Vatan Haini değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin

 

 

Vatan haini degil, büyük vatan dostu, Sultan 6 nci Mehmed Vahidüddin

TAKDĞM

Bu eser, 6-7 yil önce bir gazetede tefrika edildi, pesinden kitap halinde çikti;

ve ne gazetede, ne de kitap olarak yayinlanmasindan herhangi bir takibe ugradi.

Fakat bir müddet sonra nereden ve nasil geldigi belirsiz bir tepki neticesi,

Vahidüddin'i temize çikarmak Atatürk'e hakaret sayildi, kitap toplatildi ve

mahkemeye iletildi. Mahkeme, müellifinin kendisini savunmaya bile lüzum

görmedigi, bu bakimdan hâkim huzurunda boy göstermeye ihtiyaç hissetmedigi,

dünya görüsümüze aykiri «bilirkisi»lerin de bir agizdan suçsuz buldugu bu eser

hakkinda bedahet üslûbiyle beraet karari verdi. Fakat hüküm Temyizce bozuldu ve

tam da mahkûmiyetin esigine sürüldügümüz bir anda, Af Kanunu isi kurtardi.

Şimdi eseri tekrar nesrederken şu üç ölçüye dayaniyoruz:

1 — Bir şeyi övmek, onun ziddini yermek degildir. Gündüzü medhetmekle geceyi

zemmetmis olmak manasi alinamaz. En iptidaî ve sadece hissiyle hareket eden bir

toplulukta bile, hukuk anlayisi olarak böyle bir abese yer bulunamaz.

2 — Eger gündüzü medhedenin ruhunda geceye karsi ayrica ve gizli bir nefret

varsa, bu nefret açiga vurulmadikça ve disindan bir кarete kavusmadikça sadece

kimsenin el uzatamayacagi bir vicdan meselesi olarak kalir ve hiçbir türlü

suçlandirilamaz.

3 — Kaldi ki, eserde bu nokta da ele alinmis ve Vahidüddin ile Atatürk arasinda

bir muhasebe yapilmaya kadar gidilmis ve herhangi bir vehim tefsirine de imkân

kalmamasi için, hüküm, 226 nci sahîfede, yeni bir ilâve olarak verilmistir.

Bu bakimlardan eserimizi, hem belirttigi tarihî dâvaya dayanak olmak, hem de

memleketimizde kanuna riayet diye bir şey bulunup bulunmadigini göstermek gibi

iki basli hizmet gayesiyle ve rahat gönülle nesrediyor ve her şeyi Hakka ve hak

duygusuna ismarliyoruz.

N.F.K.

 

KÖSK

Yirmi yaslarinda var, yoktum. Birkaç yildir Beylerbeyinde oturuyorduk.

Beylerbeyi ile Çengelköyü arasindaki iki yani çinarli Yalilar Boyu Caddesine

bakinirdim. O zamanlar toprak, şimdi asfalt bu yolun üstünde, aksamlari,

Havuzbasina kadar yürümek, oradan Çengelköyü istikametine sarkmak, iskeleyi

geçip Kuleli'ye dogru uzanmak en büyük zevkimdi.

Çengelköyü iskelesinden hafif bir yokusla sahil yoluna çikinca, sagda, dik bir

geçidin ulastirdigi sed üzerinde sik bir agaçlik ve ortasina düsen, saray ufagi,

yayvan, beyaz, ahsap bir kösk... Vahidüddin Efendi köskü...

Pancurlari kapali bu köskde hiçbir hayat eseri yok... Şehzadeliğinde sahibi, son

Osmanli Padisahi Altinci Mehmed Vahidüddin birkaç yil evvel bir Ğngiliz harp

gemisine atlayarak, Bogazin ve Marmaranin sulariyle beraber vatanini birakip

gitmistir. Artik o herkesin gözünde bir vatan haini...

Vatan haini sanilan bu, 36 nci ve sonuncu Osmanli Ğmparatorunun şehzadelik

kösküne her nazar atisimda, içime, aksamin alacaligiyle beraber ayri bir losluk

çökerdi.

O tarihten 30 küsur yil sonra yazacagim «Canim Ğstanbul» şiirinden içime

yerlesmeye baslayan ilk gölgeler:

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;

Servi, endamli servi, ahirete perdelik...

Bulutta şaha kalkmis Fatih'ten kalma kir at;

Pirlantadan kubbeler, belld bir milyar kirat...

Şahadet parmagidir göge dogru minare;

Her nakista o mâna: ölecegiz, ne çare?...

Hayattan canli ölüm, günahtan baskin rahmet;

Beyoglu tepinirken aglar Karacaahmet.

Bogaz gümüs bir mangal, kaynatir serinligi;

Çamlica'da, yerdedir göklerin derinligi.

Oynak sular yalinin alt katina misafir;

Yeni dünyadan mahzun resimde eski sefir-Ker

aksam camlarinda yangin çikan Üsküdar,

Perili ahsap konak, koca bir şehir kadar.

Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?

Cumbali odalarda inletir «Kâtibim»!...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler!

Yedi renk, yedi sesten sayisiz belirisler...

Eyüp öksüz, Kadiköy süslü, Moda kurumlu,

Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.

Her şafak Hisarlarda oklar çikar yayindan;

Hâlâ çigliklar gelir Topkapi Sarayindan.

Birkaç parçasini aldigimiz bu şiir, olanca kâsaneleri ve harabeleri, şenlikleri

ve matemleri, saadetleri ve belâlariyle, Ğstanbul'un, son Padisah Vahidüddin

zamaninda bagladigi son mânalardan örülüdür.

Aksam üstü, Çengelköyü sirtlarindan hayal meyal görünen Topkapi Sarayina

uzaniniz! Kulak kesilecek olursaniz, Sarayin dar ve karanlik koridorlarinda

kosan ve rastgele kapilari yumruklayan Deli Mustafa'nin çigliklarini duyarsiniz:

— Osman gel, Osman gel, beni bu saltanat yükünden kurtar!

Haci Bektas-i Velî'nin sirtini sivazlayip:

— ismin Yeniçeri olsun! Devlete mübarek ol!

Dedigi büyük idealin askeri döne dolasa, Türklerin Padisahi ve müslümanlarin

Halifesi Genç Osman'i, uyuz bir at sirtinda, hamam oglanlari gibi baldirlarini

çimdikleye çimdikleye Yedikule surlarina götürecek, hayalarini sikarak

bayiltacak ve narin boynundan iple bogacak kadar alçalmistir.

Merzifonlu Kara Mustafa'nin Viyana önünde verdigi korkunç bozgun... istanbul'a

dogru yol boyunca at Ölüleri, kavuklar, sorguçlar, çadir yikintilari, top

arabalari ve sancaklar... Kâinatin Efendisine ait mukaddes liva, ancak ve güç-

belâ kurtarilabilmistir. O gün bugün, sonsuz ve perisan müdafaa çigiri... Din

Ölçülerindeki hikmetleri anlamayan ve kapkara nefsine uydurmaya bakan kapkara

mizaç mânasina ham yobaz ve kaba softa elinde, esya ve hâdiselere dikkat

etmekten ve bu aziz şuuru dine baglamaktan âciz bir cemiyet... Her ân istanbul'a

dogru kirpila kirpila eritilen imparatorluk; ve nihayet, tek çare diye,

anlamaksizin düsmani taklit etmekten baska yol bulamamis politikacilar...

Topyekûn sahte kahramanlar ve sirmali cüceler geçidi Tanzimat; ve Rus Çarinin

vasiflandirdigi Tanzimat tipi: «Hasta Adam!»

Nihayetin nihayeti olarak da, bir devrin «ebed-müddet» sifatli devletini, tam

paylasilacagi anda 33 yil ayakta tuttuktan sonra tahttan indirilisiyle beraber

baslayan ve temelinden çöküsüne şahit olan büyük atabey, Ulu Hakan Ğkinci

Abdülhamid Han... Pesinden, devlet yikici ve millet uçurucu büyük kasirgayi

kendi zamaninda görmeye memur, ezelî tevekkül ve ebedi teslimiyet örnegi ikinci

agabey, Sultan Resad... Onun da pesinden...

Ah, bu köskün düsündürdükleri!

Beylerbeyi ile Kuleli arasindaki yol, yaprak hisirtilariyle karisik inilti

sesleri veren bütün bir tarih berzahi...

Beylerbeyi ile Havuzbasi arasindaki Yalilar Boyu Caddesi, gözümde, eski Ğstanbul

aristokrasisinin son renk ve çizgilerinden bir takim seyrek hayaletlerin görünüp

siliniverdigi esrarli bir dehlizdi. Hâlâ, dik ve kolali yakasi ve kirmizi

kravatindan vaz geçmemis, fakat fes yerine basina gülünç bir kasket oturtmus

eski haremagasi; hizli yürüyecek olsa mafsal yerlerinden kirilip dökülecekmis

gibi agir agir sürüklenen, sapi fildisi bastonlu ve fantezi yelegi altin

köstekli, ihtiyar mesrutiyet emeklisi; ecinnilere kariktigina hükmettirici,

vakur oldugu kadar ürkek bir edaya bürülü, basinda siyah türban, sirtinda siyah

manto ve ayaklarinda siyah bebe iskarpin, geçmis zaman hanimefendisi... Yalilar

Boyu Caddesinde, iste her biri, Öbürü kaybolduktan sonra uzun arayla beliren

seyrek hayaletler...

Bugün üzerinde, isporta mali kübik çatilarin (ye -ye) sesleriyle hirildadigi,

mini etekli kizlar ve favorili delikanlilarin sel gibi şırıldadığı ve arsiz

otobüsler ve dolmuslarin zirildadigi bu yollarda, 40 yil önce, artik batmakta

olan mazi günesinin son akisleri...

кte, Beylerbeyi camiine bitisik Ğsmail Pasa yalisi, plâni Londra Güzel

Sanatlar Akademisinde gösterilen meshur Hasip Pasa yalisi, Misirlilarin köskü,

eski muharrirlerden Şeyh Muhsin-i Fâni'nin yalisi, filân, falan... Ve nihayet

Çengelköyü iskelesinin ilerisindeki setde Vahidüddin Efendi köskü...

Bir zamanlar Vahidüddin Efendi köskünün kisim kisim kiraya verilecegini haber

almis ve köskü gezmeye gitmistim:

Nasilsa kaldirilamamis, kaçirilamamis birkaç billur avize... Günesi, tâ

Abdülmecid devrine kadar maziyi kurcalayici bir mensurdan geçiren renkli

camlar... Tavanlarda rutubetten küherçele pamuklarinin peçeledigi nakislar...

Yaldiz çitah, ipekten kâgitlari kabaran duvarlar... Ve birdenbire, uzaklardan

Abdülmecid devrinde, Kirim Harbi zamaninda, Sardunyali, Fransiz ve Ğngiliz üç

süvari zabitinin cins atlari üzerinde, cicili bicili elbiseleriyle yanyana,

Selimiye kislasina dogru yürüyüsünü hayal ettiren bir nagme ; görünmez bir

noktadaki şarkılı duvar saatinden bir mars...

Pirinçten, küflü ve soluk tokmaklarini çevirip girdigim her odada, öne dogru

hafif egik durusu, disindan ziyade içini seyreden gözleri, burun üstüne

ilistirme gözlügü ve düsük kir biyiklariyle o vardi. Bir koltuga oturmus, sag

elini koltugun kenar yerine dayamis, odaya birinin girmesini bekliyordu.

Kapisinin açilmasini bekledigi oda, tarihti!...

Şehzade Vahidüddin Efendinin, dantelâli besleme önlükleri gibi âdi ve şımarık,

Avrupahnin «piç mimarî» dedigi (Barok-Rokoko) bozmasi saraylara (Dolmabahçe ve

Beylerbeyi saraylariyle, Mecidiye Kasri vesaire) nispetle Bogazin, kuytu bir

kösesinde, bir sed üzerinde, sik agaçlarla gizlenmis bu soylu ahsap köskü bana o

kadar şahsiyetli ve manali göründü ki, ismi «vatan haini»ne çikarilmis olan

talihsiz hükümdarin, tam da Ğmparatorluk çökerken yikik saltanat tahtina

geçirilmek üzere doldurdugu çileli hayati, köse ve bucak, her çizgi ve renkten

okur gibi oldum. Sanki o, evvelâ, türlü facialari içinde Osmanli tahtini uzaktan

seyretmek, sonra da bu tahttan top-yekûn iç ve dis intikamlarin alinacagi gün,

üzerine geçip tek basina hedef teskil etmek üzere bu kuytu noktaya itilmisti.

ABDÜLMECÎD

Vahidüddin, Birinci Dünya Savasinin son buldugu 1918'de, tam 57 yasinda son

Osmanli padisahi olarak taht'a geçtigine göre, dogumu Abdülmecid devrinin son

demlerinde... 1 Şubat 1861...

Abdülmecid devri, yani Fransizlarin (la belle epoque — güzel çigir) dedigi, Bati

medeniyetinin en piriltili hengâmesi... Biraz evvel Sardunyali, Fransiz ve

Ğngiliz üç süvari zabiti halinde tablolastirdigimiz cicili bicili üniforma bütün

Avrupaya hâkim... Rugan çekme potinler üstünde suhiyali dar pantolon ve ipek

yakali, kuyruklu ceket içinde ve silindir şapka altindaki Avrupa sivili de ayni

huzur ve muvazene tablosundan bir örnek... Garbin, henüz büyük buhranindan uzak

bulundugu, kapitalist devletlerin geri milletleri sömürmekten baska bir şey

düsünmedigi, birikmis büyük Bati sermayelerinin de Dogu istikametinde

kendilerine mahreç aradigi bir dünya manzarasi... Sosyalizma henüz bir fikir,

bir nazariye, bir (antitez), bir hayal mahiyetinde... Komünizma, «Ğlmî

Sosyalizma» veya «Alman Kollektivizmasi» isimleriyle (Karl Marks) ve (Engels)in

ellerinde yogurulmaktaysa da, henüz o da (kakofoni - bed seda) olmaktan ileriye

geçebilmis degil... Birkaç yil sonra toplanacak olan Birinci (Enternasyonal) ve

onu takip edici (Manifest Komünist — Komünist Beyannamesi), kahve falinda Bati

cemiyetinin Ölümünü gören bir falciliktan daha ileri bir gerçeklik belirtmeyici

bir hazirlik sayiliyor ve sadece tehlikeli bir fantazya biliniyor.

Bati medeniyetinin, ballari akan çatlamis bir incir gibi en olgun ve agiz

sulandirici hengâmesinde şaşkın Türkiye'yi Abdülmecid'den daha canli kim

remzlendirebilir?

Çengelköyündeki Vahidüddin Efendi köskünün düsündürdükleri arasinda dokundugumuz

Tanzimat devresi garip bir vitrindir. Su ile zeytinyagi gibi daima biri, üstte

kalan ve asla birbirine isleyemeyon tezatlar vitrini... Bu vitrinin bas esyasi,

tepesinde bir sorguç parildayan limon kabugu fesli, gögsü sirma sirma nakis,

uzun setreli, daracik pantolonlu ve rugan çekme potinli genç Padisah

Abdülmecid... Magrur kavuk, mahzun şalvar ve mahcup çstik pabuç, bakin, yarim

asri bulmaz bir süre içinde yerlerini nelere birakiyor?... Sade o kadar mi?...

Kimsenin, kayikla Sarayburnu önlerine geçip, Topkapi Sarayina bitisik Bagdat

Kösküyle, ona birkaç adim mesafede Mecidiye Kasrini kiyaslamaya niyeti yok, veya

anlayisi müsait degil...

Gerçekten, artik kandilleri kararmaya baslayan Dogu kubbesiyle, içinden renk

renk sihirbaz isiklari fiskiran Bati çatisi arasindaki soyluluk ve gerçeklik

farkini, birbiriyle omuz omuza, bu iki binadan daha açik, hiçbir şey belirtemez.

Ğçine kapanik, sagir, derinligine manali ve en asil vekar çizgileriyle mühürlü

şahsiyet âbidesi Topkapi Sarayi yaninda (Barok - Rokoko) kusmugu, şahsiyetsizlik

kümesi Mecidiye Kasri, ne ariyor? Kisa bir zaman sonra, dünya çapinda mâbed

Süleymaniye Camiine bitistirecekleri gecekondularla, deniz kumundan, çingene

bohçasi, elvan elvan menevisli (kübik) artigi sefertasi apartmanlar, ilk

yüzsüzlük dersini Mecidiye Kasrindan, yahut onu kuranlarin ruhundan mi aldilar?

Açikça görülmektedir ki, yüce sanatkâr Mimar Sinan, yerini, iskambil

kâgitlariyle kat kat ev çikanlara birakmistir ve bu yeni evin yikilmasi için,

kuvvetli bir rüzgâr degil, hafif bir soluk kâfidir. Abdülmecid çigirinda meydana

çikmaya baslayan bu bitkinlik hâlinin tam bir bitis ve tükenis noktasina

çatacagi ân, acaba hangi devir olacak ve sultana isabet edecektir? Ve o sultan,

ayni cereyana kapilip bu bitis ve tükenisi gerçeklestirmekte ayrica, az veya

çok, müessir mi olacak, yoksa her şey olup bittikten sonra, hâdiseler üzerinde

tek sorumlulugu olmaksizin, seyahatten dönen babanin, kaza kurbani, cenaze dolu

evini teslim almasi gibi, sabir ve tahammülde kahramanlik üstü kahramanlik

isteyen bir vaziyete katlanmak zorunda mi kalacaktir?

Sual budur ve eserimizin ilk harfinden sonuncusuna kadar her bahsin içindeki

mâna rüzgâri yalniz bu sual istikametinde esmektedir.

Biz, artik alafrangaligin basladigi 1839 devletiyle ondan 3 asir evvelki devlet

arasindaki farki, Topkapi Sarayina karsilik Mecidiye Kasri, kâsaneye mukabil

kümes saymakta devam edelim.

Tanzimattan 79 yil ilerisine dogru kisa bir muhasebe:

Aynayla isik aksettirircesine alafrangaligin tam bir nüfuz halinde ruhuna

isledigi ilk padisah, Abdülmecid...

Osmanli hanedan sülâlesi, hemen hemen kendisinden kopmak üzere bulunan ve damdan

dama kaçirilarak hayati ve nesli kurtarilan ikinci Mahmud'un büyük oglu...

ikinci Mahmud, bir vurusta Yeniçeriligi kaldirmis, yunanlilik ve Hiristiyanlik

çikarina hizmet ettigi sabit olan Patrik Grigoryos'u Fener'deki Patrikhane

kapisinda astirivermistir. Böyleyken, henüz yeni ordu ve devlet mayasini

tutturamayan ve bir nevi boslukta kalan ikinci Mahmud, Navarin'de donanmasi

mahvolduktan ve Hünkâr Ğskelesi Muahedesiyle adetâ Moskof himâyesi altina

girdikten sonra, kendi öz valisi Mehmed Ali Pasa ordusuna karsi duramayacak

kadar zayif...

Misir fâtihi Yavuz Sultan Selim neslinden gelen ve o nesli yürütmekte son kalan,

ikinci Mahmud'un haline bakin ki, ordusu, anavatan Anadolu'nun cenubunda, Nizip

ovasinda, kendi Öz valisine maglûp olur ve o sirada Türk ordusunda mütehassis

olarak bulunan Prusyali yüzbasi (Molteke), istikbalin (Büyük Molteke)si, tam

taarruz zamani ordu kumandaninin müneccimbasidan haber bekledigini duyunca

kaputunu sirtina geçirip «böyle bir orduda çalisamam!» diye, basar, gider!

Devletin, kendi öz valisini Moskoflara şikâyet edecek ve «beni memurumdan

kurtar!» diye el açip, tarihî düsmanindan yardim isteyecek kadar alçaldigi

hengâmede, Ğkinci Mahmud, Nizip bozgunu haberini almadan kizkardesi Esma

Sultanin Çamlica'daki köskünde öldü.

31 yil ve 16 gün padisahlik etmis ve Osmanli Devletinin en nâzik dönüm

noktasinda birtakim manasiz ve fikirsiz şiddetlerden baska bir şey gösterememis,

husûsiyle etrafli bir dünya muhasebesine uzak kalmis olan ikinci Mahmud, ölüm

tarihi 1255 yilinda, 1 seneden beri müthis bir iç burkuntusuna, korkunç bir ruh

darligina ugramis bulunuyordu. Yerinde duramiyor, koltuguna yerlesemiyor, atina

siçrayamiyor ve imparatorlugunun çöküs çatirdilariyle sarsildigi bir demde,

Topkapi Sarayinin boguk pencerelerinden Çamlica sirtlarinin (aksam günesini

aksettirici camlarina bakip gizli gizli agliyordu. Osmanli Ğmparatorluğunun

cigeri üstündeki yara, ikinci Mahmud'un cigerlerine sirayet etmis, cigerlerinde

oyuk oyuk çukurlar açmisti.

Doktorlarin tavsiyesi:

— Ciger ufunetine ugramis bulunuyorsunuz! Çamlica taraflarinda bir hava degisimi

yapmaniz uygun olur!

Ve Çamlica'da, kizkardesi Esma Sultanin kasrinda, Avrupali bir doktorun verdigi

ilâç sonu 3 saat uyku... Uykunun pesinden biraz yemek istegi ve üstüste içilen

iki çubuk tütün...

Vay; Padisah iyi mi oluyor? Sarayda bir telâs.. bir kaynasma, bir şevk, bir

sevinç...

Fakat bütün bunlar yalanci alâmetler... Kurbanlar kesiliyor, veba yüzünden

karantinada bekletilen 200 haci saliveriliyor, borçtan hapsedilmis insanlarin

hesaplari tasfiye edilerek kendilerine zindan kapilari açiliyor, gece havaî

fisekler atilip istanbul semalari pariltiya boguluyor, fakat ertesi günü

birdenbire agirlasacak ve ruhunu teslim edecek olan Ğkinci Mahmud'un âkibeti

degistirilemiyor. Öyle ki, Ğkinci Mahmud can çekisirken, artik iyi oldugu

zanniyla şenlikler, bagirmalar, çagirmalar, atlamalar ve ziplamalar devamdadir.

Cenaze, türbesi sonradan yapilmak üzere, Çemberlitasta, yaninda Ğkinci

Abdülhamid de bulunacak olan yere dogru götürülürken, Divanyolu boyunca sirali

halk avaz avaz bagiriyor:

—. Padisahim; bizi birakip da nereye gidiyorsun?

Bu çiglik, Abdülmecid, Abdülâziz, Murad, Abdülhamid, Resat ve Vahidüddin'ler

boyunca Osmanli Ğmparatorluğunun girdigi Sirat Köprüsü çigirini belirten ne

hazin bir mâna ihtizaz eder.

1255 sayili yil... ikinci Mahmud'un öldügü, Abdülmecid'in tahta çiktigi ve

Tanzimat Fermaninin Gülhane Meydaninda okundugu netameli sene...

Şairin '

Bir, iki; iki delik

Abdülmecid oldu melik

Diye tarih düsürdügü, Türk tarihini ikiye bölücü meshur 1839 yili...

Abdülmecid 16 yasinda, yeni bulûga ermis bir delikanlidir; ve babasindan miras,

ayni ciger yarasinin narin ve nahif vücudunda istidadini tasimakta, fakat

beyninde şuur ve istirabini duymamaktadir,. Ğkinci Abdülhamid devrine kadar

padisahlarca duyulmayacak, ondan sonra Sultan Resad'da tam bir idrâk kütlügüne

çarpacak, arkasindan son Osmanli padisahi 6. Sultan Mehmed Vahidüddin'in

ruhunda,. oldukça derin, fakat sesi çikmaz ve eseri görülmez şekilde yuvalanacak

olan büyük aci...

Abdülmecid bu aciya en yabanci mikyasta, kollarini Avrupalilik ve alafrangahliga

açti ve 20 küsur yil, maddede ve mânada, cigerlerindeki oyuklari derinlestirici

bir hayat sürmekten ileriye geçemedi.

Tarihçi (Angelhard)in «Türkiye ve Tanzimat» isimli eserinde «Avrupa'yi hosnud

etmeye çalismaktan baska politikasi yoktu!» diyerek şahsiyetsizliğini tesbit

ettigi Mustafa Resit Pasa, yalniz isminin basina îttihatçilarca eklenmis gülünç

sifatla Büyük Resit Pasa elinde, genç ve toy Abdülmecid, taht'a çiktigi sene,

teftissiz ve murakabesiz, tahlilsiz ve muhasebesiz alafrangalik rotasini

imzalayan ilk kaptan oldu. Eski ve her tarafindan su alan devlet gemisini bu

defa kayaliklara sürmek ve maddî-manevî Bati ; sermayesine borçlanmak

marifetinî, hiçbir şeyin farkinda olmayarak temsil etti.

Sahte inkilâpçilarin dürtüsiyle getirdigi yeniliklerin basinda, Bati kasasina

ilk defa el açmak ve yine ilk defa kâgit para çikararak yerli iktisat nizamini

altüst etmek vardir.

Türk'ü tasfiye etmek üzere kendi kendisini Batinin cellâdi yerine koyan Moskof

âlemine karsi, bu âlemin fazla gelismesine razi olmayan ve daima Türkün

inkirazini hedef tutan Avrupanin sigintisi rolünü kabullendi ve ittifaklarina

girdi ve ancak bu yolla Moskoflara karsi durabilmenin basarisina (!) erdi.

istanbul ve Üsküdar sokaklarinda, Ğngiliz, Fransiz ve Ğtalyan üniformalarinin

sirmali cümbüs lerine meydan açti ve (la belle epoque — güzel çigir) ikliminin

bütün renk ve çizgilerine bürünmeye can atti.

Bu can atisin ilk tezahürü, vereme müstait Padisahin kadin ve içki iptilâsidir.

Sarayburnu ile Haydarpasa arasini dolduracak mikyasta denize atilan paralar,

şehzade ve sultan dügünlerinde 1001 gece masallarini karartici debdebe ve ona

göre Ğsraf... Kizkardesinin dillere destan ziyafetlerinde, kafes arkasindan,

yari bellerinden yukarisi çirilçiplak sefarethane madamlarini seyretmeler...

Ğslâm Halifesi ve Osmanh Padisahi olarak ilk defa Frenklerin nisanlarini kabul

etmeler ve gögsünde murassa (Lejyon d'Önör) nisani, Fransiz Sefarethanesinde

baloya katilmalar... Hâsili, altinda ve karanliginda vatan cüsseli bir hasta

yatan semadan,, günes, ay ve yildiz yerine türlü sun'î ve havaî Avrupa

fiseklerinin sahte ve aldatici isik serpintileri...

Kilise ihtilâflarini o türlü- himayelerle idare etti ki, «Sark Meselesi»

muharriri Avrupali, şöyle konusmak zorunda kaldi:

«- Halifenin Hiristiyan kiliselerinin banisi (kurucusu) oldugunu görmek, dogrusu

garip manzara!...»

Kirk yasini doldurmadan otuz çocugu oldu. Bunlardan 23 üncüsü Mehmed

Vahidüddin... îlk iki kizdan sonra üçüncüsü Sultan Murad, besincisi Abdülhamid,

sekizincisi Mehmed Resat...

23 üncü çocuk Mehmed Vahidüddin henüz «Baba!» diyebilecek çaga erismeden

Abdülmecid, veremden ve sefaletten öldü.

Ğnhitat günlerindeki Roma'yi kiskandiracak kadar muhtesem bir ziyafetten sonra

gaseyan, yataga düsüs, Besiktas'taki Ihlamur Kösküne kapanis ve bu defa kan

kusarak 25 Haziran 1881 de ruhunu teslim edis...

Son şehzadesi Mehmed Vahidüddin henüz 4 ayliktir.

ABDÜLAZĞZ

Abdülmecid'in son yillari, istanbul halki için derin bir inkisar devresi...

Sultan Mahmud'un arkasindan «bizi birakip da nereye gidiyorsun?» diye bagiran

halk hakli çikmistir. Gülhane meydaninda, bal-mumundan müze mankenlerine

benzeyen murassam fakat içi bos vezir elbiseleri, dâvalarini koruyamaz olmus

ulema sariklari, plânlarini çok iyi kavrayici sefir üniformalari, zift renkli ve

maksatli ruhanî kiliklari ve olanca tepkisi bu hallere aval aval bakmaktan

ibaret halk yiginlarinin çesit çesit kiyafetleri karsisinda okunan 1839

fermanindan, bitik bir Padisahtan baska bir şey kalmamistir. Asirlar boyunca ne

Haçli Seferleri, ne de cepheden toslamalarla, dize getirilemeyen vatan, şimdi

içinden tedariklenme taklit ajanlarinin yaydigi mikroplar yüzünden hasta edilmis

ve bitik hâle getirilmistir. Bütün bu hesapsiz ve anlayissiz gidisin hasmetlû

kuklasi Padisah da, ayniyle Ğmparatorluğuna es, kadin ve içki elinde bitik....

Sadrâzamina yazdigi «Hatt-i Hümayun»unda da, israflarini ve hesapsizliklarini

itiraf edecek kadar gafil...

Öyle ki, aslinda ne oldugu biraz sonra görülecek olan Veliaht Abdülâziz Efendi,

bir pehlivan edasiyle caddelere çiktigi veya ciritte at kosturdugu zaman halk

onu,> maddî adelelerine bakip ruh adelelerine de mâlik sanmakta ve istikbalin

kurtaricisi sifatiyle alkislamaktadir.

Abdülâziz, yasça Abdülmecid'den pek az farkli olarak taht'a geçer geçmez,

Sadrâzam Kibrisli Mehmed Pasaya bir «Hatt-i Hümayun» göndererek herkesi ve her

şeyi yerli yerinde ibka ettigini bildirdi. 1255 (1839) ve 1272 fermanlari

etrafinda herkes ve her şey yerli yerinde sabit... Ğbka ve devam siyaseti...

Yeni padisahin söyleyecek yeni bir şeyi olmadigi ve ruhunda, kollarindaki

adelelere es bir kuvvet tasimadigi, ilk «Hatt»indan bellidir. Bu Hat şöyle

biter:

«— Tebaamin asayis ve refahi hakkinda olan arzu-yu şahanem istisna kabul

etmeyeceginden edyan Ve akvam-i muhtelif eden (baska din ve irktan) bulunanlari

dahi cümleten taraf-i hümayunumdan adalet ve himmet ve hüsn-ü halleri emrinde

dikkat-i mütesaviye (esit dikkat) göreceklerdir. Cenab-i Hakkin mülkümüze ihsan

buyurmus oldugu eshab-i azime-i servet (zenginlik sebepleri) ve samanin tevessu-

u tedricisi ki, sâye-i makderetvâye-î saltanatimizda cümlenin saadet-i halini

mücin olacak terakkiyat-i sahihadir. Onlarin ve Devlet-i Aliyyemizin îstiklâl

kaziye-i mühimmesinin (ehemmiyetli ölçü) indimizde itirafkâr oldugunu dahi

tekrar ederim, Hazreti Fey yaz-i Mutlak, Habib-i Ekremi hürmetine cümlemizi

muvaffak buyura; âmin!»

Malî buhran son haddinde... Karadag meselesi kangrenlesmekte... Hersek

ayaklanmakta... Avrupa, ise her ân daha keskin bir el atma tavriyle

gerginlesmekte...

Lûtfi Tarihine göre Abdülâziz'in ilk isleri şunlar:

Valide Sultana bin kese maas tahsisi... Şehzadelerin her ay «Hazine-i Hassamdan

aldiklari 4190 altinin (bugünkü parayla 3 milyon lira), sultan maaslari gibi

Maliyeye yükletilmesi...

Cülusunun üçüncü gününde Eyüb'de Hazreti Halid Türbesinde kiliç kusanan

Abdülâziz, üç yil evvel dünyaya gelip de dogumu gizli tutulan oglu Izzeddin

Efendinin haberini «Hatt-i Hümayun» ile ilân etti. Eski bir âdet geregince

dogumu gizlenen çocuk Eyüb'de bir evde sakli tutulmaktaydi.

Eski Tanzimat pasalarinin şu, bu makamlara getirilmesi ve şuna bu kadar, buna şu

kadar bin kurus tahsisler...

Abdülmecid'in delice israflarindan üzgün ve bezgin halk, yeni Padisahtan

müteassip bir tasarruf davranisi beklerken, aksine, onu selefinden daha savurucu

görmekle küçük dilini yutacak hale geldi.

Bu esnada (1862) Londra istikrazi... Bu parayla güya eski istikrazin

basarisizligi giderilecek ve kâgit paralar ortadan kaldirilacakti. Kâgit para

mevcudu 13 milyon lira degerinde... «Kaime» isimli bu parayi, birkaç milyon

eksigiyle ancak karsilayabilecek bir miktar istikraz edilebildi. 500 milyon

yerine yaliniz 200 milyon frank... O da, yüzde altmisi esham olmak üzere, senede

yüzde alti faizli ve yüzde iki amortismana ve öz kaynaklarimizin verimine

el koyucu mahiyette... Tütün, tuz, damga ve patent inhisari Avrupalida...

«Düyun-u Umumiye»nin baslangici...

Abdülâziz'in devlet agacina asi yapmak yerine onu kökünden zehirlemek mânasina

en büyük marifeti, Abdülmecid'den baslayan Osmanli borcunu tam 300 milyon altina

çikarmak oldu. Bugünün parasiyle -en asagi 200.000.000.000 — (ikiyüz milyar)

lira...

Bu dâvada dikkat edilecek en ince nokta; sosyalizma ve pesinden komünizmanin

tezgahlanmakta cîdugu, Bati kapitalizmasinin en Üstün ve kudreti) derecesine

vardigi ve topyekun Doguyu sömürmek ve mamul esyasina istihlâk pazari bulmak

için kendisine mahreç aradigi o devirde, dogrudan dogruya Osmanli

Ğmparatorluğuna yönelinmis olmasidir.

Bati, böylece bir gün, isi ordularina havale etmek ve son ameliyati yapmak

üzere, vatanimiza, zahirde besleyici,, hakikatte öldürücü bir kan vererek

içinden hissedar oluyor ve Türk ülkesinde bu emeline yardimci zümreyi de tahta

mankenler gibi usta bir marangoz eliyle yontmus bulunuyordu. Tanzimat mamulü

bütün sahte inkilâpçilar... Bu dâvanin kolayca ökseye oturtulacak padisahi

olarak da, iyi yürekli, sâf kalbli, fevkalâde haysiyetli, büyük çapta şeref

duygulu, fakat kus beyinli Abdülaziz'den daha uygunu bulunamazdi.

«Ulu Hakan Ğkinci Abdülhamid Han» isimli eserimizde Vahiduddin'in büyük

agabeyine ait çocukluk, gençlik ve şehzadelik iklimini çizerken temas ettigimiz

noktalara bu defa baska bir üslûpla ve bazi yerlerde ayniyle dokunmak

zorundayiz. Kaldi ki, Mehmed Vahiduddin'in çocukluk, gençlik ve şehzadelik

dünyasina bir de olgunluk merhalesi halinde ikinci Abdülhamid ve Mehmed Resad

çigirlari bindigine göre çizgiyi baslangiç noktasindan yürütmeliyiz., Elverir

ki, sözlerimiz tekrar degil, tekrir belirtsin... Avrupali, Türkiye'yi topugundan

saçina kadar borçlandirdiktan sonra, alacaklarinin tahsili bahanesiyle memleket

verimlerine el uzatici (Dette Publique Ottomane — Osmanli Halk Borcu) isimli bir

müessise kurup Türkiyeyi hacz altina almak ve ileride siyasî ve askerî müdahale

sebebi olarak iktisadi hegemonya altinda tutmak politikasini gütmekteydi. кte

«Düyun-u Umumiye»nin gerçek ve biricik mânasi!...

«Düyun-u Umumiye» ile at basi yürüyen «Mekteb-i Sultanî» isimli Galatasaray

Lisesi de, körükörüne Batililik ve Baticilik cereyaninin ocagi ve bu cereyana

bagli çeyrek münevverleri yetistirme tezgâhi... Bir de ayni dâvanin memleket içi

sarrafligina memur, devlet bankasi selâhiyetinde (Banque Emperiale Ottomane —

Bank-i Osmanî-yi Şahane), yâni Osmanli Bankasi...

Bir Yahudi üçgeni kuran bu müesseseler arasindaki is ahengi ve birbirine pas

verme dehâsi o kadar parlakti ki, Batililasma gayesinin hamur teknesi «Mekteb-i

Sultanî»den birincilik ve ikincilikle çikanlar, emin ve sadik müridler (!)

sifatiyle öbürlerine imtihansiz kabul edilirlerdi.

Devlet borcu olarak 300 milyon altina yükseldigini kaydettigimiz (astronomik)

meblâg, Ğkinci Abdülhamid'e ait eserimizde, resmî kaynaklara göre 150 milyon

ingiliz lirasidir; bu rakamin, bazi gizli imtiyazlar, yollar ve hususî

tesebbüslerle 300 milyona çikarildigi Üzerinde de iddialar mevcuttur.

Bizim rolümüz, hâdiselerin «su kadar mi, bu kadar mi?» şeklinde basit kemmiyet

cephelerine ait ayrintili tahkikler olmadigi, sadece emin malûmlara bagli yeni

bir fikir terkibinden ibaret bulundugu için, esas bakimindan asgarî kemmiyetin

de degistiremiyecegi kiymet hükmünü şoylece mahyalastirabiliriz:

150 milyon Ğngiliz lirasi, yahut 300 milyon Türk altinindan ibaret o zamanki

devlet borcu, bugünün ölçüleriyle biri en asagi 100, öbürü 200 milyar lira

olarak büyük mali iflâs ve iktisadî esareti ilân etmeye bol bol kâfidir!

Abdülâziz Hanin, Bizans ruhlu mabeyn erkâni tarafindan, nasil elleri suyla

baglanan bir padisah oldugunu, Ğkinci Abdülhamid'e ait eserimizde

tablolastirmistik. Annesi Pertevniyal Kadin Efendinin «arslanim, arslanim!» diye

üstüne titredigi ve hakkinda baska bir vasif tanimadigi Sultan Abdülâziz,

Öfkelenip kükredigi zaman Ğstanbul'un kaldirim taslarini bile ürpertecek çapta

disindan gürültülü mizacina ragmen, muhtesem bir sirk ati kadar da seyislerinin

emrine bagli bir insandi. Şu kadar ki, bu sanatkâr seyisler, muhtesem sirk atini

kamçiyla degil, yerlere kapanarak egilip kalkmalariyle idare ediyorlardi.

Padisahin disindan hâkim, içinden mahkûm bu seciyesi de, 5 - 10 yil içinde

tereddiye giden Tanzimat hareketinin, Frenk eliyle çizilmis, yagli boya

levhasinda bir şehamet heykelidir.

Abdülâziz'in, Bati kapitalistlerine borçlanarak yaptirdigi saraylar ve satin

aldigi donanma üzerindeki kiymet hükmü yine öbür eserimizde

billûrlastirilmistir. Hiçbir şahsiyet ve mimarî kiymeti olmayan ve Avrupalinin,

padisahlari millî dâva sahalarindan kaçirici bir nevi tevkifhaneye benzeyen

saraylarla, lâfta dünya ikincisi, hakikatteyse bir deniz kuvvetinin üç esasi

unsuru (materyal), (personel) ve (muharrik kuvvet) bakimlarindan sifirin altinda

bir donanma... Abdülâziz'in bütün canini ve malini verdigi bu donanma, tahttan

indirilecegi zaman sarayini kusatan ve toplarini pencerelerine diken ilk kuvvet

olacak ve «donanmam, donanmam!» diye kendisini pencereden pencereye atici

Padisah, âdeta hesapsizlik ve fikirsizligin sonu hâlinde îlâhî bir ceza olarak

bu manzarayi görür görmez yere yikilacaktir. Öz bünye içinden çikmayip, kediye

arslan pençesi takarcasina illetli vücuda kaynastirmak istenilen ve hem kendi

degeri, hem de kullanilma kabiliyeti bakimindan şahane bir yalandan ibaret olan

bir donanma... Bu donanma, o günden bugünedek sürüp giden (Felix Culpa — Mes'ut

Cinayet)lerin ilklerindendir.

Mehmed Vahidüddin Efendinin çocuklugunu ve hangi dâvayla beslenerek büyümekte

oldugunu belirten bir iklim olarak çizdigimiz bu tablo, tarih muhasebemizin can

damarini gösterir ve ötesine ait bütün olus veya olamayislarin şifresini çözer.

Abdülâziz'in, desterelenen tahti üzerinden annesinin «arslanim, arslanim!»

çigliklariyla bir salhane hayvani gibi devrildigi güne kadar köpüren hâdiseleri

artik kisa ve kaba çizgilerle Özlestirebiliriz:

Bir türlü kökü kurutulamayan kaimeler yüzünden 4 misli kiymetlenen altin ve

pahalilasan hayat... «Nân-i aziz» isimli ekmegin okkasi 110 ve francala- 140

paraya çikiyor. (Bugüne kiyasla yine ne

bereket, degil mi?)...

Yunan meselesi ve (Mavro Kordiato) ile baslayan ve o günden beri Ğstanbul'u

kollayan Megalo îdea); Sultan 6. Mehmed Vahidüddin zamaninda tam patlak verecek

ve yarini asirlik hesabini bu Padisaha yükleyecek olan köklü dâva...

Türkün evi alevler içinde yanarken yukari katta satranç oynarcasina girisilen

komik isler, tesrifat oyunlari ve bir nevi, Bati asalet unvanlarina denk rütbe

hesaplari... Vezir, bâlâ, ûlâ evveli, ûlâ sânisi, mütemayiz ve nihayet sayiya

dökülüp dördüncüde biten unvanlar... Bu unvanlari tasiyanlara «devletin

efendim!»den baslayip «gayretlû efendim!» tâbirinde biten hitap şekilleri... Ve

daha nice payeler ve Mecidî nisanina ek Osmanî nisani... Bazi kisilere verilen

dört murassa, Osmanî nisaninin bedeli on bin altin... Padisah bu nisaniyle

öylesine magrur ki, kendisi batis devrinin sultaniyken Bursa'ya gidip devlet

kurucusu yüce Osman'in sandukasina onlardan birini asmaktan çekinmiyor; yâni

devlete ismini veren Gazi Sultanin sanki mükâfatlandiricisi mevkiine geçiyor!

Galata'da Sandikçi Rizeli Sofu Baba isminde birinin eski çiragi Mehmed Ali,

evvelâ damad, derken sadrâzam olduktan sonra Abdülâziz'in iradesiyle Mabeyn

Müsürlügü, Seraskerlik, Kapudan-i Deryalik, Tophane ve Sihhiye Nazirliklari, bir

de Hazine-i Hassa Nazirligini ayni zamanda ve nefsinde topluyor. Karadag ve

Bosna Hersek meselelerinin arkasindan Moskoflarin sevk ve idaresi altinda

(panislâvizm - Ğslâv Birligi) davasi... Sadece bu ölçüyle delik desik, yirtik

pirtik Avrupa Türkiyesi... Kan ve ates içinde bir âlem... Girit ihtilâlini de

katarsaniz, Avrupa; Türkiyesinin Akdenizdeki cenubundan bas layip şimaline

kivrilan ve Karadeniz boyunca ilerleyen bir kiskaç içinde bogmaya çalistiklari

eski «Devlet-i Ebed Müddet»...

Misir valilerinin «hidiv» ünvaniyle degistirilen ve ona göre imtiyaz üstüne

imtiyaza bogulan yeni makamlari... Artik babadan ogula bir miras mali halindeki

bu makamin Ğmparatorluk disina kaydirilmasi için vezirlere yedirilen korkunç

servetler... Hidiv îsmail Pasanin altinlariyle dolmayan cep kalmiyor ve bu hal o

kadar tabî sayiliyor ki, vezirler bu ise «kapi yoldasi muamelesi» tâbirini lâyik

görüyorlar. Öbür taraftan da kardesi Ğsmail Pasayi kiskanan Prens Mustafa

Fazil'in sadece nefsanî bir hinç olarak giristigi sözde ilk hürriyet mücadelesi;

ve içinde Namik Kemal'in de bulundugu «Genç Osmanlilar» partisini himaye etmesi

ve Namik Kemal ile Ziya Pasayi Avrupaya kaçirip desteklemesi...

Sahte kahramanlarimiz, Prens Mustafa Fazil Babiâli ile anlasir anlasmaz bir

paçavra gibi gurbet illerinde sokaga atilacak ve onlar da ileride «affi

şhhane»ye siginip vatana döneceklerdir.

Politikada, edebiyatta, ilimde, teknikte ve top-yekûn fikirde korkunç bir

sathîlik, siglik, şahsiyetsizlik...

Nihayet dünyanin en ibretli ve gülünçlügü bakimindan zevkli temasasi olarak,

Osmanli padisahlarinin 32 ncisi, fakat giristigi isin birincisi sifatiyle

Avrupaya seyahat... Beraberinde yegenleri Şehzade Murad ve Abdülhamid Efendiler,

oglu Yusuf Ğzzeddin, Nis'te hiristîyan ölecek olan Fuad Pasa oldugu halde,

Paris'in (Elize) ve Londra'nin (Bukingam) Sarayinda boy göstermeler... Bu, kökü

Şarklı, dallari da sun'î ve takma Garp meyveli garip adam Muhterem Süleyman'in

torunu, öyle mi?.,. Avrupali bu yeni Türk'ü hayret Ve istihzali bir nezaketle

seyretmekte ve ona kafesteki avina mahsus bir hürmet göstermektedir.

Şehzade Vahidüddin Efendi henüz bulûga ermemis bir çocuk oldugu için seyahat

kadrosunun disindadir ama, bu ziyareti iade edecek olan Üçüncü Napolyon ve

amcasinin (plâtonik) bir askla bagli bulundugu Imparatoriçe (Ojeni) ye yapilacak

devlet bütçesi çapinda şenlikleri görecektir. Memurlarin alti aydir maas

alamadigi bir zaman ve mekânda Beykoz kasriyle Dolmabahçe arasini Ören havaî

fisekler Abdülâziz'e bu isin daha fazla devam edemiyecegini nasil ihtar

etsin?...

Abdülmecid'in büyük oglu Sultan Murad'a nasip olan birkaç aylik saltanat, en

küçük kardesi Şehzâde Vahidüddin Efendiyi henüz düsünmeye basladigi demlerde

yakalar. Bulûg çaglarinda ve yasi 15 sularindayken... Delikanliligin esigindeki

bu genç adamla taht arasinda Abdülhamid, Mehmed Resad ve Yusuf Ğzzeddin

Efendilerden ibaret birkaç kademe vardir.

Bu siralarda Vahidüddin Efendi, zaif, nahif, hastalikli bir genç namzedi...

Hastaliktan hastaliga aktarma yoliyle geçen genç Şehzade, denilebilir ki, bu

haliyle devletin en sadik timsali...

Mehmed Vahidüddin Efendinin, çocukla delikanli arasi bu devresinde, hayat,

düsünce, zevk ve temayüllerine ait fazla birsey bilmiyoruz. Padisahliginda

Mabeyn Baskâtibi Ali Fuad Türkgeldi'ye defalarca söyledigine göre (Görap

isittiklerim — Fuad Türkgeldi) onun çocukluk ve gençligi türlü hastaliklar

içinde geçmistir. Osmanli tahtina birkaç basamak uzakliktaki Şehzade, bu yüzden

lâyikiyle okumaya, ciddî bir tahsil görmeye bile imkân bulamamistir. Hasret

çektigi ilim ve kemâli, padisahliginda ve en olgun zamaninda dile getirebilen ve

nefsini eksik görebilen bir insanin gerçek kültür mânasina, hattâ ilimden öteye

ne büyük bir fazilet belirttigi meydandadir. Ğlmiyle böbürlenenler degil,

bilgide noksanini itiraf edenlerdir ki, en çok bilenlerdir.

Şehzade Mehmed Vahidüddin Efendi, Sultan Murad devrinde, sarayinin, canfes

perdeleri hafif soluk penceresinden, nekahat bayginligi içinde, Bogazin ürperen

sularini seyrede dursun... Koca imparatorluk, (4) numarali mason Mithat Pasa ve

benzerleri elinde, padisah elbisesi biçimli deli gömlegi tarafindan temsil

edilmekte; ve iste alafranga hükümdar Abdülmecid Hânin en büyük oglu Sultan

Murad, Osmanli halife ve padisahlari arasinda (1) numarali mason olarak da,

yahudilik ve kozmopolitlik kütügüne kaydedilmis bulunmaktadir.

Şehzadeliğinde isi gücü kösk yaptirip yiktirmak, sonra tekrar yaptirip yine

yiktirmakla geçen, böylece huzur ve muvazaa sahibi olamayan Sultan Murad'in bir

merasim âninda ne türlü akil disi hareketler gösterdigi, cinnetini akilsiz

padisah isteklilerinin bile gîzleyemez oldugu ve meydâna, her şeye ve nice

istismarciya ragmen, kendi kendisine, bombos bir taht çiktigi, nöbeti mutlaka

sira bekleyene birakmak zorunda kalindigi, basit malûmlardan...

Böyle oldu ve veliaht Abdülhamid Efendi, kisa zamanda gösterecegi «Ulu Hakan»

vasfina dogru, yikilisi 33 yil durdurmak üzere 34 üncü padisah olarak taht'a

geçti.

Bu arada Mithat Pasanin, veliaht kösküne gidip-Abdülhamid Efendi ile görüstügü,

pazarliga giristigi ve «Kanun-i Esasi» mevzuunda ondan söz aldigi gibi

rivayetler, sadece Abdülhamid düsmanlarinin-degersiz ve seviyesiz

martavallarindan ibarettir.

Ulu Hakan Ğkinci Abdülhamid Hân gözümüzde-apayri ve hususî bir mevzu teskil

ettigine, kalemimizin bagli oldugu en büyük tarih (tez)ini heykellestirdigine ve

eserini ayrica verdigimiz ve vermekte devam edecegimiz büyük ve merkez şahsiyet

makaminda bulunduguna göre, Sultan Vahidüddin vesilesiyle yeniden ele alinarak

ve nokta nokta tesbit edilmek ihtiyacinin üstündedir. Böyle olunca şimdi

yapacagimiz, Ulu Hakanin şahsiyet ve eserini bir kaç sahifelik dar kadro içinde

ve kalin çizgilerle pirildatmaya çalisip Vahidüddin'i yetistiren ve onun ruhunu

örgülestiren vasati, yine Vahidüddin cephesinden belirtmektir.

ikinci Abdülhamid Hân'in cülûsiyle taht nöbetinde üçüncülüge geçen Vahidüddin,

bütün şahsiyettini 15 yasindan 48 yasina kadar 33 yil bekledigi ve bu arada

gençligini, olgunlugunu, hattâ ihtiyarlik" baslangicini idrak etigi «D'evr-i

Hamîdî» içinde idrak etmistir.

Her şeyden evvel kaydedelim ki, birçok kaynagin haber verdigi gibi, ikinci

Abdülhamid'in en fazla sevdigi kardesi, hattâ topyekûn şehzadeler arasinda en

ziyade benimsedigi yakini, Mehmed Vahidüddin Efendidir. Ulu Hakan, Şehzade

Mehmed Vahidüddin Efendide kendisine madde benzerligi içinde büyük bir mânâ

benzerligi buluyor ve onu sik sik huzuruna çagirip arzularini soruyor ve içli

disli sohbetine muhatap kiliyordu.

Bu mânâ yakinliginin müsterek temel çizgisi, din alâkasi ve Ğslâmiyet

bagliligi...

Kolayca ve rahatça iddia edilebilir ki, 36 Türk Padisahinin içinde en dindari,

vecd ve hasyette en ilerisi, mutlaka Abdulhamid, pesinden de gösterilmesi mümkün

üç isim varsa mutlaka aralarina girecek olan Vahidüddin'dir. Bu hususîligi,

dogrudan dogruya mevzuumuzun içinde bir laboratuar katiyetiyle tesbit etmek

borcumuz olsun...

Sihhî vaziyetindeki zaiflik ve nahiflik boyuna devam eden Mehmed Vahidüddin

Efendi, büyük agabeyinin devrinde yine türlü uzvî rahatsizliklar içinde gidip

gelirken, ruh yönünden en huzurlu çigrini yasar. Zira imparatorlugun, iç ve dis

saiklerle tam bir uçurum kenarina itildigi hengâmede onu düsmekten koruyabilecek

sanatkâr eli görmektedir. Bu, Ulu Hakan Abdülhamid Hân'dir.

кte Abdülhamid'in iradesine zit ve meshur Rus Sefiri (Ignatyef)den daha fazla

Moskof emellerine yol açarcasina Mithat Pasa hediyesi olarak gelen «93» isimli

Türk - Rus Harbi!.. Bütün Avrupayi hâlimize güldüren «Haliç Konferansi» içinde

101 pare top sesiyle ilân ettikleri, sahte kahramanlar marifeti sahte

Mesrutiyet... îçinde Avrupa, (emperyalizm) ajanligi, kozmopolitlik, masonluk ve

yahudilik tuzaklarinin mayin tarlasi gibi kümelendigi ve «Devleti Aliyye»yi

parçalama gayesinden baska hiçbir ise yaramaz hiziplerin yuvalandigi ilk

meclis... Ve Ulu Hakanin ilk ulu iradesi:

— Bu millet henüz kendi ruhunu Avrupa mamulü hürriyet nizami içinde temsil

ettirmenin rüsdüne ermemistir! Meclisi feshediyorum!

Fesih iradesinin ruhu bundan ibaret...

Abdülhamid'i, tamamiyle arzu ve iradesi disinda girisilen Birinci Mesrutiyet

tesebbüsü ve Türk - Rus Harbi neticesinde ilk felâketler savulduktan ve nisbî

bir sükûn gerçeklestikten sonraki 31 yillik hâkim devresinde şöylece

özlestirebiliriz:

SĞYASÎ DEHÂ

37 yil ilerideki Birinci Dünya Harbini pisirmeye dogru giden Ğngiliz - Alman

rekabetinden en büyük faydayi saglama ve Türkiyeyi kusatici tehditler önünde

daima birini öbürünün karsisina çikarma dehâsi... Bu dehâ, Alman Birliginin

kurucusu ve Türk düsmani (Bismark)a en büyük darbeyi vuracak ve Kayzer Vilhelm'e

«politika inceliklerini Abdülhamid'den ögrendim» dedirtecektir.

Balkanlar, Girit, Misir, Akabe, Hicaz ve Yemen mes'elelerini, her biri devlet

bünyesini zehirleyici hâle gelmeden yatistiran, uyusturan, tesirsiz kilan ve bir

gün topyekûn cebe indirilecekleri şartlar zeminini engellemeye dogru giden de

ayni dehâ...

ĞDARÎ DEHÂ

En büyük degeri haber alma ölçüsüne baglayan bu dehâ, hafiyelik teskilâtini

kurmakla, milleti birbirine düsürmek ve nefsânî ihtiraslarina hizmet etmek gibi

hasis ve sefil bir gaye takip etmemis, aksine, binbir gizli cereyanin çürütmeye

çalistigi devlet temellerindeki rahneleri tikama vazifesini ilk defa

metodlastirmistir. Bugünün «Millî Emniyet»inden tutunuz, Batinin bütün

(entelicens) tesekküllerindeki tohum Abdülhamid'indir. Onu hafiye kullanmakla

suçlayanlar, kendisini devirdikten sonra sadece nefsânî hirslari ugrunda

«Teskilât-i Mahsusa»yi kuranlardir.

Ayni idarî dehânin yalniz liyakate deger verici, gelistirici ve yetistirici

prensipi, Abdülhamid devrinde üç büyük maresal (Gazi Osman, Ahmed Muhtar ve

Ethem Pasalar) ve Ahmed Cevdet, Abdurrahman Pasalar gibi dünya çapinda ilim ve

fikir adamlari ve yedekte bekliyen bir sürü sadrâzam namzedinin toplanmasiyle

sabittir.

Ermeni ve Yahudilere, hususiyle masonlara karsi alinan köstekleyici tedbirler

de, politika dehâsiyle içice idarî dehânin en parlak numunesi...

ĞKTĞSADÎ DEHÂ

Ğlk isi saray masraflarini kismak olan ve bu yüzden Galata bankerlerine borç

etmemis tek şehzade-olduğu için «Pinti Hamid» diye anilan büyük ahlâk ve

tasarruf seciyesi ki, astronomik devlet borçlarini «Hazine-; Hassa»si gelirinden

ve «Kîse-i Hümayun»undan ödeyerek yüzde ikiye kadar düsürmüs ve saltanati

boyunca disariya tek kurus borçlanmamistir.

Hamidiye sularina kadar züccaciye, hali, kumas sahalarinda nice tesis ve daha

nice Ğçtimaî yardim çatisi onun eseri... Büyük tren yolu siyaseti, (Selanik -

Ğstanbul, Selanik - Manastir, Ğzmir - Kasaba) hatlarindan sonra, iki muazzam

demiryoliyle, onda, siyasî ve iktisadî dehânin en yüksek derecesini kaydeder.

Biri, Ğngiliz tehlikesine karsi mukabil Alman tehdidini diken Anadolu - Bagdat,

öbürü de Ğslâm Birligi idealinin yolunu ve yönünü gösterici ve Moskof'undan

îngilizine kadar her tarafi apistirici, 2000 kilometrelik Hicaz şimendüferi...

Abdülhamid'in saltanati çerçevesinde hâdiselerden süzdügümüz vasiflar, birkaç

şubede daha belirtilmek ihtiyacindadir:

HARSI ÖLÇÜ

Dogu ruhu içinde Batinin olanca müspet bilgilerini devsirmek, ve benimsemek,

bünyeye maletmek lüzumuna inanan Abdülhamid, memlekette ilk defa, birçok

vilâyete şâmil olarak sanayi mektepleri zincirini halkalamis ve sonu «sahane»

sifatiyle mühürlenen bütün yüksek tahsil ocaklarini kurmustur.

ASKERÎ ÖLÇÜ

Ömründe; tek harp veren (1597 - 1313 Yunan Harbi) Abdülhamid, onda da genis bir

seferberlige girismek telâs ve zilletine düsmeksizin biricik Rumeli ordusiyle ve

en kisa zamanda Atina kapilarina dayanmis ve Yunanlilari susta durdurtup «düvel-

i muazzama» agabeylerinden imdat isteme vaziyetine getirmistir. Ayrica, «Düyun-u

Umumiye» borcunun büyük kismiyle satin alinip hiçbir ise yaramiyan ve durdugu

yerde devlet bütçesini kemiren iskarta donanmanin (materyel), (personel) ve

muharrik kuvvet zaafini kestirip onu Halic'e tikamak ve bütün kuvveti kara

ordusuna vermekle, sevk ve idare disi umumî görüs kiymeti olarak üstün askerlik

anlayisini ispat etmistir. Halbuki bu nokta, vatan kurtariciligi yerine ona

vatan hainligini isnada kadar gittikleri yerdir. Abdülhamid, düsmanlarina karsi

nerede zayif ve nerede kuvvetli olacagini derinden derine kestiriyor, ona göre

askerî bir plân takip ediyor, zahiri ve aldatici süslerden kaçiniyordu.

Saraydan idare edildigini öne sürerek kötüledikleri nice askerî harekât ancak bu

sayede muvaffak olmus veya büyük bir hezimete inkilâp etmekten kurtulmus ve

topyekûn devlette oldugu gibi, bilhassa askerlikte en mühim basari faktörü olan

gizlilik, yine ve ancak bu sayede saglanabilmistir. «Devlet sirri» şuuruna malik

ve bu şuuru müessirlestirmis bulunan en üstün Osmanli hükümdari Abdülhamid'-dir-

ADLÎ ÖLÇÜ

Adalet islerine asla karismayan, ondan Kur'ân emirlerine müdahale edercesine

çekinen Abdülhamid, adlî ölçü bakimindan yalniz hudutsuz ve tarihte essiz bir

merhamet ve atifetin temsilcisi olmus ve 33 yillik hükümdarligi içinde kaatil

bir haremagasindan baska hiç bir ferdin idam hükmünü imzalamamis gerisini hep

ebedî hapis ve sürgüne çevirmekle yetinmistir. Abdülhamid'in, hürriyet yalaniyle

gelen Makedonya çapulcularinin karsisina Hassa Ordusu ile çikmamasinda ve «benim

yüzümden tek damla Müslüman kani akitilmasina razi degilim!» demesindeki sebep

de onun bu merhamet ve tevekkül cephesine bagli ve belki tenkidi kabil biricik

zaafidir. Ermeni icadi «Kizil Sultan» tabiriyle, yeni dogmus çocuklarin beynini

salata yapip yercesine kan içiciligi dillere destan edilen bu mazlum tâcidar,

hakikatte, karinca ezmekten bile sakinan velî mizaçli bir merhamet felçlisidir

Ve hakkinda köpürtülen yalanlarin tam ve kâmil ziddidir.

Memleketin en vicdanli adliyecilerinden kurulu yüksek mahkemenin idam hükmünü,

yine memleketin en üstün şahsiyetlerine mütalâa ettirip hemen hepsi ve bilhassa

Plevne kahramani Gazi Osman Pasa tarafindan «mutlaka idami şarttır!» reyini

aldigi hâlde karari bozup Mithat Pasayi Taife sürmekle kalan, sonra da asla

mecbur olmadigi bu af ve atifet hareketine karsi «Mithat Pasayi bogdurdu!»

iftirasini çeken Abdülhamid, bu bahiste de çapi hayale sigmaz bir âbidedir.

«Hürriyet Şehidi» tabiriyle hem Mithat Pasada, hem de Namik Kemal'de mukaddes

şehitlik vasfini yerin dibine geçirenler bilmelidir ki, Abdülhamid'in bunlara

verdigi ceza valilik ve mutasarriflikla beraber ayda yüzlerce altin «Ihsan-i

şahane»den baska bir şey olmamis, ve o devirde sürgünlük bir nevi kazanç

endüstrisi hâline getirilmistir.

Bundan sonra Abdülhamid'i ruh ve mizaç noktasindan da kiymet hükmüne baglayip

son hâdiseler içinde çerçevelemek, o devrin mâna iklimi boyunca 48 yasina kadar

ilerliyen Mehmed Vahidüddin Efendi Üzerindeki tesirleri hesaplamak ve artik

kahramanimizi evelâ ikinci ve sonra dogrudan dogruya veliaht sifatiyle sahneye

davet edici mesrutiyet çigirina yeni bir fasil açarak girmek icap ediyor.

VEHĞMLÎ ABDÜLHAMÎD

Delilige yakin bir vehim baskisi altinda gösterdikleri Abdülhamid'de bu

hususiyet, bütün hile ve yikici tertipleri hayal edebilen bir zekâ ifadesi

oldugu içindir ki, bas meziyetlerinden biri iken, düsmanlarinin isine gelmemis

ve asagilik bir illet diye öne sürülmüstür. Vehimli oldugu muhakkak bulunan,

fakat asla onun pençesinde zebun hale gelmeyen ve hayâl kuvveti yoliyle kararini

riyazi müsahededen sonra veren Ulu Hakan, bu haliyle filozof (Bergson) un «Ğbda

Edici Hayal» Ölçüsüne en canli misaldir. Hayal zekânin ta kendisi, en üstün

tecelli şekli ve kumandandan moda bulucusuna kadar her is şubeyine gerekli

olduguna, hatâ Allahi bulmakta biricik melekeyi belirttigine göre «Vehimli

Abdülhamid» yaftasinin hakikatte ne büyük bir meziyet ifade ettigi kendi

kendisine zahirdir. «Vehimli Abdülhamid» olmasaydi, Ğmparatorluk 33 yil degil, 3

yil bile dayanamazdi. Nitekim ondan sonra da ancak 10 yil dayanabildi.

Allah ve Resulüne her türlü mikyas üstü imani müstesna, yine filozof (Dekart)in

«sistemli şüphe»si bütün devlet islerinde ve şahıs münasebetlerinde,

Abdülhamid'deki tecellisini kimsede bulamamistir.,

DĞNDAR ABDÜLHAMÎD

Daha önce dokundugumuz ve 36 padisah arasinda en parlagi olarak gösterdigimiz bu

nokta Abdülhamid'de öylesine derindir ki, bir Avrupaliya «Ğslâma en küçük,

zerrece aykirilik mevzuunda kabul edebilecegi hiçbir tâviz hayal edilemez!»

sözünü söyletmistir. Abdülhamid bütün hayati süresince, susarken, konusurken, is

görürken ve uyurken yaliniz Allahini ve milletini düsünmüstür.

MÜTEFEKKĞR ABDÜLHAMĞD

Hiçbir zaman derinligine ve üstün bir irfanla besli bir fikir adami olmamasina

ragmen gayet derin bir sezis plâninda bütün sahte inkilâplari ve kahramanlari

anlayan ve bu köksüz gidisi engelleyen ve iste bu yüzden sayisiz düsman kazanan,

milli ruh köküne bagli, felâket devresinde ilk ve son devlet reisi...

ŞAHSÎYLE ABDÜLHAMÎD

Daima eldivenli, daima temiz, asiri derecede edep ve terbiye sahibi, ölüm

yataginda bile doktoruna giyinip de çikan, odasina bir hademe girince ayaga

kalktigini belli etmemek için masasindan bir kâgit aliyormus gibi hareket edecek

kadar Allah'a mahviyet gösteren, şahane heybetiyle de Alman veliahtini

apistiran, en ileri Avrupalidan daha gerçek Avrupali ve en üstün şarklıdan daha

üstün şarklı, esrari çözülememis ve mânasi güme getirilmis yüce Halife ve Ulu

Hakan...

кte Mehmed Vahidüddin Efendi, 15 yasindan baslayarak 48 yasina kadar böyle bir

tâcidarin inkiraz durdurucu havasi içinde yasadi, en sevgili agabey olarak

birdenbire vatani topyekun çöküntüye götürmek üzere Ulu Hakan'i deviren îttihad

ve Terakki Ğsimli eskiya ocagi ve onun kukla padisahi Sultan Resad devresine,

inkiraz gerçeklestikten sonra taht'a. çagrilmak gibi bir kader şartı altinda

girdi.

ÇÖKÜSE DOGRU

ÎTTĞHAD ve TERAKKĞ

MAHUD cemiyet... Ğttihat ve Terakki... Tanzimatla baslayan deri üstü Bati

kopyaciligi ve ucuz inkilâpçilik hareketinin isi gözükaraliga ve komitecilige

dökmüs şekli... Tahlilsiz, teftissiz, muayenesiz, murakabesiz, Bati Kültürüne

disindan sürtünmüs ve Batinin isporta mali mefhumlarina (hürriyet, adalet,

müsavat) kapilanmis maceraci çeyrek aydinlarin şekavet ocagi...

Abdülaziz devrinde kurulan ve sahasi çok dar kalan «Genç Osmanlilar»in pesinden,

Abdülhamid zamaninda tohumu atilip fidani gelisen ve agaci yetisen ittihat ve

Terakki, Ulu Hakan'i devirdikten sonra 10 yil içinde Ğmparatorluğu inkiraza

sürüklemek marifetini yerine getirir ve olanca vebalini 6. Mehmcd "Vahidüddin'in

zaif ve nahif omuzlarina yigip basar gider; silinir, kaybolur!

Bu bakimdan, vatanin oldugu kadar 6. Mehmed Vahidüddin'in dogrudan dogruya

kaatili Ğttihat ve Terakki'dir; ve onun en az fenaligi, ancak merhameti yüzünden

devirebildigi Ğkinci Abdülhamid'e dokunmustur. Ğkinci Abdülhamid'a edilen

fenalik (vatana edilen ayri) ancak şahsîdir. Vahidüddin'in şahsına ise hiçbir

şey yapilmadigi halde bu bedbaht zat, artik yikilmis bulunan vatanin altinda

birakilmak suretiyle belâlarin en büyügüne çarptirilmistir. Vahidüddin'i teshis

ve tesbit etmenin en ince çizgisi de budur.

Böyle olunca ittihat ve Terakki vakiasini Abdül-hamid'e oldugu kadar, hattâ

biraz daha fazlasiyle Vahidüddin'e baglamak dogru olur.

Ğtalya tarihinde büyük bir rol oynayan (Karbonarö»lerin, baslangiçta, eski bir

tas kömürü ocaginda toplanmis üç bes kisiden meydana gelmesi gibi, Ğttihat ve

Terakki, protoplazmasini 1889 yilinda, «Tibbiyye-i Şâhane»nin kuytu bir

kösesinde kurar. Ğlk gönüllüleri, çocuk denilebilecek yasta, (romantik) ve

satihçi bes adet delikanlidir. Ohri'li ibrahim Temo, Arapkir'li Abdullah Cevdet

(ileride dinsiz içtihat gazetesi sahibi), Diyarbakirli Ğshak Sükûtî, Kafkasli

Mehmed Rasid ve Bakûlü Hüseyin zade Ali... Bunlar, 1889 yilinin 21 Mayis günü

Tibbiyye'nin izbe bir noktasina çekilirler ve baglarini koparmaya basladiklari

Kur'ân yerine bilmem ne üzerine and içip, Kizil Sultan (!) ve rejimine karsi

hareket fikri etrafinda birlesirler ve bu birligin ilk hücresini Örerler. Ğlk

isim de «Ittihad-i Osmanî»dir-

Henüz tamamiyle iptidaî, hattâ, nazarî ve edebî, en dogrusu hayalî ve (fantezik)

safhada bulunan bu topluluk üzerinde ilk kiymet hükmü şudur:

Bunlardan en kuvvetli ve şiddetlisi, daima oldugu gibi, anavatan disi, Makedonya

havasinin yugurdugu, suyun öte yanindan bir tip, öbür ikisi de ayni şekilde,

Moskof kültür gübresi içinde boy atmis insanlar ve yalniz ikisi Anadolu

çocugu... Basta Abdullah Cevdet isimli (hakikatte Adüvullah Cevret) olmak Üzere

iste bu iki Anadolu genci de, bütün kök alâkalarini kesmis veya kesmek üzere iki

ters bünye Örnegi...

Bunlardan Abdullah Cevdet isimlisi, Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit'le beraber,

hattâ onlarin Önünde ve onlara fikir rehberligi edercesine memlekette Ğlk

mütaamz, saldirgan küfür bayragini açandir. Doktor (D'uzi)nin «Ğslâm; Tarihi»

isimli zehir çanagi kitabini Türkçeye çevirip nice körpe vicdanlari kurutan ve

kendi gibi birkaç tibbiyeliyi, imânlarini kaybetmek yüzünden intihara sürüklemis

olan lânetli...

Ben Abdullah Cevdet'i dinsiz «îçtihad»i çikardigi demlerde 19 - 20 yaslarinda

bir genç iken tanidim. Henüz edebî şöhretimin baslarindaydim. Cagaloglunda,

Yerebatan taraflarinda, üzerinde Ğranı tâlik hatla «Ğçtihat», ayrica da

Fransizca «Idjitihat» yazili is yeri ve apartmaninda... Süleyman Nazif'in «o

suretten hayayi dest-i Hak (Allah'in eli) tirnakla yirtmistir!» dedigi menhus ve

çiçek bozugu çehresini görür görmez midem bulandi ve ondan sonra her müsahede

bende bu ruhî mide bulantisini teyid etti. Ekferin bana hayranligi o

mertebedeydi ki, bu yeni şairin fotografini «Ğçtihad»in kapagina koyuyor ve beni

Türklerin (Bodler)i diye takdim ediyordu. Fakat bü övmeler sonradan ayniyle

Allahsiz Nurullah Ataç tarafindan da oldugu gibi bana zerrece tesir etmiyor ve

aradaki ruh ve dünya görüsü farki yüzünden bu esfel tiplere isinamiyordum.

Ruh hasisligiyle bir arada madde cimriligiyle maruf, Allah ve Resul düsmani

Abdullah Cevdet, bir kenarda unutulmus ve hakki verilmemis bir insan, bütün

inkilâplarin ilk tebsircisi bir mütefekkir oldugunu zanneder ve ufunet dolu

içini çekerek şöyle derdi:

«— ittihat ve Terakki'yi kuran, benim! Abdülhamid'e karsi ilk hareket bayragini

açan benim. Sonra Ğttihatçılar iktidara geçince unutulan ve bir kösede birakilan

da benim! Ha! Mustafa Kemal'in bütün inkilâplari benden kopya oldugu hâlde

(henüz Abdullah Cevdet'in şiddetle taraftar oldugu yeni harf inkilâbi

olmamisti), onca da takdire mazhar olamayan, benim!»

Böylece, Ğttihat ve Terakki'yi kuranlardan (prototipik - bas örneklik) bir

mahiyet, dâvanin içyüzünü izaha yeter.

Ğlk tesekkül aylarca ve yeni mensuplarina ragmen (fantezi) plâninda kaldiktan

sonra, birden, o sirada Avrupada bulunan birinin eline düsüverdi ve bu yoldan,

âdeta Avrupada merkezlesmenin bedava nimetine erdi.

Avrupada bulunan biri, ittihatçilarin bir ara büyük hürriyet mücahidi

tanidiklari, sonra da belki hakli olarak yerin dibine batirdiklari, frenkvâri

kesilmis sütbeyaz sakalli, meshur Ahmed Riza... Mesrutiyetten sonra Ayan

(Senato) reisligine getirilecek olan bu ihtiras ve menfaat kumkumasi, o

hengâmede Bursa Ziraat Mektebi Müdürüdür ve Bursanin «Nilüfer» gazetesinde

makaleler nesretmekte ve resmî günler Ğkinci Abdülhamid hakkinda (tipki Servet-i

Fünun'da Tevfik Fikret'in yaptigi gibi) en yakasi açilmamis medhiyeler,

dalkavuknâmeler yayinlamaktadir, iste bu Ahmed Riza, 1889'da Pany sergisi

münasebetiyle oraya gitmis ve Fransa'dan Abdülhamid'e islahat lâyihalari

yagdirmaya baslamistir. Maksadi, bir ayaginin emniyette bulundugu bir diyardan

yükselttigi tatli-sert nidalarla Hükümdarin dikkat nazarini çekmek, bu yoldan

mümkün olursa paye kapmak, olmazsa «Hürriyet Kahramanligi» safina geçmektir.

Abdülhamid'in hatiralarinda, «ingiliz Ali Beyin oglu» diye gösterdigi, anne

tarafindansa büsbütün yabanci bir kan tasiyan Ahmed Riza, Paris'teki

faaliyetiyle, çekirdek kurulusun toy delikanlilarini büyüleyiverdi. Ğlk kadroya

katilanlardan Ahmed Verdânî, Doktor Nâzim, Ali Zühtü isimli gençler, hükûmetin

dikkat nazarlarini üzerlerine çekecek nümayislere girisip Paris'e sivismak

zorunda kalinca Ahmed. Riza'nin eteklerine yapistilar ve bu, evvelâ Özenti,

sonra meccani, daha sonra sahte kahramani, cemiyetlerinin ilk kafasi makamina

oturttular, «Ğttihat ve Terakki» ismi, iste o siralarda, Paris'le Ğstanbul arasi

haberlesmeler sonunda takildi-

Ahmed Riza, Fransiz «akilcilik» mezhebinin kurucularindan (Ogüst Kont)a

kapilanmis, onu peygamber saymis, onun (pozitivizm - müspetçilik) felsefesini

din kabul etmis ve akli putlastirmis bulunuyordu. Bir mecliste, Allaha

inanmadigi ileri sürülünce şöyle demisti:

«— Ğnanmamak olur mu? Benim de inandigim, baglandigim bir hakikat var:

(pozitivizm), akil, müspet görüs mezhebindenim ben. Akla iman ediyorum!»

кte, bu, dörtte üç kan frenk Ahmed Riza, Frengistanda tohumunu atmaya baslayan

cemiyeti ilk defa olarak isimlendirdi, yâni vaftiz etti. (Pozitivizm)in remzi

olan (Ordre et Progres - Nizam ve Terakki) tâbirini öne sürerek... Gençler bu

tâbir üzerinde küçük bir ameliyat yaptilar ve (Ordre) kelimesini, birlik

mânâsina gelen (Union) lâfziyle degis tirerek (Union et Progres - Itthat ve

Terakki)yi kelimelestirdiler. Böylece cemiyet, frenk düsüncesinin frenk

tâbirinden dogma klisesini Ttirkçeye çevirmekle isimlendirilmis oldu.

Kurulusundan iki yil sonra âzasi 12'ye varmis olarak Ğstanbul'un Edirnekapisi

disindaki Mithat Pasa baginda gizli ve (romantik) toplantilar yapan (fantezik)

tesekkül, kisa zaman içinde, Ğzmir ve Şam taraflarinda, kendisine denk havalar

ve insanlar buldu. Bilhassa yüksek tahsil sinifindan gençler ve genç zabitler

arasinda maya tutmaya baslayan bu yeni dâva (!) Ahmed Riza'nin Paris'te

yayinlamaya basladigi «Mesveret» gazetesiyle (1895) gözleri büsbütün üzerine

çeker oldu. Artik, kayitli olsun olmasin, aydin geçinen herkeste cemiyete dogru

bir temayül... Âdeta moda zevki... Bu vasati, saraya ve Abdülha mid'e karsi,

için için, alttan alta köpürten içtimaî zü'mrelerse malûm... Basta Yahudiler,

dönmeler ve masonlar, bütün bir köksüzlük dünyasi...

Cemiyetin ilk beyannamesini Abdullah Cevdet kaleme aliyor; Avrupayla

muhabereleri de Galatatadaki Fransiz postahânesi ve Harbiye muallimlerinden (!)

(Toustim) Pasa idare ediyor. Ayni mektebin ögretmenlerinden Çürüksulu Ahmed Bey

de (ileride pasa), bu frenk asilli, Türk dostu (!) pasayla elele... Cemiyet,

Avrupa ve Misir taraflarinda üslenir ve Türkiyede kivilcimlanirken artik sarayca

malûm hâle geliyor ve «Kizil Sultan» dedikleri marazi merhamet abidesinin

ödenekli sürgünleriyle bu kahramanlar, âdeta issizlik ve meteliksizlikten

kurtarilmis olarak imparatorlugun köse ve bucaklarina nefyedilmeye

baslaniyorlar. Fakat bu tedbir, yanina bol gida maddeleri birakilarak azgin

kediyi çuval içinde öbür mahalleye aktarmaktan baska bir şeye yaramîyor; ve aç

kediler bir taraftan çogalirken, bir taraftan da atildiklari yerlerden dönüp

tekrar evin çati arasinda veya bodrum katinda toplanmaya devam ediyorlar.

Bütün endüstrilerini Abdülhamid'in müsamaha ve merhamet zaafina dayayan

Ğttihatçılar, kendilerine göre, bonmarse arslani şeklinde, disi kesmez ve

pençesi yirtmaz bir padisah aramaya basliyorlar. Küstahlik ve gözükaraliklari o

hâle gelmistir!.

Sirada üç şehzade var:

Ğrade ve dayatma kabiliyeti, pelteyi beton gösterecek kadar zaif, veliaht Mehmed

Resad Efendi...

Her ân bir buhrandan ötekine geçen Yusuf Izzeddin Efendi...

Üçüncü veliahd yerinde, yasi 40'a merdiven dayamis Çengelköyü sirtlarinda iri ve

sik agaçlardan bir hisar arkasina çekilmis, taht üzerinde istekli ve ümitli

görünmeyen Mehmed Vahidüddin Efendi...

Yusuf Ğzzeddin Efendiyi bir kalem atiyorlar; Vahidüddin Efendiyi, vakar ve

nefsini korumakta gösterdigi dikkat yüzünden ve ayrica büyük agabeyi ile

aralarindaki karsilikli sevgi bakimindan «Abdülhamid-i sâni'nin sânisi» diye

vasiflandiriyorlar ve olanca ümitlerini, kendileri için biçilmis kaftan, Sultan

Resad'a bagliyorlar. Ve harekete geçiyorlar. Mehmed Resad Efendi Mevlevîdir. Ne

yapmali ? Beyoglu (Yüksek Kaldirim) Mevlevi Tekkesi şeyhini elde edip onun

vasitasiyle Veliaht'a hulul etmeli!.. O devirde Mevlevîlik zorlu bir kapi

olmadigi gibi şeyhini elde etmek de zor olmuyor. Resad Efendinin karsisina çikip

«hürriyet, müsavat, adalet» kem-küm ediyorlar ama, o biçilmis kaftan, pelte

seciyede, kendilerini anlayacak ve destekleyecek kadar bir hamle ve karar

iktidari bulamiyorlar.

Padisahliginda boyuna tekrarlamak üzere, Mehmd Resad Efendinin her hâdise

karsisinda tavri şu dört kelimeye sigmaktadir:

— Memnun oldum, mahzuz oldum.

Hemen karari veriyorlar:

— Yusuf Ğzzeddinde is yok! Vahidüddin habisin biri! Resad ise destekçimiz degil,

ancak biz iktidara geçtikten sonra padisahimiz olabilir. 'Mumla arasak

bulamiyacagimiz bir padisah.'...

Ve 1897 yilinin ortalarinda Abdülhamid'e karsi bir darbe kararini veriyorlar.

Yüksek Kaldirimdaki Mevlevi Tekkesinin şeyhi Abdülkadir Efendi, henüz taslak

hâlindeki bu ihtilâl heveslilerini o kadar tutuyor ki, kudretli padisah ve Ulu

Hakan Abdülhamid Han'in murakebe pençesi altindaki Yildiz Sarayina kadar siziyor

ve orada bâzi silâhsorlarin, Sultani devirme isinde yardimini istemeyedek

tesebbüsten çekinmiyor. Onun da gayesi, Osmanli tahtinin üzerinde Mevlevi

külahini görmek...

Karari Paris'e, Ahmed Riza'ya uçuruyorlar. Gelen cevap, gözü karaliktan baska

bir esas ve usul tanimayan cakaci yavru horozlari çildirtiyor:

— Ya hareket muvaffak olamazsa bizim Fransa'da hâlimiz nice olur? Fransa

Hükûmeti hepimizi hudut disi etmez mi?

Al sana, Ğstanbul merkeziyle Paris mihraki arasinda bir kopus...

Ğstanbul'da Haci (!) Ahmed Beyin reisligindeki Umumî Merkez, Ahmed Riza'nin

cemiyetten ihracina karar veriyor; derken bir jurnal üzerine hepsi birden

tutulup saraya dolduruluyor ve oradan daragacina gönderilmek yerine ödenekli

sürgün âlemine çikariliyorlar. îlk umumî merkez de böylece, kendi kendisine

kapaniyor ve Ğttihat ve Terakkinin ilk devresi nihayete eriyor.

Temo soyadini tasiyan, suyun öte tarafina bagli, ilk müessislerden Ğbrahim,

Romanya ve Bulgaristan'da; Ahmed Riza, Doktor Nâzim ve kumpanyalari Fransa'da;

şu bu, Ğsviçre'de; filân falan Misirda üslenmeye ve mihraklasmaya baksin!.,. 21

Aralik 1896 tarihinde Ğsviçre'nin Cenevre şehrinde «Osmanli Ğhtilâl Firkasi»

kuruluyor. Ayni mayadan ve Ğstanbul Merkezinin düsmesi üzerine daha canli

hareket edilmesini isteyenlerden bir grup... Artik içerideki kundak tepelenip

söndürülmüs, yanik lekeli bir bez parçasi halindedir ve kendilerince bütün ümit,

vatanin pencerelerinden seyrettikleri Bati ve Şimal rüzgârlarinin savurdugu

kivilcimlardadir. Bu kivilcimlar, vatani yakmak için Haçlilar Dünyasinda ates

üfleyen, kafa kagitlarinda «Müslüman» ve «Türk» yazili insanlarin nefesleri...

Ğsviçrede kurulan «Osmanli Ğhtilâl Firkasi»nin ilk isi ermenilerle münasebet

kurmak, onlardan destek istemek ve Müslümanlarin Halifesi ve Türklerin

padisahina ortaklasa bir suikast tertibi fikrinde birlesmek oldu. Ğhtilâl

Firkasi, önce hedefini ve dâvasini açiklayici bir beyânname yayinlayacak,

pesinden Ermeniler Istanbuldaki Türk fedaîlerine bomba verecekler... Sonradan

bomba verilmesi isinin Tuna boyunda bir noktada yapilmasi düsünüldü ve bombalari

Ğbrahim Temo'nun teslim alip diledigi yere sevketmesi kararlastirildi. Dogrudan

dogruya Türk düs-manlariyle Türk ismi altinda Türklük düsmanlarinin bu temasina,

Zarifyan isimli Ermeni aracilik ediyordu.

Fakat mahut hedef ve dâva beyannamesinin nesrine ragmen Türk düsmani Ermenilerle

Türklük düsmani sözde Türkler anlasamadilar, bomba alis verisini yapamadilar;

böylece Ğslamların Halifesi ve Türklerin padisahini bombalamak şerefi (!) yalniz

Ermenilere kaldi.

кte ihtilâl beyannamesinden birkaç parça:

Osmanlilar! Biliriz ki, kudurmus bir köpegi gebertmek farzdir! кte bugüne kadar

kan dökmekten sakinmis olan «Osmanli Ğhtilâl Firkasi» artik zalimlerin haddini

silâhla bildirmeye ve mazlumlarin intikamini almaya iyice karar verdi!

Zabita güruhu ve asker takimi yolumuzu kesmeye kalkisirsa aramizi ancak Ölüm

ayirabilecektir. Evet, ölecegiz, öldürecegiz, kesecegiz, biçecegiz, yakacagiz,

yikacagiz! Hiç kimseden pervamiz yok!

O canavar Padisahin «Yildiz»ini söndürecek ve külünü semaya dogru savuracak olan

(dinamit)ler bile elde, belde hazirdir. Halkin selâmeti, herhangi noktayi

gösterirse oraya atilacaktir.

«Ya hak, ya ölüm!» diyerek «Meclis-i Mebusan»i açtirmak ve şu zalim hükümeti

kökünden söküp atmak üzere biz ise sellemehüssellâm baslayacagiz, bildiriyoruz!

(Mühür) Ğhtilâl Firkasi. Ya hak, ya Ölüm!

O siralarda Avrupadaki faaliyet içinde, meshur Doktor Kadri Rasit Pasaya kadar

nice mâruf şahıslar arasinda, Tunali Hilmi ve büyük edip Süleyman Nazif'i de

görüyoruz. Bu Tunali Hilmi, 20 yil sonra Ğttihatçıların çökertecegi imparatorluk

enkazindan birkaçini kurtarabilmek, yâni Ğttihatçı pisligini temizlemek

gayesiyle baslayacak olan Ğstiklâl Harbi ve pesinden Cumhuriyet devresi ilk

meb'uslari arasinda yer bulacak; zavalli Süleyman Nazif ise, yardim ettigi

tarafin yiktigi vatan harabesi önünde, îstanbulun isgali günü, dillere destan

«Kara Bir Gün» yazisini kaleme alacaktir.

Vahidüddin, Çengelköyündeki köskünde, sessiz hiçkiriklarla Bogazi seyrede

dursun!...

Büyük hâdiseler herkesçe bilindigi, küçükleri büyükleri dogurma bakimindan kök

degerlerine ragmen hafiza ve hatiralarda yasayamadigi için onlari yaya takip

ederken öbürlerinin üzerinden (füze) hiziyle geçmeyi tercih ediyoruz.

Ğttihat ve Terakki'nin büyük hâdiseler çigiri, 19'uncu Asrin son yillariyle 20

nci Asrin ilk seneleri arasindadir ve cemiyetin, büyük aksiyon merkezini

Selanikte kurmasiyle baslar ve Ğstanbul üzerine sevkettigi, beyaz keçe külâhli

fedailer ve Hareket Ordusiyle sona erer. Ahmed Riza yine sahnededir ve onunla

beraber bazi isimler destanlasmakta... Enverler, Niyaziler, Talâtlar, bu son

çigrin son perdelerinde sahneye çikarlar; ve dagda ardina taktigi bir geyikle

hürriyet avina çikan, fakat eceli sahneye çikmasina müsaade etmedigi için

kartpostallarda sembollesen palabiyik Niyazi Bey müstesna, daha nice yeni aktör

ve figüranla beraber, Ğmparatorluğun Çöküsüne kadar tam 10 yil sahnede kalirlar.

Selanik devresinde Ğttihat ve Terakki (bir aralik Terakki ve Ğttihat) agiz

yerine tabanca namlusundan baska bir is âleti tanimayan ve her kapiyi açici

maymuncugu silâhta bulan bir eskiya ocagidir. Ocaga bu ruh sinince de artik

eski, sözde fikircilere hiçbir rol kalmamistir. Meselâ: Enver'in fevkalâdelik

vasiflari arasinda en hayran olunan nokta, onun, ismini, tabancayla, nokta

nokta, hedef tahtasina yazabildigidir.

Bütün fikirleri, beyaz keçe külahlara siyah ibrisimle isledikleri «ya hürriyet,

ya Ölüm.» dövizinden ibaret...

Selanik devresinde ocaga sindirilen bu ruh, öyle tilsimlidir ki, hepsinde,

bugünün futbol heyecanina benzer ve umumiyetle kaatil çetelerinde görülür bir

cinayet vecdi, hüküm sürmektedir.

Abdülhamid'in pasasini Selanik'te, telgrafhaneden çikarken yere sererler, daha

nicelerini, nisan tâlimi yaparcasina kursunlarlar ve ileride, Ğstanbul'da, köprü

üstünde ve umumî meydanlarda, bir kursunda susturacaklari gazetecilere dogru,

boyuna tabanca (egzersiz)i yapmakta devam ederler. Bu ruhu; en tesirli

atislarina düsman yerine dindas ve yurttaslarini hedef tutmak ruhunu, maya

tutturmaya basladiklari zabit tipine asilamaya bakarlar.

Çogu, deli vecdi içinde çirpinan ve sarali bir şeytan cezbesi yasayan genç

Ğttihatçıların ideal diye anladiklari ve kolayca yaydiklari ruh haleti, iste

yaliniz ve yaliniz, bu cana kiyma kültür ve sanatina dayanir. Ğttihat ve Terakki

şekavet ocaginin gide gide nihayet varabildigi biricik mezhep ruhiyati, şehvet

halinde bir cinayet cezbesi ve bu cezbenin âyin zevki olmustur.

yirminci Asir baslarinda iyice billûrlasmaya baslayan bu manzaraya karsi Ulu

Hakan Abdülhamid Hânin yapacagi, Selânigi mâna bakimindan berhava etmek, bütün

elebaslarini toplayip vaktiyle Mithat Pasayi Brindizi'ye ve sonra Cidde'ye

tasiyan «Ğzzeddin» vapuru yerine köhne «Tir-i Müjgân» gemisine doldurmak ve

Selanik açiklarinda topa tutarak batirmakti.

Yazik ki, Ulu Hakan'da her şey var, fakat bu ruh yoktu... O kadar yoktu ki, ayni

ruhu Ğttihatçılardan karsilik alarak kopya etmeyi adetâ tenezzül sayiyordu.

Netice:

Zipladilar, hopladilar, bagirdilar, çagirdilar, öldürdüler, yaktilar, Mabeyne

telgraf üstüne telgraf yagdirdilar, hop dediler, höt dediler ve Mesrutiyeti ilân

ettirdiler.

Meclis-i Mebusanda, Ahmed Riza'nin reislik kürsüsü yaninda, o anda ve

karsilarinda duran Abdülhamid'e hakaret ettiler, onu hürriyeti bogmus ve milleti

hor görmüs olmakla suçladilar. Buna da tahammül ve tevekkül gösteren Padisahi

devirebilmek için, nihayet, hilelerin en denisine basvurdular, 31 Mart

ayaklanmasini tertiplediler. Karsi olduklari dâvayi -seriat- kökünden kaldirma

yolunu açmak ve bu isin bahanesini bulmak için askerleri bizzat «seriat

istiyoruz diye ayaklanin!» şeklinde kiskirttilar ve kiskirticinin Abdülhamid

oldugunu ilân ettiler. Masum ve cahil neferleri «Seriat de Şeriat!» diye

sokaklara ve meydanlara döktüler. Bunlarin büyük kismini Ayasofya meydanina

kümelendirip oradaki Mebusan Meclisini (Cumhuriyetin 10'uncu yil dönümünde yanan

Adliye Sarayi) basmaya, bazi mebuslari öldürmeye, her şeyi kirip dökmeye ve

yagmalamaya kadar dürtüklediler. Sonra Ğstanbul üzerine çapulcu alaylarindan,

ismine «Hareket Ordusu» dedikleri bir güruhu yürüttüler, bu ordunun neferlerini

«Padisahi kurtarmaya gidiyoruz!» diye kandirdilar. Ayan ve Mebusan'i birlestirip

«Millî Meclis» namiyle topladiklari heyete, Said Pasa gribi Abdülhamid'in eski

bendelerinden, fakat sikisinca her defa bir ecnebi sefaretine siginacak kadar

bedbaht ve seciyesiz bir adami reis seçtirdiler; ve tahttan devirme kararini

iste bu orkestra şefinin kaldirdigi degnek ve gösterdigi notaya göre, keman,

borazan, davul, ilân etti-

кin en hazin tarafi, Tanzimattan beri gelen çizgi boyunca her gün biraz daha

belli olarak bütün dâva şeriatı kaldirmaktan ibaretken isi yine Şeriata uydurmak

gibi münafikça bir hünerden vaz geçemediler ve hal'in fetvasini Şeyhülislâm

makamindaki «Seyhülinkâr»dan kopardilar. Bu, ebedler boyu yüzü kara adam,

Abdülhamid gibi hastalik derecesinde bir dindari, şeriat hükümlerini bozmak ve

kitaplarini yakmak, israf ve zulüm (!) göstermis olmakla suçladi ve «hal'Ğ caiz

olur mu?» sualine «elcevap: olur!» hükmünü basti; ve kumandanlarinin hassa

kuvvetleriyle karsi durma teklifine «hayir, benim yüzümden tek damla müslüman

kani akmasina razi olamam!» diyen Ulu Hakan Abdülhamid Han tahttan al asagi

edildi.

Bundan böyle ittihat ve Terakkiyi, 1918 mütarekesi günlerine kadar, felâket

kuslari halinde memleket semalarindan geçen hadiseler katari içinde takip

edebiliriz.

Gösterdigimiz gibi, Abdülhamid'i, sirf merhamet ve hayata saygi damarini maden

gibi istismar etmek sayesinde devirdiler. Ve Abdülhamid'in «en ince yufkadan

daha ince ve yumusak» diye vasiflandirdigi, 65'lik Mehmed Resad Efendiyi,

Osmanli tahtina, cansiz bir esya şeklinde oturttular. Böylece, 14 yil sonra

müzeden bile kovulacak olan Osmanli taht ve hükümdarinin artik müze esyasi

telâkki edilmeye baslandigi çigiri açmis oldular.

SULTAN MEHMED RESAD

Ğkinci Abdülhamid gece yarisi Selânige, Yahudi (Alâtini) kösküne gönderilirken,

millet temsilcilerinden olmak iddiasindaki bir heyet; Mehmed Resad Efendinin

huzuruna çikti ve ona, millet iradesiyle müslümanlarin halifesi ve Türklerin

padisahi oldugunu bildirdi.

Hayati süresince abdestsiz gezmemis, bütün Osmanogullari gibi din alâkasini asla

zayiflatmamis, tek damla içki içmemis, her türlü haramdan kaçinmis,

ihtiyarligina dek süren şehzadeliğinde hiç bir kere politika ve dalavere atesine

el uzatmamis, yalniz tarih ve mesnevi okumus, fakat Ğç âlemini dis dünyaya

naksetmek cehdinden yoksun yasamis, yagmur suyundan temiz, ama temizleme fikir

ve enerjisinden mahrum, bu mavi gözlü, beyaz tenli, pembe yüzlü, ak sakalli,

esaret çapinda tevekkül ve teslimiyet heykeli ihtiyar, heyete kelimesi

kelimesine, Önceden düzenledigi şu cevabi veriyor:

«— Otuz üç yildir itidalimî muhafaza ettim. Bu müddet zarfinda milletimin

selâmet ve saadetine dua ettim. Mademki millet beni istiyor; bu hizmeti

tesekkürle kabul ederim. Benim birinci emelim Şer'i-i Şerif ve Kanun-u Esasi

mucibînce icra-yi hükûmet etmektir. Milletimin arzu ve amalinden zerrece inhiraf

etmem. Cenab-i Hak muvaffakiyet ihsan ederse bahtiyarim.»

Abdülhamid devrini gizlice kötüleme ve itidal gösterilmesi çok zor bir zaman

olarak belirtme yoliyle Ğttihatçılara bir nevi avans mahiyetindeki bu kof ve bos

sözler; her şey şeriatı yikmaya dogru giderken, hem şeriatı gaye kabul ettigini

söylemek, hem karsisindakilere gayesi sanki 'oymus gibi davranmak ve vatan

hizmetini şeriatte oldugu kadar «Kanun-u Esasi»de görmek, üstelik millet arzu ve

emellerinden dönmeyecegine isaret etmekle de millet yerine geçen ittihatçilari

tatmin etmeye bakmak noktasindan, sinsi bir üslûp içinde tezat ve zaaflarin en

hazinini çerçeveler ve sultanlikla sultanin ne hale düsürüldügüne en veciz

misali verir.

O zamanki Harbiye Nezareti (Simdiki Universite)nin önünde siraya dizildikleri

Resne taburlari millî (Arnavut) kiligiyla yeni padisahi selâmlarken meydani

dolduran her renk ve çizgi, mevhum hürriyet noktasi etrafinda bütün bir

kozmopolitlik ve gaflet dünyasini resmetmektedir.

Sahneyi gözleriyle gören tarihçi Ahmet Refik'in bana anlattigi bir müsahedeye

göre halktan biri yanindakine soruyor:

— Kim bu hürriyet?

Öbürü cevap veriyor:

— Yeni padisahimiz, efendimiz!

Kimse farkinda degildir ki, bu yenisi (hürriyet), gelmis ve geleceklerin en

zalimi olacak, asla tahtindan indirilemeyecek ve her devrin putu olarak elden

ele devredilip gidecektir.

Maddî ve manevî şekavet ocagi Ğttihat ve Terakki devresi üzerindeki

görüslerimizi kendi gözlügümüzden tesbit ederken bizzat Mehmed Vahidüddin'in

Ölçülerini dile getirdigimizi, adetâ onu konusturdugumuzu saniyoruz.

Denilebilir ki, Mehmed Vahidüddin, Ğkinci Abdülhamid Han'dan basliyarak Sultan

Resad'a kadar belirttigimiz bütün kiymet hükümlerinde, üslûp ve tahlil farkiyle

ortagimizdir. Bu ortakligi göstermekte de, hayatinin son devresi olan îtalyada,

(San Remo)da, bugün hayatta bulunmayan eski nazir ve askerlerden birine

söyledigi sözler şahittir. Rahmetli Pasanin, ismiyle ortaya çikmak istemeyen

oglunda gördügümüz not defterinde, Vahidüddin'e ait şu cümleler vardir:

«— Büyük biraderim Abdülhamid Hân Hazretleri Yavuz Sultan Selim'den sonra

gelseydi Osmanli padisahlari arasinda en üstün mertebeyi ibraz eder ve devleti,

iç ve dis düsmanlarina karsi en muhkem ve salâbetli bünyeye kavustururdu. Bu

mânâyi, bana, kendi öz agziyle de îma ve ifade ettigi olmustur. Fakat en nazik

ve tehlikeli devrede geldi, 33 sene bütün felâketlere ve maziden kalma dertlere

karsi koymayi bildi, hastayi ölümden korudu ama, ayrica müstakil bir sihhat ve

saadet getiremedi. Onu, kan akitmaya asla müsait olmayan dindar mizaci yüzünden

Ğttihat ve Terakki yikti ve zaten sira icabi, Abdülmecid ogullari arasinda en

halim selim, şefik, refik, mütevekkil, mütehammil, iradece zaif ve siyasetçe

hafif olanini buldu. Ona tac giydirdi ve onu basina tâç eyledi. Böylece, 600

yillik devleti 6 yilda harcama yoluna girdi ve 9 yilda çökertti- Tarihimizi.

yahudilerin, masonlarin, dönmelerin âleti olarak millete onlardan daha büyük

fenalik edebilmis, haricî ve dahilî hiçbir düsman mevcut degildir.»

Kelime kelime Sultan Vahidüddin'in dudaklarindan dökülen bu Gözleri aynen tesbit

ettikten sonra, onun son cümlesindeki büyük hakikati ele alalim.

Ğttihat ve Terakki, bütün büyük kedamanlariyle dogrudan dogruya mason ve gizli

Yahudi kurmayi-r?n sevk ve idaresine yön tutmus ve yol almis bir tevekküldür.

Beynelmilel gizli Yahudi kurmayi, Abdülhamid gibi, islâm birligi ve Türk

bütünlügü bakimindan en tehlikeli şahsiyet saydigi bir hükümdara, murakabesiz

Bati taklitçisi ve talihsiz hürriyet nâracisi toy gençlerden ibaret Ğttihatçılar

vasitasiyle en büyük darbeyi indirdikten sonra, onlari yapayalniz ve

Ğmparatorluğu batirmakta serbest birakmis, Trablus ve Balkan felâketleri

arkasindan da Ğtilâf manzumesi (Ğngiltere, Fransa, Rusya ve sonunda Amerika)

tarafini tutarak, bu defa ayni ittihatçilari Türk vataniyle beraber yok etmek

taktigini gütmüstür. Bütün bunlar olurken de ittihat ve Terakki Komitesinde

şuur, (matador)un tuttugu kirmizi beze hücum eden azgin boganinkinden

farksizdir. Ğttihat ve Terakki, hiçbir şeyin farkina varmadan, daha dogrusu

farkina varmasina meydan verilmeden yahudinin oyuncagi olmustur.

Komitenin evvelâ yahudi âleti ve pesinden kurbani olmasindaki temel teshis,

girift köklere bagli olarak Öyle yerindedir -ki, îttihatçilarca iktidara

geçildikten bir müddet sonra rejimlerine (ideoloji) tedarik etmek için bas

vurulan Türkçülük bile, dogrudan dogruya yahudi eseri olmasa da, vasatini ya

hudilerin hazirladigi ve rol almasini kolaylastirdigi bir istir.

Oldukça cins bir fikir adami olarak yaratildiktan sonra dünyalar arasi büyük

muhasebede ölüm dönemecini kivrilamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya

Gökalp, itilâmin içinden degil, sadece Ğslâmın yerini almak üzere icat ettigi

Türkçülük yolunda ne büyük bir yahudi himayesi göreceginden veya yahudilere ne

zengin bir istismar sahasi açtigindan gafildi.

Tek hirsi, Kur'anda Allah'in lanetledigi yahudinin hincini almak ve şevketli

îslâm temsilcisi Türk'ü bu bakimdan yikmak olan korkunç seciye, elbette ki onu

devirmeye dogru her harekete kredi açacak ve her türlü yardim (plasman)ini

yapacakti. Nitekim bu bakimdan yikmak olan korkunç seciye, elbette ki hem ucuz

tarafindan, hem de tahrifçilik yoliyle kaptiran yahudi filozof (Emil

Durkaym)dir. Ondan sonra da ayni dâva etrafinda yükseltilen vecd seslerinde

(Yeni Turan - Halide Edip) ve kurulan tesekküllerde (Türk Ocagi), çogu Türklükle

alâkasiz ve Anadolu mayasi disinda tipler vardir. Süleyman Nazif'in Şu (espri)si

ne kadar yerindedir:

«— (Ci, ci, cü, cu), Türkçede meslek edatlaridir. Kahveci, arabaci, kömürcü,

sabuncu, gibi. Nasil kahveci kahve, arabaci araba, kömürcü kömür, sabuncu da

sabun demek degilse, Türkçülerin de çogu Türk degildir.'»

Türkçülük vecdinde Halide Edib Adivar gibi bir yahudi dönmesinin sanat

önderligine kalkismasi ve her biri Türk sinirlari disina bagli ve yabanci

kültürlü (çogu Moskof Kültüründen) şahısların dâvaya üsüsmesi herseyi izaha

yeter.

Afallamis, iyice afallatilmis gerçek Türk unsurunun, devlette oldugu gibi,

afallamada da (1) numarali adami Sultan Resad, iste, belki kuvvetli bir din bagi

ve ahlâk saffeti içinde, bütün bu islerin daha nice siyasî ve askerî intihar

hareketleriyle beraber, kor, sagir ve dilsiz tugrasidir. Şekillendirdiği zaman

ve mekân çerçevesi bakimindan da, bütün bu inceliklerin belirtilmesinde

vesile...

Artik 50 sini asmis bulunan Vahidüddin ise, biraz sonra gözden geçirecegimiz,

veliahtlik ve bir ân evvel taht'a kavusma emeli içinde, vezirleri «3 tugdan 3

tüye inen» Ğmparatorluğun açik izmihlal gidisi onunde bütün kanini içine

akitmaktadir. Ayni not defterinden;

«— Sabahlara kadar uykusuz, Devlet-i Ebed Müddetin pek yakinda zeval bulacagi

kaygisiyle kivranmakta ve önümdeki yari deli Veliahte (Yusuf Izzeddin) bakip

büsbütün hayiflanmaktaydim.»

Trablus-u Garp tecavüzü ile Balkan Harbi Allah tarafindan, Abdülhamid'i

devirmenin ve ondan mahrum -kalmanin iki agir ukubetidir.

Ukubetlerin ukubeti Dünya Savasi ise son idam hükmü...

Trablus-u Garp tecavüzü, hürriyet ilân edilir edilmez devlet bünyesine kuvvet

yerine ne müthis bir zaaf geldiginin ve artik Ğmparatorlukta Şimalî Afrikayi

koruyabilecek bir güç ve bütünlük kalmadiginin makarnaci Ğtalyanlar tarafindan

bile kesfedildigini ve hemen istismar vesilesi yapildigini, yani Mesrutiyet

inkilâbina Türk'ü diriltici degil, Öldürücü gözle bakildigini gösterir. Demek

ki, Osmanli Ğmparatorluğu mevzuunda Avrupanin kolladigi dem hulul etmis, vâde

dolmustur.

Balkan Muharebesi ise, o zamanki Fransiz (Ğllüstrasyon) mecmuasinin kapaginda

çikmis ve 38" yil sonra «Büyük Dogu»da kopyasi yayinlanmis korkunç bir

fotografin dilinden şudur:

— Kumanda heyeti ve zabit sinifina isleyen politika zehiri yüzünden ordunun

bozulmasiyle, aç bîilâç, silâhsiz ve çariksiz Anadolu arslaninin dünkü

karakulaklari (sagir sirtlan, uyuz çakal, topal köstebek gibi arslan dalkavugu

süflî hayvanlar) karsisinda verdigi aci ve haysiyetsiz bozgun...

Merzifonlu Kara Mustafa'nin Viyana Önlerinde verdigi ve Peygamber Sancaginin

bile düsman eline-düsmek üzere bulundugu ve ancak birkaç iman hamiyetlisi

tarafindan kurtarilabildigi ve artik hezimet çigrimizi açtigi büyük bozgundan

baslayarak bütün bozgunlarimiz içinde en feciî ve belki toplayicisi olan Balkan

maglûbiyeti sonunda, elimizden-gelebilen tek şey, kendi kendimizi namussuz ilân

ederek numune mekteplerinde şarkılar söylemek olmustur. Aynen:

1328 de Türk namusu lekelendi, of!

; Of, of!... Ah, ah!...

Acaba bu dünyada namusunun lekelendigini mektep çocuklarina şarkılarla ilâm

ettiren bir rejim görülmüs müdür?

Balkan Harbinden önce ittihatçilara karsi zabitlerden kurulu bir «Halâskâran -

Kurtaricilar» grubu peydahlanmistir ki, kibrit asevi gibi çakip sönmüs, fakat

bir aralik Komiteyi sarsar ve iktidardan uzaklasmaya zorlar gibi olmustur. кte

bu hengâmede Ğttihatçılar, bir kere çürütmüs bulunduklari ordunun feci

âkibetinden kendilerini sorumlu tutmamak ve arkasindan Babiâli baskinina

davranmakla, çifte suç altindadirlar: Evvelâ, bizzat hazirladiklari felâket

deminde garip bir manevrayla ortadan silinivermek, sonra da her şeyin kayboldugu

anda ortaya çikip yeni felâketlere zemin açmak...

Babiâli baskini, devlet kuvvetini, ihtiyar ve şapşal sadrâzamin bileklerindeki

güce kadar inmis görmekten gelen bir nefs emniyeti içinde, birkaç deli

tarafindan basarilmis, gözükaralikta oldugu kadar akilsizlikta da misilsiz bir

harekettir. Fakat memleketin o zamanki şartlarına göre, en büyük aklin da

içinden çikamayacagi şekilde dâhice... Düsünün ki, o sirada sadrâzam odasinin

arka tarafinda talim etmekte olan bir bölüge, camlari kirip verilecek bir emir,

baskini hemen durdurabilir ve dâhice hareketi aptalca bir neticeye

baglayabilirdi. Agzini açar gibi olan Harbiye Nâziri yerlere serilmis, tiril

tiril titreyen sadrâzama istifasi yazdirilmis ve hemen saraya kosularak yeni

kabine yüksek tasdike sunuluvermistir. Daima ve her şeyden memnun ve mahzuz

Sultan Resad'in bir imzasi ve hersey olup bitti!

Umumî Harp hemen hemen kapiya gelmistir. Merkezî ittifakin (Almanya, Avusturya-

Macaristan, Ğtalya) karsisina muhiti Ğtilâf (Ğngiltere, Fransa, Rusya) dikilmis

ve bir harp kopacak olursa basta Amerika bulunmak üzere, küçüklü büyüklü bütün

dünya devletlerinin itilâf kuvvetleri safinda yer alacagi belli olmustur.

Dünya, Bati medeniyeti bünyesinin metabolizma ihtilâline ve temsilciler arasinda

Anglo-Saksonlar ve Franklardan Germenlere dogru el degistirme mücadelesine

sürüklenmektedir. Bas müessir olan bu ruhî sebebin yaninda da dis bahane,

Ğngiliz - Alman sinaî ve iktisadî rekabetidir. 19'uncu Asrin ikinci yarisinda

baslayan ve gitgide gelisen Bati buhrani, Avrupalida, kendi öz icadi müsbet

bilgi âletlerini ruhî bir müeyyide etrafinda toplayamamak, onlara hakim olamamak

şeklinde baslamis ve sosyalizma; pesinden komünizma ile de, yeni kesiflerin

getirdigi yeni dertler şeklinde beslenmekte devam etmistir. Bu yeni kesiflerin

basinda, Dünya Savasindan sonra putlastirilmaya kadar götürülecek olan makine

vardir, içtimaî siniflarin aralarini açan, hünerli cemiyetlere yepyeni istihsal

sahalari ve onunla beraber yepyeni istihlâk pazarlari gösteren, böylece bambaska

bir politika dünyasi doguran makine, bir iç ve dis tahrip âleti halinde gemi

aziya alinca, bütün dâva, onu en iyi kullanacak topluluga ve o toplulugun

üstünlük iddiasina kalmis ve iste kiyamet bundan kopmustur.

Hâlâ ayni dert üzerinde çirpinan ve ne Birinci, ne de Ğkinci Dünya Harbleriyle

urunu kusabilen insanlik bu muazzam ruhî, içtimaî, sinaî ve iktisadi problemi

yasarken Türkiye'de manzara nedir?

Daha harp baslamadan maglûp tarafin belli oldugu yöne dogru kayan, o yönün sert

kumanda, şatafatlı üniforma, bal peteginden daha intizamli ordu hendesesine

(Alman Ordusu) disindan âsik ve top-yekûn dünyadan gafil, üç bes gözükara elinde

zaman ve mekân disi bir vatan...

Sarayin manzarasi ise gaflet üstüne gaflet arzetmekte... Üç-bes gözükara elinde,

dünyadan, dünyanin nereye gittiginden habersiz, zaman ve mekân disi vatanda, bu

halden de gafil, bütün saatleri durmus ve hacmi satihlismis bir saray...

«Edebiyat-i Cedide»nin romanda nispeten en haysiyetli temsilcisi Halid Ziya

Usakligil, Mabeyn Baskâtibi bulundugu o siralarda gördüklerini anlatirken, her

şeyden evvel, hasmetli Topkapidan gilzetli piç mimarî (Barok) ve (Rokoko) ya

düsmüs olan sarayi, disindan olsun, görür gibidir:

«— Ne zaman deniz cihetinden bakilsa, insanda, Avrupanin Önde ve makbul üslûp

şartları dairesinde vücuda getirilmis, vakur, ciddi kâsânelerinden ziyade

şekerlemeci camekânlarini süsleyen yapma pastalarin ifratla büyütülerek

dondurulmus bir örnegî tesirini uyandiran Dolmabahçe...»

Gerçekten haysiyet ve şahsiyet sahibi bir görüs...

Bundan sonra Halid Ziya, «Saray ve Ötesi» ilmiyle kaleme aldigi hatiralarinda

«zâlim, korkakligina ragmen her tehlikeye gögüs gerecek kadar gözüpek bir

padisahi, ancak kendi mevcudiyeti ve emniyeti için isgal ettigi tahtindan söküp

kopararak menfaya gönderen bir zümre tarafindan baskâtip sifatiyle gönderilmis

adam...»

кte saray, iste onun disindan daha şahsiyetsiz ve kudretsiz oldugu meydanda

bulunan içi; ve iste baskâtibini bile Ğttihatçıların gönderdigi «memnun oldum,

mahzuz oldum!.» tekerlemecisi bîçare Sultan Mehmed Resad...

VELĞAHTLIK

Bütün bu hallerin tam bir tahlil ve terkibini yapabilecek kafada olmasa bile

sezis bakimindan kötülügünü hissettigi ve acisini çektigi muhakkak bulunan

Mehmed Vahidüddin Efendi, o siralarda her hareketine hâkim bir telâs içindedir:

Veliahtlik telâsi...

Bu telâs nedendir ? Mahvolmaya dogru giden «Devlet-i Aliyye»yi kurtarabilmek

için kendisini lüzumlu görmesinden ve bu sebeple bir ân evvel taht'a ulasmak

Üzere öne geçmek istemesinden mi, yoksa sadece nefs hirsina uyarak «Taht-i âli-

baht»a kurulmayi arzulamasindan mi?

Bu iki ihtimalden herhangi birini gerçeklestirici tarihî bir vesikaya malik

degiliz. Her ikisi de olabilir; ve ikinci ihtimal, tarihin en büyük mazlumlari

arasinda müsabaka açilsa, her halde dereceye girmesi muhakkak olan Vahidüddin'i

büyük vatan dostu olmak vasfindan düsürmez. Tahti nefsi için isteyen bile, her

halde üstünde uyumak için degil, bir şey yapmak için ister.

Kaldi ki, Osmanli tahtinin o hengâmede belirttigi igneli fiçi manzarasi, onu

cazip kilmaktan çok uzak; ayrica Vahidüddin tarafindan ileride söylenen sözler

ruhunu ve muradini ifadede pek açik olduguna göre, ondaki veliahtlik telâsina

vatan kaygisindan baska mâna verilemez.

Vahidüddin'in veliahtlik telâsi, önünde bulunan asil veliaht Yusuf Ğzzeddin

Efendiden geliyordu. Abdülâziz'in büyük oglu Yusuf Ğzzeddin, Abdülmecid'in küçük

oglu Vahidüddin ile arka arkaya, sira siraya gelmis bulunuyorlar. Ğkinci

Mahmud'un iki oglu Abdülmecid ve Abdülâziz kollarindan gelenler arasindaki

çekisme ayrica malûm ve Abdülâziz'den sonra üç hükümdar boyunca hep Abdülmecid

ogullarinin hüküm sürdügü, ortada...

кte Mehmed Vahidüddin de, üç agabeyi sirasinca devam eden, Abdülmecid ogullari

gidisinin kendisinde birdenbire tikanmasindan ve araya Yusuf Ğzzeddin gibi bir

akil hastasinin girmesinden fevkalâde kaygiya düsmüs bulunuyordu.

Gerçekten vatan kaygisina baglanabilecek olan his ve onun türlü tezahürlerine

dair Halid Ziya'nin anlattiklari içinde, evvelâ şehzadelere ait şu ruh haleti

vardir:

«— Bunlarin hepsi gece yataklarina girince tavanda çizilen ihtimallere bakarak

kendilerinden evvel gelenleri sayarlar; ve sabahleyin gözleri günesin ipek kumas

perdeler arasindan sizan isiklarini yöklayarak, acaba bu gece kaç tanesi

eksildi, diye sorus tururlardi.»

Daha sonra veliahtligin şartları:

«— Veliaht olmak ve zamani gelince bütün memleketi ayaklarinin altinda görmek

için iki şart lâzimdi: Ekber (en büyük) ve ersed (en olgun) olmak...»

Bundan sonra Halit Ziya hikâyeye geçer: «— Gözönünde iki ekber vardi: Abdülâziz

oglu Yusuf Ğzzeddin ve Abdülmecid oglu Vahidüddin... ve resmen tek bir veliaht

olmak lâzimgelir. Bu ikinin en büyügü olan Yusuf Ğzzeddin... O da böyle

düsünüyordu. Fakat Vahidüddin bu fikirde degildi. Onun hususî ve şahsî

düsüncelerine göre veliaht iki olmaliydi.

Bunu, zamanin padisahindan, hükümetinden baslayarak en küçük ferde kadar herkes

bilmeli, tanimaliydi. Hususiyle veliaht olan zat bunu kabul etmeliydi. Bu

iddiayi ilk günden öne sürdü ve ilk günden, asil veliahtin, sinirli,, buhranli,

tehevvürlü (öfkeli) karsi durmasiyle çarpisti.»

Böylece, Vahidüddin'in, kendisine gelinceye kadar ilk defa olmak üzere,

veliahtlik dâvasinda ortaya yeni bir tez atmis oldugu meydana çikiyor. Acaba bu

teziyle Vahidüddin şu gerektirici sebeplere kadar düsünmüs müdür:

— Veliaht, ileride birinden biri tercih mevzuu teskil etmek üzere iki olmalidir.

Bunun, yas farki gibi kuru bir kemmiyet imtiyaziyle basa geçmeye sed çekici ve

keyfiyet ölçüsünü davet edici bir fazilet olmasindan baska, namzetler arasinda

ehliyet yarisi ve nefs murakabesi bakimindan da büyük faydasi vardir. Böyle bir

usul (monarsi) içinde bir nevi demokrasi Ölçüsü olur.

Veliahtin iki olmasi fikri dogrudan dogruya Vahidüddine ait olduguna göre bu

fikri yukaridaki inceliklerden mahrum görmek haksizlik olur. Zira sirf Şahıs

mülâhazasiyle böyle bir fikir hiçbir kiymet ifade etmez. Eger Vahidüddin siradan

ve düsük vasifli bir insansa ikinci veliaht olmakla hiçbir şey saglayamaz;

siranin öndekine ve sonra kendisine gelmesi icap eder. Yok, eger Vahidüddin

ikinci veliahtligi istemekle, rakibine ait bazi menfî ve kendisine mahsus müspet

taraflari muhasebe ettirmek istiyorsa o halde hakikat kendi kendisine ortaya

çikiyor ve bu istek sadece hakkin tecellisine yardim ediyor demektir ki, o zaman

da kimsenin söz söylemeye mecali kalmaz ve yukaridaki gerektirici sebepler kendi

kendilerine meydana gelir.

O zamanki Mabeyn Baskâtibi ve Ğttihatçıların saray casusu romanci Halit Ziya

Usakligil, Vahidüddin'in olgunluguyla Yusuf îzzeddin'in ruh illetini agzindan

kaçirircasina manzarayi şöyle tespit ediyor:

«— Bu iddiayi neye istinad ettirdi? Belki ersed (en olgun) olmak şartına... O

da, vel-i ahdin de (veliahtin) herkes tarafindan görülüp bilinen garip hallerini

biliyordu. Bunlar göze çarpacak kadar meydandaydi- Onun fazla olarak hususî

haber vasitasiyle, gizli ve tertibli görünüsle örtülü garipliklerine de vukufu

vardi. Pek ince bir ruh arastiricisi olan bu zât (Vahidüddin) hükmetmekte

gecikmemisti ki ortaya yalniz bir vel-i ahd-i sâni iddiasi ativermekte önünden

gidenin zihnine günden güne büyüyecek, her dakika bir zehir damlasi akitarak,

nihayet bütün mevcudiyetini karmakarisik bir vehim haline getirecek bir

hastaligin mayasini koymak mümkündür. Zâten zemin bu maraz tohumunun

serpilmesine pek uygundur. Abdülâziz bir nevî deli degil miydi? Bütün saltanati

o deliligin çesid çesid görünüsleriyle dolmamis miydi? Nihayet akibeti,

hakikaten en yakin faraziye olarak intihar kabul edilmedi mi? O da bilinen

hastaligin bir zarurî neticesi olmuyor muydu? Hayalimde, Vahidüddin'i bu

muhakeme silsilesini yürütürken ve neticeyi tahmin ederek gözlerinin içinde bir

tatmin edilme mânasiyle gülümserken görüyorum-

Biz saraya girer girmez bu dâvanin en yakin şahidleri olduk. Yusuf Ğzzeddin'i

bazi vesilelerle saraya geldikçe görürdük. Vücudunun küçücük yapisina ne kadar

kibir, azamet ve gurur sigdirmak mümkünse onlarla dolu olarak, fakat herseyden

ziyade gözlüklerinin altina kendisinden saklanmis esrari arar bir merakla

bulanik akan bakislarindan basliyarak, selâm veren parmaklarina, merdivenlerden

çikan adimlarin, kendisine mahsus odada huzura kabul zamanini beklerken boyuna

dolasan bacaklarina kadar, hattâ kesik kesik, tutuk tutuk, hafakana

tutulmuscasina kisa cümlelerle söyleyisine kadar, her halinde farkederdik ki,

vehim günden güne büyümekte ve artik sarih bir delilik mahiyetini almak için

vesile bekleyen bir sabit fikir olmaktadir. Bunu anlamak Ğçin ruh mütehassisi

olmak icap etmezdi. Ona kahvesini, şerbetini götürüp de zehirlemek korkusiyle

red edildigini görerek geri dönen Enderun efendisine kadar hep görüyorduk ki,

bir hasta karsisindayiz.»

Halit Ziya'nin Vahidüddin hakkinda dostça olmaktan ziyade nefret hissine yakin

bir ruh haletiyle Çizdigi bu resimde açikça belli hususîlik, onun «ince bir ruh

arastiricisi», hususî haber alma teskilâtina malik, akilli, tedbirli, agirbasli

bir şahsiyet olmasina mukabil, Yusuf Ğzzeddin Efendinin, ihtiras içinde yanan,

çirpinan ve her gün şeameti neticeye 'dogru biraz daha yaklasan bir deli namzedi

oldugudur. Bu vaziyette Vahidüddin'in gönlünde küçük bir vatan aski varsa, deli

yegenini köstekleyip öne geçmeye çalismasindan daha yerinde bir hareket olamaaz.

Çifte veliahtlar arasindaki, birinin (histerik) bir kadin gibi tabak

gicirtisindan bile iç burkuntusu geçirme, Öbürünün de muvaffak olmak için her

vasitaya bas vurma hallerinden ibaret manzara, Halit Ziya'nin hatiralarinda

gerçekten en güzel tablosunu bulmustur:

«— Yusuf Ğzzeddin'de bu vehim, kendisinin veliahtliktan azledilecegi,

Vahidüddin'in, biraderi Padisahi ve onun vasitasiyle hükümeti kandirarak kendi

yerine geçmeye muvaffak olacagi tarzindaydi. Ğlk önce uykuda bir yilan gibi

uyusuk duran bu vehim yavas yavas uyanarak dilîni çikarmis ve yuvasindan basini

kaldirarak artik saklanmaya lüzum görmeyen bir cekingensizlikle (garip kelime!),

usanmadan etrafi yoklamaya baslamisti. ,Kimleri yoklamadi? Karanliklarda

örümcekler tarafindan kendi hakkini avlamak için örülen aglari kimler bilir dîye

düsündüyse birer vesileyle onlari davet ederek sorusturmaya basladi, kendi

zanniyla ustaca tuzaklar kurarak onlardan esrari anlamaya çalisti. Daha

sonralari hastalik ilerledikçe isi azitarak, bu konusmalara âdeta bir istintak

hâkimi gibi yemin ettirmekle baslar oldu.

Bunlari birer birer anlatmak bikkinlik verir. Yaliniz umumî bir çizgi Ğçinde

toplamak lâzimgelirse diyecegim ki, Yusuf îzzeddin, hasmini küçük düsürmek

mümkün olan hiçbir vesileyi kaçirmamakta inad eder, küçük düsmek tabiati

icabinda olmayan Vahidüddin de onun marazi tohumuna su verip bu marazi beslemek

firsatini asla kaçirmazdi.»

Ve hikayeci, hikâyesinin en renkli yerine geliyor:

«— Bu cümleden olarak ikisinin de hazir bulunmasi icap eden alaylar, merasimler,

ziyafetler, seyahatler sayilabilir. Bu vesileden biri çikinca Vahidüddin mutlaka

katilma hakkini öne sürer, Yusuf Ğzzeddin derhal kirpileserek bütün dikenlerini

dikerek kizginligini açiga vururdu.

Bir alay münasebetiyle Vahidüddin ikinci veliaht sifatiyla (kendi kendisine

yakistirdigi bu sifati her vesileyle öne sürerdi) Yusuf Ğzzeddin'le bir arada

bulunmak fikrîni asilamisti... Belki de bu iki hasmi biraz daha çarpistirmak

için bu fikir hünkârin kendisinde dogmustu. Her ne ise; bu isin yerine

getirilmesi bana birakildi. (Eyvah!) dedim, Yusuf Ğzzeddin köpürecek! Vahidüddin

pek alâ bilir ki, bu teklifi kabul ettirmek mümkün degil! O halde niçin?

Hünkârin arzusuna uymamak ithamini rakibine yükletmek için... Yahut fikir

hünkârin bir oyunudur; bîrini kizdirmak, ötekini kirmak için... Çekiçle örs

arasinda kalan ben oluyorum! Ezilmemenin bir yolunu bulmali... Fransizlarin

dedigi gibi lâhna ile keçiyi idare etmeli... Kim lâhna, kim keçi; bunu halletmek

söz konusu degil... Bu düsünce ile Yusuf Ğzzeddinin yanina girdim. (Efendimiz,

selâm ediyorlar...) diye basladim. Her gelen haberin arkasindan ne çikacak diye

ürperen bu hasta adam derhal ayaga kalkarak asagisini bekledi:

(Gelecek alayin pek uzun olmamasini düsündüler. Acaba zât-i fahimaneleri

Vahidüddin Efendi biraderinizle bir arabada bulunurlar mi, diye soruyorlar.)

Ah! Bu birader tâbiri! Elisabeth ile Marie Stuart da birbirlerine sevgili

hemsire derlerdi ve bu tabir birini digeri aleyhine suikast tertip etmekten,

ötekini digerinin kellesini uçurtmaktan alikoyamadi!..

Yusuf Ğzzeddin bastan asagi sarsildi, titredi, yutkundu ve zorla nutka

gelmiscesine (Öyle ise beni affetsinler, alayda bulunmayacagim! O zatla yanyana

bulunmak bence mümkün degildir) dedi. Kendi kendime (Onu o da bilir amma ayni

kitabin iki cildi gibi sizin hemen yaninizda bulunmak hakkini herkese göstermek

istiyor!) diye düsündükten -sonra Örsle çekicin arasindan ustalikla çekilmek

çaresini şu hal tarzinda aradim:

(Zât-i fahimâneniz bu merasimin baslica bir uzvusunuz. Müsaade buyurulursa

Şevketmeap Efendimize arzedeyim: Bir arabadan fazla bir uzunluk çikmaz;

Vahidüddin Efendi biraderiniz ayri bir arabada bulunurlar)

Oturdu. Bu hal şekli ona da münasip görünmüs oluyordu. Ben bu tarafi razi

ettikten sonra neticeyi hünkâra arzetmeliydim. Ona da kullanilacak lisan şöyle

olmak lâzim geliyordu; (Bir arabada ikimiz de birbirimizi sikariz. Efendimiz

müsaade buyururlarsa ayri ayri arabalarda katilsinlar), dediler.

Hünkâr belki de bu neticeyi bekliyordu. (Öyle ise Vahidüddin Efendiye bilgi

veriniz. Sonra ayri ayri buraya davet edersiniz!..)

Vahidüddin'e gidince onu da odasinda geziniyor buldum. Ğhtiraslarını oturdugu

yerde söndürmeye muvaffak olamayan bu adam mutlaka gezinir, yahut oradan oraya

segirtirdi. Kisaca: (Sevketmeap Efendimiz, zât-i fahimânelerinin gelecek alayda

bulunmalarini arzu buyuruyorlar. Binmeniz için istab-i âmireden bir landon ihzar

olunacak.) dedim. (Arz-i şükran ederim) dedi ve bu is de bu suretle bitti. Bu

garip dâvanin Önümüzde daha nice halledilecek zorluklari vardi.

Bu Vahidüddin meselesi bizler için hem eglendirici, hem üzücü bir dram idi ki,

her perde açildikça yeni yeni sahneler gösterirdi.

Bunlardan biri Seyidler geçid resmi ve onu takib eden Edirne seyahati oldu»

Veliahtlar arasi istirkap, birinin «ben yasça daha büyügüm, saltanat benim

hakkim!», Öbürünün de «ben akilca olgunum, oysa deli! Tahtin temsili bana

düser!» şeklindeki çekisme, Sultan Resad üzerinde hiçbir müdahale tesiri

dogurmuyor, umumî mânada hayattan el çekmis hükümdar bu mevzuda da adetâ

selâhiyetsizligini ima eder gibi duruyor, bazen de, tabiati icabi, çekismeyi

kizistirici vesileler hazirlamaktan geri kalmiyordu. Sultan Resad'in küçük

kardesi Vahidüddin'i, yegeni Yusuf Ğzzeddin'e tercih ettigi besbelliydi. Her

şeyden evvel onun Abdülmecid ogullarindan olmasi yeterdi. Bu bakimdan Sultan

Resad, bir rivayete göre, Vahidüddin'in kendi kendisine yakistirdigi «Ğkinci

Veliahtlik» makamini, fermanla resmilestirmis olmasa bile hususî şekilde kabul

etmis ve Vahidüddin Efendi'yi huzuruna çagiracagi zaman şu tâbiri kullanmaya

baslamisti :

Ğkinci Veliahti davet ediniz!

Veliahtlar arasindaki hazin vaziyet, devletin feci haliyle beraber, basit bir

vesileyle ortaya döküldü. Bu vesile, Halid Ziya Usakligil'in, hatiralarinda

isaret ettigi Seyyidler manevrasidir:

Bir zamanlar Türk şehametine sahne olmus bir sahada, Balkanlardaki kimildanisa

karsi tertiplenen ve bütün dünyaya Türk gücünü göstermek hevesini güden hasmetli

bir manevra hayali ve pesinden, yeni hükümdarin huzuriyle, muazzam bir geçit

resmi Özentisi... Bunu Ğttihatçı pasalar arzu ediyor ve türlü cakalarla

gömlegini siyirip gösterecekleri pehlivan vücudunun, son hâdiseler ve kötü güdüm

yüzünden kemik hastaligina ugramis ve iskelete dönmüs bir uzviyet halinde

meydana çikacagini hesap etmiyorlardi. Böyle bir ihtimal, o güne kadar dünyaca

tasdîk edilmis bir hakikat olarak, Türkün biricik kuvvet temeli ordusunu,

Avrupaliya, artik çürümüs ve bassiz kalmis; bir yigin halinde göstermek olur; ve

kuvvet teshiri degil, zaaf ilani yerine geçerdi. Avrupalinin da, laboratuar

müsahedesi katiyetiyle görmeye pek hevesli bulundugu bir neticeyi, yani onun

Türk'ü içinden köküne kadar tahrip etmis bulundugu neticesini, kendisine, ayni

Avrupaliya, bedavadan takdim etmek yerine geçerdi. Böyle oldu!

Seyyidler manevrasi, ordunun talim ve terbiyesi, disiplin ve intizami bakimindan

bir skandal.'... Bölükler, taburlar, alaylar birbirine girdi, birbirinin ayagina

dolasti, kitalar zenci saçina, tel tel dügümlenmis ve çözülemez olmus bir yumaga

döndü; ve hele manevrayi takip eden geçit resmi sanki nizamsizligin ne demek

oldugunu anlatan bir (rövü), bir sahne numarasi gibi, birbirinden habersiz

sürülerin padisah önünden yuryâ etmesi şeklinde tecelli etti

Manzarayi seyreden sirmali, yaldizli, migfer tüylü, şapkası sorguclu sefirler ve

askerî (atase)lerin bakislarindaki istihzayi hayal edelim....

Hele Padisah alayinin dönüsü bir rezalet manzarasi arzetti.

Halid Ziya'nin tabiriyle:

«— Öyle bir karisiklik meydana geldi ki, bir ahudan çok, bir bozgun kaçisina

benzeyen...» bir manzara dogdu.

Melek kadar yumusak, fakat insan olduguna göre «sapsal» sifatini giymege mahkûm

Padisah, manzara karsisinda tahassüs ve intihalarini belirtiyor:

— Memnun oldum, mahzuz oldum!

Sadece memleketin düstügü maddî ve manevî sefalet, üstelik gözükara gurur halin;

göstermek bakimindan çizdigimiz bu levha, ayni zamanda taht'a namzet iki şehzade

arasindaki çekismeyi, böylece Osmanli tahti etrafindaki davranislari

çerçevelemekte birebirdir.

Sultan Resad, evvelâ manevra haberini alinca çocuk gibi seviniyor, hemen sarayca

hazirliklara baslanmasini emrediyor, «maiyet-i şahâne»nin pek fazla kalabalik

olmamasini hatirlatan Baskâtibi Halid Ziya'ya da:

«_ Yusuf Ğzzeddin ve Vahidüddin Efendileri almamak olmaz» diyor.

Şark Demir Yollari idaresine gereken haber veriliyor; katarlar hazirlaniyor; ve

Birinci ve ikinci Veliahtlar, ayni katarda, fakat ayri vagonlarda manevra

sahasinin yolunu tutuyorlar.

Halid Ziya konussun:

«— Yusuf Ğzzeddin hiçbir zaman vaktinde hazirlanmis olmazdi. Vahidüddin ise

yalniz ondan degil herkesten evvel hazirlanmis bulunurdu. Ezcümle Seyyid'lere

varilinca uzun zaman Yusuf Izzeddin'i beklemek mecburiyeti hâsil oldu.

Vahidüddin, büyük üniformasiyle, bütün nisanlariyle Seyyidlere gelinmeden evvel

(Edirne'de de öyle oldu) hazirlanmis, pencereden herkese ikinci veliahdi

göstermek firsatinin gelmesini sabirsizlikla beklemekteydi.»

Bu hareket karsisinda da asil Veliaht, ezgin, bitkin ve perisan... Kriz üstüne

kriz geçiriyor.

Seyyidler'deki manevra ve geçit resminden sonra Vahidüddin yakinlarindan birine

şöyle diyor:

«— Allah, Ğttihatçıların elinde perisan hale gelen bu vatani bir harp

tehlikesinden korusun; ve böyle bir harp zamaninda milletin basina geçecek

padisaha acisin!»

Vahidüddin'in sezdigi harp, herhalde küçük Balkan Muharebesi degil, Büyük Dünya

Savasiydi; ettigi dua da, Mehmed Resad'dan ziyade, bilmeden, kendisineydi.

Ondan sonra Yusuf Ğzzeddin Efendinin âkibeti malûm. -. Feci şekilde, tipki

babasinda oldugu veya olmus sanildigi gibi, bilek damarlarini keserek intihar

ediyor...

кte Halid Ziya Usakligil:

«—. Büyük Harbin ilk senesinde Yusuf Ğzzeddin'in intihari faciasi vukua geldi.

Kendisini bizlerle beraber yakindan görüp taniyanlar, bu kabilden bir neticenin

vukuunu îstigrab ile degil, fakat büyük bir teessürle ögrendiler. Nasilsa bu

şehzadenin aklî melekelerini zehirliyen ve onu her dakika canindan bezdiren bir

fikr-i sabit, eksilmeyen bir vehim vardi. Öyle kanaat etmis-ti ki, hükümet

kendisini veliahtliktan hal edecekBu kanaat nereden gelmisti?

Hükmolunabilir ki, cinnetin kenarlarinda dolasan bütün hastalar gibi o da kendi

halini takdir ediyor; ve günden güne daha şiddetle şuurunu istilâ eden tehlikeye

karsi çirpinarak mücadele Ğçinde hirpalaniyordu. Nihayet bu müthis buhrandan

çikmak için tek bir çâreye intihara karar vermisti. Bu maksada vusul için çok

defalar tesebbüsleri olmustu- Etrafinda daima siki bir ihtiyatin tedbirleri

alinmis iken bir gün nasilsa bir ustura ele geçirerek, aynen babasi gibi

damarini kesmisti. Bu da, bilhassa intihar vakalarinda görülen, sâri taklidin

bir tesirinden ibaretti. Gariptir ki, bu bedbaht adami bilenler intihar vakasini

hiç bir şüphe ile telâkki etmedikleri halde bu faciadan sonra türlü rivayetlere

kapilanlar oldu.

Yusuf Ğzzeddin'in vehminde elbette bir esas davardi. Onun hiç kimsenin

dikkatinden kaçmayacak bîr raddeye gelen hastaligi saltanat makamina çikmasina

bir mâniydi; bunu herkesten ziyade kendisinin de anladiginda şüphe yoktu. Hattâ

kaç kere, daha biz sarayda iken, Cemiyetin (Ğttihat ve Terakki) tasavvurlarina

tercüman olanlardan;(Ne yapacagiz?) tarzinda sözler dinlemistik.

Vahidüddin'i padisah yapmakta memleket için büyük bir tehlike görmekten hâli

kalmayanlar, bir aralik Sultan Murad'in oglu Selâhüddin Efendiyi düsünmüslerdi.

Fakat o Yusuf Ğzzeddin'den evvel vefat edince artik çarnâçar Vahidüddin'den

evvel siraya giriyordu. Gariptir ki onun hakkinda da fikirlerde bir tahavvül

vukua basliyordu. Zahir, baska yapilacak bir is kalmayinca bu müstakbel hünkâri

mümkün olabilen iyi taraflarindan kabul etmek zarureti hâsil olmustu.»

Bir iddiaya göre Yusuf Ğzzeddin intihar etmis degil, öldürülmüstür. Bunu da,

insan kasabi ve odun yerine hayat kiyicisi Ğttihatçılar yapmistir.

Ğhtimal vermiyoruz! Zira Ğttihatçılarda, Yusuf Ğzzeddin'i kendilerine mâni

telâkki edici bir fikrin bulunmadigi şöyle dursun; asil Vahidüddin'den şüphe

eden, asil onu gayelerine engel gören bir kanaat besledikleri için tek emelleri

Yusuf Ğzzeddin'e taht yolunu açmakti; şu kadar ki, Veliahtin açik hastaligi

karsisinda ümitlerini kesmis bulunuyorlar ve Vahidüddin'e razi olmaktan baska

bir imkân sahibi bulunmuyorlardi.

Şanlı Osmanli Hanedaninin zekâ, muvazene ve kemal çizgisi üzerinde son Örnegi

Vahidüddin'e karsilik, öbür çizgiye bagli ve yegeniyle beraber iki zit çizgiyi

belirtici Yusuf Ğzzeddin, vehimlerine o kadar esir hale gelmisti ki, yine Mabeyn

Baskatiplerinden A. Fuad Türkgeldi'ye göre, veliahtligina ve o makamdan

düsürülmeyecegine dair Sultan Resat'tan bir yazili kâgit almis, hattâ «sair-i

âzam» yaftali Abdülhak Hâmid'den de manzum bir garanti mektubu almaya kadar

gitmisti. Bir gün de zamanin şeyh-ül Ğslamına, şeriatte veliahtlik hukukunu

sorunca şu cevaba muhatap olmustu:

Şeriatte veliahtlik yoktur ki, hukuku olsun! Ve bu cevap üzerine büsbütün

fenalasmisti.

BÜYÜK HARP

Artik Vahidüddin ile etrafini «Büyük Harp» diye anilan Birinci Dünya Savasi

çerçevesinden takip edebiliriz.

Ğnsanlık tarihinde essiz bir merhale ve götürdügü dünya ile getirdigi dünya

arasindaki fark bakimindan Ğkinci Cihan Harbiyle kiyas kabul etmeyecek derecede

tesiri genis olan Büyük Harp, siyasî, iktisadî, içtimaî ve askerî meseleleriyle

mevzuumuzun disindadir.

Bati buhraninin ilk patlak verisi olarak fikir köklerini daha evvel

belirttigimiz Büyük Harp... Üstüne yildirimlar düsen ormanda, arslan, kaplan,

fil ve ayi, arkalarinda bir sürü hayvan, birbirine girerken, bizim gibi yarali

geyik vaziyetindeki yaratiga, bir koguga saklanmak ve oradan basinin çaresine

bakmaktan baska bir şey düsmezdi. Biricik yol buydu; fakat bu yolun tam tersi

olan yön tutuldu. Sade bu yön tutulmakla da kalmadi; bu yön üzerindeki felâket

uçurumu gün isigina çikarken göz göre göre ona dogru gidildi. Bütün şansını

biricik siyasî ve askerî taktik halinde âni bir darbe ve yildirim harbine

baglamis Alman ordulari Garp Cephesinde durdurulduktan, böylece kazanma ümitleri

ebediyen kaybedildikten sonra «Devlet-i Aliyye», sanki zaifin imdadina

kosuyormuscasina harbe katildi. Basta Enver Pasa, bir iki gözükara Ğttihatçı,

Türk evinin gizlice kapisini aralayip, güya basini koparmak üzere ejderhayi

içeriye aldi ve basimizi ejderhaya kopartti. Bu isi, millete, hükümete, hattâ

Partiye danismadan bir «oldu-bitti» şeklinde yaptilar ve Türk vatanini

emperyalizma ejderhasina yem diye takdim ettiler.

кte, Büyük Harbin birinci senesinde Veliahtliga geçtigi zaman 53-54 yaslarinda

bulunan Vahidüddin en istirapli yillarini bu harp içinde yasadi.

Şark cephesinde «Allahü Ekber» daginin buzlariyle, Suriye çöllerinin atesi

tarafindan cigerine kadar donan ve yanan Mehmetçik (Don Kisot»larin rüyalarini

gerçeklestirme yolunda kumar parasi gibi harcandi. Erzurum'da «Allahü Ekber»

daginin bir eteginden 30 bin mevcutlu bir kolordu halinde tirmandirilip, öbür

eteginden, tek kursun atmadan ve yemeden, birkaç manga kalmis olarak indirildi.

Kanal Seferinden de, karsi yakaya geçirilebilen ancak birkaç kisinin «Allah,

Allah!» seslerinden sonra her şey sustu ve durdu; ve arkasindan o korkunç Suriye

ve Arabistan istilâsi basladi.

Kirdira kirdira bitiremedikleri Mehmetçik, Çanakkale'de devlet irzinin kapisinda

en büyük senametini gösterir ve düsman zirhlilarindan yagan gülleleri gögsüyle

mesin top gibi çelerken bu ruh hiç bir tarafta semerelendirilemedi; ve

Galiçyadan Dicle boylarina kadar Türk kani, arozöz suyu hovardaligiyle topraga

içirildi. Ya cephe gerileri?

Ğdare lâmbalarinda gaz yerine yanan ve isik yerine isli kivilcim saçan kuru

fitiller... Şeker ihtiyacini birkaç kuru üzümden baska bir şeyde bulamayan,

sapsari ve bir deri, bir kemik, çocuklar... Has ekmegin yerinde misir koçani,

kepek ve çamurdan, tas gibi kaskati ve kapkara somunlar...

Bugün sag olan ihtiyar bir romanci, çocuklugunu o günlerde geçiren bizim

neslimizin kavruklugunu belirtmek için, bir zamanlar hakkimizda şu hor görücü

tâbiri kullanmisti : «— Saman ekmegi nesli!»

Bu tâbir, o günleri ifadede ne kadar yerindeyse bizim neslimizi tespitte de o

derece hakikatten uzaktir. Zira bizim neslimiz istirap, korku ve ihtilâç

neslidir ve iste bu yüzdendir ki, ardindaki beyni çü- ve önündeki ruhu kavruk

nesillerin faciasini en iyi takdir ve muhasebe etmek mevkiindedir.

Vahidüddin'in Büyük Harp boyunca bütün bu manzaralardan aldigi dehset ve istirap

hissini, onun, her şeyini ve aziz vatanini kaybettikten sonra Ğtalya'da, (San

Remo) şehrinde, istirap ve inkisarlarin en büyügü içinde, yakinlarina söyledigi

sözlerde bulacagiz.

Komitecilere esir saray; ve göz göre göre salhaneye sürülen aç ve hasta milletin

yürekler acisi hali ve ölümden beter encami karsisinda, elinden hiç bir şey

gelemez bir veliaht... Bütün kanini içine akitiyor ve merasim, yahut resmî

temsil günlerinde büyük üniformasini giyip, hissiz görünmesine alistigi bir

yüzle ortaya çikmaktan baska bir şey yapamiyor.

Ölen Avusturya-Macaristan imparatorunun cenazesinde Türkiye'yi temsil etmek gibi

vazifeler de kendisine düsüyor.

Vahidüddin'in sonradan yaveri yapacagi, Anadolu'ya bizzat gönderecegi ve

hayatinda en müessir rolü oynayacagina şahit olacagi Mustafa Kemal Pasayla

tanismasi, Büyük Harbin sonlarina dogrudur.

Sahibi bulundugu cins at ve kisraklari Dördüncü Ordu Kumandani Cemal Pasaya 2000

altina satan ve sonradan Cemal Pasanin bu at ve kisraklari daha yüksek fiatla

satmasi üzerine kendisine 3000 lira daha ödenen Mustafa Kemal Pasa, o siralarda

Suriyeden gelmis ve Beyoglunda Perapalas Otelinin bir dairesine yerlesmistir.

(Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s. 179)

Bu esere göre bizzat Mustafa Kemal Pasanin agzindan, dökülen kelimelerle tanisma

sebep ve şekli;

«— Ğstanbul'da Perapalas otelinin bir dairesine yerlesmistim. Artik her şeyin

mahvolduguna kaani bir adam gibi, me'yûs, düsünüyordum. Ancak, mahvolan her

şeyin kurtarilabîlecegine de müteselliydim.»

Aynen Mustafa Kemal Pasaya ait olan bu sözlerden anlayacagimiz, onun, sonunda ve

birdenbire, dayanagini göstermeden belirttigi ümit ve teselliye ragmen, her

şeyin mahvolduguna baslangiçta inanmis bulundugu... Devam ediyor:

«Bu hâlet-i ruhiye içinde iken bir gün bana, Padisahin vekili sifatiyle; Enver

Pasa bilvasita müracaatta bulundu ve dedirtti ki... Sonra bizzat şifahen dedi

ki:

— Almanya Ğmparatoru Zât-i Şahaneyi karargâh-i umumîsine davet etti. Zât-i

Şahane böyle bir seyahati yapamiyacak hâlde bulundugundan, düsündük. Veliaht

Hazretleri Zât-i Şahane namina hu semahata yapsin... Kendisinin refakatinde

bulanmayi kabul eder misiniz?

Ben böyle bir zât ile böyle bir seyahati kendim için enteresan gördügümden,

derhal muvafakat cevabi verdim. Tertibat ve tebligat yapilmis; iki üç gün sonra

bir Persembe aksami trene binip Vahidüddin ile seyahate çikacagimiz tekarrür

etmisti- Bana denildi ki:

«— Seyahate çikmadan evvel; Veliahd Hazretleriyle tanismalisiniz!»

Naci Pasa, şimdi kolordu kumandani; ve Mekteb-i Harbiyede benim terbiye-i

askerîye hocamdi. O zaman zannederim Miralay Naci Bey; onun da Vahidüddin ile

beraber bulunmasi tensip olunmustu.»

Bu sözlerden sonra Mustafa Kemâl Pasa, Vahidüddin ile ilk karsilasmasindaki

intibalarini anlatiyor. Onca Veliahd Vahidüddin Efendi, gülünç ve merhamete

şayan bir insandir:

«Bir gün, hareketimizden evvel Vahidüddin'in sarayinda birlestik. Bizi sarayin

içinde Arap hasirlariyle örtülmüs bir salona acilan kapidan bir odaya soktular,

Redingotlu adamlarla dolu olan odanin esyasi bir kanape ve kanapenin iki

tarafinda birer koltuktan ibaretti. Henüz girdigimiz bu odada ayakta dururken

çok laubali görünen redingotlu adamlarin içinde dîger redingotlu bir adam peyda

oldu. Bu yeni gelenin kim oldugunu, ne oldugunu ve ne olmak lâzim geldigini, ne

ben, ne de arkadasim farketmedik. îçeri girdi, bizim bulundugumuz tarafa

teveccüh etti. Kanapenin sag kösesine oturdu. Ben karsisindaki koltuga oturdum.

Mütenazir koltugu Naci Pasa isgal etti. Bu zât bir defa gözlerini kapadi, derin

bir velede daldi, neden sonra tekrar gözlerini açti, bize lütfen iltifat etti:

— Sizinle müserref oldum, memnunum! Tekrar gözlerini kapadi, bu nazikâne sözlere

cevap vermiye hazirlanirken, bîhus (kendinden geçmis) bir şahsiyetin huzurunda

bulundugumu farkettim; cevap vermek mi, yoksa vermemek mi lâzimgeldiginde

tereddüt ettim. Naci Pasanin yüzüne baktim, o da çok durgundu. Onda

(Vahidüddin'de) bir defa tekellüm kudreti mevcut olup olmadigini anlamak için

beklemeyi tercih ettim. Biraz sonra gözlerini açti:

— Seyahat edecegiz degil mi?

Ben çok sikilmis, çok muazzep bir hâlde:

— Evet, seyahat edecegiz! Dedim.

Ğtiraf edeyim ki, bir mecnunla karsi karsiya bulundugumu derakap hissetmis,

fakat mantikî mühakemeye girismekten kendimi menetmistim. Hemen ayaga kalkip

dedim ki:

— Efendi Hazretleri, beraber seyahat edecegiz; seyahat iki gün sonra

baslayacaktir. Persembe aksami garda hazir bulunacaksiniz; oradan hareket

edecegiz.

Veda ettik ve çiktik. Mükellef bir saray arabasina binmistik. Naci Pasa ile

aramizda takriben şöyle bir muhavere oldu:

— Zavalli, bedbaht, şâyan-ı merhamet... Bunlarla ne olabilir?

— öyledir!

— Bu zavalli yarin padisah olacaktir, kendisinden ne beklenebilir?

— Hiç...

— Biz ki, aklimiz, mantigimiz vardir; biz ki, memleketin mukadderatini, hâlini

ve âtîsini anlamis insanlariz, ne yapabiliriz?

Naci Pasa:

— Güç!... Dedi.»

Mustafa Kemal Pasa, Veliahd Vahidüddin Efendinin refakatinde Almanyaya yaptigi

seyahati anlatmaya devam ediyor:

«— Persembe aksami gara gittim, yalniz daha evvel Vahidüddin'in etrafindaki

adamlara haber göndermistim ki, bizim seyahatimiz nev'ammâ askerî bir seyahat

olacaktir. Zât-i Ali üniformasini giymelidir. Gara geldîgim vakit Vahidüddin'in

sivil giyînmis oldugunu gördüm. Veliahdin tesrifatçisi olan Ğhsan Bey isminde

bir adam vardi. Kendisine dedim ki:

— Ben Veliahd Hazretlerinin üniforma giymesi için haber yollamistim.

Söylemedinîz mi?

Bana saray ananelerinin verdigi bir gururla :

—Siz kim oluyorsunuz?

Dedi.

— Ben sana kim oldugumu izah edecek vaziyette degilim; yalniz soruyorum: Ben

sana Veliahd Hazretlerinin üniforma giymesi lâzim oldugunu söylettim. Kendisine

söyledin mi, söylemedin mi?

Bu cümleleri biraz sert telâffuz ettim. O zaman bana cevap vermeye mecbur kaldi:

— Müsaade ederseniz, izah edeyim...

Dedi. Anlattigina göre Veliahde, Feriklik rütbesi tevcih olunmus, sonra Mirliva

oldugunu bildirmisler, o da bundan mugber olarak, madem ki benden ilk rütbeyi

nezetmisler, ikinci rütbeye tenezzül etmem, demis; ve hiç bir rütbeye lâyik

olmiyan Vahidüddin iste bu sebeple gara sivil gelmeyi tercih etmis. Ğhsan Bey

denilen adamla fazla mesgul olmaya lüzum görmedim. Binecegimiz tren hazirdi. Bir

askerî müfreze saff-i harp nizamimla, Veliahdi tesyie muntazirdi. Veliahdin

yanina yaklastim. Baskumandan Vekili Enver Pasa da orada idi.

— Bu asker sîzi tesyi için hazirdir. Kendilerini selâmlayiniz!

Dedim.

Vahidüddin yüzüme bakti. Bu bakisiyle:

— Nasil?

Demek istiyordu. кaret ettim:

— Siz yürüyünüz, arkanizdan biz gelecegiz. Vahidüddin askerin Önünden geçerken,

iki elleri yukarida, gayr-i tabiî selâm vererek yürüdü. Geriye dönüp trene

bindik. Ğçine girdigimiz salonun pencerelerini açtirarak, tren hareket edecegi

sirada Vahidüddin'e:

— Bu pencereden askeri ve ahaliyi selâmlayiniz; Dedim.

— Niçin lâzimdir? Dedi.

— Evet lâzimdir!

Vahidüddin benim bîperva ihtarima râzi olmus gibi görünerek, dedigimi yapiyordu.

Tren Ğstanbul'u terketti. Vahidüddin beraber bulundugumuz salonun gerisindeki

diger bir salonda kendisine hazirlanan kompartimana gitti. Beni biraktigi salon

bana aitti. Ben burada yatacaktim. Fakat salonun her tarafina bir takim

bavullar, sepetler vesaire yigilmis oldugunu gördüm. Daha evvel, Vahidüddin'in

çok yakini Refik Ğsminde bir zâta demistim ki:

Ğstiyorum, Vahidüddin'în yakininda yatayim; onunla beraber bulunayim ve

kendisini mütalâa edeyim.

Bu adam bana evvelâ söz vermisken sonra öyle bir tertip yapmis ki, Vahidüddin'in

yakin adamlari her tarafi doldurmus ve bana bahsettigim salon kalmis...

— Niçin böyle yaptiniz? Dedim.

Bana güzel bir cevap verdi:

— Efendimiz bendegâniyle hemkarin (yakin) olmak ister. Zât-i âliniz Efendimizi,

o da sizi rahatsiz edebilir. Bu sebeple sizi onun vagonuna muttasil bir yerde

bulundurmayi tercih ettim.»

Burada Mustafa Kemal Pasa, birdenbire şu teshise variyor:

— Refik Beyin sözünü gayr-i mâkûl bulmadim. Evet, lâzimdi ki, Vahidüddin'in

yaninda usaklar ve Refik Bey de usaklarin basinda bulunsun!»

Mustafa Kemal Pasa yolculugu anlatiyor: «Trenimiz, istanbul'dan hayli

uzaklasmis, Trakya topraklarinda Ğlerliyorduk. Bir zât geldi:

— Efendimiz sizi salona davet ediyor. Dedi.

Dogrusu bu davet beni memnun etti. Yarinki padisahi yakindan tetkik etmek

firsatlarindan birincisi bahsediliyor demekti. Vahidüddin'in salonuna girdigim

vakit kendisini ayakta, bana muntazir buldum. Oturdu. Bana da oturmak için yer

gösterdi. Bu dakikada sarayinda ekseriya gözleri kapali konusan zâti büsbütün

baska bir vaziyette buldum. Bilâkis gözlerini çok kuvvetle açmis ve dikkatle

bana bakiyordu. Bir nutuk irad eder gibi, şu tarzda beyanatta bulundu :

— Affedersiniz Pasa Hazretleri, birkaç dakika evveline kadar kiminle seyahat

etmekte oldugumu bana izah etmemislerdi. Ancak trenin hareketinden sonra aldigim

malûmat üzerine giyaben çok tanidigim ve takdir ettigim bir kumandanimizla

beraber bulundugumu anladim. Ben sizi çok iyi bilirim. Ariburnunda ve

Anafartalarda yaptiginiz bütün icraat, kazandiginiz muvaffakiyetler tamamen

mâlûmumdur. Siz istanbul'u ve herseyi kurtarmis bir kumandanimizsiniz. Beraber

seyahat etmekte oldugum için çok memnun ve müftehirim.

Vahidüddin bu sözleri çok agir, fakat muntazam söylüyordu. Hayret ettim. Ğcab

ettigi gibi cevaplar verdim. Aramizda mükemmel, ciddî ve samimî musahabeler

oldu.»

Mustafa Kemal Pasanin Vahidüddin ile tanismasina ve ilk temaslarina ait bu

sözlerinde hâkim ruh ve fikir, ayrica izafta muhtaç olmaksizin, kendi -kendisine

bellidir.

Konusan daima, kendi üslûp ve ifade tarziyle Mustafa Kemal Pasadir:

«O gece için görüstüklerimizi kâfi addederek kendisini fazla rahatsiz etmek

istemedigimi söyleyip müsaade aldim. Salona avdet ettigim zaman insirah

hissediyordum. Düsündüm ki, bu zât akilli olmalidir, Ğstanbul'da ilk

bulustugumuz vakit, o devri bilenlerce anlasilmasi kolay olan esbap ve şeraitin

tesiri altinda garip bir hâl gösteren Veliaht, Ğstanbul'u terkettikten,

kendisini tamamen serbest gördükten, bilhassa muhataplarinin şâyan-ı emniyet

adamlar oldugunu anladiktan sonra, şahsiyetini oldugu gîbi göstermekte artik

beis (sakinca) görmüyor. Buna göre ben de kendisine bütün ahvâli ve zaruretleri

anlatabilirim, hattâ kendisince yapilabilecek bazi zeminler üzerinde faaliyete

geçebilirim, ümidine kapildim.

Seyahat günleri birbirini takip ediyor, her gün biz kisa veya uzun bir mülakat

yapiyorduk. Bende hasil olan kanaat şu idi ki, bu adamla kendisini tenvir etmek

ve kendine yakindan ve samimî müzaharet etmek şartiyle, bazi isler yapmak

mümkündür. Bu nokta-i nazarimi gerek Naci Pasaya, gerek diger zevata söyledim ve

Veliahti bu şekilde hazirlamak memleket menafii namina bir vazife olduguna

isaret ettim. Arkadaslar ve ben bu nevi temaslarda bulunarak seyahatimize devam

ediyorduk.»

Bu noktada Mustafa Kemal Pasanin eski görüsü degismis ve «zavalli, merhamete

şâyan» diye kaydettigi Vahidüddin, artik onun gözünde vaitkâr bir ümit kaynagi

olmaya baslamistir.

Mustafa Kemal Pasayi dinlemeye devam edelim:

«— Büyük Alman karargâhinin bulundugu küçük bir kasabaya gelmistik. Bizi

Ğmparator karargâhi medhali karsisina dizilmis heybetli bir Alman kit'asi

selâmladigi esnada, bizzat Kayser medhalin sahanliginda bu istikbale istirak

ediyordu. Medhalden büyücek bir hole geçtik. Orada Ğmparator, Hindenburg,

Ludendorf ve bütün karargâh erkân ve ümerasi, Veliahdi ve onun refakatinde

bulunanlari kabul ediyordu. Kayser, Veliahdle musafaha ettikten ve Naci Pasa

delaletiyle birkaç kelime konustuktan sonra Vahidüddin'e denildi ki:

— Refakatinizde bulunanlari Ğmparatora takdim etmeniz lâzimdir.

Veliaht beni Ğmparatora takdim etti. Bir eli gögsü üzerindeki dügmelerinin

arasina sokulmus olan Ğmparator, diger eliyle benim elimi tuttu ve çok yüksek

sesle, Almanca olarak:

— Onaltinci Kolordu... Anafarta... Sözlerini telâffuz etti.

Bütün hazir bulunanlar Ğmparatorun bu ihtari Üzerine bana teveccüh ettiler. Ben

Kayserin ne demek istedigini anlamadigimdan biraz sikildim ve önüme baktim.

Ğmparator benim bu mahcup ve mütevazi vaziyetimden şüphelenerek yanlis bir

hitapta bulunmus olmasi ihtimalini düsünmüs olsa gerek, bana sordu:

— Siz Onaltinci Kolordu Kumandanligini ve Anafartalari yapmis olan Mustafa Kemal

degil misiniz?

— Evet, Ekselans...

Bu kelimeler agzimdan çikinca derhal anladim ki büyük bir hatâ yapmistim.

(Sir), yahut (Kayzer) demek lâzimdi. Ne yalan söyliyeyim, insan, dilini

alistirmadigi şeyleri söylemekte müskülât çekiyor. Bu, benîm irtikâp ettigim

birinci hata da degildir. Bulgaristan Krali Ferdinand'la ilk defa karsi karsiya

geldigim zaman ayni hatada bulundugumu hatirladim-»

Bundan sonra Mustafa Kemal Pasa,, Alman Uraumî Karargâhinda «çok güzel ve rahat»

yerlestiklerini (kaydediyor ve Veliahd tarafindan bâzi ziyaretler yapilmak

gerektigini ve bunlardan (Hindenburg) ile (Ludendorf)un basta geldiklerini

söyleyerek ilk ziyaretlerin onlara yapildigini bildiriyor.

Koca (Hindenburg)un ufacik bir bürosu vardir., Maresal, masasinin basinda...

Masanin sol ilerisindeki koltukta Vahidüddin... Vahidüddin'in yaninda da «dili

mesabesinde bulunan» Naci Pasa... Mustafa Kemal Pasa ise (Hindenburg)un sag

tarafindaki sandalyede...

Bizzat Mustafa Kemal Pasanin Çizdigi bu dekor içinde, Rus ordularina imha

darbesi vurmus olan büyük asker (Hindenburg) ile büyük talihsiz Veliahd

Vahidüddin Efendi konusuyorlar. «Kisa merasim kabilinden olan böyle bir

mülakatta çok mühim şeyler konusulmak mutad olmamakla beraber», Maresal,

Veliahde ve o vasitayla Türk milletine teselli verici sözler söylüyor, Veliahd

da bunlara tesekkür ediyor.

Alman Maresalinin sözleri Mustafa Kemal Pasa tarafindan sadra şifa verici kabul

edilmiyor. O, Dünya Savasinin kaybedilmis olduguna ve gerisinin bos lâf ve kuru

teselliden ibaret bulunduguna kaanidir.

Diyor ki, aynen:

«— Ben Hindenburgtan agzindan isettigim sözlerin en nihayet Kibar ve

misafirperver oldugu için nezaketen sarfedilmekte olduguna kaanî olmak

istiyordum. Yoksa beyanatin medlulü (delâlet ettigi şey) beni meyus edecek

mahiyette idi. Mukâlameye istiraki münasip görmedim. Bilâkis mülakatin kisa

kesilmesine intizar ediyordum. Öyle oldu.»

(Hindenburg)dan sonra, Alman Genel Kurmayinin basi (Ludendorf) ile temas

ediyorlar:

«Vahidüddin'i Ludendorf da büyük nezaket ve itina ile kabul etti. Denebilir ki,

o da, Maresalin temas ettigi mevzular üzerinde teseîlbahs (teselli verici)

izahatta bulundu. Bilhassa o günlerde Şimal-i Garbi cephesi üzerinde müttefikin

ordulari aleyhine basladiklari parlak taarruzdan bahsetti. Bu taarruzu esasen

biliyorduk. Fakat taarruzun vasil olabildigi neticeyi Ludondorf'un lisanindan

isitmek için sabirsizlaniyordum- Gördüm ki, mükâlemenin hedefi bu degil... Alman

ordusunun taarruz etmekte oldugunu söylemekle, Alman millet ve ordusunun ve

bütün müttefiklerin kuvve-i maneviyelerini yükseltebilecek teminat vermekten

ibarettir. Şüphemi halletmek için olmali, Generale kisa bir sual sordum:

— En nihayet taarruz kuvvetleri hangi hatta kadar gidebileceklerdir?

Böyle, Veliahd refakatinde bulunan bir zabitin damdan düser gibi sordugu suale

muhatap olan Ludendorf, nezaket içinde devam eden beyanatini tevkif etti; biraz

düsündü, biraz da yüzüme bakti ve dedi ki:

— Biz taarruz ediyoruz, neticesini hâdisat gösterecektir.

Cevap verdim:

— Yapilmakta olan taarruz neticesinin ne olabilecegini anlamak için hâdisata ve

talihin tecellisine intizar etmeye lüzom olmadigini zannediyorum; çünkü yapilan

taarruz, en nihayet (parsiyel - kismi) bir taarruzdur.

(Ludendorf, tekrar yüzüme bakti. Ne demek istedigimi pek iyi anlamisti. Müspet

menfi cevap vermîyerek sustu.

Mükâleme burada kaldi ve ziyarete hitam verildi.

Ludeudorf'un hatiratini bastanbasa okudum. Hatiratta çok büyük esaslardan çok

büyük maharetle bahsedilmistir. Tabiî bu kadar kisa bir mülakatta kendisi için

meçhul bir zâirin çok kisa sualinden ve o sualin mucip oldugu tevakkuftan

bahsetmis olmasini kendisinden talep etmek hakkimiz degildir. lâkin biz de bu

ziyaretten bahsettigimiz sirada bütün dünya ordularinda büyük asker ve büyük

erkân-i harp taninan bir zât ile âni denilebilecek kadar kisa teati-i

efkârimizin hâtirasini gömmek istemedik.»

Alman ordularinin iki büyük kafasiyle yaptiklari temastan, ve mirliva

(tuggeneral) Mustafa Kemal Pasanin her ikisini de tenkid ve Alman ordusunu

müskül vaziyette kabul edici tavrindan sonra, hususî dairelerinde bizzat Alman

imparatorunun ziyaretine mazhar oluyorlar:

«Ğmparatorluk karargâhi ittihaz olunan otelin Veliahdin odasinda Vahidüddin, ben

ve Naci konusuyoruz. Bütün seyahatimiz esnasinda benim Veliahde yakalarini

açtigim umumî ve hayalî bahisler üzerindeyiz. Baskumandanlik Vekâletinin, Alman

ordusuna istinat edilerek ihtiyarina devam edecegimiz fedakârligin mutlaka

parlak bir muvaffakiyetle nihayet bulacagi hakkinda fikriyle bu fikri memlekette

temine çalismaktaki mantiksizligi izah ve ispata çalisiyordum. Beni bu beyanata

sevkeden vesile, kisa sualim karsisinda Ludendorfun bu akibetleri Allah'a tevdi

eden bir mütevekkili andirir vaziyetiydi. Çok arzu ediyor ve çalisiyordum ki,

yarinin Padisahi, tam yerinde, benim dediklerimi çok iyi anlayabilsin! Bilmem

neden, böyle bir tesebbüsten ümit-var olmak istiyordum. Verdigim izahat,

Veliahdin tasdik ve teyakkuzuna delâlet eden isaretlerle karsilanmaktaydi.»

Aynen Mustafa Kemal Pasanin agzindan dökülen bu kelimelerle sabittir ki, o ve

zamanin Veliahdi Mehmed Vahidüddin Efendi, Ğttihatçılara zit olmakta

beraberdirler ve bu mevzuda Mustafa Kemal Pasa, bütün ümidini Vahidüddin'e

baglamis bulunmaktadir. Her şeyden evvel Mustafa Kemal Pasa, Vahidüddin ile

anlasmaya son derece meyillidir.

Nihayet karsilarinda, bütün cihana hükmetmek ütopyasinin akrep biyikli kahramani

Kayzer Vilhelm...

«Bu esnada yüksek bir takim sedalar, bütün bosluklari doldurarak bizim

oturdugumuz salonun içine kadar geldi:

— Kayzer, Kayzer!

Kapi vuruldu. Kayzer'in, Veliahd Hazretlerini ziyarete gelmekte oldugu

bildirildi. Ğmparatorun istikbaline (karsilanmasina) şitap ettik. Kayzer salona

dahîl oldu. Hep beraber oturduk. Ğmparator hakikaten centilmence konusuyor,

sadik ve vefakâr Osmanli Devletinin çok kiymetli bir Alman müttefiki oldugundan

ve bilhassa Baskumandan Vekili Enver Pasa Hazretlerinin bu dostlugun kiymet ve

yüksekligini anlayarak çalistigindan, Alman Baskumandanlik ve Erkâni

Harbiyesinin bu güzide zâta fevkalâde emniyet ve itimat beslemekte oldugundan

bahsediyordu. Ben, Vahidüddin'in sagindaydim. Naci PaSa tam karsimizda

bulunuyordu. Takriben şu sual, Naci Pasa lisaniyle imparatora soruldu:

— Türkiyenin Almanyaya karsi sadakat ve vefasindan, yakin âtide Alman

müttefiklerinin saadete kavusacaklarindan bahseden beyanat-i şahaneleri, Osmanli

devletinin yarinini düsünmek vaziyetinde bulunan âcizlerinde büyük bir insirah

ve teselli uyandirdi. Ancak, vaziyet-i umumiyeyi mütalâa ve tetkikten sarf-i

nazar ederek, bir noktayi dah vuzuhla anlamak ihtiyacindayim, Türkiyenin

kalbgâhina (can evine) tevcih olunan darbeler tevkif olunamaksizin

ilerlemektedir. Eger bu darbeler muvaffak olursa Türkiye mahvolacaktir. Bu

darbeleri tevkif için teminat ifade eden beyanatinizi dinliyemedim. Lütfen bu

hususta beni biraz tenvir ve tatmin buyurur musunuz?

Bu sual üzerine Ğmparator oturdugu sandalyeden derhal ayaga kalkti. Şöyle bir

hitapta bulundu: — Türkiye'nin muhterem Veliahdi! Anliyorum ki sizin zihnînizi

tesvis edenler vardir. Ben Alman imparatoru, size âtiden, muvaffakiyat-i

âtiyeden bahsettikten sonra şüpheniz kalir mi, kalmaz mi?

Yaninda bulundugum Veliahd derhal müspet cevap vermekle beraber endisesinin zail

olmadigini da Ğlâve etti.

Ğmparator, kalktigi sandalyeye artik oturmadi ve bizi terkedecegini nezaketle

îma etti. Salonun kapisina dogru yürüdü. Vahidüddin ve arkasindan bizler Kayzeri

salonun kapisindan disari çikardik. Kayzer sola dogru giden bir koridordan

yürüyecekti. Ben Kayzerin hosuna gitmedigimi anladigim için makûs koridora dogru

ve biraz uzakta durdum. Ğmparator Veliahdin ve müteakiben ona yakin bulunan Naci

Pasanin ellerini sikarak, uzaginda bulunan bana bakti ve müteveccih oldugu

koridor istikametinde yürümeye basladi. Benîm elimi sikmamisti. Ğmparatorun

hakki vardi. Veliahdin refakatinde bulunan herhangi bir generalin elini sikmak

için onun ayagina mi gidecekti? Lâzim degil midir ki bu general, imparator

tarafindan eli sikilmak şerefini ihraz için biraz istical etsin. Bu kusurumu

itiraf ederim. Bilmem neden, durgun, harekete iktidarsiz, sabit ve dalgin bir

vaziyet almistim. Ğmparator iki üç adim yürüdükten sonra tekrar geri döndü, bana

yaklasti:

— Affedersiniz, sizin elinizi sikmamistim.

Elimi uzattim, çok nazik ve âlicenabâne iltifatlarina mazhar oldum.»

Şimdi, dogrudan dogruya Mustafa Kemal Pasadan ve Cumhur Reisligi zamaninda

dinledigimiz bu sözlerde muazzam bir hakikat ve delâlet yattigini tespit

edebiliriz. Bu hakikat ve delâlet, Vahidüddin'in artik vatan haini ve bas düsman

kabul edildigi bir devirde dogrudan dogruya Mustafa Kemal Pasanin sözlerinden

fiskirdigina göre, hiç kimsede aksini iddiaya mecal olamaz.

Mustafa Kemal Pasanin bu sözleri, Vahidüddin'in vatan derdiyle yanan biri

oldugunu, Osmanli devletinin yarinini düsünmek gibi bir vaziyeti Kayzer'in

yüzüne haykirdigini ve bu mevzuda kendisinden teminat istedigini, öfkelenen

Kayzer'i salondan kaçirdigini, yâni isi oluruna baglayici ve tesrifat

gürültüleri arasinda kaybolucu bir tip olmadigini gösteriyor.

Almanya seyahatini daima Mustafa Kemal Pasanin agzindan dinlemek, usûlümüz

icabidir:

«Ğmparatorun sofrasina aksam yemegine davetliydik... Kayzer'in karsisinda bir

prens, saginda Vahidüddin, solunda Berlin Sefiri Hakki Pasa merhum ve prensin

solunda da ben bulunuyorduk. Benim solumda Ludendorf vardi. Ludendorf,

fransizcasiyle, benimle görüsüyordu. Ğmparator Ludendorfa almanca:

— Sagindaki adamla konus! Dedi.

Ludendorf:

— Onu yapiyorum. Cevabini verdi.

Bittabi bu mükâlemeleri anliyacak kadar almanca bildigim için imparatorun

ihtarina ve Ludendorf-«a cevabina intikal etmistim. Dimagi çok büyük harekâtin

Ğdaresinden mütevellit yorgunlukla mesbu bulunan Ludendorf, yemek esnasinda

hatirimda yer tutacak kadar ciddî bir mükâleme mevzuu bulamadi. Yemek bitti. Bu

salona bitisik, onun büyük parkasina benzeyen diger bir salon vardi. Sofrada

hazir bulunanlardan bir kismimiz oraya geçtik. Ğmparator, Hindenburg,

Lundendorf, Alman Basvekili oldugunu zannettigim bir zât, bizim taraftan da

Veliahd, Hakki Pasa merhum ve bizler...

Ğmparator bir kösede ayakta Vahidüddin ile tatli tatli konusuyor; ben, arkasini

iki salonun fasl-i müstereki olan kavsin duvarina dayamis, çok heybetli ve

canli, asil nazarlarinda hakayiki anladigi görülen, fakat anladiklarini her

muhataba söylemekten muhteriz, yüksek bir şahsiyet karsisindayim: Hindenburg!

Hindenburg'la görüsmek istiyor, kendisini bilhassa Veliahtla beraber ziyarete

gittigimiz vakit temas etmis oldugu tatli musahabe zeminine sevketmege

çalisiyordum.

Maresal, ziyaretimiz esnasinda, Suriye vaziyetinin islah olundugunu, son

günlerde yeni ve taze bir süvari firkasinin muharebe meydanina ithal edildigini

söylemisti... Halbuki bu büyük adamin bahsettigi, bittabi oradaki kumandanlarin

verdigi rapor muhteviyati idi. Hakikat-i hâlde mevzu-u bahs olan bu süvari

firkasi ben henüz Ğkinci Ordu Kumandani iken Yildirim Grubunu takviye için bu

Grupa gönderilmesi talep olunan firkaydi. Ben Yedinci Ordu Kumandani olmadan

evvel, bu süvari firkasinin teskil ve teminine çok çalisilmisti. Ancak

toplanabilen bu seyyar kuvvet o kadar bîmecal idi ki, evvelâ hayvanlarini

Re'sülayn civarindaki otlaklarda beslemek ve ondan sonra kabil-i istifade bir

hâle gelip gelmedigini yemden tetkik etmek lâzimdi... Ben aylarca sonra, Yedinci

Ordu Kumandani oldugum zaman bu firkadan istifade edip edemiyecegimi tetkik

ettim. Aldigim ciddî bir rapor firkanin bâr kuvvet olmadigi mahiyetindeydi.

Alman büyük karargâhinda Hindenburg'un agacindan isittigim şuydu ki, bu firka

muharebe meydanina dahil olmus ve vazâyet islah edilmistir. Maresale macerayi

hikâye ettim ve dedim ki:

— Benim söyliyecegim sözler sizin aldiginiz raporlar muhteviyatina

uymayabilir... Fakat emniyet edebilirsiniz ki hakikattirler. Suriye vaziyeti

islah olunmus degildir. Bunu kabul ediniz. Sonra Maresal, siz mühim bir taarruz

yapiyorsunuz ve zannetmem ki, buna çok bel baglamis olasiniz; yalniz bana söyler

misiniz, emniyetle ümit ettiginiz hedef ve maksat nedir?»

Sorulmasi güç olan böyle bir sual karsisindaki vaziyeti, yine bizzat Mustafa

Kemal Pasa, tespit ediyor:

«Büyük ve ihtiyatli asker, benim bu sualime cevap verebilir miydi? Zaten

kendisinden bunu beklememeliydim- Bu, belki de biraz laubali vaziyetim, ihtimal,

Ğmparator Hazretlerinin sofrasinda bize ikram edilen nefis şampanyanın tesiriyle

olmustu.

Maresal, söylediklerimi dikkatle dinler gibi göründü. Fakat çok basit ve şirin

bir cevap verdi; salonun ortasinda duran ve üzerinde muhtelif sigaralar bulunan

ufak bir masa vardi:

— Ekselans, sîze bir sigara takdim edebilir miyim?

Hindenburg her şeye cevap vermisti. Ortadaki masaya gittik, kendi eliyle bana

bir sigara verdi.

Meger Vahidüddin ile konusan Ğmparator, bizim temas ve müfeâfememizle alâkadar

oluyormus. Almanca olarak Maresale sordu:

— Ne diyor? Maresal cevap verdi:

— Bir şeyler!

Ben sigarami yaktiktan sonra Hindenburg'tan ayrilarak Ğmparatorla konusan

Vahidüddin'in yanina gittim:

— Hakikati anliyor musunuz? Muhatabiniz Almanya Ğmparatorudur. Benim size

arzettigim endiseleri izah edecek bir tek kelime söyledi mi?

— Hayir!

-— Konusmaya devam ediniz; ve ciddî konusunuz! Bütün endiseleri Ğmparatora

söylemekte tereddüt etmeyiniz! Ben eminim ki, o sizden memnun olmiyacaktir.

Fakat hiç olmazsa Türkiye'de hakikati görmüs olanlarin mevcudiyetine

inanacaktir.

Veliahd masum bir tavir takinarak:

— Öyle yapiyorum! Dedi»

Görülüyor ki, Veliahd Mehmed Vahidüddin Efendinin Almanya seyahatinde takindigi

tavir, Ğttihatçılar elinde ve Almanya safinda harbin kaybedilmis bulundugu

kanaatine mahsus bir edadir ve bu edada o ân için Vahidüddin ile Mustafa Kemal

Pasa ortakdirlar. Şu kadar ki, Mustafa Kemal Pasadaki hudut disi cür'et ve

atilganlik Veliahdta mevcut degil...

Bu ilk temaslardan sonra is Garp Cephesini ziyaret etmeye kaliyor. Vahidüddin

Efendi ile refakatindekiler Büyük Harbin encamini tâyin edecek olan Garp

Cephesinin ates hattina davet ediliyorlar. Karargâhlardan birinde, cephenin

yüksek kumandanlarindan biri, cicili bicili bir harita üzerinde ve sadece

nazariye plâninda, Türkiye Veliahtina ve maiyetindekilere vaziyeti izah ediyor.

Bu izahlar, Mustafa Kemal Pasanin tabiriyle «güzel ve parlak» sözler

çerçevesinde cereyan ediyor. O zaman Vahidüddin Efendi, Mustafa Kemal Pasaya

dönüp cevabinin ne oldugunu soruyor. O da diyor ki:

«— Haritada gösterilen bu vaziyeti mahallinde görmek arzusunu izhar ediniz!»

Öyle oluyor. Dogrudan dogruya ates hattina gidiyorlar. Orada da kendilerini

karsilayan yüksek rütbeli kumandanlarla temas ediyorlar. Türk heyetine nerelerin

gösterilecegi ve oralara nasil ve nerelerden gidilecegi önceden

plânlastirilmis... Bu plâni gören Mustafa Kemal Pasa:

«Cephenin büyük kumandani bize umumî vaziyeti izah etti, diyor; içinde

bulundugumuz muharebe cephesi, bize o izahlarin gösterdigi sahadir. Müsaade

edilirse bu plâni bir tarafa birakalim da benim gösterecegim yerleri görmeye

gidelim!»

O sirada bir kargasalik oluyor ve Veliahd, hazir plâna göre kendisine görüs

sahasi olarak ayrilan yere dogru sevkediliyor.

Mustafa Kemal Pasa diyor ki: «Bende bir asker inadi vardi. Onlari takip etmedim.

Edinmis oldugumuz haritanin delâletine güvenerek, ates hattinin bir noktasina

yürüdüm ve ates hattinin gerisinde bir agacin dibine geldim. Orada gene bir

zabit agaç üzerinde tarassut yapiyordu. Bana refakat eden Alman zabitleri de

vardi. Tarassut yapan zabit asagiya indi. Meshudatini (gördüklerini) anlatti.

— Müsaade eder misiniz, ben de bu agaca çikayim! dedim:

— Hay, hay!...

Cevabini verdiler. Çiktim, zabitin söylediklerîni aynen gördüm- Fakat asil

mevzu-u bahs olmak lâzim gelen nokta, bu müsahede olunan vaziyete karsi olan

vaziyetti. Onun için sordum:

— Bu düsman vaziyeti karsisindaki kuvvetiniz, tertibatiniz, ihtiyatlariniz

nedir, lûtfen bana söyler misiniz?

Ates hattinin saf olan zabitleri ve kumandanlari, Türk müttefiklerinin bir

kumandanina hakikati söylediler. Hakikat şuydu: Piyade kuvvetleri hemen hemen

gayr-i kâfi dereceye gelmisti... Süvari iken piyade gibi istimale mecbur

olduklari bir kuvvetten bahsettiler; o da birinci hattin Ğstinatlarından sonra,

ihtiyat denecek keyfiyet ve kemmiyetten çikmisti. Bu malûmati aldiktan sonra,

çok mütehayyir olarak, kendilerine bîperva dedim ki:

— O hâlde tehlikedesiniz!

— Öyle!... Dediler.»

Burada, kendi öz diliyle durumunu belirttigimiz Mustafa Kemal Pasa, kisa bir

müsahadeden sonra Alman ordusunun zaafini tespit ve kumandanlarina bu vaziyeti

ihtar edecek kadar nefs emniyeti içindedir.

кte devam ediyor:

«Bu ates karargâhini terkeden Vahidüddin'in Ğmparator tarafindan refakatine

memur edilen bir kolordu kumandani beni takip ediyordu. Günlerden beri temasta

bulundugumuz bu zât benimle ilk defa alâkadar göründü. Otomobillere binecegimiz

noktaya kadar atla gidiyorduk. Alman kolordu kumandani yanima yaklasti, sordu:

— Siz Veliahdin yaveri misiniz?

— Hayir!

— Ne münasebetle refakatte bulunuyorsunuz?

— Böyle bir vazife aldigim için...

— Askerî vaziyetlerden çok iyi anliyorsunuz! Türkiyede herhangi bir kuvvete

kumanda ettiniz mi? Müspet cevap verdim.

— Mutlaka alaya kadar kumanda etmis olacaksiniz!»

Bundan sonra Mustafa Kemal Pasa (38 yasinda), 60'lik kolordu kumandaninin hayret

dolu bakislarina karsi, tugay, tümen, kolordu basamaklarini atlayip ordu

kumandanligi etmis oldugunu haber verince Alman generalinin mukabelesi, kendi

nakline göre, aynen şu oluyor:

— Affedersiniz; biz şimdiye kadar size yanlis hitap ediyormusuz. Demek, siz

(ekselâns)siniz!»

Daima Mustafa Kemal Pasanin lisan ve üslûbundan naklettigimiz, Vahidüddin'in

Almanya seyahati tablolari, bilhassa anlatildigi zaman ve mekân göz Önüne

alinacak olursa (Vahidüddin'e vatan haini göziyle bakildigi Cumhuriyet devri)

Veliaht hakkinda hiçbir kötüleme tâbiri kullanilmadigina göre, onun vatanini

Almanya'da ne büyük bir vekar ve haysiyetle temsil ettigini gösterir.

Bu hususiyete bir misal de şudur: (Alsas)da bir gece valinin evine davet

ediliyorlar. Güzel ve genis bir salonda Vahidüddin vali ile bir masada, karsi

karsiya... Mustafa Kemal Pasa da, kendi tabiriyle «salondakileri tetkik ederek»

gezinmekte... Vahidüddin, onu masaya davet ediyor ve diyor ki:

— Vali bana bazi sualler sordu, ben de cevaplandirdim. Fakat cevaplarimi size de

teyid ettirmek isterim. Ona, cephelerde bulunmus, memleketi iyi taniyan bir

kumandan yanimdadir, dedim. Sizi de dinlemesini istedim.

Sözü yine Mustafa Kemal Pasaya verelim:

«Veliahde mevzuu bahis mes'elenin ne oldugunu sordum:

— Ermeniler!-, dedi.

Alman valisi çok hüsn-ü niyet sahibi oldugundan» Türklerin Ermenilere karsi feci

tecavüzatta bulundugundan, fakat Ermenilerin bu tarzda harekete müstehak

olmadigindan bahsetmis .. Misafiri oldugumuz dost ve müttefik Almanya

milletinin» yüksek bir valisinin, müstakbel Türkiye Padisahi ile ve Kemâli

ciddiyetle bu mevzu üzerine konustugunu anladigim zaman hayrette kaldim. Naci

Pasa, Vahidüddin agzindan:

— Bu kumandan temas ettiginiz mes'eleyi iyi bilir, sizi tenvir edecek cevaplar

verecektir.

Dedi.

Valiye dedim ki:

— Türkiye'nin Veliahdi ve Almanya'nin mutena bir mintikasinda kiymetli olduguna

şüphe etmedigim bir valisinin bulabildigi mükâleme zemini beni mütehayyir etti.

Evvelâ sizden şunu anlamak Ğstiyorum. Müttefikiniz olan ve bu ittifak ugrunda

maddî ve manevî tekmil mevcudiyetini mahveden Türkiye'ye karsi, tarihin bilmem

hangi devrinde mevcut oldugunu iddia eden ve bu mevcudiyeti ihya etmek îçin

dünyayi igfale çalisan Ermeniler lehine konusmak fikri sîze nereden geliyor?

Bize dair pek nakis malûmat sahibi oldugunu anladigim ve bütün

fedakârliklarimiza mukabil, hâlâ Türkiye topraklarinda bir Ermeni hakki

olabilecegi zehabinda bulunan bu vali ile müstehziyane konusmaktan men-i nefs

edememistim. Muhatabim, derhal, bütün söylediklerinin en nihayet mesmuat

(isitilen beyler) oldugundan ve sahib-i dâva olmaktan uzak bulundugundan

bahsederek beni tatmine kalkisti Mükâlemeyi bitirmek için kendisine dedim ki:

— Vali Hazretleri, biz, cepheler dolasan bir heyetiz, buraya Ermeni mes'elesi

konusmak için degil, fakat müttefikimiz olan ve kendisine itimat etmekte

oldugumuz Alman ordusunun hakikî vaziyetini anlamaya geldik, onu anladik, kâfi

bir vukuf ile memleketimize avdet ediyoruz.

Vali; Vahidüddin'i sofraya davet etti, Ondan sonra meshur (Krup) fabrikasi

sahibinin, muhtesem fabrikalar civarindaki şatosuna davet edildik. Orada aksam

yemeginde bulunarak gece trenle Berlin'e hareket ettik. Berlin'de (Adlan)

Otelinde imparatorun misafiriydik. Hepimizi ayri ayri ve güzel yerlestirmislerdi

Vahidüddin bu hüsn-ü kabulden biraz da magrur oldu. Artik memnuniyet içinde

dünya gazetecileriyle temas ediyor, mülakatlar yapiyordu. Bir gün otelde Naci

Pasa bana dedi ki:

— Vahidüddin beni yaver almak istiyor; halbuki bilirsiniz, ben saray hizmetinde

bulunmaktan memnun olmam.

Cevap verdim:

— Eger Vahidüddin size bunu teklif etmisse derhal kabul etmeniz lâzimdir. Bu

adam yarinin padisahidir. Siz temiz bir adamsiniz. Lâzimdir ki, onun yaninda

kendisine hakikatleri bîperva (korkusuzca) söyliyecek biri bulunsun... Vâkiâ

saray hizmetinde bulunmak güçtür, fakat memleket için her şey yapilir.

Naci Pasa muvafakat etti. Ancak yaverligi, biz Ğstanbul'a gittikten sonra

tahakkuk etti. Daha evvel cereyan eden bâzi mes'eleler var... (Adlon)

Otelindeyiz. Bir gün birkaç gazete muhabiri Veliahdden mülakat istemisler;

mülakatta ben de hazir bulundum. Veliahdin Ğstanbul'dan son güne kadar aldigi

fikirlerle mülhem oldugu görülüyor; kiminle görüsse, daima ayni fikirlerle

konusuyordu. O gün ecnebi gazetecilerin musahabesinden de memnun oldum.

Gazeteciler çekildikten sonra, salonda ikimiz yalniz kaldik. Bana sordu: -— Ne

yapmaliyim?

Şu yolda idare-i kelâm ettigimi hatirlarim:

— Osmanli tarihini biliriz, bu tarihin birtakim safhalari vardir ki, sizi korku

ve endiseye sevkeder ve bunda haklisiniz. Ben size bir şey söyliyecegim ve o

nisbetle hayatimi size tesrik edecegim, memnun olur musunuz?

— Söyleyiniz!...»

Artik Mustafa Kemal Pasanin Vahidüddin'e nüfuz etmek ve bütün emellerini onunla

müsterek plânlayacagi dünyaya baglamaktan gayri bir şey düsünmedigi, bizzat

kendi öz ifadesiyle sabittir. Bu ilmî, riyazi ve kat'î teshisimizi, Mustafa

Kemal Pasanin devam eden ifadesi büsbütün gerçeklestirecektir. Mustafa Kemal

Pasa şöyle devam ediyor: «— Henüz Padisah degilsiniz, fakat Almanya'da gördünüz

ki, Ğmparator, Veliahd ve Prensler hep bir is üzerindedir. Neden siz bütün

islerden uzak kalasiniz?

— Ne yapabilirim?

Ğstanbul'a gider gitmez bir ordu kumandanligi isteyiniz; ben de sizin Erkân-i

Harbiye Reisiniz olurum.

— Hangî ordunun kumandanligini?

— Besinci ordunun kumandanligini...

Bu isimdeki ordu Liman Fon Sanders'in emrinde bulunan veya bulunmak lâzim gelen

ve Bogazlar; müdafaasina memur orduydu. Vahidüddin:

— Bu kumandanligi bana vermezler!...

— Siz isteyiniz!...

Ğstanbul'a gittigim zaman düsünürüz.

Cevabini verdi. Bu benim için nevmidâne bir cevapti.

Ğstanbul'a geldik; fakat muvasalatimiz zamani kendimde feci bir istirap

hissettim. Doktorlar sol böbregimden rahatsiz oldugumu söylediler. Bir ay kadar

yatagimi terkedemedim. Doktor arkadaslarin tedavisi, istirabimi bir türlü

esasindan menedemiyordu. Bir aralik tekrar yattim. Nihayet doktorlar Viyana'ya

gitmeklîgim lüzumunda israr ettiler.

Viyana'da müracaat ettigim profesör benim senatoryumda yatmakligimi zarurî

gördü. Bir ay kadar Viyana civarinda (Kotaj Sanatoryum)da bizzat bu profesör

tarafindan tedavi olundum. Sonra, yine ayni profesörün tavsiyesiyle, Karlsbad'a

gittim. Rahatsizligim henüz tamamiyle zail olmamis bulundugu bir tarihte, 1918

Temmuzunun 5 inci Cuma günü Karlsbad'daki ikametgâhima Ğzmir'de tanidigim bir

zât, diger bir arkadasla geldi.»

Bu gelenler, Mustafa Kemal Pasaya Sultan Mehmed Resad'in öldügünü ve yerine

Vahidüddin'in geçtigini bildiriyorlar. Mustafa Kemal Pasa, asagida görülecegi

gibi donup kaliyor:

«— Müteessir miydim, memnun mu olmustum? Pek tahmin edemiyordum. Hakikat şuydu

ki, ne Ölen Padisaha acimistim, ne de yeni Padisahin ömrünün uzun veya kisa

olmasiyla alâkadardim. Acaba teessürümün sebebi bu tebeddül esnasinda

istanbul'da bulunmamak miydi? Buna dair de kat'î bir fikir söyleyemem. Yalniz

bir durgunluk geçirdigimi hatirlarim- Birkaç gün içinde mütemmim (tamamlayici)

malûmat geldi. Ben Vahidüddin'i telgrafla tebrik ettim. Cevabi verildi. Son

malûmattan anlasildigina göre Ğzzet Pasa yeni Padisahin yaver-i ekrem'Ğ olmustu.

Bu hâdiseyi manidar buldum. Çünkü Ğzzet Pasa yaver olmaktan z'yade, bu nam

altinda, bir askerî müsavir veya erkân-i harbiye reisi gibi bir vaziyet almis

oluyor zannettim. Birkaç gün sonra, Ğstanbul'da bulunan yaverim Cevat Abbas

Beyden hemen Ğstanbul'a avdetime dair bir telgraf aldim. Henüz hastaligim

geçmedigi için, ciddî bir sebep olmadikça Ğstanbul'a dönmek istemiyordum. Onun

için Cevat Abbas Bey'e bu mealde cevap yazdim. Kendisinden aldigim ikinci

telgrafta (Ğstanbul'a serî'an avdetimin arzu buyruldugu) münderiçti. Artik

avdetimin kimin tarafindan arzu buyruldugunu tahkike lüzum görmeden 1918 sene 27

Temmuz Cumartesi günü Karlsbad'dan hareket ettim.»

Mustafa Kemal Pasayi Sirkeci istasyonunda yaveri Cevat Abbas Bey karsiliyor ve

trenden iner inmez sorulan:

— Beni kim çagirdi, niçin çagirildim? Sualine şu cevabi veriyor:

Ğstanbula dönmeniz için size yazmami isteyen îzzet Pasadir.

Mustafa Kemal Pasa derhal Ğzzet Pasaya basvurup «davetin ne oldugunu merakla

anlamak istiyordum» diye belirttigi hissini tatmin etmek istiyor. Ğzzet Pasanin

cevabi gayet kurudur:

— Hiç bir sebep yok!... Yeni Padisahla veliahtligindaki seyahatiniz

münasebetiyle çok yakindan temaslariniz oldugunu bildigim için bu temaslari

tekrar devam ettirmek suretiyle faydali olabilecegini düsünerek böyle bir arzu

izhar ettim.

Mustafa Kemal Pasa, hatirlandigindan dolayi Ğzzet Pasaya tesekkür edip fikrini

bildiriyor:

Umumî vaziyetin fenaligini gidermek için yeni Padisahi yeni bir istikamete

yöneltmek lâzimdir. Bu bakimdan, kendisiyle görüsmesi uygun olabilir.

Ğzzet Pasa bu fikri yerinde buluyor ve derhal Naci Pasa delaletiyle yeni

Padisahtan, veliahtligindaki seyahat arkadasini kabul buyurmasi isteniyor.

Padisahin cevabi.

— Buyursunlar!

Mustafa Kemal Pasanin Sultan Vahidüddin ile vaziyetini, çöküs devresinin

talihsiz hükümdarina ait hususiyetlerin tespitinden sonra ele alacagiz. Şimdi,

çöküs devresi içinde dogrudan dogruya Vahidüddin'e dönelim...

ÇÖKÜS

VAHĞDÜDDĞN OSMANLI TAHTINDA

Osmanli Ğmparatorluğunun çöküse dogru gidisini çerçeveleyen Büyük Harp

devresinin, hem Türk, hem de ittifak ordulari bakimindan tam bir hezimetle

gerçeklesici felâket yili 1918 Temmuzunda Sultan Resad, mavi gözlerini mavi

göklere yumarak dünyaya veda etti.

Ölümünden bir kaç gün önce, Baskâtip Ali Fuad Turkgeldi, Padisahi, Topkapi

Sarayini ziyaret sirasinda «Hirka-i Saadet- Peygamber Hirkasi» odasinda,

mukaddes hirkanin sandigi dibinde yere kapanmis ve kendinden geçmis halde

buluyor; ve bütün pasifligi içinde bu ulvi din alâkasi sahibini tek basina

kapandigi odadan çikarip, artik bir daha içinden çikamayacagi yatagina teslim

ediyor.

Hazin oldugu kadar ulvi!...

Bundan sonraki hâdiselerde en büyük ve en emin kaynagimiz, hem son yillarinda

Resad ve hem ilk yillarinda Vahidüddin, devreleri Mabeyn Baskâtibi Ali Fuad

Türkgeldi'nin «Görüp кittiklerim» adli eseri olduguna göre, o eserden, Sultan

Resad'in son demlerine ait bir (enstantane) daha gösterelim:

Sultan Resad'in hususî doktoru Miralay Ahmed Bey nihayet bastabiblik makamina

erdigi ân, Efendisinin ölüm yatagina serildigini görüyor ve hastanin basucunda,

onunla beraber bastabiblig'in de gitmek üzere bulundugunu düsünerek mahzun

mahzun bakinirken, yanindaki Mâbeyn doktorlarindan Ali Pasa, kendisine:

«—. Ahmedcigim, diyor, talihsiz Mehmed'in talihsiz Ahmed'i oldun!»

Bu sözü söyleyen pasa henüz bilmiyor ve takdir edemiyor ki, asil talihsiz,

Abdülhamid'den devraldiklari koca Ğmparatorluğu Trablus ve Balkan muharebeleri

ve pesinden Dünya Harbiyle çöküse dogru sürükleyenlere her defa «memnun oldum,

mahzuz oldum!» mânâsina tebessümle karsilik vermis ve sonra çöküs âninda büyük

sarsinti ve yikilisi görmeden öbür dünyaya kapagi atmis olan Sultan Resad degil,

tam bu hengâmede tahti kabul zorunda kalan Vahidüddin'dir. Bu noktaysa, Sultan

6. Mehmed Vahidüddin üzerinde, tahta ayak bastigi ve tahttan ayak çektigi iki ân

arasi baslica teshis ve tespittir.

Sultan Resad, ölümünden 7 yil önce (bir iki yillik padisah iken) Hazine-i Hassa

Umumî Müdürü Haci Zihni Efendiyi huzuruna çagirip diyor ki;

— Aliniz, size cenaze masarifimi pesin olarak kesemden ödüyor ve emanet

suretiyle veriyorum! Ben ölünce cenazemin Irade-i Seniyye ile kaldirilmasini

arzu etmem!

Pamuk Padisah 1336 Ramazaninin 24'üncü (3 Temmuz 1918) Çarsamba günü vefat

ediyor ve ertesi sabah naasi Yildiz Sarayindan Çiragan iskelesi yoliyle bir

istimbot içinde Topkapi Sarayina kaldiriliyor ve «Hirka-i Saadet» dairesinde

gasledilerek, Eyüb'e kendisi için yaptirdigi türbeye defnedilmek üzere, yeni

Padisaha yapilacak biy'at merasimini beklemeye basliyor.

Birkaç gün evvel Sadrâzam Talât Pasa, Harbiye Naziri ve Baskumandan Vekili Enver

Pasa ve mason şeyhülislâm Musa Kâzim Efendi, Vahidüddin'in, eserimizin basinda

tasvir ettigimiz Çengelköyündeki saray yavrusu kösküne gitmisler ve agabeyi

Sultan Resad'in vefatiyle kendisinin Osmanli tahtina cülusunu bildirmislerdir.

Vükelâ Yildiz'da kalip, içinde bir padisah naasi yatan sarayda iftar

etmislerdir.

25 Ramazan 1336 (4 Temmuz 1918) Persembe günü, sabah vakti, saat 10 sularinda,

Vahidüddin, 6. Mehmed ünvaniyle tahta cülus etmek üzere, Topkapi rihtimina ayak

atiyor. Kendisini getiren istimbot rihtima yanasirken, Topkapi Sarayinin Mustafa

Pasa köskünde toplanmis bulunan vükelâ, Mabeyn büyükleri ve Enderun hademesi

kosusuyorlar ve «Yaldizli Kapi» denilen üçüncü kapi önünde dizilerek selâm

resmine hazirlaniyorlar.

O sirada Sadrâzam Talât Pasa da gelmis ve durumu görünce «fena oluyorum!» diye

hüngür hüngür aglamaya baslamistir.

Altinci Mehmed Vahidüddin, Mabeyn Baskâtibinin tabiriyle «gayet vekarli»,

arkasinda Enver Pasa, kapidan giriyor ve Bagdat kösküne dogru yürümeye basliyor.

O sirada öyle bir hâdise oluyor ki, Vahidüddin'in hükümet ve saray erkânina

karsi padisah sifatiyle ilk sözü söylemesine vesile teskil ediyor:

«— Bu bir felâket!»

Evet; Sultan Vahidüddin'in hükümet ve saray erkânina karsi söyledigi ilk söz

budur:

«— Bu bir felâket!»

Bu söz şu vesileyle söyleniyor:

Padisah romatizmadan mustarip. Yol yürürken zahmet çekmekte ve daima baston

kullanmakta... Tam Bagdat kösküne dogru yürürken istirap ayaklarini halkaliyor

ve yeni Sultan yanindakilerden bastonu istiyor:

— Çengelköyünde, köskte kaldi, unutuldu!

Diyorlar.

Vahidüddin bu cevabi alinca herkese karsi duygusunu haykiriyor:

«— Bu bir felâket!»

Ali Fuad Türkgeldi:

«— Bu suretle saray kapisindan içeri adim atinca ilk tefevvüh ettigi (söyledigi)

söz felâket lâfzi oldu. Bütün zaman-i saltanati da felâketle geçti. Bir felâket

de o gün sabaha karsi Topkapi sarayinin sûm ittisalinde (bitisiginde) bulunan

hamamdan harft (yangin) zuhuru olmustur ki, harem dairelerine sirayet eder

endisesiyle hayli telâs edilmistir.»

Romatizmali Padisahin Çengelköyündeki veliahtlik köskünde unutulan baston

hikâyesi, nazarimizda gayet ince bir ilâhî tecellidir; ve remz halinde, onun,

kendisine hiçbir dayanak bulamayacagina, hattâ elinde farzettigi dayanaklardan

da mahrum kalacagina delildir.

Vahidüddin romatizma sizilari içinde ayaklarini zahmetle süre süre Bagdat

kösküne variyor ve orada bir müddet dinlenip hususî surette eski sadrâzam Tevfik

ve Damad Ferid Pasalari kabul ediyor. Oradan «Hirka-i Saadet» dairesine geçip

ziyaret vazifesini yerine getiriyor. Saat 11 sularinda yaninda yeni Veliahd

Abdülmecid Efendi oldugu hâlde «Bâb-üs-Saâde» önüne gelip an'ane icabi, orada

kurulu bulunan taht'a çikiyor.

Etrafinda, türlü serpuslar altinda ve kiliklar önünde, topyekün memleket

temsilcileri... Fesli şehzadeler, sarikli ve cübbeli ilmiyye ricali, kalpakli ve

üniformali askerî erkân, sirmali mülkiye üniformalari, katran rengi ruhanî reis

libaslari Uzaklardan çökmek üzere bulunan împaratorlugun iflâsini ilân

edercesine atilan cülus toplari... Herkes biy'at merasimine hazir; kaynagimizin

sahibi Mabeyn Baskâtibi Fuad Türkgeldi de, usûl geregince taht'in arkasinda...

Eskiden el tutularak yapilirken sonradan saçak öptürmek suretiyle yerine

getirilmeye baslanan biy'at merasimi baslamak üzere... Muayedelerde de oldugu

gibi saçak tutma isi basmabeyincilere ait oldugu için, Sadrâzam Talât pasa

«Serkarîn» Tevfik Beyi hazirlamis bulunuyor. Tevfik Bey tam isine baslayacagi

ânda Sultan Vahidüddin'in taht üstünden sesi duyuluyor:

«— Tevfik Bey müddet-i medide (uzun müddet) biraderimin saçagini tutmus oldugu

cihetle müteessir olur. Bu vazifeyi Ğkinci Mabeyinci Nüzhet Bey

yerine getirsin!»

Herkes donup kaliyor. Zira artik isinde de kalmayacagi anlasilan Tevfik Bey bir

Ğttihat ve Terakki ajanidir, bu sifatla eski Padisahin yakinina verilmistir;

cülus ânindan itibaren vazifesinden uzaklastirilmakla, yeni Padisahin yepyeni

bir iradeyle ise basladigini göstermeye vesile olmaktadir.

Vahidüddin'i günahi kadar sevmemis olan Talât'in gözleri Enver'i ariyor ve sanki

soruyor: — Bu adamla isimiz nereye varacak? Evvelce de isaret ettigimiz gibi,

Abdülmecid'in 23'üncü evlâdi, sirayla saltanat süren dört oglunun en küçügü ve

sonuncusu, Osmanli padisahlarinin da 36'ncisi ve sonuncusu, 24 de biten Osmanli

halifelerinin 23 üncüsü ve yine sonuncusu (ondan sonra Halifeyi hilâfet

şartlarına malik göremeyiz) Sultan 6. Mehmed Vahidüddin, 58'inci ömür yilinda,

Büyük Harbin 5'inci ve son senesinde, her şeyin bitmesine 3 - 4 ay kala,

imparatorlugun çöküsü kapkara bir fecr hâlinde Türkiye ufuklarini siyaha

boyarken Osmanli tahtina geçmis, etrafindakilere ibret ve dehsetle bakiyor.

кte Vahidüddin'in basina ne geldiyse bu taht'a ve böyle bir zamanda geçmek

yüzünden geldigine göre, asirlarin hesabini onun memur bulundugu tek âna sokan

bir hengâmede Vahidüddin ne yapmaliydi; tahti kabul etmeli miydi, yoksa

Çengelköyündeki kösküne çekilip salhanede bogazlayacaklari vatanin çigliklarina

kulaklarini mi tikamaliydi?

Bu suali vazedecek, şimdiye kadar en küçük bir insaf bile çikmamistir ve 6.

Mehmed Vahidüddin mes'elesinin bas anahtari bu sualdir.

Asil vatan hainligi ve firariligi, onun tahti kabul etmemesiyle vücut bulurdu.

Baskâtibinin «cin fikirli» diye vasiflandirdigi Vahidüddin gibi bir zekâ, her

şeyi bile bile bu makami kabul ettigine göre, daha ilk adiminda vaziyeti

kahramancadir. Ondan sonraki hareketlerinin bu kahramanligi muhafaza edip

etmedigine gelince, onlari sirasiyle yerlerinde görecek ve bu, prensipte ilk

kahramanligin nerelere kadar düstügünü veya çiktigini kestirecegiz.

Bâzi kahramanliklar vardir ki, kötülük içinde ve kötülüge mukavemet ve onun

çilesini çekme derecesiyle, iyilik içinde ve iyilikten istifade ve onu büyüten

hamlesine nispetle kiyaslanamayacak kadar üstündür.

Eserimizin basindaki «vatan haini degil, büyük vatan dostu» şeklindeki pesin

hükme ragmen bu mevzuda ne kadar hakikat taraflisi oldugumuz görülecektir.

Şimdi onu cülus ânindan baslayarak takip edelim:

îlk hareketi, saraydaki adamlarini muhitinden uzaklastirmak suretiyle

ittihatçilari tokatlamak olan Padisah, Fuad Türkgeldi'nin iddiasina göre

sonradan kendisine şöyle demis:

«— Ben o gün saçagi Tevfik Beye tutturacaktim; fakat Veliaht çok israr

ettiginden ilk gününden aramizda bir ihtilâf zuhur etmesin dîye tutturmadim!»

Memlekete hâkim ve gözü kara bir partiye karsi yaptigi hareketin bir nevi tevili

makamindaki ve Ğttihatçılara duyurulmak için takinilan bu siyasî edayi, oldugu

gibi kabul etmek için son derece safdil olmak lâzimdir.

«Hirka-i Saadet» önünde ve eski Padisahin tabutu karsisinda muzika çalinmayip,

yeni Padisah «Bâb-üs-Saâde»den çikarken hassa hademesince alkislanmasi

gerekirken, aksi yapiliyor ve biy'at merasiminin sonuna kadar muzika çaliniyor.

Bu hâlleri «eski âdetleri bilen kalmadigindan» diye tefsir eden Baskâtip,

biy'atin de yeni moda icabi, elverilerek degil, muayedelerde oldugu gibi saçak

Öpülerek cereyan ettigini tespit ediyor.

Yine eski âdet, Padisahlarin seleflerine ait cenaze namazini kildiktan sonra

dönüp saraya çekilmelerini gerektirdigi hâlde, Sultan Vahidüddin cenazeyi Eyüb'e

kadar takip ediyor ve duasinda hazir

bulunuyor.

Vahidüddin Eyüb'ten dönüsünde yine Topkapi Sarayina geliyor ve oradan Sögütlü

yatina binerek Dolmabahçe Sarayi rihtimina çikiyor. Rihtimda, Eyüb'ten bîr

istimbotla dogru Dolmabahçeye gitmis ve iki saf hâlinde yeni Padisahi beklemeye

baslamis olan «bendegân—kullar» takimi...

Biraz sonra, evet, memlekete hâkim ve gözü kara, fakat son vaziyetler yüzünden

millet nazarinda mahkûm ve süngüsü düsük Partinin elebasilarindan Talât Pasa

saraya geliyor ve devlet reisligindeki degisiklik sebebiyle ve usulen (!)

istifasini Hünkâra takdim ediyor.

Yeni Padisahin ilk iradesi, Sadrazam ve kabine azasini yerlerinde tutmak, cülus

hatti müsveddesinin tanzimine Talât Pasayi memur etmek ve onlari iki gün sonra

(Cumartesi günü) daha genis bir konusma için saraya davet etmek oldu.

Padisahin hususî doktoru Miralay Resat Bey vasitasiyle de Mabeyn Baskâtibi Ali

Fuad Türkgeldi'ye yerinde alikonuldugu bildirildi.

Cumartesi günü saraya gelip huzura kabul edilen ve bir hayli zaman huzurda

kaldiktan sonra çikan Talât Pasa, Vükelâ odasinda, yeni Padisahin saçagi

tutturmamak suretiyle yakinligindan attigi, hükümet ajani Tevfik Beyle

konusurken odaya Baskâtib Fuad Türkgeldi giriyor. Talât Pasa ona diyor ki:

—. Hünkâr, Basmâbeyincilige eski nazirlardan Mustafa Resid Pasayi getirmek

istediyse de ben eski «Serkarîn» Lûtfi Beyin tayinini arz ve istirham ettim ve

beni kirmadilar. Siz de makaminizda ipka olundunuz. Tevfik Bey ise âyân

âzaligina tâyin edilecektir.

Böylece ilk is olarak Ğttihatçıların adamini saraydan uzaklastiran Hünkâr, ayni

mevzuda yine onlarin istirhamini kabul etmekle, hareketindeki sertligi biraz

yumusatmis ve Ğttihatçılara küçük bir tâviz vermis oluyor. Bu tavir, Vahidüddin

hesabina, küçük bir ihtiyat payi muhafaza etmek ve agirligini yavas yavas

hissettirmek politikasindan baska bir şeye yorulamaz. Ne çare ki, birkaç ay

sonra vatani düsman istilâsina terkedip kaçacak olan bu adamlara hâkim olabilmek

ve dizginlerini ele alabilmek için vakit çok geçtir ve artik olan olmustur.

Yeni hükümdar Talât Pasadan sonra Baskâtibini kabul ediyor ve Basmâbeyincilige

getirilen Lûtfi Simavî Bey hakkinda ona şöyle dert yaniyor:

«— Sadrâzam Pasa Lûtfi Beyi tercih eyledi. Lûtfi Bey biraz garpli (alafranga)

ise de biz seninle onun garpliligini tâdil ederiz.»

Bu söz de Vahidüddin'in garplilik taslayanlara karsi şahsiyetçi durumunu

gösterir.

Cülusunun ilk günlerinde Zât-i Şahane, karsisinda Baskâtibi, yazi masasina

egilmis, evrak incelerken, birden yere «çat;> diye bir şey düsüyor. Baskâtip

hayretle görüyor ki, bu, büyük boylu, dolu bir tabanca... Vahidüddin egilip

tabancayi yerden aliyor ve tozunu üfleyip cebine koyuyor. Büyük bir kaza

atlatildigindan dolayi, hissettirmeksizin, hayli telâsa düsen Baskâtip, asil

dikkat edilecek noktanin farkinda degildir. Yeni Sultan, Ğmparatorluğundan

Şahsına kadar her şeyi sahipsiz ve müdafaasiz görmekte ve bu duygusunu, her ân

üzerinde gezdirdigi silahla belli etmektedir.

Bu ilk (enerji) ve şahsiyet ifadesine benzer hareketlerden sonra 6, Mehmed

Vahidüddin, hükümete, saltanat makaminin ilk (dikta)sini yöneltiyor- O zamana

kadar kararnamelerin altini sorumlu nâzir ile Sadrâzam imza eder ve onlarin

altina Padisah tasdik imzasini atarken, Vahidüddin, Padisahlari tâbi mevkiine

koyar gibi gördügü bu şekli degistiriyor ve bundan böyle imzasini kararnamelerin

altina degil tepesine atacagini Bâbiâliye bildiriyor:

«— Benim imzam kararnamelerin bâlâsina vaz edilmek lâzim gelir. Sadrâzami bulun

da bâdemâ o suretle imza edecegimi söyleyin!»

Sadrâzam buna razi oluyorsa da Meclis-i Mebusan Reisi bu şekli kanuna aykiri

buluyor ve Talat Pasa, Avrupaya gider ayak, Baskâtibe vaziyeti bildiriyor:

«— Ğmza-yi Hümayûnun bu şekilde vaz'ina arkadaslar Ğtiraz ediyorlar. Ben

gittikten sonra Zâti Şâhane'ye zemin-i münasipte arzediniz!»

Keyfiyet Sultana arzediliyor; fakat şahsiyet ve makam haysiyetine bagli bu nazik

mes'elede bir kere çikis yapildiktan sonra geri dönülemez. «— Asla!»

Diye cevap veriyor Sultan ve o sirada Sadrâzam Vekili bulunan Enver Pasayi

çagirtip vaziyeti kabul ettiriyor ve imza-yi Hümâyûnunu kararnamelerin tepesine

atmakta devam ediyor.

Babiâli'ye ismarlanan cülus hatti müsveddesi Baskâtiplige geliyor ve Hünkâra

sunuluyor. Hünkâr bu hatti enine boyuna inceledikten sonra Baskâtibi çagiriyor

ve müsveddeyi umumî çizgileriyle begendigini, yalniz bâzi eksikler gördügünü,

onlari kursun kalemle müsvedde üzerinde isaretledigini, hattin bu ilâvelere göre

yazilmasi gerektigini söylüyor ve:

«— Sadrâzamin mütalâasini almak üzere Babiâli'ye gidiniz!.»

Emrini veriyor.

«Hatt-i Hümayûn»a eklenmesi istenen noktalar, bizzat Sultanin ibareleriyle

şunlardır.

1 — Adab-i hakkiye-i Islâmiye ve haysiyet-i Osmaniyenin muhafazasina Ğhtimam

kilinmasi... (Gerçek Ğslâm ölçüleri ve Osmanlilik haysiyetinin korunmasina

himmet gösterilmesi)...

2 — Tevzi-i adalet ve takrir-i emn ve inzibat hususunda teayid-i mesai ve gayret

edilmesi... (Adalet dagitimi ve emniyet ve nizami yerlestirme hususundaki

çalismalarin arttirilmasi)...

3 — Gala-yi es'âr sebebiyle ahalinin duçar oldugu ihtiyaç ve zaruretin defi için

tedabîr-i seria ve müessire ittihaz olunmasi... (Pahalilik sebebiyle ahalinin

düstügü ihtiyaç ve zaruretin giderilmesi için hizli ve tesirli tedbirler

alinmasi)...

4 — Ğstihsalât-ı memleketin tezyidi esbabinin istikmal kilinmasi... (Memleket

verimlerini çogaltacak çarelerin tamamlanmasi)...

5 — Mücrimin-i siyasiyeden mahpus veya muvakkaten menfi bulunanlarin affi...

(Politika suçlularindan hapiste veya geçici olarak sürgünde bulunanlarin

bagislanmasi)...

6 — Ceraim-i âdiye esbabindan sülsân-i müddet-i cezaiyelerini ikmal edenlerin

itlaki... (Âdi cürüm hükümlülerinden ceza müddetinin üçte ikisini bitirmis

olanlarin saliverilmesi).

7 — Menatik-i harbîyeden maade mahallerde muamele-s örfiyye icrasindan sarf-i

nazarla umur-u cezaiyenin mehâkîme şevki... (Harp mintikalari disindaki

yerlerden Örfî idarenin kaldirilmasi ve ceza islerinin sivil mahkemelerde

görülmesi)...

8 — Hukuk-u umumiyeye müteallik olup kuvve-i tesriîyenin tasdikine vabeste

bulunan kararnamelerin ve umur-u maliyeye müteallik mukarreratin akab-i ictimada

Hey'et-i Tesriîyeye teblig kilinmasi... (Umumî haklara ait olup meclislerin

tasdikine bagli bulunan kararnamelerle malî isler üzerindeki kararlarin ilk

toplantilarinda meclislere bildirilmesi)...

9 — Memurin ve müstahdemîn-i devletin evsaf-i kanuniyeyi haiz erbab-i iffet ve

istikametten intihabina itina olunmasi... (Devlet memur ve müstahdemlerinin

kanunî vasif ve şartlar içinde dogru ve namuslu kimselerden seçilmesine dikkat

gösterilmesi)...

10 — Memurinin esbab-i kanuniye mevcut olmadikça azil ve tebdilleri cihetine

gidilmemesi... (Memurlarin kanunda yazili sebepler disinda islerinden

atilmamalari ve degistirilmemelerî)...

Sadrâzam, Kabine asasini toplayip ilâve maddeleri gösteriyor. Birinci ve üçüncü

maddeleri aynen kabul ediyorlar. Besinci maddedeki siyasî suçlarin affini umumî

mahiyette olursa Meclisten geçirmek gerektigini öne sürerek hususî af şekline

çeviriyorlar. Yedinci maddeyi ayni mânada, küçük bir degisiklige ugratiyor,

sekizinci ve dokuzuncu maddeleri de esasen tabii bulup sanki aksi yapiliyormus

gibi belirtilmesini uygun bulmuyorlar.

Bu arada Talât Pasaya, yeni Padisaha karsi hükümet haysiyetinden fedakârlik

gösteriyormus gibi bir tavir aliyorlar ve saraya bizzat gidip itirazlari Hünkâra

izah ve kabul ettirmesini istiyorlar. Talât Pasanin gözleri doluyor, mukabelesi

de «isterseniz şimdi gider, istifa ederim!» oluyor. Razi olmuyorlar, vaziyeti

Baskâtibin arzetmesine karar veriyorlar.

Vahidüddin, Meclis toplanti hâlinde olmadikça ek tahsisat istenmiyecegine ve

«Kanun-u Esasî» disi hükümler nesredilmeyecegine dair Sadrâzamdan şahsen söz

almak şartiyle degisiklikleri kabul ediyor, böylece ittihatçilarin keyfî

hareketine karsi ilk barikat kurulmus oluyor ve yeni Padisahin, din, ahlâk,

adalet, irade ve siyaset bakimlarindan üstün bir anlayis ve şahsiyet belirtici

«Hatt-i Hümayûn»u, o felâket yilinda, geç kalmis bir isik gibi pirildayip

sönüyor.

YENĞ PADĞSAH HUZURUNDA

Veliaht Vahidüddin Efendiye Almanya seyahatinde refakat eden Mustafa Kemal

Pasa'nin (Karlsbad)da tedavideyken yaveri Cevat Abbas'tan aldigi telgraf üzerine

istanbul'a geldigini ve bu defa Sultan Vahidüddin ile karsilasmak üzere saraydan

gün istedigini ve aldigini kaydetmis ve oradan cülus merasimine geçerek bu

sahneyi ileriye birakmistik. Sirasi geldi:

Mustafa Kemal Pasa'nin istanbul'a gelmeden Sultan Resad'in ölüm ve Sultan

Vahidüddin'in cülus haberini alinca saraya çektigi bir tebrik telgrafi vardir

ki, onun Vahidüddin üzerindeki bütün görüs ve kiymet hükmünü belirtir. Aynen:

«Efendimizin tahta cüluslari, bendenizde vatanimizin saadet ve selâmeti nokta-i

nazarindan fevkalâde ümitler tevlit etti. Sultan-i merhumun ziya-i ebedîsinden

müteessir olmakla beraber, vatanin, milletin, ordunun bâzice (oyuncak) olmaktan

halâs edilecegi kanaat-i tâmmesi, tesir-i vâkn tâdil eylemistir. Ubudiyet

(kulluk) ve tazmimat-i çakerânemin (kölece saygimin) Zât-i Şahaneye arzini rica

ederim.

19 Temmuz 1918

Ordu Kumandani

Mustafa KEMAL.»

Mustafa Kemal Pasa'nin yeni Padisah huzurundaki tavrini yine kendi agzindan

dinleyelim:

«Seyahat arkadasim, Veliahd Vahidüddinle bir-kaç ay müfarakattan sonra, yeni

Padisah Vahidüddin'in salonuna Naci Pasa delaletiyle girdim. Bu andaki

tahassüslerimi şöyle izah edebilirim: Tabt'a oturmadan evvel çok şeyleri çok

açik görüstügümüz ve benim bütün nokta-i nazarlarima tasdikkâr mukabelelerde

bulunan bu zât, acaba hükümdar olduktan sonra benim ayni tarzda görüsmekligime

müsaade eder mi ve ayni mukabelelerde bulunur mu? Bunda mütereddittim- iste

Padisah Vahidüddin ile bu tereddüt içinde karsi karsiya geldik.

Beni çok nazik kabul ettigini söylemeliyim. Veliahdligi zamaninda oldugundan

daha fazla mültefitti. Oturdu, bana da karsisinda yer gösterdi ve aramizdaki

tabure üzerinde bulunan sigaraliktan bir sigara alip verdi, kendisi de bir

sigara aldi ve yaktigi kibriti bana uzatti. Bu tavirdan çok ümitvar oldum.

Evvelâ kendisini münasip bir lisanla tebrik ettim. Sonra çok mühim bir ânda

Osmanli taht'ini isgal etmis oldugunu izah ederken, dedim ki:

— Seyahatimiz esnasinda bütün fikirlerimi çok açik lisanla söylemistim. Bu

dakikada ayni tarzda görüsmekligime müsaade buyurulur mu?..

— Hay, hay!... Dedi.

Ğntizar ediyordum. Uzun mütalâalarim içinde esas nokta şuydu:

— Derakab Baskumandanligi bizzat uhdenize aliniz, kendinize vekil degil, bir

Erkâni Harbiye Reisi tâyin ediniz! Her şeyden evvel orduya sahip ve hâkim olmak

lâzimdir. Ancak ondan sonra düsünülecek münasip kararlar tatbik olunabilir!

Vahidüddîn bu teklifim üzerine tipki kendini ilk defa Veliahd iken ikamet ettigi

sarayda gördügüm vakit oldugu gibi, gözlerini kapadi ve az sonra şu cevabi

verdi:

.— Sizin gibi düsünen baska rüesa-yi askeriye var midir?

— Vardir! Dedim.

— Düsünelim...

Dedi.

Mükâlememiz kendiliginden münkati olmustu.

Ğzin aldim.

Birkaç gün sonraydi. Naci Pasa, Padisahin beni Ğzzet Pasa ile beraber kabul

etmek hususundaki iradesini teblig etti.

Ğkimiz Vahidüddin'in huzurundayiz. Ben bu daveti, ayni fikir ve mütalâa üzerine

ikimizi birden dinlemek arzusunda bulunmus olmasiyla tefsir ediyordum.

Konustugumuz esnada bu nokta-i nazarimi takibe çalistimsa da, mükâlemeyi umumî

mevzulardan çikarmaya muvaffak olamadim. Vahidüddin çok ih-tiyatkâr tavirliydi-

Nihayet neticesiz bir mülakatla padisahin yanindan ayrildik.

Günler geçti, tekrar yalniz olarak Padisahla görüsmek istedim. Beni bu sefer de

kabul etti. Ben ilk nokta-i nazarimda musir görünen bir adam tavriyle, belki de

mukaddemesiz ayni vadide konusmaya basladim. Vahidüddin seri bir intikal ile

bana cevap verdi: — Pasa, ben her şeyden evvel Ğstanbul halkini doyurmak

mecburiyetindeyim. Ğstanbul halki açtir. Bunu temin etmedikçe, alinacak her

tedbir isabetsiz olur.

Bu cümlenin nihayetinde Zât-i Şahane gözlerini Kapadi. Ben tilki tabiatinde her

entrikanin her şahidi oldugum yüzlerce misallerinden biri bulunduguma büyük

teessürle kaani oldum. Düsündügüm şu idi: Zâti Şahane evvelâ Ğstanbul halkini

kazanmak istiyor, kendisinin tesebbüsat-i zâtiyesi için kuvvet ve istinat

noktasini burada ariyor. Fakat yine düsündüm ki, şerait-i umumiye islah

edilmedikçe politikacilik nokta-i nazarindan dogru olsa bile, bu arzunun temini

kabil olabilir miydi?»

Açikça bellidir ki, Dünya Harbinin Osmanli Ğmparatorluğu ve Türk ordusu

bakimlarindan çöküs devresinde Mustafa Kemal Pasanin biricik muradi,

Vahidüddin'i dogrudan dogruya ordunun basina geçirmek ve kendisini de ona Genel

Kurmay Baskani tâyin ettirmektir.

Fakat Sultan Vahidüddin'in Mustafa Kemal Pasadaki emeli sezmesi, isi şahıs

plâninin üstünde ve halk çapinda ele almasi ve buna ragmen muhatabina nazik

davranmakta devam etmesi üzerine, Pasa, Padisaha itiraz etmeye kadar gidiyor

кte kendi lisaniyle Vahidüddin'e mukabelesi: «— Çok dogru düsünüyorsunuz. Fakat

Ğstanbul halkini doyurmak için alinmasi lâzim gelen tedbir ve tesebbüsler, Zât-i

Şahanenizi bütün memleketi kurtarmak için alinmasi lâzim gelen mübrem

(zorlayici) ve müstacel tedbirlere tevessül etmekten menedemez. Heyet-i

umumiyenin selâmetini temin edecek mesai (çalismalar) ancak makinenin hey'et-i

umumiyesinin islemesiyle mümkün olur.»

Bundan sonra Mustafa Kemal Pasa, Sultana söylediklerinin dogru olduguna

inandigini, ancak böyle hareket edilirse bir neticeye varmanin mümkün

olabilecegini haber veriyor ve sözleri fazla telâkki edilse bile söylemege

mecbur oldugu kaydiyle diyor ki:

«— Yeni Padisahin mebde-i hareketi (is baslangici) kuvvete tesahup etmek

olmalidir. Devleti, milleti ve bütün menfaatleri müdafaa eden kuvvet, baskasinin

elinde bulundukça sizin padisahliginiz dahi lâfzi (sözde padisahlik) olmaktan

kurtulamaz!»

Vahidüddin'i bütün kuvvetleri eline almaya ve her şeye hâkim olmaya, ondan sonra

da Mustafa Kemal Pasayla elele çalismaya davet eden bu sözlere padisahin verdigi

cevap son derece kapali ve bir o kadar da manalidir.

Mustafa Kemal Pasadan naklederek bildiriyoruz:

«Padisahin verdigi cevaba şu cümle karisti:

— Ben icabeden şeyleri Talât ve Enver Pasa Hazretleriyle görüstüm!

Bunu söyleyen zât, daha birkaç ay evvel, Veliahtliginda Talât ve Enver

Pasalardan müteneffir (tiksinici) oldugunu anlatan ve bu adamlarin memleketi

mahvolmaktan baska bir neticeye isal etmesi (vardirmasi) mümkün olmayan

hareketlerini tenkid eden Vahidüddin'di. Şimdi Padisah ve Halife Vahidüddin, bu

zevatla görüsmüs, memleketin selâmeti için icabeden tedbirleri almis

bulunuyor... Vahidüddin demek istiyordu ki:

— Siz vazife ve selâhiyetiniz fevkinde benimle lâubalilik mî etmek istiyorsunuz?

Bu maksadi anladiktan sonra, Vahidüddin'in karsisinda benim vicdanî vazifem

hitam bulmustu. Ayaga kalktim. Müsaade talep ettim. Gözlerini kapadi ve hiç bir

kelime telâffuz etmeksizin elini uzatti.»

Hiç bir kiymet hükmü koymaksizin aynen Mustafa Kemal Pasanin lisanindan

naklettigimiz bu tablodan sonra sözü yine kendisine verelim:

«Salondan çiktigim vakit, Naci Pasa gözlerimdeki teessürü okumus gibi göründü.

Kelime teati etmeden uzaklastim. Perapalastaki daireme geldim ve düsünmege

basladim. Haci zannettigimiz zâtin ziri-bagalde (egerin altinda) haçi çikmisti.

Artik baska bir şey aramak lâzimdi. Birkaç gün daha geçti. Vakitsiz kimseyi

ürkütmek istemedigimden, Cuma selâmlik merasiminde, Yildizin Sultan Hamid yapisi

camiinde ben de ordu kumandani sifatiyle ispat-i vücut etmekteydim. Bir gün

namazdan evveldi, bir salonda Baskumandan Vekili Enver Pasa, îzzet Pasa, Vehip

Pasa, Balkan muharebesini idare etmis büyük kumandanlarla beraber namaz vaktini

bekliyorduk. Namazdan sonra Naci Pasa, Zât-i Şahanenin, hususî salonunda beni

görmek istedigini bildirdi.

— Yalniz midir?

— Hayir! Yaninda iki alman generali var!..

— Rica ederim, onlar çiktiktan sonra Zât-i Şahane ile ben yalniz görüseyim.

— Ben de bu noktayi takdir ettim. Birkaç defa vukubulan iradelerine münasip

cevaplar verdim. Fakat anliyorum ki, sizi bu generallerin yaninda kabul etmek

istemekte musirdir.

— Mümkünse bir daha tesebbüs ediniz.

Naci Pasa elinden geleni yapti ve hattâ padisahin kulagina: «Generaller

gittikten sonra kabul etmeniz münasiptir» dahi demis. O bilâkis onlar orada iken

gelmekligimi söyleyince, Naci Pasa bunda bir maksad-i mahsus olacagina zahip

olarak bunu bana anlatti.

Vahidüddin'in yanina girdim. Ne nazik, ne takdirkâr bir Padisah! Henüz ayakta

iken, Alman generalleri karsisinda kisa bir nutuk söyledi. Bu sefer sözleri

açikti: (Çok takdir ve emniyet ettigim bir kumandan!) diye ve bu sözleri ile

beni onlara tanitiyordu-

Oturduk, dedi-ki: (Sîzi Suriye kumandani tâyin ettim- Oradaki vaziyetler

ehemmiyet kesbetmîs; oraya gitmekliginiz lâzimdir. Sizden talebim şudur: O

taraflari düsman eline geçirtmiyeceksiniz!.. Verdigim vazifeyi muvaffakiyetle

ifa edeceginizden eminim. Derhal o hattaya (kit'aya) hareket etmelisiniz!)

Ve Mustafa Kemal Pasa, Vahidüddin ile Padisahliginin basinda ancak bu kadar

temas imkâni bulduktan ve Hünkar üzerindeki nüfuz tecrübesini sadece bu noktaya

kadar yürütebildikten sonra, merkezden uzaklastirilmis ve bir nevi harcanma

noktasina gönderilmis olmanin zehabi içinde Suriyeye gidiyor.

YENĞ PADĞSAHIN KILIÇ ALAYI

Sultan Vahidüddin taht'a çikisindan kisa bir müddet sonra, 31 Agustos 1918

tarihinde âdet geregince, Eyübsultanda kiliç kusaniyor.

Fakat Vahidüddin'in kiliç kusanma hâdisesi hayli çekismeli... Son bir iki

padisahin kiliçlarini bulandiranlar Şeyhülislamlar oldugu hâlde, yeni Padisah

Musa Kâzim Efendiyi istemiyor. Acaba mason veya Ğttihatçı oldugundan mi, neden,

meçhul... Bu vazifeyi vaktiyle yapagelmis olan Mevlâna torunlari çelebiler de

uygun görülmüyor. Zira Abdülhamid Han'in hal'i zamaninda Çelebi Abdülhalim

Efendi Ulu Hakan'a telgraf çekerek «Sen benim ecdadimin taktigi kilici tasimaya

lâyik degilsin!» diyecek kadar küstahlik, nadanlik ve yahudi emellerine

usaklikta asiriya gitmis ve Vahidüddin'de gayet hakli olarak çelebilere güven

kalmamistir. «Nakib-ül esraf» dedikleri siniftan birinin de «Seyyid» veya

«Serif» vasifli Peygamber nesliyle alâkasi olmayinca ayrica tercihine lüzum

kalmiyor ve böylece kilici kimin kusandiracagi bir mes'ele oluyor. Bereket

versin ki, o siralarda Şeyh Sunusî bir denizalti ile Bingazi'den Ğstanbul'a

gelmistir.

кte en uygunu bu!

Diyorlar ve kilici takmak şerefini ona veriyorlar. O gun erkenden şehzadelerle

damatlar saraya toplaniyor ve Sögütlü yatina binip Eyüb'e gidiyorlar. Zât-i

Şahane de, on çifte saltanat kayigiyle, yaninda «yaver-i ekrem» izzet Pasa ve

basyaver Naci Bey, Eyüb'e gidiyor. Ğnce ve kalin vapur düdükleri, kiliç alayina

çikan yeni Hükümdari selâmlamakta... Hünkâr, Eyüb iskelesinde karsilaniyor ve

oradan Hazret-i Halidin türbesine kadar yaya yürüyerek tam türbenin önünde

merasim noktasina geliyor. Bütün ( saray, devlet ve hükümet ileri gelenleri

orada... Meydanda «maiyyet-i seniyye» süvarileri saf halinde bekliyor ve atlar

kisniyor. Ve iste Şeyh Sunusî, türbenin önünde «Hazine-i Hassa» kethüdasinin

uzattigi kilici alip Hünkârin beline takiyor. Dua ve tebrikler...

Disarida «at bin!» kumandasi ve Padisah dört atli arabasinda, Edirnekapisi

istikametinde surlara dogru yol almakta...

Edirnekapisinda, Ğstanbulun, Şehremini (Belediye reisi), yine âdet icabi, şehrin

anahtarini Sultana takdim ediyor.

Manzaraya bakan, Türkiyenin bir felâket içinde degil de, saadet deminde

bulundugunu sanir. Nitekim Sadrâzam Talât Pasa, tam Eyüb'den arabalara binildigi

sirada Padisahin yanina gelip şu haberi vermistir:

.— Çanakkaleden düsman tayyareleri geçmis... Ğstanbul'a dogru geliyorlar... Bir

tehlike olabilir.

Sultan Vahidüddin'in gülümsiyerek verdigi cevap:

«— Onlar medenî insanlardir. Böyle dinî bir merasim esnasinda taarruz etmezler!»

Ve hiçbir telâs eseri göstermiyor.

Hünkâr, Fatih'in türbesi önünde arabadan inip büyük ceddinin mezarini ziyaret

ediyor ve ayni hareketi Çemberlitasta, büyük babasi Sultan Mahmud'un sandukasi

basinda da tekrarlayip Divanyolu boyunca ilerleyerek Topkapi Sarayina gidiyor.

Kiliç alayinin ertesi günü, Hünkâr, Baskâtibine şöyle demektedir:

«— Bu alay esnasinda Ğstanbul'u fevkalâde harap gördüm ve çok üzüldüm.»

Mabeyn Baskâtibinin tam da mabeyinci ruhuna uygun cevabi:

«— Harap olarak buldugunuz mülkünüzü insaallah mamur olarak görürsünüz!»

Baskâtip hatiralarinda bu konusmayi kaydettikten sonra ilâve ediyor:

«— Bu temenniyatim karîn-i kabul olmadi.» (Bu dilegim Allah tarafindan kabul

edilmedi)...

Zavalli Sultan Vahidüddin, iç ve disiyle harap olarak teslim aldigi

Ğmparatorluğun çöküsüne birkaç hafta kaldigini hisseder gibidir. O kadar içli ve

üzgün...

CAN ÇEKĞSME DEVRESĞ

Vahidüddin'in taht'a oturdugu 1918 yili yaz mevsiminin ortasi ve sonu, Ğttifak

devletleri ordularinin can çekisme devresidir.

Yeni Padisah kiliç kusandiktan sonra gelmeye baslayan cephe haberleri, Almanya,

Avusturya ve Türkiye harp sahalarinda artik panik hüküm sürmeye basladigini

gizleyemez mahiyettedir. Bu vaziyet karsisinda millet inler ve halk ürperirken,

devlet organlari içinde bir homurtu ve sizilti hâlinde Ğttihat ve Terakki

rejimine bas kaldiris Ayan Meclisinde tecelli ediyor. Damat Ferid Pasa,

Çürüksulu Mahmud Pasa, bir de eski Ğttihatçı ve şimdi muhalif ve her ân dönek

meshur Ahmed Riza, hükümet aleyhinde agizlarina geleni söylemeye basliyorlar.

Bu vaziyette hükümet Ayan Meclisine kendi adamlarindanbir grup sokup

ekseriyeti elde tutmaya bakarken gösterdigi namzetlerin çogunu kabine âzasi

olarak öne sürmek gibi abes derecesinde bir zaaftan kendisini kurtaramiyor.

Fakat hâdiselerdeki kötü cereyan öylesine birbirini kovaliyor ki,,

düsünülenlerden hiç birini yerine getirmeye zaman ve ihtiyaç kalmiyor ve

iradeler mefluç hâlde, mukadder akibeti beklemekten baska bir tedbire akil

erdirilemiyor.

Vahidüddin'in, taht'a çikar çikmaz bir müddet için tahammül göstermek kararindan

baska bir şey düsünebilmesine imkân olmayan Ğttihat ve Terakki Hükümeti öz

kadrosu ile de kopma ve birbirini suçlama alâmetleri göstermekte...

Meselâ mason Şeyhülislâm Musa Kâzim Efendi, saraya her gelisinde, rastladigi her

adama şöyle dert yanmaktadir:

«— Ben neticeyi iyi görmüyorum! Ah, şu isin içinden az zararla çikabilsek».

Bu murâî sözlere dayanamayanBasmâbeyinci Lûtfi Bey nihayet dayanamiyor:

«—. Bu sözleri, diyor; bize söyleyeceginize Meclis-i Vükelâda söylesenize!»

Tam o esnada Enver Pasa huzurdan çikmis, Bas-mâbeyincinin odasi Önünden

geçmektedir.

Şeyhülislâm, açik kapidan geçtigini gördükleri Enver Pasaya dogru elini uzatip

şu cevabi veriyor:

«— Evlâd, söylüyorum, söylüyorum ama şu delikanliya söz anlatabiliyor muyuz?

Şeyhülislâm Efendi yine fetva vermeye basladi, diyor!»

Vaziyetin bütün kötülügüyle çöküsten bîr ân, evvelki nezaket ânini ihtar

etmesine ragmen, Sultan Vahidüddin, sarayla hükümet arasindaki münasebetlerde

şahsiyet ve hâkimiyet prensiplerini her gün biraz daha kuvvetlendirmek

metodundan fedakârlik göstermiyor. Meselâ Sultan Resad devrinde «vükelâ»

kadrosunun ileri gelenleri, isleri ve mes'eleleri olsun olmasin, izinsiz saraya

gelip huzura çikarlar ve. ayni tarzi Sultan Vahidüddin'e karsi da tatbik etmek

isterlerken birdenbire şu emir karsisinda apisip kaliyorlar:

«— Sadrâzam ve Enver Pasadan maadasi isi olup da evvelden istizan etmedikçe

(izin almadikça) huzura kabul edilmeyeceklerdir.»

Hattâ bir gün Ayan Reisi Rifat Bey saraya gelip kabulünü rica etmisse de

Padisah, mesguliyetinden bahsederek kendisini kabul etmemis ve Ayan Reisi

istifaya gitmek istedigi hâlde Talât Pasanin zoriyle yerinde kalmisti.

O sirada Şehzade Abdürrahim Efendi, yeni Padisahin cülusunu resmen bildirmek

üzere Almanya ve Avusturya Ğmparatorlariyle Bulgaristan Kralina gönderiliyor.

Eski Sadrâzam Tevfik Pasa da beraber... Bunlar Sirkeci Ğstasyonundan ayrilirken

tepeden inme bir haber:

— Bulgar cephesi çöktü. Bulgar ordulari panik hâlinde geri çekiliyor!

Bir de bütün Ğstanbul ufuklarini yalayan bir şayia:

— Hariciye, Nafia, Dahiliye, Posta ve Telgraf Nazirlari istifa etmis!... Kabine

müskül durumda!...

Bir gün sonra bir haber daha:

— Bulgar Krali şehzadeyi Sofya garinda karsilayip son vaziyet karsisinda merasim

yapilamadigi için özür dilemis.

Ğttifak cephesinde tam bir «herc-ü-merc» ve tek tek dize gelis...

Alman ordulari Fransa topraklarinda, gittikçe bozguna donen bir ric'at hâlinde;

Suriyedeyse Müsir (Leyman) Pasa kumandasi altindaki ordular, Ğngilizlerin ânî

bir baskini neticesi tuzla buz olma vaziyetinde...

Almanya ve Avusturya, Amerikaya basvurarak sulh istemekte, Ğtilâf devletleri de

buna «hayir!» cevabini vermekte...

Zavalli Sultan Vahidüddin; onun, henüz taht üzerinde gözlerini ugusturmaya vakit

bulamadan şahit oldugu manzara budur.

Almanya ve Avusturyanin sulha aracilik yapmasini istedikleri Amerikadan

aldiklari cevap:

«— Ğtilâf devletleri kendilerine harp ilân edenlerle sulh yapmayi kabul

etmiyorlar!»

Karsiligindan ibarettir.

Rusyada komünizma ve tam bir ana-baba günü... Fakat Almanya ve müttefiklerinin

bu durumdan faydalanmalarina imkân yok... Zira Dogu Avrupadan baska her cephede

yikilmis bulunuyorlar. Üstelik Almanya ve Avusturyada sosyalistler orduyu

içinden de lif lif çözmekteler.

Bu hâl karsisinda ruhî, ahlâkî, idarî, siyasî, iktisadî ve askerî tam bir

izmihlal tablosu çizen Türkiyeyi hayal edebilmek lâzim... Koskoca

Ğmparatorluğunun üzerine asil yumrugu o yemis ve Cermon ütopyasinin hazin

macerasi Almanya disi memleketlerde cereyan eder ve sonunda maglûbiyete

ugrarken, Türkiye, sadece öz vatani içinde hayat hakkini kabul ettirmeye çalisa

çalisa her şeyini kaybetmistir. Türkiyeyi kuyruk diye takip göklere yükseltmeyi

taahhüt eden uçurtma, havada paramparça ve atesler içinde kaldigi zaman, zaten

kuyruk diye bir şey kalmamis bulunmaktadir.

кte Ğttihat ve Terakki'nin Cermen ütopyasindan daha mecnun hayali ve bu hayalin

neticesi... Ve tam netice âninda Osmanli tahtina geçen Padisahin talihsizlik

derecesi ve istirabi...

Vahidüddin'in ilk anda elbette ki, deviremeyecegi ittihatçilar, disaridan gelen

rüzgârla havada savrulmak mahkûmiyetinde bulunuyorlar.

Şimdi ne olacak? Topyekûn istifa edip bir kenara mi çekilecekler, yoksa bir

kenara çekilip silinivermekle unutturulamaz suçlari yüzünden, bir ev gibi

yaktiklari vatani birakip kaçacaklar mi?

Her şeyden evvel ilk isleri istifa etmek veya onlara karsi ilk is, kendilerini

istifaya davet etmek olmali degil mi?

Sultan, Talât Pasayi, yeni Veliahd da Enver Pasayi istifaya zorladilar.

Kabul!...

Fakat Tevfik Pasanin reisligi altinda kurulacak yeni kabinede Ğttihatçılardan

iki kisinin, bilhassa Maliye Nâziri Cavit Beyin bulunmasini şart kosuyorlar ve

Talât Pasa lisaniyle şu gerekçeyi öne sürüyorlar:

«— Cavit Bey muamelât ve taahhüdât-i maliyeye girismis oldugundan nereden ve ne

suretle para bulunacagini bilir. Halbuki hariçten gelecek maliye nâziri bu

islere vâkif olmadigindan devlet bir de para sikintisina düser; ahval bir kat

daha kesb-i velkamet eder.»

Yâni demek istiyorlar ki:

— Biz devleti batirdik; şimdi de hükümetten elimizi, etegimizi çekiyoruz! Fakat

hiç olmazsa şu dünya çapinda meshur ve fevkalâde becerikli Maliye Nazirimiz

(Selanik dönmesi Cavit Bey) yaninizda kalsin da dumandan tereyagi çikaran malî

ve iktisadî dehasiyle devletin para derdine merhem olmakta devam etsin...

Bu fikrin içinde bir de akibetleri meçhul ve pek vahîm olan Ğttihatçıların,

yeni hükümette nazik bir köprübasi noktasini tutarak kendilerine destek

aramalari taktigi var...

Padisah bu teklife razi gibi duruyorsa da Tevfik Pasa asla yanasmiyor ve

ittihatçilarin topyekûn tasfiyeleri prensipini müdafaa ediyor.

Tevfik Pasa, kabinesini kurmak için bir hafta ugrasiyor, geceli gündüzlü saraya

gelip gidiyor ve Padisah ile aralarindaki münasebet o kadar mahrem tutuluyor ki,

Mabeyinden hiç kimse, hiç bir şey sezemiyor.

Baskâtip Ali Fuat Türkgeldi; hemen bütün saray esrarini ayaklari altina serilmis

görmeye alisan mâbeyn havasindaki bu bilgisizlikten o kadar hayrettedir ki,

vaziyeti Sultan Vahidüddin'in karakteriyle izaha çalismaktan baska çare bulamaz:

«— Sultan Vahidüddin'in garip bir mizaci vardi. Bir takim hususatta ve ezcümle

kabine tebeddülatinda bazen her şeyi söyler, bazen de her şeyi ket-niederdi

(gizlerdi). Bazi kere dahi bir isin evveliyati yerine neticesini söyleyip iki

ucu bir araya getirilmedikçe isin mahiyeti anlasilmazdi.»

ĞLK KABĞNE VE MONDROS MÜTAREKESĞ

Sir saklamayi bilen bir padisah karsisinda böylece apisiveren Mâbeyn zekâsi,

birdenbire, «evveliyat dedigi sebep safhasini anlamadan, yeni Hünkârin kurdugu

ilk hükümet olarak, eski Bahriye Nazirlarindan ve «Yâver-Ğ Ekrem» îzzet Pasanin,

Sadrazamliga getirildigini ve yeni kabineyi teskile memur edildigini hayretle

görüyor.

Ya, ne oldu Tevfik Pasaya?

Meçhul!..

O siralarda Padisah, saltanat degisikligi dolayisiyle Millî Meclisi toplantiya

davet etmis ve Baskâtibinin ifadesiyle «Ğlk ve son defa olarak» Mecliste

görünmüstür. Padisah bildirilerinin, Sadrazamligindan beri Talât Pasa tarafindan

Meclise okunmasi âdet olmustur. Bu defa da Hatti o okumus, okuma bitince Sultan

Vahidüddin locasindan inmis, gayet vekarli adimlar atarak kürsüye yürümüs,

çikmis; ve şu âna kadar tipi ve hâli üzerinde kaydettigimiz rivayetlere aykiri

şekilde, gözlerini yummaksizin ve ses tonunu düsük tutmaksizin, «gür ve metin

bir sesle» meb'uslara demistir ki:

«— Şer-i Şerif (seriat) ve Kanun-u Esasi (Anayasa) ahkâmina riayet ve vatan ve

millete sadakat edecegime yemin ettigim gibi, sizden de yemin talep ederim!»

Bomba tesiri!.. Bir ân, herkes donmus gibi!.. Böyle bir çöküs âninda Padisah,

artik modalastirildigi gibi, millet tarafindan sadakat yeminine davet edilirken,

kendilerini millet yerine koyanlardan da ayni yemini istiyor. Daha dogrusu,

gerçekte yeminin, kendilerini millet yerine koyanlara düstügünü ve asil zulüm ve

hak yikiciliginin onlar tarafindan gelmek ihtimalini ihtar ediyor!

Ğttihatçıların son günlerindeki bu tablo Meclisin Çilginca alkislariyle kapanmis

ve bir zamanlar Ğttihatçıların gözbebegi ve Hanedanin can düsmani, sadece şahsî

hirs ve menfaat düskünü Ahmed Riza, son devrelerde Ğttihatçılarla arasi

açildigi, onlardan bekledigini bulamadigi ve o yüzden Veliahtliginda

Vahidüddin'e kapilandigi için Ayan Reisligine getirilmistir. Talât Pasa da

istifa etmis ve komitenin kolu kanadi kirilmis bulundugundan bu tâyine kimsede

itiraz mecali görülmemistir.

îzzet Pasa; hükümeti teskile memur kilininca, birkaç gün süren hazirlik ve

hususiyle Şeyhülislâm mes'elesi üzerinde uzun çekismeler neticesi, nihayet

kabinesini kurabildi. Şeyhülislâmlığa Dagistanli Ömer Hulusi Efendinin

getirildigi yeni kabinede, dikkate deger isimler, Maliyede alikonulan Cavit

Beyle, Dahiliyeye memur edilen Fethi Bey (Cumhuriyet dev-rûiin Fethi Okyar'i) ve

Bahriyeye verilen Rauf Bey (Hamidiye kahramani Rauf Orbay)dan ibarettir.

Sultan Vahidüddin'in, mütareke isteyen müttefiklerine uyarak harbi durdurma

tesebbüsüne hüviyeti bakimindan müsait bir (transit - aktarma) hükümeti olarak

kurdugu bu kadro Ğttihatçı bulasigi ve Ğtilâfçı karisigi bir yamali bohça

tecrübesidir ve felâketten sonra vatani içeriden ve disaridan kurtarici bir rol

oynamak gücünde; degildir.

îzzet Pasanin ilk isi, zaten biricik memuriyeti icabi; Ğtilâf devletlerinden

mütareke istemek oldu. Bunun için, Türkiye'de esir bulunan General (Tavskend),

Türklere hayran geçinen ruhu bakimindan en uygun arabulucu sayildi ve is

Ğngiltere Akdeniz Filosu Kumandanina havale edilerek mütareke şartlarını

görüsmenin kapisi açildi.

Sultan, mütareke şartlarını tespit etmek üzere birinci murahhasliga Damat Ferit

Pasanin tâyin edilmesi dileginde bulunuyor. Fakat yeni Sadrâzam bu dilege

şiddetle karsi koyuyor:

«— Bu adam bir mecnundur; bu misillû veza-if-i mühimme kendisine nasil tevdi

olunabilir?»

Sultanin cevabi, Ferit Pasanin bâzi gülünç fikirlere saplanan, idrâk, vekâr ve

ciddiyetinden uzak bir insan oldugunu inkâr etmeyici, fakat onu güdümü kabil bir

insan kabul edici mahiyettedir:

«— Biz onu idare ederiz!»

Ğzzet Pasa, Ferit Pasayla görüsüp kendisine talimat vermek emrini aliyor ve Ayan

dairesinde karsilastigi Ferit Pasanin, belki iyi niyetli, fakat gerçekten

gülünç, şu mukabelesi karsisinda kaliyor:

«— Devletin temamîyet-i mülkiyesi üzerine mütareke ahdini kabul ettiremezsem

hemen bir sefîne-i harbiye (harp gemisi) isteyip Londraya azimet ve Ğngiltere

Krali ile mülakat ederek ve (ben senin babanin kadîm dostu idim, arzularimin

kabulünü senden beklerim) diyerek teklifatimizi kabul ettiririm.»

Bu (Don Kisot)vâri davranis karsisinda Ğzzet Pasanin akli basindan gidiyor.

Vükelâ hemen toplanip böyle bir insanin Türkiye temsilcisi olarak mütareke

şartlarını görüsmek üzere Ğtilâf kuvvetleri nezdine gönderilmesine var

kuvvetleriyle karsi duruyorlar.

Neticede Bahriye Nâziri Rauf Beyin reisliginde bir hey'et seçiliyor ve mütareke

şartlarının görüsülecegi yer olarak tespit edilen Mondros'a gönderiliyor.

Mondros yahut (Mudros), Limni adasinda bir limancik.

Sultan Vahidüdin'in, murahhaslara, bilhassa korumaya dikkat etmeleri gereken

esaslar olarak dikte ettirdigi iki madde vardir:

1 — Hilâfet-i celîle ve Saltanat-i Seniyye ve Hanedani Osmanlî hukukunun

mahfuziyetinin temini...

2 — Bâzi eyâlâta verilecek muhtariyet-i idarenin şekil ve mahiyeti temin

olunarak muhtariyetin yaliniz idarî olup siyasî olmamasi; şayet hiçbir çare ve

imkân bulunamayip da siyasî olacak ise istiklâliyet daha ehven olacagi ve eger

siyasî muhtariyeti kabul edecek olursak Âlemi Ğslâm'a ihanet etmis olacagimiz

fikrindeyim.

31 Ekim 1918 sabahi, Zât-i Şahane, Baskâtibini çagirip Mondros'taki hey'etten

gelmis oldugu Sadrazam tarafindan bildirilen ikinci telgrafin hâlâ saraya

bildirilmemis olmasindan duydugu üzüntüyü belirtiyor ve kelimesi kelimesine şu

sözleri söylüyor.

«—. Sadrâzam Pasa Hazretleri bizi bu kadar ihmal etmeseler iyi olur! Makamin,

mevkiin, şahsiyetin ehemmiyetini, Talât Pasa, biraz geç ise de daha iyi

anlamisti.»

Talât Pasa gibi bir komiteciye şahsiyetini kabul ettirip de seri mali bir

Sadrâzama bunu anlatamadigini söyleyen ve bütün kiymeti şahsiyet Ölçüsüne

baglayan, yâni malik bulundugu şahsiyetin şuuruna da sahip olan Vahidüddin'in bu

sözlerinde, olanca karakteri yatmaktadir. Padisah, bundan sonra ilâve ediyor:

«— Hariciye Nazirina telefonla sor ki, 48 saattir intizar ettigim (bekledigim)

hâlde telgrafnâmenin gönderilmemesi ne gibi esbâb-i mucibeden nes'et etmistir?»

Ve mes'ele anlasiliyor: Gelen telgrafin şifresi çözülemedigi için yeniden

haberlesmek icap etmis ve bu yüzden netice saraya takdim olunamamistir.

Mütareke müzakereleri 4 gün içinde neticeleniyor ve murahhaslar Ğstanbul'a

dönüyor.

10 Kasim 1918 Cuma günü, selâmlik merasiminden sonra, hey'et, saygilarini arz ve

müzakerelere ait tamamlayici bilgi vermek için saraya geliyorsa da, Zât-i

Şahanenin soyunup Hareme çekildikleri beyaniyle huzura kabul olunmuyorlar.

Ğmparatorluğun ilk çöküs vesikasi hâlindeki böyle bir mütareke şartlarını kabul

zorunda kalan taraflar olarak, ne Padisah murahhaslara yüzünü göstermeye, ne de

onlarin yüzünü görmeye muktedir... Vebal ve sebebi kendisine ait olmayan bir

ukubet ve neticenin Sultan Vahidüddin üzerindeki çile ve istirabi o kadar büyük

ve derin...

O gün, Basmâbeyincinîn odasinda oturan Rauf Bey âdeta bir müjde tavriyle şu

haberi veriyor:

— Almanlar Goben (Yavuz) zirhlisini bize biraktilar!

En küçük ve mânamiz bir menfaati bile teselli vesilesi sayacak kadar şaşkın hâle

gelen ruh haletine bakin ki, iste bu zirhli vesilesiyle girdigimiz Cihan Savasi

neticesinde şu kadar asirlik bir Ğmparatorluğun gümbür gümbür çöküsüne şahit

olduktan sonra ayni zirhlinin elimizde kalmasini âdeta nimet sayiyoruz !

Şartlarından en agiri, itilâf kuvvetlerinin emniyetleri bakimindan gerekli

gördükleri takdirde, Türk vataninda diledikleri yerleri, diledikleri anda isgal

edebileceklerine dair madde olan Mondros Mütarekesi, bütün kilit noktalarini ve

Ğstanbul yolunu açiyor, Türk ordusunu topyekûn silâhtan tecrid ediyor, münakale

ve muhabere vasitalarina el koyuyor ve Türkiye'yi, sulh masasinin cellât

hakimlerine teslim edilmek üzere prangaya vurmus bulunuyordu.

Mütareke şartları kendisine bildirilince Vahidüddin yildirimla vurulmusa döndü,

elinden tesbihi düstü ve hâlini belli etmemek için arkasini dönüp bir müddet

öylece kaldi, tek kelime konusamadi.

Felâketin asil sorumlularina gelince (Talât, Enver ve Cemal Pasalar), onlar da

Enver Pasanin yalisinda toplandilar ve sabaha karsi bir Alman harp gemisiyle,

Karadeniz ve Köstence üzerinden Almanya yolunu tuttular.

Bütün hâlinde esir olmus, her tarafindan baglanmis, ayrica parça parça

dogranmis, her parçasi bassiz ve şuursuz kivranan bir vatanda, birtakim sarsak

ve salak vezirler arasinda, olanca çapiyle felâketi hissedici, yapayalniz bir

bas"; ileride ismi «vatan haini»ne çikacak Sultan 6. Mehmed Vahidüddin...

Ğttihat ve Terakki kodamanlarinin, yere serdikleri yaraliyi birakip kaçan

kaatîller gibi savusmalari karsisinda Ğzzet Pasa kabinesindeki Ğttihatçı

bulasigi da siliniverme istidadini gösteriyor ve Mondros'u imzalamak gibi

mecburî bir felâkete katlandiktan sonra bu intikal kabinesinin de isi bitmis

bulunuyor. Bilhassa, bu kabine, içindeki Adliye Nâziri ve Ğttihatçı artigi eski

Şeyhülislâm, Hayri Efendi ile Maliye Nâziri Cavid ve hattâ Fethi Beyleri atip

yepyeni bir renge bürünmek borcu altinda, bastanbasa renksiz hüviyetinin ancak

istifa ile telâfi yolundan baska çaresi kalmadigini anliyor ve bir fedai hizmeti

görüp harcanmis olmayi kabul vaziyetinde kaliyor.

Taht'a çikar çikmaz Enver Pasanin «Baskumandan Vekili» unvanini degistirip,

Baskumandanligi makamina tahsis edercesine, ona. Harbiye Nazirligindan sonra

sadece «Erkân-i Harbiye-i Umumiye Reisi» sifatini kâfi gören Padisah ilk intikal

kabinesi pesinden elini, ayagini ve dilini baglayici şartlara ragmen bütün

şahsiyet ve hâkimiyetini takinmisti. Meselâ izzet Pasa kabinesinin istifa

tezkeresinde, Padisah tarafinda hükümeti istifaya zorlama keyfiyeti «Kanun-u

Esasî»ye aykiri gösterilecek kadar ileriye gidilince, istifa kâgidini getiren

Hariciye Nazirina şu sert iradeyi teblig ettiriyor:

«— Bu ihtarimin Kanun-u Esasî ahkâmina mugayir bir hareket gibî add ü telâkki

olunmasina teessüf ederim! Buna binaen kabinenin istifasini kabule mecbur oldum.

Bilcümle isnadat-i gayr-i muhikka (haksiz isnatlar) redd ü iade olundugu gibi,

bu isnadati da aynen iade ederim.»

îç ve dis şartların mutlaka iktidardan uzaklastirilmasini gerektirdigi Ğzzet

Pasa kabinesi herseye ragmen ve bizzat Cavit Beyin telkiniyle direnmeye

kalkisinca, Vahidüddin tarafindan darbeyi yiyor,- böylece devletin tam da çöküs

aniyle beraber, Osmanli tahtinda, gelmis ve gelecek devlet reislerinin en

talihsizi olarak, Mesrutiyet tecrübesine ait ilk şahsiyetli hükümdar beliriyorsa

da, yine talihsizligi icabi, bu mânayi gösteremiyor.

Ğzzet Pasa kabinesini süpürdükten bir gün sonra, vak'adan pek sinirlenmis ve

ayrica hastalanmis olarak kapandigi Harem dairesinde Baskâtibine söyledigi

sözlere dikkat edelim:

«—. Ben devlet ve memleketime hizmet etmek ümidinde bulunmasaydim Çengelköyünde

rahat rahat otururken bu bar-i azîmî (muazzam yükü) kabul etmezdim. Bu yastan

sonra mezarima padisah diye yazdirmak hevesinde degilim!»

Ve sonra, hisli hisli ilâve ediyor. «— Vallahi Talât Pasaya aciyorum!» Ve bu

defa Sadrâzam, Tevfik Pasa... Tam o sirada Mustafa Kemal Pasayi Ğstanbul'a

dönmüs buluyoruz. îzzet Pasa tarafindan davet edildigini iddia edenler de var...

Haydarpasada trenden inince Ğtilâf kuvvetlerine mahsus, 60 parçayi asan harp

gemilerini Ğstanbul sularinda görüyor. Köhne bir motora binip Sirkeciye geçiyor

ve oradan Bâbi-âliye tirmaniyor, izzet Pasanin huzurunda Dahiliye Nâziri Fethi

Bey... Üçü basbasa verip konusuyorlar...

Mustafa Kemal Pasa'ya deniliyor ki: — Biz gitmek üzereyiz! Padisah Tevfik Pasaya

yeni bir kabine kurduruyor.

Mustafa Kemal Pasa vaziyeti bilmekte ve yeni kabinede Harbiye Nazirligini

üzerine almak istemektedir. Artik çökmüs bulunan cepheyi birakip Ğstanbul'a

gelmesindeki hikmet de budur.

Onun bu emelini Enver Behnan Şapolyo'ya dikte ettigi hâtiralarindan açikça

ögreniyoruz.

YĞNE MUSTAFA KEMAL PASA VE...

Hemen her eski adamin bildigi, duymus bulundugu bir rivayet hâlinde, Mustafa

Kemal Pasa'nin Harbiye Nazirligina arzu göstermesi, kendisinden Öz agziyle

hâtiralarini dinleyen Enver Behnan Şapol-yo'nun «Ğnkilâp ve Millî Mücadele

Tarihi'nde (sahife 273 - satir 16) şöylece kayitlidir:

«— Mustafa Kemal, Harbiye Nâziri olmayi istiyordu. Bu mes'ele üzerinde

görüstüler. Ayni günde Mustafa Kemal Pasa Meclis-i Meb'usana gitti. Fakat o gün

îzzet Pasa kabinesi düstü. Yerine Tevfik Pasa kabinesi kuruldu. Mustafa Kemal

kabineye giremedi Bu hâdise üzerine artik Mustafa Kemal için bir kabine

mes'elesi ve bu kabinede müessir olmak düsüncesi kalmamistir.»

Mustafa Kemal Pasa'nin Vahidüddin devri hükümetlerinde böyle bir makama istekli

olmasi ve bütün emelini onda bulmasi, ilmî sebep ve netice göziyle o kadar

bellidir ki, şu kiyas her şeyi göstermeye yeter:

Vahidüddin'den, ordunun basina geçmesini, kendisini de «Erkân-i Harbiye-i

Umumiye Reisligi» makamina geçirmesini isteyen ve bunu öz agziyle bildiren zât,

elbette ki, onun kuracagi hükümetlerden birinde, ya Harbiye Nazirligini, yahut

da, Sadrâzamligi isteyecektir.

Tevfik Pasa kabinesi de birtakim seri mali tiplerden kuruludur ve aralarinda,

Maarif Nazirligina getirilen Filozof Riza Tevfik'ten baska hiçbir «malûm»

yoktur. Bütün kuvvet ve salâhiyetlerini, «malûm» olmaktan ziyade hiç mâlûm

olmamakta bulan tipler... Aralarinda ekalliyet çerçevesinden bile insan var...

Bu kabinenin iktidar sandalyesine oturdugu ân da, ânlarin en berbâdi... Biraz

evvel temas ettigimiz gibi, Ğngiliz, Fransiz ve Ğtalyan donanmalari

istanbul'da... Bu gemilerin çogu Dolmabahçe Sarayi önüne demirlemis Ve toplarini

saraya ve Ğstanbul tarafina çevirmistir.

Fransiz ordusu Baskumandani General (Franse Deprjre) nhi Beyoglu caddesinden

geçip Fransiz sefarethanesine inmesi büsbütün acikli... Bu general Fâtih'i

taklit etmek için midir, eski Roma fâtihlerine benzemek hevesiyle midir, nedir,

beyaz ve dizginsiz bir at üzerinde... Yurttas, vatandas bildigimiz ve hâlâ

himaye ettigimiz Rum, Ermeni ve Yahudi alkislayicilarin halkasi içinde, iki

tarafi selâmlayarak bazi noktalarda ayagina serilen ay-yildizli sancagi

çigneyerek, vekarli bir asker vee muzaffer bir baskumandan gibi degil, büyük bir

kurtarici rolünde (romantik) bir aktör gibi, şehrin gâvur semtinde şan ve şeref

parsasina çikiyor.

Fransiz genaralinin bu edasinda, asirlardir disaridan ve içeriden çökertmeye

çalistiklari Türk Ğmparatorluğunu, dis tesirlerden ziyade iç tesirlerin disariya

yol vermesi yüzünden nihayet yikmis ve zanlarinca salibi hilâle galip kilmis

olmanin çizgileri var...

O anda, yasli gözlerle sarayin penceresinden hazan yapraklarini seyreden Padisah

şöyle düsünse yeri degil midir?

_- Bu General, ceddim Kanunî Sultan Süleyman'in esir Fransa Krali Birinci

Fransua'yi, annesinin yalvarmasiyle, parmagini titretir titretmez saliverdirmek

suretiyle kurtardigi Fransiz millî şerefinden geliyor. Şimdi milletinin Türk

tarihine ve Türklere olan minnet borcunu böyle mi ödemeye gelmis bulunuyor?

Tevfik Pasa kabinesi, ilk intikal hükümetinden sonra bütün felâketlerin ifsacisi

olan bir zaman çerçevesine tesadüf etti. Ğmparatorluğun çöküs facialari içinde

bir de iç bünye aksakliklarinin dogurdugu buhranlar yüz göstermeye basladi.

Ğstanbul'da birdenbire meydana gelen maden kömürü buhrani yüzünden, vapur, tren,

tramvay ve tünel, bütün ulastirma vasitalari felce ugradi ve şehir Ortaçag

devrine kadar geriledi. Ğstanbul'un bir ucundan öbürüne kadar yaya yürümek

zorunda kalan halk, boyuna Ğttihatçılara lanet okuyor ve şöyle diyordu:

«— Memlekette Ğttihatçılardan tas üstünde tas, omuz üzerinde bas

birakmamali!,..»

Tevfik Pasa kabinesi, çökügün toz dumani içinde ne yapacagini bilemez hâlde

kivranmakta ve azasini teskil eden küçük çapli insanlarin hiçbirinden en basit

bir fikir ve hamle istidadi sizmamaktadir. Mâbeyn Baskâtibinin tabiriyle bu

insanlar:

«— Ahvalin ehemmiyet-i fevkalâdesi karsisinda zebun ve tehâcüni-ü vukuata galebe

edebilecek kudretten mahrum, (vaziyetin ehemmiyeti karsisinda ezgin ve

hâdiselerin hücumuna karsi durabilmek iktidarindan yoksun)...»

Kimselerdir.

Bunca dert içinde günün bas mes'elesi, Ittihatçilarca kurulmus olan Mebusan

Meclisinin vaziyeti...

Bu Meclis tutulmali mi, dagitilmali mi?

Bir (tez) e göre, Meclisi dagitmak, isgal altindaki vatan çevreleriyle alâkayi

kesmeye, böylece çevrelerin düsman elinde kalmasini kolaylastirmaya ve topyekûn

vatani millî irade merkezinden mahru^ kilmaya gider.

Tam ziddi olan (tez) e göre de Ğttihatçı artigi bu Meclisle çalisilamaz ve onun

her ân hükümeti düsürmekten ibaret kalacak politikasina engel olunamaz. En

iyisi, böyle bir felâket deminde, her şeyi tam birlik ifadesinde toplamak için,

kuvvetler arasi zit kutup birakmamak ve Meclisi feshetmektir Kanun-u Esasî'nin 7

nci maddesi bu hakki Padisaha tanimakta ve sebep olarak «esbab-i zaruriye-i

siyasiye: Zorlayici siyasî sebepler»den bahsettigine göre mes'ele pek basittir.

Padisahin bir Hatt-i Hümâyûnu yeter.

21 Aralik 1918 günü, Tevfik Pasa kabinesi, Meclisin hükümeti düsürmek niyetinde

oldugunu haber almis ve hemen Öne geçip onu Padisaha feshettirmek için saraya

kosmustur.

Padisah, her zaman yazi masasinda bulundurdugu Kanun-u Esasînin 7 nci maddesini

okutuyor ve ayni fikirde bulundugu Sadrâzama:

«— Bunlar (meb'uslar), diyor; veliyyinimetlerine (ittihatçilara) karsi bir eser-

i vefa göstermek istiyorlar. Binaenaleyh onlar tarafindan iskat kararina intizar

edilmeyerek fesih cihetine gidilmesi daha muvafik olur.» Ve irade çikiyor:

—- Esbab-i zaruriye-i siyasiden nâsi Meclis-i Meb'usanin feshi iktiza etmis ve

Kanun-u Esasîmîz'in muaddel yedinci maddesinin fikra-i mahsusasi mucibince led-

el-îktiza Hey'et-î Meb'usanin feshi takdir-i şahanemiz cümlesinden bulunmasina

binaen Meclis-i mezkûrun bugünden itibaren ber-mucib-i kanun feshini irade

ederim.

21 Kâmin-ü Evvel 1334 M. VAHÎDÜDDĞN

Ertesi günü Vahidüddin Hân'in Baskâtibine söyledigi sözler, Ğttihatçılar

Meclisinin feshinde itilâf devletlerinin de tesir ve tesviki oldugunu

göstermektedir:

«— Ecnebilerin zihniyeti bizimkine uymuyor. Bir kere kafalarina koyduklari bir

şeyi bir daha çikaramiyorlar ve o hey'et-i kaatilinizin müntehabi olan Meclis-i

Meb'usani nasil tutuyorsunuz, diyorlar?»

Birkaç gün sonra Bâbiâliden gelen «maruzat» arasinda şu mealde bir Meclis-i

Vükelâ mazbâtasiyle irade-i seniyye lâyihasi vardir:

«— Intihabat-i cedidenin, imkân-i husulüne kadar imhali ve sulhun intikadini

müteakip intihabata baslanilmasi (yeni seçimlerin, kabil olabilecegi güne kadar

ertelenmesi ve sulhtan sonra yapilmasi)...»

Pesinden Hayret Pasa isimli bir ferik (korgeneral) reisliginde, harp suçlularini

muhakemeye memur bir divan-i harp teskili; ve 1919 yilinin 19 uncu günü, huzura

çagirilan Basmâbeyinci ve Baskâtibe, galip devletlerden gelen ilk aci teklifin

Padisah tarafindan bildirilmesi:

«— Bolsevizme karsi Rusya'da harekâti seferiyye icrasi için Fransa'dan bir

general ile 400 kadar zabit gelecekmis... Bunlar Ğstanbul'da umumî karargâh

kuracaklarmis... ikametleri için Ortaköyde şehzade ve sultanlara mahsus Fer'iye

daireleriyle Fehime Sultan Yalisinin ve Çiraganda Osman Fuat Efendi dairesi ve

Enver Pasa haremi Naciye Sultan yalisinin bosaltilmasini istiyorlar ve bu

hususta Sadrâzama bir ültimatom vermis bulunuyorlar. O dairelerde oturan bunca

hanedan azasinin hâli ne olacak? Bunlar sokakta mi kalacak? Buralardan

vazgeçmeleri ve toplu halde barinmalari için kendilerine Beylerbeyi sarayinin

teklifi hususunda Sadrâzama haber gönderdim.»

кe, hanedan azasini sokaga atmak suretiyle baslayan Ğtilâf devletlerinin

korkunç tavri...

Basmâbeyinci ve Baskâtip donakaliyorlar. Bu acikli levha karsisinda Baskâtip

dayanamiyor ve kendi tabiriyle «memleketin mefahirinden olan muhtesem bir

sarayi» düsman ordulari zabitlerine birakmaktaki uygunsuzlugu öne sürerek,

gözyasi ve hiçkiriklar içinde şu çikisi yapiyor:

«— Aman efendim! Beylerbeyi Sarayi makam-i saltanata mahsus bir saraydir! Bunun

terkine müsaade buyrulmasin! Bari ona bedel Valide Bagi ile Kâgithane Kasrinin

verilmesi teklif edilsin!...»

Ve bu çikisindan sonra Baskâtip, basliyor hüngür hüngür aglamaya... Çünkü bu

isareti, yine kendi tabiriyle «Saltanat-i Seniyyenin alâim-i inkirazindan»,

(çöküs alâmetlerinden) saymistir.

O, piskin, çektigi çilelerin firininda pismis, o olgun, o küçük hissîliklerin

üstünde ve gerçek istirap asaletine malik Sultan şu cevabi veriyor:

«— Canim; siz nasil kafa tasiyorsunuz? Biz hâl-i esaretteyiz! Dolmabahçe

Sarayini da isterlerse ne yapacagiz? Ihlamur, Göksu ve Beykoz kösklerini teklif

ettim; onlari kabul etmiyorlar!» Ve devam ediyor:

«.— Veliahd Abdülmecid Efendiyi görüp vaziyeti haber verin! Mesele Hanedana ait

oldugu için-onun da mütalâasi alinsin!»

Veliahdin cevabi:

«— Taraf-i Şahaneden ne suretle tensib ve irade buyrulursa o veçhile yapilmak

münasip olur. Fakat evvel ve âhir arzetmis oldugum veçhile, bu Hey'et-i Vükelâ

ve Hariciye Nâziri, bu gibi mesail-i müskileyi (çetin mes'eleleri) hail ü

tesviyeden âcizdir Zât-i Şahane, Ayan vesair itimad eyledikleri zevati celb ile

istisare buyursunlar.»

Sultan Vahidüddin'in bu bön sözlere de mukabelesi gayet ince ve zekidir:

«— Canim; Ayani toplayip müzakereye vakit mi var? Persembe gününe kadar

behemehal bu dairelerin tahliyesini istiyorlar. Eger bunu yapmazsak bizzat

tahliyeye kiyam ile daha ziyade muhill-i hürmet harekete tesaddi ederler.»

Sultan, son derece (realist) bu görüsten sonra vükelânin aczine el atarak diyor

ki:

«— Bunlarin kifayetsizligini ben de görüyorum! Lâkin yerlerine kimleri

getirecegiz? Memlekette is görebilecek bes alti kisi varsa onlari da Ğttihatçı

diye istemiyorlar!»

Padisahin, ittihatçilardan nefret etmesine ragmen, hamle ve hareket kabiliyetini

yine onlarda görmesi ve böylece hak ve hakikattan baska bir şey tanimadigini

göstermesi ne kadar manali!...

O sirada haber geliyor ve Beylerbeyi Sarayi ile Anadolu yakasindaki binalarin

kabul edilmedigini, eski teklifler üzerinde israr olundugunu, ingilizlerin de

Bebekteki Hidiv yalisini istediklerini bildiriyor.

Ertesi günü huzura çagirdigi Baskâtibine izahatta bulunan Padisah, onun bir gün

evvelki gözyaslarina dikkat ettigini gösterirken dâvanin en kiymetli hükmünü de

ortaya koymustur:

«— Dün siz pek müteessir olup agladiniz. Bence, Âl-i Osman'in mülküne girdikten

sonra, hudutta bir kulübeye girmekle benim sarayima girmek arasinda fark

yoktur!»

Sultan 6. Mehmed Vahidüddin'in ne çapta bir vatan dostu olduguna ve Hazret-i

Ömer tarafindan «Dicle kenarindaki oglak» diye belirtilen alâka ve mes'uliyet

duygusundan ne türlü pay almis bulunduguna, bu kadarcik sözü bile kâfi şahittir.

Çöken vatanin her yanindan, hattâ disaridaki müslümanlardan saraya telgraf

üstüne telgraf yagmaktadir. Urla müslümanlari rumlardan çektikleri cefalara

karsi imdat isterken 300 bin fert adina Bosna ve Hersek'ten gelen bir çiglik,

millî haklarinin korunmasini istemekte, bir yanda da 6 bin Van muhaciri,

Burdur'da 8 aydir yevmiyeleri kesilmis ve evlerinden çikarilmis olarak, aç ve

bîilâç süründüklerini bildirmektedir.

Bu telgraflar Sultana Baskâtip tarafindan arzolunurken, birden, o temkinli, o

vekarli Padisahin yanaklarindan gözyasi damlalari yuvarlanmaya basliyor.

Baskâtip, aglayan Sultan karsisinda iki büklüm eziliyor.

O zaman, biraz da mübalâgali ve yersiz şekilde huzurunda aglamis olan Baskâtibe

Mehmed Vahidüddin Hânin hitabi muhtesemdir:

«— Dün siz agliyordunuz; bugün de ben agliyorum! Ne yapayim? Buna beseriyet

kuvveti, hattâ nübüvvet kuvveti bile kâfi gelmez! Ancak Ulûhiyet kuvvetine

muhtaç!...»

Halk musibetleri karsisinda şu nefs muhasebesini yapabilmis ve bu alâkayi

göstermis, Vahidüddin'den sonra kim gelmistir?

PADĞSAH'IN NEFS MUHASEBESĞ

Beser takatinin üstündeki bu agirliklar sürüp gider ve her gün biraz daha

bastirirken, Sadrâzam Tevfik Pasa (enstantane) bir istifa ve onu takip edici

yeni tâyinle ikinci bir kabine kuruyor. Bu basit bir oyundur ve maksat, eskiler

kadar silik yeni nazirlarin is basina getirilmesi veya eskilerden birkaçinin

isbasindan uzaklastirilmasidir.

Ğkinci Tevfik Pasa kabinesinin kurulusundan bir gün sonra gazeteler bu

degisikligi tenkit etmeye basliyorlar. Tenkitçiler arasinda en ileri giden

«Vakit» gazetesidir ve iki halis Anadolu çocugunun (Hakki Tarik ve Âsim Us

kardesler) sahibi bulunduklari bu gazetenin basmuharriri, mahut Ahmed Emin

Yalman'dir. Amerika'dan yeni gelmis ve bir müddet sonra kurt ve ermenilerin

istiklâlini müdafaa edecek, Türkiye'yi Amerikan mandasi altina sokmak, tek

kelimeyle istiklâl ve bütünlügünden uzaklastirmak isteyecek olan yahudilik

kurmayi emrindeki bu bedbaht kalem, ilk karargâhini böyle bir gazetede kurmayi

bilmistir.

кte bu kalem, kabinedeki degisikligi, Padisahin yakinlarindan Refik Bey isimli

bir şahsın hususî telkiniyle meydana gelmis göstermekte ve isimleri iase

mes'elelerine karistirilan üç nazirin kabineye alinisini şiddetle yermektedir.

Ona göre, bu tâyinleri Sadrâzam istememis de, yakininin tesiri altinda Padisah

yaptirmistir.

Hünkâr gazeteyi Harem dairesinden getirtip Baskâtibine gösteriyor. Derken

Basmâbeyinciyi de çagirtip sözü mahut Basmuharrire getiriyor ve diyor ki:

«— Bu adamin siyaseten ve diyaneten (siyaset ve din bakimlarindan) bu memleketle

ne alâkasi var? Kendisi Ğspanya tebaasindan ve Selanik dönmelerindendir!»

кte, o günden masatliga götürülecegi güne kadar isi gücü Türkün ruh kökünü

baltalamak, birligini zedelemek, milliyet ve mukaddesat yolunda yürüyenleri

çürütmek ve «Vatan» ismiyle vatani fesada vermekten ibaret; bu eseri yazanin bas

düsmani Ahmed Emin Yalman!..

Ve ilâve ediyor:

«— Ben umur-u devleti Refik'le istisare ederim. Siz, ikiniz de Mâbeyn erkâni

oldugunuz hâlde, vekilim olan Sadrâzamla aramizda cereyan eden şeyleri sizden

bile ketmediyorum (sakliyorum)... Nes-riyat-i vakianin münasip surette tekzip

ettirilmesi size ait bir vazifedir.»

Sultan Vahidüddin, yikilan Ğmparatorluğun her ân omuzlarina çokücü, daha agir

yükü altinda, her gün daha ezgindir.

кte, Baskâtibine içini doküsü:

«— Ecnebiler pek Maman (aman vermez, insafsiz)... Gece gündüz ne çektigimi bir

Allah bilir, bir ben bilirim! Bizi tazyik ile Meclis-i Meb'usan'i dagittirdilar.

Fikirlerini ihsas degil, âdeta açiktan açiga izhar ediyorlar. Ben mesrutî bir

hükümdar oldugum hâlde güya mutlak bir hükümdar imisim gibi muamelede

bulunuyorlar ve dogrudan dogruya bana müracaat ediyorlar. Mesrutiyetten

bahsedilince, hangi mesrutiyet, diye mukabele ediyorlar. Karsimizda müracaat

edecek kuvvet olarak yalniz sizi taniriz ve yalniz sizi pak addederiz, diyorlar.

Yâni sözlerimizi isga etmezseniz (yerine getirmezseniz) sizi de tanimayiz, demek

istiyorlar. Ğstikbalimizi kurtarmak Ğçin bizzarure bu hâllere tahammül ediliyor.

Diger taraftan bir şey için kendilerine müracaat edilince henüz münasebat-i

siyasiyemiz iade olunmadi, buradaki memurlar askerî memurlardir, diye cevap

veriyorlar. Ben milletin atesli külü üzerine oturdum; taht-i saltanatin kus

tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor,

millete de malûmat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu bakayiki (hakikatleri)

yazar. Siz eminim oldugunuz için bu şeyleri mahremâne olarak yalniz size

söylüyorum. Vakia merhum birader de dahilî bir kuvve-i galibenin taht-i

tazyikindeydi; lakin ben onun kat kat fevkinde olarak donanmalariyle mücehhez

bir kuvvet karsisinda bulunuyorum. Eger adilâne bîga-razane (garazsizca),

bîtarafane (tarafsizca) idare-i umur edecek bîr halefim olsaydi ömrümün devr-i

âhirînde bu bâr-i azîmi (muazzam yükü) vallahi, billahi, tallahi kabul etmezdim.

Taht-i saltanat ile tenesir arasinda ne kadar mesafe oldugunu bilirim. Siz de

gözünüzle gördünüz; bir tarafta taht, bir tarafta da tabut duruyordu-»

Sultan 6. Mehmed Vahidüddin'in en yirtici, gögüs paralayici nefs muhasebesi

çapindaki bu sözleri, onun, 36 Osmanli padisahi ve belki bütün insanoglu kadrosu

içinde en talihsizi olarak, hakikatte ile büyük bir hükümdar, millet dostu ve

insan oldugunu ispat eder.

O, Türk hükümdarlari arasinda en küçük görünmeye mahkûm, en büyüklerden biriydi.

ĞŞGAL ALTINDA ĞSTANBUL

Beyaz atiyle, Napolyon kopyacisi, Fâtih Sultan Mehmed hatirlaticisi ve güya

Sezarlarin yasaticisi Fransiz generali (Franse Depere)nin Beyoglu caddesinde

nasil dolastigini anlatmistik, iste bu levha, isgal altinda Ğstanbul'dan en

canli sembol. . Fakat isgalin tam portresini çizmek ve bahsini açmak için,

vataninin iç ve dis manzarasiyle her ân merkeze dogru küçülen bir ates dairesi

içinde kalmis büyük mustarip Sultan Vahidüddin'in ulvî nefs muhasebesine kadar

beklemeyi tercih ettik.

кgal altinda istanbul'u, tarihî olmak gereken ve bugüne kadar kimse tarafindan

isaret edilmeyen bu nefs muhasebesinin gözlügünden seyretmelidir. Ğstanbul'un,

vatanin ve Türkün olanca iç hâlini belirten bu nefs muhasebesi, eger bir dis

dekora muhtaçsa, o da isgal altinda Ğstanbul...

Ğstanbul sokaklarini dolduran renk renk ve biçim biçim Fransiz, Ğngiliz ve

Ğtalyan üniformalari, o günkü Padisahin babasi Abdülmecid devrinde Rusya-ya

karsi Türk müttefiki olarak gelmis ordularin torunlarina aittir; ve hakikatte

kendilerine Türk evini peskes çeken müessir, iste o zamandan, Tanzimat

günlerinden baslamistir. Misafir girdikleri evi sonradan basanlar...

Rum, Ermeni ve Yahudilerin maskarasikoca bir payitaht...

Giyecek sivil elbisesi olmayip da alâmetlerini söktügü eski üniformasiyle sokaga

çikmak cesaretini gösteren bir zabit, haysiyetini hayatiyle ödemeye mecbur

bulundugu hakaretlere karsi... Meselâ böylelerinden biri olarak yüzüne köprü

üstünde fiskiye ile su sikilan bir zabit, tabancasini çektigi gibi hakaret

ediciyi yere serer ve Senegalli zencilere sünnet ettirilir. Beyazit meydaninda,

sirtinda pelerin, niçin Ğngiliz zabitine selam vermedigi sorulan bir gazi,

Ğngiliz zabitinin kamçisiyle sirtindan pelerini düsürülünce görülür ki, sag

kolundan, yâni selâmvermek iktidarindan mahrumdur.

Ğstanbul'un ahlâkinda en derin yarayi açmis olan Beyaz Ruslara ait batakhaneler

her tarafi sarmakta, Tatavla rumlarinin laterna ve korolari, mezar kadar sessiz

Ğstanbul'u gümbürdetmekte...

Ölü evinde, ölüye ve silsilesine söven bir cümbüs...

Şehrin müslüman semtlerinde, evlerine -kapanmis ve yorgan altina çekilmis

insanlarin hiçkiriklari, günde bes vakit çiglik basan minareler, namazlarda saf

hâlinde gözyasi çesmeleri; ve sarayinda, atesli alnini bugulu camlara dayamis,

bu Ğstanbul'u seyreden, Ğstanbul'un, Türkiye'nin ve dünyanin en mustarip adami

Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Hân...

Tevfik Pasa hükümeti bir takim münferit istifalarla boyuna sallaniyor, kabineye

yeni girenler eskilerinden daha mecalsiz kaliyor ve isgal kuvvetleri karsisinda

emir kuklalari hâlindeki vaziyetini bir türlü degistiremiyor... O kadar ki:

Fransiz isgal kuvvetleri kumandani, mahut Napolyon mukallidi general, devletin

Sadrâzamini, Fransiz sefarethanesinde ayagina çagiriyor. Sadrâzami Önceden

ziyaret etmeksizin edilen bu küstahça davet bütün nazirlari sinirlendiriyor,

costuruyor. Sadrâzama diyorlar ki:

—¦ Bu, haysiyet kirici bir davettir! Asla gideyim demeyiniz!

Fakat Sadrâzam, gitmeyi politikasi bakimindan uygun buluyor. Padisaha haber

vermeksizin Sefarethaneye gidiyor ve şu hitap karsisinda kaliyor:

«— Eger hükümetiniz şiddetli icraat göstermezse hakkinizda verilecek hüküm pek

vahîm olacaktir!»

Sezar bozuntusu generalin bir münasebetle söyledigi bir söz daha var:

«— Hükümet, istediklerimizi yerine getirmekte teahhur gösteriyor. Ben maiyetime

bir tabur asker alarak Yildizi basip istediklerimi yaptirabilirim ama, Padisaha

saygimdan yapmiyorum!»

Ğçine ayak bastiklari ân, Beyazittaki kislalarinda uykudaki Türk neferlerini

süngüleyerek içine yerlestikleri Ğstanbul...

BĞRĞNCĞ FERĞT PASA HÜKÜMETĞ

Sütbeyaz ve kustüyü kadar temiz, lekesiz, fakat hafif ve rüzgâra mahkûm Tevfik

Pasa ve hükümetinin, bu agir vaziyete daha fazla dayanabilmesi imkânsiz...

«— Çekileyim de Padisahi kime birakayim!» Diyecek derecede içli «Vezir-i Âzam»

nihayet çekilmekten baska çare bulamiyor ve «Mühr-ü Hümâyûn»u sahibine i;ade

ediyor.

кgal kuvvetlerinin Tevfik Pasa hükümetine karsi tutumu öylesine ezici ve hor

görücüdür ki, Ğstanbul'a gelen Ğngiliz generali (Allenbi), ziyaretine kosan

Hariciye ve Harbiye Nazirlarini ayakta kabul edip gayet soguk bir konusma

sonunda adetâ kovarcasina yanindan uzaklastiriyor. Bunun üzerine de Harbiye

Nâziri, sanki kabahat Türk hükûmetindeymis gibi, papaza kizip oruç bozarcasina

istifa etmekten baska yol bulamiyor.

Sonunda topyekûn istifa...

Meshur Ferit Pasa Sadrâzam...

Ferit Pasa, isgal ordularinin iradesine bagli olarak, harp mes'ulleri ve iç

zulümlerin müsebbiplerini cezalandirmak yolundaki siyasî tazyikleri, sadaret

makamina geçtigi gün şöyle destekliyor:

«— Alem-i insaniyetin nefretini celbeden erbab-i cinayet haklarinda acilen karar

ittihaz edilmesi..».

Ve yeni hükümet, her kemigi yerinden çikmis devlet bünyesinin basina, nefsinden

emin bir çikikçi tavriyle geçiyor.

Yeni Kabinede dikkate deger yeni isimler Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile

Maarif Nâziri muharrir Ali Kemal Beydir.

Kurtulus Savasinin sonunda Misir'a giden ve yakin denilebilecek bir zamana kadar

orada yasayip ölen Mustafa Sabri Efendi, pazarliksiz ve derin bir müslüman

oldugu için, basta sahte inkilâpçi Ahmed Riza bulunmak üzere bütün köksüzlerin

engellemesine ragmen Mesihat makamina getirilmis; Misirdaki hazin hayati içinde

de, din yolunda mücadelesine henüz baslayan bu eserin muharririne tebrik ve

tesviklerini göndermistir.

Ferit Pasanin ilk isi, pahaliligi giderici tedbirler yerine, aksini yapmak

olmustur. Öteden beri sikintisi çekilen şeker, gaz, pirinç, kahve gibi ithal

esyasini «satis resmi» adiyle agir bir resme tâbi tutmak...

Fakat Padisah bunu kabul etmemis ve zarurî ithal mallarina ait resmî, sadece bir

kaç maddeye inhisar ettirmis ve ayrica hafifletmistir.

Bu kabinenin yemin merasiminde Vahidüddin'in nazirlara hitabi:

«— Vükelâmizin agraz-i hasise-i nefsaniyeye (hasis nefs garazlarina)

kapilmayacaklarina eminim.»

Bundan sonra Ferit Pasanin davranisi, tam da Padisahin «hasis nefs garazlari»

dedigi ve sakinilmasini istedigi plânda... Üstelik Ğtilâf devletlerine bir

cemile olarak, eski idarenin baglilari arasinda büyük çapta tevkifler... Bir

günde 66 kisi tutuklaniyor ve birinci Ferit Pasa Kabinesi boyunca bu tevkifler

her gün devam ediyor. Ğlk idam hükmü, Ermeni tehcir ve taktili (sürülmesi ve

Öldürülmesi) suçundan mahkûm Bogazliyan Kaymakami Kemâl Bey hakinda... Hüküm,

tasdik edilmek üzere Sultana gönderilince; iste, Vahidüddin'in, agabeyi

Abdülhamid'e es, merhamet ve cana kiymaktan çekinme duygusu harekete geçiyor:

«— Şimdi çirkin bir hâl karsisinda kaldik. Ama is bununla bitmeyecek, tevali

edecek... Onun için şimdiden yolun Önünü kesmek lâzim... Şeyhülislâm Efendiyi

telefonla arayiniz; bu karari görmüs mü? Görmüsse benim bunu imza etmekligim

için yarin sabaha kadar bir fetva-yi şerife itasini taahhüt ediyorlar mi?

Sorun.'»

Müstesna bir iman, irfan ve ahlâkin sahibi olan Mustafa Sabri Efendi de bu idam

hükmüne müspet fetva vermeye razi degildir. Bir hayli görüsme ve çekismelerden

sonra, bozulsa bir türlü, dogrulansa bîr türlü kötü netice verecek olan hüküm

Şeyhülislâmın zoraki ve şarta bagli' fetvasiyle tasdik ediliyor. Bu münasebetle

Hünkârin teessürü o kadar derin ki, ona şu sözleri söyletmektedir:

__Birkaç senedir nüfus-u beseriyye çok israf olundu. Ğdam kararlarinda ifrata

gidilmemelidir. Benim gerçi Cenab-i Hakka karsi pek çok şahsî kusurlarim varsa

da, onlar, Halik ile kul arasinda şeylerdir. Ben pâk hâsiye (alin) ile geldim.

Hasre itimad-i teminem vardir. Ömrümün eyyam-i âhirinde (son günlerinde)

kirlenmis olarak gitmek istemem!»

Böylece, günahkârlari cezalandirmakta bile kati kalpli olamayan Padisah ve yeni

Şeyhülislâm, artik devresini tamamlamak üzere bulunan çöküsü bütün dehsetiyle

hissettirir bir hengâmeye çatmis bulunuyorlar.

1919 Mayis ayinin 14 üncü günü... Ferit Pasa Padisahin huzurunda... Bir haber:

— ingiliz siyasî mümessili Sadrâzamin konaginda... Acele olarak kendisini

bekliyor!

Padisah ve Sadrâzamda telâs ve heyecan... Ferit Pasa hemen huzurdan ayrilip

konaginin yolunu tutuyor. Padisah da onun arkasindan, ne olup bittigini haber

vermesi için bir yakinini gönderiyor.

Ertesi günü (15 Mayis), Baskâtip huzuruna çagirildigi zaman görüyor ki, Hünkâr,

ezgin, bitkin, Ölgün hâlde... Baskâtibine hiçbir şey söylemiyor, kisa ve kuru

bir kaç emir veriyor ve her zamanki itiyadi disinda, donuk ve alâkasiz kaliyor.

Baskâtibin kafasinda müthis bir istifham: — Acaba ne oldu? Herhalde büyük bir

hâdise var! Padisahin bu türlü bir ruh kamasmasina ugradigi görülmüs şeylerden

degil! ..

Ayni gün Mentogetten dogruca Mâbeyn Baskâtipligine çekilen bir telgraf her şeyi

izah ediyor:

— Ecnebi bir devlet livanin kiyilarini isgal etmekte ve gümrük binalarina kendi

bayragini çekmektedir, izmir ve kiyilarinin da ayni vaziyette bulundugu haber

alinmistir, imdat!.,.

Baskâtip telgrafi alir almaz hemen huzura kosuyor, haberin Padisah üzerinde

hiçbir sürpriz tesiri uyandirmadigini görüyor ve onun Ferit pasa'dan gelen haber

üzerine bir aksam öncesinden vaziyeti bildigini ve bu yüzden o feci hâle

düstügünü anliyor.

Hemen Bâbiâliye gönderilen Baskâtibin gördügü manzara:

Sadrâzam teneffüs odasinda ögle yemegini yemekle mesgul... Karsisinda Maarif

Nâziri Ali Kemâl... Vükelâ ise içtima odasinda toplanti hâlinde... Ali Kemâl

Fransizca bir cümle söylemekte:

(Situation, une des plus critiques. Vaziyet, en naziklerinden biri...)

Baskâtibin Taraf-i Şahaneden sualleri:

— Mentese sancagini isgal eden devlet kimdir? Ğzmiri isgal edecekleri haber

alinanlar, Yunanlilar midir?

Cevap:

— ingiliz mümessili izmir'in Yunanlilar tarafindan bugün isgal edilecegini haber

vermistir. Aydin Valisinden gelen iki telgraf da ayni şeyin Ğngiliz generali

tarafindan kendisine bildirildigi merkezindedir. кgal, Paris Konferansinin

kararlarindan olup sadece Yunan askeri kuvvetlerince yerine getirilecektir,

izmir ve çevresinden çiglik üstüne çiglik koparici telgraflar gelmekte ve

hükümet ne yapacagini bilemez halde bulunmaktadir, isgalin hiç olmazsa büyük

devletler marifetiyle yapilmasi müreccah görülmektedir. Mentese kiyilarina

çikanlarin da Ğtalyanlar oldugu sanilmaktadir.

Yunanlilar yerine izmir'i büyük devletlerin isgal etmesini isteyecek, yâni

tesellisini cellât tercihinde bulacak kadar düsük ruhlu bir hükümet, artik çöküs

devresini imzalama makamindan baska hiçbir haysiyet ve iktidar

gösterememektedir.

Ertesi günü Berat Kandili... Yâni, herkesin ve herseyin eline bir yillik kader

beratlarinin verildigi mübarek gece... Bu arada en kiymetlisi, Türk vataninin ve

güdücülerinin berati...

Vükelâ, Berat tebrigi münasebetiyle sarayda toplandilar.

Huzurdalar.

Vaziyet hâlâ gölgeli... izmir Valisinden hiçbir haber yok... Manisa

Mutasarrifindan gelen bir telgraftaysa, izmir tarafindan bir jandarma erinin

şehirden üstüste silâh sesleri isitilmekte oldugunu bildirdigi yazili... Hâlâ

apaçik ve apaydinlik şekilde tespit edilemeyen vaziyet birtakim dis alâmetlere

göre izmir'in ana-baba günü yasadigini ihtar etmekte...

Sultan bu hâllerden o kadar üzgün, hattâ vurgun bulunuyor ki, durdugu yerde

sendeliyor ve Sadrâzamin konaginda toplantiya giden vükelânin arkasindan

Baskâtibine emir veriyor:

— Her ân hükümetle temas hâlinde olunuz ve alacaginiz en küçük haberi, gecenin

hangi saatine rastlarsa rastlasin, bana, hususî telefonumla bildiriniz!

Gece yarisindan sonraya kadar vükelânin müzakerelerini bekleyen Baskâtip, sabaha

karsi Dahiliye Nazirindan şu bilgiyi almistir:

Ğzmir Telgraf Müdüründen şimdi bir haber geldi. Yunanlilar şehri isgalden

sonra birçok taskinliklarda ve çarsiyi yagma hareketinde bulunmuslar... Fakat bu

hâllerin önü alinmis ve memurlar yerlerine iade edilmis... Ğzmir Valisinden hâlâ

haber yok!,..

Vaziyet, yatagindan kaldirilarak, çilekes Sultana telefonla bizzat bildiriliyor.

Osmanli tahtinin üstüne 60 kiloluk agirligini oturtmak yerine, vatanin

milyarlarca ton agirligiyle beraber tahtini da sirtinda tasiyan mustarip

Sultanin çektigi aciyi hayâl edebilmek lâzim...

Eski Yunanda (Homeros)a yataklik ettikten sonra devir devir el degistiren ve

nihayet asirlardir Türkün elinde karar kilan Ğzmir'in Bati emperyalistleri

tarafindan Yunanliya peskes çekilmesi gösteriyordu ki, bu davranis, koca bir

Ğmparatorluğun, olanca gaye ve dâvasiyle çöküsünü tamamlamak ve ona Haymana

ovasini asmaz bir sahadan gayri hiçbir yer birakmamak muradini hedef

tutmaktadir.

. Bu alçak muradin sembolünü çizen facialar aracinda bir tanesi hemen bütün

mânalari üzerinde toplar:

izmir'de Kolordu Askerlik Şubesi Reisi Miralay (Orbay) Fethi Beye, Yunanlilar,

basindan fesini çikarip yere atmasini ve ayaklari altinda çignemesini

emrediyorlar. Bu emirde;

— Dinini,; Türklügünü ve mazisini şanla dolduran devletini ve topyekûn

mukaddesatini çigne! Mânasi vardir. Albay cevap veriyor:

— Asla!.

Albayi agir yaraliyorlar. Fethi Bey, birkaç gün içinde gerçek şehit olarak ilâhî

nimete kavusuyor. Ferit Pasa, istifasini vermekten baska ne düsünebilir? Veriyor

ve yine kabineyi kurmaya memur ediliyor. Kabinede bütün mâna, Ferit Pasayla

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin yerlerinde kalmalarinda, muharrir Ali

Kemâl'in Maarif Nazirligindan Dahiliyeye geçirilmesinde ve gerisinin yine, eski

ve yeni, silik şahıslardan ibaret olmasinda, yâni ne yapilacaginin, kimin neye

yarayacaginin bilinmemesinde...

Fakat bu defaki «Hatt-i Hümâyûn» müthis ve Padisahin bütün istirap ve ondan

dogma emrini çerçeveler şekilde:

«— Şu ân-i mühimde, baslarinda milletin sinesinden tehassus etmis altibuçuk

asirlik bir hanedanin reisi bulunan ve nefsince her türlü fedakârliga âmâde olan

Halifeleri ve Padisahlari bulundugu hâlde bilûmum efrad-i milletin emel-i

yegânesi hukuk-u devlet ve milletin temami-yi mahmayetinden (korunma

tamamligindan) ibaret oldugundan bu emeli kudsî-yi millînin (kudsî millet

emelinin) tatmini için son derece fedakârâne sarf-i mesai etmenizi (gayret

sarfatmenizi) suret-i kafiyede ihtar ile her halükârda tevfikat-i îlahiyyieye

istinat ve ruhaniyet-i risaletpenâh'den istimdat eylerim.»

19 Mayis 1919, yâni Mustafa Kemal Pasa'nin Samsuna ayak bastigi günün tarihini

tasiyan bu ferman, ölü bir ceset üzerinde şaklayıcı bir kirbaçtan baska bir şey

degildi ve zavalli Padisah, o günlerde, vatanin kurtulus istikametini

istanbul'dan degil, Anadolu'dan beklemenin ilk ümit çigirina girmis bulunuyordu.

Bu noktayi, eserimizin ruhu ve ana tezi olan «Millî Şahlanış Hareketi» faslina

birakarak, çöküs devresinin nihayetine dogru olanca dikkatimizi, en tarafsiz

şekilde, sadece hakikat için hakikat ölçüsüyle Mustafa Kemal Pasa üzerine

çevirelim:

itilâf kuvvetleri donanmalarinin, toplarini saray ve Ğstanbul tarafindaki tarihî

kubbelere çevirdigi gün Ğstanbul'a geldigini evvelce kaydettigimiz Mustafa Kemal

Pasa, ilmî ve riyazî şekilde sabittir ki, Mondros Mütarekesinin imzasi

siralarinda Ğttihatçıları takip eden ilk hükümetin Harbiye Nâziri olmaktan baska

bir şey düsünmüyor ve Anadolu'ya geçip bir millî ayaklanmaya bas olmayi aklindan

geçirmiyordu.

Delillerini daha evvel verdigimiz bu vaziyetin artik kitaplasmaya baslayan

hakikati, «Anadolu Ğhtilâli - Sabahattin Selek» isimli 440 sahifelik kitabin 178

inci sahifesinde şu cümlelerle tespit edilmistir: «— Henüz Talât Pasa hükümeti

çekilmeden Mustafa Kemal Pasa, Ahmed Ğzzet Pasanin baskanliginda bir hükümet

kurulmasini, kendisinin de Harbiye Nezaretine getirilmesini, hem Padisaha, hem

de îzzet Pasaya teklif etmisti.»

Bir Halk Partilinin kaleme aldigi bu ciddice eser, artik bu dilek üzerinde şüphe

birakmamakta, Kabineye girecek olan Mustafa Kemal Pasa'nin ise bu vaziyette

Anadolu şahlanmasını tasarlayamayacagi kendi kendisine ortaya çikmaktadir. Ğzzet

Pasa tarafindan:

«— Bâdessulh refakatimiz eltaf-i Sübhaniyeden memuldur, (Sulhtan sonra

birlesmemiz Allahin lûtuflarindan beklenir)...»

Şeklinde sinsi ve manâli bir üslûpla Harbiye Nazirligindan uzak tutulan Mustafa

Kemal Pasa, o tarihten ve Sultanla kisa ve neticesiz bir konusmadan sonra evvelâ

annesinin Besiktasta ve Akaretlerdeki evinde, sonra da Şişlideki köskünde tam 6

ay, vazife sahibi olmayarak kalmis, bütün çöküs felâketlerini merkezden takip

etmis, Anadolu'da millî bir ayaklanmayi teskilâtlandirmaya dair hiçbir alâmet

göstermemis, bir aralik Padisahin ve sarayin en güzel kizi Sabiha Sultana talip

olmussa da, bu sultanin şehzade Ömer Faruk Efendiyi sevmesi yüzünden onu

alamamis ve tasidigi «Fahri Yâver-i Hazret-i Şehciyârî» unvani altinda ve çöküs

devresinin sonunda, hâdiseleri kollamaktan baska bir şey düsünmemis ve

yapmamistir.

Eserimizin agirlik merkezini teskil eden bu nok-tedan ilerisi «Millî Şahlanış

Hareketi» faslina aittir.

MĞLLÎ ŞAHLANIŞ HAREKETĞ

FĞKĞR ALTINCI MEHMED VAHĞDÜDDĞN'ĞN

EVET; millî şahlanışın basinda 14 - 15 ve Cumhuriyetin ilâninda 19 yasinda bir

çocuk olan biz, bunca yil boyunca gördügümüz, isittigimiz, okudugumuz ve

mânalandirdigimiz şeylerin yekûnu olarak şu hükme varmis bulunuyoruz ki, Birinci

Dünya Harbi felâketi ve Ğmparatorluk devletinin çöküsünden sonra Türk haklarini

saglamak yolunda millî bir şahlanışa ilk olarak meydan açma fikri, bu hareketin

şefliğini yapan Mustafa Kemal Pasadan önce ve onun şahsında Sultan 6. Mehmed

Vahidüddin'indir. Yâni ayni hareketin, vatan hainligiyle suçlandirdigi adamin...

Bu iddiayi tam bir fikir namusiyle ana tezimiz olarak basa aliyor ve en ince

teferruatina kadar ispatini boynumuza borç biliyoruz.

Mütarekenin baslarinda, Kâzim Karabekir, Ali Fuat, Cafer Tayyar, Refet Belen

gibi genç kumandanlar Ğstanbul'da toplanmistir. Memleketteki birliklerin basi

bos; ve bütün yüksek kumanda hey'eti, Baskumandan huzurunda toplantiya

çagirilmiscasina merkezdedir. Bu vaziyet ve ondaki panik havasi ilk olarak Kâzim

Karabekir'in dikkatine çarpiyor .

Bir yazisinda diyor ki, merhum Kazim Karabekir:

«— 1918 de Harbiye Nezareti Müstesari Miralay Ğsmet (inönü) Beye, milletin

istiklâlini kurtarmak için düsüncelerimi şöyle izah ettim: Genç kumandanlarin

Ğstanbul'da toplanmasi ve hususiyle beni bu şereften ayirmak büyük bir gaflet

olmustur. Beni derhal bu şerefe iadeye çalisiniz!» Yine Kâzim Karabekir'den: «—

1 Kânunuevvel 1918'<de Erkâni Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Pasa Hazretlerini

ziyaretle Ğstanbul'da toplanmakligimizin gafletini izah ve benim Şarka iademi ve

ordunun zayiflatilmamasini rica ettim. Bununla beraber Sadaretten istifa etmis

olan Ğzzet Pasaya da ayni fikirleri söylemistim!»

Ve Kâzim Karabekir'in kalemiyle bu vaziyeti ilk görenin Vahidüddin oldugu

hakikati:

«— 6 Kânunuevvel 1918 selâmlik merasiminde usulen huzura kabul olurdum. Padisah

dahi, sulhun temini görüsülmeden evvel ordusunun zayiflatilmamasi ve bilhassa

genç kumandanlarin is basindan ayrilmamasi, aksi hâlde bir Endülüs vaziyetinin

pek uzak olmadigini anlatarak benim Şarka ve Ğstanbul'da toplanan genç

kumandanlarin da Anadoluya, oranlari basina iadeleri hâlinde Türklügün

öldürülemeyecegini söyledi. Bu mülakat benîm ve diger genç kumandanlarin is

basina geçmemizi temin eden âmilerden biri olmustur.»

Bu satirlari küçücük bir insaf ile okuyan, bütün zaaflarin Vahidüddin tarafindan

görülmüs ve çarelerinin düsünülmüs oldugunu hemen kavrar.

Tam ve emin bir kaynak olmasi gereken Kâzim Karabekir Pasa, şu garazsiz

satirlarla da, Mustafa Kemal Pasanin hem Harbiye Nazirligina talip olusunu, hem

millî hareket diye bir şey düsünmedigini göstermis oluyor:

«- 11 Nisan 1919'da Mirliva Mustafa Kemal Pasa Hazretlerini ziyaret ettim.

Ziyaret sebeplerinden birisi de müsarünileyhin Ğstanbul'da kalip Kabineye dahil

olmak hususundaki arzularindan vazgeçirmek gayesine matuftu. Ben Pasa

Hazretlerini ziyarete bir yaverimle gittim. Kendileri hasta yatiyordu. Üçüncü

ziyaretçi olarak gelmis bulunan bir zâta, Pasa tarafindan Rusen Esref Bey diye

takdim olundum»

Bu yazilari nakleden muharrir neticeyi şöyle baglamaktadir:

«— Bütün bunlardan anlasilan bir hakikat var ki, dagilan Türk ordularinin genç

ve ihtiyar kumandanlarinin Mütareke esnasinda Ğstanbul'da toplanmasidir. Basta

bulunanlar, bunun dogru olmadigini ve kumandanlara yeni vazifeler verilerek

Anadolu'ya hizmete gönderilmesi lüzumunu öne sürmüslerdir. Ğkinci bir hakikat

de, Ğstiklâl Harbinde büyük hizmetleri olan kumandanlarin teker teker Mustafa

Kemal'e gelerek görüsmeleridir. Ğzmir'in isgali ve Ğttihat ve Terakkiye mensup

olanlarin tevkifi, Anadolu'yu galeyana getirdi. Galeyan halinde bu genç ve

tecrübeli kumandanlarin kolordularin basina geçmeleri, yeni ve millî bir

teskilâtin kurulmasina ilk sebebi teskil etmistir. Çünkü Türk milletinin

Ğstanbul' da mitingler yaparak galeyani baslamis, Anadoluyu Yunan kuvvetlerinin

istilâsi üzerine halk da silâha sarilarak, daglara çikarak Kuvva-i Milliye

teskilâti kurmustu. Garpta (Redd-i Ğlhak) Kongresinin, Şarkta ise (Erzurum

Kongresinin toplanmasina yerli halk mümessilleri karar vermislerdi.»

Artik, çöküs karsisinda birliklerini birakip Ğstanbul'a dönen ve orada toplanan

kumandanlar arasinda Mustafa Kemal Pasanin ilklerden biri tek emelinin Harbiye

Nazirligindan ibaret bulundugu ve genç kumandanlarin millî bir mukavemet için

kit'alari basina dönmeleri fikrinin padisahtan geldigi açik midar?

Bu o kadar açik bir keyfiyettir ki, Mustafa Kemal Pasanin Padisahla

karsilasmalarindaki şekilden hemen belli olacaktir.

VATANI KURTARMANIN ÇARESĞ

Sultan, üzerine bütün Anadolu topragi yigilmis da bu topragin altinda diri diri

gömülmüs gibi bir hâl içindedir. Aldigi nefes bile igne ucu kadar küçük

deliklerde buldugu havayi emercesine istirapli... Hiçbir ferdin, ruhunu o kadar

israrla üzerinde teksif edemeyecegi şekilde beynini şu suale kaptirmistir:

— Alti küsur asirlik vatani ve Osmanli tahtini kurtarmanin çaresi nedir?

Hakkinda kaleme alinan hatiralarin hemen hepsinde onun bu kivranan dis tavri

gösterilmis, fakat ĞÇ mânasi meydana çikarilamamistir.

Günlük meseleler ve basit hâdiseler karsisinda, yüzüne sahte bir tabiîlik

makiyaji çeken, tabiînin Çok üstünde mustarip padisah, genç kumandanlar

istanbul'da, vatanin halinden üzgün çehrelerle de olsa, keyiflerine baktiklari

sirada, o, yemek yerken bogulmakta ve soguk suyla yikanirken haslanmaktadir. O

kadar ki, kendisinde sultanligin en küçük nefs emniyeti bile kalmamistir. Vatan

istirabiyle o hale gelmistir ki, her şeyden evvel tasidigi ünvandan utanmakta ve

nefsini bir dilenciden daha bedbaht saymaktadir.

Bu hükmü nereden mi çikariyoruz?

Buyurun:

«Vahidüddin Yildiz camiinde Cuma selâmligina çikmisti. Camiin kapisi önüne bütün

vükelâ ve yaverler dizilmislerdi. (Belki Mustafa Kemal Pasa da orada)...

Bunlarin karsisinda da Muzika-yi Hümayûn'un selâm agalari yer almislardi.

Vahidüddin tam camiin kapisina yaklastigi zaman selâm agalari:

-— Padisahim, magrur olma, senden büyük Allah var!

Diye bagirirlarken Vahidüddin sinirli bir şekilde iki elini bu agalara uzatarak

susturmak istedi. Ve aci bir sesle haykirarak:

— Magrur olacak nemiz kaldi?

Dedi. Agalar yaverler tarafindan susturuldu.»

«Osmanli Sultanlari Tarihi» isimli eserden aldigimiz bu satirlar, ancak hasmet

ve azamet zamanlarina mahsus bir ihtari, açliktan ölmek üzere bulunan bir adama

«oburluk kötüdür!» diye bagirircasina yönelten sarayin ahmaklik ve gafleti

içinde, hattâ bütün vatan büyüklerinin vurdumduymazligi ortasinda, Allahi ve

istirabiyle yapayalniz kalmis tâcidari ne güzel heykellestirir!

— Alti küsur asirlik vatani ve Osmanli tahtini kurtarmanin çaresi nedir?

Beyninde burgu gibi isleyen bu sualin cevabini, Vahidüddin, ilk is olarak

Ğstanbul'daki genç kumandanlari birlikleri basina göndermekle verdi. Bundan

maksat, silâh altinda hâlâ 400 bine yakin mevcudu olan, fakat her bakimdan ordu

kiymet ve haysiyetini kaybetmis bulunan birlikleri mümkün mertebe derleyecek ve

herhangi bir millî mukavemete destek kilacak emir ve kumanda baslarina

kavusturmak, kopan baslari vücuda yerlestirmekti.

Şimdi is, bütün bu genç baslarin bir mihrak kafa etrafinda toplanmasinda... Bu

kafa, devletin Ğstanbul'daki resmî teskilâtindan olamaz. Ne Erkân-i Harbiye-i

Umumiye Reisi (o zamanlar Fevzi Pasa, Maresal Fevzi Çakmak), ne de baska bir

makam sahibi... Bunlar isgal kuvvetlerinin baskisi altinda ve iradelerine boyun

egme vaziyetinde... Ancak, istanbul disi, hattâ gerekirse, esaret halindeki

merkezî hükümet iradesine aykiri ve isyankâr bir general, millî kahraman namzedi

ve ihtilâlci bir kumandan lâzim...

Bu kim olabilir?

Gözünün önüne, hep, «Fahrî Yâver-i Hazret-i Şehriyârî» unvanini tasiyici, düzgün

bir kitok içinde hâkim edali, misir püskülü saçli, gök mavisi gözlü, sari

biyikli, biçakla çizilmis gibi incecik dudakli, çatik kasli ve her halinden

kendisine mahsus bir dünyaya inanmis bir insan oldugu mânasi tüten Mustafa Kemal

geliyor. Veliahtliginda kendisini Almanya'da takip etmis, Alman maresallerine

bile itiraz mizacinda ve görülmemis bir nefs emniyeti içinde, bu 39 yasindaki

general...

Buraya bir nokta koyup Maresal Fevzi Çakmak'a döneyim:

Maresal, benim Fransa'da tahsil arkadasim merhum Burhan Toprak'in kayin

babasidir. O yoldan tanidigim ve en derin mahremiyetine kadar sokuldugum, kabul

edildigim insan...

Onunla Vahidüddin mes'elesi etrafinda konustuklarimi ileride anlatmak üzere,

bizzat kendisinden dinledigim hayatî bir noktayi açiklayayim:

«— Vahidüddin benden, genç kumandanlarin listesini istedi. Vatanina askla bagli,

vatan acisiyle yanan, vatan kurtarmak yolundaki bir hamleyi omuzlayabilecek

kabiliyette^ azimli, fedakâr ve atilgan kumandanlar kaydiyle istedi bu

listeyi... Yazip verdim... Her kumandanin karakterini de isminin yanina not

ettim. listenin basinda Mustafa Kemal vardi.»

Maresal Fevzi Çakmak, Padisaha verdigi listede, Mustafa Kemal Pasayi fevkalâde

becerikli, kabiliyetli, hamleci, tesebbüs ruhuna malik, fakat son derece

ihtirasli ve yüksek emelli bir insan olarak

göstermistir

Bu noktayi, daha evvel bahsettigimiz, Sabahaddin Selek adli Halk Partilinin,

«Anadolu Ğhtilâli» eserinde de tespit edebiliriz. Bu eserin 42nci sahifesinde

Vahîdüddin'in gözlügünden Mustafa Kemal Pasa hakkinda şu teshis göze çarpar:

«— Mustafa Kemal'i veliahtliginda, Almanya seyahatinde tanimisti. Bu genç Pasa,

daha o zaman çok tehlikeli lâflar etmis, onu ürkütmüstü. Nihayet bir ordu

kumandani oldugu hâlde, harbin son günlerinde Adana'dan kendisine bas vurup,

falani Sadrâzam, beni de Harbîye Nâziri yap, diyen Mustafa Kemal Pasada büyük

bir ihtiras seziyordu.»

Böylece muharrir, Mustafa Kemal Pasanin (belki makbul mânada) ihtirasini tespit

ettikten sonra, Padisah ve Millî Şahlanış Hareketi ve Mustafa Kemal Pasa

arasinda şöyle bir münasebet ariyor, yahut buldugunu saniyor:

«— Kuva-yi Millîye hiçbir zaman Padisaha karsi görünmedigi halde, Padisahin

gösterdigi husumet, hakikatte Kuva-yi Millîye akimina degil, bizzat Mustafa

Kemal Pasa'yadir. Sultan Abdülâziz'e Hüseyin Avni Pasa, Sultan Abdülhamid'e

Mithat pasa nasil amansiz birer düsman görünmüsler ise, Sultan Vahidüddin'in

karsisina da Mustafa Kemal Pasa çikmisti. Hem Mustafa Kemal Pasa Öbürlerinden

daha tehlikeliydi. Padisahin evvelâ ordusunu, sonra vilâyetlerini elinden almis,

tebaasini kendisinden ayirmisti. Elbette sira, tahtina da gelecekti.

Millî Mücadelenin devami müddetince, hiçbir ân söz konusu edilmemekle beraber,

en şiddetli mücadele Vahidüddin ile Mustafa Kemal arasinda cereyan etmistir.

Çünkü, mutlaka biri digerini tasfiye edecekti ve her ikisi de bunu gayet iyi

biliyordu. Vahidüddin; Ğstanbul'da kalmak ve Kuva-yi Milliyeye karsi

davranmakla, partiyi daha baslangiçta kaybetmistir- Halbuki, Ğstanbul'un

isgaline ve hattâ bir süre sonraya kadar, Vahidüddin'in elinde tahtini

kurtaracak büyük bir firsat vardi: Anadoluya geçmek. Eger bunu yapabilseydi,

Mustafa Kemal Pasa, Zât-i Şahanenin nihayet bir Sadrâzami olurdu.»

Bu satirlari almaktan maksadimiz, tarihçi geçinenlerimizin indî görüsler pesinde

hakikati tahrif isini nereye kadar götürdüklerini belirtmektir. Mustafa Kemal

Pasanin Vahidüddin'e karsi bakis ve niyetini gayet dogru tespit eden muharrir,

düsünemiyor ki, Padisah bizzat Anadolu'ya geçemezdi. Geçmis olsaydi Millî

Şahlanış Hareketi daha basindayken bogulurdu. Biraz sonra anlayacagiz.

Anadoluya geçmek isteyen Veliaht Abdülmecid Efendinin karsisina çikardiklari

engel; ve fiilen Anadoluya geçip de geri çevirdikleri Şehzade Ömer Faruk

Efendiye karsi alinan tavir, millî hareket gelismeye baslar baslamaz saraya ne

gözle bakildiginin şaşmaz delilidir.

Demek ki, Mustafa Kemal Pasanin karsisina çikan Vahidüddin degil, Vahidüddin'in

karsisina çikan Mustafa Kemal Pasa...

Bu noktayi ileride göstermek ve Millî Şahlanış Hareketinin fikirde ilk

müellifini dogrudan dogruya Vahidüddin olarak belirtmek üzere hikâyemize

geçelim:

кte Anadolu'ya üstün vasiflarda bir kumandan göndermek ve ona, millî bir

mukavemet mikraki kurdurmak gayesiyle Vahidüddin, Mustafa Kemal Pasayi saraya

çagiriyor.

Hikâyeyi, evvelâ Enver Behnan Şapolyo'nun kitabindan Mustafa Kemal Pasa diliyle

tespit edelim: «Yaverim Cevat Abbas yine eve geldi. Telâsliydi. — Zât-i Şahane

sizi aksam yemegine davet ediyor!

Dedi.

Mayisin 4 üncü aksami yedibuçukta Yildiz Sarayina gittim. Beni çok küçük bir

odaya aldilar. Biraz sonra Mehmed Vahidüddin geldi. Ayaga kalktim. Beni yanina

oturttu. O kadar yakin ki, âdeta diz dize idik. Padisahin saginda hemen

dirsegini uzatarak dayadigi küçük bir masanin üstünde bir kitap vardi. Odada

sessizlik hüküm sürüyordu. Anlasiliyor ki, sarayda hiç nes'e yok... Padisah

akibetini düsünüyor. Odanin Bogaziçine acilan büyük bir penceresinden görülen

manzara şuydu: Ğtilâf devletlerinin donanmalari sirayla dizilmisler, toplari

saraya müteveccih ... Tehdit edici korkunç bir manzara... Bu odada oturmakla bu

manzarayi görmemek kabil degil... Mehmed Vahidüddin dedi ki:

— Pasa, Pasa, sen şimdiye kadar devletimize

çok hizmet ettin. Bunlarin hepsi artik bu kitaba gitti!

Bu bir tarih kitabiydi.

— Bunlari unutunuz! Bundan sonra yapacaginiz hizmet, şimdiye kadar yaptiginizdan

çok mühim olacaktir. Dikkat ve sadakatle çalisirsaniz, devleti, düstügü bu

felâketten kurtarabilirsiniz. Bir çok kumandanlari Anadolu'nun kolordularina

dagittim. Sizin vazifeniz, bunlari teftis etmek olacaktir.

— Bu hususta elimden geleni yapacagim, bana emniyet buyurunuz efendim.

Padisahin en büyük endîsesi: Kuvvetlerimiz dagilmistir. Umumî Harpten yorgun

çikarak takatimiz kalmamistir. Bütün ümit; galip devletlerin arzulari hilâfina

bir harekette bulunmamaktadir. Onlarin şikâyet ettigi hâdiseleri de önlemek

lâzimdir.

Vahidüddin ayaga kalkti, elimi siki siki sikti:

— Muvaffak olunuz!

Sarayi terkettim. O zaman bir kadife kutu içinde bir takim da hediyeler verdi.

Yaverim Cevat Abbas'la gecenin karanliginda derin düsünceler içinde Yildiz

tepelerini asarak Şişliye geldik.»

Mustafa Kemal Pasanin agzindan rivayet edilen bu sözlerde, âni olarak huzura

çagirilmanin gayesine ait açik bir delâlet yoktur. Kolordu kumandanlarinin

teftisine memur edilmek ve «galip devletlerin arzulari hilâfina bir harekette

bulunmamak» emri, böyle bir tâyinin ruhunu izah edemez, müphem kalir ve asil

sebebin gizlendigi hissini verir.

Aynen Mustafa Kemal Pasa dilinden bu anlatisi basa alarak, isin hakikatini biz

anlatalim.

Bu ise, şu anda hayatta bulunan eski bir yaverin, bize vesika kiymetindeki

beyanlariyle girisecegiz.

ESKĞ YAVERĞN ANLATTIKLARI

Sultan Vahidüddin'in bugün hayatta bulunan yaverlerinden, eski Sadrâzam Tevfik

Pasanin oglu Ali Nuri (Oktay) Beyefendi Ayaspasa'daki meshur Fark Oteli'nin

sahibidir. Vaktiyle Hariciye Konagi olan, derken Tevfik Pasa mülkiyetine geçen,

Pasanin Londra Sefirliginde yanip kül olan eski binadan bir yangin arsasi

kalmis, sonra Tevfik Pasa zamaninda oraya 7 odalik bir kârgir insa çikilmis,

daha sonra da 210 odasiyle bugünkü Park Oteli yerlestirilmistir. Seksen küsur

yasindaki Ali Nuri Beyefendiyi, Sultan Vahidüddin hakkinda en nadide bilgilerin

sahibi olmasi gereken eski ve müstesna bir insan

olarak telefonla aradim.

Bu türlü insanlarin dünyamizdan ayrilmasiyle son kaynaklarin da kuruyacagi

kaygisi içinde, âdeta son vapuru kaçirmak istemeyen bir yolcu telâsi içindeydim.

Telefonda, şivesi ecnebiye çalan ihtiyar bir ses, kim oldugumu ve ne istedigimi

anladiktan sonra, şu cevabi verdi:

— Birkaç gündür gripli halde ve istirahat etmekteyim. Eger gripe yakalanmaktan

korkmazsaniz, oteldeki daireme buyurunuz, görüselim!

Hemen gittim. Beni Park Otelinin iki kat asagisindaki bir daireye indirdiler.

Sagli ve sollu, önlü ve arkali üç oda veya hücrenin çerçeveledigi küçük, fakat

gayet hususî çizgileri ve renkleri olan bir dairecik... Eski ve (stil) esya ve

duvarlarda eski zaman resimleri... Ali Nuri Beyefendinin pederleri Tevfik

Pasayla, kayin babalari Sadullah Pasa, ayri çerçeveler içinde yanyana... Daha

neler ve neler!...

Ön kisminda, şahniş tarzinda çikintili bir hücrecigin duvarlarinda, sivil ve

asker, mazi tipleri ve bu arada Ali Nuri Beyefendiye bir ithaf yazisiyle (

hediye edilmis (Von Der Goltz) Pasanin fotografi. Ali Nuri Beyefendi, bu

çikintili hücrecigin pencere kösesinde duvara yasli ve Amerikan üsluplu masasina

geçip bana karsisinda yer gösterdi.

Kahverengi, uzun (rob do şambr)i içinde, uzun boylu, beyaz saçli ve biyikli,

fevkalâde güzel, hele gençliginde misilsiz derecede yakisikli bir insan hissini

veren bu asil tavirli adam, bir anda ruhumu doldurdu. Onda, biraz fazla

alafrangaligi bir tarafa, a-radigim bütün köklü mânalari buldum

Birkaç hos-bes lâfindan sonra hemen mevzua girdim:

— Tevfik Pasa gibi, Osmanli tarihinin en nazik zamanlarindan birinde Hükümet

Reisligi etmis bir zâtin oglusunuz! Merhum ve muhterem pederiniz, tipki

Vahidüddin'in son padisah olmasi gibi, Osmanli Sadrâzamlarinin sonuncusu... Siz

de Mütareke ve isgal devrinde Sultan yaverisiniz! Bu bakimdan, gurbet illerdeki

mezari üzerinde koskoca bir yalan dagi oturtulan Vahidüddin'i yakindan tanimis

olmak gibi bir imtiyaza sahipsiniz. Allahtan, daha çok uzun olmasini diledigim

ömrünüzün bundan böyleki süresini, hepimizinki gibi yalniz Allah bilir. Ebedî

hayata ve Hesap Gününe inanmis bir insan olarak, ayni hisle dolu oldugunuz

ümidi, hattâ emniyeti içinde, Vahidüddin mevzuuna ait bildiklerinizi ögrenmeye,

böylece Allahin rizasini kazanmanizi ve

hiç bir hakikatin gizli kalmasina razi olmamanizi istemeye geldim. Vereceginiz

bilgileri, kabul buyurursaniz kaynak göstermek, istemezseniz menbai gizli tutmak

şartiyle Türk millî vicdanina takdim edecegimî Lütuf buyurunuz!

Esmer yüzünde ince bir zevk ve tehassüs meltemi, tek tek cevap verdi:

Ğstediğiniz gibi hareket edebilir, kaynak olarak ismimi ortaya atabilirsiniz!

Artik hem memleketimiz, hem de şahsen ben, o şartlar içindeyiz ki, ortada

çekinilecek hiçbir şey görmüyorum!

Ğlk intibaim, fevkalâde bir takdir duygusu oldu.

Eski yaver devam etti:

—i Sultan Vahidüddin devrinde kurmay binbasiydim. Asil sinifim süvari... Hem

Erkân-i Harbiye Mektebinde hocalik ediyor, hem de «Yaverân-i Hazret-i Şehriyârî»

kadrosunda bulunuyordum. Hayatim, sarayla Erkân-i Harbiye Mektebi arasinda

geçiyordu. Balkan Muharebesine istirak etmis, Birinci Dünya Savasina

katilmistim.

Muhatabim derin bir iç geçirdi. Bir ân sükût ve devam:

— Sultan Vahidüddin'i şehzadelik, veliahtlik zamanindan beri yakindan tanirim.

Kardesim Hakki Beyin kayin babasi (Ali Nuri Beyin biraderi Hakki Bey

Vahidüddin'in kizi Ulviye Sultanin zevciydi) olarak da bilhassa veliahtliginda

kendisiyle yakindan temasim olmustu. O zamanlara ait şöyle bir hatiram var:

Vahidüddin'in veliahtliginda bir gün, Kuru-çesmede huzurunda bulunurken bir

hey'et geldi. Bu hey'etin azasini şu anda hatirlayamayacagim. Padisahçi bir

firka kurmak isteyen bir hey'et... Veliaht hey'eti kabul etti. Gelenler

gayelerini izah ettiler. Padisahçi bir firka kurmak istediklerini, bu yolda

teskilâtlanmaya gittiklerini ve kendisinden yardim ve destek beklediklerini

söylediler. Vahidüddin hayretler içinde kaldi ve şu cevabi verdi; «Padisahçi bir

firka kurmak da ne demek?... Böyle bir firka, sanki aksine ihtimal açarcasina

zaaf ve şüphe telkin etmis olmaz mi? Padisah bütün bir milletin babasidir; nasil

bir partiye maledilebilir? Bayrak, bir partinin olabilir mi?» Anliyorsunuz ki,

Sultan- Vahidüddin, sahtelik ve uygunsuzlugu hemen gören, anlayan ve ona karsi

duran bir seciye sahibiydi.

Sordum:

— Zekâ ve şahsiyeti üzerinde hükmünüz?

— Dehâ çapinda bir zekaya malik degildi. Fakat ortanin üzerinde bir anlayis,

hususiyle çok hizli bir intikal sahibiydi. Hâdiseleri tam da olus anlarinda

kestirmek, mânalandirmak, degerlendirmek ve yerli yerine oturtmakta hünerliydi.

— Umumî Harp sona erip de imparatorlugun çöküsü demek olan Mütareke ve isgal

günlerinde tavri nasil oldu?

Eski yaver Ali Nuri Beyefendi ayaga kalkti, ilerileyerek yandaki odadan maroken

kapli küçük bir hâtira defteri alip getirdi, koltuguna yerlesti ve defteri uzun

uzadiya inceledikten sonra cevap verdi:

— Tarihleri şaşırmamak için hususî defterimi kurcalamaliyim. Ğzmir'in isgalinden

bir gün sonra. (Ğzmir 15 Mayis 1919'da isgal edildi) 16 Mayis Cuma günü...

Vahidüddin düsmandan mütareke istemis bir hükümetin basinda... Mütareke

hükümlerine göre ordusunun hemen dagitilmasi icab ediyor. fakat böyle islere

girisebilmek için taraflarin karsilikli olarak mütareke hükümlerine riayet

edileceginden emin olmalari lâzim... Bu nokta ise hiçbir tarafin emin

olamayacagi bir şey... Padisah mütereddit ve istiraplarin en yakicisi içinde...

O günkü Cuma namazinda ve selâmlik resminde Sultan Vahidüddin'i görenler,

istirabin bir insani ne hale getirebilecegine ait en canhiras tabloyla

karsilasmis olurlardi.

Bu noktada Ali Nuri Beyefendi kelâm silsilesini degistirir gibi baska bir

istikamete sapti.

— Pederim Tevfik Pasa, Ğngiliz Kral ailesi tarafindan Ğngiltere'nin Hanedan

Nisanina lâyik görülmüs bir insandir. Böyle bir nisani alabilmis, pederimden

baska ikinci bir Osmanli devlet reculü yoktur. Sultan Vahidüddin de

Padisahliginda, Ğngilizlerin bu alâkasina karsilik babama Osmanli Hanedan

Nisanini vermistir. Size bu nisani göstereyim, buyurun!

Eski yaver beni alarak yan odaya geçirdi, orada bir dolap açti ve içinden yürek

şeklinde büyük bir kutu çikardi. Kapagini açtigi kutuda göz kamastirici bir

mâden... Üzerinde Ğngiltere Kralligi ve Hindistan Ğmparatorluğu hükümdar

ailesine mahsus gömme ve kakma bir yazi bulunan, iki parmak kalinliginda bir

kordonun halkaladigi muhtesem bir nisan...

Yerlerimize geçip oturduk. Ali Nuri Beyefendi, bu defa mevzuumuzun tam

istikametini bulmus olarak devam etti: "

— Vahidüddin, Mütareke devrinin istiraplari içinde kivranirken ara-sira babami

çagirir ve şöyle derdi: «Ğngilizler sizi sever; size, Hanedan Nisanini

yakistiracak kadar deger vermis bulunuyorlar... Onlara bas vurup Türk ülkesi

üzerinde müsamahali davranmalarini temine çalissaniz.» Babam da daima şu cevabi

verirdi: «ingiliz siyasetini idare eden (Loyd Corc) isimli, îslâm ve Türk

düsmani bir tiptir. Böyle bir rica ve müracaattan beklenebilecek hiç bir müspet

netice düsünülemez. Ğngiliz Kral ailesinin hükümet politikasina el atmaya kudret

ve salâhiyeti yoktur! Tamamiyle faydasiz, hattâ aleyhimize bir tesebbüs olur bu

is!...»

Muhatabim daldi ve bir ân yine saded çizgisinden disariya çikti:

— îngiliz Kral ailesinin babama lâyik gördügü Hanedan Nisani sadece hayat

kaydiyle verilmisti ve evlâda intikal etmiyordu. Cumhuriyet devresi içinde vefat

eden babamin cenazesine bir ingiliz hey'eti geldi. Nisani isteyeceklerini

sandim. Fakat isteyen olmadi. Nisan da bende kaldi. Ve yine saded çizgisine

girdi: — Sultan Vahidüddin, Millî Mücadeleye, Millî Kurtulus Hareketine bütün

gönlüyle bagliydi. Hareket basladiktan sonra beni sik sik huzura çagirir, dahilî

ve askeri vaziyetler üzerinde benden fikir alirdi. Tas basmasi büyük bir harita

yaptirmistim. Bu harita üzerinde kirmizi ve mavi, igne bayraklarla vaziyeti

Sultana izah eder ve askeri durumu gösterirdim. Kuva-yi Millîye hareketleri

üzerinde her muvaffakiyet haberini alisinda derinden bir «oh!» çeker, ferahlar

ve dünyaya yeni gelmis gibi olurdu. Bu manzara, benim gözlerimle tespit ettigim

ve Allah ile resul huzurunda her ân tekrarindan çekinmeyecegim bir hakikilik ve

samimîlik ifadesidir-

Eski yaver, derin bir tahassüs tavriyle sustu.

Bu kitabin muharriri olarak vazifem, böyle, büyük bir tarih vesikasi belirtici

şahsiyeti diledigim istikamete çekmek degil, gerçek yönleri ondan ögrenmek ve

kendisini asla telkin altina almamak olduguna göre, her şeyi kendisine ve tabiî

seyrine birakmayi tercih ettim ve asil incelik noktasinin ben davet etmeden

gelmesini bekledim.

O nokta geldi.

Eski yaver birdenbire şu sözleri söyledi:

— Bahsettigim Cuma Selâmligindan sonra Mustafa Kemal Pasa huzura davet ve kabul

edildi. Sultan Vahidüddin, onu Anadolu'ya geçmeye ikna etti.

Telâsla dogruldum:

Ğkna mi etti? Mustafa Kemal Pasanin bu hususta ikna edilmeye ihtiyaci var

miydi?

Söz, bu naziklerin nazigi can noktasina gelince, muhatabim toparlanarak tane

tane devam etti:

Ğzah edeyim: Mustafa Kemal Pasanin huzura kabul edilisinden bir iki saat sonra

Basyaver Naci Bey (Millî Mücadeleye katilan, birçok kumandanliklarda bulunan,

uzun zaman meb'usluk eden, Nâzik Naci Pasa lâkabiyle mâruf General Naci Eldeniz)

yaverler odasina geldi ve haykirdi: «Hünkâr Mustafa Kemal Pasayi ikna edebildi!»

Bu haykiris kelimesi kelimesine kulaklarimdadir. «îkna» tabiri yerindedir.

— Mustafa Kemal Pasanin gayesi Anadolu'ya geçmek degil miydi?

Muhatabim, delmek istedigim zarin nezaketini anladi.

Küçük bir fikir hazirligindan sonra cevap verdi; — Ben Mustafa Kemal Pasayi

büyük asker ve kumandan tanirim. Öbür meziyetleri üzerinde söyleyecek bir sözüm

yoktur. Mustafa Kemal Pasanin gayesi, o zamanki hükümete girmekten baska bir şey

degildi. Hem de bir çoklarinin sandigi gibi Harbiye Nâziri olmak degil, Sadrâzam

olmak gayesini güdüyordu. 1919 Ğlkbaharında vaziyet şöyleydi: Şark ordumuz

silâhlarini birakmiyor ve ortada Ğtilâf devletleriyle aramizin yeniden açilacagi

korkusu hüküm sürüyordu. Mustafa Kemal Pasa da kudretli ve iradeli bir kumandan

biliniyordu. Bu kanaat bilhassa Hünkâra aitti. Mustafa Kemal Pasanin o

günlerdeki kanaat ve görüsü ise Ğstanbul hükümetinin Ğtilâf kuvvetlerine karsi

direnmesi, isteklerini kabul ettirmesiydi. кte bu tavri göstermek için hükümeti

eline almak istiyordu. Halbuki bu kanaat ve görüs siyasî ve amelî bir kiymet

ifade edemezdi. Zira Mondros Mütarekesini imzalamis olan maglûp bir hükümetten

galip düsmanlarina karsi bir direnme, karsi koyma iktidari beklenemezdi.

Ali Nuri Beyefendinin sözünü kestim: — Böyle olunca, o ân için Kabineye girmek

imkânini bulamayan Mustafa Kemal Pasadan, millî hareketi evvelden plânlamis ve

gaye edinmis olmasi beklenemez!

Muhatabim bu dikkate cevap vermeden devam etti:

— Mustafa Kemal Pasa Anadolu'ya gönderilmistir. Onu göndermekte ancak iki gaye

olabilirdi: Ya Ğngilizlerin istegine uygun şekilde Şark Ordusunu

silâhsizlandirmasi Ve Dogudaki mukavemeti kirmasi için, yahut da tam aksi olarak

millî bir mukavemet ve hareket zemini açmasi için...

— Hangisi oldugunu saniyorsunuz?

— Ben sadece ihtimalleri kaydediyor ve hâdiselere ait unsurlari veriyorum.

Dileyen, diledigi gibi hükmetsin!... Ben, kendi hesabima ayrica bir tefsir

yapmayi emin bir yol görmüyorum. Emin oldugum tek nokta, Mustafa Kemal Pasanin,

Anadolu'ya geçmek üzere Padisah tarafindan ikna edildigidir. Hâdiseler hangi

ihtimale daha fazla yer veriyorsa öyle!...

Dâvanin şahdamarına ait suali sordum:

— Bu mevzuda, Vahidüddin'in Mustafa Kemal Pasaya, «Ben Halife ve Padisah olarak

Anadolu'ya geçecek olursam düsman kuvvetleri birden telâsa düsüp topyekûn

anavatan üzerine çullanir ve memleketi tam bir esarete mahkûm eder. Sen bir

kumandan olarak git, gerekirse bana ve hükümete âsi ol ve milleti şahlandır»

dedigi ve büyükçe bir para verdigi yolundaki sizintilar dogru mudur, degil

midir?

— Bilmiyorum! Onu hükümet gönderdigine göre elbette gerekli tahsisati vermistir.

Bu siyasî karsiliga şöyle mukabele ettim:

— Tahsisat ayri ve tabiî... Ayrica Sultanin öz cebinden verdigi büyük bir para

var mi, yok mu? Bir rivayete göre 30, bir rivayete göre 42, baska bir rivayete

göre de 60 bin altin lira...

— Bilmiyorum! Mustafa Kemal Pasanin bu vazifeye, Padisahin emriyle Ferit Pasa

tarafindan gönderildigini biliyorum!

— Emir veren Padisah olduguna göre asil maksadini hükümetten gizli tutmus olmasi

ihtimali yok mudur? Hususiyle Sultan Vahidüddin'in son derece ketum ve tedbir

zekâsina malik bir insan oldugu düsünülecek olursa?

— Olabilir!... Vahidüddin Ferit Pasayi sevmez ve ona itimad etmezdi. Nitekim

Paris'de Versay Sarayindaki sulh müzakereleri zamaninda babami çagirtti ve ona

şu emri verdi: «Sen de Ferid'in arkasindan git ve onu kontrol et!...»

Muhatabim bu noktada dâvanin aslî çizgisini birakarak tarihî kiymet bakimindan

ehemmiyetli olsa da Sulh Konferansina ait hususiyetlere daldi ve oradan yine

Vahidüddin'in vatan baglisi seciyesine döndü. Onlari yerinde tekrar ele almak

üzere, biz, dâvamiz ve tezimizin asil dügüm noktasi olan Vahidüddin - Mustafa

Kemal Pasa görüsmesine gelelim ve onu Mustafa Kemal Pasadan dinledikten sonra,

bir de, kendi gözlügümüzden ve vesika çerçevesinden seyredelim...

DÜGÜM NOKTASI SAHNE

Millî şahlanış hareketinin fikirde müellifi ve bu maksatla Mustafa Kemal Pasayi

Anadolu'ya gönderen, dogrudan dogruya Vahidüddin... Bu isin sahnesi de, Yildiz

Sarayinda, denize karsi küçücük bir oda...

Zât-i Şahane, daha Önceki bir iki temasin pesinden Mustafa Kemal Pasayi son

olarak bu salonda kabul ediyor ve ömrü boyunca son defa görmüs oluyor.

Şimdi bu sahneyi, biraz sonra ortaya dökecegimiz vesikalarin delâletlerindeki

yekûn ve muhasebe neticesi olarak biz çizelim:

Mustafa Kemal Pasa, Padisahla daha evvelki karsilasmasinda gayesi

temellendirilmis olarak Dokuzuncu Ordu birliklerine müfettis tâyin edilmis ve bu

birliklerin yayili oldugu mintikaya gitmek için hemen Samsun'a hareket etmek

üzere hazirligini tamamlamistir.

Ve iste bu sebeple Padisahin karsisinda bulunuyor.

Onun bu yeni vazifeye tâyinini izah eden dis sebep Samsun ve civarindaki Türkler

ve Rumlar arasi çatisma ve bundan dogan huzursuzluk... Askeri selâhiyetler

yaninda mülkî yetkileri de bulunan Mustafa Kemal Pasa, bu huzursuzlugun hemen

giderilmesini isteyen Ğngilizlere karsi şöyle izah edilmektedir :

— Huzursuzlugu giderecek, nizam ve âsâyisi getirecek ve Şark Ordusundaki

mukavemeti kaldiracak olan general iste bu zâttir:

ingilizlere karsi bir aldatmaca zanniyle oynanan bu oyun, Vahidüddin tarafindan

kendi öz hükümetine de ayni şekilde telkin edilmistir.

«Anadolu Ğhtilâli» isimli eserin 190 inci sahifesinde, bu tâyinin dogrudan

dogruya Hünkâr tarafindan yaptirildigi şu satirlarla kaydediliyor:

«Vahidüddinin kaçmasini takiben, 150'lik listeye dahil olmadigi halde memleketi

terkeden Nâci Azmi Yegen Beyin ifadesine göre, sabik Sultan, bir gün kendisine

şöyle demistir:

— Samsun'a bir müfettis gönderilecegini ögrenince yâverânimdan Erkân-i Harp

Mirlivasi Mustafa Kemal Pasayi da nazar-i itibara aliniz» diye emir eyledim!»

Vahidüddin aleyhtari bir kalemin tetkiki neticesi olarak ortaya atilan bu

şahadetten açikça anlasiliyor ki, Mustafa Kemal Pasayi yeni' vazifesine tâyin

ettiren, ne Harbiye Nâziri, ne de Sadrâzamdir. Sadece ve sadece, gayesini

hükümetinden bile saklamis olan Padisahtir; ve bu isde Vahidüddin'in isteyerek

veya istemiyerek tâyini tasdik ettigi yolundaki nakiller uydurmadan ibarettir.

Ayni kitabin, 189 uncu sahifesinin sonlarinda ve 190 inci sahifesinin basinda

Hünkâr ve Pasa arasindaki münasebeti belirtirken diyor ki;

«— Sultan Vahidüddin'in Mustafa Kemal Pasa hakkinda kanaati, hiç şüphe yok ki,

ona en az bu önemli görevin verilmesine müsaade edecek kadar müspetti.

Veliahtligindan beri tanidigi fahri yaverinin kabiliyetinden, kendisine olan

bagliligindan şüphe edecek hiç bir sebep yoktu. Ğkisi de Enver'i sevmiyorlardi.

Ayni kimseye duyulan bu ortak his, onlari az çok birbirine yaklastirmis

olmaliydi. Kaldi ki, Vahidüddin, Mustafa Kemal Pasanin ancak büyük islerle

tatmin olunabilecek mizacini biliyor ve muhtemelen onun şahsında, ilk taraf için

de kârli neticeler saglayacak bir müttefik görüyordu.»

Ancak «itiraf» kelimesiyle vasiflandirabilecegimiz bu görüsten sonra öyle bir

hakikat unsuruna dokunuluyor ki, tâyin emrinin tepeden inme Sultandan geldigi,

laboratuar hükmiyle ortaya; çikiyor:

«Böyle bir yorumda bulunmamizin en önemli sebebi, Mustafa Kemal Pasanin tâyinine

ait iradeyi ufak bir tereddüt göstermeden derhal almasidir. Harbiye Nezareti,

Pasanin tayinini, Padisaha arzedilmek üzere 30 Nisanda Sadarete yazmis ve ayni

gün Padisahin irâdesi alinmistir.»

Artik şüphe kaliyor mu, Vahidüddin'in, Mustafa Kemal Pasayi, maksadi her neyse

ruhunda gizlemis olarak, bizzat tâyin ettirmis oldugunda?.. Ve bu tâyinin resmen

hükümet ve Ğtilâf kuvvetlerine, Samsun ve havalisini huzura kavusturmak ve Şark

Ordusunu Mütareke şartlarına yanastirmak için diye gösterildigine...

Şimdi sira, naziklerin nazigi noktaya geldi.

Acaba Mustafa Kemal Pasa, eski Yaver Ali Nuri Bey tarafindan «ikna edildi!»

tabiriyle ifade olundugu gibi, bu tâyin sirasinda, ister Padisah, ister hükümet

cephesinden kendisine gösterilen sebebi kabul etmis bulunuyor muydu? Kabul

etmisse «ikna» edilmeye ne ihtiyaci olabilir? Kabul etmemisse, tâyin muamelesini

daha basinda durdurmasi icap etmez mi?

Hele millî şahlanışı 'kamçilamak gibi bir hareket kendi öz dâvasi ve plâniyse,

Padisah tarafindan ikna edilmek diye bir şeyin onun semtine bile ugramamasi

gerekmez mi?

Eski yaverin derin bir saffet ve samimiyetle bildirdigine ve Naci Pasa gibi

Mustafa Kemal'in güvenini kazanmis bir zati şahit tutmasina göre şüphe yoktur

ki, son dakikada Padisah ile Fahrî Yaveri arasinda bir «ikna» tablosu cereyan

etmis ve bu is-de basari Padisahta kalmistir.

Şu hâlde Mustafa Kemal Pasayi, son defa çiktigi Padisahin huzurunda yeni

vazifesini tereddütle benimseyici bir ruh haleti içinde kabul etmeye mecburuz.

кte bu ruh haletiyle karsisina geçen Pasayi, vahidüddin, küçük salonda evvelâ

ayakta kabul ve sonra ona yer göstererek kendisiyle dizleri üzerine dokunacak

şekilde yakin oturuyor.

Ve tezimiz bakimindan, her ne oluyorsa bu son karsilasma neticesinde oluyor.

Vahidüddin Mustafa Kemal Pasaya penceredin, düsman donanmasini göstererek birçok

kaynak tarafindan belirtildigi gibi şöyle diyor:

— Pasa, namlularini saraya çevirmis olan düsman toplarini görüyor musun?. Bu

vaziyet karsisinda saray ve devlet olanca emniyetini kaybetmis bulunuyor!

Derken Vahidüddin gelen kahveyi Mustafa Kemal Pasaya eliyle verdikten ve yine

eliyle sigara ikram ettikten sonra devam ediyor:

— Böyle yakin oturusumuz ve fisildarcasina konusmamiz en münasip şekildir. Şu

sarayin duvar tuglalari arasinda bizi kimmbilir kaç kulak dinlemektedir?

Bu üslûptan fevkalâde hislenen ve tesir altina giren Mustafa Kemal Pasa, nihayet

Millî Şahlanış Hareketinin dügüm noktasi olan ve tarihe intikal edecegi gün

vatan çapinda bir hâdise teskil edecegi muhakkak bulunan şu hitap karsisinda

kaliyor:

— Pasa! Türkiye'yi kurtarmak için Ğstanbul'dan herhangi bir hareket beklemeye

imkân yoktur-Ğstanbul, vatanin kalbi olarak düsman pençesinin içindedir. Onu ve

onunla beraber topyekûn vatani vücuddan, vücudun kalbi çevreleyici temel

âzasindan baska hiçbir şey kurtaramaz! O da, imparatorlugun kalble rabitalari

büsbütün çözülmüs eczasindan sonra elde kalan mazlum ve çilekes ana vatandir.

Yâni Anadolu!.. Anadolu'ya geçmek ve orada millî bir kiyama zemin açmak

lâzimdir!

Mustafa Kemal Pasa bu sözleri büyük bir dikkat ve iddia ettigimiz gibi biraz da

(sürpriz) tavrîyle dinleyedursun... Bize denilebilir ki:

— Bu, tiyatro konusmalari gibi hayalden uydurma hissini veren lâflari nereden

çikariyorsun? Ğlmî ve tarihî hakikat belirtmeleri için mutlaka vesikaya istinat

ettirilmeleri gereken bu diyaloglari kimlerin şahadetiyle ispat edebilirsin?

Cevabimiz şudur:

— Evvelâ beni dinleyin! Sonra da ispatini isteyin! Ve ben Vahidüddin - Mustafa

Kemal Pasa tablosunu çizerken pesin hüküm tavirlarindan uzak kalin! Ruhunuzu ne

o taraftan, ne bu taraftan, tesir disi tutun ve neticeye göre hükmedin!

Riyaziyede bir ka'de vardir: Ya hüküm ve netice basa alinir ve ispat onu takip

eder, yahut ispat pesin olur ve netice sonda gelir. Biz hükmü basa alarak

ispatini ondan sonra vermek metodunu tercih ediyoruz. Şöyle ki:

Padisah diyor ki, Mustafa Kemal Pasaya: — Sizi Anadolu'ya, iste bu millî kiyam

zeminini açmaniz için gönderiyorum! Düsman kuvvetlerine, hususiyle Ğngilizlere

ve hükümete karsi gidis sebebimiz ayridir. кgal kuvvetleri, sizin Samsun'da

âsayisi iade edeceginiz ve Şarktaki ordu mukavemetini kaldiracaginiz kanaatini

besleyeceklerdir. Gerçek sebebi ise yaliniz siz ve ben bilecegiz. Millî ruhu

Anadolu'nun her yerinde, hissedilir şekilde parça parça kendisini göstermeye

baslamistir. Size düsen is, bu ruhu büsbütün alevlendirerek orduyu da içine alan

bir daire merkezinde bütünlestirmek Ve teskilâtlandirmaktir. Henüz haber almis

bulundugumuza göre Yunanlilar Ğzmir'i isgale basladilar. öbür isgal mintikalari

da malûmunuz... Artik Yunanliya kadar yol veren bu son isgal, eminim ki, büyük

bir millî infial ve karsi koymaya vesile olacaktir. Ğçinde bulundugumuz belâli

şartlar karsisinda, tek merkezli ve yekpare bir millî hareket üzerimize farzdir.

Böyle bir hareketin sevk ve idaresini hangi kumandana emanet edebilecegimi uzun

uzun düsündüm. Nihayet, tasidiginiz vasiflar bakimindan sizi buldum! Bahanelerin

her tarafa emniyet verici en münasibiyle de alâkali makamlara derhal tâyininizi

irade ettim.

Vahidüddin, ayri bir telkin tavri ve toniyle devam ediyor:

— Hatira şöyle bir sual gelebilir: «Ya siz, Padisah ve Halife olarak niçin

bizzat Anadolu'ya geçip millî şahlanışı en yüksek merkezine kavusturmayi

düsünmüyorsunuz? Niçin bizzat Anadolu kiyaminin basina geçmiyorsunuz?» Çünkü

böyle bir tesebbüs, hareketi baslamadan bogmak, bogulmasina sebep olmak

neticesini dogurur. Eger ben gizlice hazirlanip Anadoluya ve millî mukavemetin

basina geçecek olursam, bu tesebbüs millî kiyami en üstün derecesine çikarir

amma, milletimiz için bir felâket, intihar gibi bir şey olur. O zaman Ğtilâf

kuvvetleri şu andaki tereddütlü vaziyetlerini bir anda degistirirler,

toparlanirlar, isin aldigi ehemmiyet karsisinda topyekûn üzerimize saldirirlar

ve topyekûn tasfiyemize giderler. Hareketi de, artik ikinci bir davranisa imkân

birakmamacasina bastirirlar. Bu da artik sulha Ve yeniden şart kosma imkânina

kökünden sed çeker. Sulh Konferansinin hazirlanmakta oldugu şu ân, devlet

merkezinden gelmeyip de, milletten gelen ayarli bir direnme ise, haklarimizi

konferans masasinda daha iyi koruyabilmemiz için, ancak göz korkutma plâninda, o

plân tasinmadikça destek teskil edebilir. Böylece Avrupa, uyumayan, gerekirse

istiklâli için canini fedaya âmâde bir millet karsisinda oldugunu anlar ve

şartlarını hafif tutabilir. Yâni millî şahlanışın muvaffak olabilmesi için

mutlaka, Ğstanbul, devlet ve Padisah disinda vücut bulmasi ve düsmanlarimiza

azamî telâs ve dehset hissini vermiyecek çapi muhafaza etmesi lâzimdir. Hattâ bu

hareket, bana ve hükümetime aykiri diye de gösterilebilir. Evet Pasa;

Anadolu'ya, en ince bir san'at, askerî ve mülkî idare dehâsiyle, iste bu gayeyi

gerçeklestirmek üzere geçecek ve Allah'in inayetiyle muvaffak olacaksiniz!

Padisah, topyekûn Mîllî Kurtulus Hareketine temel teskil eden, fakat tarihi,

istirabindan çatlatacak şekilde topraga gömülen, gözlere gösterilmeyen ve ancak

birkaç fâninin ruh mahzeninde gizli kalan bu telkinlerden sonra Mustafa Kemal

Pasaya, bizzat Mustafa Kemal Pasa tarafindan itiraf edildigi gibi şu son sözü

söylüyor:

«— Muvaffak ol!»

Padisahin Mustafa Kemal Pasaya son sözü: — Size bu azîm dâvada muvaffak olmaniz

için kesemden (...) altin veriyorum. (Tamamiyle tespit edilemeyen bu rakam,

evvelce de kaydettigimiz gibi, bir rivayete göre 30, bir rivayete göre 42, bir

rivayete göre de 60 bin liradir)... Ayrica, elinize, tesebbüslerinizde muvaffak

olmaniz ve gereken itimat ve selâhiyeti telkin edebilmeniz için bir de «Hatt-i

Hümayun» tutusturulacaktir. Tarafimdan ayrica hâtira kabilinden size bir hediye

verecekler... (Üzerine Padisahin adina ait ilk harfler islenmis olan altin

saat)... Gidiniz ve vatani kurtariniz! Artik bu dâvaya ve onun tatbiki

prensipine kanaat getirmis bulunuyor musunuz?

Mustafa Kemal Pasa, eski yaverin «ikna edildi!» demesinde, basyaver Naci Beyin

de (Naci Pasa) yaverler odasina gelip «Hünkâr Mustafa Kemal Pasayi ikna etti!»

diye haykirmasinda belirtildigi gibi, henüz tereddütlü oldugu besbelli bulunan

bu mevzuda tam bir teslimiyetle huzurdan ayriliyor ve bir gün sonra «Bandirma»

Vapuriyle Samsun'a hareket ediyor.

Defalarca çizilen tablo...

Kendisine tam hareket edecegi sirada Dahiliye Nâziri Mehmed Ali Bey tarafindan

bir zarf içinde, ayrica ve resmî mahiyette bir tahsisat verilecegi de

bildirilmistir.

Mustafa Kemal Pasa huzurdan çikarken, artik bir daha görmeyecegi Sultan

Vahidüddin'den, bizzat hâtiralarini anlatirken söyledigi gibi, şu iki kelimelik

cümleye muhatap oluyor:

«— Muvaffak ol!»

Şimdi is, bir roman üslûbiyle canlandirmaya çalistigimiz, fakat gerçegin tâ

kendisinden ibaret olan bu sahneyi ve Millî Mücadele Hareketini açma fikrinin

topyekûn Padisaha ait oldugunu ispat noktasina gelmis bulunmakta:

Beraberce, evvelâ delilleri tek tek muayene, sonra onlari bütün bir terkip

hâlinde muhakeme ve degerlendirme isinin laboratuarina girelim:

Delillerimiz, muhtelif kiymet ve kuvvette olarak tam 11 tanedir. Kiymet ve

kuvvet sirasina göre numaraladigimiz bu delillerin 4 tanesi riyazi vesika

derecesinde; 5 tanesi, yine vesikaya yakin açik karine hükmünde; son 2 tanesi de

nakli dogrudan dogruya tarafimdan olduguna ve dayanaklari vefat etmis

bulunduguna göre bir itimat mes'elesi olarak, inanilacak olursa en büyük,

inanilmazsa sifir denecek kadar küçük, fakat Öbürleriyle bir arada, inanilmasi

zarurî mahiyettedir:

Kat'î vesikalar:

1 — Eski Dahiliye Nâziri Mehmed Ali Beyin Avrupa'da nesrettigi vesikalar...

2 — Vahidüddin'in Şeyhülislâmları arasinda dinî ve ahlâkî vasiflariyle en üstünü

olan Mustafa Sabri Efendinin, Misirda nesredilip memlekete sokulmasi yasaklanan

meshur ve müthis eseri...

3 — Eski yaver Ali Nuri Beyin tespiti...

4 — Kâzim Karabekir'in hâtiralari...

5 — Mustafa Kemal Pasaya, usûl ve teamül disi olarak verilen Hatt-i Hümâyûn...

Vesika degerinde karineler:

6 — Vahidüddin'in, ne yapacaklarini bilemez şekilde kit'alarini birakip

Ğstanbul'da toplanan genq kumandanlari vazifeleri ve birlikleri basina

göndermesi ve bu arada ortaya koydugu kiymet hükmü...

7 — Vahidüddinin Millî Hareket basladiktan sonra onu, ask, heyecan, ümit ve

istirap içinde ve görülmemis bir alâka ve benimseyisle takip edisi.

8 — Şehzade Mahmut Şevket Efendinin anlattiklari...

9 — Bâzi tarihçilerin şahadetleri...

Vesika üstü vesika degerinde, fakat bir itimat mes'elesi olarak, inanilip

inanilmamasi serbest, Öbür vesikalarla karsilastirilinca da sihhati asikâr,

şahsi nakiller :

10 — Maresal Fevzi Çakmak'tan dinlediklerim.,,

11 — Refet Pasanin bana anlattiklari... Şimdi ispat laboratuarinda bu

vesikalarin teker teker tahlilleri yapilinca görülecektir ki, eger son Osmanli

Padisahi 6. Mehmed Vahidüddîn olmasaydi, istiklâl Harbi olmayacakti.

ĞSPAT LABORATUARINDA

Birinci delil, kaydettik ki, Eski Dahiliye Nâziri Mehmed Ali Beyin Avrupa'da

nesrettigi vesikalardir. «150'lik»lerden olan Mehmed Ali Bey, baslangiçta

Mustafa Kemal Pasanin yakin dostlarindan biriydi ve onu degerlendirmek için

elinden geleni yapmisti. Bu nokta hâtira ve (etüd) mahiyetindeki birçok yazida

gösterilmistir. Millî Mücadele zaferle neticelenip ona uzak veya aykiri

kaldiklari kabul edilenlerden 150 kisi kara listeye alininca Mehmed Ali Bey de

ona dahil -edildi ve Paris'e giderek orada yasamaya ve «La Republique Enchaînee

- Zincire Vurulmus Cumhuriyet» isimli bir gazete çikarmaya basladi. Bu gazetede

Mustafa Kemal Pasa aleyhinde kendince birçok iddia Öne sürdügü ve agir

ithamlarda bulundugu gibi, riyazi degerde vesikalar da nesretti. Bunlardan biri,

Vahidüddin'in emriyle Dahiliye Nezareti «tahsisat-i mesturesi-örtülü

ödenegi»nden pasanin tam vapura binecegi sirada verilen 25 bin liradir. Şimdi bu

vesikayi, bir Vahidüddin aleyhtari ve Halk Partisi mensubu insanin, yani

dâvamiza zit bir kaynagin daha evvel de bahsettigimiz eserinden gösterelim:

«Anadolu Ğhtilâli - Sabahaddin Selek - Sahife 117»:

«Mustafa Kemal Pasa, Ğstanbul'dan ayrilisindan yedi buçuk ay geçtikten sonra

Ankara'ya geldigi zaman bin iki yüz lira parasi vardi. Müftü Rifat Efendi,

Ankara tüccarindan alti bin lira toplayarak Pasaya verdi.»

Muharrir bu bilgiyi, Millî Mücadelenin Maliye Vekillerinden Hasan Fehmi Beyden

aldigini kaydediyor ve şöyle devam ediyor:

«Mustafa Kemal Pasa parasiz idi. Büyük projelerle Ğstanbul'dan ayrilirken,

Anadolu'da kendisine verilecek bin liranin degerini düsündü mü bilmiyoruz.

Ğnceleyebildiğimiz belgeler ancak şunu gösteriyor ki, Mustafa Kemal Pasa

Ğstanbul'dan hareket edecegi günlerde karargâhina mensup subaylarin üçer aylik

maaslariyle, bir miktar olaganüstü Ödenek almak için çok ugrasmistir. Zaferden

sonra tasfiye ettigi siyasî hasimlari onun, Padisah tarafindan verilmis önemlice

bir para ile Anadolu'ya geçtigini söylerler. Halbuki bu söylentinin dogrulugunu

gösterecek en ufak bir delile henüz rastlanmis degildir. Mustafa Kemal Pasanin

Ğstanbul'dan ayrildigi siralarda Dahiliye Nezaretini isgal eden Mehmed Ali Bey

Paris'te çikardigi «La Republîque Enchene» (imlâsi yanlis) adli gazetesinde 9.

Ordu Kit'asi Müfettisine verdigi yirmî bes bin liraya ait makbuzun klisesini

yayinlamistir. кte Mustafa Kemal Pasanin Anadolu'ya götürdügü para bundan

ibarettir.»

Tezadin derecesine bakin ki, parasiz gösterilen Mustafa Kemal Pasanin neticede

25 bin lira aldigi kabul ediliyor da, kâgit para hesabiyle de olsa bugünkü

paraya nispetle 4 milyon lira degerinde bir meblâg, «bu da bir şey mi?»

gibilerden hafife aliniyor; sonra da, olup olacak yaliniz bin iki yüz lirasi

bulundugundan bahsediliyor!

Hesap açiktir: O zaman altin 4 kâgit lira degerindeydi. Bugünküne kiyasla 175

misli fark... O hâlde kâgit parayla o zamanki 25 bin lira, bugünün en asagi 4

milyon lirasina denk... Öyleyse nasil olur da bu para, Mustafa Kemal Pasaya

hususî ve siyasî ihtiyaç mevzuunda verildigine göre yedi buçuk ayda tükenmis

olabilir?

Şu anda mevzuimuz sadece Dahiliye örtülü ödeneginden çikan parada oldugu için

Vahidüddin'den ve Sultan'in hususî kasasindan çikan en az 30 bin lirayi nazara

almiyoruz. Alacak olursak, o zamanki kâgit parayla 120 bin bugünkü deger

Ölçüsiyle de 22 milyonluk bir 'kiymet vahidi karsisinda kaliriz. Hepsi 28

milyon... O da, bilinenin en küçük haddi kabul edilmek şartiyle...

Bundan sonra Halk Partili muharrir, parasiz gösterdigi Mustafa Kemal Pasaya 25

bin liranin nasil verildigini bülbül gibi bizzat naklediyor:

«Dahiliye Nezareti, Örtülü Ödeneginden Ödenen bu parayi Mehmet Ali Bey, yaninda

Emniyet Şube Müdürlerinden Kâdi Bey oldugu hâlde, Mustafa Kemal Pasayi Samsun'a

götürecek vapura hareketinden biraz önce gelerek bizzat vermis ve klisesi

yayinlanan makbuzu da orada Badi Bey yazmistir.»

Dikkat edilecek nokta şudur ki, biz bu paranin Mustafa Kemal Pasa tarafindan

şahsî tasarrufuna geçirildigi ve gaye yolunda tarfedilmedigi Ğddiasında degil,

sadece kendisine verildigi ve dolayisiyle onun bu gayeye Padisah tarafindan

memur edildigini gösteren bir vesika karsisinda bulundugumuz dâvasindayiz.

Samsun ve havalisinde asayisi iade etmeye ve Şarktaki birliklerin mukavemetini

ortadan kaldirmaya memur edilerek gönderilen bir kumandana, karargâh kadrosunun

üç aylik maas ve masraflari ödendikten sonra ayrica bu kadar büyük bir meblâg

vermeye lüzum ve sebep yoktur. Böyle bir para, ancak ve ancak memleket çapinda

bir harekete baslamanin ilk imkânlarini saglamak için verilebilir ve mutlaka

büyük bir tesebbüse delâlet eder. Bu tahlil noktasi kat'î ve riyazidir; ve bu

para, her nereye sarfedilmis olursa olsun, mutlaka alindigi sabit bir meblâg

olduguna göre, Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya gönderen Padisahin hususî

maksadini, bu maksadin da Millî Mücadele cephesini kurdurmaktan baska bir şey

olamayacagini ispat eder.

Vesikalardan en ehemmiyetlisi Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin, Misirda

basilan, adini vermekten bile çekinecegim eseridir.

Ben bu eseri gözümle görmedim ve içinden hiçbir parçaya asli veya tercümesiyle

şahit olmadim. Sadece uzaktan eseri, onun memlekete girmesinin şiddetle

yasaklandigini ve tasidigi tezi biliyorum. Bu eserde şahsî ve indî fikirleri

muharririne birakarak ve bu fikirler karsisinda ne düsündügümüzü bildirmekle

mükellef olmayarak kaydedelim ki, aynen eski Dahiliye Nâziri Mehmed Ali Beyin

Paris'teki nesriyatinda oldugu gibi, fikir disi vesika göziyle bu eserde,

okuyanlar tarafindan bana söylendigine göre birçok mühim nokta hattâ tezimiz

bakimindan hayatî kiymette ifsalar vardir.

Biz Mustafa Kemal Pasa hakkinda şahsî ve indî fikirleri merak ve onlara istinat

ve istirâk etmekten uzak ve müstagni oldugumuz için, ancak, Millî Kurtulus

Hareketinin ilk müellifinin Vahidüddin oldugu üzerindeki vesikalari

degerlendirmek mevkiindeyiz. Bize kesin olarak bildirildigine göre bu eserde,

Pasayi Anadolu'ya ve Anadolu hareketini açmak üzere gönderenin Vahidüddin oldugu

yazilmakta, vesikalariyle gösterilmekte ve kendisine Padisah tarafindan verilen

altin liralarin miktari, verilis tarzi ve gayesi nakledilmektedir.

Ğstikbalin hakikatsever tarihçisine, ehemmiyetli bir kaynak olarak isaret

ettigimiz bu eseri, fikirleri disinda bir vesika deposu diye vasiflandirir ve

geçeriz.

Üçüncü vesika, Sadrâzam Tevfik Pasa mahdumu, eski Sultan yaveri, yasini basini

almis ve herhangi bir hakikat tahrifçiligi sedyesinden uzak Ali Nuri

Beyefendinin, kendi görüsü olarak ve Basyaver Naci Beye (General Eldeniz)

istinat ettirerek söyledigi «Padisah Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya geçmeye

ikna etti!» sözüdür ki, hamlenin Padisahtan geldigi ve bu dâvada Mustafa Kemal

Pasanin baslangiçta mütereddit bulundugu üzerinde hiçbir şüphe birakmaz.

Dördüncü vesika iseMillî Mücadelenin en mübarek çehrelerinden Kâzim Karabekir

Pasanin,şu, türlü maceralara vesile olan, Ğnönü devrinin basinda

tabettirilip toplatilan, sonra bâzi degisikliklerle tekrar yayinlanan eseridir

ki, tetkike açik bu eserde baslica delâlet, bir Örnegini daha evvel

gösterdigimiz şekilde, Mustafa ¦ Kemal Pasanin Mütareke ve isgal hengâmesinde

Kabineye girmekten baska bir şey düsünmedigi ve bu niyetinden kendisini

Karabekir Pasanin caydirmaga çalistigidir. Kat'î vesika hükmündeki bu ifadeyi,

Mustafa Kemal Pasanin baslangiçta millî bir şahlanmaya yol aramadigi, o hâlde bu

fikri Padisahtan aldigi şeklinde yorumlamak, mücerret hak ve hakikat bakimindan

zarurî olur.

Besinci vesika, derin bir tahlile tâbi tutulacak olursa, belki bütün vesikalarin

en kuvvetlisi olarak Mustafa Kemal Pasaya verilen Hatt-i Hümâyûndur. Evvelâ

Hatti kelimesi kelimesine göz önüne serelim :

«Yâveran-i şehriyarîmden Erkân-i Harbiye Merlivasi Mustafa Kemal Pasaya:

Harb-i Umuminin müttefikin hesabina ziyai üzerine tahassül eden vaziyet-î

siyasiye, ecdâd-i izamim mülkünü ve makami Hilâfet ve Saltanatimi müskül ve

tehlikeli bir sahaya sürüklediginden Hükûmet-i Seniyemin karari veçhile tâyin

olundugunuz mintikada asayisi temin ve merzi-i şahaneme mugayir ahvalin hudüsunu

menile cümleten def-i sâ'le bezl-i cehd ü gayret ederek milletimin masumiyetini

te'yîd ve mülkümün eyâdi-i mütearrizinden tahlisi için yek vücut olarak hareket

edilmesini, selâm-i şahanem asker ve memurine ve ehaliye tebliigini irade ettim,

Mehmed Vahiduddin»

Şimdi bu Hatti, en açik dille sadelestirelim:

«Yaverlerimden Kurmay Tuggeneral Mustafa Kemal Pasaya:

Umumî Harbin müttefikler hesabina kaybedilmesi üzerine dogan siyasî durum, büyük

atalarimin mülkünü ve Hilâfet ve Saltanat makamini çetin ve korkulu bir yere

sürüklediginden hükümetimin karariyle atandigimiz mintikada asayisi saglamak ve

şahane riza ve dilegime aykiri hâllerin meydana gelmesini engelleyerek ve

topyekûn korkulu şeylerin def'ine cehd ve gayret göstererek milletimin

dokunulmazligini gerçeklestirmek ve memleketimin saldirgan ellerden

kurtarilmasini saglamak için tek vücut hâlinde davranilmasini şahane selâmimla

beraber asker ve memurlara ve halka bildirilmek üzere irade ettim!»

Bu ferman, en küçük şüpheye yer birakmayacak şekilde, Millî Kurtulus hareketini

Vahidüddin'in açtigina kat'î burhandir.

Şöyle ki, bütün Osmanli tarihinde buna benzer [ bir fermanin herhangi bir

kimseye verildigi görülmüs degildir. Görülmemis olan, açikça vatan kurtariciligi

rolünün verilmesi ve bu gaye ugrunda asker, memur ve halka tek vücut hâlinde

harekete geçmesi emrinin bildirilmesine Mustafa Kemal Pasa'nin memur

kilinmasidir.

Gerçekten bu ferman, şimdiye kadar meçhul kalmis bir vesika olmadigi hâlde

hakikî mânasi ve açik delaletiyle kimsenin tam dikkatini çekmemis, yâni malûm

içinde meçhul kalmistir. Bu da, fermanin, belki açiga vurulur da Padisahin

gayreti düsman devletlerin gözüne batar kaygisiyle biraz müphem ve karanlik

yazilmasindan ve sahte bahaneyi basta göstererek kaleme alinmasindan

dogmaktadir. Fermanin bütün ruhu sonundaki şu cümlelerdedir:

«Milletimin dokunulmazligini gerçeklestirmek ve memleketimin saldirgan ellerden

kurtarilmasini saglamak için tek vücut hâlinde davranilmasini, şahane selâmimla

beraber asker ve memurlara ve halka bildirilmek üzere irade ettim!»

Böyle bir ferman, basit bir âsâyis isi için Anadoluya gönderilen bir pasaya

verilemez.

Bu ferman, ehemmiyetli kismi sona getirip birdenbire dikkati çekmemek taktigi

içinde şunu söylüyor:

—. Ğstiklâl ve masuniyeti elden gitme vaziyetine gelen millet ve vatani

kurtarmak için, asker, memur ve halk elele veriniz ve tek vücut hâlinde ileriye

atiliniz!

Bu da Millî Mücadeleyi tasarlama ve açma emrinden baska hiçbir şey olamaz ve bu

dâvanin Mustafa Kemal Pasaya ilk defa Padisah tarafindan telkin edildigine dair

riyazî kat'iyetteki senedi teskil eder.

Garip bir hayal cömertligiyle:

— Fermani Vahidüddin'e Mustafa Kemal Pasa dikte etmis olabilir!

"Denilecek olursa cevabi gayet basittir:

O hâlde Vahidüddin Mustafa Kemal Pasanin tâbi ve müttefiki demek olur ki, bu

vaziyet onun sonradan gördügü muamele ve bir vatan haini sayilmasiyle kolayca

bagdastirilamaz. Hususiyle Padisahtan böyle bir ferman almak lüzumunu hisseden

bir insanin onu, faaliyeti esnasinda kullanmasi gerekir ki Mustafa Kemal Pasa bu

fermani hiç kimseye göstermediginden fermanin kendi istegiyle alinmadigi ve

Padisahin müstakil ve mücerret iradesini temsil ettigi ortaya çikar.

Bakin bu ferman hakkinda karsi tarafin muharriri (Anadolu Ğhtilâli - Sabahattin

Selek - Sahife 190 ve 191) ne diyor:

«— Bir metin hâlinde ortaya atilan Hatt-i Hümâyûnun uydurma olmasi ihtimali

kanatimizce zayiftir. Fakat, Mustafa Kemal Pasanin bunu isine yarar bir belge

saymadigi ve hiçbir yerde kullanmadigi da muhakkaktir. Pasanin karargâhi ile

birlikte, Sivas'taki III. Kolordu Kumandanligina giden Albay Refet (Bele) Bey

bile böyle bir belgeden haberdar

olmadigini bize söylemistir.

Bu Hatti Hümâyûn dogru da olsa, Padisaha bundan bir şeref payi çikarmak mümkün

degildir. Hükümdarin söyledigi yuvarlak lâflar, herhalde Mustafa Kemal Pasanin

yapacaklarini kasdetmiyordu »

Mustafa Kemal Pasanin, bizce de kabul edildigi gibi, bu fermani kimseye

göstermemis ve hiçbir yerde kullanmamis olmasi, tezimizi zayiflatmak yerine

kuvvetlendirir mahiyettedir ve iradenin Padisahtan geldigini göstermek yerine

göstermemeyi tercih ettigine ve uygun bulduguna isarettir. Ğlk hamle ve irade

Padisahtan da gelmis olsa, onu gerçeklestirmenin şeref payi yeterken, bütün

haklari inhisar altina alici taraf tutmalar, Mustafa Kemal'i tutmak ve

degerlendirmek olamaz.

Âdet ve usûl disi olarak Mustafa Kemal Pasa'nin eline verilen ferman, onun,

millî şahlanma hareketini uyandirmak, gelistirmek ve gayesine erdirmek yolunda

Vahidüddin tarafindan Anadolu'ya gönderildigine şaşmaz hüccettir; ve ondan sonra

kendisince ismarlanan bu azametli isi yerine getirebilmenin şerefi bir insana

yeter.

Şimdi is, bes muhtesem vesikadan sonra bu vesikalarin teyidcisi ve karine

mahiyetinde, altinci, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu vesikalara geliyor:

Altinci vesika:

Daha evvelki bahislerde geçtigi gibi, Vahidüddin'in, perisan kit'alarini birakip

Ğstanbul'da toplanan genç kumandanlari yeni tâyinlerle, birlikleri basina

göndermesi ve ardindan hemen kiymet hükmünü belirtip «yoksa hâlimiz Endülüs'e

döner; bir şey yapabilmek için bu kumandanlarin kit'alari basinda olmalari

lâzimdir!» demesi, Millî Hareketi o zamandan tasarlamaya basladiginin muhkem

karînesidir.

Yedinci vesika:

Eski yaver Ali Nuri Beyefendinin, Anadolu hareketi sirasinda Vahidüddin'in tavir

ve edasina dair verdigi kat'î ve emin bilgidir. Onu dinleyelim:

«— Vahidüddin, Anadolu hareketine ait zafer ve muvaffakiyet haberleri geldikçe,

saadetinden ne yapacagini bilemezdi. Nitekim Dumlupinar zaferinde, selâmlik

resmi, Padisahin emriyle, Yildiz camii yerine Sultan Selim camiinde ve ihtisam

içinde yapildi ve şehitlerin ruhuna Fatihalar okundu. Bâzi rîc'at ve arazi

kaybetme ânlarinda o kadar üzülürdü ki, duydugu aciyi belirtmek kabil degil...

Kendisinde askerî bir kültür ve anlayis mevcut degildi, fakat böyle ânlarda

hiçbir iyi tefsir ve izahi kabul etmezdi. Sakarya müdafaa ve çekilmesi sirasinda

üzüntüsü son haddine varmis ve Ankara'nin düsmesi ihtimaline karsi korkusu, onu,

çilgina çevirmisti. Beni çagirip izahat istedi. Her zamanki tas basmasi haritayi

açip vaziyeti izaha çalistim. Düsmanin asil menzilinden çok uzaklasmis

bulundugunu, bu hâlin askerlikçe makbul bir vaziyet olmadigini, er veya geç,

yunanlilarin bu ihtiyatsizligi çok agir ödeyeceklerini ve ümitsizlige düsmemek

gerektigini anlattim. Kabul etmedi ve şöyle dedi: (Anadolu'nun yarisi gitmis

vaziyettedir. Yunanlilar aileleriyle gelip buralara yerlesebilirler. Ümidim

zayifliyor ve istirabim tahammül hududunu tasiriyor. Dayanamiyorum!) Bu sözlere

mukabele ederek, Yunan ordusunun bir asiret ordusu olmadigini, bütün ordu

unsurlarinin, çoluk - çocuklarini Yunanistan'da birakmis olduklarini ve asla

beraberlerine alamiyacaklarini, ana üs çevresinden bu kadar uzaklasmakla her gün

biraz daha zayiflamaya dogru gittiklerini ve elbette millî kuvvetlerimizin bir

gün bu durumdan faydalanacaklarini ileriye sürdümse de Sultani tatmin ve teselli

edemedim. Askerî vaziyette en küçük fenalik onu nasil kahredip yaraliyorsa, en

küçük iyilik de saadetinden uçacak hâle getiriyordu. Sultan Vahidüddîn, Kuva-yi

Milliyecilere karsi olmak veya ihânet olmak şöyle dursun, en büyük korku ve

istirabini onlarin mücadeleyi kaybetme ihtimalinde yasiyordu. Bu duygusunda da

son derece samîmiydi. Onun çektigi aciyi tarihte hiçbir hükümdar çekmemistir.

Milli mücadeleye karsi belli basli bir zümrenin takindigi menfi tavirla

Vahidüddin'deki namütenahi müspet tavri birbirinden ayirmak ve tek tek

görebilmek lâzimdir.»

Sekizinci vesika:

«Sarikli Mücahitler» ismiyle, Kadir Misiroglu tarafindan yazilan ve basilan

eserde, Şehzade Mahmut Şevket Efendiye ait beyan, sarayin, Millî Mücadele ugruna

Mustafa Kemal Pasaya ettigi yardimin Ğstanbul'dan hareketinde verdigi ve

verdirdigi meblâglardan ibaret kalmayip sonradan ve hareketin baslangiç

zamaninda yüzbinlere ulastigini ve yarim milyona yaklastigini belirtmektedir ki,

bugünün deger ölçüsüyle 100 milyonluk bir kiymet ifade eder ve Millî Mücadeleyi,

ilk merhalede, dogrudan dogruya Padisah iradesine baglar.

Dokuzuncu vesika:

Sadece bir karîne olarak, bazi tarihçilerin şahsî görüs ve kanaatlerinden ibaret

ve bütün olup bitenlerin fikir adamlari üzerindeki intihalarini gösterici umumî

hükümler...

Mustafa Kemal Pasanin, kendisine bizzat hâtiralarini anlattigi tarihçi Enver

Behnan Şapolyo'ya, Hava Yollari Ankara terminal binasinda ve birkaç Büyük Dogucu

genç huzurunda sordum:

—- Sen, Mustafa Kemal Pasanin, Ğstiklâl Savasini açmak üzere Anadolu'ya

Vahidüddin tarafindan gönderildigini kabul ediyor musun? Cevabini nesredecegim!

Cevabi iki kelimelik oldu:

— Kabul ediyorum!

Muharrir Tekin Erer şu karsiligi verdi:

— Bu herkesçe malûm bir hakikat!... Bunun yazisini da yazdim!

D'aha ismini sermek isteyen ve istemeyen nice ilim ve fikir adami ayni

kanaattedir ve aralarinda meslegi tarihçilik olan profesörler de vardir.

Bu umumî karineden de hususî mânâlar devsirmek hakkimizdir.

Sira, inanilip inanilmamakta herkesi serbest tutan ve sihhatini ancak yukaridaki

vesika ve karinelerle birlikte mütalâa edilmek metodunda bulan şahsî kurcalama

ve arastirmalarima ve bunlarin sagladigi iki muazzam tespite gelmistir.

Onuncu vesika:

Maresal Fevzi Çakmak'tan dinlediklerim... Kaydetmistim ki, ben, Maresali,

damadi, Paris'te tahsil arkadasim Burhan Toprak vasitasiyle tanimis, tez zamanda

büyük teveccüh ve itimadina mazhar olmus ve kendisiyle, ileri geri, her şeyi

konusabilecek bir ruh sarmas - dolasina ermistim. Bu sarmas - dolas o kadar

derindi ki, Ğkinci Dünya Savasinin baslarinda bir gun, sirtimda süvari tegmeni

üniformasi, Genel Kurmay dairesinde, Maresali, sonradan bir fikramda yazdigim

gibi, şu korkunç davete muhatap tutacak kadar ileriye gitmistim:

— Memleket harbe girmedigi hâlde ruhî, ahlâkî, idarî, iktisadî bir felâket

uçurumuna düsmüs bulunuyor! Avrupa gazeteleri hâlimizi bir «cinnet» ifadesi

olarak kaydediyor ve bizi kopacak bir ihtilâlin bütün sirlarini tamamlamis

sayiyor. Bu vaziyette niçin orduyu harekete geçirmiyor ve bu gidise «dur!»

demiyorsunuz?

Derin bir iç çekisinden sonra Maresal şu mukabelede bulunmustu:

.— Ben Yeniçeri degilim!

— Pasam! Yeniçeriligi kaldirmak için bile bir kereci'k Yeniçeri olmaya mecburuz.

Münasebet derecemi anlatmak için kaydettigim hu konusmadan birkaç yil evvel

Maresal'in Çankaya'daki köskündeyiz... Maresal, ben ve damadi Burhan Toprak...

Maresale diyorum ki:

— Ben Vahidüddin'e vatan haini diyemiyorum. Aksine, onun cihanda esi görülmemis

bir talihsiz ve mazlum oldugu kanaatindeyim. Siz o devrin baslarinda Erkân-i

Harbiye-i Umumîye Reisi oldugunuza göre birçok şey bilmek mevkiindesiniz.

Vahidüddin, Millî harekete, basindan sonuna ;kadar aleyhtar bir insan miydi,

yoksa, aksine, Mustafa Kemal Pasayi bu gayeye sevk ve tesvik eden kimse mi?

Maresal hemen bana gözlerini dikti ve dâvudî sesiyle gürledi:

—. Kim söyledi sana, bu dâvada Vahiddüddin'in böyle bir rolü oldugunu?

Maresalin bu cevabi, mes'eleyi bîr nevi kabul eder mahiyetteydi amma, açik bir

sarahatten mahrumdu.

— O zamanki hâdiselere yakin insanlar arasinda böyle bir söylenti var! Hattâ

sizden, bu ise lâyik genç kumandanlarin listesi istenmis...

— Dogrudur; benden böyle bir liste istendi; fakat ne için oldugu bildirilmedi.

Sadece, genç, muktedir ve büyük tesebbüslere müstait kumandanlar kaydiyle

istendi.

— Bu, Millî Kurtulus Savasini açtirmak için bir kumandan arandigina karîne

teskil etmez mi?

— Orasini bilemem!

— Verdiginiz listede Mustafa Kemal Pasa var miydi?

— Hem de en basta...

— Ne mütalâa yürüttünüz adinin yaninda?.,,

— Gereken neyse onu...

— Eger bu bahis sizi sikiyorsa sormakta devam etmeyeyim!

— Yooo! Sorabilirsin!

— Millî Mücadeleyi açmak fikri ilk defa kimin tarafindan ileri sürülmüstür?

— Mustafa Kemal ve Cevat Pasalarla ben, bir gün Beykozdaki evimde bulustuk. Sual

şuydu: Vatan nasil kurtarilabilir? Benim tezim (gerillâ) harbiyle mukavemete

devam etmek ve çete savaslari vererek düsmani yipratmak ve nihayet usandirmakti.

Fakat muntazam askerî teskilât ve düsman karsisinda cephe kurmakla bu dâvanin

halledilebilecegini sanmiyorduk. Çete harpleri bütün vatanin istilâsini davet

etse de bize son çare görünüyordu. Mustafa Kemal Pasa ise hükümet içinden Riyasi

direnmeler ve göz korkutucu tavirlarla bir netice alinabilecegi, hiç olmazsa

sulh şartlarının hafifletilebilecegi kanaatindeydi.

— O hâlde topyekûn bir millî şahlanma hareketini Önceden tasarlamis degildi.

— Önceden veya sonradan; hareketi meydana getirdi ya.

— Benim için, tespite muhtaç nokta, ilk fikir ve hamlenin, Vahidüddin ile

Mustafa Kemal Pasa'dan hangisine ait bulundugu ve Padisahin, millî hareketi

tesvik ve telkin eden bir insan mi, yoksa ona zit ve düsman emellerine bagli bir

vatan haini mi oldugudur?

Maresal, sik - bogaz edilircesine hakikati söylemeye mecbur edildigi, kusatma

hareketine benzer sualler karsisinda son sözünü söyleyip bahsi kapatti:

— Ben Vahidüddin'i vatan haini kabul edemem! Son sözüm bundan ibaret... Baska

bir şey de söyleyemem !

Damadi Burhan Toprak da ilâve etti:

— Maresal her şeyi söylemis oldu. Bahsi burada keselim!

Maresalden sonra sira şu vesikada:

11, — Refet Pasa'dan dinlediklerim...

Ben Refet Pasayi; Ğstanbula Millî Şahlanma Hareketinin ilk temsilcisi olarak

gelip, halkin, ayak tozuna kapandigini gören şu zarif ve ;asîl ruhlu Generali,

1924 yilinda, 20 yasinda bir Üniversite talebesiyken ve «Vakit» gazetesinin kisa

bir müddet Ankara muhabirligini üzerime almis bulunuyorken tanidim. O

zamanlarin, kömürle mi, odunla mi, neyle isledigi belli olmayan ve Ğstanbula 30

saatte varan trenlerinden birinde, yirtik, kirmizi kadifeli birinci mevki

kompartimaninda tek basima oturur ve hareket saatini beklerken birdenbire kapi

açildi ve içeriye ince astragan kalpakli, ince yüzlü ve narin yapili bir insan

girdi.

Hemen ayaga kalkarak, Ğstanbul'a geldigi zaman (Darülfünun - Üniversite

salonunda bir hitabe vermis olan ve bu bakimdan şahsiyle tanidigim Refet Pasayi

hürmetle selâmladim ve kendimi takdim ettim:

— Vakit gazetesi Ankara muhabiri...

Gayet memnun ve gülümser bir yüzle mukabele etti:

— Size rastlamaktan bahtiyarim! Akli basinda bir gazeteciyle seyahat etmek ve

dertlesmek firsatini buldugum için çok sevindim!

O tarihlerde Refet Pasa birkaç fikirdasiyle kurduklari (Rauf Bey, Ali Fuat ve

Kâzim Karabekir Pasalar) «Terakkiperver Cumhuriyet Partisi»nin erkânindan

bulunuyor ve muhalefeti şakadan kakaya götürür gibi bir tavir tasiyordu.

Kendisiyle trende en asagi 12 saat dertlestik. Maresale belli basli bir tez

etrafinda sordugum suallere karsilik Refet Pasa kendi kendisine konustu ve en

derin saffet içinde baslayan Millî Şahlanma Hareketinin, zaferden sonra, onu

(dejenere) eden, (tereddiye götüren) bir parti kadrosu ve istismarci hizip eline

geçmek üzere bulundugundan yakindi, Şöyle diyordu:

— Mustafa Kemal, bu dâvayi zafere kadar gerçek bir (idealizm) plâninda

yürütmüstür. Tasidigi kumandanlik ve liderlik vasiflarindan ise kimsenin şüphe

etmesine imkân yoktur. Fakat zafer kazanildiktan sonra etrafinda öyle bir

dalkavuk halkasi peydahlanmis tir ki ister istemez onu tesiri altina almis ve

bütün suç bu halkada olmak üzere rejimin havasini bulandirmistir. Benim bütün

hincim iste bu dalkavuklar halkasinadir.

Ve saatlerce hâtira ve tenkit... Tren Eskisehir garina girerken, kimsecikler

görünmeyen istasyon meydanini göstererek dedi ki:

— Millî Müdafaa sirasinda bu istasyonda bana yapilan merasimi hatirliyorum da şu

ânin tenhaligi karsisinda zamanin inkilâplarina ibret ve dehsetle bakiyorum. Bu

dünya ve onun sahte kiymetleri kimseye baki degil!..

Sonra birdenbire dogrularak ilâve etti:

Şu, îtalyada sürünen Vahidüddin'in encamina bak! Bu talihsiz hükümdar,

vatanini kurtarmak için elinden geleni yapmis amma sonunda kimseye yaranamamis

olmak şöyle dursun, ismi vatan hainine çikarilmis bir bedbahttir. Ben onun,

Mustafa Kemal'i bu ise sevk ve tesvik eden tek adam oldugunu yakindan biliyorum.

Elbette bu hakikat bir gün tarihe intikal edecektir.

Refet Pasa, o gece daha öyle şeyler anlatti ki, hiçbirini kaydetmeye imkân

yok...

Kendisine 30 küsur yil sonra Ankara Palas'ta rastladim. Daima ayni zarafet ve

ruh tamamligi içinde bu cin gibi ihtiyar, masamda ve bir kaç şahidin huzurunda

(hepsi hayatta) hâtiralarini Büyük Dogu'ya yazmasi ve bilhassa Vahidüddin

mevzuunu ele almasi yolunda ettigim teklife şu cevabi verdi:

— Necip Fazil!.. Benim bir ayagim çukurda... Deger mi Ömrümün son günlerinde

gençlere mahsus bir dâvaya kiyam edip örselenmeye... Sen açtigin ve bayragini

tasidigin yolda devam et! Ama benden bir şey bekleme! Tezini ve 1951 Büyük

Dogu'larinda nesre basladigin Meclis zabitlarini biliyorum. Benim bu bahiste

sözüm tek cümleden ibarettir ve şudur: Sultan Vahidüddin Birinci Dünya

Savasindan sonraki felâketi, millette hiçbir ferdin hissedemeyecegi mikyasta

derinden duymus, vatanin kurtarilmasi yolunda genç kumandanlari Anadolu'ya

dagitmis ve bu isin basina geçmesi için de maddî ve manevî her fedakarligi

göstererek Mustafa Kemal'i seçmis ve onu Anadolu'ya göndermis olan insandir!

Tarih, Ğlâhî adaleti hâdiseler üzerinde o türlü tecelli ettiren bir ilimdir ki,

günü geldigi zaman, benim gibi insanlarin hâtira defterlerinden kefenlerine

kadar her şeylerini sorguya çekerek hakikati tespit etmeyi bilir. Şimdilik bizi

birakin da mezarimiza kavgasiz ve dâvâsiz gidelim!

Basli basina ve en selâhiyetli agizdan şahadet teskil edici tarzda, sahibinin

meydana çikmak istemeksizin ortaya attigi bu sözler, 1965'de yayinlanan mahut

«Anadolu Ğhtilâli» isimli eserde Refet Pasanin portresi çizilirken âdeta teyit

edilmektedir: Sahife 330:

«Görev kabul edip Mustafa Kemal Pasa ile birlikte Anadolu'ya gelmesi, isteksiz

bir şekilde de olsa «Amasya Kararlari»na imza koymasi, Albay Refet Beyi Kuvay-i

Milliye liderleri arasina sokmustur. Hükümete karsi olmaya pek hevesli

görünmedigi, daha kolordusunun basina geçmeden belli oldu. Fakat bir defa ok

yaydan çikmisti. Bir hayli düsünmüs olmasina ragmen, geri dönemezdi. Bu sebeple

kendisini Anadolu alaylari içinde, birkaç ay müddetle bocalar hâlde görürüz.

Mustafa Kemal Pasanin basladigi isin çikar yol olduguna inanamiyordu. Pasaya

karsi da fazla güveni yoktu.»

Sahife 131, 132:

«Büyük zaferden sonra Mustafa Kemal Pasa basina gaile açabilecek bir kumandan

seçmek istemedigi için, Ğstanbul'a ilk giren kumandan olmak şerefini de Refet

Pasaya birakmistir.

Refet Pasa, tam anlamiyle oportünist bir tiptir Fakat Şef, onun nerede

kullanilacagini biliyordu. Bunun içindir ki, Millî Mücadele devrine mahsus

muhasebede, Kefet Pasanin faaliyeti, herseye ragmen olumlu bir sonuç

vermektedir.

Refet Pasanin Mustafa Kemal Pasa ile olan iliskisi, Kâzim Karabekir Pasanin

Mustafa Kemal Pasa ile olan iliskisini andirir. Şefin şefliğini reddedememek,

fakat Şefe fazla güvenmemek, Şef üzerinde Kendi agirligini daima hissettirmeye

çalismak ve kendisini ikinci adam yerine lâyik görmek şeklinde

özetleyebilecegimiz bu iliski zafere kadar sürdü.

Refet Pasaya Mustafa Kemal Pasa ile ilk anlasmazliga düstügü mes'elenin hangisi

oldugunu sorduk. «Hiçbir zaman anlasamadik» cevabini verdi Refet Pasa, Kâzim

Karabekir Pasanin Dogu seferini tesadüfi ve ucuz bir zafer olarak kabul ediyor.

Karabekir Pasayi, Ali Fuat Pasayi, Rauf Beyi begenmiyor ve küçümsüyor.

Hâtiralarini yazmayisinin sebebini de şöyle açikliyor: (Yalanci kahramanlari

nasil ortaya dökeyim? Herkesle dögüsecek degilim ya...) Sözü geçtikçe, Mustafa

Kemal Pasadan (Yaman adamdi) diye söz etmesine ragmen, Milli Mücadelenin

kazanilmasinda en büyük şeref payini Refet Pasa kendisine ayirmaktadir.»

Hiçbir kiymet hükmü koymaksizin bize ve dünya görüsümüze aykiri muharrirden

aldigimiz bu satirlar, Refet Pasadan dinlediklerimizin, söylenmis söz olarak

aynen vâki oldugunu zit kiyas yoluyle ispat eder. Bu sözlerdeki hakikat

derecesine gelince, onun da takdiri, bunca vesika ve karineden sonra okuyucuya

ve tarihe aittir.

Şahsımıza vâki beyan ve ifsalar arasinda, bir de, eski kumandanlardan Çolak

Selâhaddin namiyle ve üstün ahlâk ve faziletiyle taninmis, Ğlk Mecliste Mersin

Meb'usu ve «Ğkinci Grup» üyesi bir zât vardir ki, îstiklâl Savasinin saffet ve

asliyetini kaybetmemis ve asla nefs hirsina düsmemis büyük kahramanlarindan biri

oldugu hâlde namsiz ve nisansiz birakilmis ve şu anda yine namsiz ve nisansiz

mezarinda, Allah dostlarina mahsus bir unutulmusluk şiarı içinde istikbalin

gerçek tarihçisine kalmistir.

1949 Büyük Dogu'larinda hâtiralarini yayinlamak için Harbiyedeki evinde ziyaret

ettigim ve tasidigi yüksek şahsiyete hayran oldugum bu eski kumandan, bana,

kelimesi kelimesine şöyle demisti:

«— Ben sizin cesaretinize şaşıyor ve dâvanizda muvaffak olmaniz için dua

ediyorum. Fakat ben ayni cesarete malik degilim. Her şeyi bilen ve Millî

Mücadeleyi basindan sonuna 'kadar her safhasiyle taniyan bir insan olarak,

hâtiralarimin ancak ölümümden sonra nesrini istemek ve hayattayken rahatsiz

edilmekten kaçinmak zorundayim!»

O gün muhterem bir hanimefendi intibaini veren kerimelerini de selâmlamak

şerefene nail oldugum bu ulvî zâtin bilgilerini tarihe arzetmek vazifesi, geride

biraktigi aile efradina düsmektedir.

Şimdi is, hakikati simsiki tesbit eden bu 11 vesika ve karineden sonra, bizzat

Mustafa Kemal Pasanin dilinden ve kaleminden çikma son bir vesikaya dayanmis

bulunmaktadir ki, delâletindeki ehemmiyet ve kiymet bakimindan bin kere

üstündür. Ona, vesikalarin vesikasi ismini lâyik görüyor ve artik onunla beraber

bütün ispat unsurlarini bir arada mütalâa edip kat'î hükme baglama mevkiinde

bulunuyoruz.

VESĞKALARIN VESĞKASI VE HÜKÜM

Vesikalarin en büyügü, 11 adet belge içine almadigimiz ve birdenbire (sürpriz)

tesiri yapmasini bekledigimiz bir tanesidir ki, Mustafa Kemal Pasanin Anadoluya

Millî Hareketi körüklemek için Padisah tarafindan gönderildigini teyit ve itiraf

edici, mahiyette bizzat kendisince saraya çekilen bir telgraf ve bu telgrafin

Birinci Millet Meclisinde okunan ve zapta geçen metninden ibarettir.

«T.B.M.M. Zabit Ceridesinin (cilt 1 - Ğkinci basilis - sene 1940) 4 ve 5 inci

satirlari aynen şöyledir:

«— Dilhâh-i mikdârilerinden mülhem azm ve iman ile vazife-i âcizanemde müdavim

bulunuyorum.»

Aynen sadelestirilmis şekli:

«— Mülk ve memleket sahibi zât-i şahanelerinin arzu ve dileklerinden aldigim azm

ve iman ile âciz vazifeme devam etmekteyim.»

Bu satirlar, Mustafa Kemal Pasanin, Samsuna çikisindan kisa bir müddet sonra ve

Ğngilizlerin kuskulanmasiyle Harbiye Nâziri Şevket Turgut Pasa tarafindan

Ğstanbul'a davet edilmesi üzerine saraya çektigi uzun telgraftan basit bir

cümledir ve birden dikkat çekici mahiyette degildir. Halbuki her şey bu cümlenin

içinde...

Mustafa Kemal Pasa, 24 Nisan 1336 (1920) Cumartesi günü sabah saat 10'da Meclis

kürsüsüne çikiyor ve zabit ceridesinin:

«Ankara Meb'usu Mustafa Kemal Pasanin Mütarekeden Meclisin açilmasina kadar

geçen zaman zarfinda cereyan eden siyasî ahval hakkindaki nutuklari»

Diye kaydettigi ilk mufassal konusmasini yapiyor.

Bu konusmada, Anadolu'ya gönderilisini:

«— Mülki ve askerî hususatla muvazzaf olmak üzere Ordu Müfettisligine tayin

edildim. Bu teveccühü din ve mîllete hizmet etmek için en büyük bir mazhariyet-i

îlâhiyye addeyledim.»

(Zabit ceridesi - sahife 9 - satir 4, 5, 6, 1, 8) Şeklinde gösterdikten sonra,

19 Mayis 1919'dan 24 Nisan 1920'ye kadar 11 aylik hâdiselerin bilançosunu

çiziyor.

Ankarada, eski Millet Meclisine giden Ğstasyon caddesinin basindaki, eski zaman

yapisi, genis çatili ve Ittihatçilarca uydurulmus sözde Türk mimarîsi tipli tas

bina... Üyeleri arasinda birçok sariklinin bulundugu ilk Meclis bu binada

yuvalanmistir. кte, Hacibayramda kurbanlar kesilerek ve ayni binanin önünde

eller semaya kaldirilarak edilen dualardan sonra, 24 Nisan günü ilk Türkiye

Büyük Millet Meclisi, siyah astragan kalpaklarla beyaz sariklarin ve birkaç

kirmizi fesin kokteyli hâlinde bu binada ikinci içtimaini yapmakta ve henüz

Padisahlik idaresine karsi bir isyan tavri almamis, aksine, her şeyi Saltanat ve

Hilâfeti kurtarmak gayesine baglamis olarak, millî kiyamin önderi, genç Pasayi

dinlemektedir

Pasa, biraz evvel görüldügü gibi, Anadolu'ya geçisini din ve millet ugrunda

yüklenilmis bir vazife Kabul edip bu vazifeyi Padisahin dilhâhi (iç dilegi)

atarak kendisine verilmis bir memuriyet şeklinde göstermekte... Bu vaziyette,

Padisah tarafindan degil de, onun hükümetince Ğstanbul'a dönmeye zorlanacak

olursa istifa edip milletin sinesinde kalacagini ve millî kiyam yolunda daha

belli adimlarla tek basina yürüyecegini telgrafinda Sultana bildiren Pasa ayni

telgrafta sözü şöyle bagliyor:

«— Tâ ki, millet mazhar-i istiklâl ve saltanat ve hilâfet-Ğ muazzama-i

hümâyûnlari masûn-u indi'a olsun!.. Lâyezal sadakati âbidânemi daima innteza-yid

olduguna itimad-i şahanelerini arz ve istirhama mücaseret eylerim.»

Aynen sadelestirilmis şekli:

«— Tâ ki, millet istiklâline kavussun ve muazzam saltanat ve hilâfetleri

çökmekten korunsun!.. Düsmez ve küçülmez, kulca sadakatimin her ân arttigina

şahane itimadinizi dilemege cesaret gösteririm.»

Denilebilir ki:

— Mustafa Kemal Pasanin telgrafta kullandigi «dilhâh» kelimesi Padisahin

dogrudan dogruya Anadolu hareketini açmak üzere verdigi bir emir mânasina gelmez

ve sadece azm ve iman yolunda mücerret bir dilekten baska bir şey belirtmez. O

günlerin politikasi olarak da Padisaha böyle hitap etmek icap eder. Eger bu

delâlet, ferman ve irade şeklinde Mustafa Kemal Pasaca kabul edilseydi mes'ele

kalmazdi. Öyle mi? O hâlde Mustafa Kemal Pasanin, Anadolu'ya gönderilisini

ferman ve irade üstü bir telkinle vâki kabul ettiginin mutlak ispatina geçelim:

Bahis mevzuu telgrafin suretini, Birinci Mecliste okunmasindan tam 7 ay evvel 24

Eylül 1335 (2919) tarihinde «Irade-i Milliye» gazetesi nesretmistir. Orada

«dilhâh» kelimesi yerine «ilka» lâfzi vardir. îlka; yâni bir şeyi koymak, bir

fikri asilamak, bir mânayi ruha sokmak.

Böyle bir mürettip hatâsi olamayacagina göre, anliyoruz ki, Vahidüddin, Mustafa

Kemal Pasanin bizzat kullandigi kelimeyle ona Anadolu'ya geçmek fikrini ilka

etmistir. Bu da millî kiyami hazirlamak vazifesinden baska bir şey olamaz.

Ortaya serdigimiz 11 belge ve bu son vesika bir araya gelince hüküm, basta

belirttigimiz ölçünün neticede gerçeklesmesinden ibaret kaliyor:

VAHĞDÜDDĞN OLMASAYDI TÜRK ĞSTĞKLÂL SAVASI OLMAYACAK VE KURTULUS

SAGLANAMAYACAKTI...

Ve bu hükme bagli ölçü:

Ğlk defa Padisah tarafindan düsünülen vatan kurtariciligi çapinda bir isin ondan

sonraki tatbikatinda kazandigi basari, muhakkak ki o tatbikatin sahibine aittir;

ve isin ilk defa Padisah tarafindan düsünülmüs olmak kiymeti, o isi yerine

getirenlerin kiymetini kendi Öz siniri içinde eksiltici degildir. Tarih herkesi

kendi Öz payi içinde göstermeyi gerektirir.

ЪĞN BUNDAN ÖTESĞ;

Bana sorarsaniz bu eseri kalemime ilham eden saik burada tamamlanmakta ve

insasini nihayetlendirmis bulunmakta... Ötesine yazmasak da olur. Bir

zaviyesiyle iki çizgisi tespit edilen bir müsellesin üçüncü çizgisini çekmek

lüzumsuz denilecek kadar basittir. Bu üçüncü çizgide belki tarihî hikâye, hâdise

ve bilhassa Vahidüddin'e isnat edilen hiyanetler olarak merak ve

cevaplandirilmaya deger birçok şey vardir. Fakat topyekûn hâdiseleri tasarruf

altina alan ana tezden, Millî Hareketi dogrudan dogruya Vahidüddin'in açtirdigi

tezinden ve bunun ispatindan sonra gerisi, bütün zenginligine ragmen ikinci

plânda kalmaya mahkûmdur. Zira Vahidüddin'e ait müspet cephe ortaya çikinca,

artik onun Millî Hareketi bogmak, Mustafa Kemal ve arkadaslarini ölüme mahkûm

ettirmek, hattâ bir Ğngiliz harp gemisine atlayarak vatanini terketmek gibi

hâllerini kisa izahlarla kiymet hükümlerine baglamayi ve bu isnatlarin altindaki

tarih ve hakikat tahrifçiligini göz önüne sermeyi herkes becerebilir. Bu

bakimdan isin bundan ötesini, artik tahlil yerine terkipçi bir şiveyle, hizli

bîr sinema şeridi hâinde takip edebiliriz.

GĞDĞS

Mustafa Kemal Pasanin Samsun'a gidisi esnasinda bindigi köhne vapurun bir

îngiliz torpidosu tarafindan takip edildigi ve batirilacagi hakkindaki nakiller

bastan basa uydurmadir. Bunu, eski yaver Ali Nuri Beyefendi, tam bir mantik

çemberi içinde yakalayip yalani şöyle tespit etmektedir:

«— Nasil olur? Mustafa Kemal Pasa Ğngilizlerin bilgisi ve Şark Ordusunu

silâhsizlandiracagi bahanesi altinda yola çikmisti. Herkesin gözü önünde yola

çikti ve rahat rahat gitti. Hem Ğngilizler onun bindigi hantal tekneyi tutmak

isteselerdi, saatte 3 mil giden bir nakil vasitasini 35 mil yol alan

terpidolariyle yakalayamazlar miydi?»

SALTANAT ŞÛRASI

Mustafa Kemal Pasanin Samsun'a hareketinden tam 10 gün sonra, sarayda, memleket

ilim, siyaset ve fikir adamlarindan büyük bir meclis kuruluyor, îsmi «Saltanat

Şûrası»dır ve yurdun kurtarilmasi yolunda alinacak tedbirleri müzakere

edecektir.

Vahidüddin, gayot mahzun birkaç cümleyfe toplantiyi açip reisligini Sadrâzam

Pasaya havale ettikten sonra içtima salonunu terkediyor ve hususî dairesine

çekiliyor.

Baskâtibi dinleyelim:

«— Müsarünileyh (Padisah) Meclisten çikarak, Abdulmecid Efendi de koltuguna

girerek, orta kattaki daire-i hususiyelerîne avdet etmek üzere melûl ve mahzun

bir halde servis merdiveninden inerken iki gözünden yas akip, karilar gibi

agliyorum, diyordu.» (Görüp кittiklerim - Sahife 216)

Saltanat Şûrasının, servis merdivenlerinden aglayarak inen büyük mustaribe ait

şu acikli tablodan baska, mühim ve gösterilmeye deger bir taraf yoktur. Hakikat

şundan ibarettir ki, o günkü Türkiyede, muhterem sarayinin hizmetçilere mahsus

servis merdiveninden inerken «karilar gibi agliyorum!» diyerek yirtinan

Vahidüddin'den baska, milletin derdini ayni çapta hissedici ikinci bir adam

mevcut degildi.

SULH KONFERANSI

Haziran 1919 basinda Paris'te toplanacak olan Sulh Konferansina resmen davet

ediliyoruz. Padisah ve Sadrâzam bu daveti millî mevcudiyetimizin kabulü mânasina

alip bir müjde telâkki ediyorlar. Korku o kadar büyüktür ki, Türkiye'yi

konferansa çagirmayip fiilen taksim edebilirler kaygisi hüküm sürmektedir.

Türk murahhas hey'eti üzerinde bir sürü münakasa ve mücadeleden sonra nihayet

Sadrâzam Ferit Pasa reisliginde bir kadro kurulabiliyor ve bunlar bir Fransiz

harp gemisiyle Marsilya yolunu tutuyorlar.

Padisahin Ferit Pasaya itimadi o kadar zaif ve buna ragmen onu kullanmasindaki

zaruret hem insan bulamamak, hem de düsman tazyiki bakimindan Öyle kuvvetlidir

ki, kendi kendine akip giden hâdiselere uymaktan baska bir şey yapamiyor ve

Sadrâzamin arkasindan bir nevi murakip vazifesiyle Tevfik Pasayi gönderiyor. O

da bir hafta sonra bir Ğngiliz harp gemisiyle hareket edip Ferit Pasanin pesine

düsüyor.

Birbirine rakip ve halef selef vaziyetindeki bu iki zâtin Fransa'daki

vaziyetleri ancak (traji - komik : güldürücü hâile) tabiriyle

ifadelendirilebilir. Şimdiye kadar hiçbir tarih kaynaginin kaydetmedigi bu

vaziyeti, Tevfik Pasa mahdumu eski yaver Ali Nuri Beyefendiden dinleyelim:

Eski yaver, Ferit Pasanin arkasindan babasi Tevfik Pasanin gönderilisini ve

Paris'teki garip manzarayi şöyle anlatti:

«— Ferit Pasanin reisligindeki murahhaslar hey'eti, 6 Haziran 1919 günü (Lâ

Demokrasi) adli Fransiz zirhlisiyla Marsilyaya hareket etti. Bir hafta sonra,

arkalarindan babam, beni de yanina alarak bir Ğngiliz torpidosiyle ayni yolu

tuttu. Paris'te garip bir manzaraya şahit olduk. Bizi (Versay) taraflarinda

(Monteklen) isimli bir şatoya kapattilar Âdeta tutuklanmis gibi bir hâlimiz

vardi. Albay (Hanri) isimli bir Fransiz zabiti nezaretimize memur edildi. Bize

«resmî hey'et burada ve is basinda; siz de misafirsiniz!» dediler. Meger Ferit

Pasa, babamdan gocunarak, Fransa hükümetine hakkimizda garip ve (romantik) bir

nota verip bizim kendilerinden tecridimizi istemis... Bu notada, birtakim iç

meselelerimizin tasviri, Arap ve Arnavut milliyetçiliginin reklâmi gibi alâkasiz

ve mânâsiz kisimlar varmis... Ben size bir şey söyleyeyim mi?.. Ferit Pasa da

vatan haini degildir. Sadece bir muvazenesiz, ne yaptigini bilmeyen bir adam...

Vahidüddin'e gelince ona vatan haini demenin hakikatle en küçük istirak noktasi

bulunamaz.»

Sulh Konferansinin nasil geçtigi, Türkiye'ye nasil bir harita çizdigi ve ne

şekilde imzalandigi dis çizgileriyle kaba bilgi olarak herkese malûm...

BĞR LEVHA

O siralarda sarayda geçmis bir hâdise vardir ve ortaya çikardigi ruhî delâlet o

kadar derindir ki, Millî Şahlanış Hareketi karsisinda Vahidüddin'in bütün ruh

haletini ve tutumunu tek basina ifsa kuvvetindedir.

«Görüp isittiklerim» isimli eseriyle Baskâtip Fuat Türkgeldi'den ögrendigimize

göre (Sahife 226) bir Ramazan günü sabaha karsi Yildiz sarayinda harem

dairesinden yangin çikiyor. Nisantasinda oturan Baskâtiple «Serkarîn» unvanli

basmabeyinciyi uykudan kaldirip hâdiseyi haber veriyorlar. Ğki saray mensubu

nakil vasitasi bulamadiklarindan, kolkola verip tabanvayla Yildiz'a kadar

gidiyorlar. Hem de hizlica bir yürüyüsle bir saatlik yol... Sarayin en üst

rütbede iki mensubunun nakil vasitasi bulamayip ihtiyar hâllerinde yaya olarak

saraya kosmalarindaki sefalete dikkat edin!..

Variyorlar!,. Hâlâ vaziyetten ne hükümetin, ne belediyenin haberi, ne de

bunlarin aldigi bir tedbir var... Ortada, Türk olarak bir tulumbaci bile mevcut

degil. Buna mukabil düsman donanmasinin itfaiyesi, yangini görür görmez hemen

kosmus ve sarayi kurtarma, yangini söndürme faaliyetine girismistir.

Ne hazin manzara ve nam ve hesabimiza yine ne korkunç sefalet!...

Padisah, gecelik entarisinin üstüne bir pardesü geçirmis, istiraplarin en

keskinini ilân eden gözlerle yangini seyrediyor. Yangina o kadar yakin yerdedir

ki, ayri bir müsahidden dinledigimize göre biyiklarina kivilcimlar düsüyor. O

sirada saray bekçilerinden biri hüngür hüngür aglamaya baslayarak Padisaha hulûs

çakmak istiyor. Bir taraftan sarayi yanan ve imdadina düsman itfaiyesinden baska

kimse gelmeyen bir taraftan da maiyetinin sahte göz-yasLariyle aglamasindan

gayri bir alâka görmeyen Padisah, nihayet, bütün vatan semasina mahya gibi

çekilmeye deger şu sözü söylüyor:

«— Benim milletimin ocagi (evi) alev almis yaniyor! Ben onu düsünüyorum!

Sarayim, kendi evim yanmis, ne ehemmiyeti var!»

кte Vahidüddin, topyekûn Vahidüddin bu sözün içindedir; ve gözleri önünde

nisanlarina ve iç çamasirina kadar her şeyi yanip kül olurken, biyiklarinin

üstüne yagan kivilcimlar altinda vatan yanginini nasil söndürebilecegini

düsünmektedir.

ŞU, BU

Bir taraftan Millî Hareket pismeye dogru gider, öbür taraftan da Vahidüddin'i

yakan şartlar her gün b'iraz daha alevlenirken, Ğstanbul'da birbirini takip

edici hükümet degisiklikleri...

12 Ocak 1920'de, ileride «Misak-i Millî»yi esaslandiracak olan Meb'usan Meclisi

toplandi.

16 Mart günü Ğtilâf küvvetleri, hirsizin, çaldigi hisse senetlerini adina

kaydettirmesi gibi, Ğstanbul'un resmen isgal edilmis oldugunu haber verdiler ve

zaten göz hapsi altinda bulundurduklari hayatî noktalara el attilar. Bununla da

kalmayip Meclisi basarcasina diledikleri meb'uslari tutuklamaya ve alip

götürmeye basladilar. Bunun üzerine meb'uslar tek tek Anadolu yolunu tutmaya

koyuldu.

Kuva-yi Millîye hareketiyle anlasma yol'unda çirpinan hükümetlerden sonuncusu

olan Salih Pasa kabinesi de Ğtilâf devletlerinin Anadolu aleyhindeki

tekliflerini kabul etmeyince, baski üzerine baski neticesinde, is, dördüncü defa

Ferit Pasaya düstü ve bu son hükümet tesekküliyle, Ğstanbul, Padisahin Ğç

istegine ragmen Millî Harekete cephe almis oldu. Hiç kimseye sadareti kabul

ettiremeyen ve düsman iradesine boyun egmek zorunda kalan Padisah, Milli

Şahlanış Hareketinin zaferine için için dua ederken, disindan ona aykiri

görünmek felâketine tahammül gösteremiyecek de ne yapacak?

FERĞT PASA

кte bu dördüncü Ferit Pasa kabinesidir ki, Vahidüddin'in içiyle Anadolu

hareketini besleyici ve destekleyici, disiyle de hatalandirici ve önlemeye

savasici tezatli durumunu, kaçinilmaz bir akibet olarak meydana getirmistir.

Bedbaht Sultan, artik, nereye kadar varacaklari belli olmayan düsmanlara uyarak

Kuva-yi Milliyeyi kabahatlendirir gibi davranirken, Öbür taraftan, onun muvaffak

olmasi için, tac ve tahti şöyle dursun, hayatini bile fedaya hazir bir ruh

haleti içindedir ve bu derecede beyin yirtici, yürek paralayici bir tezat

iskencesi, tarihte hiçbir devlet reisine musallat olmamistir. Artik Vahidüddin

sarayini kordon altina alan düsmanin ezilmesi ve milletinin kurtarilmasi için,

gerekirse aynî saray içinde berhava olmaya da razidir ve böyle olmustur.

Ferit Pasanin dördüncü sadaretiyle beraber Anadolu hareketine karsi açiga

vurulan aleyhtarlik, topyekûn millet alâkasini o tarafa çekmis oldu. Ferit

Pasanin marifetiyle feshedilen Meclis, Ankara'da, yeni istiraklerle Büyük Millet

Meclisini kurdu ve Millî Şahlanış Hareketi böylece hukukî temelini buldu.

KISA HATLARLA

Ana tezimizin ispatindan sonra kisa hatlarla neticelendirilecegini kaydettigimiz

bu eserde, Vahidüddin'e karsi en mühim itham noktalarindan ikisi olan Mustafa

Kemal Pasa ve arkadaslari hakkindaki idam karariyle millî kuvvetleri imha için

muhtelif namlar altinda mukabil kuvvet teskil ve sevkedildigi iddialarina

verilecek cevap, edebiyattaki «sehl-i mümteni-mukavemet edilmez kolaylik»

tâbirinin ifade ettigi derecede basit ve kisadir:

Fetvayi veren, Ferit Pasanin Şeyhülislâmı Dürrîzâde oldugu gibi, verdiren de

Ferit Pasadir ve kenardan hâdiseleri dikkatle takip edici düsman kuvvetlerine

karsi Padisahin:

— Hayir; bu fetvayi verdirmeyiniz ve Anadolu hareketinin mesruluguna dil

uzatmayiniz!

Diyebilmesi imkânsizdir.

Bu takdirde bizzat kendisinin, yükte hafif, pahada agir nesi varsa omuzlayip

Anadoluya geçmesi gerekir ki, bu da, evvelki bahislerde gösterdigimiz gibi,

Millî Hareketi itilâf kuvvetlerine bogdurmaya yol açar. Vahidüddin, aksine,

Ğstanbul'da kalip düsmanlara ümit vermek, böylece Millî Hareketin gelismesini

saglamak ve bu basariyi icabinda vatan haini görünmeye kadar gidecek bir

fedakârlikla yerine getirmek makamindadir ki, kaderin bir insani bu derecede

makûs bir tecelli ile öz hakikatini göstermekten mahrum ettigi görülmüs

şeylerden degildir.

Hak katinda ne yüksek derece!..

Vahidüddin'in misilsiz mazlumlugu ve ona bagli kiymeti de bu noktada... «Kuva-yi

Ğnzibatiye» ve sair namlar altindaki teskillerin ise sadece göz boyamaya mahsus

«kaskariko»lardan oldugu ve hiçbir harekete girisememeksizin eridigi ve hattâ

millî cepheye katildigi, bütün bunlarin da belki Vahidüddin'in gizli tâlimatiyle

meydana geldigi, hâdiselerin üslûbundan bellidir.

Yer yer Anadolu isyanlarina gelince, bunlarin da hakikatini ortaya dökmeye

sarayin tezatli vaziyetinden kendi kendisine zuhura gelmis şeyler oldugu,

sarayca tahrik edilmek şöyle dursun, bunlara da katilmadigi ve ne «durun!», ne

de «yürüyün!» denilemedigi, yine hâdiselerdeki üslûp ifadesinden anlasilabilir.

Bütün bu oluslarin pesinden açikça saray aleyhine donen, henüz ortada Hilâfet ve

Saltanat makamini kurtarmaktan baska bir gaye yokken Şehzade Ömer Faruk Efendiyi

inebolu'dan geriye döndürerek, sarayla baslamis hareketi saray aleyhine çeviren

ölçüyü Vahidüddin'e özür tedarik edici bir vakia olarak kabule ihtiyaç bile

görmüyor ve onun özrünü yalniz Ğngilizleri avutmak rolünde vatan haini bir

politikaya ragmen millî kurtulusu saglamaya çalismaktaki azîm kahramanlikta

buluyoruz.

Nitekim bir müddet sonra (San Remo)daki çilehânesinde yakinlarina söyledigi şu

söz, tahlil ve tespitimizdeki isabeti kesin şekilde gösterir:

«— Saray ve saltanat yikilmis, ne çikar; vatan ve millet kurtuldu ya!...»

MĞLLÎ ZAFER VE YIKILAN TAHT

Millî öfkenin, Yunanlilari çepeçevre bir kiskaç içinde bogup denize döktügü âna

kadar geçen hâdiseler kaba bilgi plâninda herkesçe malûm ve mevzuumuz disinda...

Bu arada, Vahidüddin hakkindaki nefret edebiyati ve hiyanet propagandasi her gün

biraz daha köpürtülürken, eski yaver, Tevfik Pasazâde Ali Nuri Beyefendiden

dinledigimiz gibi, her zafer haberini alisinda şükür secdesine varmakta ve

saadetinden uçmaktadir. Fakat bu tezatli durumun sirri yalniz Allah ile birkaç

fâniye malûmdur ve milletin gözünden kaçirilmistir. Zira zafer, sade Yunanliya

degil, Padisaha ve Padisahliga karsi bir istikamete çevrilmis ve son Osmanli

Padisahi 6. Mehmed Vahidüddin, bizzat baslatani oldugu zaferin, Türk süngüsiyle

paramparça edilen Yunan bayragi yaninda kurbani olmustur. Sanki Yunan ordusu

onun hassa birlikleridir ve onu Türk milleti üzerine çullandiran Vahidüddin'dir.

O âna kadar yalniz tarassut dürbününü su yüzünde tutmusken zafer kazanilinca bir

denizalti gibi meydana çikan ve Milî Şahlanış Hareketine şekil veren Mustafa

Kemal Pasa konussun:

«— Rauf Bey, bir gün Meclîsteki odama gelerek benimle mühim bâzi hususata dair

görüsmek istedigini ve aksam Keçiören'de Refet Pasanin evine gidersem daha güzel

konusabilecegimizi söyledi. Rauf Beyîn teklifini kabul ettim. Fuat Pasanin da

bu- muvafakatimi istizan etti. Onu da münasip gördüm. Refet Pasanin evinde dört

kisi içtirca ettik. Rauf Beyden dinlediklerimin hulâsasi şuydu: Meclis makam-i

saltanatin ve belki Hilâfetin ortadan kaldirilmak nokta-i nazarinin takip

edildigi esi, ailesiyle mütezzdir (eza duymaktadir)... Sizden ve sizin âtiyen

(ileride) alacaginiz vasiyetten şüphe etmektedir. Binaenaleyh Meclisi ve

dolayisiyle efkâr-i umumiye-i milleti tatmin etmeniz lüzumuna kaniim.

Rauf Beyden, saltanat ve Hilâfet hakkindaki kanaat ve mütalâasinin ne oldugunu

sordum. Verdigi cevapta şu tasrihatta (açiklamada) bulundu: Ben, dedi; makam-i

saltanat ve Hilâfete vicdanen ve hissen merbutum; çünkü benim babam padisahin

nân ve nimetiyle yetismis, Osmanli devletinin ricali sirasina geçmistir. Benim

de kanunda o nimetin zerrati (zerreleri) vardir. Ben nankör degilim ve olamam!

Padisaha muhafaza-i sadakat borcumdur! Halifeye merbutiyetim ise terbiyem

icabidir. Bunlardan baska umumî mütalâam da vardir. Bizde vaziyet-i umumiyeyi

tutmak güçtür. Bunu ancak herkesin erisemeyecegi kadar yüksek görülmeye

alisilmis bir makam temin edebilir. O da makami saltanat ve Hilâfettir. Bu

makami lâgvetmek (kaldirmak), onun yerine baska mahiyette bir mevcudiyet

ikamesine çalismak, felâket ve hüsrani muciptir. Asla caiz olamaz!

Rauf Beyden sonra, karsimda oturan Refet Pasadan mütalâasini sordum. Refet

Pasanin cevabi şuydu: Tamamen Rauf Beyin fikir ve mütalâasina istirak ederim.

Filhakika bizde padisahliktan, halifelikten baska bir şekl-i idare mevzu-u bahs

olamaz!»

(NUTUK - 1927 - sahife 418)

O Rauf Bey ki, millî mahkûmiyet vesikasi olan Mondros Mütarekesini imzaladigi

hâlde kendisine Millî Kurtulus Hareketinde en büyük makamlari saglayabilmis ve

bir ân için Padisahi korur gibi görünmüs ; ve o Padisah ki, Millî Hareketi

açmasi için Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya göndermesine ve üstelik Sevr

muahedesini sonuna kadar direnerek imza etmemesine ragmen vatan haini kabul

edilmistir. Millî Hareketin kahramanlari mevkiindeki şahısların hemen nasil agiz

ve fikir degistirdiklerini yine Mustafa Kemal Pasadan dinleyelim:

«— Saltanati Hilâfetten ayirmaya ve evvelâ saltanati lâgvetmeye karar verdigim

zaman ilk yaptigim islerden biri de derhal Rauf Beyi Meclisteki odama celbetmek

oldu. Rauf Beyîn, Refet Pasanin evinde sabahlara kadar dinledigim kanaat ve

mütalâatina hiç muttali (vakif, şahit) degilmisim gibi ayakta kendisinden şu

talepte bulundum: Hilâfet ve saltanati birbirinden ayirarak saltanati

lâgvedecegiz! Bunun muvafik olduguna dair kürsüden beyanatta bulunacaksiniz!

Rauf Bey odamdan çikmadan evvel, ayni maksatla davet ettigim Kâzim Karabekir

Pasa geldi. Ondan da ayni zeminde beyanatta bulunmasini rica ettim.

Efendiler; o tarihe ait zabit ceridelerinde görüldügü veçhile Rauf Bey kürsüden

bir iki defa beyanatta bulundu ve hattâ saltanatin lâgvolundugu günün bayram

kabul edilmesi teklifini de dermeyan etti. (NUTUK - 1927 - sahife 419)

Her iki tarafa ait kiymet hükmünü okuyuculara birakiyoruz. Saltanatin lagvi isi

şöyle neticeleniyor: Türkiye Büyük Millet Meclisi saltanat meselesini müsterek

bir encümende müzakere eder ve bâzi meb'uslar tarafindan lâgv aleyhinde kuvvetli

bir mukavemet görürken bir kenarda müzakereleri dinleyen Mustafa Kemal Pasa

birdenbire ayaga kalkiyor. Tabloyu kendi diliyle tespit edelim:

«— Önümdeki siranin üstüne çiktim. Yüksek sesle şu beyanatta bulundum: Efendim,

dedim; hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafindan hiç kimseye, ilim icabidir

dîye müzakereyle, münakasayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle

ve zorla alinir. Osmanogullari, zorla Türk mîlletinin hâkimiyet ve saltanatina

vâziülyed (el atici) olmuslardir. Bu tasallutlarini alti asirdan beri idâme

eylemislerdi Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek,

hâkimiyet ve saltanatini, isyan ederek kendi eline bilfiil almis bulunuyor. Bu

bir emr-i vâki (oldu-bitti)dîr. Mevzu-u bahs olan, millete saltanatini,

hâkimiyetini birakacak miyiz, birakmayacak miyiz, meselesi degildir. Mesele

zaten emr-i vâki olmus bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal (mutlaka)

olacaktir. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes, meseleyi tabiî görürse

fikrimce muvafik olur. Aksi takdirde yine hakikat, usulü dairesinde ifade

olunacaktir. Fakat ihtimal, bâzi kafalar kesilecektir!» (NUTUK - 1927 - sahife

422) Ve bütün baslar egiliyor. Saltanatin kaldirilis şekli, ayni agizdan: «—

Sür'atle kanun lâyihasi tespit olundu. Aynî Meclisin ikinci celsesinde okundu.

Tâyin-i esabil (is'm tâyini) ile reye vaz'i teklifine karsi kürsüye çiktim.

Dedim ki: Buna hacet yoktur. Memlekette milletin istiklâlini ebediyen mahfuz

kilacak esasta Meclis-î âlinin müttefikan kabul edecegini zannederim. (Reye!)

sesleri yükseldi. Nihayet reis reye koydu ve (müttefikan kabul edilmistir!)

dedi. Yalniz menfi bir ses isitildi: (Ben muhalifim!) Bu seda (söz yok!)

sedalariyle boguldu. кte efendiler; Osmanli saltanatinin inhidam ve inkiraz

merasiminin son safhasi böyle cereyan etmistir.» (NUTUK 1927 - sahife 422)

101 pare top atisiyle ilân edilen tahtin yikilisi ve Cumhuriyetin kurulusu...

Gelelim, Mustafa Kemal Pasanin Vahidüddin görüsüne :

«— Sakim (kötü) bir tevarüs neticesi olarak, büyük bir makam, tantanali bir

unvan ihraz edebilmis bir sefil...» (NUTUK-1927 - 423)

Ve Padisahin, memleketi terk edisi karsisinda telâkkisi:

«— Filhakika, her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahidüddin gibi hürriyet ve

hayatini milleti Ğçinde tehlikede görebilecek kadar âdi bir mahlûkun, bir dakika

dahi olsa bir milletin reis-i kârinda (basinda) bulundugunu düsünmek ne

hazindir! Şâyan-ı tesekkürdür ki, bu alçak, mevrus (miras kalan) saltanat

makamindan, millet tarafindan iskat olunduktan (düsürüldükten) sonra denâetini

itmam etmis bulunuyor.» (NUTUK - 1927 - sahife 423, 424)

Vahidüddin, saadetten muvazenesini kaybettirecek kadar kendisine tesir eden

zaferden sonra birdenbire bu muameleye ugrayip atilan 101 pare topun Osmanli

tahtini hedef tuttugunu görünce ne yapacagini şaşırıyor.

Önünde, Hilâfet tarafini tuttugu için Ğzmit'e götürülüp parça parça edilmis bir

Ali Kemâl misâli vardir ve onu bu hâle getiren Nureddin Pasa, ayni şeyin

Vahidüddin'e de yapilacagini ilân etmistir.

кte, uyuz bir at üzerinde, hamam oglanlari gibi baldirlari sikila sikila

Yedikule'ye götürülüp hayalari sikilarak bayiltilan ve öldürülen Genç Osman

misâli!... кte Üçüncü Selim!.. 16'nci (Lûi) misali ve ondan 100 yil kadar sonra

bütün ailesiyle salhaneye benzer bir mahzende delik desik edilen Rus Çari Ğkinci

Nikola'ya kadar nice örnek... Bu vaziyette ne yapmali?.

Yol, iki...

Ya memlekette kalip basina gelecekleri tevekkül ve teslimiyetle beklemek; yahut

sultanlik vasfini kaybetmis ve âdi bir fert menzelesine inmis insan sifatiyle

vatan disina göçmek...

Fakat onun bir de Halifelik sifati var ki, yüz milyonlarca müslümana şâmil

bulunmakta ve bu bakimdan mahallî kararlarin üstünde bir mahiyet arzetmekte... O

zamanlar Ğslâm kitlelerinin büyük kismi Ğngiliz idaresinde olduguna göre Halife

sifatiyle alâka isteyebilecegi tek devlet Ğngiltere'dir. Asla Ğngiliz emellerine

âlet olmamak şartiyle bu mevzuda onlari vazifeye davet etmek hakkidir.

Uzun nefs muhasebe ve murakebelerinden sonra, kararini veriyor: Vatanini

terkedecektir.

Ğçinden bir ses:

— Kal ve gerekirse öl!

Diyemiyor.

Keske diyebilseydi.

Hemen kiymet ölçümüzü belirtmek için kaydedelim ki, Vahidüddin'in asil kalbinde

bu kadar büyük bir şecaat ve ulviyete yer yoktur ve kimsenin bu kadarini

istemeye de hakki olamaz

Vahidüddin, vataninda kalmakla ulvî olabilirdi-fakat çikip gitmekle süfli

olmamis, sadece mazeretini kullanmistir.

Vahidüddin, bildirdigimiz ölçüyle Ğngilizlere bas vuruyor ve dünyanin en kuru,

örtülü ve hissiz kelimeleriyle onlardan Türkiye disina çikarilmasini istiyor:

«Mâbeyn-i Hümayûn-u Mülûkâne» basligini tasiyan mektup ayniyle şudur:

«Dersaadet кgal Ordulari Baskumandani General Harrington Cenaplarina:

Ğstanbul'da hayatimi tehlikede gördügümden Ğngiliz devlet-i fahimânesine iltica

ediyorum. Bir ân evvel Ğstanbul'dan mahall-i âhare naklimi talep ederim.

16 Tesrin-i sâni 1922

Halife-i Müslümin

Mehmed Vahidüddin»

General Harrington'un verdigi cevap:

— Yarin saray-i hümâyûna bizzat gelip Zât-i Şahaneyi alacak ve bir Ğngiliz harp

gemisiyle Ğstanbul'dan ayrilmalarini temin edecegim!

Vahidüddin bütün bir gece uykusuz... Mezar sessizligi içinde hazin akibetine

dalan sarayda, Malta köskünün küçük bir odasinda, basit bir şezlong üzerinde,

açik gözleri tavana mihli, mumya gibi hareketsiz, tarihin en bedbaht ve mustarip

Padisahi...

Bavullarini hazirlatmis, yanina kimleri alacagini kararlastirmis, Hazine-i

Hassadan bir şey çekmek şöyle dursun, baba hediyesi elmasli sorgucu ve som altin

bir çekmeceyi makbuz karsiliginda Hazine-i Hassaya birakmistir. Bir sürü

maiyetle meçhul bir âleme gittigine ve Hazine-i Hassa padisah hazinesi demek

olduguna göre, onu son meteligine kadar bosaltmak imkân ve salâhiyeti

dairesindeyken bunu yapmayip şahsına ait hediyeleri bile oraya iade eden

hükümdarin ruhundaki feragat ve fedakârlik duygusunu hayal edebilmek lâzim...

Bütün mevcudu, sultanlik tahsisatindan elinde kalmis olan 50 bin lira kâgit

paradan ibaretti; ve koskoca bir maiyetle gittigi gurbet illerine bu hiçin hiçi

meblâgla göçmekteydi.

Gün dogduktan biraz sonra Vahidüddin'e haber geldi:

— Efendimiz; ingilizlerin gönderdigi otomobiller köskün kapisi önünde...

Baskumandanlari da arabalardan birinde... Tesrif-i hümâyûnlarini bekliyorlar!

Bütün hazirliklarini tamamlamis ve tertibatini almis bulunan Padisah şezlongtan

kalkti ve yanina getirdikleri oglu Mehmed Ertugrulun elinden tutarak hareme

geçti.

Veda... Ustüste yirtici kadin çigliklari... Topkapi sarayindan baslayarak bu

çigliklara alismis olan Osmanli sarayi artik ev sahiplerinin son yirtinislarina

sahnedir. Bundan böyle onlardan tek ses gelmeyecektir. Oraya baska sesler ve

mânâlar dolacak...

Vahidüddin, sirtinda kara bir yagmurluk, üzerinde sade ve sivil elbise, basinda

fesi ve burnunun tepesinde gözlügü, birinci otomobile atladi ve son sür'at,

Dolmabahçe yolunu tuttu

Bir türbe kadar gamli Dolmabahçe sarayinda 5-10 dakika bekleyisten sonra,

Ğngiliz generali Padisahin Önünde egildi:

— Rihtimda Ğngiliz donanmasina ait bir istimbot, Zât-i Şahanelerini (Malaya)

zirhlisina götürmek üzere bekliyor!

Vahidüddin koltugundan firladi, gayet metin adimlarla yürüdü, teknesi beyaz,

bacasi sari renkli istimbota atladi; ve açikta, top namlulari canavar agizlari

gibi ufuklara ferman okuyan küf renkli (Malaya) zirhlisina çikti. Arkasinda

General Harington, iskeleden güverteye ayak basar basmaz, karsisinda, îngiliz

Akdeniz Filosu Kumandani Amiral (Drok) ve Ğngiltere Fevkalâde Komiseri (Sör

Nevil Henderson)...

Ve, talihsiz Padisahi, muzaffer Türk süngüleri yerine ingiliz tüfekleriyle

selâmlayan bahriye silâhendazlarindan bir ihtiram kit'asi...

Biraz sonra, (Malaya), 5 asirlik Osmanli sarayi, içine kapanik ve yasli

Topkapinin önünden süzülerek Marmara'ya açildi.

Şimdi ufukta, her şeyin nevale mahkûm oldugunu ihtar eden, kül renkli çelik

teknenin, yine kül renkli incecik dumanindan baska bir şey yoktur.

Vahidüddin gidiyor!

Kaçiyor mu? Bir hain gibi mi vatanini birakiyor?

Daha evvel kiymet hükmünü koydugumuz bu gidisin mânasini eski yaver Ali Nuri

Beyden de isteyebiliriz:

Diyor ki, Ali Nuri Bey:

«— Vahidüddin kaçmadi; Padisah sifatiyle kaçmadi! Belki bir fert olarak çikip

gitti. Ankara-da 101 pare top atilarak Padisahlik kaldirilmis, Vahidüddin de

tahttan indirilmisti. O da, üzerinden siyirdiklari bütün sifatlarin içinden

kendisine kalan fert hakk'yle çikip gitti!»

Ali Nuri Beyefendinin belki unutmus, belki söylemeye lüzum görmemis oldugu

noktayi biz gösterelim:

— Kimsenin, üzerinden almaya muktedir olmadigi «Halife-i Müslimin» sifatiyle

basinin çâresini aramaya gitti; ve îslâm âleminin büyük kismini nüfuz ve idaresi

altinda tutan Ğngiltereden, ona hiçbir taviz vermeksizin, halife sifatiyle

hakkinin korunmasini istedi.

Vahidüddin ingiliz zirhlisiyle Ege denizinden Ak-denize kivrilarak Malta adasina

dogru yol aladursun... Biz, «Millî Şahlanma Hareketi» faslini ve «Yikilan Taht»

bahsini kapatmadan önce Ğstanbul'un son vaziyetine son bir göz atalim...

Devrin son sadrâzami Tevfik Pasa olduguna göre yine onun oglu Ali Nuri

Beyefendiyi dinlemeliyiz:

«— Anadolu zaferi ve saltanatin ilgasindan sonra babamin bir sözü oldu. Dedi ki

babam: Bu bir ihtilâldir, inkilâptir ve yeni bir (leegalite - kanunî hüviyet)in

baslangicidir. Vazifemize nihayet vermeliyiz!

Biliyorsunuz ki, son Padisahin son sadrâzami babamdi. Kabinesini şu gördügünüz

Park Oteli binasinin bar kismi olan dairede topladi ve alinan müsterek kararla

hükümeti faaliyetten uzaklastirdi. Padisahin (Mühr-ü Hümayun) veya (Mühr-ü

Şerif) de-nüen mührü de babamda kaldi. Bu tarihî mühür şu ânda biraderim Hakki

Beydedir. O siralarda Basmâbeyinci beni çagirtti ve şu iradeyi teblig etti:

Pederinize söyleyiniz; memleketten çiksin; ve Rivyera gibi bir yerde istirahate

çekilsin!.. Bu iradeyi babama bildirdim. Dedi ki: Beni düsündükleri için

tesekkür ederim; fakat sihhatim iyidir ve Avrupa'da istirahate ihtiyacim yoktur!

Vatanimda kalmayi tercih ederim!

Vaziyeti saraya bildirdim ve bu defa Basmâbeyinci tarafindan şu irâdeye muhatap

oldum: Size verdigimiz şu risaleyi babaniza götürünüz ve bu sebepten memleketten

çikmasini istedigimizi söyleyiniz!

Ve elime matbu bir risale verdiler. Bu, Hiyanet-i Vataniye Kanunuydu. Risaleyi

babama götürdüm. Okumami istedi. Kanunun birinci maddesi, Ğstiklâl Harbinin

Padisah ve Halifeyi kurtarmak gayesini güttügünden bahsediyordu. Bunun üzerine

pederim şu karsiligi verdi: Eger memleketten çikmami gerektiren sebep buysa

aksine, hiçbir yere kipirdamadan burada kalmam icap eder. Padisah ve Halifeyi

kurtarmak isteyenler, ayni gayeyi takip eden bir Sadrâzama tesekkürden baska ne

yapabilirler?..

Ve babam, böylece istanbul'da kaldi- Ğstanbul'un istirdadinda buradaydi. Hiçbir

kaba muameleye ugramadi. Aksine, hürmet gördü ve vefatinda cenazesine bir süvari

birligi gönderildi.»

(Malaya) zirhlisi, bütün çelik hamulesini eritecek derecede cigeri atesli

Padisahi gurbet yerine götürür ve vatanindan öksüz birakirken, onun vaktiyle

Baskâtibine söyledigi bir sözü hatirlamak yerinde

olur:

«— Baba hicranini her zaman kuvvetle hissediyorum. Ne zaman bir yetim görsem,

baba şefkatini derhâtir ederim. Onun yoksunlugu çok elimdir.»

Artik hâtiralar üstüste:

«— Bizim hanedanimizdan her türlüsü gelmis tir- Sarhosu gelmistir, zâlimi

gelmistir, delisi gelmistir, aptali gelmistir; fakat dinsizi gelmemistir!

Ğçimizde en mübalâtsizi (kayitsiz) olan Abdülaziz bile, son nefesinde Kur'âna

sarilarak öyle teslim-i ruh etmistir. Kani ile mülemma (kapli) olan Mushaf-i

Şerifi Yildiz Kütüphanesinde siz de gözlerinizle gördünüz!»

Baskâtip Ali Fuat Türkgeldi'den aldigimiz bu sözler, vatanindan, yâni

milyonlardan öksüz kalan Padisahin tasidigi imân ve Ğslâm selâbetini gösterir

ki, onu vatan disina iten saik de hakikatte bu selâmetten baska bir şey

degildir.

Ve diri diri mezara gömülmekten daha korkunç bir ruh iskencesine mahkûm edilen

Tâcidar, hiç kimseye kin beslememekte, bu duyguya yabanci bulunmaktadir. Bakin,

bir gün, Baskâtibine ne demistir:

«— Benim kimseye kin ve garazim yoktur. Bir | adamaa ne kadar hiddetim olsa

gelip bana iltica edince hiddetim geçer. Yaliniz iki kisi hakkinda hiddetim

geçmez: Biri Sultan Azizin validesi, büyük valide öbürü de Sait Pasa...»

Aslinda kin tutmayan Padisahin nefret ettikleri arasinda üç kisi daha var:

«— Dünyada üç mel'un vardir; bunlar bir sacayaktir. Biri bizim hemsire, biri

zevci olan Ferit Pasa, biri de oglu Sami...»

кte istiklâl Hareketine karsi cephenin (1) numarali adami Ferit Pasa üzerinde

hükmü ve buna ragmen onu Sadrazamlikta tutmak mahkûmiyeti!..

Padisah hususiyle Mustafa Kemal Pasa hakkinda o kadar kinsizdir ki, (Malaya)

zirhlisiyle çiktigi yolun sonunda, Ğtalya'daki villâsinda, kendisine, tekrar

iktidari elde edecek olursa Mustafa Kemal'e ne yapacagini soran bir adama Yavuz

Sultan Selim'den bir menkibe anlatarak aynen şöyle demistir:

«— Yavuz, kendisini öldürmeye kalkan askeri, Yavuz'u öldürecek kadar cesaret

sahibi bir yigite ihtiyacim var, seni affettim, haydi git, diyerek nasil

bagisladiysa, benim de ordularimda Mustafa Kemal gibi bir yigite ihtiyacim

oldugundan onu affeder, millet hizmetine gönderirim!»

Fakat, affedecek kendisiyken affedilmeyen ve tarihe af kabul etmez bir suçla

geçirilmek istenen Vahidüddin oldu.

SON ANDA ĞKĞ VESĞKA

Eserimin Sultan Vahidüddin'i (Malaya) zirhlisinda takip eden noktasina gelmis

gelmemistim ki, gazetemden evime bir telefon mesaji geldi:

— Bir zât sizi görmek istiyor ve gayet mühim bir ifsada bulunacagini söylüyor!

Şu ânda burada...

Bu gibi müracaatlara, muvazeneli ve muvazenesiz, ciddî ve hafif soyundan alismis

ve onlardan kaniksamis oldugum için sordum:

— Kimmis? Mevzuu neymis?

— Hiçbir şey söylemiyor! Ancak sizinle konusabilirmis!.

— Verin telefona!... Telefonda itimat verici bir ton:

— Tefrikanizla alâkali olarak size verecegim bir vesika var... Bunu ne burada

telefonla söyliyebilirim, ne de baskasina emanet edebilirim. Sizinle karsilasmam

lâzim...

Ses tonundan aldigim itimat duygusundan midir, o ânda içime dogan histen midir,

nedir, meçhul şahsa:

— Öyleyse evime gelin, görüselim! Dedim ve adresimi verdim.

Beyaz saçli, esmer, 65 yaslarinda kadar görünen, gayet terbiyeli bir tavir

sahibi bir insan... Hâl ve kiyafetine göre ancak okur - yazar halk tabakasindan

biri hissini veriyor; fakat muntazam konusuyor ve kut'aktan kapma bir kültürcük

tasidigini belirtiyor.

Hemen söze basladi:

— Vahidüddin tefrikanizi dikkatle okuyorum. Orada iddia ettiginiz bir şey var:

Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya, Millî Mücadeleyi açma vazifesiyle Sultan

Vahidüddin'in gönderdigi... Ben bu hakikati bizzat Atatürk'ün agzindan Umumî

Kâtibine söylerken isitmis olan insanim... Allah var... Allah ve tarih huzurunda

bu hakikate şahitlik etmek isterim.

— Evvelâ hüviyetinizi ve Atatürk ile münasebetinizi bildiriniz!

— ismim Cemal Granda... 1910 dogumluyum. Ğzmir'in Salihli kasabasinda dogdum ve

Ğstanbul'da büyüdüm. Şimdi Denizyollarindan emekli olarak Yalova'nin bir köyünde

oturuyorum. 1927 - 1938 arasi, tam 11 sene müddetle Atatürk'ün sofracilik

hizmetinde bulundum. Köskte, hususî servis hizmetlerini görenlerin basindaydim.

Hemen her ân köskteki hayatini yakindan takip etmek, nes'e ve Öfkelerine şahit

olmak, servis yaparken huzurundakilerle konustuklarini isitmek gibi bir firsata

erdim. Bu 11 yil içinde isittiklerim ve gördüklerim bir kitap doldurabilir.

Şahit olduklarinizdan Vahâdüddin ile alâkalisi hangisidir?

— 1928 - 29 siralarindaydi. Kâzim Karabekir Pasa bazi beyanat ve nesriyatta

bulunuyor, Ğstiklâl Harbi şerefinin kendisiyle Atatürk'e ait oldugunu iddia

ediyordu. Baskalarina hiçbir hisse vermiyordu. Atatürk bu nesriyata fevkalâde

öfkelenmisti. Bilhassa Kâzim Karabekir'in birinci plâni isgal etmek

istemesine... Bir gün, karsisina Umumî Kâtibi Tevfik Beyi almis, bu mevzuu asabi

asabî konusuyordu. Kahve getirip götürmek ve sair servislerde bulunmak

vesilesiyle boyuna huzuruna girip çiktigim için hep ayni bahis üzerinde

konustuguna şahit oluyordum. Diyordu ki: «Eger bu milleti Kâzim Karabekir'in

iddia ettigi gibi yalniz iki adam kurtardiysa vah bu milletin hâline!.. Böyle

bir şey nasil agiza alinabilir? Bu adami akil doktorlarina muayene ve tedavi

ettirmek lâzim!.. Hirsin ve milleti âciz göstermenin bu derecesi olur mu?» Sonra

birdenbire dogrularak Tevfik Beye dedi ki: «Beni, Millî Mücadeleyi açmak üzere

bunca Pasa arasindan seçip Anadoluya gönderen Vahidüddin'dir. Eger bu vatani

kurtaran birini aramak gerekirse Vahidüddin'i göstermek lâzim-gelir!» Bu sözü

kulaklarimla isittim ve o ânda Atatürk'ün tavir ve kelimelerine kadar hiçbir

şeyi unutmadim. Benim gibi basit bir adamin şahitliğinde bir kiymet varsa onu

kullanmaniz için size geldim. Sözlerimi ayniyle yaziniz, imza edeyim. Hakikatin

tecellisi ve Allahin rizasindan baska bekledigim hiçbir şey yoktur!

(Millî Mücadele fikri Sultan 6. Mehmed Vahidüddin'indir tezimizi Ğspat eden

Mustafa Kemal'in sofracisi Cemal Granda'nin imzali beyani...)

Cemal Granda'nin ifadesini ayniyle ogluma yazdirdim ve klisesinde gördügünüz

gibi, imzasini aldim.

Tarih ilmi (metodoloji - usûliyat) bakimindan, en güvenilecek vesikayi, herhangi

bir garaz ve ivazlari olmayan, samimiyet ve iyi niyetleri asikâr, hattâ

şahıslariyle kiymetsiz ve ehemmiyetsiz görgü şahitlerine baglar. Bu bakimdan,

dâvamiz zaten evvelce ispat edilmis bulunduguna göre, eski sofracinin

tespitlerini, ona muhtaç olmaksizin büyük mikyasta kiymetlendirebiliriz.

Vesika bununla kalmadi. Henüz Cemal Granda yanimizdan ayrilmamisti ki, postaci

geldi ve bir gazete getirdi. Bir okuyucunun gönderdigi 19 Mayis 1957 tarihli

«Dünya» gazetesi... Bu gazetenin altinci sahifesinde «Falih Rifki» imzasiyle

çikmis «Atatürk Samsun'a gidiyor!» baslikli bir hâtira yazisinin ikinci basligi,

Vahidüddin'in agziyle Mustafa Kemal Pasaya söylenmis ve tarafimizdan daha evvel

kaydedilmis şu sözlerden ibaretti:

« — Pasa, pasa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin! Bunlarin hepsi tarihi»

geçmistir! Şimdi ya pacagin hizmet hepsinden de mühim olacaktir! Pasa, sen

devleti kurtarabilirsin!»

Devleti kurtarmak, Samsun'da asayisi tesis etmekle olmayacagina göre, Mustafa

Kemal Pasanin Anadolu'ya niçin gönderildigi Falih Rifki gibi bir kalemle de

teyid ediliyor demekti. Bu itirafta daha nice Vahidüddin düsmani kalem müttefik,

fakat is mânalandirmaya gelince hepsi de hakikatten firaridir.

Mustafa Kemal Pasa Anadoluya dogrudan dogruya Türk devlet ve milletini kurtarmak

için Vahidüddin tarafindan gönderilmis; ve devlet kurtarildiktan sonra onu

kurtarmak fikrini ilk verenin ve bu ise ilk davrananin, bir düsman zirhlisi

içinde vatanindan uzaklasmasini gerektirici şartlar fazlasiyle saglanmistir. Şu

var ki, Vahidüddin, karsi durulmasi ancak çok büyük bir kahramana düsen bu

şartların, ölmeyi bilemedigi için, ister istemez agina yakalanirken

bahtsizliginin son basamagina çikmis, bu da onu vatan haini gösterenlere bedava

tarafindan dayanak olmustur.

Gurbette Bir Halife

MALTA VE MEKKE

Bir ismi de «Dar-ül - Hilâfe: Hilafet Evi» Ğstanbuldan ayrilmak üzere Ğngiliz

zirhlisina geçerken top sesleriyle selâmlanan, forsu direge çekilen ve en büyük

bozgun içinde muzaffer bir hakan muamelesi gören Vahidüddin Malta'da pek sade

karsilandi ve hiçbir törene şahit olmadi. Zirhli, Malta kiyilarina yaklasip

demir atinca, Vali Lord (Plümer) gemiye geldi ve Ğngiltere Krali adina

Vahidüddin'i selâmladi; Halifenin adaya misafir gelisinden şeref duydugunu

söyledi ve her emrine âmâde oldugunu bildirdi.

Vahidüddin'e Ğngiliz subay ailelerinin kaldigi, surlarla çevrili, eski bir

kisladan bozma, muhtesemce ve konforlu bir binada genis bir daire tahsis

ettiler. Vahidüddin bir nevi şatoya benzeyen bir dairenin bir odasinda, gözleri

uçsuz bucaksiz deniz ufkunda, kâh limandan ayrilan ve kâh limana giren kül rengi

harp gemilerinden baska bir manzaraya şahit degildir.

Maiyetindekiler arasinda Zeki Bey isimli bir kaymakam (yarbay) vardir ki,

gurbette Halifenin bas belâsi... Ayyas, kumarbaz, çikarina düskün, son derece

kaba ve terbiyesiz, efelik gayretinde bir adam-... Vahidüddin'in fahrî

yaverlerinden ve «Mizikayi Hümâyûn Kumandanligi» gibi neye yaradigi meçhul bir

ise memur... Vahidüddin'in de eski kayin biraderi... Fakat kiz kardesi çoktan

basini alip saraydan gitmis, âdeta, Vahidüddin'i bosamis, arada hiçbir münasebet

kalmadigi hâlde de mahut Zekî Bey Padisaha bir kene gibi yapisip kalmis ve onun

has adami rolünü oynamaya bakmistir. Maksadi sadece Padisah yakinligini

sömürücülük vasitasi diye kullanmaktan ibaret olan bu adam, iste bu defa zoraki

bir sadakat gayretiyle, fakat hakikatte mazlum Ve mustarip Halifeyi sömürmek

için onu gurbet illerinde de takip etmistir. Ğleride ve italya'da Vahidüddin'e

neler yapacagini görecegimiz bu adam, Sultanin yüzü tutmadigi ve edebi müsaade

etmedigi nispette küstah ve şirrettir. Mevki ve nüfuzunu da, Sultanî bir asalet

ve tahammülün istismarindan baska bir şey tanimiyan bu seciyyesine borçludur.

кte bu adam, Malta adasinda, sabahtan aksama ve aksamdan sabaha devirdigi

viskilerle bir skandal mevzuu ... Vahidüddin ise veliahtliginda yaptigi Almanya

seyahatindeki resmî ziyafetlerden birinde mecbur olarak agzina kadar götürüp

indirdigi şampanya kadehinden dudagina sürülen tek damla müstesna ömrü boyunca

içki nedir, bilmeyen insan... Fakat üstüne konan sinekleri kovmaktan âciz

mizaci, onu bu ve daha nice adamlara mahkûm ediyor.

Ğstanbul'da General Harington'a yazilan mektubu bizzat götürüp muhatabina teslim

edecek ve cevabini alacak, memleketten ayrilis plânini da tertipleyecek ve

yerine getirecek kadar Vahidüddin'e hulûl dâvasinda Kaymakam Zeki Sultana

Topkapi sarayindaki Hilâfet makamina ait «Emânat-i Mukaddese: mukaddes

emanetleri» beraberine almasini teklif etmekten bile çekinmemis ve şu cevabi

almistir:

— Onlari yanima alamam! Onlar cedlerimin Türk milletine hediyeleri vs

emanetleri.

öbür maiyetse, basta ve bes vakit namazinda «Serkarîn - Basmâbeyinci» Yaver

Pasa, hususî doktoru Resat Pasa vesaire, iyi fakat silik adamlar...

Vahidüddin'in Malta'daki yasayis tarzi, Napolyon'un (Sent Elen)deki sürgününden

farksiz... Olanca alâkasi Ğstanbul ve Anadolu haberlerine bagli ve bütün meraki

Türkiye üzerinde toplu....

кi gücü gazete okumak ve okutmak...

Bir defasinda aleyhinde kusulan küfür ve ithamlari kendisine okuyamayan, buna

edebi yetmeyen bir yakinina:

— Hakkiniz var, diyor; okuyamiyorsunuz, anliyorum. Şu masaya birakin da o

gazeteleri, ben kendim okumaya çalisayim!

Veliahd Abdülmecid Efendinin Halife seçildigini ve Yavuz'un zümrütt tahtina

oturdugunu haber alinca, hiç mutadi degilken bir kahkaha kopariyor ve

yanindakilere şöyle diyor:

— Hangi taht?... Kaldi mi ki, taht?.. Bu efendi, şehzadeliğinde basina Fatih'in

kavugunu geçirip bir takim garabetler yapmaga kalkmis ve agabeyim Cennetmekân

Sultan Abdülhamid Hân tarafindan paylanmisti. Görüyorum ki, hâlâ huyu

degismemis! Abdülaziz ogullari hep böyle... Bu hakikati Abdülhamid Hân

«baslarini bos birakacak olsam ne dereceye kadar alçalacaklarini ben bilirim!»

diye ne güzel ifade etmisti! Kof bir azamet içinde kuklalarin en sefili olmaya

nasil razi oluyor bu adam?

Ve gelen gazeteler içinde Abdülmecid'in Vahidüddin hakkinda beyanati:

«— O hain yaliniz vatanimiza hiyanet etmedi. Hanedanimizin şerefiyle de oynadi.

Artik vatandan da, hanedanimiz sicilinden de kovulan bu adamdan bahsetmeyelim!

Yazik ki, benim babam bu adamin amcasiydi; bunu bile düsünmedi.»

Sadece Abdülmecid'in seciyesini gösteren, bu âdi, zebunküs ve ahmak sözlere ait

herhangi bir tefsir lüzumsuzdur.

Eski yaverlerden Tarik Mümtaz Göztepe'nin bazi yayinlarindan edindigimiz

bilgilere göre, bu son adilik tezahürlerinden sonra Vahidüddin gazete okumayi da

kesmistir.

O siralarda bir gün, hasmetlû Ğngiltere Kralinin temsilcisi, Malta Valisi Lord

(Plümer) Vahiddüddin'in huzuruna çikip Hicaz Krali Birinci Hüseyin tarafindan

valilik vasitasiyle çekilen bir telgrafi teblig etti. ingiliz askerî

makamlarinin şifresiyle ve îngilizce yazilmis olan telgraf şuydu:

«Yeryüzünün Halifesi ve bütün Ğslamların Ğmamı, Emir-ül-Mü'minîn Efendimiz

Hazretlerini, Hicaz Krali Hüseyin kullari Kâbe-i Muazzama'nin muazzam

misafirligine davet eder ve dindarâne bir sadakat ve merbutîyetle Hâkipa-yi

Şahanelerine (ayak tozlarina) yüz sürer.»

Vahidüddin'in cevabi şu oldu:

«— Peygamberimizin ruhaniyetine yüz sürmek için Hicaz'a gitmeyi, Kral Hüseyin'in

daveti üzerine kabul etmis degilim. Ben bu vazifeyi şanlı müvekkilim (vekili

oldugum şanlı zât) Peygamberimiz, Efendimiz Hazretlerinin davetleri olarak ve

emsalsiz bir manevî müjde olduguna inanarak kabul ediyorum.»

Böylece Vahidüddin kendisini bütün müslümanlarin Halifesi ve Türklerin Padisahi

görmekte devam ettigini ilân etmis oluyordu. Nitekim bir defasinda da:

«— Beni mukaddes müvekkilimden baska hiç kimse Halifelik makamindan azledemez!»

Demisti.

Basmâbeyinci Yaver Pasa tarafindan Kral Hüseyin'e çekilen cevap telgrafi,

Sultanin nefsi üzerindeki bu kanaatini açikça gösterir bir azamet vesikasidir:

«— Atebe-i Mekmertebe-i Cenabi Hilafetpenah-i akdesîye (felek mertebeli ve

mukaddeslerin mukaddesi Hilâfet makaminin esigine) hitaben çekilen telgrafname-i

hasmetpenahileri son derece sürur-u Şahaneyi (Padisah sevincini) mucip oldu.

Ravza-i Nebiye yüz sürmek ve müvekkil-i zîsaninin (vekili oldugu şanlı zatin)

dâ-vet emirlerini yerine getirmek üzere derhal harekete karar verdiklerinin

tesekkürat-i Şâhaneleriyle birlikte zât-i hasmetpenahîlerine iblâgini kulunuza

irâde buyurduklari ve hareket gününün ayrica is'ar edilecegi maruzdur.»

Vahidüddin ve maiyeti, Vali Lord (Plümer)in binbir ihtiram ve itina tavriyle

«Barham» zirhlisina bindirildiler. Amiral dairesi oldugu gibi Vahidüddin'e

tahsis edilen zirhli, Süveys yolunu tuttu.

Vahidüddin'in Süveyste, Kral Hüseyin'in oglu Abdullah ve maiyeti, bir de

aralarinda bulunan filozof Riza Tevfik tarafindan karsilanisi parlak oldu. Arap

şeyhi kiliginda gelen Riza Tevfik, Padisahça gayet güç teshis edilebilmisti.

Mukaddes topraklarin iskelesi Cidde'ye bayragi denize kadar şarkıcı bir Ğngiliz

harp gemisiyle gitmeyi çirkin bulan Vahidüddin, kendisini ve maiyetini gotürmek

üzere Kral Hüseyin tarafindan bir vapur kiralanmis oldugunu ögrenince çocuk gibi

sevindi ve alâkalilara dua etti.

«Zemzem» isimli, kiç gönderinde Ğran bayragi, direginde de Osmanli saltanat

forsu dalgalanan vapurla Cidde'ye vardilar.

Görülmemis tezahürat... Cidde açiklarinda suyun yüzü, küçüklü, büyüklü

yelkenlilerden papatya tarlasina dönmüs... Sahil de, Hicazin her yerinden akin

eden çesitli kabilelerin çesitli renkleriyle dolu... Padisahin istimbota ayak

attigi ândan itibaren denizden ve kiyidan kopan bir alkis çigligi... Hicaz,

tahttan indirilmis farzedilse de, Türklerin Padisahi ve müslümanlarin Halifesini

ilk defa görüyor.

O günün vasita ve yol şartlarına göre daha iyisi olmayan şekilde, Vahidüddin ve

12 yasindaki oglu bir fayton içinde ve maiyeti develer üzerinde, Mekke'ye

hareket...

Tahttan indirilisini degil, âdeta taht'a çikarilisini ilân eden 101 pare top

atisiyle karsiladiklari Padisah, boyu kilometreler tutan bir kervanin basinda,

mukaddes beldeye indi.

Ayni karsilanis ve gökleri delen alkis naralari...

Allahin Evi görününce Vahidüddin arabadan indi, yaya olarak dogru Kâbeye gitti,

iki büklüm bir ihtiram tavri içinde yeri öpmedigi kaldi, «Hacer-i Esved»e yüzünü

gözünü sürdü ve tavaf vazifesini yerine getirdi.

Kral Hüseyin, ona, bir Osmanli pasasindan kalma olup kendisine tahsis etmis

bulundugu sarayvâri konagi ayirmisti. Vahidüddin'e karsi takindigi ikram ve

ihtiram tavri o kadar mübalâgaliydi ki, bunun hasbî ve samimî olmasi mümkün

degildi. Nitekim Vahidüddin bu mübalâgayi seziyor ve yakinlarina şöyle diyordu:

«— Bu adamin bu derece israrli ikramlari beni sikmaya basladi. Allah vere de

altindan çapanoglu çikmaya...»

Vahidüddin Mekke'de sari humma dedikleri ekseriyetle alip götüren korkunç bir

hastaliga tutuldu ve 15 gün, yüksek atesle kavruldu. Nihayet iyi oldu ve

kurtulusunu şöyle izah etti:

«— Benim yasamam Allah'in muradi icabindan olmasaydi, yakalananlarin yüzde

yüziyle ölüme mahkûm olduklari bu korkunç hastaliktan kurtulamazdim ve şanlı

müvekkilimin ruhaniyeti imdadima yetismezdi.»

Hastaligindan sonra Vahidüddin, Hicaz'in iklim bakimindan en güzel ve elverisli

yeri olan Taife götürüldü ve orada muhtesem Abdülmuttalip Kasrina yerlestirildi.

Zahirî bahane, sihhatine en uygun bir yerde oturtulmasi, hakikî sebepse, Kral

Hüseyin'in eli altinda bir nevi garanti gibi muhafaza edilmesi...

Zira, bu noktaya kadar gerçek sâikini bildirmed ğimiz ihtisamli davet ve bunca

ikram ve ihtiramin biricik gayesi, Vahidüddin'in elinden Hilâfetin

koparilmasidir. Kral Hüseyin, bu emeline, ya Vahidüddin'i küpler dolusu altinla

kazanarak, yahut el altinda tutup herhangi bir harekette bulunmasina engel

olarak varmak azminde... Nitekim o, Suriye, Filistin ve Amman taraflarinda

birtakim tertiplerle halifelik gayesini ilân etmis ve Arap âleminin büyüklerini

Hicaz'a davet ederek birlik kurma sevdasina düsmüstür. Bütün is, Vahidüddin'i

kendisine biy'at ettirmek, böylece Halifeligin ilk tasdik belgesini bizzat

Halifeden almakta...

Kendisine azil ve iskat kabul etmez halife göziyle bakan Vahidüddin, peçeler

düsüp de çehreler meydana çikinca, Kral Hüseyin'in topyekûn Suriye havzasinda

koparttigi ve Hicaz'a kadar soktugu curcuna sirasinda, birdenbire maiyetine emir

verdi:

— Hazirlaniniz! Yarin, havasi ve suyu bu kadar güzel olan Tâif'i ve pesinden

Hicaz'i terkediyoruz!

Vahidüddin'in Tâif'ten çikisi ilâhî rahmetten bir isaret oldu. Çünkü ertesi günü

Vahabîler Tâif'i basti ve önlerine çikani yakip yiktilar, asip kestiler.

Hâsimî saltanat ve Ğdaresine karsi hareket büyüdü, Kral Hüseyin'in kuvvetleri

maglûp oldu ve Ğbnüssuud, muzaffer bir Roma kumandani tavriyle mukaddes beldeye

girdi. Fakat Mekke'ye girer girmez son derece nazik bir politika edâsiyle ve

askerlerinin «Allahümme Lebbeyk - Allahim, dâvetine kostuk ve sana geldik!»

nidalariyle Kabe'ye yöneldi ve taskin bir din alâkasi gösterdi.

Fakat Mekke'nin düsmesine ragmen, müdafaasina bâzi Türk zabitlerinin de

katildigi Cidde mukavemet ediyordu. Bu sirada Cidde'ye gelen Kral Hüseyin,

Hilâfet, Sultanlik, bütün rüyalarina veda edercesine, tahtini oglu Emîr Ali'ye

birakti ve Ğngiliz baskisiyle meydana gelen bu neticeden sonra muazzam servetini

yüklenip, yine bir Ğngiliz ülkesi olan Kibrisa kapagi atti ve Ölünceye kadar

orada kaldi-

Türk zabitleri sayesinde aylarca süren Cidde mukavemeti nihayet kirildi,

Ğbnüssuud, mukavemetin saikleri olan Türk zabitlerinden ikisini huzura çagirip

tebrik etti ve kendi hizmetine aldi.

Vahabî istilâsinin arafesinde Tâif'ten çikan ve binbir çetinlik içinde Ciddeye

varabilen Vahidüddin oradan Misir'a gitmeyi arzuladiysa da bu istegi Kral Fuad

tarafindan kabul edilmedi; o da, daima muhafaza ettigi, asla Ğngiliz oyununa

getirmedigi Halife ve Sultan vasiflarini omuzlarinda tasiyarak en uygun ve

baskidan uzak memleket kaydiyle Ğtalya yolunu tuttu.

Burada en nazik nokta, yine Vahidüddin'e ait ulviyettir. O, kuru bir unvan

halinde olsa da, malik bulundugu muazzam sifati, hiçbir menfaat mukabili

satmayan ve bir harp gemisinden faydalandigi Ğngilizlerin Hilâfet mevzuunda

oyununa gelmeyen, bu oyuna gelmemek için alâkasiz bir ülke, Ğtalyayı seçen büyük

insandir.

Ğtalya topraginda ilk ayak bastigi liman, Cenova... Ne o?

Bu limanda fevkalâde bir karsilanis!... Ğtalya Krali Viktor Emanüel ile diktatör

Musolini, bizzat karsilayanlar arasinda... Ayrica enistesi ve Sadrâzami Ferit

Pasa ve bâzi saray mensuplari... Vahidüddin ve maiyetine hususî bir tren tahsis

edildi ve kalinacak yer olarak önceden kararlastirilan (San Remo)...

Ğtalya... Çiçek, meyve, çam agaci ve deniz suyu kokan ilik günes memleketi ve

onun bu hassalara sahip en güzel plaj şehirlerinden (San Remo)...

Vahidüddin'in bir daha içinden çikmayacagi ve ölüm dösegine uzanacagi şiir ve

serenad memleketi... Vahidüddin'in üzerindeki bütün para, Tarik Mümtaz

Göztepe'ye göre 35 bin Ğngiliz lirasidir. Bizse bu parayi baska kaynaklara göre,

kâgit para olarak ,50 bin Türk lirasi göstermistik. Kaynaklardan hangisinin daha

dogru oldugunu bilmemekle beraber o zamanki (kur)lara göre, kâgit para 35 bin

Sterling ile 50 bin Türk Lirasi arasinda azîm bir fark yoktur. Bir padisah için

bahsis parasi kadar zaif olan 50 veya 100 - 150 bin Türk lirasi kiymetindeki

parayi, bir çanta içinde sertabip Resat Pasa tasimakta, ve gereken masraflari

kendisi görmektedir.

кte, biraz evvel ne soydan bir adam oldugunu bildirdigimiz, sabik kayinbirader

Kaymakam Zeki'nin gözü bu çantadaydi. Ğstiyordu ki, çanta onun elinde olsun,

masraflari o görsün ve basta kumar olmak üzere her türlü sefahatine bu çanta

yetissin!... Daha evvel Malta ve Hicaz'da büyük rolü olmayan bu çanta, şimdi

Sultanin artik kendi yagiyle kavrulmaya baslayacagi italya'da, bilhassa sefahat

vasitalarinin pek bol oldugu bu yerde, Kaymakam Zeki'ye göre can noktasiydi.

«Mizika-yi - Hümayun» kumandani, fahrî yaver ve sabik kayinbirader tarafindan

göz dikilen bu çantanin, Resat Pasa esrarli bir şekilde ölünce nasil ayyas ve

kumarbaz Kaymakama geçtigini ve nelare yol açtigini birazdan görecegiz.

Artik Vahidüddin Ğtalya'da...

VAHÎDÜDDĞN ĞTALYA'DA

Yegeni Vahidüddin'e en çirkin şekilde çatip yeni rejime yaranacagini vehmeden

zaif karakterli Abdülmecid de, Hilâfetin lagvi üzerine bütün Hanedan âzasiyla

beraber Türkiye'den kovulup Avrupa yolunu tutunca, Vahidüddin'in Ğstanbul'da

kendisine emanet ettigi kadin efendiler vesair yakinlari hep birden Ğtalya'da

tepesine üsüstüler. Bunun üzerine Vahidüddin, tuttugu küçük villâyi birakip

(Villâ Manyoli) isimli kasri kiraladi. Portakal, liman, Malta erigi, manolya

agaçlariyle süslü büyük bir koru içinde modern bir şato... Ayrica, havaya

bayiltici bir koku nesreden türlü çiçekler ve güller... Villânin biraz

ilerisinde birkaç odali bir de yavru kösk... Bu minik kösk, ileride, sabik

kayinbirader Kaymakam Zeki'nin rezaletlerine yataklik edecektir.

Artik kadin efendilerden saraylilara, Basmâbeyincinden bas doktora, yaver,

musahip, katip, esvapcibasi, ibriktarbasi, tütüncübasi, berberbasi ve daha

kimlere ve nelere dek saray kadrosu tamam... (Villa Manyoli) ve yanindaki küçük

köskün 40 küsur odasini isgal eden bu kalabaliga hususiyle baslarinda Kaymakam

Zeki gibi bir sefih bulundukça Padisahin o mahdut parasi ne kadar müddet

yetebilir?

Kaymakam Zeki'nin rezaletleri (San Remo)ya yerlesildikten kisa bir zaman sonra,

korkunç mikyasta basladi. Vahidüddin'in hususî hizmetlerine bakmasi için tutulan

küçük bir Ğtalyan kizi Zeki'den gebe kaldi ve rezalet duyulmasin diye fedakârlik

Padisahin [ kesesine düstü.

Hâle ve şu Osmanli Hanedanindan bazilarindaki eabir, tevekkül, tahammül ve

hicaba bakin ki, Vahidüddin hâlâ bu adami basindan defedemiyor!

O siralarda harikulade bir levha:

Ğtalya kralindan bir temsilci gelip Halifeye, diledigi yerde diledigi şato ve

konagi seçmekte serbest oldugu ve bütün hizmet kadrosiyle beraber her türlü

masrafin Kral tarafindan görülecegi ricasini getiriyor.

Prensliginde Çanakkale'deki Truva harabelerini ; ziyarete geldigi vakit

kendisine mihmandar şehzade olarak refakat ettigi Ğtalya Kralina, Türklerin

Padisahi ve müslümanlarin Halifesi şu ulvî mukabelede bulunuyor:

— Hasmetlû Kral Hazretlerine şükranlarımı arzediniz! Gösterdikleri incelik ve

civanmertligin hayraniyim! Fakat tasidigim «Müslümanlarin Halifesi» unvani böyle

bir yardimi kabul etmeme mânidir!

Bu bilgiyi, yüzelliliklerden ve (Villâ Manyoli) müdavimlerinden, muharrir Refi

Cevat Ulunay'a borçluyuz.

Bir seyahat vesilesiyle Şimalî Ğtalya'yı dolasip oralardan (San Remo)ya geçen

Kral Viktor Emanüel ve diktatör Musolini oranin meshur gazinosunda Vahidüddin

ile bulusuyorlar, bilhassa Musolini ve Padisah arasinda karsilikli bir hoslanma

doguyor ve Halife, Ğtalya diktatörüne fasizmi, yikmadan dogan bir inkilâp olarak

medhediyor.

Vahidüddin'in maiyetindeki pasalar, beyler ve agalar, vaktiyle saraydan

aldiklari maaslari şimdi Padisahin sürgün mahiyetindeki gurbet hayatinda da

Ğngiliz lirasi olarak almaktan çekinmiyor, üstelik günde dört Ögün yiyip içiyor,

sonra gezip tozuyor ve bütün bu yükler, Sultanin malûm ve mahdut kesesine

biniyor. Bu gidisle paranin bir iki yil bile dayanip dayanamayacagi belli

degil... Fakat Padisah, damarlarindaki asîl kanin icabi, sultanî cömertliginden

zerre bile kismiyor ve tek tedbiri yaliniz az nefsini her şeyden mahrum etmek ve

bir nefer hayati yasamaktan ibaret kaliyor.

Hele Zeki Bey, hele o korkunç istismar sülügü!.. кi gücü, (Montekarlo) ayan bir

kumarhanesi olan (San Remo) gazinosunda Vahidüddin'in keçesinden para saçmak...

Onun bu hâllerine en çok öfkelenen Sertabip Resat Pasaya da dis bilemekte ve

Sultanin aci ihtarlarina bos vermekte...

Bir gün Vahidüddin Villânin alt katinda otururken ânî bir silâh sesi.., Korkunç

bir çiglik ve disarida oda kapisinin önüne yigilan bir vücudun gürültüsü...

Vahidüddin hemen kapiyi açip firliyor... Ne görse iyi!... Kesesinin muhafizi,

yakin ve sadik adami ve sertabibi Resat Pasa, kanlar içinde yere uzanmis...

Yerde açik duran sag elinin biraz ilerisinde de bir tabanca... Resat Pasa

üzerine kapanan Vahidüddîn'e ancak «Efendimiz, ölüyorum!» diyebiliyor, baska bir

tafsilât veremiyor ve kaldirildigi hastahânede vefat ediyor.

Ğtalyan polisinin delil yetersizligi yüzünden herhangi bir suikasta atfedemedigi

ve intihar teshisini koydugu hâdise, birçoklarinca Kaymakam Zeki'nin eseridir.

Vahidüddin, manolya deryasi (Villa Manyoli)de, her gün derece derece sifira

dogru inen bir termometre gibi tükenisini gördügü kesesine bakarak, tam bir

itikâf hayatina çekilmis ve öyle bir iç hayata yönelmis bulunuyor ki, disina ait

hiçbir şeyin farkinda olmuyor, artik büsbütün Kaymakam Zeki'nin eline geçen

kesesinin bile...

Bir müddet sonra Fransa'da ölen enistesi Damat; Ferit Pasa ve bir yil geçmeden

onu takip eden kiz kardesi Mediha Sultan, Halifenin sirtini büsbütün çökerten

sebeplerden...

VAHĞDÜDDĞN'ÎN SON GÜNLERĞ

Malûm yüzellilikler ve Vahidüddin'ci geçinenlerden Türkiye'yi terketmis ne kadar

adam varsa, bir nevi Yildiz Sarayi farzettikleri (Villâ Manyoli)ye üsüsüyor ve

oturduklari otellerde, Padisahin, artik ömrü gibi tükenmeye yüz tutan kesesine

yük oluyorlar... Bunlarin arasinda Padisahi siyasî tertiplerle dolandiranlar da

var... Meselâ, Paris'te «Intak-i Hak» adli bir gazete çikarmak vesilesiyle,

baslarinda Gümülcineli Ğsmail'in bulundugu bir hey'et, Vahidüddin'den oglu

Mehmed Turgut Efendiye ait paraya kiydirmak yoliyle 1000 Ğngiliz lirasi koparmis

ve parayi aralarinda paylasip savusmus, gitmisti. Padisahin son ihtiyat

akçelerinden verdigi bu basit paraya karsilik en âdi şekilde dolandirilisi son

derece gücüne gitmis; ve dost, düsman, vicdan ve ahlâkini bu kadar lekelemis bir

âlem içinde, o, âdeta nefsine küser hâle gelmis, kendisini herkesten gizler

olmustu.

Artik kesenin de suyu çekilmis bulunmakta ve dibi görülmektedir. Vahidüddin

masraflarini kismaya bakiyor, fakat elinden, nefsine ait gülünecek bir tedbir

olarak, içtigi paketlerce sigarayi asker sigarasina çevirmekten baska bir şey

gelmiyor.

Evet; paketlerce sigara... Günde 4 - 5 paket... Ve sayisiz kahve... Padisahin

olanca istihlâki bunlar... Öyle bir istihlâk ki, âdeta ölümü iple çekercesine,

yâni masrafi toptan kapatmak istercesine intihar yardimcisi...

Mahut sabik kayinbirader Kaymakam Zeki, nihayet, Sertabip Resat Pasadan sonra

kafadarligini yaptigi Padisah kesesini bir gecede (San Remo) kumarhanesinde

saçiveriyor ve koca Halife bunca etrafi ve muazzam mânâsiyle bir kilo ekmege

muhtaç hâle düsüyor. Korkunç skandal! Paranin kaybolmasi bir yana; hâdise

duyulacak ve Padisah kesesinin kumar masasina saçilip tüketildigi haber alinacak

olursa, Türkiye ve Avrupa'daki tepkilerle beraber, (Villâ Manyoli)ye kredi açan

(San Remo) esnafinin ne yapacaklarini düsünün!.,,

Vahidüddin, sapsari parmaklarinda bir asker sigarasi, kahrindan ölecek gibi

oluyor, buna ragmen bu şirret adami kovacak hamleyi gösteremiyor ve hemsiresi

Mediha Sultanla bulusup vaziyete bir çare ariyor. Kahraman hemsire, hemen,

babasi Abdülmecid Hân'in hediyesi zümrüt yüzügü parmagindan çikarip kardesine

veriyor, yüzüge Ğtalya'da kiymet biçilemiyor, nihayet Londra kuyumcularina

intikal eden mücevher 8000 Ğngiliz lirasina müsteri buluyor ve satiliyor. Eh,

Vahidüddin'in bir kaç aylik —herhalde 1 senelik degil— masraf karsiligi

saglanabilmistir; fakat bu para da bitince ne olacak?...

Nitekim büyük kismi alacaklilara dagitilan bu paranin pesinden yine darlik

basliyor, Kaymakam Zeki ayni yolda ve Padisah kesesinden para saçmakta devam

ediyor ve artik Halifeyi iflâs hâlinde gören esnaf (Villâ Manyoli) kredisini

kesiyorlar.

Bir aralik Misir'da Kral Fuad'in tertipledigi Hilâfet kongresinden de bir netice

alinamamis ve Misirli vicdan sahibi bir âlim, istiklâli tam olmayan bir ülke

temsilcisinin Halife olamayacagini avaz avaz haykirmistir.

Abdülmecid de, oturdugu kösede, Halifelik ünvanina simsiki bagli kalmakta, onu

Vahidüddine birakmamakta ve Hanedan âzasi arasinda bir anlasmaya

yanasmamaktadir.

Bütün bu dünya ortasinda Vahidüddin'in istirabini h'i'ç bir hayat

çerçeveleyemez. içtigi barut lezzetli asker sigaralarinin mavi duman halkalarina

bakarak, duman olmus 6 asirlik bir saltanatin 6 nci Mehmed'i sifatiyle,

kendinden olan ve olmayan sefil yaratilislar arasinda, bunlara ve hattâ tarih ve

-devletine ait ne varsa hepsini birden kendisine yükleyici hazin kaderini

düsünüyor.

Osmanli Ğmparatorluğunun siyaset mezbahasinda koca ve yarali bir fil gibi yere

çöktürüldügü ve tepesine asirlarin hesabi yükletildigi bir hengâmede basa

geçmeye mecbur olmak ve pesinden milleti ve devleti kurtarmanin plânini bizzat

tertipledikten sonra zafer kazanilir kazanilmaz millî hinca hedef diye

gösterilmekten büyük felâket ve talihsizlige acaba tarihte hangi misal denk

düsebilir?

Vatan disi edilenlerden biri olarak (San Remo) da kendisine katilan seryâveri,

eski Bahriye Naziri Avni Pasanin Vahidüddin hakkinda, onun talihsizlik

derecesini anlatan bir sözü, harika çapindadir:

«— Âhâd-i nâs (avam tabakasi) arasinda bile Vahidüddin'den daha talihsizi, bütün

tarih ve edebiyat âlemi içinde aransa bulunamaz!..»

Yâni, degil padisahlar ve yüksek tabakadan insanlar, ayak takimi da isin içinde,

bütün insanlik kadrosunda ondan daha talihsizi yoktur.

Öyle bir talihsizlik ki, Allah ona, şeref ve namusuna musallat Zeki isimli

külhanbeyinden tutun, mânâ ve hakikatini tahrif edici nice fikir eskiyasina

kadar hiç kimseye karsi durabilecek mukavemet bünyesini vermemis, bunun yerine

sultanî bir vekar ve asaletle her şeye katlanma seciyesini bahsetmis, böylece

biraz evvel dokundugumuz sir icabi, bu, aslinda masum adam, mazi, hâl, dost,

düsman her tarafa ve herkese ait ayip ve günahlarin, içinde toplandigi bir

keskül hâlini almistir. O kadar ki, Zeiki isimli sefilin Villâdaki iç telefonla

kendisine «ulan!» diye hitap edecek kadar agir hakaretine, koca Halife, gazete

okumayi kestigi gibi, iç telefon hatlarini kestirmekten baska bir mukabelede

bulunamamistir. Bu karakter, Abdülmecid ogullarinda, (Burbon), (Valûa),

(Habsburg), (Hohenzolern), (Romanof) ve daha nice Avrupa Kral hanedanindan

hiçbirinde mevcut olmayan bir asalet, fakat korkunç bir zaaf olarak baslica

farikadir.

Eger Ğkinci AbdülhamidĞstanbul'aSelânigin dönme havasini tasiyan, mânâda

ve maddede çapulcu Hareket Ordusunu, bastan basa Anadolu erlerinden kurulu

Hassa Ordusuna çignetmediyse sadece bu karakteri yüzünden...

«Yâver-i Ekrem» unvanli, eski Bahriye Nâziri Avni Pasa hakkinda birkaç kelime

etmek borcundayiz:

Bu zât, Mustafa Kemal Pasaya Ğstanbul'da her kolayligi göstermis, onun Samsun'a

gitmesi için «Bandirma» vapurunu hazirlatmis, sonra da, eski Bahriye Vekili ve

«Yavuz - Havuz» kahramani Ğhsan Beyin marifetiyle meshur Yüzellilikler listesine

alinmistir.

Onun) siyaset muhterisleri hakkinda söyledigi bir söz vardir ki, o da harika

çapinda:

«— Cemaatin son safindan mihrabasiçramak gayretinde insanlar...»

Sirasi gelmisken Yüzellilikler üzerinde de, istikbalin tarihçisine bilgi

verelim:

Bu listeyi tertipleyen veya tertipleten,Ankara degil, Londra ve (Lord

Kürzon)dur. Londra'daĞsmet Pasaya «bütün muhaliflerinizi temizlemelisiniz!»

emrini veriyor ve sayilarini soruyor.Lozan zaferine (!) Türk'ün mukaddesat

temelini yikmak pahasina ermis olan Ğsmet Pasa bu suale «Muhaliflerimiz 150

kisidir!» cevabini veriyor. Halbuki o güne kadar tespit edilenler sadece 70

kisidir ve 150 rakami, âdeta îngiliz Lorduna cömert görünmek için agizdan

kaçirilmis bir kemiyettir. Lord bir hafta zarfinda bunlarin isimlerini istiyor.

Ğsmet Pasa da Ankara'ya bir şifre teli çekip kara listedekilerin 150'ye

çikarilmasini istiyor, 1960, 27 Mayis hareketinde de görüldügü gibi siyasî

ahlâkamiz malûm olduguna göre, herkesin birbirini ihbar ettigi bir sefalet

vasatinda bu 150 kisi rastgele devsiriliyor ve Ğsmet Pasanin Efendisi (Lord

Kürzon)a takdim olunuyor.

Bu hâdiseyi bize, Ankara Türkocaginda, Baskanlik odasinda Prof. Osman Turan'in

huzurunda anlatan, eski yaver ve (Villâ Manyoli) misafiri Tarik Mümtaz

Göztepe'dir.

Taht'a çikinca sakal birakmak Osmanli padisahlarinin âdet ve usûlüyken Yavuz

Sultan Selim gibi buna riayet etmeyen ve hatirlatanlara «sakalimi kimsenin eline

vermeye niyetim yok!» mukabelesinde bulunan Vahidüddin Ğtalya'da sakal birakti

ve onu kendi eline vererek tel tel yolarcasina vicdanini muhasebe etmeyi bildi.

Bu muhasebenin son hükmü şudur:

— Ben birçok noktada zaifim; fakat her noktada masumum!

Derin bir musiki kültür, hattâ ihtisasina malik bulunan Halife, manolya ve

palmiyelerin ilik havasinda tüten Ğtalyan serenatlarini isittikçe hisleniyor ve

babasi Abdülmecid'in (Donizetti)ye bestelettigi ve sonra gelenlerin de

degistirmedigi Hanedan marsini hatirliyor. Bu hatirlayisin içinde, kirmizi

ceketli, astragan kalpakli, boz pantolonlu ve mizrakli Hassa süvarilerinin

atlarina ait nal sesleri ve kisnemeler de vardir.

Maddî ve manevî istirap ve darliginin en baskin demlerinde gözünün önünden

mazisi geçen Vahidüddin, bazen tek basina bir odaya kapaniyor ve orada esrarli

bir isle mesgul görünüyor. Etrafindaki tecessüs sahipleri, bir kolayini bulup da

odaya göz attiklari zaman görüyorlar ki, koca Sultan ve Halife, Hanedan nisanini

dizinin üstüne yerlestirmis, küçük bir tirnak makasîyle onun elmaslarini sökmeye

çalismakta... Hem içeridekilere, hem disaridakilere karsi utandigi için, bir

sürü midenin göz diktigi sofrasina lâzim olan ekmegi ancak Hanedan nisaninin

elmaslarindan tedarik edebilecek hâle düstügünü gizlemektedir.

Türklerin Padisahi ve müslümanlarin Halifesi 6. Mehmed Vahidüddin'in bu hâlinden

duyulacak utanç, kendisinden baska, Türk ve müslüman her fert tarafindan

paylasilsa yeridir!

Sene 1928... Mayis ayindayiz... Vahidüddin, bildirdigimiz şartlar içinde, (Villâ

Manyoli)nin alt Katindaki bir odasinda, itikâfa çekilmis bir dervis...

Sihhatçe düskün, çökük, bitkin...

Hususî doktoru Profesör (Fava) kendisine fazla sigara içmemesini, hususiyle sik

sik aspirin almamasini, bilmem kaçinci defa ihtar etmektedir.

Fakat dinleyen kim?

Doktora verdigi cevap:

— Benim tek keyfim, sigara, doktor!. Derime, kemigime, kanima islemis bir

aliskanlik... Onu birakirsam ne yaparim?...

— Hiç olmazsa azaltiniz, Majeste! Hayatiniz tehlikeye girebilir. Aspirin

tiryakiligini de birakiniz! Zayiflamis bulunan kalbinize fenadir.

Aldirmiyor.

Arada bir vasiyet sözleri:

— Ölürsem beni Şam'da Selâhaddin-i Eyyubî türbesine gömsünler!..

— Aman; cenazemi salip ülkelerinde süründürmesinler!..

— Aman; basimdan Kur'an ve islâm ölçülerini eksik etmesinler!..

Fakat bu vasiyetlere (karsi bir sürü hayal ve teselli:

— Allah uzun Ömürler ihsan etsin, efendimiz! în-saallah istanbul'a dönecek ve

«taht-i âlibaht»iniza kavusacaksiniz!

Bu ümit ve hayalin Vahidüddin'i her ân besledigi ve en ümitsiz demlerinde bile

terketmedigi bir hakikattir. Vahidüddin, her şeye ragmen bir gün Türkiye'ye eski

sifatlariyla ve debdebeyle dönecegine kanidir.

Bir kere, söz Türkiye'ye döndügü ve Mustafa Kemal Pasayi Anadolu'ya göndermis

olmasi aci aci yerildigi zaman, kelimesi kelimesine diyor ki:

«— Biz yandik amma, onu Anadolu'ya göndermekle vatani kurtardik!»

Ve derin derin iç çekerek devam ediyor :

«— Mustafa Kemal bana bunu yapmaz, Mustafa Kemal bana bunu yapmaz!»

14 Mayis günü (San Remo) ufuklarinda müthis bir infilâk... Büyük bir firtina...

Havayi şimşekler örmekte, bardaktan bosanircasina bir yagmur inmekte. ..

O gece Vahidüddîn bütün kadinlarini topluyor ve onlarla, gayet nes'eli,

hâllesiyor. istanbul'dan, saraydan, şuradan, buradan hâtiralar... Hususiyle,

Çengelköyimdeki kösk... Ah o günler, o günler!..

Vahidüddin bir şezlong üzerinde ve yari uzanmis vaziyette...

Sohbetin en tatli yerinde şezlongtan dogrulup ; kadinlarina emir veriyor:

— Haydi, yatsi namazlarini kilin da gelin!-. Dertlesmeye devam ederiz...

Hep beraber çikiyorlar.

Yaninda kalan ve hizmetinden bir ân ayrilmayan zeevcesi Nevzat Kadinefendiye

hitabi:

— Safram kabariyor. Bana bir tas getir!

Nevzat Kadinefendi tasi getiriyor ve Sultan egilip hafifçe gaseyan ediyor:

— Haydi, tasi dök de gel!.. Meydanda kalma.

Kadinefendi tasi döküp de döndügü zaman görüyor ki, Sultan şezlonga upuzun

yatmis ve tas kesilmis vaziyette...

Çiglik... Kosusan harem halki... Padisahin, dokunur dokunulmaz düsen ve

şezlongtan sarkan eli... Çiglik üstüne çiglik... Herkes ayakta... Son Osmanli

Padisahi 6. MehmedVahidüddin, Mustafa Kemal Pasaya «git de vatani kurtar!»

dedigi ândan günü gününe tam 7 yil sonra, anlasilmaz şekilde ölmüstür. Şimşek,

gökgürültüsü, sagnak... Villâdakiler ve küçük kösktekiler hep birden cenazenin

basinda...Padisahin yegeni, kizkardesinin oglu Prens Sami de orada... Deliye

dönmüs, kadinefendilere haykirmakta:

- Dayima ne yaptiniz?

Padisah, sirtinda samur kürk, gözleri kapali, yüzünde hiç ölüye benzemeyen bir

tazelik ve huzur benzeri bir tebessüm, sanki bütün bu patirtilari dinliyor,

fakat cevap vermek istemiyor gibi...

Ertesi sabah yagmur hâlâ devam ederken (Villa Manyoli)yi çepçevre kusatan,

tersine dönmüs serpuslu italyan polisleri... Ğtalyan hükumeti, Halifenin ânî

vefatiyle yakindan ilgili... Resmi temsilcilerle beraber hususî doktor Profesör

(Fava) orada...

Ceset üzerinde (otopsi) yapilmasi lüzumlu gösteriliyor. Ölüm sebebinin

anlasilmasi için, gurbette ölen Halifenin vücudu kesilip biçilecek... Ğslâm

Ölçülerine uymayan bir is... Ayri mes'ele...

(Otopsi) yi villâda bizzat profesör (Fava) yapiyor ve ameliyat pek kisa sürüyor.

Profesör, sirtinda beyaz gömlegi, elinde küçük bir kemige benzer bir şeyle,

bitisikte bekleyenlerin yanina geliyor ve:

кte, diyor; ölüm sebebi!.. Bu, kalbe giren damar!. Tas kesilmis... Fazla

sigara içmek, bilhassa bir defada çokça aspirin almak yüzünden tikanmis ve ölümü

meydana getirmis... Baska sebep aramaya lüzum yok!...

Seryâver Avni Pasaya göre Padisah, parasinin tam bittigi ânda bu ölümü kendisine

hazirlamistir, yâni intihar etmis... Aksam yemeginden sonra bir defada 7 - 8

aspirin almis ve neticeyi beklercesine şezlonga uzanmis...

Halife yemekten sonra kaç taneyse, aspirin almis olsun, olmasin, onun intihar

kasdi güttügüne ihtimal verilemez. Çünkü o derin ve şiddetli bir mü'mindir ve

böyle bir din suçu islemekten münezzehtir. Gerisi, hep yakistirma, uydurma, zan

ve hayal...

Parasinin tam bittigi anda ölmesi de Ğlâhî bir lütuf ve âhiret nimetlerine

davetli olmaktan baska türlü yorumlanamaz.

Halifenin cesedi tahnit ediliyor (ilaçlaniyor) v yegeni Prens Sami tarafindan

büyük masraflarla yaptirilan som cevizden bir tabuta yerlestiriliyor. Tabutun

üzerinde şu yazi:

«— Ğslamların Halifesi ve Türklerin Hakani Altinci Sultan Mehmed Hân

Hazretleri»...

Ve iste o zaman rezaletin en büyügü kopuyor. (Villâ Manyoli) alacaklisi bakkal,

kasap, manav ve saire hep birden ayaklanip tabuta haciz koyduruyorlar.

Böyle bir hâdise dünyada belki ilk defa olmaktadir. Bir Padisah ceseti,

tabutuyla beraber hacz altindadir ve topraga kavusmak hakkina malik degildir.

Tabut, (Villâ Manyoli)nin mermer döseli avlusunda ve ziyaretlere açik bir

(katafalk) esyasi şeklinde günlerce bekletiliyor; ve ancak Misir, Suriye ve

Irak'tan gelen yardimlarla kurtarilip serbest hâle getirilebiliyor.

Eger Halifenin borçlarini italya hükümeti ödemiyorsa, herhalde bunu Türk

hükümetine hakaret etmis olmak için yapmiyor.

Cenazeyi ziyaret eden edene... Ğslâm dünyasindan, şuradan, buradan gelip tabut

basinda Kur'ân okuyanlar ve dua edenler... Bunlarin arasinda, siyahlar giymis

iki kiziyle beraber mermere diz çöküp hiristiyan usûlü dua eden ve aglayan

ihtiyar biri vardir: Ğkinci Abdülhamid'in ressami meshur- (Zonaro)...

Vahidüddin'in, parasini ve kiymetli evrakini sakladigi çekmece açilinca meydana

çikan manzara müthis...

Tam 17 tane altin lira çeyregiyle, taslari sökülmüs Hânedan-i Âl-i Osman»

nisani. Yâni dört ve ayrica dörtte bir altinla, disleri sökülmüs bir agza benzer

bir nisan... Gerçekten Sultân, parasinin bittigi anda ölmüstür.

Cenaze Şam'a götürüldü. Oradaki hükumetçe düzenlenen orta hâlli bir merasimle,

Selahaddin Eyyûbi türbesinde yer bulunamadigi için Sultan Selim Camii

mezarligina gömüldü.

Aradan bir müddet geçince Sultan Selim Camiindeki mezarlar kaldirilmis,

düzlestirilmis ve orasi park hâline getirilmistir.

Demek ki, bugün, Türklerin Padisahi ve müslümanlarin Halifesi Vahidüddin'den

maddî bir iz bile mevcut degil...

Fakat manevî bir iz mevcut... Bu iz resmî yol yaftalarina bakmadan takip

edilecek olursa öyle bir noktaya varilir (ki, orada, sahte para basanlar gibi,

yalan ilim ve tarih imal edenlerin tezgâh kapisini açacak ve topunu birden ilahî

adalet savcisina teslim ettirecek anahtar vardir.

îmam-i Rabbânî Hazretlerince Allah indinde en yüksek derece, bir insanin, iyi

olmasina ragmen fenaliginin söylenmesinde olduguna göre, Ğkinci Abdülhamid'den

sonra bu mertebeye erebilmis; büyük mazlum olarak Vahidüddin'e ait ruhanî makami

düsünelim!...