimli Fransız şairine Özendi ve olanca eda ve eşyasını ondan

kopya etti. Halbuki bu Fransız şairinin kalıplan kırıcı ve kendisini kayıtsız

ve şartsız iç âlemine bırakıcı tavrında, her şeye rağmen derin bir çile,

şiiriyet ve keyfiyet vardı. Bir terziye binbir frak diktirdikten sonra artık

bu klâsik elbiselerden bunalıp bir de gecelik entarisiyle şölene katılmayı

deneyen (Supervİelle), acemilik ve kolaylığın değil, ustalık ve çetinliğin

ötesine geçme cehdini yaşatıyordu. Fakat yolu, Roma'ya çıkmıyordu.

Bunlar ise, (Karuzo)nun plâktan plâğa aktarılan sesi gibi, orta va mahdut

anlayışlı bir taklitçinin, basamak basamak, öyle âdi kopyalan oldular ki,

artık bu son plâklarda ses, yüz kızartıcı ve can acıtıcı bir zırıltıdan ibaret

kaldı, Böylelikle, ulvî zorluk yerine sefil kolaylık hâlinde meydana çıkan

zırıltı modası, içinde muganninin bulunmadığı ve yalnız parazitlerin

fıkırdadığı muazzam bir sahtekârlık çığırı açtı. Bu çığır yüzünden, Türkiye'de

şair, teki yokken, Türk nüfusunun çocuk yekûnuna denk bir kadroyu doldurur

gibi oldu. Daima riyazi bir vâhid olan şahsiyet ve keyfiyet ölçüsü,

uzviyetteki birlik ahengi gibi silinip gitti; ve "bir" olarak Ölen vücudu,

sayısız kurt ve (mikroskobik) unsur kapladı.

İşin kolayına doğru öyle bir cereyan alıp yürüdü ki, hikâye peteğine şiir

doldurmayı bilen Sait Faik bile bu bayram yeri cümbüşüne katılmadan edemedi;

ve ucuzluktan faydalanarak çok pahalı bir şair olmak hevesiyle, al-talta ve

rastgele birtakım kelimeler dizdi ve kendi gözünde bile gülünç oldu.

Ressamı, heykeltraşı, serserisi, ruh hastası, artık yı-

248

kılan ve hiçbir meslekî zabıtası kalmiyan sınırlardan geçip şair oluvermekte

kusur göstermediler;

Döner kebap dönmez olsun...

Geceler vapurla dönmez; Ey, telli pullu gelinler!.

Lisanın bütün kelimelerini bir çuvala doldurup, kuşa niyet çektirircesine, ele

ne gelirse altalta dizmeğe şiir denebilir mi? Yeni şiir bundan da beterdir.

Zira kuş kelime çekerken "elektrik" kelimesinin arkasından meselâ "tahin

helvası" gelir de belki arada esrarlı bir münasebet vehmedilebiiir. Bunlarsa

mantık silsilesini kırdıkları iddiasına rağmen yine mantığın en cansızı ve

mantıksızlığın en âcizi içinde mahbusturlar. Metafizik ürperti, yakıcı hayâl,

kuşatıcı hassasiyet, soylu lirizm ve çilekeş tecrit gibi şiirin doğurucu

unsurlarından da mahrum... Böyleyken, sağlık müzelerindeki balmumu heykellere

benzeyen müstekreh illetlerin çırılçıplak güzellik müsabakasına

iştiraklerinden beter bir küstahlıkla ortaya çıkmaktan utanmazlar...

Aralarında, iyi örneklerini zevkle göğsümüze bastığımız birkaç keyfiyetliden

bir sürü keyfiyetsize kadar hiçbir isim anmaksızın sadece yekûnluk mânâlar

üzerinde-yürüyor ve bu hâlden en büyük teessürün işte bu keyfi-yellilere, şiir

nefesine mâlik san'atkârlara düştüğünü sanıyoruz.

Bunlardan bir tanesini, heveskâr seviyesinde bir şairi, sırf keyfiyet

cevherinden pırıltılar devşirdiği için nasıl sütunlarımıza aldığımızı,

göreceksiniz.

Bu keyfiyetliler kalıbı kırarak ve boşaltarak değil, kalıbın içinde kalarak ve

eski eşyayı yeni bir terkibe so-

249

karak her şeyi aşmanın sırrına ercmedikçe, yollan ebedî bir çıkmaz olacaktır.

İlâhî nizama bağlı ulvî düzenin davacısı Büyük Doğu, henüz tecrübe devrelerini

yaşayan ve bu bakımdan her maceraya hakları olan şairler arasında sadece

keyfiyet ve şiiriyet ölçüsünü esas tutarak onları zevkle benimsiyor ve

alâkayla sütunlarına oturtuyor. Bir gün de onlardan, üstün ölçüyü bulmalarım

ve haklı bir "Evreka!" nidasiyle bize hakikî şiir müjdesini vermelerini

bekliyoruz.

Gerisi, tek heceli bir "Yuh!"dan başk» bir şey değil,.

Şiir, bu; roman, piyes, hikâye, tenkıd vesairenin bugünkü hâli ve netice,

biraz sonra...

(1959)

250

VE SANAT MANZARASI

Roman, hikâye ve piyes...

t Roman, taleb ettiği çetin sentezin korkuluğu sayesinde masum kalmıştır.

Yanına kimse uğramıyor. Ne saadet!..

Öyle bir müessise ki, roman, hiçbir sahtekârlık ve şarlatanlığa gelmez. Bir iş

ki, amelelik tarafının zorluğu, sultanlık cephesinin taklidine ve

palyaçolaştırılmasın;ı mâni oluyor. Ehramlar gibi çatı kurmak, maden amelesi

gibi tünel açmak işi... İşte bu müessesenin önündeki tel örgü, ince tel kafes,

sivrisineklerin girmesine engel...

Roman, yine eski ellerde; ve bediî zevk ve idrâk sükûtunun bu efsanevî

çığırında, sadece lüks apartmanların hizmetçi kızlarına, okur - yazar

aşçıbaşılara, sinema kültürlü işçi kadınlara hitap etmekte...

Romana, mes'eleyi ve beşeri ukdeyi getirmiş veya getirmeyi vaadetmiş olan eski

örnekler, kendi âcizlerinden ziyade içtimaî alâkanın felci yüzünden,

köşelerinde porsuyup gitmektedir.

Şiiri istilâ eden mikroplardan mâsun kaldığı hâlde, aynı mikroplara hayat

verici içtimaî alâkasızlık yüzünden her hayatiyet ve iklimini kaybeden soylu

roman, nihayet, gizli bir müessirle bütün kadrosu ölmüş bir sarayda,

251

oduııcubaMiıın kral tacını başına geçirmesi ve halayıkları sultanlığını tasdik

ettirmesi gibi. öyle ellere düşmüş ve bu ellerde o türlü revaç bulmuştur ki,

insan bu muharrirlerin değil, onları okuyan insanların ve ticarî emtea diye

onlara para veren gazete ve editörlerin yüzüne tükürmek ihtİya-ciyle

kıvranıyor.

Bugünkü ruhî kriz Avrupasında, böyleleri, her şeye rağmen bir (föyöton)

romancısının kâıibı bile olamaycak bir seviyedeyken, bizde romanına, ga/eteden

30 ve editörden 50 bin lira avans alan üstadlar...

Ne yapalım efendim, halk okuyor!

Naşirlerin özürleri budur; ve ne bulursa onu yiyen ve midesi yediğine göre

inkişaf eden halk da. işte şimdi her şeyin kendisince ayarlandığı bir

başıboşluk içindedir.

Şiirle romanın bu macerasından sonra, hikâye, piyes ve tenkidi merak etmeye

bile değmez!

Piyes, roman kadar çetin, belki de ondan daha üstün bir mimarlık işi; hikâye

ise, roman maketleri içinde özleştirilmiş zaman ve mekân hulâsaları...

Son zamanların yerli piyes tecrübeleri (pek garip ama söyliyeüm: Garptan

devşirme tercüme ese.ierle beraber) İnsana hicap verecek kadar aşağılık

şeyler... Sanki motorun keşfi unutulmuş, fabrikaları bir zelzelede yerin

dibine batmış ve insanlık yeni baştan kağnı devrine girmiştir. Ve bu kağnılar

-ne tuhaf!- tiyatroya susamış olan halkın, ellerini patlatırcasina alkışladığı

harikalar... Âdeta sahneye bir kahve getirmek ve "Ey hainler!" diye

bağırtabilmek veya bağırabilmek marifet... Saffet içinde bu ne dalâlet; ve

dalâlet içinde ne saffet?..

En âdi Amerikan piyeslerinin kurt ve ihtiyar Fransa'da uyandırdığı alâka ve

heyecana bakılırsa, hemen he-^n oralarda da aynı saffet ve dalâlet...

Fakat bizde iş, re/.tılet..

Bütün bunlardan büyük ruhî - içtimaî saik aşikâr: İmân ve nizam eksikliği...

. Hikâyeye, roman maketlerinde özleştirilmiş zaman ve mekân hulâsalarına

gelince; onlara, bütün fezayı aydınlatabilecek özde bir şimşek de sığabilir,

bir kibrit ışık-cığıda... Hiçbiri yok...

Bundan evvelki neslin, roman sentezi önünde küçülmekten korkan, birdenbire

yavanlaşıvermekten çekinen hikayecisi Sait Faik, mücerret şekiller, tipler ve

mizaçlar üzerinde oldukça tesirli bir şiir dökümü yapabilen bir san'atkâr

iken, ondan sonra iş, mektep çocuğu karalamasından bile aşağıya düştü.

Yeni neslin münekkidi yok diyebilmek için utanmak lâzımdır. Zira münekkid, o

kurtarıcı işaret veya trafik memuru, Tanzimattan beri yetişememiştir, O, düne

kadar yoktu ve yokluğu ile malûm ve mevcuttu. Bugün onun yokluğu bile yok;

yokluğunun idrâki dahi yok...

Münekkid, müverrih gibi bir unsurdur. Yekûn hattı gibi bir şey... Her şey

olunca onlar da vardır; onlar olunca her şey var demektir; ortada bir şey

olmayınca da onları aramak abes... Hele Nurullah Ataç gibi, hissî ve infiâlî

bir münekkid bozmasından sonra, memlekette tenkid şansı da silinip gitmiştir.

O, yalnız son şiir kazuratının mes'ulu değil, büyük ve ciddî tenkid kapısının

da, kapayıcısı olmuştur.

Hiç... Bir hiç içindeyiz! Zira büyük bir imân buhranı ve ruhî cehd zaafı

yaşıyoruz! Ruhumuza imân ve eser cehdini getirecek yepyeni bir soluğa

muhtacız!

Onu üfleyebilecek olan, kurtarıcımız olacaktır!

(1959)

253

MÜNHAL SULTANLIK

ı i, n

i?

Hakiki şiirin piyasası günden güne düşe dursun; genç okuyucular kalabalığını,

manzum söz hüneri, okumadan ziyade yazma tiryakiliği halinde günden güne

bü-rüyor. Birşeyin cevheri ve maddesi tehlike geçirirken, taklidi ve gölgesi

korunabilsin; ne hazin bir tezat!

Keman satan büyük bir mağaza düşün! (Vitrin)i, duvarları, tavanı, boy boy ve

renk renk kemanlarla dolu... Bu keman mağazasını yaşatacak müeyyide, muhakkak

ki, o şehirde keman ustalarının bulunması, arada bir keman konserleri

verilmesi ve bu alâka etrafında bîrçoklarınca keman öğrenmeğe heves duyulması

değil midir? Halbuki, keman ustaları aç, konserler müşterisiz, fakat keman

dükkânı tıklım tıklım dolu... Önüne gelen, beş dakika için bir keman

kiralamış; akortsuz, notasız, reçinesiz, telleri cıyak cıyak bağırtmakta; bir

(gıygıy)dır yükselmekte...

İşte şiirine bol keseden yer veren (Mağazin)lerle, şiir heveskârlannın

manzarası!

Nazım örgüsüne heves duyanlardan kimsenin cesaretini kırmak istemem! 20'inci

asırda en zorlu bir tecelli yaşıyan şiirin, sen kendi hesabına, iyi veya kötü

bütün

254

hcveskârlanın nefsinden say; onları benimse ve sev! Belirtmek istediğim şu ki,

ağaç kururken dibinden bir takım filizler fışkırması gibi," şiirin mahzun

gövdesi etrafında, tabiî olmıyan bu kalabalık, hakikatte inkişafa değil,

tereddiye delildir.

Ben senin yerinde olsam, gençlere şöyle hitap

ederdim:

- Körpe kanatlarını çırpmak gayretinde genç adam!

Demin, ağacın kurumakta olduğunu söyledim. Evet ama, onun yeni aşılarla

kurtulacağını ve her devre-dekinden daha üstün bir kıymet hükmüne kavuşacağını

ur»an kalemler var. Bırakalım onları, tezghahlannda, kan ter içinde

çalışsınlar.

Eğer bu arada içinizden biri çıkar da o kalemlerin aradığını, Allah vergisi

olarak, damdan düşercesine getirirse ne âlâ! Yol açık, geçme diyen yok! Fakat

keyfiyet cevherinin hastalık geçirdiği bir pilânda, kemiyet cümbüşlerinden

hiçbir şey beklenemez. Bu cümbüşü kendi kendinize yasak etmeli; bu yasağa,

hakikî oluşun inzibat şartı diye bakmalısınız! Sadece bilmelisiniz ki, bu

âlemde, şiirden kolay ve ondan zor hiç bir nesne yoktur. (Bodler)in dediği

gibi:

"San'at çetin ve hayat kısa..." İşin kolay tarafında harcanacağınıza, zor

cephesinde heykelleşecek bir şahsiyet Örmeğe bakmalısınız kendi-

nize...

Şimdi size, özenmekte tehlike olmıyan, hattâ muazzam bir fayda ve lıayr olan

bir istikameti haber vereyim!

Bu istikamet edebiyatımızın münhal memurluğu, hattâ münhal sultanlığıdır.

Şiirin en kolay ve en zor nesne olmasına karşılık, bu, ne en kolay, ne de en

zor... Tavsiye

255

edeceğim işin birinci çapla şahsiyeti olursanız en üstün zorluk İfadesine

yakın bir değer taşıyacağınız halde, yüzüncü çapta örneği de olsanız yine

memleketimizde eşsizlik belirten bir mevkii, tek başınıza dolduracaksınız.

Böylece, işinizin daha ileri derecelerini meydana gelmeğe davet eden bir nizam

ananesi kuracağınız gibi. hakikî ibda cehdi üzerinde de, onu bizzat doğurmuş

olmak kadar hak kazanacaksınız!

Edebiyatımızın, her istekliye açık duran, münhal memurluğu, daha doğrusu

münhal sultanlığı, münekkitliktir!

Sebepleri ve neticeleri üzerinde fazla derinleşmeden size haber veriyorum ki,

Tanzimattan bugüne kadar, bizde münekkit denebilecek tek şahıs gelmemiştir.

Yazı yazdıkça ve yazdığım her yerde tekrar tekrar ele alacağım bu dava

üzerinde, şimdilik fazla derinleşmemek gayretimi mazur görün de, yalnız

tavsiyeme kulak verin!

Münekkitliği, münekkit olmayı gaye edininiz. Hem de bakın nereden nereye

kadar?.. Kendinize, tanıdıklarınıza, arkadaşlarınıza, günlük faaliyet

muhitinize karşı bir tenkit ölçüsüne malik olmaktan; geniş cemiyet planında

bütün bir sanat, fikir ve ruh miyarına sahip ol-mıya kadar...

Osmanlı devletinin başından Tanzimat günlerine ve Tanzimattan bugüne kadar en

büyük zaafımız, kafasında usûl ve terkip yatan büyük Türk mütefekkirini bir

türlü yetiştiremeyişimizde... Başımıza ne geldiyse bu yüzden geldi; daha da ne

gelirse bu yüzden gelecek...

İşte açılmasını beklediğimiz ve herkesin, kapısını bir kere çalmasını

istediğimiz, tenkit yolu, içerideki büyük tefekkür ve kurtuluş geçidinin cümle

kapısıdır.

Öyle bir zaman ve mekânda yaşıyoruz ki, balın

256

maddesini tahlil, lezzetini tayin, müşterisini ihya, satıcısını temin,

piyasasını teşkil işi bizzat arıya düşüyor. Onun içindir ki, bir şey olmak

istiyen mefkure âşığı genç adam, kıymeti, bedbaht ve şaşkın arıların

meclisinde arıyacağı-na, onların mahsûlünü kıymetlendirecek mutavassıtlar

zümresinde arasın! Vatanımızın en muhtaç olduğu (usûl) ve (terkip) kafasına

doğru, kendimizi zorlama an'anesinin ilk gönüllüleri olalım!

Size tenkidi tavsiye ediyorum, tenkidi!.. Fakat bu zamana kadar gördüğümüz

örneklerile, keyfî, hissî, infialî, nefsanî, nebatî ucaların dil çıkartmak,

tükürmek, yalatmak veya iki büklüm eğilmekten ibaret tenkidi yerine, belli

başlı bir dünya görüşünün, belli başlı ölçülere bağlı gerçek tenkidini!...

Türk edebiyatından, Türk cemiyetine kadar bütün kurtuluşlarımızın ceht

istikameti yalnız budur!

(1946)

257

PARMAK ÇOCUKLAR

Bir kuş nevi düşün ki, kanatlarını telletip, pullatıp torbaya sokuyor ve

toprak üstünde sümüklü böceklerle sürünme yarışına çıkıyor. Bu kuş nevinin,

sümüklü böcekten daha aşağı olduğunu kabul etmez misin? Demek kî, bu kuş

nevinde kanat, bir çok insanın bir çok uzvu gibi memur olduğu faaliyetin

sadece yalancı şahidliğini yapacak...

İşte, bir türlü olamamış, yapamamış, meydana çıkamamış, gözlere görünememiş

bir takım fikir ve sanat cücelerinin hali!.. Bunlar, sabahtan akşama kadar

tünek diye sıralandıkları kahvehane, pastahane, meyhane köşelerinde, güya bir

şeyler olmuş, birşeyler yapmış, meydana çıkmış, gözlere görünmüş, biraz daha

uzun boylu ve biraz daha talihli başka cücelere söğüp saymakla ömür

tüketirler. Böylece, hudutsuzluklarımn, nasibsizliklerinin baskısı altında

inliyen genç cüceler, şöhret sahibi yaşlı cüceleri, hiç olmazsa kendi

aralarında dev haline getirmekten başka bir şeye yaramazlar.

Sen onlara şöyle hitap et:

- Evvelâ, kahvehane, pastahane, meyhane dâhiliğinden tiksinelim! Bir dam

altına, bir dâvanın çatısı altına çekilip vicdan rahatile temiz bir uyku

uyuyalım!

258

Ertesi sabüh da, küflü aynada öz sunularımızdan üıkmek-sizin güzel güzel

yıkanalım, saçlarımızı tarayalım, giyinelim, kuşanalım, göğüslerimizi

ilikliydim. Potinlerimizi parlatalım! Ve her şeyin başında ve sonunda

ruhlarımızı tımar edip, sokağa, caddeye, meydana, dörtyol ağzına, kalabalığa,

esere, kitaba, deftere, hokkaya, kaleme ulaşalım!

Yeter, yeter artık bu sİncapvarî kabak çekirdeği ve eğlencelik lûbiyatı.

Cüceliğin İğrenç kaşıntısısından kurtulmak ve ger-Çek idrâk ve ibdâın dev

sancılarını çekmeğe istidad kazanmak böyle olur.

Gel de bu cücelere, herşeyden evvel kendileri "Parmak Çocuk" kaldıkça; fikir

ve sanat piyasasında "bacak boylu"ların kol gezmesinden daha tabiî bir şey

olmadığını, zira hem kendilerinin, hem de beğenmedikleri kart cücelerin ayni

içtimaî saikten doğmuş olduğunu anlat!...

Hani bir ilk mektep ananesi vardır ya; bir çocuk, kendi kuvvetini tasdik

ettirmek İçin, elebaşı farzettiği başka bir çocuğa sorar:

- Ağabey, sen beni döğebilirsin amma, söyle, nah şu. beni döğebilir mi?

İşte "Parmak Çocuklar, maruf bir tabiye icabı, birini istisna ederek yine ona,

bütün fikir ve sanat şöhretlerine karşı üstünlüklerini tasdik ettirmek

isterler. Güya böylece açacakları gedikten şöhret ve hâkimiyet, kalesine girip

"fermanfermâ" olacaklardır.

Sen onlara şöyle karşılık ver:

- Olmaz, çocuklar, olmaz! Üzerlerine çullandığımız hedeflerin çürüklüğü

bakımından hücumlarımızda haklı bile olsak, çıkış noktamız ve usulümüzdeki

sakatlık bizde hiç bir hak bırakmaz. Her şeyden evvel ruhumuzu

259

yıkılmaz bir temele dayamak, sonra da sefil hırs tüneklerinden inip meydana

çıkmak, eski yunanlıların (Agora) dediği büyük cemiyet meydanım doldurmak ve

nizam, mimarî altında iş görmek borcundayız!

Yoksa üzerinde bir takım küçük veya sahte şöhretlerin isim parmaklan uzanınca

(isteri) nöbetleri geçirmek felâketinde değil...

Evet, ey genç kabiliyet!... Meydan okumak değil, meydan temizlemek sanatında

ilerlemeğe bakmalısın! Bunu tecrübe etmek hakkı o kadar umumî ve beşerîdir ki,

meselâ her hangi bir pehlivan, "ben omuzlarımla Süley-maniyeyi deviririm!"

gibi bir iddia sahibi olabilir. Fakat iddiasını ağzından kaçırdığı anda hemen

omuzlarını Sü-teymaniye'nin duvarlarına vermek, peşinden ya iddiasını ispat,

yahut kendisine Süleymaniye'nin tabutluğunda yer aramak vaziyetindedir. Yoksa,

meçhulün ve gaibin yalancıya buruşmaktan müstağni çehresine sırt çevirmiş,

kahvehane masalarında iskambil kâğıtlarından Süleymani-ye'ler yapıp onları

devirenlere, lügat kitapları aşağılık vasfı bulmaktan âcizdir. Sen, evvelâ o

kadar razı ve hoş-nud olduğun kaba nefs kütüğünü devirmeğe bak; bunu yapmadan

bir çöpü bile deviremezsin!..

(1946)

260

SENİN NESLİN

. Girift vakıaları kavramakta daima düştüğümüz bayağılık, nesil mes'elesinde

de besbelli... Kimisi, nesil denilen şeyi, askerlik sınıfları gibi her yıl

tazelenen bir hâdise, kimi de beş on veya otuz kırk yılda bir değişici {bir

olu£*kabûl eder.

Nesil vakıasını maddî zaman ölçüsüyle zapta kalkışmak büyük kabalık... Çünkü

hakikatte, zaman aralarını keyfiyet farklariyle ifade vakıası olan nesil,

yılların kemiyet arşınâna sığmaz. On beş yirmi seneden-aşağı olmamak üzere her

çeyrek asırda bir nesil değişebileceği gibi, maddî ve manevî şartlar

bakımından tek nesil, asırlarca da devam edebilir. Fert ve cemiyet yapısında

istikrar kuv: vetlendikçe, nesiller yavaş yavaş ve az fârikah; istikrar

zayıfladıkça çabuk çabuk ve çok fârikah olarak meydana gelir. Demek ki nesil,

içtimaî bünye üzerinde müessir hâdiselerin böldüğü zaman kademeleri içinde,

birer ruh ve kafa yaşıtlığı kadrosudur ve bu işde maddî yaşıtlık ikinci

plândadır.

Daima içtimaî hâdiselerin doğurduğu nesiller, birbirlerine nazaran farklarını,

her zaman ruhî ve içtimaî hâdiselere dayanarak belirtirler.'Kendisini vakıalar

âleminde ruhî ve içtimaî bir hâdise marifetiyle ayırt ede-miyen nesil,

üniformasız asker gibi siliktir.

261

İşte nesil, bu ayırl edici hâdiselerle bölümlü, maddî ve manevî, bilhassa

manevî yaşıtlar zümresi diye kavran-A mak gerek..,

Senin neslin, bulûğ yaşını İstiklâl Savaşı içinde idrâk etmiş nesildir. Eski

Cihan Harbi sonrası nesli! Senden bir evvelki neslin mankafa olmıyan seyrek

çehrelerinden biri, Yakub Kadri, bu nesli, şu tarifteki hakaretle yaftalamak

istemişti:

"Saman ekmeği nesli!"

Onun, farkına varmaksızın şeref; ve mümtaz! ığını haykırttığı bu tarif

malınızdır; onu benİmsiyebilirsiniz. Saman ekmeği, gerisindeki eski Cihan

Harbi faciasını canlandıracak en güzel remz... Siz bile kendinize bundan daha

kuvvetli bir ad takamazdımz.

Saman ekmeği nesli, heç? türlü ruh ve kalıp işkencelerinin ateşinde tasfiye

gördü. Saman ekmeği nesli, bu imtiyazını, iş ve düşüncede üstün bir erginlik

hâlinde ifade çağına girmiş, hattâ bu çağın geçmiye başlamış olduğunu

söyleyiverse?.. Saman ekmeği nesli, iş sahalarında değerlendirilmek mevsimine

girmiş, hattâ bu mevsimin geçmiye başlamış olduğunu belirtiverse?.. Acaba

şaşılır mı?..

Kendisinden bir ân evvelkisiyle arasında, yuğurul-ma, pişme ve maya tutma

farkları gören nesil, üstünlüğünü haykırmak ve bu üstünlüğün haklarını istemek

zorundadır.

Nesliniz, eski Cihan harbi sonrası, yahut saman ek-i* meği nesli, birtakım

harikulade şartlar ve tesirlerin, ya en müsbet veya en menfi neticeye doğru

itici, son derece girift ve manâlı imtiyaziyle çevrilidir.

Sizi, yalnız memleketinizde değil, zıd istikametlerde de olsa, bütün dünyada,

tarihin en azametli madde ve

262

ruh sarsıntısı doğurdu: Eski Dünya Savası!..

Siz, elden giden imânlar, kaybolmuş muvazeneler, Ürpertici icatlar ve korkunç

tecrübeler nesli oldunuz. Siz. ruhları vecd yerine takallüsün, imân yerine

şüphenin, aşk yerine şehvetin, nizam yerine kargaşalığın sardığı ve nihayet

imâna İmândan, inkârı inkâra kadar topyekûn bir' davranışla gerçek hayata yol

açmak zorunda bulundurduğu büyük ihtilâl neslisiniz. Kader, sizin ibda

hamlenizi, fıkır fıkır hoplıyan zelzeleli bir kaide üstünde çatılar

dur-durmıya çalışmak kadar çetin bir muamma karşısında bıraktı. Onun içindir

ki sizi, horultu değil, uykusuzluk, yatak değil kaldırım, tokluk değil mide

ezintisi, sıhhat değil illet, selim âdet değil sakat huy, tek kelimeyle huzur

değil ıstırab emzirdi.

ıBütun bu aleyhinİzdeki şartlar, anlıyanlarca lehi-nizdedir. Bütün bu öldürücü

tesirler bilenlerce doğurucudur. Zira kof, zayıf, nasibsiz olanlarınız kolayca

tereddiye, bozulmaya, çürümeye giderken, sağlamlarınız, dayanıklılarınız,

bahtlılarınız, bütün dünyanın beklediği yeni düzene ulaşmak ve bütün

geçicilikler içinde değişmez, pörsümez ve paslanmaz gerçeğe tırmanmak

namzetliğini kazanıyordu.

"Ya tam öl, ya tanı ol!" emrinin imtihana çektiği nesil!.. İşte sizinki!..

Sİze bitişik nesillerin, tecrübe üstüne tecrübe, devamlı iflâsı neticesi, ya

büsbütün çürüyüp gitmek; yahut mazi, hâl ve istikbâl arasında en soylu

muhasebeye ulastıncı korkunç şartlar fırınında tuğla gibi pişip tam

sertleşmek...

Ne tehlikeli nasib!..

Her işde ve her şeyde olduğu gibi, daima saadet hissesiyle beraber gelişen

felâket payı, neslinize bir de müthiş bir kara baht cephesi yükledi. Nitekim

bu kara

263

baht, neslinizi, büyük ekseriyetiyle doğramış, ufalamış, harman etmiş, kendi

kendisinden bile habersiz hâle getirmiştir.

Kâinat, insan ve cemiyet, tarih, ilim ve tecrübe karşısında bir taraftan hem

en hassas ânlarda doğmuş, hem de en nazik muhasebe imkânlarına sahip bulunmuş

olmak mazhariyeti; öbür taraftan da bu kasırganın menfi dalgası altında bütün

hamle, hareket ve irâde hassalarından sıyrılarak teker teker bezgin ve dargın,

ölgün ve ümitsiz bir ferd hayatı sürmiye mahkûm olmak faciası!..

Büyük ekseriyetinizi yutan ikinci cephe, neslinizin felâketi oldu.

Onun içindir kî sizde, evvelki ve az çok istikrarlı nesillerin, düşkün, fakat

düşkünlüğü içinde tezatsız ve ivicacsız seviyesi görülemez. Siz, yaşlılarını

cephede, dayanıksızlarını cemiyette kurban vermiş ve birdenbire şahlanan ve

beşerî murakabe zincirlerini kıran hâdiselerin korkunç eleğinden geçmiş, zirve

kıymetler ve zirve kıymetsizlikler nesli olmak mevkiindesiniz. Sİz, nesil

seviyesi olarak Öyle inişli çıkışlı bir (grafik) resmettiniz ki, manzaranıza

dikkâtle göz atan, bir sismoğrafya kartonuna bakmış gibi, yirminci asır ruhî

ve içtimaî çözülüş zelzelesinin yalnız tarafınızdan kaydedildiğini anlar.

Böylece size düşen felâket, imtihanların en ağın karşısında en halis örnekleri

yine kendi içinden fışkırtma vaziyetindeki bir neslin, büyük kalabahğiyle,

hareket ve irâdeye düşman, yılgın ve inmeli bir marazîlik belirtmesidir.

Merak etme; meziyetlerinizi de söyliyeceğim. p

(1946)

264

YİNE SENİN NESLİN!..

Senin neslinin sınır ölçüsü: Siz, Eski Büyük Harb sonrası, yahut da saman

ekmeği nesli, bulûğ çağına evvel ve sonra varmış olmak bakımından, oldukça

emin bir ortalama hâlinde eskilerle aranıza, Eski Büyük Harbin İstanbul'u

işgal altında yaşatan Mütareke devresi sınırını çekebilirsiniz.

Yâni, bulûğ çağına 1920'den sonra erenler... Demek ki bugün, kabataslak,

büyükleri 40 ve 40 birkaç, küçükleri de 30 ve 30 birkaç yaşında olanlar...

Kemiyet bölümlerinin kaba ve sıhhatsiz bölümlerinde yobazlaşmamak için hemen

ilâve edeyim ki, sınırınıza birkaç yıl geride bulunan bâzı kimseler, tamamiyle

neslinizden olabilir. Nesiller, birbirine çarpmış ve batmış, girintili ve

çıkıntılı iki maddeye benzer. İçinizden birkaçı, sizden göründüğü hâlde

onların çıkıntıları; onlardan bâzıları da onlardan sanılmasına rağmen sizin

uçlannız-

dır.

Bu, size tekaddüm eden nesille aranızdaki hudud... Sizden sonrakilere

gelince... Evet, gerçekten bizden sonrakiler de vardır; fakat nasıl?

Önünüzde iskeletleşen neslin, bir nesil değil, bir nesil galatı olduğu ve

insanî hayat ve idrak çilelerinden

265

hepsine birden "elveda!"yi basmış bulunduğu, bilmem ispata muhtaç mı?

Bu dâvayı ayrıca ele almak üzere, şimdilik, bu hâlin mes'ullerini seninkinden

evvelki nesilde gördüğümü mimleyip geçeyim.

Sizden sonraki neslin şaşmaz sınır çizgisi, eski harflerin kaldırılması

hadisesidir ki, o harfleri hiç bilmi-yenler ve bugün 20 - 30 yaşında olanlar,

gerçek bir müessir ve farika altında sizden ayrı ve sonra olanlardır.

Senin neslinden bir evvelkisinin muhasebesi de şöyledir:

Sizden evvelki neslin bârİz seciyesi, (askiyon)culu-ğunda... O nesilde

gözüpeklik, atılganlık, iş ve hareket kabiliyeti biricik farika...

Sizinkindeyse en zayıf ve eksik taraf bu; (aksi-yon)culuk... Siz, inandığınız

ve bağlı bulunduğunuz dünyanın, iş ve madde âlemine nakşı için gereken cehd ve

emniyet duygusuna sahih olamadınız!

Sizden evvelki nesil, bariz seciyesini billûrlaştıran (aksiyon)culuk vasfiyle,

kendi öz kadrosunun birbirine zıd istikametleri etrafında az çok ittifakçı ve

kümelidir.

Sizinkindeyse, hemen her fert öbürİyle kafa, ruh ve nihayet iş iltisakı

aramaktan müstağni, her biri hayat iksirini yalnız kendi cebinde taşıdığına

emin ve nesildaşından ümitsiz, hattâ ona düşman ve onu çürütmeğe memur,

içtimaî bir bozgunculuk, yılgınlık, ürkeklik ve münzevi-lik iklimi

yaşatmakta... Böylece siz, hayalî ferd hürriyetleri içinde, topyekûn nesil

bakımından kendisini esarete teslim etmiş, hasta ve münzevî ukalâlardan ibaret

bir nesil oluyorsunuz. Siz sokakların ve meydanların değil, basık tavanlı

odaların ve sabahçı kahvelerinin sabun köpüğü zaferine inandınız!

266

Bütün bunlara karşılık, (aksiyon) ve teşebbüs, sizden evvelki nesildcyse,

gerçek fikir ve dünya görüşü de sizdedir. Bu hükmü yalnız edebiyat ve güzel

san'atlarda mizana vursanız, gerçek şahsiyet, keyfiyet, nel's muhasebesi ve

dâva hummasının neslinizle meydana geldiğini bedahetleştirebilirsİniz. Yine

siz, bu dünya görüşünde, kendi öz kadronuz içinde de ne tezat kutublarına

mâliksiniz! O, ayrı dâva...

Önünüzde hiçbir nesil kabul etmediğime göre, arkanızdaki nesille, Kabalak ve

Astragan Kalpak nesliyle mukayesemizden ne anlaşılıyor?

Ruhunda yuvalaştırdığı kâinat düzeni zayıf olduğu kadar, işine ve hamlesine

güveni kuvvetli bîr nesil... Onlar!.. Hâdiselerin akışındakİ binbir sır

yüzünden, işe güvenini İfaybetmiş, fakat baş Örnekleriyle ruhunda en aziz

gerçeklerin ve dünya muhasebelerinin pırıltılarına yol bulmuş bir nesil;

siz!..

Anlamayip da yapan, onlar; anlayıp da yapamıyan, siz!..

(1946)

267

VE SENİN NESLİN!

İnkılâbı, sizden evvelki nesil yaptı. Meşrutiyet hareketini ve Eski Büyük

Harbi idare eden nesil... O neslin, iktidar mevkiini İstiklâl Savaşından sonra

elde etmiş, daha genç ve daha atılgan unsurları...

. Meşrutiyet hareketindenberi (aksiyon)cu kübiliye-tiyle temayüz eden evvelki

nesil, müsbet (aksiyon) olarak, İstiklâl Savaşında en büyük ve en çetin

eserini bul-. muştur. Şu kadar ki,*bu iş ve hareket.neslinin sâf fikir ve

san'at şubesi, askerlik ve siyaset kolları derecesinde kuvvetli olmadığı için,

madde plânında kurtarılan dâva, mânâ plânında öksüz kalmıştır. İnkılâp,

sebepleri ve neticeleri, menbaları ve munsabları, iç ve dış rniyarlariyle,

sistemli bir Örgü hâlinde, ne hakikatine, ne ideolocyasına, ne ahlâk

telâkkisine, ne de san'atına kavuşturulabildi.

Millî varlığı madde ve mekân çerçevesinde gerçekleştiren evvelki nesil, onu

ruh ve zaman çerçevesinde gerçekleştirecek ve bizzat (aksiyon)cuların

kafasındaki yıkıcı ve yapıcı temayülleri yasalaştırmaktan öteye, bütün tarih

ve dünya, mazi ve istikbâl muvacehesinde ve mânâlar' âleminde bir tahlil ve

terkib zemini kuramamıştır.

Cumhuriyetin ilânı tarihindeyse en ya^hlariyle he-

268

nü/ yüksek mektep talebesi çağında olan sizin nesil, o gün bugündür sürdüğü

çeyrek asırlık şuurlu ömür içinde, ne kendisi bizzat hâkim bir işe memur

görünmüş ne de iktidar mevkiindeki nesil tarafından hâkim bir işe memur

edilmiş, sadece dikenli bir inziva ve infirad kabuğu içinde çürümüş durmuştur.

Bu inziva ve infirat ruhu, onun ellerini çözülmez şekilde kelepçele m iştir.

Sizin neslinizin inkılâpda payı, ancak yaşlılarını İstiklâl Savaşına gönüllü

gönderebilmiş olmak kadar..

İnkılâbın evvelâ maddede, sonra mânâda hazırlanışında, nesliniz hiçbir müdir

faaliyet sahibi değildir: Büyük Harb sonrası, yahut saman ekmeği nesli idrâk

rüşdü-ne vardığı zaman, inkılâbı bir (oldu bitti) hâlinde karşısında buldu. Ve

o ânda hâdiseyi görmek, kavramak, tefsir ve teşhi^ etmek bakımından evvelki

neslin fikirciler seviyesinden ayrı ve üstün vasıflar taşıdığını sezdi.

Fikirciler ve edebiyatçılar kadrosiyle sizden evvelki neslin, söz ve yazı

hâlinde köpük köpük kabarttığı dalkavukluk bibliyografyasında, baş ve temsilci

Örnekler hâlinde neslinizi bulamazsınız. Aksine, en hâlis niyetle inkılâbın

eksiklerini, ihtiyaçlarını, ruh zeminini ve dâvalarını kaydeden ve milİî

diriliş idaresini hakikî kaynağına bağlamak isteyen, neslinizdir: ama bir iki

kişiye kadar irca edilebilecek hâlis örnekleriyle...

Birkaç yıldanberi iş ve salâhiyet mevkilerinde go-rünmiye başlayan ve

neslinizden olduğu zannmı veren birkaç çehre, hakikatte neslinizin büyük

çilekeşlerinden olmak yeriqe, büyük açıkgözlerinden ibarettir. Ve onlara sizin

nesrinizden değil, sizin neslinizin firarileri diye bakmak gerek...

İnkılâbı fiilde yapan evvelki neslin (aksiyon)cu ör-

269

neklerinde, eseri mânâda inşa etmek için lâzım unsurlar, yıllarca, Eski Cihan

Harbi sonrası veya saman ekmeği nesli arasında gizli kalmıştır.

Sizden sonra yetişenlerin nazarî (maket) mânâsı ise şudur: Beyaz perdeden

başka bir hâdiseyi azİzleşüremİ-yen, (futbol)dan gayri hiçbir oluşa metelik

vermiyen, bar-saklarındaki gazların üflediği sefil bir (org) hâlinde hayvanı

ve nebatî sesler çıkaran, bütün ruhunu ve ruhî hayatını çürük bir diş gibi

kökünden söküp atmış bir yeni insan çekirdeği... Eğer bu çekirdek yetişecek,

kok salacak ve ağaç hâline gelecek olursa, dâva kazanılmış değil, topyekûn

kaybedilmiş olacaktır;

tşte genlere doğru onlar, işte siz ve işte ilerilere doğru yeni yetişenler!.

Son yarım asırlık tecrübede geriye doğru bütün nesillerden üstün bir varlık ve

hakikat iştiyakı besliyen nesliniz, ileriye doğru birdenbire çukura

yuvarlanmak tehlikesi altında... Dediğim gibi, Önünüzde bir nesil boşluğu

açılıyor. Düne kadar gelen şartlar, ayak ucunuzda yeni bir nesil protoplâzması

hazırladı. Bugünkü lise çocuğunun temsile başladığı bu protoplâzma, hemen

önlenmez ve tutmıya başlayan sakat terkibi değiştirilmezse, yandık!

İşte sizin nesil ukdeniz! Arkanızda eksiklik, önünüzde yokluk; ve içinizde,

iki taşa sıkışmış bir fidan gibi en acı bir varlık humması!..

Bütün olanlar ve bitenler arasında, Eski Büyük Harp sonrası, yahud, saman

ekmeği nesli, bir köprü nesli olmuştur. Dâvanın ve dâvaların gerçeğini bu

nesil kurtaracak ve dâvayı ve dâvaları bu nesil, ilerilere doğru

nesil-leştîrecektiı. Dünle yarın arasındaki uçurumu kapatmak için, bu köprüyü

kurmak, yâni neslinizi değerlendirmek, iş sahalarında hâkim kılmak lâzımdır.

Bu, hâkim kılma

270

teşebbüsü de size değil, sizden evvelki nesle, hem de neslinizin

sahtekârlariyle gerçeklerini ayırd edici gayet ince bir ölçü altında terettüb

ediyor.

Son söz şudur ki:

(Dede Efendi) ve (Betoven), (Sinan) ve (Mikel -Anj), (Fuzulî) ve (Rasin),

(Gazali) ve (Paskal), (İbn-i Sina) ve (Klod Bernar), (Kâtib Çelebi) ve (Ogüst

Kont), (Kanunî Süleyman) ve (14'üncü Lui) ve nihayet tepyekun Şarkla Garp

arasındaki gerçek mahsub muamelesini yapabilecek ve hâlâ tutturulamıyan,

hergün biraz daha kurtlandırılan bu mayanın cevherine erip, onu gençlik

hamurunun teknesine atacak, sizin nesildir.

(1946)

271

GELEN NESİL

Gelecek yeni neslin, madde ve zahir plânında mikrobu, bence motor...

Bütün Avrupa ve Amerika'nın makine takatini, bilmem kaç milyar kuvvetinde tek

bir motor olarak düşünelim!.. İşte bu motor, dişçilerin oygu törpüleri gibi,

yeni dünya neslinin ruhunda, beyninde, kalbinde, ciğerlerinde, midesinde ve

her tarafında çalışmakta...

Bir tayyare dümeni başında, binlerce kilometrelik hızla dikine dalmalar!.. Bir

tank dümeni başında, 80 derece hararet ve 80 kilometre sür'at içinde, kum

taneleri gibi insan kafalarının üstünden geçmeler!.. Birer papatyaya sarılıp

gökten kendini salıvermeler!.. Bir su bombasiyle, deniz altından kan yerine

birkaç teneke yağ koyuverip suların kıskacında ezilmeler!.. Manda leşi gibi

gökten inen siyah bir karaltının peşinden, kat kat binaların iskambil

kâğıtları halinde üstüste takla attığına şahit olmalar!..

Bütün bunlar; bir iç müessire bağlanamıyan ve gerçek bir ruh dâvası emrine

verilmiyen bütün bu dış tezahürler, yeni nesli, yeni neslin harb artıklarını

ve sinir mirasçılarını nasıl lif lif yolalacak ve nasıl fıkır fıkır

kaynatacaktır, göreceğiz!

272

Ben, pişmekte olan yeni nesli düşündükçe, hayâl sedirimin üzerinden yuvarlanır

gibi oluyorum! Paris kadar büyük bir şehrin bile bu nesle tımarhane mekanı

olmaktan âciz kalacağını düşünüyorum!

Sevgilisiyle öpüşürken, ağzından benzin, atom bombası yanığı ve (D.D.T.) buhan

kusacak olan yeni nesli, sanmam ki* zamane insanlığının oyuncak medeniyetleri

ve tesellî mükâfatları iyi edebilsin!..

Her neye ve her ne istikametten baksak, maddeye ve her türlü madde marifetine

tahakküm edecek ruhî nizam ele'geçmedikçe, bütün terakki unsurlarının deva

yerine zehir getirdiğini görmüyor muyuz?

1914 Dünya Harbi, bütün yeryüzünde korkunç bir nesil yoğurmuştu:

Topuklarındaki eteklerini bir hamlede dizleriilden yukarıya çeken ve yine

topuklarındaki saçlarını tâ dibinden.kırkan kadınlar... Dört köşe omuzlardan

üç köşe pantalonlara kadar en sert hendese şekilleri içinde, her gün yeni bir

biçim veya biçimsizlik arayan erkekler... Bu manzara karşısında katıla katıla

ağlayan sahibsiz ve güdümsüz çocuklar... Ve apışmış, sinmiş, küçük dillerini

yutmuş ihtiyarlar...

Bu nesil, fende, ilimde, felsefede, edebiyatta, mimarî de, musikide, resimde,

şiirde, bütün eski nisbet ve muvazene ölçülerini allak bullak etti. Boşlukta,

tepesi aşağı yuvarlanmanın ceherinemî sarhoşluğundan başka haz tanımadı.

Kendisini, ruhî ve. maddî bütün alâkalariyle, tüyler ürpertici bir nebatîlik

ve insiyakîlîk havasına Teslim etti. Ve ruhda; maddede; bütün nizam

ölçülerinde, taş üstüne taş koymaktan, taş üstünde taş görmekten âciz, bir

inkâr ve ihtilâç örneği oldu.

İkinci Dünya Harbi, işte bu neslin, kendi kendisine karşı bir "aksi dâva"

olarak çıktı. Bu nesillerin, 25 senelik

273

yatalak istirahatİnden sonr;ı, boş yere ruhuna aradığı düzen ihtiyacından ve

bu ihtiyaçla doğurduğu potların birbirine dalaşmasından İbaret bir müessir...

Asıl bundan sonraki nesli, bulûğ yaşına 1940 etrafında eren nesli beklemek

lâzım!...

En eski nesiller, pilâv, börek, baklava tadındaydı. 1914 Dünya Harbi nesli,

barut, kan ve zehirli gaz lezzetini getirdi. Şimdi, benzin, atom bombası

yanığı ve (D.D.T.) tadındaki yeni nesli beklemek lâzım!..

Ruh kasırgalarının, ahlâk zelzelelerinin, fikir yangınlarının son haddini

temsij etmesi için, henüz kimsenin bir tedbir düşünmediği 1939 - 49 rahmindeki

yeni nesil acaba nasıl olacak? Bu acaba, yaman bir "acaba"!...

(1946)

274

BORU SESİ

Bir arefe sabahı yırtıcı bir kalk borusu sesiyle yataklarımızdan fırlasak...

Manzara:

Bir zamanların yalnız maddede yapım-yıkım hamlesinin en gözükara çapta iç

hakikati... Ruh imarı dâvası...

Memlekette tek sarhoş yok!

Ecnebi diplomat, elçiliğinde, yahut Hilton otelinin (00) numarasında,

dışarıdan getirttiğini içebilir.

Tekel, eski şarap şişelerine ister pekmez, ister kımız doldursun...

Ne zar, ne iskambil kâğıdı, ne şu, ne bu!..

Millî Piyango, Toto ve "Bahs-i müşierek" gişelerinin kapalı camları üzerinde,

katrandan iki çapraz çizgi...

Kulüplerde tek-çift bile oynanamaz.

Banka, para yatıranları, ancak kendilerine aşıladığı tasarruf terbiyesinin

semeresiyle mükâfatlandırıcı, faizsiz, ikramiyesiz, hattâ muhafaza ücreti alan

bir ocaktır.

Rüşvet, suiistimal, nüfuz ticareti, iltimas, hakka ve cemiyete ihanet

bakımından vatan hıyanetine denk...

Mektep değil, ahlâk ve terbiye çilehaneleri... Bu çilehanelerden derece derece

hayat izni almayan, yaşayamaz.

275

Karaborsayı dileyen ağzına alsın! Terazi, ınaliyeı ve kâr yalanı, üç ayaklı

sehpada tartılır.

Serseri, derhâl maden ocağına...

İşsiz, milyoner de olsa ameleliğe...

Sefih, bütün malı ve mülkiyle devlet emrine...

Filim, tiyatro, sergi, gazete, mecmua ve kitap, en sert fikir, ahlâk ve

keyfiyet ölçüsü sansürü altında...

Kahvehane; paydos!

Dans salonu; elveda!

Kontrolsüz spor; Allahaısmarladık!

Fahişe; buyursun Hayırsız Adadaki kampa!

Yolda, meydanda, nakil vasıtalarında, umumî yerlerde, hattâ mabetlerde, edep

ve usûl ahlâk zabıtasının hususî ajanları...

Köylü köyünde ve İmam unvanlı üstün terbiye müfettişinin ve her şubesiyle

hayat güdücüsünün emri altında ve devlet iş plânmyı çerçevesi içinde...

Her kötülüğün beş dakika içinde cezasını biçecek, hapishane pansiyonunu

kaldıracak ve cezaları, devlet emrinde, hükümlü salâh buluncaya £adar

ırgatlığa çevirecek yepyeni bir adalet sistemi...

Hâkim, inanmadığı kanunla hükmetmez; itiraz eder.

Savcı, suçlu gördüğü sanık üç kere beraet etti mi, bizzat mücrimdir.

Devlet büyüklerinin şahsına, alkış kadar "yuha!" herkesin hakkıdır.

Hak sahibi hakkını ispat etmek, yoksa akıbetine katlanmak şartiyle her ân

devlet büyüğünü, sigaya çekebilir.

Radyoda, konserde, konferansta, müsamerede, törende, şölende, filmde,

tiyatroda, şiirde, romanda, bütün

276

duygu ve düşünce yayınlarında ve en başta mabette, görülmemiş bir vecd, aşk,

iman, ahlâk, terbiye, edep, gerçeklik, derinlik, güzellik, özellik telkin ve

zıtlarının iptali...

Ve bu Ölçülerin muhtaç olduğu daha nice misal...

Neredesin borazan; İsrafil'in Sûr'undan evvel, en yırtıcı sesle çalacağın kalk

borusunu bekliyoruz!

(1954)

277

BÜYÜK ACELE

Fransızlarca büyük tanınmış bir adamın şöyle bir sözü vardır:

- Eğer hemen değilse ne vakit?

Her sonsuz hikmet gibi bu sözün de hakikati bir İslâm büyüğündedir:

"- Gafil halk yorgun ve bezgin, bir lâf eder: Yarın gelse de bir iş

işlesem!... Bilmez ki, bugün, dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki,

yarın ne işleye?.."

Fert, sınıf, cemiyet ve vatan halinde, başlarımızın üzerinden güneşler doğup

batıyor. Ve biz, topyekûn nefs-lerimize 24 saatlik mühlet bahşetmiş müteselli

varlıklar, "Bugün peşin, yarın veresiye..." düsturunu, "Bugün veresiye, yarın

peşin..." tarzında tepelerimize asmış ve yan gelmiş bulunuyoruz! Evet,

tepelerimizden güneşler doğup batıyor ve zamanın inkılâpları, doğru başlanmış

bir cümleyi daha tamamlanmadan yanlış bir hale getirecek bir hızla akıp

gidiyor! Duymuyor ve aldırmıyoruz! Peşin aksuatanın günü bizce bugün değil,

yarındır! O da her gün, bir gün sonrasıdır.

İçtimaî bağların gevşediği, fertlerin yirmi dörder saatlik kısa gün hayatını

yaşamağa başladığı hengâmelerdir ki, bu öldürücü ruh haleti her tarafta tüter.

278

Ve insan, hayâl meyal sezer gibi olduğu büyük içtimai muhasebecilik memuriyeti

üzerinde, tertiplemekle mükellef olduğu bilançoyu, her gün ertesi sabaha atar,

gider. Ve asırlar sonrası yarınlar gelir de, o yirmi dört saat vadeli yarın

asla gelmez.

Biz; günlerden bir gün, Allanın içimizde estirdiği deli rüzgârlar sonunda

tüyleri diken diken olmuş, etrafına bir göz atar atmaz divaneye dönmüş, olanca

rahat ve tecellisini kaçırmış, sırtına cemiyetin bütün manevî yükünü almış,

uykularını kaybetmiş, 24 saatlik kısa gün kadrosunun cücelerince taşa ve

tükrüğe boğulmuş tımarhanelik muztaripler!.. Evet, evet; tıpkı tımarhanelik

muztaripler gibi, kalabalıkların karşısına dikilmek, evlerin kapılarını

çalmak, dükkânların kepenklerıne vurmak, devlet ve cemiyet rehberlerinin

yollarını kesmek, tiyatroda suflör ve kürsüde profesörün omuz başında durmak

ve sadece bağırmak, çağırmak, tepinmek istiyoruz!

- Eğer hemen değilse ne vakit? Bu aziz vatanın, bütün tarihi, bütün macerası,

bütün gelmişi, bütün gitmi-şiyle yeni baştan tefahhus ve murakabesini emreden

bir son vâde ânı yaşadığımı, i ne vakit kavrayacağız? Yalnız bu ânı yaymak, bu

ânı şuurlaştırmak ve bu ânın emrini yerine getirmek borcu önünde, en makbul

fiil ve en faydalı iş, müflistir. Kitap kapanabilir, fabrika susabilir, na-kı.

vasıtası durabilir, hasta ölebilir, ölü bekleyebilir, fakat bu borç daha fazla

bekleyemez!

Bu ân, bu aziz vatanı, son yarım asırdan müdevver sahte muvafakat, saht»;

muhalefet, saiıîe matbuat, sahte üniversite, sahte ilim, sahte ideolocya,

sahte siyaset, sahte ekonomi, sahte eser, tek kelimeyle sahte hayattan

kurtarma hamlesinin vâdesidir; ve "hemen değilse hiçbir vakit!" denecek kadar

acele bir vaziyet ihtar etmektedir.

279

Saatlerin anlatmadığı,: (alarm) düdüklerinin söylemediği, çığ ve su

baskınlarının belirtmediği, illet ve hastalıkların göstermediği bu acele, Türk

cemiyeti hesabına tam 5 asırlık bir gecikmeden geliyor ki, bütün ıstırabını

son 120 yıla sığdırmış ve en acıklı demlerini Yirminci Asırdan bu yana

sıkıştırmıştır. Bu düğümü çözecek bir kahraman çıkmayacak mıdır?

(1959)

280

ANA SUAL

Her türlü kurtuluş hesabı mutlaka Demokrasi ve Liberalizma dünyasının zaferine

bağlı olduğuna ve makûs ihtimalde simsiyah bir yokluktan başka bir şey

bulunmadığına göre, böyle bir muvazene kurulunca, bütün varlık imkânını ve

hayat hakkını garp âleminin tezadlan arasında barınmakla sağlayan küçük

milletlerin hâli nice olacaktır? Hele bizim gibi, keyfiyette büyük, fakat

tarihî şevket ve hâkimiyetini birkaç asırdır kaybetmiş ve ogün bugün kökte ve

özde istiklâlli ve şahsiyetli bir hayat ifadesine ulaşamamış bir millet için,

böyle bir muvazene şartı ve tezatsız bîr garp dünyası önünde, gerçek ve üstün

hayattan bir nasib var mıdır? Yarınki dünya, bunca kanlı tecrübeden soma,

mücerret Demokrasi ve Liberalizma mefhumuna ne nisbette sadakat iddia ederse

etsin, cihanı birkaç büyük milletin iradesine sımsıkı bağlamaktan başka bîr

yol tanıyacak mıdır?

Yarınki lezatsız dünyada, dünkü tezatlı dünyanın umumî müsamaha ve zarurî

aldırışsızhk havasından tek zerre bulunabilecek midir? Yarınki tarafsız

dünyada, her hangi bir milletten vücut hakkına nail olabilmesi için onun,

insanî hayat dâvasında müstakil ve şahsiyetli bir oluşa ehliyet belirtmesi

şart koşulmıyacak mıdır? Yarınki

281

tezatsiz dünyada, medenî hayal coğrafyasının, tarihî sebepler yüzünden, en

nazik yerlerini iştial altında bulunduran milletlere, bundan böyle ayni

yerleri bayrakları allında tutabilmek için, beşerî eser ehramına hangi yeni

taşı koydukları sorulmayacak mıdır? Yarınki tezatsız dünyada, daha ziyade

fikri ve ruhî teçhizat mânâsına gelen korunma vasıtaları bakımından, asliyet

ve şahsiyet buhranına düşmüş milletlere ne gibi bir muamele tatbik

olunacaktır?

Şimdiye kadar garp medeniyetinin tezatları yüzü suyu hürmetine bedava hayat

hakkı bulan bazı milletler, iki Cihan Harbi boyunca elde ettikleri ve

edecekleri kolay şartlan, yarınki tezatsz dünyada muhafaza edebilecekler

midir?

İmdi:

Bugün bir vücudu baştan başa sarmış umumî hastalık sebebiyle gözden kaçan

mevziî illetler, yarın vücut sıhhate kavuşur kavuşmaz derhal kendisini

göstermiye-cek midir? Yeni dünyanın beklenen sıhhati, aksine, bazı dünya

parçalarının müzmin sıhhatsizliğini ortaya çıkar-mıyacak mıdır?

Vatanımız için, bu ana sualden ve onun tamamlayıcı istifiıanılarından büyük

dâva yoktur. Ve bilmemiz lâzımdır ki. bizim sulhta kendi kendimizi müdafaamız,

harptekinden zor olabilir.

Bunun için de, iç çekişme ve dalaşmaların üstünde, Doğu âlemini bütün mazisi,

istikbali, vehbî ve kisbî, bütün haklariyle ihata ve ifade edecek ve bunu

garbe kabul ettirebilecek muazzam bir iç tekevvün ve dış politikaya ihtiyaç

vardır.

Ya bunu düşünen kimdir?

(1959)

282

TARİHÇE

Tanzimattan beri, ister fert, ister fırka çerçevesinde, esaslıca kaç muvafakat

ve muhalefet gelip geçtiğine bir göz atalım:

1 - Tanzimatçılar ve muhalifleri (Ham yobazlar)...

2 - Abdülâziz ve muhalifleri (Genç Osmanlılar Cemiyeti)...

3 - İkinci Abdülhamid ve muhalifleri (İttihat ve Terakki)...

4 - İttihatçılar ve muhalifleri (Hürriyet ve İtilâf)...

5 - Millî Kurtuluş Hareketi ve muhalifleri (Saray ve Hürriyet ve İtilâf)...

6 - Halk Partisi ve muhalifleri (Demokrat Parti ve Millet Partisi)...

7 - Demokrat Parti ve muhalifleri (Hak Partisi, Millet Partisi vesaire)...

Vesaire vesaire...

Bir anlık dikkât ve ölçü nazarı hemen belli eder ki, bunlardan hiçbirinde, ne

(tez) ve ne (anti - tez) makamında, hiçbir dünya görüşü ve büyük fikir mesnedi

mevcut değildir.

Tanzimatçılar, katmer katmer şalvarı ve kuru yük

283

pusatlariyle cevvaliyet ve hayatiyetini kaybeden Yenice-ri'den tutun, yeni

ilimleri, öz malı ve işi diye kabul edecek ve mukaddes imanının merkezinde

pişirecekken, onları nefretle ruhundan ve kapısından kovan medreseye kadar,

bütün pestizinde şark müessiseleri karşısında ne yap-"mak gerektiğini tâyinden

âciz, nihayet tamamen insiyakı bir temayül ve asgarî bir bedahet hissi

sayesinde Batıyı körü körüne taklit-ve ona iltica psikolojisinden ibaret, fes

ve pantolon arası şaşırıp kalmış ve farkına varmadan Doğunun şahsiyetine

kıymış bir satıhçılar ve kışırcılar züm-residir. Muhalifleri ise, mukaddes

Ölçülerin zaman ve mekâna tatbiki, zaman ve mekânın tahlili iktidarından

mahrum, tek kelimeyle taşıdığı iman nimetinin kıymet hükümlerine uzak, kaba

softalar ve ham yobazlar güruhu... Ne birinin muvafakatinde, ne de öbürünün

muhalefetinde bir temel dâva ve idrâk kıymeti vardır.

Abdülâziz ve muhalifleri, gayet mevzî plânda, taklit devrinin her sahada

(Barok) ve (Rokoko) mimarîsine gömülmüş, keyfinin ve devrinin esiri bir

padişahla, ne istediğini ve ne aradığını bilmez üç beş alafrangalık meraklısı

arasındaki basit çekişmeyi resmeder. Bir Mason teşekkülü olan "Genç Osmanlılar

Cemiyeti", Düyun-u Umumiye kahramanı Abdülaziz'e karşı vezirlerin

memnuniyetsizliğini fikirde destekleyici anlayıştan uzak olmak şöyle dursun,

Türk milletinin bütün desteklerini yıkmak vazifesine memurdur.

II. Abdülhamid ve muhalifleri tarihimizin en acıklı safhalarından birini

gösterir. İkinci Abdülhamid, insan olarak, padişahlık devrindeki devlet

reislerinin en büyük-terindendir. İlk defa, vaziyeti, Tanzimat gelişinin

sahteliğini, gizli tesirleri, korkunç istikbâli görmüş ve anlamış olan

şahsiyet... Onun, hakikatte Türk Birliğinin düşmanı

284

olan Yahudiler ve dönmelerse, Selânikli İttihat ve Terakki Cemiyetine hulul ve

Abdülhamid'inkan dökmekten ürken mizacına, istinad ederek, o zamanki

bütünlüğümüzün mihraksız kalması ve boş bir arsa gibi gizli tesirlere açılması

için müthiş bir tabiye ile hareket etmişler ve Padişahın gözükara olmaması

yüzünden muvaffak olmuşlardır. Görülüyor ki, bu durumda dünya görüşü, olsa

olsa Abdülhamid taraftarlarında olabilirdi. O da olamadı. Hakikatte, sadece

âlet mevkiindeki meşhur Mason dövizi "Hürriyet, Adalet, Müsavat" tekerlemecisi

İttihatçılarda, müstakil ve şahsiyetli bir dünya görüşü aramanın mevzuu bile

düşünülemez.

İttihat ve Terakkinin Birinci Dünya Harbinde, Müslümanlıktan münhal kalacak

yeri işgal ettirmek için ördürdüğü Türkçülük dâvası ise, bir kopyanın en fazla

teklif çilesi arzeden nevüdir ama, ne çare ki, esasında bu kopyanın aslı pek

ucuz soydandır ve sadece din nefretinden doğmadır.

İttihatçıarm muhalifleri, bir (terör) ve "katli-âm" idaresine karşı sadece

hissen haklı, fakat hiçbir esas, nizam ve sistemi müdafaa kudretinde olmayan

aceze gurubudur.

Türkün sadece madde ve mekân plânında kurtulması için ruhundan fışkırttığı

ulvî iradenin çerçevesi Millî Kurtuluş Hareketi, (ideolojik) hamle değil;

bunun muvaffak olmasına ihtimâl vermeyen ve bir İttihat ve Terakki oyunu sanan

muhalifleri de elbette ki, iç plânlarda,nüfuz haysiyetinden uzak kimselerdir.

Millî Kurtuluş Hareketinin fikriyatım temsil iddiasındaki Halk Partisi

malûm... O, 20 küsur yıl muhalif sizdir. Yani karşısında muhalefet -dahi

yasaktır. Ancak "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" ve "Serbest Fırka" gibi

(şİke)Ier kabil... Ona karşı ilk defa başlaya» muhalefet. Demokrat Parti

muhalefeti ise, zıddiyetini köklere kadar icra etmekten daima çekinmiş, ayni

köke bağlı dalların kendi aralarında çatışması gibi, bir abes ve acaiplik

ifadesinden ibaret kalmıştır. Binaenaleyh, kök mesele ve ideo-locya temeli,

yine mevzuundan uzaktır.

Nihayet Demokrat Parti, cevherine kimsenin doku-namıyacağı (tabu) halinde bir

mâdenin sadece (galvaniz) hatâlarını istismar ederek iktidara gelince, esasen

büyük dünya görüşü mihrakından kaydırılmış olan dâva, bu defa muhalefetin Halk

Partisine geçmesi kadar garip ve komik bir seyr takip etmekle, artık büyük

meseleye yer kalmadığının, her şeyi sığ bir ameliye plânında yürütmekten başka

hedef tanınmadığının en canhıraş misalini vermiştir.

Millet Partisi, evvelâ Demokrat Partiyi halisleştir-mek için Demokrat Parti

içinden bir kopuş ve ayrılış belirtirken, sonra sonra, halkın her cepheden

memnuniyetsiz ve münkesir temayülünü liyakatsizce istismar ve sıkışınca

istismar ettiği şeye hakaretten başka marifet göstermemiş bir tezadlar ve

kargaşalıklar yuvası ve mecalsizlik ömeği...

Gerisi küçük mostralar ve hep ayni şey... Ne bir tarih kriteryumu, ne bir

kemal ölçüsü, ne bir zaman ve mekân hükmü; sadece günü birlik cüce hâdiseler

üzerinde müthiş bir şamata ve demagocya...

Nihayet muhalefet müessisesi, tam 100 küsur senedir, muvafakat müessisesinin,

fotoğrafın camı ile kâğıdı gibi, birinin beyazı, öbürünün siyahından ibaret ve

birbi-riıie hüvesi hüvesine mutabık zıt modeller olarak, insiyakı ve nebatî

bir psikolocya keşmekeşinden başka hiçbir şey getirememiştir. Ortada fikir ve

irfan, sebep ve netice, kıyas ve gaye, tecrit ve teşhis, tahlil ve terkip diye

286

hiçbir şey kalmamış, kalmasına da imkân bırakılmamıştır. Tarihi bir asrı

dolduran devre içinde muvafakat ve muhalefet, küçük esnaflık soyundan,

fikirsiz ve haysiyetsiz, bellibaşlı bir tekniği olan bir zanaattir. Ve bu âdi

zanaat yıkılmadan, kurtarıcı hiçbir zuhura imkân yoktur.

(1959)

287

VADENİN SON DEMİ

Bugünün genci, ortada ve modalaşmış hüviyetiyle şu vasıfların heykelidir;

1 - Hudutsuz nefsanî ve cismanî...

2 - İnkılâp diye hesabını veremediği ve çilesini çekmediği bir dâvanın, sırf

nefsine uygunluğu yüzünden müdafii...

3 - Bilgisiz, kültürsüz, fikirsiz; üç beş kelimelik bir lügatçe içinde

mahpus...

4 - En büyük ihtirası futbol ve en tesirli hocası sinema...

5 - Evine, ailesinin ihtiyarlarına, mazisine, geleneğine ve tarihine küskün...

6 - Histe müstehzi...

7 - Ruhta mukallit...

8 - Fikirde münkir...

9 - Mânada müflis...

Bir döküm işi gibi, bellibaşh içtimaî tesirler ve telkinlerin kalıbından çıkan

ve (Yenice) sigaraları şeklinde kalıbına uyan böyle bir gençliğin meydana

gelmesinde elbette bir saik, korkunç bir saik olmak icap eder.

Onu - bir gün imkân olursa- sosyologlar incelesin...

288

Bizini sualimiz şudur:

40 - 50 yıl sonra, 21'inci Asrın başında bütün hâkimiyet bu gençliğin ve

doğuracağı nesillerin eline geçince, manzaramız ne olacaktır?

Bugün, Türk kadınlık iffetine, Moskof süngüsü al-'tında donunu çözmeğe davet

edercesine "Kara çarşaf!" diye gırtlaklarını paralayarak saldıranlar, yarın,

evine ve efendisine, çocuklarına ve komşularına fedaî, eski Türk ananesinden

tek eser kalmadığı zaman, ne olacağını hayâl edebilirler mi?

Bugünkü moda genç kız tipinin doğuracağı ve terbiye edeceği çocuktan ne hayır

gelecektir? O çocuk, ruhunu hangi imana, beynini hangi meseleye ve nefsini

hangi dâvaya bağlayacaktır?. Orduda nasıl, bankada nasıl, gazetede nasıl,

ticarette nasıl, hükümette nasıl çalışacak ve bütün bu müesseseleri ne hale

getirecektir?

Bir fotoğraf gördüm. Orada ve bir gece kulübü dekorunda gördüğüm genç kızla

erkek, bir hayâl veya misal değil, sert bir vakıa ve hâoise belirtiyor. Batan

Dumlupı-nar denizaltısının içi gibi bir yerde, mustarip dünyaya yabancı, her

türlü mektep ve cemiyet murakabesinden uzak bu gençler, Türk vatanında, sayısı

gittikçe kabaran bir işgal ordusunun öncüleridir. Onlar bu vatanı tam işgal

allına aldıkları gün, acaba hangi düşman, asıl kendi işgal gününün geldiğini

anlayacak ve harekete geçecek?

Daha geçenlerde, bir iki film artistinin ayartıp ırzına geçtiği ve pencereden

çırılçıplak sokağa attığı yazılan Güzel Sanatlar Akademisi talebesinin

misalile birleştirdiğimiz ve bildiklerimizle bilmediklerimiz arasındaki

nis-beti tasarladığımız zaman meydana çıkacak tablonun önünde ölüm terleri

dökmemek mümkün müdür?

İlâç, ilâç; nerede kızgın demir gibi bir ilâç?..

289

Bıı halın sadece maarif çerçevesinde hiç bir ilâcı yoktur. Türk vatanı adına

hayatî bir tehlike belirten bu halin ilâcı, en büyük pay maarife düşmek üzere,

lopyekûn devlet eliyle inkılâp çapında bir harekete girişmektir. Bu hareketin

lormülünü ise bizden başka kimse çözemez ve ilmik ilmik örgüleştiremez! Bu

zamana kadar hep bu dâva uğrunda yırtındık, daha da yırtınacağız!

Fakat sana düşen, ey ruhu ve kafası çile ve mesele dolu insan; devlet çapında

bir aksiyon gerektiğini, alarm kampanalariyle rejimine ve hükümetine telkin

etmendir.

Onlar geliyor ve biz gidiyoruz! Biz gittikten ve onlar geldikten sonra, ortada

ne maraz, ne de şifa diye bir mevzu kalacaktır.

Vâdenin son demlerini yaşıyoruz!!!

(1959)

290

»HAPİSHANEDEN TIMARHANEYE

Birinci Dünya Harbi mütarekesinden bugüne kadar Türk cemiyetini yuguran

muhtelif müessirlerin toplamı, netice bakımından iki şey doğurmuştur;

1 - Derin bir fikir zaafı...

2 - Derin bir ahlâk zaafı...

Yani iki kanatlı insan, bu 40 yıllık devre içinde iki kanadiyle birden

budanmıştır.

Fikir zaafımızın en büyük tezahürü, muharrir denilen ve cemiyetteki tefekkür

sınıfını çerçeveleyen zümrenin hemen hemen tasfiye edilmiş bulunması...

Ruhî ve içtimaî müessirler bir taraftan muharririn yetişmesine engel olurken,

öbür taraftan, yine ayni müessirlerin doğurduğu yeni gazete tipi, muharrir

ihtiyacını her gün biraz daha ortadan kaldırmış, muharrirliği bir re-simaltı

yazarlığı seviyesine düşürmüş; ve muharriri, sekreter emrinde, hokkabazın

asistanı haline getirmiştir.

Bu hokkabazlık, sekreter sanatı olarak, halkın sadece asabı ve tenasül!

cihazını harekete getirmek işidir. Dimağı cihaza pay yoktur.

Eskiden gazete, sözü ve fikrî olan insanın, bizzat sermayelendirdiği, fikir

hakkiyle sermaye hakkını bir araya getirdiği ve başta sekreter olmak üzere,

bütün mutfak

291

kadrosunu bu fikrin emrinde kullandığı, bir nesneydi. ŞU nasi'den, Namık

Kemâl'den, Ebüzziya Tevfik'ten, Hüseyin Cahid'e, Ali Kemâl'e, Yunus Nadi'ye

kadar hep böyleydi; böyle olmuştur ve başka türlü olmasına imkân tasavvur

edilememiştir. Hattâ 10 küsur yıl evvel (Hürriyet) gazetesi çıkıncaya kadar da

hep böyle olmuştur. Tirajını hafifliklerle sağlayan bazı (magazin) gazeteler,

gazete olmak haysiyet ve şahsiyetini kimseye kabul ettirememiştir.

(Hürriyet) gazetesi - ki ahçıbaşıların gazetesidir ve matbuatta fikir

boşluğunun en korkunç örneğidir- intişar sahasına çıkıp da patronunun bizzat

söylediği gibi:

"- Fikri ve muharriri idam edeceğim!"

Ölçüsü ile işi sadece nebatî ve hayvanı plânda bir merak ve alâka çekiciliği

sanatına dökünce, manzara değişmiştir. Eski çar generalinin, yerini,

Holivutta, eski Rusya'ya ait filmlerinin figüranlığında bulması gibi, muazzam

ve muhteşem fikir, bir anda uşağına köle olmuştur.

Bugün Babıâli veya Babıâdide ne kadar organ varsa, hepsi (Hürriyet) ekolünün

derece derece mukallididir.

Babıâli'ye, fabrikatör, armatör sermayesinin akmaya başladığı ve gazeteciliği

bir nevi hafiflik ve eğlencelik reçetesi haline getirip bir de onda mevcut

olmayan mevhum fikir temsilciliği edasiyle malî ve siyasî menfaatler peşinde

gezmeye başladığı günden beri, dâva büsbütün soysuzlaşmıştır.

Bundan bir devre evvelki gazeteciliğimizde, nisbe-ten bir fikir, bir fikir

hürmeti vardı. Fakat fikrin ruhî ve ahlâkî mesnedi yoktu. Bugün, esasın esası

olan fikir mesnedi tamamen kaldırılmış ve yüzde yüz ahlâksız bir esnaflık ve

istismar zihniyetinden başka ortada hiç bir şey kalmamıştır.

Günümüzün matbuatında muhalefete temayül, her-

292

hangi bir kanaatin değil, ticaret ve fayda ölçüsünün 1 numaralı maddesidir.

İman gibi en ulvî bir vicdan tecellisinin, borsa oyunlarına göre kâh şimal ve

kâh cenup istikametini göstermesinden daha sefil bir şey olabilir mi?

Devrimizin fikrî ve ahlâkî zaafı, Türk muharririnde tecelli ettiği kadar

hiçbir örnek üzerinde teşahhus edemez.

Lâtin harfleri neslinden bir tek istidat çıkmadığı gibi, hâlâ bazı sermaye

esnaflarının kıymet verir gibi göründüğü aksaçlılar da yarın öbür gün

üzerlerine toprağın yorganını çektikten sonra ortada, spor muharrirlerinden ve

magazin sekreterlerinden başka kimse kalmıyacak; ve istihale ettirilen

cemiyetle bu cemiyetin lâyık olduğu eser birbirini bulmuş olacaktır.

Demek ki, bir müddet sonra şikâyete de sebep kalmayacak; ve fikir, ahlâk, iman

sözlerinin belirtebileceği hiç bir kıyas hükmüne, hâtıra kabilinden olsun yer

bulun-mıyacaktır... Bugün fikri hapishaneye atanların dölleri, yarın onu

tımarhaneye atacaklardır.

(1959)

293

NEFS-İ AZİZ

Son çeyrek asır, idare, iktidar, ticaret, iş adaftilığı, tek kelimeyle

muvaffakiyet sahasında, karşımıza son derece (standardİze) bir tip çıkardı:

"Nefs-i Aziz" tipi...

Bu tip umumiyetle göbeklidir, aklınca şıktır. Karamanlı bakkallar gibi her

haliyle ekaba ve görgüsüz ve sevret iddiasındadır. Aman, ne müteazzım ve ne

küstahtır! Suratı kasvetli ve asık ve bakışı tahkir edicidir. Bütün

ceberrûtuna rağmen ruhunda gayet sinsi ve mahrem bir korkaklık ukdesi yaşatır.

Umumiyetle, tanımadıklarına. yani "Millet" dedikleri kitleye karşı fevkalâde

emniyetsiz ve itimatsız bir tavrı vardır. Bir iyilik vecağalık ederken bile

bunu aziz nefsinin bir kefareti halinde lütfettiğini gizleyemez. Nazarında,

kendisine yalvarıp, iş, himaye veya para isteyenlerle, hiçbir şey istemeksizin

onu boğacak veya suratına tükürecek gibi bakıp geçenler arasında bir yakınlık

veya uzaklık farkı yoktur. Dalkavuğu tarafından da, düşmanı tarafından da

nefret edildiğini, sadece nefret edildiğini bilir. Zira kendisi, nefret

etmeye, sadece nefret etmeye mecburdur. Göz bebeklerinde, en küçük vecd, en

miskin aşk, en basit İman, en kırıntı samimiyet, en biçare

294

mcıluınıct, cıı nuıluun şefkatten eseı aramayım/'! Sinirli ve tahammülsüzdür.

Uzun u/.adıya lâf ve dert dinlemeyi sevmez. Nabzına göre şerbet veren

dalkavuğun kısa ve (komprime)nüktelerinden başka hiçbir şeye, hele fikir ve

tahlile asla tahammül edemez. Hiç kimse, onun kadar ca-lıİl. onun kadar irfan

züğürdü olamaz. Yemeğini, yediği mahlûkun kaatili gibi yer; alâkalandığı ve

belki pek kolay temin ettiği kadınlarda, kana ve haysiyete susamış bir sülük

intihamdan ve bir miktar paradan başka hiç bir izi mevcut değildir. (Kolosal)

ahmaklığına rağmen (bezik) oynarken ve benimsediği işleri takip ederken

gösterdiği deha ve hesaba şaşmamak elden gelmez.

Bu tipin her zerresinden, her mesamesinden, her tavrından, her işinden yalnız

şu mâna tüter:

- Her şey "nefs-İ aziz" içindir ve ben bir nefs-i aziz heykeliyim!

Son çeyrek asrın nafiz adamı budur, kaadîr adamı budur, reisi budur, müdürü

budur, tüccarı budur, başmuharriri budur; budur oğlu budur ve bu mücerred

tipin başlıca müşahhas karargâhları bazı Ankara otelleridir. Bu l ip. sonradan

gelme, Ankaralıdır. Kısacası, son çeyrek asrın en canlı eseri budur!

Gelin de şimdi, bu tipin ağzındaki "inkılâp" kelimesine dayanın!

İşte. inkılâp perdesinin fonundaki canhıraş karaltı!.. Budur: "Nefs-i aziz"...

(1952)

295

MÜRTECİ KİMDİR?

• Haydi, Çemberlitaş'a, İstanbul'un şu meşhur Çem-berlitaş'ına bir iftira

atalım! Ona öyle bir kulp takalım ki, kendisine hiç uymasın! Söyleyin;

Çemberlitaş ne değildir; ne değilse onu söyleyin!

Bu da ne lâf? Çemberlitaş'ın olmadığı şey namütenahidir; hepsini saymak mı

lâzım? Lahana değildir, meb'us değildir, pabuç değildir, inek değildir,

vesaire...

Doğru! Onun olmadığı, yahut sadece alâkasız olduğu şey namütenahi; fakat asla

olmadığı şey de muhakkak ki, olduğu şey gibi bir tanedir. Dâva ile aks-i dâva,

müsbetle menfi gibi... Gündüzün asla olmadığı, yani kâmil zıddı olduğu şey,

gece değil mi? Haydi, Çemberlitaş'ın kâmil zıddmı bulalım! Çemberlitaş'a kâmil

zıddiyle iftira edelim! O nedir? Kuyu!

Evet, göklerin ulaşılmaz bekâretine doğru sipsivri çıkık Çemberlitaş'ın en

olmadığı, en olamıyacağı şey, içeriye doğru sipsivri batık bir nesnedir; o da

kuyu...

İşte âlemdeki en hazin tecelli, bir insanın, bir zümrenin, bir hareketin, bir

dâvanın da böyle kâmil zıddiyle, kâmil zıdlar arasındaki kepaze benzerlik

vehmiyle iftira-

296

ya uğraması!.. Limonlu/u, limonun; makine dokuması (imîta.syon) halı, Şiraz

halısının; abuk sabuk kelime piyangosu, müphem ve girift şiirin en büyük

iftiracısı olduğu gibi,..

Öyle!.. Amma bu idrâk ve görüş hayâsızlığının bir derece daha üstü veya altı

var! İki malûm arasında müspetle menfiyi tokuşturucu kalpazanlık şenaatini bir

tarafa bırakalım; daha fecii şunlar: Asla bilmedikleri ifadeleri, asla ne

ifade ettiği bilinmiyecek orta malı asri (!) dema-gocya vasıflariyle

damgalayanlar!.. En aşağının aşağısı, esfelin sefili bunlardır!

"Sağdan yürüyelim!" dediği için "bu adam sağdır!" "yeşil fener geminin soluna

düşer!" dedi diye "bu adam soldur!" tarzındaki ithamları değil de, daha

beterini kastediyorum: Dini, imanı, aşkı, ruhu, şahsiyeti, ahlâkı müdafaa

edenlere "bunlar mürtecidir!" ithamını kastediyorum! Hiç bir ifade, (mürteci)

kelimesini kullanmak kadar ayıp belirlemez. (Mürteci) ne demek? Lügat mânası,

"geriye dönen"... Eğer bir ân evvel altın kasa anahtarımı unuttuğum kuyumcu

dükkânına doğru çizdiğim helezon, çirkef-ten ilerisi midir, gerisi midir?

Tayyare mi, bin bîr gece masallarındaki sihirli seccadeye doğru bir irticadır;

yoksa atom bombası altında yutulacak bir medeniyet mi, kazıklı göl evlerine

doğru bir ilerileme?

Hakikat dururken; hakikatin, şekil, renk, ses ve rayiha esen dağbaşlan

dururken, bu sarahatsiz ve istikamet-siz bulanıklık?.. Fikir söndürmek için bu

zulmet tulumbacılığı'?.. Hem ne fayda umulabüir ki, bu kelimelerden?...

Hayır! Bu kelimenin bir faydası vardır. Hiçbir iman şekli, zamanı durdurmaya

ve kokutmaya talip olmadığına ve olamıyacağına göre, (mürteci) kelimesi, hem

de yüzde yüz sıhhatle, yalnız zamanı durduranlar ve koku-

297

lanlar hakkımla kıtllanılabiliı. imc o ziıhıihi faydalı olur! Bu kelime, Zıııa

sokağında uçan kuşa "orospu!" diye bağıran mahlûk gibi, yalnız kendi

nâracısmın sâdık ve samimî habercisidir!

(1952)

298

KÖYE MARŞ!

Eski Alman ordularının; kazadımı yürüyüşüyle geliyorlar! Köylüler bunlar...

Nereye ve niçin? Cevabı kolay: Büyük şehirlere, para yapmak için...

Muharrir acından ölürken Nİğde'li hamal Babıâli'de milyoner olur. İşe, okkalık

iade kâğıdı alıp satmakla başlar. Evvelâ kantar hilelerini ve fiat

katakullilerini öğrenir: sonra da karaborsacılığa ve faizciliğe başlar. Artık

keka!...

En hantal köylü tipi bile bir şey öğrenmiştir: Şehre taşınıp 15 - 20 lira

yevmiyeyle işe girmek, boyuna ücret fazlasiyle kapı değiştirmek, yükünü

tutmak...

Görülüyor ki, köylü kendisini söğüt ağacının dibindeki toprak dama bağlayan

ruhî ve iktisadî müeyyideleri her gün biraz daha gevşetmekte...

Geçmiş zaman İçinde, kalbur saman içinde, İstanbul kaldırımlarını çiğnemek

gayesiyle tek - tük ve tortu halinde büyük şehirlere gelen ve paşa kapılarında

çalışan sadık ve fedakâr köylü, şimdi tek - tük ve tortu halinde köyüne bağlı

kalmakta, eski sadık ve fedakâr seciyesini unutmuşa benzemektedir

299

Doğrudan doğruya Halk partisi iküdııi ıııın eseri olan bu hal, ruhî ve

iktisadî bir faciadır! Köylü, onun devrinde buğdayını toprağa gömmeyi ve

devletten kaçırmayı öğrenmiş, devletin istediğini ekmemek ve toprağı kel ve

keleş bırakmak gibi pasif bir isyana girişmiş, maddî ve ruhî

murakabesizliklerin en korkunçları içinde bin yıllık ziraî nizamı zedelemeye

doğru gitmiş; ondan sonra da, gördüğü himaye ve itibar neticesinde köyüne

bağlanacağı yerde, artık bir kere zedelemiş bulunduğu eski nizamı bir daha

benimsemeksizin, şehirlerde kendisine macera aramaya koyulmuştur.

İstanbul'un bazı sayfiye yerleri, bir işgal ordusu manzarasıyle, köylü

çadırından geçilmiyor.

İşte şehirlere doğru kazadımı yürüyüşiyle akın edenlerin çizdiği tablo...

Bunda, asrımızın yarısından başlıyarak müthiş surette terakki eden metropol

servetlerinin iş ve el emeği hacmine verdiği şans, belki en büyük müessir...

Demek ki, C.H.P.'den sonra, köylünün maddî bünyesi bazı salâh tedbirleri içine

alınırken, ruhî bünyesi dü-şünelememİş; ve nizam, şehirle köy arasındaki ahenk

olarak, merkezî bir Ölçüye bağlanmamıştır.

İşte bugünkü iktisadî buhranımızın, en haysiyetli görüşle baş âmili, bu

ahenksizlik ve merkezî ölçüsüzlüktür. Bir taraftan (enflâsyon), öbür taraftan

Millî Korunma; bir taraftan (deflasyon), Öbür taraftan fiat tereffuu, bir

taraftan devlet yatırımları, öbür taraftan (döviz) sıkıntısı ve daha nelerle

neler arasında, hep aynı ahenk ve muvazene ıstırabı...

Bilhassa, iktisadiyatımızın temelini, ziraî veya sınaî temellerden hangisine

istinat ettireceğimizi bilememek ve bu iki cepheyi ayrı ayrı ve birarada

murakabe ve

300

muhasebe edememekteki ahenk ve muvazene ıstırabı, dâvanın belkemiği olsa

gerek...

Ebenin alamadığı çocuğu doktor sıfatiyle ve (forseps) ile almaya gelen Alman

İktisat Nazırının bir sözü, bir hamlede işin belkemiğine dokunuyor

- Siz ziraî bir memleketsiniz! Bu sistemi muhafaza etmekle mükellefsiniz!

Ziraî sahayı ihmal, sizin için kötü

olur!

Bu (lâkonik) ve askerî emirler gibi kupkuru ifadede bütün derdimiz, bütün açık

ve gizli sebepleriyle yatmaktadır. Fakat bir ecnebi için hâdisenin daha fazla

ifşası mümkün değildir. Bilhassa tamamen sınaileşmiş ve mamul madde

ihracatçısı haline gelmiş bir memleket mümessili için...

Makineyi yapmadan makineleşmeğe kalkmanın neticeleri ve hususiyle bünye

içinden gelmeyen zoraki tatbiklerle sınaîleşmeye bakmanın akıbetleri üzerinde

kamuslar dolusu söz söylemek lâzım... Biz sadece bedahete dayanıp belirtelim

ki, smaîleşmeyi bir zaman ve tedricî bünye işi kabul edip ziraî memleket

karakterini en zengin mikyasta yerine getirmeye çalışmaktan başka bize yol

yoktur. Birini bozup Öbürünü yapamamaksa, faciadır.

Muharrik kuvvet kaynağından ve yedek parçadan mahrum makine karşısında Öküz

daima muzaffer olur.

Ziraî temel dâvası için de, köye ve köylüye el atmak, onu maddesi ve ruhiyle

İmar ve köyünde mesut etmek, kaçaklarını da aynı kazadımı yürüyüşüyle köye

döndürmek, ana vazife...

İlk iş bir kumanda:

- Geriye dön! Kazadımı yürüyüşüyle köye marş!

(1965)

301

AMERİKA, DÜNYA VE BİZ

Bugün dünya, milletlerin oluş istikameti ve tekevvün hakkı bakımından iki

vahide ayrılmıştır. Sonunda kaba ve basit iki vâhid... Ya Amerika'yı

tutacaksınız, ya demokrasiyi, ya komüııizmayı... Bunlardan birine temayül,

derhal ve kat'î olarak öbürüne aykırılık mânasına gelir. Onun için, en küçük

Amerikan aleyhtarlığı, hangi zaviyeden olursa olsun, Sovyetleri desteklemek

diye anlaşılır. Bu yüzden, komünizmaya zıt bir dünya görüşü, kerhen de olsa,

Amerikan politikasını korumakla mükelleftir.

ikinci Dünya Harbinden sonra Avrupa medeniyetinin büyük mümessileri, bir nevi

iktisadî ve teknik tabiiyet yüzünden dünya görüşlerindeki isliklâllerini

kaybetmişler ve mecburî olarak Amerikan hegemonyası altına girmişlerdir.

İmparatorluğunu ve dünya siyasetindeki başbuğlu-ğunu kaybeden şahsiyetli

İngiltere, şimdi bütün aksiyonunu ve söz hakkını kaybetmiş mahzun bir ülke

halindedir. Almanya, topyekûn, varlığiyle ödemek mevkiinde bulunduğu harp

felâketini telâfi için, hârika çapında bir kalkınmadan gayri hiçbir gaye

sahibi değildir. Avrupa'nın diğer milletleri de, Garp medeniyetini meçhul bir

yarına çeken sinsi şartlara karşı, bütün güçlerini, kendi kabukları

302

içinde, ruhî ve ikıisadî günübirlik bir ferahlığa yöneltmiş ve dünya

politikası üzerinde müessir olmak gayretini unutmuş bulunuyorlar.

Yalnız Fransa (Dö Gol) tecrübesinden sonra bir şahsiyet hummasına düşebildi;

ve (Frenk) isminin eski temsil hakkı üzerinde yepyeni bir istikamet

kolladığını belli etli. Dış politikada ilk defa olarak (DÖ Gol)ün; Amerikan

hava üslerini Fransa'dan tasfiyeye kalkması, işte bu istiklâl ve şahsiyet

davranışının en bariz işaretidir. Bu işaret, Fransa'nın, arlık bir âlet

mevkiinden çıkıp, Garp medeniyetini yuğuran şahsiyetli milletlerden biri olmak

sıfatını her sahada göstermek ve bütün iç ve dış buhranların yenmek

istemesinden başka bir maksada yorulamaz.

Hakikat şudur ki, Amerika, sadece iktisadî ve tek-nik üstünlüğü yüzünden,

ayrıca hiçbir payı bulunmayan Garp medeniyetini bütün hakları ve

imtiyazlariyle ve açıkgözce nefsine yamamış; ve cihanın komünizma dehşetine

karşı kendisini biricik tutamak hâline getirmeyi bilmiştir. Bu tutamağa el

atanlar da, onun irâdesine dünya çapında hiçbir temsil tavrı takmrnamaya,

şahsiyetsiz yaşamaya ve Amerikalılara mahsus basit ve düpedüz dünyanın

bekçiliğini etmeye mecburdur.

Bu ne boğucu, sıkıcı Dünya! Yukarıya tükürsem bıyığım, aşağıya tükürsem

sakalım...

Nazariyede materyalist Rusya'ya karşı ameliyede materyalist Amerika, cihana

öyle ablak bir çehre vermiştir ki, ikisi arasında sıkışıp kalan Avrupa, evvelâ

birincisine, sonra ikincisine karşı (spiritüalist) bünyesini koruyabilmek için

ne yapacağını bilememektedir. Birinden korunmanın öbürüne sığınmak şekilned

tecelli eden çaresi, gerçek korunmayı ve şahsiyet müdafaasını büsbütün iflâs

ettirici bir durum arzetmektedir.

303

Bize gelince: Halk Partisi devrinden beri, mutlak ve mecburî Amerikan

siyasetini tutmak, Türkiye hesabına biricik doğru yol... Buna şüphe yok...

Cihanın ölüm ve dirim hâlinde iki yolundan dirim istikametini seçmek, millî

irâde ibresi yalnız bu istikameti gösterdiğine göre, her hâlde Halk Partisi

hesabına büyük bir keşif değil..,

Evet, dirim yolu seçildi; fakat bu yolda diri bir anlayış ve şahsiyetli bir

tavır gösterilemedi. Vaziyet o türlü idare edildi ki, Amerika bizi cebinde

kek^k b;fdi: ve bizim için, idraksiz kekliklere maıu.us küçük fedakârlıklardan

ileriye gitmedi.

Mes'ele, Amerikan yardımının azlığında çokluğunda değil; Amerika'nın

karşısında, yalnız kendi millî tekevvün gayesine bağlı, şahsiyetli bir millet

tavrını takınmakta ve ona göre hürmet ve itibar sahibi olmakta... Coğrafya ve

tarihimiz, bizi, kapitalizma ve komünizma sistemlerini arasındaki nihaî

muhasebenin ana rakamını temsil edecek kadar nazik bir makamda bulundurduğuna

jıure, Amerika'dan bu makamın dolgun hakkını istemek ve nazlı bir sevgili

muamelesi görmek biricik dikkâtimiz olmalıydı. Olmadı; sanki Amerika

tarafından boş bir araziye sevkedilmiş ve hudut bekçiliğini almış boğaz

tokluğuna çalışır bir millet olduk.

Hele lisaniyle, üslûbiyle, tipiyle, ruh ruueıiyle ve kendine göre kültürü veya

kültür iddiasiyle Amerikalının içimize nüfuzu, korkunç bir şeydir. Dolar

kuvvetine dayanan ve sade Türkiye'de değil, dünyanın her tarafında kendisini*

hissettiren bu maddî ve aynı zamanda manevî nüfuz, belki Avrupa'nın ruhî

sahada baş derdidir.

Zira Amerikalı, eski bir kök ve şahsiyet damarına bağlı olmaktan uzaktır.

Garbın milletler katışığından doğma öyle bir melezdir ki, o milletlere ait ruh

ukdelerini di-

304

binden tnış etmiş; ve nıes'elesiz, dâvası/., derişiz, ıziırap-sız, yalnız

madde hesaplarına bağlı ve beş hasse plânında yaşar bir yeni insan tipi

getirmiştir. Bu yeni insan, elektriğin ne demek olduğunu düşünmez veya

düşünmekte bir fayda görmez; onu bir ampul içinde zaptetmeyi kâfi bulur. Bu

yeni insanın hürriyet fikrinden, daha doğrusu İnsiyakından başka hiçbir ruhî

sistemi yoktur. Başıboştur, ucalarına tâbidir, her kayıttan ve ölçüden

azadedir, manevî sulta ve disiplin boyunduruklarından hiçbirinin hükmü altına

giremez; hasılı tam mânasiyle tabiat ve

madde insanıdır.

Tarih, şahsiyet, ruhî hayat ve mes'ele sahibi milletler içinde böyle bir tip,

ancak bozucu ve çürütücü olabilir. Hele yeni bir hayat ve tekevvün arayan ve

henüz olamamış bulunan milletler Amerikalıyı örnek aldıkları gün, meydana

bütün lûgatçesi 10 - 15 kelimeden ibaret, her ân çiklet çiğneyen ve homurtu

hâlinde konuşan ve anlaşan, hiçbir ruhî müeyyideye kıymet vermiyen başıboşlar

topluluğundan başka birşey çıkamaz. Amerikalı tipi, kendi vatanında belki her

türlü içtimaî medeniyet ve murakabeye mâlik olabilir; fakat taklitçilerinin

dünyasında sadece felâkettir. Amerikaya gidip Amerikalı olmak belki iyi; fakat

milleti içinde Amerikalılaşmak, mümkün olduğu kadar kötü...

Başınızı kaldırıp büyük şehirlerde şöyle bir hâlimize bakacak olursanız,

(Amerikanizm) denilen âfetin, kılığımızda, meşrebimizde, üslûbumuzda, edamızda

bizi kendimizden ne kadar uzaklara götürdüğünü, yahut götürmek istediğini

sezersiniz.

Mekteplerimize, gençlerimize, züppelerimize, zevk-ü safa hayatımıza; ve oradan

bütün müesseselerimize, evet bütün müesseselerimize dikkatle bakınız, yeter!

305

Biı Amerikan gemisinin istanbul'a pekliyi utin. şehrin geçirdiği ıciAm. (Noel)

Babınım çıkını eııannJa ço-cukhtr geçirmez.

Eğer arada bir kendilerinden şu veya bu tarzda, hattâ bayrağımıza kadar uzanan

kabalıklar görüyorsak, bunu, Amerikalının mizacında değil, kendi ruhî

zebunluğumuzun muhatabımıza verdiği gururda aramalıyız

İktisat reçetelerine kadar her şeyi sonsuz cömertliğinden beklediğimiz bir

millet fertlerinin b^ze karşı daha ulvî hareket etmesini beklemek ve böyle bir

istidadı da Amerikalıdan ummak, yerinde sayılamaz.

Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak, Amerika'nın ebedî müttefiki.

Amerikalının da "Sen sensin, ben de benim" tarzında dostu olmaktır.

Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak... Yoksa belâ

hâline getirmek değil..,

Bunu en küçük milletler yaparken biz yapamazsak hazin olur. Amerika da ancak

böyle bir şahsiyete maddî ve manevî itibar biçebilir. Yoksa, gelip geçici

menfaatleri bakımından alâkadar olduğu; ve bir Amerikan bahriyelisinin iki

yana açık bacakları arasındaki perspektif içinde mütalâa etliği kadrodan

ileriye geçemeyiz.

Dış siyasetimizde Amerikan ve iç bünyemizde (Amerikanizm) politikasını,

kendimizde tecezzi kabul etmez bir şahsiyet vahidine göre ayarlamakta, devlet

ve millet çapında kalkınışımızı kuşatacak derecede büyük ve her i.şe hâkim bir

mânâ gizlidir.

Bu mânâ tâ merkezinden ele geçirildiği gün, Türk ve Amerikan bayrakları, biri

şu kadar yıldızlı ve öbürü sadece ay ve yıldızlı, İki ayrı dünyanın iki ayrı

ve fakat daima beraber mümessileri hâlinde yanyana göndere çekilebilir.

(1965) 306

ASRI GÖZBAİCILIK

Bİr zamanlar bir çığlıktır kopmuştu:

Ruslar Ay'a vardı!!!

Keşke topyekûn varsalar ve Ay'a göç etselerdi de kurtulsaydik!

Ve bu çığlığın dili altında şu mânâlar:

Ruslar, fezaya, sonsuz mesafelere, zaman ve mekâna hükmedici bir ilim

seviyesine ulaşmışlardır!!!

Alemde bu mânâ kadar kör ve ebleh, hiçbir şey düşünülemez. Bu mânâya evvelâ

gerçek ilim ve fen, sonra fikir ve müşahede, sonra da dirayet ve siyaset

kahkahalarla güler.

Ruslar o zaman Ay'a gitmemişti; sadece insan ruhunun fezasındaki hayret ve

dehşet yıldızına bir füze göndermiş ve onu hedefine ulaştırmıştı.

Ay'a gitmek, derken güneşe bilet kesmek, seyyarelerin etrafına çalgılı

gazinolarla donatımlı sun'î peykler takmak, filân, falan... Bunlar, müsbet

İlimlerin felsefe gözündeki kıymet hükümlerini ve imkân sınırlarını

bilenler-ee, işin sadece hayâl ve fantazya tarafına ait masallar... (Holİvut)

esnafının sahte esrar fırçalariyle şeklindirilmişe benzeyen ve (sansasyon)

dergilerinde bu türlü şekillendiği 17

rilen mahul âletler de, yine gerçek ilim ve irfan gözünde, kendilerine isnat

ettikeri pul hüviyeti bakımından birer bonmarşe oyuncağı...

O zamanki İngiliz m üs bet ilim mecmualarına göre, ne Ay'a varıldığını mutlak

bir müşahade hâlinde ispat edici fennî bir kontrol, ne de Ay'a varmaktaki

hüneri artık Rusların beşeriyeti devr ve teslim alacağı şeklinde bir delâlet

saymaya imkân vardır.

Bu bir umacı oyunundan ibarettir; ve oyun, sadece güttüğü ruhî gaye bakımından

muvaffaktır.

Evet; biraz evvel kaydettiğimiz gibi, hedef Ay değil, Avrupalı ve Amerikalı

burjuvanın ruhudur. Meşhur Fransız tabiriyle:

- Pour epater le bourgeois... (Burjuvayı apıştırmak için)... Tâbirin kastına

göre, ahmak burjuva ruhu, birdenbire tepeden inme bir "anlaşılmaz" karşısında

kalınca şaşırır ve alıştığı muvazene ve nefs emniyetini kaybeder. Gramofon

dinleyen Afrika vahşilerinin hâli gibi bir şey...

İşte Rusların bütün taktiği veya taktikası, Avrupalı ve Amerikalı bön halk

yığınlarının ruh muvazenesini bozmak ve yüreklere Rus üstünlüğü hakkında

müthiş bir ukde düşürmek...

Bu ukde muvaffakiyetle ruhlara düşürülmüştür, hem de müsbet bilgilerce zayıf

olan memleketlere daha fazlası isabet etmek şartiyle...

Ay'a gitmekten bin kere daha başarılı, verimli olan Rus taktikasının hedefi,

işte buydu!

Halbuki, malûm hikâyeler karşısında apışılmayacak, gerekli ihtiyat payları

muhafaza edilecek, işin doğru ve yalan tarafları sıhhatle ve soğukkanlılıkla

ayıklanacak; ve her şeyden evvel olgun bir pişkinlik ve asrımızın son

308

moda İen hurafelerine karşı bir mukavemet tavrı takınılacaktı. Hâdiseden

çıkarılacak ibret dersi de, Rusların, can havliyle ne türlü çalıştıklarına

dikkat etmek ve bundan Demokrasiler cephesine bir pay devşirmek olacaktı.

Nitekim, İngiliz ve Almanlar gibi müsbet bilgilerde en ileri seviyeyi tutmuş

milletler, onda üç hakikate karşı, onda yedi palavra belirten bu hâdiselere,

karşılık vermeye tenezzül etmeyici bir vekar ve ağırbaşlılık edâsiyle mukabele

ederken. Amerikalılar, Demokrasi cephesinin mağrur patronu sıfatiyle öne

atıldı ve "heya-mola!"lar çekerek umacı oyununa aynı taktikle cevap vermeye

başladı. Yaptı, yapamadı, yara gibi oldu ve nihayet yaptı! Umacı umacıdan

korkmıyacağına göre, başka türlü, hokkabazlık numaralarına âşık Amerikan

burjuasını teskin edemezdi. Amele kasketinden on domuz çıkaran Moskof

gözbağcısına karşılık. Amerikan illüzyonisti, silindir şapkasından yirmi İnek

çıkarmalıydı ki, (Holivut) terbiyesinden geçme burjuvalar "oh, rahat ettim!"

diye-bilsİnler...

Gelelim işin, yeryüzü hesabiyle ilmî ve amelî değerine:

Bir zamanlar, Rusların attığı füze Ay'a varmış olabilir, varmamış olabilir.

Buradan Ay'a gitmek ve oradan dünyaya gelmek diye, mücerret fennî bir kudret

ifadesinden başka, bu işde iktisadî, askerî, siyasî, içtimaî bir gaye ve

bunlara bağlı bir faide hedefi mevcut değildir. Olsa olsa bu fennî imkânın,

yeryüzüne tatbiki bahis mevzuu olabilir ki, o da, Moskova'dan Vaşington'a

kadar her yerin bu füzelerle nokta nokta ve merkez merkez dövülüp

dö-vülümeyeceği...

Sovyetlerin teknik imkânları, yeryüzü mikyaslariyle, yeryüzü mesafelerine

hâkim bir durum kazanmış mı-

309

dır. ka/annıaııuş mıdır; aynı hâkim dunun,ı Avrupa ve Amerika malik midir,

değil midir?

İşte bütün ıncs'ele!..

Bu zamana kadar feza dâvası etrafındaki Moskol edebiyatı ve Rus

diplomatlarının tavırları, böyle bir İmkâna erdikten sonra takınılacak

edalardan olabileceği gibi, bilhassa böyle bir imkâna erİlmiş olduğu süsünü

vermenin duruşu da olabilir, Hattâ bu tavır ve edalar, gerçekten Ay'a gitmenin

ve bu suretle yeryüzünde rakipsiz bir imtiyaz kazanmanın gerektirdiği temkin

ve ihtiyat, mahremiyet ve esrar ifadesine zıttır. Bu da gösteriyor ki, işin

umacı esrarı taktiği, fennî bir hakikatin muhafazası politikasına galiptir.

Fakat ister Ay'ı veya ayt/ı şereflendiren füzeye ait umacı masalını fazla

şişirip ruhları felce uğratmaya, ister ona aldırmayıp aradaki fennî imkâii

payını inkâr etmeye, selim akıl müsaade etmez.

Selim akıl hemen kavrar ve görür ki, Moskof'lar, bundan yarım, hattâ çeyrek

asır evvelinin Garp seviyesine nisbetle son derece geri Rus milletini, bugün,

kendisini mânâda boğazlamış olan bâtıl mezheplerinin gayet disiplinli tutumu

yüzünden geceyi gündüze katarak çalışmakta; fert hakkı, nefes alma hürriyeti

diye bir şey tanımamakta ve bu noktadan malûl bulunan Balı cemiyetlerini

korkutucu bir seviyeye doğru yükselmektedir. Feza dâva ve yarışmasından

alınacak en büyük ders de, Mos-kofların, arı beyleri etrafındaki bu hummalı

çalışmasıdır. İnkâr kabul etmez nokta; kabul edeni miskinlik ve ataletinden

uyandırıcı biricik nokta budur. Bu nokta da, üç veya üç bin kere "çalışalım!"

demekle halledilmiş olmaz; neye ve nasıl çalışılacağını bilmek ve göstermekle

olur.

Böyle bir anlayışa da, hemen harekete geçmekten,

310

umacı oyuiılaıına pabuç bırakmaksızın hak ikalı sımsıkı çereevelemekien. büıün

imkâıılariyle seferber olmaktan ve artık bülün vâdelerin dolmuş bulunduğunu

sezmekten ve ona göre davranmaktan başka vaz.ite düşme/..

Yoksa, umacı oyununun, isteyerek veya isteınıye-rek şaşkını durumuna

yuvarlanmak ve onun âdeta gafil reklâmcılığını yapmak, şimdiden, Moskofların

Ay'da kurduğu esir kampına düşmek olur.

Bu vaziyet, bizim gibi milletler için olduğu kadar, hokkabazlığa hokkabazlıkla

cevap vermeye kalkan, halbuki işin bir taraftan maskesini yırtıp öbür taraftan

yeryüzü hakikatine kıymet vermesi gereken Amerikalılar için de aynı şeydir.

Ay'a giden yok amma, sen nazarlarını şaşkın şaşkın Ay'a çevirmişken boğazına

yapışmak isteyen biri var...

Asri gözbağcılığın amelî hedefi budur.

(1965)

311

ÖLÜLER VE DİRİLER

On beş, onyedi yıl kadar oluyor. Gazetelerde okumuştum:

Ruslar ölülerini ihraç ediyor!

Evet, tıpkı mavi paketlerde İMoskof şekeri, çelik çenberli balyalarda hayvan

derisi ihraç-eder gibi, kim bilir nasıl bir zarf içinde, dünya pazarına

ölülerini sürüyor! Buna sebep de Avrupa tıp müesseselerinin, üzerinde çalışmak

için kâfi mıktaıda ceset bulamaması... Hem fennin insan cesedi üzerindeki

vazifesi diye bir hak kabul eden, hem de bu işe kendi ölülerini ayıramamak

gibi ruhunda dinî bir haşyet taşıyan ımiyar Avrupanın halî ne hazin!

Ruslar dinsiz... Ölülere kıymet vermezlermiş... İnsan ölüsü üzerinde zabıta

kuran bütün itikat müesseseleri onlar için masalmış... Ne kilise, ne papas, ne

âhiret, ne mezar...

İnsanoğlunun, ölülerine kıymet vermesi için yalnız dindar olması mı lâzım?..

Ölüyü, postacıya bir mektup verircesine din vazifeaarlarmın eline teslim

cesaretini göstermek için, il'*3 ahiret isimli ebedî bir mizan mekânına mı

inanmak lâzım? Ölülere, arkalarından, derin bir fikir ve mâna gözüyle

bakabilmek için mutlaka Allaha ve dine mi bağlı bulunmak lâzım?.. Bu

inanışlar, büyük

312

kurtuluşun yollan... Ya kurtuluş yoluna giremiyenlcrin gözünde insan ölüsü?..

Bu ölüyü değerlendirmek için sadece ve hattâ en bâtıl yoldan ve bir parçacık

insana inanmak yetemez mi?..

Bir insanı, öldükten sonra, saçından keçe, dişinden tarak, kemiğinden zamk ve

yağından mum çıkacak bir madde yığını halinde görmemek için. onun, elektrik

ampulüne benzer kristal bir kalıp içinde manevî ve aydınlık bir kudret menbaı

olduğuna inanmak yetmez mi?

Dinin bildirdiği âhiret, belki bir çoklarınca yalandır. Fakat yine onlarca,

muşambadan tiyatro dekorlarına benziyen bu güzel ve san'ath yalanın peyzajı

önünde ve düğün alaylarım hatırlatan esrarlı bir tören ahenginin sessiz

musikisi içinde dinin ölülere yaptığı merasim, ruhlar-daki namütenahilik

iştiyakının ifadesi olduğu için güzel ve gidenden ziyade geri kalana hitap

ettiği için kendilerine makbul görülmeli değil midir? Dikkât edersen, bir

parça zevk ve anlayış sahibi bfrjcâfirin gözünde bile insan ölüsünün bir şey

belirtmesi gerektiğine dokunuyorum. Ruhumuza ait merasimi kalıbımız üzerinde

yapmayıp da nerede yapacağız? Ondan başka teşahhus etmiş nemiz var?

Ruh ve maneviyata yaptığı bu küfürle insan kabiliyet ve hareketini bir

(tarbin) makinesinin mekanizması kadar bayağılaştıran, insan kıymetini basit

bir (faide-i mi-hanikiye)ye indiren bir cemiyet havası içinde derin ve ebedî

insan, içinden çöke çöke Taş Devri insanlarının bile bir derece daha ileri

olduğu bir hareket noktasına kadar gerilemiş demektir.

Artık onu çökmekten, dağılmaktan, çürümekten ne kurtaracak? Cemiyet, şehir,

makine, nizam, program, plân mı? Ondan sonra bunlarm hepsi illet veya hikmeti

313

a;ıİ;ı;ıLımıy;ıc;tk birci hihnav. j.mîiintı mazide k:-»imı> birer

hiyerogliftir.

Ruh olnııyan yerde madde yoklur.

Nitekim aradan şu kadar zaman geçtikten sonra bugün bu cemiyeti ayakla

tutabilmek için. askerlerini düşman tankları önünden kaçmasın diye. başı,

kolları ve bomba makineleri dışarda kalacak şekilde çukurlara gömüp etrafını

çimentoyla dondurmaktan: iş mekanizmasını döndürebilmek için topyekûn millet

iradesini, mandaların, katırların ve köpeklerin tahammül cdemiyeceği

boyunduruklar, gemler ve tasmalar içinde zaptetmekten başka çare kalmamıştır.

On £eş yıl evvel ölülerini ihraç eden Rusya'da bugün diri kalmamıştır.

(1947)

14

POLİTİKA TARİFLERİ

Balkanlı bir profesöre göre politika, devleti idare etmek melekesidir.

Basit ve hasis tarif...

Alman tarihçisi (Teitschke)ye sorarsanız, politika, ilim değil, san'at; yâni

her san'at hâdisesinde olduğu gibi, kanunları çerçevelenemez bir ruh verimi...

Büsbütün hasis ve eksik bir izah...

(Piloty)yc göre, yine ilim değil, san'at... Ama bu fi-kirci, onun nasıl bir

san'at olduğunda biraz derinleşiyor. Diyor ki:

- İdareci, güdücü şahısların, kütleler üzerinde, müşterek menfaatleri tatmin

yoluyla umumî bir iyi hâl ııemalandırmaları san'alı...

Yine zayıf ve yarım tariflerden... (Jellinek} diyor ki:

- Politika, ameliyeyi şekillendiren devlet ilmidir." Tarifler biraz haysiyet

kazanmaya gidiyor. Büyük devlet adamı (Bismark)rn anlayışınca, politika,

herkesin yapmak istediğini, ameliye, tecrübe ve müşahedeyle evvelden görme

hassası...

Alman profesörlerinden (Cari Schmidt)in bu mev-

315

zuda, meşhur bir "dost ve düşman" nazariyesi var... Bu nazariye gereğince

politika, memleket içi ve memleket dışı şekilleriyle, daima iki düşman kutup

arasındaki tezatları tesviye etmek davranışından doğma bir tedbir manzumesi...

Yine büyük profesörlerden (Otto Kocilreuter) ise politikanın ne olduğundan

ziyade ne olmadığının tesbiti üzerinde durur, dâvayı bu cepheden halletmeye

bakar: münzevî ve tarafsız bir adamın ancak "lâ - siyasî" diye izah

edilebileceğini kaydeder ve böylelerinin, gayelerini kaybetmiş cemiyetlerden

türeyebileceğini söyler.

(Hitler) politikanın tarifinde, sanki bir günlük emir çıkaran kumandan

tavrındadır:

- Politika, ameliye plânında, bir topluluğun hayatî menfaatlerini temin ve

onun varlığı uğrunda her vasıtayla çarpışma hamlesinden başka hiçbir izaha

sığamaz!"

(Hitler) bu tarifiyle, sade tarif etmiş olmakla kalmıyor; başka tarifleri de

âdeta yasak ediyor. Ve işte bir Bulgar profesörünün tarifi:

- Politika, devlet ve halka şâmil kuvvetleri toplama ve tarihî ân çatınca

onları devlet ve halk ideolocyalan bakımından teşkilâtlandırma işidir.

(Aristo)dan (Makyavel)e, (Jül Sezarjdan (Dizrae-li)ye kadar politikanın

tarifi, zümreler ve ülkeler arasında menfaat tasarruflarının manivelası ve

irâdelerini birbirine tâbi kılma vasıtası; ve politika, bizzat iş dehası

olarak ancak işle kendisini belirtir, hendesî tariflerin mekanik çerçevelerine

sığdırılamaz.

Halbuki, politika, kendi kendisiyle, kendi başına bir mevcut değil, bağlı

olduğu gayeye göre değerlenen bir (sübaltern),"tâbi bir hizmetçidir.

316

POLİTİKA NEDİR VE NE DEİİLDİR?

Bence politika, ona sırf kendi kendisi cephesinden

bakılınca şudur:

Fertten cemiyete, cemiyetten devlete kadar, tek ve toplu nefslerin kendi

aralarında, kendilerini müdafaa ve zıt ııefsleri körletme dâvasının ilimle

karışık san'atı...

Fakat bu kadar, politikaya müstakil ve metbu (tâbi olunan) bir vücut tanımamız

için yetmez. Onun, kendi vücudiyle beraber tekâmül edebilmesi için, mutlaka

daha üstün ve gerçek metbu bir vücuda ihtiyaç vardır. İş bu vücudu

bulabilmekte ve politika hünerini kaba menfaat oyunu olmaktan çıkarmakta...

işin içine kaba menfaat, sadece menfaat için menfaat girince, miskin hile de

peşinden girer. Onun içindir ki, politika, mefkûresiz dünyalarda basit

hilekârların zanaatı bilinir; ve bu yüzden tilki soyuna benzer bir insan

zümresinin inhisarı altındadır. Arslanlar bu makama tenezzül etmez. Eğer

politika, kabını çatlatan ve etrafa yayılan bir gaz gibi, bütün bir imân

sisteminin tahayyüz hassası adına iç görücü bir meleke olursa arslan işi olur.

Halbuki âdi ve umumî mânasiyle meslekleşmiş politika ve politikacının bütün

gayesi, güneşin doğuşu ve batışı

317

arasındaki kısa zaman parçasını istismara çalışmaktan öteye geçmez.

Meslekî politika ve poliiikacıda "yarın korkusu" yoktur. Ebediyel kapısınk

bağlı cemiyet nizamlarının fâtihleri, asırları avlamak için kan ve hıçkırık

içinde can çekişirken, meslekî politikacı, fâni saatleri ve günleri tasmasına

takmış, zevk ve kahkaha içinde can besler. İşte (gündelik politika) tâbirinin,

kolay, âdi, iğrenç fakat şâmil meslek sırrını bu noktada aramalı... Onun

içindir ki, içtimaî tefekkür sistemi eğer bir otomobilse, onun mahrum

mühendisi, büyük tefekkür adamı; mâlik şoförü ise politikacıdır.

Vakıa, kurnazlık zekâ olmadığı gibi, politika da tefekkür değildir; ayrı...

Hele günün dünya politikası, bütün beşerî itikat ve emniyet dayanaklarını

çökertecek ve bütün bir içtimaî cinnet belirtecek kadar hile dehâsında

yükselmiştir. Yeni zaman dünya politikasına göre, artık hiçbir el sıkılamaz,

hiçbir taahhüde güvenilemcz, hiçbir hesaba be] bağlanamaz.

Böylece politika, körü körüne emrinde çalışacağı insanî kutup yerine, şeytanî

bir merkezden istiklâl diploması aldı alalı, yâni kendi başına meslekieşti

mesickleşe-li, "En büyük hile, hileyi terketmektir!" hikmetinden gafil, günü

birlik hayatın köşe kapmaca cümbüşünden ibaret, hazin ve ebedî bir kayıp

olmuştur.

318

ESKİ TÜRK POLİTİKASI

Türk politikası, devletin kuruluşundan Kanunî devrinin sonuna kadar, tek,

açık, aydınlık bir çizgi üzeridedir, İçeride ve dışarıda İslâm ölçülerini

kayıtsız şartsız hükümranlığı; ve bu hükümranlık önünde her ân gelişen bir

kuvvet politikası... Zait" hayvanlarla yırtıcı hayvanlara karşı arslanın

politikası...

Görülüyor mu, politika, nasıl inanılan şeye ve o şey etrafındaki hâle

bağlıymış...

İçeride imân ölçülerinin üstün fert ve cemiyetini yetiştirmek ve dışarıda

insanlığı aynı saadet kıstaslarının ağı içine almak ve bu gaye uğrunda arasız

ve sonsuz fetihlere girişmek...

Kanunî çığırına kadar medenî tarihimizin devlet politikası budur. Bu esasın,

muhtelif zaman ve mekân şartlarına ve muhtelif güdücülerin iş ve fikir

kabiliyetine göre değişik şekillerde madde ve tedbir âlemine aksetmesi bir şey

değiştirmez.

Şöyle ki:

Fatih'e kadar mütenıadî büyüme, genişleme ve hayatî noktalan ele geçirme

politikası... Büyük ve mefkûrevî icra âleti (ordu) politikası...

319

Fatih'de. Resuller Resulünün mukaddes işaretlerine uygun olarak Balının kilil

ve ruh noktasını ele geçirmek ve Doğu zuhurunu Batı ve dünya çapında bir

(askiyon)a ulaştırma cehdi ve onun politikası...

Hıristiyanlara iyi muamele ve bâzı imtiyazlar hep bu politikadan gelir.

Yavuz Sultan Selim'de, Doğu âlemini bütün tezat ve ayrılıklarından temizleyip

birleştirmek, tamamlamak, bütünleştirmek, İslâm vahdetini kurmak ideâli ve

onun politikası... Amansız bir disiplin politikası...

Kanunî Sultan Süleyman'da, nihaî kemâl seviyesine ulaşmış hamlenin Batıyla

karşı son hesaplaşma sahnesini açmak, bu maksatla Viyana kapılarına dayanmak

ve Türk ülkesini denizlerin ve karaların rakipsiz hâkimi kılmak politikası...

Sadece kuvvet politikası...

Fatih ve Yavuzdaki sâf mefkure, Kanunî'de biraz gevşer ve yerini daha ziyade

kuvvet ve ihtişama bırakırsa da yol hep odur. Manzara:

Akdeniz ufkunu bir mavi duman gölgeliyor; Elli kalyonlu donanma-yı Hümayun

geliyor!

Yazık ki, bu manzarada, ona bir ân sonra bitişecek olan (dekadans)ın. aşk ve

saffet kaybının ilk işaretleri de var.,.

Başından sonuna kadar taarruz çığırımızı çerçeveleyen Sultan Osman - Kanunî

Sultan Süleyman çizgisi üzerinde politikamız zayıfken bile cesurun, nefsinden

emin olanın, bahtına güvenenin, hamle edenin, sarsılsa da yıkılmayanın, daima

kuvvetlenenin, vecd ve aşk içinde engel tanımayanın, nihayet tam kuvvetli ve

hâkimin politikasıdır.

320

Sultan Osman - Kanunî Süleyman çağını iik sayacak olursak buna taarruz

çığırımız; ve bu çağdaki politikamıza da aynı ruha bağlı zinde bir (aksiyon)

politikası diyebiliriz.

Kanunî ile beraber, hattâ onun saltanat devresi içinde, Tanzimatçı Sultan

Abdülmecid'e kadar süren orta çağımız açılır. Bu çağın da baş karakteristiği,

ondan sonraki yeni çağa geçen ve daha düne kadar süren hazin bir müdafaadır.

Politikamız da ona göre değişmiştir.

İç politika:

Hiçbir tefekkür cehdi ve nefs murakabesine girişmeden, ruh ve hikmetini

kaybettikleri kalıplara, dışın dışından sımsıkı sarılmak ve onları en

liyakatsiz ve çilesiz şekilde dışın dışından müdafaaya davranmak vaziyeti ve

onun mezbuh politikası...

Her şeyden evvel mukaddes din ruhunun ve ölçüler manzumesinin nefretle

reddedeceği bu mezbuh politika, dini nefsine tatbik eden donmuş ve satıhçı

insan mânâsına ham ve kaba solla elinde tezgâhlaştırılır; ve din emri

olduğundan habersizce bütün kafa hamlelerine sed çekmek, muayene ve

mürakabesizce her yeninin önüne kapy kurmak şeklinde ve âdeta öz nefsinden

ters bir şüphe hâlinde tecelli eder.

İslâmiyet! bunlardan seyredenlerin ve onların tavrını İslâmiyet sananların

nefretinden daha çok, bizzat İslâmiyetin ve Peygamber ruhaniyetinin tiksindiği

bu tip; asırlarca süren bozgunlarımıza ıstırapsız bir seyirci gibi bakar ve

bütün olanların hakikatte din ruhunu kaybetmekten geldiğim, o kaybedişin

timsali de kendisi olduğunu anlayamaz.

Ve bu korkunç anlayışsızlığın; anlamayı anlayarak

321

reddetmek yerine anlamadan reddeden ve dinin akla çizdiği sınırlı ve sınırsız

plânları görmeyen kör anlayışsızlığının iç politikası, devasız bir iç âfet

olarak sürüp gider.

Onun dış politikası da, kibirli bir zebunküşlükten ve Allahın emrettiği gerçek

tevekküle zıt bir rıza tesellisinden başka bir şey değildir.

Koca İmparatorluk, bu politikayla ve dine zıt bu rıza tesellisiyle, dünyanın

yansına denk bir ateş tarlasıy-ken, her taraftan yürüyen buz dağlan altında

ufuk ufuk söner ve buzlaşır.

Bu arada Köprülüler gibi birkaç vezir, iç pörsüyü-şün tepkisini belirten bir

ahlâk ve nizam; Dördüncü IVıu-rad ise eski fetihlerin hâtırasını sadece kılıç

kuvvetinde yaşatan fikirsfc ve günübirlik birer politika temsil ederler ve

ruhları nakışlandırıcı bir düzelticiliğe erişemezler.

O hengâmelerde bütün eksiğimizin, bütün doğu âlemine şâmil çapta büyük fikir

adamından mahrumluk diye ifadelendirilebileceği ne kadar da açık bir

hakikat!..

Tarih boyunca her şeyimiz var; büyük, dünyalar arası muhasebe ve murakabe

değerinde (aksiyon)cu mütefekkirimiz yoktur,

Onun içindir ki, ham ve kaba softadan ve onun mezbuh politikasından alınacak

intikam, gerçek din cephesinden geleceği yerde, tam aksinden, küfür

cephesinden ve jözü kör taklit plânından gelmeye başlar ve bu hazin şart

altında, 1839 yılında yeni çağımız açılır.

Politikayla beraber, onun mesnedi ve bu mesnetlerin son 123 yılda bizde ne

olduğu diğer yazıda çerçevelenecek.

Mücerret ve sıkıcı gibi duran bu üç yazıdan sonra, birdenbire ne kaskatı bir

müşahhasa çıkacağımızı ve onun ne hayatî bir değer belirteceğini inşaallah

görürsünüz!..

322

W*w

YENİ TÜRK POLİTİKASI

Tanzimat ve Tanzimat sonrası politikamız, artık bütün şahsiyet, nefs itimadı

ve alet istinadını kaybetmiş bir cemiyetin, ruhundan ve maddesinden her türlü

fedakârlık mukabilinde ne kurtarabilirse kâr saydığı bir "idare-i maslahat"

politikasıdır. Zaten o devrin hediyesi olan "idare-i maslahat" tabiriyle de

kendi kendisini yaftalamış ve bu hüneri marifet bilmiştir.

Efendimiz-Avrupalıyı oyalamak, idareye çalışmak, hışmını davet etmekten mümkün

mertebe çekinmek, bir taraftan ne istenirse verirken öbür taraftan bâzı

şeyleri gözden kaçırmaya gayret etmek ve kıymetler feda edildikçe daima geride

kalanla teselli bulmak ve hep bakiyeleri korumaya bakmak siyaseti...

Ruhumuza düşen bu ukdeyi tamamiyîe sezmez, fakat görmüyormuş gibi davranmak

vaziyetindeki Avrupalı ise, bizim marifet saydığımız hünerde devam etmemiz

için rolünü fevkalâde iyi oynar; ve bizi her baltalayışında geride birçok şey

bırakmış gibi davranarak devre devre, maddî ve manevî hulul yollarından

devşireceğini devşirir.

Gerçekten o haşmetli İmparatorluğun enkazı o kadar büyüktür ki, kaldırılmak ve

taşınmakla bitmez.

323

Asıl aldalanı ve oyalayanı aldatın 15 ve oyalamış olmak vehminden ve ölümü

geciktirmiş bulunmak tesellisinden başka bir şey olmayan Tanzimat ve Tanzimat

sonrası politikamızın kahramanlaşlirdiği Mustafa Res.it. Âli, Fuat Paşalar,

işte hep bu "verdikçe vericilik ve geriye kalanı koruyuculuk" politikasının

sırma kaftanlı cücülerin-den ve gözü kör batı hayranlığının çeyrek

münevverlerinden ibarettirler.

Bu esfel politikanın birer kukla Padişahı olan Ab-dülmecid ve Abdülaziz'den

sonra ikinci Abdülhamid, müşkül şartlar içinde bulunmasına rağmen, devletin

tepişinden bakan idrâkiyle pek ileri hamleler göstermiş ve sımsıkı bağlı

olduğu kök telâkkinin içinde Avrupayı, kendi öz buhran ve tezadlah içinde

kıskıvrak bağlayarak milletine yarım asra yakın bir müddetle hayat hakkı

sağlamaya muvaffak olmuştur.

Ondan sonra İttihad ve Terakki politikası:

Tanzimatçıların uzun ve akim tereddütlerle yapamadığını sür'atle becermek

isterken, Yahudi ve Mason kurmaylarının idaresindeki ütopya, telkinleri

altında cinnete kadar varmanın; ve bir ânda tarihin en büyük teknesini,

(fulspit) kayalara oturtmanın, gözü kara ve kafası boş politikası...

İttihatçıların politikası; yatalak, baş eğici, el oğuş-turucu, Tanzimat paşası

tipinin siyasetini erkek bir hamleye ulaştırmak ve Türkün gittikçe küflenen

ruh hamuruna kıvamı bulunamamış bir milliyetçilik aşılamak isterken, onu

büsbütün dayanıksız bırakmanın ve mecnunlara mahsus bir Kafdağı hayâline doğru

koca bir milleti ve tarihi uçuruma atmanın işi...

Avrupalının, İttihatçılara gelinceye kadar Türke "hasta adam" bakışı ve bir

"hasta adam"ın ona karşı illetli

324

politikası, birdenbire yerini can çekişen adam ve onun politikasiyle

değiştirir gibi olmadan Türk milletinin her türlü politika plânını çatlatan ve

en ileri fikir plânına atlayan şahlanışı zuhura geldi. Hiçbir politikanın

körükleme-diği ve yalnız millî insiyakın politikayı peşinden çektiği İstiklâl

Savaşından sonra da, Cumhuriyet devriyle başlayan devlet politikamız, bu defa

Avrupalının karşısına kendi ailesinden bir fert olarak çıkmanın, ondan

olmanın, Avrupalıya verilecek bu emniyet hissi içinde kendisine hayat

hakkımızı tasdik ettirmenin ve orada ne kadar açıklık varsa hepsini birden

kapatmaya doğru gitmenin hamlesi oldu ki, bu da Türkü kendi özü İçinde yeni

zaman ve mekâna çıkarmak yerine, ona yeni bir öz aramak dâvasına yol açtı.

Bu dâvanın, mazi ile bütün alâkaları kesici, kök yollarını tıkayıcı ve en

nazik içtimaî müesseselere kendi ölçülerini teklif ve tatbik edici iç

siyasetine karşılık, dış politikası, Türke hiçbir ivaz mukabilinde Batılı

(pedigri -şecere)sini vermeyen Avrupalının yine onu böyle görmekten memnun

nazari altında itibarlı bir "pasi"ten ileriye geçemedi ve her şey İçeride

halledilmek, oldurulmak, tutturulmak istendi.

İkinci Dünya savaşiyle beraber en basit selim aklın bile kavrayacağı ve hiç de

büyük bir marifet olmayan Demokrasiler yolu tutulurken, mikropları tâ eskilere

kadar giÜen ruh ve ahlâk sükûtumuz ve iki dünya arası orta yerde kalmış olmak

vaziyetimiz birdenbire neticesini belirtti; ve büyük ideolocyaya dayalı olması

gereken politika zaafımız her zamankinden ziyade meydana çıktı.

Demokrat Parti devri bu illetleri derin maraza bir şifa getiremedi; ve onun

âczine karşı fışkıran tepki de ihtiyacı büsbütün ortaya koydu.

325

Netice:

Kendi kendisine hiçbir şey olmayan ve ancak içtimaî güdüm Ölçülen ve büyük

ideolocya plânında tâbi bir sevk ve idare melekesi olan politika, ona sırf

kendi yönünden baktığımız zaman da, geçirdiğimiz tarihî buhranların şaşmaz

ibresi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bugün ona, büyük ve kurtarıcı poltikaya, onun da muhtaç olduğu mesnetle

beraber her zamankinden daha muhtacız.

Kırık hatlar ve kısık seslerle ana çizgilerini çektiğimiz şu politika

tablosunda, esası ideolojik zaaftan başka bir şey olmayan içtimaî

(kaşeksi)nizin, bütün hikâyesini heceleyebilirsiniz.

"- Ben siyaseti Abdülhamid'den öğrendim" diyen Alman Kayzerİne karşılık bugün

dünyada, Türk politikası diye hiçbir şey mevcut olmadığını bilmeyen £ek

Avrupalı yoktur.

326

SOİUT

Orta Anadolu steplerinin akşamlarına bayılıyorum. Sanki dünya dümdüz bir kum

sathı halinde örüldükten sonra her yere ve her tarafa aynı ölçüyle dağıtılmış

olmı-yan tabiat, bu unutulmuş köşeyi, yirmi dört satte bir, gurup vakti

hatırlıyor, mahzun ve nedametli gözünü güneşin batışından gecenin inişine

kadar onun üstünden ayırmıyor.

Fransızca (Krepüskül) kelimesinin mukabili lisanımızda yok. Ona fecir

diyemeyiz. Zira fecir yalnız sabaha, (Krepüskül) ise hem sabah, hem akşama

ait... Güneşin batışından yıldızların en keskin ışıklariyle parıldayışına

kadar dağ arkasında kaybolan bir ses gibi, koyulaşa koyu-Iaşa geceye karışan

alacalık, memleketimizin hemen her tarafında pek çabuk geçer.

Onun için gurubla gecenin arasına sıkışmış olan bu devreye lisanımız, bir isim

verecek kadar aşina değildir. "Edebiyat- ı Cedide"den evvelki şairlerimizi

mesteden ve bülbül gibi öttüren, Çamlıca tepesinden seyredilecek bir gurub pek

güzel olabilir. Fakat bu güzellik, batan güneşin suda eriyecek son ateş

halkasına kadar devam eder. Ondan sonra başliyacak güzellikse gecenin

hudutları içindedir.

327

Fakat step, tabiatın bu çıplaklığına mağrur öksüzü, bu akşam fecrini o kadar

derin yaşıyor ki, mahallenin kutsîleşmış bir münzevisini ziyaret eden düğün

alayları halinde, tabiatın, eteğinin dibine kadar sokulduğunu ve bir

damlasında bir çiçek deryası saklı, keskin renkli ilâhî bir şurup halinde

semalarından akıp gittiğini seziyor.

Geçenlerde orta Anadolu steplerinden birinde bir köy içinde geziyordum. Eğri

büğrü yollarda benden başka kimseler yoktu. Böyle bir dekor içinde yalnızlık,

insanı alışılmamış bir hissin göklerine çıkarıyor. İnsan, gölgesine minareden

bakar gibi bakıyor. En kısa, en rahat adımın içine, bir mevsimden bir mevsime

geçecek kadar mesafe doluyor.

Ecic bücüç yolun hatlarını birleştirdiği noktada bir araba gördüm: Araba

gecenin yaklaşışındaki sürate ayak uydurmuş, her an biraz daha yakın, biraz

daha belli, bana doğru ilerliyordu. Tek katlı bir yük arabası...

Arabacı atının dizginlerini bırakmış, oturduğu yerde bir yem torbası kadar

ufak ve silik kalmıştı. Araba hiçbir tahmine uymayan, karmakarışık bir gölge

halinde garip bir yük taşıyordu.

Bir hizaya geldiğimiz zaman yükün manzarası ta ciğerime kadar işledi. Arabanın

taşıdığı şey, köklerinden çıkarılmış bir söğüt ağacıydı.

Bu zarif ağacın arabaya ince bir endam halinde yalnız gövdesi sığıyor,

dallariyle yapraklan gür bir saç demeti gibi keskin taşlar üzerinde

sürünüyordu. Durdum. Arabanın arkasından bakmaya başladım. Kimbilir hangi su

başında alıştığı cömert toprağı terkederek yalçın yüzlü aşkının topraklarından

ince damarlarını geçirmeye gelen bu ağaç, gözüme, ağlayan, fakat hüznü içinde

mesut bir gelin gibi göründü.

328

Düşündüm ki, söğüt, içli ve ketum Anadolunun en

canlı remzidir.

Hangi köyün kapısında söğütler perde kurmaz?

Her su bir söğüdün dibine kıvrılır ve her yol bir söğüde çıkar.

Her duygunun yastığı bir söğüdün dibidir. Anadolu onun dibinde sevişir,

ayrılır, kavuşur, düşünür.

Aşk, hasret, gurbet, sıla hep odur. Söğüt topraktan değil1, Anadolunun

ruhundan çıkmış gibidir.

Onun için o "ruhun şahsiyetine en güzel timsal

odur.

Gözümün önündeki manzara değişti; ve Asya dağlarından Anadolu yaylasına inen

Bozkurdun, sihirli bir su yüzünde, gözlerinin ateşine dala dala bir söğüt

ağacına istihalesini seyrettim.

Tanrıkulu belki dakikalarca sustu ve sonra birdenbire doğruldu:

- Benim çocuğum; bu Bozkurd misaliyle acaba ne demek istediğimi anladın mı?

Ben sana bir şiir veya nesir üslûbu içinde koskoca bir ideolocyadan haber

vermek istedim. Sana, bizi bekleyen gerçek milliyetçiliğin remzini göstermek

istedim. Söğüt Anadolunun remzidir. Aynı söğüt Anadolulunun ruh remzidir, Yine

aynı söğüt, aynı Anadolulunun, Asya yaylalarından indikten sonra ruhunu

dayadığı iman kaynağına bağlı bir remzdir. İşte bizim milliyetçiliğimiz; ve

hakikatte bu mekansız milliyetçiliğin Anadolu mekânı içinde hassasiyet

ifadesi!.. Anadolu ve Anadoluculuk!

(1947)

329

ANADOLU GENÇLİİİ

Biz yanmış ve haşlanmış ellerimiz, nokta nokta iğnelenmiş parmaklarımız, içine

kan oturmuş tırnaklarımızla, bir şekillendirme işine çalışıyoruz.

Şekillendirmeğe çalıştığımız bütün bir gençliktir. İsmi, Anadolu gençliği.

Eğer bu gençliğin bir İki baş örneğine maya tutturabilirsek mesele yok... O,

kendisini basamak basamak nesilleştirir ve bir "safkan" hâlinde kol kol

şecerelendi-rir...

Anadolu genci nedir ve ne gibi farikalara sahiptir?

Şu veya bu vilâyet lisesini bitirdikten sonra, üzerinde acemi terzi elinden

çıkmış, soluk ve buruşuk bir ceket ve patolun, çekingen ve kaygılı, yılgın ve

kuşkulu, dilsiz ve iddiasız, büyük şehirde kendisini ilerletmeğe gelen genç

adam...

Yahut memleketinde, filân ve falan tahsil derecesinden sonra, filân ve falan

İşe girmiş, kılığı tıpatıp aynı ve edası sadece bezgin, yüzünde neş'e ve hamle

adına hiçbir şey okunmayan delikanlı...

Bu genç adam, köylüsünden üniversitelisine kadar bütün sınıflariyle şu

müşterek vasıfların tablosu:

Apışmış ve donmuş... Eşya ve hâdiselere hâkim ve

330

menbaından mansabına kadar tezat sı/, bir oluş çizgisi üzerindeki insanların

emniyet hissinden uzak... Hakkın söylenemez ve konuşulamaz birşey olduğunu

görmekten gelen meyus bir tevekkül içinde... Bunları bilmese bile

yaşatan adam...

Kimdir bu genç; Firavunun ehramına taş taşıyan esir midir; yoksa ebâ an ced bu

vatanın sahibi mi? Onu hangi ruhî ve içtimaî hâdiseler yıldırmış ve lütfen

nefes almasına müsaade edilen bir sığıntı hâline getirmiştir?

Düne kadar bu genç adam, inanılmış bir dâva etrafında ve ancak ev sahibine

düşen bir çile borcu altında Viyana'dan Yemene kadar bütün taarruz ve müdafaa

yollarını al kaniyle asfaltlamış, böyleyken hor görülmüş ve

değerlendirilmemiş; bugün ise neye inanmak borcunda olduğunu bilmediği, fakat

eski inançlarının elinden gittiğine şahit olduğu bir hava içinde, öz keyfiyeti

bakımından, kıymetsiz bırakılmak şöyle dursun, kıymetten düşünülmüştür.

Bu kıymet, ruhunu İslâmiyetten alan Türk'ün keyfiyeti...

Şimdi, işte bu Türkün genç adam tipini, annesi

başka, mektebi başka, sokağı başka, caddesi başka, köyü başka, büyük şehri

başka, kitabı başka, gazetesi başka istikametlere çekiyor.

İmdi; bu, ruhu parça parça genci bütünleştirmek, onu aslî keyfiyet vahidinin

muzaffer edasına kavuşturmak, kendi yurduna sahip kılmak ve mukaddes dâvayı

ona ısmarlamak yolunda Büyük Doğu ideâlinin biricik müşahhas hedefini

bulmakta...

Biz bu genç için yaşıyor, bir ân evvel onu şekillendirmek için her şeye

katlanıyoruz. Tesirimizin, bir vida gibi, nüfuz ettiği maddeye perçinlendiğini

ve kendi ken-

331

dişine işlemeğe başladığını gördüğümüz gün, 88 yıl hapse girsek de, ölsek de

gam yemeyiz!

Tam 16 yıldır, kesemizden, haysiyetimizden, sıhhatimizden, huzurumuzdan ve

nihayet hayatımızdan kay-bede kaybede maya tutturmaya başladığımız bu genç,

Hakka şükürler olsun ki, artık belirtilerini ve serpintilerini bize yer yer,

bucak bucak, göstermeğe başlamıştır.

Onun sesini aziz Anadolu'nun her tarafından, Erzurum'dan, Malatya'dan,

Van'dan, Bursa'dan, Konya'dan ve daha nice nice yerden alıyoruz.

Mes'uduz; çilelerin, tehlikelerin, ümitsizliklerin, inkisarlann üzerimize

kangal kangal çöreklendiği bu en büyük vehamet ve nezâket ânına rağmen

mes'uduz!

Anadolu genci!

Büyük Doğu ideâlinin ruhlar üzerindeki müşahhas nakşı olarak aşağıdaki 9

maddelik idrâk seviyesine yükseldiğin ân her şey tamamdır:

1 - Tarihini, Garba karşı taarruz, müdafaa ve manevî teslimiyet diye üç

devreye ayır ve her devrede mevkiini tesbit et! Birinci devrede bahtiyar,

ikinci devrede öksüz, üçüncü devrede kölesin!

2 - Dininin safiyetini ve bütün zaman ve mekân hâkimiyetini, derin bir vecd

içinde şuurlaştır; ve onu, ham yobaz ve kara softayla, aynı kolun ters

mümessili ahmak kâfire karşı korumanın usûlünü öğren!

3 - Son yüz küsur yılın satıh üstü budala taklit gayretini en gerçek kıymet

hükmüne bağla; ve Rumeli yoliy-le gelen Yahudi, kozmopolit, emperyalist

tesirleri, elle tu-tarcasına teşhis et! Artık sende, yüz küsur yıldır

köpürtülen gerilik, ilerilik masallarını yutacak göz kalmasın!..

4 - Siyasette, idarede, edebiyatta, fikirde, sahte kahramanlarla gerçeklerini

ayırmayı bil; ve bunların ger-

çeklerini sana uıuıUunnak, sahtelerini de yulUınnak için yalancı İlim imaline

kadar gidildiğini kesret!

5 - Milliyetçiliği sadece belli başlı bir ruhun zarfı diya anla, mazruf

dururken zarfı mefkûreleşfirme; ve bu zarfın mekânını Anadolu kabul et!..

Anadolulu olmakla kalma, bu Ölçü çerçevesinde Anadolucu ol!

6 - Kendini en merhametsiz nefs muhasebelerine tâbi kıl, zaaflarınla

kuvvetlerini gayet iyi hesap et; ve Türk genci diye karşına çıkacak tipleri,

maddelerinden ruhlarına kadar ezici bir heybet sahibi olmaya bak! Onlar, bütün

fâni dünyalariyle sadece nefsin, sense ruhun muhatabısın! Onların yolu pek

kolay, seninkiyse çok çetin...

7 - Aşk, vecd, heyecan seciyesi...

8 - Hamle, teşebbüs, taarruz psikolojisi...

9 - Ev sahipliği tavrı ve hâkimiyet edası...

Anadolu genci!

Sen ol artık, ol ki bizde rahat ölelim!...

(1959)

332