Vatan Haini değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin
Vatan haini degil, büyük vatan dostu, Sultan 6 nci Mehmed Vahidüddin
TAKDĞM
Bu eser, 6-7 yil önce bir gazetede tefrika edildi, pesinden kitap halinde çikti;
ve ne gazetede, ne de kitap olarak yayinlanmasindan herhangi bir takibe ugradi.
Fakat bir müddet sonra nereden ve nasil geldigi belirsiz bir tepki neticesi,
Vahidüddin'i temize çikarmak Atatürk'e hakaret sayildi, kitap toplatildi ve
mahkemeye iletildi. Mahkeme, müellifinin kendisini savunmaya bile lüzum
görmedigi, bu bakimdan hâkim huzurunda boy göstermeye ihtiyaç hissetmedigi,
dünya görüsümüze aykiri «bilirkisi»lerin de bir agizdan suçsuz buldugu bu eser
hakkinda bedahet üslûbiyle beraet karari verdi. Fakat hüküm Temyizce bozuldu ve
tam da mahkûmiyetin esigine sürüldügümüz bir anda, Af Kanunu isi kurtardi.
Şimdi eseri tekrar nesrederken şu üç ölçüye dayaniyoruz:
1 — Bir şeyi övmek, onun ziddini yermek degildir. Gündüzü medhetmekle geceyi
zemmetmis olmak manasi alinamaz. En iptidaî ve sadece hissiyle hareket eden bir
toplulukta bile, hukuk anlayisi olarak böyle bir abese yer bulunamaz.
2 — Eger gündüzü medhedenin ruhunda geceye karsi ayrica ve gizli bir nefret
varsa, bu nefret açiga vurulmadikça ve disindan bir кarete kavusmadikça sadece
kimsenin el uzatamayacagi bir vicdan meselesi olarak kalir ve hiçbir türlü
suçlandirilamaz.
3 — Kaldi ki, eserde bu nokta da ele alinmis ve Vahidüddin ile Atatürk arasinda
bir muhasebe yapilmaya kadar gidilmis ve herhangi bir vehim tefsirine de imkân
kalmamasi için, hüküm, 226 nci sahîfede, yeni bir ilâve olarak verilmistir.
Bu bakimlardan eserimizi, hem belirttigi tarihî dâvaya dayanak olmak, hem de
memleketimizde kanuna riayet diye bir şey bulunup bulunmadigini göstermek gibi
iki basli hizmet gayesiyle ve rahat gönülle nesrediyor ve her şeyi Hakka ve hak
duygusuna ismarliyoruz.
N.F.K.
KÖSK
Yirmi yaslarinda var, yoktum. Birkaç yildir Beylerbeyinde oturuyorduk.
Beylerbeyi ile Çengelköyü arasindaki iki yani çinarli Yalilar Boyu Caddesine
bakinirdim. O zamanlar toprak, şimdi asfalt bu yolun üstünde, aksamlari,
Havuzbasina kadar yürümek, oradan Çengelköyü istikametine sarkmak, iskeleyi
geçip Kuleli'ye dogru uzanmak en büyük zevkimdi.
Çengelköyü iskelesinden hafif bir yokusla sahil yoluna çikinca, sagda, dik bir
geçidin ulastirdigi sed üzerinde sik bir agaçlik ve ortasina düsen, saray ufagi,
yayvan, beyaz, ahsap bir kösk... Vahidüddin Efendi köskü...
Pancurlari kapali bu köskde hiçbir hayat eseri yok... Şehzadeliğinde sahibi, son
Osmanli Padisahi Altinci Mehmed Vahidüddin birkaç yil evvel bir Ğngiliz harp
gemisine atlayarak, Bogazin ve Marmaranin sulariyle beraber vatanini birakip
gitmistir. Artik o herkesin gözünde bir vatan haini...
Vatan haini sanilan bu, 36 nci ve sonuncu Osmanli Ğmparatorunun şehzadelik
kösküne her nazar atisimda, içime, aksamin alacaligiyle beraber ayri bir losluk
çökerdi.
O tarihten 30 küsur yil sonra yazacagim «Canim Ğstanbul» şiirinden içime
yerlesmeye baslayan ilk gölgeler:
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamli servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmis Fatih'ten kalma kir at;
Pirlantadan kubbeler, belld bir milyar kirat...
Şahadet parmagidir göge dogru minare;
Her nakista o mâna: ölecegiz, ne çare?...
Hayattan canli ölüm, günahtan baskin rahmet;
Beyoglu tepinirken aglar Karacaahmet.
Bogaz gümüs bir mangal, kaynatir serinligi;
Çamlica'da, yerdedir göklerin derinligi.
Oynak sular yalinin alt katina misafir;
Yeni dünyadan mahzun resimde eski sefir-Ker
aksam camlarinda yangin çikan Üsküdar,
Perili ahsap konak, koca bir şehir kadar.
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbali odalarda inletir «Kâtibim»!...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler!
Yedi renk, yedi sesten sayisiz belirisler...
Eyüp öksüz, Kadiköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çikar yayindan;
Hâlâ çigliklar gelir Topkapi Sarayindan.
Birkaç parçasini aldigimiz bu şiir, olanca kâsaneleri ve harabeleri, şenlikleri
ve matemleri, saadetleri ve belâlariyle, Ğstanbul'un, son Padisah Vahidüddin
zamaninda bagladigi son mânalardan örülüdür.
Aksam üstü, Çengelköyü sirtlarindan hayal meyal görünen Topkapi Sarayina
uzaniniz! Kulak kesilecek olursaniz, Sarayin dar ve karanlik koridorlarinda
kosan ve rastgele kapilari yumruklayan Deli Mustafa'nin çigliklarini duyarsiniz:
— Osman gel, Osman gel, beni bu saltanat yükünden kurtar!
Haci Bektas-i Velî'nin sirtini sivazlayip:
— ismin Yeniçeri olsun! Devlete mübarek ol!
Dedigi büyük idealin askeri döne dolasa, Türklerin Padisahi ve müslümanlarin
Halifesi Genç Osman'i, uyuz bir at sirtinda, hamam oglanlari gibi baldirlarini
çimdikleye çimdikleye Yedikule surlarina götürecek, hayalarini sikarak
bayiltacak ve narin boynundan iple bogacak kadar alçalmistir.
Merzifonlu Kara Mustafa'nin Viyana önünde verdigi korkunç bozgun... istanbul'a
dogru yol boyunca at Ölüleri, kavuklar, sorguçlar, çadir yikintilari, top
arabalari ve sancaklar... Kâinatin Efendisine ait mukaddes liva, ancak ve güç-
belâ kurtarilabilmistir. O gün bugün, sonsuz ve perisan müdafaa çigiri... Din
Ölçülerindeki hikmetleri anlamayan ve kapkara nefsine uydurmaya bakan kapkara
mizaç mânasina ham yobaz ve kaba softa elinde, esya ve hâdiselere dikkat
etmekten ve bu aziz şuuru dine baglamaktan âciz bir cemiyet... Her ân istanbul'a
dogru kirpila kirpila eritilen imparatorluk; ve nihayet, tek çare diye,
anlamaksizin düsmani taklit etmekten baska yol bulamamis politikacilar...
Topyekûn sahte kahramanlar ve sirmali cüceler geçidi Tanzimat; ve Rus Çarinin
vasiflandirdigi Tanzimat tipi: «Hasta Adam!»
Nihayetin nihayeti olarak da, bir devrin «ebed-müddet» sifatli devletini, tam
paylasilacagi anda 33 yil ayakta tuttuktan sonra tahttan indirilisiyle beraber
baslayan ve temelinden çöküsüne şahit olan büyük atabey, Ulu Hakan Ğkinci
Abdülhamid Han... Pesinden, devlet yikici ve millet uçurucu büyük kasirgayi
kendi zamaninda görmeye memur, ezelî tevekkül ve ebedi teslimiyet örnegi ikinci
agabey, Sultan Resad... Onun da pesinden...
Ah, bu köskün düsündürdükleri!
Beylerbeyi ile Kuleli arasindaki yol, yaprak hisirtilariyle karisik inilti
sesleri veren bütün bir tarih berzahi...
Beylerbeyi ile Havuzbasi arasindaki Yalilar Boyu Caddesi, gözümde, eski Ğstanbul
aristokrasisinin son renk ve çizgilerinden bir takim seyrek hayaletlerin görünüp
siliniverdigi esrarli bir dehlizdi. Hâlâ, dik ve kolali yakasi ve kirmizi
kravatindan vaz geçmemis, fakat fes yerine basina gülünç bir kasket oturtmus
eski haremagasi; hizli yürüyecek olsa mafsal yerlerinden kirilip dökülecekmis
gibi agir agir sürüklenen, sapi fildisi bastonlu ve fantezi yelegi altin
köstekli, ihtiyar mesrutiyet emeklisi; ecinnilere kariktigina hükmettirici,
vakur oldugu kadar ürkek bir edaya bürülü, basinda siyah türban, sirtinda siyah
manto ve ayaklarinda siyah bebe iskarpin, geçmis zaman hanimefendisi... Yalilar
Boyu Caddesinde, iste her biri, Öbürü kaybolduktan sonra uzun arayla beliren
seyrek hayaletler...
Bugün üzerinde, isporta mali kübik çatilarin (ye -ye) sesleriyle hirildadigi,
mini etekli kizlar ve favorili delikanlilarin sel gibi şırıldadığı ve arsiz
otobüsler ve dolmuslarin zirildadigi bu yollarda, 40 yil önce, artik batmakta
olan mazi günesinin son akisleri...
кte, Beylerbeyi camiine bitisik Ğsmail Pasa yalisi, plâni Londra Güzel
Sanatlar Akademisinde gösterilen meshur Hasip Pasa yalisi, Misirlilarin köskü,
eski muharrirlerden Şeyh Muhsin-i Fâni'nin yalisi, filân, falan... Ve nihayet
Çengelköyü iskelesinin ilerisindeki setde Vahidüddin Efendi köskü...
Bir zamanlar Vahidüddin Efendi köskünün kisim kisim kiraya verilecegini haber
almis ve köskü gezmeye gitmistim:
Nasilsa kaldirilamamis, kaçirilamamis birkaç billur avize... Günesi, tâ
Abdülmecid devrine kadar maziyi kurcalayici bir mensurdan geçiren renkli
camlar... Tavanlarda rutubetten küherçele pamuklarinin peçeledigi nakislar...
Yaldiz çitah, ipekten kâgitlari kabaran duvarlar... Ve birdenbire, uzaklardan
Abdülmecid devrinde, Kirim Harbi zamaninda, Sardunyali, Fransiz ve Ğngiliz üç
süvari zabitinin cins atlari üzerinde, cicili bicili elbiseleriyle yanyana,
Selimiye kislasina dogru yürüyüsünü hayal ettiren bir nagme ; görünmez bir
noktadaki şarkılı duvar saatinden bir mars...
Pirinçten, küflü ve soluk tokmaklarini çevirip girdigim her odada, öne dogru
hafif egik durusu, disindan ziyade içini seyreden gözleri, burun üstüne
ilistirme gözlügü ve düsük kir biyiklariyle o vardi. Bir koltuga oturmus, sag
elini koltugun kenar yerine dayamis, odaya birinin girmesini bekliyordu.
Kapisinin açilmasini bekledigi oda, tarihti!...
Şehzade Vahidüddin Efendinin, dantelâli besleme önlükleri gibi âdi ve şımarık,
Avrupahnin «piç mimarî» dedigi (Barok-Rokoko) bozmasi saraylara (Dolmabahçe ve
Beylerbeyi saraylariyle, Mecidiye Kasri vesaire) nispetle Bogazin, kuytu bir
kösesinde, bir sed üzerinde, sik agaçlarla gizlenmis bu soylu ahsap köskü bana o
kadar şahsiyetli ve manali göründü ki, ismi «vatan haini»ne çikarilmis olan
talihsiz hükümdarin, tam da Ğmparatorluk çökerken yikik saltanat tahtina
geçirilmek üzere doldurdugu çileli hayati, köse ve bucak, her çizgi ve renkten
okur gibi oldum. Sanki o, evvelâ, türlü facialari içinde Osmanli tahtini uzaktan
seyretmek, sonra da bu tahttan top-yekûn iç ve dis intikamlarin alinacagi gün,
üzerine geçip tek basina hedef teskil etmek üzere bu kuytu noktaya itilmisti.
ABDÜLMECÎD
Vahidüddin, Birinci Dünya Savasinin son buldugu 1918'de, tam 57 yasinda son
Osmanli padisahi olarak taht'a geçtigine göre, dogumu Abdülmecid devrinin son
demlerinde... 1 Şubat 1861...
Abdülmecid devri, yani Fransizlarin (la belle epoque — güzel çigir) dedigi, Bati
medeniyetinin en piriltili hengâmesi... Biraz evvel Sardunyali, Fransiz ve
Ğngiliz üç süvari zabiti halinde tablolastirdigimiz cicili bicili üniforma bütün
Avrupaya hâkim... Rugan çekme potinler üstünde suhiyali dar pantolon ve ipek
yakali, kuyruklu ceket içinde ve silindir şapka altindaki Avrupa sivili de ayni
huzur ve muvazene tablosundan bir örnek... Garbin, henüz büyük buhranindan uzak
bulundugu, kapitalist devletlerin geri milletleri sömürmekten baska bir şey
düsünmedigi, birikmis büyük Bati sermayelerinin de Dogu istikametinde
kendilerine mahreç aradigi bir dünya manzarasi... Sosyalizma henüz bir fikir,
bir nazariye, bir (antitez), bir hayal mahiyetinde... Komünizma, «Ğlmî
Sosyalizma» veya «Alman Kollektivizmasi» isimleriyle (Karl Marks) ve (Engels)in
ellerinde yogurulmaktaysa da, henüz o da (kakofoni - bed seda) olmaktan ileriye
geçebilmis degil... Birkaç yil sonra toplanacak olan Birinci (Enternasyonal) ve
onu takip edici (Manifest Komünist — Komünist Beyannamesi), kahve falinda Bati
cemiyetinin Ölümünü gören bir falciliktan daha ileri bir gerçeklik belirtmeyici
bir hazirlik sayiliyor ve sadece tehlikeli bir fantazya biliniyor.
Bati medeniyetinin, ballari akan çatlamis bir incir gibi en olgun ve agiz
sulandirici hengâmesinde şaşkın Türkiye'yi Abdülmecid'den daha canli kim
remzlendirebilir?
Çengelköyündeki Vahidüddin Efendi köskünün düsündürdükleri arasinda dokundugumuz
Tanzimat devresi garip bir vitrindir. Su ile zeytinyagi gibi daima biri, üstte
kalan ve asla birbirine isleyemeyon tezatlar vitrini... Bu vitrinin bas esyasi,
tepesinde bir sorguç parildayan limon kabugu fesli, gögsü sirma sirma nakis,
uzun setreli, daracik pantolonlu ve rugan çekme potinli genç Padisah
Abdülmecid... Magrur kavuk, mahzun şalvar ve mahcup çstik pabuç, bakin, yarim
asri bulmaz bir süre içinde yerlerini nelere birakiyor?... Sade o kadar mi?...
Kimsenin, kayikla Sarayburnu önlerine geçip, Topkapi Sarayina bitisik Bagdat
Kösküyle, ona birkaç adim mesafede Mecidiye Kasrini kiyaslamaya niyeti yok, veya
anlayisi müsait degil...
Gerçekten, artik kandilleri kararmaya baslayan Dogu kubbesiyle, içinden renk
renk sihirbaz isiklari fiskiran Bati çatisi arasindaki soyluluk ve gerçeklik
farkini, birbiriyle omuz omuza, bu iki binadan daha açik, hiçbir şey belirtemez.
Ğçine kapanik, sagir, derinligine manali ve en asil vekar çizgileriyle mühürlü
şahsiyet âbidesi Topkapi Sarayi yaninda (Barok - Rokoko) kusmugu, şahsiyetsizlik
kümesi Mecidiye Kasri, ne ariyor? Kisa bir zaman sonra, dünya çapinda mâbed
Süleymaniye Camiine bitistirecekleri gecekondularla, deniz kumundan, çingene
bohçasi, elvan elvan menevisli (kübik) artigi sefertasi apartmanlar, ilk
yüzsüzlük dersini Mecidiye Kasrindan, yahut onu kuranlarin ruhundan mi aldilar?
Açikça görülmektedir ki, yüce sanatkâr Mimar Sinan, yerini, iskambil
kâgitlariyle kat kat ev çikanlara birakmistir ve bu yeni evin yikilmasi için,
kuvvetli bir rüzgâr degil, hafif bir soluk kâfidir. Abdülmecid çigirinda meydana
çikmaya baslayan bu bitkinlik hâlinin tam bir bitis ve tükenis noktasina
çatacagi ân, acaba hangi devir olacak ve sultana isabet edecektir? Ve o sultan,
ayni cereyana kapilip bu bitis ve tükenisi gerçeklestirmekte ayrica, az veya
çok, müessir mi olacak, yoksa her şey olup bittikten sonra, hâdiseler üzerinde
tek sorumlulugu olmaksizin, seyahatten dönen babanin, kaza kurbani, cenaze dolu
evini teslim almasi gibi, sabir ve tahammülde kahramanlik üstü kahramanlik
isteyen bir vaziyete katlanmak zorunda mi kalacaktir?
Sual budur ve eserimizin ilk harfinden sonuncusuna kadar her bahsin içindeki
mâna rüzgâri yalniz bu sual istikametinde esmektedir.
Biz, artik alafrangaligin basladigi 1839 devletiyle ondan 3 asir evvelki devlet
arasindaki farki, Topkapi Sarayina karsilik Mecidiye Kasri, kâsaneye mukabil
kümes saymakta devam edelim.
Tanzimattan 79 yil ilerisine dogru kisa bir muhasebe:
Aynayla isik aksettirircesine alafrangaligin tam bir nüfuz halinde ruhuna
isledigi ilk padisah, Abdülmecid...
Osmanli hanedan sülâlesi, hemen hemen kendisinden kopmak üzere bulunan ve damdan
dama kaçirilarak hayati ve nesli kurtarilan ikinci Mahmud'un büyük oglu...
ikinci Mahmud, bir vurusta Yeniçeriligi kaldirmis, yunanlilik ve Hiristiyanlik
çikarina hizmet ettigi sabit olan Patrik Grigoryos'u Fener'deki Patrikhane
kapisinda astirivermistir. Böyleyken, henüz yeni ordu ve devlet mayasini
tutturamayan ve bir nevi boslukta kalan ikinci Mahmud, Navarin'de donanmasi
mahvolduktan ve Hünkâr Ğskelesi Muahedesiyle adetâ Moskof himâyesi altina
girdikten sonra, kendi öz valisi Mehmed Ali Pasa ordusuna karsi duramayacak
kadar zayif...
Misir fâtihi Yavuz Sultan Selim neslinden gelen ve o nesli yürütmekte son kalan,
ikinci Mahmud'un haline bakin ki, ordusu, anavatan Anadolu'nun cenubunda, Nizip
ovasinda, kendi Öz valisine maglûp olur ve o sirada Türk ordusunda mütehassis
olarak bulunan Prusyali yüzbasi (Molteke), istikbalin (Büyük Molteke)si, tam
taarruz zamani ordu kumandaninin müneccimbasidan haber bekledigini duyunca
kaputunu sirtina geçirip «böyle bir orduda çalisamam!» diye, basar, gider!
Devletin, kendi öz valisini Moskoflara şikâyet edecek ve «beni memurumdan
kurtar!» diye el açip, tarihî düsmanindan yardim isteyecek kadar alçaldigi
hengâmede, Ğkinci Mahmud, Nizip bozgunu haberini almadan kizkardesi Esma
Sultanin Çamlica'daki köskünde öldü.
31 yil ve 16 gün padisahlik etmis ve Osmanli Devletinin en nâzik dönüm
noktasinda birtakim manasiz ve fikirsiz şiddetlerden baska bir şey gösterememis,
husûsiyle etrafli bir dünya muhasebesine uzak kalmis olan ikinci Mahmud, ölüm
tarihi 1255 yilinda, 1 seneden beri müthis bir iç burkuntusuna, korkunç bir ruh
darligina ugramis bulunuyordu. Yerinde duramiyor, koltuguna yerlesemiyor, atina
siçrayamiyor ve imparatorlugunun çöküs çatirdilariyle sarsildigi bir demde,
Topkapi Sarayinin boguk pencerelerinden Çamlica sirtlarinin (aksam günesini
aksettirici camlarina bakip gizli gizli agliyordu. Osmanli Ğmparatorluğunun
cigeri üstündeki yara, ikinci Mahmud'un cigerlerine sirayet etmis, cigerlerinde
oyuk oyuk çukurlar açmisti.
Doktorlarin tavsiyesi:
— Ciger ufunetine ugramis bulunuyorsunuz! Çamlica taraflarinda bir hava degisimi
yapmaniz uygun olur!
Ve Çamlica'da, kizkardesi Esma Sultanin kasrinda, Avrupali bir doktorun verdigi
ilâç sonu 3 saat uyku... Uykunun pesinden biraz yemek istegi ve üstüste içilen
iki çubuk tütün...
Vay; Padisah iyi mi oluyor? Sarayda bir telâs.. bir kaynasma, bir şevk, bir
sevinç...
Fakat bütün bunlar yalanci alâmetler... Kurbanlar kesiliyor, veba yüzünden
karantinada bekletilen 200 haci saliveriliyor, borçtan hapsedilmis insanlarin
hesaplari tasfiye edilerek kendilerine zindan kapilari açiliyor, gece havaî
fisekler atilip istanbul semalari pariltiya boguluyor, fakat ertesi günü
birdenbire agirlasacak ve ruhunu teslim edecek olan Ğkinci Mahmud'un âkibeti
degistirilemiyor. Öyle ki, Ğkinci Mahmud can çekisirken, artik iyi oldugu
zanniyla şenlikler, bagirmalar, çagirmalar, atlamalar ve ziplamalar devamdadir.
Cenaze, türbesi sonradan yapilmak üzere, Çemberlitasta, yaninda Ğkinci
Abdülhamid de bulunacak olan yere dogru götürülürken, Divanyolu boyunca sirali
halk avaz avaz bagiriyor:
—. Padisahim; bizi birakip da nereye gidiyorsun?
Bu çiglik, Abdülmecid, Abdülâziz, Murad, Abdülhamid, Resat ve Vahidüddin'ler
boyunca Osmanli Ğmparatorluğunun girdigi Sirat Köprüsü çigirini belirten ne
hazin bir mâna ihtizaz eder.
1255 sayili yil... ikinci Mahmud'un öldügü, Abdülmecid'in tahta çiktigi ve
Tanzimat Fermaninin Gülhane Meydaninda okundugu netameli sene...
Şairin '
Bir, iki; iki delik
Abdülmecid oldu melik
Diye tarih düsürdügü, Türk tarihini ikiye bölücü meshur 1839 yili...
Abdülmecid 16 yasinda, yeni bulûga ermis bir delikanlidir; ve babasindan miras,
ayni ciger yarasinin narin ve nahif vücudunda istidadini tasimakta, fakat
beyninde şuur ve istirabini duymamaktadir,. Ğkinci Abdülhamid devrine kadar
padisahlarca duyulmayacak, ondan sonra Sultan Resad'da tam bir idrâk kütlügüne
çarpacak, arkasindan son Osmanli padisahi 6. Sultan Mehmed Vahidüddin'in
ruhunda,. oldukça derin, fakat sesi çikmaz ve eseri görülmez şekilde yuvalanacak
olan büyük aci...
Abdülmecid bu aciya en yabanci mikyasta, kollarini Avrupalilik ve alafrangahliga
açti ve 20 küsur yil, maddede ve mânada, cigerlerindeki oyuklari derinlestirici
bir hayat sürmekten ileriye geçemedi.
Tarihçi (Angelhard)in «Türkiye ve Tanzimat» isimli eserinde «Avrupa'yi hosnud
etmeye çalismaktan baska politikasi yoktu!» diyerek şahsiyetsizliğini tesbit
ettigi Mustafa Resit Pasa, yalniz isminin basina îttihatçilarca eklenmis gülünç
sifatla Büyük Resit Pasa elinde, genç ve toy Abdülmecid, taht'a çiktigi sene,
teftissiz ve murakabesiz, tahlilsiz ve muhasebesiz alafrangalik rotasini
imzalayan ilk kaptan oldu. Eski ve her tarafindan su alan devlet gemisini bu
defa kayaliklara sürmek ve maddî-manevî Bati ; sermayesine borçlanmak
marifetinî, hiçbir şeyin farkinda olmayarak temsil etti.
Sahte inkilâpçilarin dürtüsiyle getirdigi yeniliklerin basinda, Bati kasasina
ilk defa el açmak ve yine ilk defa kâgit para çikararak yerli iktisat nizamini
altüst etmek vardir.
Türk'ü tasfiye etmek üzere kendi kendisini Batinin cellâdi yerine koyan Moskof
âlemine karsi, bu âlemin fazla gelismesine razi olmayan ve daima Türkün
inkirazini hedef tutan Avrupanin sigintisi rolünü kabullendi ve ittifaklarina
girdi ve ancak bu yolla Moskoflara karsi durabilmenin basarisina (!) erdi.
istanbul ve Üsküdar sokaklarinda, Ğngiliz, Fransiz ve Ğtalyan üniformalarinin
sirmali cümbüs lerine meydan açti ve (la belle epoque — güzel çigir) ikliminin
bütün renk ve çizgilerine bürünmeye can atti.
Bu can atisin ilk tezahürü, vereme müstait Padisahin kadin ve içki iptilâsidir.
Sarayburnu ile Haydarpasa arasini dolduracak mikyasta denize atilan paralar,
şehzade ve sultan dügünlerinde 1001 gece masallarini karartici debdebe ve ona
göre Ğsraf... Kizkardesinin dillere destan ziyafetlerinde, kafes arkasindan,
yari bellerinden yukarisi çirilçiplak sefarethane madamlarini seyretmeler...
Ğslâm Halifesi ve Osmanh Padisahi olarak ilk defa Frenklerin nisanlarini kabul
etmeler ve gögsünde murassa (Lejyon d'Önör) nisani, Fransiz Sefarethanesinde
baloya katilmalar... Hâsili, altinda ve karanliginda vatan cüsseli bir hasta
yatan semadan,, günes, ay ve yildiz yerine türlü sun'î ve havaî Avrupa
fiseklerinin sahte ve aldatici isik serpintileri...
Kilise ihtilâflarini o türlü- himayelerle idare etti ki, «Sark Meselesi»
muharriri Avrupali, şöyle konusmak zorunda kaldi:
«- Halifenin Hiristiyan kiliselerinin banisi (kurucusu) oldugunu görmek, dogrusu
garip manzara!...»
Kirk yasini doldurmadan otuz çocugu oldu. Bunlardan 23 üncüsü Mehmed
Vahidüddin... îlk iki kizdan sonra üçüncüsü Sultan Murad, besincisi Abdülhamid,
sekizincisi Mehmed Resat...
23 üncü çocuk Mehmed Vahidüddin henüz «Baba!» diyebilecek çaga erismeden
Abdülmecid, veremden ve sefaletten öldü.
Ğnhitat günlerindeki Roma'yi kiskandiracak kadar muhtesem bir ziyafetten sonra
gaseyan, yataga düsüs, Besiktas'taki Ihlamur Kösküne kapanis ve bu defa kan
kusarak 25 Haziran 1881 de ruhunu teslim edis...
Son şehzadesi Mehmed Vahidüddin henüz 4 ayliktir.
ABDÜLAZĞZ
Abdülmecid'in son yillari, istanbul halki için derin bir inkisar devresi...
Sultan Mahmud'un arkasindan «bizi birakip da nereye gidiyorsun?» diye bagiran
halk hakli çikmistir. Gülhane meydaninda, bal-mumundan müze mankenlerine
benzeyen murassam fakat içi bos vezir elbiseleri, dâvalarini koruyamaz olmus
ulema sariklari, plânlarini çok iyi kavrayici sefir üniformalari, zift renkli ve
maksatli ruhanî kiliklari ve olanca tepkisi bu hallere aval aval bakmaktan
ibaret halk yiginlarinin çesit çesit kiyafetleri karsisinda okunan 1839
fermanindan, bitik bir Padisahtan baska bir şey kalmamistir. Asirlar boyunca ne
Haçli Seferleri, ne de cepheden toslamalarla, dize getirilemeyen vatan, şimdi
içinden tedariklenme taklit ajanlarinin yaydigi mikroplar yüzünden hasta edilmis
ve bitik hâle getirilmistir. Bütün bu hesapsiz ve anlayissiz gidisin hasmetlû
kuklasi Padisah da, ayniyle Ğmparatorluğuna es, kadin ve içki elinde bitik....
Sadrâzamina yazdigi «Hatt-i Hümayun»unda da, israflarini ve hesapsizliklarini
itiraf edecek kadar gafil...
Öyle ki, aslinda ne oldugu biraz sonra görülecek olan Veliaht Abdülâziz Efendi,
bir pehlivan edasiyle caddelere çiktigi veya ciritte at kosturdugu zaman halk
onu,> maddî adelelerine bakip ruh adelelerine de mâlik sanmakta ve istikbalin
kurtaricisi sifatiyle alkislamaktadir.
Abdülâziz, yasça Abdülmecid'den pek az farkli olarak taht'a geçer geçmez,
Sadrâzam Kibrisli Mehmed Pasaya bir «Hatt-i Hümayun» göndererek herkesi ve her
şeyi yerli yerinde ibka ettigini bildirdi. 1255 (1839) ve 1272 fermanlari
etrafinda herkes ve her şey yerli yerinde sabit... Ğbka ve devam siyaseti...
Yeni padisahin söyleyecek yeni bir şeyi olmadigi ve ruhunda, kollarindaki
adelelere es bir kuvvet tasimadigi, ilk «Hatt»indan bellidir. Bu Hat şöyle
biter:
«— Tebaamin asayis ve refahi hakkinda olan arzu-yu şahanem istisna kabul
etmeyeceginden edyan Ve akvam-i muhtelif eden (baska din ve irktan) bulunanlari
dahi cümleten taraf-i hümayunumdan adalet ve himmet ve hüsn-ü halleri emrinde
dikkat-i mütesaviye (esit dikkat) göreceklerdir. Cenab-i Hakkin mülkümüze ihsan
buyurmus oldugu eshab-i azime-i servet (zenginlik sebepleri) ve samanin tevessu-
u tedricisi ki, sâye-i makderetvâye-î saltanatimizda cümlenin saadet-i halini
mücin olacak terakkiyat-i sahihadir. Onlarin ve Devlet-i Aliyyemizin îstiklâl
kaziye-i mühimmesinin (ehemmiyetli ölçü) indimizde itirafkâr oldugunu dahi
tekrar ederim, Hazreti Fey yaz-i Mutlak, Habib-i Ekremi hürmetine cümlemizi
muvaffak buyura; âmin!»
Malî buhran son haddinde... Karadag meselesi kangrenlesmekte... Hersek
ayaklanmakta... Avrupa, ise her ân daha keskin bir el atma tavriyle
gerginlesmekte...
Lûtfi Tarihine göre Abdülâziz'in ilk isleri şunlar:
Valide Sultana bin kese maas tahsisi... Şehzadelerin her ay «Hazine-i Hassamdan
aldiklari 4190 altinin (bugünkü parayla 3 milyon lira), sultan maaslari gibi
Maliyeye yükletilmesi...
Cülusunun üçüncü gününde Eyüb'de Hazreti Halid Türbesinde kiliç kusanan
Abdülâziz, üç yil evvel dünyaya gelip de dogumu gizli tutulan oglu Izzeddin
Efendinin haberini «Hatt-i Hümayun» ile ilân etti. Eski bir âdet geregince
dogumu gizlenen çocuk Eyüb'de bir evde sakli tutulmaktaydi.
Eski Tanzimat pasalarinin şu, bu makamlara getirilmesi ve şuna bu kadar, buna şu
kadar bin kurus tahsisler...
Abdülmecid'in delice israflarindan üzgün ve bezgin halk, yeni Padisahtan
müteassip bir tasarruf davranisi beklerken, aksine, onu selefinden daha savurucu
görmekle küçük dilini yutacak hale geldi.
Bu esnada (1862) Londra istikrazi... Bu parayla güya eski istikrazin
basarisizligi giderilecek ve kâgit paralar ortadan kaldirilacakti. Kâgit para
mevcudu 13 milyon lira degerinde... «Kaime» isimli bu parayi, birkaç milyon
eksigiyle ancak karsilayabilecek bir miktar istikraz edilebildi. 500 milyon
yerine yaliniz 200 milyon frank... O da, yüzde altmisi esham olmak üzere, senede
yüzde alti faizli ve yüzde iki amortismana ve öz kaynaklarimizin verimine
el koyucu mahiyette... Tütün, tuz, damga ve patent inhisari Avrupalida...
«Düyun-u Umumiye»nin baslangici...
Abdülâziz'in devlet agacina asi yapmak yerine onu kökünden zehirlemek mânasina
en büyük marifeti, Abdülmecid'den baslayan Osmanli borcunu tam 300 milyon altina
çikarmak oldu. Bugünün parasiyle -en asagi 200.000.000.000 — (ikiyüz milyar)
lira...
Bu dâvada dikkat edilecek en ince nokta; sosyalizma ve pesinden komünizmanin
tezgahlanmakta cîdugu, Bati kapitalizmasinin en Üstün ve kudreti) derecesine
vardigi ve topyekun Doguyu sömürmek ve mamul esyasina istihlâk pazari bulmak
için kendisine mahreç aradigi o devirde, dogrudan dogruya Osmanli
Ğmparatorluğuna yönelinmis olmasidir.
Bati, böylece bir gün, isi ordularina havale etmek ve son ameliyati yapmak
üzere, vatanimiza, zahirde besleyici,, hakikatte öldürücü bir kan vererek
içinden hissedar oluyor ve Türk ülkesinde bu emeline yardimci zümreyi de tahta
mankenler gibi usta bir marangoz eliyle yontmus bulunuyordu. Tanzimat mamulü
bütün sahte inkilâpçilar... Bu dâvanin kolayca ökseye oturtulacak padisahi
olarak da, iyi yürekli, sâf kalbli, fevkalâde haysiyetli, büyük çapta şeref
duygulu, fakat kus beyinli Abdülaziz'den daha uygunu bulunamazdi.
«Ulu Hakan Ğkinci Abdülhamid Han» isimli eserimizde Vahiduddin'in büyük
agabeyine ait çocukluk, gençlik ve şehzadelik iklimini çizerken temas ettigimiz
noktalara bu defa baska bir üslûpla ve bazi yerlerde ayniyle dokunmak
zorundayiz. Kaldi ki, Mehmed Vahiduddin'in çocukluk, gençlik ve şehzadelik
dünyasina bir de olgunluk merhalesi halinde ikinci Abdülhamid ve Mehmed Resad
çigirlari bindigine göre çizgiyi baslangiç noktasindan yürütmeliyiz., Elverir
ki, sözlerimiz tekrar degil, tekrir belirtsin... Avrupali, Türkiye'yi topugundan
saçina kadar borçlandirdiktan sonra, alacaklarinin tahsili bahanesiyle memleket
verimlerine el uzatici (Dette Publique Ottomane — Osmanli Halk Borcu) isimli bir
müessise kurup Türkiyeyi hacz altina almak ve ileride siyasî ve askerî müdahale
sebebi olarak iktisadi hegemonya altinda tutmak politikasini gütmekteydi. кte
«Düyun-u Umumiye»nin gerçek ve biricik mânasi!...
«Düyun-u Umumiye» ile at basi yürüyen «Mekteb-i Sultanî» isimli Galatasaray
Lisesi de, körükörüne Batililik ve Baticilik cereyaninin ocagi ve bu cereyana
bagli çeyrek münevverleri yetistirme tezgâhi... Bir de ayni dâvanin memleket içi
sarrafligina memur, devlet bankasi selâhiyetinde (Banque Emperiale Ottomane —
Bank-i Osmanî-yi Şahane), yâni Osmanli Bankasi...
Bir Yahudi üçgeni kuran bu müesseseler arasindaki is ahengi ve birbirine pas
verme dehâsi o kadar parlakti ki, Batililasma gayesinin hamur teknesi «Mekteb-i
Sultanî»den birincilik ve ikincilikle çikanlar, emin ve sadik müridler (!)
sifatiyle öbürlerine imtihansiz kabul edilirlerdi.
Devlet borcu olarak 300 milyon altina yükseldigini kaydettigimiz (astronomik)
meblâg, Ğkinci Abdülhamid'e ait eserimizde, resmî kaynaklara göre 150 milyon
ingiliz lirasidir; bu rakamin, bazi gizli imtiyazlar, yollar ve hususî
tesebbüslerle 300 milyona çikarildigi Üzerinde de iddialar mevcuttur.
Bizim rolümüz, hâdiselerin «su kadar mi, bu kadar mi?» şeklinde basit kemmiyet
cephelerine ait ayrintili tahkikler olmadigi, sadece emin malûmlara bagli yeni
bir fikir terkibinden ibaret bulundugu için, esas bakimindan asgarî kemmiyetin
de degistiremiyecegi kiymet hükmünü şoylece mahyalastirabiliriz:
150 milyon Ğngiliz lirasi, yahut 300 milyon Türk altinindan ibaret o zamanki
devlet borcu, bugünün ölçüleriyle biri en asagi 100, öbürü 200 milyar lira
olarak büyük mali iflâs ve iktisadî esareti ilân etmeye bol bol kâfidir!
Abdülâziz Hanin, Bizans ruhlu mabeyn erkâni tarafindan, nasil elleri suyla
baglanan bir padisah oldugunu, Ğkinci Abdülhamid'e ait eserimizde
tablolastirmistik. Annesi Pertevniyal Kadin Efendinin «arslanim, arslanim!» diye
üstüne titredigi ve hakkinda baska bir vasif tanimadigi Sultan Abdülâziz,
Öfkelenip kükredigi zaman Ğstanbul'un kaldirim taslarini bile ürpertecek çapta
disindan gürültülü mizacina ragmen, muhtesem bir sirk ati kadar da seyislerinin
emrine bagli bir insandi. Şu kadar ki, bu sanatkâr seyisler, muhtesem sirk atini
kamçiyla degil, yerlere kapanarak egilip kalkmalariyle idare ediyorlardi.
Padisahin disindan hâkim, içinden mahkûm bu seciyesi de, 5 - 10 yil içinde
tereddiye giden Tanzimat hareketinin, Frenk eliyle çizilmis, yagli boya
levhasinda bir şehamet heykelidir.
Abdülâziz'in, Bati kapitalistlerine borçlanarak yaptirdigi saraylar ve satin
aldigi donanma üzerindeki kiymet hükmü yine öbür eserimizde
billûrlastirilmistir. Hiçbir şahsiyet ve mimarî kiymeti olmayan ve Avrupalinin,
padisahlari millî dâva sahalarindan kaçirici bir nevi tevkifhaneye benzeyen
saraylarla, lâfta dünya ikincisi, hakikatteyse bir deniz kuvvetinin üç esasi
unsuru (materyal), (personel) ve (muharrik kuvvet) bakimlarindan sifirin altinda
bir donanma... Abdülâziz'in bütün canini ve malini verdigi bu donanma, tahttan
indirilecegi zaman sarayini kusatan ve toplarini pencerelerine diken ilk kuvvet
olacak ve «donanmam, donanmam!» diye kendisini pencereden pencereye atici
Padisah, âdeta hesapsizlik ve fikirsizligin sonu hâlinde îlâhî bir ceza olarak
bu manzarayi görür görmez yere yikilacaktir. Öz bünye içinden çikmayip, kediye
arslan pençesi takarcasina illetli vücuda kaynastirmak istenilen ve hem kendi
degeri, hem de kullanilma kabiliyeti bakimindan şahane bir yalandan ibaret olan
bir donanma... Bu donanma, o günden bugünedek sürüp giden (Felix Culpa — Mes'ut
Cinayet)lerin ilklerindendir.
Mehmed Vahidüddin Efendinin çocuklugunu ve hangi dâvayla beslenerek büyümekte
oldugunu belirten bir iklim olarak çizdigimiz bu tablo, tarih muhasebemizin can
damarini gösterir ve ötesine ait bütün olus veya olamayislarin şifresini çözer.
Abdülâziz'in, desterelenen tahti üzerinden annesinin «arslanim, arslanim!»
çigliklariyla bir salhane hayvani gibi devrildigi güne kadar köpüren hâdiseleri
artik kisa ve kaba çizgilerle Özlestirebiliriz:
Bir türlü kökü kurutulamayan kaimeler yüzünden 4 misli kiymetlenen altin ve
pahalilasan hayat... «Nân-i aziz» isimli ekmegin okkasi 110 ve francala- 140
paraya çikiyor. (Bugüne kiyasla yine ne
bereket, degil mi?)...
Yunan meselesi ve (Mavro Kordiato) ile baslayan ve o günden beri Ğstanbul'u
kollayan Megalo îdea); Sultan 6. Mehmed Vahidüddin zamaninda tam patlak verecek
ve yarini asirlik hesabini bu Padisaha yükleyecek olan köklü dâva...
Türkün evi alevler içinde yanarken yukari katta satranç oynarcasina girisilen
komik isler, tesrifat oyunlari ve bir nevi, Bati asalet unvanlarina denk rütbe
hesaplari... Vezir, bâlâ, ûlâ evveli, ûlâ sânisi, mütemayiz ve nihayet sayiya
dökülüp dördüncüde biten unvanlar... Bu unvanlari tasiyanlara «devletin
efendim!»den baslayip «gayretlû efendim!» tâbirinde biten hitap şekilleri... Ve
daha nice payeler ve Mecidî nisanina ek Osmanî nisani... Bazi kisilere verilen
dört murassa, Osmanî nisaninin bedeli on bin altin... Padisah bu nisaniyle
öylesine magrur ki, kendisi batis devrinin sultaniyken Bursa'ya gidip devlet
kurucusu yüce Osman'in sandukasina onlardan birini asmaktan çekinmiyor; yâni
devlete ismini veren Gazi Sultanin sanki mükâfatlandiricisi mevkiine geçiyor!
Galata'da Sandikçi Rizeli Sofu Baba isminde birinin eski çiragi Mehmed Ali,
evvelâ damad, derken sadrâzam olduktan sonra Abdülâziz'in iradesiyle Mabeyn
Müsürlügü, Seraskerlik, Kapudan-i Deryalik, Tophane ve Sihhiye Nazirliklari, bir
de Hazine-i Hassa Nazirligini ayni zamanda ve nefsinde topluyor. Karadag ve
Bosna Hersek meselelerinin arkasindan Moskoflarin sevk ve idaresi altinda
(panislâvizm - Ğslâv Birligi) davasi... Sadece bu ölçüyle delik desik, yirtik
pirtik Avrupa Türkiyesi... Kan ve ates içinde bir âlem... Girit ihtilâlini de
katarsaniz, Avrupa; Türkiyesinin Akdenizdeki cenubundan bas layip şimaline
kivrilan ve Karadeniz boyunca ilerleyen bir kiskaç içinde bogmaya çalistiklari
eski «Devlet-i Ebed Müddet»...
Misir valilerinin «hidiv» ünvaniyle degistirilen ve ona göre imtiyaz üstüne
imtiyaza bogulan yeni makamlari... Artik babadan ogula bir miras mali halindeki
bu makamin Ğmparatorluk disina kaydirilmasi için vezirlere yedirilen korkunç
servetler... Hidiv îsmail Pasanin altinlariyle dolmayan cep kalmiyor ve bu hal o
kadar tabî sayiliyor ki, vezirler bu ise «kapi yoldasi muamelesi» tâbirini lâyik
görüyorlar. Öbür taraftan da kardesi Ğsmail Pasayi kiskanan Prens Mustafa
Fazil'in sadece nefsanî bir hinç olarak giristigi sözde ilk hürriyet mücadelesi;
ve içinde Namik Kemal'in de bulundugu «Genç Osmanlilar» partisini himaye etmesi
ve Namik Kemal ile Ziya Pasayi Avrupaya kaçirip desteklemesi...
Sahte kahramanlarimiz, Prens Mustafa Fazil Babiâli ile anlasir anlasmaz bir
paçavra gibi gurbet illerinde sokaga atilacak ve onlar da ileride «affi
şhhane»ye siginip vatana döneceklerdir.
Politikada, edebiyatta, ilimde, teknikte ve top-yekûn fikirde korkunç bir
sathîlik, siglik, şahsiyetsizlik...
Nihayet dünyanin en ibretli ve gülünçlügü bakimindan zevkli temasasi olarak,
Osmanli padisahlarinin 32 ncisi, fakat giristigi isin birincisi sifatiyle
Avrupaya seyahat... Beraberinde yegenleri Şehzade Murad ve Abdülhamid Efendiler,
oglu Yusuf Ğzzeddin, Nis'te hiristîyan ölecek olan Fuad Pasa oldugu halde,
Paris'in (Elize) ve Londra'nin (Bukingam) Sarayinda boy göstermeler... Bu, kökü
Şarklı, dallari da sun'î ve takma Garp meyveli garip adam Muhterem Süleyman'in
torunu, öyle mi?.,. Avrupali bu yeni Türk'ü hayret Ve istihzali bir nezaketle
seyretmekte ve ona kafesteki avina mahsus bir hürmet göstermektedir.
Şehzade Vahidüddin Efendi henüz bulûga ermemis bir çocuk oldugu için seyahat
kadrosunun disindadir ama, bu ziyareti iade edecek olan Üçüncü Napolyon ve
amcasinin (plâtonik) bir askla bagli bulundugu Imparatoriçe (Ojeni) ye yapilacak
devlet bütçesi çapinda şenlikleri görecektir. Memurlarin alti aydir maas
alamadigi bir zaman ve mekânda Beykoz kasriyle Dolmabahçe arasini Ören havaî
fisekler Abdülâziz'e bu isin daha fazla devam edemiyecegini nasil ihtar
etsin?...
Abdülmecid'in büyük oglu Sultan Murad'a nasip olan birkaç aylik saltanat, en
küçük kardesi Şehzâde Vahidüddin Efendiyi henüz düsünmeye basladigi demlerde
yakalar. Bulûg çaglarinda ve yasi 15 sularindayken... Delikanliligin esigindeki
bu genç adamla taht arasinda Abdülhamid, Mehmed Resad ve Yusuf Ğzzeddin
Efendilerden ibaret birkaç kademe vardir.
Bu siralarda Vahidüddin Efendi, zaif, nahif, hastalikli bir genç namzedi...
Hastaliktan hastaliga aktarma yoliyle geçen genç Şehzade, denilebilir ki, bu
haliyle devletin en sadik timsali...
Mehmed Vahidüddin Efendinin, çocukla delikanli arasi bu devresinde, hayat,
düsünce, zevk ve temayüllerine ait fazla birsey bilmiyoruz. Padisahliginda
Mabeyn Baskâtibi Ali Fuad Türkgeldi'ye defalarca söyledigine göre (Görap
isittiklerim — Fuad Türkgeldi) onun çocukluk ve gençligi türlü hastaliklar
içinde geçmistir. Osmanli tahtina birkaç basamak uzakliktaki Şehzade, bu yüzden
lâyikiyle okumaya, ciddî bir tahsil görmeye bile imkân bulamamistir. Hasret
çektigi ilim ve kemâli, padisahliginda ve en olgun zamaninda dile getirebilen ve
nefsini eksik görebilen bir insanin gerçek kültür mânasina, hattâ ilimden öteye
ne büyük bir fazilet belirttigi meydandadir. Ğlmiyle böbürlenenler degil,
bilgide noksanini itiraf edenlerdir ki, en çok bilenlerdir.
Şehzade Mehmed Vahidüddin Efendi, Sultan Murad devrinde, sarayinin, canfes
perdeleri hafif soluk penceresinden, nekahat bayginligi içinde, Bogazin ürperen
sularini seyrede dursun... Koca imparatorluk, (4) numarali mason Mithat Pasa ve
benzerleri elinde, padisah elbisesi biçimli deli gömlegi tarafindan temsil
edilmekte; ve iste alafranga hükümdar Abdülmecid Hânin en büyük oglu Sultan
Murad, Osmanli halife ve padisahlari arasinda (1) numarali mason olarak da,
yahudilik ve kozmopolitlik kütügüne kaydedilmis bulunmaktadir.
Şehzadeliğinde isi gücü kösk yaptirip yiktirmak, sonra tekrar yaptirip yine
yiktirmakla geçen, böylece huzur ve muvazaa sahibi olamayan Sultan Murad'in bir
merasim âninda ne türlü akil disi hareketler gösterdigi, cinnetini akilsiz
padisah isteklilerinin bile gîzleyemez oldugu ve meydâna, her şeye ve nice
istismarciya ragmen, kendi kendisine, bombos bir taht çiktigi, nöbeti mutlaka
sira bekleyene birakmak zorunda kalindigi, basit malûmlardan...
Böyle oldu ve veliaht Abdülhamid Efendi, kisa zamanda gösterecegi «Ulu Hakan»
vasfina dogru, yikilisi 33 yil durdurmak üzere 34 üncü padisah olarak taht'a
geçti.
Bu arada Mithat Pasanin, veliaht kösküne gidip-Abdülhamid Efendi ile görüstügü,
pazarliga giristigi ve «Kanun-i Esasi» mevzuunda ondan söz aldigi gibi
rivayetler, sadece Abdülhamid düsmanlarinin-degersiz ve seviyesiz
martavallarindan ibarettir.
Ulu Hakan Ğkinci Abdülhamid Hân gözümüzde-apayri ve hususî bir mevzu teskil
ettigine, kalemimizin bagli oldugu en büyük tarih (tez)ini heykellestirdigine ve
eserini ayrica verdigimiz ve vermekte devam edecegimiz büyük ve merkez şahsiyet
makaminda bulunduguna göre, Sultan Vahidüddin vesilesiyle yeniden ele alinarak
ve nokta nokta tesbit edilmek ihtiyacinin üstündedir. Böyle olunca şimdi
yapacagimiz, Ulu Hakanin şahsiyet ve eserini bir kaç sahifelik dar kadro içinde
ve kalin çizgilerle pirildatmaya çalisip Vahidüddin'i yetistiren ve onun ruhunu
örgülestiren vasati, yine Vahidüddin cephesinden belirtmektir.
ikinci Abdülhamid Hân'in cülûsiyle taht nöbetinde üçüncülüge geçen Vahidüddin,
bütün şahsiyettini 15 yasindan 48 yasina kadar 33 yil bekledigi ve bu arada
gençligini, olgunlugunu, hattâ ihtiyarlik" baslangicini idrak etigi «D'evr-i
Hamîdî» içinde idrak etmistir.
Her şeyden evvel kaydedelim ki, birçok kaynagin haber verdigi gibi, ikinci
Abdülhamid'in en fazla sevdigi kardesi, hattâ topyekûn şehzadeler arasinda en
ziyade benimsedigi yakini, Mehmed Vahidüddin Efendidir. Ulu Hakan, Şehzade
Mehmed Vahidüddin Efendide kendisine madde benzerligi içinde büyük bir mânâ
benzerligi buluyor ve onu sik sik huzuruna çagirip arzularini soruyor ve içli
disli sohbetine muhatap kiliyordu.
Bu mânâ yakinliginin müsterek temel çizgisi, din alâkasi ve Ğslâmiyet
bagliligi...
Kolayca ve rahatça iddia edilebilir ki, 36 Türk Padisahinin içinde en dindari,
vecd ve hasyette en ilerisi, mutlaka Abdulhamid, pesinden de gösterilmesi mümkün
üç isim varsa mutlaka aralarina girecek olan Vahidüddin'dir. Bu hususîligi,
dogrudan dogruya mevzuumuzun içinde bir laboratuar katiyetiyle tesbit etmek
borcumuz olsun...
Sihhî vaziyetindeki zaiflik ve nahiflik boyuna devam eden Mehmed Vahidüddin
Efendi, büyük agabeyinin devrinde yine türlü uzvî rahatsizliklar içinde gidip
gelirken, ruh yönünden en huzurlu çigrini yasar. Zira imparatorlugun, iç ve dis
saiklerle tam bir uçurum kenarina itildigi hengâmede onu düsmekten koruyabilecek
sanatkâr eli görmektedir. Bu, Ulu Hakan Abdülhamid Hân'dir.
кte Abdülhamid'in iradesine zit ve meshur Rus Sefiri (Ignatyef)den daha fazla
Moskof emellerine yol açarcasina Mithat Pasa hediyesi olarak gelen «93» isimli
Türk - Rus Harbi!.. Bütün Avrupayi hâlimize güldüren «Haliç Konferansi» içinde
101 pare top sesiyle ilân ettikleri, sahte kahramanlar marifeti sahte
Mesrutiyet... îçinde Avrupa, (emperyalizm) ajanligi, kozmopolitlik, masonluk ve
yahudilik tuzaklarinin mayin tarlasi gibi kümelendigi ve «Devleti Aliyye»yi
parçalama gayesinden baska hiçbir ise yaramaz hiziplerin yuvalandigi ilk
meclis... Ve Ulu Hakanin ilk ulu iradesi:
— Bu millet henüz kendi ruhunu Avrupa mamulü hürriyet nizami içinde temsil
ettirmenin rüsdüne ermemistir! Meclisi feshediyorum!
Fesih iradesinin ruhu bundan ibaret...
Abdülhamid'i, tamamiyle arzu ve iradesi disinda girisilen Birinci Mesrutiyet
tesebbüsü ve Türk - Rus Harbi neticesinde ilk felâketler savulduktan ve nisbî
bir sükûn gerçeklestikten sonraki 31 yillik hâkim devresinde şöylece
özlestirebiliriz:
SĞYASÎ DEHÂ
37 yil ilerideki Birinci Dünya Harbini pisirmeye dogru giden Ğngiliz - Alman
rekabetinden en büyük faydayi saglama ve Türkiyeyi kusatici tehditler önünde
daima birini öbürünün karsisina çikarma dehâsi... Bu dehâ, Alman Birliginin
kurucusu ve Türk düsmani (Bismark)a en büyük darbeyi vuracak ve Kayzer Vilhelm'e
«politika inceliklerini Abdülhamid'den ögrendim» dedirtecektir.
Balkanlar, Girit, Misir, Akabe, Hicaz ve Yemen mes'elelerini, her biri devlet
bünyesini zehirleyici hâle gelmeden yatistiran, uyusturan, tesirsiz kilan ve bir
gün topyekûn cebe indirilecekleri şartlar zeminini engellemeye dogru giden de
ayni dehâ...
ĞDARÎ DEHÂ
En büyük degeri haber alma ölçüsüne baglayan bu dehâ, hafiyelik teskilâtini
kurmakla, milleti birbirine düsürmek ve nefsânî ihtiraslarina hizmet etmek gibi
hasis ve sefil bir gaye takip etmemis, aksine, binbir gizli cereyanin çürütmeye
çalistigi devlet temellerindeki rahneleri tikama vazifesini ilk defa
metodlastirmistir. Bugünün «Millî Emniyet»inden tutunuz, Batinin bütün
(entelicens) tesekküllerindeki tohum Abdülhamid'indir. Onu hafiye kullanmakla
suçlayanlar, kendisini devirdikten sonra sadece nefsânî hirslari ugrunda
«Teskilât-i Mahsusa»yi kuranlardir.
Ayni idarî dehânin yalniz liyakate deger verici, gelistirici ve yetistirici
prensipi, Abdülhamid devrinde üç büyük maresal (Gazi Osman, Ahmed Muhtar ve
Ethem Pasalar) ve Ahmed Cevdet, Abdurrahman Pasalar gibi dünya çapinda ilim ve
fikir adamlari ve yedekte bekliyen bir sürü sadrâzam namzedinin toplanmasiyle
sabittir.
Ermeni ve Yahudilere, hususiyle masonlara karsi alinan köstekleyici tedbirler
de, politika dehâsiyle içice idarî dehânin en parlak numunesi...
ĞKTĞSADÎ DEHÂ
Ğlk isi saray masraflarini kismak olan ve bu yüzden Galata bankerlerine borç
etmemis tek şehzade-olduğu için «Pinti Hamid» diye anilan büyük ahlâk ve
tasarruf seciyesi ki, astronomik devlet borçlarini «Hazine-; Hassa»si gelirinden
ve «Kîse-i Hümayun»undan ödeyerek yüzde ikiye kadar düsürmüs ve saltanati
boyunca disariya tek kurus borçlanmamistir.
Hamidiye sularina kadar züccaciye, hali, kumas sahalarinda nice tesis ve daha
nice Ğçtimaî yardim çatisi onun eseri... Büyük tren yolu siyaseti, (Selanik -
Ğstanbul, Selanik - Manastir, Ğzmir - Kasaba) hatlarindan sonra, iki muazzam
demiryoliyle, onda, siyasî ve iktisadî dehânin en yüksek derecesini kaydeder.
Biri, Ğngiliz tehlikesine karsi mukabil Alman tehdidini diken Anadolu - Bagdat,
öbürü de Ğslâm Birligi idealinin yolunu ve yönünü gösterici ve Moskof'undan
îngilizine kadar her tarafi apistirici, 2000 kilometrelik Hicaz şimendüferi...
Abdülhamid'in saltanati çerçevesinde hâdiselerden süzdügümüz vasiflar, birkaç
şubede daha belirtilmek ihtiyacindadir:
HARSI ÖLÇÜ
Dogu ruhu içinde Batinin olanca müspet bilgilerini devsirmek, ve benimsemek,
bünyeye maletmek lüzumuna inanan Abdülhamid, memlekette ilk defa, birçok
vilâyete şâmil olarak sanayi mektepleri zincirini halkalamis ve sonu «sahane»
sifatiyle mühürlenen bütün yüksek tahsil ocaklarini kurmustur.
ASKERÎ ÖLÇÜ
Ömründe; tek harp veren (1597 - 1313 Yunan Harbi) Abdülhamid, onda da genis bir
seferberlige girismek telâs ve zilletine düsmeksizin biricik Rumeli ordusiyle ve
en kisa zamanda Atina kapilarina dayanmis ve Yunanlilari susta durdurtup «düvel-
i muazzama» agabeylerinden imdat isteme vaziyetine getirmistir. Ayrica, «Düyun-u
Umumiye» borcunun büyük kismiyle satin alinip hiçbir ise yaramiyan ve durdugu
yerde devlet bütçesini kemiren iskarta donanmanin (materyel), (personel) ve
muharrik kuvvet zaafini kestirip onu Halic'e tikamak ve bütün kuvveti kara
ordusuna vermekle, sevk ve idare disi umumî görüs kiymeti olarak üstün askerlik
anlayisini ispat etmistir. Halbuki bu nokta, vatan kurtariciligi yerine ona
vatan hainligini isnada kadar gittikleri yerdir. Abdülhamid, düsmanlarina karsi
nerede zayif ve nerede kuvvetli olacagini derinden derine kestiriyor, ona göre
askerî bir plân takip ediyor, zahiri ve aldatici süslerden kaçiniyordu.
Saraydan idare edildigini öne sürerek kötüledikleri nice askerî harekât ancak bu
sayede muvaffak olmus veya büyük bir hezimete inkilâp etmekten kurtulmus ve
topyekûn devlette oldugu gibi, bilhassa askerlikte en mühim basari faktörü olan
gizlilik, yine ve ancak bu sayede saglanabilmistir. «Devlet sirri» şuuruna malik
ve bu şuuru müessirlestirmis bulunan en üstün Osmanli hükümdari Abdülhamid'-dir-
ADLÎ ÖLÇÜ
Adalet islerine asla karismayan, ondan Kur'ân emirlerine müdahale edercesine
çekinen Abdülhamid, adlî ölçü bakimindan yalniz hudutsuz ve tarihte essiz bir
merhamet ve atifetin temsilcisi olmus ve 33 yillik hükümdarligi içinde kaatil
bir haremagasindan baska hiç bir ferdin idam hükmünü imzalamamis gerisini hep
ebedî hapis ve sürgüne çevirmekle yetinmistir. Abdülhamid'in, hürriyet yalaniyle
gelen Makedonya çapulcularinin karsisina Hassa Ordusu ile çikmamasinda ve «benim
yüzümden tek damla Müslüman kani akitilmasina razi degilim!» demesindeki sebep
de onun bu merhamet ve tevekkül cephesine bagli ve belki tenkidi kabil biricik
zaafidir. Ermeni icadi «Kizil Sultan» tabiriyle, yeni dogmus çocuklarin beynini
salata yapip yercesine kan içiciligi dillere destan edilen bu mazlum tâcidar,
hakikatte, karinca ezmekten bile sakinan velî mizaçli bir merhamet felçlisidir
Ve hakkinda köpürtülen yalanlarin tam ve kâmil ziddidir.
Memleketin en vicdanli adliyecilerinden kurulu yüksek mahkemenin idam hükmünü,
yine memleketin en üstün şahsiyetlerine mütalâa ettirip hemen hepsi ve bilhassa
Plevne kahramani Gazi Osman Pasa tarafindan «mutlaka idami şarttır!» reyini
aldigi hâlde karari bozup Mithat Pasayi Taife sürmekle kalan, sonra da asla
mecbur olmadigi bu af ve atifet hareketine karsi «Mithat Pasayi bogdurdu!»
iftirasini çeken Abdülhamid, bu bahiste de çapi hayale sigmaz bir âbidedir.
«Hürriyet Şehidi» tabiriyle hem Mithat Pasada, hem de Namik Kemal'de mukaddes
şehitlik vasfini yerin dibine geçirenler bilmelidir ki, Abdülhamid'in bunlara
verdigi ceza valilik ve mutasarriflikla beraber ayda yüzlerce altin «Ihsan-i
şahane»den baska bir şey olmamis, ve o devirde sürgünlük bir nevi kazanç
endüstrisi hâline getirilmistir.
Bundan sonra Abdülhamid'i ruh ve mizaç noktasindan da kiymet hükmüne baglayip
son hâdiseler içinde çerçevelemek, o devrin mâna iklimi boyunca 48 yasina kadar
ilerliyen Mehmed Vahidüddin Efendi Üzerindeki tesirleri hesaplamak ve artik
kahramanimizi evelâ ikinci ve sonra dogrudan dogruya veliaht sifatiyle sahneye
davet edici mesrutiyet çigirina yeni bir fasil açarak girmek icap ediyor.
VEHĞMLÎ ABDÜLHAMÎD
Delilige yakin bir vehim baskisi altinda gösterdikleri Abdülhamid'de bu
hususiyet, bütün hile ve yikici tertipleri hayal edebilen bir zekâ ifadesi
oldugu içindir ki, bas meziyetlerinden biri iken, düsmanlarinin isine gelmemis
ve asagilik bir illet diye öne sürülmüstür. Vehimli oldugu muhakkak bulunan,
fakat asla onun pençesinde zebun hale gelmeyen ve hayâl kuvveti yoliyle kararini
riyazi müsahededen sonra veren Ulu Hakan, bu haliyle filozof (Bergson) un «Ğbda
Edici Hayal» Ölçüsüne en canli misaldir. Hayal zekânin ta kendisi, en üstün
tecelli şekli ve kumandandan moda bulucusuna kadar her is şubeyine gerekli
olduguna, hatâ Allahi bulmakta biricik melekeyi belirttigine göre «Vehimli
Abdülhamid» yaftasinin hakikatte ne büyük bir meziyet ifade ettigi kendi
kendisine zahirdir. «Vehimli Abdülhamid» olmasaydi, Ğmparatorluk 33 yil degil, 3
yil bile dayanamazdi. Nitekim ondan sonra da ancak 10 yil dayanabildi.
Allah ve Resulüne her türlü mikyas üstü imani müstesna, yine filozof (Dekart)in
«sistemli şüphe»si bütün devlet islerinde ve şahıs münasebetlerinde,
Abdülhamid'deki tecellisini kimsede bulamamistir.,
DĞNDAR ABDÜLHAMÎD
Daha önce dokundugumuz ve 36 padisah arasinda en parlagi olarak gösterdigimiz bu
nokta Abdülhamid'de öylesine derindir ki, bir Avrupaliya «Ğslâma en küçük,
zerrece aykirilik mevzuunda kabul edebilecegi hiçbir tâviz hayal edilemez!»
sözünü söyletmistir. Abdülhamid bütün hayati süresince, susarken, konusurken, is
görürken ve uyurken yaliniz Allahini ve milletini düsünmüstür.
MÜTEFEKKĞR ABDÜLHAMĞD
Hiçbir zaman derinligine ve üstün bir irfanla besli bir fikir adami olmamasina
ragmen gayet derin bir sezis plâninda bütün sahte inkilâplari ve kahramanlari
anlayan ve bu köksüz gidisi engelleyen ve iste bu yüzden sayisiz düsman kazanan,
milli ruh köküne bagli, felâket devresinde ilk ve son devlet reisi...
ŞAHSÎYLE ABDÜLHAMÎD
Daima eldivenli, daima temiz, asiri derecede edep ve terbiye sahibi, ölüm
yataginda bile doktoruna giyinip de çikan, odasina bir hademe girince ayaga
kalktigini belli etmemek için masasindan bir kâgit aliyormus gibi hareket edecek
kadar Allah'a mahviyet gösteren, şahane heybetiyle de Alman veliahtini
apistiran, en ileri Avrupalidan daha gerçek Avrupali ve en üstün şarklıdan daha
üstün şarklı, esrari çözülememis ve mânasi güme getirilmis yüce Halife ve Ulu
Hakan...
кte Mehmed Vahidüddin Efendi, 15 yasindan baslayarak 48 yasina kadar böyle bir
tâcidarin inkiraz durdurucu havasi içinde yasadi, en sevgili agabey olarak
birdenbire vatani topyekun çöküntüye götürmek üzere Ulu Hakan'i deviren îttihad
ve Terakki Ğsimli eskiya ocagi ve onun kukla padisahi Sultan Resad devresine,
inkiraz gerçeklestikten sonra taht'a. çagrilmak gibi bir kader şartı altinda
girdi.
ÇÖKÜSE DOGRU
ÎTTĞHAD ve TERAKKĞ
MAHUD cemiyet... Ğttihat ve Terakki... Tanzimatla baslayan deri üstü Bati
kopyaciligi ve ucuz inkilâpçilik hareketinin isi gözükaraliga ve komitecilige
dökmüs şekli... Tahlilsiz, teftissiz, muayenesiz, murakabesiz, Bati Kültürüne
disindan sürtünmüs ve Batinin isporta mali mefhumlarina (hürriyet, adalet,
müsavat) kapilanmis maceraci çeyrek aydinlarin şekavet ocagi...
Abdülaziz devrinde kurulan ve sahasi çok dar kalan «Genç Osmanlilar»in pesinden,
Abdülhamid zamaninda tohumu atilip fidani gelisen ve agaci yetisen ittihat ve
Terakki, Ulu Hakan'i devirdikten sonra 10 yil içinde Ğmparatorluğu inkiraza
sürüklemek marifetini yerine getirir ve olanca vebalini 6. Mehmcd "Vahidüddin'in
zaif ve nahif omuzlarina yigip basar gider; silinir, kaybolur!
Bu bakimdan, vatanin oldugu kadar 6. Mehmed Vahidüddin'in dogrudan dogruya
kaatili Ğttihat ve Terakki'dir; ve onun en az fenaligi, ancak merhameti yüzünden
devirebildigi Ğkinci Abdülhamid'e dokunmustur. Ğkinci Abdülhamid'a edilen
fenalik (vatana edilen ayri) ancak şahsîdir. Vahidüddin'in şahsına ise hiçbir
şey yapilmadigi halde bu bedbaht zat, artik yikilmis bulunan vatanin altinda
birakilmak suretiyle belâlarin en büyügüne çarptirilmistir. Vahidüddin'i teshis
ve tesbit etmenin en ince çizgisi de budur.
Böyle olunca ittihat ve Terakki vakiasini Abdül-hamid'e oldugu kadar, hattâ
biraz daha fazlasiyle Vahidüddin'e baglamak dogru olur.
Ğtalya tarihinde büyük bir rol oynayan (Karbonarö»lerin, baslangiçta, eski bir
tas kömürü ocaginda toplanmis üç bes kisiden meydana gelmesi gibi, Ğttihat ve
Terakki, protoplazmasini 1889 yilinda, «Tibbiyye-i Şâhane»nin kuytu bir
kösesinde kurar. Ğlk gönüllüleri, çocuk denilebilecek yasta, (romantik) ve
satihçi bes adet delikanlidir. Ohri'li ibrahim Temo, Arapkir'li Abdullah Cevdet
(ileride dinsiz içtihat gazetesi sahibi), Diyarbakirli Ğshak Sükûtî, Kafkasli
Mehmed Rasid ve Bakûlü Hüseyin zade Ali... Bunlar, 1889 yilinin 21 Mayis günü
Tibbiyye'nin izbe bir noktasina çekilirler ve baglarini koparmaya basladiklari
Kur'ân yerine bilmem ne üzerine and içip, Kizil Sultan (!) ve rejimine karsi
hareket fikri etrafinda birlesirler ve bu birligin ilk hücresini Örerler. Ğlk
isim de «Ittihad-i Osmanî»dir-
Henüz tamamiyle iptidaî, hattâ, nazarî ve edebî, en dogrusu hayalî ve (fantezik)
safhada bulunan bu topluluk üzerinde ilk kiymet hükmü şudur:
Bunlardan en kuvvetli ve şiddetlisi, daima oldugu gibi, anavatan disi, Makedonya
havasinin yugurdugu, suyun öte yanindan bir tip, öbür ikisi de ayni şekilde,
Moskof kültür gübresi içinde boy atmis insanlar ve yalniz ikisi Anadolu
çocugu... Basta Abdullah Cevdet isimli (hakikatte Adüvullah Cevret) olmak Üzere
iste bu iki Anadolu genci de, bütün kök alâkalarini kesmis veya kesmek üzere iki
ters bünye Örnegi...
Bunlardan Abdullah Cevdet isimlisi, Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit'le beraber,
hattâ onlarin Önünde ve onlara fikir rehberligi edercesine memlekette Ğlk
mütaamz, saldirgan küfür bayragini açandir. Doktor (D'uzi)nin «Ğslâm; Tarihi»
isimli zehir çanagi kitabini Türkçeye çevirip nice körpe vicdanlari kurutan ve
kendi gibi birkaç tibbiyeliyi, imânlarini kaybetmek yüzünden intihara sürüklemis
olan lânetli...
Ben Abdullah Cevdet'i dinsiz «îçtihad»i çikardigi demlerde 19 - 20 yaslarinda
bir genç iken tanidim. Henüz edebî şöhretimin baslarindaydim. Cagaloglunda,
Yerebatan taraflarinda, üzerinde Ğranı tâlik hatla «Ğçtihat», ayrica da
Fransizca «Idjitihat» yazili is yeri ve apartmaninda... Süleyman Nazif'in «o
suretten hayayi dest-i Hak (Allah'in eli) tirnakla yirtmistir!» dedigi menhus ve
çiçek bozugu çehresini görür görmez midem bulandi ve ondan sonra her müsahede
bende bu ruhî mide bulantisini teyid etti. Ekferin bana hayranligi o
mertebedeydi ki, bu yeni şairin fotografini «Ğçtihad»in kapagina koyuyor ve beni
Türklerin (Bodler)i diye takdim ediyordu. Fakat bü övmeler sonradan ayniyle
Allahsiz Nurullah Ataç tarafindan da oldugu gibi bana zerrece tesir etmiyor ve
aradaki ruh ve dünya görüsü farki yüzünden bu esfel tiplere isinamiyordum.
Ruh hasisligiyle bir arada madde cimriligiyle maruf, Allah ve Resul düsmani
Abdullah Cevdet, bir kenarda unutulmus ve hakki verilmemis bir insan, bütün
inkilâplarin ilk tebsircisi bir mütefekkir oldugunu zanneder ve ufunet dolu
içini çekerek şöyle derdi:
«— ittihat ve Terakki'yi kuran, benim! Abdülhamid'e karsi ilk hareket bayragini
açan benim. Sonra Ğttihatçılar iktidara geçince unutulan ve bir kösede birakilan
da benim! Ha! Mustafa Kemal'in bütün inkilâplari benden kopya oldugu hâlde
(henüz Abdullah Cevdet'in şiddetle taraftar oldugu yeni harf inkilâbi
olmamisti), onca da takdire mazhar olamayan, benim!»
Böylece, Ğttihat ve Terakki'yi kuranlardan (prototipik - bas örneklik) bir
mahiyet, dâvanin içyüzünü izaha yeter.
Ğlk tesekkül aylarca ve yeni mensuplarina ragmen (fantezi) plâninda kaldiktan
sonra, birden, o sirada Avrupada bulunan birinin eline düsüverdi ve bu yoldan,
âdeta Avrupada merkezlesmenin bedava nimetine erdi.
Avrupada bulunan biri, ittihatçilarin bir ara büyük hürriyet mücahidi
tanidiklari, sonra da belki hakli olarak yerin dibine batirdiklari, frenkvâri
kesilmis sütbeyaz sakalli, meshur Ahmed Riza... Mesrutiyetten sonra Ayan
(Senato) reisligine getirilecek olan bu ihtiras ve menfaat kumkumasi, o
hengâmede Bursa Ziraat Mektebi Müdürüdür ve Bursanin «Nilüfer» gazetesinde
makaleler nesretmekte ve resmî günler Ğkinci Abdülhamid hakkinda (tipki Servet-i
Fünun'da Tevfik Fikret'in yaptigi gibi) en yakasi açilmamis medhiyeler,
dalkavuknâmeler yayinlamaktadir, iste bu Ahmed Riza, 1889'da Pany sergisi
münasebetiyle oraya gitmis ve Fransa'dan Abdülhamid'e islahat lâyihalari
yagdirmaya baslamistir. Maksadi, bir ayaginin emniyette bulundugu bir diyardan
yükselttigi tatli-sert nidalarla Hükümdarin dikkat nazarini çekmek, bu yoldan
mümkün olursa paye kapmak, olmazsa «Hürriyet Kahramanligi» safina geçmektir.
Abdülhamid'in hatiralarinda, «ingiliz Ali Beyin oglu» diye gösterdigi, anne
tarafindansa büsbütün yabanci bir kan tasiyan Ahmed Riza, Paris'teki
faaliyetiyle, çekirdek kurulusun toy delikanlilarini büyüleyiverdi. Ğlk kadroya
katilanlardan Ahmed Verdânî, Doktor Nâzim, Ali Zühtü isimli gençler, hükûmetin
dikkat nazarlarini üzerlerine çekecek nümayislere girisip Paris'e sivismak
zorunda kalinca Ahmed. Riza'nin eteklerine yapistilar ve bu, evvelâ Özenti,
sonra meccani, daha sonra sahte kahramani, cemiyetlerinin ilk kafasi makamina
oturttular, «Ğttihat ve Terakki» ismi, iste o siralarda, Paris'le Ğstanbul arasi
haberlesmeler sonunda takildi-
Ahmed Riza, Fransiz «akilcilik» mezhebinin kurucularindan (Ogüst Kont)a
kapilanmis, onu peygamber saymis, onun (pozitivizm - müspetçilik) felsefesini
din kabul etmis ve akli putlastirmis bulunuyordu. Bir mecliste, Allaha
inanmadigi ileri sürülünce şöyle demisti:
«— Ğnanmamak olur mu? Benim de inandigim, baglandigim bir hakikat var:
(pozitivizm), akil, müspet görüs mezhebindenim ben. Akla iman ediyorum!»
кte, bu, dörtte üç kan frenk Ahmed Riza, Frengistanda tohumunu atmaya baslayan
cemiyeti ilk defa olarak isimlendirdi, yâni vaftiz etti. (Pozitivizm)in remzi
olan (Ordre et Progres - Nizam ve Terakki) tâbirini öne sürerek... Gençler bu
tâbir üzerinde küçük bir ameliyat yaptilar ve (Ordre) kelimesini, birlik
mânâsina gelen (Union) lâfziyle degis tirerek (Union et Progres - Itthat ve
Terakki)yi kelimelestirdiler. Böylece cemiyet, frenk düsüncesinin frenk
tâbirinden dogma klisesini Ttirkçeye çevirmekle isimlendirilmis oldu.
Kurulusundan iki yil sonra âzasi 12'ye varmis olarak Ğstanbul'un Edirnekapisi
disindaki Mithat Pasa baginda gizli ve (romantik) toplantilar yapan (fantezik)
tesekkül, kisa zaman içinde, Ğzmir ve Şam taraflarinda, kendisine denk havalar
ve insanlar buldu. Bilhassa yüksek tahsil sinifindan gençler ve genç zabitler
arasinda maya tutmaya baslayan bu yeni dâva (!) Ahmed Riza'nin Paris'te
yayinlamaya basladigi «Mesveret» gazetesiyle (1895) gözleri büsbütün üzerine
çeker oldu. Artik, kayitli olsun olmasin, aydin geçinen herkeste cemiyete dogru
bir temayül... Âdeta moda zevki... Bu vasati, saraya ve Abdülha mid'e karsi,
için için, alttan alta köpürten içtimaî zü'mrelerse malûm... Basta Yahudiler,
dönmeler ve masonlar, bütün bir köksüzlük dünyasi...
Cemiyetin ilk beyannamesini Abdullah Cevdet kaleme aliyor; Avrupayla
muhabereleri de Galatatadaki Fransiz postahânesi ve Harbiye muallimlerinden (!)
(Toustim) Pasa idare ediyor. Ayni mektebin ögretmenlerinden Çürüksulu Ahmed Bey
de (ileride pasa), bu frenk asilli, Türk dostu (!) pasayla elele... Cemiyet,
Avrupa ve Misir taraflarinda üslenir ve Türkiyede kivilcimlanirken artik sarayca
malûm hâle geliyor ve «Kizil Sultan» dedikleri marazi merhamet abidesinin
ödenekli sürgünleriyle bu kahramanlar, âdeta issizlik ve meteliksizlikten
kurtarilmis olarak imparatorlugun köse ve bucaklarina nefyedilmeye
baslaniyorlar. Fakat bu tedbir, yanina bol gida maddeleri birakilarak azgin
kediyi çuval içinde öbür mahalleye aktarmaktan baska bir şeye yaramîyor; ve aç
kediler bir taraftan çogalirken, bir taraftan da atildiklari yerlerden dönüp
tekrar evin çati arasinda veya bodrum katinda toplanmaya devam ediyorlar.
Bütün endüstrilerini Abdülhamid'in müsamaha ve merhamet zaafina dayayan
Ğttihatçılar, kendilerine göre, bonmarse arslani şeklinde, disi kesmez ve
pençesi yirtmaz bir padisah aramaya basliyorlar. Küstahlik ve gözükaraliklari o
hâle gelmistir!.
Sirada üç şehzade var:
Ğrade ve dayatma kabiliyeti, pelteyi beton gösterecek kadar zaif, veliaht Mehmed
Resad Efendi...
Her ân bir buhrandan ötekine geçen Yusuf Izzeddin Efendi...
Üçüncü veliahd yerinde, yasi 40'a merdiven dayamis Çengelköyü sirtlarinda iri ve
sik agaçlardan bir hisar arkasina çekilmis, taht üzerinde istekli ve ümitli
görünmeyen Mehmed Vahidüddin Efendi...
Yusuf Ğzzeddin Efendiyi bir kalem atiyorlar; Vahidüddin Efendiyi, vakar ve
nefsini korumakta gösterdigi dikkat yüzünden ve ayrica büyük agabeyi ile
aralarindaki karsilikli sevgi bakimindan «Abdülhamid-i sâni'nin sânisi» diye
vasiflandiriyorlar ve olanca ümitlerini, kendileri için biçilmis kaftan, Sultan
Resad'a bagliyorlar. Ve harekete geçiyorlar. Mehmed Resad Efendi Mevlevîdir. Ne
yapmali ? Beyoglu (Yüksek Kaldirim) Mevlevi Tekkesi şeyhini elde edip onun
vasitasiyle Veliaht'a hulul etmeli!.. O devirde Mevlevîlik zorlu bir kapi
olmadigi gibi şeyhini elde etmek de zor olmuyor. Resad Efendinin karsisina çikip
«hürriyet, müsavat, adalet» kem-küm ediyorlar ama, o biçilmis kaftan, pelte
seciyede, kendilerini anlayacak ve destekleyecek kadar bir hamle ve karar
iktidari bulamiyorlar.
Padisahliginda boyuna tekrarlamak üzere, Mehmd Resad Efendinin her hâdise
karsisinda tavri şu dört kelimeye sigmaktadir:
— Memnun oldum, mahzuz oldum.
Hemen karari veriyorlar:
— Yusuf Ğzzeddinde is yok! Vahidüddin habisin biri! Resad ise destekçimiz degil,
ancak biz iktidara geçtikten sonra padisahimiz olabilir. 'Mumla arasak
bulamiyacagimiz bir padisah.'...
Ve 1897 yilinin ortalarinda Abdülhamid'e karsi bir darbe kararini veriyorlar.
Yüksek Kaldirimdaki Mevlevi Tekkesinin şeyhi Abdülkadir Efendi, henüz taslak
hâlindeki bu ihtilâl heveslilerini o kadar tutuyor ki, kudretli padisah ve Ulu
Hakan Abdülhamid Han'in murakebe pençesi altindaki Yildiz Sarayina kadar siziyor
ve orada bâzi silâhsorlarin, Sultani devirme isinde yardimini istemeyedek
tesebbüsten çekinmiyor. Onun da gayesi, Osmanli tahtinin üzerinde Mevlevi
külahini görmek...
Karari Paris'e, Ahmed Riza'ya uçuruyorlar. Gelen cevap, gözü karaliktan baska
bir esas ve usul tanimayan cakaci yavru horozlari çildirtiyor:
— Ya hareket muvaffak olamazsa bizim Fransa'da hâlimiz nice olur? Fransa
Hükûmeti hepimizi hudut disi etmez mi?
Al sana, Ğstanbul merkeziyle Paris mihraki arasinda bir kopus...
Ğstanbul'da Haci (!) Ahmed Beyin reisligindeki Umumî Merkez, Ahmed Riza'nin
cemiyetten ihracina karar veriyor; derken bir jurnal üzerine hepsi birden
tutulup saraya dolduruluyor ve oradan daragacina gönderilmek yerine ödenekli
sürgün âlemine çikariliyorlar. îlk umumî merkez de böylece, kendi kendisine
kapaniyor ve Ğttihat ve Terakkinin ilk devresi nihayete eriyor.
Temo soyadini tasiyan, suyun öte tarafina bagli, ilk müessislerden Ğbrahim,
Romanya ve Bulgaristan'da; Ahmed Riza, Doktor Nâzim ve kumpanyalari Fransa'da;
şu bu, Ğsviçre'de; filân falan Misirda üslenmeye ve mihraklasmaya baksin!.,. 21
Aralik 1896 tarihinde Ğsviçre'nin Cenevre şehrinde «Osmanli Ğhtilâl Firkasi»
kuruluyor. Ayni mayadan ve Ğstanbul Merkezinin düsmesi üzerine daha canli
hareket edilmesini isteyenlerden bir grup... Artik içerideki kundak tepelenip
söndürülmüs, yanik lekeli bir bez parçasi halindedir ve kendilerince bütün ümit,
vatanin pencerelerinden seyrettikleri Bati ve Şimal rüzgârlarinin savurdugu
kivilcimlardadir. Bu kivilcimlar, vatani yakmak için Haçlilar Dünyasinda ates
üfleyen, kafa kagitlarinda «Müslüman» ve «Türk» yazili insanlarin nefesleri...
Ğsviçrede kurulan «Osmanli Ğhtilâl Firkasi»nin ilk isi ermenilerle münasebet
kurmak, onlardan destek istemek ve Müslümanlarin Halifesi ve Türklerin
padisahina ortaklasa bir suikast tertibi fikrinde birlesmek oldu. Ğhtilâl
Firkasi, önce hedefini ve dâvasini açiklayici bir beyânname yayinlayacak,
pesinden Ermeniler Istanbuldaki Türk fedaîlerine bomba verecekler... Sonradan
bomba verilmesi isinin Tuna boyunda bir noktada yapilmasi düsünüldü ve bombalari
Ğbrahim Temo'nun teslim alip diledigi yere sevketmesi kararlastirildi. Dogrudan
dogruya Türk düs-manlariyle Türk ismi altinda Türklük düsmanlarinin bu temasina,
Zarifyan isimli Ermeni aracilik ediyordu.
Fakat mahut hedef ve dâva beyannamesinin nesrine ragmen Türk düsmani Ermenilerle
Türklük düsmani sözde Türkler anlasamadilar, bomba alis verisini yapamadilar;
böylece Ğslamların Halifesi ve Türklerin padisahini bombalamak şerefi (!) yalniz
Ermenilere kaldi.
кte ihtilâl beyannamesinden birkaç parça:
Osmanlilar! Biliriz ki, kudurmus bir köpegi gebertmek farzdir! кte bugüne kadar
kan dökmekten sakinmis olan «Osmanli Ğhtilâl Firkasi» artik zalimlerin haddini
silâhla bildirmeye ve mazlumlarin intikamini almaya iyice karar verdi!
Zabita güruhu ve asker takimi yolumuzu kesmeye kalkisirsa aramizi ancak Ölüm
ayirabilecektir. Evet, ölecegiz, öldürecegiz, kesecegiz, biçecegiz, yakacagiz,
yikacagiz! Hiç kimseden pervamiz yok!
O canavar Padisahin «Yildiz»ini söndürecek ve külünü semaya dogru savuracak olan
(dinamit)ler bile elde, belde hazirdir. Halkin selâmeti, herhangi noktayi
gösterirse oraya atilacaktir.
«Ya hak, ya ölüm!» diyerek «Meclis-i Mebusan»i açtirmak ve şu zalim hükümeti
kökünden söküp atmak üzere biz ise sellemehüssellâm baslayacagiz, bildiriyoruz!
(Mühür) Ğhtilâl Firkasi. Ya hak, ya Ölüm!
O siralarda Avrupadaki faaliyet içinde, meshur Doktor Kadri Rasit Pasaya kadar
nice mâruf şahıslar arasinda, Tunali Hilmi ve büyük edip Süleyman Nazif'i de
görüyoruz. Bu Tunali Hilmi, 20 yil sonra Ğttihatçıların çökertecegi imparatorluk
enkazindan birkaçini kurtarabilmek, yâni Ğttihatçı pisligini temizlemek
gayesiyle baslayacak olan Ğstiklâl Harbi ve pesinden Cumhuriyet devresi ilk
meb'uslari arasinda yer bulacak; zavalli Süleyman Nazif ise, yardim ettigi
tarafin yiktigi vatan harabesi önünde, îstanbulun isgali günü, dillere destan
«Kara Bir Gün» yazisini kaleme alacaktir.
Vahidüddin, Çengelköyündeki köskünde, sessiz hiçkiriklarla Bogazi seyrede
dursun!...
Büyük hâdiseler herkesçe bilindigi, küçükleri büyükleri dogurma bakimindan kök
degerlerine ragmen hafiza ve hatiralarda yasayamadigi için onlari yaya takip
ederken öbürlerinin üzerinden (füze) hiziyle geçmeyi tercih ediyoruz.
Ğttihat ve Terakki'nin büyük hâdiseler çigiri, 19'uncu Asrin son yillariyle 20
nci Asrin ilk seneleri arasindadir ve cemiyetin, büyük aksiyon merkezini
Selanikte kurmasiyle baslar ve Ğstanbul üzerine sevkettigi, beyaz keçe külâhli
fedailer ve Hareket Ordusiyle sona erer. Ahmed Riza yine sahnededir ve onunla
beraber bazi isimler destanlasmakta... Enverler, Niyaziler, Talâtlar, bu son
çigrin son perdelerinde sahneye çikarlar; ve dagda ardina taktigi bir geyikle
hürriyet avina çikan, fakat eceli sahneye çikmasina müsaade etmedigi için
kartpostallarda sembollesen palabiyik Niyazi Bey müstesna, daha nice yeni aktör
ve figüranla beraber, Ğmparatorluğun Çöküsüne kadar tam 10 yil sahnede kalirlar.
Selanik devresinde Ğttihat ve Terakki (bir aralik Terakki ve Ğttihat) agiz
yerine tabanca namlusundan baska bir is âleti tanimayan ve her kapiyi açici
maymuncugu silâhta bulan bir eskiya ocagidir. Ocaga bu ruh sinince de artik
eski, sözde fikircilere hiçbir rol kalmamistir. Meselâ: Enver'in fevkalâdelik
vasiflari arasinda en hayran olunan nokta, onun, ismini, tabancayla, nokta
nokta, hedef tahtasina yazabildigidir.
Bütün fikirleri, beyaz keçe külahlara siyah ibrisimle isledikleri «ya hürriyet,
ya Ölüm.» dövizinden ibaret...
Selanik devresinde ocaga sindirilen bu ruh, öyle tilsimlidir ki, hepsinde,
bugünün futbol heyecanina benzer ve umumiyetle kaatil çetelerinde görülür bir
cinayet vecdi, hüküm sürmektedir.
Abdülhamid'in pasasini Selanik'te, telgrafhaneden çikarken yere sererler, daha
nicelerini, nisan tâlimi yaparcasina kursunlarlar ve ileride, Ğstanbul'da, köprü
üstünde ve umumî meydanlarda, bir kursunda susturacaklari gazetecilere dogru,
boyuna tabanca (egzersiz)i yapmakta devam ederler. Bu ruhu; en tesirli
atislarina düsman yerine dindas ve yurttaslarini hedef tutmak ruhunu, maya
tutturmaya basladiklari zabit tipine asilamaya bakarlar.
Çogu, deli vecdi içinde çirpinan ve sarali bir şeytan cezbesi yasayan genç
Ğttihatçıların ideal diye anladiklari ve kolayca yaydiklari ruh haleti, iste
yaliniz ve yaliniz, bu cana kiyma kültür ve sanatina dayanir. Ğttihat ve Terakki
şekavet ocaginin gide gide nihayet varabildigi biricik mezhep ruhiyati, şehvet
halinde bir cinayet cezbesi ve bu cezbenin âyin zevki olmustur.
yirminci Asir baslarinda iyice billûrlasmaya baslayan bu manzaraya karsi Ulu
Hakan Abdülhamid Hânin yapacagi, Selânigi mâna bakimindan berhava etmek, bütün
elebaslarini toplayip vaktiyle Mithat Pasayi Brindizi'ye ve sonra Cidde'ye
tasiyan «Ğzzeddin» vapuru yerine köhne «Tir-i Müjgân» gemisine doldurmak ve
Selanik açiklarinda topa tutarak batirmakti.
Yazik ki, Ulu Hakan'da her şey var, fakat bu ruh yoktu... O kadar yoktu ki, ayni
ruhu Ğttihatçılardan karsilik alarak kopya etmeyi adetâ tenezzül sayiyordu.
Netice:
Zipladilar, hopladilar, bagirdilar, çagirdilar, öldürdüler, yaktilar, Mabeyne
telgraf üstüne telgraf yagdirdilar, hop dediler, höt dediler ve Mesrutiyeti ilân
ettirdiler.
Meclis-i Mebusanda, Ahmed Riza'nin reislik kürsüsü yaninda, o anda ve
karsilarinda duran Abdülhamid'e hakaret ettiler, onu hürriyeti bogmus ve milleti
hor görmüs olmakla suçladilar. Buna da tahammül ve tevekkül gösteren Padisahi
devirebilmek için, nihayet, hilelerin en denisine basvurdular, 31 Mart
ayaklanmasini tertiplediler. Karsi olduklari dâvayi -seriat- kökünden kaldirma
yolunu açmak ve bu isin bahanesini bulmak için askerleri bizzat «seriat
istiyoruz diye ayaklanin!» şeklinde kiskirttilar ve kiskirticinin Abdülhamid
oldugunu ilân ettiler. Masum ve cahil neferleri «Seriat de Şeriat!» diye
sokaklara ve meydanlara döktüler. Bunlarin büyük kismini Ayasofya meydanina
kümelendirip oradaki Mebusan Meclisini (Cumhuriyetin 10'uncu yil dönümünde yanan
Adliye Sarayi) basmaya, bazi mebuslari öldürmeye, her şeyi kirip dökmeye ve
yagmalamaya kadar dürtüklediler. Sonra Ğstanbul üzerine çapulcu alaylarindan,
ismine «Hareket Ordusu» dedikleri bir güruhu yürüttüler, bu ordunun neferlerini
«Padisahi kurtarmaya gidiyoruz!» diye kandirdilar. Ayan ve Mebusan'i birlestirip
«Millî Meclis» namiyle topladiklari heyete, Said Pasa gribi Abdülhamid'in eski
bendelerinden, fakat sikisinca her defa bir ecnebi sefaretine siginacak kadar
bedbaht ve seciyesiz bir adami reis seçtirdiler; ve tahttan devirme kararini
iste bu orkestra şefinin kaldirdigi degnek ve gösterdigi notaya göre, keman,
borazan, davul, ilân etti-
кin en hazin tarafi, Tanzimattan beri gelen çizgi boyunca her gün biraz daha
belli olarak bütün dâva şeriatı kaldirmaktan ibaretken isi yine Şeriata uydurmak
gibi münafikça bir hünerden vaz geçemediler ve hal'in fetvasini Şeyhülislâm
makamindaki «Seyhülinkâr»dan kopardilar. Bu, ebedler boyu yüzü kara adam,
Abdülhamid gibi hastalik derecesinde bir dindari, şeriat hükümlerini bozmak ve
kitaplarini yakmak, israf ve zulüm (!) göstermis olmakla suçladi ve «hal'Ğ caiz
olur mu?» sualine «elcevap: olur!» hükmünü basti; ve kumandanlarinin hassa
kuvvetleriyle karsi durma teklifine «hayir, benim yüzümden tek damla müslüman
kani akmasina razi olamam!» diyen Ulu Hakan Abdülhamid Han tahttan al asagi
edildi.
Bundan böyle ittihat ve Terakkiyi, 1918 mütarekesi günlerine kadar, felâket
kuslari halinde memleket semalarindan geçen hadiseler katari içinde takip
edebiliriz.
Gösterdigimiz gibi, Abdülhamid'i, sirf merhamet ve hayata saygi damarini maden
gibi istismar etmek sayesinde devirdiler. Ve Abdülhamid'in «en ince yufkadan
daha ince ve yumusak» diye vasiflandirdigi, 65'lik Mehmed Resad Efendiyi,
Osmanli tahtina, cansiz bir esya şeklinde oturttular. Böylece, 14 yil sonra
müzeden bile kovulacak olan Osmanli taht ve hükümdarinin artik müze esyasi
telâkki edilmeye baslandigi çigiri açmis oldular.
SULTAN MEHMED RESAD
Ğkinci Abdülhamid gece yarisi Selânige, Yahudi (Alâtini) kösküne gönderilirken,
millet temsilcilerinden olmak iddiasindaki bir heyet; Mehmed Resad Efendinin
huzuruna çikti ve ona, millet iradesiyle müslümanlarin halifesi ve Türklerin
padisahi oldugunu bildirdi.
Hayati süresince abdestsiz gezmemis, bütün Osmanogullari gibi din alâkasini asla
zayiflatmamis, tek damla içki içmemis, her türlü haramdan kaçinmis,
ihtiyarligina dek süren şehzadeliğinde hiç bir kere politika ve dalavere atesine
el uzatmamis, yalniz tarih ve mesnevi okumus, fakat Ğç âlemini dis dünyaya
naksetmek cehdinden yoksun yasamis, yagmur suyundan temiz, ama temizleme fikir
ve enerjisinden mahrum, bu mavi gözlü, beyaz tenli, pembe yüzlü, ak sakalli,
esaret çapinda tevekkül ve teslimiyet heykeli ihtiyar, heyete kelimesi
kelimesine, Önceden düzenledigi şu cevabi veriyor:
«— Otuz üç yildir itidalimî muhafaza ettim. Bu müddet zarfinda milletimin
selâmet ve saadetine dua ettim. Mademki millet beni istiyor; bu hizmeti
tesekkürle kabul ederim. Benim birinci emelim Şer'i-i Şerif ve Kanun-u Esasi
mucibînce icra-yi hükûmet etmektir. Milletimin arzu ve amalinden zerrece inhiraf
etmem. Cenab-i Hak muvaffakiyet ihsan ederse bahtiyarim.»
Abdülhamid devrini gizlice kötüleme ve itidal gösterilmesi çok zor bir zaman
olarak belirtme yoliyle Ğttihatçılara bir nevi avans mahiyetindeki bu kof ve bos
sözler; her şey şeriatı yikmaya dogru giderken, hem şeriatı gaye kabul ettigini
söylemek, hem karsisindakilere gayesi sanki 'oymus gibi davranmak ve vatan
hizmetini şeriatte oldugu kadar «Kanun-u Esasi»de görmek, üstelik millet arzu ve
emellerinden dönmeyecegine isaret etmekle de millet yerine geçen ittihatçilari
tatmin etmeye bakmak noktasindan, sinsi bir üslûp içinde tezat ve zaaflarin en
hazinini çerçeveler ve sultanlikla sultanin ne hale düsürüldügüne en veciz
misali verir.
O zamanki Harbiye Nezareti (Simdiki Universite)nin önünde siraya dizildikleri
Resne taburlari millî (Arnavut) kiligiyla yeni padisahi selâmlarken meydani
dolduran her renk ve çizgi, mevhum hürriyet noktasi etrafinda bütün bir
kozmopolitlik ve gaflet dünyasini resmetmektedir.
Sahneyi gözleriyle gören tarihçi Ahmet Refik'in bana anlattigi bir müsahedeye
göre halktan biri yanindakine soruyor:
— Kim bu hürriyet?
Öbürü cevap veriyor:
— Yeni padisahimiz, efendimiz!
Kimse farkinda degildir ki, bu yenisi (hürriyet), gelmis ve geleceklerin en
zalimi olacak, asla tahtindan indirilemeyecek ve her devrin putu olarak elden
ele devredilip gidecektir.
Maddî ve manevî şekavet ocagi Ğttihat ve Terakki devresi üzerindeki
görüslerimizi kendi gözlügümüzden tesbit ederken bizzat Mehmed Vahidüddin'in
Ölçülerini dile getirdigimizi, adetâ onu konusturdugumuzu saniyoruz.
Denilebilir ki, Mehmed Vahidüddin, Ğkinci Abdülhamid Han'dan basliyarak Sultan
Resad'a kadar belirttigimiz bütün kiymet hükümlerinde, üslûp ve tahlil farkiyle
ortagimizdir. Bu ortakligi göstermekte de, hayatinin son devresi olan îtalyada,
(San Remo)da, bugün hayatta bulunmayan eski nazir ve askerlerden birine
söyledigi sözler şahittir. Rahmetli Pasanin, ismiyle ortaya çikmak istemeyen
oglunda gördügümüz not defterinde, Vahidüddin'e ait şu cümleler vardir:
«— Büyük biraderim Abdülhamid Hân Hazretleri Yavuz Sultan Selim'den sonra
gelseydi Osmanli padisahlari arasinda en üstün mertebeyi ibraz eder ve devleti,
iç ve dis düsmanlarina karsi en muhkem ve salâbetli bünyeye kavustururdu. Bu
mânâyi, bana, kendi öz agziyle de îma ve ifade ettigi olmustur. Fakat en nazik
ve tehlikeli devrede geldi, 33 sene bütün felâketlere ve maziden kalma dertlere
karsi koymayi bildi, hastayi ölümden korudu ama, ayrica müstakil bir sihhat ve
saadet getiremedi. Onu, kan akitmaya asla müsait olmayan dindar mizaci yüzünden
Ğttihat ve Terakki yikti ve zaten sira icabi, Abdülmecid ogullari arasinda en
halim selim, şefik, refik, mütevekkil, mütehammil, iradece zaif ve siyasetçe
hafif olanini buldu. Ona tac giydirdi ve onu basina tâç eyledi. Böylece, 600
yillik devleti 6 yilda harcama yoluna girdi ve 9 yilda çökertti- Tarihimizi.
yahudilerin, masonlarin, dönmelerin âleti olarak millete onlardan daha büyük
fenalik edebilmis, haricî ve dahilî hiçbir düsman mevcut degildir.»
Kelime kelime Sultan Vahidüddin'in dudaklarindan dökülen bu Gözleri aynen tesbit
ettikten sonra, onun son cümlesindeki büyük hakikati ele alalim.
Ğttihat ve Terakki, bütün büyük kedamanlariyle dogrudan dogruya mason ve gizli
Yahudi kurmayi-r?n sevk ve idaresine yön tutmus ve yol almis bir tevekküldür.
Beynelmilel gizli Yahudi kurmayi, Abdülhamid gibi, islâm birligi ve Türk
bütünlügü bakimindan en tehlikeli şahsiyet saydigi bir hükümdara, murakabesiz
Bati taklitçisi ve talihsiz hürriyet nâracisi toy gençlerden ibaret Ğttihatçılar
vasitasiyle en büyük darbeyi indirdikten sonra, onlari yapayalniz ve
Ğmparatorluğu batirmakta serbest birakmis, Trablus ve Balkan felâketleri
arkasindan da Ğtilâf manzumesi (Ğngiltere, Fransa, Rusya ve sonunda Amerika)
tarafini tutarak, bu defa ayni ittihatçilari Türk vataniyle beraber yok etmek
taktigini gütmüstür. Bütün bunlar olurken de ittihat ve Terakki Komitesinde
şuur, (matador)un tuttugu kirmizi beze hücum eden azgin boganinkinden
farksizdir. Ğttihat ve Terakki, hiçbir şeyin farkina varmadan, daha dogrusu
farkina varmasina meydan verilmeden yahudinin oyuncagi olmustur.
Komitenin evvelâ yahudi âleti ve pesinden kurbani olmasindaki temel teshis,
girift köklere bagli olarak Öyle yerindedir -ki, îttihatçilarca iktidara
geçildikten bir müddet sonra rejimlerine (ideoloji) tedarik etmek için bas
vurulan Türkçülük bile, dogrudan dogruya yahudi eseri olmasa da, vasatini ya
hudilerin hazirladigi ve rol almasini kolaylastirdigi bir istir.
Oldukça cins bir fikir adami olarak yaratildiktan sonra dünyalar arasi büyük
muhasebede ölüm dönemecini kivrilamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya
Gökalp, itilâmin içinden degil, sadece Ğslâmın yerini almak üzere icat ettigi
Türkçülük yolunda ne büyük bir yahudi himayesi göreceginden veya yahudilere ne
zengin bir istismar sahasi açtigindan gafildi.
Tek hirsi, Kur'anda Allah'in lanetledigi yahudinin hincini almak ve şevketli
îslâm temsilcisi Türk'ü bu bakimdan yikmak olan korkunç seciye, elbette ki onu
devirmeye dogru her harekete kredi açacak ve her türlü yardim (plasman)ini
yapacakti. Nitekim bu bakimdan yikmak olan korkunç seciye, elbette ki hem ucuz
tarafindan, hem de tahrifçilik yoliyle kaptiran yahudi filozof (Emil
Durkaym)dir. Ondan sonra da ayni dâva etrafinda yükseltilen vecd seslerinde
(Yeni Turan - Halide Edip) ve kurulan tesekküllerde (Türk Ocagi), çogu Türklükle
alâkasiz ve Anadolu mayasi disinda tipler vardir. Süleyman Nazif'in Şu (espri)si
ne kadar yerindedir:
«— (Ci, ci, cü, cu), Türkçede meslek edatlaridir. Kahveci, arabaci, kömürcü,
sabuncu, gibi. Nasil kahveci kahve, arabaci araba, kömürcü kömür, sabuncu da
sabun demek degilse, Türkçülerin de çogu Türk degildir.'»
Türkçülük vecdinde Halide Edib Adivar gibi bir yahudi dönmesinin sanat
önderligine kalkismasi ve her biri Türk sinirlari disina bagli ve yabanci
kültürlü (çogu Moskof Kültüründen) şahısların dâvaya üsüsmesi herseyi izaha
yeter.
Afallamis, iyice afallatilmis gerçek Türk unsurunun, devlette oldugu gibi,
afallamada da (1) numarali adami Sultan Resad, iste, belki kuvvetli bir din bagi
ve ahlâk saffeti içinde, bütün bu islerin daha nice siyasî ve askerî intihar
hareketleriyle beraber, kor, sagir ve dilsiz tugrasidir. Şekillendirdiği zaman
ve mekân çerçevesi bakimindan da, bütün bu inceliklerin belirtilmesinde
vesile...
Artik 50 sini asmis bulunan Vahidüddin ise, biraz sonra gözden geçirecegimiz,
veliahtlik ve bir ân evvel taht'a kavusma emeli içinde, vezirleri «3 tugdan 3
tüye inen» Ğmparatorluğun açik izmihlal gidisi onunde bütün kanini içine
akitmaktadir. Ayni not defterinden;
«— Sabahlara kadar uykusuz, Devlet-i Ebed Müddetin pek yakinda zeval bulacagi
kaygisiyle kivranmakta ve önümdeki yari deli Veliahte (Yusuf Izzeddin) bakip
büsbütün hayiflanmaktaydim.»
Trablus-u Garp tecavüzü ile Balkan Harbi Allah tarafindan, Abdülhamid'i
devirmenin ve ondan mahrum -kalmanin iki agir ukubetidir.
Ukubetlerin ukubeti Dünya Savasi ise son idam hükmü...
Trablus-u Garp tecavüzü, hürriyet ilân edilir edilmez devlet bünyesine kuvvet
yerine ne müthis bir zaaf geldiginin ve artik Ğmparatorlukta Şimalî Afrikayi
koruyabilecek bir güç ve bütünlük kalmadiginin makarnaci Ğtalyanlar tarafindan
bile kesfedildigini ve hemen istismar vesilesi yapildigini, yani Mesrutiyet
inkilâbina Türk'ü diriltici degil, Öldürücü gözle bakildigini gösterir. Demek
ki, Osmanli Ğmparatorluğu mevzuunda Avrupanin kolladigi dem hulul etmis, vâde
dolmustur.
Balkan Muharebesi ise, o zamanki Fransiz (Ğllüstrasyon) mecmuasinin kapaginda
çikmis ve 38" yil sonra «Büyük Dogu»da kopyasi yayinlanmis korkunç bir
fotografin dilinden şudur:
— Kumanda heyeti ve zabit sinifina isleyen politika zehiri yüzünden ordunun
bozulmasiyle, aç bîilâç, silâhsiz ve çariksiz Anadolu arslaninin dünkü
karakulaklari (sagir sirtlan, uyuz çakal, topal köstebek gibi arslan dalkavugu
süflî hayvanlar) karsisinda verdigi aci ve haysiyetsiz bozgun...
Merzifonlu Kara Mustafa'nin Viyana Önlerinde verdigi ve Peygamber Sancaginin
bile düsman eline-düsmek üzere bulundugu ve ancak birkaç iman hamiyetlisi
tarafindan kurtarilabildigi ve artik hezimet çigrimizi açtigi büyük bozgundan
baslayarak bütün bozgunlarimiz içinde en feciî ve belki toplayicisi olan Balkan
maglûbiyeti sonunda, elimizden-gelebilen tek şey, kendi kendimizi namussuz ilân
ederek numune mekteplerinde şarkılar söylemek olmustur. Aynen:
1328 de Türk namusu lekelendi, of!
; Of, of!... Ah, ah!...
Acaba bu dünyada namusunun lekelendigini mektep çocuklarina şarkılarla ilâm
ettiren bir rejim görülmüs müdür?
Balkan Harbinden önce ittihatçilara karsi zabitlerden kurulu bir «Halâskâran -
Kurtaricilar» grubu peydahlanmistir ki, kibrit asevi gibi çakip sönmüs, fakat
bir aralik Komiteyi sarsar ve iktidardan uzaklasmaya zorlar gibi olmustur. кte
bu hengâmede Ğttihatçılar, bir kere çürütmüs bulunduklari ordunun feci
âkibetinden kendilerini sorumlu tutmamak ve arkasindan Babiâli baskinina
davranmakla, çifte suç altindadirlar: Evvelâ, bizzat hazirladiklari felâket
deminde garip bir manevrayla ortadan silinivermek, sonra da her şeyin kayboldugu
anda ortaya çikip yeni felâketlere zemin açmak...
Babiâli baskini, devlet kuvvetini, ihtiyar ve şapşal sadrâzamin bileklerindeki
güce kadar inmis görmekten gelen bir nefs emniyeti içinde, birkaç deli
tarafindan basarilmis, gözükaralikta oldugu kadar akilsizlikta da misilsiz bir
harekettir. Fakat memleketin o zamanki şartlarına göre, en büyük aklin da
içinden çikamayacagi şekilde dâhice... Düsünün ki, o sirada sadrâzam odasinin
arka tarafinda talim etmekte olan bir bölüge, camlari kirip verilecek bir emir,
baskini hemen durdurabilir ve dâhice hareketi aptalca bir neticeye
baglayabilirdi. Agzini açar gibi olan Harbiye Nâziri yerlere serilmis, tiril
tiril titreyen sadrâzama istifasi yazdirilmis ve hemen saraya kosularak yeni
kabine yüksek tasdike sunuluvermistir. Daima ve her şeyden memnun ve mahzuz
Sultan Resad'in bir imzasi ve hersey olup bitti!
Umumî Harp hemen hemen kapiya gelmistir. Merkezî ittifakin (Almanya, Avusturya-
Macaristan, Ğtalya) karsisina muhiti Ğtilâf (Ğngiltere, Fransa, Rusya) dikilmis
ve bir harp kopacak olursa basta Amerika bulunmak üzere, küçüklü büyüklü bütün
dünya devletlerinin itilâf kuvvetleri safinda yer alacagi belli olmustur.
Dünya, Bati medeniyeti bünyesinin metabolizma ihtilâline ve temsilciler arasinda
Anglo-Saksonlar ve Franklardan Germenlere dogru el degistirme mücadelesine
sürüklenmektedir. Bas müessir olan bu ruhî sebebin yaninda da dis bahane,
Ğngiliz - Alman sinaî ve iktisadî rekabetidir. 19'uncu Asrin ikinci yarisinda
baslayan ve gitgide gelisen Bati buhrani, Avrupalida, kendi öz icadi müsbet
bilgi âletlerini ruhî bir müeyyide etrafinda toplayamamak, onlara hakim olamamak
şeklinde baslamis ve sosyalizma; pesinden komünizma ile de, yeni kesiflerin
getirdigi yeni dertler şeklinde beslenmekte devam etmistir. Bu yeni kesiflerin
basinda, Dünya Savasindan sonra putlastirilmaya kadar götürülecek olan makine
vardir, içtimaî siniflarin aralarini açan, hünerli cemiyetlere yepyeni istihsal
sahalari ve onunla beraber yepyeni istihlâk pazarlari gösteren, böylece bambaska
bir politika dünyasi doguran makine, bir iç ve dis tahrip âleti halinde gemi
aziya alinca, bütün dâva, onu en iyi kullanacak topluluga ve o toplulugun
üstünlük iddiasina kalmis ve iste kiyamet bundan kopmustur.
Hâlâ ayni dert üzerinde çirpinan ve ne Birinci, ne de Ğkinci Dünya Harbleriyle
urunu kusabilen insanlik bu muazzam ruhî, içtimaî, sinaî ve iktisadi problemi
yasarken Türkiye'de manzara nedir?
Daha harp baslamadan maglûp tarafin belli oldugu yöne dogru kayan, o yönün sert
kumanda, şatafatlı üniforma, bal peteginden daha intizamli ordu hendesesine
(Alman Ordusu) disindan âsik ve top-yekûn dünyadan gafil, üç bes gözükara elinde
zaman ve mekân disi bir vatan...
Sarayin manzarasi ise gaflet üstüne gaflet arzetmekte... Üç-bes gözükara elinde,
dünyadan, dünyanin nereye gittiginden habersiz, zaman ve mekân disi vatanda, bu
halden de gafil, bütün saatleri durmus ve hacmi satihlismis bir saray...
«Edebiyat-i Cedide»nin romanda nispeten en haysiyetli temsilcisi Halid Ziya
Usakligil, Mabeyn Baskâtibi bulundugu o siralarda gördüklerini anlatirken, her
şeyden evvel, hasmetli Topkapidan gilzetli piç mimarî (Barok) ve (Rokoko) ya
düsmüs olan sarayi, disindan olsun, görür gibidir:
«— Ne zaman deniz cihetinden bakilsa, insanda, Avrupanin Önde ve makbul üslûp
şartları dairesinde vücuda getirilmis, vakur, ciddi kâsânelerinden ziyade
şekerlemeci camekânlarini süsleyen yapma pastalarin ifratla büyütülerek
dondurulmus bir örnegî tesirini uyandiran Dolmabahçe...»
Gerçekten haysiyet ve şahsiyet sahibi bir görüs...
Bundan sonra Halid Ziya, «Saray ve Ötesi» ilmiyle kaleme aldigi hatiralarinda
«zâlim, korkakligina ragmen her tehlikeye gögüs gerecek kadar gözüpek bir
padisahi, ancak kendi mevcudiyeti ve emniyeti için isgal ettigi tahtindan söküp
kopararak menfaya gönderen bir zümre tarafindan baskâtip sifatiyle gönderilmis
adam...»
кte saray, iste onun disindan daha şahsiyetsiz ve kudretsiz oldugu meydanda
bulunan içi; ve iste baskâtibini bile Ğttihatçıların gönderdigi «memnun oldum,
mahzuz oldum!.» tekerlemecisi bîçare Sultan Mehmed Resad...
VELĞAHTLIK
Bütün bu hallerin tam bir tahlil ve terkibini yapabilecek kafada olmasa bile
sezis bakimindan kötülügünü hissettigi ve acisini çektigi muhakkak bulunan
Mehmed Vahidüddin Efendi, o siralarda her hareketine hâkim bir telâs içindedir:
Veliahtlik telâsi...
Bu telâs nedendir ? Mahvolmaya dogru giden «Devlet-i Aliyye»yi kurtarabilmek
için kendisini lüzumlu görmesinden ve bu sebeple bir ân evvel taht'a ulasmak
Üzere öne geçmek istemesinden mi, yoksa sadece nefs hirsina uyarak «Taht-i âli-
baht»a kurulmayi arzulamasindan mi?
Bu iki ihtimalden herhangi birini gerçeklestirici tarihî bir vesikaya malik
degiliz. Her ikisi de olabilir; ve ikinci ihtimal, tarihin en büyük mazlumlari
arasinda müsabaka açilsa, her halde dereceye girmesi muhakkak olan Vahidüddin'i
büyük vatan dostu olmak vasfindan düsürmez. Tahti nefsi için isteyen bile, her
halde üstünde uyumak için degil, bir şey yapmak için ister.
Kaldi ki, Osmanli tahtinin o hengâmede belirttigi igneli fiçi manzarasi, onu
cazip kilmaktan çok uzak; ayrica Vahidüddin tarafindan ileride söylenen sözler
ruhunu ve muradini ifadede pek açik olduguna göre, ondaki veliahtlik telâsina
vatan kaygisindan baska mâna verilemez.
Vahidüddin'in veliahtlik telâsi, önünde bulunan asil veliaht Yusuf Ğzzeddin
Efendiden geliyordu. Abdülâziz'in büyük oglu Yusuf Ğzzeddin, Abdülmecid'in küçük
oglu Vahidüddin ile arka arkaya, sira siraya gelmis bulunuyorlar. Ğkinci
Mahmud'un iki oglu Abdülmecid ve Abdülâziz kollarindan gelenler arasindaki
çekisme ayrica malûm ve Abdülâziz'den sonra üç hükümdar boyunca hep Abdülmecid
ogullarinin hüküm sürdügü, ortada...
кte Mehmed Vahidüddin de, üç agabeyi sirasinca devam eden, Abdülmecid ogullari
gidisinin kendisinde birdenbire tikanmasindan ve araya Yusuf Ğzzeddin gibi bir
akil hastasinin girmesinden fevkalâde kaygiya düsmüs bulunuyordu.
Gerçekten vatan kaygisina baglanabilecek olan his ve onun türlü tezahürlerine
dair Halid Ziya'nin anlattiklari içinde, evvelâ şehzadelere ait şu ruh haleti
vardir:
«— Bunlarin hepsi gece yataklarina girince tavanda çizilen ihtimallere bakarak
kendilerinden evvel gelenleri sayarlar; ve sabahleyin gözleri günesin ipek kumas
perdeler arasindan sizan isiklarini yöklayarak, acaba bu gece kaç tanesi
eksildi, diye sorus tururlardi.»
Daha sonra veliahtligin şartları:
«— Veliaht olmak ve zamani gelince bütün memleketi ayaklarinin altinda görmek
için iki şart lâzimdi: Ekber (en büyük) ve ersed (en olgun) olmak...»
Bundan sonra Halit Ziya hikâyeye geçer: «— Gözönünde iki ekber vardi: Abdülâziz
oglu Yusuf Ğzzeddin ve Abdülmecid oglu Vahidüddin... ve resmen tek bir veliaht
olmak lâzimgelir. Bu ikinin en büyügü olan Yusuf Ğzzeddin... O da böyle
düsünüyordu. Fakat Vahidüddin bu fikirde degildi. Onun hususî ve şahsî
düsüncelerine göre veliaht iki olmaliydi.
Bunu, zamanin padisahindan, hükümetinden baslayarak en küçük ferde kadar herkes
bilmeli, tanimaliydi. Hususiyle veliaht olan zat bunu kabul etmeliydi. Bu
iddiayi ilk günden öne sürdü ve ilk günden, asil veliahtin, sinirli,, buhranli,
tehevvürlü (öfkeli) karsi durmasiyle çarpisti.»
Böylece, Vahidüddin'in, kendisine gelinceye kadar ilk defa olmak üzere,
veliahtlik dâvasinda ortaya yeni bir tez atmis oldugu meydana çikiyor. Acaba bu
teziyle Vahidüddin şu gerektirici sebeplere kadar düsünmüs müdür:
— Veliaht, ileride birinden biri tercih mevzuu teskil etmek üzere iki olmalidir.
Bunun, yas farki gibi kuru bir kemmiyet imtiyaziyle basa geçmeye sed çekici ve
keyfiyet ölçüsünü davet edici bir fazilet olmasindan baska, namzetler arasinda
ehliyet yarisi ve nefs murakabesi bakimindan da büyük faydasi vardir. Böyle bir
usul (monarsi) içinde bir nevi demokrasi Ölçüsü olur.
Veliahtin iki olmasi fikri dogrudan dogruya Vahidüddine ait olduguna göre bu
fikri yukaridaki inceliklerden mahrum görmek haksizlik olur. Zira sirf Şahıs
mülâhazasiyle böyle bir fikir hiçbir kiymet ifade etmez. Eger Vahidüddin siradan
ve düsük vasifli bir insansa ikinci veliaht olmakla hiçbir şey saglayamaz;
siranin öndekine ve sonra kendisine gelmesi icap eder. Yok, eger Vahidüddin
ikinci veliahtligi istemekle, rakibine ait bazi menfî ve kendisine mahsus müspet
taraflari muhasebe ettirmek istiyorsa o halde hakikat kendi kendisine ortaya
çikiyor ve bu istek sadece hakkin tecellisine yardim ediyor demektir ki, o zaman
da kimsenin söz söylemeye mecali kalmaz ve yukaridaki gerektirici sebepler kendi
kendilerine meydana gelir.
O zamanki Mabeyn Baskâtibi ve Ğttihatçıların saray casusu romanci Halit Ziya
Usakligil, Vahidüddin'in olgunluguyla Yusuf îzzeddin'in ruh illetini agzindan
kaçirircasina manzarayi şöyle tespit ediyor:
«— Bu iddiayi neye istinad ettirdi? Belki ersed (en olgun) olmak şartına... O
da, vel-i ahdin de (veliahtin) herkes tarafindan görülüp bilinen garip hallerini
biliyordu. Bunlar göze çarpacak kadar meydandaydi- Onun fazla olarak hususî
haber vasitasiyle, gizli ve tertibli görünüsle örtülü garipliklerine de vukufu
vardi. Pek ince bir ruh arastiricisi olan bu zât (Vahidüddin) hükmetmekte
gecikmemisti ki ortaya yalniz bir vel-i ahd-i sâni iddiasi ativermekte önünden
gidenin zihnine günden güne büyüyecek, her dakika bir zehir damlasi akitarak,
nihayet bütün mevcudiyetini karmakarisik bir vehim haline getirecek bir
hastaligin mayasini koymak mümkündür. Zâten zemin bu maraz tohumunun
serpilmesine pek uygundur. Abdülâziz bir nevî deli degil miydi? Bütün saltanati
o deliligin çesid çesid görünüsleriyle dolmamis miydi? Nihayet akibeti,
hakikaten en yakin faraziye olarak intihar kabul edilmedi mi? O da bilinen
hastaligin bir zarurî neticesi olmuyor muydu? Hayalimde, Vahidüddin'i bu
muhakeme silsilesini yürütürken ve neticeyi tahmin ederek gözlerinin içinde bir
tatmin edilme mânasiyle gülümserken görüyorum-
Biz saraya girer girmez bu dâvanin en yakin şahidleri olduk. Yusuf Ğzzeddin'i
bazi vesilelerle saraya geldikçe görürdük. Vücudunun küçücük yapisina ne kadar
kibir, azamet ve gurur sigdirmak mümkünse onlarla dolu olarak, fakat herseyden
ziyade gözlüklerinin altina kendisinden saklanmis esrari arar bir merakla
bulanik akan bakislarindan basliyarak, selâm veren parmaklarina, merdivenlerden
çikan adimlarin, kendisine mahsus odada huzura kabul zamanini beklerken boyuna
dolasan bacaklarina kadar, hattâ kesik kesik, tutuk tutuk, hafakana
tutulmuscasina kisa cümlelerle söyleyisine kadar, her halinde farkederdik ki,
vehim günden güne büyümekte ve artik sarih bir delilik mahiyetini almak için
vesile bekleyen bir sabit fikir olmaktadir. Bunu anlamak Ğçin ruh mütehassisi
olmak icap etmezdi. Ona kahvesini, şerbetini götürüp de zehirlemek korkusiyle
red edildigini görerek geri dönen Enderun efendisine kadar hep görüyorduk ki,
bir hasta karsisindayiz.»
Halit Ziya'nin Vahidüddin hakkinda dostça olmaktan ziyade nefret hissine yakin
bir ruh haletiyle Çizdigi bu resimde açikça belli hususîlik, onun «ince bir ruh
arastiricisi», hususî haber alma teskilâtina malik, akilli, tedbirli, agirbasli
bir şahsiyet olmasina mukabil, Yusuf Ğzzeddin Efendinin, ihtiras içinde yanan,
çirpinan ve her gün şeameti neticeye 'dogru biraz daha yaklasan bir deli namzedi
oldugudur. Bu vaziyette Vahidüddin'in gönlünde küçük bir vatan aski varsa, deli
yegenini köstekleyip öne geçmeye çalismasindan daha yerinde bir hareket olamaaz.
Çifte veliahtlar arasindaki, birinin (histerik) bir kadin gibi tabak
gicirtisindan bile iç burkuntusu geçirme, Öbürünün de muvaffak olmak için her
vasitaya bas vurma hallerinden ibaret manzara, Halit Ziya'nin hatiralarinda
gerçekten en güzel tablosunu bulmustur:
«— Yusuf Ğzzeddin'de bu vehim, kendisinin veliahtliktan azledilecegi,
Vahidüddin'in, biraderi Padisahi ve onun vasitasiyle hükümeti kandirarak kendi
yerine geçmeye muvaffak olacagi tarzindaydi. Ğlk önce uykuda bir yilan gibi
uyusuk duran bu vehim yavas yavas uyanarak dilîni çikarmis ve yuvasindan basini
kaldirarak artik saklanmaya lüzum görmeyen bir cekingensizlikle (garip kelime!),
usanmadan etrafi yoklamaya baslamisti. ,Kimleri yoklamadi? Karanliklarda
örümcekler tarafindan kendi hakkini avlamak için örülen aglari kimler bilir dîye
düsündüyse birer vesileyle onlari davet ederek sorusturmaya basladi, kendi
zanniyla ustaca tuzaklar kurarak onlardan esrari anlamaya çalisti. Daha
sonralari hastalik ilerledikçe isi azitarak, bu konusmalara âdeta bir istintak
hâkimi gibi yemin ettirmekle baslar oldu.
Bunlari birer birer anlatmak bikkinlik verir. Yaliniz umumî bir çizgi Ğçinde
toplamak lâzimgelirse diyecegim ki, Yusuf îzzeddin, hasmini küçük düsürmek
mümkün olan hiçbir vesileyi kaçirmamakta inad eder, küçük düsmek tabiati
icabinda olmayan Vahidüddin de onun marazi tohumuna su verip bu marazi beslemek
firsatini asla kaçirmazdi.»
Ve hikayeci, hikâyesinin en renkli yerine geliyor:
«— Bu cümleden olarak ikisinin de hazir bulunmasi icap eden alaylar, merasimler,
ziyafetler, seyahatler sayilabilir. Bu vesileden biri çikinca Vahidüddin mutlaka
katilma hakkini öne sürer, Yusuf Ğzzeddin derhal kirpileserek bütün dikenlerini
dikerek kizginligini açiga vururdu.
Bir alay münasebetiyle Vahidüddin ikinci veliaht sifatiyla (kendi kendisine
yakistirdigi bu sifati her vesileyle öne sürerdi) Yusuf Ğzzeddin'le bir arada
bulunmak fikrîni asilamisti... Belki de bu iki hasmi biraz daha çarpistirmak
için bu fikir hünkârin kendisinde dogmustu. Her ne ise; bu isin yerine
getirilmesi bana birakildi. (Eyvah!) dedim, Yusuf Ğzzeddin köpürecek! Vahidüddin
pek alâ bilir ki, bu teklifi kabul ettirmek mümkün degil! O halde niçin?
Hünkârin arzusuna uymamak ithamini rakibine yükletmek için... Yahut fikir
hünkârin bir oyunudur; bîrini kizdirmak, ötekini kirmak için... Çekiçle örs
arasinda kalan ben oluyorum! Ezilmemenin bir yolunu bulmali... Fransizlarin
dedigi gibi lâhna ile keçiyi idare etmeli... Kim lâhna, kim keçi; bunu halletmek
söz konusu degil... Bu düsünce ile Yusuf Ğzzeddinin yanina girdim. (Efendimiz,
selâm ediyorlar...) diye basladim. Her gelen haberin arkasindan ne çikacak diye
ürperen bu hasta adam derhal ayaga kalkarak asagisini bekledi:
(Gelecek alayin pek uzun olmamasini düsündüler. Acaba zât-i fahimaneleri
Vahidüddin Efendi biraderinizle bir arabada bulunurlar mi, diye soruyorlar.)
Ah! Bu birader tâbiri! Elisabeth ile Marie Stuart da birbirlerine sevgili
hemsire derlerdi ve bu tabir birini digeri aleyhine suikast tertip etmekten,
ötekini digerinin kellesini uçurtmaktan alikoyamadi!..
Yusuf Ğzzeddin bastan asagi sarsildi, titredi, yutkundu ve zorla nutka
gelmiscesine (Öyle ise beni affetsinler, alayda bulunmayacagim! O zatla yanyana
bulunmak bence mümkün degildir) dedi. Kendi kendime (Onu o da bilir amma ayni
kitabin iki cildi gibi sizin hemen yaninizda bulunmak hakkini herkese göstermek
istiyor!) diye düsündükten -sonra Örsle çekicin arasindan ustalikla çekilmek
çaresini şu hal tarzinda aradim:
(Zât-i fahimâneniz bu merasimin baslica bir uzvusunuz. Müsaade buyurulursa
Şevketmeap Efendimize arzedeyim: Bir arabadan fazla bir uzunluk çikmaz;
Vahidüddin Efendi biraderiniz ayri bir arabada bulunurlar)
Oturdu. Bu hal şekli ona da münasip görünmüs oluyordu. Ben bu tarafi razi
ettikten sonra neticeyi hünkâra arzetmeliydim. Ona da kullanilacak lisan şöyle
olmak lâzim geliyordu; (Bir arabada ikimiz de birbirimizi sikariz. Efendimiz
müsaade buyururlarsa ayri ayri arabalarda katilsinlar), dediler.
Hünkâr belki de bu neticeyi bekliyordu. (Öyle ise Vahidüddin Efendiye bilgi
veriniz. Sonra ayri ayri buraya davet edersiniz!..)
Vahidüddin'e gidince onu da odasinda geziniyor buldum. Ğhtiraslarını oturdugu
yerde söndürmeye muvaffak olamayan bu adam mutlaka gezinir, yahut oradan oraya
segirtirdi. Kisaca: (Sevketmeap Efendimiz, zât-i fahimânelerinin gelecek alayda
bulunmalarini arzu buyuruyorlar. Binmeniz için istab-i âmireden bir landon ihzar
olunacak.) dedim. (Arz-i şükran ederim) dedi ve bu is de bu suretle bitti. Bu
garip dâvanin Önümüzde daha nice halledilecek zorluklari vardi.
Bu Vahidüddin meselesi bizler için hem eglendirici, hem üzücü bir dram idi ki,
her perde açildikça yeni yeni sahneler gösterirdi.
Bunlardan biri Seyidler geçid resmi ve onu takib eden Edirne seyahati oldu»
Veliahtlar arasi istirkap, birinin «ben yasça daha büyügüm, saltanat benim
hakkim!», Öbürünün de «ben akilca olgunum, oysa deli! Tahtin temsili bana
düser!» şeklindeki çekisme, Sultan Resad üzerinde hiçbir müdahale tesiri
dogurmuyor, umumî mânada hayattan el çekmis hükümdar bu mevzuda da adetâ
selâhiyetsizligini ima eder gibi duruyor, bazen de, tabiati icabi, çekismeyi
kizistirici vesileler hazirlamaktan geri kalmiyordu. Sultan Resad'in küçük
kardesi Vahidüddin'i, yegeni Yusuf Ğzzeddin'e tercih ettigi besbelliydi. Her
şeyden evvel onun Abdülmecid ogullarindan olmasi yeterdi. Bu bakimdan Sultan
Resad, bir rivayete göre, Vahidüddin'in kendi kendisine yakistirdigi «Ğkinci
Veliahtlik» makamini, fermanla resmilestirmis olmasa bile hususî şekilde kabul
etmis ve Vahidüddin Efendi'yi huzuruna çagiracagi zaman şu tâbiri kullanmaya
baslamisti :
— Ğkinci Veliahti davet ediniz!
Veliahtlar arasindaki hazin vaziyet, devletin feci haliyle beraber, basit bir
vesileyle ortaya döküldü. Bu vesile, Halid Ziya Usakligil'in, hatiralarinda
isaret ettigi Seyyidler manevrasidir:
Bir zamanlar Türk şehametine sahne olmus bir sahada, Balkanlardaki kimildanisa
karsi tertiplenen ve bütün dünyaya Türk gücünü göstermek hevesini güden hasmetli
bir manevra hayali ve pesinden, yeni hükümdarin huzuriyle, muazzam bir geçit
resmi Özentisi... Bunu Ğttihatçı pasalar arzu ediyor ve türlü cakalarla
gömlegini siyirip gösterecekleri pehlivan vücudunun, son hâdiseler ve kötü güdüm
yüzünden kemik hastaligina ugramis ve iskelete dönmüs bir uzviyet halinde
meydana çikacagini hesap etmiyorlardi. Böyle bir ihtimal, o güne kadar dünyaca
tasdîk edilmis bir hakikat olarak, Türkün biricik kuvvet temeli ordusunu,
Avrupaliya, artik çürümüs ve bassiz kalmis; bir yigin halinde göstermek olur; ve
kuvvet teshiri degil, zaaf ilani yerine geçerdi. Avrupalinin da, laboratuar
müsahedesi katiyetiyle görmeye pek hevesli bulundugu bir neticeyi, yani onun
Türk'ü içinden köküne kadar tahrip etmis bulundugu neticesini, kendisine, ayni
Avrupaliya, bedavadan takdim etmek yerine geçerdi. Böyle oldu!
Seyyidler manevrasi, ordunun talim ve terbiyesi, disiplin ve intizami bakimindan
bir skandal.'... Bölükler, taburlar, alaylar birbirine girdi, birbirinin ayagina
dolasti, kitalar zenci saçina, tel tel dügümlenmis ve çözülemez olmus bir yumaga
döndü; ve hele manevrayi takip eden geçit resmi sanki nizamsizligin ne demek
oldugunu anlatan bir (rövü), bir sahne numarasi gibi, birbirinden habersiz
sürülerin padisah önünden yuryâ etmesi şeklinde tecelli etti
Manzarayi seyreden sirmali, yaldizli, migfer tüylü, şapkası sorguclu sefirler ve
askerî (atase)lerin bakislarindaki istihzayi hayal edelim....
Hele Padisah alayinin dönüsü bir rezalet manzarasi arzetti.
Halid Ziya'nin tabiriyle:
«— Öyle bir karisiklik meydana geldi ki, bir ahudan çok, bir bozgun kaçisina
benzeyen...» bir manzara dogdu.
Melek kadar yumusak, fakat insan olduguna göre «sapsal» sifatini giymege mahkûm
Padisah, manzara karsisinda tahassüs ve intihalarini belirtiyor:
— Memnun oldum, mahzuz oldum!
Sadece memleketin düstügü maddî ve manevî sefalet, üstelik gözükara gurur halin;
göstermek bakimindan çizdigimiz bu levha, ayni zamanda taht'a namzet iki şehzade
arasindaki çekismeyi, böylece Osmanli tahti etrafindaki davranislari
çerçevelemekte birebirdir.
Sultan Resad, evvelâ manevra haberini alinca çocuk gibi seviniyor, hemen sarayca
hazirliklara baslanmasini emrediyor, «maiyet-i şahâne»nin pek fazla kalabalik
olmamasini hatirlatan Baskâtibi Halid Ziya'ya da:
«_ Yusuf Ğzzeddin ve Vahidüddin Efendileri almamak olmaz» diyor.
Şark Demir Yollari idaresine gereken haber veriliyor; katarlar hazirlaniyor; ve
Birinci ve ikinci Veliahtlar, ayni katarda, fakat ayri vagonlarda manevra
sahasinin yolunu tutuyorlar.
Halid Ziya konussun:
«— Yusuf Ğzzeddin hiçbir zaman vaktinde hazirlanmis olmazdi. Vahidüddin ise
yalniz ondan degil herkesten evvel hazirlanmis bulunurdu. Ezcümle Seyyid'lere
varilinca uzun zaman Yusuf Izzeddin'i beklemek mecburiyeti hâsil oldu.
Vahidüddin, büyük üniformasiyle, bütün nisanlariyle Seyyidlere gelinmeden evvel
(Edirne'de de öyle oldu) hazirlanmis, pencereden herkese ikinci veliahdi
göstermek firsatinin gelmesini sabirsizlikla beklemekteydi.»
Bu hareket karsisinda da asil Veliaht, ezgin, bitkin ve perisan... Kriz üstüne
kriz geçiriyor.
Seyyidler'deki manevra ve geçit resminden sonra Vahidüddin yakinlarindan birine
şöyle diyor:
«— Allah, Ğttihatçıların elinde perisan hale gelen bu vatani bir harp
tehlikesinden korusun; ve böyle bir harp zamaninda milletin basina geçecek
padisaha acisin!»
Vahidüddin'in sezdigi harp, herhalde küçük Balkan Muharebesi degil, Büyük Dünya
Savasiydi; ettigi dua da, Mehmed Resad'dan ziyade, bilmeden, kendisineydi.
Ondan sonra Yusuf Ğzzeddin Efendinin âkibeti malûm. -. Feci şekilde, tipki
babasinda oldugu veya olmus sanildigi gibi, bilek damarlarini keserek intihar
ediyor...
кte Halid Ziya Usakligil:
«—. Büyük Harbin ilk senesinde Yusuf Ğzzeddin'in intihari faciasi vukua geldi.
Kendisini bizlerle beraber yakindan görüp taniyanlar, bu kabilden bir neticenin
vukuunu îstigrab ile degil, fakat büyük bir teessürle ögrendiler. Nasilsa bu
şehzadenin aklî melekelerini zehirliyen ve onu her dakika canindan bezdiren bir
fikr-i sabit, eksilmeyen bir vehim vardi. Öyle kanaat etmis-ti ki, hükümet
kendisini veliahtliktan hal edecekBu kanaat nereden gelmisti?
Hükmolunabilir ki, cinnetin kenarlarinda dolasan bütün hastalar gibi o da kendi
halini takdir ediyor; ve günden güne daha şiddetle şuurunu istilâ eden tehlikeye
karsi çirpinarak mücadele Ğçinde hirpalaniyordu. Nihayet bu müthis buhrandan
çikmak için tek bir çâreye intihara karar vermisti. Bu maksada vusul için çok
defalar tesebbüsleri olmustu- Etrafinda daima siki bir ihtiyatin tedbirleri
alinmis iken bir gün nasilsa bir ustura ele geçirerek, aynen babasi gibi
damarini kesmisti. Bu da, bilhassa intihar vakalarinda görülen, sâri taklidin
bir tesirinden ibaretti. Gariptir ki, bu bedbaht adami bilenler intihar vakasini
hiç bir şüphe ile telâkki etmedikleri halde bu faciadan sonra türlü rivayetlere
kapilanlar oldu.
Yusuf Ğzzeddin'in vehminde elbette bir esas davardi. Onun hiç kimsenin
dikkatinden kaçmayacak bîr raddeye gelen hastaligi saltanat makamina çikmasina
bir mâniydi; bunu herkesten ziyade kendisinin de anladiginda şüphe yoktu. Hattâ
kaç kere, daha biz sarayda iken, Cemiyetin (Ğttihat ve Terakki) tasavvurlarina
tercüman olanlardan;(Ne yapacagiz?) tarzinda sözler dinlemistik.
Vahidüddin'i padisah yapmakta memleket için büyük bir tehlike görmekten hâli
kalmayanlar, bir aralik Sultan Murad'in oglu Selâhüddin Efendiyi düsünmüslerdi.
Fakat o Yusuf Ğzzeddin'den evvel vefat edince artik çarnâçar Vahidüddin'den
evvel siraya giriyordu. Gariptir ki onun hakkinda da fikirlerde bir tahavvül
vukua basliyordu. Zahir, baska yapilacak bir is kalmayinca bu müstakbel hünkâri
mümkün olabilen iyi taraflarindan kabul etmek zarureti hâsil olmustu.»
Bir iddiaya göre Yusuf Ğzzeddin intihar etmis degil, öldürülmüstür. Bunu da,
insan kasabi ve odun yerine hayat kiyicisi Ğttihatçılar yapmistir.
Ğhtimal vermiyoruz! Zira Ğttihatçılarda, Yusuf Ğzzeddin'i kendilerine mâni
telâkki edici bir fikrin bulunmadigi şöyle dursun; asil Vahidüddin'den şüphe
eden, asil onu gayelerine engel gören bir kanaat besledikleri için tek emelleri
Yusuf Ğzzeddin'e taht yolunu açmakti; şu kadar ki, Veliahtin açik hastaligi
karsisinda ümitlerini kesmis bulunuyorlar ve Vahidüddin'e razi olmaktan baska
bir imkân sahibi bulunmuyorlardi.
Şanlı Osmanli Hanedaninin zekâ, muvazene ve kemal çizgisi üzerinde son Örnegi
Vahidüddin'e karsilik, öbür çizgiye bagli ve yegeniyle beraber iki zit çizgiyi
belirtici Yusuf Ğzzeddin, vehimlerine o kadar esir hale gelmisti ki, yine Mabeyn
Baskatiplerinden A. Fuad Türkgeldi'ye göre, veliahtligina ve o makamdan
düsürülmeyecegine dair Sultan Resat'tan bir yazili kâgit almis, hattâ «sair-i
âzam» yaftali Abdülhak Hâmid'den de manzum bir garanti mektubu almaya kadar
gitmisti. Bir gün de zamanin şeyh-ül Ğslamına, şeriatte veliahtlik hukukunu
sorunca şu cevaba muhatap olmustu:
— Şeriatte veliahtlik yoktur ki, hukuku olsun! Ve bu cevap üzerine büsbütün
fenalasmisti.
BÜYÜK HARP
Artik Vahidüddin ile etrafini «Büyük Harp» diye anilan Birinci Dünya Savasi
çerçevesinden takip edebiliriz.
Ğnsanlık tarihinde essiz bir merhale ve götürdügü dünya ile getirdigi dünya
arasindaki fark bakimindan Ğkinci Cihan Harbiyle kiyas kabul etmeyecek derecede
tesiri genis olan Büyük Harp, siyasî, iktisadî, içtimaî ve askerî meseleleriyle
mevzuumuzun disindadir.
Bati buhraninin ilk patlak verisi olarak fikir köklerini daha evvel
belirttigimiz Büyük Harp... Üstüne yildirimlar düsen ormanda, arslan, kaplan,
fil ve ayi, arkalarinda bir sürü hayvan, birbirine girerken, bizim gibi yarali
geyik vaziyetindeki yaratiga, bir koguga saklanmak ve oradan basinin çaresine
bakmaktan baska bir şey düsmezdi. Biricik yol buydu; fakat bu yolun tam tersi
olan yön tutuldu. Sade bu yön tutulmakla da kalmadi; bu yön üzerindeki felâket
uçurumu gün isigina çikarken göz göre göre ona dogru gidildi. Bütün şansını
biricik siyasî ve askerî taktik halinde âni bir darbe ve yildirim harbine
baglamis Alman ordulari Garp Cephesinde durdurulduktan, böylece kazanma ümitleri
ebediyen kaybedildikten sonra «Devlet-i Aliyye», sanki zaifin imdadina
kosuyormuscasina harbe katildi. Basta Enver Pasa, bir iki gözükara Ğttihatçı,
Türk evinin gizlice kapisini aralayip, güya basini koparmak üzere ejderhayi
içeriye aldi ve basimizi ejderhaya kopartti. Bu isi, millete, hükümete, hattâ
Partiye danismadan bir «oldu-bitti» şeklinde yaptilar ve Türk vatanini
emperyalizma ejderhasina yem diye takdim ettiler.
кte, Büyük Harbin birinci senesinde Veliahtliga geçtigi zaman 53-54 yaslarinda
bulunan Vahidüddin en istirapli yillarini bu harp içinde yasadi.
Şark cephesinde «Allahü Ekber» daginin buzlariyle, Suriye çöllerinin atesi
tarafindan cigerine kadar donan ve yanan Mehmetçik (Don Kisot»larin rüyalarini
gerçeklestirme yolunda kumar parasi gibi harcandi. Erzurum'da «Allahü Ekber»
daginin bir eteginden 30 bin mevcutlu bir kolordu halinde tirmandirilip, öbür
eteginden, tek kursun atmadan ve yemeden, birkaç manga kalmis olarak indirildi.
Kanal Seferinden de, karsi yakaya geçirilebilen ancak birkaç kisinin «Allah,
Allah!» seslerinden sonra her şey sustu ve durdu; ve arkasindan o korkunç Suriye
ve Arabistan istilâsi basladi.
Kirdira kirdira bitiremedikleri Mehmetçik, Çanakkale'de devlet irzinin kapisinda
en büyük senametini gösterir ve düsman zirhlilarindan yagan gülleleri gögsüyle
mesin top gibi çelerken bu ruh hiç bir tarafta semerelendirilemedi; ve
Galiçyadan Dicle boylarina kadar Türk kani, arozöz suyu hovardaligiyle topraga
içirildi. Ya cephe gerileri?
Ğdare lâmbalarinda gaz yerine yanan ve isik yerine isli kivilcim saçan kuru
fitiller... Şeker ihtiyacini birkaç kuru üzümden baska bir şeyde bulamayan,
sapsari ve bir deri, bir kemik, çocuklar... Has ekmegin yerinde misir koçani,
kepek ve çamurdan, tas gibi kaskati ve kapkara somunlar...
Bugün sag olan ihtiyar bir romanci, çocuklugunu o günlerde geçiren bizim
neslimizin kavruklugunu belirtmek için, bir zamanlar hakkimizda şu hor görücü
tâbiri kullanmisti : «— Saman ekmegi nesli!»
Bu tâbir, o günleri ifadede ne kadar yerindeyse bizim neslimizi tespitte de o
derece hakikatten uzaktir. Zira bizim neslimiz istirap, korku ve ihtilâç
neslidir ve iste bu yüzdendir ki, ardindaki beyni çü- ve önündeki ruhu kavruk
nesillerin faciasini en iyi takdir ve muhasebe etmek mevkiindedir.
Vahidüddin'in Büyük Harp boyunca bütün bu manzaralardan aldigi dehset ve istirap
hissini, onun, her şeyini ve aziz vatanini kaybettikten sonra Ğtalya'da, (San
Remo) şehrinde, istirap ve inkisarlarin en büyügü içinde, yakinlarina söyledigi
sözlerde bulacagiz.
Komitecilere esir saray; ve göz göre göre salhaneye sürülen aç ve hasta milletin
yürekler acisi hali ve ölümden beter encami karsisinda, elinden hiç bir şey
gelemez bir veliaht... Bütün kanini içine akitiyor ve merasim, yahut resmî
temsil günlerinde büyük üniformasini giyip, hissiz görünmesine alistigi bir
yüzle ortaya çikmaktan baska bir şey yapamiyor.
Ölen Avusturya-Macaristan imparatorunun cenazesinde Türkiye'yi temsil etmek gibi
vazifeler de kendisine düsüyor.
Vahidüddin'in sonradan yaveri yapacagi, Anadolu'ya bizzat gönderecegi ve
hayatinda en müessir rolü oynayacagina şahit olacagi Mustafa Kemal Pasayla
tanismasi, Büyük Harbin sonlarina dogrudur.
Sahibi bulundugu cins at ve kisraklari Dördüncü Ordu Kumandani Cemal Pasaya 2000
altina satan ve sonradan Cemal Pasanin bu at ve kisraklari daha yüksek fiatla
satmasi üzerine kendisine 3000 lira daha ödenen Mustafa Kemal Pasa, o siralarda
Suriyeden gelmis ve Beyoglunda Perapalas Otelinin bir dairesine yerlesmistir.
(Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s. 179)
Bu esere göre bizzat Mustafa Kemal Pasanin agzindan, dökülen kelimelerle tanisma
sebep ve şekli;
«— Ğstanbul'da Perapalas otelinin bir dairesine yerlesmistim. Artik her şeyin
mahvolduguna kaani bir adam gibi, me'yûs, düsünüyordum. Ancak, mahvolan her
şeyin kurtarilabîlecegine de müteselliydim.»
Aynen Mustafa Kemal Pasaya ait olan bu sözlerden anlayacagimiz, onun, sonunda ve
birdenbire, dayanagini göstermeden belirttigi ümit ve teselliye ragmen, her
şeyin mahvolduguna baslangiçta inanmis bulundugu... Devam ediyor:
«Bu hâlet-i ruhiye içinde iken bir gün bana, Padisahin vekili sifatiyle; Enver
Pasa bilvasita müracaatta bulundu ve dedirtti ki... Sonra bizzat şifahen dedi
ki:
— Almanya Ğmparatoru Zât-i Şahaneyi karargâh-i umumîsine davet etti. Zât-i
Şahane böyle bir seyahati yapamiyacak hâlde bulundugundan, düsündük. Veliaht
Hazretleri Zât-i Şahane namina hu semahata yapsin... Kendisinin refakatinde
bulanmayi kabul eder misiniz?
Ben böyle bir zât ile böyle bir seyahati kendim için enteresan gördügümden,
derhal muvafakat cevabi verdim. Tertibat ve tebligat yapilmis; iki üç gün sonra
bir Persembe aksami trene binip Vahidüddin ile seyahate çikacagimiz tekarrür
etmisti- Bana denildi ki:
«— Seyahate çikmadan evvel; Veliahd Hazretleriyle tanismalisiniz!»
Naci Pasa, şimdi kolordu kumandani; ve Mekteb-i Harbiyede benim terbiye-i
askerîye hocamdi. O zaman zannederim Miralay Naci Bey; onun da Vahidüddin ile
beraber bulunmasi tensip olunmustu.»
Bu sözlerden sonra Mustafa Kemâl Pasa, Vahidüddin ile ilk karsilasmasindaki
intibalarini anlatiyor. Onca Veliahd Vahidüddin Efendi, gülünç ve merhamete
şayan bir insandir:
«Bir gün, hareketimizden evvel Vahidüddin'in sarayinda birlestik. Bizi sarayin
içinde Arap hasirlariyle örtülmüs bir salona acilan kapidan bir odaya soktular,
Redingotlu adamlarla dolu olan odanin esyasi bir kanape ve kanapenin iki
tarafinda birer koltuktan ibaretti. Henüz girdigimiz bu odada ayakta dururken
çok laubali görünen redingotlu adamlarin içinde dîger redingotlu bir adam peyda
oldu. Bu yeni gelenin kim oldugunu, ne oldugunu ve ne olmak lâzim geldigini, ne
ben, ne de arkadasim farketmedik. îçeri girdi, bizim bulundugumuz tarafa
teveccüh etti. Kanapenin sag kösesine oturdu. Ben karsisindaki koltuga oturdum.
Mütenazir koltugu Naci Pasa isgal etti. Bu zât bir defa gözlerini kapadi, derin
bir velede daldi, neden sonra tekrar gözlerini açti, bize lütfen iltifat etti:
— Sizinle müserref oldum, memnunum! Tekrar gözlerini kapadi, bu nazikâne sözlere
cevap vermiye hazirlanirken, bîhus (kendinden geçmis) bir şahsiyetin huzurunda
bulundugumu farkettim; cevap vermek mi, yoksa vermemek mi lâzimgeldiginde
tereddüt ettim. Naci Pasanin yüzüne baktim, o da çok durgundu. Onda
(Vahidüddin'de) bir defa tekellüm kudreti mevcut olup olmadigini anlamak için
beklemeyi tercih ettim. Biraz sonra gözlerini açti:
— Seyahat edecegiz degil mi?
Ben çok sikilmis, çok muazzep bir hâlde:
— Evet, seyahat edecegiz! Dedim.
Ğtiraf edeyim ki, bir mecnunla karsi karsiya bulundugumu derakap hissetmis,
fakat mantikî mühakemeye girismekten kendimi menetmistim. Hemen ayaga kalkip
dedim ki:
— Efendi Hazretleri, beraber seyahat edecegiz; seyahat iki gün sonra
baslayacaktir. Persembe aksami garda hazir bulunacaksiniz; oradan hareket
edecegiz.
Veda ettik ve çiktik. Mükellef bir saray arabasina binmistik. Naci Pasa ile
aramizda takriben şöyle bir muhavere oldu:
— Zavalli, bedbaht, şâyan-ı merhamet... Bunlarla ne olabilir?
— öyledir!
— Bu zavalli yarin padisah olacaktir, kendisinden ne beklenebilir?
— Hiç...
— Biz ki, aklimiz, mantigimiz vardir; biz ki, memleketin mukadderatini, hâlini
ve âtîsini anlamis insanlariz, ne yapabiliriz?
Naci Pasa:
— Güç!... Dedi.»
Mustafa Kemal Pasa, Veliahd Vahidüddin Efendinin refakatinde Almanyaya yaptigi
seyahati anlatmaya devam ediyor:
«— Persembe aksami gara gittim, yalniz daha evvel Vahidüddin'in etrafindaki
adamlara haber göndermistim ki, bizim seyahatimiz nev'ammâ askerî bir seyahat
olacaktir. Zât-i Ali üniformasini giymelidir. Gara geldîgim vakit Vahidüddin'in
sivil giyînmis oldugunu gördüm. Veliahdin tesrifatçisi olan Ğhsan Bey isminde
bir adam vardi. Kendisine dedim ki:
— Ben Veliahd Hazretlerinin üniforma giymesi için haber yollamistim.
Söylemedinîz mi?
Bana saray ananelerinin verdigi bir gururla :
—Siz kim oluyorsunuz?
Dedi.
— Ben sana kim oldugumu izah edecek vaziyette degilim; yalniz soruyorum: Ben
sana Veliahd Hazretlerinin üniforma giymesi lâzim oldugunu söylettim. Kendisine
söyledin mi, söylemedin mi?
Bu cümleleri biraz sert telâffuz ettim. O zaman bana cevap vermeye mecbur kaldi:
— Müsaade ederseniz, izah edeyim...
Dedi. Anlattigina göre Veliahde, Feriklik rütbesi tevcih olunmus, sonra Mirliva
oldugunu bildirmisler, o da bundan mugber olarak, madem ki benden ilk rütbeyi
nezetmisler, ikinci rütbeye tenezzül etmem, demis; ve hiç bir rütbeye lâyik
olmiyan Vahidüddin iste bu sebeple gara sivil gelmeyi tercih etmis. Ğhsan Bey
denilen adamla fazla mesgul olmaya lüzum görmedim. Binecegimiz tren hazirdi. Bir
askerî müfreze saff-i harp nizamimla, Veliahdi tesyie muntazirdi. Veliahdin
yanina yaklastim. Baskumandan Vekili Enver Pasa da orada idi.
— Bu asker sîzi tesyi için hazirdir. Kendilerini selâmlayiniz!
Dedim.
Vahidüddin yüzüme bakti. Bu bakisiyle:
— Nasil?
Demek istiyordu. кaret ettim:
— Siz yürüyünüz, arkanizdan biz gelecegiz. Vahidüddin askerin Önünden geçerken,
iki elleri yukarida, gayr-i tabiî selâm vererek yürüdü. Geriye dönüp trene
bindik. Ğçine girdigimiz salonun pencerelerini açtirarak, tren hareket edecegi
sirada Vahidüddin'e:
— Bu pencereden askeri ve ahaliyi selâmlayiniz; Dedim.
— Niçin lâzimdir? Dedi.
— Evet lâzimdir!
Vahidüddin benim bîperva ihtarima râzi olmus gibi görünerek, dedigimi yapiyordu.
Tren Ğstanbul'u terketti. Vahidüddin beraber bulundugumuz salonun gerisindeki
diger bir salonda kendisine hazirlanan kompartimana gitti. Beni biraktigi salon
bana aitti. Ben burada yatacaktim. Fakat salonun her tarafina bir takim
bavullar, sepetler vesaire yigilmis oldugunu gördüm. Daha evvel, Vahidüddin'in
çok yakini Refik Ğsminde bir zâta demistim ki:
— Ğstiyorum, Vahidüddin'în yakininda yatayim; onunla beraber bulunayim ve
kendisini mütalâa edeyim.
Bu adam bana evvelâ söz vermisken sonra öyle bir tertip yapmis ki, Vahidüddin'in
yakin adamlari her tarafi doldurmus ve bana bahsettigim salon kalmis...
— Niçin böyle yaptiniz? Dedim.
Bana güzel bir cevap verdi:
— Efendimiz bendegâniyle hemkarin (yakin) olmak ister. Zât-i âliniz Efendimizi,
o da sizi rahatsiz edebilir. Bu sebeple sizi onun vagonuna muttasil bir yerde
bulundurmayi tercih ettim.»
Burada Mustafa Kemal Pasa, birdenbire şu teshise variyor:
— Refik Beyin sözünü gayr-i mâkûl bulmadim. Evet, lâzimdi ki, Vahidüddin'in
yaninda usaklar ve Refik Bey de usaklarin basinda bulunsun!»
Mustafa Kemal Pasa yolculugu anlatiyor: «Trenimiz, istanbul'dan hayli
uzaklasmis, Trakya topraklarinda Ğlerliyorduk. Bir zât geldi:
— Efendimiz sizi salona davet ediyor. Dedi.
Dogrusu bu davet beni memnun etti. Yarinki padisahi yakindan tetkik etmek
firsatlarindan birincisi bahsediliyor demekti. Vahidüddin'in salonuna girdigim
vakit kendisini ayakta, bana muntazir buldum. Oturdu. Bana da oturmak için yer
gösterdi. Bu dakikada sarayinda ekseriya gözleri kapali konusan zâti büsbütün
baska bir vaziyette buldum. Bilâkis gözlerini çok kuvvetle açmis ve dikkatle
bana bakiyordu. Bir nutuk irad eder gibi, şu tarzda beyanatta bulundu :
— Affedersiniz Pasa Hazretleri, birkaç dakika evveline kadar kiminle seyahat
etmekte oldugumu bana izah etmemislerdi. Ancak trenin hareketinden sonra aldigim
malûmat üzerine giyaben çok tanidigim ve takdir ettigim bir kumandanimizla
beraber bulundugumu anladim. Ben sizi çok iyi bilirim. Ariburnunda ve
Anafartalarda yaptiginiz bütün icraat, kazandiginiz muvaffakiyetler tamamen
mâlûmumdur. Siz istanbul'u ve herseyi kurtarmis bir kumandanimizsiniz. Beraber
seyahat etmekte oldugum için çok memnun ve müftehirim.
Vahidüddin bu sözleri çok agir, fakat muntazam söylüyordu. Hayret ettim. Ğcab
ettigi gibi cevaplar verdim. Aramizda mükemmel, ciddî ve samimî musahabeler
oldu.»
Mustafa Kemal Pasanin Vahidüddin ile tanismasina ve ilk temaslarina ait bu
sözlerinde hâkim ruh ve fikir, ayrica izafta muhtaç olmaksizin, kendi -kendisine
bellidir.
Konusan daima, kendi üslûp ve ifade tarziyle Mustafa Kemal Pasadir:
«O gece için görüstüklerimizi kâfi addederek kendisini fazla rahatsiz etmek
istemedigimi söyleyip müsaade aldim. Salona avdet ettigim zaman insirah
hissediyordum. Düsündüm ki, bu zât akilli olmalidir, Ğstanbul'da ilk
bulustugumuz vakit, o devri bilenlerce anlasilmasi kolay olan esbap ve şeraitin
tesiri altinda garip bir hâl gösteren Veliaht, Ğstanbul'u terkettikten,
kendisini tamamen serbest gördükten, bilhassa muhataplarinin şâyan-ı emniyet
adamlar oldugunu anladiktan sonra, şahsiyetini oldugu gîbi göstermekte artik
beis (sakinca) görmüyor. Buna göre ben de kendisine bütün ahvâli ve zaruretleri
anlatabilirim, hattâ kendisince yapilabilecek bazi zeminler üzerinde faaliyete
geçebilirim, ümidine kapildim.
Seyahat günleri birbirini takip ediyor, her gün biz kisa veya uzun bir mülakat
yapiyorduk. Bende hasil olan kanaat şu idi ki, bu adamla kendisini tenvir etmek
ve kendine yakindan ve samimî müzaharet etmek şartiyle, bazi isler yapmak
mümkündür. Bu nokta-i nazarimi gerek Naci Pasaya, gerek diger zevata söyledim ve
Veliahti bu şekilde hazirlamak memleket menafii namina bir vazife olduguna
isaret ettim. Arkadaslar ve ben bu nevi temaslarda bulunarak seyahatimize devam
ediyorduk.»
Bu noktada Mustafa Kemal Pasanin eski görüsü degismis ve «zavalli, merhamete
şâyan» diye kaydettigi Vahidüddin, artik onun gözünde vaitkâr bir ümit kaynagi
olmaya baslamistir.
Mustafa Kemal Pasayi dinlemeye devam edelim:
«— Büyük Alman karargâhinin bulundugu küçük bir kasabaya gelmistik. Bizi
Ğmparator karargâhi medhali karsisina dizilmis heybetli bir Alman kit'asi
selâmladigi esnada, bizzat Kayser medhalin sahanliginda bu istikbale istirak
ediyordu. Medhalden büyücek bir hole geçtik. Orada Ğmparator, Hindenburg,
Ludendorf ve bütün karargâh erkân ve ümerasi, Veliahdi ve onun refakatinde
bulunanlari kabul ediyordu. Kayser, Veliahdle musafaha ettikten ve Naci Pasa
delaletiyle birkaç kelime konustuktan sonra Vahidüddin'e denildi ki:
— Refakatinizde bulunanlari Ğmparatora takdim etmeniz lâzimdir.
Veliaht beni Ğmparatora takdim etti. Bir eli gögsü üzerindeki dügmelerinin
arasina sokulmus olan Ğmparator, diger eliyle benim elimi tuttu ve çok yüksek
sesle, Almanca olarak:
— Onaltinci Kolordu... Anafarta... Sözlerini telâffuz etti.
Bütün hazir bulunanlar Ğmparatorun bu ihtari Üzerine bana teveccüh ettiler. Ben
Kayserin ne demek istedigini anlamadigimdan biraz sikildim ve önüme baktim.
Ğmparator benim bu mahcup ve mütevazi vaziyetimden şüphelenerek yanlis bir
hitapta bulunmus olmasi ihtimalini düsünmüs olsa gerek, bana sordu:
— Siz Onaltinci Kolordu Kumandanligini ve Anafartalari yapmis olan Mustafa Kemal
degil misiniz?
— Evet, Ekselans...
Bu kelimeler agzimdan çikinca derhal anladim ki büyük bir hatâ yapmistim.
(Sir), yahut (Kayzer) demek lâzimdi. Ne yalan söyliyeyim, insan, dilini
alistirmadigi şeyleri söylemekte müskülât çekiyor. Bu, benîm irtikâp ettigim
birinci hata da degildir. Bulgaristan Krali Ferdinand'la ilk defa karsi karsiya
geldigim zaman ayni hatada bulundugumu hatirladim-»
Bundan sonra Mustafa Kemal Pasa,, Alman Uraumî Karargâhinda «çok güzel ve rahat»
yerlestiklerini (kaydediyor ve Veliahd tarafindan bâzi ziyaretler yapilmak
gerektigini ve bunlardan (Hindenburg) ile (Ludendorf)un basta geldiklerini
söyleyerek ilk ziyaretlerin onlara yapildigini bildiriyor.
Koca (Hindenburg)un ufacik bir bürosu vardir., Maresal, masasinin basinda...
Masanin sol ilerisindeki koltukta Vahidüddin... Vahidüddin'in yaninda da «dili
mesabesinde bulunan» Naci Pasa... Mustafa Kemal Pasa ise (Hindenburg)un sag
tarafindaki sandalyede...
Bizzat Mustafa Kemal Pasanin Çizdigi bu dekor içinde, Rus ordularina imha
darbesi vurmus olan büyük asker (Hindenburg) ile büyük talihsiz Veliahd
Vahidüddin Efendi konusuyorlar. «Kisa merasim kabilinden olan böyle bir
mülakatta çok mühim şeyler konusulmak mutad olmamakla beraber», Maresal,
Veliahde ve o vasitayla Türk milletine teselli verici sözler söylüyor, Veliahd
da bunlara tesekkür ediyor.
Alman Maresalinin sözleri Mustafa Kemal Pasa tarafindan sadra şifa verici kabul
edilmiyor. O, Dünya Savasinin kaybedilmis olduguna ve gerisinin bos lâf ve kuru
teselliden ibaret bulunduguna kaanidir.
Diyor ki, aynen:
«— Ben Hindenburgtan agzindan isettigim sözlerin en nihayet Kibar ve
misafirperver oldugu için nezaketen sarfedilmekte olduguna kaanî olmak
istiyordum. Yoksa beyanatin medlulü (delâlet ettigi şey) beni meyus edecek
mahiyette idi. Mukâlameye istiraki münasip görmedim. Bilâkis mülakatin kisa
kesilmesine intizar ediyordum. Öyle oldu.»
(Hindenburg)dan sonra, Alman Genel Kurmayinin basi (Ludendorf) ile temas
ediyorlar:
«Vahidüddin'i Ludendorf da büyük nezaket ve itina ile kabul etti. Denebilir ki,
o da, Maresalin temas ettigi mevzular üzerinde teseîlbahs (teselli verici)
izahatta bulundu. Bilhassa o günlerde Şimal-i Garbi cephesi üzerinde müttefikin
ordulari aleyhine basladiklari parlak taarruzdan bahsetti. Bu taarruzu esasen
biliyorduk. Fakat taarruzun vasil olabildigi neticeyi Ludondorf'un lisanindan
isitmek için sabirsizlaniyordum- Gördüm ki, mükâlemenin hedefi bu degil... Alman
ordusunun taarruz etmekte oldugunu söylemekle, Alman millet ve ordusunun ve
bütün müttefiklerin kuvve-i maneviyelerini yükseltebilecek teminat vermekten
ibarettir. Şüphemi halletmek için olmali, Generale kisa bir sual sordum:
— En nihayet taarruz kuvvetleri hangi hatta kadar gidebileceklerdir?
Böyle, Veliahd refakatinde bulunan bir zabitin damdan düser gibi sordugu suale
muhatap olan Ludendorf, nezaket içinde devam eden beyanatini tevkif etti; biraz
düsündü, biraz da yüzüme bakti ve dedi ki:
— Biz taarruz ediyoruz, neticesini hâdisat gösterecektir.
Cevap verdim:
— Yapilmakta olan taarruz neticesinin ne olabilecegini anlamak için hâdisata ve
talihin tecellisine intizar etmeye lüzom olmadigini zannediyorum; çünkü yapilan
taarruz, en nihayet (parsiyel - kismi) bir taarruzdur.
(Ludendorf, tekrar yüzüme bakti. Ne demek istedigimi pek iyi anlamisti. Müspet
menfi cevap vermîyerek sustu.
Mükâleme burada kaldi ve ziyarete hitam verildi.
Ludeudorf'un hatiratini bastanbasa okudum. Hatiratta çok büyük esaslardan çok
büyük maharetle bahsedilmistir. Tabiî bu kadar kisa bir mülakatta kendisi için
meçhul bir zâirin çok kisa sualinden ve o sualin mucip oldugu tevakkuftan
bahsetmis olmasini kendisinden talep etmek hakkimiz degildir. lâkin biz de bu
ziyaretten bahsettigimiz sirada bütün dünya ordularinda büyük asker ve büyük
erkân-i harp taninan bir zât ile âni denilebilecek kadar kisa teati-i
efkârimizin hâtirasini gömmek istemedik.»
Alman ordularinin iki büyük kafasiyle yaptiklari temastan, ve mirliva
(tuggeneral) Mustafa Kemal Pasanin her ikisini de tenkid ve Alman ordusunu
müskül vaziyette kabul edici tavrindan sonra, hususî dairelerinde bizzat Alman
imparatorunun ziyaretine mazhar oluyorlar:
«Ğmparatorluk karargâhi ittihaz olunan otelin Veliahdin odasinda Vahidüddin, ben
ve Naci konusuyoruz. Bütün seyahatimiz esnasinda benim Veliahde yakalarini
açtigim umumî ve hayalî bahisler üzerindeyiz. Baskumandanlik Vekâletinin, Alman
ordusuna istinat edilerek ihtiyarina devam edecegimiz fedakârligin mutlaka
parlak bir muvaffakiyetle nihayet bulacagi hakkinda fikriyle bu fikri memlekette
temine çalismaktaki mantiksizligi izah ve ispata çalisiyordum. Beni bu beyanata
sevkeden vesile, kisa sualim karsisinda Ludendorfun bu akibetleri Allah'a tevdi
eden bir mütevekkili andirir vaziyetiydi. Çok arzu ediyor ve çalisiyordum ki,
yarinin Padisahi, tam yerinde, benim dediklerimi çok iyi anlayabilsin! Bilmem
neden, böyle bir tesebbüsten ümit-var olmak istiyordum. Verdigim izahat,
Veliahdin tasdik ve teyakkuzuna delâlet eden isaretlerle karsilanmaktaydi.»
Aynen Mustafa Kemal Pasanin agzindan dökülen bu kelimelerle sabittir ki, o ve
zamanin Veliahdi Mehmed Vahidüddin Efendi, Ğttihatçılara zit olmakta
beraberdirler ve bu mevzuda Mustafa Kemal Pasa, bütün ümidini Vahidüddin'e
baglamis bulunmaktadir. Her şeyden evvel Mustafa Kemal Pasa, Vahidüddin ile
anlasmaya son derece meyillidir.
Nihayet karsilarinda, bütün cihana hükmetmek ütopyasinin akrep biyikli kahramani
Kayzer Vilhelm...
«Bu esnada yüksek bir takim sedalar, bütün bosluklari doldurarak bizim
oturdugumuz salonun içine kadar geldi:
— Kayzer, Kayzer!
Kapi vuruldu. Kayzer'in, Veliahd Hazretlerini ziyarete gelmekte oldugu
bildirildi. Ğmparatorun istikbaline (karsilanmasina) şitap ettik. Kayzer salona
dahîl oldu. Hep beraber oturduk. Ğmparator hakikaten centilmence konusuyor,
sadik ve vefakâr Osmanli Devletinin çok kiymetli bir Alman müttefiki oldugundan
ve bilhassa Baskumandan Vekili Enver Pasa Hazretlerinin bu dostlugun kiymet ve
yüksekligini anlayarak çalistigindan, Alman Baskumandanlik ve Erkâni
Harbiyesinin bu güzide zâta fevkalâde emniyet ve itimat beslemekte oldugundan
bahsediyordu. Ben, Vahidüddin'in sagindaydim. Naci PaSa tam karsimizda
bulunuyordu. Takriben şu sual, Naci Pasa lisaniyle imparatora soruldu:
— Türkiyenin Almanyaya karsi sadakat ve vefasindan, yakin âtide Alman
müttefiklerinin saadete kavusacaklarindan bahseden beyanat-i şahaneleri, Osmanli
devletinin yarinini düsünmek vaziyetinde bulunan âcizlerinde büyük bir insirah
ve teselli uyandirdi. Ancak, vaziyet-i umumiyeyi mütalâa ve tetkikten sarf-i
nazar ederek, bir noktayi dah vuzuhla anlamak ihtiyacindayim, Türkiyenin
kalbgâhina (can evine) tevcih olunan darbeler tevkif olunamaksizin
ilerlemektedir. Eger bu darbeler muvaffak olursa Türkiye mahvolacaktir. Bu
darbeleri tevkif için teminat ifade eden beyanatinizi dinliyemedim. Lütfen bu
hususta beni biraz tenvir ve tatmin buyurur musunuz?
Bu sual üzerine Ğmparator oturdugu sandalyeden derhal ayaga kalkti. Şöyle bir
hitapta bulundu: — Türkiye'nin muhterem Veliahdi! Anliyorum ki sizin zihnînizi
tesvis edenler vardir. Ben Alman imparatoru, size âtiden, muvaffakiyat-i
âtiyeden bahsettikten sonra şüpheniz kalir mi, kalmaz mi?
Yaninda bulundugum Veliahd derhal müspet cevap vermekle beraber endisesinin zail
olmadigini da Ğlâve etti.
Ğmparator, kalktigi sandalyeye artik oturmadi ve bizi terkedecegini nezaketle
îma etti. Salonun kapisina dogru yürüdü. Vahidüddin ve arkasindan bizler Kayzeri
salonun kapisindan disari çikardik. Kayzer sola dogru giden bir koridordan
yürüyecekti. Ben Kayzerin hosuna gitmedigimi anladigim için makûs koridora dogru
ve biraz uzakta durdum. Ğmparator Veliahdin ve müteakiben ona yakin bulunan Naci
Pasanin ellerini sikarak, uzaginda bulunan bana bakti ve müteveccih oldugu
koridor istikametinde yürümeye basladi. Benîm elimi sikmamisti. Ğmparatorun
hakki vardi. Veliahdin refakatinde bulunan herhangi bir generalin elini sikmak
için onun ayagina mi gidecekti? Lâzim degil midir ki bu general, imparator
tarafindan eli sikilmak şerefini ihraz için biraz istical etsin. Bu kusurumu
itiraf ederim. Bilmem neden, durgun, harekete iktidarsiz, sabit ve dalgin bir
vaziyet almistim. Ğmparator iki üç adim yürüdükten sonra tekrar geri döndü, bana
yaklasti:
— Affedersiniz, sizin elinizi sikmamistim.
Elimi uzattim, çok nazik ve âlicenabâne iltifatlarina mazhar oldum.»
Şimdi, dogrudan dogruya Mustafa Kemal Pasadan ve Cumhur Reisligi zamaninda
dinledigimiz bu sözlerde muazzam bir hakikat ve delâlet yattigini tespit
edebiliriz. Bu hakikat ve delâlet, Vahidüddin'in artik vatan haini ve bas düsman
kabul edildigi bir devirde dogrudan dogruya Mustafa Kemal Pasanin sözlerinden
fiskirdigina göre, hiç kimsede aksini iddiaya mecal olamaz.
Mustafa Kemal Pasanin bu sözleri, Vahidüddin'in vatan derdiyle yanan biri
oldugunu, Osmanli devletinin yarinini düsünmek gibi bir vaziyeti Kayzer'in
yüzüne haykirdigini ve bu mevzuda kendisinden teminat istedigini, öfkelenen
Kayzer'i salondan kaçirdigini, yâni isi oluruna baglayici ve tesrifat
gürültüleri arasinda kaybolucu bir tip olmadigini gösteriyor.
Almanya seyahatini daima Mustafa Kemal Pasanin agzindan dinlemek, usûlümüz
icabidir:
«Ğmparatorun sofrasina aksam yemegine davetliydik... Kayzer'in karsisinda bir
prens, saginda Vahidüddin, solunda Berlin Sefiri Hakki Pasa merhum ve prensin
solunda da ben bulunuyorduk. Benim solumda Ludendorf vardi. Ludendorf,
fransizcasiyle, benimle görüsüyordu. Ğmparator Ludendorfa almanca:
— Sagindaki adamla konus! Dedi.
Ludendorf:
— Onu yapiyorum. Cevabini verdi.
Bittabi bu mükâlemeleri anliyacak kadar almanca bildigim için imparatorun
ihtarina ve Ludendorf-«a cevabina intikal etmistim. Dimagi çok büyük harekâtin
Ğdaresinden mütevellit yorgunlukla mesbu bulunan Ludendorf, yemek esnasinda
hatirimda yer tutacak kadar ciddî bir mükâleme mevzuu bulamadi. Yemek bitti. Bu
salona bitisik, onun büyük parkasina benzeyen diger bir salon vardi. Sofrada
hazir bulunanlardan bir kismimiz oraya geçtik. Ğmparator, Hindenburg,
Lundendorf, Alman Basvekili oldugunu zannettigim bir zât, bizim taraftan da
Veliahd, Hakki Pasa merhum ve bizler...
Ğmparator bir kösede ayakta Vahidüddin ile tatli tatli konusuyor; ben, arkasini
iki salonun fasl-i müstereki olan kavsin duvarina dayamis, çok heybetli ve
canli, asil nazarlarinda hakayiki anladigi görülen, fakat anladiklarini her
muhataba söylemekten muhteriz, yüksek bir şahsiyet karsisindayim: Hindenburg!
Hindenburg'la görüsmek istiyor, kendisini bilhassa Veliahtla beraber ziyarete
gittigimiz vakit temas etmis oldugu tatli musahabe zeminine sevketmege
çalisiyordum.
Maresal, ziyaretimiz esnasinda, Suriye vaziyetinin islah olundugunu, son
günlerde yeni ve taze bir süvari firkasinin muharebe meydanina ithal edildigini
söylemisti... Halbuki bu büyük adamin bahsettigi, bittabi oradaki kumandanlarin
verdigi rapor muhteviyati idi. Hakikat-i hâlde mevzu-u bahs olan bu süvari
firkasi ben henüz Ğkinci Ordu Kumandani iken Yildirim Grubunu takviye için bu
Grupa gönderilmesi talep olunan firkaydi. Ben Yedinci Ordu Kumandani olmadan
evvel, bu süvari firkasinin teskil ve teminine çok çalisilmisti. Ancak
toplanabilen bu seyyar kuvvet o kadar bîmecal idi ki, evvelâ hayvanlarini
Re'sülayn civarindaki otlaklarda beslemek ve ondan sonra kabil-i istifade bir
hâle gelip gelmedigini yemden tetkik etmek lâzimdi... Ben aylarca sonra, Yedinci
Ordu Kumandani oldugum zaman bu firkadan istifade edip edemiyecegimi tetkik
ettim. Aldigim ciddî bir rapor firkanin bâr kuvvet olmadigi mahiyetindeydi.
Alman büyük karargâhinda Hindenburg'un agacindan isittigim şuydu ki, bu firka
muharebe meydanina dahil olmus ve vazâyet islah edilmistir. Maresale macerayi
hikâye ettim ve dedim ki:
— Benim söyliyecegim sözler sizin aldiginiz raporlar muhteviyatina
uymayabilir... Fakat emniyet edebilirsiniz ki hakikattirler. Suriye vaziyeti
islah olunmus degildir. Bunu kabul ediniz. Sonra Maresal, siz mühim bir taarruz
yapiyorsunuz ve zannetmem ki, buna çok bel baglamis olasiniz; yalniz bana söyler
misiniz, emniyetle ümit ettiginiz hedef ve maksat nedir?»
Sorulmasi güç olan böyle bir sual karsisindaki vaziyeti, yine bizzat Mustafa
Kemal Pasa, tespit ediyor:
«Büyük ve ihtiyatli asker, benim bu sualime cevap verebilir miydi? Zaten
kendisinden bunu beklememeliydim- Bu, belki de biraz laubali vaziyetim, ihtimal,
Ğmparator Hazretlerinin sofrasinda bize ikram edilen nefis şampanyanın tesiriyle
olmustu.
Maresal, söylediklerimi dikkatle dinler gibi göründü. Fakat çok basit ve şirin
bir cevap verdi; salonun ortasinda duran ve üzerinde muhtelif sigaralar bulunan
ufak bir masa vardi:
— Ekselans, sîze bir sigara takdim edebilir miyim?
Hindenburg her şeye cevap vermisti. Ortadaki masaya gittik, kendi eliyle bana
bir sigara verdi.
Meger Vahidüddin ile konusan Ğmparator, bizim temas ve müfeâfememizle alâkadar
oluyormus. Almanca olarak Maresale sordu:
— Ne diyor? Maresal cevap verdi:
— Bir şeyler!
Ben sigarami yaktiktan sonra Hindenburg'tan ayrilarak Ğmparatorla konusan
Vahidüddin'in yanina gittim:
— Hakikati anliyor musunuz? Muhatabiniz Almanya Ğmparatorudur. Benim size
arzettigim endiseleri izah edecek bir tek kelime söyledi mi?
— Hayir!
-— Konusmaya devam ediniz; ve ciddî konusunuz! Bütün endiseleri Ğmparatora
söylemekte tereddüt etmeyiniz! Ben eminim ki, o sizden memnun olmiyacaktir.
Fakat hiç olmazsa Türkiye'de hakikati görmüs olanlarin mevcudiyetine
inanacaktir.
Veliahd masum bir tavir takinarak:
— Öyle yapiyorum! Dedi»
Görülüyor ki, Veliahd Mehmed Vahidüddin Efendinin Almanya seyahatinde takindigi
tavir, Ğttihatçılar elinde ve Almanya safinda harbin kaybedilmis bulundugu
kanaatine mahsus bir edadir ve bu edada o ân için Vahidüddin ile Mustafa Kemal
Pasa ortakdirlar. Şu kadar ki, Mustafa Kemal Pasadaki hudut disi cür'et ve
atilganlik Veliahdta mevcut degil...
Bu ilk temaslardan sonra is Garp Cephesini ziyaret etmeye kaliyor. Vahidüddin
Efendi ile refakatindekiler Büyük Harbin encamini tâyin edecek olan Garp
Cephesinin ates hattina davet ediliyorlar. Karargâhlardan birinde, cephenin
yüksek kumandanlarindan biri, cicili bicili bir harita üzerinde ve sadece
nazariye plâninda, Türkiye Veliahtina ve maiyetindekilere vaziyeti izah ediyor.
Bu izahlar, Mustafa Kemal Pasanin tabiriyle «güzel ve parlak» sözler
çerçevesinde cereyan ediyor. O zaman Vahidüddin Efendi, Mustafa Kemal Pasaya
dönüp cevabinin ne oldugunu soruyor. O da diyor ki:
«— Haritada gösterilen bu vaziyeti mahallinde görmek arzusunu izhar ediniz!»
Öyle oluyor. Dogrudan dogruya ates hattina gidiyorlar. Orada da kendilerini
karsilayan yüksek rütbeli kumandanlarla temas ediyorlar. Türk heyetine nerelerin
gösterilecegi ve oralara nasil ve nerelerden gidilecegi önceden
plânlastirilmis... Bu plâni gören Mustafa Kemal Pasa:
«Cephenin büyük kumandani bize umumî vaziyeti izah etti, diyor; içinde
bulundugumuz muharebe cephesi, bize o izahlarin gösterdigi sahadir. Müsaade
edilirse bu plâni bir tarafa birakalim da benim gösterecegim yerleri görmeye
gidelim!»
O sirada bir kargasalik oluyor ve Veliahd, hazir plâna göre kendisine görüs
sahasi olarak ayrilan yere dogru sevkediliyor.
Mustafa Kemal Pasa diyor ki: «Bende bir asker inadi vardi. Onlari takip etmedim.
Edinmis oldugumuz haritanin delâletine güvenerek, ates hattinin bir noktasina
yürüdüm ve ates hattinin gerisinde bir agacin dibine geldim. Orada gene bir
zabit agaç üzerinde tarassut yapiyordu. Bana refakat eden Alman zabitleri de
vardi. Tarassut yapan zabit asagiya indi. Meshudatini (gördüklerini) anlatti.
— Müsaade eder misiniz, ben de bu agaca çikayim! dedim:
— Hay, hay!...
Cevabini verdiler. Çiktim, zabitin söylediklerîni aynen gördüm- Fakat asil
mevzu-u bahs olmak lâzim gelen nokta, bu müsahede olunan vaziyete karsi olan
vaziyetti. Onun için sordum:
— Bu düsman vaziyeti karsisindaki kuvvetiniz, tertibatiniz, ihtiyatlariniz
nedir, lûtfen bana söyler misiniz?
Ates hattinin saf olan zabitleri ve kumandanlari, Türk müttefiklerinin bir
kumandanina hakikati söylediler. Hakikat şuydu: Piyade kuvvetleri hemen hemen
gayr-i kâfi dereceye gelmisti... Süvari iken piyade gibi istimale mecbur
olduklari bir kuvvetten bahsettiler; o da birinci hattin Ğstinatlarından sonra,
ihtiyat denecek keyfiyet ve kemmiyetten çikmisti. Bu malûmati aldiktan sonra,
çok mütehayyir olarak, kendilerine bîperva dedim ki:
— O hâlde tehlikedesiniz!
— Öyle!... Dediler.»
Burada, kendi öz diliyle durumunu belirttigimiz Mustafa Kemal Pasa, kisa bir
müsahadeden sonra Alman ordusunun zaafini tespit ve kumandanlarina bu vaziyeti
ihtar edecek kadar nefs emniyeti içindedir.
кte devam ediyor:
«Bu ates karargâhini terkeden Vahidüddin'in Ğmparator tarafindan refakatine
memur edilen bir kolordu kumandani beni takip ediyordu. Günlerden beri temasta
bulundugumuz bu zât benimle ilk defa alâkadar göründü. Otomobillere binecegimiz
noktaya kadar atla gidiyorduk. Alman kolordu kumandani yanima yaklasti, sordu:
— Siz Veliahdin yaveri misiniz?
— Hayir!
— Ne münasebetle refakatte bulunuyorsunuz?
— Böyle bir vazife aldigim için...
— Askerî vaziyetlerden çok iyi anliyorsunuz! Türkiyede herhangi bir kuvvete
kumanda ettiniz mi? Müspet cevap verdim.
— Mutlaka alaya kadar kumanda etmis olacaksiniz!»
Bundan sonra Mustafa Kemal Pasa (38 yasinda), 60'lik kolordu kumandaninin hayret
dolu bakislarina karsi, tugay, tümen, kolordu basamaklarini atlayip ordu
kumandanligi etmis oldugunu haber verince Alman generalinin mukabelesi, kendi
nakline göre, aynen şu oluyor:
— Affedersiniz; biz şimdiye kadar size yanlis hitap ediyormusuz. Demek, siz
(ekselâns)siniz!»
Daima Mustafa Kemal Pasanin lisan ve üslûbundan naklettigimiz, Vahidüddin'in
Almanya seyahati tablolari, bilhassa anlatildigi zaman ve mekân göz Önüne
alinacak olursa (Vahidüddin'e vatan haini göziyle bakildigi Cumhuriyet devri)
Veliaht hakkinda hiçbir kötüleme tâbiri kullanilmadigina göre, onun vatanini
Almanya'da ne büyük bir vekar ve haysiyetle temsil ettigini gösterir.
Bu hususiyete bir misal de şudur: (Alsas)da bir gece valinin evine davet
ediliyorlar. Güzel ve genis bir salonda Vahidüddin vali ile bir masada, karsi
karsiya... Mustafa Kemal Pasa da, kendi tabiriyle «salondakileri tetkik ederek»
gezinmekte... Vahidüddin, onu masaya davet ediyor ve diyor ki:
— Vali bana bazi sualler sordu, ben de cevaplandirdim. Fakat cevaplarimi size de
teyid ettirmek isterim. Ona, cephelerde bulunmus, memleketi iyi taniyan bir
kumandan yanimdadir, dedim. Sizi de dinlemesini istedim.
Sözü yine Mustafa Kemal Pasaya verelim:
«Veliahde mevzuu bahis mes'elenin ne oldugunu sordum:
— Ermeniler!-, dedi.
Alman valisi çok hüsn-ü niyet sahibi oldugundan» Türklerin Ermenilere karsi feci
tecavüzatta bulundugundan, fakat Ermenilerin bu tarzda harekete müstehak
olmadigindan bahsetmis .. Misafiri oldugumuz dost ve müttefik Almanya
milletinin» yüksek bir valisinin, müstakbel Türkiye Padisahi ile ve Kemâli
ciddiyetle bu mevzu üzerine konustugunu anladigim zaman hayrette kaldim. Naci
Pasa, Vahidüddin agzindan:
— Bu kumandan temas ettiginiz mes'eleyi iyi bilir, sizi tenvir edecek cevaplar
verecektir.
Dedi.
Valiye dedim ki:
— Türkiye'nin Veliahdi ve Almanya'nin mutena bir mintikasinda kiymetli olduguna
şüphe etmedigim bir valisinin bulabildigi mükâleme zemini beni mütehayyir etti.
Evvelâ sizden şunu anlamak Ğstiyorum. Müttefikiniz olan ve bu ittifak ugrunda
maddî ve manevî tekmil mevcudiyetini mahveden Türkiye'ye karsi, tarihin bilmem
hangi devrinde mevcut oldugunu iddia eden ve bu mevcudiyeti ihya etmek îçin
dünyayi igfale çalisan Ermeniler lehine konusmak fikri sîze nereden geliyor?
Bize dair pek nakis malûmat sahibi oldugunu anladigim ve bütün
fedakârliklarimiza mukabil, hâlâ Türkiye topraklarinda bir Ermeni hakki
olabilecegi zehabinda bulunan bu vali ile müstehziyane konusmaktan men-i nefs
edememistim. Muhatabim, derhal, bütün söylediklerinin en nihayet mesmuat
(isitilen beyler) oldugundan ve sahib-i dâva olmaktan uzak bulundugundan
bahsederek beni tatmine kalkisti Mükâlemeyi bitirmek için kendisine dedim ki:
— Vali Hazretleri, biz, cepheler dolasan bir heyetiz, buraya Ermeni mes'elesi
konusmak için degil, fakat müttefikimiz olan ve kendisine itimat etmekte
oldugumuz Alman ordusunun hakikî vaziyetini anlamaya geldik, onu anladik, kâfi
bir vukuf ile memleketimize avdet ediyoruz.
Vali; Vahidüddin'i sofraya davet etti, Ondan sonra meshur (Krup) fabrikasi
sahibinin, muhtesem fabrikalar civarindaki şatosuna davet edildik. Orada aksam
yemeginde bulunarak gece trenle Berlin'e hareket ettik. Berlin'de (Adlan)
Otelinde imparatorun misafiriydik. Hepimizi ayri ayri ve güzel yerlestirmislerdi
Vahidüddin bu hüsn-ü kabulden biraz da magrur oldu. Artik memnuniyet içinde
dünya gazetecileriyle temas ediyor, mülakatlar yapiyordu. Bir gün otelde Naci
Pasa bana dedi ki:
— Vahidüddin beni yaver almak istiyor; halbuki bilirsiniz, ben saray hizmetinde
bulunmaktan memnun olmam.
Cevap verdim:
— Eger Vahidüddin size bunu teklif etmisse derhal kabul etmeniz lâzimdir. Bu
adam yarinin padisahidir. Siz temiz bir adamsiniz. Lâzimdir ki, onun yaninda
kendisine hakikatleri bîperva (korkusuzca) söyliyecek biri bulunsun... Vâkiâ
saray hizmetinde bulunmak güçtür, fakat memleket için her şey yapilir.
Naci Pasa muvafakat etti. Ancak yaverligi, biz Ğstanbul'a gittikten sonra
tahakkuk etti. Daha evvel cereyan eden bâzi mes'eleler var... (Adlon)
Otelindeyiz. Bir gün birkaç gazete muhabiri Veliahdden mülakat istemisler;
mülakatta ben de hazir bulundum. Veliahdin Ğstanbul'dan son güne kadar aldigi
fikirlerle mülhem oldugu görülüyor; kiminle görüsse, daima ayni fikirlerle
konusuyordu. O gün ecnebi gazetecilerin musahabesinden de memnun oldum.
Gazeteciler çekildikten sonra, salonda ikimiz yalniz kaldik. Bana sordu: -— Ne
yapmaliyim?
Şu yolda idare-i kelâm ettigimi hatirlarim:
— Osmanli tarihini biliriz, bu tarihin birtakim safhalari vardir ki, sizi korku
ve endiseye sevkeder ve bunda haklisiniz. Ben size bir şey söyliyecegim ve o
nisbetle hayatimi size tesrik edecegim, memnun olur musunuz?
— Söyleyiniz!...»
Artik Mustafa Kemal Pasanin Vahidüddin'e nüfuz etmek ve bütün emellerini onunla
müsterek plânlayacagi dünyaya baglamaktan gayri bir şey düsünmedigi, bizzat
kendi öz ifadesiyle sabittir. Bu ilmî, riyazi ve kat'î teshisimizi, Mustafa
Kemal Pasanin devam eden ifadesi büsbütün gerçeklestirecektir. Mustafa Kemal
Pasa şöyle devam ediyor: «— Henüz Padisah degilsiniz, fakat Almanya'da gördünüz
ki, Ğmparator, Veliahd ve Prensler hep bir is üzerindedir. Neden siz bütün
islerden uzak kalasiniz?
— Ne yapabilirim?
— Ğstanbul'a gider gitmez bir ordu kumandanligi isteyiniz; ben de sizin Erkân-i
Harbiye Reisiniz olurum.
— Hangî ordunun kumandanligini?
— Besinci ordunun kumandanligini...
Bu isimdeki ordu Liman Fon Sanders'in emrinde bulunan veya bulunmak lâzim gelen
ve Bogazlar; müdafaasina memur orduydu. Vahidüddin:
— Bu kumandanligi bana vermezler!...
— Siz isteyiniz!...
— Ğstanbul'a gittigim zaman düsünürüz.
Cevabini verdi. Bu benim için nevmidâne bir cevapti.
Ğstanbul'a geldik; fakat muvasalatimiz zamani kendimde feci bir istirap
hissettim. Doktorlar sol böbregimden rahatsiz oldugumu söylediler. Bir ay kadar
yatagimi terkedemedim. Doktor arkadaslarin tedavisi, istirabimi bir türlü
esasindan menedemiyordu. Bir aralik tekrar yattim. Nihayet doktorlar Viyana'ya
gitmeklîgim lüzumunda israr ettiler.
Viyana'da müracaat ettigim profesör benim senatoryumda yatmakligimi zarurî
gördü. Bir ay kadar Viyana civarinda (Kotaj Sanatoryum)da bizzat bu profesör
tarafindan tedavi olundum. Sonra, yine ayni profesörün tavsiyesiyle, Karlsbad'a
gittim. Rahatsizligim henüz tamamiyle zail olmamis bulundugu bir tarihte, 1918
Temmuzunun 5 inci Cuma günü Karlsbad'daki ikametgâhima Ğzmir'de tanidigim bir
zât, diger bir arkadasla geldi.»
Bu gelenler, Mustafa Kemal Pasaya Sultan Mehmed Resad'in öldügünü ve yerine
Vahidüddin'in geçtigini bildiriyorlar. Mustafa Kemal Pasa, asagida görülecegi
gibi donup kaliyor:
«— Müteessir miydim, memnun mu olmustum? Pek tahmin edemiyordum. Hakikat şuydu
ki, ne Ölen Padisaha acimistim, ne de yeni Padisahin ömrünün uzun veya kisa
olmasiyla alâkadardim. Acaba teessürümün sebebi bu tebeddül esnasinda
istanbul'da bulunmamak miydi? Buna dair de kat'î bir fikir söyleyemem. Yalniz
bir durgunluk geçirdigimi hatirlarim- Birkaç gün içinde mütemmim (tamamlayici)
malûmat geldi. Ben Vahidüddin'i telgrafla tebrik ettim. Cevabi verildi. Son
malûmattan anlasildigina göre Ğzzet Pasa yeni Padisahin yaver-i ekrem'Ğ olmustu.
Bu hâdiseyi manidar buldum. Çünkü Ğzzet Pasa yaver olmaktan z'yade, bu nam
altinda, bir askerî müsavir veya erkân-i harbiye reisi gibi bir vaziyet almis
oluyor zannettim. Birkaç gün sonra, Ğstanbul'da bulunan yaverim Cevat Abbas
Beyden hemen Ğstanbul'a avdetime dair bir telgraf aldim. Henüz hastaligim
geçmedigi için, ciddî bir sebep olmadikça Ğstanbul'a dönmek istemiyordum. Onun
için Cevat Abbas Bey'e bu mealde cevap yazdim. Kendisinden aldigim ikinci
telgrafta (Ğstanbul'a serî'an avdetimin arzu buyruldugu) münderiçti. Artik
avdetimin kimin tarafindan arzu buyruldugunu tahkike lüzum görmeden 1918 sene 27
Temmuz Cumartesi günü Karlsbad'dan hareket ettim.»
Mustafa Kemal Pasayi Sirkeci istasyonunda yaveri Cevat Abbas Bey karsiliyor ve
trenden iner inmez sorulan:
— Beni kim çagirdi, niçin çagirildim? Sualine şu cevabi veriyor:
— Ğstanbula dönmeniz için size yazmami isteyen îzzet Pasadir.
Mustafa Kemal Pasa derhal Ğzzet Pasaya basvurup «davetin ne oldugunu merakla
anlamak istiyordum» diye belirttigi hissini tatmin etmek istiyor. Ğzzet Pasanin
cevabi gayet kurudur:
— Hiç bir sebep yok!... Yeni Padisahla veliahtligindaki seyahatiniz
münasebetiyle çok yakindan temaslariniz oldugunu bildigim için bu temaslari
tekrar devam ettirmek suretiyle faydali olabilecegini düsünerek böyle bir arzu
izhar ettim.
Mustafa Kemal Pasa, hatirlandigindan dolayi Ğzzet Pasaya tesekkür edip fikrini
bildiriyor:
Umumî vaziyetin fenaligini gidermek için yeni Padisahi yeni bir istikamete
yöneltmek lâzimdir. Bu bakimdan, kendisiyle görüsmesi uygun olabilir.
Ğzzet Pasa bu fikri yerinde buluyor ve derhal Naci Pasa delaletiyle yeni
Padisahtan, veliahtligindaki seyahat arkadasini kabul buyurmasi isteniyor.
Padisahin cevabi.
— Buyursunlar!
Mustafa Kemal Pasanin Sultan Vahidüddin ile vaziyetini, çöküs devresinin
talihsiz hükümdarina ait hususiyetlerin tespitinden sonra ele alacagiz. Şimdi,
çöküs devresi içinde dogrudan dogruya Vahidüddin'e dönelim...
ÇÖKÜS
VAHĞDÜDDĞN OSMANLI TAHTINDA
Osmanli Ğmparatorluğunun çöküse dogru gidisini çerçeveleyen Büyük Harp
devresinin, hem Türk, hem de ittifak ordulari bakimindan tam bir hezimetle
gerçeklesici felâket yili 1918 Temmuzunda Sultan Resad, mavi gözlerini mavi
göklere yumarak dünyaya veda etti.
Ölümünden bir kaç gün önce, Baskâtip Ali Fuad Turkgeldi, Padisahi, Topkapi
Sarayini ziyaret sirasinda «Hirka-i Saadet- Peygamber Hirkasi» odasinda,
mukaddes hirkanin sandigi dibinde yere kapanmis ve kendinden geçmis halde
buluyor; ve bütün pasifligi içinde bu ulvi din alâkasi sahibini tek basina
kapandigi odadan çikarip, artik bir daha içinden çikamayacagi yatagina teslim
ediyor.
Hazin oldugu kadar ulvi!...
Bundan sonraki hâdiselerde en büyük ve en emin kaynagimiz, hem son yillarinda
Resad ve hem ilk yillarinda Vahidüddin, devreleri Mabeyn Baskâtibi Ali Fuad
Türkgeldi'nin «Görüp кittiklerim» adli eseri olduguna göre, o eserden, Sultan
Resad'in son demlerine ait bir (enstantane) daha gösterelim:
Sultan Resad'in hususî doktoru Miralay Ahmed Bey nihayet bastabiblik makamina
erdigi ân, Efendisinin ölüm yatagina serildigini görüyor ve hastanin basucunda,
onunla beraber bastabiblig'in de gitmek üzere bulundugunu düsünerek mahzun
mahzun bakinirken, yanindaki Mâbeyn doktorlarindan Ali Pasa, kendisine:
«—. Ahmedcigim, diyor, talihsiz Mehmed'in talihsiz Ahmed'i oldun!»
Bu sözü söyleyen pasa henüz bilmiyor ve takdir edemiyor ki, asil talihsiz,
Abdülhamid'den devraldiklari koca Ğmparatorluğu Trablus ve Balkan muharebeleri
ve pesinden Dünya Harbiyle çöküse dogru sürükleyenlere her defa «memnun oldum,
mahzuz oldum!» mânâsina tebessümle karsilik vermis ve sonra çöküs âninda büyük
sarsinti ve yikilisi görmeden öbür dünyaya kapagi atmis olan Sultan Resad degil,
tam bu hengâmede tahti kabul zorunda kalan Vahidüddin'dir. Bu noktaysa, Sultan
6. Mehmed Vahidüddin üzerinde, tahta ayak bastigi ve tahttan ayak çektigi iki ân
arasi baslica teshis ve tespittir.
Sultan Resad, ölümünden 7 yil önce (bir iki yillik padisah iken) Hazine-i Hassa
Umumî Müdürü Haci Zihni Efendiyi huzuruna çagirip diyor ki;
— Aliniz, size cenaze masarifimi pesin olarak kesemden ödüyor ve emanet
suretiyle veriyorum! Ben ölünce cenazemin Irade-i Seniyye ile kaldirilmasini
arzu etmem!
Pamuk Padisah 1336 Ramazaninin 24'üncü (3 Temmuz 1918) Çarsamba günü vefat
ediyor ve ertesi sabah naasi Yildiz Sarayindan Çiragan iskelesi yoliyle bir
istimbot içinde Topkapi Sarayina kaldiriliyor ve «Hirka-i Saadet» dairesinde
gasledilerek, Eyüb'e kendisi için yaptirdigi türbeye defnedilmek üzere, yeni
Padisaha yapilacak biy'at merasimini beklemeye basliyor.
Birkaç gün evvel Sadrâzam Talât Pasa, Harbiye Naziri ve Baskumandan Vekili Enver
Pasa ve mason şeyhülislâm Musa Kâzim Efendi, Vahidüddin'in, eserimizin basinda
tasvir ettigimiz Çengelköyündeki saray yavrusu kösküne gitmisler ve agabeyi
Sultan Resad'in vefatiyle kendisinin Osmanli tahtina cülusunu bildirmislerdir.
Vükelâ Yildiz'da kalip, içinde bir padisah naasi yatan sarayda iftar
etmislerdir.
25 Ramazan 1336 (4 Temmuz 1918) Persembe günü, sabah vakti, saat 10 sularinda,
Vahidüddin, 6. Mehmed ünvaniyle tahta cülus etmek üzere, Topkapi rihtimina ayak
atiyor. Kendisini getiren istimbot rihtima yanasirken, Topkapi Sarayinin Mustafa
Pasa köskünde toplanmis bulunan vükelâ, Mabeyn büyükleri ve Enderun hademesi
kosusuyorlar ve «Yaldizli Kapi» denilen üçüncü kapi önünde dizilerek selâm
resmine hazirlaniyorlar.
O sirada Sadrâzam Talât Pasa da gelmis ve durumu görünce «fena oluyorum!» diye
hüngür hüngür aglamaya baslamistir.
Altinci Mehmed Vahidüddin, Mabeyn Baskâtibinin tabiriyle «gayet vekarli»,
arkasinda Enver Pasa, kapidan giriyor ve Bagdat kösküne dogru yürümeye basliyor.
O sirada öyle bir hâdise oluyor ki, Vahidüddin'in hükümet ve saray erkânina
karsi padisah sifatiyle ilk sözü söylemesine vesile teskil ediyor:
«— Bu bir felâket!»
Evet; Sultan Vahidüddin'in hükümet ve saray erkânina karsi söyledigi ilk söz
budur:
«— Bu bir felâket!»
Bu söz şu vesileyle söyleniyor:
Padisah romatizmadan mustarip. Yol yürürken zahmet çekmekte ve daima baston
kullanmakta... Tam Bagdat kösküne dogru yürürken istirap ayaklarini halkaliyor
ve yeni Sultan yanindakilerden bastonu istiyor:
— Çengelköyünde, köskte kaldi, unutuldu!
Diyorlar.
Vahidüddin bu cevabi alinca herkese karsi duygusunu haykiriyor:
«— Bu bir felâket!»
Ali Fuad Türkgeldi:
«— Bu suretle saray kapisindan içeri adim atinca ilk tefevvüh ettigi (söyledigi)
söz felâket lâfzi oldu. Bütün zaman-i saltanati da felâketle geçti. Bir felâket
de o gün sabaha karsi Topkapi sarayinin sûm ittisalinde (bitisiginde) bulunan
hamamdan harft (yangin) zuhuru olmustur ki, harem dairelerine sirayet eder
endisesiyle hayli telâs edilmistir.»
Romatizmali Padisahin Çengelköyündeki veliahtlik köskünde unutulan baston
hikâyesi, nazarimizda gayet ince bir ilâhî tecellidir; ve remz halinde, onun,
kendisine hiçbir dayanak bulamayacagina, hattâ elinde farzettigi dayanaklardan
da mahrum kalacagina delildir.
Vahidüddin romatizma sizilari içinde ayaklarini zahmetle süre süre Bagdat
kösküne variyor ve orada bir müddet dinlenip hususî surette eski sadrâzam Tevfik
ve Damad Ferid Pasalari kabul ediyor. Oradan «Hirka-i Saadet» dairesine geçip
ziyaret vazifesini yerine getiriyor. Saat 11 sularinda yaninda yeni Veliahd
Abdülmecid Efendi oldugu hâlde «Bâb-üs-Saâde» önüne gelip an'ane icabi, orada
kurulu bulunan taht'a çikiyor.
Etrafinda, türlü serpuslar altinda ve kiliklar önünde, topyekün memleket
temsilcileri... Fesli şehzadeler, sarikli ve cübbeli ilmiyye ricali, kalpakli ve
üniformali askerî erkân, sirmali mülkiye üniformalari, katran rengi ruhanî reis
libaslari Uzaklardan çökmek üzere bulunan împaratorlugun iflâsini ilân
edercesine atilan cülus toplari... Herkes biy'at merasimine hazir; kaynagimizin
sahibi Mabeyn Baskâtibi Fuad Türkgeldi de, usûl geregince taht'in arkasinda...
Eskiden el tutularak yapilirken sonradan saçak öptürmek suretiyle yerine
getirilmeye baslanan biy'at merasimi baslamak üzere... Muayedelerde de oldugu
gibi saçak tutma isi basmabeyincilere ait oldugu için, Sadrâzam Talât pasa
«Serkarîn» Tevfik Beyi hazirlamis bulunuyor. Tevfik Bey tam isine baslayacagi
ânda Sultan Vahidüddin'in taht üstünden sesi duyuluyor:
«— Tevfik Bey müddet-i medide (uzun müddet) biraderimin saçagini tutmus oldugu
cihetle müteessir olur. Bu vazifeyi Ğkinci Mabeyinci Nüzhet Bey
yerine getirsin!»
Herkes donup kaliyor. Zira artik isinde de kalmayacagi anlasilan Tevfik Bey bir
Ğttihat ve Terakki ajanidir, bu sifatla eski Padisahin yakinina verilmistir;
cülus ânindan itibaren vazifesinden uzaklastirilmakla, yeni Padisahin yepyeni
bir iradeyle ise basladigini göstermeye vesile olmaktadir.
Vahidüddin'i günahi kadar sevmemis olan Talât'in gözleri Enver'i ariyor ve sanki
soruyor: — Bu adamla isimiz nereye varacak? Evvelce de isaret ettigimiz gibi,
Abdülmecid'in 23'üncü evlâdi, sirayla saltanat süren dört oglunun en küçügü ve
sonuncusu, Osmanli padisahlarinin da 36'ncisi ve sonuncusu, 24 de biten Osmanli
halifelerinin 23 üncüsü ve yine sonuncusu (ondan sonra Halifeyi hilâfet
şartlarına malik göremeyiz) Sultan 6. Mehmed Vahidüddin, 58'inci ömür yilinda,
Büyük Harbin 5'inci ve son senesinde, her şeyin bitmesine 3 - 4 ay kala,
imparatorlugun çöküsü kapkara bir fecr hâlinde Türkiye ufuklarini siyaha
boyarken Osmanli tahtina geçmis, etrafindakilere ibret ve dehsetle bakiyor.
кte Vahidüddin'in basina ne geldiyse bu taht'a ve böyle bir zamanda geçmek
yüzünden geldigine göre, asirlarin hesabini onun memur bulundugu tek âna sokan
bir hengâmede Vahidüddin ne yapmaliydi; tahti kabul etmeli miydi, yoksa
Çengelköyündeki kösküne çekilip salhanede bogazlayacaklari vatanin çigliklarina
kulaklarini mi tikamaliydi?
Bu suali vazedecek, şimdiye kadar en küçük bir insaf bile çikmamistir ve 6.
Mehmed Vahidüddin mes'elesinin bas anahtari bu sualdir.
Asil vatan hainligi ve firariligi, onun tahti kabul etmemesiyle vücut bulurdu.
Baskâtibinin «cin fikirli» diye vasiflandirdigi Vahidüddin gibi bir zekâ, her
şeyi bile bile bu makami kabul ettigine göre, daha ilk adiminda vaziyeti
kahramancadir. Ondan sonraki hareketlerinin bu kahramanligi muhafaza edip
etmedigine gelince, onlari sirasiyle yerlerinde görecek ve bu, prensipte ilk
kahramanligin nerelere kadar düstügünü veya çiktigini kestirecegiz.
Bâzi kahramanliklar vardir ki, kötülük içinde ve kötülüge mukavemet ve onun
çilesini çekme derecesiyle, iyilik içinde ve iyilikten istifade ve onu büyüten
hamlesine nispetle kiyaslanamayacak kadar üstündür.
Eserimizin basindaki «vatan haini degil, büyük vatan dostu» şeklindeki pesin
hükme ragmen bu mevzuda ne kadar hakikat taraflisi oldugumuz görülecektir.
Şimdi onu cülus ânindan baslayarak takip edelim:
îlk hareketi, saraydaki adamlarini muhitinden uzaklastirmak suretiyle
ittihatçilari tokatlamak olan Padisah, Fuad Türkgeldi'nin iddiasina göre
sonradan kendisine şöyle demis:
«— Ben o gün saçagi Tevfik Beye tutturacaktim; fakat Veliaht çok israr
ettiginden ilk gününden aramizda bir ihtilâf zuhur etmesin dîye tutturmadim!»
Memlekete hâkim ve gözü kara bir partiye karsi yaptigi hareketin bir nevi tevili
makamindaki ve Ğttihatçılara duyurulmak için takinilan bu siyasî edayi, oldugu
gibi kabul etmek için son derece safdil olmak lâzimdir.
«Hirka-i Saadet» önünde ve eski Padisahin tabutu karsisinda muzika çalinmayip,
yeni Padisah «Bâb-üs-Saâde»den çikarken hassa hademesince alkislanmasi
gerekirken, aksi yapiliyor ve biy'at merasiminin sonuna kadar muzika çaliniyor.
Bu hâlleri «eski âdetleri bilen kalmadigindan» diye tefsir eden Baskâtip,
biy'atin de yeni moda icabi, elverilerek degil, muayedelerde oldugu gibi saçak
Öpülerek cereyan ettigini tespit ediyor.
Yine eski âdet, Padisahlarin seleflerine ait cenaze namazini kildiktan sonra
dönüp saraya çekilmelerini gerektirdigi hâlde, Sultan Vahidüddin cenazeyi Eyüb'e
kadar takip ediyor ve duasinda hazir
bulunuyor.
Vahidüddin Eyüb'ten dönüsünde yine Topkapi Sarayina geliyor ve oradan Sögütlü
yatina binerek Dolmabahçe Sarayi rihtimina çikiyor. Rihtimda, Eyüb'ten bîr
istimbotla dogru Dolmabahçeye gitmis ve iki saf hâlinde yeni Padisahi beklemeye
baslamis olan «bendegân—kullar» takimi...
Biraz sonra, evet, memlekete hâkim ve gözü kara, fakat son vaziyetler yüzünden
millet nazarinda mahkûm ve süngüsü düsük Partinin elebasilarindan Talât Pasa
saraya geliyor ve devlet reisligindeki degisiklik sebebiyle ve usulen (!)
istifasini Hünkâra takdim ediyor.
Yeni Padisahin ilk iradesi, Sadrazam ve kabine azasini yerlerinde tutmak, cülus
hatti müsveddesinin tanzimine Talât Pasayi memur etmek ve onlari iki gün sonra
(Cumartesi günü) daha genis bir konusma için saraya davet etmek oldu.
Padisahin hususî doktoru Miralay Resat Bey vasitasiyle de Mabeyn Baskâtibi Ali
Fuad Türkgeldi'ye yerinde alikonuldugu bildirildi.
Cumartesi günü saraya gelip huzura kabul edilen ve bir hayli zaman huzurda
kaldiktan sonra çikan Talât Pasa, Vükelâ odasinda, yeni Padisahin saçagi
tutturmamak suretiyle yakinligindan attigi, hükümet ajani Tevfik Beyle
konusurken odaya Baskâtib Fuad Türkgeldi giriyor. Talât Pasa ona diyor ki:
—. Hünkâr, Basmâbeyincilige eski nazirlardan Mustafa Resid Pasayi getirmek
istediyse de ben eski «Serkarîn» Lûtfi Beyin tayinini arz ve istirham ettim ve
beni kirmadilar. Siz de makaminizda ipka olundunuz. Tevfik Bey ise âyân
âzaligina tâyin edilecektir.
Böylece ilk is olarak Ğttihatçıların adamini saraydan uzaklastiran Hünkâr, ayni
mevzuda yine onlarin istirhamini kabul etmekle, hareketindeki sertligi biraz
yumusatmis ve Ğttihatçılara küçük bir tâviz vermis oluyor. Bu tavir, Vahidüddin
hesabina, küçük bir ihtiyat payi muhafaza etmek ve agirligini yavas yavas
hissettirmek politikasindan baska bir şeye yorulamaz. Ne çare ki, birkaç ay
sonra vatani düsman istilâsina terkedip kaçacak olan bu adamlara hâkim olabilmek
ve dizginlerini ele alabilmek için vakit çok geçtir ve artik olan olmustur.
Yeni hükümdar Talât Pasadan sonra Baskâtibini kabul ediyor ve Basmâbeyincilige
getirilen Lûtfi Simavî Bey hakkinda ona şöyle dert yaniyor:
«— Sadrâzam Pasa Lûtfi Beyi tercih eyledi. Lûtfi Bey biraz garpli (alafranga)
ise de biz seninle onun garpliligini tâdil ederiz.»
Bu söz de Vahidüddin'in garplilik taslayanlara karsi şahsiyetçi durumunu
gösterir.
Cülusunun ilk günlerinde Zât-i Şahane, karsisinda Baskâtibi, yazi masasina
egilmis, evrak incelerken, birden yere «çat;> diye bir şey düsüyor. Baskâtip
hayretle görüyor ki, bu, büyük boylu, dolu bir tabanca... Vahidüddin egilip
tabancayi yerden aliyor ve tozunu üfleyip cebine koyuyor. Büyük bir kaza
atlatildigindan dolayi, hissettirmeksizin, hayli telâsa düsen Baskâtip, asil
dikkat edilecek noktanin farkinda degildir. Yeni Sultan, Ğmparatorluğundan
Şahsına kadar her şeyi sahipsiz ve müdafaasiz görmekte ve bu duygusunu, her ân
üzerinde gezdirdigi silahla belli etmektedir.
Bu ilk (enerji) ve şahsiyet ifadesine benzer hareketlerden sonra 6, Mehmed
Vahidüddin, hükümete, saltanat makaminin ilk (dikta)sini yöneltiyor- O zamana
kadar kararnamelerin altini sorumlu nâzir ile Sadrâzam imza eder ve onlarin
altina Padisah tasdik imzasini atarken, Vahidüddin, Padisahlari tâbi mevkiine
koyar gibi gördügü bu şekli degistiriyor ve bundan böyle imzasini kararnamelerin
altina degil tepesine atacagini Bâbiâliye bildiriyor:
«— Benim imzam kararnamelerin bâlâsina vaz edilmek lâzim gelir. Sadrâzami bulun
da bâdemâ o suretle imza edecegimi söyleyin!»
Sadrâzam buna razi oluyorsa da Meclis-i Mebusan Reisi bu şekli kanuna aykiri
buluyor ve Talat Pasa, Avrupaya gider ayak, Baskâtibe vaziyeti bildiriyor:
«— Ğmza-yi Hümayûnun bu şekilde vaz'ina arkadaslar Ğtiraz ediyorlar. Ben
gittikten sonra Zâti Şâhane'ye zemin-i münasipte arzediniz!»
Keyfiyet Sultana arzediliyor; fakat şahsiyet ve makam haysiyetine bagli bu nazik
mes'elede bir kere çikis yapildiktan sonra geri dönülemez. «— Asla!»
Diye cevap veriyor Sultan ve o sirada Sadrâzam Vekili bulunan Enver Pasayi
çagirtip vaziyeti kabul ettiriyor ve imza-yi Hümâyûnunu kararnamelerin tepesine
atmakta devam ediyor.
Babiâli'ye ismarlanan cülus hatti müsveddesi Baskâtiplige geliyor ve Hünkâra
sunuluyor. Hünkâr bu hatti enine boyuna inceledikten sonra Baskâtibi çagiriyor
ve müsveddeyi umumî çizgileriyle begendigini, yalniz bâzi eksikler gördügünü,
onlari kursun kalemle müsvedde üzerinde isaretledigini, hattin bu ilâvelere göre
yazilmasi gerektigini söylüyor ve:
«— Sadrâzamin mütalâasini almak üzere Babiâli'ye gidiniz!.»
Emrini veriyor.
«Hatt-i Hümayûn»a eklenmesi istenen noktalar, bizzat Sultanin ibareleriyle
şunlardır.
1 — Adab-i hakkiye-i Islâmiye ve haysiyet-i Osmaniyenin muhafazasina Ğhtimam
kilinmasi... (Gerçek Ğslâm ölçüleri ve Osmanlilik haysiyetinin korunmasina
himmet gösterilmesi)...
2 — Tevzi-i adalet ve takrir-i emn ve inzibat hususunda teayid-i mesai ve gayret
edilmesi... (Adalet dagitimi ve emniyet ve nizami yerlestirme hususundaki
çalismalarin arttirilmasi)...
3 — Gala-yi es'âr sebebiyle ahalinin duçar oldugu ihtiyaç ve zaruretin defi için
tedabîr-i seria ve müessire ittihaz olunmasi... (Pahalilik sebebiyle ahalinin
düstügü ihtiyaç ve zaruretin giderilmesi için hizli ve tesirli tedbirler
alinmasi)...
4 — Ğstihsalât-ı memleketin tezyidi esbabinin istikmal kilinmasi... (Memleket
verimlerini çogaltacak çarelerin tamamlanmasi)...
5 — Mücrimin-i siyasiyeden mahpus veya muvakkaten menfi bulunanlarin affi...
(Politika suçlularindan hapiste veya geçici olarak sürgünde bulunanlarin
bagislanmasi)...
6 — Ceraim-i âdiye esbabindan sülsân-i müddet-i cezaiyelerini ikmal edenlerin
itlaki... (Âdi cürüm hükümlülerinden ceza müddetinin üçte ikisini bitirmis
olanlarin saliverilmesi).
7 — Menatik-i harbîyeden maade mahallerde muamele-s örfiyye icrasindan sarf-i
nazarla umur-u cezaiyenin mehâkîme şevki... (Harp mintikalari disindaki
yerlerden Örfî idarenin kaldirilmasi ve ceza islerinin sivil mahkemelerde
görülmesi)...
8 — Hukuk-u umumiyeye müteallik olup kuvve-i tesriîyenin tasdikine vabeste
bulunan kararnamelerin ve umur-u maliyeye müteallik mukarreratin akab-i ictimada
Hey'et-i Tesriîyeye teblig kilinmasi... (Umumî haklara ait olup meclislerin
tasdikine bagli bulunan kararnamelerle malî isler üzerindeki kararlarin ilk
toplantilarinda meclislere bildirilmesi)...
9 — Memurin ve müstahdemîn-i devletin evsaf-i kanuniyeyi haiz erbab-i iffet ve
istikametten intihabina itina olunmasi... (Devlet memur ve müstahdemlerinin
kanunî vasif ve şartlar içinde dogru ve namuslu kimselerden seçilmesine dikkat
gösterilmesi)...
10 — Memurinin esbab-i kanuniye mevcut olmadikça azil ve tebdilleri cihetine
gidilmemesi... (Memurlarin kanunda yazili sebepler disinda islerinden
atilmamalari ve degistirilmemelerî)...
Sadrâzam, Kabine asasini toplayip ilâve maddeleri gösteriyor. Birinci ve üçüncü
maddeleri aynen kabul ediyorlar. Besinci maddedeki siyasî suçlarin affini umumî
mahiyette olursa Meclisten geçirmek gerektigini öne sürerek hususî af şekline
çeviriyorlar. Yedinci maddeyi ayni mânada, küçük bir degisiklige ugratiyor,
sekizinci ve dokuzuncu maddeleri de esasen tabii bulup sanki aksi yapiliyormus
gibi belirtilmesini uygun bulmuyorlar.
Bu arada Talât Pasaya, yeni Padisaha karsi hükümet haysiyetinden fedakârlik
gösteriyormus gibi bir tavir aliyorlar ve saraya bizzat gidip itirazlari Hünkâra
izah ve kabul ettirmesini istiyorlar. Talât Pasanin gözleri doluyor, mukabelesi
de «isterseniz şimdi gider, istifa ederim!» oluyor. Razi olmuyorlar, vaziyeti
Baskâtibin arzetmesine karar veriyorlar.
Vahidüddin, Meclis toplanti hâlinde olmadikça ek tahsisat istenmiyecegine ve
«Kanun-u Esasî» disi hükümler nesredilmeyecegine dair Sadrâzamdan şahsen söz
almak şartiyle degisiklikleri kabul ediyor, böylece ittihatçilarin keyfî
hareketine karsi ilk barikat kurulmus oluyor ve yeni Padisahin, din, ahlâk,
adalet, irade ve siyaset bakimlarindan üstün bir anlayis ve şahsiyet belirtici
«Hatt-i Hümayûn»u, o felâket yilinda, geç kalmis bir isik gibi pirildayip
sönüyor.
YENĞ PADĞSAH HUZURUNDA
Veliaht Vahidüddin Efendiye Almanya seyahatinde refakat eden Mustafa Kemal
Pasa'nin (Karlsbad)da tedavideyken yaveri Cevat Abbas'tan aldigi telgraf üzerine
istanbul'a geldigini ve bu defa Sultan Vahidüddin ile karsilasmak üzere saraydan
gün istedigini ve aldigini kaydetmis ve oradan cülus merasimine geçerek bu
sahneyi ileriye birakmistik. Sirasi geldi:
Mustafa Kemal Pasa'nin istanbul'a gelmeden Sultan Resad'in ölüm ve Sultan
Vahidüddin'in cülus haberini alinca saraya çektigi bir tebrik telgrafi vardir
ki, onun Vahidüddin üzerindeki bütün görüs ve kiymet hükmünü belirtir. Aynen:
«Efendimizin tahta cüluslari, bendenizde vatanimizin saadet ve selâmeti nokta-i
nazarindan fevkalâde ümitler tevlit etti. Sultan-i merhumun ziya-i ebedîsinden
müteessir olmakla beraber, vatanin, milletin, ordunun bâzice (oyuncak) olmaktan
halâs edilecegi kanaat-i tâmmesi, tesir-i vâkn tâdil eylemistir. Ubudiyet
(kulluk) ve tazmimat-i çakerânemin (kölece saygimin) Zât-i Şahaneye arzini rica
ederim.
19 Temmuz 1918
Ordu Kumandani
Mustafa KEMAL.»
Mustafa Kemal Pasa'nin yeni Padisah huzurundaki tavrini yine kendi agzindan
dinleyelim:
«Seyahat arkadasim, Veliahd Vahidüddinle bir-kaç ay müfarakattan sonra, yeni
Padisah Vahidüddin'in salonuna Naci Pasa delaletiyle girdim. Bu andaki
tahassüslerimi şöyle izah edebilirim: Tabt'a oturmadan evvel çok şeyleri çok
açik görüstügümüz ve benim bütün nokta-i nazarlarima tasdikkâr mukabelelerde
bulunan bu zât, acaba hükümdar olduktan sonra benim ayni tarzda görüsmekligime
müsaade eder mi ve ayni mukabelelerde bulunur mu? Bunda mütereddittim- iste
Padisah Vahidüddin ile bu tereddüt içinde karsi karsiya geldik.
Beni çok nazik kabul ettigini söylemeliyim. Veliahdligi zamaninda oldugundan
daha fazla mültefitti. Oturdu, bana da karsisinda yer gösterdi ve aramizdaki
tabure üzerinde bulunan sigaraliktan bir sigara alip verdi, kendisi de bir
sigara aldi ve yaktigi kibriti bana uzatti. Bu tavirdan çok ümitvar oldum.
Evvelâ kendisini münasip bir lisanla tebrik ettim. Sonra çok mühim bir ânda
Osmanli taht'ini isgal etmis oldugunu izah ederken, dedim ki:
— Seyahatimiz esnasinda bütün fikirlerimi çok açik lisanla söylemistim. Bu
dakikada ayni tarzda görüsmekligime müsaade buyurulur mu?..
— Hay, hay!... Dedi.
Ğntizar ediyordum. Uzun mütalâalarim içinde esas nokta şuydu:
— Derakab Baskumandanligi bizzat uhdenize aliniz, kendinize vekil degil, bir
Erkâni Harbiye Reisi tâyin ediniz! Her şeyden evvel orduya sahip ve hâkim olmak
lâzimdir. Ancak ondan sonra düsünülecek münasip kararlar tatbik olunabilir!
Vahidüddîn bu teklifim üzerine tipki kendini ilk defa Veliahd iken ikamet ettigi
sarayda gördügüm vakit oldugu gibi, gözlerini kapadi ve az sonra şu cevabi
verdi:
.— Sizin gibi düsünen baska rüesa-yi askeriye var midir?
— Vardir! Dedim.
— Düsünelim...
Dedi.
Mükâlememiz kendiliginden münkati olmustu.
Ğzin aldim.
Birkaç gün sonraydi. Naci Pasa, Padisahin beni Ğzzet Pasa ile beraber kabul
etmek hususundaki iradesini teblig etti.
Ğkimiz Vahidüddin'in huzurundayiz. Ben bu daveti, ayni fikir ve mütalâa üzerine
ikimizi birden dinlemek arzusunda bulunmus olmasiyla tefsir ediyordum.
Konustugumuz esnada bu nokta-i nazarimi takibe çalistimsa da, mükâlemeyi umumî
mevzulardan çikarmaya muvaffak olamadim. Vahidüddin çok ih-tiyatkâr tavirliydi-
Nihayet neticesiz bir mülakatla padisahin yanindan ayrildik.
Günler geçti, tekrar yalniz olarak Padisahla görüsmek istedim. Beni bu sefer de
kabul etti. Ben ilk nokta-i nazarimda musir görünen bir adam tavriyle, belki de
mukaddemesiz ayni vadide konusmaya basladim. Vahidüddin seri bir intikal ile
bana cevap verdi: — Pasa, ben her şeyden evvel Ğstanbul halkini doyurmak
mecburiyetindeyim. Ğstanbul halki açtir. Bunu temin etmedikçe, alinacak her
tedbir isabetsiz olur.
Bu cümlenin nihayetinde Zât-i Şahane gözlerini Kapadi. Ben tilki tabiatinde her
entrikanin her şahidi oldugum yüzlerce misallerinden biri bulunduguma büyük
teessürle kaani oldum. Düsündügüm şu idi: Zâti Şahane evvelâ Ğstanbul halkini
kazanmak istiyor, kendisinin tesebbüsat-i zâtiyesi için kuvvet ve istinat
noktasini burada ariyor. Fakat yine düsündüm ki, şerait-i umumiye islah
edilmedikçe politikacilik nokta-i nazarindan dogru olsa bile, bu arzunun temini
kabil olabilir miydi?»
Açikça bellidir ki, Dünya Harbinin Osmanli Ğmparatorluğu ve Türk ordusu
bakimlarindan çöküs devresinde Mustafa Kemal Pasanin biricik muradi,
Vahidüddin'i dogrudan dogruya ordunun basina geçirmek ve kendisini de ona Genel
Kurmay Baskani tâyin ettirmektir.
Fakat Sultan Vahidüddin'in Mustafa Kemal Pasadaki emeli sezmesi, isi şahıs
plâninin üstünde ve halk çapinda ele almasi ve buna ragmen muhatabina nazik
davranmakta devam etmesi üzerine, Pasa, Padisaha itiraz etmeye kadar gidiyor
кte kendi lisaniyle Vahidüddin'e mukabelesi: «— Çok dogru düsünüyorsunuz. Fakat
Ğstanbul halkini doyurmak için alinmasi lâzim gelen tedbir ve tesebbüsler, Zât-i
Şahanenizi bütün memleketi kurtarmak için alinmasi lâzim gelen mübrem
(zorlayici) ve müstacel tedbirlere tevessül etmekten menedemez. Heyet-i
umumiyenin selâmetini temin edecek mesai (çalismalar) ancak makinenin hey'et-i
umumiyesinin islemesiyle mümkün olur.»
Bundan sonra Mustafa Kemal Pasa, Sultana söylediklerinin dogru olduguna
inandigini, ancak böyle hareket edilirse bir neticeye varmanin mümkün
olabilecegini haber veriyor ve sözleri fazla telâkki edilse bile söylemege
mecbur oldugu kaydiyle diyor ki:
«— Yeni Padisahin mebde-i hareketi (is baslangici) kuvvete tesahup etmek
olmalidir. Devleti, milleti ve bütün menfaatleri müdafaa eden kuvvet, baskasinin
elinde bulundukça sizin padisahliginiz dahi lâfzi (sözde padisahlik) olmaktan
kurtulamaz!»
Vahidüddin'i bütün kuvvetleri eline almaya ve her şeye hâkim olmaya, ondan sonra
da Mustafa Kemal Pasayla elele çalismaya davet eden bu sözlere padisahin verdigi
cevap son derece kapali ve bir o kadar da manalidir.
Mustafa Kemal Pasadan naklederek bildiriyoruz:
«Padisahin verdigi cevaba şu cümle karisti:
— Ben icabeden şeyleri Talât ve Enver Pasa Hazretleriyle görüstüm!
Bunu söyleyen zât, daha birkaç ay evvel, Veliahtliginda Talât ve Enver
Pasalardan müteneffir (tiksinici) oldugunu anlatan ve bu adamlarin memleketi
mahvolmaktan baska bir neticeye isal etmesi (vardirmasi) mümkün olmayan
hareketlerini tenkid eden Vahidüddin'di. Şimdi Padisah ve Halife Vahidüddin, bu
zevatla görüsmüs, memleketin selâmeti için icabeden tedbirleri almis
bulunuyor... Vahidüddin demek istiyordu ki:
— Siz vazife ve selâhiyetiniz fevkinde benimle lâubalilik mî etmek istiyorsunuz?
Bu maksadi anladiktan sonra, Vahidüddin'in karsisinda benim vicdanî vazifem
hitam bulmustu. Ayaga kalktim. Müsaade talep ettim. Gözlerini kapadi ve hiç bir
kelime telâffuz etmeksizin elini uzatti.»
Hiç bir kiymet hükmü koymaksizin aynen Mustafa Kemal Pasanin lisanindan
naklettigimiz bu tablodan sonra sözü yine kendisine verelim:
«Salondan çiktigim vakit, Naci Pasa gözlerimdeki teessürü okumus gibi göründü.
Kelime teati etmeden uzaklastim. Perapalastaki daireme geldim ve düsünmege
basladim. Haci zannettigimiz zâtin ziri-bagalde (egerin altinda) haçi çikmisti.
Artik baska bir şey aramak lâzimdi. Birkaç gün daha geçti. Vakitsiz kimseyi
ürkütmek istemedigimden, Cuma selâmlik merasiminde, Yildizin Sultan Hamid yapisi
camiinde ben de ordu kumandani sifatiyle ispat-i vücut etmekteydim. Bir gün
namazdan evveldi, bir salonda Baskumandan Vekili Enver Pasa, îzzet Pasa, Vehip
Pasa, Balkan muharebesini idare etmis büyük kumandanlarla beraber namaz vaktini
bekliyorduk. Namazdan sonra Naci Pasa, Zât-i Şahanenin, hususî salonunda beni
görmek istedigini bildirdi.
— Yalniz midir?
— Hayir! Yaninda iki alman generali var!..
— Rica ederim, onlar çiktiktan sonra Zât-i Şahane ile ben yalniz görüseyim.
— Ben de bu noktayi takdir ettim. Birkaç defa vukubulan iradelerine münasip
cevaplar verdim. Fakat anliyorum ki, sizi bu generallerin yaninda kabul etmek
istemekte musirdir.
— Mümkünse bir daha tesebbüs ediniz.
Naci Pasa elinden geleni yapti ve hattâ padisahin kulagina: «Generaller
gittikten sonra kabul etmeniz münasiptir» dahi demis. O bilâkis onlar orada iken
gelmekligimi söyleyince, Naci Pasa bunda bir maksad-i mahsus olacagina zahip
olarak bunu bana anlatti.
Vahidüddin'in yanina girdim. Ne nazik, ne takdirkâr bir Padisah! Henüz ayakta
iken, Alman generalleri karsisinda kisa bir nutuk söyledi. Bu sefer sözleri
açikti: (Çok takdir ve emniyet ettigim bir kumandan!) diye ve bu sözleri ile
beni onlara tanitiyordu-
Oturduk, dedi-ki: (Sîzi Suriye kumandani tâyin ettim- Oradaki vaziyetler
ehemmiyet kesbetmîs; oraya gitmekliginiz lâzimdir. Sizden talebim şudur: O
taraflari düsman eline geçirtmiyeceksiniz!.. Verdigim vazifeyi muvaffakiyetle
ifa edeceginizden eminim. Derhal o hattaya (kit'aya) hareket etmelisiniz!)
Ve Mustafa Kemal Pasa, Vahidüddin ile Padisahliginin basinda ancak bu kadar
temas imkâni bulduktan ve Hünkar üzerindeki nüfuz tecrübesini sadece bu noktaya
kadar yürütebildikten sonra, merkezden uzaklastirilmis ve bir nevi harcanma
noktasina gönderilmis olmanin zehabi içinde Suriyeye gidiyor.
YENĞ PADĞSAHIN KILIÇ ALAYI
Sultan Vahidüddin taht'a çikisindan kisa bir müddet sonra, 31 Agustos 1918
tarihinde âdet geregince, Eyübsultanda kiliç kusaniyor.
Fakat Vahidüddin'in kiliç kusanma hâdisesi hayli çekismeli... Son bir iki
padisahin kiliçlarini bulandiranlar Şeyhülislamlar oldugu hâlde, yeni Padisah
Musa Kâzim Efendiyi istemiyor. Acaba mason veya Ğttihatçı oldugundan mi, neden,
meçhul... Bu vazifeyi vaktiyle yapagelmis olan Mevlâna torunlari çelebiler de
uygun görülmüyor. Zira Abdülhamid Han'in hal'i zamaninda Çelebi Abdülhalim
Efendi Ulu Hakan'a telgraf çekerek «Sen benim ecdadimin taktigi kilici tasimaya
lâyik degilsin!» diyecek kadar küstahlik, nadanlik ve yahudi emellerine
usaklikta asiriya gitmis ve Vahidüddin'de gayet hakli olarak çelebilere güven
kalmamistir. «Nakib-ül esraf» dedikleri siniftan birinin de «Seyyid» veya
«Serif» vasifli Peygamber nesliyle alâkasi olmayinca ayrica tercihine lüzum
kalmiyor ve böylece kilici kimin kusandiracagi bir mes'ele oluyor. Bereket
versin ki, o siralarda Şeyh Sunusî bir denizalti ile Bingazi'den Ğstanbul'a
gelmistir.
— кte en uygunu bu!
Diyorlar ve kilici takmak şerefini ona veriyorlar. O gun erkenden şehzadelerle
damatlar saraya toplaniyor ve Sögütlü yatina binip Eyüb'e gidiyorlar. Zât-i
Şahane de, on çifte saltanat kayigiyle, yaninda «yaver-i ekrem» izzet Pasa ve
basyaver Naci Bey, Eyüb'e gidiyor. Ğnce ve kalin vapur düdükleri, kiliç alayina
çikan yeni Hükümdari selâmlamakta... Hünkâr, Eyüb iskelesinde karsilaniyor ve
oradan Hazret-i Halidin türbesine kadar yaya yürüyerek tam türbenin önünde
merasim noktasina geliyor. Bütün ( saray, devlet ve hükümet ileri gelenleri
orada... Meydanda «maiyyet-i seniyye» süvarileri saf halinde bekliyor ve atlar
kisniyor. Ve iste Şeyh Sunusî, türbenin önünde «Hazine-i Hassa» kethüdasinin
uzattigi kilici alip Hünkârin beline takiyor. Dua ve tebrikler...
Disarida «at bin!» kumandasi ve Padisah dört atli arabasinda, Edirnekapisi
istikametinde surlara dogru yol almakta...
Edirnekapisinda, Ğstanbulun, Şehremini (Belediye reisi), yine âdet icabi, şehrin
anahtarini Sultana takdim ediyor.
Manzaraya bakan, Türkiyenin bir felâket içinde degil de, saadet deminde
bulundugunu sanir. Nitekim Sadrâzam Talât Pasa, tam Eyüb'den arabalara binildigi
sirada Padisahin yanina gelip şu haberi vermistir:
.— Çanakkaleden düsman tayyareleri geçmis... Ğstanbul'a dogru geliyorlar... Bir
tehlike olabilir.
Sultan Vahidüddin'in gülümsiyerek verdigi cevap:
«— Onlar medenî insanlardir. Böyle dinî bir merasim esnasinda taarruz etmezler!»
Ve hiçbir telâs eseri göstermiyor.
Hünkâr, Fatih'in türbesi önünde arabadan inip büyük ceddinin mezarini ziyaret
ediyor ve ayni hareketi Çemberlitasta, büyük babasi Sultan Mahmud'un sandukasi
basinda da tekrarlayip Divanyolu boyunca ilerleyerek Topkapi Sarayina gidiyor.
Kiliç alayinin ertesi günü, Hünkâr, Baskâtibine şöyle demektedir:
«— Bu alay esnasinda Ğstanbul'u fevkalâde harap gördüm ve çok üzüldüm.»
Mabeyn Baskâtibinin tam da mabeyinci ruhuna uygun cevabi:
«— Harap olarak buldugunuz mülkünüzü insaallah mamur olarak görürsünüz!»
Baskâtip hatiralarinda bu konusmayi kaydettikten sonra ilâve ediyor:
«— Bu temenniyatim karîn-i kabul olmadi.» (Bu dilegim Allah tarafindan kabul
edilmedi)...
Zavalli Sultan Vahidüddin, iç ve disiyle harap olarak teslim aldigi
Ğmparatorluğun çöküsüne birkaç hafta kaldigini hisseder gibidir. O kadar içli ve
üzgün...
CAN ÇEKĞSME DEVRESĞ
Vahidüddin'in taht'a oturdugu 1918 yili yaz mevsiminin ortasi ve sonu, Ğttifak
devletleri ordularinin can çekisme devresidir.
Yeni Padisah kiliç kusandiktan sonra gelmeye baslayan cephe haberleri, Almanya,
Avusturya ve Türkiye harp sahalarinda artik panik hüküm sürmeye basladigini
gizleyemez mahiyettedir. Bu vaziyet karsisinda millet inler ve halk ürperirken,
devlet organlari içinde bir homurtu ve sizilti hâlinde Ğttihat ve Terakki
rejimine bas kaldiris Ayan Meclisinde tecelli ediyor. Damat Ferid Pasa,
Çürüksulu Mahmud Pasa, bir de eski Ğttihatçı ve şimdi muhalif ve her ân dönek
meshur Ahmed Riza, hükümet aleyhinde agizlarina geleni söylemeye basliyorlar.
Bu vaziyette hükümet Ayan Meclisine kendi adamlarindanbir grup sokup
ekseriyeti elde tutmaya bakarken gösterdigi namzetlerin çogunu kabine âzasi
olarak öne sürmek gibi abes derecesinde bir zaaftan kendisini kurtaramiyor.
Fakat hâdiselerdeki kötü cereyan öylesine birbirini kovaliyor ki,,
düsünülenlerden hiç birini yerine getirmeye zaman ve ihtiyaç kalmiyor ve
iradeler mefluç hâlde, mukadder akibeti beklemekten baska bir tedbire akil
erdirilemiyor.
Vahidüddin'in, taht'a çikar çikmaz bir müddet için tahammül göstermek kararindan
baska bir şey düsünebilmesine imkân olmayan Ğttihat ve Terakki Hükümeti öz
kadrosu ile de kopma ve birbirini suçlama alâmetleri göstermekte...
Meselâ mason Şeyhülislâm Musa Kâzim Efendi, saraya her gelisinde, rastladigi her
adama şöyle dert yanmaktadir:
«— Ben neticeyi iyi görmüyorum! Ah, şu isin içinden az zararla çikabilsek».
Bu murâî sözlere dayanamayanBasmâbeyinci Lûtfi Bey nihayet dayanamiyor:
«—. Bu sözleri, diyor; bize söyleyeceginize Meclis-i Vükelâda söylesenize!»
Tam o esnada Enver Pasa huzurdan çikmis, Bas-mâbeyincinin odasi Önünden
geçmektedir.
Şeyhülislâm, açik kapidan geçtigini gördükleri Enver Pasaya dogru elini uzatip
şu cevabi veriyor:
«— Evlâd, söylüyorum, söylüyorum ama şu delikanliya söz anlatabiliyor muyuz?
Şeyhülislâm Efendi yine fetva vermeye basladi, diyor!»
Vaziyetin bütün kötülügüyle çöküsten bîr ân, evvelki nezaket ânini ihtar
etmesine ragmen, Sultan Vahidüddin, sarayla hükümet arasindaki münasebetlerde
şahsiyet ve hâkimiyet prensiplerini her gün biraz daha kuvvetlendirmek
metodundan fedakârlik göstermiyor. Meselâ Sultan Resad devrinde «vükelâ»
kadrosunun ileri gelenleri, isleri ve mes'eleleri olsun olmasin, izinsiz saraya
gelip huzura çikarlar ve. ayni tarzi Sultan Vahidüddin'e karsi da tatbik etmek
isterlerken birdenbire şu emir karsisinda apisip kaliyorlar:
«— Sadrâzam ve Enver Pasadan maadasi isi olup da evvelden istizan etmedikçe
(izin almadikça) huzura kabul edilmeyeceklerdir.»
Hattâ bir gün Ayan Reisi Rifat Bey saraya gelip kabulünü rica etmisse de
Padisah, mesguliyetinden bahsederek kendisini kabul etmemis ve Ayan Reisi
istifaya gitmek istedigi hâlde Talât Pasanin zoriyle yerinde kalmisti.
O sirada Şehzade Abdürrahim Efendi, yeni Padisahin cülusunu resmen bildirmek
üzere Almanya ve Avusturya Ğmparatorlariyle Bulgaristan Kralina gönderiliyor.
Eski Sadrâzam Tevfik Pasa da beraber... Bunlar Sirkeci Ğstasyonundan ayrilirken
tepeden inme bir haber:
— Bulgar cephesi çöktü. Bulgar ordulari panik hâlinde geri çekiliyor!
Bir de bütün Ğstanbul ufuklarini yalayan bir şayia:
— Hariciye, Nafia, Dahiliye, Posta ve Telgraf Nazirlari istifa etmis!... Kabine
müskül durumda!...
Bir gün sonra bir haber daha:
— Bulgar Krali şehzadeyi Sofya garinda karsilayip son vaziyet karsisinda merasim
yapilamadigi için özür dilemis.
Ğttifak cephesinde tam bir «herc-ü-merc» ve tek tek dize gelis...
Alman ordulari Fransa topraklarinda, gittikçe bozguna donen bir ric'at hâlinde;
Suriyedeyse Müsir (Leyman) Pasa kumandasi altindaki ordular, Ğngilizlerin ânî
bir baskini neticesi tuzla buz olma vaziyetinde...
Almanya ve Avusturya, Amerikaya basvurarak sulh istemekte, Ğtilâf devletleri de
buna «hayir!» cevabini vermekte...
Zavalli Sultan Vahidüddin; onun, henüz taht üzerinde gözlerini ugusturmaya vakit
bulamadan şahit oldugu manzara budur.
Almanya ve Avusturyanin sulha aracilik yapmasini istedikleri Amerikadan
aldiklari cevap:
«— Ğtilâf devletleri kendilerine harp ilân edenlerle sulh yapmayi kabul
etmiyorlar!»
Karsiligindan ibarettir.
Rusyada komünizma ve tam bir ana-baba günü... Fakat Almanya ve müttefiklerinin
bu durumdan faydalanmalarina imkân yok... Zira Dogu Avrupadan baska her cephede
yikilmis bulunuyorlar. Üstelik Almanya ve Avusturyada sosyalistler orduyu
içinden de lif lif çözmekteler.
Bu hâl karsisinda ruhî, ahlâkî, idarî, siyasî, iktisadî ve askerî tam bir
izmihlal tablosu çizen Türkiyeyi hayal edebilmek lâzim... Koskoca
Ğmparatorluğunun üzerine asil yumrugu o yemis ve Cermon ütopyasinin hazin
macerasi Almanya disi memleketlerde cereyan eder ve sonunda maglûbiyete
ugrarken, Türkiye, sadece öz vatani içinde hayat hakkini kabul ettirmeye çalisa
çalisa her şeyini kaybetmistir. Türkiyeyi kuyruk diye takip göklere yükseltmeyi
taahhüt eden uçurtma, havada paramparça ve atesler içinde kaldigi zaman, zaten
kuyruk diye bir şey kalmamis bulunmaktadir.
кte Ğttihat ve Terakki'nin Cermen ütopyasindan daha mecnun hayali ve bu hayalin
neticesi... Ve tam netice âninda Osmanli tahtina geçen Padisahin talihsizlik
derecesi ve istirabi...
Vahidüddin'in ilk anda elbette ki, deviremeyecegi ittihatçilar, disaridan gelen
rüzgârla havada savrulmak mahkûmiyetinde bulunuyorlar.
Şimdi ne olacak? Topyekûn istifa edip bir kenara mi çekilecekler, yoksa bir
kenara çekilip silinivermekle unutturulamaz suçlari yüzünden, bir ev gibi
yaktiklari vatani birakip kaçacaklar mi?
Her şeyden evvel ilk isleri istifa etmek veya onlara karsi ilk is, kendilerini
istifaya davet etmek olmali degil mi?
Sultan, Talât Pasayi, yeni Veliahd da Enver Pasayi istifaya zorladilar.
Kabul!...
Fakat Tevfik Pasanin reisligi altinda kurulacak yeni kabinede Ğttihatçılardan
iki kisinin, bilhassa Maliye Nâziri Cavit Beyin bulunmasini şart kosuyorlar ve
Talât Pasa lisaniyle şu gerekçeyi öne sürüyorlar:
«— Cavit Bey muamelât ve taahhüdât-i maliyeye girismis oldugundan nereden ve ne
suretle para bulunacagini bilir. Halbuki hariçten gelecek maliye nâziri bu
islere vâkif olmadigindan devlet bir de para sikintisina düser; ahval bir kat
daha kesb-i velkamet eder.»
Yâni demek istiyorlar ki:
— Biz devleti batirdik; şimdi de hükümetten elimizi, etegimizi çekiyoruz! Fakat
hiç olmazsa şu dünya çapinda meshur ve fevkalâde becerikli Maliye Nazirimiz
(Selanik dönmesi Cavit Bey) yaninizda kalsin da dumandan tereyagi çikaran malî
ve iktisadî dehasiyle devletin para derdine merhem olmakta devam etsin...
Bu fikrin içinde bir de akibetleri meçhul ve pek vahîm olan Ğttihatçıların,
yeni hükümette nazik bir köprübasi noktasini tutarak kendilerine destek
aramalari taktigi var...
Padisah bu teklife razi gibi duruyorsa da Tevfik Pasa asla yanasmiyor ve
ittihatçilarin topyekûn tasfiyeleri prensipini müdafaa ediyor.
Tevfik Pasa, kabinesini kurmak için bir hafta ugrasiyor, geceli gündüzlü saraya
gelip gidiyor ve Padisah ile aralarindaki münasebet o kadar mahrem tutuluyor ki,
Mabeyinden hiç kimse, hiç bir şey sezemiyor.
Baskâtip Ali Fuat Türkgeldi; hemen bütün saray esrarini ayaklari altina serilmis
görmeye alisan mâbeyn havasindaki bu bilgisizlikten o kadar hayrettedir ki,
vaziyeti Sultan Vahidüddin'in karakteriyle izaha çalismaktan baska çare bulamaz:
«— Sultan Vahidüddin'in garip bir mizaci vardi. Bir takim hususatta ve ezcümle
kabine tebeddülatinda bazen her şeyi söyler, bazen de her şeyi ket-niederdi
(gizlerdi). Bazi kere dahi bir isin evveliyati yerine neticesini söyleyip iki
ucu bir araya getirilmedikçe isin mahiyeti anlasilmazdi.»
ĞLK KABĞNE VE MONDROS MÜTAREKESĞ
Sir saklamayi bilen bir padisah karsisinda böylece apisiveren Mâbeyn zekâsi,
birdenbire, «evveliyat dedigi sebep safhasini anlamadan, yeni Hünkârin kurdugu
ilk hükümet olarak, eski Bahriye Nazirlarindan ve «Yâver-Ğ Ekrem» îzzet Pasanin,
Sadrazamliga getirildigini ve yeni kabineyi teskile memur edildigini hayretle
görüyor.
Ya, ne oldu Tevfik Pasaya?
Meçhul!..
O siralarda Padisah, saltanat degisikligi dolayisiyle Millî Meclisi toplantiya
davet etmis ve Baskâtibinin ifadesiyle «Ğlk ve son defa olarak» Mecliste
görünmüstür. Padisah bildirilerinin, Sadrazamligindan beri Talât Pasa tarafindan
Meclise okunmasi âdet olmustur. Bu defa da Hatti o okumus, okuma bitince Sultan
Vahidüddin locasindan inmis, gayet vekarli adimlar atarak kürsüye yürümüs,
çikmis; ve şu âna kadar tipi ve hâli üzerinde kaydettigimiz rivayetlere aykiri
şekilde, gözlerini yummaksizin ve ses tonunu düsük tutmaksizin, «gür ve metin
bir sesle» meb'uslara demistir ki:
«— Şer-i Şerif (seriat) ve Kanun-u Esasi (Anayasa) ahkâmina riayet ve vatan ve
millete sadakat edecegime yemin ettigim gibi, sizden de yemin talep ederim!»
Bomba tesiri!.. Bir ân, herkes donmus gibi!.. Böyle bir çöküs âninda Padisah,
artik modalastirildigi gibi, millet tarafindan sadakat yeminine davet edilirken,
kendilerini millet yerine koyanlardan da ayni yemini istiyor. Daha dogrusu,
gerçekte yeminin, kendilerini millet yerine koyanlara düstügünü ve asil zulüm ve
hak yikiciliginin onlar tarafindan gelmek ihtimalini ihtar ediyor!
Ğttihatçıların son günlerindeki bu tablo Meclisin Çilginca alkislariyle kapanmis
ve bir zamanlar Ğttihatçıların gözbebegi ve Hanedanin can düsmani, sadece şahsî
hirs ve menfaat düskünü Ahmed Riza, son devrelerde Ğttihatçılarla arasi
açildigi, onlardan bekledigini bulamadigi ve o yüzden Veliahtliginda
Vahidüddin'e kapilandigi için Ayan Reisligine getirilmistir. Talât Pasa da
istifa etmis ve komitenin kolu kanadi kirilmis bulundugundan bu tâyine kimsede
itiraz mecali görülmemistir.
îzzet Pasa; hükümeti teskile memur kilininca, birkaç gün süren hazirlik ve
hususiyle Şeyhülislâm mes'elesi üzerinde uzun çekismeler neticesi, nihayet
kabinesini kurabildi. Şeyhülislâmlığa Dagistanli Ömer Hulusi Efendinin
getirildigi yeni kabinede, dikkate deger isimler, Maliyede alikonulan Cavit
Beyle, Dahiliyeye memur edilen Fethi Bey (Cumhuriyet dev-rûiin Fethi Okyar'i) ve
Bahriyeye verilen Rauf Bey (Hamidiye kahramani Rauf Orbay)dan ibarettir.
Sultan Vahidüddin'in, mütareke isteyen müttefiklerine uyarak harbi durdurma
tesebbüsüne hüviyeti bakimindan müsait bir (transit - aktarma) hükümeti olarak
kurdugu bu kadro Ğttihatçı bulasigi ve Ğtilâfçı karisigi bir yamali bohça
tecrübesidir ve felâketten sonra vatani içeriden ve disaridan kurtarici bir rol
oynamak gücünde; degildir.
îzzet Pasanin ilk isi, zaten biricik memuriyeti icabi; Ğtilâf devletlerinden
mütareke istemek oldu. Bunun için, Türkiye'de esir bulunan General (Tavskend),
Türklere hayran geçinen ruhu bakimindan en uygun arabulucu sayildi ve is
Ğngiltere Akdeniz Filosu Kumandanina havale edilerek mütareke şartlarını
görüsmenin kapisi açildi.
Sultan, mütareke şartlarını tespit etmek üzere birinci murahhasliga Damat Ferit
Pasanin tâyin edilmesi dileginde bulunuyor. Fakat yeni Sadrâzam bu dilege
şiddetle karsi koyuyor:
«— Bu adam bir mecnundur; bu misillû veza-if-i mühimme kendisine nasil tevdi
olunabilir?»
Sultanin cevabi, Ferit Pasanin bâzi gülünç fikirlere saplanan, idrâk, vekâr ve
ciddiyetinden uzak bir insan oldugunu inkâr etmeyici, fakat onu güdümü kabil bir
insan kabul edici mahiyettedir:
«— Biz onu idare ederiz!»
Ğzzet Pasa, Ferit Pasayla görüsüp kendisine talimat vermek emrini aliyor ve Ayan
dairesinde karsilastigi Ferit Pasanin, belki iyi niyetli, fakat gerçekten
gülünç, şu mukabelesi karsisinda kaliyor:
«— Devletin temamîyet-i mülkiyesi üzerine mütareke ahdini kabul ettiremezsem
hemen bir sefîne-i harbiye (harp gemisi) isteyip Londraya azimet ve Ğngiltere
Krali ile mülakat ederek ve (ben senin babanin kadîm dostu idim, arzularimin
kabulünü senden beklerim) diyerek teklifatimizi kabul ettiririm.»
Bu (Don Kisot)vâri davranis karsisinda Ğzzet Pasanin akli basindan gidiyor.
Vükelâ hemen toplanip böyle bir insanin Türkiye temsilcisi olarak mütareke
şartlarını görüsmek üzere Ğtilâf kuvvetleri nezdine gönderilmesine var
kuvvetleriyle karsi duruyorlar.
Neticede Bahriye Nâziri Rauf Beyin reisliginde bir hey'et seçiliyor ve mütareke
şartlarının görüsülecegi yer olarak tespit edilen Mondros'a gönderiliyor.
Mondros yahut (Mudros), Limni adasinda bir limancik.
Sultan Vahidüdin'in, murahhaslara, bilhassa korumaya dikkat etmeleri gereken
esaslar olarak dikte ettirdigi iki madde vardir:
1 — Hilâfet-i celîle ve Saltanat-i Seniyye ve Hanedani Osmanlî hukukunun
mahfuziyetinin temini...
2 — Bâzi eyâlâta verilecek muhtariyet-i idarenin şekil ve mahiyeti temin
olunarak muhtariyetin yaliniz idarî olup siyasî olmamasi; şayet hiçbir çare ve
imkân bulunamayip da siyasî olacak ise istiklâliyet daha ehven olacagi ve eger
siyasî muhtariyeti kabul edecek olursak Âlemi Ğslâm'a ihanet etmis olacagimiz
fikrindeyim.
31 Ekim 1918 sabahi, Zât-i Şahane, Baskâtibini çagirip Mondros'taki hey'etten
gelmis oldugu Sadrazam tarafindan bildirilen ikinci telgrafin hâlâ saraya
bildirilmemis olmasindan duydugu üzüntüyü belirtiyor ve kelimesi kelimesine şu
sözleri söylüyor.
«—. Sadrâzam Pasa Hazretleri bizi bu kadar ihmal etmeseler iyi olur! Makamin,
mevkiin, şahsiyetin ehemmiyetini, Talât Pasa, biraz geç ise de daha iyi
anlamisti.»
Talât Pasa gibi bir komiteciye şahsiyetini kabul ettirip de seri mali bir
Sadrâzama bunu anlatamadigini söyleyen ve bütün kiymeti şahsiyet Ölçüsüne
baglayan, yâni malik bulundugu şahsiyetin şuuruna da sahip olan Vahidüddin'in bu
sözlerinde, olanca karakteri yatmaktadir. Padisah, bundan sonra ilâve ediyor:
«— Hariciye Nazirina telefonla sor ki, 48 saattir intizar ettigim (bekledigim)
hâlde telgrafnâmenin gönderilmemesi ne gibi esbâb-i mucibeden nes'et etmistir?»
Ve mes'ele anlasiliyor: Gelen telgrafin şifresi çözülemedigi için yeniden
haberlesmek icap etmis ve bu yüzden netice saraya takdim olunamamistir.
Mütareke müzakereleri 4 gün içinde neticeleniyor ve murahhaslar Ğstanbul'a
dönüyor.
10 Kasim 1918 Cuma günü, selâmlik merasiminden sonra, hey'et, saygilarini arz ve
müzakerelere ait tamamlayici bilgi vermek için saraya geliyorsa da, Zât-i
Şahanenin soyunup Hareme çekildikleri beyaniyle huzura kabul olunmuyorlar.
Ğmparatorluğun ilk çöküs vesikasi hâlindeki böyle bir mütareke şartlarını kabul
zorunda kalan taraflar olarak, ne Padisah murahhaslara yüzünü göstermeye, ne de
onlarin yüzünü görmeye muktedir... Vebal ve sebebi kendisine ait olmayan bir
ukubet ve neticenin Sultan Vahidüddin üzerindeki çile ve istirabi o kadar büyük
ve derin...
O gün, Basmâbeyincinîn odasinda oturan Rauf Bey âdeta bir müjde tavriyle şu
haberi veriyor:
— Almanlar Goben (Yavuz) zirhlisini bize biraktilar!
En küçük ve mânamiz bir menfaati bile teselli vesilesi sayacak kadar şaşkın hâle
gelen ruh haletine bakin ki, iste bu zirhli vesilesiyle girdigimiz Cihan Savasi
neticesinde şu kadar asirlik bir Ğmparatorluğun gümbür gümbür çöküsüne şahit
olduktan sonra ayni zirhlinin elimizde kalmasini âdeta nimet sayiyoruz !
Şartlarından en agiri, itilâf kuvvetlerinin emniyetleri bakimindan gerekli
gördükleri takdirde, Türk vataninda diledikleri yerleri, diledikleri anda isgal
edebileceklerine dair madde olan Mondros Mütarekesi, bütün kilit noktalarini ve
Ğstanbul yolunu açiyor, Türk ordusunu topyekûn silâhtan tecrid ediyor, münakale
ve muhabere vasitalarina el koyuyor ve Türkiye'yi, sulh masasinin cellât
hakimlerine teslim edilmek üzere prangaya vurmus bulunuyordu.
Mütareke şartları kendisine bildirilince Vahidüddin yildirimla vurulmusa döndü,
elinden tesbihi düstü ve hâlini belli etmemek için arkasini dönüp bir müddet
öylece kaldi, tek kelime konusamadi.
Felâketin asil sorumlularina gelince (Talât, Enver ve Cemal Pasalar), onlar da
Enver Pasanin yalisinda toplandilar ve sabaha karsi bir Alman harp gemisiyle,
Karadeniz ve Köstence üzerinden Almanya yolunu tuttular.
Bütün hâlinde esir olmus, her tarafindan baglanmis, ayrica parça parça
dogranmis, her parçasi bassiz ve şuursuz kivranan bir vatanda, birtakim sarsak
ve salak vezirler arasinda, olanca çapiyle felâketi hissedici, yapayalniz bir
bas"; ileride ismi «vatan haini»ne çikacak Sultan 6. Mehmed Vahidüddin...
Ğttihat ve Terakki kodamanlarinin, yere serdikleri yaraliyi birakip kaçan
kaatîller gibi savusmalari karsisinda Ğzzet Pasa kabinesindeki Ğttihatçı
bulasigi da siliniverme istidadini gösteriyor ve Mondros'u imzalamak gibi
mecburî bir felâkete katlandiktan sonra bu intikal kabinesinin de isi bitmis
bulunuyor. Bilhassa, bu kabine, içindeki Adliye Nâziri ve Ğttihatçı artigi eski
Şeyhülislâm, Hayri Efendi ile Maliye Nâziri Cavid ve hattâ Fethi Beyleri atip
yepyeni bir renge bürünmek borcu altinda, bastanbasa renksiz hüviyetinin ancak
istifa ile telâfi yolundan baska çaresi kalmadigini anliyor ve bir fedai hizmeti
görüp harcanmis olmayi kabul vaziyetinde kaliyor.
Taht'a çikar çikmaz Enver Pasanin «Baskumandan Vekili» unvanini degistirip,
Baskumandanligi makamina tahsis edercesine, ona. Harbiye Nazirligindan sonra
sadece «Erkân-i Harbiye-i Umumiye Reisi» sifatini kâfi gören Padisah ilk intikal
kabinesi pesinden elini, ayagini ve dilini baglayici şartlara ragmen bütün
şahsiyet ve hâkimiyetini takinmisti. Meselâ izzet Pasa kabinesinin istifa
tezkeresinde, Padisah tarafinda hükümeti istifaya zorlama keyfiyeti «Kanun-u
Esasî»ye aykiri gösterilecek kadar ileriye gidilince, istifa kâgidini getiren
Hariciye Nazirina şu sert iradeyi teblig ettiriyor:
«— Bu ihtarimin Kanun-u Esasî ahkâmina mugayir bir hareket gibî add ü telâkki
olunmasina teessüf ederim! Buna binaen kabinenin istifasini kabule mecbur oldum.
Bilcümle isnadat-i gayr-i muhikka (haksiz isnatlar) redd ü iade olundugu gibi,
bu isnadati da aynen iade ederim.»
îç ve dis şartların mutlaka iktidardan uzaklastirilmasini gerektirdigi Ğzzet
Pasa kabinesi herseye ragmen ve bizzat Cavit Beyin telkiniyle direnmeye
kalkisinca, Vahidüddin tarafindan darbeyi yiyor,- böylece devletin tam da çöküs
aniyle beraber, Osmanli tahtinda, gelmis ve gelecek devlet reislerinin en
talihsizi olarak, Mesrutiyet tecrübesine ait ilk şahsiyetli hükümdar beliriyorsa
da, yine talihsizligi icabi, bu mânayi gösteremiyor.
Ğzzet Pasa kabinesini süpürdükten bir gün sonra, vak'adan pek sinirlenmis ve
ayrica hastalanmis olarak kapandigi Harem dairesinde Baskâtibine söyledigi
sözlere dikkat edelim:
«—. Ben devlet ve memleketime hizmet etmek ümidinde bulunmasaydim Çengelköyünde
rahat rahat otururken bu bar-i azîmî (muazzam yükü) kabul etmezdim. Bu yastan
sonra mezarima padisah diye yazdirmak hevesinde degilim!»
Ve sonra, hisli hisli ilâve ediyor. «— Vallahi Talât Pasaya aciyorum!» Ve bu
defa Sadrâzam, Tevfik Pasa... Tam o sirada Mustafa Kemal Pasayi Ğstanbul'a
dönmüs buluyoruz. îzzet Pasa tarafindan davet edildigini iddia edenler de var...
Haydarpasada trenden inince Ğtilâf kuvvetlerine mahsus, 60 parçayi asan harp
gemilerini Ğstanbul sularinda görüyor. Köhne bir motora binip Sirkeciye geçiyor
ve oradan Bâbi-âliye tirmaniyor, izzet Pasanin huzurunda Dahiliye Nâziri Fethi
Bey... Üçü basbasa verip konusuyorlar...
Mustafa Kemal Pasa'ya deniliyor ki: — Biz gitmek üzereyiz! Padisah Tevfik Pasaya
yeni bir kabine kurduruyor.
Mustafa Kemal Pasa vaziyeti bilmekte ve yeni kabinede Harbiye Nazirligini
üzerine almak istemektedir. Artik çökmüs bulunan cepheyi birakip Ğstanbul'a
gelmesindeki hikmet de budur.
Onun bu emelini Enver Behnan Şapolyo'ya dikte ettigi hâtiralarindan açikça
ögreniyoruz.
YĞNE MUSTAFA KEMAL PASA VE...
Hemen her eski adamin bildigi, duymus bulundugu bir rivayet hâlinde, Mustafa
Kemal Pasa'nin Harbiye Nazirligina arzu göstermesi, kendisinden Öz agziyle
hâtiralarini dinleyen Enver Behnan Şapol-yo'nun «Ğnkilâp ve Millî Mücadele
Tarihi'nde (sahife 273 - satir 16) şöylece kayitlidir:
«— Mustafa Kemal, Harbiye Nâziri olmayi istiyordu. Bu mes'ele üzerinde
görüstüler. Ayni günde Mustafa Kemal Pasa Meclis-i Meb'usana gitti. Fakat o gün
îzzet Pasa kabinesi düstü. Yerine Tevfik Pasa kabinesi kuruldu. Mustafa Kemal
kabineye giremedi Bu hâdise üzerine artik Mustafa Kemal için bir kabine
mes'elesi ve bu kabinede müessir olmak düsüncesi kalmamistir.»
Mustafa Kemal Pasa'nin Vahidüddin devri hükümetlerinde böyle bir makama istekli
olmasi ve bütün emelini onda bulmasi, ilmî sebep ve netice göziyle o kadar
bellidir ki, şu kiyas her şeyi göstermeye yeter:
Vahidüddin'den, ordunun basina geçmesini, kendisini de «Erkân-i Harbiye-i
Umumiye Reisligi» makamina geçirmesini isteyen ve bunu öz agziyle bildiren zât,
elbette ki, onun kuracagi hükümetlerden birinde, ya Harbiye Nazirligini, yahut
da, Sadrâzamligi isteyecektir.
Tevfik Pasa kabinesi de birtakim seri mali tiplerden kuruludur ve aralarinda,
Maarif Nazirligina getirilen Filozof Riza Tevfik'ten baska hiçbir «malûm»
yoktur. Bütün kuvvet ve salâhiyetlerini, «malûm» olmaktan ziyade hiç mâlûm
olmamakta bulan tipler... Aralarinda ekalliyet çerçevesinden bile insan var...
Bu kabinenin iktidar sandalyesine oturdugu ân da, ânlarin en berbâdi... Biraz
evvel temas ettigimiz gibi, Ğngiliz, Fransiz ve Ğtalyan donanmalari
istanbul'da... Bu gemilerin çogu Dolmabahçe Sarayi önüne demirlemis Ve toplarini
saraya ve Ğstanbul tarafina çevirmistir.
Fransiz ordusu Baskumandani General (Franse Deprjre) nhi Beyoglu caddesinden
geçip Fransiz sefarethanesine inmesi büsbütün acikli... Bu general Fâtih'i
taklit etmek için midir, eski Roma fâtihlerine benzemek hevesiyle midir, nedir,
beyaz ve dizginsiz bir at üzerinde... Yurttas, vatandas bildigimiz ve hâlâ
himaye ettigimiz Rum, Ermeni ve Yahudi alkislayicilarin halkasi içinde, iki
tarafi selâmlayarak bazi noktalarda ayagina serilen ay-yildizli sancagi
çigneyerek, vekarli bir asker vee muzaffer bir baskumandan gibi degil, büyük bir
kurtarici rolünde (romantik) bir aktör gibi, şehrin gâvur semtinde şan ve şeref
parsasina çikiyor.
Fransiz genaralinin bu edasinda, asirlardir disaridan ve içeriden çökertmeye
çalistiklari Türk Ğmparatorluğunu, dis tesirlerden ziyade iç tesirlerin disariya
yol vermesi yüzünden nihayet yikmis ve zanlarinca salibi hilâle galip kilmis
olmanin çizgileri var...
O anda, yasli gözlerle sarayin penceresinden hazan yapraklarini seyreden Padisah
şöyle düsünse yeri degil midir?
_- Bu General, ceddim Kanunî Sultan Süleyman'in esir Fransa Krali Birinci
Fransua'yi, annesinin yalvarmasiyle, parmagini titretir titretmez saliverdirmek
suretiyle kurtardigi Fransiz millî şerefinden geliyor. Şimdi milletinin Türk
tarihine ve Türklere olan minnet borcunu böyle mi ödemeye gelmis bulunuyor?
Tevfik Pasa kabinesi, ilk intikal hükümetinden sonra bütün felâketlerin ifsacisi
olan bir zaman çerçevesine tesadüf etti. Ğmparatorluğun çöküs facialari içinde
bir de iç bünye aksakliklarinin dogurdugu buhranlar yüz göstermeye basladi.
Ğstanbul'da birdenbire meydana gelen maden kömürü buhrani yüzünden, vapur, tren,
tramvay ve tünel, bütün ulastirma vasitalari felce ugradi ve şehir Ortaçag
devrine kadar geriledi. Ğstanbul'un bir ucundan öbürüne kadar yaya yürümek
zorunda kalan halk, boyuna Ğttihatçılara lanet okuyor ve şöyle diyordu:
«— Memlekette Ğttihatçılardan tas üstünde tas, omuz üzerinde bas
birakmamali!,..»
Tevfik Pasa kabinesi, çökügün toz dumani içinde ne yapacagini bilemez hâlde
kivranmakta ve azasini teskil eden küçük çapli insanlarin hiçbirinden en basit
bir fikir ve hamle istidadi sizmamaktadir. Mâbeyn Baskâtibinin tabiriyle bu
insanlar:
«— Ahvalin ehemmiyet-i fevkalâdesi karsisinda zebun ve tehâcüni-ü vukuata galebe
edebilecek kudretten mahrum, (vaziyetin ehemmiyeti karsisinda ezgin ve
hâdiselerin hücumuna karsi durabilmek iktidarindan yoksun)...»
Kimselerdir.
Bunca dert içinde günün bas mes'elesi, Ittihatçilarca kurulmus olan Mebusan
Meclisinin vaziyeti...
Bu Meclis tutulmali mi, dagitilmali mi?
Bir (tez) e göre, Meclisi dagitmak, isgal altindaki vatan çevreleriyle alâkayi
kesmeye, böylece çevrelerin düsman elinde kalmasini kolaylastirmaya ve topyekûn
vatani millî irade merkezinden mahru^ kilmaya gider.
Tam ziddi olan (tez) e göre de Ğttihatçı artigi bu Meclisle çalisilamaz ve onun
her ân hükümeti düsürmekten ibaret kalacak politikasina engel olunamaz. En
iyisi, böyle bir felâket deminde, her şeyi tam birlik ifadesinde toplamak için,
kuvvetler arasi zit kutup birakmamak ve Meclisi feshetmektir Kanun-u Esasî'nin 7
nci maddesi bu hakki Padisaha tanimakta ve sebep olarak «esbab-i zaruriye-i
siyasiye: Zorlayici siyasî sebepler»den bahsettigine göre mes'ele pek basittir.
Padisahin bir Hatt-i Hümâyûnu yeter.
21 Aralik 1918 günü, Tevfik Pasa kabinesi, Meclisin hükümeti düsürmek niyetinde
oldugunu haber almis ve hemen Öne geçip onu Padisaha feshettirmek için saraya
kosmustur.
Padisah, her zaman yazi masasinda bulundurdugu Kanun-u Esasînin 7 nci maddesini
okutuyor ve ayni fikirde bulundugu Sadrâzama:
«— Bunlar (meb'uslar), diyor; veliyyinimetlerine (ittihatçilara) karsi bir eser-
i vefa göstermek istiyorlar. Binaenaleyh onlar tarafindan iskat kararina intizar
edilmeyerek fesih cihetine gidilmesi daha muvafik olur.» Ve irade çikiyor:
—- Esbab-i zaruriye-i siyasiden nâsi Meclis-i Meb'usanin feshi iktiza etmis ve
Kanun-u Esasîmîz'in muaddel yedinci maddesinin fikra-i mahsusasi mucibince led-
el-îktiza Hey'et-î Meb'usanin feshi takdir-i şahanemiz cümlesinden bulunmasina
binaen Meclis-i mezkûrun bugünden itibaren ber-mucib-i kanun feshini irade
ederim.
21 Kâmin-ü Evvel 1334 M. VAHÎDÜDDĞN
Ertesi günü Vahidüddin Hân'in Baskâtibine söyledigi sözler, Ğttihatçılar
Meclisinin feshinde itilâf devletlerinin de tesir ve tesviki oldugunu
göstermektedir:
«— Ecnebilerin zihniyeti bizimkine uymuyor. Bir kere kafalarina koyduklari bir
şeyi bir daha çikaramiyorlar ve o hey'et-i kaatilinizin müntehabi olan Meclis-i
Meb'usani nasil tutuyorsunuz, diyorlar?»
Birkaç gün sonra Bâbiâliden gelen «maruzat» arasinda şu mealde bir Meclis-i
Vükelâ mazbâtasiyle irade-i seniyye lâyihasi vardir:
«— Intihabat-i cedidenin, imkân-i husulüne kadar imhali ve sulhun intikadini
müteakip intihabata baslanilmasi (yeni seçimlerin, kabil olabilecegi güne kadar
ertelenmesi ve sulhtan sonra yapilmasi)...»
Pesinden Hayret Pasa isimli bir ferik (korgeneral) reisliginde, harp suçlularini
muhakemeye memur bir divan-i harp teskili; ve 1919 yilinin 19 uncu günü, huzura
çagirilan Basmâbeyinci ve Baskâtibe, galip devletlerden gelen ilk aci teklifin
Padisah tarafindan bildirilmesi:
«— Bolsevizme karsi Rusya'da harekâti seferiyye icrasi için Fransa'dan bir
general ile 400 kadar zabit gelecekmis... Bunlar Ğstanbul'da umumî karargâh
kuracaklarmis... ikametleri için Ortaköyde şehzade ve sultanlara mahsus Fer'iye
daireleriyle Fehime Sultan Yalisinin ve Çiraganda Osman Fuat Efendi dairesi ve
Enver Pasa haremi Naciye Sultan yalisinin bosaltilmasini istiyorlar ve bu
hususta Sadrâzama bir ültimatom vermis bulunuyorlar. O dairelerde oturan bunca
hanedan azasinin hâli ne olacak? Bunlar sokakta mi kalacak? Buralardan
vazgeçmeleri ve toplu halde barinmalari için kendilerine Beylerbeyi sarayinin
teklifi hususunda Sadrâzama haber gönderdim.»
кe, hanedan azasini sokaga atmak suretiyle baslayan Ğtilâf devletlerinin
korkunç tavri...
Basmâbeyinci ve Baskâtip donakaliyorlar. Bu acikli levha karsisinda Baskâtip
dayanamiyor ve kendi tabiriyle «memleketin mefahirinden olan muhtesem bir
sarayi» düsman ordulari zabitlerine birakmaktaki uygunsuzlugu öne sürerek,
gözyasi ve hiçkiriklar içinde şu çikisi yapiyor:
«— Aman efendim! Beylerbeyi Sarayi makam-i saltanata mahsus bir saraydir! Bunun
terkine müsaade buyrulmasin! Bari ona bedel Valide Bagi ile Kâgithane Kasrinin
verilmesi teklif edilsin!...»
Ve bu çikisindan sonra Baskâtip, basliyor hüngür hüngür aglamaya... Çünkü bu
isareti, yine kendi tabiriyle «Saltanat-i Seniyyenin alâim-i inkirazindan»,
(çöküs alâmetlerinden) saymistir.
O, piskin, çektigi çilelerin firininda pismis, o olgun, o küçük hissîliklerin
üstünde ve gerçek istirap asaletine malik Sultan şu cevabi veriyor:
«— Canim; siz nasil kafa tasiyorsunuz? Biz hâl-i esaretteyiz! Dolmabahçe
Sarayini da isterlerse ne yapacagiz? Ihlamur, Göksu ve Beykoz kösklerini teklif
ettim; onlari kabul etmiyorlar!» Ve devam ediyor:
«.— Veliahd Abdülmecid Efendiyi görüp vaziyeti haber verin! Mesele Hanedana ait
oldugu için-onun da mütalâasi alinsin!»
Veliahdin cevabi:
«— Taraf-i Şahaneden ne suretle tensib ve irade buyrulursa o veçhile yapilmak
münasip olur. Fakat evvel ve âhir arzetmis oldugum veçhile, bu Hey'et-i Vükelâ
ve Hariciye Nâziri, bu gibi mesail-i müskileyi (çetin mes'eleleri) hail ü
tesviyeden âcizdir Zât-i Şahane, Ayan vesair itimad eyledikleri zevati celb ile
istisare buyursunlar.»
Sultan Vahidüddin'in bu bön sözlere de mukabelesi gayet ince ve zekidir:
«— Canim; Ayani toplayip müzakereye vakit mi var? Persembe gününe kadar
behemehal bu dairelerin tahliyesini istiyorlar. Eger bunu yapmazsak bizzat
tahliyeye kiyam ile daha ziyade muhill-i hürmet harekete tesaddi ederler.»
Sultan, son derece (realist) bu görüsten sonra vükelânin aczine el atarak diyor
ki:
«— Bunlarin kifayetsizligini ben de görüyorum! Lâkin yerlerine kimleri
getirecegiz? Memlekette is görebilecek bes alti kisi varsa onlari da Ğttihatçı
diye istemiyorlar!»
Padisahin, ittihatçilardan nefret etmesine ragmen, hamle ve hareket kabiliyetini
yine onlarda görmesi ve böylece hak ve hakikattan baska bir şey tanimadigini
göstermesi ne kadar manali!...
O sirada haber geliyor ve Beylerbeyi Sarayi ile Anadolu yakasindaki binalarin
kabul edilmedigini, eski teklifler üzerinde israr olundugunu, ingilizlerin de
Bebekteki Hidiv yalisini istediklerini bildiriyor.
Ertesi günü huzura çagirdigi Baskâtibine izahatta bulunan Padisah, onun bir gün
evvelki gözyaslarina dikkat ettigini gösterirken dâvanin en kiymetli hükmünü de
ortaya koymustur:
«— Dün siz pek müteessir olup agladiniz. Bence, Âl-i Osman'in mülküne girdikten
sonra, hudutta bir kulübeye girmekle benim sarayima girmek arasinda fark
yoktur!»
Sultan 6. Mehmed Vahidüddin'in ne çapta bir vatan dostu olduguna ve Hazret-i
Ömer tarafindan «Dicle kenarindaki oglak» diye belirtilen alâka ve mes'uliyet
duygusundan ne türlü pay almis bulunduguna, bu kadarcik sözü bile kâfi şahittir.
Çöken vatanin her yanindan, hattâ disaridaki müslümanlardan saraya telgraf
üstüne telgraf yagmaktadir. Urla müslümanlari rumlardan çektikleri cefalara
karsi imdat isterken 300 bin fert adina Bosna ve Hersek'ten gelen bir çiglik,
millî haklarinin korunmasini istemekte, bir yanda da 6 bin Van muhaciri,
Burdur'da 8 aydir yevmiyeleri kesilmis ve evlerinden çikarilmis olarak, aç ve
bîilâç süründüklerini bildirmektedir.
Bu telgraflar Sultana Baskâtip tarafindan arzolunurken, birden, o temkinli, o
vekarli Padisahin yanaklarindan gözyasi damlalari yuvarlanmaya basliyor.
Baskâtip, aglayan Sultan karsisinda iki büklüm eziliyor.
O zaman, biraz da mübalâgali ve yersiz şekilde huzurunda aglamis olan Baskâtibe
Mehmed Vahidüddin Hânin hitabi muhtesemdir:
«— Dün siz agliyordunuz; bugün de ben agliyorum! Ne yapayim? Buna beseriyet
kuvveti, hattâ nübüvvet kuvveti bile kâfi gelmez! Ancak Ulûhiyet kuvvetine
muhtaç!...»
Halk musibetleri karsisinda şu nefs muhasebesini yapabilmis ve bu alâkayi
göstermis, Vahidüddin'den sonra kim gelmistir?
PADĞSAH'IN NEFS MUHASEBESĞ
Beser takatinin üstündeki bu agirliklar sürüp gider ve her gün biraz daha
bastirirken, Sadrâzam Tevfik Pasa (enstantane) bir istifa ve onu takip edici
yeni tâyinle ikinci bir kabine kuruyor. Bu basit bir oyundur ve maksat, eskiler
kadar silik yeni nazirlarin is basina getirilmesi veya eskilerden birkaçinin
isbasindan uzaklastirilmasidir.
Ğkinci Tevfik Pasa kabinesinin kurulusundan bir gün sonra gazeteler bu
degisikligi tenkit etmeye basliyorlar. Tenkitçiler arasinda en ileri giden
«Vakit» gazetesidir ve iki halis Anadolu çocugunun (Hakki Tarik ve Âsim Us
kardesler) sahibi bulunduklari bu gazetenin basmuharriri, mahut Ahmed Emin
Yalman'dir. Amerika'dan yeni gelmis ve bir müddet sonra kurt ve ermenilerin
istiklâlini müdafaa edecek, Türkiye'yi Amerikan mandasi altina sokmak, tek
kelimeyle istiklâl ve bütünlügünden uzaklastirmak isteyecek olan yahudilik
kurmayi emrindeki bu bedbaht kalem, ilk karargâhini böyle bir gazetede kurmayi
bilmistir.
кte bu kalem, kabinedeki degisikligi, Padisahin yakinlarindan Refik Bey isimli
bir şahsın hususî telkiniyle meydana gelmis göstermekte ve isimleri iase
mes'elelerine karistirilan üç nazirin kabineye alinisini şiddetle yermektedir.
Ona göre, bu tâyinleri Sadrâzam istememis de, yakininin tesiri altinda Padisah
yaptirmistir.
Hünkâr gazeteyi Harem dairesinden getirtip Baskâtibine gösteriyor. Derken
Basmâbeyinciyi de çagirtip sözü mahut Basmuharrire getiriyor ve diyor ki:
«— Bu adamin siyaseten ve diyaneten (siyaset ve din bakimlarindan) bu memleketle
ne alâkasi var? Kendisi Ğspanya tebaasindan ve Selanik dönmelerindendir!»
кte, o günden masatliga götürülecegi güne kadar isi gücü Türkün ruh kökünü
baltalamak, birligini zedelemek, milliyet ve mukaddesat yolunda yürüyenleri
çürütmek ve «Vatan» ismiyle vatani fesada vermekten ibaret; bu eseri yazanin bas
düsmani Ahmed Emin Yalman!..
Ve ilâve ediyor:
«— Ben umur-u devleti Refik'le istisare ederim. Siz, ikiniz de Mâbeyn erkâni
oldugunuz hâlde, vekilim olan Sadrâzamla aramizda cereyan eden şeyleri sizden
bile ketmediyorum (sakliyorum)... Nes-riyat-i vakianin münasip surette tekzip
ettirilmesi size ait bir vazifedir.»
Sultan Vahidüddin, yikilan Ğmparatorluğun her ân omuzlarina çokücü, daha agir
yükü altinda, her gün daha ezgindir.
кte, Baskâtibine içini doküsü:
«— Ecnebiler pek Maman (aman vermez, insafsiz)... Gece gündüz ne çektigimi bir
Allah bilir, bir ben bilirim! Bizi tazyik ile Meclis-i Meb'usan'i dagittirdilar.
Fikirlerini ihsas degil, âdeta açiktan açiga izhar ediyorlar. Ben mesrutî bir
hükümdar oldugum hâlde güya mutlak bir hükümdar imisim gibi muamelede
bulunuyorlar ve dogrudan dogruya bana müracaat ediyorlar. Mesrutiyetten
bahsedilince, hangi mesrutiyet, diye mukabele ediyorlar. Karsimizda müracaat
edecek kuvvet olarak yalniz sizi taniriz ve yalniz sizi pak addederiz, diyorlar.
Yâni sözlerimizi isga etmezseniz (yerine getirmezseniz) sizi de tanimayiz, demek
istiyorlar. Ğstikbalimizi kurtarmak Ğçin bizzarure bu hâllere tahammül ediliyor.
Diger taraftan bir şey için kendilerine müracaat edilince henüz münasebat-i
siyasiyemiz iade olunmadi, buradaki memurlar askerî memurlardir, diye cevap
veriyorlar. Ben milletin atesli külü üzerine oturdum; taht-i saltanatin kus
tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor,
millete de malûmat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu bakayiki (hakikatleri)
yazar. Siz eminim oldugunuz için bu şeyleri mahremâne olarak yalniz size
söylüyorum. Vakia merhum birader de dahilî bir kuvve-i galibenin taht-i
tazyikindeydi; lakin ben onun kat kat fevkinde olarak donanmalariyle mücehhez
bir kuvvet karsisinda bulunuyorum. Eger adilâne bîga-razane (garazsizca),
bîtarafane (tarafsizca) idare-i umur edecek bîr halefim olsaydi ömrümün devr-i
âhirînde bu bâr-i azîmi (muazzam yükü) vallahi, billahi, tallahi kabul etmezdim.
Taht-i saltanat ile tenesir arasinda ne kadar mesafe oldugunu bilirim. Siz de
gözünüzle gördünüz; bir tarafta taht, bir tarafta da tabut duruyordu-»
Sultan 6. Mehmed Vahidüddin'in en yirtici, gögüs paralayici nefs muhasebesi
çapindaki bu sözleri, onun, 36 Osmanli padisahi ve belki bütün insanoglu kadrosu
içinde en talihsizi olarak, hakikatte ile büyük bir hükümdar, millet dostu ve
insan oldugunu ispat eder.
O, Türk hükümdarlari arasinda en küçük görünmeye mahkûm, en büyüklerden biriydi.
ĞŞGAL ALTINDA ĞSTANBUL
Beyaz atiyle, Napolyon kopyacisi, Fâtih Sultan Mehmed hatirlaticisi ve güya
Sezarlarin yasaticisi Fransiz generali (Franse Depere)nin Beyoglu caddesinde
nasil dolastigini anlatmistik, iste bu levha, isgal altinda Ğstanbul'dan en
canli sembol. . Fakat isgalin tam portresini çizmek ve bahsini açmak için,
vataninin iç ve dis manzarasiyle her ân merkeze dogru küçülen bir ates dairesi
içinde kalmis büyük mustarip Sultan Vahidüddin'in ulvî nefs muhasebesine kadar
beklemeyi tercih ettik.
кgal altinda istanbul'u, tarihî olmak gereken ve bugüne kadar kimse tarafindan
isaret edilmeyen bu nefs muhasebesinin gözlügünden seyretmelidir. Ğstanbul'un,
vatanin ve Türkün olanca iç hâlini belirten bu nefs muhasebesi, eger bir dis
dekora muhtaçsa, o da isgal altinda Ğstanbul...
Ğstanbul sokaklarini dolduran renk renk ve biçim biçim Fransiz, Ğngiliz ve
Ğtalyan üniformalari, o günkü Padisahin babasi Abdülmecid devrinde Rusya-ya
karsi Türk müttefiki olarak gelmis ordularin torunlarina aittir; ve hakikatte
kendilerine Türk evini peskes çeken müessir, iste o zamandan, Tanzimat
günlerinden baslamistir. Misafir girdikleri evi sonradan basanlar...
Rum, Ermeni ve Yahudilerin maskarasikoca bir payitaht...
Giyecek sivil elbisesi olmayip da alâmetlerini söktügü eski üniformasiyle sokaga
çikmak cesaretini gösteren bir zabit, haysiyetini hayatiyle ödemeye mecbur
bulundugu hakaretlere karsi... Meselâ böylelerinden biri olarak yüzüne köprü
üstünde fiskiye ile su sikilan bir zabit, tabancasini çektigi gibi hakaret
ediciyi yere serer ve Senegalli zencilere sünnet ettirilir. Beyazit meydaninda,
sirtinda pelerin, niçin Ğngiliz zabitine selam vermedigi sorulan bir gazi,
Ğngiliz zabitinin kamçisiyle sirtindan pelerini düsürülünce görülür ki, sag
kolundan, yâni selâmvermek iktidarindan mahrumdur.
Ğstanbul'un ahlâkinda en derin yarayi açmis olan Beyaz Ruslara ait batakhaneler
her tarafi sarmakta, Tatavla rumlarinin laterna ve korolari, mezar kadar sessiz
Ğstanbul'u gümbürdetmekte...
Ölü evinde, ölüye ve silsilesine söven bir cümbüs...
Şehrin müslüman semtlerinde, evlerine -kapanmis ve yorgan altina çekilmis
insanlarin hiçkiriklari, günde bes vakit çiglik basan minareler, namazlarda saf
hâlinde gözyasi çesmeleri; ve sarayinda, atesli alnini bugulu camlara dayamis,
bu Ğstanbul'u seyreden, Ğstanbul'un, Türkiye'nin ve dünyanin en mustarip adami
Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Hân...
Tevfik Pasa hükümeti bir takim münferit istifalarla boyuna sallaniyor, kabineye
yeni girenler eskilerinden daha mecalsiz kaliyor ve isgal kuvvetleri karsisinda
emir kuklalari hâlindeki vaziyetini bir türlü degistiremiyor... O kadar ki:
Fransiz isgal kuvvetleri kumandani, mahut Napolyon mukallidi general, devletin
Sadrâzamini, Fransiz sefarethanesinde ayagina çagiriyor. Sadrâzami Önceden
ziyaret etmeksizin edilen bu küstahça davet bütün nazirlari sinirlendiriyor,
costuruyor. Sadrâzama diyorlar ki:
—¦ Bu, haysiyet kirici bir davettir! Asla gideyim demeyiniz!
Fakat Sadrâzam, gitmeyi politikasi bakimindan uygun buluyor. Padisaha haber
vermeksizin Sefarethaneye gidiyor ve şu hitap karsisinda kaliyor:
«— Eger hükümetiniz şiddetli icraat göstermezse hakkinizda verilecek hüküm pek
vahîm olacaktir!»
Sezar bozuntusu generalin bir münasebetle söyledigi bir söz daha var:
«— Hükümet, istediklerimizi yerine getirmekte teahhur gösteriyor. Ben maiyetime
bir tabur asker alarak Yildizi basip istediklerimi yaptirabilirim ama, Padisaha
saygimdan yapmiyorum!»
Ğçine ayak bastiklari ân, Beyazittaki kislalarinda uykudaki Türk neferlerini
süngüleyerek içine yerlestikleri Ğstanbul...
BĞRĞNCĞ FERĞT PASA HÜKÜMETĞ
Sütbeyaz ve kustüyü kadar temiz, lekesiz, fakat hafif ve rüzgâra mahkûm Tevfik
Pasa ve hükümetinin, bu agir vaziyete daha fazla dayanabilmesi imkânsiz...
«— Çekileyim de Padisahi kime birakayim!» Diyecek derecede içli «Vezir-i Âzam»
nihayet çekilmekten baska çare bulamiyor ve «Mühr-ü Hümâyûn»u sahibine i;ade
ediyor.
кgal kuvvetlerinin Tevfik Pasa hükümetine karsi tutumu öylesine ezici ve hor
görücüdür ki, Ğstanbul'a gelen Ğngiliz generali (Allenbi), ziyaretine kosan
Hariciye ve Harbiye Nazirlarini ayakta kabul edip gayet soguk bir konusma
sonunda adetâ kovarcasina yanindan uzaklastiriyor. Bunun üzerine de Harbiye
Nâziri, sanki kabahat Türk hükûmetindeymis gibi, papaza kizip oruç bozarcasina
istifa etmekten baska yol bulamiyor.
Sonunda topyekûn istifa...
Meshur Ferit Pasa Sadrâzam...
Ferit Pasa, isgal ordularinin iradesine bagli olarak, harp mes'ulleri ve iç
zulümlerin müsebbiplerini cezalandirmak yolundaki siyasî tazyikleri, sadaret
makamina geçtigi gün şöyle destekliyor:
«— Alem-i insaniyetin nefretini celbeden erbab-i cinayet haklarinda acilen karar
ittihaz edilmesi..».
Ve yeni hükümet, her kemigi yerinden çikmis devlet bünyesinin basina, nefsinden
emin bir çikikçi tavriyle geçiyor.
Yeni Kabinede dikkate deger yeni isimler Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile
Maarif Nâziri muharrir Ali Kemal Beydir.
Kurtulus Savasinin sonunda Misir'a giden ve yakin denilebilecek bir zamana kadar
orada yasayip ölen Mustafa Sabri Efendi, pazarliksiz ve derin bir müslüman
oldugu için, basta sahte inkilâpçi Ahmed Riza bulunmak üzere bütün köksüzlerin
engellemesine ragmen Mesihat makamina getirilmis; Misirdaki hazin hayati içinde
de, din yolunda mücadelesine henüz baslayan bu eserin muharririne tebrik ve
tesviklerini göndermistir.
Ferit Pasanin ilk isi, pahaliligi giderici tedbirler yerine, aksini yapmak
olmustur. Öteden beri sikintisi çekilen şeker, gaz, pirinç, kahve gibi ithal
esyasini «satis resmi» adiyle agir bir resme tâbi tutmak...
Fakat Padisah bunu kabul etmemis ve zarurî ithal mallarina ait resmî, sadece bir
kaç maddeye inhisar ettirmis ve ayrica hafifletmistir.
Bu kabinenin yemin merasiminde Vahidüddin'in nazirlara hitabi:
«— Vükelâmizin agraz-i hasise-i nefsaniyeye (hasis nefs garazlarina)
kapilmayacaklarina eminim.»
Bundan sonra Ferit Pasanin davranisi, tam da Padisahin «hasis nefs garazlari»
dedigi ve sakinilmasini istedigi plânda... Üstelik Ğtilâf devletlerine bir
cemile olarak, eski idarenin baglilari arasinda büyük çapta tevkifler... Bir
günde 66 kisi tutuklaniyor ve birinci Ferit Pasa Kabinesi boyunca bu tevkifler
her gün devam ediyor. Ğlk idam hükmü, Ermeni tehcir ve taktili (sürülmesi ve
Öldürülmesi) suçundan mahkûm Bogazliyan Kaymakami Kemâl Bey hakinda... Hüküm,
tasdik edilmek üzere Sultana gönderilince; iste, Vahidüddin'in, agabeyi
Abdülhamid'e es, merhamet ve cana kiymaktan çekinme duygusu harekete geçiyor:
«— Şimdi çirkin bir hâl karsisinda kaldik. Ama is bununla bitmeyecek, tevali
edecek... Onun için şimdiden yolun Önünü kesmek lâzim... Şeyhülislâm Efendiyi
telefonla arayiniz; bu karari görmüs mü? Görmüsse benim bunu imza etmekligim
için yarin sabaha kadar bir fetva-yi şerife itasini taahhüt ediyorlar mi?
Sorun.'»
Müstesna bir iman, irfan ve ahlâkin sahibi olan Mustafa Sabri Efendi de bu idam
hükmüne müspet fetva vermeye razi degildir. Bir hayli görüsme ve çekismelerden
sonra, bozulsa bir türlü, dogrulansa bîr türlü kötü netice verecek olan hüküm
Şeyhülislâmın zoraki ve şarta bagli' fetvasiyle tasdik ediliyor. Bu münasebetle
Hünkârin teessürü o kadar derin ki, ona şu sözleri söyletmektedir:
__Birkaç senedir nüfus-u beseriyye çok israf olundu. Ğdam kararlarinda ifrata
gidilmemelidir. Benim gerçi Cenab-i Hakka karsi pek çok şahsî kusurlarim varsa
da, onlar, Halik ile kul arasinda şeylerdir. Ben pâk hâsiye (alin) ile geldim.
Hasre itimad-i teminem vardir. Ömrümün eyyam-i âhirinde (son günlerinde)
kirlenmis olarak gitmek istemem!»
Böylece, günahkârlari cezalandirmakta bile kati kalpli olamayan Padisah ve yeni
Şeyhülislâm, artik devresini tamamlamak üzere bulunan çöküsü bütün dehsetiyle
hissettirir bir hengâmeye çatmis bulunuyorlar.
1919 Mayis ayinin 14 üncü günü... Ferit Pasa Padisahin huzurunda... Bir haber:
— ingiliz siyasî mümessili Sadrâzamin konaginda... Acele olarak kendisini
bekliyor!
Padisah ve Sadrâzamda telâs ve heyecan... Ferit Pasa hemen huzurdan ayrilip
konaginin yolunu tutuyor. Padisah da onun arkasindan, ne olup bittigini haber
vermesi için bir yakinini gönderiyor.
Ertesi günü (15 Mayis), Baskâtip huzuruna çagirildigi zaman görüyor ki, Hünkâr,
ezgin, bitkin, Ölgün hâlde... Baskâtibine hiçbir şey söylemiyor, kisa ve kuru
bir kaç emir veriyor ve her zamanki itiyadi disinda, donuk ve alâkasiz kaliyor.
Baskâtibin kafasinda müthis bir istifham: — Acaba ne oldu? Herhalde büyük bir
hâdise var! Padisahin bu türlü bir ruh kamasmasina ugradigi görülmüs şeylerden
degil! ..
Ayni gün Mentogetten dogruca Mâbeyn Baskâtipligine çekilen bir telgraf her şeyi
izah ediyor:
— Ecnebi bir devlet livanin kiyilarini isgal etmekte ve gümrük binalarina kendi
bayragini çekmektedir, izmir ve kiyilarinin da ayni vaziyette bulundugu haber
alinmistir, imdat!.,.
Baskâtip telgrafi alir almaz hemen huzura kosuyor, haberin Padisah üzerinde
hiçbir sürpriz tesiri uyandirmadigini görüyor ve onun Ferit pasa'dan gelen haber
üzerine bir aksam öncesinden vaziyeti bildigini ve bu yüzden o feci hâle
düstügünü anliyor.
Hemen Bâbiâliye gönderilen Baskâtibin gördügü manzara:
Sadrâzam teneffüs odasinda ögle yemegini yemekle mesgul... Karsisinda Maarif
Nâziri Ali Kemâl... Vükelâ ise içtima odasinda toplanti hâlinde... Ali Kemâl
Fransizca bir cümle söylemekte:
(Situation, une des plus critiques. Vaziyet, en naziklerinden biri...)
Baskâtibin Taraf-i Şahaneden sualleri:
— Mentese sancagini isgal eden devlet kimdir? Ğzmiri isgal edecekleri haber
alinanlar, Yunanlilar midir?
Cevap:
— ingiliz mümessili izmir'in Yunanlilar tarafindan bugün isgal edilecegini haber
vermistir. Aydin Valisinden gelen iki telgraf da ayni şeyin Ğngiliz generali
tarafindan kendisine bildirildigi merkezindedir. кgal, Paris Konferansinin
kararlarindan olup sadece Yunan askeri kuvvetlerince yerine getirilecektir,
izmir ve çevresinden çiglik üstüne çiglik koparici telgraflar gelmekte ve
hükümet ne yapacagini bilemez halde bulunmaktadir, isgalin hiç olmazsa büyük
devletler marifetiyle yapilmasi müreccah görülmektedir. Mentese kiyilarina
çikanlarin da Ğtalyanlar oldugu sanilmaktadir.
Yunanlilar yerine izmir'i büyük devletlerin isgal etmesini isteyecek, yâni
tesellisini cellât tercihinde bulacak kadar düsük ruhlu bir hükümet, artik çöküs
devresini imzalama makamindan baska hiçbir haysiyet ve iktidar
gösterememektedir.
Ertesi günü Berat Kandili... Yâni, herkesin ve herseyin eline bir yillik kader
beratlarinin verildigi mübarek gece... Bu arada en kiymetlisi, Türk vataninin ve
güdücülerinin berati...
Vükelâ, Berat tebrigi münasebetiyle sarayda toplandilar.
Huzurdalar.
Vaziyet hâlâ gölgeli... izmir Valisinden hiçbir haber yok... Manisa
Mutasarrifindan gelen bir telgraftaysa, izmir tarafindan bir jandarma erinin
şehirden üstüste silâh sesleri isitilmekte oldugunu bildirdigi yazili... Hâlâ
apaçik ve apaydinlik şekilde tespit edilemeyen vaziyet birtakim dis alâmetlere
göre izmir'in ana-baba günü yasadigini ihtar etmekte...
Sultan bu hâllerden o kadar üzgün, hattâ vurgun bulunuyor ki, durdugu yerde
sendeliyor ve Sadrâzamin konaginda toplantiya giden vükelânin arkasindan
Baskâtibine emir veriyor:
— Her ân hükümetle temas hâlinde olunuz ve alacaginiz en küçük haberi, gecenin
hangi saatine rastlarsa rastlasin, bana, hususî telefonumla bildiriniz!
Gece yarisindan sonraya kadar vükelânin müzakerelerini bekleyen Baskâtip, sabaha
karsi Dahiliye Nazirindan şu bilgiyi almistir:
— Ğzmir Telgraf Müdüründen şimdi bir haber geldi. Yunanlilar şehri isgalden
sonra birçok taskinliklarda ve çarsiyi yagma hareketinde bulunmuslar... Fakat bu
hâllerin önü alinmis ve memurlar yerlerine iade edilmis... Ğzmir Valisinden hâlâ
haber yok!,..
Vaziyet, yatagindan kaldirilarak, çilekes Sultana telefonla bizzat bildiriliyor.
Osmanli tahtinin üstüne 60 kiloluk agirligini oturtmak yerine, vatanin
milyarlarca ton agirligiyle beraber tahtini da sirtinda tasiyan mustarip
Sultanin çektigi aciyi hayâl edebilmek lâzim...
Eski Yunanda (Homeros)a yataklik ettikten sonra devir devir el degistiren ve
nihayet asirlardir Türkün elinde karar kilan Ğzmir'in Bati emperyalistleri
tarafindan Yunanliya peskes çekilmesi gösteriyordu ki, bu davranis, koca bir
Ğmparatorluğun, olanca gaye ve dâvasiyle çöküsünü tamamlamak ve ona Haymana
ovasini asmaz bir sahadan gayri hiçbir yer birakmamak muradini hedef
tutmaktadir.
. Bu alçak muradin sembolünü çizen facialar aracinda bir tanesi hemen bütün
mânalari üzerinde toplar:
izmir'de Kolordu Askerlik Şubesi Reisi Miralay (Orbay) Fethi Beye, Yunanlilar,
basindan fesini çikarip yere atmasini ve ayaklari altinda çignemesini
emrediyorlar. Bu emirde;
— Dinini,; Türklügünü ve mazisini şanla dolduran devletini ve topyekûn
mukaddesatini çigne! Mânasi vardir. Albay cevap veriyor:
— Asla!.
Albayi agir yaraliyorlar. Fethi Bey, birkaç gün içinde gerçek şehit olarak ilâhî
nimete kavusuyor. Ferit Pasa, istifasini vermekten baska ne düsünebilir? Veriyor
ve yine kabineyi kurmaya memur ediliyor. Kabinede bütün mâna, Ferit Pasayla
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin yerlerinde kalmalarinda, muharrir Ali
Kemâl'in Maarif Nazirligindan Dahiliyeye geçirilmesinde ve gerisinin yine, eski
ve yeni, silik şahıslardan ibaret olmasinda, yâni ne yapilacaginin, kimin neye
yarayacaginin bilinmemesinde...
Fakat bu defaki «Hatt-i Hümâyûn» müthis ve Padisahin bütün istirap ve ondan
dogma emrini çerçeveler şekilde:
«— Şu ân-i mühimde, baslarinda milletin sinesinden tehassus etmis altibuçuk
asirlik bir hanedanin reisi bulunan ve nefsince her türlü fedakârliga âmâde olan
Halifeleri ve Padisahlari bulundugu hâlde bilûmum efrad-i milletin emel-i
yegânesi hukuk-u devlet ve milletin temami-yi mahmayetinden (korunma
tamamligindan) ibaret oldugundan bu emeli kudsî-yi millînin (kudsî millet
emelinin) tatmini için son derece fedakârâne sarf-i mesai etmenizi (gayret
sarfatmenizi) suret-i kafiyede ihtar ile her halükârda tevfikat-i îlahiyyieye
istinat ve ruhaniyet-i risaletpenâh'den istimdat eylerim.»
19 Mayis 1919, yâni Mustafa Kemal Pasa'nin Samsuna ayak bastigi günün tarihini
tasiyan bu ferman, ölü bir ceset üzerinde şaklayıcı bir kirbaçtan baska bir şey
degildi ve zavalli Padisah, o günlerde, vatanin kurtulus istikametini
istanbul'dan degil, Anadolu'dan beklemenin ilk ümit çigirina girmis bulunuyordu.
Bu noktayi, eserimizin ruhu ve ana tezi olan «Millî Şahlanış Hareketi» faslina
birakarak, çöküs devresinin nihayetine dogru olanca dikkatimizi, en tarafsiz
şekilde, sadece hakikat için hakikat ölçüsüyle Mustafa Kemal Pasa üzerine
çevirelim:
itilâf kuvvetleri donanmalarinin, toplarini saray ve Ğstanbul tarafindaki tarihî
kubbelere çevirdigi gün Ğstanbul'a geldigini evvelce kaydettigimiz Mustafa Kemal
Pasa, ilmî ve riyazî şekilde sabittir ki, Mondros Mütarekesinin imzasi
siralarinda Ğttihatçıları takip eden ilk hükümetin Harbiye Nâziri olmaktan baska
bir şey düsünmüyor ve Anadolu'ya geçip bir millî ayaklanmaya bas olmayi aklindan
geçirmiyordu.
Delillerini daha evvel verdigimiz bu vaziyetin artik kitaplasmaya baslayan
hakikati, «Anadolu Ğhtilâli - Sabahattin Selek» isimli 440 sahifelik kitabin 178
inci sahifesinde şu cümlelerle tespit edilmistir: «— Henüz Talât Pasa hükümeti
çekilmeden Mustafa Kemal Pasa, Ahmed Ğzzet Pasanin baskanliginda bir hükümet
kurulmasini, kendisinin de Harbiye Nezaretine getirilmesini, hem Padisaha, hem
de îzzet Pasaya teklif etmisti.»
Bir Halk Partilinin kaleme aldigi bu ciddice eser, artik bu dilek üzerinde şüphe
birakmamakta, Kabineye girecek olan Mustafa Kemal Pasa'nin ise bu vaziyette
Anadolu şahlanmasını tasarlayamayacagi kendi kendisine ortaya çikmaktadir. Ğzzet
Pasa tarafindan:
«— Bâdessulh refakatimiz eltaf-i Sübhaniyeden memuldur, (Sulhtan sonra
birlesmemiz Allahin lûtuflarindan beklenir)...»
Şeklinde sinsi ve manâli bir üslûpla Harbiye Nazirligindan uzak tutulan Mustafa
Kemal Pasa, o tarihten ve Sultanla kisa ve neticesiz bir konusmadan sonra evvelâ
annesinin Besiktasta ve Akaretlerdeki evinde, sonra da Şişlideki köskünde tam 6
ay, vazife sahibi olmayarak kalmis, bütün çöküs felâketlerini merkezden takip
etmis, Anadolu'da millî bir ayaklanmayi teskilâtlandirmaya dair hiçbir alâmet
göstermemis, bir aralik Padisahin ve sarayin en güzel kizi Sabiha Sultana talip
olmussa da, bu sultanin şehzade Ömer Faruk Efendiyi sevmesi yüzünden onu
alamamis ve tasidigi «Fahri Yâver-i Hazret-i Şehciyârî» unvani altinda ve çöküs
devresinin sonunda, hâdiseleri kollamaktan baska bir şey düsünmemis ve
yapmamistir.
Eserimizin agirlik merkezini teskil eden bu nok-tedan ilerisi «Millî Şahlanış
Hareketi» faslina aittir.
MĞLLÎ ŞAHLANIŞ HAREKETĞ
FĞKĞR ALTINCI MEHMED VAHĞDÜDDĞN'ĞN
EVET; millî şahlanışın basinda 14 - 15 ve Cumhuriyetin ilâninda 19 yasinda bir
çocuk olan biz, bunca yil boyunca gördügümüz, isittigimiz, okudugumuz ve
mânalandirdigimiz şeylerin yekûnu olarak şu hükme varmis bulunuyoruz ki, Birinci
Dünya Harbi felâketi ve Ğmparatorluk devletinin çöküsünden sonra Türk haklarini
saglamak yolunda millî bir şahlanışa ilk olarak meydan açma fikri, bu hareketin
şefliğini yapan Mustafa Kemal Pasadan önce ve onun şahsında Sultan 6. Mehmed
Vahidüddin'indir. Yâni ayni hareketin, vatan hainligiyle suçlandirdigi adamin...
Bu iddiayi tam bir fikir namusiyle ana tezimiz olarak basa aliyor ve en ince
teferruatina kadar ispatini boynumuza borç biliyoruz.
Mütarekenin baslarinda, Kâzim Karabekir, Ali Fuat, Cafer Tayyar, Refet Belen
gibi genç kumandanlar Ğstanbul'da toplanmistir. Memleketteki birliklerin basi
bos; ve bütün yüksek kumanda hey'eti, Baskumandan huzurunda toplantiya
çagirilmiscasina merkezdedir. Bu vaziyet ve ondaki panik havasi ilk olarak Kâzim
Karabekir'in dikkatine çarpiyor .
Bir yazisinda diyor ki, merhum Kazim Karabekir:
«— 1918 de Harbiye Nezareti Müstesari Miralay Ğsmet (inönü) Beye, milletin
istiklâlini kurtarmak için düsüncelerimi şöyle izah ettim: Genç kumandanlarin
Ğstanbul'da toplanmasi ve hususiyle beni bu şereften ayirmak büyük bir gaflet
olmustur. Beni derhal bu şerefe iadeye çalisiniz!» Yine Kâzim Karabekir'den: «—
1 Kânunuevvel 1918'<de Erkâni Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Pasa Hazretlerini
ziyaretle Ğstanbul'da toplanmakligimizin gafletini izah ve benim Şarka iademi ve
ordunun zayiflatilmamasini rica ettim. Bununla beraber Sadaretten istifa etmis
olan Ğzzet Pasaya da ayni fikirleri söylemistim!»
Ve Kâzim Karabekir'in kalemiyle bu vaziyeti ilk görenin Vahidüddin oldugu
hakikati:
«— 6 Kânunuevvel 1918 selâmlik merasiminde usulen huzura kabul olurdum. Padisah
dahi, sulhun temini görüsülmeden evvel ordusunun zayiflatilmamasi ve bilhassa
genç kumandanlarin is basindan ayrilmamasi, aksi hâlde bir Endülüs vaziyetinin
pek uzak olmadigini anlatarak benim Şarka ve Ğstanbul'da toplanan genç
kumandanlarin da Anadoluya, oranlari basina iadeleri hâlinde Türklügün
öldürülemeyecegini söyledi. Bu mülakat benîm ve diger genç kumandanlarin is
basina geçmemizi temin eden âmilerden biri olmustur.»
Bu satirlari küçücük bir insaf ile okuyan, bütün zaaflarin Vahidüddin tarafindan
görülmüs ve çarelerinin düsünülmüs oldugunu hemen kavrar.
Tam ve emin bir kaynak olmasi gereken Kâzim Karabekir Pasa, şu garazsiz
satirlarla da, Mustafa Kemal Pasanin hem Harbiye Nazirligina talip olusunu, hem
millî hareket diye bir şey düsünmedigini göstermis oluyor:
«- 11 Nisan 1919'da Mirliva Mustafa Kemal Pasa Hazretlerini ziyaret ettim.
Ziyaret sebeplerinden birisi de müsarünileyhin Ğstanbul'da kalip Kabineye dahil
olmak hususundaki arzularindan vazgeçirmek gayesine matuftu. Ben Pasa
Hazretlerini ziyarete bir yaverimle gittim. Kendileri hasta yatiyordu. Üçüncü
ziyaretçi olarak gelmis bulunan bir zâta, Pasa tarafindan Rusen Esref Bey diye
takdim olundum»
Bu yazilari nakleden muharrir neticeyi şöyle baglamaktadir:
«— Bütün bunlardan anlasilan bir hakikat var ki, dagilan Türk ordularinin genç
ve ihtiyar kumandanlarinin Mütareke esnasinda Ğstanbul'da toplanmasidir. Basta
bulunanlar, bunun dogru olmadigini ve kumandanlara yeni vazifeler verilerek
Anadolu'ya hizmete gönderilmesi lüzumunu öne sürmüslerdir. Ğkinci bir hakikat
de, Ğstiklâl Harbinde büyük hizmetleri olan kumandanlarin teker teker Mustafa
Kemal'e gelerek görüsmeleridir. Ğzmir'in isgali ve Ğttihat ve Terakkiye mensup
olanlarin tevkifi, Anadolu'yu galeyana getirdi. Galeyan halinde bu genç ve
tecrübeli kumandanlarin kolordularin basina geçmeleri, yeni ve millî bir
teskilâtin kurulmasina ilk sebebi teskil etmistir. Çünkü Türk milletinin
Ğstanbul' da mitingler yaparak galeyani baslamis, Anadoluyu Yunan kuvvetlerinin
istilâsi üzerine halk da silâha sarilarak, daglara çikarak Kuvva-i Milliye
teskilâti kurmustu. Garpta (Redd-i Ğlhak) Kongresinin, Şarkta ise (Erzurum
Kongresinin toplanmasina yerli halk mümessilleri karar vermislerdi.»
Artik, çöküs karsisinda birliklerini birakip Ğstanbul'a dönen ve orada toplanan
kumandanlar arasinda Mustafa Kemal Pasanin ilklerden biri tek emelinin Harbiye
Nazirligindan ibaret bulundugu ve genç kumandanlarin millî bir mukavemet için
kit'alari basina dönmeleri fikrinin padisahtan geldigi açik midar?
Bu o kadar açik bir keyfiyettir ki, Mustafa Kemal Pasanin Padisahla
karsilasmalarindaki şekilden hemen belli olacaktir.
VATANI KURTARMANIN ÇARESĞ
Sultan, üzerine bütün Anadolu topragi yigilmis da bu topragin altinda diri diri
gömülmüs gibi bir hâl içindedir. Aldigi nefes bile igne ucu kadar küçük
deliklerde buldugu havayi emercesine istirapli... Hiçbir ferdin, ruhunu o kadar
israrla üzerinde teksif edemeyecegi şekilde beynini şu suale kaptirmistir:
— Alti küsur asirlik vatani ve Osmanli tahtini kurtarmanin çaresi nedir?
Hakkinda kaleme alinan hatiralarin hemen hepsinde onun bu kivranan dis tavri
gösterilmis, fakat ĞÇ mânasi meydana çikarilamamistir.
Günlük meseleler ve basit hâdiseler karsisinda, yüzüne sahte bir tabiîlik
makiyaji çeken, tabiînin Çok üstünde mustarip padisah, genç kumandanlar
istanbul'da, vatanin halinden üzgün çehrelerle de olsa, keyiflerine baktiklari
sirada, o, yemek yerken bogulmakta ve soguk suyla yikanirken haslanmaktadir. O
kadar ki, kendisinde sultanligin en küçük nefs emniyeti bile kalmamistir. Vatan
istirabiyle o hale gelmistir ki, her şeyden evvel tasidigi ünvandan utanmakta ve
nefsini bir dilenciden daha bedbaht saymaktadir.
Bu hükmü nereden mi çikariyoruz?
Buyurun:
«Vahidüddin Yildiz camiinde Cuma selâmligina çikmisti. Camiin kapisi önüne bütün
vükelâ ve yaverler dizilmislerdi. (Belki Mustafa Kemal Pasa da orada)...
Bunlarin karsisinda da Muzika-yi Hümayûn'un selâm agalari yer almislardi.
Vahidüddin tam camiin kapisina yaklastigi zaman selâm agalari:
-— Padisahim, magrur olma, senden büyük Allah var!
Diye bagirirlarken Vahidüddin sinirli bir şekilde iki elini bu agalara uzatarak
susturmak istedi. Ve aci bir sesle haykirarak:
— Magrur olacak nemiz kaldi?
Dedi. Agalar yaverler tarafindan susturuldu.»
«Osmanli Sultanlari Tarihi» isimli eserden aldigimiz bu satirlar, ancak hasmet
ve azamet zamanlarina mahsus bir ihtari, açliktan ölmek üzere bulunan bir adama
«oburluk kötüdür!» diye bagirircasina yönelten sarayin ahmaklik ve gafleti
içinde, hattâ bütün vatan büyüklerinin vurdumduymazligi ortasinda, Allahi ve
istirabiyle yapayalniz kalmis tâcidari ne güzel heykellestirir!
— Alti küsur asirlik vatani ve Osmanli tahtini kurtarmanin çaresi nedir?
Beyninde burgu gibi isleyen bu sualin cevabini, Vahidüddin, ilk is olarak
Ğstanbul'daki genç kumandanlari birlikleri basina göndermekle verdi. Bundan
maksat, silâh altinda hâlâ 400 bine yakin mevcudu olan, fakat her bakimdan ordu
kiymet ve haysiyetini kaybetmis bulunan birlikleri mümkün mertebe derleyecek ve
herhangi bir millî mukavemete destek kilacak emir ve kumanda baslarina
kavusturmak, kopan baslari vücuda yerlestirmekti.
Şimdi is, bütün bu genç baslarin bir mihrak kafa etrafinda toplanmasinda... Bu
kafa, devletin Ğstanbul'daki resmî teskilâtindan olamaz. Ne Erkân-i Harbiye-i
Umumiye Reisi (o zamanlar Fevzi Pasa, Maresal Fevzi Çakmak), ne de baska bir
makam sahibi... Bunlar isgal kuvvetlerinin baskisi altinda ve iradelerine boyun
egme vaziyetinde... Ancak, istanbul disi, hattâ gerekirse, esaret halindeki
merkezî hükümet iradesine aykiri ve isyankâr bir general, millî kahraman namzedi
ve ihtilâlci bir kumandan lâzim...
Bu kim olabilir?
Gözünün önüne, hep, «Fahrî Yâver-i Hazret-i Şehriyârî» unvanini tasiyici, düzgün
bir kitok içinde hâkim edali, misir püskülü saçli, gök mavisi gözlü, sari
biyikli, biçakla çizilmis gibi incecik dudakli, çatik kasli ve her halinden
kendisine mahsus bir dünyaya inanmis bir insan oldugu mânasi tüten Mustafa Kemal
geliyor. Veliahtliginda kendisini Almanya'da takip etmis, Alman maresallerine
bile itiraz mizacinda ve görülmemis bir nefs emniyeti içinde, bu 39 yasindaki
general...
Buraya bir nokta koyup Maresal Fevzi Çakmak'a döneyim:
Maresal, benim Fransa'da tahsil arkadasim merhum Burhan Toprak'in kayin
babasidir. O yoldan tanidigim ve en derin mahremiyetine kadar sokuldugum, kabul
edildigim insan...
Onunla Vahidüddin mes'elesi etrafinda konustuklarimi ileride anlatmak üzere,
bizzat kendisinden dinledigim hayatî bir noktayi açiklayayim:
«— Vahidüddin benden, genç kumandanlarin listesini istedi. Vatanina askla bagli,
vatan acisiyle yanan, vatan kurtarmak yolundaki bir hamleyi omuzlayabilecek
kabiliyette^ azimli, fedakâr ve atilgan kumandanlar kaydiyle istedi bu
listeyi... Yazip verdim... Her kumandanin karakterini de isminin yanina not
ettim. listenin basinda Mustafa Kemal vardi.»
Maresal Fevzi Çakmak, Padisaha verdigi listede, Mustafa Kemal Pasayi fevkalâde
becerikli, kabiliyetli, hamleci, tesebbüs ruhuna malik, fakat son derece
ihtirasli ve yüksek emelli bir insan olarak
göstermistir
Bu noktayi, daha evvel bahsettigimiz, Sabahaddin Selek adli Halk Partilinin,
«Anadolu Ğhtilâli» eserinde de tespit edebiliriz. Bu eserin 42nci sahifesinde
Vahîdüddin'in gözlügünden Mustafa Kemal Pasa hakkinda şu teshis göze çarpar:
«— Mustafa Kemal'i veliahtliginda, Almanya seyahatinde tanimisti. Bu genç Pasa,
daha o zaman çok tehlikeli lâflar etmis, onu ürkütmüstü. Nihayet bir ordu
kumandani oldugu hâlde, harbin son günlerinde Adana'dan kendisine bas vurup,
falani Sadrâzam, beni de Harbîye Nâziri yap, diyen Mustafa Kemal Pasada büyük
bir ihtiras seziyordu.»
Böylece muharrir, Mustafa Kemal Pasanin (belki makbul mânada) ihtirasini tespit
ettikten sonra, Padisah ve Millî Şahlanış Hareketi ve Mustafa Kemal Pasa
arasinda şöyle bir münasebet ariyor, yahut buldugunu saniyor:
«— Kuva-yi Millîye hiçbir zaman Padisaha karsi görünmedigi halde, Padisahin
gösterdigi husumet, hakikatte Kuva-yi Millîye akimina degil, bizzat Mustafa
Kemal Pasa'yadir. Sultan Abdülâziz'e Hüseyin Avni Pasa, Sultan Abdülhamid'e
Mithat pasa nasil amansiz birer düsman görünmüsler ise, Sultan Vahidüddin'in
karsisina da Mustafa Kemal Pasa çikmisti. Hem Mustafa Kemal Pasa Öbürlerinden
daha tehlikeliydi. Padisahin evvelâ ordusunu, sonra vilâyetlerini elinden almis,
tebaasini kendisinden ayirmisti. Elbette sira, tahtina da gelecekti.
Millî Mücadelenin devami müddetince, hiçbir ân söz konusu edilmemekle beraber,
en şiddetli mücadele Vahidüddin ile Mustafa Kemal arasinda cereyan etmistir.
Çünkü, mutlaka biri digerini tasfiye edecekti ve her ikisi de bunu gayet iyi
biliyordu. Vahidüddin; Ğstanbul'da kalmak ve Kuva-yi Milliyeye karsi
davranmakla, partiyi daha baslangiçta kaybetmistir- Halbuki, Ğstanbul'un
isgaline ve hattâ bir süre sonraya kadar, Vahidüddin'in elinde tahtini
kurtaracak büyük bir firsat vardi: Anadoluya geçmek. Eger bunu yapabilseydi,
Mustafa Kemal Pasa, Zât-i Şahanenin nihayet bir Sadrâzami olurdu.»
Bu satirlari almaktan maksadimiz, tarihçi geçinenlerimizin indî görüsler pesinde
hakikati tahrif isini nereye kadar götürdüklerini belirtmektir. Mustafa Kemal
Pasanin Vahidüddin'e karsi bakis ve niyetini gayet dogru tespit eden muharrir,
düsünemiyor ki, Padisah bizzat Anadolu'ya geçemezdi. Geçmis olsaydi Millî
Şahlanış Hareketi daha basindayken bogulurdu. Biraz sonra anlayacagiz.
Anadoluya geçmek isteyen Veliaht Abdülmecid Efendinin karsisina çikardiklari
engel; ve fiilen Anadoluya geçip de geri çevirdikleri Şehzade Ömer Faruk
Efendiye karsi alinan tavir, millî hareket gelismeye baslar baslamaz saraya ne
gözle bakildiginin şaşmaz delilidir.
Demek ki, Mustafa Kemal Pasanin karsisina çikan Vahidüddin degil, Vahidüddin'in
karsisina çikan Mustafa Kemal Pasa...
Bu noktayi ileride göstermek ve Millî Şahlanış Hareketinin fikirde ilk
müellifini dogrudan dogruya Vahidüddin olarak belirtmek üzere hikâyemize
geçelim:
кte Anadolu'ya üstün vasiflarda bir kumandan göndermek ve ona, millî bir
mukavemet mikraki kurdurmak gayesiyle Vahidüddin, Mustafa Kemal Pasayi saraya
çagiriyor.
Hikâyeyi, evvelâ Enver Behnan Şapolyo'nun kitabindan Mustafa Kemal Pasa diliyle
tespit edelim: «Yaverim Cevat Abbas yine eve geldi. Telâsliydi. — Zât-i Şahane
sizi aksam yemegine davet ediyor!
Dedi.
Mayisin 4 üncü aksami yedibuçukta Yildiz Sarayina gittim. Beni çok küçük bir
odaya aldilar. Biraz sonra Mehmed Vahidüddin geldi. Ayaga kalktim. Beni yanina
oturttu. O kadar yakin ki, âdeta diz dize idik. Padisahin saginda hemen
dirsegini uzatarak dayadigi küçük bir masanin üstünde bir kitap vardi. Odada
sessizlik hüküm sürüyordu. Anlasiliyor ki, sarayda hiç nes'e yok... Padisah
akibetini düsünüyor. Odanin Bogaziçine acilan büyük bir penceresinden görülen
manzara şuydu: Ğtilâf devletlerinin donanmalari sirayla dizilmisler, toplari
saraya müteveccih ... Tehdit edici korkunç bir manzara... Bu odada oturmakla bu
manzarayi görmemek kabil degil... Mehmed Vahidüddin dedi ki:
— Pasa, Pasa, sen şimdiye kadar devletimize
çok hizmet ettin. Bunlarin hepsi artik bu kitaba gitti!
Bu bir tarih kitabiydi.
— Bunlari unutunuz! Bundan sonra yapacaginiz hizmet, şimdiye kadar yaptiginizdan
çok mühim olacaktir. Dikkat ve sadakatle çalisirsaniz, devleti, düstügü bu
felâketten kurtarabilirsiniz. Bir çok kumandanlari Anadolu'nun kolordularina
dagittim. Sizin vazifeniz, bunlari teftis etmek olacaktir.
— Bu hususta elimden geleni yapacagim, bana emniyet buyurunuz efendim.
Padisahin en büyük endîsesi: Kuvvetlerimiz dagilmistir. Umumî Harpten yorgun
çikarak takatimiz kalmamistir. Bütün ümit; galip devletlerin arzulari hilâfina
bir harekette bulunmamaktadir. Onlarin şikâyet ettigi hâdiseleri de önlemek
lâzimdir.
Vahidüddin ayaga kalkti, elimi siki siki sikti:
— Muvaffak olunuz!
Sarayi terkettim. O zaman bir kadife kutu içinde bir takim da hediyeler verdi.
Yaverim Cevat Abbas'la gecenin karanliginda derin düsünceler içinde Yildiz
tepelerini asarak Şişliye geldik.»
Mustafa Kemal Pasanin agzindan rivayet edilen bu sözlerde, âni olarak huzura
çagirilmanin gayesine ait açik bir delâlet yoktur. Kolordu kumandanlarinin
teftisine memur edilmek ve «galip devletlerin arzulari hilâfina bir harekette
bulunmamak» emri, böyle bir tâyinin ruhunu izah edemez, müphem kalir ve asil
sebebin gizlendigi hissini verir.
Aynen Mustafa Kemal Pasa dilinden bu anlatisi basa alarak, isin hakikatini biz
anlatalim.
Bu ise, şu anda hayatta bulunan eski bir yaverin, bize vesika kiymetindeki
beyanlariyle girisecegiz.
ESKĞ YAVERĞN ANLATTIKLARI
Sultan Vahidüddin'in bugün hayatta bulunan yaverlerinden, eski Sadrâzam Tevfik
Pasanin oglu Ali Nuri (Oktay) Beyefendi Ayaspasa'daki meshur Fark Oteli'nin
sahibidir. Vaktiyle Hariciye Konagi olan, derken Tevfik Pasa mülkiyetine geçen,
Pasanin Londra Sefirliginde yanip kül olan eski binadan bir yangin arsasi
kalmis, sonra Tevfik Pasa zamaninda oraya 7 odalik bir kârgir insa çikilmis,
daha sonra da 210 odasiyle bugünkü Park Oteli yerlestirilmistir. Seksen küsur
yasindaki Ali Nuri Beyefendiyi, Sultan Vahidüddin hakkinda en nadide bilgilerin
sahibi olmasi gereken eski ve müstesna bir insan
olarak telefonla aradim.
Bu türlü insanlarin dünyamizdan ayrilmasiyle son kaynaklarin da kuruyacagi
kaygisi içinde, âdeta son vapuru kaçirmak istemeyen bir yolcu telâsi içindeydim.
Telefonda, şivesi ecnebiye çalan ihtiyar bir ses, kim oldugumu ve ne istedigimi
anladiktan sonra, şu cevabi verdi:
— Birkaç gündür gripli halde ve istirahat etmekteyim. Eger gripe yakalanmaktan
korkmazsaniz, oteldeki daireme buyurunuz, görüselim!
Hemen gittim. Beni Park Otelinin iki kat asagisindaki bir daireye indirdiler.
Sagli ve sollu, önlü ve arkali üç oda veya hücrenin çerçeveledigi küçük, fakat
gayet hususî çizgileri ve renkleri olan bir dairecik... Eski ve (stil) esya ve
duvarlarda eski zaman resimleri... Ali Nuri Beyefendinin pederleri Tevfik
Pasayla, kayin babalari Sadullah Pasa, ayri çerçeveler içinde yanyana... Daha
neler ve neler!...
Ön kisminda, şahniş tarzinda çikintili bir hücrecigin duvarlarinda, sivil ve
asker, mazi tipleri ve bu arada Ali Nuri Beyefendiye bir ithaf yazisiyle (
hediye edilmis (Von Der Goltz) Pasanin fotografi. Ali Nuri Beyefendi, bu
çikintili hücrecigin pencere kösesinde duvara yasli ve Amerikan üsluplu masasina
geçip bana karsisinda yer gösterdi.
Kahverengi, uzun (rob do şambr)i içinde, uzun boylu, beyaz saçli ve biyikli,
fevkalâde güzel, hele gençliginde misilsiz derecede yakisikli bir insan hissini
veren bu asil tavirli adam, bir anda ruhumu doldurdu. Onda, biraz fazla
alafrangaligi bir tarafa, a-radigim bütün köklü mânalari buldum
Birkaç hos-bes lâfindan sonra hemen mevzua girdim:
— Tevfik Pasa gibi, Osmanli tarihinin en nazik zamanlarindan birinde Hükümet
Reisligi etmis bir zâtin oglusunuz! Merhum ve muhterem pederiniz, tipki
Vahidüddin'in son padisah olmasi gibi, Osmanli Sadrâzamlarinin sonuncusu... Siz
de Mütareke ve isgal devrinde Sultan yaverisiniz! Bu bakimdan, gurbet illerdeki
mezari üzerinde koskoca bir yalan dagi oturtulan Vahidüddin'i yakindan tanimis
olmak gibi bir imtiyaza sahipsiniz. Allahtan, daha çok uzun olmasini diledigim
ömrünüzün bundan böyleki süresini, hepimizinki gibi yalniz Allah bilir. Ebedî
hayata ve Hesap Gününe inanmis bir insan olarak, ayni hisle dolu oldugunuz
ümidi, hattâ emniyeti içinde, Vahidüddin mevzuuna ait bildiklerinizi ögrenmeye,
böylece Allahin rizasini kazanmanizi ve
hiç bir hakikatin gizli kalmasina razi olmamanizi istemeye geldim. Vereceginiz
bilgileri, kabul buyurursaniz kaynak göstermek, istemezseniz menbai gizli tutmak
şartiyle Türk millî vicdanina takdim edecegimî Lütuf buyurunuz!
Esmer yüzünde ince bir zevk ve tehassüs meltemi, tek tek cevap verdi:
— Ğstediğiniz gibi hareket edebilir, kaynak olarak ismimi ortaya atabilirsiniz!
Artik hem memleketimiz, hem de şahsen ben, o şartlar içindeyiz ki, ortada
çekinilecek hiçbir şey görmüyorum!
Ğlk intibaim, fevkalâde bir takdir duygusu oldu.
Eski yaver devam etti:
—i Sultan Vahidüddin devrinde kurmay binbasiydim. Asil sinifim süvari... Hem
Erkân-i Harbiye Mektebinde hocalik ediyor, hem de «Yaverân-i Hazret-i Şehriyârî»
kadrosunda bulunuyordum. Hayatim, sarayla Erkân-i Harbiye Mektebi arasinda
geçiyordu. Balkan Muharebesine istirak etmis, Birinci Dünya Savasina
katilmistim.
Muhatabim derin bir iç geçirdi. Bir ân sükût ve devam:
— Sultan Vahidüddin'i şehzadelik, veliahtlik zamanindan beri yakindan tanirim.
Kardesim Hakki Beyin kayin babasi (Ali Nuri Beyin biraderi Hakki Bey
Vahidüddin'in kizi Ulviye Sultanin zevciydi) olarak da bilhassa veliahtliginda
kendisiyle yakindan temasim olmustu. O zamanlara ait şöyle bir hatiram var:
Vahidüddin'in veliahtliginda bir gün, Kuru-çesmede huzurunda bulunurken bir
hey'et geldi. Bu hey'etin azasini şu anda hatirlayamayacagim. Padisahçi bir
firka kurmak isteyen bir hey'et... Veliaht hey'eti kabul etti. Gelenler
gayelerini izah ettiler. Padisahçi bir firka kurmak istediklerini, bu yolda
teskilâtlanmaya gittiklerini ve kendisinden yardim ve destek beklediklerini
söylediler. Vahidüddin hayretler içinde kaldi ve şu cevabi verdi; «Padisahçi bir
firka kurmak da ne demek?... Böyle bir firka, sanki aksine ihtimal açarcasina
zaaf ve şüphe telkin etmis olmaz mi? Padisah bütün bir milletin babasidir; nasil
bir partiye maledilebilir? Bayrak, bir partinin olabilir mi?» Anliyorsunuz ki,
Sultan- Vahidüddin, sahtelik ve uygunsuzlugu hemen gören, anlayan ve ona karsi
duran bir seciye sahibiydi.
Sordum:
— Zekâ ve şahsiyeti üzerinde hükmünüz?
— Dehâ çapinda bir zekaya malik degildi. Fakat ortanin üzerinde bir anlayis,
hususiyle çok hizli bir intikal sahibiydi. Hâdiseleri tam da olus anlarinda
kestirmek, mânalandirmak, degerlendirmek ve yerli yerine oturtmakta hünerliydi.
— Umumî Harp sona erip de imparatorlugun çöküsü demek olan Mütareke ve isgal
günlerinde tavri nasil oldu?
Eski yaver Ali Nuri Beyefendi ayaga kalkti, ilerileyerek yandaki odadan maroken
kapli küçük bir hâtira defteri alip getirdi, koltuguna yerlesti ve defteri uzun
uzadiya inceledikten sonra cevap verdi:
— Tarihleri şaşırmamak için hususî defterimi kurcalamaliyim. Ğzmir'in isgalinden
bir gün sonra. (Ğzmir 15 Mayis 1919'da isgal edildi) 16 Mayis Cuma günü...
Vahidüddin düsmandan mütareke istemis bir hükümetin basinda... Mütareke
hükümlerine göre ordusunun hemen dagitilmasi icab ediyor. fakat böyle islere
girisebilmek için taraflarin karsilikli olarak mütareke hükümlerine riayet
edileceginden emin olmalari lâzim... Bu nokta ise hiçbir tarafin emin
olamayacagi bir şey... Padisah mütereddit ve istiraplarin en yakicisi içinde...
O günkü Cuma namazinda ve selâmlik resminde Sultan Vahidüddin'i görenler,
istirabin bir insani ne hale getirebilecegine ait en canhiras tabloyla
karsilasmis olurlardi.
Bu noktada Ali Nuri Beyefendi kelâm silsilesini degistirir gibi baska bir
istikamete sapti.
— Pederim Tevfik Pasa, Ğngiliz Kral ailesi tarafindan Ğngiltere'nin Hanedan
Nisanina lâyik görülmüs bir insandir. Böyle bir nisani alabilmis, pederimden
baska ikinci bir Osmanli devlet reculü yoktur. Sultan Vahidüddin de
Padisahliginda, Ğngilizlerin bu alâkasina karsilik babama Osmanli Hanedan
Nisanini vermistir. Size bu nisani göstereyim, buyurun!
Eski yaver beni alarak yan odaya geçirdi, orada bir dolap açti ve içinden yürek
şeklinde büyük bir kutu çikardi. Kapagini açtigi kutuda göz kamastirici bir
mâden... Üzerinde Ğngiltere Kralligi ve Hindistan Ğmparatorluğu hükümdar
ailesine mahsus gömme ve kakma bir yazi bulunan, iki parmak kalinliginda bir
kordonun halkaladigi muhtesem bir nisan...
Yerlerimize geçip oturduk. Ali Nuri Beyefendi, bu defa mevzuumuzun tam
istikametini bulmus olarak devam etti: "
— Vahidüddin, Mütareke devrinin istiraplari içinde kivranirken ara-sira babami
çagirir ve şöyle derdi: «Ğngilizler sizi sever; size, Hanedan Nisanini
yakistiracak kadar deger vermis bulunuyorlar... Onlara bas vurup Türk ülkesi
üzerinde müsamahali davranmalarini temine çalissaniz.» Babam da daima şu cevabi
verirdi: «ingiliz siyasetini idare eden (Loyd Corc) isimli, îslâm ve Türk
düsmani bir tiptir. Böyle bir rica ve müracaattan beklenebilecek hiç bir müspet
netice düsünülemez. Ğngiliz Kral ailesinin hükümet politikasina el atmaya kudret
ve salâhiyeti yoktur! Tamamiyle faydasiz, hattâ aleyhimize bir tesebbüs olur bu
is!...»
Muhatabim daldi ve bir ân yine saded çizgisinden disariya çikti:
— îngiliz Kral ailesinin babama lâyik gördügü Hanedan Nisani sadece hayat
kaydiyle verilmisti ve evlâda intikal etmiyordu. Cumhuriyet devresi içinde vefat
eden babamin cenazesine bir ingiliz hey'eti geldi. Nisani isteyeceklerini
sandim. Fakat isteyen olmadi. Nisan da bende kaldi. Ve yine saded çizgisine
girdi: — Sultan Vahidüddin, Millî Mücadeleye, Millî Kurtulus Hareketine bütün
gönlüyle bagliydi. Hareket basladiktan sonra beni sik sik huzura çagirir, dahilî
ve askeri vaziyetler üzerinde benden fikir alirdi. Tas basmasi büyük bir harita
yaptirmistim. Bu harita üzerinde kirmizi ve mavi, igne bayraklarla vaziyeti
Sultana izah eder ve askeri durumu gösterirdim. Kuva-yi Millîye hareketleri
üzerinde her muvaffakiyet haberini alisinda derinden bir «oh!» çeker, ferahlar
ve dünyaya yeni gelmis gibi olurdu. Bu manzara, benim gözlerimle tespit ettigim
ve Allah ile resul huzurunda her ân tekrarindan çekinmeyecegim bir hakikilik ve
samimîlik ifadesidir-
Eski yaver, derin bir tahassüs tavriyle sustu.
Bu kitabin muharriri olarak vazifem, böyle, büyük bir tarih vesikasi belirtici
şahsiyeti diledigim istikamete çekmek degil, gerçek yönleri ondan ögrenmek ve
kendisini asla telkin altina almamak olduguna göre, her şeyi kendisine ve tabiî
seyrine birakmayi tercih ettim ve asil incelik noktasinin ben davet etmeden
gelmesini bekledim.
O nokta geldi.
Eski yaver birdenbire şu sözleri söyledi:
— Bahsettigim Cuma Selâmligindan sonra Mustafa Kemal Pasa huzura davet ve kabul
edildi. Sultan Vahidüddin, onu Anadolu'ya geçmeye ikna etti.
Telâsla dogruldum:
— Ğkna mi etti? Mustafa Kemal Pasanin bu hususta ikna edilmeye ihtiyaci var
miydi?
Söz, bu naziklerin nazigi can noktasina gelince, muhatabim toparlanarak tane
tane devam etti:
— Ğzah edeyim: Mustafa Kemal Pasanin huzura kabul edilisinden bir iki saat sonra
Basyaver Naci Bey (Millî Mücadeleye katilan, birçok kumandanliklarda bulunan,
uzun zaman meb'usluk eden, Nâzik Naci Pasa lâkabiyle mâruf General Naci Eldeniz)
yaverler odasina geldi ve haykirdi: «Hünkâr Mustafa Kemal Pasayi ikna edebildi!»
Bu haykiris kelimesi kelimesine kulaklarimdadir. «îkna» tabiri yerindedir.
— Mustafa Kemal Pasanin gayesi Anadolu'ya geçmek degil miydi?
Muhatabim, delmek istedigim zarin nezaketini anladi.
Küçük bir fikir hazirligindan sonra cevap verdi; — Ben Mustafa Kemal Pasayi
büyük asker ve kumandan tanirim. Öbür meziyetleri üzerinde söyleyecek bir sözüm
yoktur. Mustafa Kemal Pasanin gayesi, o zamanki hükümete girmekten baska bir şey
degildi. Hem de bir çoklarinin sandigi gibi Harbiye Nâziri olmak degil, Sadrâzam
olmak gayesini güdüyordu. 1919 Ğlkbaharında vaziyet şöyleydi: Şark ordumuz
silâhlarini birakmiyor ve ortada Ğtilâf devletleriyle aramizin yeniden açilacagi
korkusu hüküm sürüyordu. Mustafa Kemal Pasa da kudretli ve iradeli bir kumandan
biliniyordu. Bu kanaat bilhassa Hünkâra aitti. Mustafa Kemal Pasanin o
günlerdeki kanaat ve görüsü ise Ğstanbul hükümetinin Ğtilâf kuvvetlerine karsi
direnmesi, isteklerini kabul ettirmesiydi. кte bu tavri göstermek için hükümeti
eline almak istiyordu. Halbuki bu kanaat ve görüs siyasî ve amelî bir kiymet
ifade edemezdi. Zira Mondros Mütarekesini imzalamis olan maglûp bir hükümetten
galip düsmanlarina karsi bir direnme, karsi koyma iktidari beklenemezdi.
Ali Nuri Beyefendinin sözünü kestim: — Böyle olunca, o ân için Kabineye girmek
imkânini bulamayan Mustafa Kemal Pasadan, millî hareketi evvelden plânlamis ve
gaye edinmis olmasi beklenemez!
Muhatabim bu dikkate cevap vermeden devam etti:
— Mustafa Kemal Pasa Anadolu'ya gönderilmistir. Onu göndermekte ancak iki gaye
olabilirdi: Ya Ğngilizlerin istegine uygun şekilde Şark Ordusunu
silâhsizlandirmasi Ve Dogudaki mukavemeti kirmasi için, yahut da tam aksi olarak
millî bir mukavemet ve hareket zemini açmasi için...
— Hangisi oldugunu saniyorsunuz?
— Ben sadece ihtimalleri kaydediyor ve hâdiselere ait unsurlari veriyorum.
Dileyen, diledigi gibi hükmetsin!... Ben, kendi hesabima ayrica bir tefsir
yapmayi emin bir yol görmüyorum. Emin oldugum tek nokta, Mustafa Kemal Pasanin,
Anadolu'ya geçmek üzere Padisah tarafindan ikna edildigidir. Hâdiseler hangi
ihtimale daha fazla yer veriyorsa öyle!...
Dâvanin şahdamarına ait suali sordum:
— Bu mevzuda, Vahidüddin'in Mustafa Kemal Pasaya, «Ben Halife ve Padisah olarak
Anadolu'ya geçecek olursam düsman kuvvetleri birden telâsa düsüp topyekûn
anavatan üzerine çullanir ve memleketi tam bir esarete mahkûm eder. Sen bir
kumandan olarak git, gerekirse bana ve hükümete âsi ol ve milleti şahlandır»
dedigi ve büyükçe bir para verdigi yolundaki sizintilar dogru mudur, degil
midir?
— Bilmiyorum! Onu hükümet gönderdigine göre elbette gerekli tahsisati vermistir.
Bu siyasî karsiliga şöyle mukabele ettim:
— Tahsisat ayri ve tabiî... Ayrica Sultanin öz cebinden verdigi büyük bir para
var mi, yok mu? Bir rivayete göre 30, bir rivayete göre 42, baska bir rivayete
göre de 60 bin altin lira...
— Bilmiyorum! Mustafa Kemal Pasanin bu vazifeye, Padisahin emriyle Ferit Pasa
tarafindan gönderildigini biliyorum!
— Emir veren Padisah olduguna göre asil maksadini hükümetten gizli tutmus olmasi
ihtimali yok mudur? Hususiyle Sultan Vahidüddin'in son derece ketum ve tedbir
zekâsina malik bir insan oldugu düsünülecek olursa?
— Olabilir!... Vahidüddin Ferit Pasayi sevmez ve ona itimad etmezdi. Nitekim
Paris'de Versay Sarayindaki sulh müzakereleri zamaninda babami çagirtti ve ona
şu emri verdi: «Sen de Ferid'in arkasindan git ve onu kontrol et!...»
Muhatabim bu noktada dâvanin aslî çizgisini birakarak tarihî kiymet bakimindan
ehemmiyetli olsa da Sulh Konferansina ait hususiyetlere daldi ve oradan yine
Vahidüddin'in vatan baglisi seciyesine döndü. Onlari yerinde tekrar ele almak
üzere, biz, dâvamiz ve tezimizin asil dügüm noktasi olan Vahidüddin - Mustafa
Kemal Pasa görüsmesine gelelim ve onu Mustafa Kemal Pasadan dinledikten sonra,
bir de, kendi gözlügümüzden ve vesika çerçevesinden seyredelim...
DÜGÜM NOKTASI SAHNE
Millî şahlanış hareketinin fikirde müellifi ve bu maksatla Mustafa Kemal Pasayi
Anadolu'ya gönderen, dogrudan dogruya Vahidüddin... Bu isin sahnesi de, Yildiz
Sarayinda, denize karsi küçücük bir oda...
Zât-i Şahane, daha Önceki bir iki temasin pesinden Mustafa Kemal Pasayi son
olarak bu salonda kabul ediyor ve ömrü boyunca son defa görmüs oluyor.
Şimdi bu sahneyi, biraz sonra ortaya dökecegimiz vesikalarin delâletlerindeki
yekûn ve muhasebe neticesi olarak biz çizelim:
Mustafa Kemal Pasa, Padisahla daha evvelki karsilasmasinda gayesi
temellendirilmis olarak Dokuzuncu Ordu birliklerine müfettis tâyin edilmis ve bu
birliklerin yayili oldugu mintikaya gitmek için hemen Samsun'a hareket etmek
üzere hazirligini tamamlamistir.
Ve iste bu sebeple Padisahin karsisinda bulunuyor.
Onun bu yeni vazifeye tâyinini izah eden dis sebep Samsun ve civarindaki Türkler
ve Rumlar arasi çatisma ve bundan dogan huzursuzluk... Askeri selâhiyetler
yaninda mülkî yetkileri de bulunan Mustafa Kemal Pasa, bu huzursuzlugun hemen
giderilmesini isteyen Ğngilizlere karsi şöyle izah edilmektedir :
— Huzursuzlugu giderecek, nizam ve âsâyisi getirecek ve Şark Ordusundaki
mukavemeti kaldiracak olan general iste bu zâttir:
ingilizlere karsi bir aldatmaca zanniyle oynanan bu oyun, Vahidüddin tarafindan
kendi öz hükümetine de ayni şekilde telkin edilmistir.
«Anadolu Ğhtilâli» isimli eserin 190 inci sahifesinde, bu tâyinin dogrudan
dogruya Hünkâr tarafindan yaptirildigi şu satirlarla kaydediliyor:
«Vahidüddinin kaçmasini takiben, 150'lik listeye dahil olmadigi halde memleketi
terkeden Nâci Azmi Yegen Beyin ifadesine göre, sabik Sultan, bir gün kendisine
şöyle demistir:
— Samsun'a bir müfettis gönderilecegini ögrenince yâverânimdan Erkân-i Harp
Mirlivasi Mustafa Kemal Pasayi da nazar-i itibara aliniz» diye emir eyledim!»
Vahidüddin aleyhtari bir kalemin tetkiki neticesi olarak ortaya atilan bu
şahadetten açikça anlasiliyor ki, Mustafa Kemal Pasayi yeni' vazifesine tâyin
ettiren, ne Harbiye Nâziri, ne de Sadrâzamdir. Sadece ve sadece, gayesini
hükümetinden bile saklamis olan Padisahtir; ve bu isde Vahidüddin'in isteyerek
veya istemiyerek tâyini tasdik ettigi yolundaki nakiller uydurmadan ibarettir.
Ayni kitabin, 189 uncu sahifesinin sonlarinda ve 190 inci sahifesinin basinda
Hünkâr ve Pasa arasindaki münasebeti belirtirken diyor ki;
«— Sultan Vahidüddin'in Mustafa Kemal Pasa hakkinda kanaati, hiç şüphe yok ki,
ona en az bu önemli görevin verilmesine müsaade edecek kadar müspetti.
Veliahtligindan beri tanidigi fahri yaverinin kabiliyetinden, kendisine olan
bagliligindan şüphe edecek hiç bir sebep yoktu. Ğkisi de Enver'i sevmiyorlardi.
Ayni kimseye duyulan bu ortak his, onlari az çok birbirine yaklastirmis
olmaliydi. Kaldi ki, Vahidüddin, Mustafa Kemal Pasanin ancak büyük islerle
tatmin olunabilecek mizacini biliyor ve muhtemelen onun şahsında, ilk taraf için
de kârli neticeler saglayacak bir müttefik görüyordu.»
Ancak «itiraf» kelimesiyle vasiflandirabilecegimiz bu görüsten sonra öyle bir
hakikat unsuruna dokunuluyor ki, tâyin emrinin tepeden inme Sultandan geldigi,
laboratuar hükmiyle ortaya; çikiyor:
«Böyle bir yorumda bulunmamizin en önemli sebebi, Mustafa Kemal Pasanin tâyinine
ait iradeyi ufak bir tereddüt göstermeden derhal almasidir. Harbiye Nezareti,
Pasanin tayinini, Padisaha arzedilmek üzere 30 Nisanda Sadarete yazmis ve ayni
gün Padisahin irâdesi alinmistir.»
Artik şüphe kaliyor mu, Vahidüddin'in, Mustafa Kemal Pasayi, maksadi her neyse
ruhunda gizlemis olarak, bizzat tâyin ettirmis oldugunda?.. Ve bu tâyinin resmen
hükümet ve Ğtilâf kuvvetlerine, Samsun ve havalisini huzura kavusturmak ve Şark
Ordusunu Mütareke şartlarına yanastirmak için diye gösterildigine...
Şimdi sira, naziklerin nazigi noktaya geldi.
Acaba Mustafa Kemal Pasa, eski Yaver Ali Nuri Bey tarafindan «ikna edildi!»
tabiriyle ifade olundugu gibi, bu tâyin sirasinda, ister Padisah, ister hükümet
cephesinden kendisine gösterilen sebebi kabul etmis bulunuyor muydu? Kabul
etmisse «ikna» edilmeye ne ihtiyaci olabilir? Kabul etmemisse, tâyin muamelesini
daha basinda durdurmasi icap etmez mi?
Hele millî şahlanışı 'kamçilamak gibi bir hareket kendi öz dâvasi ve plâniyse,
Padisah tarafindan ikna edilmek diye bir şeyin onun semtine bile ugramamasi
gerekmez mi?
Eski yaverin derin bir saffet ve samimiyetle bildirdigine ve Naci Pasa gibi
Mustafa Kemal'in güvenini kazanmis bir zati şahit tutmasina göre şüphe yoktur
ki, son dakikada Padisah ile Fahrî Yaveri arasinda bir «ikna» tablosu cereyan
etmis ve bu is-de basari Padisahta kalmistir.
Şu hâlde Mustafa Kemal Pasayi, son defa çiktigi Padisahin huzurunda yeni
vazifesini tereddütle benimseyici bir ruh haleti içinde kabul etmeye mecburuz.
кte bu ruh haletiyle karsisina geçen Pasayi, vahidüddin, küçük salonda evvelâ
ayakta kabul ve sonra ona yer göstererek kendisiyle dizleri üzerine dokunacak
şekilde yakin oturuyor.
Ve tezimiz bakimindan, her ne oluyorsa bu son karsilasma neticesinde oluyor.
Vahidüddin Mustafa Kemal Pasaya penceredin, düsman donanmasini göstererek birçok
kaynak tarafindan belirtildigi gibi şöyle diyor:
— Pasa, namlularini saraya çevirmis olan düsman toplarini görüyor musun?. Bu
vaziyet karsisinda saray ve devlet olanca emniyetini kaybetmis bulunuyor!
Derken Vahidüddin gelen kahveyi Mustafa Kemal Pasaya eliyle verdikten ve yine
eliyle sigara ikram ettikten sonra devam ediyor:
— Böyle yakin oturusumuz ve fisildarcasina konusmamiz en münasip şekildir. Şu
sarayin duvar tuglalari arasinda bizi kimmbilir kaç kulak dinlemektedir?
Bu üslûptan fevkalâde hislenen ve tesir altina giren Mustafa Kemal Pasa, nihayet
Millî Şahlanış Hareketinin dügüm noktasi olan ve tarihe intikal edecegi gün
vatan çapinda bir hâdise teskil edecegi muhakkak bulunan şu hitap karsisinda
kaliyor:
— Pasa! Türkiye'yi kurtarmak için Ğstanbul'dan herhangi bir hareket beklemeye
imkân yoktur-Ğstanbul, vatanin kalbi olarak düsman pençesinin içindedir. Onu ve
onunla beraber topyekûn vatani vücuddan, vücudun kalbi çevreleyici temel
âzasindan baska hiçbir şey kurtaramaz! O da, imparatorlugun kalble rabitalari
büsbütün çözülmüs eczasindan sonra elde kalan mazlum ve çilekes ana vatandir.
Yâni Anadolu!.. Anadolu'ya geçmek ve orada millî bir kiyama zemin açmak
lâzimdir!
Mustafa Kemal Pasa bu sözleri büyük bir dikkat ve iddia ettigimiz gibi biraz da
(sürpriz) tavrîyle dinleyedursun... Bize denilebilir ki:
— Bu, tiyatro konusmalari gibi hayalden uydurma hissini veren lâflari nereden
çikariyorsun? Ğlmî ve tarihî hakikat belirtmeleri için mutlaka vesikaya istinat
ettirilmeleri gereken bu diyaloglari kimlerin şahadetiyle ispat edebilirsin?
Cevabimiz şudur:
— Evvelâ beni dinleyin! Sonra da ispatini isteyin! Ve ben Vahidüddin - Mustafa
Kemal Pasa tablosunu çizerken pesin hüküm tavirlarindan uzak kalin! Ruhunuzu ne
o taraftan, ne bu taraftan, tesir disi tutun ve neticeye göre hükmedin!
Riyaziyede bir ka'de vardir: Ya hüküm ve netice basa alinir ve ispat onu takip
eder, yahut ispat pesin olur ve netice sonda gelir. Biz hükmü basa alarak
ispatini ondan sonra vermek metodunu tercih ediyoruz. Şöyle ki:
Padisah diyor ki, Mustafa Kemal Pasaya: — Sizi Anadolu'ya, iste bu millî kiyam
zeminini açmaniz için gönderiyorum! Düsman kuvvetlerine, hususiyle Ğngilizlere
ve hükümete karsi gidis sebebimiz ayridir. кgal kuvvetleri, sizin Samsun'da
âsayisi iade edeceginiz ve Şarktaki ordu mukavemetini kaldiracaginiz kanaatini
besleyeceklerdir. Gerçek sebebi ise yaliniz siz ve ben bilecegiz. Millî ruhu
Anadolu'nun her yerinde, hissedilir şekilde parça parça kendisini göstermeye
baslamistir. Size düsen is, bu ruhu büsbütün alevlendirerek orduyu da içine alan
bir daire merkezinde bütünlestirmek Ve teskilâtlandirmaktir. Henüz haber almis
bulundugumuza göre Yunanlilar Ğzmir'i isgale basladilar. öbür isgal mintikalari
da malûmunuz... Artik Yunanliya kadar yol veren bu son isgal, eminim ki, büyük
bir millî infial ve karsi koymaya vesile olacaktir. Ğçinde bulundugumuz belâli
şartlar karsisinda, tek merkezli ve yekpare bir millî hareket üzerimize farzdir.
Böyle bir hareketin sevk ve idaresini hangi kumandana emanet edebilecegimi uzun
uzun düsündüm. Nihayet, tasidiginiz vasiflar bakimindan sizi buldum! Bahanelerin
her tarafa emniyet verici en münasibiyle de alâkali makamlara derhal tâyininizi
irade ettim.
Vahidüddin, ayri bir telkin tavri ve toniyle devam ediyor:
— Hatira şöyle bir sual gelebilir: «Ya siz, Padisah ve Halife olarak niçin
bizzat Anadolu'ya geçip millî şahlanışı en yüksek merkezine kavusturmayi
düsünmüyorsunuz? Niçin bizzat Anadolu kiyaminin basina geçmiyorsunuz?» Çünkü
böyle bir tesebbüs, hareketi baslamadan bogmak, bogulmasina sebep olmak
neticesini dogurur. Eger ben gizlice hazirlanip Anadoluya ve millî mukavemetin
basina geçecek olursam, bu tesebbüs millî kiyami en üstün derecesine çikarir
amma, milletimiz için bir felâket, intihar gibi bir şey olur. O zaman Ğtilâf
kuvvetleri şu andaki tereddütlü vaziyetlerini bir anda degistirirler,
toparlanirlar, isin aldigi ehemmiyet karsisinda topyekûn üzerimize saldirirlar
ve topyekûn tasfiyemize giderler. Hareketi de, artik ikinci bir davranisa imkân
birakmamacasina bastirirlar. Bu da artik sulha Ve yeniden şart kosma imkânina
kökünden sed çeker. Sulh Konferansinin hazirlanmakta oldugu şu ân, devlet
merkezinden gelmeyip de, milletten gelen ayarli bir direnme ise, haklarimizi
konferans masasinda daha iyi koruyabilmemiz için, ancak göz korkutma plâninda, o
plân tasinmadikça destek teskil edebilir. Böylece Avrupa, uyumayan, gerekirse
istiklâli için canini fedaya âmâde bir millet karsisinda oldugunu anlar ve
şartlarını hafif tutabilir. Yâni millî şahlanışın muvaffak olabilmesi için
mutlaka, Ğstanbul, devlet ve Padisah disinda vücut bulmasi ve düsmanlarimiza
azamî telâs ve dehset hissini vermiyecek çapi muhafaza etmesi lâzimdir. Hattâ bu
hareket, bana ve hükümetime aykiri diye de gösterilebilir. Evet Pasa;
Anadolu'ya, en ince bir san'at, askerî ve mülkî idare dehâsiyle, iste bu gayeyi
gerçeklestirmek üzere geçecek ve Allah'in inayetiyle muvaffak olacaksiniz!
Padisah, topyekûn Mîllî Kurtulus Hareketine temel teskil eden, fakat tarihi,
istirabindan çatlatacak şekilde topraga gömülen, gözlere gösterilmeyen ve ancak
birkaç fâninin ruh mahzeninde gizli kalan bu telkinlerden sonra Mustafa Kemal
Pasaya, bizzat Mustafa Kemal Pasa tarafindan itiraf edildigi gibi şu son sözü
söylüyor:
«— Muvaffak ol!»
Padisahin Mustafa Kemal Pasaya son sözü: — Size bu azîm dâvada muvaffak olmaniz
için kesemden (...) altin veriyorum. (Tamamiyle tespit edilemeyen bu rakam,
evvelce de kaydettigimiz gibi, bir rivayete göre 30, bir rivayete göre 42, bir
rivayete göre de 60 bin liradir)... Ayrica, elinize, tesebbüslerinizde muvaffak
olmaniz ve gereken itimat ve selâhiyeti telkin edebilmeniz için bir de «Hatt-i
Hümayun» tutusturulacaktir. Tarafimdan ayrica hâtira kabilinden size bir hediye
verecekler... (Üzerine Padisahin adina ait ilk harfler islenmis olan altin
saat)... Gidiniz ve vatani kurtariniz! Artik bu dâvaya ve onun tatbiki
prensipine kanaat getirmis bulunuyor musunuz?
Mustafa Kemal Pasa, eski yaverin «ikna edildi!» demesinde, basyaver Naci Beyin
de (Naci Pasa) yaverler odasina gelip «Hünkâr Mustafa Kemal Pasayi ikna etti!»
diye haykirmasinda belirtildigi gibi, henüz tereddütlü oldugu besbelli bulunan
bu mevzuda tam bir teslimiyetle huzurdan ayriliyor ve bir gün sonra «Bandirma»
Vapuriyle Samsun'a hareket ediyor.
Defalarca çizilen tablo...
Kendisine tam hareket edecegi sirada Dahiliye Nâziri Mehmed Ali Bey tarafindan
bir zarf içinde, ayrica ve resmî mahiyette bir tahsisat verilecegi de
bildirilmistir.
Mustafa Kemal Pasa huzurdan çikarken, artik bir daha görmeyecegi Sultan
Vahidüddin'den, bizzat hâtiralarini anlatirken söyledigi gibi, şu iki kelimelik
cümleye muhatap oluyor:
«— Muvaffak ol!»
Şimdi is, bir roman üslûbiyle canlandirmaya çalistigimiz, fakat gerçegin tâ
kendisinden ibaret olan bu sahneyi ve Millî Mücadele Hareketini açma fikrinin
topyekûn Padisaha ait oldugunu ispat noktasina gelmis bulunmakta:
Beraberce, evvelâ delilleri tek tek muayene, sonra onlari bütün bir terkip
hâlinde muhakeme ve degerlendirme isinin laboratuarina girelim:
Delillerimiz, muhtelif kiymet ve kuvvette olarak tam 11 tanedir. Kiymet ve
kuvvet sirasina göre numaraladigimiz bu delillerin 4 tanesi riyazi vesika
derecesinde; 5 tanesi, yine vesikaya yakin açik karine hükmünde; son 2 tanesi de
nakli dogrudan dogruya tarafimdan olduguna ve dayanaklari vefat etmis
bulunduguna göre bir itimat mes'elesi olarak, inanilacak olursa en büyük,
inanilmazsa sifir denecek kadar küçük, fakat Öbürleriyle bir arada, inanilmasi
zarurî mahiyettedir:
Kat'î vesikalar:
1 — Eski Dahiliye Nâziri Mehmed Ali Beyin Avrupa'da nesrettigi vesikalar...
2 — Vahidüddin'in Şeyhülislâmları arasinda dinî ve ahlâkî vasiflariyle en üstünü
olan Mustafa Sabri Efendinin, Misirda nesredilip memlekete sokulmasi yasaklanan
meshur ve müthis eseri...
3 — Eski yaver Ali Nuri Beyin tespiti...
4 — Kâzim Karabekir'in hâtiralari...
5 — Mustafa Kemal Pasaya, usûl ve teamül disi olarak verilen Hatt-i Hümâyûn...
Vesika degerinde karineler:
6 — Vahidüddin'in, ne yapacaklarini bilemez şekilde kit'alarini birakip
Ğstanbul'da toplanan genq kumandanlari vazifeleri ve birlikleri basina
göndermesi ve bu arada ortaya koydugu kiymet hükmü...
7 — Vahidüddinin Millî Hareket basladiktan sonra onu, ask, heyecan, ümit ve
istirap içinde ve görülmemis bir alâka ve benimseyisle takip edisi.
8 — Şehzade Mahmut Şevket Efendinin anlattiklari...
9 — Bâzi tarihçilerin şahadetleri...
Vesika üstü vesika degerinde, fakat bir itimat mes'elesi olarak, inanilip
inanilmamasi serbest, Öbür vesikalarla karsilastirilinca da sihhati asikâr,
şahsi nakiller :
10 — Maresal Fevzi Çakmak'tan dinlediklerim.,,
11 — Refet Pasanin bana anlattiklari... Şimdi ispat laboratuarinda bu
vesikalarin teker teker tahlilleri yapilinca görülecektir ki, eger son Osmanli
Padisahi 6. Mehmed Vahidüddîn olmasaydi, istiklâl Harbi olmayacakti.
ĞSPAT LABORATUARINDA
Birinci delil, kaydettik ki, Eski Dahiliye Nâziri Mehmed Ali Beyin Avrupa'da
nesrettigi vesikalardir. «150'lik»lerden olan Mehmed Ali Bey, baslangiçta
Mustafa Kemal Pasanin yakin dostlarindan biriydi ve onu degerlendirmek için
elinden geleni yapmisti. Bu nokta hâtira ve (etüd) mahiyetindeki birçok yazida
gösterilmistir. Millî Mücadele zaferle neticelenip ona uzak veya aykiri
kaldiklari kabul edilenlerden 150 kisi kara listeye alininca Mehmed Ali Bey de
ona dahil -edildi ve Paris'e giderek orada yasamaya ve «La Republique Enchaînee
- Zincire Vurulmus Cumhuriyet» isimli bir gazete çikarmaya basladi. Bu gazetede
Mustafa Kemal Pasa aleyhinde kendince birçok iddia Öne sürdügü ve agir
ithamlarda bulundugu gibi, riyazi degerde vesikalar da nesretti. Bunlardan biri,
Vahidüddin'in emriyle Dahiliye Nezareti «tahsisat-i mesturesi-örtülü
ödenegi»nden pasanin tam vapura binecegi sirada verilen 25 bin liradir. Şimdi bu
vesikayi, bir Vahidüddin aleyhtari ve Halk Partisi mensubu insanin, yani
dâvamiza zit bir kaynagin daha evvel de bahsettigimiz eserinden gösterelim:
«Anadolu Ğhtilâli - Sabahaddin Selek - Sahife 117»:
«Mustafa Kemal Pasa, Ğstanbul'dan ayrilisindan yedi buçuk ay geçtikten sonra
Ankara'ya geldigi zaman bin iki yüz lira parasi vardi. Müftü Rifat Efendi,
Ankara tüccarindan alti bin lira toplayarak Pasaya verdi.»
Muharrir bu bilgiyi, Millî Mücadelenin Maliye Vekillerinden Hasan Fehmi Beyden
aldigini kaydediyor ve şöyle devam ediyor:
«Mustafa Kemal Pasa parasiz idi. Büyük projelerle Ğstanbul'dan ayrilirken,
Anadolu'da kendisine verilecek bin liranin degerini düsündü mü bilmiyoruz.
Ğnceleyebildiğimiz belgeler ancak şunu gösteriyor ki, Mustafa Kemal Pasa
Ğstanbul'dan hareket edecegi günlerde karargâhina mensup subaylarin üçer aylik
maaslariyle, bir miktar olaganüstü Ödenek almak için çok ugrasmistir. Zaferden
sonra tasfiye ettigi siyasî hasimlari onun, Padisah tarafindan verilmis önemlice
bir para ile Anadolu'ya geçtigini söylerler. Halbuki bu söylentinin dogrulugunu
gösterecek en ufak bir delile henüz rastlanmis degildir. Mustafa Kemal Pasanin
Ğstanbul'dan ayrildigi siralarda Dahiliye Nezaretini isgal eden Mehmed Ali Bey
Paris'te çikardigi «La Republîque Enchene» (imlâsi yanlis) adli gazetesinde 9.
Ordu Kit'asi Müfettisine verdigi yirmî bes bin liraya ait makbuzun klisesini
yayinlamistir. кte Mustafa Kemal Pasanin Anadolu'ya götürdügü para bundan
ibarettir.»
Tezadin derecesine bakin ki, parasiz gösterilen Mustafa Kemal Pasanin neticede
25 bin lira aldigi kabul ediliyor da, kâgit para hesabiyle de olsa bugünkü
paraya nispetle 4 milyon lira degerinde bir meblâg, «bu da bir şey mi?»
gibilerden hafife aliniyor; sonra da, olup olacak yaliniz bin iki yüz lirasi
bulundugundan bahsediliyor!
Hesap açiktir: O zaman altin 4 kâgit lira degerindeydi. Bugünküne kiyasla 175
misli fark... O hâlde kâgit parayla o zamanki 25 bin lira, bugünün en asagi 4
milyon lirasina denk... Öyleyse nasil olur da bu para, Mustafa Kemal Pasaya
hususî ve siyasî ihtiyaç mevzuunda verildigine göre yedi buçuk ayda tükenmis
olabilir?
Şu anda mevzuimuz sadece Dahiliye örtülü ödeneginden çikan parada oldugu için
Vahidüddin'den ve Sultan'in hususî kasasindan çikan en az 30 bin lirayi nazara
almiyoruz. Alacak olursak, o zamanki kâgit parayla 120 bin bugünkü deger
Ölçüsiyle de 22 milyonluk bir 'kiymet vahidi karsisinda kaliriz. Hepsi 28
milyon... O da, bilinenin en küçük haddi kabul edilmek şartiyle...
Bundan sonra Halk Partili muharrir, parasiz gösterdigi Mustafa Kemal Pasaya 25
bin liranin nasil verildigini bülbül gibi bizzat naklediyor:
«Dahiliye Nezareti, Örtülü Ödeneginden Ödenen bu parayi Mehmet Ali Bey, yaninda
Emniyet Şube Müdürlerinden Kâdi Bey oldugu hâlde, Mustafa Kemal Pasayi Samsun'a
götürecek vapura hareketinden biraz önce gelerek bizzat vermis ve klisesi
yayinlanan makbuzu da orada Badi Bey yazmistir.»
Dikkat edilecek nokta şudur ki, biz bu paranin Mustafa Kemal Pasa tarafindan
şahsî tasarrufuna geçirildigi ve gaye yolunda tarfedilmedigi Ğddiasında degil,
sadece kendisine verildigi ve dolayisiyle onun bu gayeye Padisah tarafindan
memur edildigini gösteren bir vesika karsisinda bulundugumuz dâvasindayiz.
Samsun ve havalisinde asayisi iade etmeye ve Şarktaki birliklerin mukavemetini
ortadan kaldirmaya memur edilerek gönderilen bir kumandana, karargâh kadrosunun
üç aylik maas ve masraflari ödendikten sonra ayrica bu kadar büyük bir meblâg
vermeye lüzum ve sebep yoktur. Böyle bir para, ancak ve ancak memleket çapinda
bir harekete baslamanin ilk imkânlarini saglamak için verilebilir ve mutlaka
büyük bir tesebbüse delâlet eder. Bu tahlil noktasi kat'î ve riyazidir; ve bu
para, her nereye sarfedilmis olursa olsun, mutlaka alindigi sabit bir meblâg
olduguna göre, Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya gönderen Padisahin hususî
maksadini, bu maksadin da Millî Mücadele cephesini kurdurmaktan baska bir şey
olamayacagini ispat eder.
Vesikalardan en ehemmiyetlisi Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin, Misirda
basilan, adini vermekten bile çekinecegim eseridir.
Ben bu eseri gözümle görmedim ve içinden hiçbir parçaya asli veya tercümesiyle
şahit olmadim. Sadece uzaktan eseri, onun memlekete girmesinin şiddetle
yasaklandigini ve tasidigi tezi biliyorum. Bu eserde şahsî ve indî fikirleri
muharririne birakarak ve bu fikirler karsisinda ne düsündügümüzü bildirmekle
mükellef olmayarak kaydedelim ki, aynen eski Dahiliye Nâziri Mehmed Ali Beyin
Paris'teki nesriyatinda oldugu gibi, fikir disi vesika göziyle bu eserde,
okuyanlar tarafindan bana söylendigine göre birçok mühim nokta hattâ tezimiz
bakimindan hayatî kiymette ifsalar vardir.
Biz Mustafa Kemal Pasa hakkinda şahsî ve indî fikirleri merak ve onlara istinat
ve istirâk etmekten uzak ve müstagni oldugumuz için, ancak, Millî Kurtulus
Hareketinin ilk müellifinin Vahidüddin oldugu üzerindeki vesikalari
degerlendirmek mevkiindeyiz. Bize kesin olarak bildirildigine göre bu eserde,
Pasayi Anadolu'ya ve Anadolu hareketini açmak üzere gönderenin Vahidüddin oldugu
yazilmakta, vesikalariyle gösterilmekte ve kendisine Padisah tarafindan verilen
altin liralarin miktari, verilis tarzi ve gayesi nakledilmektedir.
Ğstikbalin hakikatsever tarihçisine, ehemmiyetli bir kaynak olarak isaret
ettigimiz bu eseri, fikirleri disinda bir vesika deposu diye vasiflandirir ve
geçeriz.
Üçüncü vesika, Sadrâzam Tevfik Pasa mahdumu, eski Sultan yaveri, yasini basini
almis ve herhangi bir hakikat tahrifçiligi sedyesinden uzak Ali Nuri
Beyefendinin, kendi görüsü olarak ve Basyaver Naci Beye (General Eldeniz)
istinat ettirerek söyledigi «Padisah Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya geçmeye
ikna etti!» sözüdür ki, hamlenin Padisahtan geldigi ve bu dâvada Mustafa Kemal
Pasanin baslangiçta mütereddit bulundugu üzerinde hiçbir şüphe birakmaz.
Dördüncü vesika iseMillî Mücadelenin en mübarek çehrelerinden Kâzim Karabekir
Pasanin,şu, türlü maceralara vesile olan, Ğnönü devrinin basinda
tabettirilip toplatilan, sonra bâzi degisikliklerle tekrar yayinlanan eseridir
ki, tetkike açik bu eserde baslica delâlet, bir Örnegini daha evvel
gösterdigimiz şekilde, Mustafa ¦ Kemal Pasanin Mütareke ve isgal hengâmesinde
Kabineye girmekten baska bir şey düsünmedigi ve bu niyetinden kendisini
Karabekir Pasanin caydirmaga çalistigidir. Kat'î vesika hükmündeki bu ifadeyi,
Mustafa Kemal Pasanin baslangiçta millî bir şahlanmaya yol aramadigi, o hâlde bu
fikri Padisahtan aldigi şeklinde yorumlamak, mücerret hak ve hakikat bakimindan
zarurî olur.
Besinci vesika, derin bir tahlile tâbi tutulacak olursa, belki bütün vesikalarin
en kuvvetlisi olarak Mustafa Kemal Pasaya verilen Hatt-i Hümâyûndur. Evvelâ
Hatti kelimesi kelimesine göz önüne serelim :
«Yâveran-i şehriyarîmden Erkân-i Harbiye Merlivasi Mustafa Kemal Pasaya:
Harb-i Umuminin müttefikin hesabina ziyai üzerine tahassül eden vaziyet-î
siyasiye, ecdâd-i izamim mülkünü ve makami Hilâfet ve Saltanatimi müskül ve
tehlikeli bir sahaya sürüklediginden Hükûmet-i Seniyemin karari veçhile tâyin
olundugunuz mintikada asayisi temin ve merzi-i şahaneme mugayir ahvalin hudüsunu
menile cümleten def-i sâ'le bezl-i cehd ü gayret ederek milletimin masumiyetini
te'yîd ve mülkümün eyâdi-i mütearrizinden tahlisi için yek vücut olarak hareket
edilmesini, selâm-i şahanem asker ve memurine ve ehaliye tebliigini irade ettim,
Mehmed Vahiduddin»
Şimdi bu Hatti, en açik dille sadelestirelim:
«Yaverlerimden Kurmay Tuggeneral Mustafa Kemal Pasaya:
Umumî Harbin müttefikler hesabina kaybedilmesi üzerine dogan siyasî durum, büyük
atalarimin mülkünü ve Hilâfet ve Saltanat makamini çetin ve korkulu bir yere
sürüklediginden hükümetimin karariyle atandigimiz mintikada asayisi saglamak ve
şahane riza ve dilegime aykiri hâllerin meydana gelmesini engelleyerek ve
topyekûn korkulu şeylerin def'ine cehd ve gayret göstererek milletimin
dokunulmazligini gerçeklestirmek ve memleketimin saldirgan ellerden
kurtarilmasini saglamak için tek vücut hâlinde davranilmasini şahane selâmimla
beraber asker ve memurlara ve halka bildirilmek üzere irade ettim!»
Bu ferman, en küçük şüpheye yer birakmayacak şekilde, Millî Kurtulus hareketini
Vahidüddin'in açtigina kat'î burhandir.
Şöyle ki, bütün Osmanli tarihinde buna benzer [ bir fermanin herhangi bir
kimseye verildigi görülmüs degildir. Görülmemis olan, açikça vatan kurtariciligi
rolünün verilmesi ve bu gaye ugrunda asker, memur ve halka tek vücut hâlinde
harekete geçmesi emrinin bildirilmesine Mustafa Kemal Pasa'nin memur
kilinmasidir.
Gerçekten bu ferman, şimdiye kadar meçhul kalmis bir vesika olmadigi hâlde
hakikî mânasi ve açik delaletiyle kimsenin tam dikkatini çekmemis, yâni malûm
içinde meçhul kalmistir. Bu da, fermanin, belki açiga vurulur da Padisahin
gayreti düsman devletlerin gözüne batar kaygisiyle biraz müphem ve karanlik
yazilmasindan ve sahte bahaneyi basta göstererek kaleme alinmasindan
dogmaktadir. Fermanin bütün ruhu sonundaki şu cümlelerdedir:
«Milletimin dokunulmazligini gerçeklestirmek ve memleketimin saldirgan ellerden
kurtarilmasini saglamak için tek vücut hâlinde davranilmasini, şahane selâmimla
beraber asker ve memurlara ve halka bildirilmek üzere irade ettim!»
Böyle bir ferman, basit bir âsâyis isi için Anadoluya gönderilen bir pasaya
verilemez.
Bu ferman, ehemmiyetli kismi sona getirip birdenbire dikkati çekmemek taktigi
içinde şunu söylüyor:
—. Ğstiklâl ve masuniyeti elden gitme vaziyetine gelen millet ve vatani
kurtarmak için, asker, memur ve halk elele veriniz ve tek vücut hâlinde ileriye
atiliniz!
Bu da Millî Mücadeleyi tasarlama ve açma emrinden baska hiçbir şey olamaz ve bu
dâvanin Mustafa Kemal Pasaya ilk defa Padisah tarafindan telkin edildigine dair
riyazî kat'iyetteki senedi teskil eder.
Garip bir hayal cömertligiyle:
— Fermani Vahidüddin'e Mustafa Kemal Pasa dikte etmis olabilir!
"Denilecek olursa cevabi gayet basittir:
O hâlde Vahidüddin Mustafa Kemal Pasanin tâbi ve müttefiki demek olur ki, bu
vaziyet onun sonradan gördügü muamele ve bir vatan haini sayilmasiyle kolayca
bagdastirilamaz. Hususiyle Padisahtan böyle bir ferman almak lüzumunu hisseden
bir insanin onu, faaliyeti esnasinda kullanmasi gerekir ki Mustafa Kemal Pasa bu
fermani hiç kimseye göstermediginden fermanin kendi istegiyle alinmadigi ve
Padisahin müstakil ve mücerret iradesini temsil ettigi ortaya çikar.
Bakin bu ferman hakkinda karsi tarafin muharriri (Anadolu Ğhtilâli - Sabahattin
Selek - Sahife 190 ve 191) ne diyor:
«— Bir metin hâlinde ortaya atilan Hatt-i Hümâyûnun uydurma olmasi ihtimali
kanatimizce zayiftir. Fakat, Mustafa Kemal Pasanin bunu isine yarar bir belge
saymadigi ve hiçbir yerde kullanmadigi da muhakkaktir. Pasanin karargâhi ile
birlikte, Sivas'taki III. Kolordu Kumandanligina giden Albay Refet (Bele) Bey
bile böyle bir belgeden haberdar
olmadigini bize söylemistir.
Bu Hatti Hümâyûn dogru da olsa, Padisaha bundan bir şeref payi çikarmak mümkün
degildir. Hükümdarin söyledigi yuvarlak lâflar, herhalde Mustafa Kemal Pasanin
yapacaklarini kasdetmiyordu »
Mustafa Kemal Pasanin, bizce de kabul edildigi gibi, bu fermani kimseye
göstermemis ve hiçbir yerde kullanmamis olmasi, tezimizi zayiflatmak yerine
kuvvetlendirir mahiyettedir ve iradenin Padisahtan geldigini göstermek yerine
göstermemeyi tercih ettigine ve uygun bulduguna isarettir. Ğlk hamle ve irade
Padisahtan da gelmis olsa, onu gerçeklestirmenin şeref payi yeterken, bütün
haklari inhisar altina alici taraf tutmalar, Mustafa Kemal'i tutmak ve
degerlendirmek olamaz.
Âdet ve usûl disi olarak Mustafa Kemal Pasa'nin eline verilen ferman, onun,
millî şahlanma hareketini uyandirmak, gelistirmek ve gayesine erdirmek yolunda
Vahidüddin tarafindan Anadolu'ya gönderildigine şaşmaz hüccettir; ve ondan sonra
kendisince ismarlanan bu azametli isi yerine getirebilmenin şerefi bir insana
yeter.
Şimdi is, bes muhtesem vesikadan sonra bu vesikalarin teyidcisi ve karine
mahiyetinde, altinci, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu vesikalara geliyor:
Altinci vesika:
Daha evvelki bahislerde geçtigi gibi, Vahidüddin'in, perisan kit'alarini birakip
Ğstanbul'da toplanan genç kumandanlari yeni tâyinlerle, birlikleri basina
göndermesi ve ardindan hemen kiymet hükmünü belirtip «yoksa hâlimiz Endülüs'e
döner; bir şey yapabilmek için bu kumandanlarin kit'alari basinda olmalari
lâzimdir!» demesi, Millî Hareketi o zamandan tasarlamaya basladiginin muhkem
karînesidir.
Yedinci vesika:
Eski yaver Ali Nuri Beyefendinin, Anadolu hareketi sirasinda Vahidüddin'in tavir
ve edasina dair verdigi kat'î ve emin bilgidir. Onu dinleyelim:
«— Vahidüddin, Anadolu hareketine ait zafer ve muvaffakiyet haberleri geldikçe,
saadetinden ne yapacagini bilemezdi. Nitekim Dumlupinar zaferinde, selâmlik
resmi, Padisahin emriyle, Yildiz camii yerine Sultan Selim camiinde ve ihtisam
içinde yapildi ve şehitlerin ruhuna Fatihalar okundu. Bâzi rîc'at ve arazi
kaybetme ânlarinda o kadar üzülürdü ki, duydugu aciyi belirtmek kabil degil...
Kendisinde askerî bir kültür ve anlayis mevcut degildi, fakat böyle ânlarda
hiçbir iyi tefsir ve izahi kabul etmezdi. Sakarya müdafaa ve çekilmesi sirasinda
üzüntüsü son haddine varmis ve Ankara'nin düsmesi ihtimaline karsi korkusu, onu,
çilgina çevirmisti. Beni çagirip izahat istedi. Her zamanki tas basmasi haritayi
açip vaziyeti izaha çalistim. Düsmanin asil menzilinden çok uzaklasmis
bulundugunu, bu hâlin askerlikçe makbul bir vaziyet olmadigini, er veya geç,
yunanlilarin bu ihtiyatsizligi çok agir ödeyeceklerini ve ümitsizlige düsmemek
gerektigini anlattim. Kabul etmedi ve şöyle dedi: (Anadolu'nun yarisi gitmis
vaziyettedir. Yunanlilar aileleriyle gelip buralara yerlesebilirler. Ümidim
zayifliyor ve istirabim tahammül hududunu tasiriyor. Dayanamiyorum!) Bu sözlere
mukabele ederek, Yunan ordusunun bir asiret ordusu olmadigini, bütün ordu
unsurlarinin, çoluk - çocuklarini Yunanistan'da birakmis olduklarini ve asla
beraberlerine alamiyacaklarini, ana üs çevresinden bu kadar uzaklasmakla her gün
biraz daha zayiflamaya dogru gittiklerini ve elbette millî kuvvetlerimizin bir
gün bu durumdan faydalanacaklarini ileriye sürdümse de Sultani tatmin ve teselli
edemedim. Askerî vaziyette en küçük fenalik onu nasil kahredip yaraliyorsa, en
küçük iyilik de saadetinden uçacak hâle getiriyordu. Sultan Vahidüddîn, Kuva-yi
Milliyecilere karsi olmak veya ihânet olmak şöyle dursun, en büyük korku ve
istirabini onlarin mücadeleyi kaybetme ihtimalinde yasiyordu. Bu duygusunda da
son derece samîmiydi. Onun çektigi aciyi tarihte hiçbir hükümdar çekmemistir.
Milli mücadeleye karsi belli basli bir zümrenin takindigi menfi tavirla
Vahidüddin'deki namütenahi müspet tavri birbirinden ayirmak ve tek tek
görebilmek lâzimdir.»
Sekizinci vesika:
«Sarikli Mücahitler» ismiyle, Kadir Misiroglu tarafindan yazilan ve basilan
eserde, Şehzade Mahmut Şevket Efendiye ait beyan, sarayin, Millî Mücadele ugruna
Mustafa Kemal Pasaya ettigi yardimin Ğstanbul'dan hareketinde verdigi ve
verdirdigi meblâglardan ibaret kalmayip sonradan ve hareketin baslangiç
zamaninda yüzbinlere ulastigini ve yarim milyona yaklastigini belirtmektedir ki,
bugünün deger ölçüsüyle 100 milyonluk bir kiymet ifade eder ve Millî Mücadeleyi,
ilk merhalede, dogrudan dogruya Padisah iradesine baglar.
Dokuzuncu vesika:
Sadece bir karîne olarak, bazi tarihçilerin şahsî görüs ve kanaatlerinden ibaret
ve bütün olup bitenlerin fikir adamlari üzerindeki intihalarini gösterici umumî
hükümler...
Mustafa Kemal Pasanin, kendisine bizzat hâtiralarini anlattigi tarihçi Enver
Behnan Şapolyo'ya, Hava Yollari Ankara terminal binasinda ve birkaç Büyük Dogucu
genç huzurunda sordum:
—- Sen, Mustafa Kemal Pasanin, Ğstiklâl Savasini açmak üzere Anadolu'ya
Vahidüddin tarafindan gönderildigini kabul ediyor musun? Cevabini nesredecegim!
Cevabi iki kelimelik oldu:
— Kabul ediyorum!
Muharrir Tekin Erer şu karsiligi verdi:
— Bu herkesçe malûm bir hakikat!... Bunun yazisini da yazdim!
D'aha ismini sermek isteyen ve istemeyen nice ilim ve fikir adami ayni
kanaattedir ve aralarinda meslegi tarihçilik olan profesörler de vardir.
Bu umumî karineden de hususî mânâlar devsirmek hakkimizdir.
Sira, inanilip inanilmamakta herkesi serbest tutan ve sihhatini ancak yukaridaki
vesika ve karinelerle birlikte mütalâa edilmek metodunda bulan şahsî kurcalama
ve arastirmalarima ve bunlarin sagladigi iki muazzam tespite gelmistir.
Onuncu vesika:
Maresal Fevzi Çakmak'tan dinlediklerim... Kaydetmistim ki, ben, Maresali,
damadi, Paris'te tahsil arkadasim Burhan Toprak vasitasiyle tanimis, tez zamanda
büyük teveccüh ve itimadina mazhar olmus ve kendisiyle, ileri geri, her şeyi
konusabilecek bir ruh sarmas - dolasina ermistim. Bu sarmas - dolas o kadar
derindi ki, Ğkinci Dünya Savasinin baslarinda bir gun, sirtimda süvari tegmeni
üniformasi, Genel Kurmay dairesinde, Maresali, sonradan bir fikramda yazdigim
gibi, şu korkunç davete muhatap tutacak kadar ileriye gitmistim:
— Memleket harbe girmedigi hâlde ruhî, ahlâkî, idarî, iktisadî bir felâket
uçurumuna düsmüs bulunuyor! Avrupa gazeteleri hâlimizi bir «cinnet» ifadesi
olarak kaydediyor ve bizi kopacak bir ihtilâlin bütün sirlarini tamamlamis
sayiyor. Bu vaziyette niçin orduyu harekete geçirmiyor ve bu gidise «dur!»
demiyorsunuz?
Derin bir iç çekisinden sonra Maresal şu mukabelede bulunmustu:
.— Ben Yeniçeri degilim!
— Pasam! Yeniçeriligi kaldirmak için bile bir kereci'k Yeniçeri olmaya mecburuz.
Münasebet derecemi anlatmak için kaydettigim hu konusmadan birkaç yil evvel
Maresal'in Çankaya'daki köskündeyiz... Maresal, ben ve damadi Burhan Toprak...
Maresale diyorum ki:
— Ben Vahidüddin'e vatan haini diyemiyorum. Aksine, onun cihanda esi görülmemis
bir talihsiz ve mazlum oldugu kanaatindeyim. Siz o devrin baslarinda Erkân-i
Harbiye-i Umumîye Reisi oldugunuza göre birçok şey bilmek mevkiindesiniz.
Vahidüddin, Millî harekete, basindan sonuna ;kadar aleyhtar bir insan miydi,
yoksa, aksine, Mustafa Kemal Pasayi bu gayeye sevk ve tesvik eden kimse mi?
Maresal hemen bana gözlerini dikti ve dâvudî sesiyle gürledi:
—. Kim söyledi sana, bu dâvada Vahiddüddin'in böyle bir rolü oldugunu?
Maresalin bu cevabi, mes'eleyi bîr nevi kabul eder mahiyetteydi amma, açik bir
sarahatten mahrumdu.
— O zamanki hâdiselere yakin insanlar arasinda böyle bir söylenti var! Hattâ
sizden, bu ise lâyik genç kumandanlarin listesi istenmis...
— Dogrudur; benden böyle bir liste istendi; fakat ne için oldugu bildirilmedi.
Sadece, genç, muktedir ve büyük tesebbüslere müstait kumandanlar kaydiyle
istendi.
— Bu, Millî Kurtulus Savasini açtirmak için bir kumandan arandigina karîne
teskil etmez mi?
— Orasini bilemem!
— Verdiginiz listede Mustafa Kemal Pasa var miydi?
— Hem de en basta...
— Ne mütalâa yürüttünüz adinin yaninda?.,,
— Gereken neyse onu...
— Eger bu bahis sizi sikiyorsa sormakta devam etmeyeyim!
— Yooo! Sorabilirsin!
— Millî Mücadeleyi açmak fikri ilk defa kimin tarafindan ileri sürülmüstür?
— Mustafa Kemal ve Cevat Pasalarla ben, bir gün Beykozdaki evimde bulustuk. Sual
şuydu: Vatan nasil kurtarilabilir? Benim tezim (gerillâ) harbiyle mukavemete
devam etmek ve çete savaslari vererek düsmani yipratmak ve nihayet usandirmakti.
Fakat muntazam askerî teskilât ve düsman karsisinda cephe kurmakla bu dâvanin
halledilebilecegini sanmiyorduk. Çete harpleri bütün vatanin istilâsini davet
etse de bize son çare görünüyordu. Mustafa Kemal Pasa ise hükümet içinden Riyasi
direnmeler ve göz korkutucu tavirlarla bir netice alinabilecegi, hiç olmazsa
sulh şartlarının hafifletilebilecegi kanaatindeydi.
— O hâlde topyekûn bir millî şahlanma hareketini Önceden tasarlamis degildi.
— Önceden veya sonradan; hareketi meydana getirdi ya.
— Benim için, tespite muhtaç nokta, ilk fikir ve hamlenin, Vahidüddin ile
Mustafa Kemal Pasa'dan hangisine ait bulundugu ve Padisahin, millî hareketi
tesvik ve telkin eden bir insan mi, yoksa ona zit ve düsman emellerine bagli bir
vatan haini mi oldugudur?
Maresal, sik - bogaz edilircesine hakikati söylemeye mecbur edildigi, kusatma
hareketine benzer sualler karsisinda son sözünü söyleyip bahsi kapatti:
— Ben Vahidüddin'i vatan haini kabul edemem! Son sözüm bundan ibaret... Baska
bir şey de söyleyemem !
Damadi Burhan Toprak da ilâve etti:
— Maresal her şeyi söylemis oldu. Bahsi burada keselim!
Maresalden sonra sira şu vesikada:
11, — Refet Pasa'dan dinlediklerim...
Ben Refet Pasayi; Ğstanbula Millî Şahlanma Hareketinin ilk temsilcisi olarak
gelip, halkin, ayak tozuna kapandigini gören şu zarif ve ;asîl ruhlu Generali,
1924 yilinda, 20 yasinda bir Üniversite talebesiyken ve «Vakit» gazetesinin kisa
bir müddet Ankara muhabirligini üzerime almis bulunuyorken tanidim. O
zamanlarin, kömürle mi, odunla mi, neyle isledigi belli olmayan ve Ğstanbula 30
saatte varan trenlerinden birinde, yirtik, kirmizi kadifeli birinci mevki
kompartimaninda tek basima oturur ve hareket saatini beklerken birdenbire kapi
açildi ve içeriye ince astragan kalpakli, ince yüzlü ve narin yapili bir insan
girdi.
Hemen ayaga kalkarak, Ğstanbul'a geldigi zaman (Darülfünun - Üniversite
salonunda bir hitabe vermis olan ve bu bakimdan şahsiyle tanidigim Refet Pasayi
hürmetle selâmladim ve kendimi takdim ettim:
— Vakit gazetesi Ankara muhabiri...
Gayet memnun ve gülümser bir yüzle mukabele etti:
— Size rastlamaktan bahtiyarim! Akli basinda bir gazeteciyle seyahat etmek ve
dertlesmek firsatini buldugum için çok sevindim!
O tarihlerde Refet Pasa birkaç fikirdasiyle kurduklari (Rauf Bey, Ali Fuat ve
Kâzim Karabekir Pasalar) «Terakkiperver Cumhuriyet Partisi»nin erkânindan
bulunuyor ve muhalefeti şakadan kakaya götürür gibi bir tavir tasiyordu.
Kendisiyle trende en asagi 12 saat dertlestik. Maresale belli basli bir tez
etrafinda sordugum suallere karsilik Refet Pasa kendi kendisine konustu ve en
derin saffet içinde baslayan Millî Şahlanma Hareketinin, zaferden sonra, onu
(dejenere) eden, (tereddiye götüren) bir parti kadrosu ve istismarci hizip eline
geçmek üzere bulundugundan yakindi, Şöyle diyordu:
— Mustafa Kemal, bu dâvayi zafere kadar gerçek bir (idealizm) plâninda
yürütmüstür. Tasidigi kumandanlik ve liderlik vasiflarindan ise kimsenin şüphe
etmesine imkân yoktur. Fakat zafer kazanildiktan sonra etrafinda öyle bir
dalkavuk halkasi peydahlanmis tir ki ister istemez onu tesiri altina almis ve
bütün suç bu halkada olmak üzere rejimin havasini bulandirmistir. Benim bütün
hincim iste bu dalkavuklar halkasinadir.
Ve saatlerce hâtira ve tenkit... Tren Eskisehir garina girerken, kimsecikler
görünmeyen istasyon meydanini göstererek dedi ki:
— Millî Müdafaa sirasinda bu istasyonda bana yapilan merasimi hatirliyorum da şu
ânin tenhaligi karsisinda zamanin inkilâplarina ibret ve dehsetle bakiyorum. Bu
dünya ve onun sahte kiymetleri kimseye baki degil!..
Sonra birdenbire dogrularak ilâve etti:
— Şu, îtalyada sürünen Vahidüddin'in encamina bak! Bu talihsiz hükümdar,
vatanini kurtarmak için elinden geleni yapmis amma sonunda kimseye yaranamamis
olmak şöyle dursun, ismi vatan hainine çikarilmis bir bedbahttir. Ben onun,
Mustafa Kemal'i bu ise sevk ve tesvik eden tek adam oldugunu yakindan biliyorum.
Elbette bu hakikat bir gün tarihe intikal edecektir.
Refet Pasa, o gece daha öyle şeyler anlatti ki, hiçbirini kaydetmeye imkân
yok...
Kendisine 30 küsur yil sonra Ankara Palas'ta rastladim. Daima ayni zarafet ve
ruh tamamligi içinde bu cin gibi ihtiyar, masamda ve bir kaç şahidin huzurunda
(hepsi hayatta) hâtiralarini Büyük Dogu'ya yazmasi ve bilhassa Vahidüddin
mevzuunu ele almasi yolunda ettigim teklife şu cevabi verdi:
— Necip Fazil!.. Benim bir ayagim çukurda... Deger mi Ömrümün son günlerinde
gençlere mahsus bir dâvaya kiyam edip örselenmeye... Sen açtigin ve bayragini
tasidigin yolda devam et! Ama benden bir şey bekleme! Tezini ve 1951 Büyük
Dogu'larinda nesre basladigin Meclis zabitlarini biliyorum. Benim bu bahiste
sözüm tek cümleden ibarettir ve şudur: Sultan Vahidüddin Birinci Dünya
Savasindan sonraki felâketi, millette hiçbir ferdin hissedemeyecegi mikyasta
derinden duymus, vatanin kurtarilmasi yolunda genç kumandanlari Anadolu'ya
dagitmis ve bu isin basina geçmesi için de maddî ve manevî her fedakarligi
göstererek Mustafa Kemal'i seçmis ve onu Anadolu'ya göndermis olan insandir!
Tarih, Ğlâhî adaleti hâdiseler üzerinde o türlü tecelli ettiren bir ilimdir ki,
günü geldigi zaman, benim gibi insanlarin hâtira defterlerinden kefenlerine
kadar her şeylerini sorguya çekerek hakikati tespit etmeyi bilir. Şimdilik bizi
birakin da mezarimiza kavgasiz ve dâvâsiz gidelim!
Basli basina ve en selâhiyetli agizdan şahadet teskil edici tarzda, sahibinin
meydana çikmak istemeksizin ortaya attigi bu sözler, 1965'de yayinlanan mahut
«Anadolu Ğhtilâli» isimli eserde Refet Pasanin portresi çizilirken âdeta teyit
edilmektedir: Sahife 330:
«Görev kabul edip Mustafa Kemal Pasa ile birlikte Anadolu'ya gelmesi, isteksiz
bir şekilde de olsa «Amasya Kararlari»na imza koymasi, Albay Refet Beyi Kuvay-i
Milliye liderleri arasina sokmustur. Hükümete karsi olmaya pek hevesli
görünmedigi, daha kolordusunun basina geçmeden belli oldu. Fakat bir defa ok
yaydan çikmisti. Bir hayli düsünmüs olmasina ragmen, geri dönemezdi. Bu sebeple
kendisini Anadolu alaylari içinde, birkaç ay müddetle bocalar hâlde görürüz.
Mustafa Kemal Pasanin basladigi isin çikar yol olduguna inanamiyordu. Pasaya
karsi da fazla güveni yoktu.»
Sahife 131, 132:
«Büyük zaferden sonra Mustafa Kemal Pasa basina gaile açabilecek bir kumandan
seçmek istemedigi için, Ğstanbul'a ilk giren kumandan olmak şerefini de Refet
Pasaya birakmistir.
Refet Pasa, tam anlamiyle oportünist bir tiptir Fakat Şef, onun nerede
kullanilacagini biliyordu. Bunun içindir ki, Millî Mücadele devrine mahsus
muhasebede, Kefet Pasanin faaliyeti, herseye ragmen olumlu bir sonuç
vermektedir.
Refet Pasanin Mustafa Kemal Pasa ile olan iliskisi, Kâzim Karabekir Pasanin
Mustafa Kemal Pasa ile olan iliskisini andirir. Şefin şefliğini reddedememek,
fakat Şefe fazla güvenmemek, Şef üzerinde Kendi agirligini daima hissettirmeye
çalismak ve kendisini ikinci adam yerine lâyik görmek şeklinde
özetleyebilecegimiz bu iliski zafere kadar sürdü.
Refet Pasaya Mustafa Kemal Pasa ile ilk anlasmazliga düstügü mes'elenin hangisi
oldugunu sorduk. «Hiçbir zaman anlasamadik» cevabini verdi Refet Pasa, Kâzim
Karabekir Pasanin Dogu seferini tesadüfi ve ucuz bir zafer olarak kabul ediyor.
Karabekir Pasayi, Ali Fuat Pasayi, Rauf Beyi begenmiyor ve küçümsüyor.
Hâtiralarini yazmayisinin sebebini de şöyle açikliyor: (Yalanci kahramanlari
nasil ortaya dökeyim? Herkesle dögüsecek degilim ya...) Sözü geçtikçe, Mustafa
Kemal Pasadan (Yaman adamdi) diye söz etmesine ragmen, Milli Mücadelenin
kazanilmasinda en büyük şeref payini Refet Pasa kendisine ayirmaktadir.»
Hiçbir kiymet hükmü koymaksizin bize ve dünya görüsümüze aykiri muharrirden
aldigimiz bu satirlar, Refet Pasadan dinlediklerimizin, söylenmis söz olarak
aynen vâki oldugunu zit kiyas yoluyle ispat eder. Bu sözlerdeki hakikat
derecesine gelince, onun da takdiri, bunca vesika ve karineden sonra okuyucuya
ve tarihe aittir.
Şahsımıza vâki beyan ve ifsalar arasinda, bir de, eski kumandanlardan Çolak
Selâhaddin namiyle ve üstün ahlâk ve faziletiyle taninmis, Ğlk Mecliste Mersin
Meb'usu ve «Ğkinci Grup» üyesi bir zât vardir ki, îstiklâl Savasinin saffet ve
asliyetini kaybetmemis ve asla nefs hirsina düsmemis büyük kahramanlarindan biri
oldugu hâlde namsiz ve nisansiz birakilmis ve şu anda yine namsiz ve nisansiz
mezarinda, Allah dostlarina mahsus bir unutulmusluk şiarı içinde istikbalin
gerçek tarihçisine kalmistir.
1949 Büyük Dogu'larinda hâtiralarini yayinlamak için Harbiyedeki evinde ziyaret
ettigim ve tasidigi yüksek şahsiyete hayran oldugum bu eski kumandan, bana,
kelimesi kelimesine şöyle demisti:
«— Ben sizin cesaretinize şaşıyor ve dâvanizda muvaffak olmaniz için dua
ediyorum. Fakat ben ayni cesarete malik degilim. Her şeyi bilen ve Millî
Mücadeleyi basindan sonuna 'kadar her safhasiyle taniyan bir insan olarak,
hâtiralarimin ancak ölümümden sonra nesrini istemek ve hayattayken rahatsiz
edilmekten kaçinmak zorundayim!»
O gün muhterem bir hanimefendi intibaini veren kerimelerini de selâmlamak
şerefene nail oldugum bu ulvî zâtin bilgilerini tarihe arzetmek vazifesi, geride
biraktigi aile efradina düsmektedir.
Şimdi is, hakikati simsiki tesbit eden bu 11 vesika ve karineden sonra, bizzat
Mustafa Kemal Pasanin dilinden ve kaleminden çikma son bir vesikaya dayanmis
bulunmaktadir ki, delâletindeki ehemmiyet ve kiymet bakimindan bin kere
üstündür. Ona, vesikalarin vesikasi ismini lâyik görüyor ve artik onunla beraber
bütün ispat unsurlarini bir arada mütalâa edip kat'î hükme baglama mevkiinde
bulunuyoruz.
VESĞKALARIN VESĞKASI VE HÜKÜM
Vesikalarin en büyügü, 11 adet belge içine almadigimiz ve birdenbire (sürpriz)
tesiri yapmasini bekledigimiz bir tanesidir ki, Mustafa Kemal Pasanin Anadoluya
Millî Hareketi körüklemek için Padisah tarafindan gönderildigini teyit ve itiraf
edici, mahiyette bizzat kendisince saraya çekilen bir telgraf ve bu telgrafin
Birinci Millet Meclisinde okunan ve zapta geçen metninden ibarettir.
«T.B.M.M. Zabit Ceridesinin (cilt 1 - Ğkinci basilis - sene 1940) 4 ve 5 inci
satirlari aynen şöyledir:
«— Dilhâh-i mikdârilerinden mülhem azm ve iman ile vazife-i âcizanemde müdavim
bulunuyorum.»
Aynen sadelestirilmis şekli:
«— Mülk ve memleket sahibi zât-i şahanelerinin arzu ve dileklerinden aldigim azm
ve iman ile âciz vazifeme devam etmekteyim.»
Bu satirlar, Mustafa Kemal Pasanin, Samsuna çikisindan kisa bir müddet sonra ve
Ğngilizlerin kuskulanmasiyle Harbiye Nâziri Şevket Turgut Pasa tarafindan
Ğstanbul'a davet edilmesi üzerine saraya çektigi uzun telgraftan basit bir
cümledir ve birden dikkat çekici mahiyette degildir. Halbuki her şey bu cümlenin
içinde...
Mustafa Kemal Pasa, 24 Nisan 1336 (1920) Cumartesi günü sabah saat 10'da Meclis
kürsüsüne çikiyor ve zabit ceridesinin:
«Ankara Meb'usu Mustafa Kemal Pasanin Mütarekeden Meclisin açilmasina kadar
geçen zaman zarfinda cereyan eden siyasî ahval hakkindaki nutuklari»
Diye kaydettigi ilk mufassal konusmasini yapiyor.
Bu konusmada, Anadolu'ya gönderilisini:
«— Mülki ve askerî hususatla muvazzaf olmak üzere Ordu Müfettisligine tayin
edildim. Bu teveccühü din ve mîllete hizmet etmek için en büyük bir mazhariyet-i
îlâhiyye addeyledim.»
(Zabit ceridesi - sahife 9 - satir 4, 5, 6, 1, 8) Şeklinde gösterdikten sonra,
19 Mayis 1919'dan 24 Nisan 1920'ye kadar 11 aylik hâdiselerin bilançosunu
çiziyor.
Ankarada, eski Millet Meclisine giden Ğstasyon caddesinin basindaki, eski zaman
yapisi, genis çatili ve Ittihatçilarca uydurulmus sözde Türk mimarîsi tipli tas
bina... Üyeleri arasinda birçok sariklinin bulundugu ilk Meclis bu binada
yuvalanmistir. кte, Hacibayramda kurbanlar kesilerek ve ayni binanin önünde
eller semaya kaldirilarak edilen dualardan sonra, 24 Nisan günü ilk Türkiye
Büyük Millet Meclisi, siyah astragan kalpaklarla beyaz sariklarin ve birkaç
kirmizi fesin kokteyli hâlinde bu binada ikinci içtimaini yapmakta ve henüz
Padisahlik idaresine karsi bir isyan tavri almamis, aksine, her şeyi Saltanat ve
Hilâfeti kurtarmak gayesine baglamis olarak, millî kiyamin önderi, genç Pasayi
dinlemektedir
Pasa, biraz evvel görüldügü gibi, Anadolu'ya geçisini din ve millet ugrunda
yüklenilmis bir vazife Kabul edip bu vazifeyi Padisahin dilhâhi (iç dilegi)
atarak kendisine verilmis bir memuriyet şeklinde göstermekte... Bu vaziyette,
Padisah tarafindan degil de, onun hükümetince Ğstanbul'a dönmeye zorlanacak
olursa istifa edip milletin sinesinde kalacagini ve millî kiyam yolunda daha
belli adimlarla tek basina yürüyecegini telgrafinda Sultana bildiren Pasa ayni
telgrafta sözü şöyle bagliyor:
«— Tâ ki, millet mazhar-i istiklâl ve saltanat ve hilâfet-Ğ muazzama-i
hümâyûnlari masûn-u indi'a olsun!.. Lâyezal sadakati âbidânemi daima innteza-yid
olduguna itimad-i şahanelerini arz ve istirhama mücaseret eylerim.»
Aynen sadelestirilmis şekli:
«— Tâ ki, millet istiklâline kavussun ve muazzam saltanat ve hilâfetleri
çökmekten korunsun!.. Düsmez ve küçülmez, kulca sadakatimin her ân arttigina
şahane itimadinizi dilemege cesaret gösteririm.»
Denilebilir ki:
— Mustafa Kemal Pasanin telgrafta kullandigi «dilhâh» kelimesi Padisahin
dogrudan dogruya Anadolu hareketini açmak üzere verdigi bir emir mânasina gelmez
ve sadece azm ve iman yolunda mücerret bir dilekten baska bir şey belirtmez. O
günlerin politikasi olarak da Padisaha böyle hitap etmek icap eder. Eger bu
delâlet, ferman ve irade şeklinde Mustafa Kemal Pasaca kabul edilseydi mes'ele
kalmazdi. Öyle mi? O hâlde Mustafa Kemal Pasanin, Anadolu'ya gönderilisini
ferman ve irade üstü bir telkinle vâki kabul ettiginin mutlak ispatina geçelim:
Bahis mevzuu telgrafin suretini, Birinci Mecliste okunmasindan tam 7 ay evvel 24
Eylül 1335 (2919) tarihinde «Irade-i Milliye» gazetesi nesretmistir. Orada
«dilhâh» kelimesi yerine «ilka» lâfzi vardir. îlka; yâni bir şeyi koymak, bir
fikri asilamak, bir mânayi ruha sokmak.
Böyle bir mürettip hatâsi olamayacagina göre, anliyoruz ki, Vahidüddin, Mustafa
Kemal Pasanin bizzat kullandigi kelimeyle ona Anadolu'ya geçmek fikrini ilka
etmistir. Bu da millî kiyami hazirlamak vazifesinden baska bir şey olamaz.
Ortaya serdigimiz 11 belge ve bu son vesika bir araya gelince hüküm, basta
belirttigimiz ölçünün neticede gerçeklesmesinden ibaret kaliyor:
VAHĞDÜDDĞN OLMASAYDI TÜRK ĞSTĞKLÂL SAVASI OLMAYACAK VE KURTULUS
SAGLANAMAYACAKTI...
Ve bu hükme bagli ölçü:
Ğlk defa Padisah tarafindan düsünülen vatan kurtariciligi çapinda bir isin ondan
sonraki tatbikatinda kazandigi basari, muhakkak ki o tatbikatin sahibine aittir;
ve isin ilk defa Padisah tarafindan düsünülmüs olmak kiymeti, o isi yerine
getirenlerin kiymetini kendi Öz siniri içinde eksiltici degildir. Tarih herkesi
kendi Öz payi içinde göstermeyi gerektirir.
ЪĞN BUNDAN ÖTESĞ;
Bana sorarsaniz bu eseri kalemime ilham eden saik burada tamamlanmakta ve
insasini nihayetlendirmis bulunmakta... Ötesine yazmasak da olur. Bir
zaviyesiyle iki çizgisi tespit edilen bir müsellesin üçüncü çizgisini çekmek
lüzumsuz denilecek kadar basittir. Bu üçüncü çizgide belki tarihî hikâye, hâdise
ve bilhassa Vahidüddin'e isnat edilen hiyanetler olarak merak ve
cevaplandirilmaya deger birçok şey vardir. Fakat topyekûn hâdiseleri tasarruf
altina alan ana tezden, Millî Hareketi dogrudan dogruya Vahidüddin'in açtirdigi
tezinden ve bunun ispatindan sonra gerisi, bütün zenginligine ragmen ikinci
plânda kalmaya mahkûmdur. Zira Vahidüddin'e ait müspet cephe ortaya çikinca,
artik onun Millî Hareketi bogmak, Mustafa Kemal ve arkadaslarini ölüme mahkûm
ettirmek, hattâ bir Ğngiliz harp gemisine atlayarak vatanini terketmek gibi
hâllerini kisa izahlarla kiymet hükümlerine baglamayi ve bu isnatlarin altindaki
tarih ve hakikat tahrifçiligini göz önüne sermeyi herkes becerebilir. Bu
bakimdan isin bundan ötesini, artik tahlil yerine terkipçi bir şiveyle, hizli
bîr sinema şeridi hâinde takip edebiliriz.
GĞDĞS
Mustafa Kemal Pasanin Samsun'a gidisi esnasinda bindigi köhne vapurun bir
îngiliz torpidosu tarafindan takip edildigi ve batirilacagi hakkindaki nakiller
bastan basa uydurmadir. Bunu, eski yaver Ali Nuri Beyefendi, tam bir mantik
çemberi içinde yakalayip yalani şöyle tespit etmektedir:
«— Nasil olur? Mustafa Kemal Pasa Ğngilizlerin bilgisi ve Şark Ordusunu
silâhsizlandiracagi bahanesi altinda yola çikmisti. Herkesin gözü önünde yola
çikti ve rahat rahat gitti. Hem Ğngilizler onun bindigi hantal tekneyi tutmak
isteselerdi, saatte 3 mil giden bir nakil vasitasini 35 mil yol alan
terpidolariyle yakalayamazlar miydi?»
SALTANAT ŞÛRASI
Mustafa Kemal Pasanin Samsun'a hareketinden tam 10 gün sonra, sarayda, memleket
ilim, siyaset ve fikir adamlarindan büyük bir meclis kuruluyor, îsmi «Saltanat
Şûrası»dır ve yurdun kurtarilmasi yolunda alinacak tedbirleri müzakere
edecektir.
Vahidüddin, gayot mahzun birkaç cümleyfe toplantiyi açip reisligini Sadrâzam
Pasaya havale ettikten sonra içtima salonunu terkediyor ve hususî dairesine
çekiliyor.
Baskâtibi dinleyelim:
«— Müsarünileyh (Padisah) Meclisten çikarak, Abdulmecid Efendi de koltuguna
girerek, orta kattaki daire-i hususiyelerîne avdet etmek üzere melûl ve mahzun
bir halde servis merdiveninden inerken iki gözünden yas akip, karilar gibi
agliyorum, diyordu.» (Görüp кittiklerim - Sahife 216)
Saltanat Şûrasının, servis merdivenlerinden aglayarak inen büyük mustaribe ait
şu acikli tablodan baska, mühim ve gösterilmeye deger bir taraf yoktur. Hakikat
şundan ibarettir ki, o günkü Türkiyede, muhterem sarayinin hizmetçilere mahsus
servis merdiveninden inerken «karilar gibi agliyorum!» diyerek yirtinan
Vahidüddin'den baska, milletin derdini ayni çapta hissedici ikinci bir adam
mevcut degildi.
SULH KONFERANSI
Haziran 1919 basinda Paris'te toplanacak olan Sulh Konferansina resmen davet
ediliyoruz. Padisah ve Sadrâzam bu daveti millî mevcudiyetimizin kabulü mânasina
alip bir müjde telâkki ediyorlar. Korku o kadar büyüktür ki, Türkiye'yi
konferansa çagirmayip fiilen taksim edebilirler kaygisi hüküm sürmektedir.
Türk murahhas hey'eti üzerinde bir sürü münakasa ve mücadeleden sonra nihayet
Sadrâzam Ferit Pasa reisliginde bir kadro kurulabiliyor ve bunlar bir Fransiz
harp gemisiyle Marsilya yolunu tutuyorlar.
Padisahin Ferit Pasaya itimadi o kadar zaif ve buna ragmen onu kullanmasindaki
zaruret hem insan bulamamak, hem de düsman tazyiki bakimindan Öyle kuvvetlidir
ki, kendi kendine akip giden hâdiselere uymaktan baska bir şey yapamiyor ve
Sadrâzamin arkasindan bir nevi murakip vazifesiyle Tevfik Pasayi gönderiyor. O
da bir hafta sonra bir Ğngiliz harp gemisiyle hareket edip Ferit Pasanin pesine
düsüyor.
Birbirine rakip ve halef selef vaziyetindeki bu iki zâtin Fransa'daki
vaziyetleri ancak (traji - komik : güldürücü hâile) tabiriyle
ifadelendirilebilir. Şimdiye kadar hiçbir tarih kaynaginin kaydetmedigi bu
vaziyeti, Tevfik Pasa mahdumu eski yaver Ali Nuri Beyefendiden dinleyelim:
Eski yaver, Ferit Pasanin arkasindan babasi Tevfik Pasanin gönderilisini ve
Paris'teki garip manzarayi şöyle anlatti:
«— Ferit Pasanin reisligindeki murahhaslar hey'eti, 6 Haziran 1919 günü (Lâ
Demokrasi) adli Fransiz zirhlisiyla Marsilyaya hareket etti. Bir hafta sonra,
arkalarindan babam, beni de yanina alarak bir Ğngiliz torpidosiyle ayni yolu
tuttu. Paris'te garip bir manzaraya şahit olduk. Bizi (Versay) taraflarinda
(Monteklen) isimli bir şatoya kapattilar Âdeta tutuklanmis gibi bir hâlimiz
vardi. Albay (Hanri) isimli bir Fransiz zabiti nezaretimize memur edildi. Bize
«resmî hey'et burada ve is basinda; siz de misafirsiniz!» dediler. Meger Ferit
Pasa, babamdan gocunarak, Fransa hükümetine hakkimizda garip ve (romantik) bir
nota verip bizim kendilerinden tecridimizi istemis... Bu notada, birtakim iç
meselelerimizin tasviri, Arap ve Arnavut milliyetçiliginin reklâmi gibi alâkasiz
ve mânâsiz kisimlar varmis... Ben size bir şey söyleyeyim mi?.. Ferit Pasa da
vatan haini degildir. Sadece bir muvazenesiz, ne yaptigini bilmeyen bir adam...
Vahidüddin'e gelince ona vatan haini demenin hakikatle en küçük istirak noktasi
bulunamaz.»
Sulh Konferansinin nasil geçtigi, Türkiye'ye nasil bir harita çizdigi ve ne
şekilde imzalandigi dis çizgileriyle kaba bilgi olarak herkese malûm...
BĞR LEVHA
O siralarda sarayda geçmis bir hâdise vardir ve ortaya çikardigi ruhî delâlet o
kadar derindir ki, Millî Şahlanış Hareketi karsisinda Vahidüddin'in bütün ruh
haletini ve tutumunu tek basina ifsa kuvvetindedir.
«Görüp isittiklerim» isimli eseriyle Baskâtip Fuat Türkgeldi'den ögrendigimize
göre (Sahife 226) bir Ramazan günü sabaha karsi Yildiz sarayinda harem
dairesinden yangin çikiyor. Nisantasinda oturan Baskâtiple «Serkarîn» unvanli
basmabeyinciyi uykudan kaldirip hâdiseyi haber veriyorlar. Ğki saray mensubu
nakil vasitasi bulamadiklarindan, kolkola verip tabanvayla Yildiz'a kadar
gidiyorlar. Hem de hizlica bir yürüyüsle bir saatlik yol... Sarayin en üst
rütbede iki mensubunun nakil vasitasi bulamayip ihtiyar hâllerinde yaya olarak
saraya kosmalarindaki sefalete dikkat edin!..
Variyorlar!,. Hâlâ vaziyetten ne hükümetin, ne belediyenin haberi, ne de
bunlarin aldigi bir tedbir var... Ortada, Türk olarak bir tulumbaci bile mevcut
degil. Buna mukabil düsman donanmasinin itfaiyesi, yangini görür görmez hemen
kosmus ve sarayi kurtarma, yangini söndürme faaliyetine girismistir.
Ne hazin manzara ve nam ve hesabimiza yine ne korkunç sefalet!...
Padisah, gecelik entarisinin üstüne bir pardesü geçirmis, istiraplarin en
keskinini ilân eden gözlerle yangini seyrediyor. Yangina o kadar yakin yerdedir
ki, ayri bir müsahidden dinledigimize göre biyiklarina kivilcimlar düsüyor. O
sirada saray bekçilerinden biri hüngür hüngür aglamaya baslayarak Padisaha hulûs
çakmak istiyor. Bir taraftan sarayi yanan ve imdadina düsman itfaiyesinden baska
kimse gelmeyen bir taraftan da maiyetinin sahte göz-yasLariyle aglamasindan
gayri bir alâka görmeyen Padisah, nihayet, bütün vatan semasina mahya gibi
çekilmeye deger şu sözü söylüyor:
«— Benim milletimin ocagi (evi) alev almis yaniyor! Ben onu düsünüyorum!
Sarayim, kendi evim yanmis, ne ehemmiyeti var!»
кte Vahidüddin, topyekûn Vahidüddin bu sözün içindedir; ve gözleri önünde
nisanlarina ve iç çamasirina kadar her şeyi yanip kül olurken, biyiklarinin
üstüne yagan kivilcimlar altinda vatan yanginini nasil söndürebilecegini
düsünmektedir.
ŞU, BU
Bir taraftan Millî Hareket pismeye dogru gider, öbür taraftan da Vahidüddin'i
yakan şartlar her gün b'iraz daha alevlenirken, Ğstanbul'da birbirini takip
edici hükümet degisiklikleri...
12 Ocak 1920'de, ileride «Misak-i Millî»yi esaslandiracak olan Meb'usan Meclisi
toplandi.
16 Mart günü Ğtilâf küvvetleri, hirsizin, çaldigi hisse senetlerini adina
kaydettirmesi gibi, Ğstanbul'un resmen isgal edilmis oldugunu haber verdiler ve
zaten göz hapsi altinda bulundurduklari hayatî noktalara el attilar. Bununla da
kalmayip Meclisi basarcasina diledikleri meb'uslari tutuklamaya ve alip
götürmeye basladilar. Bunun üzerine meb'uslar tek tek Anadolu yolunu tutmaya
koyuldu.
Kuva-yi Millîye hareketiyle anlasma yol'unda çirpinan hükümetlerden sonuncusu
olan Salih Pasa kabinesi de Ğtilâf devletlerinin Anadolu aleyhindeki
tekliflerini kabul etmeyince, baski üzerine baski neticesinde, is, dördüncü defa
Ferit Pasaya düstü ve bu son hükümet tesekküliyle, Ğstanbul, Padisahin Ğç
istegine ragmen Millî Harekete cephe almis oldu. Hiç kimseye sadareti kabul
ettiremeyen ve düsman iradesine boyun egmek zorunda kalan Padisah, Milli
Şahlanış Hareketinin zaferine için için dua ederken, disindan ona aykiri
görünmek felâketine tahammül gösteremiyecek de ne yapacak?
FERĞT PASA
кte bu dördüncü Ferit Pasa kabinesidir ki, Vahidüddin'in içiyle Anadolu
hareketini besleyici ve destekleyici, disiyle de hatalandirici ve önlemeye
savasici tezatli durumunu, kaçinilmaz bir akibet olarak meydana getirmistir.
Bedbaht Sultan, artik, nereye kadar varacaklari belli olmayan düsmanlara uyarak
Kuva-yi Milliyeyi kabahatlendirir gibi davranirken, Öbür taraftan, onun muvaffak
olmasi için, tac ve tahti şöyle dursun, hayatini bile fedaya hazir bir ruh
haleti içindedir ve bu derecede beyin yirtici, yürek paralayici bir tezat
iskencesi, tarihte hiçbir devlet reisine musallat olmamistir. Artik Vahidüddin
sarayini kordon altina alan düsmanin ezilmesi ve milletinin kurtarilmasi için,
gerekirse aynî saray içinde berhava olmaya da razidir ve böyle olmustur.
Ferit Pasanin dördüncü sadaretiyle beraber Anadolu hareketine karsi açiga
vurulan aleyhtarlik, topyekûn millet alâkasini o tarafa çekmis oldu. Ferit
Pasanin marifetiyle feshedilen Meclis, Ankara'da, yeni istiraklerle Büyük Millet
Meclisini kurdu ve Millî Şahlanış Hareketi böylece hukukî temelini buldu.
KISA HATLARLA
Ana tezimizin ispatindan sonra kisa hatlarla neticelendirilecegini kaydettigimiz
bu eserde, Vahidüddin'e karsi en mühim itham noktalarindan ikisi olan Mustafa
Kemal Pasa ve arkadaslari hakkindaki idam karariyle millî kuvvetleri imha için
muhtelif namlar altinda mukabil kuvvet teskil ve sevkedildigi iddialarina
verilecek cevap, edebiyattaki «sehl-i mümteni-mukavemet edilmez kolaylik»
tâbirinin ifade ettigi derecede basit ve kisadir:
Fetvayi veren, Ferit Pasanin Şeyhülislâmı Dürrîzâde oldugu gibi, verdiren de
Ferit Pasadir ve kenardan hâdiseleri dikkatle takip edici düsman kuvvetlerine
karsi Padisahin:
— Hayir; bu fetvayi verdirmeyiniz ve Anadolu hareketinin mesruluguna dil
uzatmayiniz!
Diyebilmesi imkânsizdir.
Bu takdirde bizzat kendisinin, yükte hafif, pahada agir nesi varsa omuzlayip
Anadoluya geçmesi gerekir ki, bu da, evvelki bahislerde gösterdigimiz gibi,
Millî Hareketi itilâf kuvvetlerine bogdurmaya yol açar. Vahidüddin, aksine,
Ğstanbul'da kalip düsmanlara ümit vermek, böylece Millî Hareketin gelismesini
saglamak ve bu basariyi icabinda vatan haini görünmeye kadar gidecek bir
fedakârlikla yerine getirmek makamindadir ki, kaderin bir insani bu derecede
makûs bir tecelli ile öz hakikatini göstermekten mahrum ettigi görülmüs
şeylerden degildir.
Hak katinda ne yüksek derece!..
Vahidüddin'in misilsiz mazlumlugu ve ona bagli kiymeti de bu noktada... «Kuva-yi
Ğnzibatiye» ve sair namlar altindaki teskillerin ise sadece göz boyamaya mahsus
«kaskariko»lardan oldugu ve hiçbir harekete girisememeksizin eridigi ve hattâ
millî cepheye katildigi, bütün bunlarin da belki Vahidüddin'in gizli tâlimatiyle
meydana geldigi, hâdiselerin üslûbundan bellidir.
Yer yer Anadolu isyanlarina gelince, bunlarin da hakikatini ortaya dökmeye
sarayin tezatli vaziyetinden kendi kendisine zuhura gelmis şeyler oldugu,
sarayca tahrik edilmek şöyle dursun, bunlara da katilmadigi ve ne «durun!», ne
de «yürüyün!» denilemedigi, yine hâdiselerdeki üslûp ifadesinden anlasilabilir.
Bütün bu oluslarin pesinden açikça saray aleyhine donen, henüz ortada Hilâfet ve
Saltanat makamini kurtarmaktan baska bir gaye yokken Şehzade Ömer Faruk Efendiyi
inebolu'dan geriye döndürerek, sarayla baslamis hareketi saray aleyhine çeviren
ölçüyü Vahidüddin'e özür tedarik edici bir vakia olarak kabule ihtiyaç bile
görmüyor ve onun özrünü yalniz Ğngilizleri avutmak rolünde vatan haini bir
politikaya ragmen millî kurtulusu saglamaya çalismaktaki azîm kahramanlikta
buluyoruz.
Nitekim bir müddet sonra (San Remo)daki çilehânesinde yakinlarina söyledigi şu
söz, tahlil ve tespitimizdeki isabeti kesin şekilde gösterir:
«— Saray ve saltanat yikilmis, ne çikar; vatan ve millet kurtuldu ya!...»
MĞLLÎ ZAFER VE YIKILAN TAHT
Millî öfkenin, Yunanlilari çepeçevre bir kiskaç içinde bogup denize döktügü âna
kadar geçen hâdiseler kaba bilgi plâninda herkesçe malûm ve mevzuumuz disinda...
Bu arada, Vahidüddin hakkindaki nefret edebiyati ve hiyanet propagandasi her gün
biraz daha köpürtülürken, eski yaver, Tevfik Pasazâde Ali Nuri Beyefendiden
dinledigimiz gibi, her zafer haberini alisinda şükür secdesine varmakta ve
saadetinden uçmaktadir. Fakat bu tezatli durumun sirri yalniz Allah ile birkaç
fâniye malûmdur ve milletin gözünden kaçirilmistir. Zira zafer, sade Yunanliya
degil, Padisaha ve Padisahliga karsi bir istikamete çevrilmis ve son Osmanli
Padisahi 6. Mehmed Vahidüddin, bizzat baslatani oldugu zaferin, Türk süngüsiyle
paramparça edilen Yunan bayragi yaninda kurbani olmustur. Sanki Yunan ordusu
onun hassa birlikleridir ve onu Türk milleti üzerine çullandiran Vahidüddin'dir.
O âna kadar yalniz tarassut dürbününü su yüzünde tutmusken zafer kazanilinca bir
denizalti gibi meydana çikan ve Milî Şahlanış Hareketine şekil veren Mustafa
Kemal Pasa konussun:
«— Rauf Bey, bir gün Meclîsteki odama gelerek benimle mühim bâzi hususata dair
görüsmek istedigini ve aksam Keçiören'de Refet Pasanin evine gidersem daha güzel
konusabilecegimizi söyledi. Rauf Beyîn teklifini kabul ettim. Fuat Pasanin da
bu- muvafakatimi istizan etti. Onu da münasip gördüm. Refet Pasanin evinde dört
kisi içtirca ettik. Rauf Beyden dinlediklerimin hulâsasi şuydu: Meclis makam-i
saltanatin ve belki Hilâfetin ortadan kaldirilmak nokta-i nazarinin takip
edildigi esi, ailesiyle mütezzdir (eza duymaktadir)... Sizden ve sizin âtiyen
(ileride) alacaginiz vasiyetten şüphe etmektedir. Binaenaleyh Meclisi ve
dolayisiyle efkâr-i umumiye-i milleti tatmin etmeniz lüzumuna kaniim.
Rauf Beyden, saltanat ve Hilâfet hakkindaki kanaat ve mütalâasinin ne oldugunu
sordum. Verdigi cevapta şu tasrihatta (açiklamada) bulundu: Ben, dedi; makam-i
saltanat ve Hilâfete vicdanen ve hissen merbutum; çünkü benim babam padisahin
nân ve nimetiyle yetismis, Osmanli devletinin ricali sirasina geçmistir. Benim
de kanunda o nimetin zerrati (zerreleri) vardir. Ben nankör degilim ve olamam!
Padisaha muhafaza-i sadakat borcumdur! Halifeye merbutiyetim ise terbiyem
icabidir. Bunlardan baska umumî mütalâam da vardir. Bizde vaziyet-i umumiyeyi
tutmak güçtür. Bunu ancak herkesin erisemeyecegi kadar yüksek görülmeye
alisilmis bir makam temin edebilir. O da makami saltanat ve Hilâfettir. Bu
makami lâgvetmek (kaldirmak), onun yerine baska mahiyette bir mevcudiyet
ikamesine çalismak, felâket ve hüsrani muciptir. Asla caiz olamaz!
Rauf Beyden sonra, karsimda oturan Refet Pasadan mütalâasini sordum. Refet
Pasanin cevabi şuydu: Tamamen Rauf Beyin fikir ve mütalâasina istirak ederim.
Filhakika bizde padisahliktan, halifelikten baska bir şekl-i idare mevzu-u bahs
olamaz!»
(NUTUK - 1927 - sahife 418)
O Rauf Bey ki, millî mahkûmiyet vesikasi olan Mondros Mütarekesini imzaladigi
hâlde kendisine Millî Kurtulus Hareketinde en büyük makamlari saglayabilmis ve
bir ân için Padisahi korur gibi görünmüs ; ve o Padisah ki, Millî Hareketi
açmasi için Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya göndermesine ve üstelik Sevr
muahedesini sonuna kadar direnerek imza etmemesine ragmen vatan haini kabul
edilmistir. Millî Hareketin kahramanlari mevkiindeki şahısların hemen nasil agiz
ve fikir degistirdiklerini yine Mustafa Kemal Pasadan dinleyelim:
«— Saltanati Hilâfetten ayirmaya ve evvelâ saltanati lâgvetmeye karar verdigim
zaman ilk yaptigim islerden biri de derhal Rauf Beyi Meclisteki odama celbetmek
oldu. Rauf Beyîn, Refet Pasanin evinde sabahlara kadar dinledigim kanaat ve
mütalâatina hiç muttali (vakif, şahit) degilmisim gibi ayakta kendisinden şu
talepte bulundum: Hilâfet ve saltanati birbirinden ayirarak saltanati
lâgvedecegiz! Bunun muvafik olduguna dair kürsüden beyanatta bulunacaksiniz!
Rauf Bey odamdan çikmadan evvel, ayni maksatla davet ettigim Kâzim Karabekir
Pasa geldi. Ondan da ayni zeminde beyanatta bulunmasini rica ettim.
Efendiler; o tarihe ait zabit ceridelerinde görüldügü veçhile Rauf Bey kürsüden
bir iki defa beyanatta bulundu ve hattâ saltanatin lâgvolundugu günün bayram
kabul edilmesi teklifini de dermeyan etti. (NUTUK - 1927 - sahife 419)
Her iki tarafa ait kiymet hükmünü okuyuculara birakiyoruz. Saltanatin lagvi isi
şöyle neticeleniyor: Türkiye Büyük Millet Meclisi saltanat meselesini müsterek
bir encümende müzakere eder ve bâzi meb'uslar tarafindan lâgv aleyhinde kuvvetli
bir mukavemet görürken bir kenarda müzakereleri dinleyen Mustafa Kemal Pasa
birdenbire ayaga kalkiyor. Tabloyu kendi diliyle tespit edelim:
«— Önümdeki siranin üstüne çiktim. Yüksek sesle şu beyanatta bulundum: Efendim,
dedim; hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafindan hiç kimseye, ilim icabidir
dîye müzakereyle, münakasayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle
ve zorla alinir. Osmanogullari, zorla Türk mîlletinin hâkimiyet ve saltanatina
vâziülyed (el atici) olmuslardir. Bu tasallutlarini alti asirdan beri idâme
eylemislerdi Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek,
hâkimiyet ve saltanatini, isyan ederek kendi eline bilfiil almis bulunuyor. Bu
bir emr-i vâki (oldu-bitti)dîr. Mevzu-u bahs olan, millete saltanatini,
hâkimiyetini birakacak miyiz, birakmayacak miyiz, meselesi degildir. Mesele
zaten emr-i vâki olmus bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal (mutlaka)
olacaktir. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes, meseleyi tabiî görürse
fikrimce muvafik olur. Aksi takdirde yine hakikat, usulü dairesinde ifade
olunacaktir. Fakat ihtimal, bâzi kafalar kesilecektir!» (NUTUK - 1927 - sahife
422) Ve bütün baslar egiliyor. Saltanatin kaldirilis şekli, ayni agizdan: «—
Sür'atle kanun lâyihasi tespit olundu. Aynî Meclisin ikinci celsesinde okundu.
Tâyin-i esabil (is'm tâyini) ile reye vaz'i teklifine karsi kürsüye çiktim.
Dedim ki: Buna hacet yoktur. Memlekette milletin istiklâlini ebediyen mahfuz
kilacak esasta Meclis-î âlinin müttefikan kabul edecegini zannederim. (Reye!)
sesleri yükseldi. Nihayet reis reye koydu ve (müttefikan kabul edilmistir!)
dedi. Yalniz menfi bir ses isitildi: (Ben muhalifim!) Bu seda (söz yok!)
sedalariyle boguldu. кte efendiler; Osmanli saltanatinin inhidam ve inkiraz
merasiminin son safhasi böyle cereyan etmistir.» (NUTUK 1927 - sahife 422)
101 pare top atisiyle ilân edilen tahtin yikilisi ve Cumhuriyetin kurulusu...
Gelelim, Mustafa Kemal Pasanin Vahidüddin görüsüne :
«— Sakim (kötü) bir tevarüs neticesi olarak, büyük bir makam, tantanali bir
unvan ihraz edebilmis bir sefil...» (NUTUK-1927 - 423)
Ve Padisahin, memleketi terk edisi karsisinda telâkkisi:
«— Filhakika, her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahidüddin gibi hürriyet ve
hayatini milleti Ğçinde tehlikede görebilecek kadar âdi bir mahlûkun, bir dakika
dahi olsa bir milletin reis-i kârinda (basinda) bulundugunu düsünmek ne
hazindir! Şâyan-ı tesekkürdür ki, bu alçak, mevrus (miras kalan) saltanat
makamindan, millet tarafindan iskat olunduktan (düsürüldükten) sonra denâetini
itmam etmis bulunuyor.» (NUTUK - 1927 - sahife 423, 424)
Vahidüddin, saadetten muvazenesini kaybettirecek kadar kendisine tesir eden
zaferden sonra birdenbire bu muameleye ugrayip atilan 101 pare topun Osmanli
tahtini hedef tuttugunu görünce ne yapacagini şaşırıyor.
Önünde, Hilâfet tarafini tuttugu için Ğzmit'e götürülüp parça parça edilmis bir
Ali Kemâl misâli vardir ve onu bu hâle getiren Nureddin Pasa, ayni şeyin
Vahidüddin'e de yapilacagini ilân etmistir.
кte, uyuz bir at üzerinde, hamam oglanlari gibi baldirlari sikila sikila
Yedikule'ye götürülüp hayalari sikilarak bayiltilan ve öldürülen Genç Osman
misâli!... кte Üçüncü Selim!.. 16'nci (Lûi) misali ve ondan 100 yil kadar sonra
bütün ailesiyle salhaneye benzer bir mahzende delik desik edilen Rus Çari Ğkinci
Nikola'ya kadar nice örnek... Bu vaziyette ne yapmali?.
Yol, iki...
Ya memlekette kalip basina gelecekleri tevekkül ve teslimiyetle beklemek; yahut
sultanlik vasfini kaybetmis ve âdi bir fert menzelesine inmis insan sifatiyle
vatan disina göçmek...
Fakat onun bir de Halifelik sifati var ki, yüz milyonlarca müslümana şâmil
bulunmakta ve bu bakimdan mahallî kararlarin üstünde bir mahiyet arzetmekte... O
zamanlar Ğslâm kitlelerinin büyük kismi Ğngiliz idaresinde olduguna göre Halife
sifatiyle alâka isteyebilecegi tek devlet Ğngiltere'dir. Asla Ğngiliz emellerine
âlet olmamak şartiyle bu mevzuda onlari vazifeye davet etmek hakkidir.
Uzun nefs muhasebe ve murakebelerinden sonra, kararini veriyor: Vatanini
terkedecektir.
Ğçinden bir ses:
— Kal ve gerekirse öl!
Diyemiyor.
Keske diyebilseydi.
Hemen kiymet ölçümüzü belirtmek için kaydedelim ki, Vahidüddin'in asil kalbinde
bu kadar büyük bir şecaat ve ulviyete yer yoktur ve kimsenin bu kadarini
istemeye de hakki olamaz
Vahidüddin, vataninda kalmakla ulvî olabilirdi-fakat çikip gitmekle süfli
olmamis, sadece mazeretini kullanmistir.
Vahidüddin, bildirdigimiz ölçüyle Ğngilizlere bas vuruyor ve dünyanin en kuru,
örtülü ve hissiz kelimeleriyle onlardan Türkiye disina çikarilmasini istiyor:
«Mâbeyn-i Hümayûn-u Mülûkâne» basligini tasiyan mektup ayniyle şudur:
«Dersaadet кgal Ordulari Baskumandani General Harrington Cenaplarina:
Ğstanbul'da hayatimi tehlikede gördügümden Ğngiliz devlet-i fahimânesine iltica
ediyorum. Bir ân evvel Ğstanbul'dan mahall-i âhare naklimi talep ederim.
16 Tesrin-i sâni 1922
Halife-i Müslümin
Mehmed Vahidüddin»
General Harrington'un verdigi cevap:
— Yarin saray-i hümâyûna bizzat gelip Zât-i Şahaneyi alacak ve bir Ğngiliz harp
gemisiyle Ğstanbul'dan ayrilmalarini temin edecegim!
Vahidüddin bütün bir gece uykusuz... Mezar sessizligi içinde hazin akibetine
dalan sarayda, Malta köskünün küçük bir odasinda, basit bir şezlong üzerinde,
açik gözleri tavana mihli, mumya gibi hareketsiz, tarihin en bedbaht ve mustarip
Padisahi...
Bavullarini hazirlatmis, yanina kimleri alacagini kararlastirmis, Hazine-i
Hassadan bir şey çekmek şöyle dursun, baba hediyesi elmasli sorgucu ve som altin
bir çekmeceyi makbuz karsiliginda Hazine-i Hassaya birakmistir. Bir sürü
maiyetle meçhul bir âleme gittigine ve Hazine-i Hassa padisah hazinesi demek
olduguna göre, onu son meteligine kadar bosaltmak imkân ve salâhiyeti
dairesindeyken bunu yapmayip şahsına ait hediyeleri bile oraya iade eden
hükümdarin ruhundaki feragat ve fedakârlik duygusunu hayal edebilmek lâzim...
Bütün mevcudu, sultanlik tahsisatindan elinde kalmis olan 50 bin lira kâgit
paradan ibaretti; ve koskoca bir maiyetle gittigi gurbet illerine bu hiçin hiçi
meblâgla göçmekteydi.
Gün dogduktan biraz sonra Vahidüddin'e haber geldi:
— Efendimiz; ingilizlerin gönderdigi otomobiller köskün kapisi önünde...
Baskumandanlari da arabalardan birinde... Tesrif-i hümâyûnlarini bekliyorlar!
Bütün hazirliklarini tamamlamis ve tertibatini almis bulunan Padisah şezlongtan
kalkti ve yanina getirdikleri oglu Mehmed Ertugrulun elinden tutarak hareme
geçti.
Veda... Ustüste yirtici kadin çigliklari... Topkapi sarayindan baslayarak bu
çigliklara alismis olan Osmanli sarayi artik ev sahiplerinin son yirtinislarina
sahnedir. Bundan böyle onlardan tek ses gelmeyecektir. Oraya baska sesler ve
mânâlar dolacak...
Vahidüddin, sirtinda kara bir yagmurluk, üzerinde sade ve sivil elbise, basinda
fesi ve burnunun tepesinde gözlügü, birinci otomobile atladi ve son sür'at,
Dolmabahçe yolunu tuttu
Bir türbe kadar gamli Dolmabahçe sarayinda 5-10 dakika bekleyisten sonra,
Ğngiliz generali Padisahin Önünde egildi:
— Rihtimda Ğngiliz donanmasina ait bir istimbot, Zât-i Şahanelerini (Malaya)
zirhlisina götürmek üzere bekliyor!
Vahidüddin koltugundan firladi, gayet metin adimlarla yürüdü, teknesi beyaz,
bacasi sari renkli istimbota atladi; ve açikta, top namlulari canavar agizlari
gibi ufuklara ferman okuyan küf renkli (Malaya) zirhlisina çikti. Arkasinda
General Harington, iskeleden güverteye ayak basar basmaz, karsisinda, îngiliz
Akdeniz Filosu Kumandani Amiral (Drok) ve Ğngiltere Fevkalâde Komiseri (Sör
Nevil Henderson)...
Ve, talihsiz Padisahi, muzaffer Türk süngüleri yerine ingiliz tüfekleriyle
selâmlayan bahriye silâhendazlarindan bir ihtiram kit'asi...
Biraz sonra, (Malaya), 5 asirlik Osmanli sarayi, içine kapanik ve yasli
Topkapinin önünden süzülerek Marmara'ya açildi.
Şimdi ufukta, her şeyin nevale mahkûm oldugunu ihtar eden, kül renkli çelik
teknenin, yine kül renkli incecik dumanindan baska bir şey yoktur.
Vahidüddin gidiyor!
Kaçiyor mu? Bir hain gibi mi vatanini birakiyor?
Daha evvel kiymet hükmünü koydugumuz bu gidisin mânasini eski yaver Ali Nuri
Beyden de isteyebiliriz:
Diyor ki, Ali Nuri Bey:
«— Vahidüddin kaçmadi; Padisah sifatiyle kaçmadi! Belki bir fert olarak çikip
gitti. Ankara-da 101 pare top atilarak Padisahlik kaldirilmis, Vahidüddin de
tahttan indirilmisti. O da, üzerinden siyirdiklari bütün sifatlarin içinden
kendisine kalan fert hakk'yle çikip gitti!»
Ali Nuri Beyefendinin belki unutmus, belki söylemeye lüzum görmemis oldugu
noktayi biz gösterelim:
— Kimsenin, üzerinden almaya muktedir olmadigi «Halife-i Müslimin» sifatiyle
basinin çâresini aramaya gitti; ve îslâm âleminin büyük kismini nüfuz ve idaresi
altinda tutan Ğngiltereden, ona hiçbir taviz vermeksizin, halife sifatiyle
hakkinin korunmasini istedi.
Vahidüddin ingiliz zirhlisiyle Ege denizinden Ak-denize kivrilarak Malta adasina
dogru yol aladursun... Biz, «Millî Şahlanma Hareketi» faslini ve «Yikilan Taht»
bahsini kapatmadan önce Ğstanbul'un son vaziyetine son bir göz atalim...
Devrin son sadrâzami Tevfik Pasa olduguna göre yine onun oglu Ali Nuri
Beyefendiyi dinlemeliyiz:
«— Anadolu zaferi ve saltanatin ilgasindan sonra babamin bir sözü oldu. Dedi ki
babam: Bu bir ihtilâldir, inkilâptir ve yeni bir (leegalite - kanunî hüviyet)in
baslangicidir. Vazifemize nihayet vermeliyiz!
Biliyorsunuz ki, son Padisahin son sadrâzami babamdi. Kabinesini şu gördügünüz
Park Oteli binasinin bar kismi olan dairede topladi ve alinan müsterek kararla
hükümeti faaliyetten uzaklastirdi. Padisahin (Mühr-ü Hümayun) veya (Mühr-ü
Şerif) de-nüen mührü de babamda kaldi. Bu tarihî mühür şu ânda biraderim Hakki
Beydedir. O siralarda Basmâbeyinci beni çagirtti ve şu iradeyi teblig etti:
Pederinize söyleyiniz; memleketten çiksin; ve Rivyera gibi bir yerde istirahate
çekilsin!.. Bu iradeyi babama bildirdim. Dedi ki: Beni düsündükleri için
tesekkür ederim; fakat sihhatim iyidir ve Avrupa'da istirahate ihtiyacim yoktur!
Vatanimda kalmayi tercih ederim!
Vaziyeti saraya bildirdim ve bu defa Basmâbeyinci tarafindan şu irâdeye muhatap
oldum: Size verdigimiz şu risaleyi babaniza götürünüz ve bu sebepten memleketten
çikmasini istedigimizi söyleyiniz!
Ve elime matbu bir risale verdiler. Bu, Hiyanet-i Vataniye Kanunuydu. Risaleyi
babama götürdüm. Okumami istedi. Kanunun birinci maddesi, Ğstiklâl Harbinin
Padisah ve Halifeyi kurtarmak gayesini güttügünden bahsediyordu. Bunun üzerine
pederim şu karsiligi verdi: Eger memleketten çikmami gerektiren sebep buysa
aksine, hiçbir yere kipirdamadan burada kalmam icap eder. Padisah ve Halifeyi
kurtarmak isteyenler, ayni gayeyi takip eden bir Sadrâzama tesekkürden baska ne
yapabilirler?..
Ve babam, böylece istanbul'da kaldi- Ğstanbul'un istirdadinda buradaydi. Hiçbir
kaba muameleye ugramadi. Aksine, hürmet gördü ve vefatinda cenazesine bir süvari
birligi gönderildi.»
(Malaya) zirhlisi, bütün çelik hamulesini eritecek derecede cigeri atesli
Padisahi gurbet yerine götürür ve vatanindan öksüz birakirken, onun vaktiyle
Baskâtibine söyledigi bir sözü hatirlamak yerinde
olur:
«— Baba hicranini her zaman kuvvetle hissediyorum. Ne zaman bir yetim görsem,
baba şefkatini derhâtir ederim. Onun yoksunlugu çok elimdir.»
Artik hâtiralar üstüste:
«— Bizim hanedanimizdan her türlüsü gelmis tir- Sarhosu gelmistir, zâlimi
gelmistir, delisi gelmistir, aptali gelmistir; fakat dinsizi gelmemistir!
Ğçimizde en mübalâtsizi (kayitsiz) olan Abdülaziz bile, son nefesinde Kur'âna
sarilarak öyle teslim-i ruh etmistir. Kani ile mülemma (kapli) olan Mushaf-i
Şerifi Yildiz Kütüphanesinde siz de gözlerinizle gördünüz!»
Baskâtip Ali Fuat Türkgeldi'den aldigimiz bu sözler, vatanindan, yâni
milyonlardan öksüz kalan Padisahin tasidigi imân ve Ğslâm selâbetini gösterir
ki, onu vatan disina iten saik de hakikatte bu selâmetten baska bir şey
degildir.
Ve diri diri mezara gömülmekten daha korkunç bir ruh iskencesine mahkûm edilen
Tâcidar, hiç kimseye kin beslememekte, bu duyguya yabanci bulunmaktadir. Bakin,
bir gün, Baskâtibine ne demistir:
«— Benim kimseye kin ve garazim yoktur. Bir | adamaa ne kadar hiddetim olsa
gelip bana iltica edince hiddetim geçer. Yaliniz iki kisi hakkinda hiddetim
geçmez: Biri Sultan Azizin validesi, büyük valide öbürü de Sait Pasa...»
Aslinda kin tutmayan Padisahin nefret ettikleri arasinda üç kisi daha var:
«— Dünyada üç mel'un vardir; bunlar bir sacayaktir. Biri bizim hemsire, biri
zevci olan Ferit Pasa, biri de oglu Sami...»
кte istiklâl Hareketine karsi cephenin (1) numarali adami Ferit Pasa üzerinde
hükmü ve buna ragmen onu Sadrazamlikta tutmak mahkûmiyeti!..
Padisah hususiyle Mustafa Kemal Pasa hakkinda o kadar kinsizdir ki, (Malaya)
zirhlisiyle çiktigi yolun sonunda, Ğtalya'daki villâsinda, kendisine, tekrar
iktidari elde edecek olursa Mustafa Kemal'e ne yapacagini soran bir adama Yavuz
Sultan Selim'den bir menkibe anlatarak aynen şöyle demistir:
«— Yavuz, kendisini öldürmeye kalkan askeri, Yavuz'u öldürecek kadar cesaret
sahibi bir yigite ihtiyacim var, seni affettim, haydi git, diyerek nasil
bagisladiysa, benim de ordularimda Mustafa Kemal gibi bir yigite ihtiyacim
oldugundan onu affeder, millet hizmetine gönderirim!»
Fakat, affedecek kendisiyken affedilmeyen ve tarihe af kabul etmez bir suçla
geçirilmek istenen Vahidüddin oldu.
SON ANDA ĞKĞ VESĞKA
Eserimin Sultan Vahidüddin'i (Malaya) zirhlisinda takip eden noktasina gelmis
gelmemistim ki, gazetemden evime bir telefon mesaji geldi:
— Bir zât sizi görmek istiyor ve gayet mühim bir ifsada bulunacagini söylüyor!
Şu ânda burada...
Bu gibi müracaatlara, muvazeneli ve muvazenesiz, ciddî ve hafif soyundan alismis
ve onlardan kaniksamis oldugum için sordum:
— Kimmis? Mevzuu neymis?
— Hiçbir şey söylemiyor! Ancak sizinle konusabilirmis!.
— Verin telefona!... Telefonda itimat verici bir ton:
— Tefrikanizla alâkali olarak size verecegim bir vesika var... Bunu ne burada
telefonla söyliyebilirim, ne de baskasina emanet edebilirim. Sizinle karsilasmam
lâzim...
Ses tonundan aldigim itimat duygusundan midir, o ânda içime dogan histen midir,
nedir, meçhul şahsa:
— Öyleyse evime gelin, görüselim! Dedim ve adresimi verdim.
Beyaz saçli, esmer, 65 yaslarinda kadar görünen, gayet terbiyeli bir tavir
sahibi bir insan... Hâl ve kiyafetine göre ancak okur - yazar halk tabakasindan
biri hissini veriyor; fakat muntazam konusuyor ve kut'aktan kapma bir kültürcük
tasidigini belirtiyor.
Hemen söze basladi:
— Vahidüddin tefrikanizi dikkatle okuyorum. Orada iddia ettiginiz bir şey var:
Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya, Millî Mücadeleyi açma vazifesiyle Sultan
Vahidüddin'in gönderdigi... Ben bu hakikati bizzat Atatürk'ün agzindan Umumî
Kâtibine söylerken isitmis olan insanim... Allah var... Allah ve tarih huzurunda
bu hakikate şahitlik etmek isterim.
— Evvelâ hüviyetinizi ve Atatürk ile münasebetinizi bildiriniz!
— ismim Cemal Granda... 1910 dogumluyum. Ğzmir'in Salihli kasabasinda dogdum ve
Ğstanbul'da büyüdüm. Şimdi Denizyollarindan emekli olarak Yalova'nin bir köyünde
oturuyorum. 1927 - 1938 arasi, tam 11 sene müddetle Atatürk'ün sofracilik
hizmetinde bulundum. Köskte, hususî servis hizmetlerini görenlerin basindaydim.
Hemen her ân köskteki hayatini yakindan takip etmek, nes'e ve Öfkelerine şahit
olmak, servis yaparken huzurundakilerle konustuklarini isitmek gibi bir firsata
erdim. Bu 11 yil içinde isittiklerim ve gördüklerim bir kitap doldurabilir.
— Şahit olduklarinizdan Vahâdüddin ile alâkalisi hangisidir?
— 1928 - 29 siralarindaydi. Kâzim Karabekir Pasa bazi beyanat ve nesriyatta
bulunuyor, Ğstiklâl Harbi şerefinin kendisiyle Atatürk'e ait oldugunu iddia
ediyordu. Baskalarina hiçbir hisse vermiyordu. Atatürk bu nesriyata fevkalâde
öfkelenmisti. Bilhassa Kâzim Karabekir'in birinci plâni isgal etmek
istemesine... Bir gün, karsisina Umumî Kâtibi Tevfik Beyi almis, bu mevzuu asabi
asabî konusuyordu. Kahve getirip götürmek ve sair servislerde bulunmak
vesilesiyle boyuna huzuruna girip çiktigim için hep ayni bahis üzerinde
konustuguna şahit oluyordum. Diyordu ki: «Eger bu milleti Kâzim Karabekir'in
iddia ettigi gibi yalniz iki adam kurtardiysa vah bu milletin hâline!.. Böyle
bir şey nasil agiza alinabilir? Bu adami akil doktorlarina muayene ve tedavi
ettirmek lâzim!.. Hirsin ve milleti âciz göstermenin bu derecesi olur mu?» Sonra
birdenbire dogrularak Tevfik Beye dedi ki: «Beni, Millî Mücadeleyi açmak üzere
bunca Pasa arasindan seçip Anadoluya gönderen Vahidüddin'dir. Eger bu vatani
kurtaran birini aramak gerekirse Vahidüddin'i göstermek lâzim-gelir!» Bu sözü
kulaklarimla isittim ve o ânda Atatürk'ün tavir ve kelimelerine kadar hiçbir
şeyi unutmadim. Benim gibi basit bir adamin şahitliğinde bir kiymet varsa onu
kullanmaniz için size geldim. Sözlerimi ayniyle yaziniz, imza edeyim. Hakikatin
tecellisi ve Allahin rizasindan baska bekledigim hiçbir şey yoktur!
(Millî Mücadele fikri Sultan 6. Mehmed Vahidüddin'indir tezimizi Ğspat eden
Mustafa Kemal'in sofracisi Cemal Granda'nin imzali beyani...)
Cemal Granda'nin ifadesini ayniyle ogluma yazdirdim ve klisesinde gördügünüz
gibi, imzasini aldim.
Tarih ilmi (metodoloji - usûliyat) bakimindan, en güvenilecek vesikayi, herhangi
bir garaz ve ivazlari olmayan, samimiyet ve iyi niyetleri asikâr, hattâ
şahıslariyle kiymetsiz ve ehemmiyetsiz görgü şahitlerine baglar. Bu bakimdan,
dâvamiz zaten evvelce ispat edilmis bulunduguna göre, eski sofracinin
tespitlerini, ona muhtaç olmaksizin büyük mikyasta kiymetlendirebiliriz.
Vesika bununla kalmadi. Henüz Cemal Granda yanimizdan ayrilmamisti ki, postaci
geldi ve bir gazete getirdi. Bir okuyucunun gönderdigi 19 Mayis 1957 tarihli
«Dünya» gazetesi... Bu gazetenin altinci sahifesinde «Falih Rifki» imzasiyle
çikmis «Atatürk Samsun'a gidiyor!» baslikli bir hâtira yazisinin ikinci basligi,
Vahidüddin'in agziyle Mustafa Kemal Pasaya söylenmis ve tarafimizdan daha evvel
kaydedilmis şu sözlerden ibaretti:
« — Pasa, pasa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin! Bunlarin hepsi tarihi»
geçmistir! Şimdi ya pacagin hizmet hepsinden de mühim olacaktir! Pasa, sen
devleti kurtarabilirsin!»
Devleti kurtarmak, Samsun'da asayisi tesis etmekle olmayacagina göre, Mustafa
Kemal Pasanin Anadolu'ya niçin gönderildigi Falih Rifki gibi bir kalemle de
teyid ediliyor demekti. Bu itirafta daha nice Vahidüddin düsmani kalem müttefik,
fakat is mânalandirmaya gelince hepsi de hakikatten firaridir.
Mustafa Kemal Pasa Anadoluya dogrudan dogruya Türk devlet ve milletini kurtarmak
için Vahidüddin tarafindan gönderilmis; ve devlet kurtarildiktan sonra onu
kurtarmak fikrini ilk verenin ve bu ise ilk davrananin, bir düsman zirhlisi
içinde vatanindan uzaklasmasini gerektirici şartlar fazlasiyle saglanmistir. Şu
var ki, Vahidüddin, karsi durulmasi ancak çok büyük bir kahramana düsen bu
şartların, ölmeyi bilemedigi için, ister istemez agina yakalanirken
bahtsizliginin son basamagina çikmis, bu da onu vatan haini gösterenlere bedava
tarafindan dayanak olmustur.
Gurbette Bir Halife
MALTA VE MEKKE
Bir ismi de «Dar-ül - Hilâfe: Hilafet Evi» Ğstanbuldan ayrilmak üzere Ğngiliz
zirhlisina geçerken top sesleriyle selâmlanan, forsu direge çekilen ve en büyük
bozgun içinde muzaffer bir hakan muamelesi gören Vahidüddin Malta'da pek sade
karsilandi ve hiçbir törene şahit olmadi. Zirhli, Malta kiyilarina yaklasip
demir atinca, Vali Lord (Plümer) gemiye geldi ve Ğngiltere Krali adina
Vahidüddin'i selâmladi; Halifenin adaya misafir gelisinden şeref duydugunu
söyledi ve her emrine âmâde oldugunu bildirdi.
Vahidüddin'e Ğngiliz subay ailelerinin kaldigi, surlarla çevrili, eski bir
kisladan bozma, muhtesemce ve konforlu bir binada genis bir daire tahsis
ettiler. Vahidüddin bir nevi şatoya benzeyen bir dairenin bir odasinda, gözleri
uçsuz bucaksiz deniz ufkunda, kâh limandan ayrilan ve kâh limana giren kül rengi
harp gemilerinden baska bir manzaraya şahit degildir.
Maiyetindekiler arasinda Zeki Bey isimli bir kaymakam (yarbay) vardir ki,
gurbette Halifenin bas belâsi... Ayyas, kumarbaz, çikarina düskün, son derece
kaba ve terbiyesiz, efelik gayretinde bir adam-... Vahidüddin'in fahrî
yaverlerinden ve «Mizikayi Hümâyûn Kumandanligi» gibi neye yaradigi meçhul bir
ise memur... Vahidüddin'in de eski kayin biraderi... Fakat kiz kardesi çoktan
basini alip saraydan gitmis, âdeta, Vahidüddin'i bosamis, arada hiçbir münasebet
kalmadigi hâlde de mahut Zekî Bey Padisaha bir kene gibi yapisip kalmis ve onun
has adami rolünü oynamaya bakmistir. Maksadi sadece Padisah yakinligini
sömürücülük vasitasi diye kullanmaktan ibaret olan bu adam, iste bu defa zoraki
bir sadakat gayretiyle, fakat hakikatte mazlum Ve mustarip Halifeyi sömürmek
için onu gurbet illerinde de takip etmistir. Ğleride ve italya'da Vahidüddin'e
neler yapacagini görecegimiz bu adam, Sultanin yüzü tutmadigi ve edebi müsaade
etmedigi nispette küstah ve şirrettir. Mevki ve nüfuzunu da, Sultanî bir asalet
ve tahammülün istismarindan baska bir şey tanimiyan bu seciyyesine borçludur.
кte bu adam, Malta adasinda, sabahtan aksama ve aksamdan sabaha devirdigi
viskilerle bir skandal mevzuu ... Vahidüddin ise veliahtliginda yaptigi Almanya
seyahatindeki resmî ziyafetlerden birinde mecbur olarak agzina kadar götürüp
indirdigi şampanya kadehinden dudagina sürülen tek damla müstesna ömrü boyunca
içki nedir, bilmeyen insan... Fakat üstüne konan sinekleri kovmaktan âciz
mizaci, onu bu ve daha nice adamlara mahkûm ediyor.
Ğstanbul'da General Harington'a yazilan mektubu bizzat götürüp muhatabina teslim
edecek ve cevabini alacak, memleketten ayrilis plânini da tertipleyecek ve
yerine getirecek kadar Vahidüddin'e hulûl dâvasinda Kaymakam Zeki Sultana
Topkapi sarayindaki Hilâfet makamina ait «Emânat-i Mukaddese: mukaddes
emanetleri» beraberine almasini teklif etmekten bile çekinmemis ve şu cevabi
almistir:
— Onlari yanima alamam! Onlar cedlerimin Türk milletine hediyeleri vs
emanetleri.
öbür maiyetse, basta ve bes vakit namazinda «Serkarîn - Basmâbeyinci» Yaver
Pasa, hususî doktoru Resat Pasa vesaire, iyi fakat silik adamlar...
Vahidüddin'in Malta'daki yasayis tarzi, Napolyon'un (Sent Elen)deki sürgününden
farksiz... Olanca alâkasi Ğstanbul ve Anadolu haberlerine bagli ve bütün meraki
Türkiye üzerinde toplu....
кi gücü gazete okumak ve okutmak...
Bir defasinda aleyhinde kusulan küfür ve ithamlari kendisine okuyamayan, buna
edebi yetmeyen bir yakinina:
— Hakkiniz var, diyor; okuyamiyorsunuz, anliyorum. Şu masaya birakin da o
gazeteleri, ben kendim okumaya çalisayim!
Veliahd Abdülmecid Efendinin Halife seçildigini ve Yavuz'un zümrütt tahtina
oturdugunu haber alinca, hiç mutadi degilken bir kahkaha kopariyor ve
yanindakilere şöyle diyor:
— Hangi taht?... Kaldi mi ki, taht?.. Bu efendi, şehzadeliğinde basina Fatih'in
kavugunu geçirip bir takim garabetler yapmaga kalkmis ve agabeyim Cennetmekân
Sultan Abdülhamid Hân tarafindan paylanmisti. Görüyorum ki, hâlâ huyu
degismemis! Abdülaziz ogullari hep böyle... Bu hakikati Abdülhamid Hân
«baslarini bos birakacak olsam ne dereceye kadar alçalacaklarini ben bilirim!»
diye ne güzel ifade etmisti! Kof bir azamet içinde kuklalarin en sefili olmaya
nasil razi oluyor bu adam?
Ve gelen gazeteler içinde Abdülmecid'in Vahidüddin hakkinda beyanati:
«— O hain yaliniz vatanimiza hiyanet etmedi. Hanedanimizin şerefiyle de oynadi.
Artik vatandan da, hanedanimiz sicilinden de kovulan bu adamdan bahsetmeyelim!
Yazik ki, benim babam bu adamin amcasiydi; bunu bile düsünmedi.»
Sadece Abdülmecid'in seciyesini gösteren, bu âdi, zebunküs ve ahmak sözlere ait
herhangi bir tefsir lüzumsuzdur.
Eski yaverlerden Tarik Mümtaz Göztepe'nin bazi yayinlarindan edindigimiz
bilgilere göre, bu son adilik tezahürlerinden sonra Vahidüddin gazete okumayi da
kesmistir.
O siralarda bir gün, hasmetlû Ğngiltere Kralinin temsilcisi, Malta Valisi Lord
(Plümer) Vahiddüddin'in huzuruna çikip Hicaz Krali Birinci Hüseyin tarafindan
valilik vasitasiyle çekilen bir telgrafi teblig etti. ingiliz askerî
makamlarinin şifresiyle ve îngilizce yazilmis olan telgraf şuydu:
«Yeryüzünün Halifesi ve bütün Ğslamların Ğmamı, Emir-ül-Mü'minîn Efendimiz
Hazretlerini, Hicaz Krali Hüseyin kullari Kâbe-i Muazzama'nin muazzam
misafirligine davet eder ve dindarâne bir sadakat ve merbutîyetle Hâkipa-yi
Şahanelerine (ayak tozlarina) yüz sürer.»
Vahidüddin'in cevabi şu oldu:
«— Peygamberimizin ruhaniyetine yüz sürmek için Hicaz'a gitmeyi, Kral Hüseyin'in
daveti üzerine kabul etmis degilim. Ben bu vazifeyi şanlı müvekkilim (vekili
oldugum şanlı zât) Peygamberimiz, Efendimiz Hazretlerinin davetleri olarak ve
emsalsiz bir manevî müjde olduguna inanarak kabul ediyorum.»
Böylece Vahidüddin kendisini bütün müslümanlarin Halifesi ve Türklerin Padisahi
görmekte devam ettigini ilân etmis oluyordu. Nitekim bir defasinda da:
«— Beni mukaddes müvekkilimden baska hiç kimse Halifelik makamindan azledemez!»
Demisti.
Basmâbeyinci Yaver Pasa tarafindan Kral Hüseyin'e çekilen cevap telgrafi,
Sultanin nefsi üzerindeki bu kanaatini açikça gösterir bir azamet vesikasidir:
«— Atebe-i Mekmertebe-i Cenabi Hilafetpenah-i akdesîye (felek mertebeli ve
mukaddeslerin mukaddesi Hilâfet makaminin esigine) hitaben çekilen telgrafname-i
hasmetpenahileri son derece sürur-u Şahaneyi (Padisah sevincini) mucip oldu.
Ravza-i Nebiye yüz sürmek ve müvekkil-i zîsaninin (vekili oldugu şanlı zatin)
dâ-vet emirlerini yerine getirmek üzere derhal harekete karar verdiklerinin
tesekkürat-i Şâhaneleriyle birlikte zât-i hasmetpenahîlerine iblâgini kulunuza
irâde buyurduklari ve hareket gününün ayrica is'ar edilecegi maruzdur.»
Vahidüddin ve maiyeti, Vali Lord (Plümer)in binbir ihtiram ve itina tavriyle
«Barham» zirhlisina bindirildiler. Amiral dairesi oldugu gibi Vahidüddin'e
tahsis edilen zirhli, Süveys yolunu tuttu.
Vahidüddin'in Süveyste, Kral Hüseyin'in oglu Abdullah ve maiyeti, bir de
aralarinda bulunan filozof Riza Tevfik tarafindan karsilanisi parlak oldu. Arap
şeyhi kiliginda gelen Riza Tevfik, Padisahça gayet güç teshis edilebilmisti.
Mukaddes topraklarin iskelesi Cidde'ye bayragi denize kadar şarkıcı bir Ğngiliz
harp gemisiyle gitmeyi çirkin bulan Vahidüddin, kendisini ve maiyetini gotürmek
üzere Kral Hüseyin tarafindan bir vapur kiralanmis oldugunu ögrenince çocuk gibi
sevindi ve alâkalilara dua etti.
«Zemzem» isimli, kiç gönderinde Ğran bayragi, direginde de Osmanli saltanat
forsu dalgalanan vapurla Cidde'ye vardilar.
Görülmemis tezahürat... Cidde açiklarinda suyun yüzü, küçüklü, büyüklü
yelkenlilerden papatya tarlasina dönmüs... Sahil de, Hicazin her yerinden akin
eden çesitli kabilelerin çesitli renkleriyle dolu... Padisahin istimbota ayak
attigi ândan itibaren denizden ve kiyidan kopan bir alkis çigligi... Hicaz,
tahttan indirilmis farzedilse de, Türklerin Padisahi ve müslümanlarin Halifesini
ilk defa görüyor.
O günün vasita ve yol şartlarına göre daha iyisi olmayan şekilde, Vahidüddin ve
12 yasindaki oglu bir fayton içinde ve maiyeti develer üzerinde, Mekke'ye
hareket...
Tahttan indirilisini degil, âdeta taht'a çikarilisini ilân eden 101 pare top
atisiyle karsiladiklari Padisah, boyu kilometreler tutan bir kervanin basinda,
mukaddes beldeye indi.
Ayni karsilanis ve gökleri delen alkis naralari...
Allahin Evi görününce Vahidüddin arabadan indi, yaya olarak dogru Kâbeye gitti,
iki büklüm bir ihtiram tavri içinde yeri öpmedigi kaldi, «Hacer-i Esved»e yüzünü
gözünü sürdü ve tavaf vazifesini yerine getirdi.
Kral Hüseyin, ona, bir Osmanli pasasindan kalma olup kendisine tahsis etmis
bulundugu sarayvâri konagi ayirmisti. Vahidüddin'e karsi takindigi ikram ve
ihtiram tavri o kadar mübalâgaliydi ki, bunun hasbî ve samimî olmasi mümkün
degildi. Nitekim Vahidüddin bu mübalâgayi seziyor ve yakinlarina şöyle diyordu:
«— Bu adamin bu derece israrli ikramlari beni sikmaya basladi. Allah vere de
altindan çapanoglu çikmaya...»
Vahidüddin Mekke'de sari humma dedikleri ekseriyetle alip götüren korkunç bir
hastaliga tutuldu ve 15 gün, yüksek atesle kavruldu. Nihayet iyi oldu ve
kurtulusunu şöyle izah etti:
«— Benim yasamam Allah'in muradi icabindan olmasaydi, yakalananlarin yüzde
yüziyle ölüme mahkûm olduklari bu korkunç hastaliktan kurtulamazdim ve şanlı
müvekkilimin ruhaniyeti imdadima yetismezdi.»
Hastaligindan sonra Vahidüddin, Hicaz'in iklim bakimindan en güzel ve elverisli
yeri olan Taife götürüldü ve orada muhtesem Abdülmuttalip Kasrina yerlestirildi.
Zahirî bahane, sihhatine en uygun bir yerde oturtulmasi, hakikî sebepse, Kral
Hüseyin'in eli altinda bir nevi garanti gibi muhafaza edilmesi...
Zira, bu noktaya kadar gerçek sâikini bildirmed ğimiz ihtisamli davet ve bunca
ikram ve ihtiramin biricik gayesi, Vahidüddin'in elinden Hilâfetin
koparilmasidir. Kral Hüseyin, bu emeline, ya Vahidüddin'i küpler dolusu altinla
kazanarak, yahut el altinda tutup herhangi bir harekette bulunmasina engel
olarak varmak azminde... Nitekim o, Suriye, Filistin ve Amman taraflarinda
birtakim tertiplerle halifelik gayesini ilân etmis ve Arap âleminin büyüklerini
Hicaz'a davet ederek birlik kurma sevdasina düsmüstür. Bütün is, Vahidüddin'i
kendisine biy'at ettirmek, böylece Halifeligin ilk tasdik belgesini bizzat
Halifeden almakta...
Kendisine azil ve iskat kabul etmez halife göziyle bakan Vahidüddin, peçeler
düsüp de çehreler meydana çikinca, Kral Hüseyin'in topyekûn Suriye havzasinda
koparttigi ve Hicaz'a kadar soktugu curcuna sirasinda, birdenbire maiyetine emir
verdi:
— Hazirlaniniz! Yarin, havasi ve suyu bu kadar güzel olan Tâif'i ve pesinden
Hicaz'i terkediyoruz!
Vahidüddin'in Tâif'ten çikisi ilâhî rahmetten bir isaret oldu. Çünkü ertesi günü
Vahabîler Tâif'i basti ve önlerine çikani yakip yiktilar, asip kestiler.
Hâsimî saltanat ve Ğdaresine karsi hareket büyüdü, Kral Hüseyin'in kuvvetleri
maglûp oldu ve Ğbnüssuud, muzaffer bir Roma kumandani tavriyle mukaddes beldeye
girdi. Fakat Mekke'ye girer girmez son derece nazik bir politika edâsiyle ve
askerlerinin «Allahümme Lebbeyk - Allahim, dâvetine kostuk ve sana geldik!»
nidalariyle Kabe'ye yöneldi ve taskin bir din alâkasi gösterdi.
Fakat Mekke'nin düsmesine ragmen, müdafaasina bâzi Türk zabitlerinin de
katildigi Cidde mukavemet ediyordu. Bu sirada Cidde'ye gelen Kral Hüseyin,
Hilâfet, Sultanlik, bütün rüyalarina veda edercesine, tahtini oglu Emîr Ali'ye
birakti ve Ğngiliz baskisiyle meydana gelen bu neticeden sonra muazzam servetini
yüklenip, yine bir Ğngiliz ülkesi olan Kibrisa kapagi atti ve Ölünceye kadar
orada kaldi-
Türk zabitleri sayesinde aylarca süren Cidde mukavemeti nihayet kirildi,
Ğbnüssuud, mukavemetin saikleri olan Türk zabitlerinden ikisini huzura çagirip
tebrik etti ve kendi hizmetine aldi.
Vahabî istilâsinin arafesinde Tâif'ten çikan ve binbir çetinlik içinde Ciddeye
varabilen Vahidüddin oradan Misir'a gitmeyi arzuladiysa da bu istegi Kral Fuad
tarafindan kabul edilmedi; o da, daima muhafaza ettigi, asla Ğngiliz oyununa
getirmedigi Halife ve Sultan vasiflarini omuzlarinda tasiyarak en uygun ve
baskidan uzak memleket kaydiyle Ğtalya yolunu tuttu.
Burada en nazik nokta, yine Vahidüddin'e ait ulviyettir. O, kuru bir unvan
halinde olsa da, malik bulundugu muazzam sifati, hiçbir menfaat mukabili
satmayan ve bir harp gemisinden faydalandigi Ğngilizlerin Hilâfet mevzuunda
oyununa gelmeyen, bu oyuna gelmemek için alâkasiz bir ülke, Ğtalyayı seçen büyük
insandir.
Ğtalya topraginda ilk ayak bastigi liman, Cenova... Ne o?
Bu limanda fevkalâde bir karsilanis!... Ğtalya Krali Viktor Emanüel ile diktatör
Musolini, bizzat karsilayanlar arasinda... Ayrica enistesi ve Sadrâzami Ferit
Pasa ve bâzi saray mensuplari... Vahidüddin ve maiyetine hususî bir tren tahsis
edildi ve kalinacak yer olarak önceden kararlastirilan (San Remo)...
Ğtalya... Çiçek, meyve, çam agaci ve deniz suyu kokan ilik günes memleketi ve
onun bu hassalara sahip en güzel plaj şehirlerinden (San Remo)...
Vahidüddin'in bir daha içinden çikmayacagi ve ölüm dösegine uzanacagi şiir ve
serenad memleketi... Vahidüddin'in üzerindeki bütün para, Tarik Mümtaz
Göztepe'ye göre 35 bin Ğngiliz lirasidir. Bizse bu parayi baska kaynaklara göre,
kâgit para olarak ,50 bin Türk lirasi göstermistik. Kaynaklardan hangisinin daha
dogru oldugunu bilmemekle beraber o zamanki (kur)lara göre, kâgit para 35 bin
Sterling ile 50 bin Türk Lirasi arasinda azîm bir fark yoktur. Bir padisah için
bahsis parasi kadar zaif olan 50 veya 100 - 150 bin Türk lirasi kiymetindeki
parayi, bir çanta içinde sertabip Resat Pasa tasimakta, ve gereken masraflari
kendisi görmektedir.
кte, biraz evvel ne soydan bir adam oldugunu bildirdigimiz, sabik kayinbirader
Kaymakam Zeki'nin gözü bu çantadaydi. Ğstiyordu ki, çanta onun elinde olsun,
masraflari o görsün ve basta kumar olmak üzere her türlü sefahatine bu çanta
yetissin!... Daha evvel Malta ve Hicaz'da büyük rolü olmayan bu çanta, şimdi
Sultanin artik kendi yagiyle kavrulmaya baslayacagi italya'da, bilhassa sefahat
vasitalarinin pek bol oldugu bu yerde, Kaymakam Zeki'ye göre can noktasiydi.
«Mizika-yi - Hümayun» kumandani, fahrî yaver ve sabik kayinbirader tarafindan
göz dikilen bu çantanin, Resat Pasa esrarli bir şekilde ölünce nasil ayyas ve
kumarbaz Kaymakama geçtigini ve nelare yol açtigini birazdan görecegiz.
Artik Vahidüddin Ğtalya'da...
VAHÎDÜDDĞN ĞTALYA'DA
Yegeni Vahidüddin'e en çirkin şekilde çatip yeni rejime yaranacagini vehmeden
zaif karakterli Abdülmecid de, Hilâfetin lagvi üzerine bütün Hanedan âzasiyla
beraber Türkiye'den kovulup Avrupa yolunu tutunca, Vahidüddin'in Ğstanbul'da
kendisine emanet ettigi kadin efendiler vesair yakinlari hep birden Ğtalya'da
tepesine üsüstüler. Bunun üzerine Vahidüddin, tuttugu küçük villâyi birakip
(Villâ Manyoli) isimli kasri kiraladi. Portakal, liman, Malta erigi, manolya
agaçlariyle süslü büyük bir koru içinde modern bir şato... Ayrica, havaya
bayiltici bir koku nesreden türlü çiçekler ve güller... Villânin biraz
ilerisinde birkaç odali bir de yavru kösk... Bu minik kösk, ileride, sabik
kayinbirader Kaymakam Zeki'nin rezaletlerine yataklik edecektir.
Artik kadin efendilerden saraylilara, Basmâbeyincinden bas doktora, yaver,
musahip, katip, esvapcibasi, ibriktarbasi, tütüncübasi, berberbasi ve daha
kimlere ve nelere dek saray kadrosu tamam... (Villa Manyoli) ve yanindaki küçük
köskün 40 küsur odasini isgal eden bu kalabaliga hususiyle baslarinda Kaymakam
Zeki gibi bir sefih bulundukça Padisahin o mahdut parasi ne kadar müddet
yetebilir?
Kaymakam Zeki'nin rezaletleri (San Remo)ya yerlesildikten kisa bir zaman sonra,
korkunç mikyasta basladi. Vahidüddin'in hususî hizmetlerine bakmasi için tutulan
küçük bir Ğtalyan kizi Zeki'den gebe kaldi ve rezalet duyulmasin diye fedakârlik
Padisahin [ kesesine düstü.
Hâle ve şu Osmanli Hanedanindan bazilarindaki eabir, tevekkül, tahammül ve
hicaba bakin ki, Vahidüddin hâlâ bu adami basindan defedemiyor!
O siralarda harikulade bir levha:
Ğtalya kralindan bir temsilci gelip Halifeye, diledigi yerde diledigi şato ve
konagi seçmekte serbest oldugu ve bütün hizmet kadrosiyle beraber her türlü
masrafin Kral tarafindan görülecegi ricasini getiriyor.
Prensliginde Çanakkale'deki Truva harabelerini ; ziyarete geldigi vakit
kendisine mihmandar şehzade olarak refakat ettigi Ğtalya Kralina, Türklerin
Padisahi ve müslümanlarin Halifesi şu ulvî mukabelede bulunuyor:
— Hasmetlû Kral Hazretlerine şükranlarımı arzediniz! Gösterdikleri incelik ve
civanmertligin hayraniyim! Fakat tasidigim «Müslümanlarin Halifesi» unvani böyle
bir yardimi kabul etmeme mânidir!
Bu bilgiyi, yüzelliliklerden ve (Villâ Manyoli) müdavimlerinden, muharrir Refi
Cevat Ulunay'a borçluyuz.
Bir seyahat vesilesiyle Şimalî Ğtalya'yı dolasip oralardan (San Remo)ya geçen
Kral Viktor Emanüel ve diktatör Musolini oranin meshur gazinosunda Vahidüddin
ile bulusuyorlar, bilhassa Musolini ve Padisah arasinda karsilikli bir hoslanma
doguyor ve Halife, Ğtalya diktatörüne fasizmi, yikmadan dogan bir inkilâp olarak
medhediyor.
Vahidüddin'in maiyetindeki pasalar, beyler ve agalar, vaktiyle saraydan
aldiklari maaslari şimdi Padisahin sürgün mahiyetindeki gurbet hayatinda da
Ğngiliz lirasi olarak almaktan çekinmiyor, üstelik günde dört Ögün yiyip içiyor,
sonra gezip tozuyor ve bütün bu yükler, Sultanin malûm ve mahdut kesesine
biniyor. Bu gidisle paranin bir iki yil bile dayanip dayanamayacagi belli
degil... Fakat Padisah, damarlarindaki asîl kanin icabi, sultanî cömertliginden
zerre bile kismiyor ve tek tedbiri yaliniz az nefsini her şeyden mahrum etmek ve
bir nefer hayati yasamaktan ibaret kaliyor.
Hele Zeki Bey, hele o korkunç istismar sülügü!.. кi gücü, (Montekarlo) ayan bir
kumarhanesi olan (San Remo) gazinosunda Vahidüddin'in keçesinden para saçmak...
Onun bu hâllerine en çok öfkelenen Sertabip Resat Pasaya da dis bilemekte ve
Sultanin aci ihtarlarina bos vermekte...
Bir gün Vahidüddin Villânin alt katinda otururken ânî bir silâh sesi.., Korkunç
bir çiglik ve disarida oda kapisinin önüne yigilan bir vücudun gürültüsü...
Vahidüddin hemen kapiyi açip firliyor... Ne görse iyi!... Kesesinin muhafizi,
yakin ve sadik adami ve sertabibi Resat Pasa, kanlar içinde yere uzanmis...
Yerde açik duran sag elinin biraz ilerisinde de bir tabanca... Resat Pasa
üzerine kapanan Vahidüddîn'e ancak «Efendimiz, ölüyorum!» diyebiliyor, baska bir
tafsilât veremiyor ve kaldirildigi hastahânede vefat ediyor.
Ğtalyan polisinin delil yetersizligi yüzünden herhangi bir suikasta atfedemedigi
ve intihar teshisini koydugu hâdise, birçoklarinca Kaymakam Zeki'nin eseridir.
Vahidüddin, manolya deryasi (Villa Manyoli)de, her gün derece derece sifira
dogru inen bir termometre gibi tükenisini gördügü kesesine bakarak, tam bir
itikâf hayatina çekilmis ve öyle bir iç hayata yönelmis bulunuyor ki, disina ait
hiçbir şeyin farkinda olmuyor, artik büsbütün Kaymakam Zeki'nin eline geçen
kesesinin bile...
Bir müddet sonra Fransa'da ölen enistesi Damat; Ferit Pasa ve bir yil geçmeden
onu takip eden kiz kardesi Mediha Sultan, Halifenin sirtini büsbütün çökerten
sebeplerden...
VAHĞDÜDDĞN'ÎN SON GÜNLERĞ
Malûm yüzellilikler ve Vahidüddin'ci geçinenlerden Türkiye'yi terketmis ne kadar
adam varsa, bir nevi Yildiz Sarayi farzettikleri (Villâ Manyoli)ye üsüsüyor ve
oturduklari otellerde, Padisahin, artik ömrü gibi tükenmeye yüz tutan kesesine
yük oluyorlar... Bunlarin arasinda Padisahi siyasî tertiplerle dolandiranlar da
var... Meselâ, Paris'te «Intak-i Hak» adli bir gazete çikarmak vesilesiyle,
baslarinda Gümülcineli Ğsmail'in bulundugu bir hey'et, Vahidüddin'den oglu
Mehmed Turgut Efendiye ait paraya kiydirmak yoliyle 1000 Ğngiliz lirasi koparmis
ve parayi aralarinda paylasip savusmus, gitmisti. Padisahin son ihtiyat
akçelerinden verdigi bu basit paraya karsilik en âdi şekilde dolandirilisi son
derece gücüne gitmis; ve dost, düsman, vicdan ve ahlâkini bu kadar lekelemis bir
âlem içinde, o, âdeta nefsine küser hâle gelmis, kendisini herkesten gizler
olmustu.
Artik kesenin de suyu çekilmis bulunmakta ve dibi görülmektedir. Vahidüddin
masraflarini kismaya bakiyor, fakat elinden, nefsine ait gülünecek bir tedbir
olarak, içtigi paketlerce sigarayi asker sigarasina çevirmekten baska bir şey
gelmiyor.
Evet; paketlerce sigara... Günde 4 - 5 paket... Ve sayisiz kahve... Padisahin
olanca istihlâki bunlar... Öyle bir istihlâk ki, âdeta ölümü iple çekercesine,
yâni masrafi toptan kapatmak istercesine intihar yardimcisi...
Mahut sabik kayinbirader Kaymakam Zeki, nihayet, Sertabip Resat Pasadan sonra
kafadarligini yaptigi Padisah kesesini bir gecede (San Remo) kumarhanesinde
saçiveriyor ve koca Halife bunca etrafi ve muazzam mânâsiyle bir kilo ekmege
muhtaç hâle düsüyor. Korkunç skandal! Paranin kaybolmasi bir yana; hâdise
duyulacak ve Padisah kesesinin kumar masasina saçilip tüketildigi haber alinacak
olursa, Türkiye ve Avrupa'daki tepkilerle beraber, (Villâ Manyoli)ye kredi açan
(San Remo) esnafinin ne yapacaklarini düsünün!.,,
Vahidüddin, sapsari parmaklarinda bir asker sigarasi, kahrindan ölecek gibi
oluyor, buna ragmen bu şirret adami kovacak hamleyi gösteremiyor ve hemsiresi
Mediha Sultanla bulusup vaziyete bir çare ariyor. Kahraman hemsire, hemen,
babasi Abdülmecid Hân'in hediyesi zümrüt yüzügü parmagindan çikarip kardesine
veriyor, yüzüge Ğtalya'da kiymet biçilemiyor, nihayet Londra kuyumcularina
intikal eden mücevher 8000 Ğngiliz lirasina müsteri buluyor ve satiliyor. Eh,
Vahidüddin'in bir kaç aylik —herhalde 1 senelik degil— masraf karsiligi
saglanabilmistir; fakat bu para da bitince ne olacak?...
Nitekim büyük kismi alacaklilara dagitilan bu paranin pesinden yine darlik
basliyor, Kaymakam Zeki ayni yolda ve Padisah kesesinden para saçmakta devam
ediyor ve artik Halifeyi iflâs hâlinde gören esnaf (Villâ Manyoli) kredisini
kesiyorlar.
Bir aralik Misir'da Kral Fuad'in tertipledigi Hilâfet kongresinden de bir netice
alinamamis ve Misirli vicdan sahibi bir âlim, istiklâli tam olmayan bir ülke
temsilcisinin Halife olamayacagini avaz avaz haykirmistir.
Abdülmecid de, oturdugu kösede, Halifelik ünvanina simsiki bagli kalmakta, onu
Vahidüddine birakmamakta ve Hanedan âzasi arasinda bir anlasmaya
yanasmamaktadir.
Bütün bu dünya ortasinda Vahidüddin'in istirabini h'i'ç bir hayat
çerçeveleyemez. içtigi barut lezzetli asker sigaralarinin mavi duman halkalarina
bakarak, duman olmus 6 asirlik bir saltanatin 6 nci Mehmed'i sifatiyle,
kendinden olan ve olmayan sefil yaratilislar arasinda, bunlara ve hattâ tarih ve
-devletine ait ne varsa hepsini birden kendisine yükleyici hazin kaderini
düsünüyor.
Osmanli Ğmparatorluğunun siyaset mezbahasinda koca ve yarali bir fil gibi yere
çöktürüldügü ve tepesine asirlarin hesabi yükletildigi bir hengâmede basa
geçmeye mecbur olmak ve pesinden milleti ve devleti kurtarmanin plânini bizzat
tertipledikten sonra zafer kazanilir kazanilmaz millî hinca hedef diye
gösterilmekten büyük felâket ve talihsizlige acaba tarihte hangi misal denk
düsebilir?
Vatan disi edilenlerden biri olarak (San Remo) da kendisine katilan seryâveri,
eski Bahriye Naziri Avni Pasanin Vahidüddin hakkinda, onun talihsizlik
derecesini anlatan bir sözü, harika çapindadir:
«— Âhâd-i nâs (avam tabakasi) arasinda bile Vahidüddin'den daha talihsizi, bütün
tarih ve edebiyat âlemi içinde aransa bulunamaz!..»
Yâni, degil padisahlar ve yüksek tabakadan insanlar, ayak takimi da isin içinde,
bütün insanlik kadrosunda ondan daha talihsizi yoktur.
Öyle bir talihsizlik ki, Allah ona, şeref ve namusuna musallat Zeki isimli
külhanbeyinden tutun, mânâ ve hakikatini tahrif edici nice fikir eskiyasina
kadar hiç kimseye karsi durabilecek mukavemet bünyesini vermemis, bunun yerine
sultanî bir vekar ve asaletle her şeye katlanma seciyesini bahsetmis, böylece
biraz evvel dokundugumuz sir icabi, bu, aslinda masum adam, mazi, hâl, dost,
düsman her tarafa ve herkese ait ayip ve günahlarin, içinde toplandigi bir
keskül hâlini almistir. O kadar ki, Zeiki isimli sefilin Villâdaki iç telefonla
kendisine «ulan!» diye hitap edecek kadar agir hakaretine, koca Halife, gazete
okumayi kestigi gibi, iç telefon hatlarini kestirmekten baska bir mukabelede
bulunamamistir. Bu karakter, Abdülmecid ogullarinda, (Burbon), (Valûa),
(Habsburg), (Hohenzolern), (Romanof) ve daha nice Avrupa Kral hanedanindan
hiçbirinde mevcut olmayan bir asalet, fakat korkunç bir zaaf olarak baslica
farikadir.
Eger Ğkinci AbdülhamidĞstanbul'aSelânigin dönme havasini tasiyan, mânâda
ve maddede çapulcu Hareket Ordusunu, bastan basa Anadolu erlerinden kurulu
Hassa Ordusuna çignetmediyse sadece bu karakteri yüzünden...
«Yâver-i Ekrem» unvanli, eski Bahriye Nâziri Avni Pasa hakkinda birkaç kelime
etmek borcundayiz:
Bu zât, Mustafa Kemal Pasaya Ğstanbul'da her kolayligi göstermis, onun Samsun'a
gitmesi için «Bandirma» vapurunu hazirlatmis, sonra da, eski Bahriye Vekili ve
«Yavuz - Havuz» kahramani Ğhsan Beyin marifetiyle meshur Yüzellilikler listesine
alinmistir.
Onun) siyaset muhterisleri hakkinda söyledigi bir söz vardir ki, o da harika
çapinda:
«— Cemaatin son safindan mihrabasiçramak gayretinde insanlar...»
Sirasi gelmisken Yüzellilikler üzerinde de, istikbalin tarihçisine bilgi
verelim:
Bu listeyi tertipleyen veya tertipleten,Ankara degil, Londra ve (Lord
Kürzon)dur. Londra'daĞsmet Pasaya «bütün muhaliflerinizi temizlemelisiniz!»
emrini veriyor ve sayilarini soruyor.Lozan zaferine (!) Türk'ün mukaddesat
temelini yikmak pahasina ermis olan Ğsmet Pasa bu suale «Muhaliflerimiz 150
kisidir!» cevabini veriyor. Halbuki o güne kadar tespit edilenler sadece 70
kisidir ve 150 rakami, âdeta îngiliz Lorduna cömert görünmek için agizdan
kaçirilmis bir kemiyettir. Lord bir hafta zarfinda bunlarin isimlerini istiyor.
Ğsmet Pasa da Ankara'ya bir şifre teli çekip kara listedekilerin 150'ye
çikarilmasini istiyor, 1960, 27 Mayis hareketinde de görüldügü gibi siyasî
ahlâkamiz malûm olduguna göre, herkesin birbirini ihbar ettigi bir sefalet
vasatinda bu 150 kisi rastgele devsiriliyor ve Ğsmet Pasanin Efendisi (Lord
Kürzon)a takdim olunuyor.
Bu hâdiseyi bize, Ankara Türkocaginda, Baskanlik odasinda Prof. Osman Turan'in
huzurunda anlatan, eski yaver ve (Villâ Manyoli) misafiri Tarik Mümtaz
Göztepe'dir.
Taht'a çikinca sakal birakmak Osmanli padisahlarinin âdet ve usûlüyken Yavuz
Sultan Selim gibi buna riayet etmeyen ve hatirlatanlara «sakalimi kimsenin eline
vermeye niyetim yok!» mukabelesinde bulunan Vahidüddin Ğtalya'da sakal birakti
ve onu kendi eline vererek tel tel yolarcasina vicdanini muhasebe etmeyi bildi.
Bu muhasebenin son hükmü şudur:
— Ben birçok noktada zaifim; fakat her noktada masumum!
Derin bir musiki kültür, hattâ ihtisasina malik bulunan Halife, manolya ve
palmiyelerin ilik havasinda tüten Ğtalyan serenatlarini isittikçe hisleniyor ve
babasi Abdülmecid'in (Donizetti)ye bestelettigi ve sonra gelenlerin de
degistirmedigi Hanedan marsini hatirliyor. Bu hatirlayisin içinde, kirmizi
ceketli, astragan kalpakli, boz pantolonlu ve mizrakli Hassa süvarilerinin
atlarina ait nal sesleri ve kisnemeler de vardir.
Maddî ve manevî istirap ve darliginin en baskin demlerinde gözünün önünden
mazisi geçen Vahidüddin, bazen tek basina bir odaya kapaniyor ve orada esrarli
bir isle mesgul görünüyor. Etrafindaki tecessüs sahipleri, bir kolayini bulup da
odaya göz attiklari zaman görüyorlar ki, koca Sultan ve Halife, Hanedan nisanini
dizinin üstüne yerlestirmis, küçük bir tirnak makasîyle onun elmaslarini sökmeye
çalismakta... Hem içeridekilere, hem disaridakilere karsi utandigi için, bir
sürü midenin göz diktigi sofrasina lâzim olan ekmegi ancak Hanedan nisaninin
elmaslarindan tedarik edebilecek hâle düstügünü gizlemektedir.
Türklerin Padisahi ve müslümanlarin Halifesi 6. Mehmed Vahidüddin'in bu hâlinden
duyulacak utanç, kendisinden baska, Türk ve müslüman her fert tarafindan
paylasilsa yeridir!
Sene 1928... Mayis ayindayiz... Vahidüddin, bildirdigimiz şartlar içinde, (Villâ
Manyoli)nin alt Katindaki bir odasinda, itikâfa çekilmis bir dervis...
Sihhatçe düskün, çökük, bitkin...
Hususî doktoru Profesör (Fava) kendisine fazla sigara içmemesini, hususiyle sik
sik aspirin almamasini, bilmem kaçinci defa ihtar etmektedir.
Fakat dinleyen kim?
Doktora verdigi cevap:
— Benim tek keyfim, sigara, doktor!. Derime, kemigime, kanima islemis bir
aliskanlik... Onu birakirsam ne yaparim?...
— Hiç olmazsa azaltiniz, Majeste! Hayatiniz tehlikeye girebilir. Aspirin
tiryakiligini de birakiniz! Zayiflamis bulunan kalbinize fenadir.
Aldirmiyor.
Arada bir vasiyet sözleri:
— Ölürsem beni Şam'da Selâhaddin-i Eyyubî türbesine gömsünler!..
— Aman; cenazemi salip ülkelerinde süründürmesinler!..
— Aman; basimdan Kur'an ve islâm ölçülerini eksik etmesinler!..
Fakat bu vasiyetlere (karsi bir sürü hayal ve teselli:
— Allah uzun Ömürler ihsan etsin, efendimiz! în-saallah istanbul'a dönecek ve
«taht-i âlibaht»iniza kavusacaksiniz!
Bu ümit ve hayalin Vahidüddin'i her ân besledigi ve en ümitsiz demlerinde bile
terketmedigi bir hakikattir. Vahidüddin, her şeye ragmen bir gün Türkiye'ye eski
sifatlariyla ve debdebeyle dönecegine kanidir.
Bir kere, söz Türkiye'ye döndügü ve Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya göndermis
olmasi aci aci yerildigi zaman, kelimesi kelimesine diyor ki:
«— Biz yandik amma, onu Anadolu'ya göndermekle vatani kurtardik!»
Ve derin derin iç çekerek devam ediyor :
«— Mustafa Kemal bana bunu yapmaz, Mustafa Kemal bana bunu yapmaz!»
14 Mayis günü (San Remo) ufuklarinda müthis bir infilâk... Büyük bir firtina...
Havayi şimşekler örmekte, bardaktan bosanircasina bir yagmur inmekte. ..
O gece Vahidüddîn bütün kadinlarini topluyor ve onlarla, gayet nes'eli,
hâllesiyor. istanbul'dan, saraydan, şuradan, buradan hâtiralar... Hususiyle,
Çengelköyimdeki kösk... Ah o günler, o günler!..
Vahidüddin bir şezlong üzerinde ve yari uzanmis vaziyette...
Sohbetin en tatli yerinde şezlongtan dogrulup ; kadinlarina emir veriyor:
— Haydi, yatsi namazlarini kilin da gelin!-. Dertlesmeye devam ederiz...
Hep beraber çikiyorlar.
Yaninda kalan ve hizmetinden bir ân ayrilmayan zeevcesi Nevzat Kadinefendiye
hitabi:
— Safram kabariyor. Bana bir tas getir!
Nevzat Kadinefendi tasi getiriyor ve Sultan egilip hafifçe gaseyan ediyor:
— Haydi, tasi dök de gel!.. Meydanda kalma.
Kadinefendi tasi döküp de döndügü zaman görüyor ki, Sultan şezlonga upuzun
yatmis ve tas kesilmis vaziyette...
Çiglik... Kosusan harem halki... Padisahin, dokunur dokunulmaz düsen ve
şezlongtan sarkan eli... Çiglik üstüne çiglik... Herkes ayakta... Son Osmanli
Padisahi 6. MehmedVahidüddin, Mustafa Kemal Pasaya «git de vatani kurtar!»
dedigi ândan günü gününe tam 7 yil sonra, anlasilmaz şekilde ölmüstür. Şimşek,
gökgürültüsü, sagnak... Villâdakiler ve küçük kösktekiler hep birden cenazenin
basinda...Padisahin yegeni, kizkardesinin oglu Prens Sami de orada... Deliye
dönmüs, kadinefendilere haykirmakta:
- Dayima ne yaptiniz?
Padisah, sirtinda samur kürk, gözleri kapali, yüzünde hiç ölüye benzemeyen bir
tazelik ve huzur benzeri bir tebessüm, sanki bütün bu patirtilari dinliyor,
fakat cevap vermek istemiyor gibi...
Ertesi sabah yagmur hâlâ devam ederken (Villa Manyoli)yi çepçevre kusatan,
tersine dönmüs serpuslu italyan polisleri... Ğtalyan hükumeti, Halifenin ânî
vefatiyle yakindan ilgili... Resmi temsilcilerle beraber hususî doktor Profesör
(Fava) orada...
Ceset üzerinde (otopsi) yapilmasi lüzumlu gösteriliyor. Ölüm sebebinin
anlasilmasi için, gurbette ölen Halifenin vücudu kesilip biçilecek... Ğslâm
Ölçülerine uymayan bir is... Ayri mes'ele...
(Otopsi) yi villâda bizzat profesör (Fava) yapiyor ve ameliyat pek kisa sürüyor.
Profesör, sirtinda beyaz gömlegi, elinde küçük bir kemige benzer bir şeyle,
bitisikte bekleyenlerin yanina geliyor ve:
— кte, diyor; ölüm sebebi!.. Bu, kalbe giren damar!. Tas kesilmis... Fazla
sigara içmek, bilhassa bir defada çokça aspirin almak yüzünden tikanmis ve ölümü
meydana getirmis... Baska sebep aramaya lüzum yok!...
Seryâver Avni Pasaya göre Padisah, parasinin tam bittigi ânda bu ölümü kendisine
hazirlamistir, yâni intihar etmis... Aksam yemeginden sonra bir defada 7 - 8
aspirin almis ve neticeyi beklercesine şezlonga uzanmis...
Halife yemekten sonra kaç taneyse, aspirin almis olsun, olmasin, onun intihar
kasdi güttügüne ihtimal verilemez. Çünkü o derin ve şiddetli bir mü'mindir ve
böyle bir din suçu islemekten münezzehtir. Gerisi, hep yakistirma, uydurma, zan
ve hayal...
Parasinin tam bittigi anda ölmesi de Ğlâhî bir lütuf ve âhiret nimetlerine
davetli olmaktan baska türlü yorumlanamaz.
Halifenin cesedi tahnit ediliyor (ilaçlaniyor) v yegeni Prens Sami tarafindan
büyük masraflarla yaptirilan som cevizden bir tabuta yerlestiriliyor. Tabutun
üzerinde şu yazi:
«— Ğslamların Halifesi ve Türklerin Hakani Altinci Sultan Mehmed Hân
Hazretleri»...
Ve iste o zaman rezaletin en büyügü kopuyor. (Villâ Manyoli) alacaklisi bakkal,
kasap, manav ve saire hep birden ayaklanip tabuta haciz koyduruyorlar.
Böyle bir hâdise dünyada belki ilk defa olmaktadir. Bir Padisah ceseti,
tabutuyla beraber hacz altindadir ve topraga kavusmak hakkina malik degildir.
Tabut, (Villâ Manyoli)nin mermer döseli avlusunda ve ziyaretlere açik bir
(katafalk) esyasi şeklinde günlerce bekletiliyor; ve ancak Misir, Suriye ve
Irak'tan gelen yardimlarla kurtarilip serbest hâle getirilebiliyor.
Eger Halifenin borçlarini italya hükümeti ödemiyorsa, herhalde bunu Türk
hükümetine hakaret etmis olmak için yapmiyor.
Cenazeyi ziyaret eden edene... Ğslâm dünyasindan, şuradan, buradan gelip tabut
basinda Kur'ân okuyanlar ve dua edenler... Bunlarin arasinda, siyahlar giymis
iki kiziyle beraber mermere diz çöküp hiristiyan usûlü dua eden ve aglayan
ihtiyar biri vardir: Ğkinci Abdülhamid'in ressami meshur- (Zonaro)...
Vahidüddin'in, parasini ve kiymetli evrakini sakladigi çekmece açilinca meydana
çikan manzara müthis...
Tam 17 tane altin lira çeyregiyle, taslari sökülmüs Hânedan-i Âl-i Osman»
nisani. Yâni dört ve ayrica dörtte bir altinla, disleri sökülmüs bir agza benzer
bir nisan... Gerçekten Sultân, parasinin bittigi anda ölmüstür.
Cenaze Şam'a götürüldü. Oradaki hükumetçe düzenlenen orta hâlli bir merasimle,
Selahaddin Eyyûbi türbesinde yer bulunamadigi için Sultan Selim Camii
mezarligina gömüldü.
Aradan bir müddet geçince Sultan Selim Camiindeki mezarlar kaldirilmis,
düzlestirilmis ve orasi park hâline getirilmistir.
Demek ki, bugün, Türklerin Padisahi ve müslümanlarin Halifesi Vahidüddin'den
maddî bir iz bile mevcut degil...
Fakat manevî bir iz mevcut... Bu iz resmî yol yaftalarina bakmadan takip
edilecek olursa öyle bir noktaya varilir (ki, orada, sahte para basanlar gibi,
yalan ilim ve tarih imal edenlerin tezgâh kapisini açacak ve topunu birden ilahî
adalet savcisina teslim ettirecek anahtar vardir.
îmam-i Rabbânî Hazretlerince Allah indinde en yüksek derece, bir insanin, iyi
olmasina ragmen fenaliginin söylenmesinde olduguna göre, Ğkinci Abdülhamid'den
sonra bu mertebeye erebilmis; büyük mazlum olarak Vahidüddin'e ait ruhanî makami
düsünelim!...