* AHLAK *
Salih
ÖZBEY
Kitabı Tashih Edenler:
Felsefeci:
M.Kalkan
Belediyeci:
B.Çelik
Kitaba Hizmet Verenler:
-D.Çeltek
-F.Güçlü
-E.Korkmaz
-R.Aslan
Kitaba Emeği Geçenler:
-M.Demir
-M.Sertdemir
-Z.Kılıç
Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa
yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün güzelliği rengidir.
Bülbülün ki, sesidir.
Göğün ki, yıldızlardır.
Yerlerin ki, bitkilerdir.
Dilberin ki, cemalidir.
Yiğidin ki, bileğidir.
Arifin ki, bilgidir.
Abidin ki, zikridir.
İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.
*
Ahlakın Yaratıcısı Allah’tır.
Ahlakın öğretmeni
Hz.Muhammed’tir.
Ahlakın öğrencisi müminlerdir.
*
Ahlak insanlığın yitiğidir.
Ahlakı kim kaybederse rezil-i rüsva
olur.
Ahlakı kim bulur, yaşarsa efendi, aziz
olur.
KISALTMALAR
a.g.e Adı
geçen eser.
a.g.y. Adı geçen yayın
(a.s) Aleyhisselâm
bsm. Basılmıştır
b. Bin,
İbn
bint Binti
bkz. Bakınız.
çev. Çeviren
Doç. Doçent
H. Hicri
c. Cilt,
cüz.
(c.c) Celle
Celâlühû
Hz. Hazret
Nşr: Neşreden
Ktb. Kütüphanesi
M. Milâdî
Mad. Maddesi,
Madde
M.Ö. Milattan
Önce
M.S. Milattan
Sonra
ö. Ölüm tarihi
Prof. Profesör
(r.a) Radıyallahû anh
(r.anha) Radıyallahû anha
(rha) Rahmetullahi aleyh
s. Sayfa
(a.s) Aleyhissalâtu
vesselâm
Trc. Tercüme
v. Vefatı,Vefat tarihi
vr. Varak
vs. ve
saire
y.y. Yüzyıl
vd. ve
devamı.
Yay. Yayınevi.
yz. Yazma.
ty. Tarih
yok
31)Suizan…………………………………………………
- Kaynakça................................................................. 583
GİRİŞ
Ahlak dersi programı, eğiticinin ahlak dersi planını yaparken
yararlanacağı bir rehberdir.
Bu programın amacı eğiticiye bakış-açısı kazandırmakla birlikte, onu
dersin işlenişi ve yöntemleri hakkında bilgilendirmektir.
Eğitici,
dersin süresini ve öğrencilerin
seviyelerini göz-önünde bulundurarak konularını bu programdan seçer,
sonra öncelik sırasına göre planını yapar.
Bu program açıklamaları, amaçları, konuları, yöntemleri
ve kaynakçayı içerir.
A)
AÇIKLAMALAR:
Yüce Allah
Kur’an-ı Kerim de Peygamberimize hitaben:
وَاِنَّكَ
لَعَلى
خُلُقٍ
عَظيمٍ
“Muhakkak
ki, sen büyük bir ahlak üzeresin.”[1]
Hz. Peygamber
(a.s) Müteaddit hadislerinde şöyle buyurmuş:
"Ben
ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim."[2]
"Mîzana
konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir pey yoktur.
İnsan güzel ahlâkı sayesinde, oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine
yükselir.[3]
"Sizin en hayırlınız, ahlakça en güzel olanınızdır."[4]
"Allah'ım,
ayrılık ve bozgunculuktan, iki yüzlülükten ve kötü ahlaktan sana sığınırım."[5]
-Ahlak, ruhi
bir melekedir.
Bütün
insanlar iyi tabiatta
yaratılırlar: Ancak daha sonra
kötülerle düşüp kalkmak veya kötü
tutumlara yönelmek gibi olumsuz sebepler yüzünden kötü olurlar.
Çocukluğundan
itibaren "Din" terbiyesi alan, dinin öngördüğü görevleri kabullenerek
bunları alışkanlık haline
getiren, öteki tabii ve manevi ilimleri tahsil eden kişi insanlığın en kemal
mertebesine ulaşmış ve sonuçta en mükemmel ahlakı ve mutluluğu kazanmış olur.
İnsan eğitim ve öğretimle hızlı ve yavaş da olsa
ahlaki değişmeye yatkın bir tabiatta yaratılmıştır.
Ruhi ve ahlaki
hastalıkların başlıca sebepleri; öfke, aşırı ihtiras, üzüntü, aşk, değersiz ve
basit şeylere karşı fikri saplantı,
muhtemel ve geçici şeylerden dolayı korku, cesaret erdeminden sapmalar olan
saldırganlık ve korkaklık, kendini beğenme ve böbürlenme geçimsizlik, dik
kafalılık, mizah, övünme, hıyanet, baskı vb. şeylerdir.
Rahat ve bolluk
tutkusu, nefsin çeşitli ihtirasları ya da tembellikten başka bir şey, insanı dine aykırı davranmaya
itmez. Bu eğilimler, onları taşıyan kimsenin kötü ahlak ile kirlendiğini
gösterir. Rahat konusunda ölçüyü aşmamak ve isabetli karar verebilmek
ancak ahlaki kemale ermiş vicdanların
karıdır.
Ehliyetli bir
mimar, ince ruhlu bir sanatkar ve iyi
bir müzisyen kendi mesleklerini sergilerken büyük bir mutluluk duyduğu gibi.
Gerçek mutlu kişi de ancak erdemlerini eylemleriyle sergileyerek ve ahlaki bir
şekil vererek, yani bu meziyetlerini başkaların yararına kullanırken büyük bir
mutluluk duyar. Tıpkı, İbrahim (a.s)'ın "Halil-Rahman" sofrası gibi.
Ahlakta asıl
olan, şeriatın öğretilerini sadece şeklen icra etmek değildir. En yüksek ahlaki
ideal olan "Allah rıza" sıdır. Bu da ancak arınmış kalplerde ve oto
kontrolü sağlanmış nefislerde yer alır.
İnsanın
niyeti, amacı, tasarıları, dini ve ahlaki şuurdur. Bu yüzden
yergi ve övgü, korku ve ümit, evlilik ve bekarlık, zenginlik ve yoksulluk, harcama ve tutumluluk, uzlet ve
ülfet gibi karşıt durumlar, imkan veya
imkansızlık ne iyi ne de kötü ya da hem
iyi hem de kötüdür. Çünkü bunları iyi yahut kötü kılan, arkalarındaki
"Allah rızası" olan niyet ve güçlü iradedir.
Akıl gücünü
aktif tutan, düşünme, iyi kötüden ayırma, eşyanın hakikatlerini tanıma, kapalı
bilgi alanlarını araştırma gibi faaliyetleri adet haline getiren kimsenin, bir
bakıma "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanma" seviyesinde erdemli, bir insan
olması mümkündür. Çünkü Allah için düşündüğümüz şeyler hikmet, güç, adalet,
hayır, güzellik, gerçeklik gibi yüksek niteliklerdir. İnsan da gücü nispetinde nefsini eğiterek hakim, adil,
cömert, hayırlı, gerçeği ve güzeli seçen bir varlık düzeyine ulaşabilir. Yani
-"Allah'ın
ahlakıyla ahlaklanabilir."
Yüce Allah
Kur'an-ı Kerim de:
صِبْغَةَ
اللّهِ
وَمَنْ
اَحْسَنُ
مِنَ اللّهِ
صِبْغَةً
وَنَحْنُ
لَهُ
عَابِدُونَ
“Bu
Allah'ın boyasıdır. Allah(ın boyasın)dan daha güzel kimin boyası vardır?”[6]
B) ÖZEL
AMAÇLAR
Ahlak dersinin
okunmasıyla ulaşılması istenilen amaçlar:
1) "Sizin
en hayırlınız, ahlakça en güzel olanınızdır"[7] hadisi şerifin
sırrına nail olmaya çalışmak.
2) İslam dininin en büyük amacı, ahlaki
olgunluğa ermiş fertlerle insanların yüreklerini fethetmek olmuştur.
3) Din davetçilerinin, insanlara Allah'ın dinini
söylemle beraber ahlaki eylemle taşımalarıdır.
C) KONULAR
I ) BÖLÜM
AHLAKIN İÇ FAKTÖRLERİ
1) Allah ve Resulünü her şeyden çok sevmek
2) Allah'a hiçbir şeyi denk tutmamak
3) Allah'ın azabından emin olmamak
4) Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek
5) Allah'tan başka kimseden korkmamak
6) Allah'a tevekkül etmek
7) Allah'ın azametini tefekkür etmek
8) Allah'a karşı ihlaslı olmak
9) Allah'a karşı ihsan sahibi olmak
10) Niyetini halis tutmak
11) Allah'a dua etmek
12) Allah'ın rızkına kefil olduğuna inanmak
13) Ölümü, Cennet ve Cehennemi hak bilmek
14) Kazaya rıza göstermek
15) Belaya sabır etmek
16) Kalbini kötü vesveselerden temizlemek
17) Birr Sahibi Olmak
18) Rıfk
Sahibi Olmak
19) Kerem
Sahibi Olmak
II)
BÖLÜM
AHLAKIN DIŞ FAKTÖRLERİ
1) Allah'a ve Resulüne itaat etmek
2) Kur'an ve Sünneti delil (ölçü) bilmek
3) İlim Öğrenmek
4) Günahlarına tövbe etmek
5) Sözünde durmak
6) Allah için sevmek ve buğz etmek
7) Gusül boy abdesti almak
8) Abdest almak
9) Elbiselerini temiz tutmak
10) Beş vakit namaz kılmak
11) Gece namazını kılmak
12) Kuşluk namazını kılmak
13) Namazın erkanına riayet etmek
14) Zekat vermek
15) Sadaka vermek
16) Allah için yedirip ve giyindirmek
17) Helalinden yemek ve içmek
18) Kanaat etmek
19) Oruç tutmak
20) Dilini kötü şeylerden korumak
21) Kulaklarını kötü şeylerden korumak
22) Günah olan şeylerden kaçınmak
23) Hacca gitmek
24) Umreye gitmek
25) Kurban kesmek
26) Fitneyle cihat etmek
27) İyiliği emretmek, kötülükten men etmek
28) Allah'ın dininin hakimiyeti için çalışmak
29) İlim öğrenmek ve öğretmek
30) Nasihat perver olmak
III) BÖLÜM
AHLAKSIZLIĞIN FAKTÖRLERİ
1) Allah'tan başkasına baş eğmek
2) Falcı ve Muskacılara inanmak
3) Şeytan ve dostlarına itaat etmek
4) Nefsin kötü isteklerine boyun eğmek
5) Günahları alışkanlık edinmek
6) Kibirlenmek
7) Gıybet etmek
8) Dedikodu yapmak
9) İftira
10 Zina etmek
11) İçki içmek
12) Domuz eti yemek
13) Haksız yere adam öldürmek
14) Kumar ve çeşitleriyle oynamak
15) Yetim malını yemek
16) Faiz yemek
17) Rüşvet almak ve vermek
18) Yalan yere yemin etmek
19) Akraba bağlarını kesmek
20) Emanete ihanet etmek
21) Haset etmek
22) Irkçılık yapmak
23) Hatadan
ısrar etmek (inatçılık)
24) Taklitçilik
25)
Kindar Olmak
26)
Müslümanlara Buğz Etmek
27)
Riyakar Olmak
28)
Aldatmak
29)
Zulüm
30)
Kendini Beğenmişlik (Ucb)
31)Suizan
D)
YÖNTEMLER
Ahlak dersi şu
yöntemlerle işlenir.
1) Ahlak dersi, sadece teoriğe dayalı olarak
öğretilir ve öğrencinin neyi nasıl anlayıp yapacağı kendisine bırakılır.
2) Ahlak dersi, sadece pratiğe dayalı olarak verilir. Bu yöntem öğrencinin
eğiticiye göre yapmacık şekillenmesine yol açar.
3) Ahlak dersi, hem teorik hem de pratik olarak
verilir. Teorik kitabi bilgiye, pratik ise eğiticinin ahlak ve edebine dayanır.
Eğitici, öğrencilerin yapmacık şekillenmesine aldanmayarak, öğrencilerin anlamalarına ve kendi içlerindeki cevheri
keşfetmesine yardımcı olmalıdır.
Üçüncü şıktaki
eğitim türü, günümüzde ihmal edilmiştir. İşte bu ahlak programında üçüncü şık
tercih edilerek, öğrencilere hem teorik hem de pratik ahlak dersi verilmelidir.
Kitap Adı Yazar Adı Yayın Adı
------------------------------------------------------------------------------------
1)
- İhya-u Ulumid-Din İmamı Gazali
Akçağ
2)
- Kimyayı Saadet İmamı
Gazali Arslan
3)
- Tembihul Gafilin Ebul Leys
Semerkandi Bedir
4)
- Marifetname (3.Cilt) Erzurumlu
İ. Hakkı Derya
5)
- Ölüm Kıyamet Ahiret İmamı
Şarani Bedir
6) - Büyük Günahlar İmamı Zehebi
Bedir
7) - Bostan Gülistan Ş.Sadi Şirazi M.E.B.
8) - Mevlana ve Mesnevi T.Büyükörükçü Bedir
9) - Allah Kimleri Sever? Muallime Nigar Bedir
10)
- Risale-i Hamidiyye El Cisri Bedir
11)
- Gıybet İlleti U.Küçük Bedir
12)
- Ahlaki Çocuk Hikayeleri M.Yazgan Bedir
13)
- Kelile ve Dimne Beydaba Bedir
14)
- Ey Oğul İmamı
Gazali Bedir
15)
- İslam'da Edeb T.Büyükörükçü Bedir
16)
– Hicab İskilipli
Atıf Hoca Bedir
17)
- İslam Ahlakının Esasları Babazade A.Naim Bedir
18)
- Kalplerin keşfi İmamı
Gazali Çelik
19)
- Tarikat-ı Muhammediyye İmamı Birgivi Demir
20)
- Mektubat-ı Rabbani İmamı
Rabbani Demir
21)
- Edebud-Dünya Ve'd-Din İmamı Maverdi Demir
22)
- Burhan-ul Müttekin İmamı
Birgivi Demir
23)
- Talimül-Müteallim İmamı
Zernuci Demir
24)
- Hakikat Bilgisi Hucviri Dergah
25)
- Hayatü-s Sahabe Yusuf El
Kandehlevi Divan
26)
- Kuşeyri Risalesi İmamı
Kuşeyri Dergah
27)
- Tanrı Ahlak İlişkisi Prof.Dr.M.S.Aydın Diyanet
28)
- Ahlakın Dini Temeli Dr.Receb
Kılıç Diyanet
29)
- İhlas Risalesi B.Said
Nursi Envar
30)
– Adab Muhammed
Hani Erkam
31)
- Ahlakın Tarifi İ.Ekşi Esma
32)
- İman ve Ahlakın Değeri M.Yalçın Hikmet
33)
– Peyg.’in Güzel Ahlakı İmamı
Tirmizi Hisar
34)
- İnsan-ı Kamil İbrahim
Hakkı Hisar
35)
- İslam Ahlakı İmamı
Gazali Huzur
36)
- İslam Ahlakı Muhammed
Hadimi Huzur
37)
- Hadislerle Ahlaki Davr. Ali Özek İlmi Neş.
38)
- İslam’ı Hrk’in Ahl. Yapısı Mevdudi
İnkilap
39)
- İlahi Aşk İbni
Arabi İnsan
40)
- Sabredenler ve Şükredenler İ.K.El
Cevziyye İnsan
41)
- Dinde Edeb İmamı
Gazali İslami Nş.
42)
- Kur'an Ahlakı Abdullah
Dıraz İz
43)
- Kitab-ül Zühd Ahmed
b.Hanbel İz
44)
- Kutab-ur Ruh İ.Kayyım El
Cevziyye İz
45)
– Berika İmamı
Birgivi Kahraman
46)
- Resul ve Ahlak M.El
Hufi Kültür B.
47)
- Gizli Günahlar S.R.ElButi Gonca
48)
– Ahlakımız MustafaÇağrıcı Mar.Ün.
49)
- Ahlak-Hukuk İlişkisi İsmail
Kıllıoğlu Mar.Ün.
50)
- İslam Düşüncesinde Ahlak M.Çağrıcı Mar.Ün.
51)
- Ölüm ve Ötesi İmamı
Gazali Merve
52)
- Ahlak ile Dinin İki Kaynağı Henri
Bergson M.E.B.
53)
- Ahlak Üzerine Mektuplar Descartes M.E.B.
54)
- Aklın İdaresi İçin Kurallar
Descartes M.E.B.
56)
- Kuran’da Ahlak Psikolojisi
A.Kasapoğlu İzci
57)
- Evlilik ve Ahlak
B.Russell Kaknüs
58)
- İslam Ahlakının Esasları Ahmed Saim Diyanet
59)
- Dini Ahlaki Sohbetler M.Asım
Köksal Diyanet
60)
- Hz.Peygamberin Edeb ve Ahl. El İsfahani İz
1) Allah ve
Resulünü Her Şeyden Çok Sevmek
2) Allah'a
Hiçbir Şeyi Denk Tutmamak
3) Allah'ın
Azabından Emin Olmamak
4) Allah'ın
Rahmetinden Ümit Kesmemek
5) Allah'tan
Başka Kimseden Korkmamak
7)
Allah'ın Azametini Tefekkür Etmek
8) Allah'a
Karşı İhlaslı Olmak
9) Allah'a
Karşı İhsan Sahibi Olmak
12) Allah'ın
Rızkına Kefil Olduğuna İnanmak
13) Ölümü,
Cennet ve Cehennemi Hak Bilmek
16) Kalbini Kötü Vesveselerden
Temizlemek
17) Birr Sahibi Olmak
18) Rıfk Sahibi Olmak
19) Kerem Sahibi Olmak
İslâm ahlâkı, Kur'an-ı Kerîm'e
dayanır. Yani her yönüyle Cenâb-ı Allah tarafından vahiy yoluyla belirlenmiş
bir davranışlar manzumesidir. Her şeyden önce İslâm ahlâkı bir vazife ahlâkı
şeklinde ortaya çıkmıştır. Zira Kur’an-ı Kerîm'deki her emir, müminler için bir
görev belirlemiştir. İnsanın bir mümin olarak bu emirlere muhatap olmayı kabul
etmesi, bunları birer görev olarak telâkkî etmesi anlamındadır. Kur'an-ı
Kerîm'de Resulullah (a.s)'a hitaben:
وَاِنَّكَ
لَعَلى
خُلُقٍ
عَظيمٍ
“Şüphesiz ki, sen büyük bir ahlak üzeresin”[8] buyurulmuş ve Hz. Peygamber'in kendisi de:
"Ben ahlâkî prensipleri tamamlamak üzere
gönderildim" buyurmuştur. [9]
Aynı şekilde
Resulullah'ın bütün hadisleri insanların birbirlerine karşı daha iyi
davranmaları konusunda birer emir mahiyetinde olup, müslümanlara görev
yüklemektedir. Dolayısıyla İslâm'ın getirdiği ahlâk anlayışı her şeyden önce
bir görev ahlâkıdır.
İslâm ahlâkının diğer bir yönü de
davranışlardaki niyet duygusudur. Zira:
عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
الْيَمِينُ
عَلى نِيَّةِ
الْمُسْتَحْلِفِ،
وفي أخرى:
يَمِينُكَ
عَلى مَا يُصَدِّقُكَ
بِهِ
صَاحِبُكَ.
Ebu Hureyre (r.a)
anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki:"Yemin, yemin isteyenin
niyetine göredir" Bir diğer rivayette: "Senin yeminin arkadaşının
seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir" denmiştir.[10]
إنَّمَا
اْلاَ
عْمَالُ
بِالنِّيَّاتِ
وَإنَّمَا
لِكُلِّ
امْرِئٍ مَا
نَوَى،
Hz. Ömer (r.a)'dan: “Ameller
niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey
vardır” hadisi, İslâm'ın önemli bir
prensibini belirlemiştir.[11]
Müslüman için bu niyetin
arkasındaki en büyük yönlendirici duygu, müminin her davranışında "Allah
rızasını" gözetme duygusudur. Zira mümin herhangi bir davranışta
bulunurken, asla bir dünyevî çıkar yahut bir uhrevî sevap beklemeyip gönlünde
sadece Allah rızasını ve onun sevgisini kazanma arzusunu taşımaktadır.
وَيُطْعِمُونَ
الطَّعَامَ
عَلى حُبِّه
مِسْكينًا
وَيَتيمًا
وَاَسيرًا اِنَّمَا
نُطْعِمُكُمْ
لِوَجْهِ
اللّهِ
لَانُريدُ
مِنْكُمْ
جَزَاءً وَلَا
شُكُورًا
"Yoksula, yetime ve
esire onun rızası için yemek yedirirler ve "biz size sırf Allah rızası
için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz" (derler).”[12]
Niyet ve Allah rızası
duygularının yanı sıra, Allah'u Teâlâ'ya karşı bir sorumluluk duygusu taşımak
müslüman ahlâkının temel prensiplerindendir. İslâm'a göre müslümanın bu
sorumluluk duygusu Allah'u Teâlâ'dan korkmak, onun emirlerine saygı göstermek
ve bu emirleri asla aksatmaksızın yerine getirmek yasakladığı her şeyden kaçınmak
İslâm ahlâkının temel ve ilk prensipleridir. Diğer bir temel prensip de
müslümanın diğer mahlûkâta karşı son derece merhamet, adalet ve şefkâtle
davranması, zayıf ve muhtaç olanlarına yardım etmesi, ana ve babaya saygılı
olması ve onların gönüllerini kazanmaya çalışması v.s. hususlarıdır.
Bütün bunların yanı sıra insanın
kendi duygularına hakim olması, mütevazî, sabırlı, edepli, hayâlı ve insaflı
olması gibi prensipler de müslümanın başkasına karşı sorumlu olduğu
hususlardır.
İnsanın, dolayısıyla müslümanın,
toplum içinde güzel ve hoş karşılanmayan her türlü kötü davranış ve
alışkanlıklarını zamanla değiştirebilmesi gerekir. Bu kötü huy ve
davranışlardan kurtulmanın tek yolu, iradesini kontrol altında tutup ona tam
olarak sahip olmasıdır. Bu kötü davranış biçimlerinden de ancak Allah'ın bize
emrettiği ibadetlere sımsıkı sarılmak suretiyle kurtulmak mümkündür. Ama
iradesine hakim olamayan bir kimsenin bu gibi kötü huy ve alışkanlıklardan
uzaklaşması kolay değildir. İbadetlere sıkı sıkıya bağlanmak, Allah'ı daima
bizi görüyor gibi hissedip onu hatırda tutmak, sürekli olarak iyi insanlarla
oturup kötülerden uzak kalmak, asî insanların bulunduğu yerlere gitmemek,
Allah'ın emirlerine sarılıp yasaklarından kaçınmak suretiyle İslâmî anlamda bir
ahlâka sahip olunabilir.
Bütün bu çizilen prensiplere göz
attığımızda İslâm ahlâkının saf ve sağlam bir iyi niyete dayandığı; Allah'ın
rızasına önem vermesi müntesibinden dünyevî hiçbir çıkar beklemeyip uhrevî bir
fayda peşinde de olmaksızın sırf Allah rızası ve sevgisini göz önünde
bulundurmasını talep etmesi gibi özellikleri ile her türlü şekilci ve
pragmatist ahlâk anlayışından uzak olduğu görülmektedir.
İslâm'da Emr-i Bi'l-Ma'ruf ve
Nehy-i Ani'l-Münker prensibi insanların ahlâkını daima iyiye doğru yönlendirmek
içindir. Müslümanın daima ahlâkını güzelleştirmesi gerektiğini dile
getirmektedir. Bunun yanı sıra, Kur'an-ı Kerîm'in birçok yerinde İslâm
toplumunun daha mükemmel bir ahlâkî yapıya kavuşması için bir hayli emir ve
nehiylerin sıralandığını ve müslüman için Allah'ın razı olacağı bir hayat
tarzının belirlendiğini biliyoruz. Bu gibi ahlâkî emir ve yasaklamaların
bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
وَقَضى
رَبُّكَ
اَلَّا
تَعْبُدُوا
اِلَّا اِيَّاهُ
وَبِالْوَالِدَيْنِ
اِحْسَانًا
اِمَّا
يَبْلُغَنَّ
عِنْدَكَ
الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا
اَوْ
كِلَاهُمَا
فَلَا تَقُلْ
لَهُمَا
اُفٍّ وَلَا
تَنْهَرْهُمَا
وَقُلْ لَهُمَا
قَوْلًا
كَريمًا
1)”Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi,
ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya
her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "of!" bile deme;
onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.”
وَاخْفِضْ
لَهُمَا
جَنَاحَ
الذُّلِّ
مِنَ الرَّحْمَةِ
وَقُلْ رَبِّ
ارْحَمْهُمَا
كَمَا
رَبَّيَانى
صَغيرًا
2)”Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle
üzerlerine kanat ger ve: "Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl
yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!" diyerek dua et.”
رَبُّكُمْ
اَعْلَمُ
بِمَا فى
نُفُوسِكُمْ اِنْ
تَكُونُوا
صَالِحينَ
فَاِنَّهُ
كَانَ
لِلْاَوَّابينَ
غَفُورًا
3)“Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi
bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek
tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.”
وَاتِ
ذَا
الْقُرْبى
حَقَّهُ
وَالْمِسْكينَ
وَابْنَ
السَّبيلِ
وَلَا
تُبَذِّرْ
تَبْذيرًا
4)“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver.
Gereksiz yere de saçıp savurma.”
اِنَّ
الْمُبَذِّرينَ
كَانُوا
اِخْوَانَ الشَّيَاطينِ
وَكَانَ
الشَّيْطَانُ
لِرَبِّه
كَفُورًا
5)“Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların
dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”
وَاِمَّا
تُعْرِضَنَّ
عَنْهُمُ
ابْتِغَاءَ
رَحْمَةٍ مِنْ
رَبِّكَ
تَرْجُوهَا
فَقُلْ
لَهُمْ قَوْلًا
مَيْسُورًا
6)“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda
olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa
kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.”
وَلَا
تَجْعَلْ
يَدَكَ
مَغْلُولَةً
اِلى عُنُقِكَ
وَلَا
تَبْسُطْهَا
كُلَّ
الْبَسْطِ
فَتَقْعُدَ
مَلُومًا
مَحْسُورًا
7)“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma.
Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.”
اِنَّ
رَبَّكَ
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ يَشَاءُ
وَيَقْدِرُ
اِنَّهُ
كَانَ بِعِبَادِه
خَبيرًا
بَصيرًا
8)“Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine
daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür.”
وَلَا
تَقْتُلُوا
اَوْلَادَكُمْ
خَشْيَةَ
اِمْلَاقٍ
نَحْنُ
نَرْزُقُهُمْ
وَاِيَّاكُمْ
اِنَّ
قَتْلَهُمْ
كَانَ خِطْأً
كَبيرًا
9)“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına
kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten
büyük bir suçtur.”
وَلَا
تَقْرَبُوا
الزِّنى
اِنَّهُ
كَانَ فَاحِشَةً
وَسَاءَ سَبيلًا
10)“Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır
ve çok kötü bir yoldur.”
وَلَا
تَقْتُلُوا
النَّفْسَ
الَّتى حَرَّمَ
اللّهُ
اِلَّا
بِالْحَقِّ
وَمَنْ قُتِلَ
مَظْلُومًا
فَقَدْ
جَعَلْنَا
لِوَلِيِّه
سُلْطَانًا
فَلَا
يُسْرِفْ فِى
الْقَتْلِ
اِنَّهُ
كَانَ مَنْصُورًا
11)“Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem
kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine (hakkını
alması için) yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin. Zaten
(kendisine bu yetki verilmekle) o, alacağını almıştır.”
وَلَا
تَقْرَبُوا
مَالَ
الْيَتيمِ
اِلَّا بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ
حَتّى
يَبْلُغَ اَشُدَّهُ
وَاَوْفُوا
بِالْعَهْدِ
اِنَّ الْعَهْدَ
كَانَ
مَسْؤُلًا
12)“Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak
en güzel bir niyetle yaklaşın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen
söz, sorumluluğu gerektirir.”
وَاَوْفُوا
الْكَيْلَ
اِذَا
كِلْتُمْ وَزِنُوا
بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ
ذَلِكَ
خَيْرٌ
وَاَحْسَنُ
تَأْوِيلاً
13)“Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru
terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha
güzeldir.”
وَلاَ
تَقْفُ مَا
لَيْسَ لَكَ
بِهِ عِلْمٌ اِنَّ السَّمْعَ
وَالْبَصَرَ
وَالْفُؤَادَ
كُلُّ
اُولَئِكَ
كَانَ عَنْهُ
مَسْؤُلاً
14)“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına
düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”
وَلاَ
تَمْشِ فِى
اْلاَرْضِ
مَرَحًا
اِنَّكَ لَنْ
تَخْرِقَ
اْلاَرْضَ
وَلَنْ
تَبْلُغَ
الْجِبَالَ
طُولاً
15)“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen
(ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına
girebilirsin.”
كُلُّ
ذَلِكَ كَانَ
سَيِّئُهُ
عِنْدَ رَبِّكَ
مَكْرُوهًا
16)“Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin
nezdinde sevimsizdir.”[13]
İslâm'da ahlâkı imandan ayırmak
mümkün değildir. Zira bütün Kur'an-î emirlere boyun eğmek imanın gereğidir. Bu
emirlere uymakla da en üstün ahlâkî değerler elde edilir.
عن معاذ بن
جبل رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: يَا
مُعَاذ،
أحْسِنْ
خُلُقَكَ
لِلنَّاسِ[.
أخرجه مالك .
- Hz. Muâz İbnu Cebel (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s) bana: "Ey Muâz, insanlara karşı iyi ahlâklı
ol!" dedi."[14]
وعن
أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
أكْمَلُ
المُؤمِنِينَ
إيمَاناً
أحْسَنُهُمْ
خُلُقاً،
وَخِيَارُكُمْ
خِيَارُكُمْ
‘هْلِهِ[.
- Hz. Ebu Hüreyre (r.a)
anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Mü'minler arasında
imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine
hayırlı olandır."[15]
وعن أبى
الدرداء
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
# مَا مِنْ شئ
أثْقَلُ في مِيزَانِ
المُؤمِنِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
مِنْ خُلُقٍ
حَسَنٍ،
وَإنَّ اللّهَ
تَعالى
ليُبْغِضُ
الفَاحِشَ
الْبَذِئَ[.
أخرجهما أبو
داود
والترمذى.وفي
رواية الترمذى:
]وَإنَّ
صَاحِبَ
حُسْنِ
الخُلُقِ لَيَبْلُغَ
بِهِ
دَرَجَةَ
صَاحبِ
الصَّوْمِ وَالصََّةِ[.»الْبَذَاءَة«
الفحش في
النطق .
- Hz. Ebu'd-Derdâ (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Kıyâmet günü, mü'minin mizanında
güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah Teâla hazretleri, çirkin
düşük söz (ve davranış) sahiplerine buğzeder."
Tirmizî'nin
bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Güzel ahlâk sahibi, ahlâkı sayesinde,
namaz ve oruç sahibinin dereceisine ulaşır."[16]
وعن
جابر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: إنَّ
مِنْ
أحَبِّكُمْ
إلىَّ وَأقْربِكُمْ
مِنِّى
مَجْلِساً
يَوْمَ
القِيَامَةِ
أحَاسِنُكُمْ
أخْقاً
وَإنَّ
أبْغَضَكُمْ
إلىَّ
وَأبْعَدَكُمْ
مِنِّى مَجْلِساً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
الثَّرثَارُونَ
وَالمتَشَدِّقُونَ
وَالمُتَفَيْهِقُونَ.
قالُوا: يَا
رسولَ اللّهِ،
مَا
المُتَفَيْهقُونَ؟
قال: المُتَكَبِّرُونَ[.
أخرجه
الترمذى .
- Hz. Câbir (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s)
buyurdular ki: "Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de bana mevkice en
yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur
olanınız, kıyamet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler,
boşboğazlar ve yüksekten atanlardır." (Cemaatte bulunan bâzıları):
"Ey Allah'ın Resûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir?" diye sordular.
"Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!" cevabını
verdi."[17]
وعن
النوّاس بن
سمعان رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَأَلْتُ
رسولَ اللّهِ
# عَنِ
الِبرِّّ وَا“ثْمِ،
فقَالَ:
البِرُّ
حُسْنُ
الخُلُقِ،
وَا“ثْمُ: مَا
حَاكَ في
صَدْرِكَ وَكَرِهْتَ
أنْ
يَطَّلِعَ
عَلَيْهِ
النَّاسُ[.
أخرجه مسلم
والترمذى.»حاكَ«:
أى تردد في
الصدر .
- Nevvâs İbnu Sem'an (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s)'a iyilik (birr) ve günah hakkında sordum. Bana şu cevabı
verdi: "İyilik (birr), güzel ahlâktır. Günah da içini rahatsız eden ve
başkasının muttali olmasından korktuğun
şeydir."[18]
Bu duruma göre ahlâkî açıdan
mükemmel bir anlayış ve davranışa sahip olmayan kişi iman açısından da kemâle
ermiş olamaz.
Bu ve buna benzer hadislerde Hz.
Peygamber güzel ahlâkın üstünlüğünü dile getirmiştir.
Ayrıca:
المُسْلِمُ
مَنْ سَلِمَ
الْمُسْلِمُونَ
مِنْ
لِسَانِهِ
وَيدِهِ،
Hz. Abdullah bin Ömer (r.a)'den:
Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuş:
"Müslüman, müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları
kimsedir." [19]
İslâm ahlâkının temel prensipleri
olarak sadece bunlarla amel eden ve bu prensipler çerçevesinde hareket eden bir
toplum her zaman dimdik olarak ayakta durabilir.
İnsanlara karşı daima yumuşak
davranmak, hatalarına rastladığında, bu hatalarını son derece yumuşak bir
ifadeyle ve onları üzmeyecek bir tarz ve uslüpla söylemek gerekir. İnsanları
ikaz ederken de aynı üslûbu uygulamak müslümanın prensibi olmalıdır. İslâm'ın
insanların hayatlarında görülen pratik ahlâkı insanın kendisine, hemcinslerine,
çevresinde ve Allah'a karşı olan bütün görevlerini içine alır. Bütün bunlara
baktığımızda İslâm ahlâkı hürmet, hizmet, merhamet, edep, hayâ, nefse
hâkimiyet, tevazu, adalet, ve benzeri hususlar üzerinde yükselmiştir.
Ayrıca İslâm yalan, küfür, lânet okuma, alay etme, kibirlenme,
koğuculuk yapma, gıybet etme, riyâ, cimrilik, kıskançlık, vs. gibi duygu ve
davranışların kesinlikle yasaklandığını bildirerek, müslümanın bütün bunlardan
da uzak kalması gerektiğini açıklamıştır.
Şu halde güzel
ahlakla, insanların cevherleri açığa çıkar. İnsan bedeni ve yaratılışı
itibariyle gizli, ruhu ve ahlakı itibariyle meşhurdur. Yani beden fanidir. Asıl
kalıcı olan ve dillere destan olan insanın geride bıraktığı, yaşam tarzı ve
ruhi esinti olan ahlakıdır.
Ahlak, evrensel insan değerlerinin ortak adıdır. Her ne kadar
insanların renkleri, dilleri ve coğrafyaları farklı olsa da, ahlaki değerleri
birdir. Değişen farklılıklar sadece inançtan kaynaklanmaktadır. Sonuçta inanç
farklılığı olsa dahi insanlığın tek dili, tek ortak noktası ‘AHLAK’ tır.
*Hayat, iman
ve ahlaktır.
*Ahlak, haya
ve edeptir.
*Edep, sevgi
ve saygıdır.
*İmandan
yoksunların, ahlakı olmaz.
*Ahlaktan
yoksun olanların, edebi olmaz.
*Edebi
olmayanın sevgi ve saygısı olmaz.
İnançla ortaya
çıkan ahlak, inancın yasaklandığı bir toplumda ahlakın koruyucuları ancak
bekçiler olur ki, onlarında ahlak dersine ihtiyacı vardır. Dolayısıyla ahlakın
bekçisi insan değil, insan üstü güç ve kuvvetin inancı gerekmektedir. Bu
inancı, Kur’an ve Peygamberle biz insanlara inzal eden yüce Allah’a hamd olsun.
Allah: Arapça özel isim olan “Allah”; kainatın ve bütün
varlıkların yaratıcısı ve tek koruyucusu olan üstün ve tek varlık, tek mabud,
tek ilah, Rab, Mevla, Huda, “Lailaheillallah,” Allah’tan başka ilah yoktur hükmü İslam’ın temel
inancıdır. Allah kemal sıfatların sahibidir. Allah, birliğin bölünmez şekliyle
kaimdir ve tek gerçektir. Geçmiş ve gelecekte özü ve sıfatları değişmez
manasına gelir.
Resul: Arapça isim olan “Resul”; bir kimsenin sözünü başka bir
kimseye tebliğ eden kişi. Elçi, Allah elçisi, Peygamber. Yeni bir kitap ve
şeriatle gönderilen peygamber manasına gelir.
Gerçek
dindarlık Allah ve Resulünü her şeyden çok sevmekten geçer. Bunun aksini
düşünmek mümkün değildir. Nitekim yüce Allah (cc) şöyle buyurur:
¤ قُلْ
اِنْ كَانَ
ابَاؤُكُمْ
وَاَبْنَاؤُكُمْ
وَاِخْوَانُكُمْ
وَاَزْوَاجُكُمْ
وَعَشيرَتُكُمْ
وَاَمْوَالٌ
اقْتَرَفْتُمُوهَا
وَتِجَارَةٌ
تَخْشَوْنَ
كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ
تَرْضَوْنَهَا
اَحَبَّ
اِلَيْكُمْ
مِنَ اللّهِ
وَرَسُولِه
وَجِهَادٍ فى
سَبيلِه
فَتَرَبَّصُوا
حَتّى
يَاْتِىَ
اللّهُ
بِاَمْرِه
وَاللّهُ لَا
يَهْدِى
الْقَوْمَ
الْفَاسِقينَ
“De ki:
Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız. Elde ettiğiniz
mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce
Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise,
Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola
eriştirmez.” [20]
Burada
emredilen Allah ve Peygamber sevgisinin nasıl ortaya çıkacağı da bir başka
ayette açıklanmıştır: Hz. Peygamber (a.s) uymanın Allah sevgisi ile hakkında:
قُلْ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
اللهَ فَاتَّبِعُونِى
يُحْبِبْكُمُ
اللهُ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَاللهُ
غَفُورٌ رَحِيمٌ
“(Resûlüm! ) De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” [21]
ـ وَعَنْ
أبِي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
وَالَّذِى
نَفْسُ مُحَمّدٍ
بيَدِهِ
لَيَأتِيَنَّ
عَلى أحَدِكُمْ
يَوْمٌ وََ
يَرَانِى،
ثُمَّ ‘نْ
يَرَانِى
أحَبُّ
إلَيْهِ مِنْ
أهْلِهِ
وَمَالِهِ مَعَهُمْ
فَأوَّلُوهُ
عَلى أنَّهُ #
نَعَى نَفْسَهُ
إلَيْهِمْ
وَعَرَّفَهُمْ
بِمَا يَحْدُثُ
بَعْدَهُ
مِنْ
تَمَنِّى
لِقَائِهِ
عِنْدَ فَقْدِهِمْ
مَا كَانُوا
يُشَاهِدُونَ
مِنْ بَرَكَاتِهِ،
صَلَواتُ
اللّهِ
عَلَيْهِ
وَسََمُهُ.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular
ki:"Muhammed'in nefsi yed-i kudretinde bulunan Zât-ı Zülcelâl'e yemin
olsun ki, sizden birine, beni görmeyeceği bir gün gelecek ki, o gün beni
beraberlerinde görmek, ona ehlinden ve malından daha makbul olacak."
Resulullah'ın bu sözünü, Ashab, kendilerine ölümünü haber veriyor diye
yorumladılar. Bunun üzerine, ölümüyle kendisini kaybedince getirmiş olduğu
bereketleri müşahede ettikleri müddetçe duyacakları, Aleyhissalatu vesselam'a
kavuşma temennisini kasdettiğini
bildirdi."[22]
ـ وَعَنْ
عَبْدِاللّهِ
بْنِ هشَامٍ
قَالَ: ]كُنَّا
مَعَ
النَّبِيِّ #
وَهُوَ آخِذٌ
بِيَدِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فقَالَ عُمَرُ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ ‘نْتَ
أَحَبُّ
إلىَّ مِنْ
كُلِّ شَىْءٍ
إَّ نَفْسِى،
فقَالَ #: َ،
وَالَّذِى نَفْسِى
بِيَدِهِ
حَتّى أكُونَ
أحَبَّ إلَيْكَ
مِنْ
نَفْسِكَ.
فَقَالَ
عُمَرُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
فإنَّهُ انَ
‘نْتَ أحَبُّ
إلىّ مِنْ
نَفْسِى.
فقَالَ #: اَنَ
يَا عُمَرُ.
Abdullah İbnu Hişâm (r.a) anlatıyor: "Biz Resûlullah (a.s) ile
beraberdik. O sırada, Aleyhissalâtu vesselâm, Ömer (r.a)'ın elinden tutmuştu.
Hz. Ömer:"Ey Allah'ın Resûlü! Sen bana, nefsim hâriç herşeyden daha
sevgilisin!" dedi. Resûlullah hemen şu cevabı verdi:"Hayır! Nefsimi
elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, ben sana nefsinden de sevgili
olmadıkça (imanın eksiktir)!"Hz. Ömer (r.a):
"Şimdi, sen bana nefsimden de sevgilisin!" dedi. Bunun üzerine Efendimiz
(a.s):"İşte şimdi (kâmil imâna erdin) ey Ömer!" buyurdular."[23]
Hadislerde,
Allah ve Resulü dışında kalan kimseleri sevmede ölçü verilmekte ve Allah’ı
memnun etmeyecek sevmelerden, buğz etmelerden kaçınmak emredilmektedir. Yani
Allah’ın seveceği Hak dostlarını sevmek, Allah’ın sevgisine layık olmayacağı
belli olan sefih, heva perest, din düşmanı kimseleri sevmemek. Allah rızası
için olmayan sevmeler bizi dünyada onların yolunda gitmeye sevk edeceği gibi
ahirette de zarara sebep olacaktır.
وَعَنْ
العباس ابن
عبد المطّلب
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ.
قَالَ: سمعتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: ذاقَ
طعمَ ا“يمانِ مَنْ
رَضِىَ
بِاللّهِ
ربّاً،
وبِا“سْمِ دِيناً،
وَبِمُحَمّدٍ
رَسُوً،
أخرجه مسلم
والترمذى .
- Abbâs İbnu Abdilmuttalib (r.a)
anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s)'ın şöyle söylediğini işittim: "İmanın
tadını, Rabb olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i
seçip râzı olanlar duyar."[24]
وَعَنْ
عبدِاللّهِ
بن مَعاوية
الغاضري رَضِىَ
اللّهُ عَنْه.
قَالَ: قَالَ
رسُولُ اللّهِ
#: ثَثٌ مَنْ
فَعَلَهُنّ
فَقَدْ
طَعِمَ طَعْمَ
ا“يمَان: مَنْ
عَبدَاللّهَ
وَحدَهُ،
وعَلِمَ
أنّهُ
َإلَهَ إّ
اللّهُ،
وأعطى زَكَاةَ
مَالِهِ
طِيبةً بِهَا
نَفْسُهُ رافِدةً
عَلَيْهِ
كُلَّ عامٍ،
وَلَمْ يعطِ
الْهَرِمَةَ
وََ
الدَّرِنةَ
وََ
المريضَةَ وَ الشَّرَطَ
اللئيمةَ
ولَكنْ مَن
وَسطِ أموالكُم
فإنّ اللّهَ
تَعالَى لمْ
يَسْأَلكُمْ خيْرَهُ
وَلَمْ يأمُرْكُمْ
بِشَرِّّهِ،
أخرجه أبو
داود.ومعنى
»رافدة عليه«
أى معينة له
على أداء
الزكاةَ غير
محدّثةٍ
نفسهُ بمنعها
فهي ترفده
وتعينه. ومعنى
»الدرنة
والشرط
واللئيمة«
رذال المال وصغاره
.
- Abdullah İbnu Muâviye el-Gâzirî (r.a) anlatıyor: "Hz. Peygamber (a.s)
şöyle buyurdu: "Üç şey vardır. Kim onları yaparsa imanın tadını alır:
Sadece Allah'a kulluk eden, Allah'tan başka ilâh olmadığını bilen, her yıl
gönül hoşluğuyla zekâtını veren! Zekâtını da yaşlı, uyuzlu, hasta, değersiz,
küçük hayvanlardan vermez, aksine mallarının orta hâllilerinden verir. Zira
Cenab-ı Hakk ne en iyisinden vermenizi emretmiştir, ne de en adisinden olana
râzı olmuştur." [25]
Kendisini
müslüman bildiği halde sevgi alemini sadece artistler, sporcular, romancılar
vs. dolduran veya müslüman büyüklerine, İslami değerlere gerekli alakayı
göstermeyen, kendilerini muhasebe ve murakabe etmelidir. Bilmelidir ki, ömür
sermayesinden bir an bile olsa, pay ayırdığı her şeyden hesap verecektir.
Arapça
karşılığı ”şirk” olan “denk” kelimesi; çeşitli bakımlardan eşit: Boyca denk, yaşça denk
manasına gelir.
Yaratılmışların
içinde yüce Allah’a denk olacak hiçbir şey olmadığına göre, Allah’a inanan bir
kimsenin Ona ait özelliklerini Ondan başkasına tevdi etmesi akıllıca bir şey
olmaması gerekir. Onun içindir ki, denk tutmanın karşılığı olan şirk; yüce
Allah’a eş koşmaktır. Bu inancın İslam’daki yeri müşrikliktir. Müşrik bir
kimsenin inanancı dini literatürdeki yeri ebedi cehennemliktir. İnsanın
kişiliği taşıdığı inancında yatmaktadır. Müslüman bir insanın düşüncesinde
şirkin yeri yoktur. Düşüncesinde şirk kokusu ve şirkin emaresi olan bir
müslümanın derhal tövbe etmesi gerekiyor. Aksi takdirde şirkle kirlenmiş bir
düşünceyle Allah’a kovuşmak (ölmek) insana çok pahalıya mal olur.
Allah’ın
dengi, benzeri ve zıttı yoktur. Biz her şeyi tanımlarken beyazın zıttı siyah,
deriz. Veya karanlığın zıttı aydınlık, gecenin zıttı gündüz deriz. Veyahut
insanoğlundan birisini bir genci tanımlarken tıpkı babasına benziyor gibi
sözler söyleriz. Onun babası, eşi yoktur. Dolayısıyla da onun çocuğunun oluşu
söz konusu olamaz. Her şeyi O yaratmış. Hiçbir şey Onun dengi ve benzeri
olamaz.
قُلْ
هُوَ اللّهُ
اَحَدٌ ()
اَللّهُ
الصَّمَدُ ()
لَمْ يَلِدْ
وَلَمْ
يُولَدْ ()
وَلَمْ يَكُنْ
لَهُ كُفُوًا
اَحَدٌ
“De ki: O, Allah birdir.
Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur. ” [26]
Allah’a bir
şeyi denk tutmak şirktir. Şirk; Allah’a ait bir sıfatı başkalarına vermektir.
Allah’ın itaat etmeyi yasakladığı bir konuda birisine itaat etmektir.
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ اللهِ وَالْمَسِيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَمَا اُمِرُوا
اِلاَّ
لِيَعْبُدُوا
اِلَهًا
وَاحِدًا لاَ
اِلَهَ
اِلاَّ هُوَ
سُبْحَانَهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
“(Yahudiler) Allah'ı
bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem
oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk
etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları
şeylerden uzaktır.” [27]
Bu âyetin manâsı hakkında meşhur Hatimi Taî’nin oğlu “Adiy”
demiştir ki: “Resulullah’a geldim boynumda altından bir salib
vardı -ki Adiy o zaman henüz Hıristiyan dininde idi- Resulullah, sûrei “Tevbe”
yi okuyordu “Ya Adiy, şu boynundaki veseni at» buyurdu, ben de attım;
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
“(Yahudiler) Allah'ı
bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem
oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler.”[28] Kavli ilâhîsine geldi, ya Resulullah onlara ibadet
etmezlerdi, dedim, aleyhıssalâtü vesselâm buyurdu ki: “Allah’ın
helâl kıldığını tahrim ederler, siz de haram tanımaz mıydınız?, Allah’ın haram
kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?” ben de, evet! dedim “İşte o onlara ibadettir” buyurdu. Rebi' demiştir ki bu rububiyyet, Beni
İsraîl’de nasıl idi diye Ebül'âliyeye sordum “ekseriya Allah’ın kitâbında
açıktan açığa Hahamların ahvaline muhalif şeyler bulurlar, bununla beraber
kitâbın hükmünü bırakırlar da Hahamların sözlerini tutarlardı” dedi. [29]
Sevgide şirk:
Yani bir mahluku veya herhangi bir şeyi Allah kadar veya Allah’tan daha çok
sevmektir.
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ
يَتَّخِذُ
مِنْ دُونِ
اللهِ
اَنْدَادًا
يُحِبُّونَهُمْ
كَحُبِّ
اللهِ
وَالَّذِينَ
اَمَنُوآ
اَشَدُّ حُبًّا
لِلَّهِ
وَلَوْ يَرَى
الَّذِينَ
ظَلَمُوآ اِذْ
يَرَوْنَ
الْعَذَابَ
اَنَّ
الْقُوَّةَ
لِلَّهِ
جَمِيعًا
وَاَنَّ
اللهَ شَدِيدُ
الْعَذَابِ
“İnsanlardan bazıları
Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi
severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha
fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün
kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu
önceden anlayabilselerdi.” [30]
Bu ayette
geçen “ke hubbullah” Allah’ı sever gibi, sahte ilahları sevmektir. Allah’ı
sevmek imanın esaslarındandır. Dolayısıyla Allah dışında bir şeyi Allah’ı sever
gibi sevmek şirktir. Çünkü sevginin en büyüğüne ve en güzeline müstahak olan
Allah’tır.
Hayatta en güzel şey, ikilem (iki yüzlülük) yaşamamaktır.
Yani iki ilahı birden idare etmemektir. Çünkü iki ilahı memnun etmek insanı çok
rahatsız edeceği gibi, sürekli çelişkili, çekişmeli bir yaşam, fikri
rahatsızlık ve kalbi hastalık oluşturur. Onun için hayatta en güzel şey tek
ilahın inancını taşımanın mutluluğu ve huzurudur. Şirk akidesi, insanı ahlak
dışı şeyler yapamaya zorlayacağı gibi, tek ilah akidesi ise, ahlakın
oluşmasında temel rol alır. İnançta şirkle oluşan ikilem, insan yaşamına
aksetmeye başladığı an ahlak dışı davranışların su yüzüne çıkmasına sebep olur.
Yüce dinimiz İslam, insanlığı bu ikilemden kurtarmak amacıyla tek ilah inancını
peygamberler aracılığıyla ortaya koymuştur. “لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ O’ndan başka İlah yoktur” esası bütün peygamberlerin çağrısı olmuştur. İşte bu
çağrıya teslim olan, müslümanlar, İlahi ahlakın yeryüzündeki
temsilcisidirler.
Ye's: Umudunu
kesmek, ümitsizlik, ümid ve güvenle bağlanacağı şeyden ümidini kesmek
anlamında, yeise fiilinden masdar. Recâ (umma, ümid besleme) karşıtıdır. Bir
kimsenin bir şeyden emel ve umudunu kesmesi, güvenini kaybetmesi, kalbinden
ümid ve emeli tamamen kesip tamamıyla umuttan uzak ve boş olması anlamına
gelir.
Allah’a iman,
laubaliliği, rahatlığı, har vurup harman savurmayı gerektirmez. Bilakis temkinliği,
dakikliği gerektirir. Çünkü Allah hiç kimseye kurtuluşun tapu ve senet
garantisini vermemiştir.
اَفَاَمِنُوا
مَكْرَ اللهِ
فَلاَ
يَاْمَنُ
مَكْرَ اللهِ
اِلاَّ
الْقَوْمُ
الْخَاسِرُونَ
“Onlar artık Allah’ın düzeninden mi? Güvende
oldular? Allah’ın düzeninden ancak mahvolmayı göze alan millet güvende olur.” [31]
Peygamberler
gelip Allah'ın emirlerini tebliğ ederler, doğruluklarına dair mucizeler
gösterirler. İnanmayanların üzerine Allah'ın azabının ineceğini söylerler.
Bundan sonra geride inananların dışında Firavun gibi kalbleri katılaşmış
inanmayan kimseler kalır. Azab-ı elîm olan helâk âyetleri gelip inanmayanları
yakalayınca, bu sırada iman edenlerin imanları kabul edilemez ve bunların
imanları kendilerine bir fayda vermez. Çünkü kendi ihtiyarları ile değil, korku
ve ümitsizlikten dolayı iman etmiş oldukları için, bu imanları bir iman-ı ye's
veya iman-ı bes olur. Önceden serbest iradeleri ile iman etmedikleri halde
peygamberlerin geleceğini söyledikleri azabın apaçık görüldüğü böyle yeis
zamanında imanları sahih olmaz ve hiç bir fayda vermez. Gözönünde hazır olana
ve meşhûde inanmakla iman sahih olmaz. Nitekim ahirette diriltildikten sonra
kâfirlerin iman etmesi de böyledir.
Önceden iman
etmeyen bir kâfir, üzerinde ölümün emareleri belirip ölümün şiddetleri
kendisini sardığı zaman iman ederse, bu iman-ı ye's veya îman-ı be's'dir;
makbul değildir. Çünkü ölüm zamanında geride îman ile hayır işleyeceği hiç bir
vakit kalmamıştır ve hayır işlemesine hiç bir imkân kalmamış, nefsi elinden
çıkmıştır.
Bir kâfir ölüm
hastalığına yakalanır, ölümün şiddetleri belirmeden ve can boğazına gelmeden
önce aklı başında olarak bir hayır kesbine imkân bulacak bir zaman ve lahzada
olur ve ye's (ümitsizlik) ve be's (azap) tahakkuk etmeden iman ederse, bu iman
makbûl ve sahih olur. Fakat halet-i nezide, can boğaza gelince yes halinde
küfürden tevbe ederek îman etmek makbûl değildir:
وَلَيْسَتِ
التَّوْبَةُ
لِلَّذينَ
يَعْمَلُونَ
السَّيَِّاتِ
حَتّى اِذَا
حَضَرَ اَحَدَهُمُ
الْمَوْتُ
قَالَ اِنّى
تُبْتُ الْنَ
وَلَاالَّذينَ
يَمُوتُونَ
وَهُمْ
كُفَّارٌ
اُولئِكَ
اَعْتَدْنَا
لَهُمْ
عَذَابًا
اَليمًا
"Günahları işleyenlerden her birine ölüm
gelince "işte ben şimdi tevbe ettim" diyen kimselere tevbe yoktur.
Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri makbûl değildir. İşşte bunlara biz çok acıklı
bir azab hazırlamışızdır" [32] ayeti gereğince günah işleyip günahlara dadanan
mü'minlerin ölüm gelip çatınca ve hayattan ümidlerini kesmeden önce,
tevbelerinin kabulü kesin değildir; Allah'ın dilemesine bağlıdır.
Ebû
Hüreyre (r.a)'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Resûlu'llah (a.s)'ın şöyle
buyurduğunu işittim: “Allah'ın rahmet deryâsındaki bunca genişliği kâfirler
bilseydi, Cennet'ten ümitlerini kesmezlerdi. Eğer mü'minler de Allah'ın
tâmûsundaki her gûnâ azâbı bilselerdi, Cehennem azâbından emîn olmazlardı.” [33]
İslam dini,
Allah’ın azabından tamamen güven içinde olmayı kabullenmeyi büyük günah
saymıştır...Allah’ın azabından emin olmak; günaha karşı insanın cesaretini
artırır, nefse geniş ve ölçüsüz hareket imkanı verir. İbadete karşı yavaş,
yavaş bir isteksizlik doğurur. İnsan haklarına saygılı olmayı, kul hakkının
bağışlanmaz bir günah olduğuna inanmayı anlamsız duruma getirir. Manevi
tekamülün ümit ile korku arasında gerçekleşebileceğine insanı inandırmak
istemez. Ve devamlı insanı maddi kıymetler peşinde koşturur.
Ümit: Bazı şeylerin olması konusunda beslenen his; umma,
ummaktan doğan duygu, umut manasına gelir.Kur’anı Kerimde:
قَالَ لاَ
يَأْتِيكُمَا
طَعَامٌ
تُرْزَقَانِهِ
اِلاَّ
نَبَّأْتُكُمَا
بِتَأْوِيلِهِ
قَبْلَ اَنْ
يَأْتِيَكُمَا
ذَلِكُمَا مِمَّا
عَلَّمَنِى رَبِّى
اِنِّى تَرَكْتُ مِلَّةَ
قَوْمٍ لاَ
يُؤْمِنُونَ
بِاللهِ وَهُمْ
بِاْلاَخِرَةِ
هُمْ
كَافِرُونَ
“Ey oğullarım! Gidin de Yusuf'u ve kardeşini
iyice araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler
topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.” [34]
ـ وعن
عائشة رضِىَ
اللّه عنها
قالت: ]كَانَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #
حَصِيرٌ
يَحتجزُهُ في
الليلِ
فيصَلِّى
فيهِ،
ويبسطهُ في
النهارِ فيجلسُ
عليهِ، فجعلَ
النّاسُ
يثوبونَ
اليهِ يصلون
بصتِهِ حتّى
كثروا قأقبلَ
عليهم فقالَ:
يا أيها
النّاسُ خذوا
من ا‘عمالِ ما
تُطيقُونَ
فإنّ اللّهَ
تعالى
يَمَلُّ
حتّى
تَمَلُّوا،
وإنّ أحبَّ
ا‘عمالِ إلى
اللّهِ تعالى
مَا دَامَ
وإنّ قلَّ،
وَكانَ آلُ
محمدٍ # إذَا
عَملُوا عمً
أثبَتُوهُ[.
أخرجه
الستة.وفي
رواية
للبخارى عن أبى
هريرة رضى
اللّهُ عنهُ:
]سَدِّدُوا،
وَقَارِبُوا،
واغدُوا،
وروحُوا،
وشيئاً من
الدُّلْجَةِ،
والقصدَ
القصدَ
تبلغُوا،
واعلمُوا أنهُ
لنْ يُدخلَ
أحدَكُمْ
عملُهُ
الجنةَ. قالوا:
وَ أنتَ يا
رسولَ
اللّهِ؟ قالَ
وَ أنَا إ أن
يَتَغَمَّدَنِىَ
اللّهُ تعالى
بمغفرةٍ ورحمةٍ.
Hz. Aişe (r.anhâ) şunu anlatır: Hz. Peygamber (a.s)'ın bir hasırı vardı,
geceleri perde yapıp gerisinde namaz kılardı, gündüzleri de yayıp üzerine
otururdu. Halk da Resûlullah (a.s)'ın yanına dönüp (gelip) aynen onun gibi
namaz kılmaya başladılar. Sayı gittikçe arttı. Bunun üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onlara yönelerek şunu söyledi: "Ey insanlar, takat getireceğiniz işleri
yapın. Zira siz (dua etmekten) usanmadıkça Allah da sevap yazmaktan usanmaz.
Allah'a en hoş gelen amel, az da olsa devamlı olanıdır." Ravi der ki:
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in ailesi bir iş yapınca onu sâbit kılardı
(artık terketmez devamlı yapardı).[35]
Buhârî'nin Ebu Hüreyre (r.a)'den
yaptığı bir rivayette: "Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın, sabah
vaktinde, akşam vaktinde, bir miktar da gecenin son kısmında yürüyün (ibadet
edin), ağır ağır hedefe varabilirsiniz. Unutmayın ki sizden hiç kimseye,
yaptığı amel, cenneti kazandırmayacaktır" buyurdu. "Sen de mi
(amelinle cennete gidemiyeceksin) ey Allah'ın Resûlü?" dediler "Evet,
ben de, dedi, Allah affı ve rahmeti ile muâmele etmezse ben de!"
Buhârî ve Nesâî'de gelen bir başka rivayette: "Bu din kolaylıktır.
Kimse (aşırı gayretle) dini geçmeye çalışmasın, (başa çıkamaz, yine de
yapamadığı eksiklikleri kalır ve) galibiyet dinde kalır" buyrulmuştur.[36]
Ebû Hüreyre (r.a)'den
rivâyete göre, Nebî (a.s) şöyle buyurmuştur: Allahu Teâlâ mahlûkatı yarattı (ve
onların mukadderâtını tayîn buyurduğu) zaman kendi ulûhiyetine âit olmak üzere
de bir kitâbını yazdı. (Zâtına ait ahd ü mîsâkı hâvî olan) bu mektûbu da kendi
arşına koydu (ki, mazmûn-i şerîfi:) Benim rahmetim gazâbıma galebe eder.”
Buhâri nin bir diğer
rivâyetinde: "Rahmetim gazabıma galebe çaldı" denmiştir.
Buhâri ve Müslim'in bir
rivâyetlerinde: "(Rahmetim) gazabımı geçti" denmiştir. [37]
Allah’ın
rahmetinden ümit kesmek; küfre açılan bir kapıdır. İtikatsızlığın kalpte
meydana gelen kara lekesidir... Münafıklığın ruhu saran pası, gönlü istila eden
zehirli havasıdır. Rahmanın rahmet yurdundan ayrılıp, Şeytanın gurur ve inat
yurduna girmenin ilk kapısıdır.
Sonuçta; ümit
ile korku, aynı babanın iki kardeşleri gibidir. Bu kardeşlerin her zaman
birbirleriyle iyi geçinmeleri gerekiyor. Eğer onlardan biri diğerinden
ayrılırsa; İman korumasız kalır ki, bu
da imanın Şeytan ve nefsin kuruntularına terk edilmesi demektir.
Korkmak;
korkuya uğramak, korku hissetmek, havf etmek. Sakınmak, çekinmek. Endişe etmek.
Cesaret edememek. Ürkmek manalarına gelir.
Yüce Allah’a
karşı olan samimiyetimiz, acaba bu anlatılanlar kadar var mı?
Yüce Allah
(cc) şöyle buyuruyor:
اَلَّذِينَ
قَالَ لَهُمُ النَّاسُ
اِنَّ النَّاسَ
قَدْ
جَمَعُوا
لَكُمْ
فَاخْشَوْهُمْ
فَزَادَهُمْ
اِيمَانًا
وَقَالُوا حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ
الْوَكِيلُ
”Bir kısım insanlar,
müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman
sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha
arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir" dediler.”[38]
وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَبْعَة
يُظِلُّهُم اللّهُ
في ظِلِّّهِ
يَوْمَ َ
ظِلَّ إَّ
ظِلُّهُ:
إمَامٌ
عَادِلٌ،
وَشَابٌّ
نَشَأ في عِبَادَةِ
اللّهِ،
وَرَجُلٌ
قَلْبُهُ
مُعَلَّقٌ
بِالْمَسْجِدِ
حَتّى
يَعُودَ
إلَيْهِ، وَرَجَُنِ
تَحَابّا في
اللّهِ،
اجْتَمَعَا
عَلى ذلِكَ
وَتَفَرَّقَا
عَلَيْهِ،
وَرَجُلٌ
دَعَتْهُ
امْرأة ذَاتُ
مَنْصِبٍ
وَجَمَالٍ
فقَالَ: إنِّى
أخَافُ
اللّهَ،
وَرَجُلٌ
تَصَدَّقَ
بِصَدَقَةٍ
فأخْفَاهَاحَتّى
َ تَعْلَمَ
شِمَالهُ مَا
تُنْفِقُ
يَمِينُهُ،
وَرَجُلٌ
ذَكَرَ اللّه
خَالِياً
ففَاضَتْ
عَيْنَاهُ.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular
ki:"Yedi kişi var, Allah onları hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde
kendi gölgesinde gölgeler:
* Adil imam,
* Allah'a ibadet içinde yetişen genç,
* Tekrar dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kimse,
* Allah için birbirlerini seven, Allah rızası için biraraya gelip, Allah
rızası için ayrılan iki kişi,
* Güzel ve makam sahibi bir kadın tarafından davet edildiği halde:
"Ben Allah'tan korkarım" de(yip icabet etmey)en kimse,
* Sağ eliyle verdiğini sol eli görmeyecek kadar gizli bir şekilde sadaka
veren kimse,
* Allah'ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş boşanan kimse." [39]
Korkmak en
önemli ve en yüce ibadetlerden birisidir. Korku üç türlüdür:
1) Gizli
korku; Allah’tan başka her hangi bir put veya tağuttan Allah istemediği halde
kendisine zarar gelebileceğini düşünerek kalpten gizlice korku duymaktır.
2) Farz olan
ibadeti insanlardan korktuğu için terk etmek; işte bu türlü korku tevhitle asla
bağdaşamaz ve kişiyi mutlaka şirke götürür. İlahi buyruktan anlaşılacağı üzere:
اِنَّمَا
ذَلِكُمُ
الشَّيْطَانُ
يُخَوِّفُ
اَوْلِيَآءَ
هُ فَلاَ
تَخَافُوهُمْ
وَخَافُونِ
اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنِينَ
“İşte
o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler
iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.”[40]
3) Normal
korku; yani düşmandan, yırtıcı hayvandan veya buna benzer şeylerden, Allah’ın
onlar vasıtasıyla kendisine zarar verebileceğini düşünerek korkmak.
Allah’tan
korkmak Ondan sakınmayı gerektirir. Bilhassa Allah’tan korkulmaz Allah sevilir.
Ancak takva sahipleri Allah’tan korkarlar/sakınırlar. Yüce Allah (cc) şöyle
buyuruyor:
اَلَّذِينَ
يُؤْمِنُونَ
بِالْغَيْبِ
وَيُقِيمُونَ
الصَّلوَةَ
وَمِمَّا
رَزَقْنَاهُمْ
يُنْفِقُونَ
“Onlar ki gaibe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar,
kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”[41]
Bir gün Hz.
Ömer, Ubeyy b. Kaab'a takvanın ne olduğunu sordu.
Ubeyy b. Kaab
da kendisine "Sen hiç dikenli bir yolda yürümedin mi?" diye sordu.
Hz. Ömer
"Evet, yürüdüm" dedi.
Ubeyy b. Kaab
"Peki, o durumda ne yaptın?" diye
sordu.
Hz. Ömer
"Paçalarımı sıvadım ve dikenlere takılmamaya özen
gösterdim" deyince
Ubeyy b. Kaab
"İşte takva budur"
dedi.[42]
Ebû'd
Derdâ'nın da söylediği gibi, insanın elde edebileceği en hayırlı şey takvadır.
Budur işte
korku, budur işte takva... Duygulu vicdan, şuurda berraklık, devamlı korku,
daima sakınma, yolun dikenlerinden korunma... Hayat yolunun... Şehvetlerinin ve
çeşitli arzuların dikenlerinin sardığı yol...Korku ve vehim dikenlerinin
sardığı yol...Boş ümitlerin bağlandığı dikenli yol... Ve daha yüzlerce korku.
وَالَّذِينَ
اِذَا
فَعَلُوا
فَاحِشَةً اَوْ
ظَلَمُوآ
اَنْفُسَهُمْ
ذَكَرُوا
اللهَ فَاسْتَغْفَرُوا
لِذُنُوبِهِمْ
وَمَنْ يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ
اِلاَّ اللهُ
وَلَمْ يُصِرُّوا
عَلَى مَا
فَعَلُوا
وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“Onlar ki, fena bir şey yaptıklarından veya
kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı anarlar. Günahlarının bağışlanmasını
dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlar? Hem onlar yaptıklarında bile
bile ısrar etmezler.”[43]
Tevekkül; vekil
yapmak, emniyet edip güvenmektedir.
Tevekkül;
maksada erişmek için lazım gelen maddi ve manevi sebeplerin hepsine yapıştıktan
ve başka hiçbir şey kalmadıktan sonra Allah’a itimat etmek ve ondan ötesini
Allah’a bırakmak demektir.
Yine tevekkül,
Cenabı Hak ve onun nezdindekilere bel bağlayıp itimat etme ve ondan başkasına
kalbin kapılarını bütün, bütün kapamak demektir.Yüce Allah (cc) şöyle
buyuruyor:
اِنَّ
اللهَ
يُحِبُّ
الْمُتَوَكِّلِينَ
“... Çünkü
Allah kendine güvenip dayananları sever.”[44]
Bu öyle bir
büyük makamdır ki, Allah’ın sevgisi ile belirtiyor, sahibinin Allah’ın
kifayetini tazammum ettiği ifade ediliyor. Kim ki, Allah ona kafi ve onu
sevdiğini, himaye ettiğini bilirse o muhakkak büyük bir kurtuluşa ulaşmıştır.
Resulullah (a.s)
buyurdular ki:
"Tevekkülde, mağrurlukla kendini sayıp
koyuvermek değil, Allah’ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazifeye
ihtimam, ittıkaya riayet, kusurunu itiraf ile beraber, Allah’ın kudretine
itimat edip netice hakkında telâşa düşmeksizin onun iradesine teslimiyettir.
Evvelâ:
sonra:
“Deveyi bağla da tevekkül
et,” [45] buyurulması da bu anlam bir tenbihtir.
Allah Tealâ her şeye
bir kadr takdir etmiş olduğu için her şey gibi insana da gerek cinsine, gerek
nevine, gerek cemine, gerek ferdine, gerek erzakına, gerek ef'aline, gerek
akvaline, gerek ahvaline hep birer kader takdir buyurmuş, birer had koymuştur
ki ittika ve tevekkül dahi o kader ve haysiyet dairesinde cereyan eder.
Ceneb-ı
Risalet Penah Efendimiz (a.s) oğlu İbrahim vefat ettiği zaman ortaya koyduğu
Nebevi tavır bizin içinde çok güzel bir örnektir:
Enes İbn-i Mâlik (r.a)'den
şöyle rivâyet edilmiştir: Hazret-i Enes demiştir ki: (Bir kere) Nebî (a.s) ile Haddâd bir sanatkâr olan Ebû Seyf
(Berâ' İbn-i Evs) in evine gitmiştik. Ebû Seyf'in zevcesi Ümm-i Bürde
Peygamber'in mahdûmu Hazret-i) İbrâhîm'in murdıası, süt ninesi idi. Resûlullâh (a.s)
İbrâhîm'i (kucağına) aldı. İbrâhîm'i öptü, kokladı. Bundan sonra bir kerre daha
Ebû Seyf'in evine gittik. (Bu def'a) İbrâhîm can veriyordu. Resûlullâh (a.s)'ın
iki gözü yaş dökmeğe başladı. Bunun üzerine (Abdurrahmân) İbn-i Avf:
Yâ Resûlullâh! Halk musîbet zamânında
sabretmiyebilir, fakat sen de mi? diye taaccüb ve istiğrâb eyledi. Resûlullâh:
-Ey İbn-i Avf! Bu hal,
(babanın çocuğuna karşı beslediği) rikkat ve şefkattir. (Yoksa sabır ve
_tevekkül_e münâfî bir nevha değildir) duyurdu. Sonra bu göz yaşını bir diğeri
ta'kîb eyledi. Bu def'a da Resûl aleyhi's-selâm:
-Göz ağlar ve kalb mahzûn
olur. Biz, Rabbimiz'in râzı olacağı sözden başka bir kelime ile izhâr-ı hüzn
etmeyiz. Ey İbrâhîm! Biz, senin ayrılığınla pek ziyâde mahzûn ve mükedderiz,
buyurdu. [46]
Kim Allah’a
tevekkül edip güvenirse, Allah her darlığında ona kafidir. Onu ummadığı yerden
rızıklandırır. Kim ki, dünyaya güvenirse, Allah (cc) onu dünyaya havale eder.
Kim ki, insanların en zengini olmak isterse, elinde bulunduğundan ziyade
Allah’ın indinde bulunana güvensin.
İnsan
sebeplere sarıldığı zaman mutlaka çalışmalıdır. Sebeplere bakıp orda durmamalıdır
ve kendisine gelen rızkların sebeplerden geldiğini sanmamalı, bilakis nazargahı
bakışlarının toplandığı yer, Allah olmalıdır. Rızkı takdir eden ve verenin
Allah olduğunu bilmelidir. Bu, elinde bir kap ile insanlardan bir şeyler
toplayan kimseye benzer. Verilen şeyler kaba konduğu ve kap bir sebep olduğu
halde o, kaba bakmazda kendisine verenlere bakar.
Arapça da isim
olan “Tefekkür”; bir mesele hakkında zihni faaliyet gösterme, düşünme.
Derin düşünme manalarına gelir. Tefekkür kelimesinin fiili olan “düşünmek”; bir konu üzerinde yapılan zihni ameliye, tefekkür etmek. Zihnin
geçirmek, hayalinde canlandırmak. Bir sonuç elde etmek için zihnen çeşitli
karşılaştırmalar yapmak, muhakeme etmek. Fazlasıyla üzerinde durmak, bir konuda
titizlik göstermek. Kendini düşünmek, menfaatini düşünmek. Görüş sahibi olmak
bu konuda şöyle düşünüyorum. Aklında geçirmek. Şimdi seni düşünüyordum vb.
manalara gelir.
Allah’ın
cemalini değil de, azametini, gücünü, kudretini ve yarattıklarının üzerinde
tasarrufunu düşünerek, yeni bir şey yaratmaya kalkışmak değil de, Allah’ın
yaratıklarının üzerinde fikir üretmek, insanlığın menfaati için bir şeyler icat
etmek, yeni bir şeyler oluşturmak için fikir üretmektir. Geçmiş Mütefekkirler
gibi ümmete öncülük etmek, onlara yol göstermek, kimsesizlerin elinde tutmak,
bilmeyenlerin görmeyen gözleri olmaktır.
Cenabı Hak
Kur’an-ı Kerim’de, sayılmayacak kadar çok yerinde tefekkür ve tedbiri
emretmiştir:
اِنَّ
فِى خَلْقِ
السَّمَوَاتِ
وَاْلاَرْضِ
وَاخْتِلاَفِ
اللَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
لاَيَاتٍ لاُولِى
اْلاَلْبَابِ
“Hakikat, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile
gündüzün birbiri ardında gelişinde temiz akıl sahipleri için ibret verici
deliller vardır.”[47]
Düşünenleri
överek:
اَلَّذِينَ
يَذْكُرُونَ اللهَ
قِيَامًا
وَقُعُودًا
وَعَلَى جُنُوبِهِمْ
وَيَتَفَكَّرُونَ
فِى خَلْقِ
السَّمَوَاتِ
وَاْلاَرْضِ
رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ
هَذَا
بَاطِلاً
سُبْحَانَكَ
فَقِنَا
عَذَابَ النَّارِ
“Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstünde iken
Allah’ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında inceden
inceye düşünürler.”[48]
Eğer insanlar
Allah’ı düşünmüş olsalardı. Ona hiç isyan etmezlerdi.İbret, ilmi
ziyadeleştirir. zikir, Allah sevgisini artırır. tefekkür ise korkuyu
ziyadeleştirir. Dünyayı düşünmek ahireti perdeler, Erenlere azap verir. Ahiret
hakkında düşünmek ise hikmet verir ve kalbi ihya eder.
Allah’ın
zatını tefekkür, zındıklığa götürür. Kudretini, hikmetini tefekkür eden
dosdoğru olur. Müminin kalbindeki zannı, sözündeki ferasettir. Tefekkür
gönülden yana bir fenerdir ki, aklın iyiyi ve kötüyü ayırt etmesinde ona
ihtiyaç vardır. Tefekkür gönüldeki marifeti, huzura sunmak ve göstermektir.
Kalbi gaflet denizinde boğulmaktan koruma ve kollamadır. Tefekkür, ilahi
hallerin faydalarını devşirebilmek için kalbi arındırmadır. Mevla’yı
murakabenin başlangıcıdır. Tefekkür, hakikat ağaçlarının bahçesi, ince
fikirlerden saçılan nurların doğuş merkezidir. Tefekkürün heyecanı hüzünlü
sesler halinde tezahür eder. Tefekkürün neticesi marifetullah’ın işaretleri ve
muhabbettullahın sıfatıdır. Ruhların tefekkürle sarsılması saadet alametidir.
Vücudun masiyet üzere hareketi de bedbahtlık alametidir. Tefekkürle arzulardan
vazgeçmek selamet ve taşkınlıklarla onları elde etmeye çalışmaksa, melamettir.
En şerefli topluluklar, muhabbet denizinden içen tefekkür topluluklarıdır.
Tefekkür
sofrasında fikir gıdası alanlar, mütefekkir zümresine dahil olurlar.
İslâm'ın bu
kadar önem verdiği olumlu tefekkür, insanı taklitçilikten kurtarmaktadır.
Meselâ, "dünya hayatı geçicidir; ahiret hayatı ise ebedidir. Ebedi olan
şeyi geçici olan şeyden üstün tutmak daha iyidir" şeklindeki bir nasihatı
dinleyip ahiret için çalışan insan, başkasını taklit ederek kendisini iyi yola
sevketmiş olur. Fakat tefekkürün yani derin bir düşüncenin neticesinde bu kanaata
varan ve ona göre bilinçli hareket eden kişi, her zaman için daha kârlı çıkar.
Bilerek kötü şeyden korunmuş ve iyiyi tercih etmiş olur. Aynı zamanda
başkalarını taklit etmekten kurtulur; kendisi başkalarına yol gösterir.
Arapça isim
olan “ihlas”: Doğru, samimi, kalbi ve karşılıksız sevgi; samimi
bağlılık; samimiyet, doğruluk. Riya karışmamış, samimi ibadet manalarına gelir.
İhlas, insanın
hayatın bütün birimlerinde Allah’ın rızasını gözetmesidir. Şandan, şöhretten,
makamdan, gösterişten uzak durarak, ibadetlerde, günlük hayatta Allah’ı
unutmadan ve sadece ona yönelmektir. Yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor:
وَمَآ
اُمِرُوآ
اِلاَّ
لِيَعْبُدُوا
اللهَ
مُخْلِصِينَ
لَهُ
الدِّينَ
حُنَفَآءَ وَيُقِيمُوا
الصَّلَوةَ
وَيُؤْتُوا
الزَّكَوةَ
وَذَلِكَ
دِينُ
الْقَيِّمَةِ
“Halbuki
onlar, ihlas ile Allah’a kulluk etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı.”[49]
Ebû Hüreyre (ra)'dan:
Şöyle demiştir: (Bir kere)
"Yâ Resûlâ'llâh, Kıyâmet gününde Sen'in şefâatin en ziyâde kime râyegân olacak?"
diye sordum. Buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre, hadîs (bellemek) için sende
gördüğüm hırsa göre bu hadîsi senden evvel kimsenin bana sormayacağını (zâten)
tahmîn ediyordum. Kıyâmet gününde halk içinde şefâatime en ziyâde mazhar olacak
kimse kalbinden (yâhud içinden) hâlis olarak Lâ ilâhe illâ'llâh diyendir." [50]
ـ
وعن أبي كبشة
ا‘نمارى قال:
قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
: ثَثَةٌ
أقْسِمُ
عَلَيْهِنَّ
وَأُحَدّثَكُمْ
حَدِيثاً
فَاحْفَظُوهُ!
مَا نَقَصَ
مَالٌ مِنْ
صَدَقَةٍ،
وََ ظُلِمَ
عَبْدٌ مَظْلَمَةً
فَصَبَرَ
عَلَيْهَا إَّ
زَادَهُ
اللّهُ بِهَا
عِزّا، وََ
فَتَحَ
عَبْدٌ بَاب
مَسْئَلَةٍ
إَّ فَتَحَ
اللّهُ
عَلَيْهِ
بَابَ فَقْرٍ.
- Ebu Kebşe el-Enmârî (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s)
buyurdular ki:"Üç şey vardır, (bunların doğruluğu hususunda size) yemin
ederim. Ayrıca bir de hadis söyleyeceğim, bunları iyi belleyin: Kişinin malı
sadaka sebebiyle eksilmez. Bir kula haksız zulüm yapılır o da sabrederse, Allah
onun izzetini (dünya ve ahirette) mutlaka artırır. Bir kul dilenme kapısını
açtı mı, onunla birlikte Allah da o zavallıya fakirlik kapısını açar." [51]
ـ
وزاد في
رواية: وَمَا
تَوَاضَعَ
عَبْدٌ للّهِ
إَّ رَفَعَهُ
اللّهُ،
وَأُحَدِّثُكُمْ
حَدِيثاً
فَاحْفَظُوهُ؛
إنَّمَا
الدُّنْيَا
‘رْبَعَةِ
نَفَرٍ: عَبْد
رَزَقَهُ
اللّهُ مَاً
وَعِلْماً
فَهُوَ
يَتَّقِي في
مَالِهِ
رَبِّهِ،
وَيَصِلُ
بِهِ
رَحِمَهُ،
وَيَعْلَمُ
أنَّ للّهِ فيهِ
حَقّاً،
فهذَا
بأفْضَل
الْمَنَازِلِ؛
وَعَبْدٍ
رَزَقَهُ
اللّهُ
عِلْماً
وَلَمْ يَرْزُقْهُ
مَاً فَهُوَ
صَادِقُ
النِّيَّةِ،
يَقُولُ لَوْ
أنَّ لِى مَاً
لَعَمِلْتُ عَمَلَ
فَُنٍ،
فَهُوَ
بِنِيَّتِهِ،
فأجْرُهُمَا
سَوَاءٌ، وَعَبْدٍ
رَزَقَهُ
اللّهُ مَاً
وَلَمْ يَرْزُقُهُ
عِلْماً
فَهُوَ
يَخْبِطُ في
مَالِهِ
بِغَيْرِ
عِلْمٍ، َ
يَتَّقِي
فيهِ رَبَّهُ،
وََ يَصِلُ
فيهِ
رَحِمَهُ،
وََ يَعْلَمْ
للّهِ فيهِ
حَقّاً فهذاَ
بِأخْبَثِ
الْمَنَازِلِ،
وَعَبْدٍ
لَمْ
يَرْزُقْهُ
اللّهُ مَاً
وََ عِلْماً؛
فَهُوَ
يَقُولُ: لَوْ
أنّ لِى مَاً
لَعَمِلْتُ
فيهِ
بِعَمَلِ
فَُنٍ فَهُوَ
بِنِيَّتِهِ
وَوِزْرُهُمَا
سَوَاءٌ.
- Bir rivayette şu ziyade mevcuttur: "Bir kul, Allah rızası
için mütevazi olur, alçalırsa Allah onu
mutlaka yüceltir. Size bir hadis söyleyeceğim, onu iyi belleyin: "Dünya
dört kişi içindir:
- Bir kul
vardır, Allah kendisine mal ve ilim vermiştir de kul, malı hususunda Allah'tan
korkmakta, (mal ve ilmi kullanarak) sıla-ı rahm yapmakta, (mal ve ilimde)
Allah'ın hakkı olduğunu bilmektedir; işte bu kimse en faziletli bir makamdadır.
-Bir kul
vardır. Allah ona ilim vermiştir, mal vermemiştir, ama iyi niyetlidir ve
"Malım olsaydı onu falan kişi gibi (hayırda) harcardım" der. İşte bu
kimse niyetindekini yapmış gibi sevaba nail olur, ikisi de eşit şekilde ücrete
konar.
-Bir kul
vardır Allah ona mal vermiştir, fakat ilim vermemiştir. Malını cahilane harcar.
Malı hususunda Rabbinden korkmaz.
(Cimriliği, cahilliği sebebiyle) malıyla sıla-ı rahim yapmaz; malında Allah'ın
da hakkı olduğunu hiç düşünmez. İşte bu kimse, mertebelerin en düşüğündedir.
- Bir kul
vardır, Allah ona ne ilim ne de mal vermiştir ama: "Eğer malım olsaydı,
onunla filan kimsenin yaptıklarını ben de yapardım der. Bu da niyetiyle muamele
görür. Niyet ettiği kimsenin vebalini aynen elde eder." [52]
ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
كَانَتِ
اخِرَةُ
هَمَّهُ
جَعَلَ
اللّهُ
غِنَاهُ في
قَلْبِهِ،
وَجَمَعَ
عَلَيْهِ
شَمْلَهُ
وَأتَتْهُ
الدُّنْيَا
وَهِيَ
رَاغِمَةٌ.
وَمَنْ
كَانَتِ الدُّنْيَا
هَمَّهُ
جَعَلَ
اللّهُ
فَقْرَهُ بَيْنَ
عَيْنَيْهِ،
وَفَرَّقَ
عَلَيْهِ شَمْلَهُ،
وَلَمْ
يَأتِهِ مِنَ
الدُّنْيَا
إَّ مَا
قُدِّرَ لَهُ.
فََ يُمْسِي
إَّ فَقِيراً،
وََ يُصْبِحُ
إَّ
فَقِيراً،
وَمَا أقْبَلَ
عَبْدٌ عَلى
اللّهِ
بِقَلْبِهِ
إَّ جَعَلَ
اللّهُ
قُلُوبَالْمُؤْمِنِينَ
تَنْقَادُ
إلَيْهِ بِالْوُدِّ
وَالرَّحْمَةِ،
وَكَانَ
اللّهُ بِكُلِّ
خَيْرٍ
إلَيْهِ
أسْرَعَ.
- Hz. Enes (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular
ki:"Kimin arzusu ahiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve
işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakir gelmeye başlar. Kimin hedefi
de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar,
işlerini de darmadağınık eder. Netice
olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir
edilmiş olandan fazlası geçmez." [53]
Amel bir
cesette ihlas onda can, amel bir kanat ihlas diğer kanattır. Ne ceset cansız
olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir.
Gerçekten de, ihlas ve saadet bir insan
gönlünde, diğer ucu hakkın; inayet katında öyle bir derinliktir ki; o
derinliklere yelken açmış ve o kanatla kanatlanmış bir baba yiğidin takılıp
yollarda kaldığı görülmemiştir. Zira onlar Allah tarafından teminat
altındadırlar... Ve Allah, çok iş ve çok semereden daha ziyade, her işte
rızasının gözetilmesine önem verir. Onun nazarında bir dirhem ihlaslı iş, kantarlarca
halis olmayana tercih edilir.
İmâm-ı Rabbani şöyle buyuruyor:
İbâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyet
etmelidir. Bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması lâzımdır.
Kiminde, ihlâs, kendini zorlayarak hâsıl olur ve kısa bir zaman devam eder.
Sonra kalbe nefsin arzuları gelir. Devamlı ihlâs sahiplerine Muhlas denir.
Zahmet çekerek elde edilen, devamsız ihlâs sahiplerine Muhlis denir. Muhlas
olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzusu
ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir
evliyanın kalbinden gelir.[54]
İhlâs; bir kalp hareketi ve ruhanî bir davranıştır. Kalp temizliğinin ve
sağlamlığının bir delilidir. Yalnız Allah'ın rızasını arayan bir niyettir.
Kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah'a kulluk etmesi ve bu kulluğun da
ondan başkasını düşünmemesidir. Ayrıca İhlâs, "kalbi garaz şüphesi ve zan
eğriliğinden temiz tutmaktır" şeklinde tarif edilmiştir. İhlâsta Hakkın
rızâsı talep edilir, yapıları işlerde, riya, gösteriş, menfaat ve şöhret gayesi
güdülmez.
Bir şey karışıklıktan arındığı zaman, temiz olur. Saf ve temiz
hareketlere de ihlâs denir. İhlâs bir kalp hareketi ve ruhâni bir davranış
olmaktadır. Kalbî davranışların makbul oluşu, niyet ve irademizin sağlamlığına
bağlıdır. İhlâs, kalp sağlamlığının bir delilidir. Böyle olunca her işe
başlandığı zaman niyette ihlas, yani her türlü dünyevî karşılık beklemekten
uzak olmak gerekmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır. Yoksa ihlâs
kişinin başarı ve becerileriyle elde edilemez. Bazen ihlas ile söylenmiş bir
tek kelime ile kişi kurtuluşa erer ve Cenab-ı Hakk'ın rızasını elde edilebilir.
Bazan bir tek adamın irşadı, bin kişinin irşadı kadar Allah rızasına sebep
olur.
Ahlâk
önderleri peygamberler, varlıkları ihlâsla yoğrulmuş şahsiyetlerdir. Hz. Mûsâ,
Hz. Yûsuf, Hz. İbrahim, Hz. İsmâil, Hz. Yakûb ve Hz. Peygamber (a.s)'ın
özellikleri anlatılırken Kur'an onları ihlâslı kullar olarak nitelemiştir.[55]
Çünkü Peygamberler davet ve tebliğlerinde daima, Hakkın, rızasından başka bir
gaye ve maksat gütmeyerek, ihlâslarını ortaya koymuşlardır.
İhsan, güzellemek güzel yapmak, yani zatında ve Allah
katında güzel olan bir ameli gereği gibi yapıp o amelin hakkını vererek, tezyin
eylemek demektir. Zira bir çok güzel şeyler vardır ki yapılırken
çirkinleştirilir. Resulullah Efendimiz meşhur iman hadîsinde ihsanı şöyle tarif
buyurmuştur:
أنْ
تَعْبُدَ
اللّهَ
كَأنّكَ
تَراَهُ، فإن لمْ
تَكُنْ
تَراهُ
فإنّهُ
يَراكَ.
İhsan, Allah’a
görüyormuşsun onun gibi kulluk eylemendir, Çünkü sen onu görmezsen o seni görür.
[56]
Binaenaleyh ihsan, İslâm’ın kemalindendir. Bunun için İslâm
esası şöyle hülâsa edilebilir: evvelâ temizlik ikincisi ihsandır yani
güzelliktir. İslâm’ın;
Kelimei tevhidinden, euzü besmelesinden, abdest ve
namazından tutun da, bütün emir ve yasaklarından bunu bulmak mümkündür. Ayette
de:
بَلَى مَنْ اَسْلَمَ
وَجْهَهُ لِلَّهِ
“.. Allah’a yüzü temiz,
özü güzel olarak teslim ol...”[57]
Hakikatınca
yapılan her şeyi arızasız ve Cenab-ı Hakkın nazarına arz edebilecek şekilde,
inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve latife-i Rabbaniye gereği ile yerine
getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli
olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi
davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhuru,
taşması ve intişarıdır ki, birinci vicdanın programlandığı şeyi ifade
etmesinden ibarettir.
هَلْ
جَزَآءُ
اْلاِحْسَانِ
اِلاَّ
اْلاِحْسَانُ
“İhsanın mükafatı da başka değil yine ihsandır.”[58]
لِلَّذِينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ وَلاَ يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ
وَلاَ
ذِلَّةٌ
اُولَئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
هُمْ فِيهَا
خَالِدُونَ
“İhsan ruhu
ile yatıp kalkanlara ihsan üstü ihsan ve birde ziyade vardır.”[59]
İhsan; ihlas
yamaçlarına açıklamanın en emin yolu, rıza tepelerine ulaşmanın en sıhhatli
vasıtasıdır.İhsan, kolay görünse de kazanılması oldukça zor bir mertebedir.
Ancak zorluğu nispetinde kıymetli ve yücedir. Bunu elde etmek için gösterilecek
her gayret, atılacak her adım kişiyi yüceltecek, dünyevi ve uhrevi kazancını
artıracaktır.
ـ عن
ا‘حنف بن قيس
قال: ]كُنتُ في
نفرٍ منْ
قُريْشٍ
فمَرَّ أبُو
ذَرٍّ رضِىَ
اللّهُ عنهُ
وهو يقولُ:
بَشِّرِ
الْكَانزِينَ
بِرَضفٍ يُحْمَى
عَلَيْهِمْ
في نَارِ
جَهَنَّمَ فَيُوضَعُ
عَلَى
حَلَمَةِ
ثدْى
أحَدِهِمْ حتَّى
يَخْرُجَ
مِنْ نُغْضِ
كَتِفِهِ،
وَيُوضَعُ
عَلَى نُغْضِ
كَتِفِهِ
حَتَّى
يَخْرُجَ
مِنْ
حَلَمَةِ
ثَدْيِهِ
يَتَزَلْزَلُ؛
فَوَضَعَ
الْقَوْمُ
رُؤُسَهُمْ
فمَا رَأَيْتُ
أحَداً
مِنْهُمْ
رَجَّعَ
إلَيْهِ شَيْئاً،
فأدْبَرَ فَاتَّبَعْتُهُ
حتَّى جَلسَ
إلى سَارِيَة
فَقُلْتُ: ما
رَأَيْتُ
هؤُءِ إَّ
كَرِهُوا مَا قُلْتُ
لَهُمْ.
فقَالَ: إنَّ
هؤُءِ َ
يَعْقِلُونَ
شَيْئاً؛
إنَّ
خَلِيلِى
أبَا الْقَاسِمِ
# دَعانِى
فأجَبْتُهُ
فقَالَ:
أتَرَى أُحُداً؟
فقلتُ
أَرَاهُ؛
فقَالَ: ما
يَسُرُّنِى
أنَّ لِى
مِثْلَهُ
ذَهَباً
أُنْفِقُهُ
كُلَّهُ إَّ
ثََثَةَ
دَنَانِيرَ،
ثُمَّ هؤُءِ
يَجْمَعُونَ
الدُّنْيَا َ
يَعْقِلُونَ
شَيْئاً.
قُلْتُ:
مَالَكَ
وَ“خْوَانِكَ
مِنْ قُرَيْشٍ
َ
تَعْتَرِيهِمْ
وَتُصِيبُ
مِنْهُمْ؟ قَالَ
َ؛ وَرَبِّكَ
َ
أسْأَلُهُمْ
عَنْ دُنْيَا
وََ أسْتَفْتِيهِمْ
عَنْ دِينٍ
حتَّى
ألْحَقَ بِاللّهِ
وََرَسُولِهِ.
قَالَ قُلْتُ:
مَا تَقُولُ
في هذَا
الْعَطاءِ؟
قَالَ خُذْهُ:
فَإنَّ فِيهِ
الْيَوْمَ
مَعْونةً،
فَإذَا كَانَ
ثَمَناً
لِدِينِكَ
فَدَعْهُ[.
أخرجه
الشيخان .
Ahnef İbnu Kays anlatıyor: "Ben Kureyş'ten bir grubla oturuyordum.
Oradan Ebu Zerr (r.a) geçti. Şöyle diyordu: "
-Mal biriktirenleri, cehennem
ateşinde kızdırılan taşlarla müjdele. Bu kızgın taşlar onların her
birinin memelerinin uçlarına konacak, tâ kürek kemiklerinden çıkacak; kürek
kemiklerine konacak, ta meme uçlarından çıkacak. (Böylece) çalkalanıp
duracaklar" dedi.
Bu konuşmayı dinleyenler başlarını indirdiler. Onlardan hiçbirinin bu
adama cevap verdiğini görmedim. Bunun üzerine adam dönüp gitti. Ben de peşinden
onu takip ettim. Nihayet bir direğin dibine oturdu.
-Bu adamların, senin kendisine söylediklerinden hoşlanmadıklarını
görüyorum, dedim. Şu cevabı verdi:
- Bunların hakikaten hiçbir şeye aklı ermiyor. Dostum Ebu'l-Kâsım (a.s)
bir keresinde beni çağırdı. Yanına varınca bana:
- Uhud'u görüyormusun? dedi.
- Evet görüyorum dedim.
Bunun üzerine:
- Bunun kadar altınım olmasını istemem, (olsaydı) üç dinar müstesna hepsini infak ederdim, buyurdu.
Ebu Zerr (r.a) önceki sözünü te'kiden:
- Bu (Kureyşliler var ya) dünyayı topluyorlar hiçbir şeye akılları
ermiyor, dedi.
Ben:
- Seninle bu Kureyşli kardeşlerinin arasında ne var ki, onların yanına
uğramıyor, onlardan birşey almıyorsun? dedim.
Ebu Zerr:
-Hayır! Rabbine yemin ederim, taa Allah ve Resûlüne kavuşuncaya kadar ben
onlardan ne dünyalık isterim ne de kendilerine din nâmına bir şey sorarım,
dedi.
Ben tekrar:
-Şu ihsan meselesi hakkında ne dersin? dedim.
-Sen onu al. Çünkü, bugün onda bir nafaka var. Ancak, bu ihsan dinin
karşılığında yapılırsa, bırak alma, dedi.[60]
İhsan, Allah’ı
görüyor gibi ibadet etmektir. Maneviyatta yüce bir mertebe olan ihsan. İslam
dini, müntesiplerini, bu hedefe ulaşmak için gayret göstermeye teşvik eder.
Dinin kemali, sadece farzların ifası ile gerçekleşmiyor. Kul, daha ileri manevi
mertebelerin varlığını bilecek ve onları elde etmek için gayret gösterecektir.
Dolayısıyla ihsan mertebesi, iman ve İslam’ın ötesinde, tefekkürü bir mertebeye
dikkat çekmektedir..
Niyet, bir
fiili, bir maksat için yapmayı düşünme ve yapmak için yönelme, bir şeyi yapmaya
karar verme, azmetme. Bir şeyi isteme, kastetme, murat etme manasına gelir. Yüce
Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de:
مَنْ
كَانَ
يُرِيدُ
حَرْثَ
اْلاَخِرَةِ
نَزِدْ لَهُ
فِى حَرْثِهِ
وَمَنْ كَانَ
يُرِيدُ
حَرْثَ
الدُّنْيَا
نُؤتِهِ
مِنْهَا وَمَا
لَهُ فِى
اْلاَخِرَةِ
مِنْ نَصِيبٍ
“Kim
ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını
istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi
olmaz.”[61]
Bu âyet bize gösteriyor ki, dîn işi bir hars, yani ucunda
hasılat almak kazanmak maksadıyla yapılan bir ekim, bir kültür işidir. Bu da
ucunda murat edilen, yani ”niyet” olunan gaye ve maksatla mütenasiptir. Bu haysiyetle hars
iki kısımdır. Birisi ahiret gayesi, ahiret sevabı, diğeri de dünya maslâhat ve
menfaati matlup olandır. Her kim din namına yaptığı ameli sırf ahiret sevabına “niyet” ederek yaparsa;
“Biz
ona harsinden ziyadelik veririz - ekinini, hasılatını artırırız, yani Ahirette
kat kat fazlasıyla vereceğimiz gibi dünyasından da veririz, o lûtuf ve rızk o
suretle müzdad olur.
“Her kim de
dünya harsını murat ederse” dünya kârı
için, yani ölmezden evvel dünya hayatta ereceği bir maslâhat ve gaye için
çalışırsa;
“Ona da ondan, o geçici
dünyadan veririz” istediği
kadar değil, amelinin haddi zatında değerinden aşağı olmamak üzere Allah’ın
dilediği kadar dünyadan verilir.
“Ve
fakat ona ahirette hiç bir nasip yoktur.”
-Buhari şerifin başında rivayet olunan “niyet” hadîsi bu âyetin bir
tefsiri gibidir. Şöyle ki:
Ömer b. el-Hattâb (r.a) 'den:
Şöyle demiştir: Resûlullâh (a.s)'den işittim,
buyuruyordu ki: Ameller (in kıymeti) ancak niyetlere göredir. Herkesin ”niyet”
ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur. Artık nâil olacağı bir dünyâ veya
nikâh edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa hicreti (Allâh'ın ve
Resûlünün rızâsına değil), sebebi hicreti olan şeye müntehîdir.”[62]
Bundan şu da anlaşılır ki, murat muhtelif fiillerin
mukayesesi değil, aynı fiilin muhtelif niyetlere göre hüküm ve sevabını
göstermektir. Şu halde yaptığı fiili, hangi fiil olursa olsun mücerret dünya
garaz ve maksadına ermek niyetiyle yapan kimsenin ahirette onun bir nasip, bir
ecr-ü sevap beklemeğe hiç hakkı yoktur.
ـ
وعن أبي كبشة
ا‘نمارى قال:
قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
: ثَثَةٌ
أقْسِمُ
عَلَيْهِنَّ
وَأُحَدّثَكُمْ
حَدِيثاً
فَاحْفَظُوهُ!
مَا نَقَصَ
مَالٌ مِنْ
صَدَقَةٍ،
وََ ظُلِمَ
عَبْدٌ
مَظْلَمَةً
فَصَبَرَ
عَلَيْهَا إَّ
زَادَهُ
اللّهُ بِهَا
عِزّا، وََ
فَتَحَ عَبْدٌ
بَاب
مَسْئَلَةٍ
إَّ فَتَحَ
اللّهُ عَلَيْهِ
بَابَ فَقْرٍ.
- Ebu
Kebşe el-Enmârî (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki:"Üç
şey vardır, (bunların doğruluğu hususunda size) yemin ederim. Ayrıca bir de
hadis söyleyeceğim, bunları iyi belleyin: Kişinin malı sadaka sebebiyle
eksilmez. Bir kula haksız zulüm yapılır o da sabrederse, Allah onun izzetini
(dünya ve ahirette) mutlaka artırır. Bir kul dilenme kapısını açtı mı, onunla
birlikte Allah da o zavallıya fakirlik kapısını açar." [63]
ـ وزاد في
رواية: وَمَا
تَوَاضَعَ
عَبْدٌ للّهِ
إَّ رَفَعَهُ
اللّهُ،
وَأُحَدِّثُكُمْ
حَدِيثاً
فَاحْفَظُوهُ؛
إنَّمَا
الدُّنْيَا
‘رْبَعَةِ
نَفَرٍ: عَبْد
رَزَقَهُ
اللّهُ مَاً
وَعِلْماً
فَهُوَ يَتَّقِي
في مَالِهِ
رَبِّهِ،
وَيَصِلُ بِهِ
رَحِمَهُ،
وَيَعْلَمُ
أنَّ للّهِ
فيهِ حَقّاً،
فهذَا
بأفْضَل
الْمَنَازِلِ؛
وَعَبْدٍ
رَزَقَهُ
اللّهُ
عِلْماً
وَلَمْ يَرْزُقْهُ
مَاً فَهُوَ
صَادِقُ
النِّيَّةِ،
يَقُولُ لَوْ
أنَّ لِى مَاً
لَعَمِلْتُ
عَمَلَ
فَُنٍ، فَهُوَ
بِنِيَّتِهِ،
فأجْرُهُمَا
سَوَاءٌ، وَعَبْدٍ
رَزَقَهُ
اللّهُ مَاً
وَلَمْ يَرْزُقُهُ
عِلْماً
فَهُوَ
يَخْبِطُ في
مَالِهِ
بِغَيْرِ
عِلْمٍ، َ
يَتَّقِي
فيهِ رَبَّهُ،
وََ يَصِلُ فيهِ
رَحِمَهُ،
وََ يَعْلَمْ
للّهِ فيهِ
حَقّاً فهذاَ
بِأخْبَثِ
الْمَنَازِلِ،
وَعَبْدٍ
لَمْ
يَرْزُقْهُ
اللّهُ مَاً
وََ عِلْماً؛
فَهُوَ
يَقُولُ: لَوْ
أنّ لِى مَاً
لَعَمِلْتُ
فيهِ
بِعَمَلِ
فَُنٍ فَهُوَ
بِنِيَّتِهِ
وَوِزْرُهُمَا
سَوَاءٌ[.»الخَبطُ«
فعل الشئ على
غير نظام
وكذلك في
القول .
-Hz.Ebu Kebşe el-Enmari (r.a) anlatıyor:
Hz.Peygamber (a.s) buyurdular ki:
“Bir kul, Allah rızası için mütevazı olur, alçalırsa
Allah onu mutlaka yüceltir. Size bir hadis söylemeğim, onu iyi belleyin:
-Dünya dört kişi içindir:
* Bir kul vardır, Allah kendisine mal ve ilim
vermiştir de kul, malı hususunda Allah’tan korkmakta, (mal ve ilmi kullanarak)
sıla-ı rahmi yapmakta, Allah’ın hakkı olduğunu bilmektedir; işte bu kimse en
faziletli bir makamdadır.
*Bir kul vardır. Allah ona ilim vermiştir, mal
vermemiştir, ama iyi niyetlidir ve “malin olsaydı onu falan kişi gibi
harcardım” der. İşte bu kimse niyetindekini yapmış gibi sevaba nail olur, ikisi
de eşit şekilde ücrete konar.
*Bir kul vardır Allah ona mal vermiştir, fakat ilim
vermemiştir. Malını cahilane harcar. Malı hususunda Rabbinden korkmaz. Malıyla
sıla-ı rahim yapmaz; malında Allah’ın da hakkı olduğunu hiç düşünmez. İşte bu
kimse, mertebelerin en düşüğündedir.
*Bir kul vardır, Allah ona ne ilim ne de mal
vermiştir ama: “Eğer malım olsaydı onunla falan kimsenin yaptıklarını ben de
yapardır” der. Bu da niyetiyle muamele görür. Niyet ettiği kimsenin vebalini
aynen elde eder.” [64]
Niyet;
yapılacak fiilin ancak Allah’a itaat ve yakınlık kastetmek demek olan iradei
hâdisedir. Hem ilim ve hem iradeyi ihtiva eden bu şuur, ruh ve kalbin işidir.
Bunun içindir ki, ibadetlerin başı olan imanda sadece tasdiki kalp yeterli
değildir. Hiç olmazsa lisanen ikrar ile zahire ilan edilmesi lâzım gelir.
Niyeti
ilan etmeyerek yalnız açıktan yapılan fiiller dahi ne olursa olsun ibadet
olmaz. Niyetsiz yatıp kalkmak, namaz değil, niyetsiz aç durmak oruç değil,
niyetsiz sadaka vermek, zekat değil, niyetsiz Kâbe’ye, Arafat’a seyahat edip
dolaşmak hac değil, niyetsiz cihat etmek, şehit veya gazi yapan cihad değil. O
halde kötü niyetle, yani Allah’a itaat ve yakınlık için değil de başka bir
maksatla yapılan fiiller hiç ibadet olmaz. Görülüyor ki lisanımızdaki
kullanılışlarına nazaran tapı, tapmak, tapınmak kelimeleri ibadetin değil,
itaatin manasıdır.
Niyetle
insanın adet ve alışkanlıkları, birer ibadet hükmüne geçer. Akşam yatarken gece
ibadetine niyetli olan bir insanın, uykudaki solukları zikir yerine geçer.
Zaten böyle olmasaydı, bu kadar az zamanda, bu kadar az amelle cennet nasıl
kazanılırdı ki?... Eğer, Mümine ebedi bir hayat verilecekse, bu onun ebedi
kulluk niyetine bahşedilmiş bir lütuf olacak ve dolayısıyla da ona ebedi
cenneti kazandıracaktır. Diğer kutup da kafir içinde durum aynı şekildedir.
Yani o da ebedi cehenneme müstahak demektir.
Evet biz,
niyetimizdeki ebedi kulluk düşüncesiyle cennete hak kazanıyoruz. Kafirde
niyetinde ebedi nankörlük azmiyle. Amellerin en küçüğünden bile, istisna, en
büyüğüne kadar bütününe değer ve kıymet kazandıran ve adeta onlara hayatiyet
kazandıran ancak ve ancak niyettir.
İslam’ın en
ziyade ehemmiyet verdiği hususlardan biri niyettir. Kişinin yaptığı işler
niyete göre değer kazanır. Allah’ın nazarında da kul nazarında da bu böyledir.
Bir kimsenin
niyeti Allah ve Resulü olursa, Allah ve Resulünü bulur. Bu namazda, Oruçta,
Zekatta da hep böyledir. Niyetle, insanın adet ve alışkanlıkları birer ibadet
hükmüne geçer.
Dua, Arapça da
isim olup, Allah’a yalvarma, Allah’tan dilekte bulunma, niyaz, yakarma. Çağrı,
nida, davet manalarına gelir.
Dua, ibadetin
özü ve mayasıdır. Allah’ı anmak kulluğumuzun gereği, imanımızın en tabi
ürünüdür. Kul ile Allah arasında en sağlam köprüyü bu iki ibadet oluşturur.
Duasız, zikirsiz dindarlık söz konusu değildir. Semavi dinlerin hepsi, dua ve
zikre geniş yer vermiştir.
Dua ve ibadet,
insanın kulluğunun belirtisi, mahviyet ve teslimiyetinin belgesidir. Allah’a el
açıp dua etmeyen bir kimseden hayır yoktur. Çünkü onun kendisine hayrı ve
faydası yoktur. Katılığı, bencilliği ve gururuna yedirememe duygusu onu feyiz
kapılarından uzaklaştırmış, ilahi rahmet ve inayetten bir bakıma mahrum
etmiştir. Kendisine bu kadar kötülüğü reva gören bir kimseden başkasına hayır
gelmez.
Yüce Allah
(cc) Kur’an-ı Kerim’de:
قُلْ
مَا
يَعْبَؤاُ
بِكُمْ
رَبِّى
لَوْلاَ دُعَآؤُكُمْ
فَقَدْ
كَذَّبْتُمْ
فَسَوْفَ
يَكُونُ لِزَامًا
“(Resûlüm!)
De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey
inkârcılar! Size Resûl'ün bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için
azap yakanızı bırakmayacaktır!”[65]
وَاِذَا
سَاَلَكَ عِبَادِى عَنِّى فَاِنِّى قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِى وَلْيُؤْمِنُوا بِى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
“Kullarım sana benden
sorarlarsa ben yakınım, bana “dua” ettiği zaman “dua” edenin duasına icabet
ederim”[66]
Dolayısıyla:
“Ve bana
inansınlar.”
“Ki, rüştlerine erebileler.”
Efendimiz (a.s):
“Dua ibadetin ilikidir” buyurmuş. [67]
Diğer bir hadîsi şerifte ise:
“İbadet duadan ibarettir”
diyerek;
Malûmdur ki “dua” ile emir, aynı sığa
ile yapılan birer taleptir. Bir düşkünün “aman yetiş” diye bağırışı bir “dua,” buna karşı bir imdatkârın “haydi kalk” demesi bir icabet ve
bir emirdir. Küçüklerin imdadına yetişmek büyüklüğün şiarı olduğu gibi büyüğün
emrine itaatte, edeptir. Büyüklerin büyüğü, âmirlerin âmiri, hâkimlerin hâkimi
olan Allah tealâ ise tekbir-ü şükrana ehak ekberi mutlaktır. Tabiri maruf ile
her yerde hazır-ü nazır, mahlûkatının her türlü isteklerini karşılamaya kadir
ve onlara kendilerinden daha yakındır.
ـ عن
النعمان بن
بشير رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
قال رسولُ
اللّهِ :
الدُّعَاءُ
هُوَ
الْعِبَادَةُ،
ثُمَّ قَرَأَ:
)وَقَالَ
رَبُّكُمُ
ادْعُونِى
أسْتَجِبْ
لَكُمْ.
-Nu'man İbnu Beşîr (r.a)
anlatıyor: "Resulullah (a.s): "Dua ibadetin kendisidir"
buyurdular ve sonra şu âyeti okudular: "Rabbiniz: "Bana dua edin ki
size icâbet edeyim. Bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış
olarak cehenneme gireceklerdir"[69]
buyurdu." [70]
Ebû Mûse'l-Eş'arî (r.a)'den
şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Biz, Resûlullâh (a.s) ile berâber (seferde)
bulunurduk da her vâdî üzerine yükseldikçe sesimiz mu'tâdından ziyâde
yükselerek tehlîl ve tekbîr ederdik. Bunun üzerine Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem:
“Ey nâs canınıza acıyın,
sesinizi yükseltmeyin! Şüphesiz siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gâibe
bağırıyorsunuz! Duâ ettiğiniz O (Allah), muhakkak ki, sizinle berâberdir. Hem
O, sesinizi çok iyi işitir; O, size (uzak değil), çok yakındır, buyurdu." [71]
Bir kul, ne
kadar suçlu olursa olsun; geçmiş günahlarına tövbe eder, içtenlikle mevlasına
yönelerek dua ederse; rahmeti sonsuz olan Allah (cc) dört tane azılı düşmanı
tanıtır ve kendisine onların şerrinden muhafaza buyurur.
Bunlar:
1) Nefsin bayağı istekleri,
2) Şeytanın hile ve düzeni,
3) Gafil ve cahil insanların yanlış telkinleri,
4) Dünya ve dünyadaki fanilerin/sevgisidir.
Dua etmek, el
açıp istekte bulunmak, yalvarıp yakarmak, kulluğumuzun gereğidir. Cenabı Hak,
samimi bir kalple el açıp dilekte bulunan kullarını çok sever ve bunlara hem
dünyada, hem ahirette büyük ecirler verir. Onun için inanarak iyi niyetle
yapılan dualar, büyük sevaplara, feyiz ve rahmete, inayet ve gufrana kapı açan
sebeplerdendir.
Sonuç olarak;
duada esas olan kabulüne inanmak, güvenmektir. Duada elleri açmak bir yana,
insan asıl göğsünü açmalıdır. Sabah ve ikindiden sonra yapılan dualarda
söylenen cümleler Mecmuatu'l-ahzab'da mevcuttur ama az bir farkla kayıtlıdır.
Orada "Sübhaneke
Ya Allah tealeyte Ya Rahman ecirna minen nar bi avfike Ya Mücir" denilir. Mücir de Allah'ın ismidir ancak burada "bi avfike Ya Rahman" demek bana daha sevimli geliyor.
Mecmuatu'l-ahzab'ta
Gümüşhanevi Hazretleri duaların faziletine dair pek çok şey söylemiş. Başka bir
ifadeyle mesela, "Şu duayı
bir kere okuyan cennete girer" denildiği zaman bunu "Bu
dua öyle bir duadır ki onu inanarak, gönlünü vererek layık-ı vechiyle bir kere
okuyan Cennet'i kazanabilir" şeklinde anlayabiliriz.
Benim öyle
inancım var ki bir insan gönlünü açsa ve kamil imanıyla bir kere
"Allah!" dese sonra kendini onuncu kattan aşağı atsa, betonlar
paramparça olur da ona bir şey olmaz. Bilhassa alem-i İslam'ın kan kustuğu şu
günlerde göğsünü çatlatırcasına dua etmek lazım, buna ümmet olarak çok
ihtiyacımız var.
Arapça da isim
olan “Rızk”; Allah’ın kullarına ve diğer yaratıklarına lütfü olan
nimet, yenilen, içilen ve sarf edilen şey, kısmet. Hayatı devam ettirmeye
yetecek miktarda yiyecek. Servet manalarına gelir.
Canlıların
yiyip içtiği şeylere rızık denir. Bütün canlı varlıkların rızkını veren
Allah’tır. Yüce Allah (cc) Kur’an-ı
Kerim’de:
وَمَا
مِنْ
دَآبَّةٍ فِى اْلاَرْضِ
اِلاَّ عَلَى اللهِ
رِزْقُهَا
وَيَعْلَمُ
مُسْتَقَرَّهَا
وَمُسْتَوْدَعَهَا
كُلٌّ فِى
كِتَابٍ مُبِينٍ
“Yeryüzünde yürüyen her
canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve
sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i
mahfuz'da) dır.”[72]
Allah herkesin
rızkını takdir etmiş, belirlemiştir. Ancak rızkı arayıp bulmak insana aittir.
İnsanın görevi, rızkını Allah’ın emrine uygun olarak helal yollardan
kazanmaktır. İnsan neyi isterse Allah onu verir. Rızkını kazanırken iradesini
kötüye kullanan ve haram yiyen bunun cezasını görür. Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim de:
اَللهُ
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ
يَشَآءُ مِنْ
عِبَادِهِ
وَيَقْدِرُ
لَهُ اِنَّ اللهَ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَلِيمٌ
“Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletir
dilediğininkini kısar. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.”[73]
تُولِجُ
اللَّيْلَ
فِى
النَّهَارِ
وَتُولِجُ
النَّهاَرَ
فِى
اللَّيْلِ
وَتُخْرِجُ الْحَىَّ
مِنَ
الْمَيِّتِ
وَتُخْرِجُ
الْمَيِّتَ
مِنَ الْحَىِّ
وَتَرْزُقُ
مَنْ تَشَآءُ بِغَيْرِ
حِسَابٍ
“Geceyi gündüze sokar ve gündüzü geceye sokarsın.
Ölüden diriyi, diriden ölüyü meydana getirirsin. Yaratıklarından dilediğine de
hesapsız şekilde rızık verirsin.” [74]
Ebû Hüreyre (r.a)'den
Resûlullâh (a.s)'ın şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur:
Azîz ve Celîl olan Allâhu
Teâlâ: "Ey kulum sen fukârâya nafaka ve sadaka ver ki, ben de sana
vereyim!" buyurdu. Resûl-i Ekrem (devâm edip) der ki:
Allâh'ın
hazîne-i keremi doludur, harcamak onu eksiltmez o gece ve gündüz dâimâ akar.
Yine Resûl-i Ekrem (devâm edip) buyurur ki: Allâh'ın göğü, yeri yarattığı
gündenberi infâk ve in'âm ettiği ni'metlerin mâhiyetini bana bildirebilir
misiniz? Onun bedî' kerem ve inâyetindeki ni'metlerden hiç bir şey
eksilmemiştir. Çünkü O'nun tahtı (hudutsuz ni'met) deryâ (sı) üzerine
kurulmuştur. Yed-i kudretinde de mîzân-ı adâlet ve terâzînin gözü (gâh) ağar,
(gâh) yukarı yükselir. (Bu sûretle insanların kimisine çok, kimisine az rızık
verir.) [75]
ـ
وعن أبِى
اُمَامَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : يَا بْنَ
آدَمَ إنَّكَ
إنْ تَبْذُلِ
الْفَضْلَ خَيْرٌ
لَكَ، وَإنْ
تَمْسِكْهُ
شَرٌّ لَكَ، وََ
تَُمَ عَلى
كفَافٍ،
وَابْدَأْ
بِمَنْ تَعُولُ،
وَالْيَدُ
الْعُلْيَا
خَيْرٌ مِنَ
الْيَدِ
السُّفْلَى.
- Ebu
Ümame (r.a) anlatıyor: "Resululllah (a.s) buyurdular ki:"Ey ademoğlu!
Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır.
Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefaf (yeterli miktar) sebebiyle levm
edilmezsin. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani
veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." [76]
ـ وعن
عُمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : لَوْ
أنَّكُمْ
تَتَوَكَّلُونَ
عَلى اللّهِ
حَقَّ
تَوَكُّلِهِ
لَرَزَقَكُمْ
كَمَا
يَرْزُقُ
الطَّيْرَ،
تَغْدُو
خِمَاصاً
وَتَرُوحُ
بِطَاناً.
- Hz.
Ömer (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki:"Siz Allah'a
hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı:
Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz." [77]
-حَدَّثَنَا
مُحَمَّدُ
بْنُ الْمُصَفَّى
الْحِمْصِيُّ.
ثَنَا الْوَلِيدُ
بْنُ
مُسْلِمٍ
عَنِ ابْنِ
جُرَيْحٍ عَنْ
أَبِي
الزُّبَيْرِ
عَنْ جَابِرِ
بْنِ عَبْدِ
اللّهِ؛
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
أُيُّهَا
النَّاسُ!
اتَّقُوا
للّهَ
وَأجْمِلُوا
فِي
الطَّلَبِ.
فإنَّ
نَفْساً لَنْ
تَمُوتَ حَتَّى
تَسْتَوْفِي
رِزْقَهَا،
وَإنْ أبْطَأ
عَنْهَا.
فَاتَّقُوا
للّهَ
وَأجْمِلُوا
فِي الطَّالِبِ.
خُذُ وا مَا
حَلَّ،
وَدَعُوا مَا
حَرُمَ.
-Hz. Câbir (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Ey insanlar Allah'a karşı muttakî
olun ve (dünyevî) talepte mutedil olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah'ın
kendisine taktir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun: Rızkı
gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah'tan korkun ve talepte
mutedil olun, (gayr-ı meşru yollara sapmayın), helâl olanı alın, haram olanı
terkedin." [78]
Esmâ' Bint-i Ebî Bekr (r.anhumâ)'dan
bana Nebî (a.s) şöyle buyurdu, dediği rivâyet edilmiştir:
(Ey Esmâ'!) Kesenin ağzını
boğma!, Allah da sana nasîbini imsâk eder.
Bir rivâyette:Malını sayıp
zaptetme!, Allah da sana nîmetlerini sayıp esirger.
Bir rivâyette de: Sakın çömlekte para
saklama! Sonra Allah da senden imsâk eder. (Ey Esmâ'!) Gücün yettiği kadar az
olsa da sadaka ver![79]
-حَدّثَنَا
أَبُو بَكْرِ
بْنُ أَبِي شَيْبَةَ.
ثَنَا أَبُو
مُعَاوِيَةَ
عَنِ ا‘عْمَشِ
عَنْ سََّمِ
-اِبْنِ
شُرَحْبِيلَ-
أَبِي
شُرَحْبِيلَ
عَنْ حَبَّةَ
وَسَوَاءٍ
ابْنَىْ
خَالِدٍ؛ قَاَ:
دَخَلْنَا
عَلَى
النَّبِيِّ
صَلَّي اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
وَهُوَ
يُعَالِجُ شَيْئاً.
فَأعْنَّاهُ
عَلَيْهِ.
فَقَالَ: َ تَيْأسَا
مِنَ
الرِّزْقِ
مَا
تَهَزَّزَتْ
رُؤُسُكَُُا.
فإنَّ
ا“نْسَانَ
تَلِدُهُ
أُمُّهُ
أحْمَرَ لَيْسَ
عَلَيْهِ
قِشْرٌ. ثُمَّ
يَرْزُقُهُ اللّهُ
عَزَّ
وَجَلَّ.
-Hz. Halid'in oğulları Habbe ve Sev (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) bir
şey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. "Başlarınız
kımıldadığı müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi
kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz ve celil olan
Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır" buyurdular." [80]
Hırstan
kurtuluş, ancak Allah’ın kullarına takdir ettiği rızkı vereceğine kati olarak
inanmaktadır. Bu da, rızkını helal yoldan aramakla mümkündür. Hatta beklemediği
ve ummadığı taraftan bile kulun rızkını Allah’ın vereceği inanmaktadır.
İlahi ve
Nebevi ifadelerden de anlaşılacağı üzere, rızk endişesi tamamen dünyalık bir
endişedir. Asıl olan insanın geçimini temin edeceği kadar rızıkla kanaat edip
ahiret için çalışıp/çabalamaktır. Çünkü burası geçici iken orası bakidir.
Geçici bir mekan edilen endişe kadar, ebedi bir yurt için aynısı veya daha
fazlası kadar endişe duyulmazsa vay o endişeye...
Hz. Süleyman bir karıncanın bir
senede ne yiyeceğini sormuş. "Bir
buğday" demişler. O da
denemek için bir karıncayı bir kutuya koymuş ve içine de bir tane buğday atmış.
Bir sene sonra açıp baktığında kutuda karınca ve buğdayın yarısı varmış.
Karıncaya sormuş: "Sen senede bir buğday yemez miydin?" "Ya
Süleyman! O rızkımı Rezzak u Kerim verirken öyle idi. Ama rızık senin vasıtanla
gelince senin ileride ne yapacağını bilemedim ki onun için ihtiyatlı
davrandım."
Canlılar;
rızıklarını Allah Teâlâ'nın yarattığı bitki ve hayvanlardan elde ederler.
Bunları da Allah Teâlâ, bitki ve hayvanların tohum hücrelerine koyduğu gen (DNA
Deoksiribonükleik asit) planlarına göre yaratır. Bitkilerin yapılarıyla ilgili
planlarındaki bilgi, her sayfasında 1000 kelime bulunan 50000 sayfalık kitaptan
fazladır. Her bir hayvanın DNA (yaratılış planın)daki bilgi ise, yekûnu 500 000
(beşyüzbin) sayfayı tutan kitapların verdiği bilgiden fazladır. Bitki ve
hayvanlar; planlarına göre, oksijen, hidrojen, karbon, azot, fosfor, kükürt,
kalsiyum, potasyum, magnezyum gibi elementlerden teşekkül ettirilen protein,
karbonhidrat ve lipid (yağ) moleküllerinden yaratılmıştır. Bu dev moleküllerin
son derece nizamlı bir şekilde düzenlenmesiyle hücreler ve dokular
yaratılmıştır.
Zamanımızda
canlıların hangi elementlerden teşekkül ettiği bilindiği halde ve kimya ilminin
de son derece ilerlemesine rağmen yapılan deney ve gözlemler; et, süt, bitki,
hatta bir buğdayın toplu iğnesi ucu kadar bir kabuğu gibi, bir canlının
beslenmesini sağlayacak ve yaşamasına sebep olacak bir rızkın elementlerinden
kimyasal yollarla sentezlenemediğini göstermektedir. Sakkarin gibi bazı
tatlandırıcılar kimyasal işlemlerle sentezlenmiştir, ama bu bir gıda değildir.
Kalorisi olan ve beslemeye yarayan bir şeker de değildir. Sadece tatlı olmaktan
başka bir özelliği olmayan bir bileşiktir. O halde; cansız, şuursuz ve bilgisiz
maddelerin aralarında ittifak edip tabiata konulmuş kimya kanunlarını
kullanarak bir rızkı sentezlemelerine imkân yoktur. Rızkı kendilerine verdiği
can yoluyla bitki ve hayvanlarda yaratan yalnız Allah Teâlâ'dır.
وَيَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
مَالَا يَمْلِكُ
لَهُمْ
رِزْقًا مِنَ
السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ
شَيًْا وَلَا
يَسْتَطيعُونَ
() فَلَا
تَضْرِبُوا
لِلّهِ
الْاَمْثَالَ
اِنَّ اللّهَ
يَعْلَمُ
وَاَنْتُمْ
لَاتَعْلَمُونَ
"Onlar
(materyalistler) Allah'ı bırakıp da kendileri için yerden ve göklerden hiç bir
rızka malik olmayan ve buna (rızık vermeye) güç yetiremeyen maddelere taparlar.
O halde (rızkı veren Allah olduğuna göre) Allah'a eş ve benzer isnad etmeyiniz.
Allah bilir, siz bilemezsiniz."[81]
Rızıkların
önemlisi bitki ve hayvanlardaki proteindir. Proteinler bitki ve hayvan
hücrelerinde birbirlerinden farklıdırlar. Proteinler, DNA larındaki planlarına göre
25 çeşidi bulunan yüzlerce aminoasit moleküllerinin çok düzgün ve kendilerine
mahsus terkibleriyle oluşur. Çeşitli olan aminoasitler, amino grubu (-NH2) ve
karboksil grubu (-COOH) denilen noktalarından -ki bunlara peptid bağı da
denilir- birleşerek orta ve büyük protein moleküllerini oluştururlar. Bir
hayvan hücresinde genetik bilgilerine (DNA sına) göre binlerce protein
sentezlenir. Bir büyük proteinin atom adedi milyonlara varır.
Her insanın,
kâfir de olsa müşrik de olsa rızkı Allah'a aittir. Allah bütün canlılara
yetecek miktarda rızık yaratır. Ama bazan yeryüzündeki zalim ve zorbalar
mustaz'af insanların rızıklarını gasbetmeye yeltenirler. Onların da cezası
Allah'a aittir.
Ölüm:Ölüm, Allah’ın emri; başka çaresi yok. Ölmek var dönmek,
yok. Ne kadar güçlü, büyük olursan ol, yine de ölüm seni bulacaktır; işte o
zaman geri dönüş olmayacak. Canlıların çok korktuğu ölüm, her canlının
tadacağını Allah (cc) Kur’an-ı Kerim de şöyle beyan buyurmuştur.
اَيْنَمَا
تَكُونُوا
يُدْرِكْكُمُ
الْمَوْتُ
وَلَوْ
كُنْتُمْ فِى
بُرُوجٍ
مُشَيَّدَةٍ
“Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe
yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile.”[82]
وَماَ
جَعَلْنَا
لِبَشَرٍ
مِنْ
قَبْلِكَ الْخُلْدَ
اَفَائِنْ
مِتَّ فَهُمُ
الْخَالِدُونَ
()كُلُّ
نَفْسٍ
ذَائِقَةُ
الْمَوْتِ
وَنَبْلُوكُمْ
بِالشَّرِّ
وَالْخَيْرِ
فِتْنَةً
وَاِلَيْنَا
تُرْجَعُونَ
“Her canlı, ölümü tadar.
Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize
döndürüleceksiniz. Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi
sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar?” [83]
عن
عُبَادَةِ
بْنِ
الصَّامِتٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أحَبَّ
لِقَاءَ
اللّهِ
أحَبَّ
اللّهُ
لِقَاءَهُ،
وَمَنْ
كَرِهَ
لِقَاءَ
اللّهِ
كَرِهَ اللّهُ
لِقَاءَهُ.
فقَالَتْ
عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: إنَّا
لَنَكْرَهُ
الْمَوْتَ.
قَالَ: لَيْسَ
ذلِكَ؛
وَلكِنِ
الْمُؤْمِنَ
إذَا
حَضَرَهُ
الْمَوْتُ
بُشِّرَ بِرِضْوَانِ
اللّهِ
وَكَرَامَتِهِ،
فَلَيْسَ
شَىْءٌ
أحَبَّ
إلَيْهِ
مِمَّا
أمَامَهُ، فأحَبَّ
لِقَاءَ
اللّهِ
وَأحَبَّ
اللّهُ
لِقَاءَهُ،
وإنَّ
الْكَافِرُ
إذَا
حَضَرَهُ
الْمَوْتُ
بُشِّرَ
بِعَذَابِ
اللّهِ
وَعُقُوبَتِهِ
فَلَيْسَ
شَىْءٌ
أكْرَهَ
إلَيْهِ
مِمَّا أمَامَهُ،
فَكَرِهَ
لِقَاءَ
اللّهِ،
وَكَرِهَ اللّهُ
لِقَاءَهُ[.
أخرجه الخمسة
إَّ أبَا داود
.
Übâde İbn-i Sâmit (r.a)'den
rivâyete göre, Nebî (a.s) şöyle buyurmuştur:
Her
kim Allah'a kavuşub görmeğe muhabbet ederse, Allah da ona kavuşub görmesini
sever. Her kim de Allah'a mülâkî olmayı hoşlanmazsa, Allah da ona mülâkî olmayı
hoşlanmaz.
'Âişe,
yâhut Peygamber'in bâzı kadınları:
Yâ
Resûla'llah!
Biz,
ölümden hiç hoşlanmayız, demişlerdi.
Resûl-i
Ekrem kadınlara: Ölüm sizin bildiğiniz gibi değil. Belki şöyledir: Mü'mine ölüm
hâli gelince Allah'ın o kulundan hoşnutluğu, Allah'ın ikrâm ve ihsânı
müjdelenir. Bu müjde üzerine artık mü'min'e önünde (ölüm gibi) kendisini
karşılayacak hallerden sevimli bir şey olamaz. O anda mü'min Allah'a mülâkî
olmaya muhabbet eder, Allah da mü'min kuluna mülâkatı sever. Fakat kâfir öyle
değildir. Ona ölüm hâli hazır olduğunda Allah'ın azâbı ve ukubeti müjdelenir. O
anda kâfire önündeki ölüm gibi, hallerden çirkin bir hal olamaz. Bu sûretle
kâfir Allah'a mülâkî olmayı fenâ görür, Allah da ona mülâkî olmayı fenâ görür.”
[84]
عن
أنس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ اللّه
#:
يَتَمَنَّيَنَّ
أَحَدُكُمْ
الْمَوْتَ
مِنْ ضُرٍّ
أصَابَهُ.
فإنْ كانَ
َبُدَّ
فَاعًِ
فَلْيَقُلِ:
اللَّهُمَّ
أحْيِنِى مَا
كَانَتِ الْحَياةُ
خَيْراً لِى.
وَتَوَفَّنِى
إذَا كَانَتِ
الْوَفَاةُ
خَيْراً لِى [.
أخرجه الخمسة .
Enes İbn-i Mâlik
radiya'llâhu anh'den Nebî Salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu
rivâyet olunmuştur:
Sizden biriniz kendisine
(hastalık gibi) bir zarar isâbet ettiğinden dolayı sakın ölümü temennî etmesin!
Eğer muhakkak tememnî etmek zorunda bulunursa, şöyle söylesin:
Allâh'ım,
yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, ölmek hayırlı olduğu
zaman da beni öldür!.” [85]
Her canlının
mutlaka tadacağı ölüm, ahirete giden bir yoldur. Her canlı mutlaka bu yoldan
geçmek mecburiyetindedir. Ne var ki, bu yolun yolcuları arasında fark vardır.
Çünkü bu yola çıkanların kimisi hazırlıklı olarak çıkar, kimisi ise hazırlıksız
çıkar. Hazırlıklı olanlar Müminlerdir. Hazırlıksız olarak çıkanlar da
inkarcılardır.
Her canlı
mutlaka ölüm tadını tadacaktır. Ölümden kurtulan hiçbir canlı yoktur ve olmayacaktır.
İnsan mutlaka ölecek, toprak mutlaka onu sinesine çekecektir. Kıyamet ise
insanları bir araya toplayacaktır. Hakimlerin en yücesi ve hayırlısı olan yüce
Allah’ın huzurunda hazır olup sorguya çekileceklerdir. İnsanların aralarında
ayrılığa düştüğü meselelerde bizzat hükmü, Allah verecektir.
Cennet:Arapça isim olan “cennet”; Allah’ın insanlara müjdelediği,
ölümden sonraki alemde bulunan, Allah’a inanan, günah işlememiş veya
günahlarından temizlenmiş olanların gireceği fevkalade güzel yer; uçmak, behişt,
firdevs. Bahçe; çok ferah, iç açıcı yer manasına gelir. Kur’an-ı Kerim de;
takriben yetmiş iki (72) yerde geçmektedir.
وَبَشِّرِ
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُواالصَّالِحَاتِ
اَنَّ لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَاالْاَنْهَارُ
كُلَّمَا رُزِقُوا
مِنْهَا مِنْ
ثَمَرَةٍ
رِزْقًا
قَالُوا
هذَاالَّذى
رُزِقْنَا
مِنْ قَبْلُ
وَاُتُوا بِه
مُتَشَابِهًا
وَلَهُمْ
فيهَا
اَزْوَاجٌ
مُطَهَّرَةٌ
وَهُمْ فيهَا
خَالِدُونَ
“(Ey
Peygamber) iman edip Salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için
altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu
ürünlerden her yedirildiğinde: “Bu daha önce de rızıklandığımızdır” derler. Bu,
onlara, benzer olarak sunulmuştur. Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve
onlar orada süresiz kalacaklardır.”[86]
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: لَقابُ
قَوْسٍ في
الْجَنَّةِ
خَيْرٌ مِمَّا
طَلعَتْ
عَلَيْهِ
الشَّمْسُ
أوْ تَغْرُبُ[.
أخرجه
الشيخان.وزاد
الترمذي عن
أنس، في أخرى:
]وَلَقَابُ
قَوْسِ
أحَدِكُمْ،
أوْ مَوْضِعُ
قَدِّهِ في
الْجَنَّةِ
خَيْرٌ مِنَ
الدُّنْيَا
وَمَا فيهَا،
وَلوْ أنَّ
امْرأةً مِنْ
أهْلِ
الْجَنَّةِ
اطّلَعَتْ
الى أهْلِ
ا‘رْضِ
‘ضَاءَتِ
قَوسِ
الدّنْيَا
وَمَا فيهَا،
وَلَمَ‘َتْ
مَا
بَيْنَهُمَا
رِيحاً، وَلَنَصِيفُهَا
يَعْنِي
الْخِمَارَ
خَيْرٌ مِنَ
الدّنْيَا
وَمَا فيهَا.»
Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular
ki:"Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha
hayırlıdır."
Tirmizî, Hz. Enes'ten şu ziyadede bulunmuştur: "Sizden birinizin
yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha
hayırlıdır. Cennet ehlinden bir kadın, arz ehline görünecek olsa, dünya ve içindekileri aydınlatır, arzla sema
arasını güzel koku ile doldururdu, onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha
hayırlıdır."[87]
عن
أبي هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: لَمَّا
خَلَقَ
اللّهُ تعالى
الْجَنَّةَ قَالَ
لِجِبْرِيلَ
عَلَيْهِ
السَّمُ: اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا.
فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فقَالَ:
وَعِزَّتِكَ
َ يَسْمَعُ
بِهَا أحَدٌ
إّ دَخَلَهَا.
فَحَفَّهَا
بِالْمَكَارِهِ.
ثُمَّ قَالَ
اِذْهَبْ
فَانْظُرْ إلَيْهَا،
فَذهَبَ،
فَنَظَر
إلَيْهَا.
فقَال:
وَعِزَّتِكَ
لَقَدْ
خَشِيْتُ أنْ
َ يَدْخُلَهَا
أحَدٌ
وَلَمّا
خَلَقَ
النّارَ قَالَ
لِجِبْرِيلَ:
اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا.
فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فقَالَ: وَعِزَّتِكَ
َ يَسْمَعُ
بِهَا أحَدٌ
فَيَدْخُلُهَا.
فَحَفَّهَا
بِالشَّهَوَاتِ.
ثُمَّ قَالَ:
اِذْهَبْ،
فَانْظُرْ
إلَيْهَا.
فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فَلَمّا
رَجَعَ.
قَالَ: وَعِزَّتِكَ
لَقَدْ
خَشِيْتُ أنْ
َ يَبْقى أحَدٌ
إَّ دَخَلهَا.
Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular
ki:"Allah Teala hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril aleyhisselam'a:
-"Git ona bir bak!" buyurdular. O da gidip cennete baktı ve:
"[Ey Rabbim!] Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen
kalmayacak, herkes ona girecek!" dedi. (Allah Teala hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla
çevirdi. Sonra:
-"Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir
daha baktı. Sonra da:
-"Korkarım, ona hiç kimse
girmeyecek!" dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail'e: "Git, bir de, şuna
bak!" buyurdu. O da gidip ona baktı ve:
-"İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse ona
girmeyecektir!" dedi.
Allah Teala hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da:
-"Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü
zaman:
-"İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona
gireceğinden korkuyorm" dedi."[88]
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تَزَالُ
جَهَنَّمَ
يُلْقى فيهَا
وَتَقُولُ:
هَلْ مِنْ
مَزِيدٍ؟
حَتّى يَضَعَ
رَبُّ
الْعِزَّةِ
فيهَا
قَدَمَهُ
فَيَزْوَى
بَعْضُهَا
الى بَعْضٍ.
فَتَقُولُ:
قَطِ قَطِ
بِعِزَّتِكَ
وَكَرِمِكَ.
وََ يَزَالُ
في
الْجَنَّةِ
فَضْلٌ حَتّى
يَنْشِئَ
اللّهُ لَهَا
خَلْقاً
فَيُسْكِنُهُمْ
فَضْلَ
الْجَنَّةِ.
Hz. Enes (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki:"Cehennem,
içerisine asiler atıldıkça: "Daha var mı?" demekten geri durmaz. Bu
hal, Rabbu'l-İzze'nin cehennemin üzerine ayağını koyup, iki yakasını dürüp
birleştirmesine kadar devam eder. İşte o zaman cehennem:"Yeter, yeter.
İzzet ve keremine yemin olsun yeter!" der. Cennette fazlalık devam eder.
Allah, ona mahsus yeni bir halk yaratır ve bunları cennetin fazla kısmına yerleştirir."[89]
ـ عن سهل بن
سعد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
أهْلَ
الْجَنَّةِ لَيَتَرَاءَوْنَ
أهْلَ
الْغُرفِ
كَمَا تَتَراءَوْنَ
الْكَوْكَبَ
في
السّمَاءِ[.
أخرجه
الشيخان .
Sehl İbnu Sa'd (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular
ki:"Cennet ehli, gurfelerde kalanları seyrederler, tıpkı gökteki
yıldızları seyretmeniz gibi."[90]
Cennet,
dünyada iman eden, iyi amel ve hareketlerde bulunan ve günahlardan kaçınan
kimselere yüce Allah’ın söz verdiği zevk ve sefa yerinin adıdır.
Cehennem: Arapça isim olan “cehennem”; günah işleyenlerin ve
kafirlerin öldükten sonra gidecekleri yer, tamu. Çok sıkıntılı yer. Çok uzak
yer. Def olup gitmek, uzaklaşmak manasına gelir. Kur’an-ı Kerim de; cehennem
yetmiş yedi (77) yerde geçmektedir.
وَقَدْ
نَزَّلَ
عَلَيْكُمْ
فِى
الْكِتَابِ
اَنْ اِذَا
سَمِعْتُمْ
ايَاتِ
اللّهِ يُكْفَرُ
بِهَا
وَيُسْتَهْزَأُ
بِهَا فَلَا تَقْعُدُوا
مَعَهُمْ
حَتّى
يَخُوضُوا فى
حَديثٍ
غَيْرِه
اِنَّكُمْ
اِذًا مِثْلُهُمْ
اِنَّ اللّهَ
جَامِعُ
الْمُنَافِقينَ
وَالْكَافِرينَ
فى جَهَنَّمَ
جَميعًا
“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir
ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini
işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye)
kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette
Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”[91]
وَعَدَ
اللهُ
الْمُنَافِقِينَ
وَالْمُنَافِقَاتِ
وَالْكُفَّارَ
نَارَ
جَهَنَّمَ
خَالِدِينَ فِيهَا
هِىَ
حَسْبُهُمْ
وَلَعَنَهُمُ
اللهُ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
مُقِيمٌ
“Allah, erkek
münafıkları da, kadın münafıkları da ve bütün kafirlere, içinde ebedi kalmak
üzere cehennem ateşini vadetti. Bu, onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve
onlar için sürekli bir azap vardır.”[92]
ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
لَمَّا
خَلَقَ
اللّهُ تعالى
الْجَنَّةَ
قَالَ
لِجِبْرِيلَ
عَلَيْهِ
السَّمُ:
اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا. فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فقَالَ:
وَعِزَّتِكَ
َ يَسْمَعُ
بِهَا أحَدٌ
إّ دَخَلَهَا.
فَحَفَّهَا
بِالْمَكَارِهِ.
ثُمَّ قَالَ
اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا،
فَذهَبَ،
فَنَظَر
إلَيْهَا.
فقَال: وَعِزَّتِكَ
لَقَدْ
خَشِيْتُ أنْ
َ
يَدْخُلَهَا أحَدٌ
وَلَمّا
خَلَقَ
النّارَ
قَالَ لِجِبْرِيلَ:
اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا.
فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فقَالَ:
وَعِزَّتِكَ
َ يَسْمَعُ
بِهَا أحَدٌ
فَيَدْخُلُهَا.
فَحَفَّهَا
بِالشَّهَوَاتِ.
ثُمَّ قَالَ:
اِذْهَبْ، فَانْظُرْ
إلَيْهَا.
فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فَلَمّا
رَجَعَ.
قَالَ: وَعِزَّتِكَ
لَقَدْ خَشِيْتُ
أنْ َ يَبْقى
أحَدٌ إَّ
دَخَلهَا.
-Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular
ki:"Allah Teala hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril aleyhisselam'a:
"Git ona bir bak!"
buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: "[Ey Rabbim!] Senin izzetine
yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek!"
dedi. (Allah Teala hazretleri) cennetin
etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra: "Hele git ona bir daha bak!"
buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da:"Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!" dedi. Cehennemi
yaratınca, Cebrail'e:"Git, bir de, şuna bak!" buyurdu. O da
gidip ona baktı ve:"İzzetine yemin olsun,
işitenlerden kimse ona girmeyecektir!"
dedi. Allah Teala hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra
da:"Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü
zaman:"İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona
gireceğinden korkuyorm!" dedi." [93]
ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
نَارُكُمُ
الّتِى تُقِدُونَ
جُزْءٌ مِنْ
سَبْعِينَ
جُزْءاً مِنْ
نَارِ
جَهَنَّمَ.
قَالُوا:
وَاللّهِ إنْ
كَانَتْ لَكَافِيةً.
قَالَ:
فإنَّهَا
فُضِّلَتْ
عَلَيْهَا
بِتِسْعَةٍ
وَسِتِّينَ
جُزْءً كُلُّهَا
مِثْلُ
حَرِّهَا.
- Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor:
"Resulullah (a.s): "Yaktığınız ateş var ya, bu cehennem ateşinin
yetmiş cüzünden bir cüzdür!" buyurmuştu. (Yanındakiler):"Zaten bu
ateş, vallahi (asileri cezalandırmaya ahirette) yeterliydi" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:"Cehennem
ateşi öbürüne altmış dokuz kat üstün kılındı. Her bir kat'ın harareti, bunun
mislindedir." [94]
ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
قَالَ اللّهُ
تَعالى: أعْدَدْتُ
لِعِبَادِي
الصّالِحِينَ،
مَاَ عَيْنٌ
رَأتْ، وََ
أُذُنٌ
سَمِعَتْ،
وََ خَطَرَ
عَلى قَلْبِ
بَشَر. قَال
أبُو
هُريْرَةَ اِقْرَءُوا
إنْ شِئْتُمْ:
)فََ تَعْلَمُ
نَفْسٌ مَا أُخْفِىَ
لَهُمْ مِنْ
قُرَّةِ
أعْيُنٍ.
Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor:
"Resulullah (a.s) buyurdular ki:"Allah Teala hazretleri ferman etti
ki: "Ben Azimu'ş-Şan, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen
nimetler hazırladım."
Ebu Hureyre ilaveten dedi ki:
-"Dilerseniz şu ayet-i
kerimeyi okuyun: [95]
-"Yaptıklarına karşılık
Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfaatların saklandığını kimse
bilemez."[96]
Cehennem ve
cennet, yüce Allah’ın kullarını cezalandıracağı iki yerdir. Ceza, hak sahibinin
hak ettiğinin karşılığıdır. Eğer kişi cehennemi hak etmiş ise, Allah o kimseyi
cennete koyması adaletine yakışmaz. Yine kişi cenneti hak etmiş ise, Allah o
kimseyi cehenneme koyması adaletine yakışmaz. Ahiret, Allah’ın muhakeme
etmesiyle; hak sahiplerinin haklarını alacağı alemdir. Bu alemde kimse kimsenin
ne savunuculuğunu yapar, ne de suçunu başkasına yüklettirir. Zerre kadar hayır
işleyen mükafatını, zerre kadar şer işleyen ise, azabını görecektir. Mümin
kulların başının yastığı ve gönüllerinin şifası olan cennet ve cehennem,
dünyada şeytan, nefis ve zalimlere karşı hem ümit mercii, hem de oto kontrol
görevini yapan bir ahlak umdesidir. Ahlak anlayışının üzerine bina olduğu
yegane asker, polis ve güç unsurudur cennet ile cehennem...
Arapça da isim
olan “Rıza”; razılık, razı olma, hoşnutluk, memnuniyet, muvafakat,
kabul. Bir şeyin olmasına muvafakat etmek. Kadere, mukadderata boyun eğme.
Tasavvufta, iradenin yok edilmesiyle ulaşılan makamlardan biri, manalarına
gelir.
Kader ve
Kazaya iman etmek, hayır, şer, iyi, kötü her şeyin Allah tarafından takdir
edilmesine, belirlenmesine ve zamanı gelince belirlendiği gibi yine Allah
tarafından yaratılmasına inanmak ve rıza göstermektir.
Kader ve
Kazaya inanan bir kimse çalışmalarında başarılı olamadığı veya bir felaketle
karşılaştığı zaman karamsarlığa düşmez, morali bozulmaz. Çünkü, Allah’ın her
işinde bir gaye ve hikmet olduğunu, insanın sınırlı güce sahip bir varlık
olarak yaratıldığını, gücünün yetmeyeceği işlerden sorumlu olmayacağını bilir
ve Allah’ın takdirine boyun eğer, Ona sığınır. Bu inanç insan rahatlık verir
üzüntüsünü giderir.
وَمَآ
اَنْتُمْ
بِمُعْجِزِينَ
فِى
اْلاَرْضِ
وَلاَ فِى السَّمَآءِ
وَمَا لَكُمْ
مِنْ دُونِ اللهِ
مِنْ وَلِىٍّ
وَلاَ
نَصِيرٍ
“Siz ne yer de ne de gökte aciz bırakacak
değilsiniz. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.”
[97]
اِنَّا
كُلَّ شَىْءٍ
خَلَقْنَاهُ
بِقَدَرٍ
“Hakikaten Biz, her şeyi bir kaderle yaratmışızdır.”[98]
ـ عن
جابر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : َ
يُؤْمِنُ
عَبْدٌ حَتّى
يُؤمِنَ
بِالْقَدَرِ
خَيْرِهِ
وَشَرِّهِ،
وَحَتّى
يَعْلَمَ
أنَّ مَا
أصَابَهُ لَمْ
يَكُنْ
لِيُخْطِئَهُ،
وَمَا أخْطَأهُ
لَمْ يَكُمْ
لِيُصِيبَهُ.
-Hz. Cabir (r.a) anlatıyor:
"Resulullah (a.s) buyurdular ki:"Kul, hayrıyla, şerriyle kadere
inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden)
isabet edecek şeyi atlatmayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de
yakalamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." [99]
ـ عن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
خَرَجَ
عَلَيْنَا
رَسُولُ
اللّهِ
وَفي يَدِهِ
كِتَابَانِ.
فَقَالَ: أتَدْرُونَ
مَا هذَانِ
الْكِتَابَانِ؟
فَقُلْنَا: َ
يَا رَسُولَ
اللّهِ إَّ
أنْ تُخْبِرَنَا.
فقَالَ
لِلَّذِى في
يَدِهِ
الْيُمْنَى:
هذَا كِتَابٌ
مِنْ رَبِّ
الْعَالَمِينَ،
فيهِ
أسْمَاءُ
أهْلِ الْجَنَّةِ
وَأسْمَاءُ
آبَائِهِمْ
وَقَبَائِلِهِمْ:
ثُمَّ
أجْمَلَ عَلى
آخِرِهِمْ، فََ
يُزَادُ
فيهِمْ وََ
يُنْقَصُ
مِنْهُمْ أبَداً.
وَقَالَ
لِلَّذِى في
شِمَالِهِ:
هذَا كِتَابٌ
مِنْ رَبِّ
الْعَالَمِينَ،
فيهِ
أسْمَاءُ أهْلِ
النَّارِ
وَأسْمَاءُ
آبَائِهِمْ
وَقَبَائِلِهِمْ
ثُمَّ
أجْمَلَ
عَلِى آخِرِهِمْ
فََ يُزَادُ
فيهِمْ وََ
يُنْقَصُ
مِنْهُمْ
أبَداً.
فقَالَ
أصْحَابُهُ:
فَفِيمَ الْعَمَلُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ، إنْ
كَانَ ا‘مْرُ
قَدْ فُرِغَ
مِنْهُ؟
فقَالَ:
سَدِّدُوا
وَقَارِبُوا،
فإنَّ
صَاحِبَ
الْجَنَّةِ
يُخْتَمُ
لَهُ بِعَمَلِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ،
وَإنْ عَمِلَ
أىَّ عَمَلٍ؛
وَإنَّ
صَاحِبَ
النَّارِ
يُخْتَمُ
لَهُ
بِعَمَلِ
أهْلِ
النَّارِ،
وإنْ عَمِلَ
أىَّ عَمَلِ؛
ثُمَّ قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
بِيَدِيْهِ:
فَنَبَذَهُمَا.
ثُمَّ قَالَ:
فَرَغَ رَبُّكُمْ
مِنَ
الْعِبَادِ،
فَرِيقٌ في
الْجَنَّةِ
وَفَرِيقٌ في
السَّعِيرِ.
İbnu Amr İbni'l-As (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s), elinde iki
kitap olduğu halde yanımıza geldi
ve:"Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?" buyurdular. Cevaben:
"Hayır, ey Allah'ın Resulü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi
istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek: "Bu
Rabbülalemin'den (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri
mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimleri de mevcuttur ve
sonunda da icmal yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne de onlardan
eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedî olarak sabit kalır"
buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek: "Bu da Rabbülalemin'den bir kitaptır.
Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve
kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da icmallerini yapmıştır. Bunlara asla
ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer verilir!" buyurdular. Ashabı
sordu:"Öyleyse ey Allah'ın Resulü, niye amel ediliyor? Madem ki her şey
önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden fariğ olunmuş (bir daha
yapma gayreti de niye)?"Resulullah
şu cevabı verdi:"Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın!
İtidali koruyun. Zîra, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle
sonlanır; (daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik
olanın ameli de cehennem ehlinin
ameliyle sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!"Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), sonra elindeki kitapları atıp, elleriyle işret ederek
dedi ki: "Rabbiniz kullardan artık fariğ oldu, bir kısmı cennetlik, bir kısmı da
cehennemliktir." [100]
ـ
وعن ابْنِ
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: حَدَّثَنَا
رَسُولُ
اللّهِ
وَهُوَ الصَّادِقُ
الْمَصْدُوقُ.
إنَّ خَلْقَ
أحَدِكُمْ
يُجْمَعُ في
بَطْن أُمِّهِ
أرْبَعِينَ
يَوْماً
ثُمَّ
يَكُونُ عَلَقَةً
مِثْلَ ذلِكَ.
ثُمَّ
يَكُونُ
مُضْغَةً
مِثْلَ
ذلِكَ، ثُمَّ
يَبْعَثُ
اللّهُ مَلَكاً
بأرْبَعِ
كَلِمَاتٍ:
يَكْتُبُ
رِزْقَهُ،
وَأجَلَهُ،
وَعَمَلَهُ،
وَشَقِيٌّ أمْ
سَعِيدٌ؛ ثُمَّ
يُنْفَخُ
فيهِ
الرُّوحُ،
فوَالَّذِي َ إلهَ
غَيْرُهُ
إنَّ
أحَدَكُمْ
لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ
حَتّى مَا
يَكُونَ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَهَا
إَّ ذِرَاعٌ
فَيَسْبِقُ
عَلَيْهِ
الْكِتَابُ
فَيَعْمَلُ بِعَمَلِ
أهْلِ
النَّارِ
فَيَدْخُلُهَا،
وَإنَّ
أحَدَكُمْ لَيَعْمَلُ
بِعَمَلِ
أهْلِ
النَّارِ
حَتّى مَا
يَكُونَ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَهَا
إَّ ذِرَاعٌ
فَيَسْبِقُ
عَلَيْهِ
الْكِتَابُ
فَيَعْمَلُ
بِعَمَلِ
أهلِ
الْجَنَّةِ
فَيَدْخُلُهَا[.
أخرجه الخمسة
إَّ
النّسائى.وزاد
رزين: فقال:
إذَا وقَعَتِ
النّطْفَةُ
طَارَتْ في
الرَّحِمِ
أرْبَعِينَ
يَوْماً.
ثُمَّ
تَكُونَ
عَلَقَةً
أرْبَعِينَ
يَوْماً.
ثُمَّ
تَكُونَ مُضْغَةً
أرْبَعِينَ
يَوْماً
فإذَا
بَلَغَتْ أنْ
تُخْلَقَ
نَفْساً
بَعَثَ
اللّهُ
مَلكاً يُصَوِّرُهَا!
فَيَأتِى
الْمَلَكُ
بِتُرَابٍ
بَيْنَ
أُصْبُعَيْهِ
فَيَخْلِطُهُ
في الْمُضْغَةِ،
ثُمَّ
يَعْجِنُهُ،
ثُمَّ
يُصَوِّرُهَا
كَمَا
يُؤْمَرُ.
فَيَقُولُ:
أذَكَرٌ أمْ
أُنْثى،
أشْقِىٌّ أمْ
سَعِيدٌ،
وَمَا
عُمْرُهُ، وَمَا
رِزْقُهُ،
وَمَا
أثَرُهُ،
وَمَا مَصَائِبُهُ؟
فَيَقُولُ
اللّهُ،فَيَكْتُب
الْمَلَكُ.
فإذَا مَاتَ
الْجَسَدُ
دُفِنَ حَيْثُ
أُخِذَ ذلِكَ
التُّرَابُ«.النُطْفَةُ«
الماءُ
القليل والكثير،
والمراد به
ههُنَا
المنىّ.و»العَلَقَةُ«
الدم
الجامد.و»المُضْغَةُ«
القطعة اليسيرة
من اللحم بقدر
ما يمضع .
İbnu Mes'ud (r.a) anlatıyor: "Sadık ve Masduk olan Resulullah (a.s)
buyurdular ki:"Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde
cem olur. Sonra bu kadar müddette "alaka" olur. Sonra bu kadar
müddette "mudga" olur. Sonra Allah bir meleği dört kelimeyle
gönderir: (Bu melek) rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını yazar,
sonra ona ruh üflenir. Kendinden başka ilah olmayan Zat'a yemin olsun, sizden
biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin
ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir ziralık
mesafe kaldığı zaman ona yazısı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel
ederek cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem
ehlinin amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir ziralık mesafe kalınca yazısı ona galebe çalar ve cennet
ehlinin amelini işleyerek cennete girer." [101]
Rezin şu ziyadede bulundu: "Resulullah şunu da buyurdular: "Nutfe düştü mü,
kırk gün rahimde uçar. Sonra kırk günde alaka olur. Sonra kırk günde mudga
olur. Bir nefis olarak yaratılma safhasına gelince, Allah onu tasvir edecek
(şekillendirecek) bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak
olduğu halde gelir. Onu mudgaya karıştırır. Sonra onu yoğurur, sonra da
emredildiği üzere onu tasvir eder."
Kazaya rıza,
muhabbet ve sevginin meyvesi ve mukarreblerin en üstün makamıdır. Çoğunluk için
bunun hakikat ve mahiyeti derin ve kapalıdır. Buradaki benzerlik ve şüphe,
ancak Allah’ın tevili nasip ettiği ve dinde fakih kıldığı kimselere
keşfedilmiştir. İnsanın arzu etmediği bir şeye rıza göstermesini çokları inkar
etti ve bunun mümkün olmayacağını söylediler.
Sabır lügatta hapis manasına gelir. Arapçada قَتَلَهُ
صَبْراً"Onu öldürmek için
hapsetti" demektir. Şer'î ıstılah olarak, dinin övdüğü, teşvik ettiği ahlakî bir
sıfatı, ruhi bir kemali ifade eder.
Sabr'ın mânası: Nefsi emredilen şeylerde tutmak, hapsetmektir, bu da
ibâdetlerin meşakkatlerine tahammül, belalara tahammül ve günah dışındaki
zararlara tahammülle gerçekleşir. Sabır, zâhidlerin ve âhiret yoluna sülûk
edenlerin en mühim esaslarından biridir. Ruhi terbiyeyi ele alan kitapların
hepsinde sabır bölümü yer alır.
Sabırla ilgili âyet çoktur. Kur'an-ı Kerim, insanların âhireti
kazanabilmeleri için, hayat boyu imtihan edileceği şeylerden birinin sabır
olduğunu ifade eder.
وَلَنَبْلُوَنّكُمْ
بِشَيْءٍ
مِنَ الْخَوْفِ
وَالْجُوعِ
وَنَقْصٍ
مِنَ اَمْوَالِ
وَاَنْفُسِ
وَالثّمَرَاتِ
وَبَشّرِ
الصّابِرِينَ
"Behemahal sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mal, can ve mahsul
eksikliği ile imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele."[102]
إنّما
يُوَفّى
الصّابِرُونَ
اَجْرَهُمْ بِغَيْرِ
حِسَابٍ
"Sabredenlerin mükâfatları muhakkak hesapsızdır." [103]
وَلَمَنْ
صَبَرَ
وَغَفَرَ إنّ
ذلِكَ لَمِنْ
عَزْمِ
اُمُورِ
"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi
işlerdendir." [104]
وَلَنَبْلُوَنّكُم
حَتّى
نَعْلَمَ
الْمُجَاهِدِينَ
مِنْكُمْ
وَالصّابِرِينَ
"İçinizden mücâhede
edenler, sabır gösterenler belli oluncaya kadar elbette sizi imtihan
ederiz."[105]
Hadislere göre sabır üçtür: Taatte sabır, masiyete ve musibete karşı
sabır.
-عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أَتَى
النَّبيُّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
عَلَى امْرَأةٍ
تَبْكِي
عَلَي
صَيِيٍّ
لَهَا، فَقَالَ:
اتَّقِي
اللّهَ
وَاصْبِرِي،
فَقَالَتْ:
وَمَا
تُبَالِي
بِمُصِيِبَتِي؟
فَلَمَّا
ذَهَبَ. قِيلَ
لَهَا:
إِنَّهُ
رَسُولُ اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ فَأَخَذَهَا
مِثْلُ
الْمَوْتِ،
فَأَتَتْ بَابَهُ
فَلَمْ تَجِدْ
عَلَى
بَابِهِ
بَوَّابِينَ
فَأَتَتْهُ،
فَقَالَتْ:
يَا رَسُولُ
اللّهِ لَمْ
أَعْرِفَكَ،
فَقَالَ:
إِنَّمَا
الصَّبْرُ عِنْدَ
الصّدْمَةِ
ا‘َوَّلَى .
Hz. Enes (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s), (ölen) çocuğu için
ağlamakta olan bir kadına rastlamıştı:"Allah'tan kork ve sabret!"
buyurdu. Kadın (ızdırabından kendisine hitab edenin kim olduğuna bile
bakmadan):"Benim başıma gelenden sana ne?" dedi. Resûlullah (a.s)
uzaklaşınca, kadına:"Bu Resûlullah idi!" dendi. Bunun üzerine, kadın
çocuğun ölümü kadar da söylediği sözden dolayı (utanıp) üzüldü. (Özür dilemek
için) doğru aleyhissalâtu vesselâm'ın kapısına koştu. Ama kapıda bekleyen
kapıcılar görmedi, doğrudan huzuruna çıktı ve:."Ey Allah'ın Resulü, (o
yakışıksız sözü) sizi tanımadan sarfettim (bağışlayın!)" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:"Makbul sabır, musibetle karşılaştığın ilk
andakidir" buyurdu." [106]
Sabır
kelimesi, Kur’an-ı Kerim de 102 yerde geçmektedir. Kısaca birkaç başlık altında
inceleyim:
a) Saldırı ve Hakaretlere Sabretmek:
وَلَقَدِ
اسْتُهْزِئَ
بِرُسُلٍ
مِنْ
قَبْلِكَ
فَحَاقَ
بِالَّذِينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ
مَا كَانُوا بِهِ
يَسْتَهْزِؤُنَ
“Senden önceki
peygamberlerle de alay edilmiş, bu yüzden onlarla alay edenleri alay ettikleri
şey (azap) kuşatıvermişti.”[107]
وَاصْبِرْ
وَمَا
صَبْرُكَ
اِلاَّ
بِاللهِ وَلاَ
تَحْزَنْ
عَلَيْهِمْ
وَلاَ تَكُ
فِى ضَيْقٍ
مِمَّا
يَمْكُرُونَ
“Sabret! Senin sabrın da
ancak Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; kurmakta oldukları
tuzaktan kaygı duyma!” [108]
فَاصْبِرْ
كَمَا صَبَرَ
اُولُوا
الْعَزْمِ
مِنَ
الرُّسُلِ
وَلاَ تَسْتَعْجِلْ
لَهُمْ
كَاَنَّهُمْ
يَوْمَ يَرَوْنَ
مَا
يُوعَدُونَ
لَمْ
يَلْبَثُوآ اِلاَّ
سَاعَةً مِنْ
نَهَارٍ
بَلاَغٌ فَهَلْ
يُهْلَكُ
اِلاَّ
الْقَوْمُ
الْفَاسِقُونَ
“O halde (Resûlum),
peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar
hakkında acele etme, onlar vâdedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada
sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir.
Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helâk edilir mi hiç!” [109]
وَعَنْ خباب
بن ا‘رت
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]شَكَوْنَا
إِلَى
رَسُولِ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
وَهُوَ مُتَوَسِّدٌ
بُرْدَةً فِي
ظِلِّ
الْكَعْبَةِ.
فَقُلْنَا:
أََ
تَسْتَنْصِرُ
لَنَا، أََ
تَدْعُو
لَنَا؟
فَقَالَ: قَدْ
كَانَ مِنْ
قَبْلكُمْ
يُؤْخَذُ
الرَّجُلُ
فَيُحْفَرُ
لَهُ فِي
ا‘َرْضِ
فَيَجْعَلُ
فِيهَا ثُمَّ
يُوْتِى
بِالْمِنْشَارِ،
فَيُوضَعُ
عَلَى
رَأسِهِ
فَيُجْعَلُ
نِصْفَيْنِ،
وَيُمْشَطُ
بِأَمْشَاطِ
الْحَدِيدِ
مَادُونَ
لَحْمِهِ
وَعَظْمِهِ،
مَا
يَصُدُّهُ
ذَلِكَ عَنْ
دِينِهِ، وَاللّهِ
لَيُتَّمِنَّ
اللّهُ
تَعَالَى هَذَا
ا‘َمْرَ
حَتَّى يسَيِرَ
الرَّاكِبُ
مِنْ
صَنْعَاءَ
إِلَى خَضَرْ
مَوْتَ، فََ
يُخَافُ إَِّ
اللّهَ، وَالذِّئْبَ
عَلَى
غَنَمِهِ،
وَلَكِنَّكُمْ
تَسْتَعْجِلُونَ.
Habbâb İbn-i Eret (r.a)'den
rivâyete göre, şöyle demiştir:
(İslâm'ın ilk günlerinde
bir gün) Resûlullâh (a.s) Kâ'be'nin gölgesinde kaftanını yastık ederek
dayandığı bir sırada kendisine (Kureyş müşriklerinin işkencelerinden) şikâyet
etmiştik:
-Yâ Resûla'llâh! Bizim
için Allâh'tan nusrat, (müşriklere galebemizi) dileyemez misin? (Bunların
zulmünden) halâsımız için Allâh'a duâ edemez misin? demiştik. Resûlullâh şöyle
buyurdu:
-(Ashâbım, sabrediniz!)
Sizden önceki ümmetler içinde öyle (mazlûm) kişi bulunmuştur ki, müşrikler
tarafından onun için yerde bir çukur kazılır, o (zavallı) kişi o çukura (başı
meydanda kalarak) gömülürdü. Sonra bir testere getirilir. Başı üstüne konularak
ikiye bölünürdü de bu işkence o mü'mini dîninden döndüremezdi. Bir başkasına
da) demir taraklarla etinin altındaki kemiği ve siniri taranılarak işkence
edilirdi de işkence o mü'mini dîninden
çeviremezdi.
Ashâbım! Allâh'a yemîn
ederim ki, şu İslâm dîni her halde ve muhakkak sûrette kemâle erecektir. Bir
derecedeki, bir süvari (yalnız başına) San'a'dan Hadramut'a kadar (selâmetle)
gidecek, Allah (Azze ve Celle) den başka hiç bir şeyden korkmayacaktır. Yâhut
(yolcu) koyun sâhibi (ise) koyunu üzerine kurt saldırmasından korkacaktır.
Fakat Ashâb'ım acele ediyorsunuz! [110]
b) Hastalıklara ve Belalara
Sabretmek:
لَتُبْلَوُنَّ
فِى
اَمْوَالِكُمْ
وَاَنْفُسِكُمْ
وَلَتَسْمَعُنَّ
مِنَ
الَّذِينَ
اُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ
قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ
اَشْرَكُوآ
اَذًى
كَثِيرًا وَاِنْ
تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا
فَاِنَّ
ذَلِكَ مِنْ
عَزْمِ اْلاُمُورِ
“Andolsun ki, mallarınız
ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder
ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”[111]
يَابُنَىَّ
اَقِمِ
الصَّلَوةَ
وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ
وَانْهَ عَنِ
الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ
عَلَى مَآ اَصَابَكَ اِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ اْلاُمُورِ
“Yavrucuğum! Namazı kıl,
iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu
bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.”[112]
لَيْسَ
الْبِرَّ
اَنْ
تُوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ
قِبَلَ
الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ
وَلكِنَّ الْبِرَّ
مَنْ امَنَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَالْمَلئِكَةِ
وَالْكِتَابِ
وَالنَّبِيّنَ
وَاتَى
الْمَالَ
عَلى حُبِّه ذَوِى
الْقُرْبى
وَالْيَتَامى
وَالْمَسَاكينَ
وَابْنَ
السَّبيلِ
وَالسَّائِلينَ
وَفِى
الرِّقَابِ
وَاَقَامَ
الصَّلوةَ وَاتَى
الزَّكوةَ
وَالْمُوفُونَ
بِعَهْدِهِمْ
اِذَا
عَاهَدُوا
وَالصَّابِرينَ
فِى
الْبَاْسَاءِ
وَالضَّرَّاءِ
وَحينَ
الْبَاْسِ
اُولئِكَ
الَّذينَ صَدَقُوا
وَاُولئِكَ
هُمُ
الْمُتَّقُونَ
“İyilik, yüzlerinizi doğu
ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki,
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın
rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara,
dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir.
Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır.
Müttakîler ancak onlardır!”[113]
ـ
عن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: دَخَلْنَا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ
عَلى أبِى
سَيْفٍ
الْقَيْنِ،
وَكَانَ
ظِئْراً
“بْرَاهِيمَ
بْنِ رَسُولِ
اللّهِ
فَأخَذَ
رَسُولُ
اللّهِ
إبْنَهُ فَقَبَّلَهُ
وَشَمَّهُ.
ثُمَّ
دَخَلْنَا
عَلَيْهِ
بَعْدَ
ذلِكَ،
وَإبْرَاهِيمُ
يَجُودُ
بِنَفْسِهِ،
فَجَعَلَتْ
عَيْنَا
رَسُولِ
اللّهِ
تَذْرِفَانِ.
فقَالَ
عَبْدُالرَّحْمنِ
بْنِ عَوْفٍ:
وَأنْتَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
فقَالَ: يَا
ابْنَ عَوْفٍ
إنَّهَا
رَحْمَةٌ.
ثُمَّ
أتْبَعَهَا
بِأُخْرى.
فَقَالَ: إنَّ
الْعَيْنَ
تَدْمَعُ وَالْقَلْبَ
يَحْزَنُ،
وََ نَقُولُ
إَّ مَا يُرْضِى
رَبَّنَا،
وَإنَّا
بِفِرَاقِكَ
يَا
إبْرَاهِيمُ
لَمَحْزُونُونَ.
-Hz. Enes (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s)'la birlikte demirci Ebu Seyf radıyallahu anh'ın yanına
girdik. O, Resûlullah (a.s)'ın oğlu İbrahim'in süt babası idi. Aleyhissalâtu
vesselam oğlunu aldı, öptü ve kokladı. Daha sonra yanına tekrar girdik. İbrahim
can çekişiyordu. Bu manzara karşısında Aleyhissalâtu vesselâm'ın gözlerinden
yaş boşandı. Abdurrahman İbnu Avf radıyallahu anh: "Sen de mi (ağlıyorsun)
ey Allah'ın Resûlü?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Ey İbnu Avf! Bu
merhamettir!" buyurdu ve ağlamasına devam etti. Sonra şöyle söyledi:
"Gözümüz yaş döker, kalbimiz hüzün çeker, fakat Rabbimizi razı etmeyecek
söz sarfetmeyiz. Ey İbrahim! Senin ayrılmandan bizler üzgünüz!" [114]
-وعن أبي
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّه صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
يقُولُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ مَنْ
أَذْهَبْتُ
حَبِيبَتَيْهِ
فَصَبَرَ
وَاحْتَسَبَ
لَمْ أَرْضَ
لَهُ ثَواباً
دُونَ
الجَنَّةِ[.
أخرجه الترمذي
وصححه.قلت
وأخرجه
البخاري
أيضاً، ولفظه:
عن أنس رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: »سَمِعْتُ
النَّبىَّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
يَقُولُ:
إِنَّ اللّهَ
تَعَالى قالض
إِذَا ابْتَلَيْتُ
عَبْدِي
بِحَبِيبَتَيْهِ،
ثُمَّ صَبَرَ
عَوَّضْتُهُ
عَنهُماَ الجَنَّةَ:
يُرِيدُ
عَيْنَيْهِ«
وَاللّهُ
أعلم .
- Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri şöyle demiştir:
"Ben kimin iki sevdiğini almışsam ve o da sevabını umarak sabretmişse, ona
cennet dışında bir mükâfaat vermeye razı olmam."[115]
"Bu hadisi Buharî de tahric etti. Ondaki
ibare şöyle: "Hz. Enes (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s)'ın şöyle
söylediğini işittim: "Allah Teâla hazretleri buyurdu ki: "Ben kulumu
iki sevdiğiyle imtihan edersem o da sabır gösterir (ve sevap umarsa) onlara
bedel cenneti veririm." (Buradaki "iki sevdiği" ile gözlerini
kastediyor." Doğruyu Allah bilir.") [116]
-وعن
عطاء بن يسار
رضي للّه عنه
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
إِذَا مَرِضَ
الْعَبْدُ
بَعَثَ
اللّهُ
تَعَالَى
إِلَيْهِ
مَلَكَيْنِ
فَقَالَ:
انْظُرُوا
مَاذَا يَقُولُ
لِعُوَّادِه؟
فَإِنْ هُوَ
إِذَا جَاءُوهُ
حَمِدَ
اللّهَ،
وَأثْنَى
عَلَيْهِ رَفَعَا
ذَلِكَ إِلَى
اللّهِ
وَهُوَ
أَعْلَمُ،
فَيَقُولُ:
لِعَبْدِي
عَلَىَّ إِنْ
تَوَفَّيْتُهُ
أَنْ
أُدْخِلَهُ
الْجَنَّةَ،
وَإِنْ أَنَا شَفَيْتُهُ
أَنْ أُبْدِ
لَهُ لَحْمًا
خَيْرًا مِنْ
لَحْمِهِ،
وَدَمًا
خَيْرًا مِنْ
دَمِهِ،
وَأَنْ
أُكَفِّرَ
عَنْهُ
سَيِّئَاتهِ.ِ
Atâ İbnu
Yesâr (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Kul
hastalandığı zaman Allah Teâlâ hazretler ona iki melek gönderir ve onlara:
"Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin" der. Eğer o
kul, melekler geldiği zaman Allah'a hamdediyor ve senalarda bulunuyor ise,
onlar bunu, her şeyi en iyi bilmekte olan Allah'a yükseltirler Allah Teâla
hazretleri, bunun üzerine şöyle buyurur: "Kulumun ruhunu kabzedersem, onu
cennete koymam kulumun benim üzerimdeki hakkı olmuştur. Şâyet şifâ verirsem,
onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmem ve
günahlarını da affetmem üzerimde hakkı olmuştur."[117]
c) Savaşta Sabretmek:
اَمْ
حَسِبْتُمْ
اَنْ
تَدْخُلُوا
الْجَنَّةَ
وَلَمَّا
يَاْتِكُمْ
مَثَلُ
الَّذينَ خَلَوْا
مِنْ
قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ
الْبَاْسَاءُ
وَالضَّرَّاءُ
وَزُلْزِلُوا
حَتّى
يَقُولَ
الرَّسُولُ وَالَّذينَ
امَنُوا
مَعَهُ مَتى
نَصْرُ اللّهِ
اَلَا اِنَّ
نَصْرَ
اللّهِ
قَريبٌ
“(Ey müminler! ) Yoksa
siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi
mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle
sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın
yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır.”[118]
بَلَى
اِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا
وَيَأْتُوكُمْ
مِنْ
فَوْرِهِمْ
هَذَا يُمْدِدْكُمْ
رَبُّكُمْ
بِخَمْسَةِ
اَلاَفٍ مِنَ
الْمَلَئِكَةِ
مُسَوِّمِينَ
“Evet, siz sabır gösterir
ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize
gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.”[119]
يَآاَيُّهَا
الَّذِينَ
اَمَنُوا
اصْبِرُوا
وَصَابِرُوا
وَرَابِطُوا
وَاتَّقُوا اللهَ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler!
Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık
bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.”[120]
ـ
وعن أبى بن
كعب رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: لَمَّا
كانَ يَوْمُ
أحُدٍ
أُصِيبَ مِنَ
ا‘نْصََارِ
أرْبَعَةٌ
وَسِتُّونَ
رَجًُ، وَمِنَ
الْمُهَاجِرينَ
سِتَّةٌ:
مِنْهُمْ
حَمْزَةُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ،
فَمَثَّلُوابِهِمْ.
فَقَالَتِ
ا‘نْصَارُ: لَئِنْ
أصَبْنَا
مِنْهُمْ
يَوْماً
مِثْلَ هذَا
لَنُرْبِِيَنَّ
عَلَيْهِمْ
في التَّمْثِيلِ.
فَلَمَّا
كانَ يَوْمُ
الْفَتْحِ نزلَ:
وَإنْ
عَاقَبْتُمْ
فَعَاقِبُوا
بِمِثْلِ مَا
عُوقِبْتُمْ
بِهِ اية.
فقالَ رجُلٌ:
َ قُرَيْشَ
بَعْدَ
الْيَوْمِ.
فقَالَ رسولُ
اللّه : كُفُّوا
عَنِ
الْقَوْمِ
إَّ
أرْبَعَةً.
- Übey İbnu Ka'b (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Uhud savaşında Ensar'dan altmış dört, Muhacirler'den de altı
kişi şehid düştü (radıyallahu anhüm ecmain). Bu şehidlerden biri de Hz. Hamza
(radıyallahu anh) idi. Bunların cesetlerinden bazı uzuvlarını kopararak
hakaretlerde bulundular. Bunun üzerine Ensâr: "Bir gün bize de böyle bir
fırsat düşerse, bu hakaretin daha fazlasını yapacağız" dediler.Mekke'nin
fethi günü olunca şu âyet indi: "Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın
ayniyle mukabele edin. Sabrederseniz andolsun ki bu sabredenler için daha
iyidir." [121]
Bir adam: Bugünden sonra Kureyş yok! dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Dört kişiden başka kimseye dokunmayın" diye
emretti." [122]
ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سَمِعْتُ
رسولَ
اللّهِ
يَقُولُ:
أحْبِبْ
حَبِيبَكَ
هَوْناً مَا
َسَى أنْ
يَكُونَ
بَغِيضَكَ
يَوْماً مَا،
وَأبْغِضْ
بَغِيضَكَ
هَوْناً مَا
عَسَى أنْ
يَكُونَ
حَبِيبَكَ
يَوْماً
مَا.»الهَوْنُ«
الرّفق،
وإضافة ما
إليه تُفِيدُ
التقليل،
يعنى أحبه
حباً قَصْداً
َ إفراط فيه .
- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın şöyle söylediğini
işittim:"Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir.
Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir." [123]
d) Sabrı Tavsiye Etmek:
وَالْعَصْرِ ()اِنَّ
اْلاِنْسَانَ
لَفِى خُسْرٍ ()اِلاَّ الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ
وَتَوَاصَوْا
بِالصَّبْرِ ()
“Asra and
olsun ki. Bütün insanlar hüsrandadır. Ancak iman edip Salih amellerde
bulunanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”[124]
Ebû Saîd-i Hudrî (r.a)'den
şöyle rivâyet edilmiştir.
Ensar'dan bâzı kimseler,
Resûlullâh (a.s)'den (sadaka) istemişlerdi. Resûlullâh da bunlara vermişti.
Sonra bunlar yine istediler. Resûlullâh yine verdi. Sonra (üçüncü) bir daha
istediler. Resûlullâh (bu def'a) da verdi. Hattâ yanındaki mal tükendi. Sonra
Resûlullâh buyurdu ki:
Sadaka malından yanımda
bulunanı (verdim. Başkalarına vermek için) sizden kat'iyyen bir şey saklamadım.
Kim ki, tese'ülden sakınmak isterse, Allah, o kimseyi afîf kılar. Kim ki,
haktan istiğnâ ederse, onu da Allah ganî kılar. Kim ki, sabretmek isterse,
Cenâb-ı Hak ona da sabr ihsân eder. Sabırdan daha hayırlı, sabırdan daha vâsi'
bir nîmet kimseye verilmemiştir. [125]
Kim ki,
Allah’ın azabından kurtulup, sevap ve rahmetine nail olmak isterse, nefsini
dünya heva ve hevesinden men etsin ve dünyanın meşakkat ve musibetlerine
sabretsin.
Sabrın
çeşitler:
1) Allah’a itaat etmekte sabır
2) Allah’ın haram kıldığı şeyleri yapmamakta
sabır
3) Bela ve musibetlere sabır.
İmam-ı
Rabbanî şöyle söyler:
İnsanın
karşılaştığı her şey Allahü teâlânın dilemesi ile var olmaktadır. Bunun için,
iradelerimizi O'nun iradesine uydurmalıyız. Karşılaştığımız her şeyi aradığımız
şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk
böyle olur.
Gelen belâ ve
sıkıntılara sabrederek göğüs germek büyük nimettir. Sabredemeyen felakete duçar
olur. Bir hastalık, bir belâ gelince bağırıp çağırmak fayda vermez. Aksine
zararlı olur. Bunun tek çaresi Allah’ın takdirine razı olmaktır. Sabırlı
olmayan muvaffak olamaz. Bir kimse başına gelen felaketlere sabretmezse devamlı
huzursuz olur, doğru dürüst ibâdet edemez. Kim Allah’tan korkarak sabrederse
sıkıntılardan kurtulur. Sabreden muradına erer. Her hayra sabırla ulaşılır. [126]
Arapça da isim
olan “Vesvese”; nefis ve şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı. İç
üzüntü. Vahim kuruntu. Şüphe, işkil tereddüt manalarına gelir. Kur’an-ı
Kerim’de:
قُلْ
اَعُوذُ
بِرَبِّ
النَّاسِ ()مَلِكِ
النَّاسِ ()اِلَهِ
النَّاسِ ()مِنْ
شَرِّ
الْوَسْوَاسِ
الْخَنَّاسِ ()اَلَّذِى
يُوَسْوِسُ
فِى صُدُورِ
النَّاسِ ()مِنْ
الْجِنَّةِ
وَالنَّاسِ
“De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine). İnsanların İlâhına. O sinsi
vesvesenin şerrinden. O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler)fısıldar.
Gerek cinlerden, gerek insanlardan olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a
sığınırım!”[127]
Vesvese,
Şeytanın insan kalbini kurcalaması ve hayal aynasına bir resim ve manzaralar,
hatıra ve hayaller atması demektir. Şeytanın bir insana bilhassa Mümine karşı
oynayacağı son oyun, kullanacağı son siper, son mevzi ve silah vesvesedir.
Müptedi
müslümanlarda işe yeni başlamışlar da vesvese olmaz. Daha çok kendini can-u
gönülden dine adamış, zimamı dizginleri Şeytanın elinden koparıp almış Allah’a
karşı Ubudiyyettini az çok yapan ve iman mevzuunda da terakki edip saffete
ulaşan bazı müslümanlarda olur.
Vesvese, bazen
asabi ve hassas ruhlarda, bazen de fazla gıda alan tembellerde olur. Müminde ki
vesvese buhranlar ve depresyonlar şeklinde değil de rahatsızlık verebilecek
türdendir.
ـ
وعن أبى زميل
قال: قُلْتُ
بْنِ عَبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما:
مَاشَىْءٌ
أجِدُهُ في
صَدْرِِي؟
فَقَالَ:
مَاهُوَ؟
قُلْتُ:
وَاللّهِ مَا
أتَكَلَّمُ بِهِ.
فَقَالَ لِي:
أشَىْءٌ مِنْ
شَكٍّ؟ قَالَ
وَضَحِكَ؛
ثُمَّ قَالَ:
مَانَجَا
أحَدٌ مِنْ
ذلِكَ حَتّى
أنْزَلَ
اللّهُ
تَعَالى: فَإنْ
كُنْتَ في
شَكٍّ مِمَّا
أنْزَلْنَا
إلَيْكَ
فَاسْألِ
الّذِينَ
يَقْرَءُونَ
الْكِتَابَ
مِنْ
قَبْلِكَ.
قَالَ
فَقَالَ لِي:
إذَا وَجَدْتَ
في نَفْسِكَ
شَيْئاً
فَقُلْ: هُوَ
ا‘وَّلُ
وَاخِرُ
وَالظَّاهِرُ
وَالْبَاطِنُ
وَهُوَ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَلِيمٌ.
Ebu Zümeyl rahimehullah anlatıyor: "İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'a (bir gün): "İçimde duyduğum bu (fena) şeyler de ne?" diye
sormuştum.
Bana:
-"Ne hissediyorsun ki?" dedi.
Ben:
-"Vallahi (onlar çok fena!) dilime alamam!" dedim.
-"Şekk nevinden bir şey mi?" dedi ve güldü. Sonra açıkladı:
-"Bu (çeşit vesveseler)den hiç kimse kurtulamaz. Nitekim Allah Teala
hazretleri (Resulüne) şu ayeti inzal
buyurmuştur. (Mealen): "Eğer sana
indirdiğimiz (kitapta anlatılan bu
kıssalar) hakkında bir şüphen varsa, senden evvel indirilmiş olanları
okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak (olan kitap) gelmiştir, sakın
şüphe edenlerden olma!"[128]
İbnu Abbas bana dedi ki: "Eğer içinde herhangi bir vesvese bulursan
şöyle de: [129] "O (Allah), hem
evveldir, hem ahirdir, hem zahirdir, hem
batındır. O herşeyi bilendir." [130]
Demek ki, onun
ezana ve ezanın ihtiva ettiği manalara tahammülü yok. Öyleyse Şeytan
vesveselerle taarruza geçtikçe biz de Allah ve Resulü ile irtibatımızı
kuvvetlendirmeliyiz ve hep lahuti hatıralara dalmalıyız.
Eğer kalp,
ilim, hikmet ve tefekkür, ordusundan yardım talebini terk ederse, kendi nefsine
gazap ve Şehvet ordularını musallat kılarsa yüzde yüz helak olacak ve apaçık
zarar edecektir.
Nu'mân b. Beşîr (r. anhümâ)'dan:
Şöyle demiştir:
(kulağımla) işittim, Resûlu'llâh (a.s) buyurdu ki: Haberiniz olsun, her
Pâdişâhın (kendine mahsûs) bir korusu olur. Gözünüzü açın, Allâh'ın
yeryüzündeki korusu da harâm ettiği şeylerdir. Âgâh olunuz, cismin içinde bir
lokmacık et (parçası) vardır ki iyi olursa bütün cesed iyi olur, bozuk olursa
bütün cesed bozulur. İşte o (et parçası) kalbdir. [131]
Şeytanın insan
için kurduğu vesvese kuruntusu, aslında hiçbir insanı yenebilecek boyutta ve
türde değildir. Çünkü nihayette bir vesvesedir gelir-geçer. Fakat kişinin
kalbinde eğer şeytanın hazırladığı kuruntuya bir meyli varsa o zaman etkisi
olur. Buda kişinin ruh yapısı ve kalbindeki iman ile paraleldir. Eğer kişinin
içinde rezillik duygusu varsa zaten şeytanın ona vesvese vermesine gerek
yoktur. Kendisi zaten şeytanın kendisine karşı yapacağı şeyi ondan önce
düşünüyor ve yapmak için yollar arıyor. Bu kimseye şeytanın vesvese verip
kandırmasına gerek yoktur.
Nefsin istediği her şey, sonsuz
ahiret nimetleri yanında kıymetsizdir. Ahiret nimetleri altın ise, dünya
menfaatleri teneke bile değildir. Bu geçici basit menfaatler, sonsuz nimetlerle
mukayese bile kabul etmez.
Her şeyin bizim için
yaratıldığını farkedip Rabbimiz hakkında hüsn-ü zanlı olma çok önemlidir. O’nu
çok sevmek lazım. İnsan O’na delice aşık olsa hayatında en isabetli işi yapmış
olur. Müslümanlar hakkında ne “dallîn” denilmiş ne de “magdûbîn”; onlar, “sıratallezine enamte
aleyhim” ehli olarak vasıflandırılmış. Bunu hem dua ve talep olarak söylememiz
istenmiş, hem de bir hedef gösterilmiş; “Aman, sakın elden kaçırmayın. Semtine
uğranılmaması lazım gelen şeylerin semtine yaklaşmayın. “İhdinâssıratal
mustakîm sıratallezine enamte aleyhim” fırsatını da kaçırmayın.”
Bismillâhirrahmânirrahîm
ile başlıyor bizim kitabımız. Bazı dinlerde çok sert, kıran geçiren, öfkeli bir
tanrı imajı çiziliyor. Hadiseler sadece dış görünüşleriyle
değerlendirildiğinden ya da olaylara yalnızca bir açıdan bakıldığından dolayı
yanlış yorumlamalar oluyor.
İslâm vesveseden sakınmayı istemiştir. Çünkü vesvese faydalı değil,
zararlı olan bir şeydir. Vesveseye kapılan insan, ibadetlerinde yanılır,
çeşitli hatalara düşer ve haz almaz. Vesvese insanı yanlış ve batıl yollara
saptırır. Hatta vesvesenin neticesinde insan akli dengesini bile kaybedebilir.
17)Birr Sahibi Olmak
Birr: İyilik, hayırda genişlik, güzel
davranış. Birr, müslümanların gerek kendi aralarında gerekse İslâm devletinin
gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları anlamında
kullanıldığı gibi, Müslüman'ın Allah'a karşı olan görevlerini ifa ederken
işlediği sâlih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir. Birr takvanın
kendisidir. Allah'ın emrine uyup, ilâhî mürakâbeyi yakînen kavramaktır.
Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah'a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve
toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen
amel, Allah'ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse işte o zaman birr
gerçekleşir. Çünkü Kur'an genel olarak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi
özellikle vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi
göstermek, Kur'an'ın insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen
geniş, bol ve sürekli olan bir hayırdır.
Be-r-ra', "iyilik etti, iyi davrandı, hayırda bol ve geniş
oldu" demektir; kelime Kur'an'ı Kerîm'de bu anlamda değişik şekillerde
kullanılmıştır:
لَا
يَنْهيكُمُ
اللّهُ عَنِ
الَّذينَ
لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ
فِى الدّينِ
وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ
مِنْ
دِيَارِكُمْ
اَنْ
تَبَرُّوهُمْ
وَتُقْسِطُوا
اِلَيْهِمْ
اِنَّ اللّهَ
يُحِبُّ
الْمُقْسِطينَ
"Allah sizi din konusunda
sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve adaletle
davranmaktan alıkoymaz, Allah adaletle davrananları sever."[132]
'Adele' fiilî ism-i fâilinin "adl" ve "âdil" şeklinde
geldiği gibi "Berra" fiilinin ism-i faili hem "berr", hem
de "bârr" olarak gelir. Adl, âdilden daha beliğ ve daha öte bir anlam
ifade ediyorsa, berr de bârr'dan daha beliğ ve daha geniş bir anlam ifade eder.
Berr öncelikle Hakk Teâlâ hakkında kullanılır.
اِنَّا
كُنَّا مِنْ
قَبْلُ
نَدْعُوهُ
اِنَّهُ هُوَ
الْبَرُّالرَّحيمُ
"Biz bundan önce O'na dua
ederdik; muhakkak O berr ve rahîm olandır."[133]
"Kul Rabbi'ne bol itaatte bulundu" anlamında kullanıldığı gibi,
Allah'ın berr olması da kulun ibadetine karşılık çok fazla sevap vermesi
demektir. Berr melekler hakkında da kullanılır ve çoğulu berara'dır. Berr'in
Kur'an'da aynı zamanda insanlar, daha doğrusu peygamberler hakkında da
kullanıldığını görüyoruz:
فى
صُحُفٍ
مُكَرَّمَةٍ
()
مَرْفُوعَةٍ
مُطَهَّرَةٍ
() بِاَيْدى
سَفَرَةٍ ()
كِرَامٍ
بَرَرَةٍ
"(O Kur'an Allah katında)
pek şerefli son derece yüksek ve tertemiz sahifelerdedir. Emrine itaatkâr
değerli (kiramen berara) kâtiplerin ellerindedir."[134]
وَبَرًّا
بِوَالِدَيْهِ
وَلَمْ
يَكُنْ
جَبَّارًا
عَصِيًّا ()
وَسَلَامٌ
عَلَيْهِ
يَوْمَ
وُلِدَ وَيَوْمَ
يَمُوتُ
وَيَوْمَ
يُبْعَثُ
حَيًّا
"(Yahya) anne-babasına berr
idi, zorba ve isyankâr değildi." [135]
وَجَعَلَنى
مُبَارَكًا
اَيْنَ مَا
كُنْتُ وَاَوْصَانى
بِالصَّلوةِ
وَالزَّكوةِ مَا
دُمْتُ
حَيًّا ()
وَبَرًّا بِوَالِدَتى
وَلَمْ
يَجْعَلْنى
جَبَّارًا شَقِيًّا
"(İsa): "Beni
bulunduğum her yerde mübarek kıldı ve sağ olduğum sürece bana namaz ve zekât'ı
emretti. Ve anneme karşı berr (kıldı) beni, zorba ve şakıy kılmadı beni." [136]
رَبَّنَا
اِنَّنَا
سَمِعْنَا
مُنَادِيًا يُنَادى
لِلْايمَانِ
اَنْ امِنُوا
بِرَبِّكُمْ
فَامَنَّا
رَبَّنَا
فَاغْفِرْ
لَنَا
ذُنُوبَنَا
وَكَفِّرْ
عَنَّا
سَيِّاَتِنَا
وَتَوَفَّنَا
مَعَ
الْاَبْرَارِ
"Rabbimiz, bizim
günahlarımızı bağışla ve kötülüklerimizi ört ve bizi ebrarla (salih kimselerle)
birlikte vefat ettir."[137]
اِنَّ
الْاَبْرَارَ
لَفى نَعيمٍ
"Muhakkak ebrâr
Naim'dedir"[138]
Rasûl-i Ekrem'e "birr" nedir diye sorulduğunda şu ayet-
kerimeyi okumuşlardır:
لَيْسَ
الْبِرَّ
اَنْ
تُوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ
قِبَلَ الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ
وَلكِنَّ
الْبِرَّ
مَنْ امَنَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَالْمَلئِكَةِ
وَالْكِتَابِ
وَالنَّبِيّنَ
وَاتَى
الْمَالَ
عَلى حُبِّه
ذَوِى
الْقُرْبى
وَالْيَتَامى
وَالْمَسَاكينَ
وَابْنَ
السَّبيلِ
وَالسَّائِلينَ
وَفِى
الرِّقَابِ
وَاَقَامَ
الصَّلوةَ
وَاتَى
الزَّكوةَ
وَالْمُوفُونَ
بِعَهْدِهِمْ
اِذَا
عَاهَدُوا
وَالصَّابِرينَ
فِى
الْبَاْسَاءِ
وَالضَّرَّاءِ
وَحينَ
الْبَاْسِ
اُولئِكَ
الَّذينَ صَدَقُوا
وَاُولئِكَ
هُمُ
الْمُتَّقُونَ
"Birr, yüzünüzü doğu ve batı
yönüne çevirmeniz değildir fakat birr Allah'a, ahiret gününe, meleklere,
kitaplara ve nebilere iman eden, sevdiği halde malı yakınlara, yetimlere,
miskinlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve boyunduruk altındakilere infak eden,
namazı kılan ve zekâtı veren, ahidleştiklerinde ahdini yerine getirenler,
zorluk hali, zarar anları ve güçlük zamanında sabredenlerdir. Onlardır sâdık
olanlar; ve onlardır müttaki olanlar."[139]
Ayette açık olduğu üzere, "birr" hem imanı, hem de aşağı yukarı
bütün amelleri (nafilelere varıncaya değin) içine almaktadır. Bir diğer husus
"birr"in şahıslaştırılmasıdır; yani ayet "birr"i amel
olarak değil, bir kişi olarak sunmaktadır. Zaman zaman belirttiğimiz gibi,
insan maddi gaflet örtüsünden sıyrıldığı zaman ameliyle özdeşleşir. Artık ona
mümin yerine iman; muhsin yerine husn ve berr yerine birr diyebiliriz.
Aynı zamanda o, âlim olmaktan ilm olmaya da geçer. İradesini Allah'ın
iradesinde eriten ve ilâhî irade karşısında adeta bütünüyle edilgen duruma
geçen insan, Allah'ın her yarattığı gibi güzel olur ve hayatıyla, kimliğiyle
şahsiyetiyle bol bir hayr ve iyilik (birr) halini alır. Ayetten anlaşılan bir
diğer husus birr'in "sıdk ve takva"yı da içine almasıdır. Birr
konusunda gelen diğer ayetler, yukarıdaki kapsamlı ayetin bazı yönlerini
açıklayıcı niteliktedir. Sözgelimi, malın zekâtını vermek farzdır; infak, farzı
içine aldığı gibi fazlasını da kapsar. Kur'an duruma göre ihtiyaçtan arta
kalanın infak edilmesini emreder [140]
"Birr", infak ederken kişinin sevdiği şeyden vermesini içine alır.
لَنْ
تَنَالُوا
الْبِرَّ
حَتّى تُنْفِقُوا
مِمَّا
تُحِبُّونَ
وَمَا
تُنْفِقُوا مِنْ
شَىْءٍ
فَاِنَّ
اللّهَ بِه
عَليمٌ
"Sevdiğinizden infak
etmedikçe birr'e erişemezsiniz."[141]
Evlere ancak kapılarından girilir. Arkalarından değil, önlerinden
gelinir. Aynı şekilde, her emanet ehline verilir ve her şey ehlinden alınır.
Sözgelimi, ilim ancak âlimden öğrenilir; yarı bilenden değil, bilinmeyince zikr
ehline (o işi bilenlere) sorulur; ancak bu yollarla birr'e ulaşılabilir.
يَسَْلُونَكَ
عَنِ
الْاَهِلَّةِ
قُلْ هِىَ
مَوَاقيتُ
لِلنَّاسِ
وَالْحَجِّ
وَلَيْسَ
الْبِرُّ
بِاَنْ
تَاْتُوا
الْبُيُوتَ
مِنْ
ظُهُورِهَا
وَلكِنَّ
الْبِرَّ
مَنِ اتَّقى
وَاْتُواالْبُيُوتَ
مِنْ
اَبْوَابِهَا
وَاتَّقُوا
اللّهَ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
"Evlere arkalarından
gelmeniz birr değildir, ancak birr ittika edendir; ve evlere kapılarından
gelin, Allah'tan ittika edin. Umulur ki, felah bulasınız."[142]
18)Rıfk Sahibi Olmak
Rıfk: Yumuşaklık, mülayimlik, yumuşak
başlılık, naziklik ve yumuşak huyluluk. Zıttı şiddet, kabalık ve sertliktir.
Allah refiktir. Kullarına karşı lütufkârdır. Kullarının da birbirlerine
karşı yumuşak ve, nazik davranmalarını, kabalık ve sertlikten kaçınmalarını,
hoşgörü ile hareket etmelerini ister.
Rıfk ile muamele insanları dostluğa ve kardeşliğe götürür. Aralarındaki
düşmanlıklar böylece son bulur. Kötülükler bile iyilikle karşılanmalıdır. Allah
Teâla:
وَلَا
تَسْتَوِى
الْحَسَنَةُ
وَلَا السَّيِّئَةُ
اِدْفَعْ
بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ فَاِذَا
الَّذى
بَيْنَكَ
وَبَيْنَهُ
عَدَاوَةٌ
كَاَنَّهُ
وَلِىٌّ
حَميمٌ
"İyilikle kötülük eşit
değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki,
seninle aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur"
buyurmaktadır. [143]
Rıfk, ahlâkî bir fâzilettir. Peygamberimiz (a.s) israrla bu fazilete
sahib olmamızı istemiş ve her konuda yumuşak ve nazik davranmamız gerektiğini
hatırlatmıştır:
"Yumuşaklıktan mahrum olan
hayırdan mahrum olur." [144]
"Muhakkak Allah, her hususta
yumuşaklıkla muamele edilmesini sever."
[145]
"Şüphesiz Allah refıktir.
Rıfkı (yumuşak huyluluğu) sever."[146]
Hz. Âişe, bir deveye binmiş ve ağır
hareketinden dolayı onu öteye beriye sürmeye başlamıştı. Bunun üzerine
Rasûlüllah (a.s), Hz. Âişe'ye hitaben şöyle buyurdu: "Yumuşak muamele
etmekten ayrılma. Yumuşak huyluluk herhangi bir şeyde bulunursa, onu, muhakkak
ziynetlendirip güzelleştirir. Sökülüp koparıldığı herhangi bir şeyi de muhakkak
çirkinleştirip kötüleştirir." [147]
Yukarıdaki âyet ve hadisler bize, sadece insanlara karşı değil hayvanlara
karşı bile yumuşak davranmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayrıca Cenab-ı
Hakk'ın kötülüklerin dahi iyilik ve yumuşaklıkla karşılanması hususundaki
emrinin taşıdığı hikmete dikkat edilmelidir. Nice sert ve katı yürekli insan,
ancak kendisine rıfk ve şefkatle yaklaşıldığı zaman yumuşamakta, sevgi ve
dostluk hisleri ancak bu şekilde uyanabilmektedir. Aksine davranışlar daima
sertlikle, katılıkla, acımasızlıkla mukabele görmekte; dolayısıyla
kırgınlıklar, dargınlıklar hattâ düşmanlıklar ortaya çıkmaktadır.
Hz. Peygamber'in yumuşaklıkta güzellik; katılıkta çirkinlik görmesi çok
manidardır. Siyer ve hadis kitapları tetkik edilince, Rasûlüllah'ın bütün
hayatı boyunca çevresindeki insanlara, hattâ hayvanlara karşı yumuşak ve
merhametli davrandığı görülür. Onun söz ve hareketlerinde sertlikten eser
yoktur. Böyle davrandığı içindir ki katı kalpli birçok kişi, huzurunda
yumuşamış ve müslüman olmuştur. Rasûlüllah'ın bu tutumunun İslâm'ın
yayılmasındaki etkisi unutulmamalıdır. Bunun böyle olması da tabiidir. Zira Hak
Teâlâ, rıfk ile muamelenin "düşmanları dost yapacağını" bize haber
vermiştir. Şu halde her müslüman bu ilâhî emre uyarak kabalık ve sertlikten
uzaklaşmalı ve çevresinde bulunan herkese karşı rıfk ve merhametle muameleyi
prensip edinmelidir. Yalnız rıfk ile meskenet arasındaki farka dikkat etmek de
müslümanın görevidir.
19)Kerem Sahibi Olmak
Kerem: İyilik, cömertlik, şeref, bağış.
Müslümanda bulunması gereken güzel huylardan biri.
Saygı göstermek, yardım etmek anlamına gelen "ikram' bu köktendir.
Türkçede "misafir ağırlamak, deyimi", ona hoşgeldin demek, yiyecek bir
şeyler sunmak ve istirahatini sağlamak anlamında kullanılır.
Kerem; sözle davranışla; maddi yardım ve ikramla insanlara iyi muamelede
bulunmayı ifade eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Bu bakımdan, "kerem", sözlük anlamıyla İslam ahlâkının
büyük bir bölümünü içine alır; Bağış (af), cömertlik, iyi davranış, ihsan,
güleryüzlü olmak, bu kelimenin ifade ettiği güzel huylar arasındadır.
Bağış (af), cömertlik, iyi davranış, ihsan, güleryüzlü olmak, bu
kelimenin ifade ettiği güzel huylar arasındadır.
"Kerem", sözlükte bu kadar geniş manayı içine alan bir kelime
olmakla beraber terim olarak, cömertlik (sehâcûd), şerefli ve asil olmak
anlamlarımda kullanılmıştır. "Kerim insan", "cömert, şerefli,
saygın insan" demektir.
Bir hadiste: "Allah'a ve
ahiret gününe inanan misâfirine ikram etsin" buyurulmuştur. [148]
"Kerîm": İyi huylu, cömert, insanlar
arasında seref ve itibarı olan. Zıd anlamlısı ise; "leîm": Kötü
huylu, alçak, insanlar arasında saygınlığı olmayan.
"Kerîm" [149]
Allah'ın Esmau'l-Hüsnasından biridir. Lütuf ve ihsan sahibi, bağışı bol
demektir
وَيَبْقى
وَجْهُ
رَبِّكَ ذُو
الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ
"Zü'l-Celâl-i
ve'l-ikram" [150]
Büyüklük ve ikram sahibi anlamında olup Allah'ın güzel isimlerindendir.
İslâm Dini güzel ahlâk temeli üzerine kurulmuştur. Onun yüce ahlâka
sahip" peygamberi Hz. Muhammed (a.s) de "inananlara örnek olmak"
üzere göndermiştir:
وَاِنَّكَ
لَعَلى
خُلُقٍ
عَظيمٍ
" Ve sen büyük bir ahlâk
üzerindesin."[151]
لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فى رَسُولِ
اللّهِ اُسْوَةٌ
حَسَنَةٌ
لِمَنْ كَانَ
يَرْجُوا اللّهَ
وَالْيَوْمَ
الْاخِرَ
وَذَكَرَ
اللّهَ
كَثيرًا
"Andolsun Allah'ın elçisinde
sizin için Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için
(uyulacak) en güzel bir örnek vardır."[152]
Hz. Peygamber (a.s): "Ben ancak güzel ahlâkı
(mekârimü'l-ahlâk) tamamlamak için gönderildim"[153] buyurmuştur.
Onun "kerem"i konusunda en güzel sözü
Mekke'nin fethi günü Kureyşlilerin söylediği sözlerdir:
Peygamberimiz Fetih günü yaptığı konuşmadan sonra halka:
-"Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin
edersiniz?" diye sordu.
Kureyş topluluğu:
-"Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi
bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız"
dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s) şöyle konuştu:
-"Benim halimle sizin haliniz, Yûsuf (a.s)'ın kardeşlerine dediğinin
tıpkısı olacaktır: Yûsuf (a.s)'ın kardeşlerine dediği gibi ben de diyorum:
"Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi bağışlasın! O,
merhamet edenlerin en merhametlisidir!" Gidiniz sizler serbestsiniz!" [154]
Hz. İbrahim, misafirperverliğiyle ün salmış "Allah
dostu" (Halilullah)[155]
büyük bir peygamberdir. Sofrasında misafir olmadan yemek yemediği rivayet
edilen Hz. İbrahim'in, ikramı seven, cömert bir kimse olduğu bizzat Kur'an-ı
Kerim'de bildirilmektedir:
هَلْ
اَتيكَ
حَديثُ ضَيْفِ
اِبْرهيمَ
الْمُكْرَمينَ
() اِذْ دَخَلُوا
عَلَيْهِ
فَقَالُوا
سَلَامًا
قَالَ سَلَامٌ
قَوْمٌ
مُنْكَرُونَ
() فَرَاغَ
اِلى اَهْلِه
فَجَاءَ
بِعِجْلٍ
سَمينٍ ()
فَقَرَّبَهُ
اِلَيْهِمْ
قَالَ اَلَا
تَاْكُلُونَ
"Ey Muhammed! İbrahim'in
ikram edilmiş konuklarının haberi sana geldi mi? Onlar, İbrahim'in yanına
girip: "selâm sana" demişlerdi. İbrahim de "selam size"
demişti; içinden de onların"tanınmamış bir topluluk" olduğunu
geçirmişti. Hemen ailesine giderek semiz bir buzağı getirmiş, onların önüne
sürüp: "yemez misiniz" demişti."[156]
Kur'an-ı Kerimde, kelime olarak "kerem" kullanılmamış, ondan
türeyen "kerîm" (27 yerde), "ikram"[157] "kiram"[158] "ekrem" "Mükremûn" [159]
kelimeleri zikredilmiştir.
Kur'an'da en çok geçen "Kerîm" kelimesi sıfat olarak "bol", "büyük", "şerefli" anlamlarında kullanılmıştır. "Rızkun
kerîm"; bol, helâl rızık; "ecrun kerîm": Büyük mükafaat; "Kur'anun
Kerîm": Kıymetli, şerefli Kur'an. [160]
Kerem-İkram konusunda Kur'an-ı Kerimde birçok emir ve tavsiyeler vardır: "İnfak
fi sebilillah": Allah yolunda harcama bu emirlerin başında gelir. "Yetimi,
yoksulu doyurmak"[161] "Akrabaya
vermek"[162] "Ana-babaya,
akrabaya, öksüzlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanında bulunan
arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin" [163]
gibi emirler, İslâm'ın kerem (cömertlik-yardım) anlayışını yansıtan emirlerdir.
İslâm ahlâkında mü'minin kendisi için istediğini diğer mü'min kardeşi için de
istemesi, kendisi için arzu etmediği başka mü'min kardeşi için de arzu etmemesi
önemli bir prensiptir.
Müslümanlar evlerini ve mallarını Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret
ettiklerinde Medine'deki müslümanlar (Ensar) onlara kucaklarını açtı, evlerini
ve mallarını onlarla bölüştüler. Böylece Kur'an'da övülen seçkin kişiler
oldular:
وَالَّذينَ
تَبَوَّؤُ
الدَّارَ
وَالْايمَانَ
مِنْ
قَبْلِهِمْ
يُحِبُّونَ
مَنْ هَاجَرَ
اِلَيْهِمْ
وَلَا
يَجِدُونَ فى
صُدُورِهِمْ
حَاجَةً
مِمَّا
اُوتُوا
وَيُؤْثِرُونَ
عَلى
اَنْفُسِهِمْ
وَلَوْ كَانَ
بِهِمْ
خَصَاصَةٌ
وَمَنْ يُوقَ
شُحَّ
نَفْسِه فَاُولئِكَ
هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
"Ve onlardan önce o yurda
(Medine'ye) yerleşen, imana sarılanlar (yani daha önce Medine'yi yurd edinenler
veya ilkönce hicret edip Medine'ye yerleşen müslümanlar) kendilerine göç edip
gelenleri severler ve onlara verilen (ganimet)lerden ötürü göğüslerinde bir
ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi (göç eden
yoksul kardeşlerin) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa işte onlar umduklarına erenlerdir."[164]
Hz. Peygamber (a.s) hicretten sonra muhacirlerle ensar arasında kardeşlik
oluşturdu. Bunlardan birini bir diğerine kardeş ilan etti. Ayette bildirildiği
gibi, Ensar, Mekkeli kardeşlerini canlarından daha çok seviyordu: Ensar,
muhacir kardeşlerine büyük fedakârlıklar gösterip aşırı derecede ikramda
bulunuyorlardı. Hatta muhacirleri paylaşamıyor, aralarında kur'a çekiyorlar,
kur'a kime çıkarsa muhacir ona gidiyordu. Muhacirler de bu samimi çabaları
takdir edip istismar etmeyi bu tür yardımları ihtiyaçları oranında kabul
ettiler.
Cömertliğin üstünlüğü ve cimriliğin kötülüğü hakkında birçok hadis-i
şerif vardır: "Rasûlüllah (a.s) insanların en
güzeli, en cömerdi ve en cesuru idi." "Kendisinden bir şey istendiği
zaman kesinlikle hayır demezdi. " O, şöyle buyurmuştur: "Cömert
Allah'a yakın, Cennete yakın, insanlara yakın, Cehennemden uzaktır. Cimri,
Allah'tan uzak, Cennetten uzak, insanlardan uzak, cehenneme yakındır. Cömert
câhil, cimri abidden Allah'a daha sevgilidir." [165]
İkram ve İyilikte Öncelik Hakkı
Dinimiz, ikram, hürmet ve yardım edilecek kimseleri sıraya koymuş, bu
sıraya uyulmasını istemiştir:
وَاعْبُدُوا
اللّهَ وَلَا
تُشْرِكُوا
بِه شَيًْا
وَبِالْوَالِدَيْنِ
اِحْسَانًا وَبِذِى
الْقُرْبى
وَالْيَتَامى
وَالْمَسَاكينِ
وَالْجَارِ
ذِى
الْقُرْبى
وَالْجَارِ
الْجُنُبِ
وَالصَّاحِبِ
بِالْجَنْبِ وَابْنِ
السَّبيلِ
وَمَا
مَلَكَتْ
اَيْمَانُكُمْ
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
مَنْ كَانَ
مُخْتَالًا
فَخُورًا
"Allah'a ibadet edin. O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya, akrabaya, öksüzlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanında bulunan arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında
bulunanlara iyilik edin, Allah, kurumlu, böbürlenen insanları sevmez."[166]
Özellikle anne-babaya "yumuşak, güzel söz" söylenmesi emredilmiştir. [167]
İnsanlara durumlarına göre muamele, onlara ikram ve hürmet konusunda da
peygamberimiz ve onun temiz zevceleri en güzel örnektir: Hz. Aişe (r.a) bir
seferde bir yere konakladı. Ortaya yiyecek bir şeyler koydu. Bu sırada bir
dilenci geldi. Hz. Aişe "şu fakire bir ekmek verin" dedi. Sonra binek
üzerinde bir adam geldi. Hz. Aişe "Onu yemeğe davet edin" dedi. Ona
"Fakire ekmek veriyorsun, zengini ise davet ediyorsun" denildi. Hz.
Aişe şöyle dedi: "Şüphesiz Allah Teala insanlara bazı dereceler tayin
etti. Bizim de bu derecelere uymamız lazımdır. O fakir bir ekmeğe razı olur.
Halbuki bu zengine, ona verdiğimiz gibi, ekmek vermek bize yakışmaz."
Hz. Peygamber (a.s) evlerinden birine girdi. Ashabı da girdi. Evi
doldurdu. Sonra Cerir b. Abdullah el-Becelî geldi, yer bulamadı. Kapıda oturdu.
Rasûlüllah (a.s) hırkasını çıkardı ona verdi ve "bunun üzerine otur"
buyurdu. Cerir (r.a) onu aldı yüzüne sürdü, öpüp ağlamağa başladı. Sonra
katlayıp Peygamber (a.s)'e verdi ve şöyle dedi: "Senin elbisen üzerine
katiyen oturmam. Bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram etsin."
Peygamber (a.s) sağına, soluna baktı ve şöyle dedi: "Size bir toplumun büyüğü
gelince ona ikram ediniz. "
Süt annesi geldiğinde peygamberimiz (a.s) ona hırkasını serdi: 'Merhaba
ey anne' diyerek onu hırka üzerine oturttu ve şöyle dedi: 'İste, istediğin
verilecek, yardım talebin kabul edilecek.' O, 'kavmimi istiyorum' dedi. Rasûlüllah
(a.s) "Benim hakkım ve Haşimoğullarının hakkı senindir" buyurunca
diğer insanlar da kalkarak: 'Bizim hakkımız da (onun olsun) ya Rasulallah'
dediler. Peygamber (a.s) bundan sonra süt annesini ziyaret etti, ona hizmetçi
verdi, Huneyn'deki iki hissesini ona bağışladı." [168]
Fakirleri doyurmak, yoksullara yardım etmek mü'minlerin en başta gelen
özelliklerindendir. Münafıklar ve inkârcılar fakire yardım elini uzatmadıkları
gibi onu hor görürler:
اَرَاَيْتَ
الَّذى
يُكَذِّبُ
بِالدّينِ () فَذلِكَ
الَّذى يَدُعُّ
الْيَتيمَ ()
وَلَايَحُضُّ
عَلى طَعَامِ
الْمِسْكينِ
"Dini yalanlayan (adam)'ı
gördün mü? İşte o öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmağa ön ayak olmaz."[169]
Kur'an'da nefs kelimesi çoğulu
olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte genellikle çeşitli varlıkların
kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında
ruh, kalp ve iç anlamlarında kullanıldığı da görülür. Sözgelimi:
¡ فَمَنْ
حَاجَّكَ
فيهِ مِنْ
بَعْدِ مَا
جَاءَكَ مِنَ
الْعِلْمِ
فَقُلْ
تَعَالَوْا
نَدْعُ
اَبْنَاءَنَا
وَاَبْنَاءَكُمْ
وَنِسَاءَنَا
وَنِسَاءَكُمْ
وَاَنْفُسَنَا
وَاَنْفُسَكُمْ
ثُمَّ
نَبْتَهِلْ
فَنَجْعَلْ
لَعْنَتَ
اللّهِ عَلَى
الْكَاذِبينَ
“Sana bu ilim geldikten
sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil
olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi
kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de
Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.”[170]
"Gelin... kendimizi (enfüsena) ve
kendinizi (enfüseküm) çağıralım...[171]
ayetinde "kendimiz=lenfüsena" Hz. Peygamber'i,
"kendiniz=lenfüseküm" ise Hz. İsa hakkında tartışmaya kalkışan
Hıristiyanları dile getirilmektedir.
وَاِذْ
قَالَ اللّهُ
يَا
عيسَىابْنَ
مَرْيَمَ
ءَاَنْتَ
قُلْتَ
لِلنَّاسِ
اتَّخِذُونى
وَاُمِّىَ
اِلهَيْنِ
مِنْ دُونِ
اللّهِ قَالَ
سُبْحَانَكَ
مَا يَكُونُ
لى اَنْ اَقُولَ
مَا لَيْسَ لى
بِحَقٍّ اِنْ
كُنْتُ قُلْتُهُ
فَقَدْ
عَلِمْتَهُ
تَعْلَمُ مَا
فى نَفْسى
وَلَا
اَعْلَمُ مَا
فى نَفْسِكَ
اِنَّكَ
اَنْتَ
عَلَّامُ
الْغُيُوبِ
“Allah: Ey Meryem oğlu
İsa! İnsanlara, "Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı bilin" diye
sen mi dedin, buyurduğu zaman o, "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan
şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen
benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri
eksiksiz bilen yalnızca sensin.” [172]
Kelime, "...sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben
senin nefsinde (nefsike) olanı bilmem..."[173] örneğinde olduğu gibi altı ayette Allah'ı, bir ayette[174]
ilahları, bir ayette de [175]
insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır.
وَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنِ
افْتَرى
عَلَى اللّهِ
كَذِبًا اَوْ
قَالَ
اُوحِىَ
اِلَىَّ وَلَمْ
يُوحَ
اِلَيْهِ
شَىْءٌ
وَمَنْ قَالَ
سَاُنْزِلُ
مِثْلَ مَا
اَنْزَلَ
اللّهُ
وَلَوْ تَرى
اِذِ
الظَّالِمُونَ
فى غَمَرَاتِ
الْمَوْتِ
وَالْمَلئِكَةُ
بَاسِطُوا
اَيْديهِمْ
اَخْرِجُوا
اَنْفُسَكُمْ
اَلْيَوْمَ
تُجْزَوْنَ
عَذَابَ
الْهُونِ
بِمَا كُنْتُمْ
تَقُولُونَ
عَلَى اللّهِ
غَيْرَ
الْحَقِّ
وَكُنْتُمْ
عَنْ ايَاتِه
تَسْتَكْبِرُونَ
“Allah'a karşı yalan
uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken "Bana da
vahyolundu" diyenden ve "Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin
benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır! O zalimler, ölümün
(boğucu) dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi
canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun
âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile
cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen!” [176]
"Haydi canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm)
çıkarın..."[177]
ayetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, diğer bazı ayetlerde
"kötülüğü emreden" (emmâre) [178]
"kınayan/levvame" [179]
ve "huzura eren/mutmainne"[180]
nitelikleriyle kullanılır. " ... Yusuf bunu içinde (nefsihi)
sakladı..."[181]
ve "...Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir..."[182]
örneklerindeki gibi kelime iç ve kalp anlamlarını karşılayacak biçimde de
kullanılmaktadır.
Kur'an'daki kullanılışının da
etkisiyle Emeviler döneminden itibaren nefs kelimesi yaygın biçimde ruh
anlamında kullanılmaya başlandı. Ama ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan
selef bilginleri nefsin mahiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur'an ve sünnette
verilenle yetinerek susmayı yeğliyorlardı. Kur'an ve sünnette geçtiği kadarına
inanmayı ilke edinen selefe göre nefsin mahiyetinin kavranması imkansızdı ve bu
konuda tartışmaya girmek gereksizdi.
Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren
Müslüman bilgin ve düşünürler, özellikle Yunan felsefe metinlerinin Arapçaya
çevrilmesinden sonra nefs konusunda tartışmaya ve çeşitli düşünceler ileri
sürmeye başladılar. Aristo felsefesinin Yeni Eflatuncular tarafından yorumlanan
biçiminin ağır etkisini taşıyan bu tartışmalar sırasında nefsin mahiyeti,
nitelikleri, kadim olup olmadığı, ölümden sonraki durumu gibi konularda çok
sayıda düşünce ve nazariyeler ortaya çıktı.
Nefs konusuyla uğraşan bilgin ve
düşünürler, insan gerçekliğinin belirlenmesinde, o zamanlar başlıca yöntem olan
mantıki ihtimalleri göz önünde bulundurarak, düşüncelerini bu ihtimallerden
birisine dayandırmışlardır. Buna göre, sözgelimi bir insan
"düşündüm", "yaptım" dediğinde, buradaki "ben"le
anlatılmak istenilen ya cisim (beden), ya cisimsel birşey (araz ya da kuvvet),
ya da cisimle cisimsel olanın toplamından oluşabilir. Diğer bir seçenek de bu
şeyin ne cisim, ne de cisimsel olmamasıdır. Düşüncelerini bu ihtimaller üzerine
kuran Müslüman düşünürler öncelikle iki ana fırkaya ayrıldılar. Birinci fırkaya
göre nefs cisim ya da cisimsel olmayan soyut bir varlıktır. İkinci fırka ise
nefsin soyutluğunu kabul etmeyerek cisim ya da cisimsel bir varlık olduğunu
savunmuştur.
Nefsin soyut bir varlık
olmadığını savunan düşünürler, nefsin mahiyeti konusunda birbirinden farklı
çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir.
Bunların başlıcaları şöyle
özetlenebilir:
1) Nefs bir atomdur. İbn el-Ravendi'nin
savunduğu bu görüşe göre soyut mümkünlerin olması imkansızdır. Nefs ya da ruh,
kendi özüyle varolan bir cevherdir. Bu cevher basit varlıkları kavrar. Yeri
kalptir. Bu nefs insanın özünü oluşturur.
2) Nefs, bedenle birlikte onaya çıkan
canlılıktır. Nazzam tarafından savunulan bu görüşe göre insan, bedenle birlikte
varolan bu hayattan ibarettir. İnsanda, beden dışında birşey yoktur.
3) Nefs, beyinde güç, kalpte fiildir.
4) Nefs üç ayrı cisimden oluşan
bir bileşiktir. Eski Müslüman hekimlerin savunduğu bu görüşe göre nefsi
oluşturan bileşiklerden birisi buhar gibi sıcak ve latif bir cisimdir. Yeri
kalptir. Hayvan bu nefsle varlık kazandığı için nefs-i hayvani ya da ruh-ı
hayvani adı verilir. İkincisi, yine latif, buhar gibi bir cisimdir. Bunun yeri
karaciğerdir. Buna da nefs-i tabii ya da ruh-ı tabii denir. Üçüncüsü de yine
buhar gibi latif bir cisimdir. Yeri beyindir. Buna da nefs-i insani ya da ruh-ı
insani adı verilir.
5) İnsanın gerçekliğini oluşturan
nefs, insanın maddi bedenidir. Bazı kelamcılar bu görüşü benimsemişlerdir.
6) Nefs, kemiyet ve keyfiyet
bakımından dört sıvının mutedil ölçüdeki bileşiminden oluşur. Bu görüş de eski
hekimler arasında yayılmıştır.
7) Nefs, mutedil ölçüdeki kandır.
8) Nefs, mahiyet bakımından maddi bedene
muhalif, ama gül suyunun gülde, zeytin yağının zeytinde yayılması gibi bedene
yayılan nurani, yüce, diri ve hareketli bir cisimdir. Bu cisim ayrışmaz,
değişmez, parçalanmaz. Maddi beden oluşarak kendisine yetenek kazandığı zaman
bu nurani latif cisim bedene nüfuz eder, yayılır. Beden bu yayılmaya uygun
olduğu sürece canlı kalır; yayılmaya engel olan bir durum belirirse, nefsin
yayılması sona erer ve ölüm ortaya çıkar. Birçok büyük kelamcı bu görüşü
benimsemiş, İbn Kayyim el-Cevzî ve İmam Şarânî nefse ilişkin olarak yazdıkları
müstakil eserlerde bu görüşü savunmuş, Fahreddin er-Râzî bu görüşün güçlülüğünü
belirtmiştir.
Muhakkik kelamcılarla İslâm
filozofları ve mutasavvıflarının bir bölümü de nefsin soyut bir cevher olduğunu
savunmuşlardır. Bunlara göre insanın mahiyeti ne cisimdir, ne de cisimseldir.
Nefs, maddeden ayrık bir cevherdir. Ne var ki bunlar da kendi içlerinde iki
fırkaya ayrılmışlardır. Muhakkik kelamcılara göre insan, bu nefs cevheriyle
bedenin birleşmesinden oluşur. İkinci fırkayı oluşturan filozoflarla
mutasavvıflara göre ise, nefs bedene iliştiğinde onunla birleşir. Nefs bedenin,
beden de nefsin aynısı olur. Birleşmelerinden sonra ikisinin toplamı insanı oluşturur.
Ölümle bu birlik bozulur. Nefs kalır, beden ise yok olur.
Tüm İslam fırkaları nefsin kadim
olmadığında, sonradan yaratıldığında görüş birliği içindedirler. Buna karşılık
nefsin bedenden önce yaratılıp yaratılmadığı konusu görüş ayrılıklarına neden
olmuştur. İslam filozofları olarak bilinen Meşşâîler, nefsin bedenden sonra,
yani ceninin ana rahmindeki oluşumundan sonra yaratıldığını savunmuşlardır.
Bazı ifadeleri Gazalî'nin de bu görüşü benimsediğini göstermektedir. Ne var ki,
Gazâlînin nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul ettiğini gösteren ifadeleri
de bulunmaktadır. Kelamcılarla mutasavvıfların büyük çoğunluğu ise nefsin
bedenden önce yaratıldığını kabul etmektedir.
Nefsin mahiyeti konusundaki
düşüncelerinde Yunan felsefesinin yoğun etkisinde kalan müslüman düşünürler,
özellikle Aristoteles'in izinden giderek nefsin üç türü, derecesi ya da durumu
olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre nefs nebatî, hayvani ve insani nefs olmak
üzere üçe ayrılır. Tüm bitki, hayvan ve insanlarda ortak olan nebatî nefsin üç
gücü vardır. el-Kuvvetü't-tegazziye (beslenme gücü), el-kuvvetü't-tenmiye
(büyüme gücü) ve el-kuvvetü't-tevellüdiyye (üreme gücü) denilen bu güçler
yardımıyla canlılar, varlıklarını ve türlerinin devamını sağlar.
Hayvan ve insanlarda ortak olan
hayvani nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar hareket ve algı
güçleridir. Hareket gücü, el-kuvvetül-baise (harekete geçiren güç) ve
el-kuvvetül-fâile (etkin güç) olmak üzere ikiye ayrılır. el-Kuvvetül-baise,
yararlı şeyleri çeker, zararlı şeyleri defeder. el-Kuvvetül-fâile ise çeşitli
hareketleri meydana getirmek üzere sinir ve kaslara yayılmıştır; görevi, sinir
ve kasları gerip gevşeterek hareketi sağlamaktır. Algı güçleri de
el-havasul-zahire (dış algı güçleri) ve el-havasul-batınıye (iç algı güçleri)
olarak ikiye ayrılır. el-Havasul-zahire beş duyudan oluşur. el-Havasul-batınıye
de hiss-i müşterek (ortak duyu), musavvıra (tasarlama gücü), mütehayyile (hayal
gücü), vehim (sezgi gücü) ve hafızadan (hatırlama gücü) meydana gelir. Yalnız
insanlara özgü olan insani nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar
el-kuvvetül atime (bilici güç) ve el-kuvvetül-amile (yapıcı güç) adlarını
taşır. Nefs-i natıka (düşünen, konuşan nefs) ya da nefs-i akli (akli nefs)
denen insani nefs bedenin düşünceye ait fiilleri akletmesi ve genel işleri
algılaması bakımından ilk olgunluğudur.
Hemen hemen tüm kelamcılar,
mutasavvıflar ve filozoflarca benimsenen bu nefs nazariyesi İslâm dünyasında
gelişen psikolojinin (ilmü'n-nefs) temellerini oluşturur. Ama bu nazariye
kelamcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca farklı biçimde ifade edilmiş,
özellikle İbn Sina, Gazalî, İbnül-Arabî ve er-Râzî gibi doktrin sahibi büyük
düşünürlerce farklı biçimlerde yorumlanarak kendi sistemleri içine
yerleştirilmiştir.
Nefs-i Emmare
Kötülüğü ve şerri şiddetle
emreden nefis. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (as)'ın dilinden nefsin
kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah'ın emirlerine
muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını
bildirmektedir:
وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ
النَّفْسَ
لاَمَّارَةٌ
بِالسُّوءِ اِلاَّ
مَا رَحِمَ
رَبِّى اِنَّ
رَبِّى غَفُورٌ رَحِيمٌ
“(Bununla beraber) nefsimi
temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp
korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” [183]
Gerçekte insan nefsi tek bir
şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan
kurtulup ilâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak
adlandırılır. Şehvete tabi olup üzerine gazap hakim olduğu zaman da nefis,
sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur.
[184]
Taberî; "kötülüğü emreden
nefis, insanların tamamına ait olan nefistir" demektedir. Onun arzusunun
Allah Teâlâ'nın rızası olmayan şeylere yönelmek olduğunu ve Allah'ın
kullarından rahmet etmeyi dilediği kimselerin dışında kalanların nefsin bu
yönlendirmesinden kurtulamayacağını söylemektedir. [185]
Râzî, ayetteki "...Rabbımın
acıyıp koruduğu müstesna"ifadesine dayanarak, taat ve imanın Allah Teâlâ'dan
geldiğini ve nefsin, O'nun rahmeti olmadan kötülüklerden vazgeçmesinin
sözkonusu olmadığını söylemektedir. [186]
Nefs-i emmârenin, Yusuf (a.s)
tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bûtûn insanların nefislerinin kötü
şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber
olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a.s):
"...Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü
emredicidir" diyor.
Dolayısıyla kötülüğü şiddetli
arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah'ın emirlerine yönelen ve böylece
ilahi rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri
işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü
azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri
olmayan gelip geçici düşüncelerden ibaret kalır. Zira Yusuf (as) Mısır azizinin
karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir
kötülükten Allah'a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir
özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir:
"Ben nefsimi temize çıkarmıyorum."
Ancak bu sadece bir dürtü olarak
kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının
dokunması sözkonusu olmamıştır.
Bazı müfessirlerin, "Bununla
beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir"
sözünü azizin karısına atfetmeleri, durumu değiştirmez. [187] Zira Allah Teâlâ, sarfedilmiş olan bu sözü Hz. Muhammed (a.s)'e ayet
olarak gönderirken, nefsin tabiatında kötülük işlemeye meylin var olduğunu da
bildirmiş olmaktadır.
1) Allah'a ve
Resulüne İtaat Etmek
2) Kur'an ve
Sünneti Delil (ölçü) Bilmek
6) Allah için
Sevmek ve Buğz Etmek
13) Namazın Erkanına
Riayet Etmek
14) Cemaatle Namaz
17) Allah İçin
Yedirip ve Giyindirmek
21) Dilini
Kötü Şeylerden Korumak
22)
Kulaklarını Kötü Şeylerden Korumak
23) Günah Olan
Şeylerden Kaçınmak
28)
İyiliği Emretmek, Kötülükten Menetmek
29) Allah'ın Dininin Hakimiyeti İçin
Çalışmak
AHLAKIN DIŞ FAKTÖRLERİ
Genel Bir Bakış: Şahsiyet; her insandaki "şahsiyet" /kişilik, "zihniyet" ve "nefsiyet’"ten meydana gelir. Kişinin
şeklinin, cisminin, boyunun posunun şahsiyetle ilgisi yoktur. Bunların hepsi
kabuklar, dış görünüşlerdir. Dış görünüşlerin insanın şahsiyetine etki ettiğini
veya kişiliğini belirleyen faktörlerden olduğunu sanmak yüzeyselliktir. Çünkü
insan, aklı ile ayırt edilir. İnsanın davranışları onun "geri
kalmışlığının" veya "kalkınmışlığının" delilidir. İnsanın hayattaki
davranışları "mefhum"larına göredir.
Dolayısıyla insanın davranışları ayrılmaz bir şekilde kesin bir bağ ile "mefhum"larına bağlıdır. Davranışlar;
insanın içgüdü ve uzvi/organik ihtiyaçlarını doyurmak için yaptığı işlerdir.
İnsan, ihtiyaçlarını doyurmak için zorunlu olarak kendisinde var olan "eğilim"lere göre hareket eder. Bu
nedenle insanın "mefhum"ları ve "eğilim"leri şahsiyetinin temel
direkleridir. Öyleyse mefhumlar nelerdir, nelerden meydana gelir ve sonuçları
nelerdir? Eğilimler nelerdir, eğilimleri ortaya çıkartan faktörler ve
eğilimlerin etkileri nelerdir? gibi soruların açıklanmasına gerek vardır.
Mefhumlar, kelimelerin anlamları değil, fikirlerin anlamlarıdır.
Kelimeler, bazen vakıası bulunan bazen de vakıası bulunmayan manalara delalet
eder. Örnek olarak;
Bazı adamları güreşe kalkıştığında
Omuzlarını geniş vücutlarını iri görürsün.
Üzerine hak bir dava yüklediğinde
Omuzlarının çöktüğünü
Çarpışmayı terk ettiğini görürsün.
Bu mısraları söyleyen şairin yazdığı şiirin manasını anlamak için her ne
kadar düşüncede derinleşmek ve aydın düşünmek gerekse de, şiirdeki bu
mısraların hissedilen bir vakıası vardır. Ancak bir de aşağıdaki şiirde ortaya
konulan ifadelere bakalım.
Dediler ki; Savaşçı bir vuruşta
İki süvariyi mızrağa dizer de,
Savaş günü onu yüce görmez mi?
Ben de derim ki;
Eğer onun mızrağının Uzunluğu bir mil olsa
Süvarilerden bir mil boyu ölü dizecektir.
Bu şiirde ortaya konulan ifadelerin vakıası yoktur. Çünkü övülen savaşçı
bir vuruşta iki süvariyi öldürmediği gibi bunu soran da olmadı. Üstelik bir mil
uzunluğunda bir mızrak olmadığı gibi süvarileri dizmesi de mümkün değildir.
Cümlelerle ortaya konulan bu anlamlar açıklanıp kelimeleri de yorumlanabilir.
Ortaya konulan fikrin manasına gelince: Kelimenin içerdiği anlamın
vakıası varsa, yani doğrulanan ve hissedilen bir şey gibi zihin onu tasavvur
edebiliyor ve his de onu algılayabiliyorsa, zihninde tasavvur eden ve
doğrulayan kimsede bu anlam mefhum haline gelir. Kendisi okusa veya bir başkası
tarafından kendisine anlatılsa veya duysa dahi, anlamı zihninde tasavvur
edemediği ve algılayamadığı sürece mana onda mefhum haline gelmez. Bu nedenle
kişi, ister okuyarak isterse duyarak algılasın, sözleri fikri olarak alması
gerekir. Yani cümlenin anlamını kendi istediği şekilde ve kelimelerle değil,
cümlenin delalet ettiği anlamlara göre anlaması gerekir. Aynı zamanda bu
anlamların vakıasını da zihninde somut bir şekilde kavramalıdır ki, vakıayı
teşhis edebilsin ve anlamlar birer mefhum haline gelebilsin.
"Mefhum"lar; zihinde vakıası idrak
edilebilen manalardır. Bu vakıa, ister dışarıda hissedilen bir vakıa olsun
isterse hissedilen bir vakıaya dayalı olarak dışarıda var olduğu tam bir
teslimiyetle kabul edilen bir vakıa olsun, zihinde idrak edilebiliyorsa bunlar birer
mefhumdurlar. Bunların dışındaki cümlelerin ve kelimelerin anlamları mefhum
olarak isimlendirilemez. Bunlar ancak soyut bilgilerdir.
Mefhumlar, ya vakıayı bilgilerle ya da bilgileri vakıayla
ilişkilendirmekle meydana gelir. Bu oluşum vakıa ve bilgileri birbiri ile
ilişkilendirme anında vakıa ve bilgilerin ölçüldüğü kaide veya kaidelere göre
daha da netleşir. Yani vakıa ve bilgileri birbiriyle ilişkilendirme anındaki
akletmesi, kavraması oranında billurlaşır. Böylece kişide, cümleleri ve sözleri
anlayacak, somut vakıasıyla manaları idrak edecek ve bunlar hakkında hüküm
verecek zihniyet meydana gelir. Buna göre zihniyet, bir şeyi akletme, idrak
etme keyfiyetidir.
Bir başka anlatımla zihniyet, tek bir kaideye veya belirli kaidelere göre
vakıanın bilgilerle veya bilgilerin vakıayla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir.
İşte bu nedenle İslami zihniyet ile; komünist zihniyet, kapitalist zihniyet,
karışık zihniyet ve düzenli zihniyet arasında fark vardır. Kişi de var olan
mefhumların neticeleri ile insan, idrak ettiği vakıaya yönelik davranışlarını,
vakıaya yönelme veya ondan yüz çevirme şeklinde görülen eğilimini belirler ve
eğilimlerini seçkin bir eğilim ve zevk haline getirir.
"Eğilim"ler, ihtiyaçlarını doyurmak
istediği eşyalar hakkında insanda var olan mefhumlarla bağlantılı olarak,
ihtiyaçlarını doyurmaya yönelten yönelticilerdir. İnsandaki meyiller, organik
ihtiyaçları ve içgüdüleri doyurmayı gerektiren dinamik güç/hayati güç
tarafından ortaya çıkartılır. Bağlantı bu güç ile mefhumlar arasında olur.
Tek başına bu meyiller/eğilim yani hayat hakkındaki mefhumlarla
bağlantılı olan yönelticiler insanın nefsiyetini "davranış
biçimini" oluşturur. "Nefsiyet", içgüdüleri ve organik
ihtiyaçları doyurma keyfiyetidir. Diğer bir ifade ile, ihtiyaçları doyurmaya
yönelten faktörlerin mefhumlarla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir. Nefsiyet,
hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olarak, eşya hakkında insanda var olan
mefhumlarla, insanın içinde doğal olarak var olan yönelticiler arasındaki
bağlantından meydana gelen zorunlu bir sentezdir.
İşte bu "zihniyet" düşünüş biçimi ve "nefsiyet" davranış biçimi ile "şahsiyet" oluşur. Akıl ve idrak insanın
fıtratında bulunmasına, her insanda kesin olarak var olmasına rağmen zihniyet,
ancak insanın fiili ile meydana gelir. Meyiller de insanla beraber yaratılmış
olmasına ve her insanda kesinlikle bulunmasına rağmen nefsiyet de insanın fiili
ile oluşturulur. Ancak bilgiler ile vakıayı birbirine bağlama esnasında,
bunları ölçmede kullanılacak kaide veya kaidelerin bulunması ile netleşir ve mefhum
haline gelir.
Yöneltici faktörler ile mefhumlar arasında meydana gelen sentez,
yönelticileri billurlaştırır ve eğilim/meyil haline getirir. Bağlama anında
insanın bilgileri ve vakıayı ölçmede kullandığı kaide veya kaideler nefsiyetin
ve zihniyetin oluşumunda yani belirli bir şahsiyetin oluşumunda en büyük
etkendirler. Zihniyetin oluşumunda kullanılan kaide ve kaideler, nefsiyetin
oluşumunda kullanılan kaide veya kaidelerle aynı olmazsa insanda bulunan
zihniyet ve nefsiyet birbirinden farklı olur. Çünkü o zaman insan, eğilimlerini
iç dünyasında var olan kaide veya kaidelere göre ölçer. Yöneltici faktörlerini
zihniyetini oluşturan mefhumların dışındaki mefhumlarla bağlar. Bu durum da ise
fikirleri ile eğilimleri başka başka, birbirine zıt, farklı olur. Böylece
seçkin olmayan bir şahsiyete sahip olur. Çünkü kelimeleri ve cümleleri
anlayışı, vakıayı idrakı, eşyaya olan meylinden farklı bir şekilde meydana
gelmektedir.
Bu nedenle şahsiyetin tedavi edilebilmesi ve seçkin bir şahsiyetin
oluşturulabilmesi, insanın zihniyeti ve nefsiyeti için aynı anda ancak tek bir
kaidenin bulunması ile gerçekleşir. Yani bağlantı kurma esnasında bilgilenme ve
vakıayı değerlendirmede kullanılan kaidenin, yönelticilerle mefhumlar
arasındaki sentezin sağlanmasında da aynen kullanılmasıyla tek bir kaide ve tek
ölçü üzere seçkin bir şahsiyet oluşur.
İslâmi Şahsiyet
İslâm, diğer şahsiyetlerden tamamen farklı ve seçkin bir şahsiyet
oluşturmakla insanı eksiksiz bir şekilde tedavi etmiştir. İslâm, İslâm
akidesini, üzerine fikirlerini oturtacağı ve bu esasa göre de mefhumlarını
oluşturacağı “fikri kaide” haline getirmiştir. İslâm akidesiyle ölçmek
suretiyle doğru fikir ile yanlış fikir birbirinden ayırt edilir. Fikri kaide
olmasından dolayı fikirler, İslâm akidesi üzerine bina edilir. Bu akide üzere
zihniyet meydana gelir. İnsan, bu fikri kaide ile seçkin bir zihniyete sahip
olur. Kendinde fikirler için doğru ölçüler bulunur. Böylece fikir sapmasından
emin olur. Bozuk fikirleri reddeder. Doğru fikir ve sağlam bir kavrayış
üzerinde kalır.
Aynı zamanda İslâm, insanın içgüdü ve organik ihtiyaçlarından kaynaklanan
davranışlarını, bu akideden çıkan şer’i hükümlere göre dosdoğru bir şekilde
tedavi eder. İç güdüleri en güzel bir şekilde düzenleyip onları ne baskı
altında tutar ne de tamamen salıverir. İnsan için, huzur ve istikrar sağlamaya
yönelik olarak ihtiyaçlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde doyurabileceği bir
ortam hazırlar. İslâm, İslâm akidesini akli bir akide olarak düzenledi. Böylece
İslâm akidesi, fikirleri ölçmek için fikri kaide olmaya elverişli hale geldi.
Aynı zamanda bu akideyi, insan, hayat, kâinat hakkında külli bir fikir
haline getirdi. Bu külli fikir ile kâinatta yaşayan canlı bir varlık olan
insanın içindeki ve dışındaki problemlerini çözüme kavuşturdu ve İslâm’ı, genel
bir mefhum olmaya elverişli hale getirdi. Yani İslâm’ı, yönlendirici faktörler
ile mefhumlar arasında sentez sağlama işlemi esnasında doğal olarak
kullanacağı, eğilimleri için bir esas olarak alabileceği ölçü haline getirdi.
Böylece İslâm, insanda, mefhumları ve eğilimleri için kesin bir ölçü olarak
kullanabileceği, aynı anda zihniyeti ve nefsiyeti için de geçerli olabilecek
kesin bir kaide meydana getirdi. Bu şekilde de diğer şahsiyetlerden tamamen
farklı seçkin bir şahsiyet oluşturdu.
Buna göre İslâm’ın, İslâm akidesi ile İslâm şahsiyetini oluşturduğunu,
aynı akide ile insanın zihniyetini ve nefsiyetini meydana getirdiğini
görüyoruz. Bundan dolayı İslâmi zihniyet, yalnızca İslâm’a göre düşünen
zihniyettir. İslâmi zihniyet sadece düşünen ve bilen zihniyet değil, hayat
hakkındaki düşünceleri için genel ölçü olarak sadece İslâm’ı ölçü kabul eden
zihniyettir. Hem ameli, hem de vakıa ile ilgili düşüncelerinin tamamı için
İslâm’ı ölçü olarak ele almadıkça insanda İslâmi zihniyet/düşünüş biçimi
meydana gelmez.
İslâmi nefsiyet ise bütün eğilimlerini İslâm esası üzerine kuran
nefsiyettir. Yani sadece şiddetli ve tutucu bir şekilde kendisini ibadete
vermek değil, doyurulmak istenen ihtiyaçlarının tamamı için yalnızca İslâm’ı
genel ölçü haline getiren nefsiyettir. Pratikte ve gerçekte ihtiyaçlarının
tamamını İslâmi ölçülere göre doyuran kimsede İslâmi nefsiyet meydana gelir.
Alim veya cahil oluşuna bakılmaksızın farzları ve mendupları yerine getiren,
haramları ve mekruhları terk eden veya bunlarla beraber müstehab olan itaatları
yapan ve şüphelerden kaçınan kimsede, bu zihniyet ve nefsiyet ile “İslâm
şahsiyeti” oluşur. Bu tür niteliklere sahip olan herkeste “İslâm
şahsiyeti”nin varlığından bahsedebiliriz. Çünkü İslâm’a göre düşünen ve hevasını
İslâm’a uyduran herkes İslâm şahsiyetine sahiptir.
Evet İslâm, bu zihniyetin gelişmesi, her fikri ölçmede yeterli güce sahip
olabilmesi için kişinin İslâm kültüründen daha fazla beslenmesini
emretmektedir. Yine İslâm, İslâm’a ters düşen her eğilimi reddedebilme gücüne
sahip olabilmesi ve bu nefsiyeti kuvvetlendirebilmesi için farzlardan öte
şeyleri, mendupları ve mustehapları yapmayı emretmekte ve haramlardan öte
şeyleri, mekruhları da yasaklamaktadır. Ancak bütün bunlar şahsiyeti yükseltmek
ve en üst seviyeye ulaştırma yolunda yürümek için vardır. Fakat bu ifade, bu
niteliklere sahip olmayanlarda İslâm şahsiyetinin olmadığı anlamına gelmez.
Davranışları ile İslâm’a bağlı kalan avamdan kimseler ve sadece farzları
yerine getirmek, haramları da terk etmekle yetinen eğitim görmüş kimseler de
İslâm şahsiyetine sahiptirler. Her ne kadar kuvvet bakımından aralarında fark
olsa da bunların tamamı İslâm şahsiyetine sahip kimselerdir. Bir insanın İslâmi
şahsiyete sahip olmasına hüküm verirken önemli olan, kişinin düşüncelerine ve
eğilimlerine İslâm’ı esas kılmasıdır. İslâmi şahsiyetler, İslâmi zihniyetler ve
İslâm’ı nefsiyetler arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. “İslâmi
şahsiyeti” melek olarak tasavvur eden bir çok kimse de bu nedenle yanılmaktadır.
Kesinlikle insanlar arasında melek bulunmadığı halde melekler arayanların
topluma vermiş oldukları zarar gerçekten de pek büyüktür. Hatta kendilerinde
bile böyle bir özelliği bulamadıkları için ümitsizliğe düşmekteler ve ellerini
Müslümanlardan çekmektedirler. Bu hayalciler İslâm’ın ancak hayal olduğunu,
İslâm’ın yüksek ideallerden ibaret olduğunu dolayısıyla insanın İslâm’ı hayatta
uygulamasının ve bu uygulamalara sabretmesinin mümkün olmadığını ispatlamaya
çalışırlar. Böylece insanlar İslâm’dan, yüz çevirmekte bir çoklarını İslâm’ı
yaşamaktan uzaklaştırarak onları amelde felce uğratmaktadırlar. Halbuki İslâm,
uygulanmak için gelmiş pratik bir din olup vakıadaki problemleri tedavi eden,
uygulanması zor olmayan bir dindir.
Kişi İslâm akidesini idrak ettikten sonra İslâmi şahsiyete sahip olunca,
insandaki düşünce ne kadar zayıf olursa olsun veya içgüdü ve organik
ihtiyaçları ne kadar kuvvetli olursa olsun her insan İslâm’ı kolaylıkla
kendisine uygulayabilir. Çünkü, İslâm akidesini mefhumları ve eğilimleri için
ölçü olarak almakla ve bu doğrultuda yürümekle kesinlikle İslâm şahsiyetine
sahip olur. Artık bundan sonra yapacağı şey zihniyetini geliştirmek için İslâmi
kültürünü, nefsiyetini kuvvetlendirmek için de itaatını artırmak, yükselme
yolunda yürümek, bu yolda sebat göstermek, hatta yücelerin yücesine yürümektir.
Çünkü o, fikirlerini İslâm akidesi ile tedavi etmiştir.
İslâm akidesini, hayat hakkındaki fikirlerini üzerine bina edeceği fikri
kaide haline getirmiştir. İslâm akidesini, üzerine düşüncelerin oturtulacağı
fikri kaide haline getirip, fikirleri İslâm akidesi ile ölçtüğünde doğru fikir
ile yanlış fikir arasında ayırımı yapabilecek kimse olur. Böylece fikir
hatasına düşmekten emin olur. Bozuk fikirlerden kendisini korur, doğru fikir ve
sağlam idrakla başbaşa kalır. Meyillerini şer’i hükümlere göre tedavi etmekle
de içgüdü ve organik ihtiyaçlarından kaynaklanan amellerini tedavi anında,
içgüdüleri yok ederek, baskı altında tutarak veya tamamen başıboş bırakarak
değil, onları düzene sokarak dosdoğru bir şekilde tedavi etmiş olur.
İnsan için, açlıklarının tamamını birbiriyle uyumlu, insanda istikrar ve
huzur sağlamaya yönelik bir şekilde doyuracağı ortam hazırlar. Böylece akla ve
delile dayalı olarak İslâm’a sımsıkı sarılan Müslüman, İslâm’ı eksiksiz bir
şekilde hayatında uygular ve Allah’ın hükümlerini doğru şekilde anlar. Üstelik
bu Müslüman, İslâm akidesini düşüncelerine esas almakla İslâmi zihniyete sahip,
İslâm akidesini meyilleri için esas almakla da İslâmi nefsiyete sahip olur.
Diğer şahsiyetlerden apayrı bir şahsiyet haline gelir. Bu nedenle İslâm
şahsiyetine sahip olanlar için özel sıfatlar vardır. İnsanlar arasında bu
ayrıcalıkları ile tanınırlar ve onlar adeta insanlar içinde özel alametleri ile
belirginleşirler. müslümanın sahip olduğu bu sıfatlar, Allah’ın emir ve
yasaklarına bağlı kalmasının ve Allah ile olan bağını idrak etmesine binaen,
amellerini Allah’ın emir ve yasaklarına göre yürütmesinin kesin sonucudur. Bu
nedenle müslüman, şer’i hükümlere ancak Allah’ın rızasını kazanmak için
bağlanır.
Müslüman, İslâmi zihniyete ve İslâmi nefsiyete sahip olduğu zaman,
kendinde merhameti ve sertliği, takvayı ve nimetleri bir arada toplayabilen,
hayatı doğru bir şekilde anlayan, gerektiği kadar dünyaya yönelen, ahireti
kazanmak için bütün gücüyle çalışan aynı anda hem asker hem de lider olmaya
elverişli şahsiyet olur. Ona ne dünyaya tapanların sıfatları, ne Hint
çilekeşliği (fakirliği) ne de dünyadan elini eteğini çeken kimsenin hali etki
edebilir. O, cihadda kahraman iken aynı zamanda mihrabın dostudur. Güçlü
olduğunda da mütevazidir.
Liderlik ile fakihliği, ticaret ile siyaseti bir arada barındırır. Onun
özelliklerinin en üstünü onu yoktan yaratan yaratıcısı Allah’ın kulu olmasıdır.
Bunun için onu, namazında huşuda, yüreği Allah korkusu ile dolu, boş sözlerden
yüz çeviren, zekâtını veren gözünü haramdan çeviren, kendisine verilen
emanetleri muhafaza eden, ahdine vefakâr, verdiği sözü yerine getiren ve Allah
yolunda cihad eden bir kimse olarak bulursun, İşte Müslüman budur. İşte mü’min
budur. İnsanı, insanoğlunun en hayırlısı kılan, İslâm’la yoğrulmuş İslâm
şahsiyeti işte budur.
Allahu Teâla Kur-an’ı Kerim’de Allah’ın Resülünün, ashabının,
mü’minlerin, Rahman’ın kullarının ve mücahitlerin sıfatlarını zikrettiği bir
çok ayette bu şahsiyeti böylece nitelemektedir. Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
مُحَمَّدٌ
رَسُولُ
اللّهِ
وَالَّذينَ
مَعَهُ
اَشِدَّاءُ
عَلَى
الْكُفَّارِ
رُحَمَاءُ
بَيْنَهُمْ
"Muhammed Allah’ın
Rasülüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı sert zorlu, kendi
aralarında merhametlidirler." [188]
وَالسَّابِقُونَ
الْاَوَّلُونَ
مِنَ
الْمُهَاجِرينَ
وَالْاَنْصَارِ
وَالَّذينَ
اتَّبَعُوهُمْ
بِاِحْسَانٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُمْ وَرَضُوا
عَنْهُ
وَاَعَدَّ
لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى
تَحْتَهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
اَبَدًا
ذلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
"İlk Muhacir’ler ve
Ensar’dan kişilerle ihsan ile onlara uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da
Allah’tan hoşnutturlar." [189]
قَدْ
اَفْلَحَ
الْمُؤْمِنُونَ
* اَلَّذينَ
هُمْ فى
صَلَاتِهِمْ
خَاشِعُونَ *
وَالَّذينَ
هُمْ عَنِ
اللَّغْوِ
مُعْرِضُونَ *
وَالَّذينَ
هُمْ
لِلزَّكوةِ فَاعِلُونَ
"Mü’minler gerçekten felah
bulmuşlardır. Ki onlar namazlarında huşu içindedirler. Onlar boş sözlerden yüz
çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler."[190]
وَعِبَادُ
الرَّحْمنِ
الَّذينَ
يَمْشُونَ
عَلَى
الْاَرْضِ
هَوْنًا
وَاِذَا
خَاطَبَهُمُ
الْجَاهِلُونَ
قَالُوا
سَلَامًا *
وَالَّذينَ
يَبيتُونَ
لِرَبِّهِمْ
سُجَّدًا
وَقِيَامًا
"Rahman’ın kulları onlardır
ki, yeryüzünde mütevazi olarak yürürler, bilgisizler kendilerine takıldıkları
zaman selam deyip geçerler. Onlar ki gecelerini Rab’ları için secdeye vararak
ve kıyama durarak geçirirler."[191]
لكِنِ
الرَّسُولُ
وَالَّذينَ
امَنُوا مَعَهُ
جَاهَدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
وَاُولئِكَ
لَهُمُ
الْخَيْرَاتُ
وَاُولئِكَ
هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
* اَعَدَّ
اللّهُ
لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا ذلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
"Fakat peygamber ve ona iman
etmiş olanlar; mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Bütün hayırlar işte
onlarındır. Ve işte onlar felaha erenlerin kendileridir. Onlar için Allah,
içinde ebedi kalacakları ve zemininde ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte
bu, en büyük kurtuluştur."[192]
اَلتَّائِبُونَ
الْعَابِدُونَ
الْحَامِدُونَ
السَّائِحُونَ
الرَّاكِعُونَ
السَّاجِدُونَ
الْامِرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَالنَّاهُونَ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَالْحَافِظُونَ
لِحُدُودِ
اللّهِ
وَبَشِّرِ
الْمُؤْمِنينَ
"Tevbe edenler, ibadet
edenler, hamd edenler, Allah yolunda seyahat edenler, rukü edenler, marufu
emredenler, münkeri nehy edenler, Allah’ın hududunu koruyanlardır. Mu’minleri
müjdele." [193]
Arapça da isim
olan “itaat”; alınan emre uyma, söz dinleme, baş eğme, inkıyat
manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim de:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَطيعُوا اللّهَ
وَاَطيعُوا
الرَّسُولَ
وَاُولِى الْاَمْرِ
مِنْكُمْ
فَاِنْ
تَنَازَعْتُمْ
فى شَىْءٍ
فَرُدُّوهُ
اِلَى اللّهِ
وَالرَّسُولِ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
ذلِكَ خَيْرٌ
وَاَحْسَنُ
تَاْويلًا
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygambere ve
Sizden olan Ulül-emre de itaat edin. Sonra bir şey için çekişirseniz, onu Allah
ve Resulüne bırakın. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu, hem de
netice itibariyle daha güzeldir.”[194]
ـ
وعَنِ ابْنِ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: صَلّى
النَّبِيُّ
الْعِشَاءَ.
ثُمَّ
انْصَرَفَ
فَأخَذَ
بِيَدِى
حَتّى خَرَجَ
الى
بَطْحَاءِ
مَكَّةَ
فَأجْلَسَنِى
وَخَطَّ
عَليَّ
خَطّاً،
وَقالَ: َ
تَبْرَحَنَّ
مِنْ خَطِّكَ.
فإنَّهُ
سَيَنْتَهِى
إلَيْكَ رِجَالٌ
فََ
تُكَلِّمْهُمْ.
فإنَّهُمْ
لَنْ يُكَلِّمُوكَ
ثُمَّ مَضَى
حَيْثُ
أرَادَ فَبَيْنَا
أنَا جَالِسٌ
فى خَطِّى إذْ
أتَانِى رِجَالٌ
كَأنَّهُمُ
الزُّطُّ
أشْعَارُهُمْ
تُوَارِى أجْسَامَهُمْ،
َ أرَى
عَوْرَةً وََ
أرَى قِشْراً
وَيَنْتَهُونَ
إليَّ َ
يُجَاوِزُونَ
الْخَطَّ
ثُمَّ
يَصْدُرُونَ
إلى رَسُولِ اللّهِ
. حَتّى إذَا
كَانَ مِنْ
آخِرِ اللَّيْلِ
جَاءَنِى
رَسُولُ
اللّهِ
وَأنَا جَالِسٌ
فَدَخَلَ
عَلىَّ
خَطِّى
فَتَوَسَّدَ
فِخِذِى
فَرَقَدَ،
وَكَانَ إذَا
رَقَدَ
نَفَخَ.
فَبَيْنَا
أنَا قاعِدٌ
وهُوَ
مُتَوَسِّدٌ
فِخِذِى. إذْ
أتَى رِجَالٌ
عَلَيْهِمْ
ثِيَابٌ
بِيضٌ،
اللّهُ
أعْلَمُ مَا
بِهِمْ مِنَ
الْجَمَالِ،
فَانْتَهَوْا
إلىَّ،
فَجَلَسَ
طَائِفَةٌ
مِنْهُمْ
عِنْدَ
رَأسِهِ
وَطَائِفَةٌ عِنْدَ
رِجْلَيْهِ
ثُمَّ
قَالُوا
بَيْنَهُمْ
مَا رَأيْنَا
عَبْداً
قَطُّ
أُوتِىَ
مِثْلَ مَا
أوِتِىَ هذَا
النَّبِىُّ
إنَّ
عَيْنَيْهِ
تَنَامَانِوَقَلْبُهُ
يَقْظَانُ
اضْرِبُوا لَهُ
مَثً. مِثْلُ
مُشَيِّدٍ
بَنَى قصْراً
ثُمَّ جَعَلَ
مَائِدَةً،
وَدَعَا
النَّاسَ إلى
طَعَامِهِ
وَشرَابِهِ،
فَمَنْ
أجَابَهُ
أكَلَ مِنْ
طعَامِهِ،
وَشَرِبَ
مِنْ
شَرَابِهِ،
وَمَنْ لَمْ
يُجِبْهُ
عَاقَبهُ.
قَالَ: ثُمَّ
ارْتَفَعُوا
وَاسْتَيْقَنَ
# فقَالَ:
سَمِعْتُ مَا
قَالَ
هؤَُءِ،
وَهَلْ
تَدْرِى مَنْ
هُمْ؟ قُلْتُ:
اللّهُ
وَرَسُولَهُ
أعْلَمُ.
قَالَ: هُمْ
الْمَئِكَةُ.
قَال:
فَتَدْرِى
مَا
الْمَثَلُ
الَّذِى
ضَرَبَُوهُ؟
قُلْتُ
اللّهُ
وَرَسُولُهُ
اعْلَمُ.
قَالَ:
الرَّحْمنُ
بَنَى الْجَنَّةَ،
وَدَعَا
عِبَادَهُ
إلَيْهَا.
فََمَنْ
أجَابَهُ
دَخَلَ
الجَنَّةَ،
وَمَنْ لَمْ
يُجِبْهُ
عَاقَبَهُ.
İbnu
Mes'ud (r.a) anlatıyor:
-"Resûlullah
(a.s) (bir gün) yatsı namazını kıldı. Sonra namazdan çıkınca elimden tuttu.
Bathâ-i Mekke'ye kadar gidip orada beni oturttu. (Yere dairevî) bir hat çizip:
-"Hattından
dışarı çıkma! Sana bazı kimseler gelecek, sakın onlara bir şey söyleme. Zira
onlar seninle konuşacak değiller!" buyurdu.
Sonra
dilediği yere çekip gitti. Ben çizgimin içinde otururken bana bir grup insan
geldi. Esmer renkleriyle sanki Hindûlara benziyorlardı. (Pek uzun olan)
saçları, vücutlarını öylesine örtmüştü ki, ne bir avret yerlerini ne de bir
elbiselerini görüyordum. Bana kadar geldiler, ancak çizgiyi geçmediler. Sonra
Resûlullah (a.s)(ın gittiği yere) yürüdüler. Gecenin sonuna doğru Resûlulah
(aleyhissalâtu vesselâm), ben otururken yanıma geldi ve çizgiden içeri girdi.
Dizime dayanıp yattı. Yatınca (ağzından) soludu. Ben oturuyordum, O da dizime
dayanmış vaziyette böyle duruyorduk.
Derken,
üzerinde beyaz elbiseler olan bir grup adam geldi. Güzelliklerinin derecesini
Allah bilebilir. Bana kadar yaklaştılar. Bir kısmı Aleyhissalâtu vesselâm'ın
baş tarafına, bir kısmı da ayakları tarafına oturdular. Sonra aralarında
konuşarak:
-"Biz
şimdiye kadar bu peygambere verilen gibisinin, bir başkasına verildiğini hiç
görmedik. Bunun gözleri kapalı, kalbi uyanık. Ona bir misâl verin!" (dediler
ve şu temsili anlattılar):
-"Bir
efendi köşk yaptırmış sonra bir ziyafet verip sofra kurmuş, insanları yiyip
içmeye çağırmıştır. İcabet edenler gelip yemeğinden yiyip, suyundan içmiştir.
İcabet etmeyenleri de cezalandırmıştır" dediler ve kalktılar.
Resûlullah
(a.s) da kendine geldi ve:
-"Şunların
ne dediklerini işittim. Onların kim olduklarını biliyor musun?" dedi.
Ben:
-"Allah
ve Resûlu bilir!" dedim."Onlar meleklerdi!" buyurdu ve ilave
etti.
-"Onların
getirdikleri temsilin mânasını anladın mı?"
-"Allah
ve Resûlü bilir!" dedim.
Aleyhissalâtu
vesselâm açıkladı:
-"Rahman
(Olan Rabbimiz) cenneti kurdu. Kullarını ona davet etti. Kim davete icabet
ederse cennete girer, kim de icabet etmezse onu cezalandırır."[195]
Allah ve
Resulüne tabi olmak, Kur’an ve Sünnete tabi olmakla mümkündür. Çünkü bu ikisi,
bizi Allah ve Resulüne götüren iki yoldur. Kur’an ile yüce Allah’a, Sünnet ile
Hz.Peygamber (a.s) ulaşılır.
İtaatin zıttı
olan isyan; İtaatsizlik, serkeşlik. Allah’ın emirlerine itaat etmeme, günah
işleme. Bir haksızlık, adaletsizlik karşısında boyun eğmeme manalarına gelir.
Kur’an-ı
Kerim’de, Müslim sıfatıyla şereflenen Müslüman tabiri, Allah ve Resulüne
kayıtsız ve şart bağlığının simgesidir. Bir müslüman için Allah ve Resulü
haricinde hiç kimseye teslimiyet müslümanların şanına yakışmaz. Çünkü itaat
maruf (iyi) olan şeylerde olur. Eğer itaatte Allah ve Resulüne isyan söz konusu
ise o zaman itaat isyana dönüşür. Bunun sebebi ise, bağlılığın sınırı Allah ve
Resulün çizgisidir. Fakat Allah ve Resulüne olan teslimiyet böyle değildir. Tam
tersine Allah ve Resulüne itaat teslimiyet ister. Eğer Allah ve Resulüne
itaatin tam teslimiyeti ortaya konulmazsa o zaman iman ve Müslüman şanına leke
vurulmuş olur.
Allah’a itaat
mecburidir. Uluhiyetini en büyük özelliklerinden biriside şeriat vaaz etmektir.
İman edenler önce Allah’a sonra da bu sıfatından dolayı Resulullah uymak
mecburiyetindedirler... Şu halde Resulullah uymak, ona bu şeriatı gönderen ve
hadislerle açıklattıran Allah’a ittiba etmek demektedir. Onun, Sünneti
seniyyesiyle verdiği hükümler tatbik edilmesi mecburi olan Allah’ın şeriatının
bir parçasıdır. Kur’an-ı Kerim de:
وَمَنْ
يَعْصِ اللهَ
وَرَسُولَهُ
وَيَتَعَدَّ
حُدُودَهُ
يُدْخِلْهُ
نَارًا
خَالِدًا
فِيهَا
وَلَهُ
عَذَابٌ
مُهِينٌ
“Kim
Allah'a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu,
devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”[196]
ـ
عَنْ عَلِىِّ
بْنِ أبِي
طَالِبٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قَالَ:
بَعَثَ
رَسُولُ
اللّهِ
سِرِيَّةً
َاسْتَعْمَلَ
عَلَيْهِمْ
رَجًُ مِنَ
ا‘نْصَارِ
وأَمَرهُمْ
أنْيُطِيعُوهُ.
فَغَضِبَ
فَقَالَ:
ألَيْسَ
أمَرَكُمْ
النَّبِىُّ أنْ
تُطِيعُونِى؟
قَالُوا: بَلى.
قَالَ:
فَاجْمَعُوا
لِى حَطَباً.
فَجَمَعُوا
فَقَالَ:
أوْقِدُوا
نَاراً.
فَأوْقَدُوهَا.
فقَالَ:
ادْخُلُوهَا.
فَهَمُّوا
وَجَعلَ بَعْضُهُمْ
يُمْسِكُ
بَعْضاً
وَيَقُولُونَ
إنَّمَا فَرَرْنَا
إلى
النَّبىِّ مِنَ
النَّارِ
فَمَا
زَالُوا
حَتّى
خَمَدَتِ
النَّارُ، فَسَكَنَ
غَضَبُهُ.
فَبَلَغَ
النَّبِىَّ .
فقَالَ: لَوْ
دَخَلُوهَا
مَا خَرَجُوا
مِنْهَا إلى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ.
َ طَاعَةَ فِى
مَعْصِيَةِ
اللّهِ،
إنَّمَا
الطَّاعَةُ
فِى
الْمَعْرُوفِ.
Ali
İbnu Ebî Tâlib (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s) bir seriyye gönderdi ve birliğin başına Ensâr'
dan bir zat koydu ve askerlere komutanlarına itaat etmelerini emretti. (Sefer
esnasında komutan, bir meseleden) öfkelenip:
-"Resûlullah
(a.s) bana itaat etmenizi emretmedi mi?"dedi.
Hepsi
de:
-"Evet
emretti!" dediler.
-"Öyleyse,
dedi, derhal bana odun toplayın! "Hemen odun toplanmıştı. Bu sefer:
-"Ateş
atın!" emretti.
Ashab
(odun yığınına) ateş attı.
Komutan:
-"İçine
girin!" emretti.
Girmek
üzere ilerlediler. Ancak birbirlerinden tutup:
-"Biz,
ateşten kaçarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldik (şimdi ateşe
girmemiz olur mu?)" diyerek girmediler. Öyle durdular. Ateş söndü.
Komutanın da öfkesi geçti.
Bu
vak'a Resûlullah (a.s)'a intikal edince:
-"Eğer
girselerdi, Kıyamet gününe kadar bir daha ondan çıkamazlardı! Allah'a isyanda
(kula) itaat yok! Taat ma'ruftadır!" buyurdular! [197]
İster büyük
ister küçük olsun. İster açık olsun her hususta hakimiyet yalnız Allah’a
mahsustur... Allah (cc) şeriatı göndermiş ve bunu Kur’an-ı Kerim ile
belirtmiştir. Bu Kur’an-ı bir Resulullah
(a.s) irsal buyurmuş ve arzusundan hiçbir şey konuşmaz. Onun Sünneti Allah’ın
vaaz ettiği şeriatın bir bölümü ve parçasıdır...
Kur’an: Kur’an-ı Kerim; Son peygamber Hz.Muhammed (a.s) Allah
tarafından Cebrail (a.s) vasıtasıyla indirilen ilahi kitap, Mushaf-ı Şerif,
Furkan-ı Kerim, Kelam- Kadim manalarına gelir.
Sünnet: Adet, yol, davranış. Allah’ın (Sünnetullah) kanunu.
Hz.Muhammed (a.s) adetleri; Peygamberimizin söz, fiil veya tasdik yollarıyla
meydana getirdiği adet; peygamberimizin farz ve vacip olmayan fiilleri. Sünneti
Seniye; peygamberimizin sünnetleri manasına gelir.
Arapça da isim
olan “Delil”; rehber, kılavuz, yol gösterici. Alamet. Bir davayı, bir
meseleyi ispata yarar şey, burhan. İşaret, iz, nişan, emare. İslam fıkhının ana
kaynağı. Nass (Kur’an ve Sünnet) manasına gelir.
Kur’an insanın
ruhsal ve bedensel yapılarına faydalı olanı emreder, zararlı olanı men eder.
Ferdi faydalı düzeye getirip topluma bağlar. Sünnet hayat dengesini en güzel
ölçü ve anlamda sağlar, kişiyi bir iç disipline kavuşturup aile düzeniyle
bütünleştirir.
Kısacası
Kur’an ve Sünnet insana dengeli, düzenli; ahlaklı ve faziletli bir hayat ortamı
hazırlar. Kişisel çıkarlardan uzaklaştırıp ruhundaki Allah ve din duygusunu
geliştirip amacına ulaştırır.
وَمَا
كَانَ
جَوَابَ
قَوْمِهِ
اِلاَّ اَنْ قَالُوا
اَخْرِجُوهُمْ
مِنْ
قَرْيَتِكُمْ
اِنَّهُمْ
اُنَاسٌ
يَتَطَهَّرُونَ
“Kur’anı Müminler için şifa ve rahmet olarak,
zalimlerin ise ancak ziyanını artırsın diye indirdik.”[198]
Anlaşılacağı
üzere, kitap ve sünnete sımsıkı sarılmak günlük hayatımızı düzene sokmamız,
ruhumuzu aydınlatıp kalbimize şifa vermemiz sevapların en güzeli, amellerin en
feyizlisi, işlerin başı, hayatın amacıdır.
قُلْ
مَنْ كَانَ
عَدُوّاً
لِجِبْرِيلَ
فَاِنَّهُ
نَزَّلَهُ
عَلَى
قَلْبِكَ
بِاِذْنِ
اللهِ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ وَهُدًى
وَبُشْرَى
لِلْمُؤْمِنِينَ
“De
ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin
kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için
de müjdeci olarak o indirmiştir.”[199]
Kur’an, yüce
Allah’ın sözüdür, Ondan indirilmedir, lafzıyla manasıyla ilahidir. Bu bakımdan
O, bizimle Allah arasında manevi bir urgan, açık bir yol ve sağlam bir
köprüdür. Kuran’a sahip çıkmayanların elinde ki urganın ucu kopar, yol ayrılır,
köprü yıkılır. Bu da açık bir hüsran, büyük bir gaflet sayılır. Kur’an
bütünüyle insan hayatını nizama sokmaya yönelmiştir. Onu hayatımızdan
ayırdığımız gün geriye bir şey kalmaz. Varlıkta ne kadar mükemmel bir düzen
mevcutsa insan ruhuyla Kur’an arasında da öyle mükemmel bir bağ ve denge söz
konusudur. Çünkü bütün hükümler bu dengeyle iç içedir.
ـ عن
أنس رضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: جاء
ثََثَةُ
رَهْطٍ إلى
بِيُوتِ أزْوَاجِ
رَسُولِ
اللّهِ
يَسْأَلُونَ
عَنْ
عِبَادَتِهِ
فَلَمّا
أُخْبِرُوا
كَأنّهُمْ
تَقَالّوهَا،
قَالوا: أين
نَحْنُ مِنْ
رَسُولِ
اللّهِ
وقَدْ
غُفِرَ لَهُ مَا
تَقَدّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ
وَمَا
تَأخّرَ؟ قال:
أَحَدهُمْ
أمّا أنَا
فَأصَلِّى
الليلَ أبداً.
وَقالَ اخرُ:
وَأنَا
أصُومُ
الدّهْرَ وَ
َأُفْطِرُ.
وَقَالَ
اخَرُ: وَأنَا
أعْتَزلُ
النّسَاءَ
وََ أتَزَوجَ
أبداً.
فَجَاءَ
رَسُولُ
اللّهِ # إلَيْهِمْ
فقَال:
أنْتُمُ
الَّذِينَ
قُلْتُمْ كَذَا
وَكَذَا، أما
وَاللّهِ
إنّى
‘خْشَاكُمْ
للّهِ
وأتْقَاكُمْ
لهُ،
ولَكِنِّى
أصُومُ وأُفْطِرُ
وأُصَلِّى
وأرقَدُ
وأتَزَوّجُ
النّسَاءَ،
فَمَنْ رغِبَ
عَنْ
سُنَّتِى
فَلَيْسَ
مِنِّى.
Hz.
Enes (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s)'ın zevce-i pâklerinin hâne-i
saâdetlerine bir gurub erkek gelerek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
(evdeki) ibadetinden sordular. Kendilerine sordukları husus açıklanınca sanki
bunu az bularak: "Resûlullah (a.s) kim, biz kimiz? Allah O'nun geçmiş ve
gelecek bütün günahlarını affetmiştir (bu sebeple O'na az ibadet de yeter) dediler.
İçlerinden biri: "Ben artık hayatım boyunca her gece namaz kılacağım"
dedi. İkincisi: "Ben de hayatımca hep oruç tutacağım, hiç bir gün
terketmeyeceğim"dedi. Üçüncüsü de: "Kadınları ebediyen terkedip,
onlara hiç temas etmeyeceğim" dedi.
(Bilâhere durumdan haberdar olan) Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onları bularak: "Sizler böyle böyle
söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun Allah'tan en çok korkanınız ve
yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazan oruç tutar,
bazan yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum. (Benim
sünnetim budur), kim sünnetimi beğenmezse benden değildir" buyurdu.[200]
ـ
عن مالك أنهُ
بلغَهُ أنّ
النبى
قال: تركتُ
فِيكُمْ
أمرينِ لَنْ
تَضِلُّوا ما
تَمَسّكتُمْ
بِهِمَا:
كِتَابَ
اللّهِ تَعالَى،
وَسُنّةَ
رَسُولِهِ .
İmam Malik'e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (a.s)
şunu söylemiştir: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe
asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve Resûlünün sünneti." [201]
ـ
وَعَنْ
العرباض بنِ
ساريةَ رضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: صلّى
بِنَا رسولُ
اللّهِ
ذاتَ يَومٍ
ثمّ أقبلَ
علَيْنَا
بِوجْهِهِ
فَوَعظَنَا
موْعِظَةً
بَلِيغَةً ذَرَفتْ
مِنْهَا
العيونُ
ووَجِلَتْ
مِنْهَا القُلُوبُ،
فقالَ رجُلٌ:
يا رسُولَ
اللّهِ كأنّ
هذِهِ
مَوْعِظَةُ
مودِّعٍ
فََماذَا تَعهَدُ
إلَيْنَا؟
فقَالَ
أُوصِيكُمْ
بِتَقْوَى
اللّهِ
تَعالَى وَالسّمعِ
وَالطّاعةِ
وإنْ كَانَ
عبداً حبشيّاً
فإنّهُ مَنْ
يعشْ
مِنْكُمْ
بَعْدِى فسَيَرى
اخْتِفاً
كَثِيراً،
فَعَلَيْكُمْ
بِسُنّتِى
وَسُنةِ
الخلفاءِ
الراشِدينَ
المهدِيينَ
تَمَسّكُوا
بِهَا
وَعَضُّوا
عَلَيْهَا
بالنواجذ، وإياكمْ
ومحدَثاتِ
ا‘مورِ فإنّ
كلَّ محدَثةٍ بدعةٌ،
وكلَّ بدعةٍ
ضَلَةٌ
İrbâz İbnu Sâriye (r.a) dedi ki: "Bir gün
Resûlullah (a.s) bize namaz kıldırdı. Sonra yüzünü cemaate çevirerek çok beliğ,
çok mânidar bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri
de heyecanla doldu. Cemaatten biri: "Ey
Allah'ın Resûlü, sanki bu, bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye
ediyorsunuz?" dedi. "Size, buyurdu, Allah'a karşı takvada
bulunmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat
etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice
ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i
Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan
çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette
bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de
dalalettir, sapıklıktır." [202]
ـ
وَعن المقدام
بن معدى كربَ
رضِىَ اللّهُ
عنهُ قال: قال
رسولُ اللّهِ
: أَ هلْ عَسَى
رجلٌ يَبْلُغُهُ
الحديثُ
عنِّى وهُوَ
متكى على
أريكتِهِ
فيقُولُ بيننَا
وَبَيْنَكُمْ:
كِتَابُ
اللّهِ تعالى فَمَا
وَجَدْنَا
فِيهِ حًَ
استحْلَلْنَاهُ،
وَما
وَجَدْنَا
فِيهِ
حَرَاماً
حرَّمْنَاهُ
وَإنّ ما
حرّمَ رسُولُ
اللّهِ
كَمَا
حرّمَهُ
اللّهُ. أخرجه
أبو داود
والترمذى.وزاد
أبو داود رحمه
اللّه في
أوّله ]أَ
إنِّى أوتيتُ
الكِتَابَ
وَمِثْلَهُ
معهُ[ وذكر
معناه.وزاد
أيضاً ]أَ
َيَحلُّ
لَكُمْ
الحِمَارُ
ا‘هْلِىُّ، وَ
كلُّ ذى نابٍ
مِنَ
السبَاعِ، وَ
لُقطةُ
مُعَاهَدٍ إَ
أن يستَغْنَى
عَنْهَا
صَاحِبُهَا،
وَمَنْ
نَزَلَ
بِقَوْمٍ
فَعَلَيْهِم
أن يُقرُّوهُ،
فان لم
يقرُوهُ
فَلَهُ أن
يعقَبَهُمْ
بِمثلِ
قِراهُ.
Mikdâm İbnu Ma'dîkerib (r.a) anlatıyor:
Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Haberiniz olsun, rahat koltuğunda
otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman kişinin: "Bizimle
sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse onları helâl
biliriz. Nelere de haram denmişse onları haram addederiz" diyeceği zaman
yakındır. Bilin ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın haram kıldıkları da
tıpkı Allah'ın haram ettikleri gibidir"
Ebu Dâvud'un rivayetinin baş kısmında şu ziyâde vardır: "Haberiniz
olsun, bana Kitap ve bir o kadar da (sünnet) verildi." Rivayetin gerisi
yukarıdaki mânada devam eder.Ebu Dâvud'un rivayetinin sonunda şu ziyade de
mevcuttur: "Haberiniz olsun (Kur'an'da zikri geçmiyen) ehlî eşeğin eti de
size helâl değildir, vahşi hayvanlardan parçalayıcı dişi (köpek dişi) olanlar,
keza muâhedeli olanların yitikleri de haramdır. Ancak eşya sâhibi, ihtiyacı
olmadığı için, kasden terketmişse o müstesna. Bir kimse bir kavme uğradığı
zaman, ona ikram etmek, o kavme vazife olur. Şayet ikram etmezlerse, o kimse,
hak ettiği ikramın mislince onları cezalandırır."[203]
Hadis, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın da aynen Kur'ân-ı Kerîm gibi "haram" veya
"helâl" hükmünü koyma yetkisi olduğunu beyan etmektedir. Mucizevî
şekilde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), her devirde, bir kısım
"müreffeh câhiller"in oturduğu yerden "Kur'an'dan başka şey
tanımayız" diye ahkâm keseceklerini haber vermektedir. Sözünü evirip kıvırıp
neticede bu mânayı ifade eden bedbahtlar günümüzde bile mevcuttur.
Yani
"koltuk" kelimesiyle, bu sözü söyleyecek kimselerin tasvir edilmek
istendiğini, bunların iyi döşeli müzeyyen evlere kapanmış, ilim çilesi
çekmemiş, rahatına düşkün câhil kimseler olacağına dikkat çekildiğini belirtir.
Şüphesiz ki,
dinin esası Kur’an ve Sünnette mahfuzdur. Yapılan her işin Allah nezdinde ameli
sahihe dönüşmesi ancak bu iki delilin onayı ile mümkündür. Kur’an ve Sünnetin
onaylamadığı hiç bir amelin makbuliyeti, muteberliği söz konusu değildir. Dinin
aslı bu iki delilin elimizde mevcut olması, Allah’a giden yolun pusulasını ve
ahlakın haritasını oluşturur. Bu nimeti bize bahş eden yüce Allah’a hamd olsun.
İlim: Arapça da isim olup, kainat içinde meydana gelen olayların,
sebep, oluş sonuç ve tesirleri konusunda aklın ölçüleri çerçevesinde, tahsil ve
tecrübe ile edinilen doğru malumat ve bilgi, bilim. Okuma suretiyle elde edilen
bilgi, nazari bilgi. İlmin fiili olan Bilgi; bir iş, konu, olay veya herhangi
bir şey konusunda bilinen, malumat manalarına gelir. Yine fiil olan öğrenmek;
bilgi edinmek, bilgi sahibi olmak. Anlamak, haber almak. Tecrübe kazanmak.
Alışmak, ünsiyet peyda etmek. Bellemek. Tahsil etmek. Sorup anlamak manalarına
gelir.
İlim, İslam’ın
hayatı, imanın desteği, amelin harcı, ruhun gıdasıdır. İlim maldan ve servetten
hayırlıdır. Çünkü insan mal ve serveti korumaya çalışır. İlim ise insanı korur.
Bir cahil ne kadar zengin olursa olsun, en fakir ilim adamıyla kıyaslanamaz.
İslam büyüklerinin dediği gibi, gerçek yetim, anasını, babasını kaybeden değil,
ilim ve edepten yoksun olandır.
Kur’an-ı Kerim
de Otuz bir (31) yerde, bilgi sahibi olunuz, biliniz! Emri verilir:
اَمَّنْ
هُوَ قَانِتٌ
اَنَآءَ
اللَّيْلِ سَاجِدًا
وَقَآئِمًا
يَحْذَرُ
اْلاَخِرَةَ
وَيَرْجُو
رَحْمَةَ
رَبِّهِ قُلْ
هَلْ
يَسْتَوِى
الَّذِينَ
يَعْلَمُونَ
وَالَّذِينَ
لاَ يَعْلَمُونَ
اِنَّمَا
يَتَذَكَّرُ
اُولُوا اْلاَلْبَابِ
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda
durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o
inkarcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”[204]
ـ عن
حميد بن
عبدالرحمن
قال: سمعت
معاوية رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يقول: سمعت
رسول اللّه يقول:
مَنْ يُرِدِ
اللّه بهِ
خَيْراً
يُفَقِّهْهُ
فِي الدِّينِ.
Humeyd İbnu Abdirrahmân anlatıyor: "Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'ı
işittim demişti ki: "Resulullah (a.s)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Allah kimin için hayır murad ederse onu dinde fakih kılar." [205]
ـ وفي
أخرى له عن
سخبرة
مرفوعاً: مَنْ
طَلَبَ
العِلْمَ
كَانَ
كَفَّارَةً
لِمَا مَضى.
Tirmizî'nin Sahbere (r.a)'tan kaydına göre, Aleyhissalâtu vesselâm:
"Kim ilim taleb ederse, bu işi, geçmişteki günahlarına kefaret olur"
buyurmuştur."[206]
ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولِ اللّهِ
: مَنْ خَرَجَ
فِي طَلَبَ
العِلْم
فَهُوَ فِي
سَبِيلِ
اللّهِ حَتّى
يَرْجِعَ.
Hz. Enes (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki:
"İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır."[207]
ـ
وعن كعب بن
مالك رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: سَمِعْتُ
النَّبىَّ
يَقُولُ:
مَنْ طَلَبَ
الْعِلْمَ
لِيُجَارِىَ
بِهِ
الْعُلَمَاءَ
وَيُمَارِىَ
بِهِ
السُّفَهَاءَ
وَيَصْرِفَ
بِهِ وَجُوهَ
النَّاسِ
إلَيْهِ أدْخَلَهُ
اللّهُ
النَّارَ.
Ka'b İbnu Mâlik (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s)'ın şöyle söylediğini işittim: "Kim âlim geçinmek,
sefihlerle münâzara yapmak ve halkın dikkatlerini kendine çekmek gibi
maksadlarla ilim öğrenirse Allah o kimseyi cehenneme atar."[208]
ـ
وعن أبي
الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
يَقُولَ: مَنْ
سَلَكَ
طَرِيقاً
يَطْلُبُ
بِهِ عِلْماً
سَلَكَ
اللّهُ بِهِ طَرِيقاً
مِنْ طُرُقِ
الْجَنَّةِ.
وَإنَّ المََئِكَةَ
لَتَضَعُ
أجْنِحَتَهَا
رِضىً لِطَالِبِ
الْعِلْمِ،
وَإنَّ
الْعَالِمَ لَيَسْتَغْفِرُ
لَهُ مَنْ فِي
السَّمَواتِ
وَمَنْ في
ا‘رْضِ
وَالْحِيتَانُ
فِي جَوْفِ
المَاءِ، وَإنَّ
فَضْلَ
الْعَالِمِ
عَلى
الْعَابِدِ
كَفَضْلِ
الْقَمَرِ
لَيْلَةَ
الْبَدْرِ
عَلى سَائِرِ
الْكَوَاكِبِ،
وَإنَّ
الْعُلَمَاءَ
وَرَثَةُ
ا‘نْبِيَاءِ،
وَإنَّ
ا‘نْبِيَاءَ
لَمْ
يُورِّثُوا
دِينَاراً
وََ دِرْهَماً
وَلكِنْ
وُرِّثُوا
الْعِلْمَ
فَمَنْ أخَذَهُ
أخَذَهُ بِحَظِّ
وَافِرٍ.
Ebu'd-Derda
(r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s)'ın şöyle dediğini işittim: "Kim
bir ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan
birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak
kanatlarını (üzerlerine) koyarlar. Semâvat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki
balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı
gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin
vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras
bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiştir."[209]
İlmin ahlakla
ilgisi pek çoktur. Çünkü ahlakın esasları ilmi temellere dayanmadığı zaman,
gelip geçici olur. Fakat ahlak ilmi temellere bina edilirse o zaman hiçbir
gelenek ve kültürel akım Müslümanın ahlaki esaslarını değiştiremeyeceği gibi
değiştirmeye gücü de yetmeyecektir.
Evet, ilimle
ahlakını belirlemiş bir dinin müntesipleriyiz. Bu bizim için büyük bir
şereftir. İşte bu şerefin devamiyetçileri olan bugünün mazlum Müslüman’ları,
hem ahlaki esaslarını dine, ilme göre biçimlendirmeleri, hem de başka
kültürlerin kendilerini istila ve işgal etmelerine fırsat vermemeleri
gerekiyor.
ـ
وعن أبي
الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: كُنَّا
مَعَ رَسُولِ
للّهِ
فَشَخصَ بِبَصَرِهِ
إلى
السَّمَاءِ.
ثُمَّ قَالَ:
هذَا أوَانٌ
يُخْتَلَسُ
الْعِلْمُمِنَ
النَّاسِ
حَتّى َ
يَقْدِرُوا
مِنْهُ عَلى
شَىْءٍ
فقَالَ:
زِيَادُ بْنُ
لَبِيدٍ ا‘نْصَارِيُّ:
كَيْفَ
يُخْتَلَسُ
الْعِلْمُ مِنَّا
وَقَدْ
قَرَأنَا
الْقُرآنَ؟
فَوَاللّهِ
لَنَقْرَأنَّهُ
وَلْنُقْرِئَنَّهُ
أوَْدَنَا
وَنِسَاءَنَا.
فقَالَ:
ثَكِلَتْكَ
أُمُّكَ يَا
زِيَادُ، إنْ
كُنْتُ
‘عُدُّكَ مِنْ
فُقَهَاءِ
الْمَدِينَةِ،
هذِهِ
التَّوْرَاةُ
وَا“نْجِيلُ
عِنْدَ
الْيَهُودِ
وَالنَّصَارَى،
فَمَاذَا
تُغْنِي
عَنْهُمْ؟
قَالَ جُبَيْرٌ:
فَلَقيتُ
عُبَادَةَ
بْنَ
الصَّامَّتِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ
فقُلْتُ: أَ
تَسْمَعُ مَا
يَقُولُ
أخُوكَ أبُو
الدِّرْدَاءِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ؟
فَأخْبَرْتُهُ
الَّذِي
قَالَ، فقَالَ:
صَدَقَ؛ فإنْ
شِئْتَ
أخْبَرْتُكَ
مَا أوَّلُ
عِلْمٍ
يُرْفَعُ؟
أوَّلُ
عِلْمٍ يُرْفَعَ
مِنَ
النَّاسِ
الْخُشُوعُ
يُوشِكُ أنْ
تَدْخُلَ
الْمَسْجِدَ
الجَامِعَ
فََ تَرَى
فِيهِ رَجًُ
خَاشِعاً.
Ebu'd-Derdâ (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) ile beraberdik.
Gözünü semaya dikti. Sonra: "Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta
insanlar hiçbir şeye muktedir olamazlar!" buyurdular.Ziyad İbnu Lebîd
el-Ensârî araya girip: "Bizler Kur'an'ı okuyup dururken ilim bizlerden
nasıl kapıp kaçırılır? Vallahi biz onun hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza,
kadınlarımıza okutacağız!" dedi. Resulullah da: "Anasız kalasın, ey
Ziyad, ben seni Medine fakihlerinden
sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, yahudilerin ve nasranilerin elinde,
onların ne işine yarıyor (sanki onunla amel
mi ediyorlar)?" buyurdu.
Cübeyr der ki: "Ubâde İbnu's-Sâmit (r.a) rastladım. Kardeşin Ebu'd-Derda
ne söyledi, işittin mi? dedim. Ve ona Ebu'd-Derda'nın söylediğini haber verdim.
Bana: "Ebu'd-Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne
olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşudur.
Büyük bir camiye girip huşu üzere olan tek şahsı göremeyeceğin vakit
yakındır!" dedi." [210]
Enes (b. Mâlik) (r.a)'den:
Şöyle demiştir:
Resûlû'llâh (a.s) buyurdu ki: İlmin ref' olunması, cehlin kökleşmesi, şarabın
içilmesi, zinânın çoğalması Kıyâmet alâmetlerindendir.” [211]
Görülüyor ki, dünya ve ahiret
saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir
ve sözlerin ışığında İslâmiyet'le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir demek
mümkündür.
Dünya, ahiretin tarlası ve
Allah'a giden yolun başlangıcıdır. Dünya düzenini ayakta tutmak için bildirilen
bir takım desturlar vardır. İşte bu dünyada insanların ekonomik, sosyal, dinî
ve dünyevî bütün durumlarını düzenleyici ve insanları birleştirici kuvvet
sadece ilim yoluyla kazanılır.
İlim, nefisleri helâk edici
ahlaksızlıklardan temizler; insanları aydınlatarak güzel ahlâka kavuşturur ve
ahiret yolunun aydınlanmasını öğretir. İlim, Allahü Teâlâ'nın kemâl sıfatıdır.
Peygamberlerin ve meleklerin şerefi ilimden gelmektedir. Allah'ın huzuruna
ilimle gidilir. İlim tek başına faziletin de kendisidir.
Sonuç olarak; İlim yuvalarında
eskiden öylesine bir ihlas vardı ki.. insanlar sırf Allah rızası için gelir,
bir şeyler öğrenirler, ders okurlar; makam, paye, mansıb, diploma, kariyer
nedir bilmezlerdi. Onlara "diploma" deseniz; "Ötede Allah
diploma mı soracakmış?" derlerdi. Sonraki dönemlerde ihlas öldü. İnsanlar
diploma ve dünyalık uğruna okumaya-çalışmaya başladılar. Diplomayı
küçümsediğim, onun önemini inkar ettiğim düşünülmesin. Soylemek istediğim,
Allah rızasının önüne başka şeylerin geçtiği hakikatıdır. Yoksa diploma da,
kariyer de, meslekî başarılar da hep Allah rızasını kazanmak uğruna
kullanılmalıdır. Her işin başı Allah rızasıdır, onun dışındaki her şey tali ve
ona tabi olmalıdır.
Arapça da isim
olan “TEVBE”; dönme, vazgeçme, terk etme. Günahtan iyi fiillere, isyandan
Allah’a itaate, batıldan hakka dönme, günah ve kötü fiiller işlemekten
vazgeçme. İşlediği günahlardan ötürü pişman olup bir daha yapmamaya söz verme.
Tövbeler olsun, tövbeler tövbesi: Bir daha asla manalarına gelir.
قُلْ
يَاعِبَادِىَ
الَّذِينَ
اَسْرَفُوا
عَلَى
اَنْفُسِهِمْ
لاَ
تَقْنَطُوا
مِنْ
رَحْمَةِ اللهِ
اِنَّ اللهَ
يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ
جَمِيعًا
اِنَّهُ هُوَ
الْغَفُورُ
الرَّحِيمُ
“De ki: Ey kendi nefisleri
aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah
bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[212]
ـ عن الحارث
بن سُويد قال:
]حَدّثَنا
عَبْدُ اللّهِ
بنُ
مَسْعُودٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
حَدِيثَيْنِ:
أحَدُهُمَا
عَنْ رَسُولِ
اللّهِ #،
وَاخَرُ عَنْ
نَفْسِهِ.
فَقَالَ: إنَّ
الْمُؤمِنَ
يَرَى
ذُنُوبَهُ كَأنَّهُ
قَاعِدٌ
تَحْتَ
جَبَلٍ
يَخَافُ أنْ
يَقَعَ
عَلَيْهِ،
وَإنّْ
الْفَاجِرَ
يَرَى
ذُنُوبَهُ
كَذُبَابٍ
مَرَّ عَلى
أنْفِهِ.
فقَالَ بِهِ
هكَذَا
بِيَدِهِ
فَذَبَّهُ عَنْهُ.
ثُمَّ قَالَ:
سَمِعْتُ
رسولَ اللّه # يَقُول
اللّهُ
أفْرَحُ
بِتَوْبَةِ
عَبْدِهِ
الْمُؤمِنِ
مِنْ رَجُلٍ
نَزَلَ في
أرْضٍ
دَوِيَّةٍ مُهْلِكَةٍ
مَعَهُ
رَاحِلَتُهُ
عَلَيْهَا طَعَامُهُ
وَشَرَابُهُ
فَوَضعَ
رَأسَهُ فَنَامَ
نَوْمَةً
فَاسْتَيْقَظَ،
وَقَدْ ذَهَبَتْ
رَاحِلَتهُ
فَطَلَبَهَا
حَتَّى إذَا
اشْتَدَّ
عَلَيْهِ
الجُوعُ
وَالْعَطَشُ
قَالَ:
أرْجِعُ إلى
مَكانِى
الَّذِى
كُنْتُ فِيهِ
فَأنَامُ حَتَّى
أمُوتَ.
فَوضَعَ
رَأسَهُ عَلى
سَاعِدِهِ
لِيَمُوتَ
فَاسْتَيْقَظَ
فَإذَا رَاحِلَتُهُ
عِنْدَهُ
عَلَيْهَا
زَادُهُ وَشَرابُهُ.
فاللّهُ
أشَدَّ
فَرحاً
بِتَوْبَةِ
الْعَبْدِ
الْمُؤمِنِ
مِنْ هذَا
بِرَاحلَتِهِ
وَزَادِهِ.
Hâris İbnu Süveyd anlatıyor:
-"Abdullah İbnu Mes'ud (r.a) bize iki hadis rivayet etti. Bunlardan
biri Hz. Peygamber (a.s)'dandı, diğeri de kendisinden.
Dedi ki:
-"Mü' min günahını şöyle görür: "O, sanki üzerine her an düşme
tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur.
Fâcir ise, günahı burnunun üzerinden
geçen bir sinek gibi görür" İbnu Mes'ud bunu söyledikten sonra eliyle,
şöyle diyerek, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır.
Sonra dedi ki:
-"Ben Resûlullah (a.s)'ın şöyle söylediğini duydum:
-"Allah, mü'min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir:
-"Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde,
beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile birlikte
seyahat etmektedir.
Bir ara (yorgunluktan) başını yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür ki,
hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafta
arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bitap düşüp:
-"Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar
uyuyayım" der.
Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup uzanır.
Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve
içecekleri. İşte Allah'ın, mü'min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan
bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu
adamın sevincinden fazladır."Müslim'in bir rivayetinde şu ziyâde var:
-"(Sonra adam sevincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi:
-"Ey Allah'ım, sen benim
kulumsun, ben de senin Rabbinim."[213]
ـ وعن زِرِّ
بنِ حُبَيْش
قال: ]حَدثنا
صَفْوَانُ بن
عَسَّالٍ
المُرَادِى رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسولُ اللّه #:
بَابٌ مِنْ
قِبَلِ
الْمَغْرِبِ
مَسِيرَةُ عَرْضِهِ
أوْ يَسِيرُ
الرَّاكِبُ
في عَرْضِهِ
أرْبَعِينَ
أوْ
سَبْعِينَ
سَنَةً،
خَلَقَهُ
اللّهُ
تَعالى
يَوْمَ
خَلَقَ
السَّمَواتِ
وَا‘رْضَ،
مَفْتُوحٌ
لِلتَّوْبَةِ
َ يُغْلَقُ
حَتَّى
تَطْلُعَ
الشَّمْسُ
مِنْ
مَغْرِبِهَا.
Zirrü'bnü Hubeyş anlatıyor: "Saffân İbnu Assâl el-Murâdî (r.a) bize,
Resûlullah (a.s)'ın şöyle söylediğini rivayet etti:"Mağrib cihetinde bir
kapı vardır. Bu kapının genişliği -veya bunun genişliği binekli bir kimsenin
yürüyüşüyle- kırk veya yetmiş senedir. Allah o kapıyı arz ve semaları yarattığı
gün yarattı. İşte bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar tevbe için
açıktır."[214]
ـ ولمسلم عن
أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
]أنَّ النَّبىَّ
# قالَ: مَنْ
تَابَ قَبْلَ
طُلُوعِ الشَّمْسِ
مِنْ
مَغْرِبِهَا
تَاب اللّهُ
عَلَيْهِ[ .
Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki:
"Kim güneş batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse Allah tevbesini kabul
eder." [215]
ـ وعن ابن عمر
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما ]أنَّ
رسولَ اللّه #
قال: إنَّ اللّهَ
يَقْبَلُ
تَوبَةَ
الْعَبْدِ
مَا لَمْ
يُغَرْغِرْ.
İbnu Ömer (r. anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki:
"Son nefesini vermedikçe Allah, kulun tevbesini kabul eder."[216]
ـ وعن أبى
موسى رَضِىَ
اللّهُ عَنْه.
]أنَّ رسولَ
اللّه # قال:
إنَّ اللّهَ عَزَّ
وَجلّ
يَبْسُطَ
يَدَهُ
بِاللَّيْلِ لِيَتُوبَ
مُسِئُ
النَّهَارِ،
وَيَبْسُطُ
يَدَهُ
بِالنَّهَارِ
لِيَتُوبَ
مُسِئُ اللَّيْلِ
حَتَّى
تَطْلُعَ
الشَّمْسُ
مِنْ مَغْرِبِهَا.
Ebû Musa (r.a) anlatıyor: Hz.
Peygamber (a.s) buyurdular ki: "Aziz ve Celil olan Allah, gündüz günah
işleyenlerin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Gece günah
işleyenlerin tevbesini kabul etmek için de gündüz elini açar, bu hal, güneş
batıdan doğuncaya kadar devam edecektir" burada "el", Allah'ın
ihsan ve fazlından kinayedir.[217]
ـ وعن أبى بكر
الصديق
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
أصَرَّ مَنِ
اسْتَغْفَرَ،
وَلَوْ عَادَ
في اليَوْمِ
سَبْعِينَ
مَرَّةً.
Hz. Ebû Bekri's-Sıddîk (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular
ki: "İstiğfar eden kimse günde yetmiş kere de tevbesinden dönse günahta
musır sayılmaz."[218]
ـ وعن أغرّ
مزينة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#:
إنَّهُلَيُغَانُ
عَلَى قَلْبِى
حَتَّى
أسْتَغْفِرَ
اللّهِ في الْيَوْمِ
مِائَةَ
مَرَّةِ.
Eğarru'l-Müzenî (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki:
"Şurası muhakkak ki, bazan kalbime gaflet çöker. Ancak ben Allah'a günde
yüz sefer istiğfar eder (affımı dilerim)."[219]
ـ وفي رواية
لمسلم:
]تُوبُوا إلَى
رَبِّكُمْ فَوَاللّهِ
إنِّى ‘َتُوبُ
إلَى رَبِّى
تَبَارَكَ
وتَعالَى في
اليَوْمِ مِائَةَ
مَرَّةٍ[ .
Eğarru'l-Müzenî, Müslim'in bir rivâyetinde Resûlullah (a.s)'ın şöyle
dediğini nakletmiştir: "Ey insanlar! Rabbinize tevbe edin. Allah'a kasem
olsun ben Rabbim Tebârek ve Teâlâ hazretlerine günde yüz kere tevbe
ederim."[220]
ـ وللبخارى
والترمذي عن
أبى هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ # يَقُول:
وَاللّهِ
إنِّى
‘سْتَغْفِرُ
اللّهَ وَأتُوبُ
إلَيْهِ في
الْيَوْمِ
سَبْعِينَ مَرَّةً[.
»لَيُغَانُ«
أى يغطى
ويغشى،
والمراد به
السهو .
Buhârî ve Tirmizî'de gelen bir rivâyette Hz.Ebû Hüreyre (r.a) diyor ki:
"Resûlullah (a.s)'ı işittim, demişti ki: "Allah'a kasem olsun, ben
günde Allah'a yetmiş kere istiğfar ediyorum, tevbede bulunuyorum."[221]
ـ وعن أسماء
بن الحكم
الفزارى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]سَمِعْتُ
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ يَقُولُ:
كُنْتُ إذَا
سَمِعْتُ
حَدِيثاً
مِنْ رسُولِ
اللّهِ #
نَفَعَنِى
اللّهُ
تَعَالَى بِمَا
شَاءَ أنْ
يَنْفَعَنِى
مِنْهُ، وَإذَا
حَدَّثَنِى
رَجُلٌ
عَنْهُ
اسْتَحْلَفْتُهُ،
فَإذَا
حَلَفَ لِى
صَدَّقْتُهُ،
وَإنَّهُ
حَدَّثَنِى
أبُو بَكْرٍ
الصِّدِّيقُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ،
وَصَدَقَ
أبُو بَكْر
قَالَ: سَمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: مَا
مِنْ رَجُلٍ
يُذْنِبُ
ذَنْباً،
ثُمَّ
يَقُولُ
فَيَتَطَهَّرُ
وَيُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ،
ثُمَّ يَسْتَغْفِرُ
اللّهَ
تَعَالى إّ
غَفَرَ لَهُ،
ثُمَّ قَرَأَ:
وَالَّذِينَ
إذَا
فَعَلُوا
فَاحِشَةً
أوْ ظَلَمُوا
أنْفُسَهُمْ
ذََكَرُوا
اللّهَ
فَاسْتَغْفَرُوا
لِذُنُوبِهِمْ.
اية.
Esmâ İbnu'l-Hakem el-Fezârî (r.a) anlatıyor: "Hazreti Ali'yi
dinledim, şöyle demişti: "Resûlullah (a.s)'dan bir hadis dinledim mi, Allah
Tealâ hazretlerinin faydalanmamı dilediği kadar ondan istifade ediyordum. Şayet
bir adam O'ndan hadis rivâyet edecek olsa (gerçekten duydun mu diye) yemin
ettiriyordum. Yemin edince onu tasdik edip rivâyetini kabûl ediyordum."Hz.
Ebû Bekri's-Sıddik (radıyallâhu anh) bana şu hadisi rivâyet etti ve bu
rivâyetinde Ebû Bekir doğru söyledi: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı dinledim, demişti ki: "Günah işleyip arkasından kalkıp abdest
alarak iki rek'at namaz kılan sonra da Allah Teâla hazretlerine tevbe eden her
insan mutlaka mağfiret olunur." Sonra da şu âyeti okudu. "Onlar fena
bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı zikrederler,
günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka bağışlayan kim
vardır?[222]
ـ
وعن أبى سعيد
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه.
]أنَّ رسولَ
اللّه # قال:
كانَ فِيمَنْ
كانَ
قَبْلَكُمْ
رَجُلٌ قَتَلَ
تِسْعَةً
وَتِسْعِينَ
نَفْساً
فَسألَ عَنْ
أعْلَمِ
أهْلِ ا‘رْضِ.
فَدُلَّ عَلى
رَاهِبٍ
فَأتَاهُ
فقَالَ:
إنَّهُ
قَتَلَ تِسْعَةً
وَتِسْعِينَ
نَفْساً،
فَهَلْ لَهُ
مِنْ َوْبَةٍ؟قَالَ:
َ. فَقَتَلَهُ
فَكَمَّلَ
بِهِ مِائَةً،
ثُمَّ سَألَ
عَنْ أعْلَمِ
أهْلِ ا‘رْضِ
فَدُلَّ عَلى
رَجُلٍ
عَالِمٍ
فَأتَاهُ فَقَالَ.
إنَّهُ
قَتَلَ
مِائَةَ
نَفْسٍ، فَهَل
لَهُ مِنْ
تَوْبَةٍ؟
فقَالَ
نَعَمْ. وَمَنْ
يَحُولُ
بَيْنَكَ
وَبَيْنَ
التَّوْبَةِ؟
انْطَلِقْ
إلى أرْضِ
كَذَا وَكذَا.
فَإنَّ بِهَا
نَاساً
يَعْبُدُونَ
اللّهَ
فَاعْبُدِ
اللّهَ
مَعَهُمْ وََ
تَرْجِعْ إلى
أرْضِكَ فَإنَّهَا
أرْضُ سُوءٍ،
فَانْطَلَقَ
حَتَّى إذَا
انْتَصَفَ
الطّرِيقَ
أتَاهُ
مَلَكُ الْمَوتِ
فَاخْتَصَمَتْ
فِيهِ
مََئِكَةُ
الرَّحْمَةِ
وَمََئِكَةُ
الْعَذَابِ.
فَقَالَتْ
مََئِكَةُ الرَّحْمَةِ
إنَّهُ جَاءَ
تَائِباً
وَمُقْبً
بِقَلْبِهِ
إلى اللّه
تعالى.
وَقَالَتْ مََئِكَةُ
الْعَذَابِ:
إنَّهُ لَمْ
يَعْمَلْ
خَيْراً
قَطُّ.
فَأَتَاهُمْ
مَلَكٌ في صُورَةِ
آدَمِىٍّ
فَجَعَلُوهُ
بَيْنَهُمْ.
فقَالَ
قِيسُوا مَا
بَيْنَ
ا‘رْضَيْنِ
فَفِِى
أيِّهِمَا كَانَ
أدْنَى
فَهُوَ لَهُ،
فَقَاسُوا
فَوَجَدُوهُ
أدْنَى إلى
ا‘رْضِ التَّى
أرَادَ بِشِبْرٍ.
فقَبَضَتْهُ
مََئِكَةُ
الرَّحْمَةِ.
Ebu Said (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki:
"Sizden önce yaşayanlar arasında
doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin
kişisini sordu. Kendisine bir râhib
tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir
tevbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: "Hayır yoktur!" dedi.
Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en
bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip,
yüz kişi öldürdüğünü , kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu.
Âlim: "Evet, vardır, seninle tevben arasına kim perde olabilir?"
dedi. Ve ilâve etti:"- Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada
Allah'a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah'a ibadet edeceksin ve
bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer."Adam yola çıktı. Giderken yarı
yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri
onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: "Bu adam tevbekâr
olarak geldi. Kalben Allah'a yönelmişti"dediler. Azab melekleri de: "Bu adam hiçbir hayır
işlemedi" dediler.Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek,
yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara:
"Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha
yakınsa ona teslim edin" dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği
(iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri
aldılar."Bir rivayette şu ziyade var: "Bir miktar yol gidince, ölüm
gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden
sayıldı."[223]
ـ وفي أخرى:
]فَأوْحَى
اللّهُ
تَعالى إلى
هذهِ أنْ
تَبَاعَدِى،
وَإلى هذِهِ
أنْ تَقَرَّبِى،
وَقالَ:
قِيسُوا مَا
بَيْنَهُمَا[
.
Bir diğer rivayette (aynı hikaye ile ilgili olarak) şöyle denmiştir:
"Allah Teâla beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı
vahyetti, sonra da: "Adamın geldiği ve gitmekte olduğu köylere
uzaklıklarını ölçüp kıyaslayın" dedi."[224]
ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إنَّ رسولَ
اللّه # قالَ:
كُلُّ بَنِى
آدَمَ
خَطَّاءٌ وَخَيْرُ
الخَطَّائِينَ
التَّوَّابُونَ[.
أخرجه
الترمذى .
Hz.Enes (r.a) anlatıyor: Resûlullah (a.s) buyurdular ki:
"İnsanoğlunun herbiri hatakârdır. Ancak hatakârların en hayırlısı tevbekâr
olanlarıdır."[225]
Allah’a
Yaklaşmanın İlk Durağı Tövbedir
Tövbe: “Estağfirullahe Rabbi ve etübi ileyhi” cümlesini dille
söylemek değildir. Tövbe, insanda meydana gelen, psikolojik, ruhi bir durum,
ruhi bir inkılaptır. Estağfurullah... cümlesi bu durumu beyan eder, bu durumun
kendisi değildir. Bunun gibi bir çok deyiş vardır ki, gerçeğin kendisi değil
gerçeğin açıklayıcısıdır. Biz günde bir kez “Yarabbi tövbe, estağfurullah”
söylüyorsak, günde birkaç kez tövbe ettiğimizi sanmayalım. Eğer günde bir kere
gerçek tövbe etmiş olursak muhakkak Allah’a yakınlaşmak için bir merhale kat
etmiş oluruz.
Tövbe; insanın
yön değiştirmesidir. Ama, bitki gibi sadece bir yön değiştirme değil veya
hayvanın yön değiştirmesi gibi değil. Bu sadece ve sadece insana özel bir yön
değiştirmedir.
Tövbe; bir
nevi iç inkılaptır, bir çeşit kıyamdır. İnsanın kendisine karşı yapılan bir kıyam.
Hep günah
üstüne günah işlememize rağmen ruhumuz da en ufak bir tepki göstermiyor.
Bilmiyorum, ruhumuzun melekleri nerede
ve nereye haps olunmuş? Nasıl bir zincirle bağlanmışlar ki, en ufak bir
sarsıntı duymuyor. Efendiler, ubudiyetin ilk durağı tövbedir. Eğer ruhunuzda
bir sarsıntı, bir pişmanlık görüyorsanız, geçmişiniz karanlık, şimdiye kadar
kat etmiş olduğunuz yolun yanlış ve kötü olduğunu anladıysanız, Allah’a doğru
dönmeniz gerektiğini hissettiyseniz, ibadet ve ubudiyetin ilk durağına varmış sayılırsınız,
oradan başlayabilirsiniz.
İslam’da
işlenen günahın tevbe ile af edileceği geçer. Ayrıca tövbe doğrudan Allah’a
yapılmalıdır, araya hiçbir mahluk konmaz. Kişi her zaman her yerde tek başına
tövbe edebilir. Şu günah affedilir, bu günah affedilmez diye bir ayırım yoktur.
İhlasla, sıdk ile, azimle, kesin kararla yapılan tövbe ile en büyük günahlar
dahi affedilir. İslam’da en büyük günah, küfür veya şirktir. Küfür ve şirkten
dönüş, tevhide geliş demek olan en makbul tövbedir.
Tövbenin nasıl
olması hususunda Hz. Ali (r.a)'den şöyle bir rivayette bulunuluyor: Bir gün
bedevilerden biri Hz. Peygamberin mescidine girer ve "Allah'ım, şüphesiz
ben sana tövbe ve istiğfar ediyorum" der ve namazını kılar. Bunu gören ve
duyan Hz. Ali, adam namazını bitirince ona: "Ey kişi! Yalnızca dil ile
sür'atle yapılan tövbe, yalancıların tövbesidir, halbuki senin bu tövben,
tövbeye muhtaçtır" dedi. Bunun üzerine o kişi: "Ey müminlerin emiri,
o halde tövbe nedir?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali. "Tövbe şu
altı şeyle mümkün olur" dedi:
1- Geçmişte
işlenmiş olan günahlardan pişman olmak ve yerine getirilmemiş farzları iade
etmek,
2- Başkalarına
haksızlık ve eziyet etmeyi bırakmak,
3- Husumet ve
düşmanlığı kaldırmak,
4- Günah ve
kabahatler içerisinde büyüyen nefsi, Allah'a olan itaat içerisinde küçültüp ona
hiçliğini kabul ettirmek,
5- İtaatsizlik
ve günah işlemenin sözde tadını çıkaran nefse, itaat edip günahlardan uzak
durmanın acılığını da tattırmak,
6-
Gülüşlerinden her birine bedel olmak üzere, ağlamak."
Hâl böyle
olunca, şartlarına uygun olan bir tövbe, aynı zamanda Allah için yapılmış bir
ibadettir. Böyle olduğu için de kabûle şâyan olması gerekir. Nasıl ki,
şartlarına uygun olarak yapılan ibadetlerin kabûlü hususunda tereddüde
düşmüyorsak, şartlarına uygun bir tövbenin kabûlü için de tereddüt
gösterilmemesi gerekir.
Öyleyse
Allah'a imân etmiş kişiler, bilerek veya bilmeyerek günah işledikleri zaman
hemen Allah'a yönelip tövbe etmekten çekinmemelidirler. Çünkü ilgili ayet ve
hadislerden anladığımıza göre Yüce Allah samimiyetle ve şartlarına uygun olarak
yapılan tövbeleri kabul eder, kullarını bağışlar. Ayrıca, günahları bırakıp
kendisine yönelenleri sever, zira günahkârlar için yüce Allah'ın rahmet,
mağfiret ve kereminden başka bir sığınak yoktur. Bu bakımdan inananların tövbe
etmekten korkmamaları, yaptıkları büyük veya küçük günahları için ne zaman
olursa olsun, geciktirmeden hemen Rab'lerine yalvarmaları, Allah'a olan bu
inançlarının gereği olmalıdır.
Tövbenin
Zamanı Ve Tövbe Etmenin Faydaları
Günah işler
işlemez hemen tövbenin gerekli olduğunda şüphe yoktur; çünkü Allah'ın emir ve
yasaklarına karsı itaatsizlik ederek isyan etmenin az da olsa, imânı sarsacağı
açıktır. Öyleyse, tövbenin de günah işledikten hemen sonra yapılması gerekir.
Zira, bu suretle yüce Allah'ı hemen hatırlayan kimse, bu vesileyle imânına
dönmüş ve onu kuvvetlendirme gayretine girişmiş olur.
Görülüyor ki,
kötülükleri çoğaltacak işler yapılır yapılmaz veya günah işlenir işlenmez hemen
yüce Rabb'imizi anıp O'na yönelmemiz, O'na iltica edip günahlarımızı affetmesi
için O'na yönelmemiz, yaptığımız bu kötü işlerden dolayı O'ndan utanıp
korkmamız gerekmektedir. Ayrıca bu yaptığımız şeylerde ısrar edip direnmemek
lâzımdır. Eğer böyle yaparsak, hem günahlarımız bağışlanır, gönlümüz rahat ve
huzura kavuşur, hem de bu anlayış ve inanç sebebiyle başka kötü birşey
yapmaktan uzak dururuz. İşte bizde hasıl olan bu şuur ve kuvvetli imân, bizi
isyan etmekten ve tekrar günah işlemekten alıkoyacaktır ve böylece bir daha
tövbe etmeye de ihtiyaç duymayacağız. Ancak Allah katında daha da yüksek
derecelere ulaşmak için, şükreden bir kul olarak O'na sığınıp yalvaracağız.
Günahın hemen akabinde tövbe edip ısrar etmemenin zorunlu olmasındaki fayda ve
hikmetler açıkça görüldüğü gibi kısaca şunlardır:
Bir defa,
günahlara dalarak yüce yaradanını unutmuş olan kul, tövbe etmekle Allah'ın
hatırlamış ve O'nun emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınmayı zorunlu
bir vazife bilerek, bu şuur içerisinde Allah'a olan inancını yeniden
kuvvetlendirmek suretiyle, bu inancının gereği olan iş ve davranışları da
yerine getirmeye başlamıştır. ikinci olarak, bu kul, işlemiş olduğu günahlarına
bakarak, "Ben
Allah'ın kötü kulu oldum" düşüncesiyle
ümitsizliğe kapılarak daha fazla günah işlemekten kurtulur, bu yeni ümit ve
inançla Rabb'ine daha fazla bağlanıp yaklaşarak emirlerini yerine getirmeye ve
yasak ettiklerinden kaçınmaya son derece gayret gösterir.
Çünkü
insanoğlu geleceğe dönük olan ümit ve hayalleriyle hayatını devam
ettirmektedir. Bu ümit ve hayalleri yıkılmış bir insanın, dünyanın çeşitli
dertleri ve zorlukları altında hayatını sürdürmesi gittikçe zorlaştığı için, ya
devamlı olarak başkalarına zararlı olmakta veya kendi canına kıymaktadır.
Pekâlâ bilinir ki, insanları hayata bağlayan unsurların başında ümit ve inanç
gelmektedir. İşte tövbe eden kişi yitirdiği bu ümit ve inancını yeniden
kazanarak hayata bağlamakta ve yaşayışında ortaya çıkan acı ve tatlı durumlara
katlanma konusunda yerine göre sabredip, yerine göre mutlu olmasını
başarabilmekte ve başkalarına da her bakımdan faydalı olmaya çalışmaktadır.
Görüldüğü gibi
yüce Rabbimiz gereği gibi tövbe edenlerin tövbesini kabul edip onları
mükafatlandıracağını, böyle davrandıkları takdirde yarınlarından emin ve
güvenli olacaklarını, yitirdikleri ümitlerini yeniden ele geçireceklerini
açıkça haber vermektedir. Rabb'imizin böyle bir mükafatına kavuşmak, insanı
hayata bağlayan ne büyük bir mutluluktur.
İşte bu
bakımlardan tövbe etmenin insan hayatındaki rolü pek büyüktür. Onu yeniden
hayata bağlayan, ona ümit ve yaşama isteği veren, onu Allah'ına yöneltip inanç
ve imânını kuvvetlendiren, onu toplum içinde, Allah'tan korkup Peygamberini
seven ve onların istediği gibi hareket eden kullarıyla birlikte mutlu olarak
güven içinde yaşamaya sevkeden, doğru dürüst bir insan olarak herkesin hakkını
gözeten ve kendi hakkettiğine razı olan, haksızlığa uğramalarına sebep olduğu
kişilere haklarını iâde edip onlarla helallaşarak onların dostluğunu kazanan
bir kişi haline gelmesi, tövbe etmesiyle mümkün olmaktadır.
Anlaşıldığına gòre,
kötülükleri işlemeye devam etmek suretiyle günahlarını çoğaltıp duran ve bu
durumda iken ölüm kendisine gelip çatınca, "Yarabbi, işte şimdi tövbe
ettim" diyen kimse ile inkârcı bir kişi olduğu halde tövbe ederek imân
etmeden ölen kimseler aynı değerdedirler ve bunların tövbeleri Allah tarafından
kabul edilmez. Bunların her ikisi de Allah'ın şiddetli azabıyla karşı karşıya
kalacaklardır, fakat çekecekleri azabın derecesi belki birbirinden farklı
olacaktır.
Ölüm anı
kendisine gelip çatıncaya kadar tövbesini geçiktirip tövbe etmeyenin kâfir
olarak ölenle bir tutulması, kanaatımızca şu sebebe dayanmaktadır: Ölümün gelip
çatması, ahiret hallerinin ilkidir. Pek kısa bir süre sonra ruhunu teslim edip
ahirete göçecek ve iyi veya kötü bir iş yapmaya ne fırsatı, ne de gücü
olacaktır.
İşte yüce
Allah, böyle bir durumda tövbeyi kabul etmeyeceğini, bunun dışındaki hâl ve
durumlarda tövbeyi kabul edeceğini haber vermektedir. Öyleyse, tövbeyi
geciktirmek, bu bakımdan hiç de doğru değildir. Pekalâ bilindiği gibi, ölümün
ne zaman ve nerede gelip çatacağı bizce malum değildir. Bundan dolayı tövbe
konusunda acele etmek yine insanların yararınadır.
Arapça da isim
olan “VEFA”; Sözünü yerine getirme, sözünde durma, borcunu ödeme.
Sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat. Yetme, yetişme manalarına gelir. Kur’an-ı
Kerim’de:
وَلاَ
تَقْرَبُوا مَالَ
الْيَتِيمِ
اِلاَّ
بِالَّتِى
هِىَ اَحْسَنُ
حَتَّى
يَبْلُغَ
اَشُدَّهُ
وَاَوْفُوا
بِالْعَهْدِ
اِنَّ
الْعَهْدَ
كَانَ مَسْؤُلاً
“Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak
en güzel bir niyetle yaklaşın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen
söz, sorumluluğu gerektirir.”[226]
بَلَى مَنْ
اَوْفَى
بِعَهْدِهِ
وَاتَّقَى فَاِنَّ
اللهَ
يُحِبُّ
الْمُتَّقِينَ
“Hayır! (Gerçek onların
dediği değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki
Allah sakınanları sever.”[227]
يَآاَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا
اَوْفُوا بِالْعُقُودِ
“Ey İman edenler! Akitlerinizi yerine getirin..”[228]
ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]مَا خَتَر
قَوْمٌ
بِالْعَهْدِ
إَّ سَلَّطَ
اللّهُ
تَعالى
عَلَيْهِمْ
الْعَدُوَّ.
İbnu Abbâs (r.a) demiştir
ki: "Ahdine kim vefasızlık edip bozarsa, Allah mutlaka ona bir düşman
musallat eder."[229]
ـ وعن مالك
قال:
]بَلَغَنِي
أنَّ رَجًُ
كَتَبَ إلى
ابْنَ
الزُّبَيْرِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنهما:
أَ إنَّ ‘هْلِ
التَّقْوَى
عََمَاتٍ
يُعْرَفُونَ
بِهَا،
وَيَعْرِفُونَهَا
مِنْ
أنْفُسِهِمْ،
مَنْ رضَي
بِالْقَضَاءِ،
وَشَكَرَ
عَلى النَّعْمَاءِ،
وَصَبَرَ
عَلى
الْبََءِ، وَصَدَقَ
فِي
اللِّسَانِ،
وََوَفَى
بِالْوَعْدِ
وَالْعَهْدِ،
وَدَانَ
‘حْكَامِ الْقُرآنِ،
وَإنَّمَا ا“مَامُ
سُوقٌ مِنَ
ا‘سْوَاقِ،
فإنْ كَانَ
مِنْ أهْلِ
الْحَقِّ
حَمَلَ
إلَيْهِ
أهْلُ الْحَقِّ
حَقَّهُمْ،
وَإنْ كَانَ
مِنْ أهْلِ الْبَاطِلِ
حَمَلَ
إلَيْهِ
أهْلُ
الْبَاطِلِ
بِاطِلَهُمْ[.
أخرجه رزين .
İmam Malik anlatıyor: "Bana ulaştığına göre, bir adam İbnu'z-Zübeyr
(radıyallahu anhümâ)'ye şöyle yazdı: "Haberiniz olsun: Takva ehlinin,
birkısım alâmetleri vardır ki, bunlar sayesinde
kendileri bilinebilir, onlar da bunları bilirler: Şöyle ki müttakî:
* (İhtilaf halinde) verilen hükme razı olur,
* Nimetlere şükredr,
* Belaya sabreder,
* Dilinden doğru çıkar,
* Vaadine ve ahdine vefa gösterir,
* Kur'an'ın ahkâmını kendine yol yapar.İmam, çarşılardan bir çarşı
(gibi)dir, hak ehlinden ise, ehl- ihak, hak (yükünü) ona yıkar; batıl ehlinden
ise, batıl ehli de batıl (yükün)ü ona yıkar."[230]
ـ عن
عبداللّهِ بن
أبى الحمساءَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قال:
]بَايَعْتُرَسُولَ
اللّهِ # بِبَيْعٍ
قَبْلَ أنْ
يُبْعَثَ،
وَبَقِيَتْ
لَهُ
بَقِيَّةٌ،
فَوَعَدْتُهُ
أنْ آتِيَهُ
بِهَا في
مَكَانِهِ،
فَنَسِيتُ
ثُمَّ ذَكَرْتُ
بَعْدَ ثَثٍ،
فَجِئْتُ فَإذَا
هُوَ فِي
مَكَانِهِ،
فَقَالَ: يَا
فَتَى لَقَدْ
شَقَقْتَ
عَلَيَّ أنَا
ههُنَا مُنْذُ
ثَثٍ
أنْتَظِرُكَ[.
أخرجه أبو
داود .
Abdullah İbnu Ebi'l-Hamsa (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s)'a daha
bi'set (peygamberlik) gelmezden önce
bir şey satın almıştım. O alışverişten ona hâlâ bir miktar (borç) bakiyesi kalmıştı.
Ben o kalanı, kendisine yerinde vermeyi vaadettim. Ama bunu unuttum. Üç gün
geçtikten sonra hatırladım, geldiğimde o hâlâ (sözleştiğimiz)
yerindeydi."Ey genç bana meşakkat verdin, ben üç gündür burada seni
bekliyorum!" buyurdular."[231]
وعن واقِدِ
بْنِ مُحمّدٍ
عن أبيهِ عن
عبداللّهِ
بْنِ عَمْرِو
بْنِالعَاص
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]شَبَّكَ
رَسُولُ
اللّهِ # أصَابِعَهُ.
وَقَالَ:
كَيْفَ أنْتَ
يا عَبْدَاللّهِ
ابْنَ
عَمْرٍو إذَا
بَقِيْتَ في
حُثَالَةٍ
قَدْ
مَرَجَتْ
عُهُودُهُمْ،
وَاخْتَلَفُوا
فَصَارُوا
هكذَا؟ قَالَ:
فَكَيْفَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ:
تَأخُذُ مَا
تَعْرِفُ،
وَتَدَعُ مَا
تُنْكِرُ،
وَتَقْبِلُ
عَلى خَاصَّتِكَ،
وَتَدَعُهُمْ
وَعَوَامَّهُمْ[.
أخرجه
البخاري. قال
الحميديّ:
وليس هو في
أكثر النسخ.»الحثالةُ«
ما يسقط من
قشر الشعير
ونحوه إذا
نقّى، وكأنّهُ
الردئ من كل
شئ.و»مَرجَتْ
عُهُودُهُمْ«
أى
اِخْتَلَطَتْ
وَاختلفت .
Vakid İbnu Muhammed babasından, o
da Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (r.a)'dan anlattığına göre demişti ki:"Resûlullah (a.s), (bir
gün) parmaklarını kenetledi ve dedi ki:"Ey Abdullah İbnu Amr! Ahidleri
bozulup şöyle karmakarışık hale gelen bir kısım ayak takımı (hezele) kimselerle
başbaşa kalırsan ne yaparsın?""Ne yapmamı tavsiye edersiniz, Ey
Allah'ın Resulü!" dedim. Buyurdular ki:"Güzel bulduğun şeyi yaparsın,
kötü bulduğun şeyi de terkedersin. Kendi
yakınlarının (hallerini düzeltmeye) yönelirsin. O hezele takımı (ile de), onların cemaatı ile
de (uğraşmayı) terkedersin."[232]
-حَدّثَنَا
مَحْموُدُ
بْنُ خَالِدٍ
الدِّمَشْقِيُّ.
ثَنَا
سُلَيْمَانُ
بْنُ عَبْدِ
الرَّحْمَنِ
أَبُو
أيُّوبَ عَنِ
اِبْنِ أَبِي
مَالِكٍ عَنْ
أَبِيهِ عَنْ عَطَاءِ
بْنِ أَبِي
رَبَاحٍ عَنْ
عَبْدِ اللّهِ
بْنِ عُمَرَ؛
قَالَ:
أقْبَلَ
عَلَيْنَا
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ.
فَقَالَ: يَا
مَعْشَرَ
الْمُهَاجِرِينَ!
خَمْسٌ إِذَا
ابْتُلِيْتُمْ
بِهِنَّ
وَأعُوذُ
بِاللّهِ أنْ
تُدْرِكُوهُنَّ:لَمْ
تَظْهَرِ
الْفَاحِشَةُ
فِي قَوْمٍ
فَطُّ حَتَّى
يُعْلِنُوا
بِهَا إَّ
فَشَا
فَيهِمُ الطَّاعُونُ
وَا‘وْجَاعُ
الَّتِي لَمْ
تَكُنْ مَضَتْ
فِي
أسَْفِهِمُ
الَّذِينَ
مَضَوْا .وَلَمْ
يَنْقُضُوا
الْمِكْيَالَ
وَالْمِيزَانَ
إَّ أُخِذُوا
بِالسِّنِينِ
وَشِدِّةِ
الْمَئُونَةِ
وَجَوْرِ
السُّلْطَانِ
عَلَيْهِمْ.
وَلَمْ
يَمْنَعُوا
زَكَاةَ
أمْوَالِهِمْ
إَّ مُنِعُو
الْقَطْرَ
مِنَ
السَّمَاءِ
وَلَوْ َ
الْبَهَائِمُ
لَمْ
يُمْطَرُوا.وَلَمْ
يُنْقُضُوا
عَهْدَ اللّهِ
وَعَهْدَ
رَسُولِهِ
إَّ سَلَّطَ
اللّهُ
عَلَيْهِمْ
عَدُوّاً
مِنْ
غَيْرِهِمْ
فَأخَذُوا
بَعْضُ مَا
فِي
أيْدِيهِمْ.وَمَا
لَمْ
تَحْكُمْ
أئِمَّتُهُمْ
بِكِتَابِ
اللّهِ
وَيَتَخَيَّرُوا
مِمَّا
أنْزَلَ اللّهُ
إَّ جَعَلَ
اللّهُ
بَأسَهُمْ
بَيْنَهُمْ.فِي
الزوائد: هَذَا
حديث صالح
للعمل به. وقد
اختلفوا فِي
اِبْنِ أَبِي
مالك وأبيه .
İbnu Ömer radıyallahu
anhüma anlatıyor. "(Bir gün) Resûlullah Aleyhissalâtu vesselâm yanımıza
gelip şöyle buyurdular: "Ey muhacirler! Beş şey vardır, onlarla imtihan
olacağınız zaman (artık cemiyette hiçbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayatta
iken zuhurundan Allah'a sığınırım. (Bu beş şey şunlardır:)
1) Zina: Bir millette zina ortaya çıkar ve alenî işlenecek bir hale
gelirse, mutlaka o millette tâun hastalığı yaygınlaşır ve onlardan önce gelip
geçmiş milletlerde görülmeyen hastalıklar yayılır.
2) Ölçü-tartıda hile: Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka
kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın zulmüne uğrar.
3) Zekat vermemek: Hangi millet mallarının zekatını vermezse mutlaka
gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi.
4) Ahdin bozulması: Hangi millet Allah ve Resûlünün ahdini (yani düşmanla
yaptığı anlaşmayı) bozarsa, Allah Teâla hazretleri o millete, kendilerinden
olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindeki (servet)lerin bir kısmını
onlar alır.
5) Kitabullahla hükmetmeyi terk: Hangi milletin imamları Kitabullahla
ameli terk ederek Allah'ın indirdiği hükümlerden işlerine gelenleri seçerlerse,
Allah onları kendi aralarında savaştırır."[233]
Vefalı; vefası
olan, sözünü yerine getiren anlamında çok kullanılır.
Vefasız;
vefası olmayan, sevgi ve dostluğu geçici olan anlamında kullanılır. Sonuçta
sözünde durmak, bir vefa, sözünde durmamak ise vefasızlıktır. Vefalının her yer
meskeni olurken, vefasızın yeri, yurdu, ahbabı, dostu olmadığı gibi seven ve
sayanı hiç olmaz. Başka bir tabirle vefa; doğruluk, dürüstlüktür ve
yiğitliktir. Vefasızlık ise ikiyüzlülük, sahtekarlık ve korkaklıktır.
Doğruluk,
dürüstlük hiçbir devirde ve yerde değerini kaybetmeyen bir cevherdir. Ne yazık
ki, bu cevhere sahip planlar pek azdır. Doğruluk, gerçek imanın en güzel ve en
faydalı ürünlerinden biridir. Aynı zamanda nefis ve şeytanın en çok
hoşlanmadığı faziletlerin başında gelir.
İnsanoğlu
yaratılışı gereği, doğru ile yalan, hak ile batıl, günah ile sevap arasında
ciddi bir mücadele verip hayatını selamete erdirmekle yükümlü bir
varlıktır.
Vefa,
sadıkların sıtkını (doğruluklarını) ortaya koymalarının bir ahlaki prensiptir.
Zira sadıklar ancak sözlerinde durmakla vefalı olurlar. Ahlakın önemli bir
direği olan vefa, öncelikle Allah’a karşı olması gerekiyor. Dolayısıyla
Allah’tan korkmayan bir kimsenin vefasına güvenilmez. Çünkü Allah’a karşı
samimi olmayan bir kimse, kullara karşı nasıl samimi olacaktır. Ahlakla özdeş
olan vefa, her insanın bir başkasından beklentisidir.
Ferd ve
cemiyet hayatının gelişmesi karşılıklı ilişkilere, ilişkiler de çeşitli anlaşma
ve sözleşmelere bağlıdır. Bunlar olmaksızın sosyal ve ekonomik hayatın
gelişmesi mümkün değildir. Yapılan sözleşmeye uymayı istemek kazanılmış bir
hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir görevdir. Verdiği sözü tutmayan;
böylece, karşı tarafın hakkım ve kendi vazifesini yerine getirmemiş olur. Bu
nedenle, verilen sözün tutulmaması münafıklığın üç alametinden biri sayılmış ve
Müslümanlar bundan sakındırılmıştır.
Sevgi;
muhabbettir. Buğz ise, Arapça isim olup; düşmanlık hissi, nefret, kin, içten
düşmanlık göstermek manalarına gelir.
ـ وعن أبي
ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال رسولُ
اللّه :
أفْضَلُ
ا‘عْمَال
الحُبُّ في اللّهِ،
وَالْبُغْضُ
في اللّهِ.
- Hz. Ebû Zerr (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki: "Amellerin en faziletlisi
Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." [234]
Hadis, sırf Allah rızası için olan sevmeleri ve sırf O'nun rızası için
olan nefret ve buğzları en üstün amel olarak değerlendirmektedir. Her insanda
sevgi ve nefret vardır ve bunları mutlak isti'mal edecektir. Şu halde mü'min,
bu hislerini iradesi ile yönlendirerek, sevdiklerini Allah için sevse, sevmediklerini
de yine Allah için sevmese kazancı büyük olacaktır. Menfaat, korku gibi dünyevî
emrivâkilerin tesiriyle sevmek veya nefret etmek araya girdi mi hasaret büyük
oluyor.
Allah için sevmenin gereklerinden biri, Allah'ın evliya ve asfiyalarını
sevmektir. Onları sevmenin şartlarından biri de onların bıraktığı sünnete uyup, onlarla yetinmek, bidata yer vermemek
ve onların tavsiyelerine uymaktır.
Eğer sen, bir insanı, Allah'a mutî ve Allah nezdinde mahbub diye
seversen, Allah'a âsi olacak olsa, ona
buğzetmen gerekir. Çünkü Allah'a âsi olmuştur ve Allah nazarında menfurdur.
Öyleyse kim (birisini) bir sebeple severse, zarurî olarak, ona, bunun zıddıyla
nefret edecektir. Bu iki sıfat birbirisiz olamayan, biri diğerini gerektiren
iki vasıftır. Âdet olarak bu durum, sevgi ve nefretlerde muttarıddır.
İman bağlarının en sağlamı Allah için dostluk, Allah için düşmanlık,
Allah için sevgi, Allah için nefrettir.
Sevginin ve
buğzun ahlaki yönü; sevgilinin hatırı için ve onun sevdiği şeyleri sevmektir.
Yine sevgilinin hatırı için onun sevmediği şeyleri bırakmak ve buğz etmektir.
Düşünün ki, bu sevgili ve en sevgili Allah (cc) ise, Onun için sevmek ve Onun
için buğz etmek daha değerli olması gerekir. Çünkü Allah (cc) hiçbir şeye
muhtaç değildir. Fakat her şeye layıktır. Sevginin de en yücesine ve en
güzeline layık Allah’tır. İşte bu rahmani ahlaktır. Kur’an-ı Kerim de:
قُلْ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
اللهَ فَاتَّبِعُونِى
يُحْبِبْكُمُ
اللهُ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَاللهُ
غَفُورٌ رَحِيمٌ
“De ki, eğer
Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[235]
ـ
وعن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسولُ اللّه :
إنَّ مِنْ
عِبَادِ
اللّهِ
نَاساً مَا
هُمْ
بِأنْبِيَاءَ
وََ
شُهَدَاءَ
يَغْبِطُهُمْ
ا‘نْبِيَاءُ
وَالشُّهَدَاءُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
لِمَكَانِهِمْ
مِنَ اللّهِ
تَعالى.
قالُوا: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
فَخَبِّرْنَا
مَنْ هُمْ ؟
قالَ: هُمْ
قَوْمٌ
تَحَابُّوا
بِرُوحِ
اللّهِ عَلى
غَيْرِ
أرْحَامٍ بَيْنَهُمْ،
وََ أمْوَالَ
يَتَعَاطَوْنَها.
فَواللّهِ
إنَّ
وُجُوهَهُمْ
لَنُورٌ،
وإنَّهُمْ
لَعَلى نُورٍ.
َ يَخَافُونَ
إذَا خَافَ
النَّاسُ،
وََ
يَحْزَنُونَ
إذَا حَزِنَ
النَّاسُ. وَقَرأ
هذِهِ اية: أَ
أنَّ
أوْلِيَاءَ
اللّهِ َ
خَوْفٌ
عَلَيهِمْ
وََ هُمْ
يَحْزَنُونَ.
Hz. Ömer (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki:"Allah'ın kulları arasında
bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir ne de şehidlerdir. Üstelik Kıyamet
günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehidler
de onlara gıpta ederler."Orada bulunanlar sordu:"Ey Allah'ın Resulü!
Onlar kim, bize haber ver!""Onlar aralarında ne kan bağı ne de
birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu (Kur'ân)
adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka
nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar
üzülmezler.Ve şu âyeti okudu:[236] اَ
اِنَّ
اَوْلِيَاءَ
اللّهِ َ
خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وََهُمْ
يَحْزَنُونَ
"Haberiniz olsun
Allah'ın dostları var ya! Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler." [237]
Hadiste geçen Allah'ın ruhu tabirindeki ruh'tan maksad Kur'ân'dır.
Ruh'u Kur'ân'la tevil eden ulemâ şu âyeti delil getirmiştir: وكذلِكَ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
رُوحاً مِنْ
اَمْرِنَا
"İşte biz sana emrimizden bir Ruh
(Kur'ân) vahyettik."[238] Kur'ân'ın Ruh olarak isimlenmesi, kalblerin
onunla hayat bulmasındandır, tıpkı nefislerin ve bedenlerin hayatı ruhlarla
olması gibi. Ancak bununla muhabbet
kastedilmiştir, yani "Alah'ın kalblerine îka ettiği, Allah için olan hâlis
muhabbet sayesinde birbirlerini severler" demektir.
ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسولُ اللّه :
إذَا أحَبَّ
اللّهُ
تَعالى الْعَبْدَ
نَادَى
جِبْرِيلَ:
إنَّ اللّهَ
يُحِبُّ
فَُناً
فَأحْبِبْهُ.
فَيُحِبُّهُ
جِبْرِيلُ.
ثُمَّ
يُنَادِي فِي
أهْلِ
السَّمَاءِ:
إنَّ اللّهَ
يُحِبُّ
فَُناً
فَأحِبُّوهُ
فَيُحِبُّهُ
أهْلُ
السَّمَاءِ.
ثُمَّ
يُوضَعُ لَهُ
الْقَبُولُ
في ا‘رْضِ. وزاد
مسلم: وَإذَا
أبْغَضَ
عَبْداً
نَادى جِبْرِيلَ:
»إنِّى
أُبْغِضُ
فَُناً
فَأبْغِضْهُ.
فَيُبْغِضُهُ
جِبْرِيلُ،
ثُمَّ يُنَادِي
في أهْلِ
السَّمَاءِ:
إنَّ اللّهَ
يُبْغِضُ
فَُناً
فَأبْغِضُوهُ،
ثُمَّ
تُوضَعُ لَهُ
الْبَغْضَاءُ
في ا‘رْضِ .
-Hz. Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor:
"Resulullah (a.s) buyurdular ki:
"Allah bir kulu sevdi mi Hz. Cebrâil aleyhisselâm'a:"Allah falanı
seviyor, onu sen de sev!" diye seslenir. Onu Cebrâil de sever. Sonra o,
sema ehline: "Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!" diye nidâ
eder, derken, bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için arz (halkı
arasına hüsn-ü kabûl) konur." [239]
Hadisin Müslim' deki rivayetlerinde şu ziyade var:
"Allah
Celle Celâluhu, bir kula da buğzetti mi Cebrâil Aleyhisselâm'a: "Ben falancaya buğzettim sen de buğzet!" diye
seslenir. Ona Cebrâil de buğzetmeye başlar. Sonra Cibrîl sema ehline nidâ eder:
"Allah Celle Celâluhu falan kimseye buğzetti, siz de buğzedin." Sonra yeryüzüne onun için buğz
vaz'edilir."
İnsanın iyi ve
kötü halleriyle semâvât ahalisi olan meleklerin
ilgisini göstermektedir. İnsanoğlunun
davranışları kendine münhasır kalmıyor. Cenâb-ı Hakk, onun razı olduğu hallerinden memnuniyetini, razı olmadığı hareketlerinden
de buğzunu sema ahalisine derhal duyurup, onların da rahmet dualarını veya
tel'inlerini sağlıyor. Bu hadis insanları hep hayra teşvik etmekten başka,
insanın halife-i zemin olarak Allah indindeki ehemmiyetini de göstermektedir:
İyi veya kötü, onun her hali, ilâhî saltanatın uçsuz bucaksız semâvât memâlikinin ahalisi olan
bütün melekleri ilgilendiren mühim bir hadise olmaktadır.
Allah'a kulu
sevdiren sebep, kulun iyi niyeti, ihlası, hayır amelidir. Allah'ın insanı
sevmesi, ondan razı olması, onun hayrını istemesi, ona rahmetiyle muamele
etmesi demektir. Buğzu da, kulun isyanı ve küfrü sebebiyledir, onun şekâvet ve
cezalandırılmasına irade buyurmasını, rahmet ve mağfiretini esirgemesini ifade
eder.
Kabûlün veya buğzun
yeryüzüne konması, kulun ameline tabi olarak yeryüzü ahalisine sevdirilmesi
veya sevdirilmemesi demektir. Şu halde yeryüzünde Allah dostlarının samimi
sevgilerine mazhar olmak isteyenlerin de öncelikle Allah'ı razı edecek
fiillerde bulunması gerekmektedir.
ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رَسولُ اللّه
: يَقُولُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
أيْنَ
المُتحَابُّونَ
بِجََلِي؟
الْيَوْمَ
أُظِلُّهُمْ
في ظِلِّي
يَوْمَ َ
ظِلَّ إَّ
ظِلِّي.
Ebû
Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s)
buyurdular ki: "Aziz ve Celîl olan Allah Teâlâ hazretleri Kıyamet günü şöyle diyecek:
"Benim celâlim adına sevişenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin
bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim!"[240]
ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَبْعَة يُظِلُّهُم
اللّهُ في
ظِلِّّهِ
يَوْمَ َ
ظِلَّ إَّ
ظِلُّهُ:
إمَامٌ
عَادِلٌ،
وَشَابٌّ
نَشَأ في
عِبَادَةِ
اللّهِ،
وَرَجُلٌ
قَلْبُهُ مُعَلَّقٌ
بِالْمَسْجِدِ
حَتّى
يَعُودَ إلَيْهِ،
وَرَجَُنِ
تَحَابّا في
اللّهِ، اجْتَمَعَا
عَلى ذلِكَ
وَتَفَرَّقَا
عَلَيْهِ،
وَرَجُلٌ دَعَتْهُ
امْرأة ذَاتُ
مَنْصِبٍ
وَجَمَالٍ فقَالَ:
إنِّى أخَافُ
اللّهَ،
وَرَجُلٌ تَصَدَّقَ
بِصَدَقَةٍ
فأخْفَاهَاحَتّى
َ تَعْلَمَ
شِمَالهُ مَا
تُنْفِقُ
يَمِينُهُ، وَرَجُلٌ
ذَكَرَ اللّه
خَالِياً
ففَاضَتْ عَيْنَاهُ.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a)
anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki:
"Yedi kişi var, Allah onları hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet
gününde kendi gölgesinde gölgeler:
* Adil imam,
* Allah'a ibadet içinde yetişen genç,
* Tekrar dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kimse,
* Allah için birbirlerini seven, Allah rızası için biraraya gelip, Allah
rızası için ayrılan iki kişi,
* Güzel ve makam sahibi bir kadın tarafından davet edildiği halde:
"Ben Allah'tan korkarım" de(yip icabet etmey)en kimse,
* Sağ eliyle verdiğini sol eli görmeyecek kadar gizli bir şekilde sadaka
veren kimse,
* Allah'ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş boşanan kimse."[241]
Allah (cc)
rızası ve sevgisi, Müminin hayat rehberi ve ölçüsüdür. O ancak bununla yürür,
bununla önünü görür, bununla verip bununla alır, bununla konuşur ve bununla
susar.
Gerçek Müminin
hayatının her bölüm ve safhasında terazi olacak “ilahi rıza ve sevgi” vardır. Bu terazide tartılan her şey mutluluk ve
bahtiyarlıktır. Ona giren her amel büyük sevap, sonsuz ecirdir.
Allah (cc)
rızası ve sevgisi, Müminin hayat rehberi ve ölçüsüdür. O ancak bununla yürür,
bununla önünü görür, bununla verip alır, bununla konuşur ve bununla susar.
Kur’an-ı Kerim
de yüce Allah (cc) kimleri sevdiği, kimleri de sevmediği yüze yakın ayetle
ortaya koymuştur. Böylece ilahi sevgi konusunda en sağlam kriter kurulmuş bütün
şüpheler kaldırılmıştır.
Allah’ı
sevmenin en açık belirtisi Hz.Muhammed (a.s) uymak, onun sünnetiyle yaşamaktır.
Çünkü Resulullah (a.s) Efendimiz, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bu
rahmet Allah’ın sevgisinin bütün parlaklığıyla yansıtır. O halde Resulullah (a.s)
uymayan, onun getirdiği dinle yaşamayan kimselerin ilahi sevgiden söz etmesi
anlamsızdır.
İlahi sevginin
bir diğer yolu, Resulullah (a.s) sünneti doğrultusunda iyilik ve ihsanda
bulunarak, insanlara faydalı olmaktır. Hep kendini düşünüp kişisel çıkarlarını
ön planda tutan kimseleri Allah (cc) sevmez ve öylelerinin ilahi sevgiden
bahsetmesi doğru olmaz.
Çok nazik ve
narin olan bu konu; “kim
Allah’ı severse her şey ona sevimli olur. Kim Allah’tan başkasını severse,
sevdiği şey dışında her şey ona sevimsiz olur.” Evet bu narin
deyim, ahlakımızın temel ölçüsüdür. Ne kadar güzel “siz Allah’ı seveceksiniz o zaman her sizi sevecek.
” İşte bu ahlakla bezenen bir
insan düşünün ki, ne merdane, ne kadar kamilena ve ne kadar cihan perver olur.
Gusl, yıkanmak ma'nâsına gelen iğtisâl'in karşılığıdır. Gasl yıkamak
demektir. Gusl'ün (yıkanmanın) hakikatı: "Suyun âzâlar
üzerinden akması" diye tarif edilmiştir. Âlimler, şerî guslün tamam olması için âzâların
"elle de ovulması gerekli midir?" diye ihtilaf etmiş, ekseriyet, "Bu,
vacib değildir" demiştir. İmam Mâlik ve el-Müzenî vacib olduğunu söylemiştir. İbnu
Battâl, bu hususta, yıkanmaları sırasında abdest uzuvlarının üzerinden elin
geçmesi gereğindeki icma ile ihticac etmiş ve "Aralarında
fark olmaması sebebiyle, kıyas yoluyla, gusülde de bu vacib olur" demiştir.
Ancak, abdest için "elin suya batması
yeterlidir" prensibi zikredilerek, böyle bir
icmanın olmadığı dolayısıyla İbnu Battâl'ın yaptığı kıyasın da bâtıl
olduğu belirtilmiştir.Dinimizde farz kılınan gusül cenabetten, hayız ve
nifas'tan temizlenmek için yapılan gusüldür.
Yüce Allah
(cc) Kur’an-ı Kerim de:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَقْرَبُوا
الصَّلوةَ
وَاَنْتُمْ
سُكَارى حَتّى
تَعْلَمُوا
مَا
تَقُولُونَ
وَلَا جُنُبًا
اِلَّا
عَابِرى
سَبيلٍ حَتّى
تَغْتَسِلُوا
وَاِنْ
كُنْتُمْ
مَرْضى اَوْ
عَلى سَفَرٍ
اَوْ جَاءَ
اَحَدٌ
مِنْكُمْ
مِنَ الْغَائِطِ
اَوْلمَسْتُمُ
النِّسَاءَ
فَلَمْ تَجِدُوا
مَاءً
فَتَيَمَّمُوا
صَعيدًا طَيِّبًا
فَامْسَحُوا
بِوُجُوهِكُمْ
وَاَيْديكُمْ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَفُوًّا
غَفُورًا
”Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi
bilinceye kadar- cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar
namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız,
yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu
durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin:
Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.”[242]
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِذَا
قُمْتُمْ
اِلَى الصَّلوةِ
فَاغْسِلُوا
وُجُوهَكُمْ
وَاَيْدِيَكُمْ
اِلَى
الْمَرَافِقِ
وَامْسَحُوا
بِرُؤُسِكُمْ
وَاَرْجُلَكُمْ
اِلَى الْكَعْبَيْنِ
وَاِنْ
كُنْتُمْ
جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا
وَاِنْ
كُنْتُمْ
مَرْضى اَوْ عَلى
سَفَرٍ
اَوْجَاءَ
اَحَدٌ
مِنْكُمْ
مِنَ
الْغَائِطِ
اَوْ لمَسْتُمُ
النِّسَاءَ
فَلَمْ
تَجِدُوا
مَاءً فَتَيَمَّمُوا
صَعيدًا
طَيِّبًا
فَامْسَحُوا
بِوُجُوهِكُمْ
وَاَيْديكُمْ
مِنْهُ مَا
يُريدُ
اللّهُ
لِيَجْعَلَ
عَلَيْكُمْ مِنْ
حَرَجٍ
وَلكِنْ
يُريدُ
لِيُطَهِّرَكُمْ
وَلِيُتِمَّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكُمْ
لَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
”Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman
yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara
kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta,
yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da
kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su
bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar)
ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez;
fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister;
umulur ki şükredersiniz.”[243]
ـ
وعن أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رسولَ
اللّهِ :
أرْسَلَ إلى
رَجُلٍ
مِنَا‘نْصَارِ
فَجَاءَ
وَرَأسُهُ يَقْطُرُ.
فقَالَ
رَسولُ اللّه
: لَعَلَّنَا أعْجَلْنَاكَ؟
فقَالَ:
نَعَمْ يَا
رَسُولَ اللّهِ.
قالَ: فإذَا
أُعْجِلْتَ
أوْ أقْحَطْتَ
فَ غُسْلَ
عَلَيْكَ
وَعَلَيْكَ
الْوُضُوءُ.
- Ebû Saîd (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) Ensâr'dan
birine adam göndererek, yanına çağırttı. Ensârî başından sular damlaya damlaya
geldi.Aleyhissâlatu vesselam:"Herhalde sana acele ettirdik?" buyurdu.
Ensârî: "Evet ey Allah'ın resulü!
deyince:"Acele ettirilir ve inzal
olmazsan gusletmen gerekmez. Sadece abdest gerekir" buyurdular."
ـ وفي أخرى
لمسلم: أنَّ
النّبىَّ قالَ: إنَّما
المَاءُ مِنَ
المَاءِ
- Müslim'in bir diğer rivayetinde: "Resulullah (a.s):
"Suyu (yıkanmayı), su (meninin gelmesi) gerektirir" buyurdu" denmiştir.
ـ
وللنسائى، عن
أبي أيوب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
مرفوعاً:
المَاءُ مِنَ
المَاءِ.
- Nesaî'nin Ebû Eyyub (radıyallahu anh)'den kaydettiği bir
rivayette de Resulullah: "Su, sudan dolayıdır" buyurmuştur.[244]
Kaydedilen son üç rivayet guslün farz olması
için mutlaka inzal olma gereğini ifade etmektedir. Ancak bu hüküm kesinlikle
mensuhtur. Bu meselede ülemânın bil-icma kabul ettiği görüş, önceki hadislerde
ifade edilen hükümdür. Guslün gerekmesi için, erkek uzvunun baş kısmının
girmesi yeterlidir. Sadece Hişam İbnu Urve, A'meş, Süfyan İbnu U-yeyne ve
Dâvud-u Zâhirî'nin neshe kâil olmadıkları rivayet edilmiştir. Ashabtan
bazılarının da meni gelmediği takdirde cimadan dolayı yıkanma gerekmeyeceği
görüşü var ise de.. Bunların vefatından sonra guslün gerekeceği hususunda ümmet
arasında icma vâki olduğu belirtilir. Ebû Hanife, İmam Şâfiî, İmam Mâlik, Ahmed
İbnu Hanbel ve bunların tabileri arasında bu meselede ihtilaf yoktur.
Zâhirîlerden birçoğu da bu görüştedir.
ـ
وعن أبيّ بن
كعب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: إنَّمَا
كَانَ
المَاءُ مِنَ
المَاءِ
رُخْصَةً في
أوَّلِ
ا“سَْمِ ثُمَّ
نُهِىَ عَنْهَا،
وقالَ: إنَّما
المَاءُ مِنَ
المَاءِ في
احْتَِمِ.
- Übeyy İbnu Ka'b (radıyallahu anh) anlatıyor: "Su, sudan
gerekir" hükmü İslam'ın bidayetinde bir ruhsattı. Sonra bundan
nehyedildi." Übeyy ilaveten der ki: "Su, sudan gerekir" hükmü
ihtilâm hakkında muteberdir."[245]
ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: أنَّ
رسولَ اللّهِ
: سُئِلَ عَنِ
الرَّجُلِ
يَجِدُ الْبَلَلَ
وَلَمْ
يَذْكُرِ
احْتَِماً.
قالَ: يَغْتَسِلُ؛
وعَنِ
الرَّجُلِ
يَرَى أنْ
قَدِ احْتَلَمَ،
َ يَجِدُ
بَلًَ؟ قالَ
َغُسْلَ عَلَيْهِ.
قالَتْ أُمُّ
سُلَيْمٍ:
وَالمَرْأةُ
تَرَى ذلِكَ،
أعَلَيْهَا
غُسْلٌ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
النِّسَاءُ
شَقَائِقُ الرِّجَالِ.
- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah'a,
"bir kimse elbisesinde ıslaklık bulsa, ancak ihtilam olduğunu hatırlamasa
(yıkanması gerekir mi?)" diye sorulmuştu."Evet, yıkanmalıdır!"
diye cevap verdi. Sonra, ihtilam olduğunu görüp de, yaşlık göremeyen kimseden
soruldu:"Ona gusül gerekmez" dedi. Ümmü Süleym (radıyallahu anhâ)
sordu:"Bunu kadın görecek olursa, kadına gusül gerekir mi?"Buna
da:"Evet! kadınlar, erkeklerin emsalleridir!" diye cevap verdi."[246]
Yıkanmanın meni gelmesiyle vacib olacağını
tesbit eden rivayetlerden biri de budur. Kişi, çamaşırında meni yaşlığı bulacak
olsa ihtilam olduğunu hatırlamasa da
yıkanmalıdır. Rüyasında ihtilam olsa bile inzal vâki olmasa, yani çamaşırında
yaşlık bulamasa, ona da yıkanma gerekmemektedir. Şu halde guslün medârı,
meninin gelmesidir.
Kadınların ihtilâm olma durumlarında hüküm
erkeklerinki gibidir. Resulullah arada fark olmadığını "Kadınlar,
erkeklerin emsâlidir" diyerek ifade buyurmuştur. Şakîk aslında annebaba
bir kardeş demektir. Kelime lügat olarak شَقَّ dan gelir, yani bölünüp
ayrılmak, kopmak demektir. Hz. Havva, Hz. Âdem'in eğesinden yaratılmış olması
haysiyetiyle, kadın erkekten kopan bir parça gibi ifade edilmiştir.
ـ وعنها
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: أنَّ
أمَّ سُلَيْمٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها.
سَألَتْ
رسُولَ
اللّهِ
عَنِ
المَرْأةِ
تَرَى في مَنَامِهَا
مَا يَرَى
الرَّجُلُ،
هَلْ عَلَيْهَا
مِنْ غُسْلٍ؟
فقَالَ:
نَعَمْ، إذَا
رَأتِ
الَمَاءَ.
قالَتْ
عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها:
فَقُلْتُ
لَهَا:
تَرِبَتْ يَدَاكِ.
فقَالَ رسولُ
اللّهِ :
دَعِيهَا يَا
عَائِشَةُ،
وَهَلْ
يَكُونُ
الشَّبَهُ
إَّ مِنْ
قِبَلِ
ذلِكَ؟ إذَا
عََ مَاؤُهَا
مَاءَ الرَّجُلِ
أشْبَهَ
الْوَلَدُ
أخْوَالَهُ، وإذَا
عََ مَاءُ
الرَّجُلِ
مَاءَهَا
أشْبَهَ
الْوَلَدُ
أعْمَامَهُ.
- Yine Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ümmü Süleym
(radıyallahu anhâ)
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Rüyasında, erkeğin gördüğünü gören kadın hakkında sorarak, gusül
gerekip gerekmeyeceğini öğrenmek istedi. Aleyhissalâtu vesselâm:"Evet!,
suyu görürse!" cevabını verdi. Âişe (radıyallahu anhâ) [Ümmü Süleym'e
yönelip:]"Allah hayrını versin(neler söylüyorsun)?" diye ayıpladı.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) [Âişe'ye yönelerek]: "Ey Âişe, bırak
onu, (dilediğini sorsun!) Öyle olmasa (çocuklarda anne tarafına) benzerlik olur
mu? Kadının suyu erkeğin suyuna üstün gelirse, çocuk dayılarına benzer; erkeğin
suyu kadınınkine üstün gelirse, çocuk amcalarına benzer" buyurdular."
[247]
ـ
ولمسلم في
أخرى: أنَّ
مَاءَ
الرَّجُلِ
غَلِيظٌ أبْيَضُ،
وَمَاءَ
المَرْأةِ
رَقِيقٌ
أصْفَرُ. فَمَنْ
أيِّهِمَا
عََ أوْ
سَبَقَ
يَكُونُ الشَّبَهُ.
-Müslim'in bir diğer rivayetinde şu ziyade var: "...Erkeğin
suyu koyu ve beyazdır. Kadının suyu sarı ve akışkandır. Bunlardan hangisi üstün
olur veya öne geçerse benzerlik hâsıl olur." [248]
Bu hadis, Buhârî ve diğer kaynaklarda
muhtelif rivayetlerle gelmiştir. Hz. Enes'ten gelen bir rivayetinde Hz. Âişe,
Ümmü Süleym'e, "Allah hayrını versin
kadınları rezil rüsvay ettin"
diyerek müdahale etmiştir. Resulullah da: "Allah senin hayrını versin.." diye Hz. Âişe'ye müdahale etmiştir. Bazı vecihlerde bu soruyu kimin
sorduğu belirtilmez, "Bir kadın sordu" denilir. Bir rivayette, Ümmü
Süleym, mezkur soruyu sorduğunu belirttikten sonra, "bundan utandım"
der.
Kadınlar, zaman zaman meraklarını çeken
hacâletâver sorularını Resulullah'a sorabilmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm bu
meselelerde, kadınlara edeb çerçevesinde
cevap vermektedir. Resulullah'ın, dinlerini öğrenmede utanma duygusunun bir
engel teşkil etmemesi için çevresini bu
hususta serbest olmaya teşvik ettiğini daha önce belirttik.
Resulullah kadınların da ihtilam olduğunu
belirtmekte, onların menilerinin erkeğinkinden farklı olduğunu, çocukların anne
veya baba tarafına benzemesinin, -bazı rivayetlerde erkek veya kız oluşlarının-
bu menilerden birinin önce gelme veya üstün gelme gibi durumlarıyla alâkalı
olduğunu söylemektedir.
İslamiyette
farz kılınan gusül cenabetten, hayız ve nifastan temizlenmek için yapılan
yıkanmadır.
Hayvanlar dahi
çiftleştiklerin de yıkanırlar. Yıkanma imkanı bulmayan Eşekler vb. hayvanlar;
kendilerini toza, toprağa sürterek temizlemeye çalışırlar. Kuşlar vb.
hayvanlar; buldukları su birikintilerinde kendilerini çimdirirler.
Yüce dinimizin
bu maddi temizliği, maneviyatı oluşturmadaki ön aşamasıdır. Fıtri ahlakın ilahi
sırrı, günümüzde hala insanlar tarafında kabullenilmemiş ve anlaşılamamıştır.
Oysa inanmayanlar nereye kaçarlarsa kaçsınlar. Fıtrat, hiçbir zaman
insanoğlunun ensesinde inmez. Çünkü pisliğin ne imanı ne de dini vardır.
Temizliğin ise hem imanı hem de dini vardır. İşte bu iman Allah’a ve Resulüne
İman, dini ise yüce İslam’dır. Temizliğin anası su, babası ise yıkanmaktır.
Yani Gusüldür.
İslam dininde
ibadetler ya maddi manevi temizliğe götüren vesilelerdir. Zekat, bir bakıma
aşırı ve korkunç mal ihtirasından, cimrilik pisliğinden kalbi temizlenen ve
kula kendi rızasıyla hiçbir zorlama olmadan malından fedakarlık etme
alışkanlığı aşılayan bir Allah emridir. Temizlik, kişinin kendisine, temiz,
şık, güzel dedirtmek için değildir. Böyle göz boyayıcı temizlerin görünen
taraflarına bakınca hayran kalırsanız, elbiseleri ütülü ve parlak görünüşünden
yüzü çeşitli kremlerin ve bin bir sabunun yardımı ile tertemiz görünüşlüdür.
Fakat yanına sokulacak olursanız burun direklerinizi kıracak fena kokular
alırsınız, demek ki, bu temizlik hakikatte temiz olmak için değil temiz görünüp
başkalarını kandırmak içindir.
Boy abdesti
alan kul, adeta her an melekliğe doğru ilerlemesi gerekirken, meydana gelen
gerilemenin dönüşmesinden ötürü yüce Allah’tan özür dilemektir.
Arapça da “ĞSL” olan abdest: Farsça da isim olarak; ibadetlerden, bilhassa namazlardan
önce bazı uzuvları yıkayıp bazılarını da meshetmek suretiyle temizlenme
manasına gelir.
Yüce Allah
(cc) Kur’an-ı Kerim de:
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِذَا
قُمْتُمْ اِلَى
الصَّلوةِ
فَاغْسِلُوا
وُجُوهَكُمْ
وَاَيْدِيَكُمْ
اِلَى
الْمَرَافِقِ
وَامْسَحُوا
بِرُؤُسِكُمْ
وَاَرْجُلَكُمْ
اِلَى
الْكَعْبَيْنِ
“Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman
yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin
ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da.”[249]
ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رسولَ
اللّهِ
قالَ: أَ
أدُلُّكُمْ
عَلى مَا
يَمْحُو
اللّهُ بِهِ
الخَطَايَا،
وَيَرْفَعُ
بِهِ
الدَّرَجَاتِ؟
قالُوا: بَلى
يَا رَسولَ
اللّهِ. قالَ:
إسْبَاغُ
الوُضُوءِ
عَلى
المَكَارِهِ،
وَكَثْرَةُ
الخُطَا إلى
المَسَاجِدِ،
وَانْتِظَارُ
الصََّةِ
بَعْدَ
الصََّةِ، فذلكُمُ
الرِّبَاط،
فذلِكُمُ
الرِّبَاطُ،
فذلِكُمْ
الرِّبَاطُ.
-Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Alah'ın hataları
silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile
kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi?" "Evet ey Allah'ın Resûlü,
söyleyin!" dediler. Bunun üzerine saydı: "Zahmetine rağmen abdesti
tam almak. Mescide çok adım atmak. (Bir namazdan sonra diğer) Namazı beklemek.
İşte bu ribâttır, işte bu ribâttır, işte bu ribâttır." [250]
Ribât, lügat olarak nefsi hapsetmek manâsına gelir. Ancak, kendisini
cihada vermek suretiyle Allah yoluna hapsedenler için bu tabir kullanılır,
böyle kimselere murâbıt denir. Abdestini tam alıp namazlarını mescidde kılan ve
birini kılınca diğer namazın gelmesini bekleyen kimse de kendini ruhen, kalben
Allah yoluna bağlamış gibidir. Bir nevi murâbıttır.
Şüphesiz bu, sulh döneminde böyledir. Savaş, cihad sırasında mücâhid
olmak gerekir, onun yerini hiçbir şey tutmaz.
ـ
وعن عقبة بن
عامر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: كَانَتْ
عَلَيْنَا
رَعَايَةُ
ا“بِلِ، فَجَاءَتْ
نَوْبَتِى
أرْعَاهَا
فَرَوَّحْتُهَا
بِعَشِىٍّ،
فأدْرَكْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
قَائِماً
يُحَدِّثُ
النَّاسَ،
وَأدْرَكْتُ
مِنْ
قَوْلِهِ: مَا
مِنْ
مُسْلِمٍ
يَتَوَضّأُ
فَيُحْسِنُ
وُضُوءَهُ،
ثُمَّ
يَقُومُ فَيُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ
يُقْبِلُ
عَلَيْهِمَا
بِقَلْبِهِ
وَوَجْهِهِ
إَّ وَجَبَتْ
لَهُ
الجَنَّهُ،
فَقُلْتُ: مَا
أجْوَدَ هذَا
فإذَا
قَائِلٌ
يَقولُ
بَيْنَ
يَدَىَّ: الَّتِى
قَبْلَهَا
أجْوَدُ،
فَنَظَرْتُ
فإذَا هُوَ
عُمَرُ ابنُ
الخَطَّابِ،
فقَالَ: إنِّى
قَدْ رَأيْتُكَ
جِئْتَ
آنِفاً قالَ:
مَا مِنْكُمْ
مِنْ أحَدٍ
يَتَوضَّأُ
فَيُبْلِغُ
أوْ فَيَسْبِغَ
الْوُضُوءَ،
ثُمَّ
يَقُولُ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ لَهُ،
وَأشْهَدُ
أنَّ
مُحَمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولُ إَّ
فُتِّحَتْ
لَهُ
أبْوَابُ
الجَنَّةِ الثَّمَانِيَةُ
يَدْخُلُ
مِنْ أيِّهَا
شَاءَ.
-Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Üzerimizde develeri gütme işi vardı, (bunu sırayla yapıyorduk.) (Bir gün) gütme nöbeti
bana gelmişti. Günün sonunda develeri kıra ben çıkarıyordum. (Bir gün,
nöbetimden dönüşte) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim, ayakta halka
hitabediyordu. Söylediklerinden şu sözlere yetiştim: "Güzel abdest alıp,
sonra iki rekat namaz kılan ve namaza bütün ruhu ve benliği ile yönelen hiç
kimse yoktur ki kendisine cennet vâcib olmasın!"(Bunları işitince kendimi
tutamayıp): "Bu ne güzel!" dedim. (Bu sözüm üzerine) önümde duran
birisi:"Az önce söylediği daha da güzeldi!" dedi. (Bu da kim? diye)
baktım. Meğer Ömer İbnu'l-Hattâb'mış. O, sözüne devam etti:"Seni gördüm,
daha yeni geldin. Sen gelmezden önce şöyle demişti: "Sizden kim abdestini alır ve
bunu en güzel şekilde yapar, sonra da: "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve
eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûlühü. (Şehâdet ederimki Allah'tan başka
ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve
Resûlüdür)" derse, kendisine cennetin sekiz kapısı da açılır; hangisinden
isterse oradan cennete girer.
"Ebû Dâvud'un rivayetinde "abdesti güzel yaparsa..."
denmiştir.
Tirmizî'nin rivayetinde "...resûlühü (Allah'ın ...Resûlü)"
kelimesinden sonra "Allah'ım, beni tevbe edenlerden kıl, temizlenenlerden
kıl" duası da vardır.[251]
ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رسولَ
اللّه
قالَ: إذَا
تَوَضَّأ
الْعَبْدُ
المُسْلِمُ
أوِ
المُؤْمِنُ،
فَغَسَلَ
وَجْهَهُ
خَرَجَ مِنْ
وَجْهِهِ
كُلُّ خَطِيئةٍ
نَظَرَ
إلَيْهَا
بِعَيْنِهِ
مَعَ المَاءِ،
أوْ مَعَ
آخِرِ قَطْرِ
المَاءِ، وَإذَا
غَسَلَ
يَدَيْهِ
خَرَجَ مِنْ
يَدَيْهِ
كُلُّ
خَطِيئَةٍ
بَطَشَتْهَا
يَدَاهُ مَعَ
المَاءِ، أوْ
مَعَ آخِرِ
قَطْرِ
المَاءِ،
فإذَا غَسَلَ
رِجْلَيْهِ
خَرَجَتْ
كُلُّ
خَطِىئَةِ
مَشَتْهَا
رِجَْهُ مَعَ
المَاءِ، أوْ
مَعَ آخِرِ
قَطْرِ
المَاءِ
حَتَّى
يَخْرُجَ
نَقِيّاً
مِنَ
الذُّنُوبِ.
-Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Mü'min
-veya müslüman- bir kul abdest aldı mı yüzünü yıkayınca, gözüyle bakarak
işlediği bütün günahlar su ile -veya suyun son damlasıyla- yüzünden dökülür
iner. Ellerini yıkayınca elleriyle işlediği hatalar su ile birlikte- veya suyun
son damlasıyla- ellerinden dökülür iner. Ayaklarını yıkayınca da ayaklarıyla
giderek işlediği bütün günahları su ile- veya suyun son damlasıyla- dökülür
iner. (Öyle ki abdest tamamlanınca) günahlardan arınmış olarak tertemiz
çıkar." [252]
ـ وفي
رواية: ]أنَّ
عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
تَوَضّأ، ثم
قال: رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
تَوَضّأ
نَحْوَ
وُضُوئى هذا
ثُمَّ قال:
مَنْ تَوَضّأ هكذا
غُفِرَ له مَا
تَقَدّمَ مِنْ
ذَنْبِهِ
وَكَانَتْ
صََتُهُ
وَمَشْيُهُ
إلى
المَسْجِدِ
نَافِلَةً.
-Bir başka rivayette şöyle gelmiştir:
"Hz. Osman (radıyallahu anh) abdest aldı ve dedi ki:"Ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu benim abdestim gibi abdest aldığını, sonra da
şöyle söylediğini gördüm: "Kim bu şekilde abdest alırsa geçmiş günahları
affedilir, namazı ve mescide kadar yürümesi de nafile (ibadet) olur."[253]
ـ
وعن عمرو بن
عبسة السلمى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسولُ اللّهِ
: مَا
مِنْكُمْ
مِنْ رَجُلٍ
يُقَرِّبُ
وُضُوءَهُ
فَيَتَمَضْمَضُ
وَيَسْتَنْثِرُ
إَّ خَرَّتْ
خَطَايَاهُ
مِنْ
وَجْهِهِ
وَفِيهِ
وَخَيَاشِيمِهِ،
ثُمَّ إذَا
غَسَلَ
وَجْهَهُ
كَمَا
أمْرَهُ
اللّهُ إَّ
خَرَّتْ
خَطَايَا
وَجْهِهِ
مِنْ أطْرَافِ
لِحْيَتِهِ
مَعَ
المَاءِ،
ثُمَّ يَغْسِلُ
يَدَيْهِ إلى
المِرْفَقَيْنِ
إَّ خَرّتْ
خَطَايَا
يَدَيْهِ
مِنْ
أنَامِلِه
مَعَ المَاءِ،
ثُمَّ
يَمْسَحُ
رَأسَهُ إَّ
خَرَّتْ
خَطَايَا رَأسِهِ
مِنْ
أطْرَافِ
شَعَرِهِ
مَعَ المَاءِ،
ثُمَّ
يَغْسِلُ
رِجْلَيْهِ
إلى الْكَعْبَيْنِ
إَّ خَرَّتْ
خَطَايَا
رِجْلَيْهِ مِنْ
أنَامِلِهِ
مَعَ المَاءِ
فإنْ هُوَ قَامَ
فَصَلّى
فَحَمِدَ
اللّهَ
وَأثْنَى
عَلَيْهِ،
وَمَجَّدَهُ
بِالَّذِى
هُوَ لَهُ أهْلٌ،
وَفَرَّغَ قَلْبَهُ
للّهِ إَّ
انْصَرَفَ
مِنْ خَطِيئَتِهِ
كَيَوْمَ
وَلَدَتْهُ
أُمُّهُ.
-Amr İbnu Abese es-Sülemî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Sizden
kim abdest suyunu hazırlar, mazmaza ve
istinşakta bulunur (ağzına ve burnuna su
çeker) ve sümkürürse, mutlaka yüzünden,
ağzından, burnundan hataları dökülür. Sonra Allah'ın emrettiği şekilde yüzünü
yıkarsa, sakalın(ın bittiği mahallin) etrafından su ile birlikte yüzü ile
işlediği günahlar dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarını yıkayınca,
ellerinin günahları su ile birlikte parmak uçlarından dökülür gider. Sonra
başını meshedince, başının günahları saçın etrafından su ile birlikte akar
gider. Sonra topuklarına kadar ayaklarını yıkayınca, ayaklarının günahları,
parmak uçlarından su ile birlikte akar gider. Sonra kalkıp namaz kılar, Allah'a
hamd ve senâda bulunur. Ona layık şekilde tazimini gösterir ve kalbinden
Allah'tan başkasını(n korku ve muhabbetini) çıkarırsa, annesinden doğduğu
gündeki gibi bütün günahlarından arınır." [254]
ـ
وعن عبداللّه
الصنابحى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رَسولَ
اللّهِ
قالَ: إذَا
تَوَضّأ
الْعَبْدُ
المُؤْمِنُ
فَمَضْمَضَ
خَرََجَتْ
الخَطَايَا
مِنْ فيهِ،
فإذَا اسْتَنْثَرَ
خَرَجَتِ
الخَطَايَا
مِنْ أنْفِهِ،
فإذَا غَسَلَ
وَجْهَهُ
خَرَجَتْ
الخَطَايَا
مِنْ
وَجْهِهِ
حَتّى
تَخْرُجَ
مِنْ تَحْتِ
أشْفَارِ
عَيْنَيْهِ،
فإذَا غَسَلَ
يَدَيْهِ خَرَجَتِ
الخَطَايَا
مِنْ
يَدَيْهِ
حَتّى تَخْرُجَ
مِنْ تَحْتِ
أظْفَارِ
يَدَيْهِ، فإذَا
مَسَحَ
بِرَأسِهِ
خَرَجَتِ
الخَطَايَا
مِنْ رَأسِهِ
حَتّى
تَخْرُجَ
مِنْ أُذَنَيْهِ،
فَإذَا غَسَلَ
رِجْلَيْهِ
خَرَجَتِ
الخَطَايَا
مِنْ
رِجْلَيْهِ
حَتّى
تَخْرُجَ
مِنْ تَحْتِ أظْفَارِ
رِجْلَيْهِ،
ثُمَّ كَانَ
مَشْيُهُ إلى
المَسْجِدِ
وَصََتُهُ
نَافِلَةً لَهُ.
-Abdullah es-Sünâbihî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mü'min kul abdest aldıkta mazmaza yaptı mı (ağzını yıkadı mı) günahlar
ağzından çıkar. (Burnunu sümkürdü mü) günahlar burnundan çıkar, yüzünü yıkadı
mı günahlar göz kapaklarının altına varıncaya kadar yüzünden çıkar. Ellerini
yıkadı mı günahlar tırnak diplerine varıncaya kadar ellerinden çıkar. Başını
meshetti mi, günahlar kulaklarına varıncaya kadar başından çıkar. Ayaklarını
yıkadı mı, günahlar ayak tırnaklarının altına varıncaya kadar ayaklarından
çıkar. Sonra mescide kadar yürümesi ve kılacağı namaz nafile (bir ibadet)
olur." [255]
ـ وعن أبي
أمامة
الباهلى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سَمِعْتُ
عَمْرَو بنَ
عَبْسَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ:
قُلْتُ
لِرَسولِ اللّهِ كَيْفَ
الْوُضُوءُ؟
قالَ: أمَّا
الْوُضُوءُ،
فَإنَّكَ
إذَا
تَوَضَّأتَ
فَغَسَلْتَ
كَفَّيْكَ
فَأنْقَيْتَهَا،
وَغَسَلْتَ
وَجْهَكَ
وَيَدَيْكَ
إلى
المِرْفَقَيْنِ،
وَمَسَحْتَ
رَأسَكَ،
وَغَسَلْتَ
رِجْلَيْكَ
إلى الْكَعْبَيْنِ
اِغْتَسَلْتَ
مِنْ عَامَّةِ
خَطَايَاكَ،
فإنْ أنْتَ
وَضَعْتَ
وَجْهَكَ
للّهِ عَزَّ
َجَلَّ
خَرَجْتَ
مِنْ خَطَايَاكَ
كَيَوْمَوَلَدَتْكَ
أُمُّكَ. قالَ
أبُو
أُمَامَةَ:
فَقُلْتُ يَا
عَمْرُو بنُ
عَبْسَةَ:
انْظُرْ مَا
تَقُولُ:
أكُلُّ هذَا
يُعْطى في
مَجْلِس
وَاحدٍ؟
فقَالَ: أمَا
واللّهِ
لَقَدْ
كَبُرَتْ سِنِّى،
ودَنَا
أجَلِى،
وَمَا بِى
مِنْ فَقْرٍ
فَأكْذبَ
عَلى رسولِ
اللّهِ
وَلَقَدْ
سَمِعَتْهُ
أُذُنَاىَ
وَوَعَاهُ
قلبى مِنْ
رسولِ اللّهِ
.
- Ebû Ümâme el-Bâhilî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Amr İbnu Abese (radıyallahu anh)'ı dinledim, diyor ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Abdest nasıl alınır?"
diye sordum. Şöyle açıkladı:"Abdest mi? Abdest alınca şöyle yaparsın: Önce
iki avucunu tertemiz yıkarsın. Sonra yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini
yıkarsın. Başını meshedersin, sonra da topuklarına kadar ayaklarını yıkarsın.
(Bunları tamamladın mı) bütün günahlarından arınmış olursun. Bir de yüzünü Aziz
ve Celil olan Allah için (secdeye) koyarsan, anandan doğduğun gün gibi,
hatalarından çıkmış olursun."Ebû Ümâme der ki: "Ey Amr İbnu Abese
dedim, ne söylediğine dikkat et! Bu
söylediklerinin hepsi bir defasında veriliyor mu?""Vallahi dedi, bilesin
ki artık yaşım ilerledi, ecelim yaklaştı. (Allah'tan ölümden çok korkar bir
haldeyim), ne ihtiyacım var ki, Allah Resûlü hakkında yalan söyleyeyim!
Andolsun söylediklerim, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan kulaklarımın
işitip, hafızamın da zabtettiklerinden
başkası değildir." [256]
Ebû Ümame anlatıyor: "Amr İbnu Abese es-Sülemî şunu anlattı: "Ben
cahiliye devrinde bütün insanların
dalâlette olduğunu ve asla doğru yolda olmadıklarını biliyordum. Zira insanlar
putlara taparlardı. Derken işittim ki, Mekke'de bir zat çıkmış, bazı haberlerde
bulunuyormuş. Derhal deveme atlayıp O'na geldim. Bir de gördüm ki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) gizlenmiş, (henüz açıktan tebliğde bulunmuyor). Kavmi
de O'nun aleyhinde pek cür'etkâr. Bunun üzerine O'na acıyıp Mekke'de yanına
gittim.
Kendisine:
-"Sen nesin?" dedim.
-"Ben peygamberim!" diye cevap verdi.
Ben tekrar sordum:
-"Peygamber ne demektir?"
-"Beni Allah gönderdi!"
dedi.
Kendisine:
-"Peki seni ne ile gönderdi?" dedim.
-"Beni sıla-i rahm ile, putları kırmakla, Allah'ı bir bilip hiçbir
ortak koşmamakla gönderdi" dedi.
Ben tekrar:
-"Bu işte seninle olan kimler var?" dedim.
"Bir hür ve bir köle!" cevabını verdi.
O gün için, iman edenlerden Resûlullah'la beraber olanlar Hz. Ebû Bekr
ve Hz. Bilâl idi, (radıyallahu anhümâ)."Sana ben de uyuyorum!" dedim.
Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm):
-"Bugün için söylediğini yapamazsın. Halimi ve insanların halini
görmüyor musun? Fakat şimdilik ailene dön. Benim ortaya çıktığımı işittin mi
bana gel" buyurdular.
Ben de aileme döndüm. Resûlullah Medine'ye geldiğinde ben hâlâ ailemde idim. Ben ondan
haberler soruyor (gelişmeleri takip ediyordum). Medine'ye gelince de halka
sormuştum. Derken, o sıralarda Yesrib ahalisinden bir grup Medineli yanıma geldi.
-"Medine'ye gelmiş olan şu adam ne yaptı?" diye sordum.
-"İnsanlar süratle ona koşuyor. Kendi kavmi O'nu öldürmek istedi,
ancak bunda muvaffak olamadılar" diye cevap verdiler.
Kalkıp Medine'ye geldim, doğru huzuruna çıktım.
-"Ey Allah'ın Resûlü dedim, beni hatırladınız mı?"
-"Evet! Sen bana Mekke'de gelen zât değil misin!" buyurdular.
Ben:
-"Evet!" deyip sözlerime devamla:
-"Ey Allah'ın Resûlü! Allah'ın sana öğrettiği ve benim meçhulüm olan şeylerden
haber ver, bana meselâ namazdan bahset!" dedim. Şu açıklamayı lütfettiler:
-"Sabah namazını kıl, sonra güneş doğup yükselinceye kadar
namazdan uzak dur. Zira güneş bu doğma anında şeytanın iki boynuzu arasında
doğar ve bu esnada kâfirler ona secde ederler. Sonra gölge mızrağa ağıncaya kadar
namaz kıl. Zira namaz meşhuddur (melekler şâhid olurlar), mahzurdur (melekler
kılınırken hazır bulunurlar). Sonra tekrar namaz kılmaktan vazgeç, zira bu
sırada cehennem kaynatılır. Gölge öne geçti mi tekrar namaz kıl, zira namaz
meşhuddur, mahzurdur. Onu ikindiyi kılıncaya kadar kılmaya devam et. Sonra
tekrar güneş batıncaya kadar namaz kılmaktan vazgeç, zira güneş şeytanın iki
boynuzu arasından batar ve bu sırada kâfirler ona secde ederler!"
Ben tekrar:
-"Ey Allah'ın Resûlü! Ya abdest? Bana ondanda açıklamada
bulunsanız!" dedim.
Aleyhissalâtu vesselâm buyurdular:
-“Sizden kim abdest suyunu hazırlar...”[257]
ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: أنَّ
رسولَ
اللّهِ
قالَ: مَنْ
تَوَضّأ عَلى
طُهْرِ
كَتَبَ
اللّهُ لَهُ
بِهِ عَشْرَ
حَسَنَاتٍ.
-İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim abdestli
olduğu halde abdest tazelerse, Allah bu sebeple kendisine on (misli) sevab
yazar."[258]
Burada, abdestli olduğu halde abdest almak kastediliyor. Böylece
Resûlullah daima abdestli bulunmaya teşvik etmiş olmaktadır. On sevabtan
maksad, abdest almanın sevabının on katıdır.
On misli sevab asgari miktardır. Kur'an'da sevabın yediyüz misli,
otuzbin misli ve hatta hesapsız misli de vaadedilmiştir.
Abdest üzerine abdestin, israf olmaması için önceki abdestle bir namaz
kılınmış veya meclis değişmiş olmalıdır. Buna riâyet edilmezse abdest üzerine
abdest israf olacağından mekruh
addedilmiştir. Abdest üzerine abdesti, nûrun ala nûr diye tavsif eden rivayetin
merfû (Resûlullah'ın sözü) olmadığı belirtilmiştir.
Abdest, su ile yapılan, yüzü, kolları, ayakları yıkamak ve
başı da mesh etmekten ibaret olan özel bir temizliktir.Abdestin maddî - mânevî
birçok faydaları vardır. Günde en az 5 sefer abdest alan bir Müslüman,
temizliği îtiyad hâline getirmiş olur ki, bu, onu hastalığa sebeb olacak
hallerden korur, mikroplardan arındırır. Bu, abdestin maddî faydasıdır.
Abdestin mânevî faydaları da pek çoktur.
Abdest, aynı zamanda yüze nur, kalbe sürurdur. Küçük
günahların afvına bir vesiledir.Abdest, mü'minin mânevî silâhıdır. Onunla
kendini kötü his ve arzulardan korur. Zihnine hücum eden vesvese ve menfî
fikirlerin tesirinden kurtulur. Yeter ki, her vakit abdestli olmaya dikkat
etsin.
Abdestli kimseler, çoğu zaman habis ve şerli varlıkların
şerrinden abdestleri hürmetine kurtulur, kötülüklerinden uzak kalırlar.
Müslümanların abdest âzalarının mahşerde ayın on dördü gibi
parlak ve beyaz, yüzlerinin nurlu olacağı, yine hadîs-i şerîflerle sâbittir.
Bu, diğer ümmetlere verilmeyen bir hususiyettir.
İslam,
Allah’ın huzuruna çıkmadan önce vücudun belli azalarının yıkanmasını (abdest
almayı) emretmiştir. Buradaki ilahi maksat sadece bu muayyen azaları görünen
kir ve tozlardan temizlemek değil, bu maddi temizliğin yanında bu azaları
onları vasıta ederek yapılan günahlardan manevi ve görünmez kir ve lekelerinden
tövbe ve istiğfar suyu kullanarak temizlemektedir.
Arapça da isim
olan “LİBAS”; libaslar, elbiseler, giyecekler manasına gelir.
Elbise
kelimesinin fiili olan “örtmek”; üstüne bir şey çekerek koyarak görünmez kılmak setretmek,
kaplamak, sarmak, bürümek. Gizlemek saklamak, kusurlarını örtmek manalarına
gelir.Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim de:
لاَ
تَقُمْ فِيهِ
اَبَدًا
لَمَسْجِدٌ
اُسِّسَ
عَلَى التَّقْوَى
مِنْ اَوَّلِ
يَوْمٍ
اَحَقُّ اَنْ
تَقُومَ
فِيهِ فِيهِ
رِجَالٌ
يُحِبُّونَ
اَنْ
يَتَطَهَّرُوا وَاللهُ
يُحِبُّ
الْمُطَّهِّرِينَ
“Onun
içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi)
içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar
vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.”[259]
Kur’an’da iç
ve dış temizliği yönünden arınanların Allah tarafından sevildiği açıklanıyor ve
böyle bir temizliğe devam edilmesi emrediliyor. Ayrıca İslam temizliği, bir
manevi, diğeri maddi olmak üzere iki kısımda ele alıp değerlenmiştir. Nasıl
dünya ahireti, ahiret de dünyayı tamamlıyor ve biri olmadan diğerinin hikmeti
kalkıyorsa, onun gibi, beden temizliği ruh arınmasını, ruhi temizlik beden
arınmasını, beden temizliği ruhi arınmasını tamamlar. Birini bırakıp sadece
diğerini yerine getirmek, dengeli bir temizlik sayılmaz. Kur’an-ı Kerimin ilk
inen hükümleri içerisinde; elbise temizliğiyle ilgili hükümde vardır:
يَآاَيُّهَا
الْمُدَّثِّرُ قُمْ
فَاَنْذِرْ وَرَبَّكَ
فَكَبِّرْ
وَثِيَابَكَ
فَطَهِّرْ
“Ey örtüye bürünen. Kalk
ve uyar. Rabb-ini tekbir et (yücelt).
Elbiseni de temizle.”[260]
ـ عن
معاوية
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّهُ سَألَ
أُخْتَهُ
أُمَّ
حَبِيبَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها
زَوْجَ النَّبىِّ
: هَلْ كَانَ
رسولُ اللّهِ
يُصَلِّى في
الثَّوْبِ
الَّذِى كانَ
يُجَامِعُهَا
فِيهِ؟
فقَالَتْ:
نَعَمْ،
مَالَمْ يَرَ
فِيهِ أَذىً.
- Hz. Mu'âviye (radıyallâhu anh)'nin dediğine göre, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâkleri Ümmü Habîbe'ye -ki kızkardeşidir-
sormuştur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), içerisinde kendisiyle
temasta bulunduğu elbise sırtında olduğu halde namaz kılar mıydı?" Ümmü
Habîbe (radıyallâhu anhâ) şu cevabı vermiştir:"Evet, yeter ki elbisede bir
ezâ (meni bulaşığı) görmemiş olsun." [261]
ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
كانَ رسولُ
اللّهِ
َ يُصَلِّى
في مََحِفِنَا.
- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bizim (kadınların) çamaşırları
içerisinde namaz kılmazdı." [262]
Burada Hz. Peygamber (a.s)'ın kadın çamaşırı içerisinde namaz kılmadığı
belirtiliyor. Kadın çamaşırı diye tercüme ettiğimiz melâhif kelimesi
rivayetlerde luhuf diye de gelmiştir. Bir rivayette şuur kelimesiyle beraber
gelir, yani râvi şuur mu derdi luhuf mu derdi şekke düşer. Luhuf,
"lihâf"ın cem'idir. Lihâf, milhafe, milhaf vücudu örten, vücuda
giyilen her şey olarak açıklanır. Şuur ise "şiâr"ın cemidir. Bu ise
vücuda giyilen ilk çamaşırdır. Öyle ise lihâf da şiâr da aynı manâda yani iç
çamaşırı manasında kullanılmış olmalıdır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) rivayete göre namazda kadınların iç
çamaşırlarını kullanmaktan sakınmıştır. Kadının iç çamaşırına hayız kanı
bulaşmış olma ihtimaline binaen. Namazda bütün giysilerin temiz olması şarttır.
Halbuki kan bulaşığı temizliğe mânidir.
ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
إنَّهُ كانَ
يَعْرَقُ في
الثَّوْبِ،
وَهُوَ جُنُبٌ
ثُمَّ
يُصَلِّى
فِيهِ.
- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'in
anlattığına göre, cünübken içinde terlediği elbise sırtında olduğu halde namaz kılardı."
[263]
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) burada cünüb kimsenin temiz olduğunu
ifade etmektedir. Terin temizliğine hükmetmeye ulemayı sevkeden delillerden
biri, ehl-i kitap olan kadınla müslümanların evlenmelerinin caiz olmasıdır.
Kadınların terinden onlarla beraber yatan kimse korunamaz. Eğer ehl-i kitap
kadının teri necis olsaydı, kocasına namaz kılabilmesi için bu teri yıkaması
emredilirdi. Halbuki bu meselede mü'min kadınla ehl-i kitap kadın arasında
tefrik yapılmamıştır. Öyle ise diri olan insanoğlu necîsu'l-ayn değildir.
Çünkü, kadınla erkek arasında fark yoktur.
ـ وعن أبى
سعيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: بَيْنَمَا
رَسولُ
اللّهِ
يُصَلِّى
بِأصْحَابِهِ
إذْ خَلَعَ
نَعْلَيْهِ
فَوَضَعَهُمَا
عَنْ
يَسَارِهِ،
فَلَمَّا
رَأى ذلِكَ
الْقَوْمُ
ألْقَوْا
نِعَالَهُمْ،
فَلَمَّا
قَضى رسولُ
اللّهِ
صََتَهُ
قالَ: مَا
حَمَلَكُمْ
عَلى
إلْقَائِكُمْ
نِعَالَكُمْ.
قالُوا:
رَأيْنَاكَ
ألْقَيْتَ
نَعْلَيْكَ
فَألْقَيْنَا
نِعَالَنَا،
فقَالَ: إنَّ
جِبْرِيلَ
عَلَيْهِ
السََّمُ أتَانِى
فَأخْبَرَنِى
أنَّ
فِيهِمَا
قَذَراً أوْ
أذىً، فإذَا جَاءَ
أحدكمْ إلى
المَسْجِدِ
فَلْيَنْظُرْ،
فإنْ رَأى في
نَعْلَيْهِ
قَذَراً، أوْ
قالَ أذىً
فَليَمْسَحْهُ
وَلْيُصَلِّ
فِيهِمَا.
Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ashâbiyle namaz kılarken âniden nalınlarını çıkarıp sol tarafına
koydu.
Bunu
gören cemaat de derhal nalınlarını attılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
namazı tamamlayınca: "Nalınlarınızı niye attınız?" diye sordu. "Seni
nalınlarını atarken gördük, biz de kendi nalınlarımızı attık!" cevabını
verdiler."Cebrâil (aleyhisselâm) bana gelip pislik olduğunu haber verdi
(onun için attım). Öyleyse sizler mescide gelirken dikkat edin, nalınlarınızda
bir pislik (kazurat) -veya ezâ demişti- görürseniz onu silin; o, ayağınızda
olduğu halde namazınızı kılın." [264]
Râvi burada kazr
kelimesi ile ezâ kelimesini şek içinde kullanır. Kazr dilimizde kazurat olarak
kullandığımız pislik demektir. Ezâ aslında temiz bile olsa pis addedilen,
istikrah duyulan şeydir. Ezâ'nın daha değişik manâları, daha geniş kullanım
sahaları vardır.
Hadis ayrıca
ayakkabıda gözle görülen necâsetin silinip atılmasıyla ayakkabıyla namaz
kılınabilecek tahâretin hâsıl olduğuna delâlet eder.
Bir kimse
elbisesinde necâset olduğunu farketmeden namaz kılıp sonra farkedecek olsa,
namazı sahihtir, iade gerekmez.
Resûlullah'ın
sözlerine uymak vacib olduğu gibi fiillerine uymak da vâcibtir. Zîra Ashâb,
O'nun ayakkabısını çıkardığını görünce derhal ayakkabılarını çıkarıp
atmışlardır.
Bir kimse tek başına
namaz kılınca ayakkabısını çıkarırsa sol tarafına koymalıdır. Safta
başkalarıyla namaz kılar, sağında solunda adamlar bulunursa ayakkabısını
bacaklarının arasına koyar.
Kibarlığın
ölçüsü olan elbise, insanın ilk göz kamaştırıcı yönüdür. Etkilemek ve göz
kamaştırmak her ne kadar renklerin etkisi varsa da; asıl olan renklerin tonu
değil, temizliğin latifliğidir. Çünkü renkler değişkendir. Fakat temizlik ise
kalıcıdır. Gözler, renklerin değişikliğine tahammül ederler. Fakat burun, kirin
kokusuna tahammül edemez. Bir çok hastalıklar renksizlikten dolayı değil de, kirlilikten
dolayı oluşur ve bulaşır.
İslam dini,
bir avuç içi kadar da olsa elbisesinde kir (necaset) bulunan kimsenin ilahi
divana çıkmasına müsaade etmediği gibi, kendini temiz hissetmeyen bir kimsenin
abdestini tazelemeden namaz kılmamasını emir buyurmuştur..Yüce Allah (cc)
Kur’an-ı Kerim de:
يَابَنِى
اَدَمَ قَدْ
اَنْزَلْنَا
عَلَيْكُمْ
لِبَاسًا
يُوَارِى
سَوْاَتِكُمْ
وَرِيشًا
وَلِبَاسُ
التَّقْوَى
ذَلِكَ خَيْرٌ
ذَلِكَ مِنْ
اَيَاتِ
اللهِ
لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
“Ey Adem oğulları! Size ayıp yerlerinizi
örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha
hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye
onları indirdi).” [265]
Sonuç olarak,
insanoğlunun asıl örtüsü olan takva temiz olursa, bedeni elbiselerde bu inanç
doğrultusunda temiz tutulur. Kalbi paslı, vicdanı kirli olanların ahlaki
davranışları da bozuk olur. Çünkü kalbi lekelenen ve vicdanı darbe yiyen bir
insanın, dış yönü de yani elbisesi de kirli olacaktır. Efendimiz (a.s) nasıl
elbise giyileceğini şöyle tarif ediyor:
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
بَيْنَمَا
رَجُلٌ يَمْشِِى
في حُلُةٍ
تُعْجِبُهُ
نَفْسُهُ
مَرَجِّلٌ
رَأسَهُ،
يَخْتَالُ في
مِشْيَتِهِ
إذْ خُسِفَ
بِهِ في
ا‘رْضِ فَهُوَ
يَتَجَلْجَلُ
فيهَا الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ.
Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Bir adam, nefsinin hoşuna giden
bir takım elbise içinde saçları da yapılmış olarak giderken yürüme sırasında kibre düşmüştü ki, birden
yere battı. Kıyamet kopuncaya kadar orada zorlukla batmaya devam edecek."[266]
Bu hadisi
şerifte, kibirli elbise giyenin durumu ifade edilirken, aşağıdaki hadis ise
kibarlığı anlatmaktadır. Zira kibir ile kibarlık ayrı şeylerdir.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَجًُ
جَمِيً أتَى
النَّبِيَّ #
فقَالَ: إنِّي
أُحِبُّ
الْجَمَالَ؛
وَقَدْ
أُعْطِيتُ مِنْهُ
مَا تَرَى،
حَتّى مَا
أُحِبُّ أنْ
يَفُوقَنِي
أحَدٌ
بِشِرَاكِ
نَعْلٍ،
أفَمِنَ الْكِبْرِ
ذلِكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟ قَالَ:
َ؛ وَلَكِنِ
الْكِبْرُ
مَنْ بَطَرَ
الْحَقَّ
وَغَمَطَ
النَّاسَ.
Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Yakışıklı bir adam Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek: "Ben güzelliği seviyorum. Gördüğünüz gibi bana
güzellik de verilmiş. Kimsenin beni, ayakkabı bağı bile olsa bu hususta
geçmesinden hoşlanmıyorum. Ey Allah'ın Resulü! Bu (haram olan) kibre girer
mi?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:"Hayır! buyurdular. Ancak
kibr, hakkı ibtal, halkı tahkirdir!"[267]
Temizlik kibir
değildir. Bilakis kibarlıktır. Kişinin giydiği elbisenin hem türü, hem de
temizliği kibir ve kibarlığını ortaya çıkaran ve dışa yansıyan aynasıdır. Aynı
zamanda kişinin sahip olduğu ahlaki modelini ortaya çıkarır. Psikologlar,
insanların giyiniş tarzlarından onların sahip oldukları ahlaki anlayışlarını
rahatlıkla tespit ederler. Çünkü zevk ve renk tercihi, hem akıl seviyesini, hem
de ahlaki olguyu belirler.
İnsanın Rabbiyle münasebetinde
asıl olan manadır, özdür, ruhtur. Fakat onları taşıyan lafızlardır,
şekillerdir, kalıplardır. Bundan dolayı mutlaka o lafızlara, kalıplara dikkat
edilmeli. Esas alınan manayı, mazmunu o kalıpların taşıması lazım. Dolayısıyla
kalıp ve şekillerin hiçbir manası yok denilemez. Zâhirî ahkam onlara bina
edilir. Ne var ki, namaz vardır namazdan içeri, oruç vardır oruçtan içeri. Onun
için buyurulur ki
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Mü'minler kurtuldu."[268] İsm-i mevsûlün sılası اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ şeklinde geliyor. Yani "Onlar, her zaman namazlarında huşû
içindedirler." "Hüm yusallûn - Onlar
namaz kılarlar" demiyor.
Sebata ve devama işaret eden bir kalıp kullanılıyor. Yani buyuruluyor ki; ne
zaman olursa olsun namazda haşyet yaşayanlardır; huşû arayanlardır kurtulanlar.
Bir insanın sadece namazına
bakarak onun namazda huşû arayan biri olup olmadığını biz belirleyemeyiz. Bu,
insanın vicdanı ile Allah arasındadır. Dolayısıyla biz kendimizi hüsnü zan
etmeye zorlarız. Ama bazı kimseler namazlarında, oruçlarında öyle
dikkatsizdirler ve iffetleri mevzuunda çarşıda pazarda öyle sulu hareket
ederler ki; insan ne kadar hüsnü zan ederse etsin, şahit olduğu hareket
hakkında olumlu düşünceyi İslami çerçevede bir yere koyamaz. Mesela; hemen
tekbir alır, sen daha Fâtiha'nın yarısına gelmeden rükua varır.
Burada kendini ne kadar zorlarsan
zorla ona namaz kıldı diyemezsin. Mesela, rükuda hakkını vere vere, kelimeleri
güzelce telaffuz ederek bazı fukahaya göre bir kere "Sübhâne rabbiyel azîm" demeli. Çok hızlı söylüyorsa manası yoktur onun. Bazı
fukahaya göre ise onu en az üç defa söylemeli. Onun için rükuda ve secdede
lâakal üç defa yavaş yavaş, kelimeleri tam telaffuz ederek bu tesbihi
söylemeliyiz. Daha az söylüyorsak başkalarını hüsnü zanlarında zorlamış oluruz.
Böylece bazı kalıplar, bizim onunla eda etmeye çalıştığımız mana, muhteva ve
mazmunu taşıyıcı olmaz. Dolayısıyla hakkımızda hüsnü zan edenler vehme ve
kuruntuya hüsnü zan etmiş olur.
Çok kimselerin hızlı hızlı
okuduğu Fâtiha Kur'an değildir. Çünkü Kur'an öyle inmemiştir. Böyle alelacele
okunan Fâtiha ile kılınan namaz namaz değildir. Bir nefeste, o nefes bitmeden
sureyi sona erdirme telaşıyla, soluğun tıkandığı yerde hızlıca ve can havliyle
alınan ara nefeslerle okunan Kuran'la kıraat farzı yerine gelmiş olmaz.
Lafızlar manaların kalıbıdır ama kalıp manaya uygun olması lazım. Bast-ı zaman
olabilir o ayrı. Birisi demişti ki; "Hakkını vere vere okuyarak beş
dakikada kırk veya doksan rekat kıldım." Âdet-i ilahi açısından bu her
zaman olmaz. Bir kere müyesser olan da caka yapıyorum diye onu söylerse bir
daha ona da müyesser olmaz.
Namazın İnkişafı
Bir de namazın ruhu, manası hemen
inkişaf etmeyebilir. Kendisinde namazın ruhu inkişaf eden bir insan en tatlı
bir işle meşgulken fırlayıp namaza durmak ister ve namazdan zevk alır. Her
zaman olmasa bile çok defa der ki. Keşke dünya hiç bitmese ve ben hep ayakta
dursam böyle. Ama bunun inkişaf etmesi için insana bazen yirmi, bazen otuz,
bazen kırk sene lazımdır. Kırk sene kemerbeste-i ubudiyet içinde o kapıda
durursun ve namaz ancak o zaman inkişaf eder. Namazın mahiyeti inkişaf ederse
ne olur: sen o zamana kadar hep bir altın namaz damarını aramak için madende
toz-toprak içinde dolaşmıştın, fakat ısrar ettin. Bu damardan oraya gidiliyor
dedin. ve birgün kendini o hazine içinde buldun. O ana kadar o çalışmaların
hepsi altın olur mu olmaz mı?
Aynen öyle de bu hususta
gereğince ısrarlı olsan ve sabretsen, namazın mana peçesinin senin içinde
açılmasını beklesen, sonunda sana deseler ki "cennette sofralar
hazırlanmış"; sen, "Namazımı kılayım ondan sonra. Namazımı feda
edemem ben" diyecek hale gelirsin. Azrail aleyhisselam gelse "Müsâde
edersen vakti giren namazımı kılayım, kaçmasın. Ondan sonra ne yapıyorsan
yap" dersin. Öyle bir ruh haleti hasıl olur ki; ölecek bile olsan namazını
eda etmeye çalışırsın. Namazlaşırsın artık. Hz. Hubeyb'in şehid edilmeden önce
bütün teklifleri geri çevirip sadece namaz kılmak istemesini de bu şekilde
anlayabiliriz; artık namaz onun ruhuna mal olmuştur.
Şeytanın Namaz Hırsızlığı
Namazda sağa sola bakmaya
şeytanın namazdan hırsızlaması denilir. Yani; o, namazı tamamen çalamıyor da
ondan bir kısmı hırsızlıyor. Erkânı çalamıyor. Son kozunu nazarları çalma ile
kullanıyor. "Sağa baktırabilir miyim, sola baktırabilir miyim" diye
çabalıyor.
Desen ki "Ben üç metrelik
mekanda atımı bir koşturdum, bir koşturdum neredeyse çatlayacaktı!". Yapma
yâhû! Üç metrelik yerde at koşturulmaz. Şimdi namazı öyle hareketlerle eda ediyorsun
ve diyorsun ki "Bunun içine huşuu sıkıştırdım, huduu sıkıştırdım."
Yapma yâhû! Bu hareketlerin içine huşû, hudû sıkışmaz.
Namazdan hiçbir şey çaldırmamak
lazım. O bir emanettir. Şeytan ne bakmadan çalsın, ne yatmadan kalkmadan
çalsın, ne şundan ne de bundan. Tam tekmil namaz emanetinin emini insanlar
olarak; hakikat-ı namaz misalî mahiyetiyle neden ibaretse ona uygun şekilde
namazı edâ etmeli. Mesela, namazı ebedi yolculukta refik olacak, gökçek yüzlü,
boyu posu, edası endamıyla hiçbir tarafı tenkit edilemeyecek uhrevi bir misalî
vücuda sahip görüyorum.
Şimdi bir yerde şeytanın
hırsızlığına mani olamazsanız, o onun bir kulağına vurur, bir burnuna vurur,
bir dudağına vurur. Bir yandan kolunu götürür, bir yandan ayağını... o hale
getirir ki onun misâlî vücudu ahirette size ne der bilemiyorum. Mutlaka
diyeceği şeyler vardır. "Allah hayrınızı versin beni zayi ettiniz" mi
der, "beni berbat ettiniz" mi der, bir şey der mutlaka. Fakat orada
rahatsızlık yaşamamak için sizin burada namaza rahatsızlık vermemeniz ve hırsız
elinin ona uzanmasına mani olmanız gerekir. Hiçbir yerinden bir şey
çalınmamalı. Bütün kalbiniz, hissiyatınız ve letâifinizle Allah'a müteveccih
olmalısınız. Mebdedekilerin o meseleyi duyarak yapması zor. Yalan olur
"duydum" derse. Fakat Allah bir gün o kapıyı aralar. Hele siz
dişinizi sıkın; en önemli, en müsait vaktinizi ona verin ve zorlayın kendinizi.
İnşaallah, bir gün gelir onu güzel edâ etme imkanı doğar.
İhtimal, hâkikat-ı salata ulaşmak
için bazıları her gece bin rekat namaz kılıyordu. Gerçekten namaz kılan
insanlar gördüm. Bir kaç yüz rekat kılan çoktu, sayılamayacak kadar. Bu millet
namaz kılmayı unuttu. Camiler şekillere bağlı kaldı. O halılar gözyaşına
hasrettir şimdi. Seccadeler temiz alınlara hasrettir...
Namaz ibadetin kalbidir. Namazın
her rüknünün kendine göre bir kıymeti vardır. Ama onun en kıymetli parçası
alnın yere konması halidir, secdedir. Efendimiz (a.s):
ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
يَقُولُ:
أرَأيْتُمْ
لَوْ أنَّ
نَهْراً
بِبَابِ أحَدِكُمْ
يَغْتَسلُ
فِيهِ كُلَّ
يَوْمٍ خَمْسَ
مَرَّاتٍ مَا
تَقُولُونَ
يُبْقِى ذلِكَ
مِنْ
دَرَنِهِ
شَيْئاً؟
قالُوا: َ
يُبْقِى ذلِكَ
مِنْ
دَرَنِهِ
شَيْئاً.
قالَ: فذلِكَ
مَثَلُ
الصَّلَواتِ
الخَمْس،
يَمْحُوا اللّهُ
بِهَا
الخَطَايَا.
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim:"Sizden birinizin
kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde hergün beş kere yıkansa, acaba
üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?""Bu hal, dediler, onun
kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!" Aleyhissalâtu vesselâm:"İşte bu,
beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler"
buyurdu."[269]
ـ وعن سعد
بن أبى وقاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: كَانَ
رَجَُنِ
أَخَوَانِ
فَهَلَكَ
أحَدُهُمَا
قَبْلَ
صَاحِبهِ
بِأرْبَعِينَ
لَيْلَةً
فَذُكِرَتْ
فَضِيلَةُ
ا‘وَّلِ
مِنْهُمَا
عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ ، فقَالَ
النَّبىُّ :
ألَمْ يَكُنِ
اخَرُ
مُسْلِماً؟
قالوا: بَلَى،
وَكانَ َ
بَأسَ بِهِ،
فقَالَ :
وَمَا
يُدْرِيكُمْ
مَا بَلَغَتْ
بِهِ صََتُهُ
بَعْدَهُ،
إنَّمَا
مَثَلُ
الصََّةِ كَمَثَلِ
نَهْرٍ
عَذْبٍ
غَمْرٍ
بِبَابِ
أحَدِكُمْ يَقْتَحِمُ
فِيهِ كُلَّ
يَوْمٍ
خَمْسَ مَرَّاتٍ،
فَمَا
تَرَوْنَ
ذلِكَ
يُبْقِى مِنْ دَرَنِهِ،
فإنَّكُمْ َ
تَدْرُونَ
مَا بَلَغَتْ
بِهِ صََتُهُ.
Sa'd
İbnu Ebî Vakkas (radıyallâhu anh) anlatıyor: "İki erkek kardeş vardı.
Bunlardan biri öbür kardeşinden kırk gün kadar önce vefat etti. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında bunlardan birincinin faziletleri
zikredildi. Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm): "Diğeri
müslüman değil miydi?" diye sordu."Evet, müslümandı ve fena da
değildi!" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: "Öldükten sonra, namazının
ona ne kazandırdığını biliyor musunuz? Namazın misali, sizden birinin kapısının
önünde akan ve her gün içine beş kere girip yıkandığı suyu bol ve tatlı bir
nehir gibidir. Bu (nehrin) onun üzerinde kir bıraktığını göremezsiniz. Öyleyse,
siz ona namazının neler ulaştırdığını bilemezsiniz."[270]
Hadiste, namazın temizleyeceği günahların su ile yıkanabilecek kirlere
benzetilmesi de bunların küçük günah olduğunu ifade eder, çünkü su ile küçük
kirlerin temizlenmesi uygun düşer (vücutta derin yaralar (kurûh) olduğu
takdirde bu, su ile yıkanmaz.
İnsanlar, küçük ve büyük günah işlemede beş kısma ayırır:
1) Hiçbir günah işlemeyen: Namaz bunun derecesini yüceltir.
2) Israrlı olmaksızın küçük günah işleyen: Namazla bunun günahı
kesinlikle affa uğrar.
3) Küçük günahı işleyip, onda ısrar eden: Bu durumda, "küçük
günahta ısrar büyük günahtır" prensibine göre namazla bunun günahı
affolunmaz, çünkü namaz, küçüklere kefarettir.
4) Bir tek büyük ve bir çok küçük günah işleyen.
5) Büyük günahlar ve küçük günahlar işleyen: Böylesinde şu durum var.
Büyüklerden içtinab etmezse büyüklerin affedilmeyip küçüklerin affedilmesi
muhtemeldir.
ـ وعن أبى
أمامة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: بَيْنَا
رَسولُ
اللّهِ
في
المَسْجِدِ،
وَنحْنُ مَعَهُ
إذْ جَاءَ
رَجُلٌ،
فقَالَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: إنّى
أصَبْتُ
حَدّاً
فَأقِمْهُ عَلَىَّ،
فَسَكَتَ
عَنْهُ،
ثُمَّ أعَادَ
فَسَكَتَ،
وَأقِيمَتِ
الصَّةُ،
فَلَمَا انْصَرَفَ
رَسُولُ
اللّهِ
تَبِعَهُ
الرَّجُلُ،
وَاتَّبَعْتُهُ
انْظُرُ
مَاذَا
يَرُدُّ
عَلَيْهِ،
فقَالَ لَهُ:
أرَأيْتَ
حِينَ
خَرَجْتَ
مِنْ بَيْتِكَ،
ألَيْسَ قَدْ
تَوَضَّأتَ
فَأحْسَنْتَ
الوُضُوءَ؟
قالَ: بَلَى
يَا رَسُولَ
اللّهِ. قالَ:
ثُمَّ
شَهِدْتَ
الصََّةَ
مَعَنَا؟ قالَ:
نَعَمْ يَا
رسُولَ
اللّهِ. قالَ:
فإنَّ اللّهَ
تَعالى قَدْ
غَفَرَ لَكَ
حَدَّكَ، أو
قالَ: ذَنْبَكَ.
Ebû
Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ile beraber mescidde idik. O esnada bir adam geldi ve:"Ey Allah'ın Resûlü,
ben bir hadd işledim, bana cezasını ver!" dedi. Resûlullah adama cevap
vermedi. Adam talebini tekrar etti. Aleyhissalâtu vesselâm yine sükut buyurdu.
Derken (namaz vakti girdi ve) namaz kılındı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) namazdan çıkınca adam yine peşine düştü, ben de adamı takip ettim.
Ona ne cevap vereceğini işitmek istiyordum. Efendimiz adama:"Evinden
çıkınca abdest almış, abdestini de güzel yapmış mıydın?" buyurdu.
O:"Evet ey Allah'ın Resûlü!" dedi. Efendimiz: "Sonra da bizimle
namaz kıldın mı?" diye sordu. Adam:"Evet ey Allah'ın Resûlü!"
deyince, Efendimiz:
"Öyleyse Allah Teâlâ hazretleri haddini -veya günahını demişti-
affetti" buyurdu." [271]
ـ وعن
عقبة بن عامر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سَمِعْتُ
رسول اللّهِ يقول:
يَعْجَبُ
رَبُّكَ مِنْ
رَاعِى
غَنَمٍ في
رَأسِ شَظِيَّةِ
الجَبَلِ
يُؤَذِّنُ
بِالصََّةِ
وَيُصَلِّى،
فَيَقُولُ
اللّهُ
تَعالى: انْظُرُوا
إلى عَبْدِى
هَذَا،
يُؤَذّنُ
وَيُِقيمُ
الصََّةَ
يَخَافُ
مِنِّى، قَدْ
غَفَرْتُ
لِعَبْدِى،
وَأدْخَلْتُهُ
الجَنَّةَ.
Ukbe İbnu Âmir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Rabbin, koyun
güden bir çobanın, bir dağın zirvesine çıkıp namaz için ezan okuyup sonra da
namaz kılmasından hoşlanır ve Allah Teâlâ hazretleri şöyle der:"Benim şu
kuluma bakın! Ezan okuyor, namaz kılıyor, yani benden korkuyor. Kasem olsun,
kulumu affettim ve onu cennetime dahil ettim." [272]
ـ وعن
مالك رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّهُ بَلَغَهُ
أنَّ رَسولَ
اللّهِ
قالَ: اسْتَقِيمُوا
وَلَنْ
تُحْصُوا،
وَاعْلَمُوا
أنَّ خَيْرَ
أعْمَالِكُمْ
الصََّةُ،
وََ يُحَافِظُ
عَلى
الْوُضُوءِ
إَّ مُؤمِنٌ .
İmam Mâlik (radıyallâhu anh)'e ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurmuştur: "İstikamet üzere olun. (Bunun sevabını) siz
sayamazsınız. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır. (Zâhirî ve bâtînî
temizliği koruyarak) abdestli olmaya ancak mü'min riayet eder." [273]
İbadetin kısaltılmışı olan “ABD”; kul, efendi, sevgili diye tarif edilen geniş kulluğun bir parçası da
namazdır. Her kulun mutlaka kulluğu vardır. Ama kiminin ki, yüce Allah’adır.
Kiminin ki ise, şeytana, nefse vb, şeyleredir. Sonuç itibariyle kimin kulluğu
namaz ve benzeri ibadetlerle Allah’a ise; o efendi, erdemli ve kamillerdendir.
Namazın hikmet ve fazileti her
türlü takdirin üstündedir. Allah’ın farz kıldığı namaz ibadeti ona saygı ve
sayısız nimetlerine şükür manası taşır. İnsan için bu ibadette sonsuz yararlar
vardır.
Allah’ın muradı, Resulünün tarifi
üzerine yerine getirilen namaz ibadeti günlük yaşayışımıza;
1) Genel temizlik,
2) Huy güzelliği
3) Kardeşlik ve dayanışma gücü,
4) Kardeşlik ve dayanışma,
5) Planlı yaşama,
6) Nizam ve intizam şuuru,
7) Toplum huzuru vb. maddi,
manevi önemli nimetler kazandırır.
“Gündüzün güneş zeval vaktinden koyması, zamanıyla
gecenin kararmasına kadar olan zaman içinde bulunan öğle, ikindi, akşam ve
yatsı vakitlerinde namazı gereği gibi dosdoğru kıl. Sabah namazını da kıl.
Zira, sabah namazı şahitli bir namazdır.”[274]
İmamı Gazali “Kimyayı Saadet”te:
“Namaz, Allah
(cc) razı olduğu, meleklerin sevdiği, peygamberlerin (a.s) yolu, marifetin
ışığı, imanın aslı, duanın kabulü, amellerin makbulüdür. Namaz, rızkta bereket,
bedende rahat, düşmana silah, şeytana hakarettir. Namaz, namaz kılan ile Allah
(cc) arasında şefaatçidir. Namaz, namaz kılanın kabrinde ışığı, cennette
yatağı, Münker ve Nekir meleklere cevabıdır. Namaz, sahibinin kıyamete kadar
kabrinde yoldaşı ve ziyaretçisidir. Kıyamet günü olunca, namaz, sahibinin
üstünde gölge, başında taç vücudunda elbise, önünde ve ardında ışıktır. Namaz,
sahibi ile cehennem arasında bir perdedir. Namaz, Allah (cc) katında Müminin
burhanı ve hücceti, mizanda ağırlığı sıratta müstakim yoludur. Namaz, cennetin
anahtarıdır. Çünkü namaz tespih, tahmit, takdis, tazimdir.” [275]
Günde beş vakit namaz kılan bir insan, daima Allah'ı
hatırlar ve kendisini her an O'nun huzurunda hisseder. Bu ise, o insanın aklında
kötü düşüncelerin barınmasına fırsat vermez. Verse bile çıkarıp atmasına sebep
olur. Zaten dünyada gördüğümüz her kötülüğün başı, Allah'ı unutmak ve Allah
korkusuna kalpte yer vermemek değil midir?
Dünyada insana Allah'ı unutturacak, gaflete atacak pek çok
şey vardır. İnsan yaradılışı itibariyle gece/gündüz dünya meşgaleleri
içindedir. Böyle kesif bir meşgale içinde bulunan insana, elbette her an
Allah'ı hatırlatacak bir şey'in olması gerekir. Böyle bir şey olmaz ise, insan
hem Allah'ı unutur, hem de kalbinde Allah korkusuna yer vermez. Allah'ı
unutunca da yalnız kendi nefsini, keyfini, menfaatini düşünen bencil bir insan
hâline gelir. Hak, hukuk, adalet gözetmez. İnsanlar bu hâle gelince, artık ona
ne kanun, ne polis, ne de jandarma tesir edebilir. Fırsat bulduklarında meşru
olup olmadığına bakmaksızın her arzu ettiklerini yaparlar.
İşte bunun içindir ki, Allah Teâlâ, insanoğlunun kalbine
ona daima Allah'ı hatırlatacak ve O'ndan korkutacak bir bekçi koymuştur. Bu
bekçi de Namazdır.
Namaz, insana Mevlâ’sını hatırlatır. İnsan Mevlâ’sını
hatırladıkça kötülüklere olan meyli kırılır. Akıl, fikir, el, ayak, göz kulak
gibi bütün âzalarını kötülüklerden çeker. Başkasının malına, canına, ırz ve
namusuna göz dikmez. Namazın bu hususiyetine Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde
işâret olunmuştur:
وَاَقِمِ الصَّلَوةَ اِنَّ الصَّلَوةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ
"Namaz kıl. Zira
namaz insanı fahşâ ve münkerden, yani, her türlü kötü ve çirkin işlerden
alıkor." [276]
Günde beş
vakit namaz, ahlaklı olmanın temel direğidir. Her gün beş defa, disiplinli bir
şekilde temizlenerek, yüce Allah’ı anarak kişiliğine çeki düzen vermenin en
mantıki yoludur. Yüce Allah (cc) günde beş vakitle, kullarını huzuruna
çağırarak, içtima ederek onları kontrolden geçirmesidir. Buda kişinin ahlaki
erdeme ulaşmasına bir vesiledir.
Kur’an-ı Kerim
de; gece ile ilgili ayetler, gündüzle ilgili ayetlerden sayıca daha
çoktur. Gece 92, gündüz ise 57 yerde
geçmektedir.Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim de:
اَقِمِ
الصَّلَوةَ
لِدُلُوكِ
الشَّمْسِ
اِلَى غَسَقِ
اللَّيْلِ
وَقُرْاَنَ
الْفَجْرِ اِنَّ
قُرْاَنَ
الْفَجْرِ
كَانَ
مَشْهُودًا
“Gündüzün
güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl;
bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir.”[277]
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
رَحِمَ
اللّهُ رَجًُ
قَامَ مِنَ
اللَّيْلِ
فَصَلّى
وَأيْقَظَ
امْرَأتَهُ
فإنْ أبَتْ
نَضَحَ في
وَجْهِهَا
المَاءَ.
رَحِمَ
اللّهُ
امْرَأةَ
قَامَتْ مِنَ
اللَّيْلِ
فَصَلَّتْ
وَأيْقَظَتْ
زَوْجَهَا فإنْ
أبَى
نَضَحَتْ في
وَجْهِهِ
المَاءَ.
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah, geceleyin kalkıp namaz
kılan ve hanımını da uyandıran, hanımı imtina ettiği takdirde yüzüne su döken
kula rahmetini bol kılsın. Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan,
kocasını da uyandıran, kocası imtina edince yüzüne su döken kadına da rahmetini
bol kılsın." [278]
Burada kadın ve erkek, gece namazına teşvik edilmekte, ayrıca
birbirlerini gece namazına kaldırmalarının fazileti belirtilmektedir. Âlimler
bu işin sadece karıkocaya mahsus olmadığını, aynı mânada olan diğer yakınların
(mehârim) da bu hükme dahil olduğunu belirtirler.
İkaz ve uyandırmanın öncelikle tembih, güzellikle ile yapılması
gereğine de dikkat çekilmiştir.
Kaldırılmak istenen kimse uykunun veya tembelliğin galebesiyle imtina gösterirse uyandırılmaları
için imkan dahilinde olan uygun çarelere başvurulmalıdır. Yüzüne su dökme
cevabı bunu ifade eder.
ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسولُ اللّهِ
: يَعْقِدُ
الشَّيْطَانُ
عَلى
قَافِيَةِ
رَأسِ
أحَدِكُمْ
إذَا هُوَ
نَامَ ثَثَ
عُقَدٍ. يَضْرِبُ
عَلى مَكَانِ
كُلِّ
عُقْدَةٍ،
عَلَيْكَ
لَيْلٌ
طَوِيلٌ
فَارْقُدْ.
فإنِ اسْتَيْقَظَ
فَذَكَرَ
اللّهَ
انْحَلَّتْ
عُقْدَةٌ.
فإنْ
تَوَضَّأَ
انْحَلَّت
عُقْدَةٌ. فاِنْ
صَلّى اِنْحَلّتْ
عُقَدُهُ
كُلُّهَا
فَاصْبَحَ نَشِيطاً
طَيِّبَ
النَّفْسِ
وَاِّ
اَصْبَحَ خَبِيثَ
النَّفْسِ
كَسَْنَ.
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz uyuyunca ensesine şeytan üç düğüm atar.
Her düğümü atarken, düğüm yerine eliyle
vurarak "üzerine uzun bir gece olsun, yat" dilediğinde bulunur. Adam
uyanır ve Allah'ı zikrederse bir düğüm çözülür, abdest alacak olursa bir düğüm
daha çözülür, namaz kılarsa bütün düğümler çözülür ve böylece canlı ve hoş bir
hâlet-i ruhiye ile sabaha erer. Aksi halde habis ruhlu (içi kararmış) ve uyuşuk bir halde sabaha
erer." [279]
Bundan murad tembelliktir, şeytan tembelleşmeye sevkeder denmiştir.
Buradaki tembelliği uyuşukluk, ağırlık, hantallık gibi kelimelerle ifade etmek
de uygundur.
Kişinin canlı ve hoş bir hâlet-i ruhiye ile sabaha ermesi, abdest alıp
namaz kılmanın verdiği hafiflik, zindelik içinde olması, Rabbine ibadet etmiş
olmanın, O'nun rızasını kazanmış olmanın rahatlığı, neşesi ve hazzını
duymasıdır. Ayrıca şeytanın üzerine vurmuş olduğu düğümlerden ve ağırlıklardan
halâs olmanın hafifliği de vardır.
Gece namazına -bazı hadislerde geldiği üzere iki hafif rekat kılınarak
başlamasının sırrı, şeytanın attığı
düğümü çözmede acele etmek içindir. Çünkü, hadisin ifadesine göre, namaz
tamamlanmadıkça, çözülme tamam olmaz.
ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ذُكِرَ
رَجُلٌ
عِنْدَ
النّبىِّ
فَقِيلَ مَا
زَالَ
نَائِماً
حَتَّى
أصْبَحَ، مَا
قَامَ إلى
الصََّةِ؟
فقَالَ #:
ذلِكَ رَجُلٌ
بَالَ
الشّيْطَانُ
في أُذُنِهِ.
İbnu
Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında bir adamın zikri geçti ve sabaha kadar uyuduğu namaza
kalkmadığı söylendi. Aleyhissalâtu Vesselâm:"Bu adamın kulağına şeytan
işemiştir" buyurdu."[280]
Namaz vaktinde uyumanın
fenalığı bu suretle ifade edilmiştir.
ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها
قالَتْ: قالَ
رَسولُ
اللّهِ : مَا
مِنْ امْرئٍ
تَكُونُ لَهُ
صََة
بِلَيْلٍ
فَغَلَبَهُ
عَلَيْهَا نَومٌ
إَّ كُتِبَ
لَهُ أجْرُ
صََتِهِ،
وَكانَ
نَوْمُهُ
عَليْهِ
صَدَقَةً.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "(Mûtad olarak) geceleyin namaz kılan bir kimse,
uykunun galebe çalmasıyla (bir gece uyuyakalsa ve namazını kılamasa) Allah
Teâlâ hazretleri onun namazının sevabını yine de yazar, onun uykusu (Allah'ın
ona yaptığı bir ikram) bir sadaka olur." [281]
Hadiste, insanın başına her zaman gelebilecek tabiî bir aksama
mevzubahis edilmektedir: Uyku... Uyku sebebiyle müslümanlar namazlarını
kaçırabilirler.
Uykunun sadaka olması, Allah'ın bir ikramı ma'nâsındadır. Resûlullah, seferde
namazın kısaltılmasını da "Allah'ın sana yaptığı bir sadakadır..."
diye ifade buyurmuştur. Keza oruçlunun, unutarak yemesi de rivâyetlerde ilâhî
bir ikram olarak tavsif edilmiştir.
ـ وعنها
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالَتْ:
إنْ كَانَ
رسولُ
اللّهِ
لَيُوقِظهُ
اللّهُ
تَعالى مِنَ
اللَّيْلِ
فَمَا يَجِئُ
السَّحَرُ
حَتَّى
يَفْرُغَ
مِنْ حِزْبِهِ.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı Allah Teâlâ Hazretleri geceleyin uyandırmışsa seher vakti girinceye kadar, hizbini
tamamlardı." [282]
Seher vaktini, âlimler gecenin son altıda biri olarak tavsif ederler.
Şu halde Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) o vakte kadar gece zikrini
tamamlamakta ve o esnada yatmaktadır. Kastalânî, "gece ibadet için kalkınca
arkadan (bir miktar) uyumak vücudu dinlendirir, sabaha kadar uyanık kalmaktan
hâsıl olacak zararı ve bedene gelecek gevşemeyi giderir" der. Çünkü
arkadan şafak sökecek ve o zaman sabah namazı için kalkılacaktır. Şu halde
sünnete uygun gece kalkması, gecenin son altıda birine kadar sürecektir. Son
altıda birde yatılacak, şafakla birlikte tekrar kalkılacaktır.
ـ وعن
مسروق قال:
سَألْتُ
عَائِشَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْها: أىُّ
الْعَمَلِ
كَانَ أحَبَّ إلى
رَسُولِ
اللّهِ ؟
قَالَتِ:
الدَّائِمُ. قُلْتُ:
وَأىَّ حِينٍ
كَانَ
يَقُومُ مِنَ
اللَّيْلِ؟
قَالَتْ:
كَانَ
يَقُومُ إذَا
سَمِعَ
الصَّارِخ، تَعْنِى
الدِّيكَ.
Mesrûk
(rahimehullah) anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'ye
sordum:"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a göre hangi amel
efdaldi?" Bana: "Devamlı
olan!" diye cevap verdi. Ben tekrar:"Gecenin hangi vaktinde
kalkardı?" dedim. "Bağıranıyani horozu işittiği zaman kalkardı!"
diye cevap verdi." [283]
Hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gece namazı hakkında bilgi verilmektedir. Gerçi hayırlı
amelin devamlı yani belli bir sisteme ve periyoda göre yapılan olduğu
belirtilirken namaz mevzubahis olmuyor. Ancak arkasından gelen sual, mevzûnun
öncelikle namazla ilgili olduğunu göstermekte ve Efendimizin gece namazlarına
muntazaman devam ettiğini göstermektedir. Devamdan maksad, aralıksız devam
etmek değil, belli bir düzene uygun olarak devam etmektir.
Resûlullah'ın gece kalkış vakti, horozun ötüşüyle tayin ediliyor. İslâm
âlimleri bu hadisi açıklarken horozun umumîyet itibariyle gecenin yarısında
öttüğünü söylerler.
Horozun ötmesi, gecenin yarısında veya az evvelinde veya az
sonrasındadır.
Şu halde bu rivâyet
de gecenin son altıda birinde uyuduğunu ifâde etmektedir. Bu mevzuya giren
başka hadisleri de gözönüne alan şârihler, Resûlullah'ın ramazan geceleri
dışında seher vaktinde uyuduğunu belirtirler. Çünkü ramazan ayında seherde
sahûr dediğimiz gece yemeğini yerlermiş. Dilimizdeki seherle karıştırılmaması
için bir kere daha belirtelim, bu hadislerde geçen seherden maksad şafak
sökmezden önceki gecenin son altıda biridir. Dilimizde seher deyince daha çok
şafağın sökmesiyle başlayan sabahın alacakaranlık vaktine denir, o vakit, sabah
namazının kılındığı vakittir.
Özetlemek gerekirse: Horoz ötüşüyleki gece yarısına tesadüf etmektedirkalkıp ibadete başlayan Resûlullah,
gecenin son altıda birinde tekrar yatmakta ve namaz vaktine kadar istirahat
buyurmaktadır.
ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
كَانَتْ صََة
رسولِ
اللّهِ
مِنَ
اللَّيْلِ
عَشْرَ
رَكَعَاتٍ:
يُوترُ
بِسَجْدَةٍ.
وَيَرْكَعُ
رَكْعَتَىِ
الْفَجْرِ. فَتِلْكَ
ثََثَ
عَشَرَةَ
ركْعَةً.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın gece namazı on rek'atti. Bir rek'at de tek kılardı. Sabahın
sünnetini iki rek'at kılardı. Böylece hepsi onüç rek'at olurdu." [284]
Müezzin sabah ezanını tamamlayıp, fecir vakti kesinlik kazanınca,
müezzin kendisine gelirdi. Resûlullah kalkar iki rek'at hafif namaz kılar, sağ
tarafı üzerine yatar, müezzin O'na ikâmet okuyuncaya kadar öyle kalırdı.
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسولُ اللّهِ
: إذَا قَامَ
أحَدُكُمْ
مِنَ
اللَّيْلِ
فَلْيَفْتَتِحْ
صََتَهُ
بِرَكْعَتَيْنِ
خَفِيفَتَيْنِ.
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Biriniz gece namazına kalkınca ilk önce
iki hafif rekatle namaza başlasın." [285]
Bu hadis, teheccüd namazı kılmak üzere gece kalkınca, evvela iki hafif
rekatle namaza başlamanın meşruiyetine delildir. Burada hafiften maksat kısa
demektir. Yani kısa sûrelerden okunmak suretiyle rekatlerin uzunluğu kısa
tutulacaktır. Böylece, geri kalan rekatlerin daha şevkli kılınacağı
şöylenmiştir. Bazı âlimler, bu ilk iki rekatin kısa tutulmasının hikmetini, o
hadiste, zikri geçen ve namazı kılmakla zâil olacağı belirtilen şeytanın uyuyan
kimsenin ensesine vurduğu üçüncü düğümün bir an önce çözülmesi için acele
edilir diye açıklamışlardır.
Bugün kıyâmu'lleyl'in ana gayesi olan teheccüd namazı "Peygamber'e
farzdır, ümmete nafiledir" diye değerlendirip geçiliyor. Bu hüküm fıkhen
doğru da olabilir. Ancak, bu nafilenin "yaparsak sevabı var yapmazsak
günahı yok"diye ifade edilen diğer dinî âdâb ve sünnetlerle bir tutulması,
bizleri çok hatalı neticelere götürmektedir.
Şöyle ki:
1- Bu "sünnet" bizzat Kur'ân-ı Kerîm'in emridir. Ve Kur'ân bu
emri, mükerrer sûre ve âyetlerde tekrar ele almıştır. Birkaç örnek:
وَمِنَ
الَّيْلِ
فَاسْجُدْ
لَهُ
وَسَبِّحْهُ
لَيْلًا
طَويلًا
"Rabbinin adını sabah-akşam an (zikret). Geceleyin O'na secde et.
O'nu geceleri uzun uzun tesbih et." [286]
Bir diğer âyet:
فَاصْبِرْ
عَلى مَا
يَقُولُونَ
وَسَبِّحْ بِحَمْدِ
رَبِّكَ
قَبْلَ
طُلُوعِ
الشَّمْسِ
وَقَبْلَ
غُرُوبِهَا
وَمِنْ
انَائِ
الَّيْلِ فَسَبِّحْ
وَاَطْرَافَ
النَّهَارِ
لَعَلَّكَ
تَرْضى
"Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce
Rabbini hamd ile tesbih et; gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbih et ki,
Rabbinin rızasına eresin"[287]
Şu âyette gece kalkanların kalkmayanlara üstünlüğü açıklanır:
اَمَّنْ
هُوَ قَانِتٌ
انَاءَ
الَّيْلِ سَاجِدًا
وَقَائِمًا
يَحْذَرُ
الْاخِرَةَ
وَيَرْجُوا
رَحْمَةَ
رَبِّه قُلْ
هَلْ يَسْتَوِى
الَّذينَ
يَعْلَمُونَ
وَالَّذينَ
لَايَعْلَمُونَ
اِنَّمَا
يَتَذَكَّرُ
اُولُواالْاَلْبَابِ
"Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten
çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur
mu?"[288]
Sûre-i Secde'de gerçek îmân ehlinin bazı vasıfları sayılırken:
تَتَجَافى
جُنُوبُهُمْ
عَنِ
الْمَضَاجِعِ
يَدْعُونَ
رَبَّهُمْ
خَوْفًا
وَطَمَعًا وَمِمَّا
رَزَقْنَاهُمْ
يُنْفِقُونَ
"Vücudlarını yataklardan uzak tutup korkarak ve umarak Rablerine
yalvaranlar.."[289] Vasfı da ilave edilir.
Şu âyette ehl-i Kitap'tan kıyâmu'lleyl'de bulunanlar da övülür:
لَيْسُوا
سَوَاءً مِنْ
اَهْلِ
الْكِتَابِ اُمَّةٌ
قَائِمَةٌ
يَتْلُونَ
ايَاتِ اللّهِ
انَاءَ
الَّيْلِ
وَهُمْ
يَسْجُدُونَ
"Kitap ehlinin hepsi bir değildir; onlardan geceleri secdeye
kapanarak Allah'ın âyetlerini okuyup duranlar vardır, bunlar Allah'a, âhiret
gününe inanır, kötülükten men eder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar
iyilerdir."[290]
Şu âyet, kıyâmu'lleyl'i, Allah'ın vaadettiği fazl'a, kurtuluşa ve
üstünlüğe erecek "kamil mü'min'in tamamlayıcı vasıflarından biri olarak
dikkatlerimize arzeder:
اخِذينَ
مَا اتيهُمْ
رَبُّهُمْ
اِنَّهُمْ كَانُوا
قَبْلَ ذلِكَ
مُحْسِنينَ
كَانُوا قَليلًا
مِنَ
الَّيْلِ
مَايَهْجَعُونَ
وَبِالْاَسْحَارِ
هُمْ
يَسْتَغْفِرُونَ
"Müttakiler Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak bahçelerde
ve pınar başlarındadırlar. Çünkü onlar bundan önce iyi davranan kimselerdi.
Onlar geceleri az uyuyanlardı. Seher vaktinde bağışlanma dilerlerdi..."[291]
2- Kur'ân-ı Kerîm, gece kıyâmından, yukarıdaki âyetlerde görüldüğü
şekilde teşvikkâr bir üslûbla bahsetmekle
kalmaz, onun âdâbıyla ilgili bazı teferruâtı da belirtir. Nitekim,
Müzzemmil sûresinde bu meseleye, çok farklı zaman aralıklarında nâzil olmuş iki
ayrı pasajda temas edilir. Her ikisinde de kıyâmu'lleyl'in ehemmiyeti ve
müddeti üzerinde durulur. Birinci vahiy, gece kalkmayı emreder ve
"farz" telâkki edilecek bir kesinlik taşır. İkincisi,
kıyâmu'lleyl'den akşam ve yatsı namazlarının anlaşılmasına bile imkân
sağlayacak bir tahfif ve kolaylık getirir, yapamayacak durumda olanlar için
istisna zikreder.
Birinci vahiy:
يَا
اَيُّهَا
الْمُزَّمِّلُ قُمِ الَّيْلَ
اِلَّا
قَليلًا
نِصْفَهُ
اَوِ انْقُصْ
مِنْهُ
قَليلًا اَوْ
زِدْ عَلَيْهِ
وَرَتِّلِ
الْقُرْانَ
تَرْتيلًا اِنَّا
سَنُلْقى
عَلَيْكَ
قَوْلًا ثَقيلًا اِنَّ
نَاشِئَةَ
الَّيْلِ هِىَ
اَشَدُّ
وَطْئًا
وَاَقْوَمُ
قيلًا
اِنَّ لَكَ
فِى النَّهَارِ
سَبْحًا
طَويلًا
"Ey örtünüp bürünen, gecenin yarısında, istersen biraz sonra,
istersen biraz önce kalk ve ağır ağır Kur'ân oku. Doğrusu biz, sana taşıması
ağır bir söz vahyedeceğiz. Şüphesiz gece kalkışı daha tesirli ve o zaman okumak
daha elverişlidir. Çünkü gündüz, seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır."[292]
Âyet-i kerîmenin icazı, kıyâmu'lleyl'in miktarı hususunda, âlimleri
şu rakamlara ulaşmaya sevketmiştir:
1- Gece müddetinin yarısı,
2- Dörtte üçü,
3- Üçte ikisi,
4- Dörtte biri...Bazı rivâyetlerin tasrihine göre, emri Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bidâyette farz olarak anlar. Harfiyyen tatbik eder.
Müslümanlardan bir kısmı da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e uyar.
Hatta, âyette ifade edilen zaman nisbetini koruyamama endişesiyle bütün gece
"kıyâmu'lleyl" yapanlar olur. Öyle ki bir çoğunun ayakları ve
bacakları şişer. Sûrenin başında gelen bu emrin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) ve diğer müslümanlar tarafından nasıl anlaşıldığını, tatbikatının
nasıl yapıldığını açıklayan ve mesele üzerine başka teferruât getiren müteakip
vahye nazar edelim:
اِنَّ
رَبَّكَ
يَعْلَمُ
اَنَّكَ
تَقُومُ اَدْنى
مِنْ
ثُلُثَىِ
الَّيْلِ
وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ
وَطَائِفَةٌ
مِنَ
الَّذينَ مَعَكَ
وَاللّهُ
يُقَدِّرُ الَّيْلَ
وَالنَّهَارَ
عَلِمَ اَنْ
لَنْ تُحْصُوهُ
فَتَابَ
عَلَيْكُمْ
فَاقْرَؤُا مَاتَيَسَّرَ
مِنَ
الْقُرْانِ
عَلِمَ اَنْ
سَيَكُونُ
مِنْكُمْ
مَرْضى
وَاخَرُونَ يَضْرِبُونَ
فِى
الْاَرْضِ
يَبْتَغُونَ
مِنْ فَضْلِ
اللّهِ
وَاخَرُونَ
يُقَاتِلُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ فَاقْرَؤُا
مَاتَيَسَّرَ
مِنْهُ
وَاَقيمُوا
الصَّلوةَ
وَاتُواالزَّكوةَ
وَاَقْرِضُوا
اللّهَ
قَرْضًا
حَسَنًا
وَمَا تُقَدِّمُوا
لِاَنْفُسِكُمْ
مِنْ خَيْرٍ
تَجِدُوهُ
عِنْدَ
اللّهِ هُوَ
خَيْرًا
وَاَعْظَمَ
اَجْرًا
وَاسْتَغْفِرُوا
اللّهَ اِنَّ
اللّهَ
غَفُورٌرَحيمٌ
"(Ey Muhammed), şüphesiz Rabbin biliyor ki, sen ve beraberinde
bulunanlardan bir grup, gecenin üçte ikisine yakın ve yarısı ve üçte biri
kalkıyorsunuz. Halbuki, geceyi ve gündüzü Allah takdir eder, (Allah) bildi ki,
siz onu bundan öte başaramazsınız. Onun için size lütûf ile baktı. Bundan
böyle, Kur'ân'dan ne kolay gelirse okuyun. Allah bildi ki, içinizden hastalar
olacak, diğer bir kısımları Allah'ın fazlından bir kâr aramak üzere yeryüzünde
yol tepecekler. Diğer bir kısımları da Allah yolunda çarpışacaklar. O halde
ondan ne kolay gelirse okuyun ve namazı kılın ve zekâtı verin.."[293]
Rivâyetler, buraya kadar bir kısmını kaydettiğimiz son âyetin,
kıyâmu'lleyl'i emreden, sûrenin başındaki ilk âyetten -8 ayla 10 yıl arasında
değişen bir müddet sonra geldiğini belirtirler. Burada gece kalkışıyla ilgili
hafifletmeler ifâde edilmiştir. Ayrıca hastalar, cihada çıkanlar gibi bir kısım
mazeret sahipleri gece kalkışından muaf tutulmaktadır. Âyetle ilgili olarak
müfessirlerin ortaya koyduğu bazan ittifaklı, bazan ihtilaflı bir kısım
teferruâta girmeksizin mevzûmuz açısından ehemmiyet arzeden birkaç nokta tesbit
edebiliriz:
1- Kıyâmu'l-Leyl bidâyette, en azından Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) için kesin bir emir olmuştur. Bir grup müslüman da Hz. Peygamber'e
uyarak "kesin emir" telâkki etmiş ve tatbik etmiştir.
2- Bu emir sonradan tamamen neshedilmemiş, fakat vücubtan nedbe
çevrilmiştir. Yani farz olmaktan çıkarılmış, nafile kılınmıştır, artık isteyen
yapacaktır.
3- Kıyâmu'lleyl için ifade edilen faydalar şunlardır:
* Gece kalkışı daha tesirlidir.
* Gece okumak daha uygundur, gündüz fazla meşguliyet vardır.
* Gece kalkışı, ağır olan ertesi günkü vazifenin hakkıyla
yürütülmesinde bir nevi hazırlık safhası olmaktadır.
4- Kur'ân-ı Kerim, her asra hitap ettiği için, bu emre en az mendup (ihtiyarî)
mânasında, her müslüman muhatap olmaya
devam etmektedir.
5- Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine uymak dinin
tatbikatında yüce bir mertebe olması yönüyle, bu mertebeyi elde etmek
isteyen mü'minler için de kıyâmu'lleyl
gerekmektedir. Zira, her hüşyâr (manevî uyanıklığa sahip) mü'minin en büyük
ideali olan "Allah'ın muhabbet ve rızasını elde etmek" hedefi Cenâb-ı
Hakk tarafından sünnete uymaya bağlanmıştır:
اَلَمْ تَرَ
اَنَّ
الْفُلْكَ
تَجْرى فِى الْبَحْرِ
بِنِعْمَتِ
اللّهِ
لِيُرِيَكُمْ
مِنْ ايَاتِه
اِنَّ فى
ذلِكَ
لَايَاتٍ
لِكُلِّ
صَبَّارٍ
شَكُورٍ
"(Ey Resûlüm, inananlara şöyle) söyle: "Eğer sizler Allah'ı
seviyorsanız bana uyun, tâ ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."[294]
Ciddî ve ağır bir vazife olan dinin hizmeti açısından kıyâmu'lleyl,
kendisini din hizmetine adayanlar için ayrı bir manâ taşımaktadır. Âyette
görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "taşıması ağır bir
vahy"e, bir vazifeye hazırlanması
maksadıyla gece kalkışına çağrılmıştır. Din hizmetini gaye edinenler bu şartı
aynen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gibi yerine getirmeli, kendisini
disipline etmeli, vazifesine hazırlanmalıdır.
Kıyâmu'lleyl esas itibariyle, namaz ve Kur'ân tilâveti ifade ederse de,
başka meşguliyete ve hususan ilmî tetebbuya mâni değildir. Nitekim az ileride
görüleceği üzere, eser bırakan büyük âlimlerimiz, gecelerini ibadetle birlikte
ilmî müzâkere ve araştırmalarla geçirmişlerdir. Şu halde, en azından müessir
şekilde İslâm'a hizmet etmek isteyenler ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sünetine uymak arzu edenler için ehemmiyetli bir "sünnet-i
ilâhî", "bir nedb-i
Kur'ânî" olan kıyâmu'lleyl'in vakti ve müddeti hususunda biraz durmada
fayda var.
Gece kalkılacak müddetin yukarıda gecenin asgari dörtte biri, azâmi dörtte üçü olması
gerektiğini belirtmiştik. Miktardaki bu büyük farklılık, temelde gece ve gündüz
arasında mevsime veya üzerinde bulunulan coğrafî duruma bağlı olarak devamlı
değişen uzunluk kısalıktan ileri gelir. Ferdin içinde bulunduğu içtimaî
şartların değişikliği de göz önüne alınmış olmalıdır. Kaba bir fikir verebilmek
için ,belli bir yere göre, yılın en uzun gecesi ile en kısa gecesini alıp,
verilen nisbetlere uygulayabiliriz: Azamî kalkış miktarını en uzun geceye, asgarî
kalkış miktarını da en kısa geceye
uygulayalım ve diyagramlarla şekle
dökelim: Yılın en uzun gecesi (İstanbul esas alındıkta) 21 Aralık'ta 13
saattir. Bunun dörtte üçü 9 saat 45 dakika yapar. Şu halde istirahat ve uykuya
3 saat 15 dakika kalmaktadır. Yılın en kısa gecesi 21 Haziran'da 6 saat 39
dakikadır. Bunun dörtte biri 1 saat 40 dakika yapar. Bu durumda istirahat için
gözüken miktar 5 saat 3 dakikadır.
Bulunulan yerin ekvatora veya kutuplara yakınlığı, gece ile gündüz
arasındaki müddet farkını son derece değiştirir. Öyle ki, kutuplara yaklaştıkça
fark büyüyerek bir hafta, bir ay, altı ay süren "gündüzler"e yer
verir. Ayet-i kerimede gelen kıyâmu'lleyl ile ilgili miktarları, daha ziyade
gece ile gündüz arasında çok büyük farklar bulunmayan bölgeler için düşünmek
gerekecek. Dünyanın insanlarla meskun olan büyük kısmı böyledir. Hüküm ise
daima ekseriyete göre verilir.Kıyâmu'lleyl'den maksad: Gece kalkışı, öncelikle
ibadet içindir. Yani namaz ve tilâvet-i Kur'ân. Nitekim kıyâm kelimesi
Kur'ân'da bazı kereler namazı ifade etmek için kullanılmıştır.[295]
Böye olunca, kıyâmu'lleyl gece namazı
ma'nâsına da gelir.Ancak, kıyâmu'lleyl'den yalnızca ibadet anlamamak
gerekir. Nitekim, şu âyet secde ve kıyâmı beraber zikreder:
وَالَّذينَ
يَبيتُونَ
لِرَبِّهِمْ
سُجَّدًا
وَقِيَامًا
"Onlar gecelerini Rabbleri
için secde ve kıyâmla geçirirler."[296]
Burada "secde" ile namaz ifade edildiğine göre, kıyâm
kelimesinde daha başka bir ma'nâ arayabiliriz, mesela "uyanıklık"
gibi. Öyle ise geceleyin kalkan kişi,
namaz ve tilavetle birlikte ilmî tetebbuâtla da meşgul olacaktır.
Nitekim Buhârî, bu hususa delâlet eden rivâyetlere dayanarak, geceleyin ilmî
teâti üzerine iki bâb açmıştır.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'den gelen bir rivâyet, onun gecedeki ilmî
müzakereyi "namaz" olarak isimlendirip ona tercih ettiğini
görmekteyiz. İlim için geceleyin uyanık kalmak, nafile namaz için uyanık kalma
yerine geçer.
Geceyi üçe ayırmak mümkündür:
1- İstirahat,
2- İbâdet,
3- Müzakere (ilmî çalışma).
Bir grubun nasibi az, bir grubun çoktur, bir grup da mahrumdur... Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zaman mevzuunda ferde bir başka sorumluluk
hatırlatmaktadır. Mü'min kişi, zaman meselesinde, ferdî planda problemini
çözmekle yetinemez. Ailesini de bu hususta şuurlandırmalı, zamanla ilgili bir
kısım alışkanlıkları onlara da aynen kazandırmalıdır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) âileden bilhassa karı veya
kocanın kalkması durumunda, diğerlerini
de kıyâmu'lleyl'e alıştırmaya teşvik eder. Allah şu kişiye rahmetini bol kılsın: Geceleyin kalkar, namazını kılar,
sonra da karısını uyandırır, o da namazını kılar. Şâyet kadın kalkmazsa yüzüne
su serper. Allah şu kadına da rahmet etsin; geceleyin kalkar, namaz kılar.
Sonra kocasını uyandırır. O da namaz
kılar. Şâyet kalkmaktan imtina ederse yüzüne su serper ve bu sûretle kaldırır.
Gece
Üzerinde Niçin Israr?
Buraya kadar
kaydedilen nâsslardan iki husus bilhassa dikkatimizi çekmektedir:
1- "Gece"
ile ilgili âyetler "gündüz" ile ilgili âyetlerden sayıca daha çok
(leyl = gece kelimesi 92, nehâr = gündüz kelimesi 57 adet).
2- Kıyâmu'lleyl ile,
yani gecenin değerlendirilmesiyle alakalı ilâhî emir Hz. Peygamber'e
peygamberliğin ilk yıllarında geliyor. Yani gecenin tanzimi üzerine gelen ve
dötte üç miktarına varıncaya kadar büyük bir bölümünün uyanık geçirilmesini
emreden Müzzemmil sûresi, geliş (nüzûl) sırası itibariyle 3. sırada yer
almaktadır. Demek ki, ilk ilâhî emirlerden biri gecenin değerlendirilmesi ve
tanzimi olmuştur. Halbuki gündüz vaktinin tanzimini böylesine teferruâtla ele
alan bir âyet hiçbir zaman nâzil olmamıştır.
Bu durumu, gecenin
beşerî hayattaki ehemmiyetiyle izah edebiliriz. Gerek başarıda ve gerekse
başarısızlıkta olsun, insana hayatı boyunca derin ve kesin tesir icrâ eden
hususlardan biri, gece hayatıdır. Gece, insan hayatının yarısını teşkil ettiği
halde, ihmal edilme, gafletle geçirilme tehlikesine maruzdur. Şu halde, ikaz ve
uyarıların, ciddi dikkat çekmelerin bu hususta daha çok olması gerekmektedir.
Kur'ân bunu
yapmıştır. İlâhî emirle geceyi tanzim edip değerlendirecek olan insan, gündüz
vaktini de azami şekilde değerlendirecek demektir. Zira gece mes'elesinde
muvaffakiyet bir azim, gayret ve irade işidir, şuur işidir. Zor olanı halleden,
kolay olanda takılır mı? Geceyi ihyâ
eden, gündüzü öldürür mü? Bu hikmete binaen, daha peygamberliğin başında
Cenâb-ı Hakk, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a zamanı iyi kullanma dersini
vermek için kıyâmu'lleyl'i emretmiştir. Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
mûcizevi başarısında, gecenin değerlendirilmesi olan kıyamu'lleyl'in mühim
payını görmemek mümkün mü?
Gerek uhrevî
kurtuluşunu ve gerekse İslâm'ın tekrar ihyasını gaye edinenlerin, rahmet-i
Rahman'ın celb ve tecellisinde böylesine müessir bir vasıtayı şevkle tutmaları,
kıyâmu'lleyl kapısından vecdle girmeleri gerekmez mi?
Gece namazı,
sevenin Allah’a karşı sevgisinin ispatıdır. Gece kalkıp yüce Allah’a kendi
sevgisini takdim eden bir kul, gündüzün hayatı onun için Allah’ın istekleri
doğrultusunda olacaktır. Çünkü gece Allah’ın divanın da hazır olan kul,
gündüzün yaşamı geceki ibadete göre olacaktır.
Hz.Peygamber
(a.s) ve onun arkadaşları olan Ashap, Kur’anı Kerim-deki, ilk inen namazla
ilgili ayetler özellikle gece namazına teşvik eder. Daha sonra bu ilahi
hükümler hafifletilerek serbest bırakılmış iken Hz.Peygamber (a.s) gece
namazını bırakmasını yüce Allah kabul etmemiştir.
Kur’an-ı Kerim
de; “Duha” kuşluk olarak bilinir. Günün başlangıcı olan bu vakit namaz
ile girilmesi, günün hayır ve bereketle geçmesine sebep olacağı umulur.
ـ عن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالتْ:
مَا سَبَّحَ
رسُولُ اللّهِ
سُبْحَةَ
الضُّحَى
قَطُّ، وَإنِّى
‘سَبِّحُهَا.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kuşluk namazını her kılışında mutlaka ben de kıldım." [297]
Kuşluk namazının vakti, sabahleyin mekruh olan vaktin çıkmasıyla
başlar. Mekruh vakit, güneşin doğmasından bir mızrak boyu, yani beş derece
yükselmesine kadar olan vakittir. Türkiye'de kırk-elli dakikalık bir müddettir.
Mekruh vaktin çıktığını anlama hususunda şu basit usülden de istifade
edilebilir: Çeneyi göğse dayayarak güneşe doğru bakınca, eğer güneş ufukta
görülemeyecek kadar yükselmişse artık kerâhet vakti çıkmıştır.
Hadiste kuşluk namazı sübhatu'd-Duhâ yani kuşluk sübha'sı diye ifâde edilmiş, namaz manâsına gelen salât kelimesi
kullanılmamıştır. Burada namaza tesbîh kökünden gelen sübha denmesi namazın
nafile olmasındandır. Çünkü burada nafile ma'nâsınadır. Nafile namazın tesbîh
aslından gelen sübha ile tesmiyesi farz namazlarda tesbîhin nafile olması
sebebiyledir. Nafile namaz için sübha denmiştir, çünkü o farz namazdaki tesbîh
gibidir.
ـ وعن
عبدالرحمن بن
أبى ليلى قال:
مَا حَدَّثَنَا
أحَدٌ أنَّهُ
رَأى
النّبىَّ يُصَلِّى
الضُّحَى
غَيْرَ أُمِّ
هَانِئٍ.
فإنَّهَا
قَالَتْ:
دَخَلَ
عَلىَّ
رَسُولُ
اللّهِ
بَيْتى
يَوْمَ
الْفَتْحِ
فَاغْتَسَلَ
وَصَلّى
ثَمَانِىَ
رَكَعَاتٍ.
فَلَمْ أرَ
صََةً قَطُّ
أخَفَّ
مِنْهَا. غَيْرَ
أنَّهُ
يُتِمُّ
الرُّكُوعَ
والسُّجُودَ.
Abdurrahman İbnu Ebî Leylâ
(rahimehullah) anlatıyor:
"Bize, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kuşluk namazı
kıldığını Ümmü Hânî'den başka kimse anlatmadı. O dedi ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü, benim eve geldi,
yıkandı ve sekiz rek'at namaz kıldı. Ben bundan
daha hafif bir namazı hiç görmedim. Ancak rükû ve secdeleri tam
yapıyordu." [298]
Kuşluk namazı en az iki en fazla sekiz rekat olarak kılınır. Sadedinde
olduğumuz rivâyet, Fetih günü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Mekke'de
sekiz rekat kuşluk kıldığını ifade etmektedir.
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: أوْصَانِى
خَلِيلِى
بِصِيَامِ
ثََثَةِ
أيَّامٍ مِنْ
كُلِّ
شَهْرٍ،
وَرَكْعَتَى
الضُّحَى،
وَأنْ
أُوتِرَ
قَبْلَ أنْ أُوتِرَ
قَبْلَ أنْ
أَرْقُدَ.
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Dostum Aleyhissalâtu
Vesselâm, bana her ay üç gün oruç tutmamı, iki rekat kuşluk, yatmazdan önce de
vitir namazı kılmamı tavsiye etti." [299]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)' ye
üç şey vasiyet ediyor:
1- Her ay üç gün oruç: Bu üç gün eyyâmu'lbîz denen ayın ortasındaki 13,
14 ve 15. günleridir. Bu üç gün için ayın başından, ortasından ve sonundan
birer gün dahi denmiştir. Keza "Her
on günün evvelindeki birinci gündür" diyen de olmuştur. "Her hangi
bir kayıt olmaksızın mutlak olarak üç gündür" diyen de olmuştur.
2- İki rek'at kuşluk namazı: Bununla ilgili açıklama önceki hadiste geçti.
3- Yatmazdan önce vitir kılmak: Bu namazın vacib olduğunu belirttik.
Ancak gece de kılınabilir. Zira vakti, yatsının bitiminden itibaren şafak
sökmesine kadardır. Resûlullah'ın yatmazdan önce kılınmasını tavsiye etmesi,
uyuduktan sonra uyanamama tehlikesine binâendir. Uyanmaktan emin olan, uyanmak
için müessir tedbir almış olan için, gece kılmasının efdal olacağı
söylenmiştir.
ـ وعن أبى
ذرّ رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال رَسُولُ
اللّهِ :
يُصْبِحُ
عَلى كُلِّ
سَُمَى مِنْ
أحَدِكُمْ
صَدَقَةٌ،
فَكُلُّ
تَسْبِيحَةٍ
صَدَقَةٌ،
وَكُلُّ
تَحْمِيدَةٍ
صَدَقَةٌ،
وَكُلُّ
تَهْلِيلَةٍ
صَدَقَةٌ، وَكُلُّ
تَكْبِيرَةٍ
صَدَقَةٌ،
وَأمْرٌ بِالْمَعْرُوفِ
صَدَقَةٌ،
وَنَهْىٌ
عَنِ المُنْكَرِ
صَدَقَةٌ،
وَيُجْزِىُ
مِنْ كُلِّ
ذلِكَ
رَكْعَتَانِ
يَرْكَعُهُمَا
الْعَبْدُ
مِنَ
الضُّحَى.
Ebû Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir
sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih bir sadakadır. Her tahmid bir sadakadır,
her bir tehlîl bir sadakadır. Emr-i bi'lma'ruf bir sadakadır. Nehy-i
ani'lmünker de bir sadakadır. Bütün bunlara kişinin kuşlukta kılacağı iki
rek'at namaz kafi gelir."[300]
Bu rivâyet kuşluk namazının ehemmiyetine parmak basmakta, sağlığımız
için hergün vermemiz gereken, sadakaların yerini tek başına tutacağını
belirterek, iki rekat kuşluk kılmaya teşvik etmektedir.
Buna göre irâdî olarak her bir mafsal için verilmesi gereken günlük
sadaka 360 adedi bulmaktadır. Bu maddî sadakayı karşılayabilen iki rek'atlik
namaz kıymetli bir ibadet olmalıdır.Ne mutlu bunu yerine getirenlere!
ـ وعن
بريدة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ رَسولُ
اللّهِ : في
ا“نْسَانِ
ثََثَمِائَةٍ
وَسِتُّونَ
مَفْصًَ.
فَعَلَيْهِ
أنْ يَتَصَدَّقَ
عَنْ كُلِّ
مِفْصَلٍ
مِنْهُ
صَدَقَةً. قَالُوا
مَنْ يُطِيقُ
ذلِكَ؟ قَالَ
النَخَاعَةُ
في المَسْجِدِ
يَدْفِنُهَا.
وَالشَّىْءُ
يُنَحِّيهِ عَنِ
الطّرِيق.فإنْ
لَمْ يَجِدْ
فَرَكْعَتَانِ
يَرْكَعُهُمَا
مِنَ
الضُّحَى،
Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "İnsanda üçyüzaltmış mafsal vardır. Her bir
mafsal için bir sadakada bulunması gerekir." (Bunu işitenler): "Buna
kimin gücü yeter?" dediler. Aleyhissalâtu Vesselâm:"Mescidde toprağa
gömeceği bir balgam, yoldan bertaraf edeceği bir engel... Bunları bulamazsa,
kuşluk vakti kılacağı iki rekat namaz!"[301]
ـ وعن أبى
ذر وأبى
الدرداءِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قال رَسُولُ
اللّهِ : قالَ
اللّهُ تَعالى:
ابنَ آدَمَ
ارْكَعْ لِى
أرْبَعَ
رَكَعَاتٍ
أوَّلَ
النَّهَارِ
أكْفِكَ
آخِرَهُ.
Ebû Zerr ve Ebû'd-Derdâ (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resullullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâlâ hazretleri dedi ki:
"Ey Âdemoğlu! Günün evvelinden benim için dört rek'at namaz kıl, ben de
sana günün sonunu garantileyeyim." [302]
Sanki, Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: "Ey insanoğlu, günün
başında kalbini ibadetim için dünyevî meşguliyetlerden uzak tut, bana yönel.
Ben de günün sonunda senin ihtiyaçlarını yerine getirerek senin zihnini o dünya
meşgalesinden uzak tutayım." Böylece kuşluk namazından itibaren günün
sonuna kadar, kişinin ihtiyaçlarının karşılanması, hoşuna gitmeyen şeylerden
onun korunması gibi dünyevî sıkıntılara karşı ilâhî bir garanti vaadedilmiş olmaktadır.
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسُولُ
اللّهِ : مَنْ
حَافَظَ عَلى
شُفْعَةِ الضُّحَى
غُفِرَتْ
ذُنُوبُهُ
وَإنْ كَانَتْ
مِثْلَ
زَبَدِ
الْبَحْرِ.
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim kuşluğun bir çift (namaz)ına
devam ederse, deniz köpüğü kadar çok da olsa, Allah günahlarını affeder."[303]
ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
صَلّى
الضُّحَى
ثِنْتَىْ عَشْرَةَ
رَكْعَةً
بَنَى اللّهُ
لَهُ تَعالى
قَصْراً في
الجَنَّةِ
مِنْ ذَهَبٍ.
Hz.
Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim kuşluk namazını oniki rek'at kılarsa Allah Teâlâ
Hazretleri cennette onun için altından bir köşk bina eder." [304]
ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت :
كَانَ رسُولُ
اللّهِ
يُصَلِّى
الضُّحَى أرْبَعَ
رَكَعَاتٍ
وَيَزِيدُ
مَا شَاءَ اللّه.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kuşluğu dört kılar, (bazan) dilediğince de artırırdı."[305]
ـ وعن زيد
بن أرْقَم
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال:قال
رَسُولُ
اللّهِ :
صََةُا‘وَّابِينَ
حِينَ
تَرْمَضُ
الفِصَالُ
مِنَ
الضُّحَى.
-Zeyd İbnu Erkam (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kuşluk namazı, boduğun (yani deve yavrusunun) ayağı kumdan yanmaya
başladığı andan itibaren kılınır."[306]
وَالضُّحَى
“Andolsun kuşluk vaktine.”[307]
Kuşluk namazı,
Peygamber (a.s) Efendimizin güzel sünnetlerinden biridir.
Güneşin doğuşu
ile yaşam kavgasının başlayacağı bir esnada, namaz ile bu savaşa iştirak etmek;
elbette hayat daha dengeli, daha temkinli olmaya vesile olacaktır. Günün gece
namazıyla bitmesi ve yine kuşluk namazıyla başlaması hayatın Allah’ın razı olacağı
bir yaşam olacağına ve ahlakın daha da düzgün olmasına vesile olacağına sebep
olacaktır.
Tadil-i Erkan: Namazda rükû,
rükûdan sonra ayakta durma, secde ve iki secde arasındaki oturmanın hakkını
vererek, tam bir sukûnet içinde ve yerli yerinde mutmain olarak yapmak.
Tadîl, düzeltmek, kuvvetlendirmek
demektir.[308]
Erkân ise "rükn"ün çoğuludur. Kelime anlamlarıyla tadîl-i erkân,
rükünlerin yerli yerinde yapılmasını ifade etmektedir.
Allah Teâlâ Kur'an'da, Hz. Peygamber
(a.s) hadislerinde namazların gerektiği gibi kılınmasını özellikle
belirtmiştir. Kur'an, namaz kılmayı ifade için "namaz kılmak"
anlamına gelen "sallâ" fiili yerine "ekame" fiilini tercih
etmiştir ki, bu kelime "hakkını vererek yapmak" anlamına gelmektedir.
Hz. Paygamber de pek çok hadisinde bu konuyu işlemiştir.
Huşû: Allah'a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme ve bu duygu ile alçak
gönüllülük ve tevazu gösterme.
Nerede olunursa olunsun, Allah Teâlâ'nın her şeye muttali olduğunu
azametini ve kişilerin kusurlarını bilmeyi gerekli kılar. Asıl huşû, bu
bilgilerden doğar. Bunun için huşû yalnız namaza bağlı değildir. Namazda, namaz
dışında, yalnızken de huşû uygulanır.
Huşû, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli âyetlerde geçmekte ve Peygamber
efendimizin hadislerinde çokça zikredilmektedir. Ahzâb Suresi 35. âyette geçen
ve bu kelimeden gelen "el-hâşin ve'l-haşiât" kelimeleri "Allah'a
boyun eğen erkekler ve Allah'a boyun eğen kadınlar" diye tercüme
edilmiştir. Yani "Onlar kibir, gurur ve kendini beğenmişlikten uzaktırlar;
O kul olduklarının ve ibadet ve taat etmekten başka bir konumda
ohnayacaklarının farkındadırlar. Bu nedenle vücutları ile birlikte kalpleri de,
Allah'tan korkarak onun önünde secde eder. Onlar Allah'dan korkmayan ve kibir
içinde yaşayanlar gibi davranmazlar." Bu niteliklerin dizilişinden huşû
ile, genelde Allah korkusunun yanında, özellikle namazın kastedildiği
anlaşılmaktadır. Çünkü sadaka vermek ve oruç tutmak hemen bunun ardında yer
almaktadır. [309]
Huşû ve huzur-ı kalb namazda şarttır:
اِنَّنى
اَنَا اللّهُ
لَا اِلهَ
اِلَّا اَنَا
فَاعْبُدْنى
وَاَقِمِ
الصَّلوةَ
لِذِكْرى
"Zikrim için beni hatırlamak için namaz kıl" [310] âyeti
buna bir örnektir. Bilindiği üzere emrin zahiri vücuptur. Gaflet zikre
münafidir (manidir). Bütün namazı gaflet ile geçen bir insan, namazda Allah'ı
nasıl hatırlamış olabilir? Allah Teâlâ:
وَلَا
تَكُنْ مِنَ
الْغَافِلينَ
"Gafillerden
olma"[311] buyurarak gafleti yasaklıyor. Namazda huşû'un büyük
bir önemi vardır. Mü'minûn sûresinin ilk âyetlerinde, mutlaka kurulacak olan
kâmil mü'minlerin sıfatları sayılır. Birinci sıfatlar olarak şöyle denmektedir.
Kişinin iç dünyası ile ilgili olan huşû
hali dıştaki davranışlarına yansır. Psikolojik bakımdan da bunun böyle olması
gerekir. Çünkü beden, ruhi olayların aynasıdır. Meselâ; ruhunda üzüntü veya
sevinç olan kişinin bu ruhi halini, yâni üzüntü veya sevincini mimiklerinden,
yüz hatlarından ve davranışlarından anlarız. Bundan dolayıdır ki, namazda huşû;
bütün himmetini namaz için toplamak, namazın dışındaki her şeyden yüz çevirmek,
gözlerini secde yerinden ayırmamak, sağa sola bakmamak, elbisesiyle oynamamak
ve parmaklarını çıtlatmamaktır. [312]
Dikkat edilirse bu izahda kalb ile
beden, yani kalb ile aza organlar birlikte dikkate alınmıştır.
Bazı müçtehitler huşûu namazın
şartlarından kabul etmişlerdir. Fakat sahih olan görüşe göre; huşû namazın
şartlarından değildir, kemâlindendir. Yani makbul ve olgun bir namazın mutlaka
huşû ile kılınması lâzımdır. Namaz sırasında kalb kıbleye yönelmiştir. Kalb ve
zihin başka şeylerle meşgulse namaz gafletle kılınmış demektir. Böyle namaz,
Hakkı hatırlatmaz. Halbuki namaz, Hakkı hatırlatmak içindir. Cenâb-ı Hak bu
konuda şöyle buyurur:
اِنَّنى
اَنَا اللّهُ
لَا اِلهَ
اِلَّا اَنَا
فَاعْبُدْنى
وَاَقِمِ
الصَّلوةَ
لِذِكْرى
"Beni hatırlamak ve anmak
için dosdoğru namaz kıl."[313]
Bu da ancak namaz ile olur.
ـ عن أبى
مسعود البدرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رسولَ
اللّهِ
قالَ: َ
تُجْزِئُ صََةُ
أحَدِكُمْ
حَتَّى
يُقِىمَ
ظَهْرَهُ في الرُّكُوعِ
وَالسُّجُودِ.
Ebû Mes'ûd el-Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Sizden biri, rükû ve secdelerde belini (tam
olarak) doğrultmadıkça namazı yeterli olmaz."[314]
Namazda tadîl-i erkân, bir bakıma rükünlerin hakkını vermek mânasına
gelir. Bu maksadla kıyâm, rükû ve secdeyi yaparken her uzvun belli bir sükûnete
ermesi, sübhânallâhi'l-azîm diyecek kadar o halde kalması gerekmektedir. Şu
halde rükûnun kemâli, secdeye gitmezden önce beli tam olarak doğrultup kıyam
vaziyetini almakla gerçekleşecektir. Keza secdenin kemâli de birinci secdeden sonra
beli tam olarak doğrultup oturur vaziyetini almakla gerçekleşecektir. Gerek
rükûdaki ve gerekse secdedeki bu tam doğrulma haline tuma'nîne de denmiştir.
ـ
وعن النعمان
بن مُرَّةَ:
أنَّ رسولَ
اللّهِ
قالَ: مَا
تَرَوْنَ في
الشّارِبِ
والزَّانِى
وَالسَّارِقِ،
وَذَلِكَ
قَبْلَ أنْ
يُنْزِلَ
فِيهِمُ
الحدودُ؟
قاَلُوا:
اللّه
وَرَسُولُهُ
أعْلَمُ.
قَالَ: هُنَّ
فَوَاحِشُ
وَفِيهِنَّ عُقُوبَةٌ،
وَأسْوَأُ
السَّرِقَةِ
الَّذِى
يَسْرِقُ
صََتَهُ
قَالُوا:
وَكَيْفَ يَسْرِقُ
صََتَهُ يَا
رَسُولُ
اللّهِ؟ قالَ:
َ يُتِمُّ
رُكُوعَهَا
وََ
سُجُودَهَا.
Nu'mân İbnu Mürre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "İçki içen, zinâ yapan ve hırsızlıkta bulunan
kimse hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Bu sual, bunlar hakkında henüz
hadd cezası gelmezden önce sorulmuştu."Allah ve Resûlü daha iyi
bilir!" diye cevap verdiler. Aleyhissalâtu vesselâm: "Bu fiiller ağır
suçtur, onlar hakkında ceza vardır. Hırsızlığın en kötüsü de namazını
çalmaktır" buyurdu. Bunun üzerine: "Ya Resûlullah, kişi namazını
nasıl çalar?" diye sordular. Şu cevabı verdi:"Rükûsunu ve secdelerini
tamamlamaz."[315]
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, namazdaki ta'dîl-i
erkânın ehemmiyetini zihinlerde tesbit maksadıyla teşbihe başvurmaktadır. Bu
maksatla, herkes nazarında çirkinliği açık ve belli olan üç cürüm hakkında sual
sorar. Ashâb, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tebliğ sırasında
umumiyetle bir soru sorarak dikkatleri çekmekle işe başladığını bildiği için,
sualden maksadın kendilerinden cevap beklemek olmadığını müdrikdiler. Bu
sebeple "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" diye cevapla yetindiler. Resûlullah,
hırsızlığın kötülüğünü hatırlattıktan sonra, onun dereceleri bulunduğunu
telmîhan, en kötü derecesinin kişinin namazında yaptığı hırsızlık olduğunu
söyler.
Bu, merak uyandıran bir teşbihtir. Ashâb ister istemez soracaktır. "Ya
Resûlullah kişi namazını nasıl çalar?"
Resûlullah hırsızlığı ikiye ayırdı. Bilinen hırsızlık, bilinmeyen
hırsızlık. Bilinmeyeni, namazdaki tumanîne ve huşûnun eksiltilmesi olarak tarif
etti. Sonra bilinmeyen hırsızlığın bilinenden kötü olduğunu belirtti.
Ta'dîl-i erkâna riâyet etmemenin nasıl hırsızlığın en kötüsü olduğu
şöyle açıklanır. Hırsız, başkasının malını alınca dünyada bazan ondan
faydalanır. Yahut sahibinden helallik ister, yahud da hadd cezasını çekerek
ahiret azabından kurtulur. Ama öbürü böyle değil. Zîra nefsinin sevab hakkını
çalmış ve onu ahirette cezaya tebdil etmiştir.
Namazda başkaca hatalara rağmen Resûlullah' ın hassaten secde ve rükû
üzerinde durmasını, ihlallerin çoklukla bu ikisinde vukûa gelmesiyle îzah eder
ve devamla der ki. Bu ihlali hırsızlık olarak isimlendirmesi, edası emanet
edilmiş olan bir şeyi yapmanın ihanet mânası taşımasındandır.
اَسْوَأَ
النَّاسِ
سَرِقَةً
الذي يَسْرِقُ
صََتَهُ
قَالُوا يَا
رَسُولَ اللّهِ
وَكَيْفَ
يَسْرقُهَا
قَالَ: َ
يَتِمُّ
رُكُوعَهَا
وََ
سُجُودَهَا
وََ
خُشُوعَهَا
Efendimiz: "Hırsızlıkta
insanların en kötüsü namazını çalan kimsedir" buyurmuştu: "Ey
Allah'ın Resûlü bu nasıl olur?" diye sordular da: "Namazda rükûyu,
secdeleri ve huşûyu tamamlamaz" diye cevap verdi."[316]
ـ وعن
سالم البراد
قال:
أَتَيْنَا
أبَا مَسْعُودٍ
فَقُلْنا
لَهُ
حَدِّثْنَا
عَنْ صََةِ رَسولِ
اللّهِ ،
فَقَامَ
بَيْنَ
أيْدِينَا فَكَبَّرَ.
فَلمَّا
رَكَعَ
وَضَعَ
رَاحَتَيْهِ
عَلى
رُكْبَتَيْهِ
وَجَعَلَ
أصَابِعَهُ
أسْفَلَ مِنْ
ذلِكَ وَجَافَى
بَيْنَ
مِرْفَقَيْهِ
حَتَّى اسْتَوَى
كُلُّ شَىْءٍ
مِنْهُ. ثُمَّ
قالَ: سَمِعَ
اللّهُ
لِمَنْ
حَمِدَهُ.
فقَامَ
حَتَّى اسْتَوَى
كُلُّ شَىْءٍ
مِنْهُ.
Sâlim el-Berrâd anlatıyor: "Ebû Mes'ud'a gelerek:"Bize
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazından anlat!" dedik. Hemen
önümüzde kalktı, tekbir getirdi. Rükûya varınca ellerinin ayalarını dizlerinin
üzerine koydu. Parmaklarını dizinin alt kısmına getirdi. Dirseklerini yan
taraflarına uzattı. Bu halde her uzvu hareketsiz sâbit durdu. Sonra semi'allâhu
limen hamideh dedi ve her uzvu düz oluncaya kadar doğruldu."[317]
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رسولَ اللّهِ قالَ:
اعْتَدِلُوا
في السُّجُودِ،
وََ
يَبْسُطَنَّ
أحَدُكُمْ
ذِرَاعَيْهِ
انْبِسَاطَ
الْكَلْبِ.
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurdular: "Secdede ta'dîle riâyet edin, kimse kollarını
köpeklerin yayışı gibi yaymasın."[318]
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ
النَّبىَّ قالَ:
أقِيمُوا
الرُّكُوعَ
وَالسُّجُودَ؟
فَوَاللّهِ
إنّى ‘رَاكُمْ
مِنْ بَعْدِى.
وَرُبَّمَا
قالَ مِنْ
بَعْدَ
ظَهْرِى،
إذَا رَكَعْتُمْ
وَسَجدْتُمْ.
Hz. Enes anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Rükû ve secdeleri yerine getirin. Allah'a yemin olsun siz secde rükû
ettikçe ben arkamda olanları da görüyorum." -Belki "sırtımın
gerisini" demişti-"[319]
ـ وعن
مالك بن
الحُويرث
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّهُ قالَ
‘صْحَابِهِ:
أَ
أنْبِئُكُمْ
بِصََةِ
النَّبىِّ ؟
قالَ أبُو
قَِبَةَ:
فَصَلَّى
بِنَا صََةَ
شَيْخِنَا
أبِى يَزِيدَ.
فَكَانَ أبُو
يَزِيدَ إذَا
رَفَعَ
رَأسَهُ مِنَ
السَّجْدَةِ
ا‘خِيرَةِ
مِنَ
الرَّكْعَةِ
ا‘ولى
والثّالِثَةِ
اسْتَوَى
قَاعِداً
ثُمَّ نَهَضَ.
Mâlik İbnu'l-Huveyris (radıyallâhu anh)'ten
rivâyete göre, arkadaşlarına: "Size Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
namazını haber vereyim mi?" diye sormuştur. Ebû Kilâbe der ki:
"(Böyle söyledikten sonra), bize şeyhimiz Ebû Yezîd'in namazı (gibi) namaz
kıldırdı. Ebû Yezîd, başını birince ve üçüncü rek'atin ikinci secdesinden
kaldırınca otururcasına doğrulur sonra kalkardı."[320]
Yukarıda kaydedilen son dört hadis, namazda riâyet edilmesi gereken
bazı hususları beyan ediyor. Onları sırayla şöyle açıklayabiliriz.
1- Rükû sırasında el ve parmakların vaziyeti: El ayası dizkapağının tam
üzerine gelecek, bu sırada parmakla bacağın dizkapağına bitişen kısmını
kavrayacak, dirsekler de yana doğru açılarak birbirinden uzaklaşacak.
Bu esnada dirseklerin karna yapıştırılması, karınla bacaklar arasına
sıkıştırılması mekruhtur. Rükûda bel ve baş yere paralel, düz bir istikâmet
teşkil edecek şekilde olmalıdır. Rükûdan kalkınca vücut tabii dikliğini alacak,
baş tam olarak doğrulacaktır. İşte bu vaziyette bir miktar -yani Rabbenâ ve
leke'lhamd diyecek kadar- sâbit durulacaktır.
2- Secdede tadile riâyet emredilmekte, kolların yere yayılmaması
istenmektedir. Secdede ta'dîl, Resûlullah'ın tarif ettiği hususlara uymakla
yerine getirilir. Bu hadiste mezkur hususlardan bir zikredilmiştir. Kolların
yere yayılmaması... Rivâyetlerde başka teferruât da istenmiştir. Ellerin
aralıklı olarak yere konması; baş eller arasında alın ve burun yere değecek
şekilde secde mahalline bırakılması, kolların dirsekler havada olacak şekilde
yan taraflara çıkarılması, karınla dizlerin birbirine yapışmaması ve arada bir
mesafenin bulunması.
3- Rükû ve secdelerin tadili erkâna uygun olarak yapılması emredilmekte
ve tekîden (ilâhî bir mûcize olarak) arkasında namaz kılanların da kendisine
gösterildiğini, kimin tadile uygun şekilde, kimin aykırı şekilde namaz
kıldığını bildiğini ifade etmektedir.
4- Resûlullah'ın namazı nasıl kıldığı tarif edilmektedir.
ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
كَانَ رسوُلُ
اللّهِ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنْ
قَلْبٍ َ
يَخْشَعُ، وَمِنْ
دُعَاءٍ َ
يُسْمَعُ،
وَمِنْ
نَفْسٍ َ تَشْبَعُ،
وَمِنْ
عِلْمٍ َ
يَنْفَعُ،
أعُوذُ بِكَ
مِنْ هؤَءِ
ا‘رْبَعِ.
-Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı
okurlardı: "Allah'ım, huşû duymaz bir kalbten sana sığınırım, dinlenmeyen
bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir
ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım."[321]
Hadis birbirinden ayrı gibi görünen dört meseleye temas etmektedir:
* Huşû, saygıya götüren korkudur. Kalbin huşû duyması, Allah'tan korkup
saygıyla dolmasıdır.
Şu halde huşû duymayan kalp, Allah'ı zikretmekten zevk almayan, itminan
bulamayan kalptir.[322]
Namazın tadili
erkanını terk etmenin zararları:
1) Fakirliği sebep olur.
2) Yeni namaz
kılanlara kötü örnek olduğundan dolayı sevabı günaha döner.
3) Namazı tekrar iade üzerine vacip olur.
4) Allah’ın rahmetinden mahrum olur.
5) Şeytanı sevindirmiş olur.
6) Kendi nefsine zulüm etmiş olur” vb.
şeylerdir.
Namazlarda
tadil-i erkana riayet, namazın, kıyam, rüku ve secde gibi her rüknünü sükunetle
yerine getirmek ve bu rükünleri yaparken her uzuv yatışıp hareket halinden beri
bulunmaktır.
Namazdan
manevi haz duyanlar, namazda tadil-i erkana riayet ederler, acele etmekten
sakınırlar. Acele etmeyi saygıya ve edebe aykırı görürler.
Hayatın en
yararlı ve en kıymetli saatleri ibadete geçen zamandır. Boş yere veya kısa bir
yarar uğrunda zamanları harcayan insanların namaz gibi yüksek bir ibadetten,
devamlı mutluluk yolundan ve ilahi huzurunun zevkinden mahrum olmamak için
çalışmalarını pek garip ve acınacak bir hal değil midir?
14) Cemaatle Namaz
Cemâat; topluluk ve toplanma, bir araya gelme
demektir.
Cemâat namazı; bir araya gelen müslümanların bir
imama uyarak topluca kıldıkları namaza denilir.
"Dinin
direği" olarak tanımlanan ve İslâm'ın
beş şartından birisi olan beş vakit namazın, İslâm'ın cemâate verdiği önemden
dolayı, toplu olarak edâ edilmesi gerekmektedir.
Cemâatla namaz kılmak Kitap, Sünnet ve İcmâ ile
sabittir. Cenâb-i Hak Peygamberimiz'e hitaben şöyle buyurur:
وَاِذَا
كُنْتَ
فيهِمْ
فَاَقَمْتَ
لَهُمُ الصَّلوةَ
فَلْتَقُمْ
طَائِفَةٌ
مِنْهُمْ
مَعَكَ
"Sen müminler arasında bulunup onlara
namaz kıldıracağın zaman onlardan bir kısmı seninle beraber olsun."[323]
Dinimiz cemaate çok ehemmiyet vermiş ve müslümanların cemaat ve birlik
olmalarını teşvik etmiştir. Ümmetî birliğe ulaşmada en müessir vasıta namazdır.
Günde beş vakit câmide birleşen müslümanlar, aralarında mevcut olan çeşitli
farklılıkların ortaya çıkaracağı
tefrikayı ortadan kaldırabileceklerdir. Tefrikaya götürecek farklıklar
neler olabilir.
* Dil farkı,
* Renk farkı
* İktisâdî farklılık,
* Mevki makam farkı,
* Siyâsi görüş farkı vs.
Günde beş vakit câmi çatısında birleşen, cemaatleşen mü'minler,
Resûllerinin başkanlığı altında kaynaşacaklardır. Her mescide geliş, kimisi
fıtrî, kimisi sunî olan ve fakat başıboş bırakıldığı takdirde her biri
tefrikaya, fitneye götürebilecek bu farklılıkları bir törpüleme ameliyesi bir
kaynaşma temrîni (antrenman) ve bütünleşme cehdidir.
Bu sebeple Resûlullah pek çok hadislerinde namazların cemaatle
kılınmasını emretmiş, münferid kılmak için ruhsat isteyenlere sıkı şartlar altında ruhsat vermiştir. Sözgelimi iki gözü de kör
olan âmâ Abdullah İbnu Ümmi Mektûm evinde kılma
ruhsatı isteyince önce vermiş, sonra geri çağırıp ezanı işitip
işitmediğini sormuş, işittiğini öğrenince ruhsatı kaldırmıştır.
Üç kişinin bulunduğu bir köy veya kırda namaz cemaatle kılınmazsa
şeytan onlara mutlaka galebe çalmıştır. Cemaate iyi tutun. Zîra kurt, sürüden
ayrılanı kapar.
Cemaat Nedir?
Hadisler namaz mevzuunda iki kişiyi bir cemaat olarak tavsif eder.
Ancak cemaatin sayısı ne kadar fazla olursa o kadar makbuldür.
ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
صََةُ
الرَّجُلِ في
جَمَاعَةٍ
تُضَعَّفُ
عَلى صََتِهِ
في بَيْتِهِ
وَسُوقِهِ
خَمْساً
وَعِشْرِينَ
ضِعْفاً، وذَلِكَ
أنَّهُ إذَا
تَوَضّأَ
فَأحْسَنَ
الوَضُوءَ،
ثُمَّ خَرَجَ
إلى
المَسْجِدِ َ
تُخْرِجُهُ
إَّ الصََّةُ
لَمْ يَخْطُ
خُطْوَةً إَّ
رُفِعَتْ
لَهُ بِهَا
دَرَجَةٌ،
وَحُطَّتْ
عَنْهُ بِهَا
خَطِيئَةٌ،
فإذَا صَلَّى
لَمْ تَزَلِ
المََئِكَةُ
تُصَلِّى
عَلَيْهِ مَا
دَامَ في
مُصََّهُ:
اللَّهُمَّ
صَلِّ،
اللَّهُمَّ
ارْحَمْهُ.
وََ يَزَالُ
أحَدُكُمْ. في
صََةٍ مَا
انْتَظَرَ
الصََّةَ.
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişinin cemaatle kıldığı
namazın sevabı evinde ve çarşıda (iş
yerinde) kıldığı namazından yirmibeş kat fazladır. Şöyle ki, abdest alınca
güzel bir abdest alır, sonra mescide gider, evinden çıkarken sadece mescid
gâyesiyle çıkmıştır. Bu sırada attığı her adım sebebiyle bir derece
yükseltilir, bir günahı affedilir. Namazı kıldı mı, namazgâhında olduğu
müddetçe melekler ona rahmet okumaya devam ederler ve şöyle derler: "Ey
Rabbimiz buna rahmet et, merhamet buyur."Sizden herkes, namaz beklediği
müddetçe namaz kılıyor gibidir."[324]
ـ وفي
أخرى للشيخين
عن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: قالَ
رَسولُ
اللّهِ :
صََةُ الجَمَاعَةِ
أفْضَلُ مِنْ
صََةِ
الْفَذِّ
بِسَبْعٍ
وَعِشْرِينَ
دَرَجَةً.
Sahîheyn'in İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'den
kaydettiği bir diğer rivâyette şöyle denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Cemaatle kılınan namaz, ayrı kılınan namazdan yirmiyedi derece üstündür."[325]
ـ وعن أبى
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رسولُ اللّهِ
: أعْظَمُ
النَّاسِ
أجْراً في الصََّةِ
أبْعَدُهُمْ
فَأبْعَدُهُمْ
مَمْشىً،
وَالَّذِى
يَنْتَظِرُ
الصََّةَ
حَتَّى
يُصلِّيهَا
مَعَ ا“مَامِ
أعْظَمُ
أجْراً مِنَ
الَّذِى يُصَلِّى
ثُمَّ
يَنَامُ.
Ebû Mûsa (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Namazda en çok sevap alan kimse, en uzak
olanlarıdır, yürüme yönüyle en uzaktan gelenler, imamla kılıncaya kadar namazı
bekleyen kimse, hemen kılıp sonra da
uyuyandan daha çok sevaba mazhardır."[326]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazları cemaatle kılmaya
teşvik sadedinde beyan buyurduğu en
mühim hadislerden üç tanesi kaydedilmiş durumda: Cemaatle kılınan namaz ayrı
kılınandan 25 veya 27 kat fazla sevaba vesîle olmaktadır. Camiye gitmek için ne
kadar fazla yol katedilirse sevab da o nisbette artmaktadır. Namaza gitmek için
atılan her adım, sayıya girmekte, manevî kazanca vesîle olmaktadır.
Cemaat sevabı, rivâyetlerin bir kısmında 25, bir kısmında 27 kat fazla
olacağı ifade edilmiştir.
Belki de Resûlullah 25 diye ilan etti, fakat sonradan Cenâb-ı Hakk,
cemaatteki fazîletin daha da fazla olduğunu bildirdi, bunun üzerine
Aleyhissalâtu vesselâm 27 olarak haber verdi.
Cemaatle kılınan namazın kadrini anlamanıza yardımcı olacağı ümidiyle
aynen kaydediyoruz. Kaydedilen her husus, rivâyetlerden alınmadır. Bu sebeple
açıklama fevkalade isabetlidir:
1- Namazı cemaatle kılma niyetiyle müezzine icâbet etmek.
2- Vaktin evvelinde, erkenden gitmek.
3- Sükûnetle mescide yürümek.
4- Mescide duâ ederek girmek.
5- Girince tahiyyetü'lmescid namazı kılmak (Hanefîlerde sünnetler bunun
yerini tutar).
6- Cemaati beklemek.
7- Meleklerin, musallî için rahmet duâları ve istiğfarları,
8- Meleklerin musalli lehine şehadetleri.
9- İkâmete icâbet.
10-İkâmet sırasında kaçtığı için şeytandan selâmette kalmak.
11- İmamın iftitah tekbirini
bekleyerek durmak veya imamı hangi halde bulduysa hemen dahil olmak.
12- İmamın iftitah tekbirine yetişmek.
13- Safların düzeltilip, aradaki açıklıkların giderilmesi.
14- İmam semi'allâhu limen hamideh deyince ona (Rabbenâ ve leke'lhamd
diyerek) cevap vermek.
15- Umumiyetle sehivden emniyette kalmak ve hata halinde imamın, tesbîh
veya açma (feth) yoluyla uyarılması.
16- Münferid kılanı meşgul eden birçok
şeyden uzak kalarak huşûya kavuşma.
17-Daha düzgün bir kıyafette olmak.
18- Meleklerin kanatlarıyla kuşatması.
19- Kıraatın güzelleşmesi ve namazın erkân ve âdâbının öğrenilmesi antrenmanı. (Cemaate
gitmekle bunlar hâsıl olur.)
20- İslâm'ın mühim bir şiarını izhâr etmek.
21- İbâdet için toplanmaya
şeytan burnunun sürtülmesi, kulluğa boyun eğme, tembelin gayrete gelmesi vardır.
22-Münafıklara has bir sıfattan ve "namazı terketti"
şeklinde, hakkında düşülecek bir sûizandan selamet bulmak (uzakta kalmak).
23- İmamın selamına mukâbele.
24- Zikir ve duâ için teşkil edilen cemaatten ve kâmillerin bereketinin
nâkıslara sirâyetinden istifade.
25-Komşular arasında ülfet ve kaynaşma nizamının kurulması ve namaz
vakitlerinde dayanışma husûlü.
Bu yirmibeş hasletten her biri hakkında hadislerde ya bir emir, ya bir
teşvik gelmiştir. Geriye kalan iki haslet de cehrî namazlarla ilgilidir.
1- İmam okurken susup dinlemek.
2-İmam (Fatiha'yı okuyup velâ'd-Dâllîn deyince meleklerin
"âmîn" ine tevâfuk etmek maksadıyla âmîn demektir. Böylece,
yirmiyedinin cehrî namazla ilgili olduğu
görüşü üstünlük kazanır.
ـ وعن
عثمان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سَمِعْتُ
رَسولَ
اللّهِ
يَقُولُ
مَنْ صَلَّى
العِشَاءَ في
جَمَاعَةٍ
فَكَأنَّمَا
قَامَ نِصْفَ
اللَّيْلِ،
وَمنْ صَلّى
الصُّبْحَ في
جَمَاعَةٍ،
فَكَأنَّمَا
صَلَّى
اللَّيْلَ
كُلَّهُ.
-Hz. Osman (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim şöyle diyordu:"Kim
yatsıyı bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin yarısını ihya etmiş gibi olur,
kim de sabah namazını bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin tamamını namazla
geçirmiş gibi olur."[327]
Yatsıyı cemaatle kılmanın fazîleti, gecenin yarısında kılınacak nafile
ibâdete denktir. Keza cemaatle kılınacak sabah namazının da fazîletçe bütün
gece boyu kılınacak nafile namaza denk olduğu belirtilmiştir.
Cemaat kelimesi nekre gelmiştir. "Herhangi bir cemaat"
demektir. Bu "camideki cemaat" manâsını taşıdığı gibi, "evdaki
cemaat" manâsını da taşıyabilir. Ancak, önceki açıklamamızda bu çeşit
hadislerde öncelikle "cami cemaati"nin maksat olduğunu belirttik.
ـ وعن
أبىّ بن كعب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: كانَ
رَجُلٌ َ
أعْلَمُ
أحَداً
أبَعْدَ
مِنْهُ مِنَ
المَسْجِدِ،
وَكَانَتْ َ
تُخْطِئُهُ
صََةٌ،
فَقِيلَ لَهُ:
لَوْ
اشْتَريْتَ
حِمَاراً
فَرَكِبْتَهُ
في
الظَّلْمَاءِ
أوْ في
الرَّمْضَاءِ؟
فقَالَ: مَا
يَسُرُّنِى
أنَّ
مَنْزِلِى
إلى جَنْبِ
المَسْجِدِ، إنِّى
أُرِيدُ أنْ
يُكْتَبَ لِى
مَمْشَاىَ إلى
المَسْجِدِ
وَرُجُوعِى
إلى أهْلى،
فقالَ رَسولُ
اللّهِ : قَدْ
جَمَعَ
اللّهُ تَعالى
لَكَ ذلِكَ
كُلَّهُ.
-Übeyy İbnu Ka'b (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Bir adam vardı Mescide ondan daha uzakta oturan birini
bilmiyordum. Namazları da hiç kaçırmıyordu. Kendisine: "Bir eşek alsan da
karanlık veya sıcak zamanlarda binsen!" denilmişti, şu cevapta
bulundu:"Evimin mescide yakın olması beni memnun etmez. Ben mescide kadar
yürümelerimin, sonra da aileme dönüşlerimin sevab olarak yazılmasını
diliyorum."Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (Adamın bu sözünü
işitince): "Allah Teâlâ hazretleri bu isteklerinin hepsini yerine getirdi" buyurdu."[328]
Hadiste de görüldüğü üzere beş vakit mescide gelmeye mâni olmayacak bir
uzaklıkta oturmayı tasvib ve hatta takdir etmiştir. Mescide uzaklığı sebebiyle
evlerini terkederek daha yakına gelmek isteyen Benî Selime'ye müsaade etmemiş,
"Attığınız adımların sevabını düşünmüyor musunuz?" demiştir.
Hayat namaza göre tanzim
edilmeli. Namaz bir takvim gibi hayatın her noktasını kuşatmalı. Hayatın gerçek
takviminin blokajı namaz üzerine oturtulmalı. Namaz vakitleri köşe taşları
olmalı ve sair işler bu köşe taşlarına göre programlanmalı. Eskiler bir iş için
sözleştiklerinde "sabah namazından önce.. öğle namazından sonra…"
derlerdi. Kur'an'da da bu espri muhafaza edilir ve pek çok yerde "namaz
kılındıktan sonra.. namaza kalktığınızda.. namaza durduğunuzda..." gibi
ifadelerle ferman buyrulur.
Zekât: Temizlik, artma, bereket. Bir malın belli bir
miktarını, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de saydığı sekiz sınıftan birisine veya bir
kaçına Allah rızası için vermek. Terim olarak zekât; İslâm'ın beş şartından
birisi olan malî ibadetin adıdır.
Fakirin hakkı çıkarılarak malı, cimrilik kirinden
arındırarak da şahsı temizlediği ve malda berekete sebep olduğu için bu malî
ibadete zekât denilmiştir.[329]
Zekâta sadaka da denilir. Bu ismin verilmesinin
sebebi zekâtın malı temizleyip sıhhat ve kemaline sebep olması, zekât verenin
de imânındaki sadakat ve olgunluğuna delalet etmesidir. Ancak sadaka; hem farz
hem de nafile olan malî ibadetler için kullanıldığı halde zekât sadece farz
olanına mahsustur.[330]
Zekât'ın Hükmü
Zekât'ın farz oluşu esah olan görüşe göre fevrîdir.
Yani kendisine zekât vermesi gerekli olan kişi hiç geciktirmeden hemen zekâtını
vermelidir. Aksi halde günahkâr olur.[331]
Bir kimseye zekâtın farz olması için bazı şartların
tahakkuk etmesi gerekir. Bu şartlar biraz ileride ele alınacaktır.
Zekâtın Önemi ve
Hikmeti
Bir şeyin önemi, insanlığın ona olan ihtiyacı ve
temin ettiği fayda ile ölçülür. Zekâtın; zekât veren, zekât alan ve zekât
alınıp verilen toplumda sağladığı faydalar göz önüne alındığında, onun ne derece
büyük bir önem ifade ettiği ortaya çıkar.
Zekât, her şeyden önce kulun Allah'ın emrine itaat
edip, kulluğunu göstermesinin en güzel nişanesidir. Çünkü, zekât vermeyi Allah
emretmiştir. Kulun vazifesi; öncelikle neden ve niçinini araştırmadan Rabbi
tarafından emrolunduğu şeyi yapmaktır. Müslüman; sevdiği, inandığı Rabbinden
aldığı emri, canının yongası olan malın hiç bir maddî karşılık beklemeden
vererek, kulluk borcunu en güzel şekilde ödemiş olur. Bunun yanı sıra zekât
kişiyi, günah ve cimrilik kirlerinden temizler. İnsandaki, mal sevgisini kırıp,
Allah sevgisinin ön plana geçmesine sebep olur.
يَآاَيُّهَا
الَّذِينَ
اَمَنُوا لاَ
تُلْهِكُمْ
اَمْوَالُكُمْ
وَلآ اَوْلاَدُكُمْ
عَنْ ذِكْرِ
اللهِ وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذَلِكَ
فَاُولَئِكَ
هُمُ
الْخَاسِرُونَ
"Ey
mü'minler! Sizi mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın, böyle
olanlar hüsrana uğrayanlardır"[332] âyet-i kerîmesinin işaret ettiği
manayı gerçekleştirir.
ـ
وعن أبى هريرة
وجابر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قا:
قال رسول
اللّه : مَا
مِنْ صَاحِبِ
إبِلٍ وََ
بَقَرٍ وََ
غَنَمٍ َ
يُؤْدِّى
حَقَّ اللّهِ
تَعالى
فِيهَا إَّ
جَاءَتْ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
أكْثَرَ مَن
كَانَتْ
وَأُقْعِدَلَهَا
بِقَاعٍ
قَرْقَرٍ
تَسْتَنُّ
عَلَيْهِ بِقَوَائِمِهَا
وَأخْفَافِهَا
وَتَنْطَحُهُ
بِقُرُونِهَا
وَتَطَؤُهُ
بِأظَْفِهَا
لَيْسَ
فِيهَا جَمَّاءُ
وََ
مُنْكَسِرٌ
قَرْنُهَا
كُلَّمَا
مَرَّتْ
عَلَيْهِ
أُخْريهَا
عَادَتْ عَلَيْهِ
أُوَهَا
حَتَّى
يُقْضى
بَيْنَ الخَلْق.
وََ صَاحِبِ
كَنْزٍ َ
يَفْعَلُ
فِيهِ حَقّهُ
إَّ جَاءَ
كَنْزُهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
شُجَاعاً
أقْرَعَ
يَتْبَعُهُ
فَاتِحاً فَاهُ
فَإذَا أتَاهُ
فَرَّ مِنْهُ
فَيُنَادِيهِ:
خُذْ كَنْزَكَ
الَّذِى
خَبَّأْتَهُ
فَأنَا
عَنْهُ غَنِىٌّ.
فإذَا رَأى
أنَُّّ َ
بُدَّ لَهُ
مِنْهُ
سَلَكَ
يَدَهُ في
فِيهِ
فَيقْضِمُهَا
قَضْمَ
الْفَحْلِ.
Hz. Ebû Hüreyre ve Hz. Câbir
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Deve, sığır veya davar sâhibi olup da, bunlardaki Allah'ın
hakkını eda etmeyen herkese Kıyamet günü, bu mallar, olduğundan daha çok ve
mümkün olduğunca iri ve şişman olarak geleceklerdir. Adam, onlar için, düz ve
geniş bir yere oturtulacak, hayvanlar bacakları ve tabanlarıyla onun üzerinden
geçecekler. Geçiş sırasında boynuzlarıyla tosluyacaklar ve ayaklarıyla
ezecekler. İçlerinde boynuzsuz veya boynuzu kırık biri bulunmayacak. Bu şekilde
sonuncusu da onun üzerinden geçince, birincisi aynı geçişe tekrar başlayacak.
Mahlûkatın hesabı tamamlanıp hüküm verilinceye kadar bu hâl devam edecek. Keza
"kenz"e (hazine) sâhip olup da ondaki (Allah'ın) hakkını ödemeyen
herkese, Kıyamet günü hazinesi, dazlak başlı bir yılan olarak gelecek, ağzını
açıp peşine düşecektir. Yılan yaklaştıkça adam ondan kaçacak. Sonunda yılan
ona:"Gizlediğin hazîneni al! Ben ondan müstağniyim!" diye bağırır.
Adam, neticede yılandan kaçma çaresinin olmadığını anlaşınca, elini ağzına
sokar. Yılan da onu, aygırın (alafı) kemirmesi gibi kemiriverecek."[333]
Bu rivâyet, Kur'ân-ı Kerîm'de,
"kenz" yapanların Kıyamet gününde karşılaşacakları fecî âkibetleri
üzerine gelen âyeti açıklayan bir hadistir. Âyet-i kerîme şöyledir:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّ كَثيرًا
مِنَ
الْاَحْبَارِ
وَالرُّهْبَانِ
لَيَاْكُلُونَ
اَمْوَالَ
النَّاسِ
بِالْبَاطِلِ
وَيَصُدُّونَ
عَنْ سَبيلِ
اللّهِ وَالَّذينَ
يَكْنِزُونَ
الذَّهَبَ
وَالْفِضَّةَ
وَلَا
يُنْفِقُونَهَا
فى سَبيلِ اللّهِ
فَبَشِّرْهُمْ
بِعَذَابٍ
اَليمٍ (34) يَوْمَ
يُحْمى
عَلَيْهَا فى
نَارِ
جَهَنَّمَ
فَتُكْوى
بِهَا جِبَاهُهُمْ
وَجُنُوبُهُمْ
وَظُهُورُهُمْ
هذَا مَا
كَنَزْتُمْ
لِاَنْفُسِكُمْ
فَذُوقُوا
مَا كُنْتُمْ
تَكْنِزُونَ
"...Altını ve gümüşü biriktirip yığıp
da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte bunlara pek acıklı bir azâbı
muştula. O gün bunlar, üzerlerinde (yakılacak) cehennem ateşinin içinde
kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla
dağlanacak. İşte bu, (denilecek), nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız!
Artık saklayıp istifcilik ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın." [334]
Âyet-i kerîme "kenz" edilen, yâni biriktirilip yığılan ve fakat Allah yolunda harcanmayan
altın ve gümüşlerin âhiretteki korkunç âkibetini haber veriyor.
Zekât fakirler açısından da son derece önemlidir ve
onlar için en büyük garantidir. Çünkü, o sadece fakirin hakkıdır ve mutlaka
fakire verilecektir. İnsanların koyduk(arı vergilerin toplanma ve sarfedilme
yerleri devirlere ve devletlere göre değişebilir. Devlet gelirlerinin sarfında
fakirlerden çok zenginlerin gözetildiği de olabilir. Kaynak ve sarf yerini
Allah ve Rasûlünün tesbit ettiği zekât ise böyle değildir. Bunun kimden alınıp
kime verileceği Kur'ân'ı-a belirtilmiştir. Bunu hiç bir kimsenin değiştirmesi
mümkün değildir. Yani bu fon sadece fakirler için kullanılır.
Zekâtın, toplum açısından önemi de; zekâtı veren ve
alan açısından öneminden daha aşağı değildir. Allah insanların tümünü aynı
kabiliyet ve güçte yaratmamıştır. İnsanların fizikî yapılarında olduğu gibi
malî güçlerinde de farklılıklar vardır. İnsanlar; ya zengin, ya fakir ya da
orta hallidirler.
Dünyanın çeşitli yörelerinde zenginlerin
alabildiğine lüks ve israfa dalmaları, sayelerinde kazanç sağladıkları
fakirleri düşünmemeleri, onlara yardım ellerini uzatmamaları, fakirlerin
kendilerine kıskançlık ve kin duymalarına sebep olmuştur. Bunun neticesi olarak
da toplumlarda sosyal patlamalar, huzursuzluklar ve isyanlar görülmüştür. İşte
zekât, bütün bu olumsuz hadislerin önünde en güzel seddir. Toplum içerisindeki
fertlerin düşecekleri dar durumlarda onları koruyan sosyal bir düzendir.
İnsanlar arasındaki dayanışmanın sağlanmasına yardımcı olur. Zenginlere
fakirler arasındaki mesafeyi daraltır. Fakirlerin gönüllerinde zenginlere karşı
doğabilecek kıskançlık ve kinleri söndürür. İnsanlar arasında sevgi ve
kardeşliği yayar. Böylece; hem fakirin aç, susuz ve çıplak kalmasını önler hem
de cemiyetin düzen ve huzurunun bozulmasına engel olur.
Sonuç olarak: Zekat
Müslüman ahlakını belirleyen sosyal bir olgudur. Sosyalleşmenin ahlakı,
yardımlaşmak, dayanışmaktır. Zekat vermek bir ahlak erdemliliği olduğu gibi,
ihtiyaç sahibinin ihtiyacını hırsızlık vs. yolların dışında ihtiyacını
karşılayacak birine durumu arz etmesi de bir sosyal ahlaktır. Zekatı verenin
olduğu bir toplumda ahlaksızlığın faktörleri olan bir çok sebepler ortadan
kalkacaktır. İşte bu sebeplerde bazıları:
1) Yardım severlik duygusunun yaygınlaştırır,
2) İhtiyaç sahiplerin, ihtiyacı karşılanır,
3) İhtiyaç sahipleri hırsızlık vb. şeylerden
kurtulmuş olur,
4) Evlenme çağına gelenlerin evlendirilmesi,
5) Okumak
isteyip imkanı olmayanlara imkan oluşturulması,
6) Sosyal
yardımlaşmada Allah’ın rahmetinin tecelli etmesi,
7) Fakirler ihtiyacını girerek şeytandan
kurtulması,
8) Zenginler
sevap kazanacakları kimseleri memnun etmesi,
9) Sömürünün, haksızlığın
ve kul hakkının ortadan kalkması,
10) Zenginlerin güven içinde yaşamaları,
11) Fakirlerin mutluluk içinde yaşamalarına sebep
olur.
Evet, zekat
bir sosyal ahlaktır. Bu ahlakı oluşturmayan toplumların hırsızları, serkeşleri,
sarhoşlar, berduşları, ayyaşları, uyuşturucu bağımlıları vs. vs. sayılmayacak
türden ahlaksız sebepleri haddi aşar. Ama bütün bunların olmamasının tek çaresi
zekat müessesesinin oluşturulup yaygınlaştırılmasıdır. Aksi takdirde toplumun
huzur ve güveni için var olan karakollardan daha fazla karakolda yapsalar
yinede ahlaksızlık başa çıkılmaz
boyutlara ulaşılacaktır.[335]
Sadaka, İslam kitabiyatında birçok mânalarda
kullanılan bir kelimedir. Lügat olarak sıdk (doğruluk) kökünden gelir, Allah'a
karşı kulluğumuzda sıdk ve sadâkat mânası taşır. Sadaka vermek demek olan
"tasadduk" da taharri-i sıdk mânasını tazammun eder. Sadaka, dinî bir
tabir olarak birçok mânada kullanılmıştır: Bir nevi vergi demek olan zekât,
sadaka-ı fıtr, nafile olarak yapılan her çeşit maddi bağışlar... Sadaka, dinî
bir tabir olması sebebiyle bir hayır amelinin dinen sadaka sayılabilmesi için
üç vasıf beraber olmalıdır:
Fakr: Yani muhtaç olana verilmelidir. Allah
için olmalıdır: İnsaniyet, iyi vatandaşlık gibi duygularla yapılan bağışlar
dinî sadaka olmaz.
Temlîk, verilen kimsenin mülkü kılmak
demektir. Sadaka ya vacibtir, ya nâfile. Vâcib kısmı zekat, öşür, sadaka-ı fıtr
gibi çeşitlere ayrılır. Kur'an-ı Kerim, farz ve nâfile bütün çeşitlerine şamil
olarak, nerelere sadaka verileceğini belirtmiştir. Bunların toplamı sekiz
kısımdır:
إِنَّمَا
الصَّدَقَاتُ
لِلْفُقَرَاءِ
وَالْمَسَاكِينِ
وَالْعَامِلِينَ
عَلَيْهَا
وَالْمُؤَلَّفَةِ
قُلُوبُهُمْ
وَفِي الرِّقَابِ
وَالْغَارِمِينَ
وَفِي
سَبِيلِ اللّهِ
وَاِبْنِ
السَّبِيلِ.
"Sadakalar
ancak şunlar içindir: Fukara, mesâkin, onun üzerine me'mur olanlar,
müellefetülkulub, köleler hakkında, borçlular, Allah yolundakiler, yolda
kalmışlar... Allah tarafından kat'î olarak böyle farz kılındı. Allah alimdir,
hakîmdir."[336]
Burada dikkatimizi çeken husus, öncelikle
farz zekatın kastedildiği, bu âyette sayılan sekiz kısımdan zekat üzerine
çalışanlarla müellefe-i kulûb hariç hepsi muhtaç ve fakirleri teşkil
etmektedir. Bazı âlimler, İslam devlet gelirlerinin öncelikle bu esasta
harcanması gerektiğini söylemiştir. Zekatın fukara ile olan bu akasındandır ki,
sadakanın sıhhatinde fakire verme şartı istikrar etmiştir.
-عن
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: مَا
تَصَدَّقَ
أَحَدٌ
بِصَدَقَةٍ
مِنْ
طَيِّبٍ، وََ
يَقْبَلُ
اللّهُ إَِّ
الطَّيِّبَ،
إَّ أَخَذَهَا
الرَّحْمَنِ
بِيَمِينِهِ
وَكِلْتَا
يَدَيْهِ
يَمِينٌ،
وَإِنْ
كَانَتْ تَمْرَةً.
فَتَرْبُو
فِي كَفِّ
الرَّحْمَنِ
حَتَّى
تَكُونَ
أَعَظَمَ
مِنَ
الْجَبَلِ كَمَا
يُرَبِّى
أَحَكُمْ
فَلُوَّهُ
أَوْ فَصِيلَهُ.
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Temiz şeylerinden kim ne tasadduk
ederse -ki Allah sadece temizi kabul eder- Rahmân onu sağ eliyle alır -ki O'nun
her iki eli de sağdır- bu sadaka bir tek hurma bile olsa, O, Rahmân'ın avucunda
dağdan daha iri oluncaya kadar büyür, tıpkı sizin bir tayı veya bir boduğu
büyütmeniz gibi (O da sadakanızı büyütür)."[337]
Hadis, Allah Teâlâ’nın temiz ve helal
kazançtan yapılan hayırları kabul edeceğini belirtmektedir. Allah'ın haram
kazançtan yapılan sadakaları kabul etmeyişi o mal, tasadduk edene ait değildir.
يَمْحَقُ
اللّهُ
الرِّبَى
وَيُرْبَى
الصَّدَقَاتِ.
"Allah
ribayı eksiltir, sadakaları artırır."[338]
-وَعَنْه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
بَيْنَا
رَجُلٌ فِي
فََةٍ مِنَ
ا‘َرْضِ إِذْ
سَمِعَ
صَوْتًا فِي
سَحَابَةِ
اسْقِ
حَدِيقَةَ
فَُنٍ. فَتَنَحَّى
ذَلِكَ
السَّحَابُ
فَأَفْرَغَ
مَاءَهُ فِي
حَرَّةٍ
فَإِذَا
شَرْجَةٌ
مِنْ تِلْكَ
الشِّرَاجِ
قَدِ
اسْتَوْعَبَتْ
ذَلِكَ
الْمَاءَ. فَتَتَبَّعَ
الْمَاءَ
فَإِذَا
رَجُلٌ
قَائِمٌ فِي
حَدِيقَةٍ
يُحَوِّلُ
الْمَاءَ
بِمِسْحَاتِهِ.
فَقَالَ لَهُ:
يَا عَبْدُ
اللّهِ، مَا
اسْمُكَ لِمَ
؟ قَالَ
فَُنٌ،
اِسْمُ الَّذِي
سَمِعَ فِي
السَّحَابَةِ.
فَقَالَ لَهُ:
يَا عَبْدَ
اللّهِ، لِمَ
سَألْتَنِي
عَنْ اسْمِي؟ قَالَ:
سَمِعْتُ
صَوْتًا فِي
السَّحَابِ
الَّذِي
هَذَا
مَاؤُهُ
يَقُولُ:
اِسْقِ حَدِيقَةَ
فَُنٍ،
ِسْمِكَ.
فَمَا
تَصْنَعُ فِيهَا؟
قَالَ: أَمَّا
إِذْ قُلْتَ
هَذَا فَإِنِّي
أنْظُرُ
إِلَى مَا
يَخْرُجُ
مِنْهَا
فَأتَصَدَّقُ
بِثُلِثِهِ.وَآكُلُ
أَنَا وَعِيَالِي
ثُلُثَهُ،
وَأرُدَّ
فِيهَا
ثُلُثَهُ.
-Hz. Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir adam boş bir arazide giderken bulut içinden gelen bir
ses işitti: "Falancanın bahçesini sula!" diyordu. O bulut uzaklaşarak
suyunu bir ketire (kayalığa) boşalttı. Derken oradaki sel yollarından biri bu
suların tamamını akıtmaya başladı. Adam da suyun istikametini takiben yürüdü.
Bir müddet sonra, suyu bahçesine çevirmek üzere elinde bir kürek, çalışan bir
adam gördü. Ona:"Ey Allah'ın kulu ismin ne?" diye
sordu."Falan!" dedi. Bu isim, adamın buluttan işittiği isimdi. Bu
sefer o sordu: "Ey Allah'ın kulu, peki sen benim adımı niye
sordun?""Ben sana şu suyu getiren buluttan bir ses işitmiştim, senin
ismini söyleyerek "Falanın bahçesini sula!" diyordu. Sen bahçede ne
yapıyorsun?" "Madem ki sordun söyleyeyim. Ben bu bahçeden çıkan
mahsule nezaret ederim. Ondan çıkan mahsulün üçte birini tasadduk ederim. Üçte
birini ben ve ailem yeriz, üçte birini de bahçeye iâde ederim" dedi."[339]
-وَعَنْه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: سَبَقَ
دِرْهَمٌ
مَائَةَ
أَلْفِ
دِرْهَمٍ.
قِيلَ:
وَكَيْفَ
ذَلِكَ يَا
رَسُولَ
للّهِ؟ قَالَ:
كَانَ
لِرَجُلٍ دِرْهَمَانِ
فَتَصَدَّقَ
بِأَجْوَدِهِمَا
وَانْطَلَقَ
آخِرُ إِلَى
عُرْضِ
مَالِهِ
فَأَخْرَجَ
مِنْهُ مِائَةَ
أَلْفِ
دِرْهَمٍ
فَتَصَدَّقَ
بِهَا.
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Bir dirhem, yüzbin dirhemi
geçmiştir.""Bu nasıl olur, ey Allah'ın Resulü?" diye sordular.
Şu cevabı verdi. "Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini
tasadduk etti,Diğeri ise, malının yanına varıp, malından yüzbin dirhem çıkardı
ve onu tasadduk etti."[340]
Hadis, bağışlanan malın Allah yanındaki
kıymeti, onun azlığına çokluğuna bakmadığını, bağışlayanın haline ve niyyetine
baktığını göstermektedir. Bir dirhem veren, malının yarısını vermiş olmaktadır.
Ayrıca o, ancak kavîlerin bağışta bulunabileceği bir halde vermiş olmaktadır.
Böylece bunun ücreti, himmeti nisbetinde olacaktır. Halbuki zengin olan kişi,
malının yarısını vermiş değildir. Ayrıca hiç kimsenin bağışta bulunamayacağı
bir halde de değildir. Yani normal olarak herkesin bağış yapacağı bir haldedir.
-وَعَنْ
اِبْنِ
عَبَّاسٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما:
أَنَّهُ
جَاءَهُ سَائِلٌ:
فَقَالَ لَهُ
اِبْنُ
عَبَّاسٍ:
أَتَشْهَدُ
أَنْ َ إِلَهَ
إَِّ اللّهُ؟
قَالَ: نَعَمْ.
قَالَ:
فَتَصُومُ
وَتُصَلِّي؟
قَالَ: نَعَمْ.
قَالَ:
سَأَلْتُ
وَلِلسَّائِلِ
حَقٌّ، إِنَّهُ
يَحِقُّ
عَلَيْنَا
أَنْ
نَصِلَكَ. فَأَعْطَاهُ
ثَوْبًا
وَقَالَ:
سَمِعْتُ رَسُولَ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ يَقُولُ:
مَا مِنْ
مُسْلِمٍ
يَكْسُو
مُسْلِمًا
ثَوْبًا إَِّ
كَانَ فِي
حِفْظِ
اللّهِ تَعَالَى
مَا دَامَ
عَلَيْهِ
مِنْهُ
خِرْقَةٌ.
İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'ın anlattığına göre, kendisine bir dilenci gelmiş o da dilenciye
sormuştur:"Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhissalâtu
vesselâm'ın O'nun elçisi olduğuna şehadet ediyor musun.", Adam,
"Evet!" deyince tekrar sormuştur: "Oruç tutuyor musun?"
Adam tekrar "Evet!" demiştir. Bunun üzerine İbnu Abbâs:
"Sen
istedin. İsteyenin bir hakkı vardır. Bizim de isteyene vermek, üzerimize
vazifedir" der ve ona bir elbise verir. Sonra ilaveten der
ki:"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim şöyle demişti: "Bir
müslümana elbise giydiren her müslüman mutlaka Allah'ın hıfzı altındadır, ta o
giydirdiğinden bir parça onun üzerinde bulundukça."[341]
Bu hadis, müslümanları giydirmeye teşvik
etmektedir. Hatta hadiste gelen "müslüman" kaydı ve buna ilaveten Hz.
İbnu Abbâs'ın dilenciyi imanı açısından imtihan etmiş olması, gayr-ı müslimin
giydirilmesinde burada vaadedilen sevabın olmayacağı hükmünün çıkarılmasına yol
açmıştır.
-وَعَنْ
أَبِي
سَعِيدِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: أَنَّ
أَعْرَابِيًّا
قَالَ يَا رَسُولَ
للّهِ:
أَخْبِرْنِي
عَنِ
الْهِجْرَةِ. فَقَالَ:
وَيْحَكَ
إِنَّ شَأْنَهَا
شَدِيدٌ،
فَهَلْ لَكَ
مِنْ إِبِلٍ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ:
فَتُعْطِي
صَدَقَتَهَا؟
قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ: فَهَلْ
تَمْنَحُ
مِنْهَا؟
قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ:
فَتَحْلُبُهَا
يَوْمَ
وِرْدَهَا؟
قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ: فَاعْمَلْ
مِنْ وَرَاءِ
الْبِحَارِ
فَإَِّن اللّهَ
لَنْ
يَتْرُكَ
مِنْ
عَمَلِكَ
شَيْئًا.
-Ebu Sa'id (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir bedevi
gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü! Bana hicretten haber ver!" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:"Vah sana! O ağır bir iştir. Senin develerin var
mı?" dedi. Adam, "Evet!" deyince:"Zekatlarını veriyor
musun?" diye sordu. Adam yine "Evet!" deyince: "Öyleyse sen
o uzaklarda kal ve çalış, zira Allah senin amelinden hiçbir şeyi
eksiltmeyecektir" buyurdu."[342]
Resulullah'a yapılan bu müracaat Mekke
Fethi'nden sonra olmalıdır. Çünkü ondan önce hicret, her mü'mine farz-ı ayn
mesabesinde idi. Hicretle ilgili bölümde genişçe tahlil edeceğimiz üzere hem
müslümanların azınlık kalarak azılı düşmanlar içerisinde eriyip gitmemeleri,
hem de Medine'de zayıf durumda olan İslam Devletinin güçlenmesi için, her yeni
müslüman, her ne zorluk olursa olsun, Medine'ye hicret etmek zorunda idi.
Buradaki hadis, bedevînin işinin başında
kalmasını, bu takdirde amelinden hiçbir şey eksiltilmeyeceğini tavsiye
etmektedir. Bu tavsiye, şartların değiştiğini, herkesin dilediği yerde İslam'ı
yaşayabilecek hale geldiğini ifade eder.
-وَعَنْ
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ للّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
الصَّدَقَةُ
تُطْفِئُ
غَضَبَ
الرَّبِّ
وَتَدْفَعُ
مِيتَةَ
السُّوءِ.
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sadaka Rabbin öfkesini söndürür ve kötü ölü mü bertaraf
eder."[343]
Hadiste, kulların isyanları karşısında gadaba
gelen Cenâb-ı Hakk'ın öfke ve gadabını, sadakanın gidereceği ifade
edilmektedir. Kötü ölümden murad, Resulullah'ın istiâzede bulunduğu ölüm
tarzlarıdır: Göçük altında kalmak, kayalıktan düşmek, boğulmak, yanmak, ölüm
anında şeytanın çarpması, savaştan kaçarken öldürülmek gibi...
-عن
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ مَا
مِنْ يَوْمٍ
يُصْبِحُ
فِيهِ
الْعِبَادُ
إَِّ وَمَلَكَانِ
يَنْزَِنِ
مِنَ
السَّمَاءِ
يَقُولُ
أَحَدُهُمَا:
اَللَّهُمَّ
أَعْطِ مُنْفِقًا
خَلْفًا؛
وَيَقُولُ
اخَرُ:
اَللَهُمَ
اَعْطِ
مُمْسِكًا
تَلَفًا.
أخرجه
الشيخان.وفي
أخرى: يَقُولُ
اللّهُ
تَعَالَى: يَا
اِبْنَ آدَمَ
أَنْفِقْ أُنْفِقْ
عَلَيْكَ .
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kulların sabaha erdiği her günde iki melek semadan iner ve
bunlardan biri şöyle dua eder: "Ey İlahımız! İnfak edene halef (devam)
ver." Diğeri de şöyle dua eder:"Ey İlahımız! Cimriye de telef
ver."
Bir başka
rivayette: "Allah Tealâ Hazretleri şöyle der: "Ey Âdemoğlu Sen infak
et, ben de sana infak edeyim" şeklinde gelmiştir.[344]
Hadisin bir başka veçhinde Resulullah şöyle
buyurmuşlardır: "Güneşin doğduğu her günde, güneşin iki tarafında iki
melek, cin ve ins hariç Allah'ın bütün mahlukâtının işiteceği bir şekilde şöyle
bağırırlar: "Ey insanlar! Rabbinize gelin. Bilin ki az ve yeterli olanı,
çok ve oyalayıcı olandan daha hayırlıdır!" Güneş batarken de iki
tarafındaki iki melekten biri: "İnfak edene halef (devam, karşılık)
ver"; diğeri de: "Ey İlahımız cimriye de telef ver" diye dua
eder."
-وَعَنْ
أَبِي ذرّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: مَا
مِنْ عَبْدٍ
مُسْلِمٍ
يُنْفِقُ
مِنْ كُلِّ
مَالٍ لَهُ
زَوْجَيْنِ
فِي سَبِيلِ
اللّهِ
تَعَالَى
إَِّ
اسْتَقْبَلَتْهُ
حَجَبَةُ
الْجَنَّةِ
كُلُّهُمْ
يَدْعُوهُ
إِلَى مَا
عِنْدَهُ. قِيلَ:
وَكَيْفَ
ذَلِكَ قَالَ:
إِنْ كَانَ
إِبًِ
فَبَعِيرَيْنِ
وَإِنْ كَانَ
بَقَرًا فَبَقَرَتَيْنِ.
Ebu Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Müslüman olan bir kul, sahib olduğu her bir maldan Allah
yolunda bir çiftini infak ederse, cennetin kapıcıları onu mutlaka karşılar ve
her biri kendi beklediği kapıdan girmesi için dâvet eder.""Bu nasıl
olur?" diye sorulmuştu, şöyle cevap verdi:"Diyelim ki malı deve
cinsindendir, iki deve; sığır cinsindendir, iki sığır (infak eder)."[345]
Bu hadis, Allah rızası için yapılacak büyük
harcamaların ne kadar değerli bir amel olduğunu ifade etmektedir. Mâlik olunan
malların her birinden birer çift bağışa teşvik edilmektedir. Az malı olanlar,
yarısından ibâret olan bir dinarı veya bir keçiyi kolayca bağışlayabilir. Ama
çok malı olanlar mallarının yüzde birini bile teşkil etmeyen bir çift sığır
veya deveyi vermekte daha bir zorluğa düşer, karar veremez. Resulullah bu
hadiste bu çeşit bağışlarla nefsin cimriliğinin kırılmasına teşvik buyurmaktadır.
-وَعَنْ
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ للّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
دِينَارٌ
أَنْفَقَتْهُ
فِي سَبِيلِ
اللّهِ،
وَدِينَارٌ
أَنْفَقْتَهُ
فِي رَقَبَةٍ،
وَدِينَارٌ
تَصَدَّقْتَ
بِهِ عَلَى
مِسْكِينٍ،
وَدِينَارٌ
أَنْفَقْتَهُ
عَلَى
أَهْلِكَ!
أَعْظَمُهَا
أَجْرًا
الَّذِي
أَنْفَقْتَهُ
عَلَى أَهْلِكَ.
Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir dinar var Allah yolunda harcadın, bir dinar var köle
azad etmede harcadın, bir dinar var fakirler için tasadduk ettin, yine bir
dinar var onu da ailen için harcadın. İşte (hep hayırda harcanan) bu dinarların
sana en çok sevap getirecek olanı ehlin için harcadığındır."[346]
Bu hadis, aile efradına harcamaya teşvikte
bulunmaktadır. Esasen aile ihtiyaç içinde kıvranırken dışarıya harcamak câiz
değildir. Aileye harcamak bir bakıma farzın îfasıdır, diğer harcamalar
mendubtur. Elbette farz amelin sevabı ile nafile amelin sevabı bir değildir.
Başkaları için harcamak, ihtiyaçtan artan üzerinden yapılmalıdır.
Nitekim âyet-i kerime de:
وَيَسْئَلُونَكَ
مَاذَا
يُنْفِقُونَ
قُلِ
الْعَفْوَ.
"Sana
ne infak edeceklerini sorarlar. De ki: "Artanı..."[347] buyurulmaktadır.
Burada "artan" ihtiyaç fazlasıdır.
"Aile için harcamak farz nev'indendir" dedik, çünkü kişiye aile
efradının nafakasını karşılaması onun üzerindeki mükellefiyetlerden biridir.
Hanımı, çocukları, muhtaç iseler yaşlı anne-babasının nafakaları buraya girer.
Nafaka deyince giyecek, yiyecek; mesken gibi zaruri ihtiyaçları anlamamız
gerekir. Aslında bunların da kesin bir sınırı yoktur. Dinimiz, mevki ve içtimâî
muhite göre emsali esas alır. Örfün değerlerine ver verir. Şu halde israfa,
lükse gitmemek, vasatı esas almak prensip kılınarak aileye harcayıp, başka
hayırlara da para ayırmalıdır. Aksi takdirde, kendi seviyemizin şartlarını esas
almadığımız, imkânları iyi olanlara göre hayat standardı tutturmaya
çalıştığımız takdirde bu hadisten de aldığımız fetva ile, hayır hasenata
ayıracak tek kuruşumuzun olmadığı zehâbına düşebiliriz, bu yanlış olur.
-وَعَنْ
أَبِي مسعود
البدرى
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولَ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
إِنَّ الْمُسْلِمَ
إِذَا
انْفَقَ
عَلَى
أَهْلِهِ نَفَقَةً
وَهُوَ
يَحْتَسِبُهَا
كَانَتْ لَهُ
صَدَقَةً.
Ebu Mes'ud
el-Bedrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Müslüman kişi, ailesinin nafakası için harcar ve bundan
sevap umarsa bu ona sadaka olur."[348]
Aile için harcamaların "sadaka"
olacağı birçok rivayette gelmiştir. Bazı rivayetlerde "ihtisâb (sevap
ummak)" kaydı yoktur. Ama bu kaydın olması maksada bir başka canlılık,
aile için harcamaya bir başka şuur katıyor. Zira fıtrî ve tabiî olarak büyük
çoğunluğuyla bütün insanlık, ailesi için harcar. İnanan kimsenin bunu bir
ibadet şuuruyla yapması, bu harcamaya bir başka ehemmiyet ve hasbîlik
katacaktır. Mühelleb'in bir açıklaması burada kayda değer: "Ailenin
nafakası kişi üzerine vâcibtir.
Hadisdeki "nafaka" kelimesinin üzerinde de durmak gerekir. Nafaka zaruri ihtiyaçları ifade
ettiğine göre, bu vasfı taşımayan lüks ve fuzûli harcamalar sadaka
sayılmayabilecektir. İsraf imkânlarının çok arttığı ve insanların ideolojik,
görünmez güçlerle şuurlu ve sistemli bir şekilde çeşitli vasıtalarla israfa
itildikleri günümüz şartlarında müslümanların bu noktada şuurlu olması gerekir.
Aksi takdirde, zaten çeşitli sinsî dalavereler ve tuzaklarla soyulan müslüman,
eline geçen sınırlı imkânlarını "ailemin ihtiyaçlarına harcıyorum"
diyerek zaruri nafakanın dışındaki lüks harcamalarda tüketir ve hayır yolunda
harcamaya gelince, "kazancım nafakama yetmiyor ki!.." diyebilir. Bunu
diyen büyük hasârete düşer. Halbuki zaruri nafaka üzerinde düşünecek olsa ister
mesken ve tefrişi, ister elbise ve zinetler ve isterse yiyecek ve içeceklerde,
tasarruf edecek lüzumsuz harcamalar bulabilir.
-وَعَنْ
اِبْنِ مسعود
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ:قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
مَنْ وَسَّعَ
عَلَى
عِيَالِهِ
يَوْمَ
عَاشُورَاءَ
وَسَّعَ
اللّهُ
عَلَيْهِ
سَائرَ
سَنَتِهِ.
قَالَ سُفْيَانُ:
إِنَّا قَدْ
جَرَّبْنَاهُ
فَوَجَدْنَاهُ
كَذَلِكَ.
-İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim ailesine Aşure günü geniş (cömert) davranırsa Allah da
ona senenin geri kalan günlerinde geniş davranır." Süfyan Sevrî der ki:
"Biz bunu denedik ve öyle bulduk."[349]
Aşûra günü Muharrem'in onuncu günüdür.
Münâvî, geniş davranmayı "nafaka'da" diye kayıtlar ve böylece israf
yapılmamasına dikkat çekmiş olur.
-عن
حارثة بن وهب
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
تَصَدَّقُوا:
فَيُوشِكُ
الرَّجُلُ
أَنْ
يَمْشِىَ
بِصَدَقَةٍ.
فَيَقُولُ الَّذِي
يُعْطَاهَا:
لَوْ
جِئْتَنَا
بِهَا بِاَمْسِ
قَبِلْتُهَا.
فَأَمَّا انَ
فََ حَاجَةَ
لِى فِيهَا!
فََ يَجِدُ
مَنْ
يَقْبَلُهَا
مِنْهُ.
-Hârise İbnu Vehb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sadaka verin. Kişinin eline
parayı alıp sadaka olarak vermek üzere çıktığı ve fakat kendisine bağışta
bulunulan kimsenin "Bunu dün getirmiş olsaydın kabul ederdim, ama şu anda
ona ihtiyacım yok" diye cevap vereceği ve böylece sadakasını kabul edecek
bir kimseyi bulamadan sadakası elinde olduğu halde geri döneceği zaman
yakındır."[350]
-وَعَنْ
أَبِي مُوسَى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
لَيَأْتِيَنَّ
عَلَى
النَّاسِ
زَمَانٌ
يَطُوفُ
الرَّجُلُ
فِيهِ
بِالصَّدَقَةِ
مِنَ
الذَّهَبِ فََ
يَجِدُ
أَحَدًا
يَأْخُذُهَا
مِنْهُ، وَتَرَى
الرَّجُلَ
الْوَاحِدَ
يَتْبَعُهُ أَرْبَعُونَ
امْرَأَةً
يَلُذْنَ
بِهِ مِنْ قِلَّةِ
الرِّجَالِ
وَكَثْرَةِ
النِّسَاءِ.
-Ebu Mûsa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Muhakkak ki insanlar üzerine öyle
bir zaman gelecek ki, o vakit kişi altından sadaka ile (çarşı pazar) dolaşır da
bunu kendisinden sadaka olarak kabul edecek tek kişi bulamaz. O zaman, tek bir
erkeğe kırk tane kadının tâbi olduğunu ve kadınların çokluğu ve erkeklerin
azlığı sebebiyle ona sığındıklarını görürsün."[351]
Bu hadisler, âhir zamanda bolluğun
artacağını, öyle ki zekat kabul edecek kimsenin kalmayacağını haber
vermektedir. Hadîste zekat malı olarak altın kelimesinin zikri, mânayı tekid
içindir. Çünkü insanlar arasında tedavül eden kıymetli eşyaların en değerlisi,
taşınma ve saklanması en kolay olanı altındır. İnsanlar sunulan altına bile
istiğna gösterirlerse, gözleri, gönülleri son derece doymuş demektir. Bu da o
devirde bolluğun fevkalâde artacağını ifâde eder.
-وَعَنْ
علي رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
بَادِرُوا
بِالصَّدَقَةِ
فَإِنَّ
الْبََءَ َ
يَتَخَطَّاهَا.
-Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sadaka vermede acele edin. Çünkü belâ sadakanın önüne
geçemez."[352]
Bu hadîste belâ ile sadaka, yarış yapan iki
ata benzetilmiştir. İlâhî kanun, sadaka atını, belâ atının geçemiyeceği hükmüne
bağlamıştır. Yani, kişi belâ henüz gelmemişken sadaka verebilirse, artık belâ
gelmeyecek demektir.
-وَعَنْ
أنس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: لَمَّا
خَلَقَ اللّهُ
ا‘َرْضَ
جَعَلَتْ
تَمِيدُ
وَتَتَكَفَّأُ
فَأَرْسَاهَا
بِالْجِبَالِ
فَاسْتَقَرَّتْ.
فَتَعَجَّبَ
الْمََئِكَةُ
مِنْ شِدَّةِ
الْجِبَالِ.
فَقَالَتْ:
يَا رَبَّنَا
هَلْ
خَلَقْتَ
خَلْقًا أَشَدَّ
مِنَ
الْجِبَالِ؟
قَالَ:
نَعَمْ،
الْحَدِيدَ.
قَالُوا:
فَهَلْ
خَلَقْتَ
خَلْقًا أَشَدَّ
مِنَ الْحَدِيدِ؟
قَالَ:
نَعَمْ،
النَّارَ.
قَالُوا: فَهَلْ
خَلَقْتَ
خَلْقًا
أَشَدَّ مِنَ
النَّارِ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
الْمَاءَ.
قَالُوا: فَهَلْ
خَلَقْتَ
خَلْقًا
أَشَدَّ مِنَ
الْمَاءِ؟
قَالَ:
نَعَمِ،
الرِّيحَ.
قَالُوا:
فَهَلْ
خَلَقْتَ
خَلْقًا
أَشَدَّ مِنَ
الرِّيحِ؟
قَالَ:
نَعَمْ،
اِبْنَ آدَمَ
إِذَا
تَصَدَّقَ بِصَدَقَةٍ
بِيَمِينِهِ
فَأَخْفَاهَا
عَنْ شِمَالِهِ.
Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah arzı yarattığı zaman, arz sallanmaya (tıpkı bir
hurma ağacı gibi sağa sola) yalpalar yapmaya başladı, bunun üzerine dağlarla
onu sabitleştirdi ve böylece arz istikrarını buldu. Melekler dağların şiddetine
hayrette kaldılar."Ey Rabbimiz, dediler, dağlardan daha şiddetli bir
mahluk yarattın mı?""Evet, buyurdu. Demiri yarattım.""Demirden
daha şiddetli bir şey yarattın mı?" dediler. Hak Teâla:"Evet, dedi.
Ateşi yarattım.""Ateşten daha ağır bir şey yarattın mı?" diye
yine sordular. Hak Teâla: "Evet, dedi, suyu yarattım!""Sudan
daha şiddetli bir şey yarattın mı?" dediler. Hak Teâla tekrar cevap verdi:
"Evet,
rüzgârı yarattım.""Rüzgârdan daha şiddetli bir şey yarattın mı?"
diye yine sordular. Hak Teâla:"Evet insanoğlunu yarattım" dedi ve
devam etti: "Eğer o, sağ eliyle sadaka verir, sol eli görmeyecek kadar
gizlerse (daha şiddetlidir)."[353]
Bu hadiste, insanın, sayılanların hepsinden
daha güçlü olduğu neticesi çıkmaktadır. Bu gücün de sadakayı gizli verme
şartına bağlanması, sadakada gizliliğin ehemmiyetini belirtir. İnsanoğlunun
sadaka vermesi, rüzgar ve diğer zikredilenlerin hepsinden daha şiddetlidir.
Çünkü burada nefse muhalefet, tabiat ve şeytanı kahretme var.
Madem ki insanın sadakası Allah'ın gazabını
söndürmektedir ve Allah'ın gazabına şiddet ve zorlukta hiçbir şey mukabil
olamaz, eğer bir kimseye Allah'ın azabının rüzgârla inmesi taraf-ı İlâhiden
kararlaştırılsa, o da bu sırada bir fakire gizlice sadaka verecek olsa, mezkur
azabı bu sadaka giderir, böylece rüzgardan daha şiddetli olmuş olur.
-وَعَنْ
اِبْنِ عمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
َوَهُوَ
عَلَى الْمِنْبَرِ
وَذَكَرَ
الصَّدَقَةَ
وَالتَّعَفُّفَ
عَنِ
الْمَسْئَلَةِ،
الْيَدُ الْعُلْيَا
خَيْرٌ مِنَ
الْيَدِ
السُّفْلَي
وَالْعُلْيَا
هَيَ
الْمُنْفِقَةُ
وَالسُّفْلَي
هِيَ
السَّائِلَةُ.
İbnu Ömer
(radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
minberde, sadakadan ve dilenmeye tevessül etmemekten bahsettiği
sırada:"Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır!" buyurdu.
"Üstteki" infak eden, "alttaki" de dilenen demektir."[354]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada
vermeye teşvik ederken dilenmekten caydırmaktadır. Bunu yaparken kinayeye
başvurmuştur. Veren kimseyi yukarı el (veya üstteki el), alan, yani dilenen
kimseyi de aşağı el (veya alttaki el) tabirleri ile kinaye etmiştir. Hadîsin
sonunda yer alan "Üstteki" infak eden, alttaki de dilenen
demektir" açıklamasının İbnu Ömer'e ait olduğunu şârihler belirtir.
-وفي
رواية: مَنِ
اسْتَطَاعَ
مِنْكُمْ
أَنْ
يَسْتَتِرَ
مِنَ
النَّاِر
وَلَوْ بِشِقِّ
تَمْرَةٍ
فَلْيَفْعَلْ.
-Bir rivayette de: "Sizden kim, bir yarım hurma ile de olsa
ateşten korunabilirse, bunu yapsın" buyurmuştur."[355]
-وَعَنْ
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قِيلَ
يَارَسُولَ للّهِ،
أَيُّ
الصَّدَقَةِ
أَفْضَلُ؟
قَالَ: جُهْدُ
الْمُقِلِّ،
وَابْدَأْ
بِمَنْ تَعُولُ.
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün:
"Ey Allah'ın Resûlü! dendi, hangi sadaka daha üstündür?""Fakirin
cömertliğidir. Sen bakımıyla mükellef olduklarından başla."[356]
Bu hadîs, kişinin ailesine harcadığı şeylerin
de sadaka ve hatta daha üstün bir sadaka olduğunu belirtiyor. Ayrıca fakirin
cömert davranmasının, zenginin cömertliğinden üstün olduğunu belirtiyor.
Öyleyse, tasadduk etmek için zengin olacağı zamanı beklemek veya o işin
zenginlere has bir fazilet olduğunu söylemenin yanlışlığına da dikkat çekiyor.
Kişi sadaka hususunda her fırsatı değerlendirmeli, az da olsa tasadduk etmeli,
hatta bu azm, Allah indinde, zenginin vereceği çoktan daha kıymetli olacağı
belirtilmektedir.
-وَعَنْ
سَعِيدِ بن
المسيب
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]اَتَى سَعْدُ
بنُ عُبَادَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
رَسُولَ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
فَقَالَ:
أَىُّ
الصَّدَقَةِ
أَعْجَبُ
إِلَيْكَ؟
قَالَ:
الْمَاءُ.
Said İbnu'l
Müseyyeb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Sa'd İbnu Ubâde (radıyallahu anh),
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek sordu: "Senin hoşuna giden
sadaka hangisidir?" "Su!" cevabını verdi."[357]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "su"yu en üstün sadaka ilân etmesi, iki muhtemel sebebe bağlanmıştır:
En
ziyade ihtiyaç duyulan madde oluşu...Su temin edip dağıtma hususunda yapılan bu
teşvik, İslam âleminde sebîl adı altında insan ve hayvanlara su te'min
hizmetlerinin gelişip müesseseleşmesine sebep olmuştur. Yollara, kırlara,
çarşılara, dağ başlarına kısacası canlıların uğrak yerlerine çeşmeler,
sarnıçlar, kuyular tesis edilmiş, bunların inşası sadaka-i câriye
addedilmiştir. Bu maksadla yapılan eserler bazan bir sanat, bazan bir târih
âbidesi olarak yurdumuzun her tarafını tezyin etmektedir. Bir çift kelâmı,
canlıların susuzluğunu gideren yüzbinlerle hayır müessesesine vesile olan
Resûl'ün makamı ne yücedir! Ya Rabb! Ahiretteki susuzluğumuzun giderilmesinde
de O'nun şefaatini bize yâr eyle!
-وَعَنْ
زيد بن أسلم
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
أَعْطُوا
السَّائِلَ
وَلَوْ جَاءَ
عَلَى فَرَسٍ.
Zeyd İbni
Eslem (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Dilenci at üzerinde de gelse ona sadaka verin."[358]
-و‘بي
دَاوُد
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: لِلسَّائِلِ
حَقٌّ وَلَوْ
جَاءَ عَلَى
فَرَسٍ .
Ebu
Dâvud'daki bir rivayette: "Dilenci için bir hak vardır, at üzerinde gelse
bile" buyurmuştur."[359]
-وَعَنْ
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ للّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: مَا
نَقَصَ مَالٌ
مِنْ
صَدَقَةٍ،
وَمَا زَادَ
اللّهُ
عَبْدًا
بِعَفْوٍ
إَِّ عِزًّا،
وََ
تَوَاضَعَ
عَبْدٌ للّهِ
إَِّ
رَفَعَهُ
اللّهُ.
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
* "Mal
sadaka ile eksilmez."
*
"Allah affı sebebiyle kulun izzetini artırır."
* "Allah
için mütevazî olan bir kimseyi Allah yüceltir." [360]
-وَعَنْ
جَابِرٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: أَمَرَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
مِنْ كُلِّ
جَادٍّ عَشْرَةَ
أَوْسُقٍ
مِنَ
التَّمْرِ
بِقِنْوٍ يُعَلَّقُ
فِي
الْمَسْجِدِ
لِلمَسَاكِينِ.
Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), hurma
mahsulünden her on vask miktara, fakirler için, bir salkım hurmanın mescide
asılmasını emretti."[361]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) henüz
fetihler başlamadan önce, fakirlerin ve hususan Suffa'da kalanların rızıklarını
temin için bir kısım tedbirler almıştı. Bu tedbirlerden birini burada
görmekteyiz. Mescide hurma salkımı astırmak... Devamlı mescidde bulundurulan bu
salkımlardan ihtiyaç sâhipleri değnekleri ile bir miktar hurma düşürür ve
onları yiyerek açlığını giderirdi. Müteakip hadîste görüleceği üzere bu hurma
salkımlarının bazan kalitesizlerine rastlanmış, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kalitelisinin asılması için dikkatleri çekmiştir.
-وَعَنْ
عوف بن مالك
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
خَرَجَ
النَّبِيّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
يَوْمًا وَبِيَدِهِ
عَصًا،
وَقَدْ
عَلَّقَ
رَجُلٌ قِنْوَ
حَشَفٍ
فَجَعَلَ
يَطْعُنُ
فِيهِ وَيَقُولُ:
لَوْ شَاءَ
رَبُّ هَذِهِ
الصَّدَقَةِ
تَصَدَّقَ
بِأَطْيَبَ
مِنْ هَذَا
إِنَّ رَبَّ
هَذِهِ الصَّدَقَةِ
يَأْكُلُ
حَشَفًا
يَوْمَ الْقِيَامَةِ.
Avf İbnu
Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
birgün elinde âsası olduğu halde çıktı. Adamın biri çürüklü bir hurma salkımı
asmış idi. Aleyhissalatu vesselam salkıma değneğini dürtüyor ve:"Bu
sadakanın sâhibi, keşke bundan daha iyisini tasadduk etmek isteseydi. Bu
sadakanın sâhibi, Kıyamet günü çürük hurma yiyecek" diyordu."[362]
-وَعَنْ
جرير رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
أَتَى
النَّبِيّ
صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَوْمٌ
حُفَاةٌ
عُرَاةٌ
مُجْتَابِى
النِّمَارِ أَوِ
الْعَبَاءِ
مُتَقَلِّدِي
السُّيُوفِ
عاَمَّتُهُمْ
مِنْ مُضَرَ.
فَتَمَعَّرَ
وَجْهُ
رَسُولِ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
لِمَا رَأى
بِهِمْ مِنَ
الْفَاقَةِ،
فَدَخَلَ
ثُمَّ خَرَجَ.
فَأمَرَ بًَِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فَأَذَّنَ
وَأَقَامَ
فَصَلَّى؛ ثُمَّ
خَطَبَ
فَقَالَ: يَا
أَيُّهَا
النَّاسُ اتَّقُوا
رَبَّكُمُ
الَّذِي
خَلَقَكُمْ مِنْ
نَفْسٍ
وَاحِدَةٍ
وَخَلَقَ
مِنْهَا زَوْجَهَا
اية؛ إِنَّ
اللّهَ كَانَ
عَلَيْكُمْ
رَقِيبًا.
وَايَةَ
الَّتِي فِي
الْحَشْرِ
اتَّقُوا اللّهَ
وَلْتَنْظُرْ
نَفْسٌ مَا
قَدَّمَتْ لِغَدٍ.
تَصَدَّقَ
رَجُلٍ مِنْ
دِينَارِهِ،
مِنْ
دِرْهَمِهِ،
مِنْ
ثَوْبِهِ،
مِنْ صَاعٍ
بُرِّهِ،
مِنْ صَاعِ
تَمْرِهِ،
حَتَّى قَالَ:
وَلَوْ
بِشِقِّ
تَمْرَةٍ؛
فَجَاءَ رَجُلٌ
مِنَ
ا‘َنْصَارِ
بِصُرَّةٍ
كَادَتْ كَفُّهُ
تَعْجِزُ
عَنْهَا! بَلْ
قَدْ
عَجَزَتْ.
ثُمَّ تَتَابَعَ
النَّاسُ
حَتَّى
رَأَيْتُ
كَوْمَيْنِ مِنْ
ثِيَابٍ
وَطَعَامٍ
حَتَّى
رَأَيْتُ وَجْهَ
رَسُولَ
للّهِ
يَتَهَلَّلُ
كَأَنَّهُ
مُذْهَبَةٌ.
فَقَالَ: مَنْ
سَنَّ فِي
ا“ِسَْمِ
سُنَّةً
حَسَنَةً
فَلَهُأَجْرُهَا
وَأَجْرُ
مَنْ عَمِلَ
بِهَا
بَعْدَهُ مِنْ
غَيْرِ أَنْ
يَنْقُصَ
مِنْ
أُجُورِهِمْ
شَىْءٌ؛
وَمَنْ سَنَّ
فِي ا“ِسَْمِ
سُنَّةً
سَيِّئَةً
كَانَ
عَلَيْهِ
وِزْرُهَا وَوِزْرُ
مَنْ عَمِلَ
بِهَا مِنْ
بَعْدِهِ مِنْ
غَيْرِ أَنْ
يَنْقُصَ
مِنْ
أَوْزَارِهِمْ
شَىْءٌ.
-Hz. Cerir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a üstü başı yok, ayakları çıplak, sadece kaplan postu
gibi çizgili bedei peştamalı -veya abalarına- sarınmış, kılıçları boyunlarında
asılı oldukları halde hepsi de Mudarlı olan bir grup geldi. Onların bu fakir ve
sefil halini görmekten Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yüzü değişti.
Odasına girdi, tekrar geri geldi. Hz. Bilâl'e ezan okumasını söyledi. O da ezan
okudu, sonra ikamet getirdi. Namaz kılındı.Aleyhissalatu vesselam namazdan
sonra cemaate hitabetti ve: "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratıp,
ondan zevcesini halk eden ve ikisinden de pek çok erkek ve kadın var eden
Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın
ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi
görüp gözetmektedir"[363] ayetini okudu. Bundan sonra Haşir sûresindeki
şu âyeti okudu: "Ey insanlar, Allah'tan korkun. Herkes yarına ne
hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah işlediklerinizden
haberdardır." [364]Resulullah
sözüne devamla: "Kişi dinarından, dirheminden, giyeceğinden, bir sa'
buğdayından, bir sa' hurmasından tasaddukta bulunsun. Hiçbir şeyi olmayan,
yarım hurma da olsa mutlaka bir bağışta bulunmaya gayret etsin" buyurdu.
Derken Ensâr'dan bir zât, nerdeyse taşıyamayacağı kadar ağır bir bohça ile
geldi. Sonra halk sökün ediverdi (herkes bir şey getirmeye başladı). Öyle ki,
az sonra biri yiyecek, diğeri giyecek maddesinden müteşekkil iki yığının
meydana geldiğini gördüm. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) memnun kalmıştı,
yüzünün yaldızlanmış gibi parladığını gördüm. Şöyle buyurdular: "İslam'da
kim bir hayırlı yol açarsa, ona bu hayrın ecri ile, kendisinden sonra o hayrı
işleyenlerin ecrinin bir misli verilir. Bu, onların ecrinden hiçbir şey
eksiltmez de. Kim de İslâm'da kötü bir yol açarsa, ona bunun günahı ile,
kendinden sonra onu işleyenlerin günahı da verilir. Bu da onların günahından
hiçbir eksilmeye sebep olmaz."[365]
Hadîs Resulullah'ın ihtiyaç içinde olanlara,
onlar ihtiyaç arzetmeden yardıma koşmasına örnek olmaktadır. Zira, huzur-u
Nebevi'ye gelen bedevîlerin halinden fakirlikleri okunuyordu. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), onlardan bir yardım talebi vaki olmadan en müessir
bir üslupla müslümanları yardıma davet etmiştir.
Yapılan yardımlardan Aleyhissalatu vesselam
son derece memnun kalmış, bu hal, görünüşüne bile aksetmiştir. Ancak, en ziyade
yardım etme işini başlatandan memnun olmuş, onun zor taşıyacağı bir bohça ile
gelmesi, diğerlerinin de yardım için koşmalarında müessir olmuştur. Efendimizin,
"İslam'da kim hayırlı bir yol açarsa..." ifadesi ilk defa bohça
getiren bu zatla ilgilidir. Onun, diğerlerine sebep ve örnek olması yönüyle, o
anda yapılan bütün yardımlardan hâsıl olan sevaba da iştirak edeceğini, ancak
onun iştirakinin, öbürlerinin sevabından bir eksilmeye sebep olmayacağını
anlıyoruz.
Efendimiz, kötülüğe öncülük yapanların da
aynı şekilde, sonradan aynı yolda giderek kötülük yapanların günâhına iştirak
edeceğini belirtiyor. İyi çığırlar açmaya, hayır müesseseleri kurmaya, insanların
istifade edeceği yeni keşifler, buluşlar yapmaya fevkalâde teşvik ettiği gibi;
kötü işler yapmaktan, faydasız, zararlı icadlar ortaya koymaktan da fevkalâde
zecr etmektedir.
Vaaz ve nasihatlerde en müessir yolu aramak,
maksadı, imkân nisbetinde âyetlerle ifâde etmek müstehab olmaktadır. Zira
Aleyhissalatu vesselam iki ayrı âyetle sözlerini takviye buyurmuşlardır.
-وَعَنْ
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ للّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
قَالَ رَجُلٌ
‘َتَصَدَّقَنَّ
اللَّيْلَةَ
بِصَدَقَةٍ.
فَخَرَجَ
بِصَدَقَتِهِ
فَوَضَعَهَا
فِي يَدِ
سَارِقٍ.
فَأصْبَحُوا
يَتَحَدَّثُونَ
تُصَدِّقَ
اللَّيْلَةَ
عَلَى
سَارِقٍ.
فَقَالَ:
اَللَّهُمَّ
لَكَ
الْحَمْدُ،
عَلَى
سَارِقٍ.
‘َتَصَدَّقَنَّ
بِصَدَقَةٍ.
فَخَرَجَ
بِصَدَقَتِهِ
فَوَضَعَهَا
فِي يَدِ
زَانِيَةٍ.
فَأَصْبَحُوا
يَتَحَدَّثُونَ:
تُصَدِّقُ
اللَّيْلَةَ
عَلَى
زَانِيَةٍ. فَقَالَ:
اَللَّهُمَّ
لَكَ
الْحَمْدُ
عَلَى
سَارِقٍ
وَزَانِيَةٍ
‘َ
تَصَدَّقَهٍ
بِصَدَقَةٍ.
فَخَرَجَ
بِصَدَقَتِهِ
فوضقهفِي بد
غني، فأصبحوا
يتحدثون: تصدق
الليلة عَلَى
غني. فَقَالَ:
اَللَّهُمَّ
لَكَ
الْحَمْدُ
عَلَى سَارِقٍ
وَزَانِيَةٍ
وَغَنِّي،
فَأُتِي
فَقِيلَ لَهُ:
أَمَّا
صَدَقَتُكَ
فَقَدْ
قُبِلَتْ، أَمَّا
السَّارِقُ
فَلَعَلَّهُ
أَنْ يَسْتَعِفَّ
عَنْ
سَرِقَتِهِ،
وَأَمَّا
الزَّانِيَةُ
فَلَعَلَّهَا
أَنْ
تَسْتَعِفَّ
عَنْ
زِنَاهَا،
وَأَمَّا
الْغَنِىُّ
فَلَعَلَّهُ
أَنْ يَعْتَبِرَ
فَيُنْفَقُ
مِمَّا
أَعْطَاهُ
اللّهُ
تَعَالَى.
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir adam: "Bu gece mutlaka
bir sadaka vereceğim!" deyip, sadakasıyla çıktı. Fakat (farkına varmadan)
onu bir hırsızın avucuna sıkıştırdı. Sabah olunca herkes:"Bu gece bir
hırsıza sadaka verilmiş!" diye dedikodu yaptı. Adam: "Ya Rabbi bir
hırsıza sadaka verdiğim için sana hamdediyorum" dedi ve ilâve etti:
"Ancak mutlaka bir sadaka daha vereceğim! "Yine sadakasıyla çıktı.
(Gece karanlığında bu sefer de) bir zaniyenin avucuna sıkıştırdı. Sabahleyin
herkes: "Bu gece bir zâniyeye sadaka verilmiş!" diye dedikodu yaptı.
Adam: "Allah'ım bir hırsız ve zâniyeye sadaka verdiğim için sana
hamdolsun! Ancak yine de bir sadakada bulunacağım!" dedi. Sadakasıyla
birlikte sokağa çıktı. (Karanlıkta) bu sefer de bir zenginin eline sıkıştırdı.
Sabahleyin herkes: "Bu gece bir zengine sadaka verilmiş!" diye
dedikodu yaptı. Adam: "Allah'ım, bir hırsız, bir zâniyeye ve bir zengine
sadaka verdiğim için sana hamdediyorum!" dedi. (Bilahare rüyasında ona
gelip şöyle denildi): "Senin sadakaların kabul edildi. Şöyle ki: (İhlasla
yani Allah rızası için vermen sebebiyle) hırsızın hırsızlıktan vazgeçip iffete
gelinesi, zâniyenin zinadan vazgeçmesi, zenginin ibret alıp Allah'ın kendine
verdiklerinden tasadduk etmesi umulur."[366]
Bir rivâyette adam "Bu gece sadaka
vereceğim" der ve üç ayrı yerde aynı şeyi tekrar eder. Yani, adam sadakayı
karanlıkta, yani gizlice verme azmindedir. Bu durumdan anlaşılıyor ki hırsız,
zâniye, zengin gibi sadaka verilmesi münâsi olmayan kimselere vermiş olması
kasdî değil, bilakis bir yanılmadır.
Sadakayı, bilmeden lâyık olmayan birine vermek, sadakanın
sevabını azaltmaz.
Sadaka, yaratanın
hatırı için yaratıklara karşı yapılan ikram ve iltifattır. Muhtacın maddi ve
manevi ihtiyacını gidermedir. Bu da kişisel ve sosyal bir ahlaktır. Yaşadığımız
ortamda herkes sadakaya gereken özeni gösterebilse, dolayısıyla hiçbir sosyal
faciaya yer kalmayacaktır.
Kazanmak/Kesb, kazanmak manasına mastardır. Kelime, mal gibi maddî
kazançlar için kullanıldığı gibi, ilim gibi, hayır veya şer gibi mânevî
kazançlar için de kullanılır. Kisb şeklinde de kullanılan kelime asıl
itibariyle cemetmek manasına gelir. Bu bölümde daha ziyade maddî kesb,
maişetimiz için dünyevî kazanç kastedilmektedir. Dinimiz, ahirete öncelik
verilmesini esas almış ise de[367] müntesiblerinden dünyayı
ihmal etmemelerini de talep eder. Dünyanın ihmal edilmemesi, maddî kesbe yer
verilmesi demektir.
Mü'min bir kimse her şeyden önce
helal ve temiz olan şeyleri istihlak etmek zorundadır. Yediği veya kullandığı
şeylerde maddî ve manevî bir kir
bulunduğu takdirde yaptığı ibadetlerin kabul edilmeyeceğini Hz.
Peygamber haber veriyor. Esasen Kur'an'ın ifadesine göre, ta Hz. Adem'den beri
bütün peygamberlere -ve dolayısıyla insanlara- helal ve temiz şeylerin yenmesi
emredilmiştir.
يَا
اَيُّهَا
الرُّسُلُ
كُلُوا مِنَ
الطَّيِّبَاتِ
وَاعْمَلُوا
صَالِحًا
اِنّى بِمَا
تَعْمَلُونَ
عَليمٌ
"Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, faydalı iş işleyin. Doğrusu
ben, yaptığınızı bilirim."[368]
Bir diğer ayette de şöyle
buyrulur:
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
كُلُوا مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَارَزَقْنَاكُمْ
وَاشْكُرُوا
لِلّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
اِيَّاهُ
تَعْبُدُونَ
"Ey iman edenler! Sizi
rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin. Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız,
O'na şükredin."[369]
Kur'an-ı Kerim, yukarıda kaydettiğimiz misallerde olduğu üzere,
birkısım ayetlerinde "helal ve
"temiz" rızık yemeyi emrederken, diğer bazı ayetlerinde helal rızkın
"ferdî" emekle elde edileceğini ifade etmiştir:
واَنْ
لَيْسَ
لِِنْسَانِ
اَِّ مَا سَعى
"İnsan için çalıştığından başkası yoktur."[370]
Bütün peygamberlerin (a.s) ellerinin emekleriyle geçindiği
bilinmektedir.
İnsanları diğer canlılardan ayıran hususiyetlerden biri de hemcinsine
olan ihtiyacıdır. Hayvanlar da şüphesiz
hemcinslerine ihtiyaç duyarlar ama bu, insanlarınki kadar çok yönlü ve
zaruri değildir. Tabiatı icabı medenî bir hayat yaşamak zorunda olan insanın
ihtiyaçları çoktur ve bunların hepsini tek başına kendisi karşılayamaz. Başkalarına
olan ihtiyaç, iktisadî hayatta, rızıkların farklılığı şeklinde kendini ortaya
koyar.
Çalışmanın ve iktisadî gelişmenin, binnetice medenî ve teknik
terakkinin de sebep ve zenbereği olan bu ekonomik farklılık ve ihtiyaç
durumudur ki, cemiyette işbölümünü ortaya çıkarmakta, kimini terzi, kimini ayakkabıcı, dülger,
bakkal, taksici, pilot, amir, memur, patron, işçi, asker, komutan vs.
yapmaktadır. Bakkal dükkanını işleten bakkal, mesleğini icra için
müşterilerine hizmet ederken kazandığı parayla ayakkabıcı, terzi, taksici gibi pek çok meslek sahibini
çalıştırmakta, istihdam etmektedir. İnsanların efendisi insanlara hizmet
sunandır. Değerlendirecek olursak herkesin fevkinde yer alan devlet reisliği
bile "herkese hizmet"
sunan bir vazife olarak
değerlendirilebilir.
Medenî hayatın devamı bu işbölümü olmaksızın düşünülemeyeceğinden, bazı
mütefekkirler, çok haklı olarak, insanlık için, en büyük felaketin, ferdler
arasındaki her çeşit farklılığın kaldırılıp mutlak eşitliğin sağlanacağı günde
geleceğini söylemişlerdir. Kur'an-ı Kerim, mevzumuz açısından son derece
ehemmiyetli olan bir ayette, bu karşılıklı ihtiyaç durumuna parmak basarak,
rızıkların farklı kılınmasındaki hikmeti belirtir: "İşbölümü ile
birbirleri için çalışmak..."
اَهُمْ
يَقْسِمُونَ
رَحْمَتَ
رَبِّكَ
نَحْنُ
قَسَمْنَا
بَيْنَهُمْ
مَعِيشَتَهُمْ
في الحَياةِ
الدُّنْيَا
وَرَفَعْنَا
بَعْضَهُمْ
فَوْقَ
بَعْضٍ
دَرَجَاتٍ
لِيَتَّخِذَ
بَعْضُهُمْ
بعْضاً
سُخْرِياً.
"Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar. Dünya
hayatında onların geçimlerini aralarında
biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle
üstün kıldık."[371]
İnsanların, birbirlerinin işini görebilmesi için o işlerde yetişmesi
gerekir. Her işi bilen veya hiçbir işi bilmeyen insanlardan müteşekkil bir
cemiyet düşünülemez. Vasıflı mahareti en az isteyen "amelelik" ve
"hamallık" bile belli bir tecrübe ve formasyon ister. Şu halde,
birbirlerine iş gördürme esasına dayandırılan helal rızık temini için, yeni
yetişen nesillerin "iş
görebilir" vasıfta olması şarttır. Bu da meslekî formasyonu gerektirir.
İslam dinini diğer pek çok din ve sistemden ayıran bir husus, dünya ve
ahiret, madde ve mana, ruh ve beden muvazenesidir. Bunlardan biri, diğeri için
feda edilmez. Her ne kadar ahiret
düşüncesini zihinlerde daima canlı tutmak isterse de dünyanın ihmal
edilmesini talep etmez. Bilakis dünyanın
da unutulmaması, ihmal edilmemesi tenbih edilir. Kur'an-ı Kerim bazı
ayetlerinde gerçekten ahireti hiç düşünmeden sadece dünyayı talep edenleri
kınarken, diğer bazı ayetlerinde de hem
dünya ve hem de ahireti talep edenleri takdir
eder ve ayrıca
وََ
تَنْسَ
نَصِيبَكَ
مِنَ
الدُّنْيَا
"Dünyadaki nasibini unutma"[372]der. Dünya ve
ahireti beraberce talep etmeyi emreden
ayetlerden biri de şudur:
فَاِذَا
قَضَيْتُمْ
مَنَاسِكَكُمْ
فَاذْكُرُوا
اللّهَ
كَذِكْرِكُمْ
ابَاءَكُمْ اَوْ
اَشَدَّ
ذِكْرًا
فَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ يَقُولُ
رَبَّنَا
اتِنَا فِى
الدُّنْيَا
وَمَالَهُ
فِى الْاخِرَةِ
مِنْ
خَلَاقٍ
وَمِنْهُمْ
مَنْ يَقُولُ
رَبَّنَا
اتِنَا فِى
الدُّنْيَا
حَسَنَةً
وَفِى
الْاخِرَةِ
حَسَنَةً
وَقِنَا
عَذَابَ
النَّارِ
اُولئِكَ
لَهُمْ نَصيبٌ
مِمَّا
كَسَبُوا
وَاللّهُ
سَريعُ الْحِسَابِ
"İnsanlardan: "Rabbimiz! Bize dünyada ver" diyenler vardır.
Öylesine ahirette bir pay yoktur. "Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette
de iyiyi ver, ateşin azabından koru" diyenler vardır. İşte onlara kazançlarından ötürü karşılık vardır.."[373]
(Bunu tamamlayan) bir diğer ayet
şöyle:
مَنْ
كَانَ يُريدُ
الْعَاجِلَةَ
عَجَّلْنَا
لَهُ فيهَا
مَانَشَاءُ
لِمَنْ
نُريدُ ثُمَّ
جَعَلْنَا
لَهُ جَهَنَّمَ
يَصْليهَا
مَذْمُومًا
مَدْحُورًا وَمَنْ
اَرَادَ
الْاخِرَةَ
وَسَعى لَهَا
سَعْيَهَا
وَهُوَ
مُؤْمِنٌ
فَاُولئِكَ
كَانَ
سَعْيُهُمْ
مَشْكُورًا كُلًّا
نُمِدُّ
هؤُلَاءِ
وَهؤُلَاءِ
مِنْ عَطَاءِ
رَبِّكَ
وَمَاكَانَ
عَطَاءُ
رَبِّكَ
مَحْظُورًا
"Dünyayı isteyene -istediğimiz kimseye dilediğimiz miktarda- hemen
veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya
girer. Ahireti isteyip, inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan
kimselerin, işte onların çalışmaları
meşkur (makbul) olur. Her birine, onlara da, bunlara da Rabbinin
vergisinden birbiri ardınca veririz. Rabbinin vergisi kimseden men edilmiş
değildir."[374]
وَالَّذينَ
يَقُولُونَ
رَبَّنَا
هَبْ لَنَا
مِنْ
اَزْوَاجِنَا
وَذُرِّيَّاتِنَا
قُرَّةَ
اَعْيُنٍ
وَاجْعَلْنَا
لِلْمُتَّقينَ
اِمَامًا
"Onlar: "Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan
gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et, bizi müttakilere önder yap"
derler."[375]
Yine bu meseleyle irtibat kurabileceğimiz, eski peygamberlerle alâkalı
bir kısım dualarda da aynı manayı bulmaktayız. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail,
Ka'be'nin temellerini yükseltince şu duayı yaparlar:
رَبَّنَا
تَقَبَّلْ
مِنَّا
اِنَّكَ اَنْتَ
السّمِيعُ
الْعَلِيمُ *
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا
مُسْلِمينِ
لَكَ وَمِنْ
ذُرِّيَتِنَا
أمّة
مُسْلِمَةً
لَكَ
وَاَرِنَا
مَنَاسِكَنَا
وَتُبْ
عَلَيْنَا
اِنَّكَ اَنْتَ
التَّوَّابُ
الرَّحِيمُ *
رَبَّنَا
وَابْعَثْ
فيهِمْ
رَسُوً
مِنْهُمْ
يَتْلُوا عَلَيْهِمْ
ايَاتِكَ
وَيُعَلِّمُهُمُ
الْكِتَابَ
وَالْحِكْمَةَ
وَيُزَكِّيهِمْ
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ.
"Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur,
şüphesiz ki sen, hem işitir, hem bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslim
olanlardan kıl, soyumuzdan da sana
teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster..
Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir
peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hakim olan ancak sensin."[376]
Öğrenmemiz gereken meslekler hususunda bazı temel bilgiler verdikten
sonra, meseleye bir başka açıdan da ışık tutmak isteriz. Dinimize göre hangi
meslek efdaldir? Bu hususta İbnu Hacer'in bir tahkiki şöyle: "Maverdî der
ki: "Temel kazanç yolları üçtür:
* Ziraat,
* Ticaret,
* Sanat.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : يَا
أيُّهَا النّاسُ
إنَّ اللّهَ
تعالى
طَيِّبٌ، َ
يَقْبَلُ إَّ
طَيِّباً.
وإنّ اللّهَ
تَعالى أمَرَ
الْمُؤمِنِينَ
بِمَا أمَرَ
بِهِ الْمُرْسَلِينَ.
فقَالَ
تَعالى: يَا
أيُّهَا
الرُّسُلُ
كُلُوا مِنَ
الطَّيِّبَاتِ
وَاعْمَلُوا
صَالِحاً.
وَقَالَ
تَعالى: يَا
أيُّهَا
الّذِينَ آمَنُوا
كُلُوا مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَا رَزَقْنَاكُمْ.
ثُمَّ ذكَرَ
الرَّجُلَ
يُطِيلُ السَّفَرَ
أشْعَثَ
أغْبَرَ،
يَمُدُّ
يَدَيْهِ الى
السّمَاءِ:
يَا رَبِّ،
يَا رَبِّ،
وَمَطْعَمُهُ
حَرَامٌ،
وَمَشْرَبُهُ
حَرَامٌ،
وَمَلْبَسُهُ
حَرَامٌ،
وغَذِيَ
بِالْحَرَامِ
فأنّى يُسْتَجَابَ
لذلِكَ.
Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) şöyle hitap ettiler:"Ey insanlar! Allah
Teala hazretleri tayyibtir, tayyibten
başka bir şey kabul etmez. Allah'ın mü'minlere emrettiği şeyler, peygambere
emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim Allah Teala hazretleri
(peygamberlere):"Ey Peygamberler, temiz olanlardan yiyin de salih amel
işleyin" [377]
emretmiş, mü'minlere de:"Ey iman edenler, size rızık olarak
verdiklerimizin temizlerinden yiyin" [378]
diye emirde bulunmuştur."Sonra seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toztoprak
içinde kalan ve elini semaya kaldırıp: "Ey Rabbim, ey Rabbim" diye
dua eden bir yolcuyu zikredip, dedi ki:"Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram,
giydiği haramdır ve (netice itibariyle)
haramla beslenmektedir. Peki böyle bir
kimsenin duasına nasıl icabet edilir?" buyurdular."[379]
Tayyib, temiz demektir. Allah'ın Tayyib diye tavsifini, O'nun her çeşit
noksan sıfatlardan münezzeh olmasıyla izah eder. Bu manada Allah'ın Kuddüs ismi
de mevcuttur.
Hadis-i şerif, kişi haramla beslendiği takdirde cihad, sılayı rahim,
hac, kesb-i rızık gibi maksadlarla, uzun, zahmetli yolculuklara bile katlansa
amellerinin kabul edilmeyeceğini
belirtmektedir.
Dua edecek olan kimse önce yeyip içtiğinin maddî manevî temizliğine
dikkat edecektir. Aksi takdirde duanın kabul edilmeyeceği belirtilmiştir. Bu
noktada, bütün ibadetlerin Allah katında bir nevi "dua" olarak
yükseldiğini hatırlamamız gerekir. Öyle ise maddî ve manevî temizlik olmadı mı,
ibadetlerimizin hiçbiri makbul olmayacaktır.
ـ وعن
خَوْلَةَ
ا‘نْصَارِيّةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها قالت:
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
يَقُولُ:
إنَّ رِجَاً
يَتَخَوَّضُونَ
في مَال
اللّهِ
بِغَيْرِ
حَقٍّ
فَلَهُمُ النّارُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ.
-Havle el-Ensariyye (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Şöyle buyurmuşlardı:"Bir kısım
insan vardır, Allah'ın mülkünden haksız bir surette mal elde etmeye girişirler.
Halbuki bu, kıyamet günü onlara bir
ateştir, başka değil."[380]
ـ
وعن النعمان
بن بشير
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
الْحََلَ بَيِّنٌ
وَإنَّ
الْحَرامَ
بَيِّنٌ،
وَبيْنَهُمَا
أُمُورٌ
مُشْتَبِهَاتٌ
َ يَعْلَمُهُنَّ
كَثِيرٌ مِنَ
النّاسِ،
فَمَنِ اتّقى
الشُّبُهَاتِ
اسْتَبْرَأ
لِدِينِهِ
وَعِرْضِهِ،
وَمَنْ
وَقَعَ في
الشُّبُهَاتِ
وقَعَ في
الْحَرَامِ،
كَالرَّاعِييَرْعَى
حَوْلَ
الْحِمَى،
يُوشِكُ أنْ
يَقَعَ فيهِ.
أَ وَإنَّ
لِكُلِّ
مَلِكٍ
حِمَى، وإنَّ
حِمَى اللّهِ
مَحَارِمُهُ.
أَ وإنَّ في الْجَسَدِ
مُضْغَةً
إذَا
صَلَحَتْ
صَلحَ الْجَسَدُ
كُلُّهُ،
وإذَا
فَسَدَتْ
فَسَدَ
الْجَسَدُ كُلُّهُ،
أَ وهِيَ
الْقَلْبُ..
-Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Şurası
muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu
bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını
da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı
koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek
durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu
da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o
sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur,
eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası
kalptir."[381]
Hadis, dinimizde eşya hakkında üç hükmün mevcudiyetini haber veriyor:
1) Eğer bir şeyin yapılmasına hükmedilmiş, terkine vaid beyan edilmiş
ise bu açık helaldir.
2) Bir şeyin terkine hükmedilmiş yapılmasına da vaid beyan edilmiş ise
bu da açık haramdır.
3) Bir şey hakkında bunlardan birine hükmedilmemişse o da şüphelidir.
Hadis, şüpheli şeylerden kaçınanların dinlerini noksanlıktan, ırzlarını
tandan berî kılacaklarını haber vermektedir. Kazanç ve yaşayışında şüpheli
şeylerden kaçınmayan kimsenin kendini birkısım tanlara maruz kılacağını haber
vermektedir. Böylece, dini emirlere ve mürüvvetin gereklerine uymak gerektiği
ifade edilmiş olmaktadır.
ـ وعن
الْمِقْدَامْ
بن معدي كربْ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَا
أكَلَ أحَدٌ
طَعَاماً
قَطُّ خَيراً
مِنْ أنْ
يَأكُلَ مِنْ
عَمَلِ يَدِهِ،
وَإنّ
نَبِىَّ
اللّهِ
دَاوُدَ
عَليْهِ السَّمُ
كَانَ يأكُلُ
مِنْ عَمَلِ
يَدِهِ.
-Mikdâm İbnu Ma'dikerb (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:"(Benî
Adem'den) hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir taamı asla yememiştir.
Allah'ın peygamberi Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini yerdi."[382]
Hadis, kişi elinin emeğinden daha helal bir taam yememiştir. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), İslâm'ın el emeğine verdiği ehemmiyeti ifade zımnında muhtelif ifadelere yer vermiştir.
Başka hadiste büyük peygamberlerin kazançlarıyla ilgili örnekler
verilir:
وَكَانَ
دَاوُدُ
زَرَّاداً
وَكانَ آدَمُ
حَرّاثاً
وَكَانَ
نُوحٌ
نَجّاراً
وَكانَ اِدْرِيسُ
خَيّاطاً
وَكانَ مُوسى
راعِياً
"Hz. Davud zırhçı, Hz. Adem çiftçi, Hz. Nuh marangoz, Hz. İdris terzi, Hz. Musa çobandı
(aleyhimüsselam)."
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: يَأتِي
عَلى
النَّاسِ
زَمَانٌ َ
يُبَالِي الْمَرْءُ
مَا أَخَذَ
مِنْهُ،
أمِنَ
الْحََلِ،
أمْ مِنَ
الْحَرَامِ[.
أخرجه
البخاري
والنسائي.وزاد
رزين: »َ
تُجَابُ
لَهُمْ
دَعْوَةٌ« .
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:"Öyle devir gelecek ki, insanoğlu,
aldığı şeyin helalden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."[383]
Hadis, mü'mini kazanç hususunda dikkatli olmaya, haram bulaşıyor mu
bulaşmıyor mu araştırmada bulunmaya sevketmektedir. Dua ve ibadetlerimizin kabul
edilmesinin, rızkımızın helal olmasına bağlandığını ifade etmektedir.
Dikkatsizlik sebebiyle, haramla bulaşan rızkın istihlâki, kişiyi öbür dünyada
müflisler zümresine dahil edebilecektir.
Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm hakiki müflisi, dünyada parasını
kaybeden olarak değil, burada her çeşit salih ameller yapmış olmasına rağmen,
öbür dünyada şu veya bu sebeple, bu amellerinden, kendisine istifade edeceği
hiçbir şey kalmadığı için cehennemi boylayan kimse olarak ifade buyurmuştur. Şu
halde haramla beslenme de böyle bir neticeye götürecek sebeplerden biri
olmaktadır. Rabbimiz muhafaza buyursun (amin).
Arapça isim olan “KANAAT”; elinde bulunan yetinip fazlasını arzu etmeme,
kısmetine razı olma, tamahkar olmama hali; israftan kaçınma. Kanma, inanma
manasına gelir. Yine:
Kanaat, rıza ve memnunluk. Kısmete rıza
göstermek, takdir edilenden memnun olmak, yeme, içme ve giyme gibi ihtiyaçları
asgari hadde tutmak, tamahkar ve ihtiraslı olmamak, elde mevcut olana razı
olmak, başkasının malına ve hakkına göz dikmemek, tutumlu olmak, israftan
sakınmak, tasarrufa riayet etmek. Çalışmamak ve kazanmamak manasına asla
gelmez.
Kur’an-ı Kerim de:
مَنْ
عَمِلَ
صَالِحًا
مِنْ ذَكَرٍ
اَوْ اُنْثى
وَهُوَ
مُؤْمِنٌ
فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيوةً
طَيِّبَةً
وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ
اَجْرَهُمْ
بِاَحْسَنِ
مَاكَانُوا
يَعْمَلُونَ
“Erkek veya kadın Müminlerden Salih amel işleyenleri
temiz bir hayata kavuştururuz.”[384]
.
ـ عن
عُبيداللّهِ
بن محصن
الخطمي
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ أصْبَحَ
مِنْكُمْ
آمِناً في
سِرْبِهِ،
مُعَافىً في
بَدَنِهِ،
عِنْدَهُ
قُوتُ
يَوْمِهِ،
فَكأنَّمَا
حِيزَتْ لَهُ
الدُّنْيَا
بِحَذَافِيرِهَا.
-Ubeydullah İbnu Mihsan el-Hutamî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük
yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur."[385]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayat denen dünya yaşayışının "gün" denen
bölümlerden meydana geldiğini, ecel gizli olması hasebiyle, ömrü bir günlük
kesit halinde değerlendirmek gerektiğini, bu bir günlük kesitin mesudane olması
için başlıca üç şartın aranması gerektiğini belirtiyor. Bu üç şart şunlardır:
1- Can (veya meslek veya mesken) emniyeti.
2- Sağlık.
3-Günlük gıda (sabah ve akşam yiyeceği).
Bunlardan birinin eksikliğini, diğerlerinin fazlalığı ile telafi
edemiyeceğimizi düşünürsek, Aleyhissalâtu vesselâm'ın bu hadislerindeki
hikmetin büyüklüğünü anlarız. Sözgelimi, çok zenginiz ama sağlığımız yok veya
can emniyetimiz yok. O zenginlik ne işe yarar? Sağlığımız, zenginliğimiz
yerinde, fakat can emniyetimiz yok; her an ölüm ve düşman tehlikesi içinde
hayatımız zehir olur. Devlet ve içtimâî nizamın gayesi, fertlere mal, can ve
ırz emniyetini, çalışma (meslek) sulhünü sağlamaktır. Bu şartlardan birinin eksik
olduğu yerlerde ve zamanlarda hayat tatsızdır, insanlar mutsuzdur.
ـ وعن
عُثْمَان
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
لَيْسَ ِبْن
آدَمَ حَقٌّ
في سِوَى
هذِهِ
الْخِصَالِ:
بَيْتٌ
يَسْكُنُهُ،
وَثَوْبٌ
يُوَارِي
بِهِ
عَوْرَتُهُ،
وَجِلْفُ الْخُبْزِ
وَالْمَاءِ.
Hz. Osman (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Ademoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı
yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini
örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su."[386]
Alimler, hadiste geçen hisâl (şey) ile, kazanmak için peşinden koşması
gereken temel ihtiyaçlarının kastedildiğini belirtir. Bunlar: İkamet edeceği
mesken, avretini örteceği giyecek ve kuru ekmek ile sudur. Mesken ve giyeceğin
de sade ve asgarî ölçüde olacağı açıktır. Çünkü, gıda kuru ekmek ile ifade
edilmiştir. Resulullah gıdayı ifade ederken kuru ekmek veya katıksız ekmek
mânasına gelen cilf kelimesini kullanmakla, bu zaruri maddelerin asgarî
ölçülerini ifade etmiş olmaktadır. Nitekim mesken veya ev deyince gecekondudan
villaya kadar çok farklı mertebeleri var; giyecek de öyle. Şu halde hak olarak
ifade edilen nisab, hayatın devamını konforsuz olarak sağlayacak asgarî
miktardır.
ـ وعن
فُضَالَةِ
بْنِ عُبَيْد
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
طُوبى لِمَنْ
هُدِىَ
لِ“سَْمِ
وَكَانَ
عَيْشُهُ كَفَافاً
وَقَنِعَ.
Fadale İbnu Ubeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"İslam hidayeti nasip edilen ve
yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!"[387]
Şu halde hadis, İslamî hidayetle müşerref olduktan sonra muhanete
muhtaç kılmayacak en az miktarda maddî ihtiyaçlarını temin edebilen kimseyi
tebrik etmekte, "ne mutlu ona" demektedir. Çünkü fazlasının hesabı var, o
fazlalığın şevkiyle şımarma, harama kaçma, "hakkını verememe"
tehlikesi var.
ـ وعن أبي
سعيد
الخُدْريّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: سَألَ
نَاسٌ مِنَ
ا‘نْصَارِ
رَسُولَ اللّهِ
فأعْطَاهُمْ
مَا سَألُوهُ
ثُمَّ
سَألُوهُ،
فأعْطَاهُمْ
مَا سَألُوهُ.
ثُمَّ
سَألُوهُ
فأعْطَاهُمْ
مَا سَألُوهُ.
حَتّى إذَا
نَفَذَ مَا
عِنْدَهُ
قَالَ: مَا
يَكُونُ
عِنْديِ مِنْ
خَيْرٍ
فَلَنْ
أدّخِرَهُ
عَنْكُمْ،
وَمَنْ يَسْتَعْفِفْ
يُعِفُّهُ
اللّهُ،
وَمَنْ يَسْتَغْنِ
يُغْنِهِ
اللّهُ،
وَمَنْ يَتَصَبَّرْ
يُصَبِّرْهُ
اللّهُ،
وَمَا أُعْطِي
أُحَدٌ
عَطَاءً هُوَ
خَيْرٌٌ لَهُ
وَأوْسَعُ
مِنَ الصَّبْرِ.
Ebu Saidi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ensar (radıyallahu
anhüm)'dan bazı kimseler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' dan bir şeyler
talep ettiler. Aleyhissalâtu vesselâm da istediklerini verdi. Sonra tekrar
istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine
verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular:"Yanımda bir mal
olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli
davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da
onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa
Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir
ihsanda bulunulmamıştır." Rezin rahimehullah şu ziyadede bulunmuştur:
"İslam'a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara
Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."[388]
ـ وعن
أبِى
اُمَامَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : يَا
بْنَ آدَمَ إنَّكَ
إنْ تَبْذُلِ
الْفَضْلَ
خَيْرٌ لَكَ،
وَإنْ
تَمْسِكْهُ
شَرٌّ لَكَ،
وََ تَُمَ
عَلى كفَافٍ،
وَابْدَأْ
بِمَنْ
تَعُولُ، وَالْيَدُ
الْعُلْيَا
خَيْرٌ مِنَ
الْيَدِ
السُّفْلَى.
Ebu Ümame (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resululllah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Ey ademoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda
harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için
zararlıdır. Kefaf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmezsin. (Harcamaya),
bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden
(yani alandan) daha hayırlıdır."[389]
Burada Resulullah, İslam'ın ideal ahlakını tebliğ buyurmaktadır;
ihtiyacı normal görecek kefaf miktarla yetinmek ve fazlasını Allah yolunda,
O'nun rızası için harcamaktır. Kişi böylece, uhrevî mesuliyetten kurtulmaktan başka, onun
sevabına mazhar olacaktır.
Kifayet miktarla yetinen, levm edilmez. Çünkü hayatının devamı için
gerekli olan mesken, libas, yiyecek ve içecek için hesap sorulmayacaktır.
Kefafı taşan istihlak ve mülkiyet, hesaba bais olacaktır.
Kişi malını harcarken, önce
bakmakla mükellef olduğu yakınlarına öncelik vermelidir. Kendi yakınları ihtiyaç içinde iken, sevap
düşüncesiyle yabancılara harcamak, tasaddukta bulunmak caiz değildir.
Resulullah, kişinin ailesine harcadıklarının da sadaka olduğunu beyan
buyurmuştur.
ـ وعن
عُمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : لَوْ
أنَّكُمْ
تَتَوَكَّلُونَ
عَلى اللّهِ
حَقَّ
تَوَكُّلِهِ
لَرَزَقَكُمْ
كَمَا
يَرْزُقُ
الطَّيْرَ،
تَغْدُو خِمَاصاً
وَتَرُوحُ
بِطَاناً.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz,
sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi
rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz."[390]
ـ عن أبِى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
لَيْسَ
الْغِنَى
عَنْ كَثْرَةِ
الْعَرَضِ،
وَلَكِنَّ
الْغِنَى
غِنَى
النَّفْسِ.
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Zenginlik mal çokluğuyla değildir.
Bilakis zenginlik göz tokluğuyladır."[391]
Göz tokluğu diye tercüme ettiğimiz ibarenin aslı غِنَى
النَّفْسِ dir, yani nefis zenginliği,
Bazı hadislerde غِنَى
الْقَلْبِ kalp
zenginliği şeklinde gelmiştir. Dilimizde bunu en güzel ifade eden tabir göz
tokluğu tabiridir. Yani kattır.
Gözü tok olan da, kendisine verilenle müstağni olan, ona kanaat getiren,
rıza gösteren, artırmak için hırsa kaçmayan, talepte ısrarlı olmayandır. İşte
bu zengin gibidir.
Faydalı veya büyük veya memduh
olan zenginlik nefis zenginliğidir. Şöyle ki: Kişinin nefsi müstağni oldu mu
tamahkârlığı bırakır, izzet ve büyüklük kazanır. Böyle bir kimsenin elde ettiği
itibar, saygı, şeref ve övgü, hırsı sebebiyle aç gözlü olan bir kimsenin elde ettiği zenginlikten
fazladır. Çünkü hırs onu, cimriliği ve
düşüklüğü sebebiyle rezil işlere, hasis
ve adi fiillere atar. Halktan onu kınayanlar çoğalır, insanlar nazarında
itibarı düşer, herkesten daha hakir, daha zelil duruma düşer.
Hülasa, nefis zenginliği ile muttasıf olan kimse, Allah'ın kendine
verdiği rızka kanaatkârdır, ihtiyaç dışı olan şeyleri artırmak için hırs etmez, talepte ısrarlı olmaz; istemek,
dilenmek alçaklığını göstermez, bilakis Allah'ın verdiği nasibine razı olur.
Sanki ebedî bir zenginliğe kavuşmuş gibidir. Aç gözlülükle muttasıf olan kimse,
öbürünün zıddınadır. Herşeyden önce Allah'ın verdiğine razı değildir, durmaksızın
habire bir arayış ve talep içindedir. Onun gayesi mal elde etmektir, haramhelal
nasıl geldiği pek mühim değil, yeter ki kazansın. Bu hırs içinde kaybedecek
olursa çok üzülür, adeta yıkılır. O sanki mal yönüyle fakirdir. Çünkü kendisine
verilene istiğna göstermez ve sanki zengin değildir.
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ :
لَيْسَ
الْمِسْكِينُ
الّذِي تَرُدُّهُ
اللُّقْمَةُ
وَاللُّقْمَتَانِ،
وَالتَّمْرَةُ
وَالتَّمْرَتَانِ،
وَلَكِنِ
الْمِسْكِينُ
الّذِي َ
يَجِدُ غِنىً
يُغْنِيهِ
وََ يُفْطَنُ
بِهِ
فَيُتَصَدَّقَ
عَلَيْهِ،
وََ يَقُومُ
فَيَسْألَ
النَّاسَ.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"(Hakiki) fakir, kapı kapı dolaşırken verilen bir
iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek
fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine
tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan birşey
istemeyen kimsedir."[392]
Şu halde ayet ve hadis, gerçek mânada fakirlik için iki şart beyan etmiş olmaktadır;
1) Zengin olmamak,
2) İffet sebebiyle ihtiyacını kimseye açmadığı için zengin zannıyla
halk tarafından fakirliği bilinmemek.
Fakirin hali miskinden daha kötüdür. Miskin, birşeyleri olan fakat
kendisine kafi gelmeyen kimsedir. Fakir ise, hiçbir şeyi olmayan kimsedir.
Oruc'un Kur'âni karşılığı savm ve sıyâm'dır. Lügat olarak masdar olup
(yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi şeylerden) kendini tutmak mânasına gelir.
Şer'î bir ıstılâh olarak, hususî bir zamanda hususî şeylerden, hususî şartlarla
hususî bir tutmak diye tarif edilmiştir.
Savm, aslında fiilden kendini tutmaktır, bu sebeple yürümekten kaçınan
ata sâim (oruçlu) denmiştir. Şerîatte ise, mükellef kimsenin, şafağın sökme
anından (fecr), güneşin batma anına kadar, niyetli olarak yemekten ve içmekten
vazgeçip, meni getirmek ve kusmaktan imtina etmesine savm denmiştir. Oruç,
Azerî lehçesi'nden bize geçmiştir ve Farsça bize kelimesinden bozmadır. Dinimiz,
orucu İslâm'ın ana rükünlerinden biri yapmıştır. Bedenle yerine getirilen bir
ibadettir. Kur'an-ı Kerim, eski milletlere de orucun farz edildiğini bildirir:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنوُا
كُتِبَ عَلَيْكُمُ
الصِّيَامُ
كَمَا كُتِبَ
عَلَى الَّذينَ
مِنْ
قَبْلِكُمْ
لَعَلَّكُمْ
تَتَّقُونَ
"Ey iman edenler oruç sizden öncekilere farz edildiği gibi.. size de
farz edildi."[393]
Ayette işaret edilen "sizden öncekiler"den maksad sadece Yahudi
ve Hıristiyanlar değildir. Belki Hz. Âdem'den beri yeryüzüne gelen bütün
insanlar kastedilmektedir, zira dinler tarihi, hemen hemen bütün dinlerde bir
nevi orucun varlığını ortaya çıkarmıştır. Hz. Peygamber (a.s) orucun bedene
sıhhat, eve bereket getireceğini haber verir.
-عن أبي
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ :
كُلُّ عَمَلِ
ابْنُ آدَمَ
يُضَاعَفُ،
الْحَسَنَةُ
بِعَشْرِ
أَمْثَالِهَا
إِلَى
سَبْعِمِائَةِ
ضِعْفٍ. قَالَ
اللّهُ
تَعَالَى:
إَِّ الصَّوْمَ
فَإِنَّهُ
لِى وَأنَا
أَجْزِى بِهِ
يَدَعُ
شَهْوَتَهُ
وَطَعَامَهُ
مِنْ أَجْلِي:
لِلصَّائمِ
فَرْحَتَانِ،
فَرْحَةٌ عِنْدَ
فِطْرِهِ،
وَفَرْحةٌ
عِنْدَ
لِقَاءِ
رَبِّهِ، وَلَخُلُوفَ فَمِ
الصَّائِمِ
أطْيَبُ عِنْدَ
اللّهِ مِنْ
رِيحِ
المِسْكِ.
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah'ı
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ademoğlunun her ameli katlanır.
(Zira Cenab-ı Hakk'ın bu husustaki sünneti şudur:) Hayır ameller en az on
misliyle yazılır, bu yediyüz misline kadar çıkar. Allah Teâla Hazretleri (bir
hadis-kudsîde) şöyle buyurmuştur: "Oruç bu kaideden hariçtir. Çünkü o sırf
benim içindir, ben de onu (dilediğim gibi) mükâfaatlandıracağım. Kulum benim
için şehvetini, yiyeceğini terketti." "Oruçlu için iki sevinç vardır:
Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki
sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku (halûf), Allah indinde misk kokusundan
daha hoştur."
في رواية:
]الصِّيَامُ
جُنَّةٌ،
فَإِذَا كَانَ
يَوْمُ
صَوْمِ
أَحَدِكُمْ
فََ يَرفُثْ ،
وََ
يَصْخَبْ،
فَإِنْشَاتَمَهُ
أَحَدٌ، أَوْ
قَاتَلَهُ
فَلْيَقُلْ
إِنِّي
صَائِمٌ. إِنِّي
صَائِمٌ.
Bir rivayette de şöyle buyrulmuştur: "Oruç perdedir. Biriniz birgün
oruç tutacak olursa kötü söz sarfetmesin, bağırıp çağırmasın. Birisi kendisine
yakışıksız laf edecek veya kavga edecek olursa "ben oruçluyum!" desin
(ve ona bulaşmasın)."[394]
Cenab-ı Hakk'ın her bir hayır ameli en az on misliyle kabul etmesine dâir
sünneti Kur'an-ı Kerim'le sabittir:
مَنَ
جَاءَ
بِالحَسَنَةِ
فَلَهُ
عَشْرُ اَمْثَالِهَا
“Kim bir hayır yaparsa ona on katı (sevap) verilir..."[395] Resûlullah bu
âyete atıf yapmış olmalıdır. Hadisin devamında bunun, yediyüz katına kadar
çıkacağı belirtilmiştir. Bu rakam da Kur'an'da gelmiştir, ancak bu,
"Allah'ın dilemesi" şartına bağlanmıştır:
مَثَلُ
الّذِينَ
يُنْفِقُونَ
اَمْوَالَهُمْ
فِي سَبِيلِ
اللّهِ
كَمَثَلِ حَبَّةٍ
اَنْبَتَتْ
سَبْعَ
سَنَابِلَ
فِي كُلّ
سُنْبُلَةٍ
مِائَةُ
حَبّةٍ
“Mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu,
her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir.
Allah dilediğine kat kat verir, Allah'ın lütfu geniştir..."[396]
-وعن
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
مَنْ صَامَ
يَوماً فِي
سَبِيلِ
اللّهِ
تَعَالَى
جَعَلَ
اللّهُ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
النّارِ
خَنْدَقاً
كَمَا بَيْنَ
السَّمَاءِ
وَا‘رْضِ.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Kim Allah Teâla yolunda bir gün oruç tutsa,
Allah onunla ateş arasına, genişliği sema ile arz arasını tutan bir hendek
kılar."[397]
-وعن أبى
أمامة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال:
قُلْتُ يَا
رَسُولُ
اللّهِ: مُرْنِي
بِأَمْرِ
يَنْفَعُنِي
اللّهُ
تَعَالَى بِهِ،
فَقَالَ :
عَلَيْكَ
بِالصَّوْمِ
فَإِنَّهُ
عَدْلَ لهُ.
-Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü dedim, bana öyle bir amel emret ki (yaptığım takdirde)
Allah beni mükâfatlandırsın.""Sana dedi, orucu tavsiye ederim, zira
onun bir eşi yoktur."[398]
-وعن سهل
بن سعد رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ: إنَّ
فِي الجَنَّةَ
بَاباً
يُقَالُ لهُ
الرَّيَّانُ
َ يَدخُلُهُ
إَّ
الصَّائِمُونَ
، فَإِذَا
دَخَلُوا
أُغْلِقَ فََ
يَدْخُلُ
مِنْهُ
أَحَدٌ.
-Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Oradan sadece oruçlular girer.
Oruçlular girdiler mi artık kapanır, kimse oradan giremez."[399]
Bazı rivayetlerde "Cennetin sekiz kapısı vardır. Bunlardan biri,
oruçluların girdiği Reyyân kapısıdır..." şeklinde gelmiştir. Reyyân
kelimesinin kökü reyy'dir, kana kana içmek, suya doymak mânasına gelir. Reyyân,
suya kanmış, susuzluğu olmayan gibi mânalara gelir.
-وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال. قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ :
منْ فَطَّرَصَائِماً
كان لهُ مثْلَ
أجْرهِ
غَيْرَ
أنَّهُ َ
يَنْقُصُ منْ
أجْرِ الصَّائِمِ
شَيئْاً .
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir oruçluya iftar ettirirse,
kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun
sevabından hiçbir eksiltme olmaz."[400]
-و عنه
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
قَالَ قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
إِذَا دَخَلَ
رَمَضَانُ
فُتِّحَتْ
أَبْوَابُ
الجَنَّةِ،
وَغُلِّقَتْ
أَبْوَابُ
النَّارِ، وَسُلْسِلَتِ
الشَّيَاطِينُ.
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları
kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur."[401]
Cennet kapılarının açılmasından maksadın; cennete girmenin sebepleri
olan ibadetleri, Allah'ın kullarına açması olması da muhtemeldir. Keza cehennem
kapılarının kapanmasından murad da himmetlerin, sahiplerini ateşe atan
isyanlardan çevrilmesidir. Şeytanların bağlanmasından murad da onların
mü'minleri şaşırtma ve şehvetleri tezyin gibi işlerden âciz bırakılmasıdır.
Evet, orucu şartlarına uyarak ve âdabına riâyet ederek tutanlarda bu
söylenen kötülükler çok az görülür. Bağlananlar ise şeytanların bir kısmıdır,
hepsi değildir. Nitekim bu husus bazı rivayetlerde gelmiştir.
-وفي
اخرى للنسائى
: وَيُنَادِى
مُنَادٍ
كُلِّ
لَيْلَةً :
يَا بَاغِىَ
الْخَيْرَ هَلُمَّ،
وَيَا
بَاغِىَ
الشَّرِّ
أقْصَرْ .
Nesâî'nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Bir münâdi, her gece
şöyle nida edip bağırır: "Ey hayır isteyen, gel! Ey şer isteyen kendini
şerden tut!"[402]
Ramazan ayında sema kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, her bir
âsi (mârid) şeytan zincire vurulur ve bir münadi her gece şöyle nida edip
bağırır: "Ey hayır arayan gel! Ey şer arayan, kendini şerden tut!"
"Ey hayır arayan gel!..." cümlesinin mânası: "Ey hayır
arayan, hayırlı işi yapmaya koş, işte sana hayır yapacak an. Zira bu vakitte az
bir amel sebebiyle sana çok mükâfat verilecektir. Ey bâtıl arayan kişi, sen de
bu işten vazgeç, kendini tut, zira şu anlar tevbe zamanıdır."
Yeme içme,
uyuma ve benzeri ihtiyaçlar; nefsi tatmin etmeye yönelik isteklerdir. Kalbi zikirle, şükürle, namaz ve oruçla
süslemek ruhu tatmin eden ihtiyaçlardır. Nefsimizin arzularına cevap verdiğimiz
kadar, ruhumuzun arzu ve isteklerine de cevap vermek zorundayız. Aksi halde
ruhumuzun varlığını, ilahi kudretin bir tezahürü bulunduğunu inkar etmiş oluruz
ve aynı zamanda kendi iç yapımızda kendimizi dengesizliğe iteriz. Bu da bizi
insanlık şeref makamında indirir, basit mahluklar seviyesine düşürür.
Dil, duygu,
düşünce ve davranış anlatmaya yarayan ifade vasıtasıdır. Yani insanın
içinde geçenleri dışarıya aksettirme
aracıdır. Onun için dilin ifadelerini İslam hukuku kalpteki niyetle
bağdaştırarak hükme bağlamıştır. Asıl olan dilin ifadesi değil kalbin zikridir.
Çünkü dil çoğu zaman, sürçe bilir ve içindekilerini tam anlamıyla ifade etmeye
bilir.
Ama bütün
bunlarla beraber İslam, gayenin aracı olan dilin alışkanlıklarını kontrol
edilmesini ister. Çünkü ‘her şakanın altında bir gerçek payı vardır’ yine ‘dil
ile ifade edilen her sözün altın niyetin bir payı vardır.’ İşte İslam dini,
araç ile amaç arasındaki bu dengenin korunması için dili kötü sözlerden
korunmasını ister. Kur’an-ı Kerim de:
لَايُحِبُّ
اللّهُ
الْجَهْرَ
بِالسُّوءِ مِنَ
الْقَوْلِ
اِلَّا مَنْ
ظُلِمَ
وَكَانَ
اللّهُ
سَميعًا
عَليمًا
“Allah, zulme uğrayanlar dışında, kötü sözün açıkça
söylenmesini sevmez. Allah işitendir, bilendir.”[403]
وَيْلٌ
لِكُلِّ
هُمَزَةٍ
لُمَزَةٍ
“Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle
alay eden her kişinin vay haline.”[404]
ـ عن
أبي سعيد
الخدري
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
يرفعه قال:
إذَا أصْبَحَ
ابْنُ آدَمَ
فإنَّ ا‘عْضَاءَ
كُلَّهَا
تُكَفِّرُ
اللِّسَانَ
فَتَقُولُ:
اتَّقِ
اللّهَ
فِينَا،
فإنَّمَا
نَحْنُ بِكَ،
إنِ
اسْتَقَمْتَ
اسْتَقَمْنَا
وَإنِ
اعْوَجَجْتَ
اعْوَجَجْنَا.
Ebu
Saidi'l-Hudrî (radıyallahu anh), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
anlatıyor:"Ademoğlu sabaha erdi mi, bütün azaları, dile temenna edip:
"Bizim hakkımızda Allah'tan kork. Zira biz sana tabiyiz. Sen istikamette
olursan biz de istikamette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız!"
derler."[405]
Azaların dile konuşması, hakikat olabileceği gibi lisan-ı halle bir
mecaz da olabilir denmiştir. Hadis, bütün azaların iyilik ve kötülükte dile
tabi olduğunu ifade ediyor.
وعن
سفيان بن
عبداللّه
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ!
حَدَّثْنِي
بِأمْرٍ أعْتَصِمُ
بِهِ، قَال:
قُلْ رَبِّي
اللّهُ، ثُمَّ
اسْتَقِمْ،
قُلْتُ
يَارَسُولَ
اللّهِ! مَا
أخْوَفُ مَا
تَخَافُ
عَليَّ؟
فَأخَذَ
بِلِسَانِهِ،
ثُمَّ قَالَ:
هذَا.
-Süfyan İbnu Abdillah (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey
Allah'ın Resulü dedim, uyacağım bir amel tavsiye et bana!" Şu cevabı
verdi:"Rabbim Allah'tır de, sonra doğru ol!""Ey Allah'ın Resulü
dedim tekrar. Benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?" Eliyle dilini
tutup sonra: "İşte şu!" buyurdu."[406]
ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
كَانَ
يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اخِرِ
فَلْيَقُلْ
خَيْراً أوْ
لِيَصْمُتْ.
-Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Allah'a ve ahiret
gününe inanan kimse ya hayır konuşsun ya
da sussun."[407]
İnsanın her sözü kaydedilip yazıldığı ve kıyamet gününde her kelamdan
hesap verileceği için, ahirete inananların, hesabı kolay olan hayır konuşmaları
tavsiye edilmektedir. Yani, kişi konuşmak isteyince önce bir düşünmeli,
söyleyeceği zarar getirmeyecekse konuşmalı, zarar getirecekse susmalıdır. Zarar
getirmesi, harama, mekruha götürmesi veya fesada sebep olmasıdır. Öyle ise bu
ihtimallerin bulunmayacağı veya hayrın açık ve belirgin olduğu söz
söylenebilir. Hatta mübahda dahi sükut
tavsiye edilmiştir. Çünkü o da mekruh ve hatta harama müncer olabilir.
ـ
وعن سهل بن
سعد رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُاللّهِ
: مَنْ
يَضْمَنْ لِي
مَا بَيْنَ
لَحِيَيْهِ
وَمَا بَيْنَ
رِجْلَيْهِ
أضْمَنْ لَهُ
الْجَنَّةَ.
-Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Kim bana çeneleri ile bacakları arasındaki
şeyler hususunda garanti verirse, ben de ona cennet hususunda garanti
veririm."[408]
Çeneleri arasındaki şeyden murad dil ve konuşmada ise yarayan diğer
unsurlardır. Bacakları arasındakinden murad da ferçtir. Bunlar hakkında istenen
garanti, onlarla günah işlemeyi terk garantisidir. Veya onların üzerine düşen
hakkın edasıdır. Böyle olunca hadisin manası: "Kim diline terettüp eden
vacibeleri yaparsa, yani konuşma,
malayaniyatta sükut etme nevinden hakkı eda ederse, keza, fercini de
helalden faydalanma, haramdan sakınma gibi kendine terettüp eden hakkı yerine getirirse, ben de
ona cenneti garanti ederim" demek olur.
Böylece hadis, dünyada kişiye en
büyük belanın dil ve fercinden geleceğini beyan etmiş olmakta, dikkatini
bu organlara çekmektedir. Cennetin
garantilenmesi, öncelikle oraya girme garantisini, sonra da orada yüksek
derecelere ulaşma garantisini ifade eder.
ـ
وعن علي بن
الحسين عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مِنْ
حُسْنِ
إسَْمِ
الْمَرْءِ
تَرْكُهُ
مَاَ يَعْنِيهِ.
Ali
İbnu'l-Huseyn, Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'den naklediyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kişinin malayani şeyleri terki
İslam'ının güzelliğinden ileri gelir."[409]
ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
تُوُفِّىَ
رَجُلٌ
فَقَالَ
رَجُلٌ آخَرُ
لَهُ،
وَرَسُولُ اللّهِ يَسْمَعُ:
أبْشِرْ
بِالْجَنَّةِ.
فَقَالَ
رَسُولُ اللّهِ
: وَمَا
يُدْرِيكَ؟
لَعَلَّهُ
تَكَلَّمَ
بِمَا َ
يَعْنِيهِ،
أوْ بَخِلَ
بِمَا َ يُغْنِيهِ.
Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam ölmüştü, diğer biri, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın işiteceği şekilde onun için şöyle söyledi: "Cennet mübarek
olsun" Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordu:"Nereden biliyorsun?
Belki de o malayani konuştu veya kendisini zengin kılmayacak bir miktarda
cimrilik etti!"[410]
Malayani, dilimize de girmiş olan kelimelerdendir.
Kısaca "dünya ve ahiret için zaruri olmayan şey" diye tarif edilir.
Alimlerimiz, malayaniyi açıklamada bazı incelikleri beyan ederler. Malayani hem
fiil ve hem de sözlerimizde olabilir. Kişinin malayaniden uzaklaşması,
haramları, şüpheleri, mekruhları, fuzuli olan mübahları terkiyle gerçekleşir. Mübah,
gerekli olmayan her şeydir. Müslümanlığın
kemalini arayan kimseye bunların hepsini
terketmesi gerekir.
Kişiyi fiil, söz, nazar ve fikrî olarak ilgilendirmeyen herşey
malayanidir. Yani, sadece davranış ve sözde değil, baktığımız, düşündüğümüz,
hayal ettiğimiz şeylerde de lüzumsuz ve gereksiz şeylerden kaçınmak gerekmektedir.
Zikir, tefekkür gibi daha kıymetli şeyler
yapmak varken bu faydasız ve hatta zararlarla dolu şeyleri anlatmakla faydalıyı
zararlı ile değiştirmiştir. Oysa insanoğlu, dilinin amelinden hesaba çekilecektir. Şu halde
malayaniyi, İslam'ın insana getirdiği mesuliyet telakkisi çerçevesinde anlamak
gerekmektedir. Kalbinin, dilinin ve göz, kulak, akıl, hayal gibi bütün azalarının amellerinden
hesap verecek olan insanın, bu hesapta terazinin sevap kefesine girmeyecek
şeylerden kaçınması gerekir. Böylesi bir malayani anlayışı, insanı, hayal
kurarken bile iradî olmaya, iradesiyle faydalı şeyleri hayal etmeye, her
meselede şuurlu ve iradeli şekilde hayır aramaya ve bu alışkanlığı kazanmaya
sevkeder. Nitekim ayette, "...Siz içinizde olanı açıklasanız da, saklasanız da, Allah onu bilir ve
onunla sizi hesaba çeker..."[411] buyrulur.
Bu ayet, söz
ve fiil ötesinde, hayal, duygu ve düşüncelerin bile kayda geçirildiğini,
zayi olup gitmediğini ifade etmektedir.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
الْعَبْدَ
لَيَتَكَلَّمُ
بِالْكَلِمَةِ
مِنْ
رِضْوانِ
اللّهِ
تَعالى َ
يُلْقِي
لَهَا بَاً
يَرْفَعُهُ اللّهُ
بِهَا دَرَجَاتٍ
فِي
الْجَنَّةِ،
وَإنَّ
الْعَبْدَ لَيَتَكَلَّمُ
بِالْكَلِمَةِ
مِنْ سَخَطِ اللّهِ
َ يُلْقِي
لَهَا بَاً
يَهْوِي
بِهَا فِي
النَّارِ
سَبْعِينَ
خَرِيفاً.
Hz. Ebu
Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Kul (bazan), Allah'ın rızasına uygun olan bir kelamı,
ehemmiyet vermeksizin sarfeder de Allah onun sebebiyle cennetteki derecesini
yükseltir. Yine kul (bazan) Allah'ın
hoşnutsuzluğuna sebep olan bir kelimeyi ehemmiyet vermeksizin sarfeder
de Allah, o sebeple onu cehennemde yetmiş yıllık aşağıya atar."[412]
ـ
وعن أم حبيبة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
كُلُّ كََمِ
اِبْنِ آدَمَ
عَلَيْهِ َ
لَهُ، إَّ
أمْرٌ
بِمَعْرُوفٍ،
أوْ نَهْىٌ
عَنْ
مُنْكَر، أوْ
ذِكْرُ اللّهِ
تَعالى.
-Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ademoğlunun, emr-i bi'lma'ruf veya
nehy-i ani'lmünker veya Allah Teala hazretlerine zikir hariç bütün sözleri
lehine değil, aleyhinedir."[413]
Ademoğlunun, zikri geçenler ve benzerleri
dışında kalan her sözü, onun için bir
üzüntü ve pişmanlıktır. Onda menfaatine bir yön yoktur.
لَا
خَيْرَ فى
كَثيرٍ مِنْ
نَجْويهُمْ
اِلَّا مَنْ
اَمَرَ
بِصَدَقَةٍ
اَوْ
مَعْرُوفٍ اَوْ
اِصْلَاحٍ
بَيْنَ
النَّاسِ
وَمَنْ يَفْعَلْ
ذلِكَ
ابْتِغَاءَ
مَرْضَاتِ
اللّهِ فَسَوْفَ
نُؤْتيهِ
اَجْرًا
عَظيمًا
"İnsanların
birbirleri arasında gizlice
konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, bir iyilik yapmayı
veya insanların arasını düzeltmeyi teşvik eden kimselerin bu maksatla
yaptıkları gizli konuşmalar bundan müstesnadır. Kim bunu Allah rızası için
yaparsa, elbette biz ona pek büyük bir
mükâfaat vereceğiz."[414]
Hadiste sadece üç tane istisnanın zikri, hem
o üç kısma giren kelamın ehemmiyetini tebarüz ettirir, hem de bunlar dışında
kalan mübah kelamlarda son derece dikkatli olmaya uyarı teşkil eder.
Normal bir sohbet mübahtır, ama gıybete,
dedikoduya, malayaniye bulaşma tehlikesi her an mevcuttur. Bütün mübahlar
böyledir. Dolayısıyla, Aleyhissalâtu vesselâm, Allah'ın rızasına, ahiret ekimine âzamî ölçüde muvafık bir hayat
tarzının yollarını gösterirken, telaffuz ettiğimiz kelam meselesinde,
mü'minleri âzamî ihtiyatlı olmaya çağıran bir üslub takip etmiştir, mücazefe
yoktur.
ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنه قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
اللّهَ تَعَالى
يُبْغِضُ
البَلِيغَ
مِنَ
الرِّجَالِ الّذِي
يَتَخَلَّلُ
بِلِسَانِهِ
كَمَا تَتَخَلَّلُ
الْبَقَرَةُ.
-İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Allah Teala
hazretleri, insanlardan, sığırların dilleriyle toplamaları gibi, dilleriyle
toplayan belagat sahiplerine buğzeder."[415]
Tahallül, sığırın dilini dişi üzerinde
dolandırmasıdır. Fakat sığırlarda otu diliyle toplayıp, ağızlarına verme
hadisesi ifade edilmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm, belagat sahibi insanları
sığırların bu yiyiş tarzlarına teşbih
etmekle geçimini diliyle sağlayan belagat yani güzel söz sahibi insanları
dikkatlere arzetmektedir. Bu kimseler çoğunlukla erkek olduğu için
"erkek" diye tahsis etmiştir. Aslında aynı tarzda meslek icra eden
herkes, kadın veya erkek, hadisin tehdidinin içine girer. Fıtrî olan belagatın
zemmedilmediğini, bunun şu veya bu tarzda insanları aldatma vasıtası
yapılmasının zemmedildiğini belirtirler. Siyasî, iktisadî, ideolojik, askerî
her çeşit propaganda belagata dayanır ve bunlar maalesef insanları aldatma ve
istismar etmeyi hedeflemektedir. Resulullah buna alet olan
"beliğ"leri tehdid etmektedir.
ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
تَعَلَّمَ
صَرْفَ الْكََمِ
لِيَسْتَبِيَ
بِهِ قُلُوبَ
الرِّجَالِ
لَمْ
يَقْبَلِ
اللّهُ مِنْهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
صَرْفاً وََ
عَدًْ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim, insanların kalbini çelmek için kelamın kullanılışını
öğrenirse, Allah kıyamet günü, ondan ne farz ne nafile hiçbir ibadetini kabul
etmez!" [416]
“Kim insanların kalbini çelmek için ihtiyaç
fazlası söz öğrenirse” olur.
Sarraf kelimesi altını gümüşe, gümüşü altına,
parayı dövize çeviren manasında halen kullanılmaktadır. Keza tasarruf da sarfın
mübalağalı kullanımıdır. Yani hadiste geçen sarfu'lkelam tabirini kelamı
kulllanma manasında anlamak da mümkün olacaktır. İnsanların kalplerini
çelmek (veya esir etmek) için kelamı kullanmayı öğrenmenin yasaklandığını
anlayabiliriz. Böylece günümüzde geliştirilen propaganda, reklam gibi, insan
tabiatının birkısım zaaflarını istismara dayalı meslek ve sanat ve hatta geçim
dallarının din nokta-i nazarından değerlendirilmesi daha kolay bir hal alır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le reklamcılık arasında irtibat, ilk nazarda
yadırganabilir; "Reklam günümüzün
hadisesi, hadislerle irtibat kurmak bir zorlanma, olmaz mı?" diyen bile çıkabilir. Böyle düşünmek, herşeyden
önce Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrini yeterince tanımamaktan
kaynaklanır. O devir sosyal hayatında, günümüzdeki sosyal müesseselerden pek
çoğuna tekabül eden karşılıklarına rastlamak mümkündür. Reklamcılık bunlardan
biridir. Belki bugünkü kadar yaygın, bugünkü kadar etkileyici değildir, ama
mevcuttur. Hatta bugünkü gibi tamamen müstakil bir endüstri, bir geçim dalı da
olmayabilir, ama her şeye rağmen reklamcılık vardır, reklam faaliyetleri
mevcuttur.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde
reklam işlerini daha ziyade şairler, hatipler ve kâhinler yürütüyorlardı.
Meşhur bir hatibin veya şairin bir mal üzerine sarfedeceği bir cümle, bir beyit
malı mergub yapıyor, değerini artırıyordu. Evlenmekte zorluk çeken kızların
bile, böyle bir övgü taliplerinin artması olağan hadiselerdendi. Peygamberimiz
(aleyhissalâtu vesselâm) şair ve kâhinlerin insanlar üzerindeki çoğunlukla
istismar edilen ve kötüye kullanılan bu tesiri gördüğü için, henüz peygamber
olmamışken bile şair ve kâhinlerden hoşlanmazdı.
ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
هَلَكَ
الْمُتَنَطِّعُونَ،
قَالَهَا ثَثاً.
İbnu Mesud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Kelamda ileri gidenler helak oldular! Kelamda ileri
gidenler helak oldular! Kelamda ileri gidenler helak oldular!"[417]
Hadis, avama hitap ederken fesahat yapmaya
zorlanarak, lügat parçalayarak veya söze irab inceliklerini doldurarak kelamda
derinliğe yer vermenin mekruh olduğunu
ifade etmektedir.
ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
قَدِمَ
رَجَُنِ مِنَ
الْمَشْرِقِ
فَخَطَبَا،
فَعَجِبَ
النَّاسُ
لِبَيَانِهِمَا؛
فَقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
مِنَ الْبَيَانِ
لَسِحْراً.
-İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Meşrık
cihetinden iki adam geldi ve bir hitabede bulundular. Onların beyanlarındaki
güzellik herkesin hoşuna gitti. Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm):"Beyanın bir kısmında mutlaka bir sihir var!"
buyurdular."[418]
ـ
وعن أبي أمامة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : أنَا
زَعِيمُ
بَيْتٍ في رَبَضِ
الْجَنَّةِ
لِمَنْ
تَرَكَ
الْمِرَاءَ وَإنْ
كَانَ مُحِقّاً،
وَبَيْتٍ فِي
وَسَطِ
الْجَنَّةِ لِمَنْ
تَرَكَ
الْكَذِبَ
وَإنْ كَانَ
مَازِحاً،
وَبِبَيْتٍ
في أعْلَى
الْجَنَّةِ
لِمَنْ
حَسُنَ
خُلُقُهُ.
-Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ben, haklı bile olsa münakaşayı
terkeden kimseye cennetin kenarında bir
köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terkedene de cennetin ortasında
bir köşkü, ahlakı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti
ediyorum."[419]
ـ
وعن ابن عبّاس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
كَفَى بِكَ
إثْماً أنْ َ
تَزَال
مُخَاصِماً.
-İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Sana günah olarak, husumeti devam
ettirmen yeterlidir (çünkü bu, gıybete kapı açar). [420]
ـ
وعن مالك أنه
بلغه عن يحيى
بن سعيد: أنَّ
عِيسى عَلَيْهِ
السََّمُ
مَرَّ
بِخنْزِيرِ
بِالطَّرِيقِ،
فقَالَ لَهُ:
انْفُذْ
بِسََمٍ. فَقِيلَ
لَهُ: تَقُولُ
هذَا
للخِنْزِيرِ؟
فقَالَ: إنِّى
أخَافُ أنْ
أعَوِّدَ
لِسَانِى
النُّطْقَ
بِالسُّوءِ .
-İmam Malik'e Yahya İbnu Said'den ulaştığına göre "Hz. İsa
yolda bir domuza rastlar. Ona: "Selametle
yoldan çekil!" der. Yanında bulunanlar: "Bunu şu domuz için mi
söylüyorsun.?" diye sorarlar. (O ise domuz kelimesini diliyle telaffuz
etmekten çekindiğini ifade eder ve):"Ben, dilimin çirkin şeyi söylemeye
alışmasından korkuyorum!" cevabını
verir."[421]
Burada da bir nezahet örneği görmekteyiz. Hz.
İsa (a.s) çirkin addedilen ve hakaret için kullanılan hınzır (=domuz)
kelimesini ağzına almaktan çekiniyor.
ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنهما
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : َ
تُكْثِرُوا
الْكََمَ
بِغَيْرِ
ذِكْرِ
اللّهِ تَعَالَى،
فَإنَّ
كَثْرَةِ
الْكََمِ
بِغَيْرِ ذِكْرِ
اللّهِ
تَعَالَى
قَسْوَةُ
الْقَلْبِ،
وَإنَّ
أبْعَدَ
النَّاسِ
مِنَ اللّهِ
تَعَالى
الْقَاسِي
الْقَلْبِ.
-İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Allah'ın zikri dışında kelamı çok
yapmayın. Zira, Allah'ın zikri dışında çok kelam, kalbe kasvet (katılık) verir.
Şunu bilin ki, insanların Allah'a en uzak olanı kalbi katı olanlardır."[422]
ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: اسْتَأذَنَ
رَجُلٌ عَلى
رَسُولِ
اللّهِ
فقَالَ:
بِئْسَ أخُو
الْعَشِيرَةِ،
فَلَمَّا دَخَلَ
انْبَسَطَ
إلَيْهِ
وَأَنَ لَهُ
الْقَوْلَ.
فَلَمَّا
خَرَجَ
قُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ حِينَ
سَمِعْتَ
الْرَّجُلَ
قُلْتَ كَذَا
وَكَذَا،
ثُمَّ
تَطَلَّقْتَ
فِي وَجْهِهِ
وَانْبَسَطْتَ
إلَيْهِ؟
فَقَالَ: يَا
عَائِشَةُ
مَتَى
عَهِدْتَنِي
فَاحِشاً؟
إنَّ مِنْ
شَرِّ
النَّاسِ
عِنْدَ
اللّهِ
تَعالى مَنْزِلَةً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
مَنْ تَرَكَهُ
النَّاسُ
اتِّقَاءَ
فُحْشِهِ.
-Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir adam,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzuruna girmek için izin istemişti.
Aleyhissalâtu vesselâm: "Bir aşiretin kardeşi ne kötü!" buyurdu. Ama
adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince:"Ey
Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne
karşı mültefit oldun, iyi davrandın" dedim. Şu cevabı verdi:"Ey Aişe!
Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü,
Allah Teala hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak
halkın kendini terkettiği kimsedir."[423]
Bazı rivayetlerde, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanına gelen kimse Uyeyne İbnu Hısn İbnu Huzeyfe el-Fezari'dir.
Kendisine el-Ahmaku'l-Muta' (itaat edilen ahmak) denmiştir. Yanına geldiği
zamanki Resulullah'ın iltifatını, birkısım
şarihler, onun kalbini kazanarak
kavminin Müslüman olmasını sağlama ümidiyle izah etmiştir. Çünkü Uyeyne,
kavminin reisi idi.
ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
كُلُّ
أُمَّتِى
مُعَافَى إَّ
الْمُجَاهِرُونَ،
وَإنَّ مِنَ
الْمُجَاهَرَةِ
أنْ يَعْمَلَ
الرَّجُلُ
بِاللّيْلِ
عَمًَ ثُمَّ
يُصْبِحُ
وقَدْ
سَتَرَهُ
اللّهُ
تَعالى
عَلَيْهِ
فَيَقُولُ:
يَا فَُنُ
عَمِلْتُ
الْبَارِحةَ
كَذَا
وَكَذَا،
وَقَدْ بَاتَ
يَسْتُرُهُ
رَبُّهُ،
فَيُصْبِحُ
فَيَكْشِفُ
سِتْرَ
اللّهِ
عَلَيْهِ.
-Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ümmetimin hepsi affa mazhar
olacaktır, günahı alenî işleyenler hariç. Kişinin geceleyin işlediği kötü bir
ameli Allah örtmüştür. Ama, sabah olunca o: "Ey falan, bu gece ben şu şu
işleri yaptım!" der. Böylece o, geceleyin Allah kendini örtmüş olduğu
halde, sabahleyin, üzerindeki Allah'ın örtüsünü açar. İşte bu, günahı alenî
işlemenin bir çeşididir."[424]
Şu halde günahını açığa vuran kimse bu
imtiyazdan mahrum kalacaktır. Resulullah bütün bu faziletleri sebebiyle
günahların gizli kalmasını, açığa vurulmamasını buyurmuştur.
Dilini;
hezeyan, yalan, gıybet, kokuculuk, ağız bozukluğa, galiz söz ve mücadeleden
koruyarak bu gibi sözlerden çekmektir. Zikir, tespih ve Kur’an okumakla meşgul
etmektir. İşte dilin orucu da budur.
İnsanın başına
ne gelirse dilinden gelir. Çünkü dil kemiksiz ve yumuşaktır, Onu nereye
bükerseniz oraya gider. Dil, hem kişiyi aziz eder, hem de rezil eder. Eğer dile
sahip çıkılıp güzel şeylere kanalize edilirse, insanlığın yararına sunulup;
hayra çağırırsa, nasihat ederse, kötülüklerden men ederse işte o dil, sahibini
aziz eder. Eğer dile sahip çıkılmayıp, kötü şeyler söylenir, konuşulur, eller
hakkında ileri geri konuşulursa, işte o dil sahibini rezil eder.
Dil yırtıcı bir hayvan gibidir, serbest bırakılırsa sahibini parçalar.
Sükut eden, hataya düşmekten, yalandan, dedi-kodudan, söz taşımaktan, kendini
övmekten, boş konuşmaktan ve daha bir çok dil afetlerinden kurtulur.
Çok konuşanın dili sürçer, kalbi kararır. Kalbi kararan da, hata üstüne
hata yapar ve kalp kırar da farkında bile olmaz. Diline sahip olan, dinini
korur
Kulağı, şer-an
dinlenmesi kötü olan şeylerden muhafaza etmek. Çünkü konuşulması caiz olmayan
her şeyin, dinlenilmesi haramdır. Kur’an-ı Kerim de:
اَلَّذينَ
يَسْتَمِعُونَ
الْقَوْلَ
فَيَتَّبِعُونَ
اَحْسَنَهُ
اُولئِكَ
الَّذينَ
هَديهُمُ
اللّهُ
وَاُولئِكَ
هُمْ اُولُو الْاَلْبَابِ
“O kullarımı ki, onlar
sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın doğru yola
ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[425]
Ayette
geçen “Sonra
da (sözün) en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın doğru yola ilettiği
kimselerdir.” Kastedilen müminlerdir. Çünkü müminlerin
özelliklerinin içinde anlatılan özellikler de var.
Kulak
hırsızlığının ilk defa Şeytan tarafından başladığını Hz.Peygamber (a.s) bize
şöyle haber veriyor:
ـ
عن ابن مسعود
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
اجْتَمََعَ
عِنْدَ
الْبَيْتِ
ثََثَةُ
نَفَرٍ ثَقَفِيَّانِ،
وَقُرَشِىٌّ
أوْ
قُرَشِيَّانِ،وَثَقَفِىٌّ،
كَثيرٌ
شَحْمُ
بُطُونِهِمْ،
قِليلٌ
فِقْهُ قُلُوبِهِمْ.
فقَالَ
أحدُهُمْ:
أتَرَوْنَ
أنَّ اللّهَ
تعالى
يَسْمَعُ مَا
نَقُولُ؟
فقَالَ اخَرُ:
يَسْمَعُ إنْ
جَهَرْنَا
وََ يَسْمَعُ
إنْ
أخْفَيْنَا،
وقالَ اخَرُ:
إنْ كَانَ يَسْمَعُ
إذَا
جَهَرْنَا
فإنَّهُ
يَسْمَعُ
إذَا أخْفَيْنَا.
فَأنزلَ
اللّهُ تعالى:
وَمَا
كُنْتُمْ تَسْتَتِرُونَ
أنْ يَشْهَدَ
عَلَيْكُمْ سَمْعُكُمْ
وََ
أبْصَارُكُمْ
اية.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Kâ'be'nin yanında ikisi Sakifli, biri de Kureyşli veya ikisi
Kureyşli biri Sakifli üç kişi biraraya
geldi. Bunlar göbek yağları fazla,
anlayışları kıt kimselerdi. Birisi:"- Ne konuştuğumuzu Allah
işitiyor mudur, ne dersiniz?" diye bir lâf attı. Bir diğeri:"- Sesli
konuşursak işitir, gizli konuşursak işitmez olmalı" dedi. Üçüncü de:
"- Sesli konuşmamızı işitiyorsa, gizli konuşmamızı da işitiyordur"
dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil
oldu:"Siz, ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize
şahidlik eder diye (düşünüp) sakınmadınız. Bilakis Allah yapmakta oduklarınızın birçoğunu bilmez
sandınız. Rabbinize karşı beslediğiniz şu zannınız (yok mu?) İşte sizi o helâk
etti. Bu yüzden hüsrâna düşenlerden oldunuz"[426]
ـ وعن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إنَّ
الشَّيْطَانَ
لَيَتَمَثَّلُ
في صُورةِ الرَّجُلِ
فَيأتِي
الْقَوْمَ
فَيُحَدِّثُهُمْ
الْكَذِبَ،
فَيَتَفَرَّقُونَ.
فَيَقُولُ
الْرَّجُلُ
مِنْهُمْ:
سَمِعْتُ
رَجًُ أعْرِفُ
وَجْهَهُ وََ
أعْرِفُ
اسْمَهُ يُحَدِّثُ
كَذَا وَكذَا.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Şeytan insan suretinde temessül eder ve bir cemaate gelerek
onlara yalan şeyler söyler. Bir müddet sonra cemaattakiler dağılırlar. Onlardan
biri:"Bir adam dinledim, yüzünü de tanırım ama ismini bilmiyorum. Şöyle
şöyle söylemişti" diyerek (onun
yalanını bilmeden tekrar eder)"[427]
Bir
başka Hadiste Efendimiz (a.s) hoş olmayan şeylere kulak kabartmanın zararını
şöyle haber veriyor:
ـ
وعن ابن عبّاس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
تَحَلَّمَ
بِحُلْمٍ
لَمْ يَرَهُ
كُلّفَ أنْ
يَعْقِدَ
بَيْنَ شَعِرَتَيْنِ،
وَلَنْ
يَفْعَلَ؛
وَمَنْ
اسْتَمَعَ
إلى حَدِيثِ
قَوْمٍ
وَهُمْ لَهُ
كَارِهُونَ
صُبَّ فِي
أُذَنَيْهِ
انُكُ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
وَمَنْ
صَوَّرَ صُورَةً
عُذِّبَوَكُلِّفَ
أنْ يَنْفُخَ
فِيهِ
الرُّوحَ،
وَلَيْسَ
بِنَافِخٍ.
-İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Kim görmediği halde rüya görme iddiasına kalkarsa (kıyamet günü) arpa
daneciğine düğüm atması teklif edilir. Kim de kendisinden hoşlanmadıkları
halde, bir grubun konuşmasını dinleme gayretine düşerse kıyamet günü kulağına erimiş
kurşun dökülür. Kim bir sureti tasvir ederse (kıyamet günü) azaba uğrar ve bu
yaptığına ruh üflemesi emredilir, ama üfleyemez."[428]
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde, dinen yasaklanan bazı şeylere cüret
edenlerin azablarının şiddet ve devamını ifade için birkısım benzetmelere
başvurmuştur.
Kişi, kendisini
sevmeyen, konuşmalarını dinlemesini istemeyen kimselerin konuşmalarını
dinlememelidir. Bu yasağa uymayıp, merak maksadıyla onların konuşmasını gizlice
dinlemeye çalışan kimse kıyamet günü şiddetle cezalanacaktır.
ـ
وَعَنْ
مُحَمَّدِ
بْنِ
الْمَنْكَدِرِ
قَالَ:
بَلَغَنى
أنَّ اللّهَ
تَعَالى
يَقُولُ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ:
أيْنَ
الَّذِىنَ
كَانُوا
يُنَزِّهُونَ
أسْمَاعَهُمْ
عَنِ اللَّهْوِ
وَمَزَمِيرِ
الشَّيْطَانِ؟
اَدْخِلُوهُمْ
فِى رِيَاضِ
الْمِسْكِ:
ثُمَّ
يَقُولُ
لِلْمََئِكَةِ
عَلَيْهِمُ
السََّمُ:
أسْمِعُوهُمْ
حَمْدِى، وَأخْبِرُوهُمْ
أنْ َ خَوْفَ
عَلَيْهِمْ
وََهُمْ
يَحْزَنُونَ.
-Muhammed İbnu'l-Münkedir
(rahimehullah) anlatıyor: "Bana ulaştığına göre, Allah Teâla Hazretleri
Kıyâmet günü şöyle seslenecektir:"Kulaklarını eğlence ve şeytan
çalgısından uzak tutanlar neredeler? Onları misk bahçelerine dahil
edin!"Sonra Melaike aleyhimüssalâtü
vesselâm'a seslenecek:"Onlara benim takdirlerimi duyurun ve haber
verin ki, kendilerine artık ne korku var, ne de üzüntü!" [429]
İslam; dedikodu küfür, ahlak düşüklüğü ve
Allah’tan uzaklaştırıcılık mahiyeti taşıyan konuşmalara kulak asmamak
gerektiğini yasaklamıştır.
İnsanın
kalbine, ya gözden yada kulaktan yol gider. Eğer kişi gözünü ve kulağını kötü
şeylerden korursa, kalbini de koruma altına almış olur. Yine insanın başına, ya
söylediklerinden yada duyduklarından dolayı belalar gelir. Eğer kişi dilini ve
kulaklarını kötü şeylerden korursa başına ne bela gelir, ne de belalılar onun
kapısına uğrar.
Kebair, lügat olarak kebirenin cem'idir. Kebire büyük manasına gelir.
Dinî bir ıstılah olarak, büyük günahları ifade eder. Allah'ın emirlerine
isyanın her çeşidi günah ise de, değer olarak hepsi bir değildir. Bir kısmına
sağire (cemi seğâir), bir kısmına da kebire denmiştir. Sağire küçük günah
demektir. Büyük ve küçük günahlar arasında
çok kesin bir sınır çizmek zordur. Zira küçük günahlarda ısrar etmek de
kebire sayılmıştır. Günahların büyük ve küçük diye taksimi ayet ve hadiste rastlanan bir keyfiyettir. Mesela bir ayette
:
"Eğer yasaklandığınız büyük
günahlardan kaçınırsanız sizin öbür kabahatlarınızı örter ve sizi şerefli bir
mevkie sokarız"[430] buyrulmuştur.
Diğer bir ayette güzel davrananlar,
"Küçük günahlar hariç olmak üzere, günahın büyüklerinden ve
fuhuşlardan kaçınanlar"[431] olarak tarif
edilirler. Görüleceği üzere hadislerde de büyük günahlar birçok
kereler ele alınmıştır. Büyük günahların sayısı hususunda Ashab ihtilaf
etmiştir. İbnu Mes'ud dört, İbnu Ömer yedi, Abdullah İbnu Amr dokuz olduğunu
söylemiştir (radıyallahu anhüm ecmain). İbnu Abbas, İbnu Ömer'in: "Büyük günahlar yedidir" dediğini
işitince itiraz eder ve: "Yediden daha fazladır, yetmişe yakındır" der.
Bazı alimler cehennemle korkutulan her günahın büyük günah olduğunu
söylemiştir. Bazıları: "Dünyada had cezasını gerektiren günahlar büyük
günahtır" demiştir. Bazıları "Kadir gecesi Ramazan geceleri içinde gizlendiği gibi,
büyük günah da günahlar arasında gizlenmiştir" demiştir.
Hadiste, şöyle bir tabloya ulaşır:
* Büyük günahların dördü kalptedir. Bunlar şirk, günahta ısrar,
Allah'ın rahmetinden ümid kesmek ve azabından emin olmaktır.
* Dördü dildedir: Yalan şahidliği, namuslu kadına iftira, hakkı iptal
eden yere yemin ve sihirdir.
* Üçü midededir: Sarhoş edici içkiler almak, yetim malı ve faiz
yemektir.
* İkisi eldedir: Hırsızlık ve adam öldürmek.
* İkisi edeb yerindedir: Zina ve livatadır.
* Biri ayaklardadır: Savaş sırasında kaçmak.
* Biri de bütün vücuda
dağılmıştır: Anne ve babaya isyan.
Son beş kebireyi kaydediyoruz:
* Cum'ayı ve cemaati özürsüz olarak terketmede ısrar.
* Vasiyette (birini kayırarak diğer varise) zarar vermek.
* Hile ve aldatmada bulunmak.
* Müslümanlar aleyhine casusluk yapmak, gizli olan hallerini ifşa
etmek.
* Ashab (radıyallahu anhüm)'den herhangi birine sebbetmek (dil
uzatmak).
ـ
عن أبي بكر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : أَ
أُنَبِّئُكُمْ
بِأكْبَرِ
الْكَبَائِرِ؟
ثَثاً.
قُلْنَا:
بَلى. قَالَ:
ا“شْرَاكُ
باللّهِ،
وَعُقُوقُ
الْوَالِدَيْنِ،
وَقَتْلُ
النَّفْسِ،
وَكَانَ
مُتَّكِئاً
فَجَلَسَ
فقَالَ: أَ
وَقَوْلُ
الزُّورِ،
وَشَهَادَةُ
الزُّورِ.
فَمَا زَالَ
يُكَرِّرُهَا
حَتّى قُلْنَا
لَيْتَهُ
سَكَتَ.
-Ebu Bekir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Size büyük günahların en
büyüğünü haber vereyim mi?" buyurmuş ve bunu üç kere tekrar etmişlerdi.
"Evet!" deyince:
"Allah'a şirk koşmak, anne ve baba haklarına riayetsizlik, cana
kıymak!" buyurdular. Bu sırada dayanmış durumda idi, yere
oturup:"Haberiniz olsun! Yalan söz, yalan şahidlik!" dedi ve bunu o
kadar tekrar etti ki, "Keşke sussa artık!" temennisinde bulunduk."[432]
Ashabın "keşke sussa temennisi"nin Resulullah'a karşı
duydukları şefkatten ve Aleyhissalâtu vesselâm'ı rahatsız eden şeylerden
hoşlanmamaktan ileri geldiği belirtilmiştir.
Hadis, günahı büyük (kebir) ve en büyük (ekber) diye taksim etmektedir.
Bu taksimle Resulullah'ın günah hususunda küçük ayırımı da yaptığı
anlaşılır.
ـ
وعن عُبيد بن
عمَيْر عن
أبيه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ
قَالَ وَقَدْ
سَألَهُ
رَجُلٌ عَنِ
الْكَبَائِر
ِ فَقَالَ:
هُنَّ تِسْعٌ:
الشِّرْكُ،
وَالسِّحْرُ،
وَقَتْلُ
النَّفْسِ،
وَأكْلُ
الرِّبَا،
وَأكْلُ
مَالِ الْيَتِيمِ،
وَالتَّوَلِّي
يَوْمَ
الزَّحْفِ،
وَقَذْفُ
الْمُحْصَنَاتِ،
وَعُقُوقُ الْوَالِدَيْنِ،
وَاسْتِحَْلُ
الْبَيْتِ الْحَرَامِ
قِبْلَتِكُمْ
أحْيَاءً
وَأمْوَاتاً.
-Ubeyd İbnu Umeyr babası (radıyallahu
anh)'tan anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir adam kebairden sormuştu, şöyle cevap
verdiler:"Onlar dokuzdur!" buyurdular ve saydılar: "Şirk, sihir,
insan öldürmek, faiz yemek, yetim malı
yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadınlara iftirada bulunmak, anne ve babaya
haksızlık, kıbleniz olan Beytu'l-Haram
(da masiyet işlemey)i sağlığınız ve ölümünüzde helal addetmek."[433]
ـ
وعن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قُلْتُ
يَا نَبِيَّ
اللّهِ! أيُّ
الذَّنْبِ
أعْظَمُ
عِنْدَ اللّهِ؟
قالَ: أنْ
تَجْعَلَ
للّه نِدّاً
وَهُوَ
خَلَقَكَ.
قُلْتُ: ثُمَّ
أيُّ؟ قَالَ:
أنْ تَقْتُلَ
وَلَدَكَ
مَخَافَةَ
أنْ يَطْعَمَ
مَعَكَ.
قُلْتُ: ثُمَّ
أيُّ قَال:
أنْ تُزَانِيَ
حَلِيلَةَ
جَارِكَ.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü! Allah nezdinde en büyük günah hangisidir?""Seni yaratmış olan
Allah'a eş koşmandır!" buyurdular."Sonra hangisidir?" dedim."Seninle
birlikte yiyecek diye, evladını öldürmendir!" buyurdular. Ben yine:"Sonra
hangisidir?" dedim."Komşunun helalliği ile zina etmendir!"
buyurdular."[434]
ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
مِنَ الْكَبَائِرِ
أنْ يَشْتِمَ
الرَّجُلُ
وَالِدَيْهِ.
قَالُوا:
وَهَلْ
يَشْتِمُ
الرَّجُلُ وَالِدَيْهِ؟
قَالَ:
نَعَمْ،
يَسُبُّ أبَا
الرَّجُلِ
فَيَسُبُّ
أبَاهُ،
وَيَسُبُّ
أُمَّهُ فَيَسُبُّ
أُمَّهُ.
-İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Kişinin anne ve
babasına sövmesi büyük günahlardandır"
buyurmuşlardı. Orada bulunanlar:"Hiç kişi anne ve babasına söver
mi?" dediler."Evet! Kişi, bir
başkasının babasına söver, o da babasına söver; annesine söver, o da bunun
annesine söver!" buyurdular."[435]
Hadis, anne-babaya sövmeyi büyük günah saydığı gibi, başkasının annebabaya
sövmesine sebep olmayı da büyük günah olarak değerlendirmektedir. Bu hal bize, anne ve baba karşısında hassasiyeti
ileri götürme gereğini teyid eder. Şu halde, sövmeye sebep olmak büyük bir günahsa, bizzat sövmek çok daha
büyük bir günah olmaktadır.
ـ
وعن ابن مسعود
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
خَمْسُ آياتٍ
مَا
يَسُرُّنِى
أنَّ لِى
بِهِنَّ
الدُّنْيَا
وَمَا فيهَا.
إحْدَاهُنَّ:
إنْ تَجْتَنِبُوا
كَبَائِرَ
مَا
تُنْهَوْنَ عَنْهُ
نُكَفِّرْ
عَنْكُمْ
سَيِّئَاتِكُمْ
ايةَ؛ وَإنَّ
اللّهَ َ
يَظْلِمُ
مِثْقَالَ ذَرَّةٍ
ايةَ؛ وَلَوْ
أنَّهُمْ
إذْظَلَمُوا
أنْفُسَهُمْ
جَاءُوكَ
فَاسْتَغْفَرُوا
اللّهَ
وَاسْتَغْفَرَ
لَهُمْ
الرَّسُولُ ايةَ؛
إنَّ اللّهَ َ
يَغْفِرُ أنْ
يُشْرَكَ بِهِ
وَيَغْفرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ
ايةَ؛ وَمَنْ
يَعْمَلْ
سُوءاً أوْ
يَظْلِمْ
نَفْسَهُ ثُمَّ
يَسْتَغْفِرِ
اللّهَ
يَجِدِ
اللّهَ غَفُوراً
رَحِيماً.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Beş âyet vardı ki onları
bütün dünya ve içindekilerle değişmem. Bunlar şunlardır:
"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı
örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz."[436]
"Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik
olsa onu kat kat artırır ve yapana büyük ecir verir."[437]
"Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle, itaat olunması için
gönderdik. Onlar, kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret
dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret
dileseydi, Allah'ın tevbeleri dâima kabul ve merhamet eden olduğunu
görürlerdi."[438]
"Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını
dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan
kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur" [439]
- "Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de, sonra Allah'tan
bağışlama dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sâhibi olarak bulur."[440]
ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: أتَى
نَاسٌ إلى
رسول اللّه
فقَالُوا
يَا رسُولَ
اللّهِ: إنَّا
نأكُلُ مَا
نَقْتُلُ وََ
نَأكُلُ مَا
يَقْتُلُ
اللّهُ تعالى.
فأنزل اللّهُ
تعالى: فَكُلوا
مِمَّا
ذُكِرَ اسْمُ
اللّهِ
عَلَيْهِ إنْ كُنْتُمْ
بِآيَاتِهِ
مُؤْمِنِينَ.
إلىقوله:
وَإنْ أطَعْتُمُوهُمْ
إنَّكُمْ
لَمُشْرِكُونَ.
-İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Bir grup insan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek: "Ey
Allah'ın Resulü biz kendi öldürdüğümüzü yiyor, fakat Allah'ın öldürdüğünü yemiyoruz (bu nasıl iş?)" dediler. Bunun
üzerine Cenab-ı Hakk şu âyeti indirdi:
"Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı anılmış olan
şeyden yiyin. Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe
anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, hevâ
ve heveslerine uyarak, bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen
Rabbindir. Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Günah kazananlar,
kazandıklarına karşılık şüphesiz ceza göreceklerdir. Üzerine Allah'ın adının anılmadığı
kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak
Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu
şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara
itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz"[441]
اِنْ
تَجْتَنِبُوا
كَبَائِرَ
مَا تُنْهَوْنَ
عَنْهُ
نُكَفِّرْ
عَنْكُمْ
سَيَِّاتِكُمْ
وَنُدْخِلْكُمْ
مُدْخَلًا
كَريمًا
“Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan
kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere
sokarız.”[442]
ـ وعنهُ
رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ : لَمَّا
وَقَعَتْ
بَنُوا
إسْرائيلَ في
المعاصى
نَهْتهمْ
علماؤُهمْ
فلَم ينتهُوا
فجالسُوهمْ
وواكلُوهمْ
وشاربُوهمْ
فضربَ اللّهُ تعالى
قلوبَ بعضِهم
ببعضٍ
ولعَنَهم على
لِسانِ داودَ
)اية(، ثمّ
جلَسَ
وَكَانَ
متّكئاً فقَال
: وَالَّذِى
نفسى بِيدِهِ
حتّى تأطُروهم
على الحقِّ
إطراً.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki: "İsrailoğulları bir kısım günahlar işlemeye
başlayınca âlimleri onları bu işlerden menettiler. Ancak onlar dinlemediler,
vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber
içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalâletini öbürüne
katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı.
"Dâvud'un ve Meryem oğlu İsâ'nın diliyle onları lânetledi..."[443]
Sonra, ayakta bulunan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oturarak sözünü
tamamladı: "Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Zat'a yemin ederim, onları
hak adına kötülüklerden men etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz). [444]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Benî İsrâil'den misâl vererek
onların irşaddaki ihmalleri ve lâubalilikleri yüzünden felâkete uğradıklarını
belirtir: "Benî İsrâil'in içine bozulma düştüğü zaman kişi, kardeşini
günah üzere görür ve onu bundan men ederdi. Ancak ertesi gün, bir gün önce
yasakladığı şeyleri yapan kimselerle yemede, içmede, sohbette arkadaşlık
yapmadan çekinmezdi. Bunun üzerine Allah onların kalblerini birbirlerine
karıştırarak hepsini sapıttı.
Günahların
üzerine gidip yiğitlik yapmaya çalışmak, hiçbir akıl sahibinin karı değildir.
Zira yiğitlik günahlarla karşılaşmak değil, onlarla karşılaşmamak için
kaçınmaktır. Çünkü günah her ne kadar işlenmezse dahi onu görenin üzerinde iz
bırakır. Buda o insan için ‘çamur at tutmazsa iz bırakır’ misaline dönüşür.
Yani günahlar ateşle barutun yan yana gelmesi gibidir. Denemek için bu iki zıt
şey bir araya getirilmez. Ahlak, günahlarla boğuşmayı değil, günahların
mekanına bile gitmeyi kabul etmez. Kaldı ki, ahlakın en önemli görevlerinden
biri de, günahların peydah olmaması için sebeplerle mücadele etmeyi gerektirir.
Hacc, kasdetme ve yönelme manalarına gelir. Ancak, onu, mutlak kasd ve
mücerret yöneliş manalarına hamletmek de doğru değildir. Hac, hususî bir zaman
diliminde, hususî bir kısım yerleri, yine bir kısım hususî usullerle ziyaret
etmeğe denir ki; senenin belli günlerinde, hac niyetiyle ihrama girip,
Arafat'ta vakfede bulunmak ve Kâbe'yi tavaf etmekten ibaret sayılmıştır. İhram
haccın şartı, vakfe ve tavaf ise onun rükünleridir. Her sene, dünyanın dört bir
yanından yüz binlerce insan, "Beytullah"a teveccüh edip, mübarek bir
zaman dilimi içinde, Sahib-i Şeriat tarafından belirlenmiş bazı mekânları...
hususî bir kısım usullerle ziyaret eder... vazifelerini yerine getirir ve
günahlarından arınırlar -ki böyle bir vazife "Ona varmaya gücü yeten
kimsenin Kâbe'yi tavaf etmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır."-
fermânıyla, İslâm'ın beş esasından biri olarak gücü yeten herkese farz
kılınmıştır.
Hac, Müslümanlar arasında içtimâî birliği tesis ve tecelli ettiren öyle
büyük ve öyle şümullü bir İslâm şiârıdır ki, onun enginlik, küre-i arz üzerinde bir başka mekân ve bir başka
cemaatte bulup göstermek mümkün değildir. Kâbe, o derin mana ve kudsiyetiyle,
tâ Hz. Âdem ve onun yaratılışından önceki zamanlara gidip dayanan.. ve daha
sonra Hz. İbrahim'le, bilmem kaçıncı kez
ortaya çıkarılıp îmar edilen, millet-i İbrâhimiye ile irtibatlı, hakikat-ı
Ahmediye'nin amânın bağrında eşi, nûr-u Muhammedî aleyhisselâm'ın dölyatağı ve
bütün semâvî dinlerin kıblegâhı, eşsiz öyle bir tevhid ocağıdır ki, bu hususîyetleriyle
ona denk, Allah evi denebilecek ikinci bir bina yoktur.
Her yıl, yüz binlerce insan, Allah'a karşı kulluk sorumluluklarını
yerine getirmek için, Hakk'a en yakın olacakları bir zaman diliminde, bir zirve
mekânda, edâ edecekleri ibadetlerin menfezleriyle duygularını, düşüncelerini
soluklar.. ahd u peymanlarını yeniler.. günahlarından arınır.. birbirlerine
karşı sorumluluklarını hatırlar ve hatırlatır, sosyal, iktisâdî, idârî ve
siyâsî işlerini, her yanıyla Hakk'a kulluğu çağrıştıran bir ibadet zemininde, kalplerin rikkati,
duyguların enginliği ve İslâm şuurunun med vaktinde, bir kere daha gözden
geçirip pekiştirir; sonra da yepyeni bir güç, yepyeni bir azim, yepyeni bir
şevkle ülkelerine dönerler.
Hepimiz hacca, biraz da, ruh ve duygularımızın kirlenmiş olması
mülâhazasıyla gider ve o güne kadar tanımadığımız farklı bir kapıdan, ayrı bir
mana âlemine açılıyor gibi yola revân olur ve geçeceğimiz yollara sıralanmış
şeâiri bir bir görür, duyar, enginliklerine iner.. ve ulu dağların mehâbeti
içinde gözümüzü, gönlümüzü dolduran bunca İslâm alâmeti karşısında, daha yolda
iken Kâbe ve haccetme ruhunun perde perde sıcak ve derin esintilerini duymaya
başlarız. Sonra da, gidip tâ en son noktaya ulaşıncaya kadar, otobüs
kanepelerinde, tren kompartımanlarında, gemi kamaralarında, uçak koltuklarında,
otel odalarında, misafir salonlarında,
hatta çarşı ve pazarda hep o sımsıcak meltemlerin tesirini hissederiz.
Bu vasıtalara, bu yollara ne kadar alışmış ve ne kadar kanıksamış
olursak olalım; vasıtasına göre, saatler, günler ve haftalar süren bu mavi, bu
ruhânî, bu âhenkli, bu vâridatlı yolculuktan bir kurbet, bir vuslat, bir
güzellik, bir şiir, bir romantizim banyosu ala ala, ruhlarımıza, asıl
kaynağından gelen gücü kazandırmış, gönüllerimizi itmi'nân arzusuyla şahlandırmış ve hususî bir âlemin
namzedi olmuş gibi kendimizi, bütün
bu büyülü güzelliklere ulaştıracak sırlı
bir kapının önünde sanırız. Bu kudsî yolculuk ve yol mülâhazası, her zaman his
dünyamıza öyle esbab üstü bir duyuş ve bir
seziş kabiliyeti bahşeder ki; bazen neşeyle tüten, bazen murâkebe ve
muhâsebe duygusuyla buruklaşan bir ruh hâletiyle, adeta kendimizi âhiretin
koridorlarında yürüyormuşçasına hep tedbirli ve temkinli hissederiz.
Hac yolcusu, evinden ayrıldığı andan itibaren, yol boyu, nefis ve
enâniyeti hesabına iplik iplik çözülür; kalbî ve ruhî hayatı adına da bir dantela gibi ibrişim
ibrişim örülür. Evet, insan bu ışıktan yolculuğundan en eski fakat eskimeyen,
en ezelî ama taptâze gerçeklerle tanışır ve hâlleşir.. ve hiçbir zaman unutamayacağı
edalara ulaşır. Hele, yapılan işin şuurunda olanlar için bu arzî fakat semâvî
yolculuk, ihtivâ ettiği hatıralarla daha bir derinleşir ve ebediyet gamzetmeye
başlar.. başlar ve güya semânın renkleri, hacıların sesleri gelir hülyalarımıza
dolar, ruhlarımızı sarar ve ömür boyu gönül gözlerimizde tüllenir durur.
Dünyada, Kâbe ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de olsa, ama mutlaka
füsunlu daha câzip bir başka yer göstermek mümkün değildir. İnsan, onun
hariminde her zaman efsânevî bir güzelliğe şâhit olur ve herşeyi en olgun, en
tatlı bir meyve gibi koparır ve yer. Oralara yüz sürme tâli'liğini paylaşan
ruhlar, ebediyen başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve
oraların öteler buudlu câzibesini ömürlerinin gurûbuna kadar da asla unutmazlar.
Hacc, Belirlenmiş vakitte Arafat'ta bir mikdar durduktan sonra, Kâbe-i
Muazzama'yı usûl-ü dairesinde tavaf suretiyle ziyaret etmekten ibarettir. Hacc,
İslâm'ın beş rüknünden biridir. Sosyal ve siyasî yönü ümmet hayatında son
derece ehemmiyet arzeden bir ibadettir. İslâmiyet'in beynelmilellik hüviyetini
en yüksek mertebede ifade eden yegâne fırsattır. Hacc vesilesiyle dünyanın dört
bir tarafında yaşayan, dilleri, renkleri, örf, âdet ve kıyafetleri farklı
Müslümanlar, aralarındaki mekân uzaklığını, Allah'ın emrine uyarak kaldırıp
biraraya gelirler, tanışırlar, kaynaşırlar, sevişirler, birbirlerini öğrenerek
fikir birliğine ererler. Hakkıyla ifa
edilen hacc ibâdeti Müslüman milletler arasında tanışmayı sağlar, tanışma
sevgiyi doğurur, sevgi ise dayanışma ve yardımlaşmayı hâsıl eder.
ـ عن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
قُلْتُ
يَارسُولَ
اللّهِ: نَرَى
الْجِهَادَ
أفْضَلُ
ا‘عْمَالِ
أفََ
نُجَاهِدُ؟
قَالَ: لَكِنَّ
أفْضَلَ
الْجِهَادِ
وَأجْمَلَهُ
حَجٌّ مَبْرُورٌ
ثُمَّ
لُزُومُ
الحضَرِ.
قَالَتْ: فَ
أدَعُ
الحَجَّ
بَعْدَ إذْ
سَمِعْتُ هذا.
-Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü, dedim, cihâdı amellerin en faziletlisi görüyoruz, biz
de cihâd etmiyelim mi?" Şu cevabı verdi:"Ancak, cihâdın en efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur. Sonra
şehirde kalmaktır." Hz. Aişe der ki: "Bunu işittikten sonra haccı hiç
bırakmadım."[445]
Hadiste haccın cihad olarak tavsifi, haccda karşılaşılan meşakkatler
sebebiyle bir nevi nefis mücadelesi yapılmasındandır.
Hacc-ı Mebrûr: "Menâsikine uygun olarak yapılan ve hiçbir günahın karışmadığı
hacc demektir. "Hacc-ı Mebrûr", Hacc-ı Makbûl olarak da
anlaşılmıştır. Mamafih iki anlayış da aynı mânaya tevil edilebilir. Hiçbir
eksiğin, hiçbir günahın karışmadığı hacc
makbuldür, mebrurdur.
ـ وعن
سهْل بن سَعْد
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ
اللّه :
مَامِنْ
مُسْلِمٍ
يُلَبِّى إّ
لُبَّى
مَاعَنْ
يَمِينِهِ
وَشِمَالِهِ
مِنْ حَجَرٍ
اَوْ شَجَرٍ
أوْ مَدَرٍ
حَتَّى
تَنْقَطِعَ
ا‘رْضُ مِنْ
ههُنَا
وَههُنَا.
-Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Telbiyede bulunan hiç bir Müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda
bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak
(sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikâmette arzın son hududuna kadar devam
eder."[446]
Telbiye, hacc sırasında ihrama girildiği andan itibaren bayramın
birinci günü (Zilhicce'nin 10. günü) Cemre-i Akabe'de ilk taşın atılmasına
kadar yüksek sesle okunan şu duadır:
لَبَّيْكَ
اللَّهُمَّ
لَبَّيْكَ َ شَرِيكَ
لَكَ
لبَّيْكَ،
إنَّ
الْحَمْدَ
وَالنِّعْمَةَ
لَكَ
وَالْمُلْكَ
َ شَرِيكَ
لَكَ
"Buyur Allahım
buyur! Davetine bütün samimiyetimle icabet ettim! Buyur Allahım buyur! Senin
eşin, ortağın yoktur. Buyur Allah'ım buyur! Hamd senin, nimet senin, mülk
senin. Bunların hiçbirinde eşin, ortağın yoktur" Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) binbir sıkıntıya katlanarak, pekçok müşkilleri
hallederek mübârek beldelere gelmekle Allah'ın emrine fiilen uymuş bulunan
insanların icâbet hallerinin kavlî ifadesi olan telbiyeyi, sözdeki samimiyete
binaen hâsıl olan ihlâs sebebiye, kişinin sağ ve solunda yer alan taş, ağaç,
toprak bütün mevcudatın, arzın nihâî hududuna varıncaya kadar tekrar edeceğini
haber vermektedir.
Bu hadisle haccın haşmetini,
mânevî değerinin de sosyal ve siyâsî yönlerine bir azamet taşıdığını
anlamaktayız. Ümmet-i merhumeye Rabbimizin
lütfu ne kadar büyük! Cenab-ı Hakk'tan, buna layık olarak rızıklandırmasını
diliyoruz.
ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قال رسولُ
اللّه :
تَابِعُوا
بَيْنَ
الحَجِّ وَالْعُمْرَةِ
فإنَّهُمَا
يَنْفِيَانِ
الذُّنُوبَ
كَمَا
يَنْفِى
الْكِيرُ
خَبَثَ
الحَدِيدِ.
-İbnu
Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Haccla umrenin arasını birleştirin. Zîra bunlar
günahı, tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlemesi gibi temizler."[447]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadaka ve zekâtın mala bereket
ve ziyâde getirdiğini ifade
ettiği gibi, hacc ve umre için yapılacak harcamaların fakirlik getireceği
korkusunu kırmak için, bu yoldaki maddî fedakârlıkların sâdece mânevî değil, maddî
berekete de sebep olacağını ifade etmiş olmaktadır.
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ
اللّهِ :
الْعُمْرَةُ
إلى
الْعُمْرَةِ
كَفَّارَةٌ
لِمَا
بَيْنَهُمَا،
وَالحجُّ
المَبْرُورُ
لَيْسَ لَهُ
جَزَاءٌ إَّ
الجَنَّةَ.
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir umre, diğer umreye
arada işlenenler için kefarettir. Hacc-ı Mebrûr'un karşılığı cennetten başka
bir şey olamaz!"[448]
Hadiste geçen "Bir umre, diğer umreye" tâbiri ile "Bir
umre diğer bir umre ile birlikte..." şeklinde anlaşılmıştır. Yani mâna:
"Bir umreden sonra bir umre daha yapılırsa, bu ikisi arasında işlenmiş
olan (günah)lara kefaret olur" diye anlaşılmıştır. Böylece, müteakip bir
umre daha yapılmasının gereği daha iyi anlaşılır.
ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
قال رسولُ
اللّه : مَنْ
طَافَ
بِالْبَيْتِ
خَمْسِينَ مَرَّةً
خَرَجَ مِنْ
ذُنُوبِهِ
كَيَوْمِ وَلَدَتْهُ
أمُّهُ.
-İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Beyt'i (Kâbe-i
Muazzama'yı) kim elli defa tavaf ederse, günahlarından çıkar ve tıpkı
annesinden doğduğu gündeki gibi olur."[449]
Elli tavaftan maksad, bunun bir
anda peş peşe yapılması demek değildir. Burada istenen, kişinin defteri
hanesinde, (her biri yedi şavt olan) elli
tavafın bulunmasıdır. Bunu bir ömür içinde de tamamlamış olsa fark
etmez.
ـ وعن أم
سلمة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
قال رسولُ
اللّه : مَنْ
أهَلَّ
بِحَجَّةٍ
أوْ عُمْرَةٍ
مِنَ
المَسْجِدِ
ا‘قْصَى إلى
المَسْجِدِ
الحَرَامِ
غُفِرَ لَهُ
مَا
تَقَدَّمَ مِنْ
ذَنْبِهِ
وَمَا
تَأخَّرَ أوْ
وَجَبَتْ لَهُ
الجَنَّةُ،
شك الراوى
أيتهما قال.
-Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim, hacc veya
umre için Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a (kadar) ihrâma girerse, geçmiş ve
gelecek bütün günahları affedilir veya cennet kendisine vâcib olur."
-Râvi, Resûlullah'ın hangisini dediği hususunda şekke düştü-" [450]
Bu hadiste ihrâma girme mahalli ne kadar uzak kılınırsa o kadar sevab
olacağına işaret edilmektedir. Zîra, umre veya hacc için, Kudüs'te ihrâma
girilmesi halinde geçmiş ve gelecek günahların affedileceği ifade edilmiştir.
ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
قال رسولُ
اللّه : مَا
عَمِلَ
آدَمِىٌّ
عَمًَ يَوْمَ
النَّحْرِ
أحَبَّ إلى
اللّهِ
تَعالى مِنْ
إهْرَاقِهِ
الدِّمَاءَ،
إنَّهَا
لَتَأتِى
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
بُقُرُونِهَا
وَأشْعَارِهَاوأظَْفِهَا،
وَإنَّ
الدَّمَ
لَيَقَعُ
مِنَ اللّهِ
تَعالى
بِمَكَانٍ
قَبْلَ أنْ
يَقَعَ في
ا‘رْضِ فَطِيبُوا
بِهَا
نَفْساً.
-Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Hiç bir kul, kurban günü, Allah indinde kan
akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz. Zîra, kesilen hayvan, kıyamet günü
boynuzlarıyla, kıllarıyla, sınnaklarıyla gelecektir. Hayvanın kanı yere
düşmezden önce Allah indinde yüce bir mevkiye ulaşır. Öyle ise, onu gönül hoşluğu ile ifâ
edin."[451]
Bu hadis, kurban bayramı gününde yapılabilecek en kıymetli, en makbul
ibâdetin kurban kesmek olduğunu belirtmektedir. Kurbanın boynuz, kıl, sınnak gibi işe yaramaz gibi gözüken
kısımlarının bile kıyamet günü ortaya çıkacağının zikri, kurbandan hâsıl olacak
sevâbın büyüklüğünü belirtmektedir. Kesilen kurban eksiksiz olarak kıyamet günü
geleceğine, yani her bir parçasından sevap hâsıl olacağına göre, onun, imkân
nisbetinde eksiksiz ve mükemmel olması ve gönül hoşluğu ile, sevinerek kesilmesi
gerekir.
ـ وعن أبى
بكر الصديق
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
سُئِلَ رسول
اللّه أىُّ
الحَجِّ
أفْضَلُ؟
قَالَ:
الْعَجُّ
وَالثَّجُّ.
-Ebu Bekri's-Sıddîk (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Hangi hacc daha
efdaldir?" diye sorulmuştu."Yüksek sesle telbiye getirilip, kurban
kesilerek yapılan hacc!" diye cevap verdi."[452]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, hacc nasıl yapılırsa en efdal
olacağı sorulmuştur. Resûlullah da yüksek sesle mümkün mertebe çok sayıda
telbiye çekilen ve kurban kesilen hacc! diye cevap verir. Telbiyelerin imkân
nisbetinde çokluğu, hacc esnasında vaktin boş geçmediğine, en sevablı zikirle
doldurulduğuna delildir. Telbiyenin yüksek sesle olması, hacc âdâbına uymaktır.
Elbette âdâbına uyarak yüksek sesle okunan telbiyeler, âdâbın terkiyle alçak
sesle okunandan efdaldir. Kan akıtılmasına gelince, haccda kurban kesmek mutlak
bir vecibe değildir.
Hacc-ı ifradda olduğu üzere kurban kesmeden de haccı eksiksiz eda etmek
mümkündür. Hacc-ı kıran veya hacc-ı temetuda kesilen kurban, şükrân kurbanıdır.
İmkânsızlık halinde bunun da on gün oruçla telâfi imkânı mevcuttur.
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسول
اللّه :
جِهَادُ
الصَّغِيرِ
وَالْكَبِيرِ
وَالضَّعِيفِ
وَالْمَرْأةِ:
الحَجُّ وَالْعُمْرَةُ.
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Küçüğün,
büyüğün, zayıfın, kadının cihadı hacc ve umredir."[453]
Hacc ve umrenin cihada benzetilmesi, bu iki amelde mevcut meşakkat ve
zahmetler sebebiyledir. Cihad da meşakkat ve zahmet yönü ağır basan bir
ibadettir. İnsan nefsi, her üç amelle de aynı terbiyeleri alabilecektir. Bu
sebeple, sevap yönüyle bunların aralarında benzerlik, yakınlık ve hattâ
-şartlara göre- ayniyet olduğu Resûl-i Ekrem tarafından bildirilmektedir. Öyleyse
cihada gücü olamayan -söz gelimi çocuk,
kadın veya yaşlı birisi- hacc veya umreyi yaparak aynı sevabı
kazanabilecektir.
Ayette ve
Hadislerde açıklandığı gibi, Hac ibadeti bütünüyle insanların yararına
hazırlanmış ilahi bir nizam, düzen yeridir. İnsanları belli bir inanç etrafında
toplayabilmek içi, daha doğrusu en yüce kudret Allah’ı tanıyıp Ona birlik ve
beraberlik içinde kulluk edebilmek için bundan daha mükemmel bir sistem ve
düzen düşünülemez. Çünkü Allah (cc) mutlak hikmet sahibidir, emir ve nehiyleri
tamimiyle insanlığın iki hayatının mutluluğuyla ilgilidir ve iç içedir. Bunun
aksini iddia etmek, büyük bir cehalet ve gaflettir.[454]
Arapça isim olan “Umre”; hac zamanı, dışında yapılan Kabe ziyareti,
küçük hac manasına gelir.
Hac sadece hac mevsiminde yapıldığı halde, umre her zaman
yapılabilir. Ancak kurban bayramının arefe günü ile, bu bayramın dört gününde
yapılması mekruhtur. Ramazanda yapılması ise daha çok sevaba vesîledir.[455]
ـ
عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
حَجَّ النَّبىُّ
حَجَّتَيْنِ
قَبْلَ أنْ
يُهَاجِرَ
وَحَجَّةً
بَعْدَ مَا
هَاجَرَ
مَعَهَا
عُمْرَةً
فسَاقَ ثَثاً
وَسِتِينَ
بَدَنَةً.
وَجَاءَ
عَليٌّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ مِنَ
الْيَمَنِ
بِبَقيَّتِهَا
فِيهَا جَمَلٌ
في أنْفِهِ
بُرَةٌ مِنْ
فِضَّةٍ
فَنَحَرَها
النَّبىُّ مِنْ كُلِّ
بَدَنَةٍ
بِبَضْعَةٍ
فَطُبِخَتْ
وَشَرِبَ
مِنْ
مَرَقَتِهَا.
-Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor:"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (üç kere hacc yaptı. Şöyle
ki): "Hicret etmezden önce iki, hicretten sonra da bir hacc ve bununla
birlikte bir umre yaptı. Bu hacc sırasında (Medine'den) altmış üç deve
sevketti. O sırada Hz. Ali (radıyallahu anh) Yemen'den geldi, [berâberinde,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kestiği kurbanların] geri kısmı da
vardı. Bunlar arasında (Ebu Cehl'e ait olup Bedir Savaşı'nda ganimet olarak
alınan) burnunda gümüş halka bulunan
deve de vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hepsini kesti. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) her deveden bir parça alınmasını emretti. Bunlar (bir
kapta) pişirildi. Efendimiz suyundan içti."[456]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, her kurbandan alınan
parçaların pişirilmiş olduğu sudan içmesinde şu nükte vardır: Böylece her
kurbandan az bile olsa bir miktar yemiş olmaktadır. Halbuki etten yese,
bâzılarına sıra gelmezdi. Suya ise, hepsinden müşterek birşeylerin geçmiş
olması kesindir.
ـ وعن
عروة بن
الزبير قال:
كُنْتُ أنَا
وَابنُ عُمرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
مُسْتَنِدَينَ إلى
حُجْرَةِ
عَائِشَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْها
وَأنَا
أسْمَعُ
صَوْتَهَا بِالسِّوَاكِ
تَسْتَنُّ.
فَقُلْتُ يَا
أبَا عَبْدِالرَّحْمنِ
اعْتَمَرَ
النَّبىُّ في
رَجَبٍ؟ قالَ
نَعَمْ.
قُلْتُ: لِعَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها: أىُّ
أُمَّتَاهُ
أَ
تَسْمِعينَ
مَا يَقُولُ
أبُو عَبْدِالرَّحْمنِ.
قالَتْ: وَمَا
يَقُولُ؟
قُلْتُ:
يَقُولُ
اعْتَمَرَ
النَّبىُّ في رَجَبٍ.
فقَالَتْ:
يَغْفِرُ
اللّهُ ‘بِى
عَبْدِالرَّحْمنِ!
لَعَمْرِى مَا
اعْتََمَرَ
في رَجَبٍ وََ
اعْتَمَرَ مِنْ
عُمْرَةٍ إَّ
وَإنَّهُ
لَمَعَهُ،
وَابنُ
عُمَرَ
يَسْتَمِعُ
فَمَا قَالَ َ
وََ قَالَ
نَعَمْ.
سَكَتَ.
-Urve İbnu Zübeyr (rahimehullah)
anlatıyor:"Ben ve İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Hz. Aişe'nin hücresine dayanmıştık, (o içerde dişlerini
misvaklıyordu. Bu esnada) misvaktan çıkan sesleri işitiyordum. Ben, İbnu
Ömer'e:"Ey Ebu Abdirrahmân! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Receb ayında
umre yaptı mı?) diye sordum."Evet!" dedi. Ben de, Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'ye seslendim:"Ey anneciğim, Ebu Abdirrahman'ı dinliyor
musun ne söylüyor?" "Ne söyüyor?" dedi."Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Receb'te umre yaptı diyor" dedim. Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ):"Ebu Abdirrahman'a Allah mağfiret etsin. Ömrüm hakkı
için, Receb'de umre yapmadı. [Hem O, nasıl olur da yanılır, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın] yaptığı her
umrede o da hazır bulunmuştu" dedi. İbnu Ömer, Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin bu sözlerini işittiği halde ne "evet!" ne de
"hayır!" demedi, sükût etti."[457]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kaç defa umre yaptığı
hususunda Ashab (radıyallahu anhüm) arasında bazı ihtilâflar olmuştur. İbnu
Abbas ve İbnu Ömer (radıyallahu anhüm) başta, bazı sahabiler, dört umreden
bahsederken çoğunluk Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın üç umresinden söz
eder. İki umreden bahseden de olmuştur.
Ebû Abdirrahman, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in künyesidir.
Arap örfünde kişiye künyesi ile hitap tazim ve tekrim ifade eder.
Hz. Aişe'nin لَعَمْرِى "Ömrüm hakkı
için!" diye yemin etmesi, bu çeşit yemin edilebileceğinin caiz olduğunu
gösterir. Ulemâ, "Yemin, şe'ninde kıymet ve hürmet olan şeye yapılır, onun
dışındakilere yapılmaz" mânasındaki
prensibi esas alarak umumiyetle, "dinen mukaddes olmayan şeylere yemin
edilmez" demiş ve mekruh addetmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Receb ayında umre yapıp
yapmadığı da bir başka ihtilaf mevzuudur. Burada görüldüğü üzere Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın dört umre yaptığını söyleyen İbnu Ömer, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Recep ayında da umre yaptığını
söylemiştir. Ancak Hz. Aişe'nin itirazı karşısında susmuştur. Onun susmasını
ulemâ, bu meselede İbnu Ömer'in karıştırmış ve unutmuş veya şekke düşmüş
olabileceğine hamletmiştir. Aksi takdirde Hz.Aişe'ye itiraz etmesi gerekirdi.
ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
اعْتَمَرَ
النَّبىُّ
أرْبَعَ
عُمَرٍ: عُمْرَة
الحُدَيْبِيَّةِ،
وَعُمْرَةَ
الثَانية منْ
قابِلِ عُمْرَةِ
الْقَضَاءِ
في ذِى
الْقَعْدَةِ،
وَعُمْرَةَ
الثّالِثَةَ
مِنَ
الجِعِرَّانَةِ،
وَالرَّابِعَة
الَّتِى مَعَ
حَجَّتِهِ.
-İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dört umre yaptı:
1- Hudeybiye umresi,
2- Müteakip sene Zilkade ayında yaptığı umretü'lkadâ,
3- Ciırrâne'den yaptığı umre,
4- (Veda haccı sırasında) hacc ederken yaptığı umre."[458]
ـ وعن
عروة قال:
اعْتَمَرَ
رسولُ اللّه ثََثَ
عُمَرٍ
إحْدَاهُنَّ
في شَوَّال
وَاثنتانِ في
ذِى
الْقَعْدَةِ.
-Hz.Urve (rahimehullah) demiştir
ki:"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) üç umre yaptı: Biri Şevvâl ayında, ikisi de Zilkade
ayındadır."[459]
ـ وعن
مالك. أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ
النَّبىَّ :
اعْتََمَرَ
ثََثاً،
عَامَ
الحُدَيْبِيَّةِ،
وَعَامَ
الْقَضِيَّةِ
وَعَامَ
الجِعرَّانَةِ
-İmam Mâlik'e ulaştığına göre: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) üç sefer umre yapmıştır:
1- Hudeybiye senesinde,
2- (Hudeybiye yılını takip eden) kazâ senesinde,
3-Ciırrâne senesinde."[460]
Rivayetlere göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) haccla birlikte
olan hâriç, diğer umrelerini Zilkade ayında yapmıştır. Bu o ayın faziletinden
olduğu gibi, bir başka sebebe daha dayanır. Cahiliye Arapları o ayda umreyi hoş
karşılamazlar, çirkin addederlerdi.
ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
كُنَّا
نَتَحَدَّثُ
عَنْ حَجَّةِ
الْوَدَاعِ
وَرسولُ اللّهِ بَيْنَ
أظْهُرِنَا
وََ نَدْرِى ما
حَجَّةُ
الْوَدَاعِ
حَتَّى
حَمِدَ اللّهَ
تَعالىوَأثْنى
عَلَيْهِ
ثُمَّ ذَكَرَ
المسيحَ
الدَّجَّالَ
فَأطْنَبَ في
ذِكْرِهِ
وَقَالَ: مَا
بَعَثَ
اللّهُ مِنْ
نَبىٍّ إَّ
أنْذَرَهُ
أُمَّتَهُ.
لَقَدْ
أنْذَرَهُ
نُوحٌ
وَالنَّبِيُّونَ
بَعْدَهُ.
وَإنَّهُ
يَخْرُجُ
فِيكُمْ، فَمَا
خَفِىَ
عَلَيْكُمْ
مِنْ شَأنِهِ
فَلَيْسَ
يَخْفَى
عَلَيْكُمْ؛
إنَّ
رَبَّكُمْ
لَيْسَ
بِأعْوَرَ،
وَإنَّهُ
أعْوَرُ عَيْنِ
الْيُمْنى
كَأنَّ
عَيْنَهُ
عِنَبَةٌ طَافِيَةٌ
أَ وَإنَّ
اللّهَ
تَعالى
حَرَّمَ
عَلَيْكُمْ
دِمَاءَكُمْ
وَأمْوَالَكُمْ
كَحُرْمَةِ
يَوْمِكُمْ
هذَا في
بَلَدِكُمْ
هذَا. أَ هَلْ
بَلَّغْتُ؟
قالُوا:
نَعَمْ.
قاَلَ:
اللَّهُمَّ اشْهَدْ
ثََثاً.
وَيْلَكُمْ
أوْ
وَيْحَكُمْ َ
تَرْجِعُوا
بَعْدِى
كُفّاراً
يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ
رِقَابَ
بَعْض.
-İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor:"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) aramızda olduğu halde biz
Veda haccından bahsederdik ve Veda haccının ne olduğunu bilmezdik. (Veda
haccında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah'a hamd ve sena edip sonra da
Mesih Deccâl'ı mevzubahis etmişti, sözü onun hakkında epeyce uzatıp şunları da
söylemişti:"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu.
Hz. Nuh (aleyhisselam) ve ondan sonra gelen bütün peygamberler onunla
korkuttular. Bilesiniz o, aranızdan çıkacaktır. Onun şe'ninden (yapacağı
icraatler) hiç bir şey size gizli
kalmayacak. Çünkü sizlere gizlemez. Rabbinizin gözü kör değildir. Halbuki onun
sağ gözü kördür. Onun gözü pertlek bir üzüm gibidir.Haberiniz olsun! Allah
sizlere birbirinizin kanını, malını haram kıldı, bunlar şu günlerinizin, şu
beldenizdeki haramlığı gibi haramdır.Acaba tebliğ ettim mi?" (Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu sorusuna cemaat hep bir ağızdan:"Evet"
diye cevap verdi. Bunun üzerine üç sefer:"Ya Rab şâhid ol! Ya Rab şâhid
ol! Ya Rab şâhid ol!" dedi ve tekrar cemaate yönelerek:"Vah size!
-veya eyvah size!- Benden sonda dönüp birbirlerinizin boyunlarını vuran
kâfirler olmayın" dedi."[461]
Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Veda haccı sırasında
yaptığı konuşmalardan birini aksettirmektedir. Âhir zamanda çıkıp dini tahrip
edecek ve insanlığa büyük zarar verecek olan şahıslardan biri hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Veda haccı gibi büyük bir kalabalığın bir araya geldiği fırsatta bilgi
vermektedir.
ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
انطلقَ
النّبىُّ مِنَ
المَدِينَةِ
بَعْدَ مَا
تَرَجّلَ
وَادّهنَ
وَلَبِسَ
إزَارَهُ
وَرِدَاءَهُ
هُوَ
وَأصْحَابُهُ
فَلَمْ
يَنْهَ عَنْ
شَئٍ مِنَ
ا‘رْدِيَةِ
وَا‘ُزُر
تُلْبَسُ إَّ
المُزَعْفَرَةَ
الَّتى
تَرْدَع عَلى
الجِلْدِ
فَأصْبَحَ
بِذِى
الحُلَيْفَةِ
فَرَكِبَ
رَاحِلَتَهُ
حَتَّى
اسْتَوَتْ
بِهِ على
الْبَيْدَاءِ
أهَلَّ هُوَ
وَأصْحَابُُهُ
وَقَلّدَ
بُدْنَهُ،
وَذلِكَ
لِخَمْسِ
بَقِينَ مِنْ
ذِى الْقَعْدَةِ،
وَقَدِمَ
مَكَّةَ
‘رْبَعٍ
خَلَوْنَ
مِنْ ذِى
الحِجّةِ،
وَطَافَ
بِالْبَيْتِ
وَسَعَى
بَيْنَ الصّفَا
وَالْمَرْوَةِ
وَلَمْ
يُحِلَّ مِنْ
أجَلِ
بُدْنِهِ
‘نَّهُ
قَلَّدَهَا.
ثُمَّ نَزَلَ
بِأعْلَى
مَكَّةَ
عِنْدَ
الحَجُونِ
وَهُوَ
مُهِلٌّ
بِالْحَجِّ
وَلَمْ يَقْرَبِ
الْكَعْبَةَ
بَعْدَ
طَوَافِهِ
بِهَا حَتَّى
رَجَعَ مِنْ
عَرَفَةَ
وَأمَرَ
أصْحَابَهُ
أنْ يَطوفُوا
بِالْبَيْتِ
وَبَيْنَ
الصّفَا
وَالْمَرْوَةِ
ثُمَّ
يُقَصِّرُوا
رُؤُسَهُمْ
ثُمَّ
يُحِلُّوا،
وَذلِكَ
لِمَنْ لَمْ
يَكُنْ
مَعَهُ
بَدَنةٌ
قَلَّدَهَا
وَمَنْ كَانَتْ
مَعَهُ
امْرَأتُهُ
فَهِىَ لَهُ
حََلٌ وَالطِّيبُ
وَالثِّيَابُ.
- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), saçlarını tarayıp yağladıktan, rida ve izârını
giydikten sonra Medine'den ashabıyla birlikte ayrıldı. Rida ve izâr
çeşitlerinden, vücudun cildine boyası geçen za'feranla boyanmış olanlar dışında
hiç bir şeyi yasaklamadı. Böylece Zülhuleyfe'ye geldi. Orada devesine bindi.
Devesi onu Beydâ sırtına çıkarınca O (aleyhissalâtu vesselâm) da, Ashab'ı
(radıyallahu anhüm) da telbiye getirdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kurbanlığına takısını takıp nişanladı. Bu iş, Zilkade ayının sondan beşinci
gününde cereyan etmişti. Mekke'ye Zilhicce'nin dördünde indi. (İlk iş)
Beytullah'ı tavaf etti, Safâ ve Merve arasında sa'yde bulundu. Kurbanlığı
sebebiyle ihramdan çıkmadı. Çünkü ona (kurbanlık alâmeti olan takıyı) takmıştı.
Sonra Mekke'nin Hacûn yanındaki en yüksek yerine indi. Artık hacc için telbiye
getiriyordu. Kâbe'ye, onu tavaf ettikten sonra, Arafat'tan dönünceye kadar hiç
yaklaşmadı. Ashabına ise, Kâbe'yi tavaf
etmelerini, Safâ ile Merve arasında sa'yetmelerini emretti, sonra saçlarını
kısaltarak ihramdan çıkmalarını emretti. Bütün bu emirler, berâberinde
kurbanlık olarak takılanmış devesi olmayanlar içindi. Berâberinde hanımı
bulunanlara, hanımları da helaldi. Keza koku ve elbise de helâldi."[462]
Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Veda haccının bazı
safhalarını anlatmaktadır. Zülhuleyfe'de ihrama giriş, Mekke'ye gelince
kurbanlığı olmayanlara, hacc için giydikleri ihramı umreye çevirmelerini
emretmesi, kurbanlığı olanların hacc-ı kıran yapmak üzere ihramdan çıkmamaları
vs.
ـ
وعن على
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
وَقَفَ رسولُ
اللّهِ
بِعَرفَةَ
وقال: هذِهِ عَرفَة
وَهُوَ
المَوْقِفُ
وَعَرَفَةُ
كُلُّهَا
مَوْقِفٌ.
ثُمَّ أفَاضَ
حِينَ
غَرَبَتِ
الشّمْسُ
وَأرْدَفَ
أُسَامَةَ
بنَ زَيْدٍ
وَجَعَلَ
يُشِيرُ
بِيَدِهِ عَلى
هَيْنَتِهِ
وَالنّاسُ
يَضْرِبُونَ
يَمِيناً
وَشِماً َ
يَلْتَفِتُ
إلَيْهِمْ. وَيَقولُ:
يَا أيُّهَا
النَّاسُ
عَلَيْكُمْ السّكِينَةُ.
ثُمَّ أتَى
جَمْعاً
فَصَلَّى بِهِمُ
الصََّتَيْنِ
جَمِيعاً.
فَلَمَّا أصْبَحَ
أتَى قُزَحَ
وَوَقَفَ
عَلَيْهِ؛
وقال: هذَا
قُزَحُ،
وَهُوَالمَوْقِفُ
وَجَمْعٌ
كُلُّهَا مَوْقِفٌ.
ثُمَّ أفَاضَ
حَتَّى
انْتَهى إلى
وَادِى
مُحَسِّرٍ،
فقَرَعَ
نَاقَتَهُ
فَخَبّتْ
حَتَّى
جَاوَزَ
الْوَادِىَ
فَوقفَ وَأرْدَفَ
الْفَضْلَ.
ثُمَّ أتَى
الجَمْرَةَ فَرَمَاهَا.
ثُمَّ أتَى
إلى
المَنْحَرِ
فقال: هَذَا
المَنْحَرُ
وَمِنىً
كُلُّهَا
مَنْحَرٌ
وَاسْتَفْتَتْهُ
جَارِيَةٌ
شَابَّةٌ
مِنْ خَثعَمَ
قالَتْ يَا
رسولَ اللّهِ
إنَّ أبى
شَيْخٌ كَبِيرٌ
قَدْ
أدْرَكَتْهُ
فَرِيضَةُ
اللّهِ تَعالى
في الحَجِّ
أفَيُجْزِى
أنْ أحُجَّ عَنْهُ؟
قال: حُجِّى
عَنْ أبِيكِ.
قال: وَلوَى
عُنُقَ الْفَضْلِ،
فقَالَ
الْعَبّاسُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ:
يَارَسُولَ
اللّهُ؟ لِمَ
لَوَيْتَ عُنَقَ
ابنِ
عَمِّكَ؟ قال:
رَأيْتُ
شَاباً وَشَابَةً،
فَلَمْ آمَنِ
الشَّيْطَانَ
عَلَيْهِمَا.
فَأتَاهُ
رَجُلٌ
فقَالَ
يارسُولَ اللّهِ:
إنِّى
أفَضْتُ
قَبْلَ أنْ
أحْلِقَ؟
فقَالَ: احْلِقْ
وََ حَرَجَ.
وَجَاءَ
آخَرُ: فقَالَ
يَا رسُولَ
اللّهِ: إنِّى
ذَبَحْتُ
قَبْلَ أنْ أرْمِىَ؟
فقَالَ: ارْمِ
وََ حَرَجَ.
قالَ: ثُمَّ
أتَى
الْبَيْتَ
فَطَافَ بِهِ
ثُمَّ أتَى زَمْزَمَ
فقََالَ يَا
بَنِى
عَبدِالمطلبِ
لَوَْ أنْ
يَغْلِبَكُمْ
النَّاسُ
عَلَيْهِ لَنَزَعْتُ.
-Hz. Ali (radıyallahu anh)
anlatıyor:"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Arafat'ta vakfe yaptı ve:
"Burası Arafat'tır, vakfe yeridir, Arafat'ın her yeri vakfe yeridir"
dedi.Sonra güneş batar batmaz ifâza yaptı. (Arafat'ı terketti). Devesinin
terkisine Üsâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ)'i bindirdi. Efendimiz
(aleyhissalâtu vesselâm), -halk sağında ve solunda (develere telâşla
vururlarken) onlara dönüp bakmadan- her zamanki
sükun ve rıfk hâlini koruyarak eliyle işaret edip: "Ey insanlar! Sakin
olun" diyordu.Sonra Cem'e (Müzdelife'ye) geldi. Orada iki namazı da (akşam
ve yatsı) beraberce kıldırdı. Sabah olunca Kuzah tepesine gelip üzerinde vakfe
yaptı."Burası Kuzeh'dir, vakfe yeridir. Cem'in tamamı vakfe yeridir!"
dedi. Sonra oradan ayrıldı, Muhassır vâdisine geldi. Devesine vurdu. Deve dört
nala koşarak vâdiyi geçti. Orada durup, amcası Abbâs (radıyallahu anh)'ın oğlu
Fazl'ı devesinin terkisine aldı.Oradan Cemretu'l-Akabe'ye geldi ve taşlama
yaptı. Sonra menhara (kesim yerine) geldi:
"Burası menhardır (kurbanlarımızı keseceğimiz yer), Mina'nın her
tarafı menhardır" buyurdu. Has'am kabilesinden genç bir kadın
gelerek:"Ey Allah'ın Resûlü! Babam yaşlanmış bir ihtiyardır, Allah'ın hacc
farizası kendisine terettüp etmektedir. Ben ona bedel hacc yapabilir
miyim?" diye bir suâl sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):"Babana bedel hacc yap!" cevabını verdi. Bu sırada eliyle,
devenin terkisinde bulunan Fazl'ın başını büktü. Amcası Abbâs (radıyallahu
anh):"Ey Allah'ın Resûlü! Amcanın oğlu Fazl'ın başını niye büktün?"
diye sordu."İkisini de birer genç görüyorum. Onlar hakkında şeytanın
şerrinden emin değilim!" dedi. Derken bir adam daha gelip:"Ey
Allah'ın Resûlü, ben traş olmazdan önce ifâza tavafını yaptım!"
dedi."Traş da ol, bunda mahzur yok!" cevabını aldı. Derken bir
başkası daha gelip:"Ey Allah'ın Resûlü, ben taşlama yapmazdan önce
kurbanımı kesmiş bulundum!" dedi."Taşlarını da at, bunda bir mahzur yok!" cevabını
aldı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beytullah'a geldi, onu tavaf
etti, sonra zemzem'e geldi ve:"Ey Abdulmuttaliboğulları, eğer halk size
bunun üzerine galebe etmeyecek olsa mutlaka çekerdim" dedi."[463]
İnsanların bunu hacc menâsikinden zannederek (aynen yapmaya kalkıp)
zemzemin etrafında izdihama sebep olarak sizi itekleyip, hacıları sulama
hizmetinize mani olacaklarından korkmasaydım, faziletinin büyüklüğü sebebiyle
sizinle birlikte zemzem verme hizmetine ben de katılırdım.
Umrenin
yapılışı: Mekke dışından olup da umre yapmak isteyen bir Müslüman mikat
yerinde, Mekkeli ise Harem dışında ihrama girer. "Allahım! Ben umre yapmak
istiyorum, onu bana kolaylaştır ve benden kabul et" diyerek dua ve niyet
eder, telbiye de bulunur. Harem-i Şerif'e gelince Kâbe'nin etrafına yedi defa
dolaşarak tavaf eder. İlk üç dolanışta biraz çalımlı yürür. Her dolanışta
Hacerü'l-Esved adındaki kutsal taşı selamlar. Tavaf bittikten sonra iki rek'at
namaz kılar ve Safa tepesine gider. Oradan başlayarak, Safa ile Merve arasında
yedi kere gider gelir. Buna; sa'y denilir. Daha sonra tıraş olarak veya
saçlarını kısaltarak ihramdan çıkar. Böylece sona ermiş olur.[464]
Arapça isim olan "Kurban"; hak yolunda, Allah’ın emirleri
gereğince kesilen ve Allah’a yakınlaşmaya vesile olan, üçte biri fakirlere,
üçte biri yakınlara dağıtılan hayvan, sevap kazanmak için boğazlanan hayvan
manasına gelir.
Ayrıca Kurban: Kelime olarak قرب kökünden mastardır, yaklaşmak mânasına gelir.
Dinî bir ıstılah olarak Allah Teâlâ'yı râzı ederek yakınlığını kazanmak için
kesilen hayvana kurban denir. İnançtan dolayı kurbanda bulunmak, hemen hemen
bütün dinlerde vardır. Tarih boyunca her millet, inancına göre nazarında
kıymetli olan bir şeyi, uluhiyet adına kurban etmeyi müesseseleştirmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, kurban müessesesinin Hz. Âdem (aleyhisselam)'ın çocuklarıyla
birlikte başladığını haber verir:
وَاتْلُ
عَلَيْهِمْ
نَبَاَ
ابْنَىْ
اَدَمَ
بِالْحَقِّ
اِذْ
قَرَّبَا
قُرْبَانًا
فَتُقُبِّلَ
مِنْ
اَحَدِهِمَا
وَلَمْ يُتَقَبَّلْ
مِنَ
اْلاَخَرِ
"Onlara
Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Hani onlar (Allah'a)
yaklaştıracak birer kurban takdim etmişlerdi ve ikisinden birininki kabul
olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı..."[465]
Böylece âyet, ulûhiyete yaklaşmak maksadıyla
kurban sunma ibâdetinin insanlıkla birlikte başladığını gösterir. Âyette kabul
edildiği belirtilen kurban Hâbil'e aitti ve bir koçtu. Kabul edilmeyen de
Kâbil'e aitti ve ekindi.
Şu halde, kurban deyince bunun mutlaka bir
hayvan olması gerekmez, başka şey de kurban olabilir. Nitekim, ne zaman
başladığı kesin olarak bilinmese de, insanın kurban edilmesi de târihin yaygın
vakalarından biridir. Kur'ân-ı Kerim Hz. İbrahim (aleyhisselam)'le ilgili
olarak buna da yer verir. Hz. İbrahim'e
rüyasında, ilk olan oğlu İsmâil'i kurban etmesi emredilir.[466] Bazı rivayetlerde on üç
yaşında olduğu belirtilen çocuğu kurban etme hazırlığı yapılır ve kesileceği
sırada çocuğa bedel kesilmek üzere koç indirilir.
Bu âyet insan kurbanı meselesinde mânidardır.
Zîra insanlık tarihinde pek yaygın olan bu geleneğin İlâhî bir menşe'den kaynaklanmış
olabileceğini ifade eder. Bunu söylemeye sevkeden husus, büyük müfessir
Fahreddin Râzî hazretlerinin de kaydettiği üzere İslâm ulemâsının, "meşru
olmayan bir şeyin peygamberlere rüyasında da olsa emredilmeyeceği"ni
prensip olarak kabûl etmiş olmalarıdır. Bu prensipten hareketle, daha önce
meşru olan bir prensibin Hz. İbrahim'den sonra
neshedildiği söylenebilir. Arapça'da Kurban kelimesinden ziyâde Udhiye
kelimesi kullanılır, cem'i edâhîdir. Kurban kesilen güne yevmü'l-edhâ denir.
İslâm devrinde intikal eden kurban
çeşitlerinden iki tanesini biraz açıklamakta gerek var. Zîra, önümüzdeki
bahislerde gelecek hadisler bunlarla ilgili ve dolayısıyla bu tâbirler sıkca
geçecek. İyice bilinmediği takdirde iltibaslar olabilir.
Udhiye: Kurban bayramında, zengin, mukim ve hür olan Müslümanlar tarafından
kesilmesi gereken kurbandır. Bunun kendine mahsus teferruatı vardır.
Hedy: Haccda kesilen kurbandır. Kâbe-i Muazzama veya Harem için hediye
edilen kurbanlık hayvana hedy denir.
Dilimizdeki hediye kelimesi de aynı kökten gelir. Esasen hacılar müsafir
sayıldıkları için onlara udhiye kesmek vâcib değildir, dilerlerse nâfile olarak
keserler. Temettu veya kıran haccı yapanlar, bir yıl içerisindeki iki ayrı
ibadeti yapmış olmanın şükrü olarak bir kurban keserler. Haccda kesilmesi vacib
olan bu şükür kurbanı hedy sınıfına
girer. Umre yapanlar veya hacc-ı ifrad yapanlar nâfile olarak kurban kesmek
isterlerse bu da hedy sınıfına grer. Ayrıca, hacc menasikinden vaciblerin terki
veya vacib olan sıranın bozulması gibi durumlarda hacca giren
"eksiklik"lerin telâfisi için bazı ceza kurbanları vardır. Şu halde
bu ceza kurbanları da hedy sınıfına girer.Hedy kurbanlarının Harem dahilinde
kesilmesi vâcibtir. Udhiyeler her yerde kesilebilir.
ـ عن
مِخْنَفِ بن
سليم رَضِىَ
اللّهُ َعَنْهُ
قال: سَمِعْتُ
رسولَ اللّه يَقُولُ:
يَا أيُّهَا
النَّاسُ
إنَّ على
كُلِّ أهْلِ
بَيْتٍ في
كُلِّ عَامٍ
أُضْحِيَة
وَعَتِيرَةً.
هَلْ
تَدْرُونَ
مَا
الْعَتِيرَةُ؟
هِىَ الَّتِى
تُسَمُّونَهَا
الرَّجَبِيَّةَ.
-Mihnef İbnu Süleym (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar, her
aile sâhibine her sene bir kurbanlık, bir de atîre borç olmuştur. Atîre'nin ne
olduğunu biliyor musunuz? O, recebiye dediğiniz şeydir."[467]
Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Arafat vakfesi sırasında yaptığı konuşmalardan biridir. Mina'da kurban kesmesi
gereken hacılara, bu mevzuda bilgi vermiş olmaktadır. Atîre, Receb ayında
kesilen kurbanın adıdır.
Bu hadiste atîre denen Receb ayında kesilen
kurbanın da gerekli olduğu ifade edilmektedir. Ancak kurbanın vacib olduğuna
hükmeden âlimler atîrenin vacib olmadığını söylerler.
ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ َعَنْهُما
قال: قال
رسولَ اللّه :
أُمِرْتُ
بِيَوْمِ
ا‘ضْحَى
عِيداً
جَعَلَهُ
اللّهُ
تَعالى لهذِهِ
ا‘مَّةِ. فقَالَ
لَهُ رَجُلٌ:
يارسولَ
اللّهِ
أرَأيْتَ إنْ
لَْ أجِدْ إَّ
مَنيحَةً
أُنْثَى أفأضَحِّى
بِهَا؟ قالَ:
َ. وَلكِنْ
تَأخُذُ مِنْ
شَعَرِكَ
وأظْفَارِكَ
وَتَقُصُّ
شَارِبَكَ
وَتَحْلِقُ
عَانَتَكَ،
فذلِكَ
تَمامُ أُضْحِيّتِكَ
عِنْدَ
اللّهِ
تَعالى.
-Abdullah İbnu Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Kurban gününü bayram olarak
kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır"
buyurmuştu. Bir adam kendisine:"Ey Allah'ın Resûlü! Ben iâreten verilmiş
bir hayvandan başka bir şeye sahip değilsem, onu kesebilir miyim?" diye
sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Hayır, dedi, ancak saçını,
tırnaklarını kısaltır, bıyıklarından alır, etek traşını olursun. Bu da sana
Allah indinde bir kurban yerine geçer."[468]
ـ وعن
نافع أنَّ
ابْنَ عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ َعَنْهُما
لَمْ يَكُنْ
يُضَحِّى
عَمَّا في بَطْنِ
المَرأةِ.
-Nâfi' (rahimehullah) anlatıyor: "(Ailenin her ferdi için
kurban kesmek gerektiği görüşünde olan) Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ), anne karnındaki çocuk adına kurban kesmezdi."[469]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurban
gününün, İslâm ümmetine Cenab-ı Hakk tarafından bayram kılındığını haber
vermektedir. Her Müslüman bu bayrama imkânı nisbetinde katılacaktır. İmkânı
olan kurban kesecektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, imkânı olmayan,
elinde sütünden ve yününden istifâde etmek üzere verilmiş bir dişi hayvandan
başka bir şeyi bulunmayan kimsenin sorusu üzerine verdiği cevaptan anlıyoruz
ki, bayrama katılmak için imkânları zorlamaya gerek yoktur. Bayram günü saç
traşı olmak, uzamış olan bıyıkları, tırnakları kesmek, gerekiyorsa etek traşı
da olup bedenen temizlenmek, yeni, temiz elbiseler giyinmek gibi, bayram
gününün hürmetine uygun bir ahvâle bürünmek de, mânevî kazanç yönünden kurban
kesmiş kadar Allah nazarında makbul olacağını belirtiyor.
Kurban, sosyal
dayanışmanın ve sosyal ahlakın en güzel dini örneğidir. Benliğin mağruru olan
sosyalleşme, her zaman insanların problemi olmuştur. İslam, bu benliği ahlaki
erdemliliğe dönüştürmek için ortaya koyduğu bu ilahi emir olan kurban; günümüz
insanlığın çok muhtaç olduğu bir sosyal olgudur.
Fitne, insanlık tarihinin, Peygamberimiz
(aleyhissalâtu vesselâm)' den sonra kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman
içerisinde en bariz kaderlerinden biri olduğu için Resûlullah pek çok
hadisleriyle uyarıda bulunmuştur. Hadis kitaplarında mutlaka yer alan
bölümlerden biri Kitabu'lfiten'dir. Ebu'l-Fida İbnu Kesir, bu hadisleri
en-Nihaye ev el-Fiten ve'l-Melahim adlı bir kitapta toplamıştır. Zamanımız,
hadislerde haber verilen bütün fitnelerin yaşandığı bir devredir. Çünkü fitneyi
kısaca dahilî kargaşa olarak anlarsak, artık İslam âlemi dış oyunların tuzağına düşerek, cihad mânasında, küffara
karşı savaş dönemini hemen hemen kapamış, Müslümanların birbirleriyle kavgasına
dönüşen iç kargaşalar içerisine girmiştir.
Fitne: Din alimlerince, dinimize umumiyetle sınama ve imtihan olarak aktarılan
bu kelime aslında altın ve gümüşü, yabancı maddelerden temizleyip saf olarak
elde etmek için ateşe sokup eritmeye denmiştir. İyiliği ve kötülüğü belli olmak
için insana edilen muamele ve ibtilaya da bu asıldan alınmış olarak fitne
denir. Kelime zamanla çok daha geniş mânalar kazanarak iptila, imtihan, tecrübe
mânalarına, insanın ateşe atılıp azap edilmesi vs. mânalarına da
kullanılmıştır.
Fitne kelimesinin, gerek Kur'an'da gerekse
hadislerde, söylenenlere ilaveten günah, saptırma, sapıtma, cünun (delilik)
rezalet (faziha), insanların birbirlerini öldürmesi, katl, ateşte
yakarak azab vermek gibi çok değişik mânalarda kullanıldığı muteber kaynaklarda
şahitleriyle belirtilir.
Saptırma: فَاَمَّا
الَّذِينَ في
قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ
فَيَتَّبِعُونَ
مَا
تَشَابَهَ
مِنْهُ
ابْتِغَاءَ
الْفِتْنَةِ
"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak
(ötekini berikini saptırmak) için
(Kur'an'ın) müteşabih âyetlerine tabi olurlar."[470]
İmtihan: وَكذلِكَ
فَتَنَّا
بَعْضَهُمْ
بِبَعْضٍ
"Biz onlardan (insanlardan) kimini kimi ile.. işte böyle
imtihan ettik."[471]
Azab: وَظَنَّ
دَاوُدُ
اَنَّمَا
فَتَنَّاهُ
فَاسْتَغْفَرَ
رَبَّهُ
"Davud sandı ki, biz kendisine bir azab hazırladık..."[472]
Yakmak: ولكِنّكُمْ
فَتَنْتُمْ
اَنْفُسَكُمْ
"Mü'minler,
münafıklara: "...Siz kendinizi kendiniz yaktınız" derler."[473]
İşkence: ثُمَّ
اِنَّ
رَبَّكَ
لِلَّذِينَ
هَاجَرُوا
مِنْ بَعْدِ
مَا فُتِنُوا
ثُمَّ
جَاهَدُوا
وَصَبَرُوا
"Rabbin, işkence edildikten sonra hicret edip sonra cihad
ve sabır edenlerin lehindedir."[474]
Fenalık Yapmak:
اِنْ
خِفْتُمْ
اَنْ
يَفْتِنَكُم
الَّذِىنَ
كَفَرُوا
"Kafirlerin size fenalık yapmalarından korkuyorsanız..." [475]
Belaya Uğratmak: اِنَّ
الَّذِينَ
فَتَنُوا
الْمُؤْمِنِينَ
وَالْمُؤْمِنَاتِ
"Hakikat, erkek mü'minlerle kadın mü'minleri belaya
uğratanlar..." [476]
Delilik: بِاَيِّكُمُ
الْمَفْتُونَ
"Delilik hanginizde imiş?"[477]
Şirk ve Tefrika: وَقَاتِلُوهُمْ
حَتّى َ
تَكُونَ
فِتْنَةٌ
وَيَكُونَ
الدِّينُ
للّهِ
"Fitneden yani (şirk ve tefrikadan) eser kalmayıncaya din
de (şunun bunun değil, yalnız) Allah'ın (dini tanınmış) oluncaya kadar onlarla
savaşın..."[478]
Kargaşa (Ölümü
Temenni Ettiren Hal): وَاقْتُلُوهُمْ
حَيْثُ
ثَقِفْتُمُوهُمْ
وَاَخْرِجُوهُمْ
مِنْ حَيْثُ
اَخْرَجُوكُمْ
وَالْفِتْنَةُ
اَشَدُّ مِنَ
الْقَتْلِ
"Onları
(size harp açanları) nerede bulursanız öldürün, onları, sizi çıkardıkları
yerden (Mekke'den) çıkarın. Fitne (ölümü
temenni ettiren hal) katilden beterdir."[479]
İman Zayıflığı-Küfür: والَّذِينَ
كَفَرُوا
بَعْضُهُمْ
اَوْلِياءُ
بَعْضٍ اَِّ
تَفْعَلُوهُ
تَكُنْ فِتْنَةٌ
في اَرْضِ
وَفَسَادٌ
كَبِيرٌ
"Kafir
olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır, eğer siz bunu yapmazsanız,
yeryüzünde bir fitne (iman zayıflığı, küfür) ve büyük bir fesad olur."[480]
İsyan-Muhalefet: وَمِنْهُمْ
مَنْ يَقُولُ
ائْذَنْ لِى
وََ
تَفْتِنِّى
"Onlardan kimi de: "...Bana izin ver, beni fitneye
(isyana, muhalefete) düşürme"
diyecektir. Haberin olsun ki, onlar zaten fitne çukuruna düşmüşlerdir."[481]
Kişinin Fitnesi: Fitne kelimesinin taşıdığı çeşitli mânalar, aslında, birbirinden tamamen
uzak değildir. Birçoğu birbirine yakındır ve ebedî bir hayat içinde ve
tekamülden geçmek üzere yaratılmış bulunan insanın imtihanında
düğümlenmektedir. Yani insan bir imtihan için yaratılmıştır.[482] O, çeşitli şekillerde, hayırlaşerle[483]; bollukladarlıkla,
hastalıklasağlıkla,[484] dünyevî derece ve
nimetlerde üstünlük ve alçaklıkla [485] vs. imtihan
edilmektedir. Maruz kaldığı imtihanların hepsi, Kur'an ve hadisin dilinde
"fitne"dir, yani imtihandır.
اِنَّمَا
اَمْوَالُكُمْ
وَاَوْلَادُكُمْ
فِتْنَةٌ
وَاللّهُ
عِنْدَهُ
اَجْرٌ عَظيمٌ
"(Ey
iman edenler) mallarınız, evladlarınız herhalde sizin için bir fitnedir
(imtihandır) ..."[486]
İnsanın en büyük düşmanın, içindeki nefsindir.
Allah'ın verdiği her çeşit nimet (sağlık, mal, mülk, evlad...) mü'minin
vermekte olduğu imtihanı kazanmasına vesile olursa, bunlar gerçek mânada nimet
olur. Aksi takdirde, düşmandır.
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ
وَاَوْلَادِكُمْ
عَدُوًّا
لَكُمْ
فَاحْذَرُوهُمْ
وَاِنْ
تَعْفُوا
وَتَصْفَحُوا
وَتَغْفِرُوا
فَاِنَّ
اللّهَ
غَفُورٌرَحيمٌ
"Ey
iman edenler, eşlerinizin, evlatlarınızın içinde hakikaten size düşman
(olanlar) da var. O halde onlardan sakının"[487] denmektedir. Şu ayet de mal ve evladın nasıl düşman olabileceğini
açıklar:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
لَاتُلْهِكُمْ
اَمْوَالُكُمْ
وَلَا
اَوْلَادُكُمْ
عَنْ
ذِكْرِاللّهِ
وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذلِكَ فَاُولئِكَ
هُمُ
الْخَاسِرُونَ
"Ey
iman edenler, sizi ne mallarınız, ne evladlarınız Allah'ın zikrinden
alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir."[488]
Kişinin nefsî meseleleriyle alakalı bu
açıklamalar, esas mevzumuzdan uzaklaşma sayılmamalıdır. Zîra ileriki bahislerde
daha iyi görüleceği üzere, cemiyeti kasıp kavuran asıl fitnenin sebebini,
kişinin ailesindeki fitneyi (imtihanı) hafife alması ve bu küçük dairedeki
imtihanı kaybetmesi teşkil etmektedir.
Umumi Kargaşa
(Anarşi) Olarak Fitne
Fitne kelimesinin lügat ve örf yönünden
taşıdığı mânalara kısa bir dikkat çektikten sonra, asıl mevzumuzu teşkil eden
içtimâî kargaşa yönünü ele alacağız. Fitne kelimesi dilimizde daha ziyade
içtimâî bozuklukları ifade eder. Arapça aslında mevcut olan delilik, günah,
imtihan, ateşe atma gibi bizzat Kur'an'da kullanılmış olan birkısım mânalarını
dilimize geçerken kaybetmiştir. Fitne deyince ilk akla gelen mâna, beşerî
huzursuzluk, bozgun, kavga, kargaşa, birbirine girme, dedikodu, fesad gibi
insanlar arasında cereyan eden menfî hâdiselerdir.
Ancak fiiliyatta, Arapça aslında bütün
mânalarıyla kullanılması Türkçemizde pek yaygın değildir. Nitekim diğer bir
lügatta "azdırma, baştan çıkarma, karışıklık, ara bozma" gibi
birbirine yakın mânalara yer verilir. Kur'an ve sünnetin özellikle üzerinde
durup reddettikleri fitne, bu fitnedir, bütün cemiyetin fertlerine sirayet edip
kardeşlik, yardımlaşma, birbirini sevip sayma gibi iyi münasebetleri bozup,
bunların yerine düşmanlık, kin, husumet, kavga, katil gibi, umumi huzuru, ümmet
ve millet bütünlüğünü bozucu mahiyette olan fitnedir.
Alimlerimizce ehl-i kıble tabir edilen ve
Ehl-i Sünnet dışında kalan diğer fırkalarla düşülen ihtilaflar da
"fitne" kapsamına girer. Fitneye karşı beyan edilen her çeşit yasak, tehlike
ve tehditler bu çeşit ehl-i bid'a fırkaları için de muteberdir.
Şu halde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hadislerinde geliş şartları ve özellikleri belirtilen, çıktığı
zaman nasıl hareket edilmesi gerektiği mü'minlere bildirilen, önleme ve ortadan
kaldırma çareleri bütün teferruatıyla açıklanan asıl fitne bu fitnedir. Keza
Kur'an-ı Kerim'de:
وَاتَّقُوا
فِتْنَةً
لَاتُصيبَنَّ
الَّذينَ
ظَلَمُوا
مِنْكُمْ
خَاصَّةً
وَاعْلَمُوا
اَنَّ اللّهَ
شَديدُ
الْعِقَابِ
"Öyle
bir fitneden sakının ki (geldiği zaman)
içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz (ammeye de sirayet eder ve hepsini perişan
eder)"[489] ayetinde kastedilen fitne de bu fitnedir.
Fesad: Bu kelime lügat açısından bir şeyin itidal ve ölçüden dışarı çıkmasını
ifade eder. Bu çıkış az da olsa çok da olsa fesad diye ifade edilir. Zıddı salahdır,
düzeltme ve ıslah etmedir. Kelime sadece mânevî sahada değil, maddî sahada da
kullanılır. Nefis olsun, beden olsun, eşya olsun istikametten ayrılan her şeyi
ifade için bu kelime kullanılır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelimenin ve bu kelimeden
türeyen başka kelimelerin, fitne gibi çeşitli mânalarda olmasa bile sıkça
kullanıldığına şahit olmaktayız.
Bir-iki misal verelim:
واِذَا
قِيلَ لَهُمْ
َ تُفْسِدُوا
في اَرْضِ
قَالُوا
اِنَّمَا
نَحْنُ
مُصْلِحُونَ
"Kendilerine yeryüzünde
fesat yapmayın denildiği zaman "biz ancak ıslah edicileriz" derler."[490]
وََ
تُفْسِدُوا
في اَرْضِ
بَعْدَ اِصَْحِهَا
وَادْعُوهُ
خَوْفاً
وَطَمَعاً
"Yeryüzünde
-o, ıslah edildikten sonra da- fesadçılık etmeyin. O'na (Cenab-ı Hakk'a)
korkarak ve umarak dua edin."[491]
لَو
كَانَ
فِيهمَا
آلِهَةٌ اَِّ
اللّهُ لَفَسَدَتَا
"Eğer
(yer ve gök) her ikisinde Allah' tan
başka tanrılar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak ki fesada uğrar,
(harap olur) giderdi."[492]
وَاِذَا
تَولّى سَعى
في اَرْضِ
لِيُفْسِدَ
فيهَا
وَيُهْلِكَ
الْحَرْثَ
وَالنّسْلَ
واللّهُ َ
يُحِبُّ
الْفَسَادَ
"O, yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesat
çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez."[493]
وَلَوِ
اتَّبَعَ
الْحَقُّ
اَهْوَائَهُمْ
لَفَسَدَتِ
السَّمواتُ
وَاَرْضُ وَمَنْ
فِيهِنَّ
"Eğer
Hak onların heva (ve heves)lerine tabi
olsaydı, göklerde, yerde ve bunların içinde bulunanlar muhakkak ki fesada
uğrardı."[494]
Herc: Bazı rivayetlerde aslen Habeşçe olduğu ve katl (öldürme) mânasına
geldiği [495]
belirtilen bu kelime için, Cevherî: "Herc kelimesi, lügat açısından, bir
şeyde çokluk mânasına gelir" der.
Fitne kelimesi ile alakasını anlamamıza
yardım edecek olan bu dokuz mânaya bir göz atalım:
1-Katlde şiddet,
2-Katlde çokluk,
3- İhtilat (kargaşa)
4- Ahirzamanda ortaya çıkacak fitne,
5-Nikahda çokluk,
6- Yalanda çokluk,
7-Uykuda çokluk,
8-Uykuda görülen düzensiz, karmakarışık
rüyalar,
9-Bir şeyde düzgünlük, sağlamlık gibi mükemmelliğin bulunmayışı.
Teferruat
bir tarafa, gerçek olan şu ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu
kelimeyi, kendisinin ölümünden sonra, İslam cemiyetinde çıkacak ve galip
vasfıyla mü'minlerin birbirlerini çokça öldürmeleri şeklinde tezahür edecek
olan umumi bozuklukları haber vermek maksadıyla sıkça kullanmıştır. Bir başka
ifadeyle, fitne kelimesi ile, katil
dahil her çeşit umumi bozukluklar kastedilirken; herç kelimesiyle de, umumi
bozuklukların dahili kırım halini alacak kadar ilerleyen had safhası
kastedilmiş oluyor.
ـ عن أبِى
أُمَيَّةَ
الشّعْبَانِى
قالَ: قُلْتُ
يَا أبَا
ثَعْلَبَةَ
كَيْفَ
تَقُولُ في هذِهِ
اية: يَا
أيُّهَا
الَّذِىنَ
آمَنُوا
عَلَيْكُمْ
أنْفُسَكُمْ.
فقَالَ: أمَا
وَاللّهِ
لَقَدْ
سَألْتَ
عَنهَا خَبِيراً.
سَألْتُ
عَنْهَا
رَسُولَ
اللّهِ .
فقَال: بَلِ
ائْتَمِرُوا
بِالْمَعْرُوفِ،
وَانْتَهُوْا
عَنِ
الْمُنْكَرِ،
حَتّى إذَا
رَأيْتُمْ
شُحّاً
مُطَاعاً،
وَهوىً
مُتَّبِعاً،
وَدُنْيَا
مُؤْثِرَةً،
وَإعْجَابَ
كُلِّ ذِى
رَأىٍ بِرَأيِهِ،
فَعَلَيْكَ
بِنَفْسِكَ،
ودَعْ عَنْكَ
أمْرَ
الْعَوَّامِّ.
فإنَّ مِنْ وَرَائِكُمْ
أيَّاماً
الصَّبْرُ
فِيهِنَّ كَالْقَبْضِ
عَلى
الْجَمْرِ،
لِلْعَامِلِ فِيهِنَّ
مِثْلُ أجْرِ
خَمْسِينَ
رَجًُ يَعْمَلُونَ
مِثْلَ عَمِلِكُمْ.
-Ebu Ümeyye
eş-Şa'bânî anlatıyor: "Ey Ebu Sa'lebe, dedim, şu ayet hakkında ne
dersin?" (Mealen): "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru
yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar vermez.."[496]
Bana şu cevabı verdi:"Gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. Zira ben
aynı şeyi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a sormuştum: Demişti ki:"Ma'rufa sarılın, münkerden de kaçının!
Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir heva, (dine, ahirete) tercih
edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi
reylerini beğendiklerini müşahede edersen,
o zaman kendine bak. İnsanlarla
uğraşmayı bırak. Zîra (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var
demektir. O günler avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılı)dır. O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir
kimseye elli kişinin ecri verilecektir."[497]
Hadis, kişinin kendisiyle meşgul olmasını,
başkasının sapıklığının kişiye zarar vermeyeceğini ifade eden bir ayeti [498] açıklama ile ilgili
söylenmiştir. Ayetin zahirine bakılınca emr-i bi'lmarufa yer vererek
başkalarıyla meşgul olmayı değil, kendi işiyle meşgul olmayı emrediyor
gözükmektedir. Ayet suale vesile olmuştur. Çünkü mü'min kişiyi emr-i bil
marufta bulunmaya, münkerden nehyetmeye teşvik eden ayetler ve hadisler var. Bu
ayetle öbür ayetler arasında zahirî bir tezad gözükmektedir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) beyan buyurdukları açıklama ile "Marufa
sarılın..." emretmektedir. Ma'ruf, güzel kabul edilen, meşru olan, dinin
yapılmasını teşvik ettiği her şeydir.
عن
واقِدِ بْنِ
مُحمّدٍ عن
أبيهِ عن
عبداللّهِ
بْنِ عَمْرِو
بْنِالعَاص
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
شَبَّكَ رَسُولُ
اللّهِ
أصَابِعَهُ.
وَقَالَ: كَيْفَ
أنْتَ يا
عَبْدَاللّهِ
ابْنَ
عَمْرٍو إذَا
بَقِيْتَ في
حُثَالَةٍ
قَدْ
مَرَجَتْ عُهُودُهُمْ،
وَاخْتَلَفُوا
فَصَارُوا هكذَا؟
قَالَ: فَكَيْفَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ:
تَأخُذُ مَا
تَعْرِفُ،
وَتَدَعُ مَا
تُنْكِرُ،
وَتَقْبِلُ
عَلى
خَاصَّتِكَ،
وَتَدَعُهُمْ
وَعَوَامَّهُمْ.
-Vakid İbnu Muhammed
babasından, o da Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ)'dan
anlattığına göre demişti ki:"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün) parmaklarını kenetledi ve dedi ki:"Ey
Abdullah İbnu Amr! Ahidleri bozulup şöyle karmakarışık hale gelen bir kısım
ayak takımı (hezele) kimselerle başbaşa kalırsan ne yaparsın?""Ne
yapmamı tavsiye edersiniz, Ey Allah'ın Resulü!" dedim. Buyurdular
ki:"Güzel bulduğun şeyi yaparsın, kötü bulduğun şeyi de terkedersin. Kendi yakınlarının (hallerini
düzeltmeye) yönelirsin. O hezele takımı
(ile de), onların cemaatı ile de (uğraşmayı) terkedersin."[499]
Ahdin bozulması, güven ve emniyetin
kalkmasıdır. İster mal, ister can, isterse ırz emniyeti olsun, hepsinin
kalkması, halel görmesi, ahdin bozulması ile ifade edilmiştir. Irz emniyeti
deyince vicdan hürriyeti, din hürriyeti gibi kişinin şahsiyetine giren
hususları da anlamamız gerekir. Ahdin bozulmasıyla cemiyette bunlar da kalmaz,
vicdanlara baskı artar, inançları sebebiyle dindarlara baskı ve zarar verme
tahammül edilmez hale gelir. Önceki hadiste de kısmen geçtiği üzere
dindarlığın, ahirzamanda, elde ateş tutmak gibi zorlaşması, ahdin bozulmasıyla
din ve vicdan hürriyetinin de ortadan kalkacağını ifade eder.
ـ
وعن أبى ذرٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
يَا أبَا
ذَرٍّ قُلْتُ:
لَبَّيْكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
وَسَعْدَيْكَ.
قَالَ: كَيْف
أنْتَ إذَا
أصَابَ النَّاسَ
مَوْتٌ
يَكُونُ
الْبَيْتُ
فيهِ بِالْوَصِيفِ؟
قُلْتُ: مَا
خَارَ
لِىاللّهُوَرَسُولُهُ.
قَالَ:
عَلَيْكَ
بِالصَّبْرِ،
أوْ قَالَ
تَصَبَّرْ
ثُمَّ قَالَ
لِى: يَا أبَا ذَرٍّ.
قُلْتُ:
لَبَّيْكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
وَسَعْدَيْكَ
قَال. كَيْفَ
أنْتَ إذَا
رَأيْتَ أحْجَارَ
الزَّيْتِ
قَدْ
غَرَقَتْ
بِالدَّمِ؟
قُلْتُ: مَا
خَارَ لِى
اللّهِ
وَرَسُولُهُ.
قَالَ
عَلَيْكَ
بِمَنْ أنْتَ
مِنْهُ. قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ: أفََ
آخُذُ سَيْفى
أضَعَهُ عَلى
عَاتِقِى.
قَالَ:
شَارَكْتَ
الْقَوْمَ
إذن. قُلْتُ:
فَمَا
تأمُرُنِى؟
قَالَ: تَلْزَمُ
بَيْتَكَ.
قُلْتُ: فإنْ
دُخِلَ
عَلَىًّ
بَيْتِى؟
قَالَ: إنْ
خَشِيْتَ أنْ
يَبْهَرَكَ
شُعَاعُ
السَّيْفِ
فألْقِ
ثَوْبَكَ عَلى
وَجْهِكَ
يَبُوءُ
بإثْمِكَ
وإثْمِهِ.
Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler:"Ey Ebu
Zerr!""Buyurun, Ey Allah'ın Resulü, emrinizdeyim!" dedim."İnsanlara (kitle halinde) ölüm
isabet edip, kabirlerin (ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne
yapacaksın?" buyurdular."Benim için Allah ve Resulü neyi ihtiyar
buyurursa onu yaparım!"
dedim."Sabrı tavsiye ederim!" buyurdular -veya, sabredersin!
dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler:"Ey Ebu Zerr!""Buyurun
ey Allah'ın Resûlü, sizi dinliyorum!" dedim."Zeyt mıntıkasının
taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın?"
"Allah
ve Resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa onu!" dedim"Sana
kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye ederim!" dedi. Ben sordum:"Ey Allah'ın Resulü! (O
zaman) kılıcımı alıp omuzuma koymayayım mı?" "Böyle yaparsan (fitneci) kavme ortak olursun!"
buyurdular."Bana ne emredersiniz!" dedim. "Evine çekil!"
buyurdular. "Evime girilirse?" dedim."Eğer kılıcın parıltısının
seni şaşırtacağından korkarsan, elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla,
hem de kendi günahıyla dönsün"
buyurdular."[500]
Bu hadis fitneye karışmayı yasaklayan
hadislerden biridir.
ـ
وعن أبى مُوسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
بَيْنَ يَدَى
السَّاعَةِ
فَتَناً
كَقِطَعِ
اللَّيْلِ
الْمُظلمِ،
يُصْبِحُ
الرَّجُلُ
فِيهَا
مُؤْمِناً
وَيُمْسِي
كَافِراً،
وَيُمْسِي
مُؤْمِناً
وَيُصْبِحُ
كَافِراً
اَلْقَاعِدُ
فِيهَا
خَيْرٌ مِنَ
الْقَائِمِ،
وَالْمَاشِى
فِيهَا
خَيْرٌ مِنَ
السَّاعِى.
فَكَسِّرُوا قِسيَّكُمْ،
وَقَطِّعُوا
أوْتَارَكُمْ،
وَاضْرِبُوا
سُيُوفَكُمْ
بِالْحِجَارَةِ.
فإنْ دُخِلَ
عَلى أحَدٍ
مِنْكُمْ
فَلْيَكُنْ
كَخَيْرِ
ابْنَى آدَمَ.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.وزاد
أبو داود بعد
الساعى:
قَالُوا:
فَمَا
تأمُرُنَا؟
قَالَ:
كُونُوا
أحَْسَ
بُيُوتِكُمْ.»قِطَعُ
اللَّيْلِ«
طائفة منه،
وأراد فتنا
مظلمة سوداء تعظيماً
لشأنها.وأراد
بقوله:
»فَلْيَكُنْ
كَخَيْرِ
ابْنَىْ
آدَمَ« ابن
آدم لصلبه
هابيل الذي
قتله أخوه
قابيل، ومما
قال اللّهُ
تعالى في
أمرهما:
لَئِنْ
بَسَطْتَ
إليَّ يَدَكَ
لِتَقْتُلَنِي
اية .
-Hz. Ebu
Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler
var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü'min
olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan
hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın,
kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine
girerlerse Hz. Adem'in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren
değil)"[501]
Resûlullah, kıyamete yakın çıkacak fitnelerin
dehşetini belirtmek için, zifirî karanlık gecenin parçalarına benzetmiştir.
Yani peşpeşe fitneler olacak, her biri, gece parçası gibi karanlık, yani
doğruyanlış, haklıhaksız, isabetlihatalı vs. şekilde ayırmak imkanı
tanımayacak, son derece dehşetli olacak demektir. Bu benzetmekten maksat
fitnenin büyüklüğünü ifadedir.
Evin demirbaşı olmaktan maksad, evden
ayrılmamak, dışarı çıkıp fitneye bulaşmamaktır. Nasıl ki demirbaş denen halı,
kilim gibi bir kısım eşyalar devamlı
evde kalırlar; fitne sırasında da o eşyalardan
biri gibi olmak yani evden dışarı çıkmamak tavsiye edilmiştir. Bundan da
maksad, fitneye katılmamaktır.
ـ
وعن أبى سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهُ :
يُوشِكُ أنْ
يَكُونَ خَيْرَ
مَالِ
الْمُسْلِمِ
غَنَمٌ
يَتْبَعُ بِهَا
شَعَفَ
الْجَِبَالِ
وَمَوَاقِعِ
الْقَطْرِ،
يَفِرُّ
بِدِينِهِ
مِنَ
الْفِتَنِ.
-Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişinin en hayırlı malının
peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu
olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur."[502]
ـ
وعن مَعْقِلْ
بن يسار قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
الْعِبَادَةُ
في الْهَرْجِ
كَهَجْرَةِ
اليَّ.
-Ma'kıl İbnu Yesar anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Herc (fitne)
zamanında ibadet, tıpkı bana hicret gibidir."[503]
ـ
وعن الْمقداد
بن ا‘سود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
: إنَّ
السَّعِيدَ
لَمَنْ
جُنِّبَ الْفتَنَ
وَلَمَنِ
ابْتُلِىَ
فَصَبَرَ،
فَوَاهاً.
-Mikdad
İbnu'l-Esved (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Bahtiyar,
fitneden kaçınan kimse ile, belalarla karşılaşınca sabreden kimsedir. Ne mutlu ona!"[504]
ـ
وعن ابْنِ
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
وَيْلٌ
لِلْعَرَبِ
مِنْ شَرٍّ
قَدِ
اقْتَرَبَ،
أفْلَحَ مَنْ كَفَّ
يَدَهُ.
-İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Yaklaşan bir şerden yazık Araplara! Elini çeken ondan
kurtulur."[505]
Kaydedilen son hadisler, özet olarak fitneye
bulaşmamayı ve imkan nisbetinde fitneden kaçmayı tavsiye etmektedir. Kapıya
kadar gelen fitneye, öldürülmeyi tercih edecek kadar bulaşmama emri, üzerinde
durulması gereken bir husustur. Zîra ulema, çeşitli nokta-i nazarları ve mukabil delilleri de
gözönüne alarak, mesele üzerinde ziyadesiyle durmuş ve enine boyuna
tartışmıştır. Fitne şartlarında yaşamamız haysiyetiyle bu hususların daha
sistemli ve teferruatlı olarak bilinmesinin gerekli ve faydalı olacağına
inanıyoruz. Bu sebeple mevzuyu biraz açıklayacağız. Fitnede herkese ferdî
olarak terettüp edecek vazifeleri şöyle sayabiliriz:
1- Fitnenin getireceği sıkıntılara sabır.
2- Fitnecileri yalnız bırakmak,
3- Uzlet; eve çekilmek, dağa çekilmek, terk-i
diyar etmek,
4- Öldürmektense ölmeyi tercih etmek. Fitnede
müdafa-i nefis meselesi,
5- Dilini tutmak,
6- Kalben
kerahet,
7- Mal ve evlatça hıffet,
8- Silah edinmemek,
İsmi Zikredilen
Fitneler
ـ عن حُذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: كُنَّا عِند
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فقال: أيُّكُمْ
يَحْفَظُ
حَدِيثَ
رَسُولِ
اللّهِ
في
الْفِتْنَةِ؟
فَقُلْتُ:
أنَا. قَالَ:
إنَّكَ
لَجَرِئٌ؛
وَكَيْفَ؟
قَالَ قُلْتُ:
سَمِعْتُهُ
يَقُولُ:
فِتْنَةُ
الرَّجُلِ في
أهْلِهِ
وَمَالِهِ
وَوَلَدِهِ
وَنَفْسِهِ
وَجَارِهِ
يُكَفِّرُهَا
الصِّيَامُ، وَالصََّةُ،
وَالصَّدَقَةُ،
وَا‘مْرُ بِالْمَعْرُوفِ،
وَالنَّهْىُ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
فقَالَ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
لَيْسَ هذَا
أُرِيدُ إنَّمَا
أُريدُ
الَّتِى
تَمُوجُ
كَمَوْجِ الْبَحْرِ
قَالَفَقُلْتُ:
مَالَكَ
وَلَهَا يَا
أمِيرَ
الْمُؤْمِنِينَ!
إنَّ بَيْنَكَ
وَبَيْنَهَا
بَاباً
مُغْلِقاً.
قَالَ: فَيُكْسَرُ
الْبَابُ أوْ
يُفْتَحُ؟
قَالَ: قُلْتُ:
َ. بَلْ
يُكْسَرُ.
قَالَ: ذلِكَ
أحْرَى أنْ َ
يُغْلَقَ
أبَداً.
فَقُلْنَا
لِحُذَيْفَةَ:
هَلْ كَانَ
عُمَرُ
يَعْلَمُ
مَنِ
الْبَابُ؟
قَالَ:
نَعَمْ،
كَمَا
يَعْلَمُ
أنَّ دُونَ
غَدٍ اللَّيْلَةَ،
إنِّي
حَدَّثْتُهُ
حَدِيثاً
لَيسَ
بِا‘غَالِيطِ.
فَقِيلَ
لِحُذَيْفَةَ:
مَنِ
الْبَابِ؟
قَالَ:
عُمَرُ.
-Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in yanında idik: Bize:"Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın fitne hakkındaki hadisini kim hafızasında tutuyor?" dedi. Ben
atılıp: "Ben biliyorum!" dedim."Sen iyi cür'etlisin,
nasılmış söyle bakalım!" dedi. Ben
de anlattım:"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Demişti ki:
"Kişinin fitnesi ehlinde, malında, çocuğunda, nefsinde ve komşusundadır.
Oruç, namaz, sadaka, emr-i bi'lmaruf ve nehy-i ani'lmünker bu fitneye kefaret olur!"Ömer
(radıyallahu anh) atılıp: "Ben bu
fitneyi kastetmemiştim. Ben öncelikle denizin dalgaları gibi dalgalanacak
(bütün cemiyeti sarsacak) fitneyi kastetmiştim!" dedi. Bunun üzerine
ben:"Ey mü'minlerin emîri! O fitne ile sizin ne alâkanız var! Sizinle onun
arasında kapalı bir kapı mevcut!"
dedim."Bu kapı kırılacak mı, açılacak mı?" dedi."Hayır
açılmayacak bilakis kırılacak!" dedim. Hz. Ömer
(hayıflanarak):"(Eyvah) Öyleyse ebediyen kapanmayacak!" buyurdu." Ravi der ki: "Biz Huzeyfe
(radıyallahu anh)'ye sorduk:"Ömer bu kapının kim olduğunu biliyor
muydu?""Evet, dedi. Yarından önce bu gecenin olacağını bildiği
katiyyette onu biliyordu. Ben hadis rivayet ettim; boş söz (ve efsane)
anlatmadım."Huzeyfe (radıyallahu anh)'ye soruldu:"O kapı
kimdir?" "Ömer (radıyallahu anh)'dir!" buyurdu."[506]
ـ
وفي رواية
لمسلم رحمه
اللّه قال:
سَمِعْتُ رَسُولَ
اللّهِ
يَقُولُ:
تُعْرَضُ الْفِتَنُ
عَلى
الْقُلُوبِ
كَالْحَصِيرِ
عَوْداً
عَوْداً.
فأىُّ قَلْبٍ
أُشْرِبَهَا
نَكَتَتْ
فِيهِ
نُكْتَةً
سَوْدَاءَ،
وَأىُّ قَلْبٍ
أنْكَرَهَا
نَكَتَتْ
فيهِ نُكْتَةً
بَيْضَاءَ
حَتّى
يَصِيرَ عَلى
قَلْبَيْنِ:
قَلْبٍ أبْيَضَ
مِثْلِ
الصَّفَا فََ
يَضُرُّهُ
فِتْنَةٌ مَا
دَامَتِ
السَّمواتُ
وَا‘رْضُ وَاخَرُ
أسْوَدُ
مُرْبَادٌّ
كَالْكُوزِ
مَجْخِيّاً َ
يَعْرِفُ
مَعْرُوفاً
وََ يُنْكِرُ
مُنْكَراً
إَّ مَا
أُشْرِبَ
مِنْ هَوَاهُ؛
وَفيهِ قَالَ
حُذَيْفَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
إنَّ بَيْنَكَ
وَبَيْنَهَا
بَاباً
مُغْلَقاً
يُوشِكُ أنْ
يُكْسَرُ
قَالَ عُمَرُ:
أكَسْراً َ أبَالَكَ؟
فَلَوْ
أنَّهُ
فُتِحَ،
كَانَ لَعَلَّهُ
يُعَادُ.
قَالَ:
وَحَدَّثْتُهُ
أنَّ ذلِكَ
الْبَابَ
رَجُلٌ
يُقْتَلُ أوْ
يَمُوتُ
حَدِيثاً
لَيْسَ
بِا‘غَالِيطِ.
فَقُلْتُ
لِسَعْدِ بْنِ
طَارِقٍ: مَا
أسْوَدُ
مُرْبَادٌّ؟
قَالَ:
شِدَّةُ
الْبَيَاضِ
في سَوَادٍ.
قُلْتُ: فَمَا
الْكُوزُ
مُجْخِيّاً؟
قَالَ:
مَنْكُوساً.
-Müslim rahimehullah'ın bir rivayetinde (Huzeyfe radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Demişti
ki:"Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine)
çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke
hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur.
Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar
durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak
duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan
(beşerî değerlerden) kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl)
bilir."Bu rivayette Huzeyfe (radıyallahu anh) der ki: "(Ey Ömer!)
Seninle o fitne arasında kapalı bir kapı vardır kırılması yakındır!"Hz.
Ömer atıldı: "Ey babasız kalasıca! O kırılacak mı? keşke açılsaydı.
Böylece tekrar (kapatılarak eski normal hale) dönülürdü!"Huzeyfe der ki:
"Ben ona bu kapı ile öldürülecek veya ölecek bir şahsın kinaye edildiğini
bildiren bir hadis söyledim. Mugalata (ve
efsane anlatıp boş laf) etmedim."Ravi der ki: "Sa'd İbnu Tarık'a
(hadiste geçen) "esvedü mürbad" tabiri ne demektir?" diye
sordum."Siyah üzerine şiddetli beyazlıktır" dedi. Ben tekrar
"elkûzu mechıyy" nedir?" dedim. "Tepetaklak (ters
çevrilmiş) testi!" diye cevap verdi."[507]
Bu hadis,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, istikbalde olacakları haber
verme sınıfına giren mucizelerdendir. Aslında gaybı sadece Allah bilir. Ancak
Allah'ın bildirmesiyle insanlar da bilebilir. Peygamberler, Allah'ın gaybı
bildirme nimetine en ziyade mazhar olan kimselerdir. Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), en kamil mertebede
bu nimete mazhar olmuştur.
ـ
وعن حسّان
بْنِ عَطيّة
عن جُبير بن
نُفَيْر عن
رجل من أصحاب
النبي
يقال له ذو
مخبر قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
سَتُصَالِحُونَ
الرُّومَ
صُلْحاً
آمِناً
فَتَنْزُونَ
أنْتُمْ
وَهُمْ
عَدُوّاً
مِنْ
وَرَائِكُمْ
فَتُنْصَرُونَ
وَتَغْنَمُونَ
وَتَسْلَمُونَ،
ثُمَّ
تَرْجِعُونَ
حَتّى
تَنْزِلُوا
بِمَرْجٍ ذِى
تُلُول،
فَيَرْفَعُ
رَجُلٌ مِنْ أهْلِ
النَّصْرَانِيَّةِ
الصَّلِيبَ؛
فَيَقُولُ:
غَلَبَ
الصَّلِىبُ،
فَيَغْضَبُ
رَجُلٌ مِنَ
الْمُسْلِمِينَ،
فَيَدُقُّهُ.
فَعِنْدَ
ذلِكَ تَغْدِرُ
الْرُّومُ
وَتَجْتَمِعُ
لِلْمَلْحَمَةِ
وَيَثُورُ
الْمُسْلِمُونَ
الى أسْلِحَتِهِمْ
فَيَقْتِلُونَ،
فَيُكْرِمُ
اللّهُ
تِلْكَ
الْعِصَابَةَ
بِالشَّهَادَةِ.
-Hassan İbnu Atiyye, Cübeyr İbnu Nüfeyr'den, o da Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Zi-Mihber denen bir sahabisinden naklen anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Rumlarla
güvenilir bir sulh yapacaksınız. Onlar
arkanızda (başkalarına) düşman olacaklar, sizler (de diğer düşmanlarınızla)
savaşacak ve (Allah'ın keremiyle) yardıma mazhar olacaksınız; ganimet elde
edecek, selamete ereceksiniz. Sonra dönüp tepelikli bir çayıra ineceksiniz.
Hıristiyanlardan biri salibi kaldıracak ve: "Salib galebe çaldı!"
diyecek. Müslümarlandan bir adam öfkelenip onu (salibi) kıracak. Bunun üzerine
Rum, (antlaşmasına) ihanet edip büyük bir savaş için toplanacak. Müslümanlar
da silaha sarılıp savaşacaklar. Allah bu
orduya şehadet lutfedecek."[508]
ـ
وعن أمُّ
سلَمَة زوج
النبي
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها قالت: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
يَكُونُ
اخْتَِفٌ
عنْدَ مَوْتِ
خَلِيفَةٍ.
فَيَخْرُجُ
رَجُلٌ مِنْ أهْلِ
الْمَدِينَةِ
هَارباً الى
مَكَّةَ فَيأتِيهِ
نَاسٌ مِنْ
أهْلِ
مَكَّةَ
فَيُخْرِجُونَهُ
وَهُوَ
كَارِهٌ،
فَيُبَايِعُونَهُ
بَيْنَ
الرُّكْنِ
وَالْمَقَامِ،
وَيُبْعَثُ
اليْهِمْ
بَعْثٌ مِن
الشَّامِ
فَيُخْسِفُ
بِهِمْ
بِالْبَيْداءِ
بَيْنَ
مَكَّةَ
وَالْمَدِينَةِ.
فَإذَا رَأى
النَّاسُ
ذلِكَ أتَاهُ
أبْدَالُ الشَّامِ
وَعَصَائِبُ
أهْلِ
الْعِرَاق فَيَبُايِعُونَهُ.
ثُمَّ
يَنْشَأُ
رَجُلٌ مِنْ
قُرَيْش،
أخْوَالُهُ
كَلْبٌ
فَيَبْعَثُ
إلَيْهِ
بَعْثاً
فَيَظْهَرُونَ
عَلَيْهِمْ
وَذلِكَ
بَعْثُ
كَلْبٍ،
وَالْخَيْبَةُ
لِمَنْ
يَشْهَدْ غَنِيمَةَ
كَلْبٍ.
فَيَقْسِمُ
الْمَالَ وَيَعْمَلُ
في النَّاسِ
بِسُنّةِ
نَبِيِّهِمْ
وَيُلْقى
ا“سَْمُ
بِجِرَانِهِ
الى ا‘رْضِ،
فَيَلْبَثُ
سَبْعَ
سِنِينَ،
وَقَالَ بَعْضُ
الرُّوَاةِ: تِسْعَ
سِنِينَ،
ثُمَّ
يَتَوَفَّى
وَيُصَلّى
عَلَيْهِ
الْمُسْلِمُونَ.
-Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinden Ümmü
Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Bir halifenin ölümü anında (ehl-i hal ve akd arasında)
ihtilaf olacak. (O zaman) Medine ahalisinden bir adam (Mehdi) kaçarak Mekke'ye
gidecek. Mekke halkından bir kısmı ona gelecek ve (fitne çıkar korkusuyla)
istemediği halde onu (evinden) çıkaracaklar. Rükn ile Makam arasında ona biat
edecekler. Onları (ortadan kaldırmak için) Şam'dan bir ordu gönderilecek. Ordu
Mekke-Medine arasındaki el-Beyda'da yere batırılacak. İnsanlar bu (kerameti)
görünce Şam'ın ebdalı ve Irak ahalisinin velileri ona gelip biat ederler. Sonra
Kureyş'ten dayıları Kelb kabilesinden olan bir adam zuhur eder ve (Mehdi ve
adamlarına) karşı bir ordu gönderir. Ama onlar bu orduya galebe çalarlar. Bu ordu, Kelbî'nin
(ihtirasıyla çıkarılmış) bir ordudur. Bu
Kelbî'nin ganimetine iştirak edemeyen zarara uğramıştır. (Mehdi, malı taksim
eder. Halk arasında peygamberlerinin sünnetini (ihya eder ve onun) ile amel
eder. İslam yeryüzünde yerleşir. Yedi yıl hayatta kalır. -Bazı raviler dokuz
yıl demiştir.- Sonra ölür ve Müslümanlar cenaze namazını kılarlar."[509]
ـ
وعن
ثَوْبَانِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
يُوشِكُ
ا‘ُمَمُ أنْ
تَدَاعِى
عَلَيْكُمْ
كَمَا تَتَدَاعَى
ا‘كَلَةُ الى
قَصْعِتِهَا.
فقَالَ قَائِلٌ:
مِنْ قِلَّةٍ
نَحْنُ
يَوْمَئِذٍ؟
قَالَ: َ. بَلْ
أنْتُمْ
يَوْمَئِذٍ
كَثِيرٌ، وَلكِنَّكُمْ
غُثَاءٌ
كَغُثَاءِ
السَّيْلِ،
وَلَيَنْزَعَنَّ
اللّهُ مِنْ
صُدُورِ
عَدُوِّكُمُ
الْمَهَابَةَ
مِنْكُمْ،
وليَقْذِفِنَّ
في
قُلُوبِكُمُ
الْوَهْن.
قِيلَ: وَمَا الْوَهْنُ؟
قَالَ: حُبُّ
الدُّنْيَا
وَكَرَاهَةُ
الْمَوْتِ.
-Hz. Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Size çullanmak üzere, yabancı
kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları
zaman yakındır."Orada bulunanlardan biri: "O gün sayıca azlığımızdan
mı?" diye sordu:"Hayır, buyurdular. Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin
sizler bir selin getirip yığdığı çerçöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan
çerçöpler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin
kalplerinize zaafı
atacak!""Zaaf da nedir ey Allah'ın Resulü?" denildi."Dünya
sevgisi ve ölüm korkusu!" buyurdular."[510]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), düşmana
karşı gerçek gücün ve gerçek zaafın ne olduğunu iki kelime ile ifade
etmektedir:
1- Dünya sevgisi
2- Ölüm korkusu
Bunların zıddı da gerçek gücü ifade eder. Sadece
ekonomik gücün değil, her çeşit insanî ve medenî kıymetlerin bile rakama
dökülüp kemiyetle ifade edildiği günümüz telakkisinden ne kadar farklı?
İslam'ın bidayetteki kemmî azlık ve ekonomik hiçliğe rağmen şehit olmak hırsı
ve Allah yolunda ölmek aşkıyla doluluk
sebebiyle elde edilen başarıları ve ulaşılan iktisadî zenginliği delil
kılarak, hadisin İslam âleminin günümüzdeki problemlerine de çözüm formülü
olabilecek bir hakikatı dile getirdiğini söylemek istiyoruz.
ـ
وعن حذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أنّهُ قال:
واللّهِ مَا
أدْرِى
أنسِيَ أصْحَابِي
أمْ
تَنَاسَوْا؟
واللّهِ مَا
تَرَكَ رَسُولُ
اللّهِ
مِنْ
قَائِدِ
فِتْنَةٍ الى
انْقِضَاءِ
الدُّنْيَا
يَبْلُغُ مَنْ
مَعَهُ
ثَثَمِائَةٍ
فَصَاعِداً إ
سَمَّاهُ
لَنَا
بِاسْمِهِ
واسْمِ
أبِيهِ
وَقَبِيلَتِهِ.
-Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh)
diyor ki: "Vallahi bilemiyorum! Arkadaşlarım gerçekten unuttular mı
yoksa unutmuş mu gözüküyorlar? Allah'a kasem olsun, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kıyamete kadar gelecek fitne başılardan üç yüz ve daha fazla etbaı
bulunan herkesi, hiçbirini bırakmadan, bize ismiyle, babasının ismiyle,
kabilesiyle söyleyip haber verdi."[511]
ـ
وعن ابن
عَمْرِو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إذَا
فُتِحَتْ
عَلَيْكُمْ
خَزَائِنُ
فَارِسَ
وَالرُّومِ،
أىُّ قَوْمٍ
أنْتُمْ؟ قَالَ
عَبْدُ
الرَّحْمنِ
ابْنُ عَوْفِ:
نَكُونُ
كَمَا
أمَرَنَا
اللّهُ
تَعَالَى.
فَقَالَ #:
بَلْ
تَتَنَافَسُونَ
وَتَتَحَاسَدُونَ
ثُمَّ
تَتَدَابَرُونَ
وَتَتَبَاغَضُونَ،
ثُمَّ
تَنْطَلِقُونَ
الى
مَسَاكِينَ
الْمُهَاجِرِينَ
فَتَحْمِلُونَ
بَعْضَهُمْ عَلى
رِقَابِ بَعْضٍ.
-İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün:"Size İran ve Bizans'ın
hazineleri açılınca, nasıl bir kavim olacaksınız?" diye sormuştu.
Abdurrahman İbnu Avf: "Allah'ın emrettiği şekilde oluruz!" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:"Bilakis, sizler birbirinizle münafese (menfaat
yarışı) edecek, hasedleşecek sonra da birbirinizden yüz çevirecek ve kinleşeceksiniz. Daha sonra
da muhacirlerin miskin (ve zayıf olan)larına gidip bir kısmını diğeri üzerine valiler yapacaksınız."[512]
ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إذَا
كَانَتْ
أُمَرَاؤُكُمْ
خِيَارَكُمْ،
وَأغْنِيَاؤُكُمْ
سُمَحَاءَكُمْ،
وَأُمُورُكُمْ
شُورَى بَيْنَكُمْ
فَظَهْرُ
ا‘رْضِ خَيْرٌ
لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا؛
وَإذَا
كَانَتْ
أُمَرَاؤُكُمْ
شَرَارَكُمْ،
وَأغْنِيَاؤُكُمْ
بُخََءَكُمْ
وَأُمُورُكُمْ
الى
نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ
ا‘رْضِ خَيْرٌ
لَكُمْ مِنْ
ظَهْرِهَا.
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Umeranız hayırlı olanlarınızdan
iseler, zenginleriniz sehâvetkâr kimselerse, işlerinizi aranızda müşavere ile
hallediyorsanız, bu durumda yerin üstü (hayat), altından (ölümden) hayırlıdır.
Eğer umeranız şerirlerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların
elinde ise, yerin altı üstünden, (ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır. (Çünkü
artık dini ikame imkanı kalmaz.)"[513]
ـ
وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
كَيْفَ
بِكُمْ إذَا
فَسَقَ
فِتْيَانُكُمْ،
وَطَغَى
نِسَاؤُكُمْ.
قَالُوا: يَا
رَسُولَ
اللّهِ؛
وَإنَّ ذلِكَ
لَكَائِنٌ. قَالَ:
نَعَمْ
وَأشَدُّ.
كَيْفَ إذَا
لَمْ تَأمُرُوا
بِالْمَعْرُوفِ
وَلَمْ
تَنْهَوْا عَنِ
الْمُنْكَرِ؟
قَالُوا: يَا
رَسُولَ اللّهِ،
وَإنَّ ذلِكَ
لَكَائِنٌ؟
قَالَ: نَعَمْ
وَأشَدُّ.
كَيْفَ
بِكُمْ إذَا
أمَرْتُمْ بِالْمُنْكَرِ
وَنَهَيْتُمْ
عَنِ الْمُعْرُوفِ؟
قَالُوا:يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
وإنَّ ذلِكَ
لَكَائِنٌ؟
قَالَ: نَعَمْ
وَأشَدُّ.
كَيْفَ
بِكُمْ إذَا
رَأيْتُمْ
الْمَعْرُوفَ
مُنْكَراً وَالْمُنْكَرَ
مَعْرُوفاً،
قَالُوا يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
وَإنَّ ذلِكَ
لَكَائِنٌ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
-Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):"Gençlerinizin fıska düştüğü,
kadınlarınızın azdığı zaman haliniz ne olur?" diye sormuştu. (Yanındakiler
hayretle):"Ey Allah'ın Resulü, yani böyle bir hal mi gelecek?"
dediler."Evet, hatta daha beteri!" buyurdu ve devam etti:"Emr-i
bi'lma'rufta bulunmadığınız, nehy-i ani'lmünker
yapmadığınız vakit haliniz ne olur?" diye sordu. (Yanındakiler
hayretle):"Yani bu olacak mı?" dediler."Evet, hatta daha beteri!"
buyurdular ve sormaya devam ettiler: "Münkeri emredip, ma'rufu
yasakladığınız zaman haliniz ne
olur?" (Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek): "Ey Allah'ın
Resulü! Bu mutlaka olacak mı?" dediler."Evet, hatta daha
beteri!" buyurdular ve devam ettiler:"Ma'rufu münker, münkeri de
ma'ruf addettiğiniz zaman haliniz ne olur?" (Yanındaki Ashab): "Ey
Allah'ın Resûlü! Bu mutlaka olacak mı?" diye sordular."Evet,
olacak!" buyurdular."[514]
İslam'ın en şaşaalı şekilde yaşandığı bir
anda, zamanımızdaki umumi bozukluğu olduğu gibi görüp tasvir etmek, gerçekten
nübüvvete has bir hadisedir, tam bir mucizedir. Resulullah tedricen şu hallerin
vukua geleceğini haber vermektedir:
1) Gençlerin taşkınlığı, kadınların azması.
2) Emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünkerin
terki.
3) Münkerin emredilmesi, ma'rufun
yasaklanması.
4) Ma'rufun münker münkerin ma'ruf
addedilmesi.
ـ وعن حذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: كَانَ النَّاسُ
يَسْألُونَ
رَسُولَ
اللّهِ
عَنِ
الْخَيْرِ،
وَكُنْتَ
أسْألُهُ
عَنِ الشَّرِّ،
مَخَافَةَ
أنْ
يُدْرِكَنِى.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنَّا
كُنَّا في جَاهِلِيَّةٍ
وَشَرٍّ
فَجَاءَنَا
اللّهُ بهذَا
الْخَيْرِ، فَهَلْ
بَعْدَ هذَا
الْخَيْرِ
مِنْ شَرٍّ. قَالَ:
نَعَمْ:
قُلْتُ:
فَهَلْ بعْدَ
ذلِكَ الشَّرِّ
مِنْ خَيْرٍ
قَالَ:
نَعَمْ،
وَفِيهِ دَخَنٌ.
فَقُلْتـ34وَمَا
دَخَنُهُ؟
قَالَ:قَوْمٌ
يَسْتَنُّونَ
بِغَيْرِ
سُنَّتِي
وَيَهْتَدُونَ
بِغَيْرِ
هَدْيِي
تَعْرِفُ
مِنْهُمْ وَتُنْكِرُ.
قُلْتُ:
فَهَلْ
بَعْدَ ذلِكَ
الْخَيْرِ
مِنْ شَرٍّ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
دُعَاةٌ على
أبْوَابِ
جَهَنَّمَ،
مَنْ
أجَابَهُمْ
إلَيْهَا
قَذَفُوهُ
فيهَا.
قُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
فَمَا
تَأمُرُنِى
إنْ
أدْرَكَنِى
ذلكَ؟ قَالَ:
تَلْزَمُ
جَمَاعَةَ
الْمُسْلِمينَ
وإمَامَهُمْ.
قُلْتُ: فإنْ
لَمْ يَكُنْ
جَمَاعَةٌ
وََ إمَامٌ؟
قَالَ:
فاعْتَزِلْ
تِلْكَ الْفِرَقَ
كُلِّهَا
وَلَوْ أنْ
تَعَضَّ بِأصْلِ
شَجَرَةٍ؛
حَتّى
يُدْرِكَكَ
الْمَوْتُ
وأنْتَ عَلى
ذلِكَ.
-Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a halk hayırdan sorardı. Ben ise, bana da ulaşabilir
korkusuyla, hep şerden sorardım. (Yine bir gün):"Ey Allah'ın Resulü! Biz
cahiliye devrinde şer içerisinde idik. Allah bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan
sonra tekrar şer var mı?" diye sordum."Evet var!" buyurdular.
Ben tekrar: "Pekiyi bu şerden sonra hayır var mı?" dedim."Evet
var! Fakat onda duman da var" buyurdular. Ben: "Duman da ne?"
dedim."Bir kavim var. Sünnetimden başka bir sünnet edinir; hidayetimden
başka bir hidayet arar. Bazı işlerini iyi (maruf) bulursun, bazı işlerini kötü (münker) bulursun"
buyurdular. Ben tekrar: "Bu hayırdan sonra başka bir şer kaldı mı?"
diye sordum."Evet! buyurdular. Cehennem kapısına çağıran davetçiler var.
Kim onlara icabet ederek o kapıya doğru giderse, onlar bunu ateşe atarlar"
buyurdular. Ben: "Ey Allah'ın Resulü! Ben (o güne) ulaşırsam, bana ne
emredersiniz?" dedim."Müslümanların cemaatine ve imamlarına uy,
onlardan ayrılma. [İmam sırtına (zulmen) vursa, malını (haksızlıkla) alsa da
onu dinle ve itaat et!]"
buyurdular."O zaman ne cemaat ne de imam yoksa?" dedim.
"O
takdirde bütün fırkaları terket (kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne dişlerinle
tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette kal!"
buyurdular."[515]
ـ
وعن
عبدالرّحمنِ
بن عبدِ رَبِّ
الْكَعْبَةِ.
قَالَ:
دَخَلْتُ
الْمَسْجِدَ
فإذَا عَبْدُاللّهِ
بْنُ عَمْرِو
بْنُ
الْعَاصِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
جَالِسٌفي
ظِلِّ الْكَعْبَةِ،
وَالنَّاسُ
في ظِلِّ
الْكَعْبَةِ
مُجْتَمِعُونَ
إلَيْهِ
فَجَلَسْتُ
إلَيْهِ.
فقَالَ: كُنَّا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ
في سَفَرٍ،
فَنَزَلْنَا
مَنْزًِ
فَمِنَّا
مَنْ يُصْلِحُ
خِبَاءَهُ
وَمِنَّا
مَنْ
يُنَضِّدُ رَحْلَهُ،
وَمِنَّا
مَنْ هُوَ في
جَشَرِهِ،
إذْ نَادَى
مُنَادِى
رَسُولِ
اللّهِ : الصََّةُ
جَامِعَة،
فَاجْتَمَعْنَا
إلَيْهِ. فقَالَ:
إنَّهُ لَمْ
يَكُنْ
نَبِيٌّ
قَبْلِي إَّ
كَانَ عَلَيْهِ
أنْ يَدُلَّ
أُمَّتَهُ
عَلى خَيْرِ
مَا يَعْلَمُهُ
لَهُمْ،
وَيُنْذِرَهُمْ
شَرَّ مَا
يَعْلَمُهُ
لَهُمْ،
وَإنَّ
أُمَّتِكُمْ
هذِهِ جُعِلَ
عَافِيتُهَا
في أوَّلِهَا،
وَسَيُصِيبُ
آخِرَهَا
بََءٌ،
وَأُمُورٌ تُنْكِرُونَهَا،
فَتَجئُ
فِتْنَةٌ
فَيَزْلِقُ
بَعْضُهَا بَعْضاً.
فَيَقُولُ
الْمُؤْمِنُ:
هذِهِ مُهْلِكتِي.
ثُمَّ
تَنْكَشِفُ
وَتَجِئُ
الْفِتْنَةُ.
فَيَقُولُ
الْمُؤْمِنُ:
هذِهِ هذِهِ. فَمَنْ
أحَبَّ أنْ
يُزَحْزَحَ
عَنِ النَّارِ
وَيُدْخَلَ
الْجَنَّةَ،
فَلْتَأتِهِ
مَنِيَّتُهُ
وَهُوَ
يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اخِرِ،
وَلْيَأتِ
الى النَّاسِ
مَا يُحِبُّ
أنْ يُؤْتى
إلَيْهِ،
وَمَنْ
بَايَعَ
إمَاماً فَأعَطَاهُ
صَفْقَةَ
يَدِهِ
وَثَمْرَةَ
قَلْبِهِ
فَلْيُطِعْهُ
مَا
اسْتَطَاعَ.
فإنْ جَاءَ
آخَرُ
يُنَازِعُهُ
فَاضْرِبُوا
عُنُقَ اخَرِ.
قَالَ:
فَدَنَوْتُ
مِنْهُ.
فَقُلْتُ:
أنْشُدُكَ اللّهَ،
أأنْتَ
سَمِعْتَ
هذَا مِنْ
رَسُولِ اللّهِ فأهْوى
إلى أُذُنِهِ
وَقَلْبُهُ
بِيَدِهِ؛
وَقَالَ:
سَمِعَتْهُ
أُذُنَاىَ،
وَوَعَاهُ
قَلْبِى.
فَقُلْتُ:
إنَّ ابْنَ
عَمِّكَ
مُعَاوِيَةَ
يَأمُرُنَا
أنْ نَأكُلَ
أمْوَالَنَا
بَيْنَنَا
بِالْبَاطِلِ،
وَنَقْتُلَ
أنْفُسَنَا،
واللّهُ
تَعالى
يَقُولُ: يَا
أُيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُوا َ
تَأكُلُوا
أمْوَالَكُمْ
بَيْنَكُمْ
بِالْبَاطِلِ
إَّ أنْ
تَكُونَ
تِجَارَةً
عَنْ تَرَاضٍ
مِنْكُمْ وََ
تَقْتُلُوا
أنْفُسَكُمْ
إنَّ اللّهَ
كَانَ بِكُمْ
رَحِيماً.
فَسَكَتَ
عَنِّى
سَاعَةً؛
ثُمَّ قَالَ:
أطْعِهُ في
طَاعَةِ
اللّهِ،
وَاعْصِهِ في
مَعْصِيَةِ
اللّهِ.
-Abdurrahman İbnu Abdi'l-Ka'be anlatıyor: "Mescide
girmiştim. Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ)'yı gördüm,
Ka'be'nin gölgesinde oturuyordu.
Ka'be'nin gölgesinde birçok kimse ona müteveccih olarak oturmuştu. Ben
de ona doğru oturdum. Şunu anlattı:"Bir seferde Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la beraberdik. Bir yerde konakladık. Kimimiz çadırını tamir
ediyor, kimimiz yerini düzlüyor, kimimiz hayvanlarını güdüyordu.
Derken Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın münadisi seslendi:
"es-Salatu câmia: Haydin namaza!" Resulullah'a gittik, yanında
toplandık. Şöyle buyurdular:"Benden
önce her peygamber, ümmeti için hayır bildiği şeyi onlara öğretmekle mükellef
idi. Onlar için şer bildiği şeyden de
onları inzar etmesi (korkutması) gerekli idi. Bilesiniz, şu ümmetinizin afiyeti
önce gelenler hakkında kesin kılınmıştır.
Sonrakiler belaya ve kötü addedeceğiniz birkısım hallere maruz kalacaklardır. Birbirini takip eden
fitneler gelecek. Mü'min: "Bu fitne helakimdir" diyecek. Sonra bu
kalkacak, başka bir fitne gelecek. "Helakim işte bundan, işte bundan"
diyecek. Öyleyse, kim ateşten uzak kalmayı ve cennete girmeyi dilerse, Allah'a
ve ahiret gününe inanır olduğu halde ölümü karşılasın. İnsanlara, onların
kendisine nasıl muamele etmelerini dilerse öyle muamelede bulunsun. Kim bir
imama biat edip samimiyetle sadakat sözü
vermiş ise, elinden geldikçe ona itaat
etsin. Bir başkası gelip, önceki ile münazaaya girişecek olursa sonradan
çıkanın boynunu uçurun."Ravi (Abdurrahman) der ki: "Abdullah İbnu
Amr'a yanaştım ve:"Allah aşkına söyle. Bu anlattıklarını bizzat kendin
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işittin mi?" dedim. Sorum üzerine
eliyle kulak ve kalbini tutarak:
"Evet
kulaklarım işitti, kalbim de belledi" dedi. Ben:"Ama, amcaoğlun
Muaviye, bize mallarımızı aramızda batıl bir şekilde yememizi, birbirimizi
öldürmemizi emrediyor. Halbuki Allah Teala hazretleri (mealen): "Ey iman
edenler! Birbirinizin malını haram
şekilde yemeyin; ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticaret başkadır. Birbirinizi ve kendinizi
öldürmeyin. Canlarınızı da boşu boşuna tehlikeye atmayın. Şüphesiz ki Allah
size merhametlidir" [516]
buyuruyor" dedim. Biraz sustu sonra:"Allah'a itaatte ona itaat et,
Allah'a isyanda ona isyan et" dedi."[517]
Hadis, izah gerektirmeyecek kadar açık.
ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ :
يُوشِكُ
أهْلُ
الْعِرَاقِ أنْ
َ يَجِئَ
إلَيْهِمْ
قَفِيزٌ وََ
دِرْهَمٌ.
قِيلَ: مِنْ
أيْنَ؟ قَالَ:
مِنْ قِبَلِ
الْعَجَمِ
يَمْنَعُونَ
ذلِكَ. ثُمَّ
قَالَ:
يُوشِكُ
أهْلُ الشَّامِ
أنْ َ يَجِئَ
إلَيْهِمْ
دِيَنارٌ وََ
مُدْيٌ.
قِيلَ: مِنْ
أيْنَ ذلِكَ؟
قَالَ: مِنْ قِبَلِ
الرُّومِ.
ثُمَّ سَكَتَ
هُنَيْهَةً.
-Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Irak ehline bir ölçeklik yiyecek ve tek dirhemlik paranın gelmeyeceği
zaman yakındır!" buyurmuşlardı. "Nereden?" diye soruldu. "Acem
diyarından. Onlar bunu yasaklayacak" buyurdu ve devamla:"Şam ehline
de tek dinarlık paranın ve bir ölçeklik yiyeceğin gelmeyeceği zaman
yakındır" buyurdular. Yine: "Bu nereden gelmeyecek?" diye
soruldu."Rum cihetinden" buyurdular. Sonra (Hz. Cabir) bir müddet
sustu (ve ilave etti: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) dedi
ki:"Ümmetimin sonunda bir halife gelecek;
malı sayı ile değil, avuç avuç dağıtacak!]"[518]
ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
يَكُونُ في
آخِرِ
أُمَّتِى
خَلِيفَةٌ
يَحْثِي
الْمَالَ
حَثْياً َ
يَعُدُّهُ
عَدّاً. قيلَ
‘بِى نَضْرَةَ
وَأبِى
الْعََءِ:
أتَرَيَانِ
أنَّهُ
عُمَرُ بْنُ
عَبْدِ
الْعَزِيزِ؟
قَاَ: َ.
-Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ümmetimin sonunda bir halife
gelecek, malı sayarak değil, avuçlayarak dağıtacak."Hadisi (Hz. Cabir'den
rivayet eden) Ebu Nadre ve Ebu'l A'la'ya:"Bunun Ömer İbnu Abdilaziz
olmasına ne dersiniz?" diye sorulmuştu. Onlar:"Hayır,
(değildir)!" dediler.[519]
ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
عَرْشَ
إبْلِيسَ
عَلى الْبَحْرِ،
فَيَبْعَثُ
سَرَايَاهُ
فَيَفْتِنُونَ
النَّاسَ،
وَأعْظَمُهُمْ
عِنْدَهُ مِنْزِلَةً
أعْظَمُهُمْ
فِتْنَةً،
يَجِئُ
أحَدُهُمْ
فَيَقُولُ
فَعَلْتُ
كذَا وكذَا.
فَيَقُول: مَا
صَنَعْتَ
شَيْئاً.
ثُمَّ يَجِئُ
أخَرُ.
فَيَقُولُ:
مَا
تَرَكْتُهُ
حَتّى فَرَّقْتُ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
امْرَأتِهِ فَيُدْنِيهِ
مِنْهُ
وَيَلْتَزِمُهُ.
فَيَقُولُ:
نَعَمْ أنْتَ.
Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İblis'in arşı deniz üzerindedir. Oradan askerlerini
gönderip insanları fitneye atar. Bunlardan, yanında mertebece en yüksek olanı
en büyük fitneyi çıkarandır. Askerlerinden biri gelip: "Şunu şunu
yaptım!" der. İblis: "Hiçbir şey yapmamışsın!" der. Sonra bir
diğeri gelip: "Ben falanı(n peşini) hanımıyla arasını açıncaya kadar
bırakmadım!" der."[520]
ـ
وعن أبى
الْبخترى. قال
حَدَّثنِى من
سمع النبي قال:
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : لَنْ
يَهْلِكَ
النَّاسُ
حَتّى
يَعْذُروُا،
أوْ
يُعْذِرُوا
مِنْ أنْفُسِهِمْ.
-Ebu'l-Bahterî anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı dinleyen bir zatın bana anlattığına göre Resulullah demiştir ki: "İnsanlar,
günahları çoğalmadıkça helak olmayacaklardır."[521]
ـ
وعن سلمة بن
ا‘كوع رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
سَلَّ
عَلَيْنَا
السَّيْفَ
فَلَيْسَ
مِنَّا.
-Seleme İbnu'l-Ekva
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim bize kılıç kaldırırsa bizden değildir."[522]
ـ
وعن أبى مُوسى
وابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهم
قا: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
حَمَلَ عَلَيْنَا
السَِّحَ
فَلَيْسَ
مِنَّا.
-Ebu Mûsa ve İbnu Ömer radıyallahu anhüm anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim bize karşı
silah taşırsa bizden değildir."[523]
ـ
وعن
عبْدِاللّهِ
بنِ الزبير
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
شَهَرَ
سَيْفَهُ
ثُمَّ
وَضَعَهُ
فَدَمُهُ هَدَرٌ.
-Abdullah İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhüma) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim kılıcını
çeker sonra koyarsa kanı hederdir."[524]
Hz. Peygamber (a.s)'ın hadislerinde
"elfitne" değil "el-Fiten" yani sadece bir fitne değil,
fitneler mevzubahistir. Öyle ise bu sıfatlardan
bazen biri, bazen birkaçı, bazen da hepsi görülebilir.
1-Fitne Yavaş
Gelişir
2-Fitne Bir
Kere Çıktı mı Sonu Gelmez
4-Fitne, Fikrî
Gruplaşmadır
5-Yalan Artar
6-Gerçeklerin
İstismarı
7-Herkes Kendi
Görüşünü Beğenir
8-Cehalet Artar
9-Şaşkınlık
10- Din-Sultan
Ayrılıgı
11-Din Lafta
Kalır
12-Dinin Tatbikatı
Zorlaşır
13-İrtidat Artar
14- Zenginlik
Artar
15-Cimrilik
Artar
16-Asiller Öldürülür,
Meydan Adilere Kalır
17-Fitnede Gençler
Rol Oynar
18-Katl (Öldürme)
Vakaları Artar
20-Emniyet
ve Güven Kalmaz
21-Ölüm Aranır
22-Ganimet
(Devlet Malı) Helal Addedilir
23-Fitnenin
Girmediği Ev Kalmaz
Fert ve toplum
hayatında en büyük kötülüklerin başında fitne ve fesat gelir. Bu öyle bir
kötülüktür ki, adam öldürmekten daha kötü olarak belirtilmiştir. Fitne, fesat,
toplumu oluşturan fertlerin iç dünyalarının kokuşmuşluğunun tezahürü olan,
varlık aleminde iyi, doğru ve yararlı olanı ortadan kaldırmak için ortaya
konulan eylemdir. Fesat, tarih boyunca mazlum kitlelerin haklarını gasp eden
Müstekbirlerin yeryüzündeki yegane rolleridir.
Günümüzde ise
gücü elinde bulunduran ve gelişmiş ülkeler adını taşıyan müstekbirlerin mazlum
ve mahrum dünya halklarına karşı yürüttükleri ekonomik, askeri, siyasi ve
kültürel baskı ve sömürü şeklinde tezahür eden ve dünya barışını sürekli tehdit
eden fitneden ve fesattan başka bir şey değildir.
İnsanlık için
son derece tehlikeli bir hastalık olan fesadın yeryüzünden kaldırılması için
gönderilen peygamberler, getirdikleri yüce değerler sistemi ile fertlerin iç
dünyalarını iman ve takva ile temizleyip fesadı salaha dönüştürerek fert ve
toplum hayatında en büyük olumlu değişimi gerçekleştirmişlerdir. Çünkü
fertlerin iç dünyalarında kökleşmiş ve kronik bir hal almış fesat hastalığının
yegane ilacı vahiy kaynaklı tedavilerdir. Bu tedavinin ana esprisi ise Allah’a
ve ölümden sonraki hesap gününe samimi bir inancı yaşamaktır.
Emr-i Bi'l-Ma'ruf
Nehy-i ani'l-Münker: İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma.
Maruf, İslamın emrettiği; münker, şerîatın
yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye
maruf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de
münker denilir.[525]
Yani marufu emretmek
iman ve itaata çağırmak; münkerden nehyetmek de küfür ve Allah'a başkaldırmaya
karşı durmaktır.[526]
Kur'an-ı Kerîm'de,
''Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir
ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir"[527] buyurulmaktadır. Bu ayetle marufun
emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır.
İslâm uleması bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden
sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün
müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir.[528]
ـ
عن طارق بن
شهاب أنّ أولَ
منْ بدأَ
بخُطبةِ العِيدِ
قَبلَ الصّةِ
مَروانُ
فقامَ إلَيْهِ
رجلٌ فقالَ:
الصّةُ قَبلَ
الخطبةِ،
فقالَ قدْ
تُركَ ما
هُنالِكَ،
فقالَ أبو
سعيد الخدرى
رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
أمّا هذا فقد
قضَى ما عليهِ،
سمعتُ رسُولَ
اللّهِ
يقُولُ: مَنْ
رأى مِنْكُمْ
مُنْكراً
فلْيُغيرْهُ
بيدِه، فإن لم
يستطعْ
فبلسانهِ،
فإن لم يستطعْ
فبقَلْبِهِ،
وذلك أضْعَفُ
ا“يمانِ.
-Târık İbnu Şihâb anlatıyor: "Bayram hutbesini okuma işini
namazdan öne alanın ilki Mervan'dır. O, bu işe tevessül edince cemaatten birisi
ayağa kalkarak: "Yanlış iş yapıyorsun, namazın hutbeden önce kılınması
gerekir" dedi. Mervan: "Artık o usül terkedildi" diyerek devam
etmek istedi. Ebu Saîdu'l-Hudrî ortaya atılarak: "Bu adam, üzerine düşen
uyarma vazifesini yaptı. Zira ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
şöyle söylediğini işittim: "Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir münker
görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla
düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı imanın en zayıf
mertebesidir."
Tirmizî'nin
rivâyetinde şöyle denir: "Bir adam kalkarak ey Mervan sünnete muhalefet
ettin..." dedi.Ebu Dâvud şu ziyadeyi kaydeder: Sen bayram gününde minberi
(musallaya) çıkardın. Halbuki daha önce bayramda minber çıkarılmazdı. Bir de
hutbeyi namazda öne aldın."Nevevî rivayetinde bu açıklamalar yok, sadece
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözleri var.[529]
Dinimizin
hayatiyetini koruyan mühim bir müessese olan iyiliğin emir, kötülüğün
yasaklanması meselesine kısaca temas edeceğiz. Emredilecek olan MA'RUF, aklın
ve şeriatın güzel kabul ettiği her şeydir. Yasaklanacak olan Münker de yine
aklın ve şeriatın çirkin bulup reddettiği her şeydir. Gerek Kur'ân-ı Kerîm'in
birçok âyetleri ve gerekse Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın pek çok hadisleri
mü'minleri bu meselede teşvik eder.
Emr-i bi'lma'ruf ve
nehy-i ani'lmünker yapmayan milletlerin tarihte çöktükleri ve gelecekte de musibet
ve belalara mâruz kalacakları, çökecekleri belirtilir.
ـ
وعن ابن مسعود
رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَا
مِنْ نَبِىٍّ
بعثَهُ
اللّهُ تعالى
في أمَّةٍ
قبلِى إّ
كَانَ لَهُ
مِنْ أمّتِهِ
حَوارِيُّونَ
وَأصْحابٌ
يأخذُونَ بِسُنَّتِهِ
وَيَقْتَدُونَ
بأمرِهِ ثم
إنهَا تخلُفُ
مِنْ بعدهم
خُلوفٌ
يَقُولونَ ما
يَفْعَلُونَ
وَيَفْعَلُونَ
مَا
يُؤمَرُونَ،
فَمَنْ جَاهَدَهُمْ
بيدِهِ
فَهُوَ
مُؤْمِنٌ
وَمَنْ
جَاَهَدَهُمْ
بِلِسانهِ
فَهُو
مُؤْمِنٌ وَمَنْ
جَاهَدَهُمْ
بِقَلْبِهِ
فَهَُوَ مُؤمِنٌ.
ليس وراء ذلك
من ا“يمان
حبةُ خردلٍ.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Benden önce Allah'ın gönderdiği
her peygamberin mutlaka ümmetinden havarîleri ve arkadaşları olmuştur. Bunlar
onun sünnetiyle amel ederler emirlerini de yerine getirirlerdi. sonra, bu peygamberlerin ardından öylesi kötüler
zuhûr etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de
yapmışlardır. Kim bu güruhla eliyle mücahede ederse mü'mindir. Kim onunla
diliyle mücahede ederse o da mü'mindir.
Kim de onlarla kalbiyle mücahede ederse o da mü' mindir. Bunun gerisine,
artık zerre miktar iman yoktur.[530]
İşlenen bir kötülük
(münker) karşısında, mü'min, şartlara göre mutlaka bir tavır alacaktır. Eliyle
müdâhale ettiği takdirde halledebileceği, müessir olabileceği bir durumsa
eliyle, sözle faydalı olabilecekse diliyle müdâhale edecektir. Her ikisi de fayda
vermeyecek bir durumda ise kalben buğzederek taraftar olmadığını belirtecektir.
Bunu da yapmazsa o münkeri hoş görüyor demektir. Bu elbette imanla bağdaşmaz.
ـ
وعنهُ رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
لَمَّا
وَقَعَتْ
بَنُوا
إسْرائيلَ في
المعاصى
نَهْتهمْ
علماؤُهمْ
فلَم ينتهُوا
فجالسُوهمْ
وواكلُوهمْ
وشاربُوهمْ
فضربَ اللّهُ
تعالى قلوبَ
بعضِهم ببعضٍ
ولعَنَهم على
لِسانِ داودَ
)اية(، ثمّ
جلَسَ
وَكَانَ متّكئاً
فقَال :
وَالَّذِى
نفسى بِيدِهِ
حتّى تأطُروهم
على الحقِّ
إطراً.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "İsrailoğulları bir kısım günahlar
işlemeye başlayınca âlimleri onları bu işlerden menettiler. Ancak onlar
dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve
beraber içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalâletini öbürüne
katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı.
"Dâvud'un ve Meryem oğlu İsâ'nın diliyle onları lânetledi..."[531] Sonra,
ayakta bulunan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oturarak sözünü tamamladı:
"Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Zat'a yemin ederim, onları hak adına
kötülüklerden men etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz).[532]
ـ
وعن قيس بن
أبى حازم قال:
قال أبو بكر
رضى اللّهُ
عنه، بعد أن
حمِدَ اللّهَ
تعالى
وأثْنَى عليهِ:
يا أيّها
النّاسُ
إنّكمْ
تقرؤنَ هذه
ايةَ
وتَضُعونَهَا
على غيرِ
مَوضِعِها
يَا أيها
الَّذينَ آمنُوا
عَليكُمْ
أنفُسَكُمْ يَضُرُّكُمْ
مَنْ ضَلَّ
إذا
اهْتَدَيْتُمْ
وَإنّا
سمِعْنَا
رَسُولَ
اللّهِ
يَقُول:إنّ
النّاسَ إذا
رَأَوُا
الظالمَ
فَلمْ يأخُذُوا
عَلى يدِهِ
أوشَكَ أنْ
يَعمّهُمُ
اللّهُ تعالى
بِعقَابٍ،
وإنّى
سمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
يقول: مَا مِنْ
قَوْمٍ
يُعْمَلُ
فِيهِمْ
بِالمَعاصِى
ثمّ
يَقدِرُونَ
عَلى أن
يُغيرُوا فلم
يُغيرُوا إّ
يوشَكُ أن
يَعمّهم
اللّهُ
بِعقابٍ.
-Kays İbnu Ebî Hâzım anlatıyor: "Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh) Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senadan sonra buyurdu ki: "Ey insanlar! Sizler
şu âyeti okuyor ve fakat yanlış anlıyorsunuz: "Ey iman edenler, siz
kendinize bakın. Doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez."[533]Biz
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "İnsanlar, zâlimi görüp elinden
tutmazlarsa, Allah'n, hepsine ulaşacak umumî bir belâ göndermesi yakındır"
dediğini işittik." Keza ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu
halde, seyirci kalır, müdâhale etmezse, Allah'ın hepsini saran umumî bir belâ göndermesi yakındır" dediğini
işittim.[534]
ـ
وعن حذيفة
رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ :
وَالَّذِى
بِيَدِهِ
لَتأمُرُنَّ
بِالْمَعْرُوفِ
وَلَتَنْهَوُنَّ
عن المنكرِ أو
ليوشِكنّ
اللّهُ أن
يبعثَ عليكم
عقاباً منه ثم
تدْعونهُ ف
يستجيبُ لكمْ.
-Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Nefsimi kudret elinde tutan Zat'a kasem olsun,
ya ma'rufu emreder ve münkerden de yasaklarsınız veya Allah'ın katından umumî
bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duanız kabul
edilmez."[535]
ـ
وعن ابن مسعود
رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
]إنّكم
منْصُورونَ
وَمصيبُونَ
ومفتوحٌ
عليْكمْ: فمنْ
أدرََكَ ذلك
منكمْ فليتقِ
اللّهَ تعالى
وليأمرْ بالمعروفِ
ولْينهَ عن
المنكرِ، ومن
كذَبَ علىّ متَعمداً
فليتبوأ
مقعَدَهُ منَ
النّارِ.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizler yardım görecek, ganimetler
elde edecek ve birçok memleketleri fethedeceksiniz. Sizden kim bu vakte ererse,
Allah'tan çekinsin, ma'rufu emredip, münkerden de nehyetsin. Kim de bile bile
bana yalan nisbet ederse, ateşteki yerini hazırlasın."[536]
ـ وعن
عُرس بن ِ
عميرةَ
الكندِىِّ
رَضِىَ اللّهُ
عنهُ قال:
قالَ رَسُولُ
اللّهِ : إذا
عُملتِ
الخطيئةُ في
ا‘رضِ كَانَ
مَنْ
شَهدَهَا فأنكرَهَا
كمنْ غابَ
عنهَا،
وَمَنْ غابَ
عنهَا
فَرَضِيَهَا
كانَ كمنْ
شهدهَا.
-Urs İbnu Amîre el-Kindî (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yeryüzünde bir kötülük
işlendiği vakit, ona şâhid olan bunu takbîh ederse (kötü olduğunu teyîd
ederse), o kötülüğü görmemiş gibi zararından kurtulur. O kötülüğe şâhid
olmadığı halde, işittiği zaman memnun kalan kimse, sanki şâhid olmuş gibi mânen
zarar görür."[537]
ـ وعن أبى
سعيدٍ رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ : ]إنَّ
منْ أعظمِ
الْجهَادِ كلمةَ
عدلٍ عندَ
سُلطانٍ
جائرٍ.
-Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Zâlim sultanın yanında gerçeği
söylemek en büyük cihaddandır."[538]
Dinî nasslarda
irşadın (emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker faaliyetlerinin) terki ile
fitnenin zuhuru ve yaygınlaşması arasında sıkı bir alâka kurulmaktadır.
Emr-i bi'lma'ruf ve
nehy-i ani'lmünkerin terki, sâdece ümmet-i Muhammed için bir felâket kaynağı
olmayıp, insan cemiyetlerinin hepsinde tâ başlangıcından beri sünnetullah'a
dahil umumî, içtimâî bir kanundur. İnsanlık tarihinde felâketlere mâruz kalan,
silinip yok olan milletler, fenâlıkların yayılmasına seyirci kalan, zamanında
yeterli ve müessir şekilde irşad vazîfesini yerine getirmeyen milletlerdir.
Başlarına gelenler, bu ihmallerinin ilâhî cezasıdır, tabiî sonucudur.
Kaydedeceğimiz iki âyet bu açıdan düşündürücüdür. Birinci âyet, felâketin
sebebini, fesadı önleyici kimselerden yokluğuna bağlarken, ikinci âyet fesâdı
önleyenler bulundukça sırf şirk yüzünden milletlerin helâk edilmeyeceklerini
ifâde etmektedir:
فَلَوْلَا
كَانَ مِنَ
الْقُرُونِ
مِنْ قَبْلِكُمْ
اُولُوا
بَقِيَّةٍ
يَنْهَوْنَ
عَنِ
الْفَسَادِ فِى
الْاَرْضِ
اِلَّا
قَليلًا
مِمَّنْ اَنْجَيْنَا
مِنْهُمْ
وَاتَّبَعَ
الَّذينَ ظَلَمُوا
مَا
اُتْرِفُوا
فيهِ
وَكَانُوا
مُجْرِمينَ
"Sizden
önceki devirlerde (insanları) yer yüzünde fesad (çıkarmak)dan vazgeçirmeye
çalışacak (bu sûretle onları helâktan kurtaracak) fazîlet sâhibleri bulunmalı
değil miydi?..."[539]
وَمَا
كَانَ
رَبُّكَ
لِيُهْلِكَ
الْقُرى بِظُلْمٍ
وَاَهْلُهَا
مُصْلِحُونَ
"Senin
Rabbin -ahâlisi (hem nefisleri, hem yekdiğerini) ıslah edip dururken de- o
memleketleri (sırf) şirk yüzünden helâk edecek değildi ya"[540]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) Benî İsrâil'den misâl vererek onların emr-i bi'lma'ruf
ve nehy-i ani'lmünker ihmalleri ve lâubalilikleri yüzünden felâkete
uğradıklarını belirtir. Benî İsrâil'in içine bozulma düştüğü zaman kişi, kardeşini
günah üzere görür ve onu bundan men ederdi. Ancak ertesi gün, bir gün önce
yasakladığı şeyleri yapan kimselerle yemede, içmede, sohbette arkadaşlık
yapmadan çekinmezdi. Bunun üzerine Allah onların kalblerini birbirlerine
karıştırarak hepsini saptırdı.
Nitekim İbnu Abbâs:
وَاتَّقُوا
فِتْنَةً
لَاتُصيبَنَّ
الَّذينَ
ظَلَمُوا
مِنْكُمْ
خَاصَّةً
وَاعْلَمُوا
اَنَّ اللّهَ
شَديدُ
الْعِقَابِ
"Öyle
bir fitneden sakının ki, o (geldiği zaman) içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz
(âmmeye de sirâyet ve hepinizi perîşan eder), hem bilin ki Allah şüphesiz azabı
çetin olandır"[541] âyetini tefsîr ederken şu
netîceyi çıkarır: "Cenâb-ı Hakk burada mü'minlere, aralarında tek bir
münkerin yer etmesine meydan vermemelerini emretmekte ve bu emre uymayanları
azabla korkutmaktadır.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), cemiyetin kaderini, yarınını alâkadar eden emr-i
bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker hizmetini ifâ etmek gerektiğini, yâni dinin
yasakladığı bir şey yapılmaya, emrettiği bir şey de terkedilmeye başlandığı
zaman hakkı teblîğ ederken yılmamak gerektiğini ifade eder. Hak, sultâna karşı
da, halka karşı da çekinilmeden söylenmelidir.
Görüldüğü şekilde
Kur'ân ve hadiste müstesnâ bir yer ve fevkalâde bir ehemmiyet verilmiş olan
emr-i bi'lma'rûf ve nehy-i ani'lmünker işinin mutlak olarak farziyetinde bütün
İslâm fırkaları ittifak eder.
وَلْتَكُنْ
مِنْكُمْ
اُمَّةٌ
يَدْعُونَ اِلَى
الْخَيْرِ
وَيَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَيَنْهَوْنَ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَاُولئِكَ
هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
"Sizden
öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği
emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin
tâ kendileridir."[542]
Bir diğer âyet
şudur:
وَاْمُرْ
بِالْمَعْرُوفِ
وَانْهَ عَنِ
الْمُنْكَرِ
"İyiliği
emret, kötülükten vaz geçir."[543]
Birinci Şart: Bunu yapacak olan kimsenin
bunun ne olduğunu bilmesidir. Yâni emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker
muayyen bir vâcib midir veya herhangi muhayyer bir iş midir, veya herkese şâmil
umûmî bir vâcib midir, yoksa bazılarının yapmasıyla diğer kimselerden sâkıt
olacak kifâye bir vâcib midir? Keza, yasaklanacak şey hakkında da bu hususların
bilinmesi gerekir (yâni o bir haram mı, mekruh mu, mendub mu, farz mı vs.)
Kısacası ilk şart, emredilecek veya nehyedilecek şeyin (vâcib, mendub vs.
nevinden) farklı oluşlarına göre, emir ve nehiyde bulunmanın da (vâcib, mendub
vs. olarak) değişik bir hükme tâbi olduğunu emir ve nehiy ânında bilmektir, tâ
ki emir ve nehiy şeriatça uygun olan şey için yapılmış olsun."
İkinci Şart: Müessir olunacağına dâir kanaattir.
Öyle ki, te'sîr etmiyeceği kesinlikle bilinmemelidir. Aksi takdirde yapılan iş,
abesle iştigâl, malâyanî ile vakit öldürme olur. Tesirsiz bile olsa, bu
davranışta dinin azîz kılınmasından ziyâde alçaltılması da mevzubahs olabilir.
Üçüncü Şart: Emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i
ani'lmünker sonunda elde edilecek müsbet netice, ortadaki fenâlıktan daha çok
veya en azından ona denk olmalıdır. Bu söylenen, vâcib olan emr-i bi'lma'rûf ve
nehy-i ani'lmünker hakkındadır. Câiz olan hakkında değildir. Hatta âlimler,
darbe ve benzeri yolla, münker işleyeni alt edemeyip öldüreceği zannında olsa
bile müdâhale etmesinin câiz olacağını söylerler. Ancak bu durumda onun sükut
etmesine de ruhsat verilmiştir. Bu cevaz, öldürüleceğini zannettiği hâlde
müşriklere tek başına hücum eden kimse hakkındaki hükme muhaliftir. Zira, böyle
birisi öldürmek veya yaralamak veya bozguna uğratmak sûretiyle galebe çalacağı
hususunda zann-ı gâlibi hâsıl olursa saldırması câizdir.
İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak sosyalleşmesinin
ahlakın esasıdır. Çünkü sosyalleşmeyen ahlak, zamanla kendi içinde sönmeye
maruz kalır ve ahlaksız şeyler alışkanlığa dönüşür.
Dışa yansımayan, çevresine ışık tutmayan ve sevdiği
kimseleri ahlaki esaslara davet etmeyen kimseler, ahlakın kemaline ulaşmamış demektir.
Unutmayalım ki, bütün Peygamberler, insanları hayra davet etmişlerdir.
Dolayısıyla ahlak hayır olduğuna göre, herkesi bu hayre davet etmek, Müslümanın
temel görevlerindendir. Çünkü bu görev Peygamberlerden bize miras kalmıştır.
Cihâd: Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek.
İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her
türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret
sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir.
Daha açık bir ifade ile Allah
(cc) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî,
malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddi-manevi
bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.
İslâm'da cihad
farzdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
كُتِبَ
عَلَيْكُمُ
الْقِتَالُ
وَهُوَ كُرْهٌ
لَكُمْ
وَعَسى اَنْ
تَكْرَهُوا
شَيًْا وَهُوَ
خَيْرٌ
لَكُمْ
وَعَسى اَنْ
تُحِبُّوا
شَيًْا
وَهُوَ شَرٌّ
لَكُمْ
وَاللّهُ يَعْلَمُ
وَاَنْتُمْ
لَا
تَعْلَمُونَ
"Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı."[544]
وَقَاتِلُوهُمْ
حَتّى لَا
تَكُونَ
فِتْنَةٌ
وَيَكُونَ
الدّينُ
لِلّهِ
فَاِنِ انْتَهَوْا
فَلَا
عُدْوَانَ
اِلَّا عَلَى
الظَّالِمينَ
"Herhangi
bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın."[545]
قَاتِلُوا
الَّذينَ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَلَا
بِالْيَوْمِ
الْاخِرِ
"Allah'a
ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız."[546]
وَقَاتِلُوا
الْمُشْرِكينَ
كَافَّةً كَمَا
يُقَاتِلُونَكُمْ
كَافَّةً
"Sizinle
toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız."[547]
Hz. Peygamber (a.s.)'de:
ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال: رسولُ
اللّه :
لَغَدْوَةٌ
في سَبِيلِ
اللّهِ أوْ رَوْحةٌ
خَيْرٌ مِنَ
الدُّنْيَا
وَمَا فِيهَا.
-Hz. Enes (radıyalahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Öğleden evvel
veya öğleden sonra bir kerecik Allah yolunda yola çıkış, dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır."[548]
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسول
اللّه : مَنْ
قَاتَلَ في
سَبِيلِ
اللّهِ
فُوَاقَ
نَاقَةٍ
لِتَكُونَ
كَلِمَةُ
اللّهِهِىَ
الْعُلْيَا
وَجَبَتْ
لَهُ
الجَنَّةُ.
-Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"(Müslüman erkeklerden) kim, Allah yolunda, ilâyı
kelimetullah için, devenin iki sağımı
arasında geçen müddet kadar savaşacak olsa cennet kendisine vacib
olur."[549]
ـ وعن
معاذ بن جبل
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. قال: مَنْ
سَألَ
الْقَتْلَ في
سَبِيلِ
اللّهِ تَعَالى
صَادِقاً
مِنْ
نَفْسِهِ
ثُمَّ مَاتَ أوْ
قُتِلَ كَانَ
لَهُ أجْرُ
شَهِيدٍ،
وَمَنْ
جُرِحَ
جَرْحاً في
سَبيلِ
اللّهِ أوْ
نُكِبَ
نَكْبَةً في
سَبيلِ اللّهِ
فَإنَّها
تَجِئُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
كَأغْزَرِ
مَا كَانَتْ،
لَوْنُهَا
كَلَوْنِ
الزَّعْفَرَانِ،
وَرِيحُهَا
رِيحُ المِسْكِ،
وَمَنْ
خَرَجَ بِهِ
خُرَاجٌ في
سَبِيلِ
اللّهِ تَعالى
فَإنَّ
عَلَيْهِ
طَابَعَ
الشُّهَدَاءِ.
-Muâz İbnu Cebel (radıyalahu anh)
anlatıyor: "İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihâd yapmayı temenni
eden bir kimse, bilâhare ölse de, öldürülse de şehid sevabı kazanır. Kim de
Allah yolunda yara alsa veya Allah yolunda -düşmanın sebep olmadığı- bir
musibetle bile yaralansa bu yara, kıyamet günü, en büyük hâli içinde rengi zaferân renginde, kokusu da misk
kokusunda olarak gelir. Kimin vücudunda, Allah yolunda iken çıkan, iltihab gibi
bir yara açılacak olsa bu da onun için şehidlik mührü olur."[550]
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. قال: قال
رسولُ اللّه :
مَا مِنْ
مَكْلُومٍ
يُكْلَمُ في
سَبِيلِ
اللّهِ إَّ
جَاءَ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
وَكَلْمُهُ
يَدْمِى،
اللَّوْنُ لَوْنُ
الدَّمِ
وَالرِّيحُ
رِيحُ
الْمِسْكِ.
-Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah yolunda
yaralanan hiçbir yaralı yoktur ki, kıyâmet günü, yarası kanıyor olarak gelmiş
olmasın, bu kanın rengi kan renginde, kokusu da misk kokusundadır."[551]
ـ وعنه رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه : تَضَمَّنَ
اللّهُ تعالى
لِمَنْ
خَرَجَ في سَبِيلِ
اللّهَِ
يُخْرِجُهُ
إَّ جِهَادٌ
في سَبِيلى
وَإيمَانٌ
بِى
وَتَصْدِيقٌ
بِرُسُلِى
فَهُوَ
عَلىَّ
ضَامِنٌ أنْ
أدْخِلَهُ الْجَنَّةَ
أوْ
أُرْجِعَهُ
إلى
مَسْكَنِهِ
الَّذِي خَرَجَ
مِنْهُ نَائً
ما نَالَ مِنْ
أجْرٍ أوْ
غَنِيمَةٍ.
وَالَّّذِى
نَفْسُ
مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ
مَامِنْ
كَلْمٍ
يُكْلَمُ في
سَبِيلِ
اللّهِ إّ
جَاءَ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
كَهَيْئَتِهِ
يَوْمَ
كُلِمَ،
لَوْنُهُ لَوْنُ
دَمٍ
وَرِيحُهُ
رِيحُ
مِسْكٍ،
وَالَّذِى
نَفْسُ مُحَمَّدٍ
بِيَدِهِ
لَوَْ أنْ
أشُقَّ عَلى
الْمُسْلِمِينَ
مَا قَعَدْتُ
خَِفَ
سَرِيَّةٍ
تَغْزُو في
سَبِيلِ
اللّهِ عَزَّ
وَجَلَّ أبَداً.
وَلكِنْ َ
أجِدُ سَعَةً
فَأحْمِلُهُمْ،
وََ
يَجِدُونَ
سَعَةً
فَيَتْبَعُونِى
وَيَشُقُّ
عَلَيْهِمْ
اَنْ
يَتَخَلَّفُوا
عَنِّى وَالَّذِي
نَفْسُ
مُحَمَّدٍ
بِيَدِهِ
لَوَدِدْتُ
أنِّى أغْزُو
في سَبيلِ
اللّهِ
فَأقْتُلُ،
ثُمَّ
أغْزُو،
فأقْتَلُ،
ثُمَّ أغْزُو
فَأُقْتَلُ.
-Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Allah Teâla Hazretleri, Allah rızası için yola çıkan
kimse hakkında: "Bu kulum, benim yolumda cihad etmek üzere bana inanarak
peygamberlerimi tasdik ederek yola çıkmıştır, artık onu ya cennetime koymak
yahut da ücret veya ganimet elde etmiş olarak, çıkmış olduğu meskenine geri çevirmek
hususunda garanti veriyorum" diyerek te'minat verir.Muhammed'in nefsini
kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, Allah yolunda yaralanmış
hiçbir yaralı yoktur ki, kıyamet günü, yaralandığı ilk günkü manzarasıyla
gelmiş olmasın: (Yarası taze) kan renginde, kokusu da misk kokusunda
olarak.Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ediyorum
ki, Müslümanlar'a meşakkat vermeyecek olsam, Allah yolunda gazveye çıkan hiçbir
seriyyeden asla geri kalmazdım. Ancak
onları hayvana bindirecek imkân bulamıyorum. Onlar da beni tâkibe imkân
bulamıyorlar. Benden geri kalmak da onlara zor geliyor.
Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun, Allah
yolunda gazaya çıkıp öldürülmeyi, sonra tekrar hayat bulup gazada tekrar öldürülmeyi,
sonra tekrar gazaya çıkıp öldürülmeyi
ne kadar isterim!"[552]
Cihad, şehid bahisleri açıldığı zaman şu hususun iyi bilinmesi gerekir.
Gerçek cihad Allah rızası için yapılan cihaddır. Bu cihadda ölen şehiddir. Bu
sebeple, hadis metninde "Allah yolunda"
kaydı, açık şekilde ifade edilmiştir.
Öyleyse, sırf ganimet için, şeref için, rütbe, terfi elde etmek, istilâ
etmek, sömürge kurmak gibi maksadlarla yapılan savaş cihad olmadığı gibi, meşru
gayelerle açılmış bir savaş bile olsa, savaşan asker niyyetini, ferdî olarak
hâlis yapmazsa, o da şehâdet elde edemez. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bu hususu pek çok hadislerinde belirtir.
ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قِيلَ يا رسول
اللّه مَا
يَعْدِلُ
الْجِهَادَ
في سَبِيلِ
اللّه؟ قالَ َ
تَسْتَطيعُونَهُ.
فَأعَادُوا
عَلَيْهِ
مَرَّتَيْنِ
أوْ ثَثاً
كُلُّ ذلِكَ
يَقُولُ َ
تَسْتَطىعُونَهُ.
ثُمَّ قَالَ:
مَثَلُ
المُجَاهِدِ
في سَبِيلِ
اللّهِ
كَمَثَلِ
الصَّائِمِ
الْقَائِمِ
الْقَانِتِ
بآياتِ اللّه
َ يَفْتُرُ مِنْ
صِيَامٍ وََ
صََةٍ حَتَّى
يَرْجِعَ المُجَاهِدُ.
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyalahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bir gün
sordular:"
- Ey Allah'ın Resûlü! Allah yolunda yapılan cihada hangi amel denk
olur?""- (Başka bir amelle) dedi, ona güç getiremezsiniz!"Soruyu
soranlar ikinci ve hatta üçüncü sefer tekrar sordular. Resûlullah her seferinde aynı cevabı verip:"
- (Bir başka amelle) ona güç getiremezsiniz!" dedi ve sonra şunu
ilâve etti:"- Allah yolundaki mücâhidin misâli (gündüzleri ve geceleri hiç
ara vermeden oruç tutup, namaz kılan,
Allah'ın âyetlerine de itaatkâr olan ve
Allah yolundaki mücâhid, cihaddan dönünceye kadar namaz ve oruçtan hiç gevşemeyen kimse gibidir."[553]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, cihad yoluyla elde
edilecek sevabın namaz, oruç gibi, Allah nezdinde kıymetli olan başka
amellerle, ibadetlerle elde edilemeyeceğini belirtiyor. Bunu ifade için
mücahidin cihad için evden çıktığı anla, eve dönünceye kadar geçen müddet içerisinde "hiç ara vermeden"
hep oruç tutup, namaz kılan kimsenin
sevabı gibi sevab kazandığını, böyle bir ibâdet tarzına hiç kimsenin güç
getiremeyeceğini söylüyor.
ـ وعن أبى
سعيد رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قِيلَ يَا
رسولَ اللّهِ:
أىُّ
النَّاسِ
أفْضَلُ؟ قال:
مُؤمِنٌ
مُجَاهِدٌ
بِنَفْسِهِ
وَمَالِهِ في
سَبِيلِ
اللّهِ.
قِيلَ: ثُمَّ
مَنْ؟ قَالَ:
رَجُلٌ في
شِعْبٍ مِنَ
الشِّعَابِ
يَتَّقى
اللّهَ
وَيَدَعُ
النَّاسَ مِنْ
شَرِّهِ.
-Ebu Saîd (radıyalahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:"- Ey Allah'ın Resûlü!
İnsanların en efdali kimdir?" diye soruldu. Şu cevabı verdi:"- Allah
yolunda malıyla canıyla cihad eden mü'min kişi!""- Sonra kim? diye
tekrar soruldu. Bu sefer:"- Tenhalardan bir tenhaya Allah korkusuyla
çekilip, insanları şerrinden bırakan kimsedir" diye cevap verdi."[554]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, Allah yolunda
cihadın değerini ve mücahidin elde edeceği derecenin üstünlüğünü bir başka
üslupla dile getirmektedir. Âlimler, bu hadiste ifade edilen hükmü şu âyetle
teyid ederler:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا هَلْ
اَدُلُّكُمْ
عَلى
تِجَارَةٍ تُنْجيكُمْ
مِنْ عَذَابٍ
اَليمٍ
تُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَرَسُولِه
وَتُجَاهِدُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ
بِاَمْوَالِكُمْ
وَاَنْفُسِكُمْ
ذلِكُمْ
خَيْرٌ
لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
يَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَيُدْخِلْكُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
وَمَسَاكِنَ
طَيِّبَةً فى
جَنَّاتِ عَدْنٍ
ذلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
"Ey insanlar, sizi can yakıcı bir azabtan kurtaracak, kazançlı bir
yolu size göstereyim mi? Allah'a ve peygamberlerine inanırsınız. Allah yolunda
canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz, bilseniz, bu sizin için en iyi
yoldur. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı bağışlar, sizi içlerinde ırmaklar
akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur."[555]
Bu hadis diğer farz ve vacibleri ihmal ederek, sırf cihada atılan
kişiyi kasdetmiyor. Diğer farz ve vaciblerini de yerine getirerek cihad yapan
kimse bu hadiste zikredilen mücahiddir, bu takdirde nefsini de, malını da
gerçek mânada Allah yoluna ortaya koymuş
olur. Cihad yapıyorum diye, sözgelimi, namazını ihmal edecek bir mücahidin
ihlâsını izah etmek zordur. Cephede muharebe sırasında kılınacak namaza[556] ve hatta bu vaziyette
cemaatle kılınacak olanına bile yer verip teşvik eden ve Kitab-ı Mübin'inde
bununla ilgili teferruat için âyetler tahsis eden [557] Cenab-ı Hakk'a karşı,
cihad ediyorum diye namazı terketmek her şeyden önce kulluk edebine yakışmaz.
Kul, Rabbine karşı her an ve her halinde mahviyet, tezellül, samimi niyaz ve
iltica içinde olmalıdır, edeb bunu gerektirir. Hal böyle iken namaz, oruç,
istiğfar, kebâirden kaçınma gibi vecibelerini, "en büyük amel olan cihadı
yapıyorum" diye ihmal etmek duadan davaya, niyazdan nâza geçmek olur, samimi hâleti soğuk hevayla değiştirmiş olur.
ـ
وعنه رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ اللّه
: أَ
أُخْبِرُكُمْ
بِخَيْرِ النَّاسِ.
وَشَرِّ
النَّاسِ.
إنَّ مِنْ
خَيْرِ
النَّاسِ
رَجًُ عَمِلَ
في سَبِيلِ
اللّهِ على
ظَهْرِ
فَرَسِهِ أوْ
ظَهْرِ
بَعِيرِهِ
أوْ عَلى
قَدَمِهِ
حَتَّى
يَأتِيَهُ
الْمَوْتُ.
وَإنَّ مِنْ
شَرِّ
النَّاسِ
رَجًُ يَقْرأُ
كِتَابَ
اللّهِ َ
يَرْعَوِى
بِشَئٍ مِنْهُ.
-Ebu Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Size,
insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vermiyeyim mi! İnsanların en
hayırlısı o kimsedir ki, kendi veya başkasının atı sırtında ya da yaya olarak,
ölünceye kadar Allah yolunda çalışır.
İnsanların en şerlisine gelince o da, Allah'ın
Kitab'ını okuyup (emir ve yasaklarına) riayet etmeyen kimsedir."[558]
ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
قال: قال رسول
اللّه : أَ
أُخْبِرُكُمْ
بِخَيْرِ النَّاسِ؟
رَجُلٌ
مُمْسِكٌ
بِعِنَانِ
فَرَسِهِ في
سَبِيلِ
اللّهِ
تعَالى. أَ
أخْبرُُكُمْ
بِالَّذِى
يَتْلُوهُ؟
رَجُلٌ
مُعْتَزِلٌ
في غُنَيْمَةٍ
لَهُ يُؤدِّى
حَقَّ اللّهِ
تَعالى فِيهَا.
أَ
أخْبرُكُمْ
بِشَرِّ
النَّاسِ؟ رَجُلٌ
يَسْأَلُ
اللّهَ
تَعالى وََ
يُعْطى بِهِ.
-İbnu Abbas (radıyalahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Size insanların
en hayırlısını haber vermiyeyim mi! O, atının yularından Allah yolunda tutan
kimsedir. (Hayırda) bunu takip edeni haber vermiyeyim mi? O da koyunlarının
peşine takılıp (insanları) terkeden,
koyunlarda bulunan Allah'ın hakkını da ödeyen kimsedir. Size insanların en
kötüsünü de haber vermiyeyim mi! O da,
Allah' tan isteyip, Allah adına vermeyendir."[559]
Atın yularından Allah yolunda tutmak, her an, Allah'ın rızasına uygun
işler için hazır tutmaktır. Bu cihad da olabilir, başka bir faaliyet de
olabilir.
Allah'ın adını vererek istemek: Bu çirkindir, çünkü istenen kişi
vermez veya veremeyecek durumda olursa, "Allah'ın adı verilmiş olmasına
rağmen" neticenin hasıl olmaması
hiç de hoş bir şey değildir. Mü'min kişi "Allah adına" dendi
mi bunu hafife alamaz, isteneni
yapamadığı takdirde eziklik, burukluk hasıl olur.
Allah'ın adı verilerek isteneni yapmamak: Mü'minin böyle bir
davranışı tamamen edeb dışıdır. Allah adına isteneni imkan dahilinde ise
yapmaktır. Şu halde Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) hem Allah adına
isteyerek karşı tarafı müşkil duruma sokan ve hem de Allah adına istendiği
halde talebi yerine getirmeyen kimseyi insanların en kötüsü ilan etmektedir.
ـ وعن أبى
أمامة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ
اللّهِ :
سِيَاحَةُ
أمَّتِى
الْجِهَادُ
في سَبِيلِ
اللّهِ.
-Ebu Ümâme (radıyalahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Ümmetimin seyahati
Allah yolunda cihaddır."[560]
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسول
اللّه : َ
يَلِجُ
النَّارَ
رَجُلٌ بَكَى
مِنْ
خَشْيَةِ
اللّهِ
تَعالى
حَتَّى يَعُودَ
اللّبَنُ في
الضَّرْعِ،
وََ
يَجْتَمِعُ
عَلى عَبْدٍ
غُبَارٌ في
سَبِيلِ
اللّهِ وَدُخَانُ
جَهَنَّمَ.
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Allah korkusuyla göz yaşı döken
kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez. Bir kul üzerinde, Allah yolunda
yapışan tozla, cehennemin dumanı biraraya gelmez."[561]
ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
سَمِعْتُ رسولَ
اللّه
يقُولُ:
عَيْنَانِ َ
تَمَسُّهُمَا
النّارُ؟
عَيْنٌ
بَكَتْ مِنْ
خَشْيَةِ
اللّهِ،
وَعَيْنٌ
بَاتَتْ
تَحْرُسُ في سَبِيلِ
اللّهِ.
-İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:"İki göz vardır, onlara ateş
değemez: Allah için ağlayan göz ile, Allah yolunda uyanık sabahlayan göz."[562]
Allah korkusuyla ağlamak, çoğu durumda Allah'ın emirlerine yaopışmak ve
nehiylerinden kaçmanın sonucudur. Bu ise kullukta ileri bir mertebe demektir.
Allah korkusuyla ağlamak bazan günahkârlığını idrâkten, içinde bulunduğu
fenalıklardan rücû etmeye azmetmekten ileri gelir. Bu da ihlâsla yapılan bir
tevbenin ifadesidir. Her iki durum da Erhamürrahimin olan Rab Teâla'nın mü'min
kulunu bağışlayacağının alametidir. Resûlullah
bunu müjdelemektedir.
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ
اللّه : َ
يَجْتَمِعُ
كَافِرٌوَقَاتِلُهُ
في النَّارِ
أبَداً، وَ
يَجْتَمِعُ
في جَوْفِ
عَبْدٍ
غُبَارٌ في
سَبيلِ اللّهِ
وَفَيْحُ جَهَنَّمَ
وََ
يَجْتَمِعُ
في قَلْبِ
عَبْدٍ ا“يمَانُ
وَالحَسَدُ.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah buyurdu ki:
"Kâfir ile onu öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler, keza bir
kulun karnında, Allah yolunda (yutulmuş olan) tozla cehennem ateşi bir araya
gelmezler, keza, bir kulun kalbinde imanla hased bir araya gelmezler."[563]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kâfirle onu öldürenin ebediyyen
cehennemde bir araya gelmeyeceklerini müjdeliyor. Muhtemelen bu hüküm, kâfiri
cihad sırasında öldüren Müslümana hastır. Bu ameli, Müslümanın günahlarına
kefâret olur ve günahları sebebiyle cezalandırılmaz.
ـ
وعن أبى سعيد
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ
اللّه : مَنْ
رَضِىَ
بِاللّهِ
رَبّاً، وَبِا“سْمِ
ديناً،
وَبِمُحَمًّدٍ
رَسُوً وَجَبَتْ
لَهُ الجَنَّةُ.
فَعَجِبْتُ
لَهَا.
فَقُلْتُ:
أعِدْهَا
عَلىّ يَا
رَسُولَ
اللّهِ
فَأعَادَهَا.
ثُمَّ قَالَ:
وَأخْرَى
يَرْفَعُ
اللّهُ بِهَا
الْعَبْدَ
مِائَةَ
دَرَجَةٍ في
الجَنّةِ،
مَا بَيْنَ
كُلِّ
دَرَجَتَيْنِ
كَما بَيْنَ
السَّمَاءِ
وَا‘رْضِ.
قُلتُ: وَمَا
هِىَ يَا رسُولَ
اللّهِ؟ قالَ:
الجِهَادُ في
سَبِيلِ اللّهِ،
الجِهَادُ في
سَبِيلِ
اللّهِ،
الجِهَادُ في
سَبِيلِ
اللّهِ.
-Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün şöyle dedi:"Kim Rabb
olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed'den râzı ise
ona cennet vâcib olmuştur." Bu söz hayretime gitti ve:"- Ey Allah'ın
Resulü, bir kere daha tekrar eder misiniz?" dedim. Aynen tekrar etti ve
arkadan da şunu söyledi."- Bir başka şey daha var ki, Allah, onun
sebebiyle, kulun cennetteki makamını yüz derece yüceltir. Bu derecelerden ikisi
arasındaki uzaklık sema ile arz
arasındaki mesâfe gibidir." Ben:"- Öyleyse bu nedir?" dedim. Şu
cevabı verdi:"- Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda
cihad!"[564]
Bu hadiste, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), cihad sebebiyle mü'minin kazanacağı derecelerin
yüksekliğini belirtmektedir.
ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسول
اللّه :
يَضْحَكُ
اللّهُ
تَعَالى إلى رَجُلَيْنِ
يَقْتُلُ
أحَدُهُمَا اخَرَ
كَِهُمَا يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ،
يُقَاتِلُ
هذَا في سَبِيلِ
اللّهِثُمَّ
يَسْتَشْهِدُ
فَيَتُوبُ اللّهُ
تَعالى عَلى
الْقَاتِلِ
فَيُسْلِمُ
فَيُقَاتِلُ
في سَبيلِ
اللّهِ
فَيَسْتَشْهِدُ.
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Allah iki kişi hakkında güler:
Bunlardan biri diğerini öldürmüş olduğu halde ikisi de cennete gider. Bunlardan
diğeri, Allah yolunda cihad eder ve şehid olur. Allah katile mağfiretini
ulaştırır, o da Müslüman olur, sonra Allah yolunda cihâda katılır ve şehid olur
(Böylece her ikisi de cennette buluşurlar)."[565]
Hadiste, ölen ve öldüren her ikisinin de (ceza çekmezden) cennete
gidebileceği bir durum anlatılıyor. Bir mü'min Allah için cihad ederken şehid düşer ve cennete gider. Onu öldüren kâfir sonra
Müslüman olur ve o da cihâda katılır ve şehid düşer. Böylece her ikisi de
cennetlik olur. İşte bu acayip duruma Cenab-ı Hakk gülmektedir.
ـ
وعنه رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسول اللّه
: مَنِ
احْتَبَسَ
فَرَساً في
سَبِيلِ اللّه
إيمَاناً
بِاللّهِ
وَتَصْدِيقاًً
بِوَعْدِهِ
فَإنَّ
شِبَعَهُ
وَرِيَّهُ
وَرَوْثَهُ
وَبَوْلَهُ
في مِيزَانِهِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
يَعْنِى
حَسَنَاتٍ.
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim
Allah'a iman ederek ve va'dini tasdik ederek, Allah yolunda (kullanmak üzere)
bir at "tutarsa" bu atın yediği, teri, gübresi, bevli kıyamet günü
terâzisine girecektir, yani sahibine sevap olacaktır."[566]
Bu hadis. sâhibi tarafından Allah yolunda kullanılmak üzere beslenen
attır. Bu at, her ne yiyip karnına gönderirse, sâhibine, her birisi, bir ücret
olur. Şayet (yolda giderken) önüne bir çayırlık çıksa ve sahibi onu oraya veya
bir bahçeye bağlasa, ipinin uzanabildiği yere kadar çayır ve bahçeden
yiyebildiği her şey ona bir ücret olur. At, ipini koparıp başını alıp bir kaç
tepe gitse, bütün izleri bu esnada bıraktığı bütün gübreleri sahibine ücret
olur. Şayet at, bir nehre uğrasa ve ondan su içse, -sahibi orada sulamak
istememiş bile olsa- bu da sahibine ücret olur.
At günümüzde ordudan kaldırılmıştır. Hadiste, atın yerine geçen aynı
hizmeti veren motorize vasıtaların edinilmesine, teminine bir teşvik görmemiz
gereklidir.
ـ
وعن أبى أيوب
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
سَمِعْتُ
رسول اللّه
يَقُولُ:
سَتُفْتَحُ
عَلَيْكُمُ
ا‘مصَارُ،
وَسَتَكُونُ
جُنُودٌ
مُجَنَّدَةٌ
تَقْطَعُ
عَلَيْكُمْ؛
فِيهَا
بُعُوثٌ
يَكْرَهُ
الرَّجُلُ
مِنْكُمْ الْبَعْثَ
فِيهَا
فَيَتَخَلَّصُ
مِنْ قَوْمِهِ
ثُمَّ
يَتَصَفَّحُ
الْقَبَائِلَ
يَعْرِضُ
نَفْسَهُ
عَلَيْهِمْ
يَقُولُ: منْ
أكْفِهِ
بَعْثَ كَذَا
وَكَذَا؟ أَ
فَهُوَ ا‘جِيرُ
إلى آخِرِ قَطْرَةٍ
مِنْ دَمِهِ.
-Ebu Eyyub (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim şöyle demişti:"Size
bir çok memleketlerin fethi müyesser kılınacak. Oralarda (komşu küffarla cihad
için) toplanmış askerî birlikler göreceksiniz. Size bu birliklerle sefere
çıkmak vazifesi verilecek. Bazılarınız onlarla (hasbi olarak) sefere çıkmak
istemiyerek, adamlarının arasından sıvışıp gazveye (ücretsiz) katılmamanın
yollarını arayacak. Arkadan da kendileriyle anlaşacak kabileler araştırıp, onlara:
"Falanca orduya size bedel katılmam için beni ücretle tutacak yok mu,
falanca orduya size bedel katılmam için beni ücretle tutacak yok mu?"
diyecek.Bilesiniz, (hasbeten gazveye gitmekten kaçan bu adam) bir ücretlidir,
son damlasına kadar kanını akıtsa da
(gazi değildir, şehit sayılmaz, uhrevî
ücretten mahrumdur)."[567]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, gazvenin Allah rızası
için yapılmasını tavsiye etmektedir. Maaşlı asker, savaş sırasında ölse bile
şehid addedilmeyecektir. Cihad için ücret akdi yapmak câiz değildir.
ـ
وعن زيد بن
أسلم قال:
كَتَبَ أبُو
عُبَيْدَةَ
إلى عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
يَذْكُرُ
لَهُ
جُمُوعاً
مِنَ
الرُّومِ
وَمَا يَتَخَوَّفُ
مِنْهُمْ.
فَكَتَبَ
إلَيْهِ عُمَرُ:
أمَّا بَعْدُ
فَإنَّهُ
مَهْمَا
يَنْزِلُ
بِعَبْدٍ
مُؤْمِنٍ
مِنْ
مَنْزِلِ
شِدَّةٍ
يَجْعَلُ
اللّهُ
تَعالى
بَعْدَهُ
فَرَجاً،
وَإنَّهُ
لَنْ يَغْلِبَ
عُسْرٌ
يُسْرَيْنَ،
وَإنَّ اللّهَ
تَعالى
يَقُولُ في
كِتَابِهِ:
يَا أيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُوا
اصْبِرُوا
وَصَابِرُوا
وَرَابِطُوا
وَاتَّقُوا
اللّهَ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ.
-Zeyd İbnu Eslem anlatıyor: "Ebu
Ubeyde, Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)'e yazarak Rum cemaatlerini ve bunlardan duyduğu endişeyi belirtti. Hz.
Ömer (radıyallahu anh) kendisine şu cevabı verdi: "Emmâ ba'd: Bil ki,
mü'min bir kula nerede bir şiddet inecek olsa Allah ondan sonra bir ferec
(kurtuluş) verir. Zira bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamaz. Cenâb-ı
Hakk da Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, sabredin,
düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihâda hazır bulunun, Allah'tan da
korkun ki başarıya eresiniz"[568]
Cihâdın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir.
İslâm'da savaş, intikam,
öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman
olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur. Cihad'dan maksat, insanları baskılardan
kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla müslüman
olabilecekleri onamları hazırlamaktır.
İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve
kıta ile yetinmez. İslâm bütün
dünyanın saadet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin
beşeri sistemlerden ve diğer dinlerden
daha üstün âlemşumül bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için
müslümanların bütün güçlerini
seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd
ve uğraşmaya, büyük
bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün
yollara başvurma gayretine cihad
denir. Yeryüzünde zorbalar, batılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine
karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır.
Çağımızda bir takım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman,
binlerce yıldan beri devam eden
gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp
gidecektir.
İslâm dini
müslümanlara şerefli bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir. Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş, savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adalet götürme savaşı ve müslümanların haysiyetini
koruma savaşıdır.
İşte bütün bu
ayet ve hadislerin ışığında cihad,
dünya ve dünya malı için olmayan,
Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için
gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır. Cihad;
insanları, kula kul olmaktan
kurtarıp Allah'a kul etmeğe davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır. Cihad, insanları, sınıf, zümre,
parti ve bütün beşeri hegemonyalardan
kurtarıp Allah'ın hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet
etmenin adıdır. Kinsiz, kansız ve mutlu bir
İslâm toplumu oluşturmak için
gösterilen ihlaslı hareketin adıdır. Cihad, her
ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan
oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada
kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır. Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan
bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür. Cihad, zimmete geçirilen bütün
hakları geri iade
edebilmektir.
Cihad,
insanları baskı ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktır. Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları davet ederek
Allah'ın adını yüceltmektir.
Cihad, herkesi, mensubu olduğu akîdeden
zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü
engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için
belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır. Cihad, Hz. Peygamber (a.s.)'ın yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve. malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve onun
hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir. Bunun için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye
zorlama yoktur. Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest
olarak Allah'ın hükmüne tabi
tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek
için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur.
Cihad, ne bir
savunma savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır. Kıtal ve kan dökme değildir. Yahut
bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk
altına alma savaşı da değildir.
İnsanlarla
mücadele ve insanlar arası savaş ilişkilerini
anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu
kelimeleri cihad kavramı yerine
kullanmadı. Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır. İslâm niçin
eskiden Araplar'ın kullandığı harp vb. gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı. Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu
milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır. Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur. Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze çarpmaz.
İslâm'da cihad,
hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir. İslâm'da cihad
yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan ayrılmaz. İslâm'ın kendi
hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir
kelimeyi değil de;
"cihad" kelimesini seçtiğini
belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik. Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin
ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah
yolunda" tabiri de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir
terimdir. Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip, İslâm'ı kabul ettirip
bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir.
Gerçekte,
"Allah yolunda" terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal
bir savaş değildir. İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır.
Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar
umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir. Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir. İşte bu
"Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için
kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir.
Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan
başka bir şey değildir. İşte yüce Allah,
bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır.
Bütün
bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan
cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden,
kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece
gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, İslâm'a inanıp, onun
sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı getirmek için
canla başla, malla Allah
yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak
için çalışır. "Fitne yok
olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder. İşte İslâmî cihad
budur.
Kişi,
kendisini Rabbine adadıkça, doğru yoldan ayrılmayıp, şeriat uğrunda her türlü
varlığını ve imkanını ortaya koydukça, onun adı şanı hiçbir vakit unutulmaz.
İnsanlar onu hatırlamasalar bile, melekler katında ve Rabb’i nezdinde o her
vakit anılır. İşte kişi bunun için kendisini dünyaya ve onun aldatıcılığına
değil, Baki olan Allah’ına adamalıdır.
İlim: İnsanın duyu vasıtaları ile elde ettiği veya Allah Tebarek ve Teâlâ'nın vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde zan
ihtimali bulunmayan yakını bilgi.
İslamî terminolojide ilim terimi; "bilgi" kelimesini karşılamak için kullanıldığı gibi,
herhangi bir bilgi şubesini ifade
için de kullanılır. Meselâ; kelâm ilmi, tefsir ilmi gibi. Keza, ilim ve
bilgi terimlerinin bazen marifet kelimesiyle karşılanıldığı da bilinir.
Seyyid Şerif Cürcânî'ye göre ilim: "Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve kanaattır"[569]
Cürcânî ilim için şu tarifleri de yapar: "İlim; bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir. Bilgisizlik bilginin zıddıdır. Bilim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın
kalkmasıdır. İlim;
nefsin, bir şeyin manasına ulaşmasıdır. Düşünen ile düşünülen arasında hususi bir alâkadır."[570]
İlim, kesin olsun veya olmasın kavram (tasavvur) veya hüküm olarak mutlak manasıyla idrak etmektir. ilim; düşünme, fehmetme ve hayal etme manalarına da gelir.[571]
İlim kavramının yanında çoğu zaman kullanılan marifet
kavramı, daha hususi bir anlam taşır ve daha
ziyade vasıtasız bilgiyi, sezisi, kalbî bilgiyi ifade etmek için kullanılır. ilim
ahiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuz) bilgiler topluluğudur.
Son zamanlarda ilim çağı, ilim cemiyeti gibi tabirler yaygınlık
kazandı. İnsanlığın ortak otomasyon devrini de bırakıp ilim çağına geçtiği,
geleceğin insanlığının ilim cemiyeti meydana getireceği söylenmektedir.Bütün bu
ifadeler ilmin ehemmiyetini vurgulamaya
yöneliktir. İlim her devirde insanlık için gerekli olmuş, ilimle mücehhez
insanlar ve cemiyetler, ilmen geri
olanlara dâima üstünlüklerini korumuşlardır. Eğer, insanlık tarihi, ilim
mikyasıyla bir taksime tabi tutulacak ve
illa da bir ilim devrinden bahsedilecekse, kanaatimizce bunu Kur'an vahyi ile
başlatmak gerekir. Beşeriyete "Oku!" diye başlayan risalet-i
Muhammediye böyle bir devreyi başlatmış,
هَلْ
يَسْتَوِى
الَّذينَ
يَعْلَمُونَ
وَالَّذينَ
لَايَعْلَمُونَ
"Hiç bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu?"[572]
يَرْفَعِ
اللّهُ
الَّذينَ
امَنُوا
مِنْكُمْ
وَالَّذينَ
اُوتُوا
الْعِلْمَ
دَرَجَاتٍ
"Allah içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri
derecelerle yükseltsin..."[573] gibi pek çok
âyetlerle ilmin yüceliğine dikkat çekmiş, dünyayı isteyene de, âhireti isteyene de, hem dünya hem âhiret her ikisini
de isteyene hep ilmin kesbedilmesini
tavsiye etmiştir. İslam dışı dünya, ilme olan ciddî ve alarmant çağrısını son
yıllarda ele alarak geleceğin bir ilim çağı olacağını söylemiştir.
ـ عن أبي
أمامة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ذُكِرَ
لِرَسُولِ
اللّهِ
رَجَُنِ
عَابِدٌ
وَعَالِمٌ.
فقَالَ:
فَضْلُ الْعَالِمِ
عَلى
الْعَابِدِ
كَفَضْلِي
عَلى أدْنَاكُمْ.
-Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a biri âbid diğeri âlim iki kişiden bahsedilmişti."Âlimin
âbide üstünlüğü, benim sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir"
buyurdu."[574]
ـ وفي
رواية له:
ثُمَّ قَالَ:
إنَّ اللّهَ
تَعالى
وَمََئِكَتَهُ
وَأهْلَ
السَّمَواتِ
وَأهْلَ
ا‘رْضِ حَتّى
النَّمْلَةَ
فِى جُحْرِهَا
وَالْحِيتَانَ
فِي
الْبَحْرِ
يُصَلُّونَ
عَلى
مُعلِّمِ
النَّاسِ
الخَيْرَ .
-Tirmizî'nin bir rivayetinde şöyle
gelmiştir: "...Aleyhissalâtu vesselâm sonra buyurdular ki: "Allah
Teâlâ Hazretleri, melekleri, semâvat ehli, deliğindeki karıncaya, denizindeki balıklara varıncaya kadar arz
ehli, halka hayrı öğretene mağfiret duasında bulunur."[575]
Burada Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), âbid'le farz ibadetlerini
yapabilecek kadar ilmi olup, kâmil şekilde ibâdetini yapan kimseyi; âlimle de,
ibadetlerini eksiksiz yapmakla birlikte şeri ilimleri iyi bilen kimseyi kastettiğini belirtir.
Burada Aleyhissalâtu vesselâm ilmin faziletini beyanda, mübâlağa
üslübuna yer vermiştir. Zira, "...benim, en âlanıza üstünlüğüm
gibidir" demiş olsaydı, bu ifade de ilmin fazilet ve şerefini belirtmede
kâfi idi..."
"Hayır öğreten" ibaresindeki hayırdan öncelikle kastedilen
şeyin din ilmi olduğu belirtilmiştir. Çünkü hem dünyada istikamete, hem de
âhirette kurtuluşa vesiledir. Dolayısıyla her iki dünyanın da saadeti herşeyden
önce dinin öğretilmesine ve öğrenilmesine bağlıdır. Günümüzde "çalışmak da
ibadettir" diye ibadeti küçük düşürücü sözleri müslümanlar söylemezler.
Farz ibadetlerini yapanların meşru çalışmaları da ibadettir dendiği takdirde
dinimize uygun bir söz olur. Farzlarını yapmadan yapılan çalışmalar meşru bile
olsa nursuzdur veya nuru güdüktür. Âhirete intikal eder mi bilemeyiz. Zira
Cenâb-ı Hakk:
يَسْتَحِبُّونَ
اْلحَيَوَةَ
الدُّنْيَا
عَلى اخِرَةِ
"Âhireti bildikleri halde dünyayı ona tercih ederler"[576] âyette
âhirete inandığı halde âhiret için çalışmayı ihmal eden, yani "ailemin
nafakası için çalışmam da ibadettir" fetvası ile kendini aldatıp farzları
terkeden kimseleri kasdetmiş olmalıdır. Nitekim bir başka âyette
"ailenizin rızkını kazanmak ibadetinizin terkini meşru kılmaz"
irşadında olmak üzere Hakîm ve Kerîm olan Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
مَا
اُرِيدُ
مِنْهُمْ
مِنْ رِزْقٍ
وَمَا
اُرِيدُ اَنْ
يُطْعِمُونَ
"(Herkesin
rızkını veren benim, benim yarattıklarım için herhangi bir) rızık vermelerini
taleb etmiyorum, (başkalarını) doyurmalarını da istemiyorum (ben onları bana
ibâdet etmeleri için yarattım), rızkı veren, o pek çetin kuvvet sâhibi Allah'ın
kendisidir"[577]
ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قالَ رَسُولُ
اللّهِ :
فَقِيهٌ
وَاحِدٌ
أشَدُّ عَلى
الشَّيْطَانِ
مِنْ ألْفِ
عَابِدٍ.
-İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Tek bir fakih,
şeytana bin âbidden daha yamandır."[578]
Burada fakîhin şeytan tarafından çok zor aldatılacağı ifâde
edilmektedir. Çünkü fakih ilmiyle şeytanın aldatmalarına, vesveselerine
kapılmaz, üstelik halka hayrı emreder, şeytanın hileleri hususunda halkı
aydınlatır.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سُئِلَ
النَّبِىُّ :
أيُّ
النَّاسِ
أكْرَمُ عِنْدَ
اللّهِ
تَعالى؟ قالَ:
أكْرَمُهُمْ
عِنْدَ
اللّهِ
أتْقَاهُمْ
قَالُوا:
لَيْسَ عَنْ هذَا
نَسألُكَ.
قالَ: فَيُوسُفُ
نَبِيُّ
اللّهِ ابْنُ
نَبِيِّ اللّهِ
ابْنِ
خَلِيلِ
اللّهِ.
قَالُوا:
لَيْسَ عَنْ
هذَا
نَسْألُكَ
قَالَ: فَعَنْ
مَعَادِنِ
الْعَرَبِ
تَسْألُونِى؟
قَالُوا:نَعَمْ.
قَالَ:
فَخِيَارُهُمْ
فِي الجَاهِلِيَّةِ
خَيَارُهُمْ
فِي ا“سْمِ
إذَا فَقِهُوا.
-Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Allah indinde en efdal insanın kim
olduğu sorulmuştu: "Allah indinde en kıymetlileri en muttaki
olanlardır!" buyurdular. "Biz bunu sormadık!" demeleri üzerine:
"Öyleyse o, Halîlullah'ın oğlu, Nebiyyullah'ın oğlu Nebiyyullah'ın oğlu
Yusuf'tur" buyurmuştu. Yine itirazla: "Hayır, bunu da sormadık"
dediler. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: "Siz bana Arap
hanedanlarından mı soruyorsunuz?" dedi. "Evet (Ey Allah'ın
Resûlü!)" dediler. "Onların cahiliye dönemindeki hayırlıları, fıkıh
öğrendikleri takdirde, İslâm'da da en hayırlılarıdır!" cevabını
verdi."[579]
Hadîste şerefin dört kısımda beyan edildiğine dikkat çeker.
1) En efdal kimse, hem cahiliyede hem de İslâm'da şeref sahibi olandır.
2) İkinci derecede yüce olan, öncekine din ilminde derinlik (tefakkuh)
ilave etmesini bilendir.
3) Üçüncü kısım: Cahiliyede şerefli olmadığı halde İslâm'da şerefli
olan ve fıkıh (ilim) elde edendir.
4) Dördüncü kısım: Cahiliyede şerefli olup İslâm'la şereflenendir. Bu,
bir öncekinin altındadır. Eğer fıkıh öğrenirse onun mertebesi cahil şerefliden
üstün olur.
ـ وعن أبي
الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
يَقُولَ: مَنْ
سَلَكَ
طَرِيقاً
يَطْلُبُ
بِهِ عِلْماً
سَلَكَ
اللّهُ بِهِ
طَرِيقاً
مِنْ طُرُقِ
الْجَنَّةِ.
وَإنَّ
المََئِكَةَ
لَتَضَعُ
أجْنِحَتَهَا
رِضىً
لِطَالِبِ
الْعِلْمِ،
وَإنَّ
الْعَالِمَ
لَيَسْتَغْفِرُ
لَهُ مَنْ فِي
السَّمَواتِ
وَمَنْ في
ا‘رْضِ
وَالْحِيتَانُ
فِي جَوْفِ
المَاءِ، وَإنَّ
فَضْلَ
الْعَالِمِ
عَلى
الْعَابِدِ
كَفَضْلِ
الْقَمَرِ
لَيْلَةَ
الْبَدْرِ
عَلى سَائِرِ
الْكَوَاكِبِ،
وَإنَّ
الْعُلَمَاءَ
وَرَثَةُ ا‘نْبِيَاءِ،
وَإنَّ
ا‘نْبِيَاءَ
لَمْ يُورِّثُوا
دِينَاراً
وََ
دِرْهَماً
وَلكِنْ وُرِّثُوا
الْعِلْمَ
فَمَنْ
أخَذَهُ
أخَذَهُ بِحَظِّ
وَافِرٍ.
-Ebu'd-Derda radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle dediğini işittim: "Kim
bir ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan
birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak
kanatlarını (üzerlerine) koyarlar. Semâvat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki
balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı
gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin
vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras
bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiştir."[580]
Bu Resûlullah'ın ilmi tahsil sadedinde beyan buyurduğu mühim
hadîslerden biridir.
*İlm için yola çıkana Allah cenneti kolaylaştırmaktadır.
* Melekler, ilim tâlibine tâzim göstermektedir.
* Arz ve semada mevcut bütün hayat sahipleri tâlib-i ilme rahmet duası
okumaktadırlar.
* İlim ibadetten fevkalâde üstündür, kamerin yıldızlara üstünlüğü
gibi...
* Âlimler peygamberlerin vârisleridir.
* İlim elde eden, dünyada elde edilebilecek nasiblerin en ziyadesini
elde etmiştir.
Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm), ilmî bir nasîbin fevkalâde bir
bereket, dünyalıkla ölçülemeyecek kadar ziyade bir hayır olduğunu belirtmekte
ve bu bolluğa ermek isteyenleri teşvîk etmiş bulunmaktadır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ilme olan bu övgülerini dünyaya ve tekniğe bakan
ilim açısından ele alsak dahi doğruluğunu teyidden kendimizi alamayız. Yeni bir
teknik, yeni bir ilaç, yeni bir formül gibi, malûma ilave edilen yeni bir ilmi
tefevvuk sahiplerine, hem ferd ve hem de millet olarak şerefler ve üstünlükler
kazandırmaktadır.
Bugün "Nobel kazananlar"; "süperler"; "zengin ve ileri
memleketler" hep ilimde öncülüğü elinde tutan fertler ve milletlerdir.
ـ عن حميد
بن عبدالرحمن
قال: سمعت معاوية
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يقول: سمعت
رسول اللّه يقول:
مَنْ يُرِدِ
اللّه بهِ
خَيْراً
يُفَقِّهْهُ
فِي الدِّينِ.
-Humeyd İbnu Abdirrahmân anlatıyor:
"Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'ı işittim demişti ki: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Allah kimin için
hayır murad ederse onu dinde fakih kılar."[581]
Hadis:
* Dinde tefakkuh (ilim sahibi
olma)nın fazileti.
* İlmi veren gerçekte Allah'tır.
* Bu ümmetten bazıları kıyamete kadar daima hak üzere olacaktır.
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولِ
اللّهِ : مَنْ
خَرَجَ فِي
طَلَبَ
العِلْم
فَهُوَ فِي
سَبِيلِ اللّهِ
حَتّى
يَرْجِعَ.
-Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İlim talebi için
yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır."[582]
Resulullah bu hadislerinde ilim talebi için mü'minleri seyahate
çıkmaya teşvik buyurmaktadır. Bilhassa
Resulullah devrinin şartlarında seyahat hem meşakkatli ve hem de hayati
riskleri olan bir iştir.
Hadis, tefsir, siyer, tarih gibi rivayete dayanan ilimlerin
gelişmesinde seyahatler zaruri idi. İslam medeniyetinin planlayıcısı ve mimarı
mesabesinde olan Aleyhissalâtu vesselâm bu çeşit teşvikleri çokça yapmış ve
böylece Sahâbe, Tâbiîn ve Etbâuttâbiîn ve müteakip İslam nesilleri seyahate gereken
ehemmiyeti vererek İslamî ilimlerin tedvinini ve İslam medeniyetinin teşekkül
ve terakkisini gerçekleştirmişlerdir.
ـ وعن
عقبة بن عامر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
تَعلَّمُوا
قَبْلَ الظَّانِّينَ،
يَعْنِي
قَبْلَ
الَّذِينَ يَتَكَلّمُونَ
بِالظَّنِّ.
-Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Zancılardan önce, ilim öğrenin yani zanlarıyla konuşanlardan önce."[583]
Bu hadisin muradı, Daha ilim öğrenilmeden ve bir ilme dayanmadan
zannına göre konuşanlar çıkmamış iken..." demektir.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسولُ
اللّهِ :
تَعَلّمُوا
الْفَرَائِضَ
وَالْقُرآنَ
وَعَلّمُوا
النَّاسَ
فَإنِّي
مَقْبُوضٌ.
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ferâizi ve
Kur'an'ı öğrenin ve halka da öğretin, zira benim ruhum kabzedilecek (ve ben
aranızdan gideceğim)."[584]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadiste ferâiz ilmini öğrenmeye
teşvik buyurmaktadır.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رسولُ اللّهِ
: الْكَلِمَةُ
الْحِكْمَةُ
ضَالَّةُ
الْمُؤْمِنِ
فَحَيْثُ
وَجَدَهَا
فَهُوَ
أحَقُّ بِهَا.
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hikmetli söz mü'minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, onu hemen almaya
ehaktır."[585]
Tıpkı, kaybolan bir mal bulunacak olsa, kayıp sahibi ile o mal
hususunda ihtilaf edilmediği gibi.
Zira malı, sahibi alır, itiraz edilmez. Veya bir kayıp mal bulunsa, bu
terkedilmez, alınır, ancak sahibi araştırılır ve kendisine iade edilir. İşte
dinleyici de böyledir. Manâsını anlamadığı, künhüne vâkıf olamadığı bir söz
işitse, o kimseye buna zayi etmemesi, bilakis kendinden daha anlayışlı olana
ulaştırması gerekir, ola ki o bunu anlar, veya onun anlamadığı manâlar çıkarır.
Veya nasıl ki, yitik sahibini yitiğini almaktan alıkoymak helal olmaz, zira o
buna haktır. Aynı şekilde âlime bir şeyin manâsı sorulduğu zaman gizlemesi buna
helal olmaz, yeter ki soranda bunu anlama kapasitesi görmüş olsun.
ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ :
الْعِلْمُ
ثََثَةٌ،
وَمَا سِوَى
ذلِكَ فَهُوَ
فَضْلٌ: آيَةٌ
مُحْكَمَةٌ،
أوْ سُنَّةٌ
قَائِمَةٌ،
أوْ
فَرِيضَةٌ عَادِلَةٌ.
-İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İlim
üçtür. Bunlardan fazlası fazilettir. Muhkem âyet, kâim sünnet, âdil
taksim."[586]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sağlam ve gerçek ilmin üç olduğunu
ifade buyuruyor:
* Muhkem âyet: Kur'an-ı Kerim'in
müteşâbih olmayan, ma'nâsı zâhir olan âyeti. Bu âyette herhangi bir iştibah,
ihtilaf olmadığı gibi mensuh da değildir. Bu çeşit âyetler kesin ilim ifade
eder.
* Kâim sünnet: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan beri fâsılasız
amel edilegelmekte olan, herkesçe fiilen tatbik edilmekte, yaşanmakta olan
sünnet, "Resulullah'tan sıhhatli bir senetle sahih ve sâbit olan
sünnet" diye de tarif edilmiştir.
* Adil farîza'dan maksad, Kur'an-ı Kerim'de belirtilen nisbetlere uygun
olarak taksim edilen miras payıdır. Burada ilâhî ölçüye uyulduğu için haksızlık
mevzubahis olamaz. Herkese layık olduğu
hakkı Allah vermiştir.
ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
سُئِلَ عَنْ
عِلْمٍ فَكَتَمَهُ
أُلْجِمَ
بِلِجَامٍ
مِنْ نَارٍ.
-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim, bir ilimden
sorulur, o da bunu ketmedip söylemezse (kıyamet günü) ateşten bir gem ile
gemlenir."[587]
Bu ilimden maksad öğretilmesi gereken, farz olduğu açıkça bilinen
ilimlerdir. Sözgelimi kâfir, İslam ve din hakkında bir şeyler sorsa bunun
ketmedilmemesi gerekir. Keza yeni müslüman olmuş bir kimse namaz hakkında
soracak olsa veya bir kimse gelip, haramhelal hakkında soracak olsa bütün
bunların cecvaplanması, öğretilmesi gerekir. Bildiği halde bunları cevaplamayan
hadisteki tehdide müstehak olur. Ancak hüküm, öğretilmesi gerekmeyen nafile
şeyler hakkında böyle değildir.
ـ عن يزيد
بن سلمة
الجعفي قال:
قُلْتُ يَا
رَسولَ
اللّهِ إنِّي
سَمِعْتُ
مِنْكَ
حَدِيثاً
كَثِيراً
أخَافُ أنْ
يُنْسِىَنِي
أوَّلَهُ
آخِرُهُ
فَحَدِّثْنِي
بِكَلِمَةٍ
تَكُونُ
جِمَاعاً.
فَقَالَ:
اِتَّقِ
اللّهَ فِىمَا
تَعْلَمُ.
-Yezîd İbnu Seleme el-Cûfî (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü! dedim, ben senden pek çok hadis
işittim. Ancak bunlardan, sonradan işittiklerimin, önceden işittiklerimi
unutturacağından korkuyorum. Bana (hepsinin yerini tutacak) câmî bir kelime
söyle!""Bildiklerinde Allah'a karşı müttakî ol (bu sana
yeter)!" buyurdular."[588]
Burada Resûlullah, istikamet üzere olmak için çok ilim gerekmediğini, az ilimle de
insanın istikametini koruyabileceğini buyurmaktadır. Zira, hadise göre,
istikametin temelini, ilim değil Allah korkusu teşkil etmektedir.
ـ وعن
ربيعة بن أبي
عبدالرحمن
قال:
يَنْبَغِي
لِمَنْ
عِنْدَهُ
شَىْءٌ مِنَ
الْعلْمِ أنْ
يُضَيِّعَ
نَفْسَهُ.
-Rebî'a İbnu Ebî Abdirrahmân der ki:
"Yanında bir miktar ilim olan
kimseye, nefsini zayi etmesi münasib düşmez."[589]
Yani, kimde ilim için bir anlayış ve kabiliyet varsa, ona, nefsini
ihmal etmesi ve ilimle meşguliyeti
terketmesi yakışmaz, tâ ki, bu hal ilmin kalkmasına sebeb olmasın.
Zıtlar
aleminde hayat bütünüyle hareketten ibarettir. Ancak ilimden ışığını alınca
olumlu sonuç doğurur, yüzleri güldürür. İlim kendi başına yeterli ve saadete
eriştirici değildir. Ancak dinde ve imandan gücünü, enerjisini aldığı takdirde
huzur ve mutluluğa götürür. Dinden imandan uzak bir ilim beşeriyeti yok
edebilir. Vicdansız bir ilim, insanı mahf eder.
Harcında iman
ve irfan bulunan ilmin yolu cennete uzanır. Dünyada mutlu olmak isteyen ilme
sarılsın. Ahirette mutlu olmak isteyen yine ilme sarılsın ve iki hayatta da
saadete erişmek isteyen ilmi rehber edinsin. Bizim bu konudaki ilimden
maksadımız, bulduğu, keşfettiği, icat ettiği her şeyde Allah’ın kudretinin
eserini, ezeli ilminin damgasını gören ilimdir.
Nush, öğüt, nasihat manasına gelir. Arapça'da kelimenin aslî manası,
en-Nihaye'ye göre, kendisine nasihat edilenin hayrını istemek demektir,
hayırhahlık en yakın kelimedir. Bu manayı tek bir kelime ile ifade etmek
mümkün değildir. Arapça'da kullanılan
manaca en zengin, en cami kelimelerden biri kabul edilmiştir. Kelimeyi
dilimizdeki öğüt vermek manasında almak, manayı daraltır. Bu sebeple
hayırhahlık manasını da zihnimizde canlı tutmamız gerekir.İslam alimleri,
nasihatin dinde mühim bir yer tuttuğunu belirtirler ve dinin mihver ve direğini
nasihatın teşkil ettiğini söylerler. Görüleceği üzere, Resulullah "din"i nasihat
olarak tarif etmiştir. Müslüman da Allah, peygamber, Kur'an, büyükler ve din
kardeşleri için hayır dileyen kimsedir.
Nasihat: Bir şeyi yabancı maddelerden ayırma, dikiş dikme,
samimi olma, samimi olan ve içinde kötülük bulunmayan bütün iyi söz ve işler. Öğüt verme,
akıl ve yol gösterme. Nasihat, İslâm'ın pratik
hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi
amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi
ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla
bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez. Nasihat eden kişi
güvenilir olur. Onun yaptığı nasihat samimiyetle yapıldığı takdirde etkisini gösterir. Müminler sürekli
olarak birbirine öğüt vermek sûretiyle yardımcı olurlar. Cenab-ı Allah:
وَذَكِّرْ
فَاِنَّ
الذِّكْرى
تَنْفَعُ الْمُؤْمِنينَ
"Hatırlat, umulur ki bu hatırlatman müminlere yarar sağlar, (öğüt
alırlar)"[590] buyurmuştur.
ـ عن تميم
الداري
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
الدِّينُ
النَّصِيحَةُ.
قُلْنَا يَا
رَسُولَ
اللّهِ!
لِمَنْ؟
قَالَ: للّهِ
وَلِكَتَابِهِ،
وَلِرَسُولِهِ،
وَ‘ئِمَةِ
الْمُسْلِمِينَ،
وَعَامَّتِهِمْ.
-Temimu'd-Dâri (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyissalâtu vesselâm): "Din nasihatten (hayırhahlıktan)
ibarettir!" demişti. Biz sorduk:
"Ey Allah'ın Resulü! Kimin için hayırhah olmaktır?""Allah için,
Allah'ın kitabı için, Resulü için ve Müslümanların imamları ve hepsi
için!" buyurdular."[591]
Hadiste, din nasihat olarak tarif edilmektedir. Hatta, ibarede nasihat
kelimesinin marife gelmesini gözönüne alan şarihler, hadisin din nasihatten başka bir şey değildir şeklinde
ifade edebileceğimiz kuvvetli, te'kidli bir mana taşıdığına dikkat çekerler. Bu
ifade tarzı da dinden nasihatın ehemmiyetini tesbit etmeye yöneliktir.
Nasihat, lügat olarak nushun hulus, yani saf olmak manasına geldiğini belirtir.
Nitekim نَصَحْتُ
الْعَسَلَ "Bal süzdüm, mumundan ayırdım,
halis kıldım" demektir. Bazıları bu kelimenin نَصَحَ
الرَّجُلُ
ثَوْبَه "kişi elbisesini dikti"
kullanımındaki asıldan geldiğini
söylemiştir.
Nasihat, dilimizde ifade edilen en yakın kelime öğüttür. Ancak öğüt kelimesinin
her yerde her zaman nasihat kelimesiyle ifade edilmek istenen mana zenginliğini
ifade etmekten çok geri kaldığını da bilmemizde fayda var. Nasihatin ne manaya
geldiğini anlamamızda yardımcı olacak bir kelime nusuh tabiridir.
Hadiste, "Din nasihattir" yani din hayırhahlıktır dendikten
sonra bu hayır isteme işinin kimler için
olacağı sorulmuş, Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) da "Allah,
Resulullah, Kitabullah, Müslümanların imamı ve Müslümanlar için
hayırhahlık" diye açıklamıştır.
Kısa kısa şu açıklamaları yapar:
* Allah için nasihat (hayırhahlık): Allah'ın birliği hususunda sıhhatli bir itikaddır. O'na yapılan ibadette
niyeti halis tutmaktır.
* Kitabullah için nasihat (hayırhahlık): Onu tasdik ve onda olanlarla amel etmektir.
* Resulullah için nasihat (hayırhahlık): Peygamberliğini tasdik, emir ve yasaklarına inkıyad etmektir.
* İmamlar için nasihat (hayırhahlık): Hakta onlara itaat etmek,
zulmettikleri zaman da onlara isyan
etmemektir.
* Bütün Müslümanlar için nasihat (hayırhahlık): Onları maslahatları
doğrultusunda irşad etmek.
Bu hadis, "İslam'ın dörtte biri" olarak değerlendirmiştir.
Yani İslam'ı özetleyen dört hadisten biri.[592]
Şeytan: Kötü rûhun, kötü birinin, kötülüğe teşvik edenin,
kötülüğün temsilcisinin, karanlık ve dalâletin önderinin, Allah'ın ve O'nu
seven, O'na kullukta bulunan herkesin büyük düşmanının müşahhaslaştırılmış
şekli veya kötülüğün sembolü olmuş varlık.
Şeytan (Satan) İbranice asıllı
bir kelime olup, rakip, muhalif gibi anlamlara gelir. Tevrat'ta da bu anlamda
kullanılmıştır.[593]
Yeni Ahid'de ise, bu dünyanın reisi[594], hava kuvvetlerinin reisi[595]
gibi vasıflarla karakterize edilmiştir. Adem (as)'a secde emrinden önceki ismi,
Süryanca "tanrı tarafından desteklenmiş" anlamına gelen Azâzel (veya
Azâzil ), Arapça Hâris idi. Azâzel, Hanuk'un Kitabı'nda, Allah'ın rahmetinden
kovulan 200 kadar melekten biri olarak zikredilir. O, erkeklere kılıç ve kalkan
yapmayı; kadınlara ise, süslü giyinmeyi ve göz kapaklarını güzelleştirme
sanatını öğretmiştir. Yahudi geleneğinde de Azâzel, Adem'e secdeyi reddeden
melek olarak zikredilir.
Eyüb'ün Kitabı'nda ise, Tanrı'nın
oğullarından biri olarak geçer.[596]
Adem'e secdeyi kabul etmeyiş gerekçesindeki "kendisinin dumansız
ateşten Adem'in de çamurdan yaratılmış olma"[597] bahanesinde asıl vurgulamak istediği, ateşten yaratılanın
ölümsüz, çamurdan yaratılanın ise ölümlü olacağı düşüncesidir. Böylece Azâzel,
Âdem'e secdeyi kabul etmediği andan itibaren, "hayırdan ümidini kesmiş,
pişmanlık ve üzüntü duyan" anlamında İblis; secde etmeyiş sebebi olarak da
"beni dumansız ateşten, onu ise çamurdan yarattın" diyerek hükümsüz
bir bahane ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği ve Adem'i cennet'ten
çıkarmaya çalıştığı andan itibaren de Şeytan adını almıştır.
Binaenaleyh İblis ve Şeytan,
davranışlarına paralel olarak, ona sonradan verilen iki isimdir. Kur'ân'da
dem'e secde söz konusu olan bütün âyetlerde özellikle "İblis" kelimesinin kullanılmış olması hem yukarıdaki görüşün doğruluğu, hem
de âyetlerde kullanılan kelimelerin yerli yerince seçilişi ve Kur'ân'ın yüce
üslûbu hakkında bir fikir vermektedir.[598]
Şeytan, Arapça "şetane" kökünden rahmetten uzaklaştı, hak'dan uzak oldu;
"Şâta" kökünden ise, öfkeden tutuştu, helak olacak hale geldi gibi
manalara gelip insanlardan, cinlerden ve hayvanlardan isyan eden ve zarar veren
her şeyin adı olmuştur. Bu manada bir canavar veya yılana da şeytan denilir.
Aynı şekilde haset, öfke gibi insana mahsus olan her kötü huy ve davranış da
şeytan diye isimlendirilmiştir.
Şeriat örfünde ise, Yüce Allah'ın
Âdem'e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için ilâhi rahmetten kovulan ve
insanların amansız düşmanı olan, cin taifesinin inkarcı kesiminden[599]
gizli bir varlıktır. Diğer isimleri ise Garûr, Vesvs, Hannâs, Kâfir, Sağîr,
Mârid, Tâif, Fâtin, Mel'ûn, Mez'ûm, Medhûr, Mekzû, Kefr, Hazûl, Adüvv, Mudill,
Merid'dir.
Yaratılışı ve Hz. Âdem'e
secde emrinden önceki durumu: Evrende Adem
(a.s) den önce yaratılmış melek ve cin adında iki varlık mevcuttu.[600]
Şeytan, cin denen varlık grubuna mensup idi.[601]
Hz. Âdem'e secde emrine kadar hissiyatına dokunan bir teklif yapılmamış ve
imtihan olunmamıştı. Onun bu ana kadar, Allah'ın emirlerine göre mi, yoksa öz
nefsinin isteklerine göre mi hareket ettiği bilinmiyordu. Âdem'e secde emri
onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten kaçındı.
Gerekçe, kendisinin ateşten,
Adem'in ise topraktan yaratılmış olmasıydı. Böylece o, itiraf ve özür dileme
yerine itirazı ve hayatı tercih etti. Ona göre ateşten yaratılmış olmak bir
üstünlük sebebiydi.[602]
Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan
bir farklılık görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf
etmesine rağmen Âdem'in yeryüzünde Allah'ın halifesi olması, Allah'tan bir ruh
taşıması gibi[603]
asıl üstünlüklerini bilmezden gelmişti. Adem'de toprak, kendisinde ateşten
başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün
meziyetleri bahseden Allah'ı maddeye mahkum sanmıştı.[604]
Bu anlayış Şeytan'a, Allah'ın
huzurundan kovulma, rahmetinden ümit kesme ve kıyamete kadar O'nun lânetini
haketme dışında hiç bir şey kazandırmadı. Çünkü o dar görüşlüydü, maddenin
ötesini görememişti. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla şeytanca bir yanılgıya
düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi nefsinden kaynaklanan
yanılgısını Allah'ın emrine tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul
etmemişti. Çünkü bu secde emri yalnız Âdem'in sahsına değil, zürriyeti de
dahil, insan nevine verilen bir şeref ve imtiyazdı.[605]
Bu aynı zamanda insanın
üstünlüğüne yapılan ikinci itirazdı. Birinci itiraz da meleklerden gelmişti.[606]
Şeytan'ın bu itirazı, büyüklük taslamaya ve neticede kendisini inkâra götüren
bir isyana dönüştü. Çünkü o, neticede sahibini alçaltacak olan bir büyüklük
anlayışına sahipti.
Şeytanın Görevi: Belirli bir zamana kadar mühlet verilen şeytan, hatasını
anlayıp tevbe ederek suçunu affettirme yoluna gitmedi. Bilakis daha da
azgınlaştı. Kendisine, kıyamete kadar meşgul olabileceği bir hedef seçti. Bu
hedef, İlâhi rahmetten uzaklaştırılmasına sebep olan insandı. Gönlünü intikam
duyguları bürümüştü. Cüretkâr bir edâ ile bu duygularını Yüce Allah'a şöyle
açıkladı:
قَالَ رَبِّ بِمَا اَغْوَيْتَنِى لاُزَيِّنَنَّ
لَهُمْ فِى
اْلاَرْضِ
وَلاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَعِينَ
“(İblis) dedi ki: Rabbim!
Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve
onların hepsini mutlaka azdıracağım!”[607]
Görüldüğü gibi, Yüce Allah
isyanından dolayı şeytanı hemen huzurundan kovmamış, önce ona konuşma fırsatı
vermiş, hatasını anlayıp tevbe etme imkânı tanımış fakat o, inat ve küfründe
ısrar edince, bulunduğu makamdan indirmiş ve tasarladığı plânlarını şöylece
sınırlayıvermiştir:
اِنَّ
عِبَادِى
لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ اِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ
“Şüphesiz Halis kullarım üzerinde senin bir nüfûzun olamaz. Ancak sana
uyan sapıklar bunun dışındadır.”[608]
قَالَ
اخْرُجْ
مِنْهَا
مَذْؤُمًا
مَدْحُورًا
لَمَنْ
تَبِعَكَ مِنْهُمْ لاَمْلئَنَّ جَهَنَّمَ
مِنْكُمْ
اَجْمَعِينَ
“Yerilmiş ve koğulmuş olarak defol. Yemin olsun ki, insanlardan sana kim
uyarsa; sizin hepinizi Cehenneme dolduracağım.”[609]
Şu halde şeytana uyan ondan, onun tebaasından
olup onun âkıbetine uğrayacaktır. Bu âyetlerden de anlaşılacağı gibi şeytana,
Allah'ın hâlis kulları üzerinde etkili olabilecek hiç bir güç verilmemiştir.
Binaenaleyh düşüncesinde, yaşayışında ve huyunda şeytana karşı olan insan,
"Allah'ın kulu" sıfatını koruyacaktır. Şeytana âit bir vasfı taşıyan
kimsede ise, şeytandan bir haslet var demektir.[610]
Havva'nın yaratılışından sonra:
Bilindiği gibi ilk insan olarak yaratılan Hz. Âdem erkekti; Adn Cenneti'nde
ikamet ediyordu. Burası Âdem'in ilk vücut nimetine mazhar olduğu hilkat
bahçesiydi. Kendi cinsinden ve nefsinden eşi de yaratıldı.[611]
Eşinin adı Havva idi.[612]
Artık evrende iki insan vardı. Âdem ve Havva. Böylece insanın Cennet hayatı
başlamıştı, devam ediyordu. Öte yanda, Âdem'i kendi felaketine sebep bilen
şeytan, ondan öç almayı plânlıyordu. Bunun üzerine Âdem ve eşini Allah şöyle
uyardı:
وَقُلْنَا
يَاادَمُ
اسْكُنْ
اَنْتَ وَزَوْجُكَ
الْجَنَّةَ
وَكُلَا
مِنْهَا
رَغَدًا
حَيْثُ
شِئْتُمَا
وَلَا
تَقْرَبَا
هذِهِ
الشَّجَرَةَ
فَتَكُونَا
مِنَ
الظَّالِمينَ
“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin
(Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her
yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan
yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.”[613]
Şimdi imtihan edilme sırası Âdem'e gelmişti. Aslında Âdem'e
ve eşine yaklaşılmaması tavsiye edilen ağaç, aynı zamanda bir imtihan
sahasıydı. Onun meyvasından yemek ise, yasak bir fiilin işlenmesi, sorumluluk sahasının
dışına çıkılması ve Allah'ın koyduğu bir yasağın çiğnenmesi demekti. Bu yasağı
çiğnemekse Allah'ın tayin ettiği sınırları ve hukuk dairesine tecavüz demek
olacağından, bir haksızlık ve dolayısıyla kişinin kendisine zulümdü. Bunun için
zalimlerden olursunuz denilmişti.[614]
Nihayet:
فَاَزَلَّهُمَا
الشَّيْطَانُ
عَنْهَا فَاَخْرَجَهُمَا
مِمَّا
كَانَا فيهِ
وَقُلْنَا
اهْبِطُوا
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ
عَدُوٌّ
وَلَكُمْ فِى
الْاَرْضِ
مُسْتَقَرٌّ
وَمَتَاعٌ
اِلى حينٍ
“Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz
ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir
kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli
bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.”[615] ve onların
yanılmalarını sağladı.[616]
Âdem ve eşi, melek olma veya Cennet'te ebedi kalma
ihtimallerini duyunca, şeytanın kendilerine düşman olduğunu unuttular.
وَلَقَدْ
عَهِدْنَا
اِلى ادَمَ
مِنْ قَبْلُ
فَنَسِىَ
وَلَمْ
نَجِدْ لَهُ
عَزْمًا
“Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahit (emir ve
vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.”[617]
فَاَكَلَا
مِنْهَا
فَبَدَتْ
لَهُمَا سَوْاتُهُمَا
وَطَفِقَا
يَخْصِفَانِ
عَلَيْهِمَا
مِنْ وَرَقِ
الْجَنَّةِ
وَعَصى ادَمُ رَبَّهُ
فَغَوى
“Ağaçtan meyve tadınca ayıp yerleri kendilerine
açılıverdi".[618]
Allah Âdem'e görevini hatırlatarak:
فَدَلّيهُمَا
بِغُرُورٍ
فَلَمَّا
ذَاقَا الشَّجَرَةَ
بَدَتْ
لَهُمَا
سَوْاتُهُمَا
وَطَفِقَا
يَخْصِفَانِ
عَلَيْهِمَا
مِنْ وَرَقِ
الْجَنَّةِ
وَنَاديهُمَا
رَبُّهُمَا
اَلَمْ
اَنْهَكُمَا
عَنْ
تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ
وَاَقُلْ
لَكُمَا اِنَّ
الشَّيْطَانَ
لَكُمَا
عَدُوٌّ
مُبينٌ
“Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini
tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından
üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben size o ağacı yasaklamadım mı
ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nidâ etti.”[619]
Nimetin devamlılığı ve Cennet'te edebi kalma arzusu onların
bu duruma düşmesine ve şeytana uymalarına sebep olmuştu. Fakat hatalarını çok
çabuk anladılar, meleklerin yolunu seçerek derhal tevbe ettiler.[620]
Allah da tevbelerini kabul etti.[621]
Fakat cennette daha fazla kalmalarına müsade etmedi ve şu
emri verdi:
قَالَ
اهْبِطُوا
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ عَدُوٌّ
وَلَكُمْ فِى
الْاَرْضِ
مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ
اِلى حينٍ ()
قَالَ فيهَا
تَحْيَوْنَ
وَفيهَا
تَمُوتُونَ
وَمِنْهَا
تُخْرَجُونَ
“Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir
müddet için yerleşip geçineceksiniz. Orada yaşar, orada ölür ve oradan dirilip
çıkarılırsınız” dedi."[622]
Hz. Âdem ile Havva, emre uyup yeryüzüne indiler, yeryüzünde
tekrar emre uyup buluştular ve Rab'larına birlikte şöyle dua ettiler:
قَالَا
رَبَّنَا
ظَلَمْنَا
اَنْفُسَنَا
وَاِنْ لَمْ
تَغْفِرْ
لَنَا
وَتَرْحَمْنَا
لَنَكُونَنَّ
مِنَ
الْخَاسِرينَ
"Rabbimiz! Kendimize
yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, kaybedenlerden oluruz.."[623]
Allah ikisinden pek çok erkek ve
kadın türetti.[624]
Yeryüzünde insanlar çoğaldı. Allah, Âdem'in çocuklarını peygamber yaptı.[625]
Ondan sonra, şeytana karşı insanı peygamberlerle korudu.
Artık hidayet peygamberlerin, dalâlet de şeytanın yolu olacaktı. Âdem'in
oğullarından Hâbil ve Kabil'in kişiliğinde de Melek-Şeytan kutuplaşması vardı.[626]
Şeytanla Âdem ve Havva arasında
geçen bu hadiseden sonra Allah, şeytana karşı tedbirli olmaları için. insanları
da uyardı ve şöyle buyurdu:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
كُلُوا
مِمَّا فِى
الْاَرْضِ حَلَالًا
طَيِّبًا
وَلَا
تَتَّبِعُوا
خُطُوَاتِ
الشَّيْطَانِ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُبينٌ ()
اِنَّمَا
يَاْمُرُكُمْ
بِالسُّوءِ
وَالْفَحْشَاءِ
وَاَنْ
تَقُولُوا
عَلَى اللّهِ
مَا
لَاتَعْلَمُونَ
"Ey Demoğulları!
Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o
sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size kötülüğü, hayasızlığı, Allah'a
karşı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.”[627]
a=¦í© ß b¦ãb À¤î, (
ü¡a æì¢Ç¤ í ¤æ¡a ë b7¦qb ã¡a ¬eü¡a ¬©é¡ãë¢
¤å¡ß æì¢Ç¤ í ¤æ¡a
“Onlar (müşrikler) O'nu bırakıp yalnızca bir takım
dişilerden (dişi isimli tanrılardan) istiyorlar, ancak inatçı şeytandan dilekte
bulunuyorlar."[628]
b=¦ë¢¤1 ß b¦jî© ã
Ú¡
b j¡Ç ¤å¡ß £æ ¡ £m ü
4b Ó ë <¢é¨£ÜÛa ¢é ä È Û
“Allah onu (şeytanı) lânetlemiş; o da: "Yemin
ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim" demiştir.”[629]
وَلَاُضِلَّنَّهُمْ
وَلَاُمَنِّيَنَّهُمْ
وَلَامُرَنَّهُمْ
فَلَيُبَتِّكُنَّ
اذَانَ
الْاَنْعَامِ
وَلَامُرَنَّهُمْ
فَلَيُغَيِّرُنَّ
خَلْقَ
اللّهِ وَمَنْ
يَتَّخِذِ
الشَّيْطَانَ
وَلِيًّا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
فَقَدْ
خَسِرَ
خُسْرَانًا
مُبينًا
"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları
boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların
kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara
emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" (dedi). Kim Allah'ı
bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür."[630]
يَعِدُهُمْ
وَيُمَنِّيهِمْ
وَمَا يَعِدُهُمُ
الشَّيْطَانُ
اِلاَّ
غُرُورًا
“(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir;
halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.”[631]
اُولَئِكَ
مَأْوَيهُمْ جَهَنَّمُ
وَلاَ
يَجِدُونَ عَنْهَا
مَحِيصًا
“İşte onların yeri cehennemdir; ondan kaçıp
kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.”[632]
Bu âyetler aynı zamanda insanın,
şeytanın fitnesinden sakınmasının mümkün olduğunu da gösterir. Yine bu âyetler
imansızlıkla-şeytanlık, imansızlarla-şeytanlar arasında bir yakınlık olduğunu
ve şeytanın imansızların velileri, âmirleri, işverenleri, başlarına musallat
yakınları ve arkadaşları olduğunu gösterir. Allah'ın gösterdiği doğru yoldan
uzaklaşan ve O'nun koyduğu yasakları çiğneyen kimselerin eninde sonunda mutlaka
şeytanın tuzağına düşecekleri,[633]
şeytanın tuzağına düşen bu azgın kimselerin, sonunda şeytanın kendilerini
istilâ etmesine ve kayıtsız şartsız şeytanın esiri olmalarına mâni
olamayacakları bildirilmiş.[634]
وَلَا
تَاْكُلُوا
مِمَّا لَمْ
يُذْكَرِ اسْمُ
اللّهِ
عَلَيْهِ
وَاِنَّهُ
لَفِسْقٌ وَاِنَّ
الشَّيَاطينَ
لَيُوحُونَ
اِلى اَوْلِيَائِهِمْ
لِيُجَادِلُوكُمْ
وَاِنْ
اَطَعْتُمُوهُمْ
اِنَّكُمْ
لَمُشْرِكُونَ
“Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan
yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle
mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz
de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.”[635] buyurulmuştur.
Şeytanın kendilerine tesir
edemeyeceği kimseler de âyetlerde şu şekilde belirtilmiştir:
وَاِمَّا
يَنْزَغَنَّكَ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
نَزْغٌ
فَاسْتَعِذْ
بِاللّهِ
اِنَّهُ سَميعٌ
عَليمٌ ()
اِنَّ
الَّذينَ
اتَّقَوْا
اِذَا
مَسَّهُمْ
طَائِفٌ مِنَ
الشَّيْطَانِ
تَذَكَّرُوا فَاِذَا
هُمْ
مُبْصِرُونَ
"Şeytan seni dürtecek
olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir. Allah'a karşı gelmekten
sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen
gerçeği görürler."[636]
فَاِذَا
قَرَاْتَ
الْقُرْانَ
فَاسْتَعِذْ
بِاللّهِ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
الرَّجيمِ () اِنَّهُ
لَيْسَ لَهُ
سُلْطَانٌ
عَلَى الَّذينَ
امَنُوا
وَعَلى
رَبِّهِمْ
يَتَوَكَّلُونَ
() اِنَّمَا
سُلْطَانُهُ
عَلَى
الَّذينَ يَتَوَلَّوْنَهُ
وَالَّذينَ
هُمْ بِه
مُشْرِكُونَ
"Kur'ân okuyacağın
zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız
Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, onu dost
edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir."[637] Allah'ın hâlis
kullarına tesir edemeyeceğini, şeytan, bizzat kendisi de itiraf etmiştir.[638]
Her insana bir şeytan verilişi:
Yüce Allah insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi, onun yanına,
kendisine vesvese veren, kötülüğü süslü gösteren, münkere teşvik eden ve
fitneye çağıran bir de şeytan vermiştir. Bu konuda peygamberlerle diğer
insanlar arasında hiç bir ayırım yapılmamıştır. Şöyle ki:
وَكَذلِكَ
جَعَلْنَا
لِكُلِّ
نَبِىٍّ عَدُوًّا
شَيَاطينَ
الْاِنْسِ
وَالْجِنِّ
يُوحى
بَعْضُهُمْ
اِلى بَعْضٍ
زُخْرُفَ
الْقَوْلِ
غُرُورًا
وَلَوْ شَاءَ
رَبُّكَ مَا
فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ
وَمَا
يَفْتَرُونَ
() وَلِتَصْغى
اِلَيْهِ
اَفِْدَةُ
الَّذينَ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاخِرَةِ
وَلِيَرْضَوْهُ
وَلِيَقْتَرِفُوا
مَاهُمْ
مُقْتَرِفُونَ
“Böylece biz, her peygambere
insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine
yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları
uydurdukları şeylerle başbaşa bırak. Ahirete inanmayanların kalpleri ona
(yaldızlı söze) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam
etsinler diye (böyle yaparlar).”[639]
Yani vahyeder gibi seri bir ima ve işaretlerle öyle süslü,
yaldızlı sözler telkin ederler ki bunların sade dışındaki süsüne bakanlar
aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar.
Hz. Peygamber de bir soru üzerane: "Her insanın
yanında bir şeytan vardır" buyurmuş, "Seninle de mi ey Allah'ın
elçisi?" diye sorulduğunda, "Evet, fakat Rabbim ona karşı bana yardım
etti de, o da bana teslim oldu" cevabını vermiştir."[640]
Kitâb-ı Mukaddes'te belirtildiğine göre şeytan Eyyûb
Peygamber'e de kötülükte bulunmuş, İsâ (a.s)'a da musallat olmuştu: "...
Ve şeytan Rabbin önünden çıktı ve Eyyûb'u, ayağının tabanından tepesine kadar
kötü çıbanlarla vurdu."[641]
"İsâ Rûhülkudusle dolu olarak, Erden'den avdet etti ve Ruh tarafından çöle
sevkedildi. Kırk gün müddet İblis tarafından tecrübe olundu. İblis her
tecrübeyi bitirdikten sonra bir zamana kadar ondan ayrıldı."[642]
İnsanı şeytana tutsak eden nefsî
hastalıklar: Zayıflık, ümitsizlik, emelsizlik, şımarıklık, aşırı sevinç,
kendini beğenmişlik, yersiz övünme, zulüm, azgınlık, inkâr, nankörlük,
acelecilik, başıboşluk, serserilik, cimrilik, açgözlük, hırs, münakaşa,
gösteriş, şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, düşmanlıkta katılık, aldatma,
yalan iddiâ, sabırsızlık, şikâyet ve yakınma, infak etmeme, isyankârlık,
inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala düşkünlük ve dünyaya dört elle sarılma.
Nefis bu hastalıklardan kurtulup
mutmain olunca içini Allah'ın zikri, şeytandan sakınma, güç ve gayretin Allah
ile mümkün olduğunu itiraf etme, gökleri ve yeri ayakta tutan ve yok olmaktan
koruyan Allah'a yönelme gibi, insanın maneviyatını güçlendiren ve rûhi
kalitesini yükselten faziletlerle dolar. Bu duruma yükselen insandan şeytan
artık çekinmeye başlar ve onunla karşılaştığı yolunu değiştirir.[643]
Nitekim Hz. Ömer bunun en güzel
örneğidir. Hz. Peygamber ona hitaben şöyle demiştir: "Ey Hattâboğlu Ömer,
şeytan aslâ seninle karşılaşmaz. Sen bir yoldan giderken, o muhakkak senin
yolundan başka bir yola yönelir gider."[644]
Şeytana uyanların durumu
ve âhirette hesaplaşma: Hz. Adem'in
yaratılışı ile meydana gelen bu imtihanda, şeytanın, nefsânî hislerine tâbi
olarak melekler arasındaki makâmdan şekâvetin en aşağı mertebesine düşmesi ne
kadar acıklı ise, hiç şüphe yok ki, meleklerin secde ettiği varlık olmak
şerefine mazhar olan insanın, apaçık düşmanı olan şeytanın izine ve huyuna
uyarak o ulvî makâmdan düşüşü ve onun âkıbetine iştirak edişi ondan daha acıklı
olacaktır. Allah Kıyamet günü, insanları doğru yoldan uzaklaştıran kötü gruba
hitaben şöyle der:
وَيَوْمَ
يَحْشُرُهُمْ
جَميعًا يَا
مَعْشَرَ
الْجِنِّ
قَدِ
اسْتَكْثَرْتُمْ
مِنَ الْاِنْسِ
وَقَالَ
اَوْلِيَاؤُهُمْ
مِنَ الْاِنْسِ
رَبَّنَا
اسْتَمْتَعَ
بَعْضُنَا
بِبَعْضٍ
وَبَلَغْنَا
اَجَلَنَا
الَّذى اَجَّلْتَ
لَنَا قَالَ
النَّارُ
مَثْويكُمْ
خَالِدينَ
فيهَا اِلَّا
مَا شَاءَ
اللّهُ اِنَّ
رَبَّكَ
حَكيمٌ
عَليمٌ
“Allah, onların hepsini
bir araya topladığı gün, "Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Siz insanlarla
çok uğraştınız" der. Onların, insanlardan olan dostları ise: "Ey
Rabbimiz! (Biz) birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna
ulaştık" derler. Allah da buyurur ki: Allah'ın dilediği hariç, içinde
ebedî kalacağınız yer ateştir. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, bilendir.”[645]
Kıyamet sahnesinde de şeytan, kendisine uyanları kınayacak
ve şöyle diyecektir. İş olup bitince şeytan:
وَقَالَ
الشَّيْطَانُ
لَمَّا
قُضِىَ الْاَمْرُ
اِنَّ اللّهَ
وَعَدَكُمْ
وَعْدَ الْحَقِّ
وَوَعَدْتُكُمْ
فَاَخْلَفْتُكُمْ
وَمَا كَانَ
لِىَ
عَلَيْكُمْ
مِنْ سُلْطَانٍ
اِلَّا اَنْ
دَعَوْتُكُمْ
فَاسْتَجَبْتُمْ
لى فَلَا تَلُومُونى
وَلُومُوا
اَنْفُسَكُمْ
مَا اَنَا بِمُصْرِخِكُمْ
وَمَا
اَنْتُمْ
بِمُصْرِخِىَّ
اِنّى
كَفَرْتُ
بِمَا
اَشْرَكْتُمُونِ
مِنْ قَبْلُ
اِنَّ
الظَّالِمينَ
لَهُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ
“(Hesapları görülüp) iş
bitirilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti,
ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm
yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen
koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim,
ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak
koşmanızı reddettim." Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.”[646]
Alimler, şeytanın yaratılmasında
bir takım hikmetlerin bulunduğunu söylemişlerdir.
a) Allah, eşyayı zıdlarıyla
birlikte yaratmıştır ki, biri diğerinden ayırdedilebilsin ve aralarındaki fark
insanlar tarafından anlaşılabilsin. Şeytan da yaratıkların en temiz ve en
şereflilerinden biri olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına
mukabil yaratılmıştır.
b) Şeytanın yaratılmasındaki bir
başka hikmet de, Allah'ın üstünlük ifade eden, Kahhâr, Müntekîm, Adl, Dâl,
Şeddü'l-ikâb, Serîul'-hisâb, Hâfid, Rafi', Muizz, Müzill gibi isimlerinin
tecelli edecekleri bir varlığın gerekli olmasıdır. Zira bu isimler taalluk
edecekleri bir varlığı gerektiren kemâl sıfatlarıdır. Şayet ins ve cin melek
tabiatında olsaydı, bu isimlerin eseri ve neticesi ortaya çıkamazdı.
c) Eğer şeytan yaratılmamış
olsaydı, Allah'ın hıfz, afv, mağfiret, rahmet, günahları örtme ve bağışlama
gibi hususları ihtiva eden kemal sıfatlarının ve isimlerinin tecelli etmesi
mümkün olmazdı. Peygamberimiz bunu veciz bir şekilde şöyle dile getirmektedir:
"Eğer sizler günah işlemeseydiniz, Allah muhakkak ki sizleri giderirdi de,
fertleri günah isleyip, mağfiret dileyecek ve Allah'ın kendilerine mağfiret
edeceği bir kavim getirirdi."[647]
d) Şeytan yaratılmamış olsaydı,
Allah'a ibâdet ve itâattan söz etmek mümkün olmazdı. Zira belli fıillerin
ibadet, tâat, hayır ve hasen oluşu ancak zıtlarının varlığı ile bilinebilir ki,
insanlara şer ve çirkin fiillerde yol gösteren şeytandır. [648]
1) Allah'tan başkasına baş eğmek
2) Falcı ve Muskacılara inanmak
3) Şeytan ve dostlarına itaat etmek
4) Nefsin kötü isteklerine boyun eğmek
5) Günahları alışkanlık edinmek
6) Kibirlenmek
7) Gıybet etmek
8) Dedikodu yapmak
9) İftira
10) Zina etmek
11) İçki içmek
12) Domuz eti yemek
13) Haksız yere adam öldürmek
14) Kumar ve çeşitleriyle oynamak
15) Yetim malını yemek
16) Faiz yemek
17) Rüşvet almak ve vermek
18) Yalan yere yemin etmek
19) Akraba bağlarını kesmek
20) Emanete ihanet etmek
21) Haset etmek
22) Irkçılık Yapmak
23) Hatadan
ısrar etmek (inatçılık)
24) Taklitçilik
25) Kin Tutmak
26) Müslümanlara Buğz Etmek
27) Riyakar Olmak
28) Aldatmak
29) Zulüm
30) Kendini Beğenmişlik (Ucb)
31)Suizan
- Okuma
Parçası-
III) BÖLÜM
AHLAKSIZLIĞIN FAKTÖRLERİ
Genel Bir Bakış: Fısk, Fâsık; isyan, Allah'ın
emrini terk, hak yoldan çıkma, günah işleme tohumun kabuğunu delip çıkması.
Fısk'ın çoğulu fesekâ ve füssâk'tır. Istılahi anlamı ise, büyük günahları
işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah'a itaat etmekten
çıkmak.[649]
Ayette:
وَاِذْ
قُلْنَا
لِلْمَلئِكَةِ
اسْجُدُوا
لِادَمَ
فَسَجَدُوا
اِلَّا
اِبْليسَ
كَانَ مِنَ
الْجِنِّ
فَفَسَقَ
عَنْ اَمْرِ
رَبِّه
اَفَتَتَّخِذُونَهُ
وَذُرِّيَّتَهُ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونى وَهُمْ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
بِئْسَ
لِلظَّالِمينَ
بَدَلًا
“Ve yâd et o zamanı ki, meleklere, "Âdem'e secde ediniz."
demiştik te, onlar da hemen secde etmişlerdi, İblis müstesna; cin tâifesinden
idi. Rabbinin emrinden çıkıverdi. Şimdi Benden gayrı onu ve onun zürriyetini
dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin için bir düşmandır. Zalimler için
ne fena bir bedel.”[650] denilmiştir.
Emrini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden, amel
etmediği halde kelime-i şehâdet getiren ve inanan kimse anlamlarında kullanılır.[651]
Fıskın; Günahı çirkin kabul etmekle beraber, zaman zaman işlemek, devamlı
olarak günah işlemek ve günahın çirkinliğini inkâr ederek işlemek,[652]
şeklinde üç mertebesi vardır. Üçüncü mertebe, küfür mertebesidir. Yani günahın
çirkinliğini ve kötülüğünü kabul etmeyerek haram olduğuna inanmayarak işleyen
kimse dinden çıkmış olur.
Fıskın sahibine Fâsık denir. Fâsıkın üçüncü mertebesinde olmayan fâsık,
günahkâr mümindir. Ehl-i Sünnet'e göre mümin ünvanı kendisinden ayrılmaz.
Mutezileye göre; Büyük günahişleyen fâsık, mümin değildir. İnkâr etmiyorsa
kâfir de değildir. Küfürle İman arasında kalır. Mutezile buna
"El-menziletu beyne'l-menzileteyn" der. Yani küfürle iman arasında
üçüncü bir mertebe. Haricilire göre; Fıskın hangi mertebesinde olursa olsun
fâsık kâfirdir.[653]
Fısk ve fâsık terimleri ile çoğulları Kur'an da elli kadar ayette, kullanılmıştır.
Ayetlerde görülen değişik anlamlara birer örnek vereceğiz. Zalim
anlamında:
فَبَدَّلَ
الَّذينَ
ظَلَمُوا
قَوْلًا غَيْرَالَّذى
قيلَ لَهُمْ
فَاَنْزَلْناَ
عَلَى
الَّذينَ
ظَلَمُوا
رِجْزًا مِنَ
السَّمَاءِ
بِمَاكَانُوا
يَفْسُقُونَ
'Fakat zalimler kendilerine
söylenen sözü değiştirip başka sekle koydular. Biz de fâsık olmaları yüzünden,
üzerlerine gökten azap indirdik."[654]
Hak yoldan çıkma anlamında:
وَالَّذينَ
كَذَّبُوا
بِايَاتِنَا
يَمَسُّهُمُ
الْعَذَابُ
بِمَا
كَانُوا
يَفْسُقُونَ
"Ayetlerimizi yalanlayanlara
ise, doğru yoldan çıkmaları sebebiyle azap dokunacaktır."[655]
Yalancı anlamında:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا اِنْ
جَاءَكُمْ
فَاسِقٌ
بِنَبَأٍ
فَتَبَيَّنُوا
اَنْ
تُصيبُوا
قَوْمًا
بِجَهَالَةٍ
فَتُصْبِحُوا
عَلى
مَافَعَلْتُمْ
نَادِمينَ
"Ey iman edenler, eğer fâsık
bir kimse size bir haber getirirse, onun doğruluk derecesini araştırın."[656]
Mücâhid ve Katâde'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber Müstalik
Oğullarına, Velid b. Ukbe'yi toplanan zekâtları teslim almak üzere gönderdi.
Ancak Velîd, oraya gitmekten korkarak yoldan geri döndü ve Hz. Peygamber'in
huzuruna çıkarak müstakil oğullarının dinden döndüklerini ve Medine'ye saldırı
için toplandıklarını, öldürülmekten korktuğu için aralarına girmediğini
söyledi. Bunun üzerine Allah elçisi, Hâlid b. Velîd'i araştırma için müstalik
oğullarına gönderdi. Hâlid, oraya gece vardı ve casuslarını önden gönderdi.
Ezan okunduğunu ve namaz kılındığını görünce haberin yalan olduğu ortaya çıktı.
Bu olay üzerine yukarıdaki ayet nâzil oldu ve bu şekilde yalan uyduran Velîd b.
Ukbe ve benzerleri için "fâsık" terimi kullanıldı.[657]
Yine Kur'an'da iffetli bir kadına zina iftirası atan kimseye fâsık
denilmiştir.
فَاجْلِدُوهُمْ
ثَمَانينَ
جَلْدَةً
وَلَا
تَقْبَلُوا
لَهُمْ
شَهَادَةً
اَبَدًا وَاُولئِكَ
هُمُ
الْفَاسِقُونَ
* اِلَّا
الَّذينَ
تَابُوا مِنْ
بَعْدِ ذلِكَ
وَاَصْلَحُوا
فَاِنَّ
اللّهَ
غَفُورٌ رَحيمٌ
“Hürre,
afife olan müsIüman kadınlarına zina isnad eden, sonra dört şahit getiremeyen
kimselere seksener değnek vurun ve onların şehâdetlerini ebedîyyen kabul
etmeyin ve onlar ise fâsık kimselerdir.”
“Bundan sonra tevbe edenler ve hallerini ıslah eyleyenler müstesna. Çünkü
Allah Teâlâ şüphe yok ki, gafûrdur, rahîmdir.”[658]
Ebû Hanife (ö. 150/767)'ye göre, zina iftirası cezası uygulanan kimse
sonradan tövbe ederse, Fâsıklıktan kurtulur, fakat ölünceye kadar şâhitliğine
güvenilmez. Çünkü ayetteki "tövbe ederlerse" istisnası, yalnız
cümlenin son kısmına aittir. Diğer çoğunluk hukukçulara göre ise, istisna
ayetin bütününe aittir. Tövbe edince hem fâsıklıktan kurtulurlar ve hem de
şahitlikleri geçerlidir.[659]
Hz. Peygamber fâsık âlimden uzak durulmasını, [660]
karga eti yiyenin fâsık olduğunu,[661]
Fâsıkların cehennem ehli
olduklarını[662] ve bir müslümanın diğerini fâsıklıkla itham
etmemesini[663] bildirmiştir. Ayrıca pek çok rivâyeti bulunan
bir hadiste beş hayvan için fâsık terimi kullanılmıştır. Hz. Âişe'den gelen
rivâyet şöyledir: "Beş fâsık hayvan vardır ki, bunlar haremde de harem
dışında da öldürülebilir. Yılan, Akrep, Fare, Kuduz Köpek ve Karga."[664]
Burada fâsık terimi; zararlı haşarat, söz dinlemeyen, kötülük yapan
anlamındadır.
Ayet ve hadislerden anlaşıldığına göre fâsık tabiri kâfir ve münâfığı
içine alan geniş anlamda kullanıldığı gibi, ehl-i Sünnet âlimlerine göre daha
çok büyük günah işleyenler için kullanılmıştır. Ehl-i Sünnete göre inkâra
düşmeksizin büyük günah işleyen ne kâfir ne de münâfık olur. İmandan da çıkmaz.
Tövbe etmeksizin ölürse, Allah'ın onu ya bir şefâatçının şefâati veya fazl ve
keremi ile affetmesi, ya da suçuna göre onu cezalandırması mümkündür. Sonra onu
cennete sokar. Çünkü Allahû Teâlâ:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
تُوبُوا اِلَى
اللّهِ
تَوْبَةً
نَصُوحًا
"Ey iman edenler, Allah'a nasûh (kesin)
tövbe ile tövbe ediniz"[665] ayetinde, günah işleyene iman
sıfatiyle hitabetmiştir.
Bunun gibi daha pek çok ayet vardır.[666]
Ayrıca İslâm ümmeti Hz. peygamber asrından günümüze ehl-i kıble için büyük
günah işleyip işlemediğini dikkate almaksızın salât, dua ve Allah'tan mağfiret
dileyegelmiştir. Yine müminlerin namazlarda ana-baba, hısımlar ve tanıdıkları
için bir ayırım yapmaksızın istiğfâr etmesi meşhur olmuştur. Halbuki onlar
kâfir için istiğfârın caiz olmadığına inanırlar.
Ayet ve hadislerde günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır.
Kur'an'da:
اِنْ
تَجْتَنِبُوا
كَبَائِرَ
مَا تُنْهَوْنَ
عَنْهُ
نُكَفِّرْ
عَنْكُمْ
سَيَِّاتِكُمْ
وَنُدْخِلْكُمْ
مُدْخَلًا
كَريمًا
"Eğer yasaklandığımız büyük
günahlardan sakınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örteriz ve sizi
şerefli bir makama koyarız."[667]
اَلَّذينَ
يَجْتَنِبُونَ
كَبَائِرَ
الْاِثْمِ
وَالْفَوَاحِشَ
اِلَّا
اللَّمَمَ
اِنَّ
رَبَّكَ
وَاسِعُ
الْمَغْفِرَةِ
هُوَ
اَعْلَمُ
بِكُمْ اِذْ
اَنْشَاَكُمْ
مِنَ
الْاَرْضِ
وَاِذْ
اَنْتُمْ
اَجِنَّةٌ فى بُطُونِ
اُمَّهَاتِكُمْ
فَلَا
تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ
هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنِ اتَّقى
"O, iyi amellerde
bulunanlar; küçük kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan
kaçmışlar"[668] buyurulur.
Büyük günah (kebire) şöyle tarif edilebilir; ayet ve hadislerde büyük
günah olarak belirtilen, hakkında nassı ile bir ceza konulan veya bir tehdîd
unsuru bulunan fiiller ile, nass'larda belirtilmediği halde kötülüğü bunlar
seviyesinde bulunan fiillerdir. İmam Mâtûridî (ö. 333/944) büyük günahları
itikat ve amelle ilgili olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Birincisi küfür ve şirk
türünden olup, amelle ilgili olanı kişiyi küfre götürmez.[669]
Hadislerde bazı büyük günahlar sayılmıştır; Allah'a şirk koşmak,
ana-babaya itaatsizlik etmek, yalancı şahitlik, sihir, haksız yere adam
öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, cihâd alanından kaçmak, iffetli mümin
bir kadına zina iftirasında bulunmak, zina yapmak, Mescid-i Haram'da günah
işlemek bunlar arasındadır.[670]
Hz. Ali (ö. 40/661) buna
hırsızlık ve şarap içmeyi de ilave etmiştir.[671]
Ancak işleyeni fısk derecesine düşüren bu günahlar, hadislerde örnek
kabilinden ve hadisin vârid olduğu sıradaki şartlara göre söylenmiş olmalıdır.
Çünkü ez-Zehebî (ö. 784/1 347) ' nin yazdığı "Kitabü'l-Kebairı de büyük
günahların sayısı yetmişe ulaşırken, el-Heytemî (ö. 974/1566)'nin
"ez-Zevacir an İktirafeıl-Kebairı adh eserinde bu sayı 467'ye kadar çıkar.
Hanefilere göre büyük günah işleyen fâsık, hâkimlik görevine tayin
edilmişse, vereceği hüküm ihtiyaç sebebiyle geçerli olur. Fakat hâkimin,
fâsığın şahitliğini kabul etmemesinde olduğu gibi kendisininde bu göreve
atanmaması gerekir. Ancak iffetli kadına zina iftirası suçundan hüküm giyen
kimse hakimliği ve şâhitliği geçerli değildir.[672]
Fâsık kendisi ve çocukları üzerinde velâyet hakkına sahiptir. O, malını
saçıp savurmaması şartiyle sırf fıskı yüzünden hacredilmez. Çünkü tasarruf
ehliyetini kısıtlama (hacr) israf ve saçıp savurmayı önlemek için meşrû
kılındı. Ayrıca ilk müslümanlar büyük günah işleyenlerin ehliyetlerinde
kısıtlama yapmadılar.[673]
Fâsık, yahudi, hristiyan veya mecusiye zimmî yahut harbî olsun sadaka
vererek maddi yardım yapmak mümkün ve caizdir. Ayette:
وَيُطْعِمُونَ
الطَّعَامَ
عَلى حُبِّه
مِسْكينًا
وَيَتيمًا
وَاَسيرًا
''Onlar yemeğe ihtiyaç ve
istekleri olduğu halde, onu, yoksula, yetime ve esire yedirirler" [674] buyrulur.
Burada "Esir" harbî durumunda sayılır. Yine Hz. Peygamber,
susuz köpeği sulayan kimse hakkında; "Her
canlı hayvan için ecir vardır"[675] buyurmuştur. "Senin
yemeğini, Allah'tan sakınan kimseden başkası yemesin"[676] hadisi ise, yardım konusunda
tercih önceliğini bildirir.[677]
Fıskın zıddı adl; fâsık'ın zıddı adil'dir. Adâlet; dini istikamet üzere
bulunmak, dini görevleri yerine getirmek, zina, şarap içmek, ana-babaya asi
olmak ve benzeri durumlardan kaçınmak, küçük günahlarda ısrardan sakınmaktır.
Şâfiîler, bir aile reisinin çocukları üzerinde velâyet hakkına sahip olması
için onun adâlet sahibi olmasını şart koşmaktadırlar. Delilleri Hz.
Peygamber'in şu hadisidir: "İki adâletli şahid ve rüşde ermiş veli
bulunmadıkça nikâh olmaz."[678]
Çünkü nikâh velâyeti görüş ve takdir hakkını kullanmayı gerektirir. Fâsık ise,
mal velâyetinde olduğu gibi, bu konuda da isabetli karar veremez.
Hanefi ve Mâlikilere göre velâyetin sabit olması için adâlet şart
değildir. Veli, adil olsun, olmasın kendi kızını veya erkek kardeşinin kızını
evlendirebilir. Çünkü onun fâsıklığı yanında bulunan kimselere karşı şefkat
göstermesine ve hısımlarının maslahatını gözetmesine engel olmaz.
Velâyet hakkı geneldir. Ne Hz. Peygamber devrinde ve ne de ondan sonra
hiçbir velinin fıskı sebebiyle çocuklarına velâyetten menedildiği
nakledilmemiştir. Tercihe şayan olan görüş budur. Yukarıda zikredilen hadisi
hanefiler zayıf görmüştür.
Hanefilere göre fâsık, velâyete ehil olduğu gibi şahitliğe de ehildir.
Adâletli veya adâletsiz şahitliğe de ehildir. Adâletli veya adâletsiz
şahitlerin önünde yapılacak akitler geçerli olur. Şia da aynı görüştedir.
Onlara göre şâhitlik akdin sıhhati için gerekli bir şart olmayıp, mendûbtur.[679]
Fucûr
Azmak, günaha dalmak, doğru yoldan ayrılmak, yemin ve sözünde yalancı
çıkmak. Allah'ın emirlerinden çıkmak, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket
etmek, fısk ve isyana düşmek.
Kur'an-ı Kerîm de, bu kelime benzer kalıplarıyla yedi yerde geçmekte,
fakat "fücûr" kalıbı halinde sadece bir yerde geçmektedir. O da
eş-Şems suresi 8. Ayet-i Kerîmedir ki, şöyledir:
قَدْ
اَفْلَحَ
مَنْ
زَكّيهَا
“Sonra da ona iyilik ve kötülük
kabiliyeti verene andolsun ki..."[680]
Bu ayette "fücûr" kelimesi "takvâ" kelimesinin zıddı olarak ifade
edilmekte ve "takvâ", "iyilik
kabiliyeti" olarak, "fücûr" ise, "kötülük
kabiliyeti" olarak ele alınmaktadır. Buradan da "takva" ve "fücûr"'un zıt anlamlar taşıdığını ve
her ikisinin de insanda yerleşmiş birer durum olduklarını çıkarmak mümkündür.
Bilindiği üzere "takvâ", insanın Allah'tan hakkıyla
korkup, O'na hakkıyla inanıp, bağlanmak, nefsini O'nun himayesi altında tutup
kötülüklerden koruma anlamlarını taşımaktadır ki, buna bağlı olarak "fücûr" da, Allah'ı hakkıyla tanımamak,
O'ndan hakkıyla korkmamak, tam anlamıyla bağlanmamak ve dolayısıyla O'nun
himayesi ve tasarrufunun dışında günah işleyerek, kötülük içinde bulunmak
anlamlarına gelmektedir.
Yine aynı ayette "fücûr" kelimesi, "takva" kelimesinden önce
zikredilmiştir. Bu da genel bir kuralı hatırlatmaktadır ki, o da, iyi bir
hasletin yerleşmesi için, kötü hasletin terki esas tır. Her ikisinin bir arada
bulunabileceğini düşünmek doğru değildir. Bir insan hem fısk-u fücûr içinde
bulunup hem de takva üzere yaşamış olamaz. Takva için esas şart, fücûr halini
terketmektir. Önce, günaha dalmaktan, Rabbına karşı gelmekten ve asi olmaktan
uzaklaşıp, daha sonra da O'nun emrettiği şeyleri tam bir ihlasla yapıp, O'na tam
anlamıyla bağlanmak, yani "takva" ya ulaşmak sözkonusudur.
Fücûr, her ne kadar Allah'ın emir ve yasaklarını çiğnemek durumlarını
ihtivâ etmiş olsa da, bu durumlarda eğer kesin bir inkar görülmüyorsa, fücûru
küfürle aynı sayamayız. Küfür ancak açık bir inkâr ve Allah'a ortak koşma söz
konusu olduğunda ortaya çıkmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, her küfür fücûr
sayılmış olsa da, her fücûr, inkâr olmadığı sürece küfür olarak ele alınamaz.
Baş, vücudun
dört duyu uzvu ve beyni de ihtiva eden en üst kısmıdır. Yani bir şeyin en üst
kısmı, tepe, zirve mansınada kullanılır.
Baş eğmek,
hakim olan otoritenin hakimiyetini ve gücünü kabul etmektir. İslam ahlakı,
evrenin hakim gücünü elinde bulunduranın Allah olduğunu kabul eder.
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ اللهِ وَالْمَسِيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَمَا اُمِرُوا
اِلاَّ
لِيَعْبُدُوا
اِلَهًا
وَاحِدًا لاَ
اِلَهَ
اِلاَّ هُوَ
سُبْحَانَهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
“(Yahudiler) Allah'ı
bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem
oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk
etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları
şeylerden uzaktır.”[681]
Bu âyetin manâsı hakkında meşhur Hatimi Taî’nin oğlu “Adiy”
demiştir ki: «Resulullah’a geldim boynumda altından bir salib
vardı -ki Adiy o zaman henüz Hıristiyan dininde idi- Resulullah, sûrei “Tevbe”
yi okuyordu «Ya Adiy, şu boynundaki veseni at» buyurdu, ben de attım;
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ اللهِ
“(Yahudiler) Allah'ı
bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem
oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler.”[682]
Kavli ilâhîsine geldi, ya Resulullah onlara ibadet
etmezlerdi, dedim, Aleyhıssalâtü vesselâm buyurdu ki “Allah’ın
helâl kıldığını tahrim ederler, siz de haram tanımaz mıydınız?, Allah’ın haram
kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?” ben de, evet! dedim “İşte o onlara ibadettir.” buyurdu. Rebi' demiştir ki bu rububiyyet,
Beni İsraîl’de nasıl idi diye Ebül'âliyeye sordum “ekseriya Allah’ın kitâbında
açıktan açığa Hahamların ahvaline muhalif şeyler bulurlar, bununla beraber
kitâbın hükmünü bırakırlar da Hahamların sözlerini tutarlardı” dedi."[683]
Açıkça
görüldüğü gibi, Allah’ın otoritesi olan helal ve haram yetkisini eline
geçerinin veya buna dil uzatanların kendi otoritelerini Allah’ın otoritesinden
öne çıkarmış olurlar. İşte otoritelerine baş eğilmemesi ve başı bu türlü
otoritelere eğdirmemek ve ezdirmemek gerekir.
-Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Öğleden
önce zevâlden sonra dört rek'at vardır ki bunlar seherde emsalleri değerindedirler. Her ne varsa, bu
saatte mutlaka Allah'ı tesbîh eder. ''Resulullah sonra şu âyeti okudular:
“Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi?
Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döner.”[684]
-Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Resulullah
aleyhissalâtu vesselâm'ı şu âyetleri okurken işittim:
“Hiç şüphesiz Allah size emânetleri ehline teslim
etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür."[685]
Bu sırada Resulullah (a.s)'ın baş parmağını kulağına, onu takip eden
(şahâdet) parmağını da gözünün üzerine koyduğunu gördüm.'[686]
-Acı insanı
konuşturur.
-Dert insanı
söylettirir.
-Muhannet
insanı başkasına muhtaç ettirir.
-Yokluk insanı
mağdur ettirir.
-Keyif insanı
alçaltır.
-Alçaklık
insanı nefse baş eğdirir.
-Zevk insanı
şeytana boyun eğdirir.
İlahi kudretin
azametine inanan hiçbir insan, bütün bu sıraladığımız olumsuzluklarla
karşılaşsa da yine Allah’tan başkasına el açmaz ve boyun bükmez. Çünkü bütün
sayılanlar maddi ve dünyevidir. Asıl olanı Allah’ın katında olanıdır. Kim
yönünü Allah’tan başkasından çevirir ve sadece Allah’a dönderirse o zaman,
ilahi rahmetin hazineleri önüne serilir.
1-Fal:
Fal-Falcılık: Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için
başvurulan çeşitli yollar. Baht, uğur ve talihi anlamak için birtakım garip
yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir
satırına, koyunun kürek kemiğine kahve fincanına vb. şeylere bakıp bunlardan
anlam çıkarma işi. Gelecekte olacak şeyleri anlamak maksadıyla yapılan eylemler
hakkında kullanılan bir tabir. "Kamûs-u Osmanî'de: "Kısa fikirlilerin
ümid ettikleri bir maddeyi çıkarmak maksadiyle; kitap açmak ve kitaba, baklaya
bakmak gibi değişik yöntemlerle yapılan teşebbüsü ve bu teşebbüsün gösterdiği
netice" olarak tarif edilmiştir.
Kur'an'da, "fal" kelimesi geçmemekle birlikte, Peygamber (a.s.)'ın bazı
hadislerinde, şekil olarak buna benzer fakat mana yönünden bizim anladığımız
fal'dan daha değişik bir mana arzeden "fe'l" sözü geçmektedir. Şöyle ki; "adva (hastalığın
Allah'ın takdiri olmaksızın bulaşması) yoktur, tıyara (bir şeyi uğursuz sayma)
da yoktur. Ben hayırlı "fe'l"i (bir şeyi hayra yorma) severim",[687]
hadisinde geçen "fe'l" kelimesinin bildiğimiz falla aynı anlama
gelmediği açıktır.
Ebû Hureyre'nin, Peygamberimiz (a.s.)'den
naklettiği başka bir hadiste; ''Tıyara yoktur, daha hayırlı olan fal
vardır" buyurdular. Ebu Hüreyre; "Fal nedir ey Allah'ın Resulu? diye
sorunca 'Sizden birinizin işittiği salih sözdür' dedi."[688]
Hasta olan bir kimsenin; "ya sâlim" !
diye bağıran birinin sesini duyması veya yitiğini arayan birinin; "ya
vâcid! " diye seslenen birinin sesini duyunca, "bununla tefe'ül
ediyorum" deyip, hastalıktan kurtulmayı umması ve yitiğini bulacağını ümid
etmesidir. Yani bu sesleri hayra yorarak, neticenin bu şekilde olmasını
beklemesidir.[689]
Cahiliye Arapları, bir sefere, bir savaşa, bir
ticarete, bir nikâha yahut herhangi bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar
(veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı. Bu zarların (veya okların) birinde,
"Rabbim emretti" yahut "yap" diye emir; diğerinde,
"Rabbim nehyetti" yahut, "yapma" diye nehy kelimeleri
yazılı olurdu, biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan
birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir
daha çekerlerdi. Kur'an bunu şu ayetle yasaklamıştır:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْخَمْرُ
وَالْمَيْسِرُ
وَالْاَنْصَابُ
وَالْاَزْلَامُ
رِجْسٌ مِنْ
عَمَلِ الشَّيْطَانِ
فَاجْتَنِبُوهُ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
'Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve
fal okları şeytan işi birer pisliktir,. bunlardan kaçının ki, kurtuluşa
eresiniz."[690]
Câhiliyede, bir de kuş uçurma âdeti vardı ki,
bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmüm (uğurlu
sayma), sola giderse teşeüm ederler (uğursuzluk sayarlar)dı. Peygamberimizin,
"tıyara yoktur" hadisi ile bunun da yasaklandığını biliyoruz.
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de,
modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan istidlâl
ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, İdris (a.s)'ın,
mucizesi iddiasıyla semayı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız
tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin
durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek of ayları bildireceği iddiasıyla
yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı. Onların bu inançları günümüze
kadar gelmiş bulunmaktadır. [691]
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir
çeşit gaybdan haber vermedir. Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka
hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine
vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:
قُلْ
لَايَعْلَمُ
مَنْ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
الْغَيْبَ
اِلَّا
اللّهُ وَمَا يَشْعُرُونَ
اَيَّانَ
يُبْعَثُونَ
"De ki: 'Göklerde ve yerde olan
gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur"[692]
ve
قُلْ
لَا اَقُولُ
لَكُمْ
عِنْدى
خَزَائِنُ اللّهِ
وَلَا
اَعْلَمُ
الْغَيْبَ
"De ki: Size 'Allah'ın hazineleri
elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum....",[693]
وَلَوْ
كُنْتُ
اَعْلَمُ
الْغَيْبَ
لَاسْتَكْثَرْتُ
مِنَ
الْخَيْرِ
"Eğer gaybı bilseydim, daha fazla
hayır yapardım...."[694] âyetleri buna yeterli delildir.
Kendilerine "arrâf" yahut
"kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara
inanan veya destekleyenleri Peygamber (a.s.) ağır bir dille kınamış hatta
kâfirlikle nitelemiştir. "Her kim bir arrafa gidip de ona
bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz"[695] buyurmuştur. Ebû
Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir: "Kim
bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş
olanı inkâr etmiş olur."[696]
2-Uğursuzluk:
Uğursuzluk inancı, farklı tezahürler altında pek yaygın olması
sebebiyle, Resulullah bunu ortadan kaldırma sadedinde pek çok beyanlarda bulunmuş, tavırlar
takınmıştır. Tetâyur, teşâüm gibi kelimelerle ifade edilen uğursuzluğu reddeden
Aleyhissalâtu vesselâm, tefâül denen hayra yormaktan hoşlanırdı. Göndereceği
memurun veya gireceği köyün isminin güzel olmasından mennun olması bundandır.
Kötü isimden hoşlanmaması uğursuzluk duymasından değil, tefâülün ortadan
kalkmasındandır. Resulullah tefâüle imkan tanımayan kötü isimleri güzelleriyle
değiştirmiştir.
ـ عن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: كَانَ رَسُولُ
اللّهِ
َ
يَتَطَيَّرُ
مِنْ شَىْءٍ،
وَكَانَ إذَا
بَعَثَ
عَامًِ سَألَ
عَنِ
اسْمِهِ،
فَإنْ أعْجَبَهُ
فَرِحَ بِهِ،
وَرُؤِىَ
بِشْرُ ذلِكَ
فِى وَجْهِهِ
وَإنْ كَرِهَ
اسْمَهُ رُؤِىَ
ذلِكَ فِي
وَجْهِهِ.
فَإذَا
دَخَلَ قَرْيَةً
سَألَ عَنِ
اسْمِهَا،
فَإنْ
أعْجَبَهُ
فَرِحَ
بِهَا، وَإنْ
كَرِهَهُ
عُرِفَ ذلِكَ
فى وَجْهِهِ.
-Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (halkın uğursuzluk çıkardığı) hiç bir
şeyden uğursuzluk çıkarmazdı. Bir memur göndereceği zaman ismini sorardı, hoşuna giderse sevinirdi ve hatta bunun
neşesi yüzünde görülürdü. İsimden hoşlanmazsa buda yüzünden belli olurdu. Bir
köye girecek olsa onun da ismini
sorardı, hoşuna giderse sevinirdi,
hoşlanmazsa, bu yüzünden okunurdu."[697]
Resulullah sadece çirkin olan şahıs isimlerini değil, köy ve geçit gibi
başka isimleri de değiştirmiştir. Aleyhissalâtu vesselâm'ın güzel isimle tefâül
buyurmasının bir gayesinin, güzel isim koyma emrini mü'minlere benimsetme
gayesine yönelik olduğu söylenebilir. Zira, çocuğa güzel isim verilmesine,
çocuğun babası üzerindeki haklarından biri ilan edecek kadar ehemmiyet
vermiştir. Bu emrin başka tedbirlerle de takviyesi gerekli idi. Kötü ismin
yasaklanmış olmasıyla ilgili olarak Sünnet, kişinin çocuğu ve hizmetçisi için
güzel isimleri tercih etmesini gerektirir. Zira kötü isimler de bazan kadere tevâfuk
eder. Sözgelimi, Allah'ın kazası, çocuğunu Hasâret (zarar) diye isimlendiren
kimseye de gelecek olsa bu adama veya çocuğuna gelen zararın, bazı kimseler,
o isim sebebiyle geldiğine itikad
ederler ve uğursuzluk çıkarmaya yeltenirler, onunla oturup kalkmaktan ve
beraberlikten kaçınırlar."
Görüldüğü üzere, Resulullah'ın iyi ismi tercih etmesi, güzel isimlerden
tefâül edip sevinç izhar etmesi, kötü isimden uğursuzluk çıkardığı manâsına
gelmez. Bilakis uğursuzluk çıkarma geleneği ile mücadele gayesini de taşır.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ
إذَا سَمِعَ
كَلِمَةً
أعْجَبَتْهُ
قَالَ:
أحَذْنَافَأْ
لَكَ مِنْ
فىكَ.
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hoşuna giden
bir kelime işitince: ("Amin!"; "dediğin çıksın!";
"Allah muradını versin!" manâsında olmak üzere): "Senin uğurunu
kendi ağzından işittik!" buyururlardı."[698]
Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, hoşuna giden bir şey
işitince اَخَذْنَا
فَأْلَكَ
مِنْ فِيكَ buyurduğunu haber vermektedir.
İbareyi kelimesi kelimesine tercüme edince ma'nâ şu olur: "Senin
uğurunu ağzından aldık."
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رَسُولَ اللّهِ
: كَانَ
يُعْجِبُهُ
إذَا خَرَجَ
لِحَاجَةٍ
أنْ يَسْمَعَ
يَا رَاشِدُ
يَانَجِيحُ.
-Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir ihtiyacı görmek üzere (yola)
çıktığı zaman yâ râşid (uğurlar olsun) yâ necîh (hayırlı muvaffakiyetler)
temennîlerini işitmekten hoşlanırdı."[699]
Bir iş için çıktığı zaman
Resulullah'ın işitmeyi arzu ettiği kelimeler "Yâ râşidyâ necîh"dir.
Râşid, dilimizdeki rüşd'den gelir, doğru yolu bulan demektir. Necîh de ihtiyacı
görülen yani muradına eren demektir.Bu tabirlerin dilimizdeki tam karşılığını
bulmak için bu makamda söylediğimiz tabirleri aramamız gerekir. Gayeli olarak
yola çıkan kimseye, ayrılışı sırasında, "Uğurlar olsun! Allah rast
getirsin!" deriz . Öyleyse yâ râşid, yâ necîh -bazı rivayetlerde, ya
vâcid- gibi tabirleri "İstikametten ayrılmayasın"; "Doğrulukta
muvaffak olasın!" "Güle güle"; "Hayırlı işler!";
"Hayırlı muvaffakiyetler!" gibi
hem dua, hem nezaket, hem örf ve âdâb makamında söylenen sözlerimizle
karşılamamız gerekecektir.
وعن
عروة بن عامر
القرشى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]ذُكِرَتِالطِّيَرَةُ
عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ :
فقَالَ:
أحْسَنُهَا
الْفَألُ،
وََ تَرُدُّ مُسْلِماً.
فَإذَا رَأى
أحَدُكُمْ
مَا يَكْرَهُ
فَلْيَقُلِ:
اللَّهُمَّ َ
يَأتِي بِالْحَسَنَاتِ
إَّ أنْتَ،
وََ يَدْفَعُ
السَّيّآتِ
إَّ أنْتَ وََ
حَوْلَ وََ
قُوَّةَ إَّ بِكَ.
Urve İbnu Âmir el-Kureşî radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında uğursuzluktan bahsedilmişti. Buyurdular ki:
"Bunun en iyisi fel (uğur çıkarma)dır. (Uğursuzluk inancı) bir müslümanı
yolundan alıkoymasın. Biriniz, hoşlanmadığı bir şey görecek olursa şu duayı
okusun: "Allahümme la yeti bilhasenâtı illâ ente ,ve lâ yedfe'u's-Seyyiâti
illâ ente velâ havle ve lâ kuvvete illâ bike. (Allahım! Hayrı ancak sen
verebilirsin, kötülüğü de ancak sen defedebilirsin. (İbadet, çalışma, korunma
vs. için muhtaç olduğumuz) güç ve kuvvet de ancak sendendir.)"[700]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yanında "uğursuzluk"
bahsi açılınca, uğursuzluğa inanmanın değil, uğura inanmanın daha iyi olduğunu
söyler. Resûlullah fel'i yani uğur çıkarmayı sevmiştir, çünkü insanlar,
Allah'tan hayır geleceği emelinde olur ve her bir zayıf veya kuvvetli sebeple
bile Allah'ın yardımını ümit ederlerse hayır üzere olurlar. (Beklediklerine
eremeyerek) ümitleri boşa bile çıkmış olsa ümit onlar için yine de daha
hayırlıdır. Çünkü Allah'ın rahmetine emel etmeyip, ümitlerini kesecek olsalar
bu onlar için mutlak şerdir.
Uğursuzluğa gelince bunda Allah hakkında su-i zanda bulunmak, belanın
gelmesini beklemek vardır. Tefâülün (uğura inanmanın) manâsı şunun gibidir.
Hasta bir adam varıp işittiği bir sözle tefâül eder, yâni bir başkasının
"yâ sâlim (selamete eresin)" dediğini işitir veya yitiğini arayan bir
adam da, bir başkasının "Yâ vâcid (aradığını bulasın)" dediğini
işitir. O vakit birinin içine sıhhate kavuşacağı, diğerinin içine de yitiğini
bulacağı hususunda bir ümid ışığı doğar...
Resûlullah, uğursuzluk inancının, müslümanı, yapacağı işten
alıkoymamasını tavsiye etmektedir. Çünkü müslüman, hayır ve şer her şeyin
Allah'tan olacağına inanması sebebiyle, ona terettüp eden ve muvafık olan şey,
bütün, işlerinde Allah'a tevekküldür. Allah ve Resûlünün emirlerine uyarak
meşru şekilde esbâba tevessül eder, aklın, şeriatın ışığında elinden geleni
yapar, neticeyi tevekkülle Allah'a bırakır. Karşısına çıkan kimseden, kuşun
sağa veya sola uçmasından uğursuzluk çıkararak başladığı işi yarıda bırakıp
geri dönmez. "Uğursuzluk inancı bir müslümanı yolundan alıkoymasın"ın
manâsı budur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), insanlardaki bir zaaf sebebiyle,
uğursuzluk inancından tamamen kurtulamıyacaklarını nazar-ı dikkate alarak, bu
hisse kapılanlara bir rukye (dua) tavsiye ediyor. Kişi öyle durumlarda bunu
okuyup işine devam etmelidir.
ـ وعن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
الطِّيَرَةُ
شِرْكٌ قَالَهَا
ثَثاً، وَمَا
مِنَّا إَّ.
وَلكِنَّ اللّه
يُذْهِبُهُ
بِالتَّوَكُّلِ.
-İbnu Mes'ûd radıyallahu anh
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Uğursuzluk çıkarmak şirktir, uğursuzluk çıkarmak şirktir, uğursuzluk
çıkarmak şirktir. (İhtiyarsız kalbine uğursuzluk vehmi gelip içinde bazı şeylere
karşı neferet duyan) hâriç bizden kimsede bu yoktur. Lakin Allah onu tevekkülle
giderir."[701]
Burada uğursuzluğa inanmak şirk ilan edilmektedir. Bir kimsenin
kendisine zarar veren, fayda celbeden şeyler olduğuna inanması sebebiyle şirke
düşer. Eğer bir de bu inancın mûcibiyle amel ederse sanki Allah'a şirk koşmuş
olur ve buna şirk-i hafî denir. Bir de Allah dışında bir şeyin müstakillen
zarar ve fayda vereceği itikadına düşerse bu şirk-i celî olur.
Resûlullah'ın "uğursuzluk çıkarmak şirktir" diye üç kere
tekrarı, mesele hususundaki zecri mübalağalı kılmak, müessiriyeti artırmak
içindir.
Hadîsin sonunda, kalbe eski alışkanlıktan ötürü veya ihtiyarsız olarak
uğursuzluk düşüncesinin ârız olması sebebiyle hâsıl olacak zarar vehiminin
Allah'a tevekkül sayesinde bertaraf olacağı belirtiliyor.
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رَسولُ
اللّهِ : َ
عَدْوَى وََ
طِيَرَةَ،
وَيُعْجِبُنِي
الْفَألُ
قالُوا: وَمَا
الْفَألُ؟ قالَ:
كَلِمَةٌ
طَيِّبَةٌ.
-Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ne sirayet
(bulaşma), ne de uğursuzluk vardır. Benim fel hoşuma gider." Yanındakiler
sordu: "Fel nedir?""Güzel bir sözdür!" buyurdu." Buhârî'nin
rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Benim, dedi, fel-i sâlih, güzel bir kelime hoşuma gider."[702]
ـ وعن سهل
بن سعد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنْ
كَانَ
)يَعْنِي الشُّؤْمَ(
في شَىْءٍ
فَفِي
الْفَرَسِ
وَالْمَرأةِ
وَالْمَسْكَنِ.
-Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu anh):
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir şeyde
(uğursuzluk) olsaydı, bu atta, kadında, meskende olurdu."[703]
ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : َ
عَدْوَى وََ
صَفَرَ وََ
غُولَ.
Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ne sirâyet, ne safer, ne de gûl vardır."[704]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رسولُ اللّهِ
: َ عَدْوَى
وََ صَفَرَ
وََ هَامَةَ.
قَالَ
أعْرَابِيٌّ:
يَا رسولَ
اللّهِ، مَا
بَالُ ا“بِلِ
تَكُونُ فى
الرَّمْلِ
كَأنَّهَا
الظِّبَاءُ
فَيَأتِىَ
الْبَعِيرُ
ا‘جْرَبُ
فَيَدْخُلُ
فِيهَا
فَيُجْرِبُهَا.
فقَالَ :
فَمَنْ أعْدَى
ا‘وَّلَ.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Ne sirâyet, ne safer ne de hâme vardır!"
Bunu işiten bir bedevî atılıp:
"Ey Allah'ın Resulü! Öyle de, kumda geyik gibi olan develer, uyuzlu
bir deve aralarına girince hepsine uyuz
bulaşması nasıl oluyor?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm şu cevabı verdi: "Peki, birinciye kim
sirâyet ettirdi?"[705]
ـ وعن قطن
بن قبيصة عن
أبيه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سمعتُ
رسولَ
اللّهِ
يَقُولُ:
الْعِيَافَةُ
وَالطِّيَرَةُ
وَالطّرْقُ
مِنَ
الْجِبْتِ.
Katan İbnu Kubeysa babası (radıyallahu anh)'tan naklen anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"İyâfe, tıyere, tark sihirdendir."[706]
Bu kaydedilen hadislerde, Resulullah devrinde yer verilen birçok uğursuz addetme nevlerinin
zikri geçmekte ve hepsinin de Aleyhissalâtu vesselâm tarafından reddedildiği,
yasaklandığı görülmektedir. Bazı tabirlerin hemen hemen bütün hadislerde tekrarla geçtiği için, bu hadisleri birleştirerek, geçen tabirleri ayrı ayrı
açıklayalım.
* Adva' adâ'dan gelir, sirayet etmek yani hastalığın bulaşması demektir.
* Tıyare'nin izahı daha önce geçti.
Ancak bu kelime bazen tetayyur şeklinde geçer. Bu kelime tayr kelimesinden
gelir; "kuş" demektir.
* Fel: Dinimizdeki fal kelimesi buradan gelir.
* Safer: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "yok" diye
reddettiği safer, bir yılandır. Arablar, karınlarında safer denen bir yılan var,
acıkınca insanı sokar ve ezaya sebep olur.
* Ğûl: Arapların çölde bulunduğuna inandıkları cin ve şeytanlardan bir nev
olarak açıklar. Öyle bir nev ki, çok çeşitli renklere, şekillere bürünerek
insanlara gözükür, yollarını şaşırtıp helâke atar. Aleyhissalâtu vesselâm böyle
bir şeyin olmadığını söylemiştir.
* Hâme: Bir kuştur, bu kuşun baykuş olduğu da söylenmiştir. İnanca göre, bir
kimsenin damına kondu mu oraya bela iner.
* İyâfe: Kuş falıdır.
Çeşitli şekillerde olabilir. Mesela kuş uçurulur, sağa giderse hayra, sola
giderse şerre yorulur. Bazan önüne çıkan bir kuşun ismini veya cinsini
değerlendirmek suretiyle yapılır. Mesela ukâb dedikleri bir kuşla
"ikab"a, gurâb (karga) ile gurbete, hüdhüd ile hidâyete ederlerdi.
* Tark: Bu kadınların çakıl vurarak icra ettikleri bir fal çeşididir. Kum
üzerine çizilen hatlarla yapılan kehâneti tark olarak isimlendirirlerdi.
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَجُلٌ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: إنَّا
كُنَّا فِي دَارٍكَثِيرٌ
فِيهَا
عَدَدُنَا
كَثِيرٌ فِيهَا
أمْوَالُنَا.
فَتَحَوَّلْنَا
إلى دَارٍ
أُخْرَى فَقَلَّ
فِىهَا
عَدَدُنَا
وَقَلَّتْ
فِيهَا أمْوَالُنَا.
فَقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : ذَرُوهَا
ذَمِيمَةً.
-Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Bir adam dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü! Biz bir evdeydik, oradayken
sayımız çok, malımız bol idi. Sonra bir başka eve geçtik. Burada sayımız da
azaldı, malımız da."Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Burayı
zemîm (addederek) terkedin!" buyurdular."[707]
Bu hadiste, sanki Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın evde
uğursuzluk inancını teyid ediyor manâsı çıkmaktadır. Çünkü sual sahibi,
geldikleri bu ikinci evde uğursuzluğa
uğrayarak sayılarının azaldığını, mallarında kayıplara uğradıklarını beyan
ederek bu ikinci evi terkedip etmeme
hususunda fetva ve izin istemektedir.
Uğursuzluk inancı, yasaklanmış olmasına rağmen, Resulullah evi terketmelerine
irşad buyuruyor.
3-Muska:
Muska: Bazı
hastalıkları, kötülükleri ve nazarı uzaklaştırmak için boyna asılan veya üstte
taşınan yazılı kağıt; üç köşeli şekilde katlanmış şey; üç köşeli bir nüsha
manalarında kullanılır.
Muska kelimesinin aslı "nüsha"dır.
Arapça nüsha'dan Türkçeye bu şekilde, değişerek geçmiştir. Buna Kuzey Afrika'da
"hurz", Doğu Arabistan'da "hamaya", "hafiz" yahutta "maâza", Türkiye'de "muska", "nusha" veya "hamail" denir. Hadis ve fıkıh kitaplarında, "rukye" olarak
geçmektedir.
Muska, genellikle olası bir hastalıktan
korunmak veya tedavî amacıyle yazılarak taşınır. Çoğunlukla üçgen biçiminde
meşin, teneke, gümüş ve altın kalplar içine konarak boyna asılır ya da kola
takılır. Dört köşeli veya kalp biçimiııde kaplara da konan hamail, bütün İslâm
dünyasında yaygın biçimde kullanılmaktadır.
Muskalara yalnızca sûre, ayet, hadis veya bir
dua yazıldığı gibi, Allah'ın, meleklerin, efsanevî kişilerin adları, anlaşılmaz
tılsımlı sözler, simgeler, yıldız işaretleri, rakamlar, rumuz ve işaretler,
insan ve hayvan resimleri ile garip harf şekilleri de yazılıp çizilmiştir.
Sûre, ayet, hadis ve duanın yazıldığı muskalar İslâm dönemine; diğerleri ise,
İslâm'dan önceki batıl inanç ve hurâfelere aittir.
Müslümanlar arasında muskalara 113. sûre olan
Felak, 114. sûre olan Nâs, Yasin, Fâtiha süreleri, Âyetü'l-Kürsi[708],
Âyetü'l-Arş,[709] diğer
çeşitli ayet, hadis ve dualar yazılır.
İslâm fıkhı âlimleri, zararı gideren şeyleri
üçe ayırmışlardır:
Birincisi, açlık için ekmek yemek ve susuzluk
için su içmek gibi kesin olanlarıdır.
İkincisi, tıbbî tedâvilerin bir kısmı gibi
muhtemel (maznûn) olanlardır ve üçüncüsü de, okuyarak tedâvi gibi, etkisi
ihtimalli olanlardır. Zararı gidereceği kesin olan şeyi kullanmak farz ve onu
terketmek haramdır. Muhtemel olanı yapmak iyidir. Ancak onu terketmek haram
değildir.
Üçüncü türünü yapmak da caizdir.[710]
Dolayısıyle İslâm'a göre nazar, korku ve
benzeri bazı psikolojik hastalıklar için sûre, ayet, hadis ve duaları okumak ve
yazıp bir yere asmak caiz kabul edilmiştir.
Her şeyden önce İslâm dini, insan sıhhâtinin
korunmasına ve hastalandığı zaman tedâvî görmesine son derece önem vermiştir.
Ebu Hureyre, İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'tan rivâyet edildiğine göre, birisi Hz.
Peygamber (a.s)'ın huzuruna gelerek, "Ya Rasûlallah, gerektiğinde
tedâvi olalım mı?" diye sormuş. Hz. Peygamber (a.s) bu soru üzerine: "Ey Allah'ın kulları tedâvi olunuz. Yüce Allah
ihtiyarlığın dışındaki her hastalığın şifâsını da yaratmış" diye buyurmuştur. [711]
Ebu Sâîd kanalıyla rivâyet edilen bir hadiste,
Hz. Peygamber (a.s)'ın muavvizeteyn (Felak ve Nas) sûreleri nazil oluncaya
kadar, insan ve cinlerin nazarlarından Allah'a sığındığı açıklanmaktadır.[712]
Hasta olan bir insanın dua etmesi ve okuması
câiz olduğu gibi, salih kimselere bunu yaptırmak da câizdir. Hz. Aişe (r.a)'dan
şöyle rivâyet edilmiştir: Hz. Peygamber (a.s) hasta olan akrabalarının üzerine
okuyarak sağ eliyle onları sıvazlar ve şöyle derdi: "Ey Allah'ım, ey insanların Rabb'ı, şu
hastalığı götür, şifâ ver, şifâ veren Sensin. Senin vereceğin şifâdan başka
şifâ yoktur. Hastalığı ortadan kaldıracak bir şifâ ver."[713]
Bu ve benzeri rivâyetlere göre, okuma ve yazma
sûreti ile tedâvî caizdir. Ancak bunun için bazı şartlar vardır. Bu şartları
şöyle sıralamamız mümkündür:
1- Okunan ve yazılan şey sûre, ayet, hadis veya
manası anlaşılan dua olacak.
2- Manası bilinmeyen bir takım isim, harf,
resim ve işâretler kullanılmayacak. Buna göre, yukarıda anlatılan ikinci çeşit
muskalar İslâm'a göre haram ve yasaktır.
3- Tıbbi tedâvide olduğu gibi, burada da şifâ
verenin yalnız Allah olduğuna inanılacak; O'ndan başkasından hiç bir şey
umulmayacaktır.
4- Sevdirmek veya nefret ettirmek gibi, tedâvi
ile alakası olmayan şeyler için yapılmayacaktır.[714]
Dikkat edilecek diğer bir husus da muska
yazarken veya yazdırırken, İslâm'a muhalif olan her şeyden uzak durmak gerekir.
Ölçü İslâm ve niyet Allah'ın rızası olmalıdır.
Âlimlerin çoğunluğu, okuma veya yazma yolu ile
tedâviden ücret almayı câiz görmüş bunu haram kabul etmemişlerdir.[715]
Ancak bunu istismar etmemek gerekir.
Yukarıdaki şartlara uygun olarak yazılan
muskaları kullanmak ve taşımak (caizin terki ise evlâdır). İslâm dini açısından
herhangi bir sakıncası yoktur; fakat bu şartlara aykırı olarak yazılan ve
taşınan muskalar, Allah'a ortak koşma (şirk) anlamına geleceğinden, kesinlikle
yasaklanmış, haram kabul edilmiştir.
İslam kahinliği, yıldızlardan kaderle ilgili
ahkam çıkarmayı, cinlerle temas kurup gaipten haber olmayı medyum aracığıyla
ruhlarla temas kurma iddialarını haram kılıp büyük günahlardan saymıştır.
Hakikate sırt çevirmek, boş ve anlamsız şeyler
peşinde koşmaktır. İlmin yol gösterici olduğunu, dinin batılı reddettiğini
kabul etmemek, çok ciddi ve önemli meseleleri ilkel düşünce potasında
şekillendirmeye çalışmaktır.
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de,
modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan istidlâl
ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, İdris (a.s)'ın,
mucizesi iddiasıyla sema'yı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız
tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin
durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla
yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı. Onların bu inançları günümüze
kadar gelmiş bulunmaktadır.
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber
vermedir. Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin
bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe
gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir.
Arapça isim
olan “şeytan”; Allah’tan ve Allah’ın rahmetinden uzak bulunan varlık,
Allah’ın yarattığı ilk insan (Hz. Adem) secde etmediği için cennetten kovulan
melek, azgınlıkta ve kötülükte ısrar eden ve insanları Allah’ı emirlerine karşı
kışkırtan, fenalığı sevk eden varlık iblis. Zeki, kurnaz ve seriye fenalık
yapan kimse manasına gelir. Kur’an-ı Kerim de:
فَريقًا
هَدى
وَفَريقًا
حَقَّ
عَلَيْهِمُ الضَّلَالَةُ
اِنَّهُمُ
اتَّخَذُوا
الشَّيَاطينَ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونِ اللّهِ
وَيَحْسَبُونَ
اَنَّهُمْ
مُهْتَدُونَ
“Bir kısmına
hidayet verdi; bir kısmına da sapıklık oldu. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp
şeytanları dost edindiler. Birde kendilerinin hidayet üzere olduklarını
zannederler.”[716]
وَالَّذينَ
يُنْفِقُونَ
اَمْوَالَهُمْ
رِئَاءَ
النَّاسِ
وَلَا
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَلَا
بِالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَمَنْ يَكُنِ
الشَّيْطَانُ
لَهُ قَرينًا
فَسَاءَ قَرينًا
“Allah’a ve
ahiret gününe iman etmedikleri halde, insanlara gösteriş için mallarını sarf
ederler. Şeytan kime yar (uhemdem) olursa, artık o ne fena bir arkadaştır.”[717]
وَكَذلِكَ
جَعَلْنَا
لِكُلِّ
نَبِىٍّ عَدُوًّا
شَيَاطينَ
الْاِنْسِ
وَالْجِنِّ
يُوحى
بَعْضُهُمْ
اِلى بَعْضٍ
زُخْرُفَ
الْقَوْلِ
غُرُورًا
وَلَوْ شَاءَ
رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ
فَذَرْهُمْ
وَمَا
يَفْتَرُونَ
() وَلِتَصْغى
اِلَيْهِ
اَفِْدَةُ
الَّذينَ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاخِرَةِ
وَلِيَرْضَوْهُ
وَلِيَقْتَرِفُوا
مَاهُمْ
مُقْتَرِفُونَ
“Böylece biz
her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yapmışızdır. Bunlar aldatmak
için birbirlerine lafın yaldızlısını telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi bunu
yapamazlardı. Öyleyse onları, uydurdukları yalanlarla baş başa bırakıver. Bir
de o lafa ahrete inanmayanların kalpleri meyletsin, ondan hoşlansınlar ve
kazanmakta oldukları günahı kazansınlar (da cezasını çeksinler) diye öyle
yapar.”[718]
ـ وعن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
الشَّيْطَانَ
يَجْرِى مِنِ
ابْنِ آدَمَ
مَجْرَى
الدَّمِ.
-Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şeytan
insanoğlunda, kanın cereyanı gibi cereyan eder."[719]
Hadis, şeytanın insanın içinde
dolaştığını kabul etmek gerektiğini, Allah Teala hazretlerinin ona,
insanın içinde, kanın dolaştığı gibi dolaşma güç ve kuvveti verdiğini
söylemiştir.
Bu, şeytanın saptırma ve vesveseyi çokça yapması sebebiyle yapılan bir
istiaredir, şeytanın insandan, tıpkı kanın ayrılmadığı gibi hiç ayrılmadığını
ifade etmektedir.
ـ وَعَنْ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: أنَّ
رسولَ اللّهِ
: خَرََجَ
مِنْ
عِنْدِنَا لَيًْ.
قَالَتْ:
فَغِرْتُ
عَلَيْهِ أنْ
يَكُونَ أتَى
بَعْضَ
نِسَائِهِ،فَجَاءَ
فَرَأى مَا
أصْنَعُ. فَقَالَ:
أغِرْتِ.
فَقُلْتُ:
وَمَا
لِمِثْلِى َ
يَغَارُ عَلى
مِثْلِكَ؟
فقَالَ :
لَقَدْ جَاءَكِ
شَيْطانُكِ.
قُلْتُ:
أوْمَعِى
شَيْطَانٌ؟
قَالَ: لَيْسَ
أحَدٌ إَّ
وَمَعَهُ
شَيْطانٌ.
قُلْتُ:
وَمَعَكَ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
وَلكِنْ أعَانِى
اللّهُ
عَلَيْهِ
فَأسْلَمَ.
-Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gece yanımdan çıkıp gitmişti.
(Benim nöbetimde) hanımlarından birinin yanına gitmiş olabilir diye içime kıskançlık düştü. Geri
gelince halimi anladı ve:"Kıskandım
mı yoksa?" dedi. Ben de:"Evet! Benim gibi biri senin gibi birini
kıskanmaz da ne yapar?" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sana yine
şeytanın gelmiş olmalı" dedi. Ben: "Benimle şeytan mı var?"
dedim."Şeytanı olmayan kimse yoktur" dedi. "Seninle de var
mı?"dedim."Evet, ancak ona karşı Allah bana yardımcı oldu da müslüman
oldu!" buyurdu."[720]
Bu hadiste şeytanın fitne, vesvese ve iğva (şaşırtma)sından sakındırma
var. Yani, imkân nisbetinde ondan sakınmamızı sağlamak için onun her an bizimle beraber olduğunu haber vermektedir.
وعن
عبداللّه
الصنابحى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
أنَّ رسولَ
اللّهِ
قالَ: إنَّ
الشّمْسَ
تَطْلُعُ
وَمَعَها
قَرْنُ الشّيْطَانِ،
فإذَا
ارْتَفَتْ
فَارَقَهَا، ثُمَّ
إذا اسْتَوَتْ
قَارَنَهَا،
فإذا زَالَتْ
فَارَقَهَا، فإذَا
دَنَتْ
لِلْغُرُوبِ
قَارَنَهَا،
فإذا
غَرَبَتْ
فَارَقَهَا،
وَنَهى
رَسُولُ اللّهِ عَنِ
الصَّةِ في
تِلْكَ
السَّاعَاتِ.
-Abdullah es-Sunâbihî (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Güneş, beraberinde şeytanın boynuzu olduğu halde doğar, yükselince ondan
ayrılır. Bilahare istiva edince (tepe noktasına gelince) ona tekrar mukarenet
(yakınlık) peydah eder. Zevâlden sonra (tepe noktasından ayrılıp batıya
meyletimi) ondan yine ayrılır. Batmaya yakın tekrar ona yakınlık peydah eder,
batınca ondan ayrılır." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) işte bu
vakitlerde namaz kılmaktan men etti."[721]
Hadis, zikri geçen bu üç vakitte şeytanın güneşe fiilî yakınlığını
ifade etmişlerdir.
Şeytan, doğuş ânında güneşe mukabil durur ve önünde dikilir, öyle ki
doğuşu onun iki boynuzu arasında husule gelir, iki buynuzundan maksad da
başının iki tarafıdır. Böylece güneşe tapanların secdeleri şeytana yapılmış
olur.
ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسولُ اللّهِ
: إذَا دَخَلَ
الرَّجُلُ مَنْزِلَهُ
فَذَكَرَ
اللّه عِنْدَ
دُخُولِهِ
وَعِنْدَ
طَعَامِهِ.
قَالَ
الشَّيْطَانُ:
َ مَبِيتَ
لَكُمْ وََ
عَشَاءَ،
وَإنْ ذَكَرَ
اللّهَ
عِنْدَ
دُخُولِهِ
وَلَمْ يَذْكُرْهُ
عِنْدَ
عَشَائِهِ
يَقُولُ:
أدْرَكْتُمُ
الْعَشَاءَ
وََ مَبِيتَ
لَكُمْ،
وَإنْ لَمْ
يَذْكُرِ
اللّهَ
عِنْدَ
دُخُولِهِ
وََ عِنْدَ عَشَائِهِ.
قَالَ:
أدْرَكْتُمُ
المَبِيتَوَالْعَشَاءَ.
-Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişi evine
döndüğü zaman içeri girerken ve yemek yerken Allah'ın adını zikrederse, şeytan
(avenelerine): "Size burada gecelemek de yok akşam yemeği de yok!"
der. Ama kişi, eve girerken Allah'ı zikreder fakat akşam yemeğini yerken
zikretmezse, şeytan (avenelerine): "Akşam yemeğine kavuştunuz ama burada
gecelemeniz mümkün değil!" der. Adam eve girerken ve yemeğe başlarken
"Bismillah!" diyerek Allah'ı zikretmezse, şeytan (avanelerine):
"Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!" der."[722]
Tesmiye, bismillah demektir. Efdal olanı bismillahirrahmanirrahim
demektir. Ancak zikri geçen hadis bismillah demenin kifayet edeceğini, bu
kadarının da sünnete uygun olduğunu ifade eder. Dilimizde zaten tesmiye
kelimesinden ziyade besmeleyi kullanırız ve bununla bismillahirrahmanirrahim
demeyi kastederiz.
Yani, şeytanın lehine olan hissesi besmele ile elinden alınarak
aleyhine bir vebale dönüşmüş olur.
Şeytanın yemekteki bereketi götürme hususunda bir nasibi olduğuna yorumlanır.
Besmeleyi içme ve yemede terkedene şeytan ortak olmaktadır.
Şeytan ve dostları yeryüzünün karanlık adına iş
yapan birer kötülük odağı, günah galerisi ve su uyur düşman uyumaz
temsilcileridir.
*Onlar hep karanlık adına çalışır ve
karanlıkların arkasında gizlenirler. Çünkü onlar;
*Karanlığın kalleş bekçileridir.
*Onların hiç iyilikleri, doğrulukları yoktur.
Bu özellikler onlardan kaldırılmıştır.
*Kim onlardan iyilik beklerse hüsrana, dostluk
yaparsa pişman olur.
*Onların ne yemine itibar edilir, ne de
sözlerine güvenç beslenip yuva kurulur. Çünkü onlar;
*Karanlığın ve kötülüğün sembolüdürler.
*Onlara parmağını kaptıran, elinden olur.
*Gönlünü kaptıran, imanından olur.
*Aklını kaptıran dünyasından olur.
*Ruhunu kaptıran ahretinden olur.
*Boyun eğenler ise, insanlıklarından olurlar.
Arapça isim olan “nefs”; kendi, öz, canlı, ruh. Benlik. Kötü istek,
kötülüğe meyil, insanın kötülüğe meyil tarafı. İnsanlardaki maddi beşeri ve
hayvani şeylere meyil. Asıl, cevher.
Kur’an-ı Kerim de:
وَمَا
اُبَرِّئُ
نَفْسى اِنَّ
النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ
بِالسُّوءِ
اِلَّا
مَارَحِمَ
رَبّى اِنَّ
رَبّى
غَفُورٌ
رَحيمٌ
“(Bununla beraber) nefsimi temize
çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş
başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”[723]
اَرَاَيْتَ
مَنِ اتَّخَذَ
اِلهَهُ
هَويهُ
اَفَاَنْتَ
تَكُونُ عَلَيْهِ
وَكيلًا
“Kötü duygularını kendisine ilah edinen
kimseyi gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?”[724]
اَفَرَاَيْتَ
مَنِ
اتَّخَذَ
اِلهَهُ هَويهُ
وَاَضَلَّهُ
اللّهُ عَلى
عِلْمٍ
وَخَتَمَ
عَلى سَمْعِه
وَقَلْبِه
وَجَعَلَ
عَلى بَصَرِه
غِشَاوَةً
فَمَنْ
يَهْديهِ
مِنْ بَعْدِ
اللّهِ اَفَلَا
تَذَكَّرُونَ
“Hevâ ve hevesini ilah edinen ve
Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini
mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu
Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?”[725]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اتَّقُوا اللّهَ
وَلْتَنْظُرْ
نَفْسٌ
مَاقَدَّمَتْ
لِغَدٍ
وَاتَّقُوا
اللّهَ اِنَّ
اللّهَ خَبيرٌ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
“Ey iman
edenler, Allah’tan korkun. Herkes yarın için önden ne göndermiş olduğuna
baksın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır."[726]
ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
ثََثَةٌ َ
يُكَلِّمُهُمْ
اللّهُ
تَعَالى يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
وََ يَنْظُرُ
الَيْهِمْ
وََ
يُزَكّيهِمْ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ ألِيمٌ:
رَجلٌ عَلى
فَضْلِ مَاءٍ
بِفََةٍ
يَمْنَعُهُ
ابْنَ
السَّبِيلِ،
يَقُولُ
اللّهُ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
لَهُ:
الْيَوْمَ
أمْنَعُكَ
فَضْلِِى
كَمَا
مَنَعْتَ
فَضْلَ مَالَمْ
تَعْمَلْ يَدَاكَ،
وَرَجُلٌ
بَايَعَ
رَجًُ
بِسِلْعَةٍ
بَعْدَ
الْعَصْرِ
فَحَلَفَ
لَهُ بِاللّهِ
تَعالى
لَقَدْ
أخَذَهَا
بِكَذَا
وَكَذَا فَصَدَّقَهُ
وَأخَذَهَا
وَهُوَ عَلى
غَيْرِ
ذلِكَ،
وَرَجُلٌ
بَايَعَ
إمَاماً َ
يُبَايِعُهُ
إَّ
لِدُنْيَا،
فإنْ
أعْطَاهُ مِنْهَا
مَا يُرِيدُ
وَفي لَهُ،
وَإنْ لَمْ
يُعْطِهِ
لَمْ يَفِ لَهُ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:"Üç kişi vardır ki, Allah kıyamet gününde onlarla
ne konuşur, ne onlara nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara
elim bir azab vardır:
* Sahrada, fazla suyu bulunduğu halde ondan yolcuya vermeyen kimse,
kıyamet günü Allah onun karşısına çıkıp: "Bugün ben de senden fazlımı
(lütfumu) esirgiyorum, tıpkı senin (dünyada iken) kendi elinin eseri olmayan
şeyin fazlasını esirgediğin gibi" der.
* İkindi vaktinden sonra, bir mal satıp müştesirisine Allah Teala'nın
adını zikrederek bunu şu şu fiyatla
almıştım diye yalandan yemin ederek,
muhatabını inandıran ve bu suretle malını satan kimse.
* Sırf dünyevî bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan istediklerini verirse
biatında sadıktır, vermezse sadık
değildir."[727]
Allah'ın kıyamet günü konuşmaması; rızasını, af ve mağfiretini ifade
eden konuşma yapmamasıdır. O gün her
insanın en ziyade muhtaç olduğu şey bu konuşmadır. Mevkıf denen hesap
meydanında uzun ve pek sıkıntılı bekleyişten sonra, af ve mağfireti ilan eden
İlahî hitaptan mahrumiyet kadar büyük
ziyan olamaz. Öyleyse, hadis-i şerif bu mahrumiyetin ana sebeplerinden üç tanesini
zikretmektedir.
Resulullah, bu hadislerinde kıyamet gününde büyük hüsrana sebep olan
öyle üç şey zikrediyor ki, bunlar birçok
kimseler nazarında pek büyük sayılmayan davranışlardır. Sözgelimi bunlar sıkça
üzerinde durulan "büyük günahlar", haramlar arasında
zikredilmemişlerdir.
ـ وعن أبي
ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ :
ثَثَةٌ َ
يُكَلِّمُهُمُ
اللّهُ وََ
يَنْظُرُ
إلَيْهِمْ
يَوْمَ
الْقِيَامَةَ
وََ
يُزَكِّيهُمْ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
ألِيمٌ
قَالَهَا
ثَثاً،
قُلْتُ:
خَابُوا وَخَسِرُوا
يَا رَسُولَ
اللّهِ، مَنْ
هُمْ؟ قَالَ:
الْمُسْبِلُ،
وَالْمَنَّانُ،
وَالْمُنْفِقُ
سِلْعَتَهُ
بِالْحَلِفِ
الْكَاذِبِ.
-Hz. Ebu
Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Üç işi vardır, kıyamet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar
eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır!"
buyurdu ve bunu üç kere de tekrar etti.
Ben: "Ey Allah'ın Resulü! Öyleyse onlar büyük zarar ve hüsrana
uğramışlardır. Kimdir bunlar?" dedim. Şöyle saydılar: "(Elbisesini
kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren,
yaptığı iyiliği başa kakan, malını yalan yeminlerle reklam eden kimseler."[728]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
ثَثَةٌ َ
يُكَلِّمُهُمْ
اللّهُ وََ
يَنْظُرُ
إلَيْهِمْ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
وََ
يُزَكِّيهِمْ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
ألِيمٌ:
شَيْخٌ زَانٍ
وَمَلِكٌ
كَذّابٌ،
وَعَائِلٌ
مُسْتَكْبِرٌ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Üç
kişi vardır, kıyamet günü Allah Teala hazretleri onlara konuşmaz, nazar etmez,
günahlardan da arındırmaz, onlara elim bir azab
vardır:
* Zina eden yaşlı,
* Yalan söyleyen devlet reisi,
* Büyüklenen fakir."[729]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada üç farklı kişinin durumuna
dikkat çekmektedir:
1) Zina eden yaşlı: Zina aslında herkese haram
edilmiştir. Hatta cezaların en ağırı zina suçuna takdir edilmiştir. Fakat yaşlının zikri, bu günahı
işlemeye sevkeden sebeplerin onda son derece azalmasından ileri gelir.
Gençlikteki cehalet artık onda yoktur.
2) Devlet reisinin yalanı da, aynı
durumdadır. Kişiyi yalana sevkeden korkudur. Devlet reisinin korkacağı bir üst
makam olmadığı, tebasına yaranmak gibi bir ihtiyacı bulunmadığı için o, kişiyi
yalan söylemeye sevkeden sebeplerden tamamen uzaktır. Öyleyse, onun yalan
söylemesi tıpkı yaşlının zinası gibidir.
3) İslam'da her çeşit kibir yasaklanmıştır. Büyüklük Allah'a
mahsustur. Bunun fakirde görülmesi daha da kötü olmaktadır. Çünkü zengin malı
sebebiyle kibirlenince, ne de olsa bir sebebe dayanır. Ya fakir? Yok olan bir
şeyle kibirlenmesi Allah nazarında daha kötü bir davranış olmaktadır.
ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
ثَثَةٌ َ
يَنْظُرُ
اللّهُ إلَيْهِمْ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ:
الْعَاقُّ
لِوَالِدَيْهِ،
وَالْمَرأةُ
الْمُتَرَجِّلَةُ،
وَالدَّيُوثُ.
-İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Üç kişi vardır,
kıyamet günü Allah onlara nazar etmez: Anne ve babasının hukukuna riayet
etmeyen kimse, erkekleşen kadın ve deyyus kimse."[730]
ـ وله في
أخرى: ثَثَةٌ
َ
يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ:
الْعَاقُّ
لِوَالِدَيْهِ،
وَمُدْمِنُ
الْخَمْرِ،
وَالْمَنَّانُ
بِمَا أعْطَى.
-Nesai'nin bir rivayetinde Resulullah şöyle
buyurmuştur: "Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının
hukukuna riayet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse; verdiğini başa kakan
kimse."[731]
* Kadının erkekleşmesi, kılık kıyafetinde ve ef'alinde erkeğe
benzemesidir. Dinimiz bu iki cinsin kılık kıyafette hatta hal ve tavırda
birbirlerine benzemelerini yasaklamıştır. Yasak sadece kadının erkeğe benzemesiyle
ilgili değildir. Erkeğin kadına benzemesi de yasaklanmıştır. İslam alimleri
ilim ve re'yde kadınların erkeğe benzemelerinin mahmud olduğunu belirtirler.
* Deyyus, dilimize de giren bir
kelimedir. Kadınına karşı kıskançlık duymayan, hamiyyeti olmayan kimse
demektir. Her insanda yaratılıştan gelen bu his, su-i irade ile
zayıflatılabilir, tıpkı hayvanlara terbiye yoluyla bazı alışkanlıklar
kazandırılabildiği gibi.
* İçki düşkünü, tevbe etmeden ölecek kadar içkiye devam eden kimsedir.
*Allah'ın nazar etmemesi, rahmet ve mağfiretle bakmaması demektir.
Değilse, hiçbir şey O'nun nazarından hariç kalamaz.
*Yapılan iyiliğin başa kakılması da dinimizin kötülediği bir husustur.
İyilik Allah rızası için yapılır. Başa kakmak karşı tarafın şahsiyetini ezmektir.
* Cennete girmemesi, ilk girenler arasında olmaması demektir.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
قَالَ اللّهُ
تَعَالَى: ثَثَةٌ
أنَا
خَصْمُهُمْ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ:
رَجُلٌ
أعْطَى بِي
ثُمَّ
غَدَرَ،
وَرَجُلٌ
بَاعَ حُرّاً فَأكَلَ
ثَمَنَهُ،
وَرَجُلٌ
اسْتَأجَرَ أجِيراً
فَاسْتَوُفَى
مِنْهُ
وَلَمْ يُعْطِهِ
أجْرَهُ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah
Teala hazretleri dedi: "Üç kişi vardır, kıyamet günü ben onların hasmıyım:
"Benim adıma (yemin) edip sonra gadreden kimse, hür bir kimseyi satıp parasını yiyen kimse, bir işçiyi ücretle tutup
çalıştırdığı halde, ücretini vermeyen kimse."[732]
Allah bütün zalimlerin hasmı olduğu halde, burada bilhassa üç kişiyi zikrederek, bunlara husumetin eşed olduğunu ifade buyurmuştur. Bu
üç kişiden biri Allah'ın adı ile yemin
ettiği halde, sonradan cayarak gadreden kimsedir. Bir diğeri hür kimseyi köle
olarak satan kimsedir. Bu satıştan elde edilen para yenilmeyip başka maksadla
kullanılsa, hüküm yine aynıdır.
ـ وعن سهل
بن سعد رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُاللّهِ
: مَنْ
يَضْمَنْ لِي
مَا بَيْنَ
لَحِيَيْهِ
وَمَا بَيْنَ
رِجْلَيْهِ أضْمَنْ
لَهُ
الْجَنَّةَ.
Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: Kim bana
çeneleri ile bacakları arasındaki şeyler hususunda garanti verirse, ben de ona
cennet hususunda garanti veririm."[733]
Çene diye tercüme ettiğimiz lıhye, gerek altta ve gerekse üstte,
üzerinde dişlerin bitmiş olduğu kemiktir. Çeneleri arasındaki şeyden murad dil
ve konuşmada işe yarayan diğer unsurlardır. Bacakları arasındakinden murad da
ferçtir. Bunlar hakkında istenen garanti, onlarla günah işlemeyi terk
garantisidir. Veya onların üzerine düşen hakkın edasıdır.
ـ وعن أبي
برزة ا‘سلمي
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
أكْثَرَ مَا
أخَافُ
عَلَيْكُمْ
شَهْوَاتِ
الْغِنَى،
وَبُطُونِكُمْ،
وَفُرُوجِكُمْ،
وَمُضَِّتُ
الْفِتَنِ.
-Ebu Berze el-Eslemî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizin
hakkınızda en ziyade korktuğum şey, zenginlik hırsı ile karınlarınızın ve ferçlerinizin
şehvetleri bir de fitnelerin şaşırtmalarıdır."[734]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : َ
يَزْنِي
الزَّانِي
حِينَ يَزْنِي
وَهُوَ
مُؤْمِنٌ،
وََ يَسْرِقُ
السَّارِقُ
حِينَ
يَسْرِقُ
وَهُوَ
مُؤْمِنٌ، وََ
يَشْرَبُ
الْخَمْرَ
حِينَ
يَشْرَبُهَا وَهُوَ
مُؤْمِنٌ،
وََ
يَنْتَهِبُ
نُهْبَةً
ذَاتَ شَرَفٍ
يَرْفَعُ
النَّاسَ
إلَيْهِ فِيهَا
أبْصَارَهُمْ
حِينَ
يَنْتَهِبُهَا
وَهُوَ
مُؤْمِنٌ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Zani
bir kimse, zina yaptığı sırada mü'min olarak zina yapmaz, hırsız da çaldığı
sırada mü'min olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mü'min olduğu
halde içki içmez; insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları
kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü'min olarak yağmalamaz."[735]
Bu hadiste her çeşit günaha karşı bir uyarı ve tahzir olduğuna işaret
etmiştir. Zina ile bütün şehvetlere,
hırsızlıkla dünyaya rağbete ve harama
karşı hırsa, içki ile Allah'tan sadır olup Allah'ın hukukuna karşı
gaflet veren şeylere, vasfı yapılan yağma ile Allah'ın kullarına karşı onlara
hürmet ve onlardan hayanın terki ve meşru olmayan şekilde dünyalık toplamada uyarıda bulunulmuştur.
ـ وعن أبى
هريرة أيضاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : إذَا
زَنى
الرَّجُلُ
خَرَجَ
مِنْهُ
ا“يمَانُ
وَكَانَ عَلى
رَأْسِهِ
كالظُّلَّةِ،
فإذَا نَزَعَ
عَادَ إلَيْهِ
ا“يمَانُ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişi zina edince
iman ondan çıkar ve başının üstünde bir bulut gibi muallak durur. Zinadan
çıkınca iman adama geri döner."
Tirmizî, şu ziyadede bulunmuştur: "Ebu Cafer el-Bâkır Muhammed İbnu
Ali'nin: "Bunda imandan çıkıp İslam'a geçiş vardır" dediği rivayet
edilmiştir."[736]
Kim zina eder veya içki içerse Allah ondan imanı çıkarır, tıpkı bir
insanın gömleğini başından çıkarması gibi.
ـ وعن
جندب رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
سَمَّعَ
سَمَّعَ
اللّهُ بِهِ،
وَمَنْ رَائى رَائى
اللّهُ بِهِ.
-Hz. Cündüb (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim (başkalarının
kusurlarını teşhir edip herkese) duyurursa, Allah da (onun kusurlarını)
duyurur. Kim de riya yaparsa Allah da onun
riyasını ortaya çıkarır."[737]
Yani kim, insanlara gösteriş olsun, onların aferini gelsin diye fazilet
ve iyiliklerini açıklamaya, duyurmaya çalışırsa demektir. Bu dinin reddettiği bir başka huydur. Kişi hayrını,
sevabını insanlara duyurmak için değil, Allah'ın rızası için yapmalıdır. Hele
başkalarına yapılan iyiliklerin duyurulması pek mezmumdur.
ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنهما
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
كُلُوا
وَتَصَدَّقُوا
وَالْبَسُوا
في غَيْرِ
إسْرَافٍ وََ مَخِيلَةٍٍ.
-İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Yiyiniz, tasadduk ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve
tekebbüre kaçmayınız." [738]
Resulullah, hoşa giden yeme içme gibi hususların israf ve tekebbüre
kaçmamak kaydıyla helal olduğunu belirtiyor.
İsraf, gerek iş ve gerekse sözde haddi aşmak olarak tarif edilmiştir.
ـ وعن ابن
عبّاس رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
مَا ظَهَرَ
الْغُلُولُ
فِي قَوْمٍ
إَّ ألْقى اللّهُ
تَعالى فِي
قُلُوبِهِمْ
الرُّعْبَ،
وََ فَشَا
الزِّنَا فِي
قَوْمٍ إَّ
كَثُرَ
فيهِمُ
الْمَوْتَ،
وََ نَقَصَ قَوْمٌ
الْمِكْيَالَ
وَالْمِيزَانَ
إَّ قَطَعَ
عَنْهُمْ
الرِّزْقَ،
وََ حَكَمَ
قَوْمٌ
بِغَيْرِ
حَقٍّ إَّ
فَشَا
فِيهِمُ
الدَّمُ، وََ
خَتَرَ
قَوْمٌ
بِالْعَهْدِ
إَّ سَلَّطَ
اللّهُ تَعالي
عَلَيْهِمُ
الْعَدُوَّ.
-İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor:
"Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o
kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zina yayılırsa orada ölümler
artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah
ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse,
o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer verirse,
Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder."[739]
Resûlullah bu hadislerinde cemiyeti ayakta tutan temel ahlâkî esaslarını
zikretmektedir. Böylece, İslâm nazarında, sosyal saadet ve medenî terakki ile
ahlakî yapının yakın ilgisinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu sosyal dinamikler:
* Devlet malının yağmalanmaması,
* Namus ve iffet,
* Ölçü ve tartılarda dürüstlük,
* Mahkemelerde adalet,
* Ahde vefa.
Nefis, her insana verilmiş ne iyi ne de kötü
ikisinin arasında bulunan bir menzildedir. Nefsin iyiliği de kötülüğü de insan
iradesinin yöneldiği istikamettedir.
İnsanın ahlaki değerlerini içinde gömülü olan
nefis, bir çocuk gibidir. İrade onun ebeveyni konumundadır. Ebeveyn çocuğunu
hangi amellerle bezendirirse, çocuğun meyveleri onlar olur. İrade de,
kendisinin ahlaki değerlerinin gömüldüğü nefsini hangi meyvenin (ahlaki
değeriyle) aşısıyla aşılarsa, onları görüp yiyecektir.
Farsça isim olan “günah”; ilahi emirlere aykırı davranış, ters amel, uygunsuz fiil. Vicdanı
rahatsız eden kabahat, suç. Mesuliyet, sorumluluk manasına gelir.
Kur'an'da geçen mücrim kavramı
faildir ve genelde suç ve günah anlamı taşıyan cerm ve cürm kelimelerinden
türemiştir.
Cerm ve cürmün esas anlamı, henüz
olgunlaşmamış meyveyi ağaçtan kopararak veya keserek almaktır. Zaman içinde
cerm her türlü haksız ve çirkin iktisap için kullanılmaya başlanmıştır. Buna
göre cürmün özünde haksızlık, iyiye ve güzele ters davranış ahlaksızlık vardır.
Cürme bulaşana mücrim denir. Cerm
kökünden türeyen kelimeler içinde en çok kullanılan kavram mücrim kavramıdır.
Kur'an'da cerm ve cürm kelimeleri ve türevleri 60 küsur yerde geçmektedir. Cürm
Kur'an'da bir yerde de İslâma mukabil olarak kullanılmış-tır. Kur’an-ı Kerim
de:
هذِه
جَهَنَّمُ
الَّتى
يُكَذِّبُ
بِهَا الْمُجْرِمُونَ
“İşte bu, günahkarların
yalanladıkları cehennemdir.”[740]
Yine, günah; Allah'ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç
sayılan davranışlar İslâm şerîatının ve temiz insan fıtratının yapılmamasını
emrettiği hususlar Arapça'da günâh'ın karşılığında; İsm, zenb, isyan, cürm
kelimeleri kullanılır. İsm, günâhın tam karşılık anlamıdır. Zenb (cürm),
insanın Allah'ın rızasını kazanmasını engelleyen; isyan, Allah'a itaat
etmemek-demektir.[741]
Yahudî ve Hıristiyanlar dinlerinin birçok esaslarını
bozdukları gibi günâh kavramım da kendi arzularına uygun olarak değiştirmişlerdir.
Yahudiler; Allah'ın seçilmiş kulları oldukları inancıyla, kendi ırklarından
olmayan insanlara yaptıkları kötülükleri mübah kabul ederler. Kendilerinin
cehennemde sayılı günler kalacaklarına, sonra yalnızca kendi ırklarının cennete
gireceğine inanırlar. Bu materyalist millet eskiden günâh keçisi adını
verdikleri bir keçiyi sırtına günâhlarını yükledikleri gerekçesiyle çöle
salarlar ve böylece günâhlardan kurtulduklarına inanırlardı.
Hıristiyanlar Hz. Âdem (a.s.)'ın işlediği ilk günâhtan
dolayı bütün insanların günahkâr doğduğuna; Hz. İsa (a.s.)'ın kendisini feda
ederek insanların günâhlarım temizlediğine inanırlar. Hz. İsa (a.s.)'ın ölümünü
temsil eden vaftiz ayini ile çocukların günahlarından temizlendiğini kabul
ederler. Bağışlama yetkisini böylece Tanrının elinden alan Hristiyanlar,
insanları sonraki dönemlerde kontrol etmek için günâhlarını papazlara itiraf
ettirmek süretiyle bağışlarlar. Bu işleme Hristiyanlıkta "günâh
çıkarma" denir. İlk defa dördüncü Latran Konsili'nde (1215) ergenlik
çağına giren her Hristiyan için yılda bir defa günâh çıkarma kararı alınmıştır.
Papazların kiliselerde günâh çıkardıkları özel yerlere günâh çıkarma hücreleri
denilir. Bu hücreler kiliselere 16. yüzyıldan itibaren eklenmiştir.
İslâm, bir ırk ve sınıfın imtiyazını, insanların günâhlı
doğduklarını, günâhların şahıslar tarafından affedilebileceğini kabul etmez.
وَقَالُوا
لَنْ
تَمَسَّنَا
النَّارُ
اِلَّا
اَيَّامًا
مَعْدُودَةً
قُلْ
اَتَّخَذْتُمْ
عِنْدَ
اللّهِ
عَهْدًا
فَلَنْ
يُخْلِفَ
اللّهُ
عَهْدَهُ
اَمْ
تَقُولُونَ عَلَى
اللّهِ
مَالَا
تَعْلَمُونَ
"Yahudiler, "Ateş bize sadece sayılı
günler dokunacaktır" derler. De ki `böyle olacağına dair Allah'tan bir söz
mü aldınız..."[742]
ـ وعن أبى
هريرة رضى
اللّهُ عنهُ
قال: قال رسولُ
اللّهِ :
مَامِنْ
مولودٍ إّ
يولدُ علَى
الفطرةِ ثم
يقولُ اقرؤا
»فِطرَةَ
اللّهِ التى
فطَرَ النّاسَ
علَيْهَا«
فأبَواهُ
يُهَوِّدَانِهِ
أوْ
يُنَصِّرَانِهِ
أوْ
يُمجّسَانِهِ
كَمَا
تُنْتِجُ
البَهيمةُ
بَهِيمةً
جَمْعَاءَ،
هلْ تُحسونَ
فيهَا من
جَدْعاءَ
حتَّى تكونُوا
أنتم
تجدعُونَهَا.
قَالُوا يا
رسُولَ اللّهِ:
أفَرأيْتَ من
يَمُوتُ
صَغِيراً؟
قَالَ: اللّهُ
أعْلَمُ
بِمَا
كَانُوا
عَامِلِينَ
-Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor;
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Her çocuk fıtrat üzerine
doğar" buyurdu ve sonra da "Şu ayeti okuyun" dedi:
"Allah'ın yaratılışta verdiği fıtrat..."[743]
Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözünü şöyle tamamladı: "Çocuğu
anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.
Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz
kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?"
Dinleyenler: "Ey Allah'ın Resûlu, küçükken ölenler hakkında ne dersiniz
(cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) şu cevabı verdi: "(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi
Allah daha iyi bilir."[744]
İslâm, insanın bir başkasının yaptığından,
gücünün yetmediğinden sorumlu olmadığını kabul eder. Kişinin sorumlu olabilmesi
için olgunluk yaşında ve aklının başında olmasını şart koşar.
Kişi kendi hür iradesi ile, isteyerek yaptığı işlerden
sorumludur. Dileme ve tercih etme insana aittir. İşin varlık âlemine çıkması
ise Allah'ın yaratması iledir. İnsan o işin meydana gelmesine sebep olan irade
etme ve bunun sonucu olarak o amele meyletmekten sorumludur: Ayrıca Allah,
unutarak liata ile, bilmeyerek, uykuda uyuyup kalmak süretiyle meydana gelen
günâhlardan da insanı sorumlu tutmamaktadır.
İslâm, insanın günâh işlemesiyle sonuna kadar kötü
kalacağını kabul etmez. İnsanın günâhının affedilmesini başkalarının tasarrufuna
bırakmaz. Kulun Allah'a tövbe etmesi, her yerde, her zaman mümkündür.
وَهُوَالَّذى
يَقْبَلُ
التَّوْبَةَ
عَنْ عِبَادِه
وَيَعْفُوا
عَنِ
السَّيَِّاتِ
وَيَعْلَمُ
مَاتَفْعَلُونَ
"Allah kullarının tövbelerini kabul eder ve
yaptıkları günâhları bağışlar."[745]
Hz. Peygamber (a.s.) de insanları tövbe etmeye teşvik
etmiştir: "Bütün insanlar hatalıdır; hatalı insanların
Allah katında en makbul olanları tövbe edenleridir."[746]
Günâhlarda ısrar etmek, hakkın aynası olmak için yaratılan
iman yeri olan kalbi karartır. Günâh kalbe işleyip onu karartarak iman nurunu
oradan çıkarıncaya kadar katılaştırır. Her bir günâhın içinde küfre gidecek bir
yol vardır. Günâh istiğfar (tövbe) ile hemen yok edilmezse, kalbi kötülüğe
sürükler ve Allah'ın itaatinden çıkmış bir kalp hâline getirir.
Günâh düşünceden pratiğe geçmemişse cezası olmaz.
Resulullah (a.s), "Allahu Teâlâ ümmetimden nefislerinde yapmayı
arzuladıkları şeyleri yapmadıkları ve konuşmadıkları müddetçe affetti[747]
buyurmuştur.
Sorumluluk ve ceza açısından günâhlar kebâîr ve sağîr diye
iki kısma ayrılır.
Kebâir (büyük günâhlar):
Allah'ı tanımaya engel olan ve yapılması hâlinde şer'î ceza gereken veya Allahu
Teâlâ'nın cehennem azabıyla tehdit ettiği günâhlardır. Bir başka görüşe göre
Allah'ın yasakladığı her şey büyük bir günâhtır. Büyük günahların sayısı hadis
rivayetleri gözönünde bulundurularak, yedi, dokuz, yetmiş, ikiyüz olarak tespit
edilmiştir.[748]
Büyük günâhların belli başlıları şunlardır; Allah'a ortak
koşmak, adam öldürmek, zina iftirasında bulunmak, zina etmek, islâmî cihaddan
kaçmak, sihir yapmak, yetimin malını yemek, ana-babaya karşı gelmek, Mekke'nin
hareminde günâh işlemek, faiz yemek, hırsızlık yapmak, içki içmek, kumar
oynamak. Bir müslüman hafife almadan, kalbinde tasdik olduğu halde büyük günâh
işlerse, dinden çıkıp kâfir olmaz. Ehl-i sünnet, büyük günâh işleyen kimsenin
kâfir olmayacağını, cehennemde ebedî kalmayacağını, tövbe etmeden ölürse dahî,
Allah dilerse fazl-ı keremiyle onu affedeceğini, dilerse adâletiyle cehennemde
ona azap edeceğini kabul eder.[749]
Kebâirin (büyük günâhların) en büyüğü Allah'ı tanımamak,
zatında, sıfatında ve fiillerinde O'na ortak koşmaktır. Buna ekberu'l-kebâir
denir. "Allah kendisine şirk kovulmasını kesinlikle affetmez. Bunun
dışındaki günâhları dilediği kimseler için affeder"[750] Allah'ın
rahmetinden ümidini keserek serkeşlik yapmaya devam etmek veya azabından emin
olarak günâha aldırış etmeden tövbe etmemek caiz değildir. Mümin ne kadar günâh
işlerse işlesin korku ve ümid arasında olmalı, rabbinden yüz çevirmemelidir.
قُلْ
يَا عِبَادِىَ
الَّذينَ
اَسْرَفُوا
عَلى اَنْفُسِهِمْ
لَاتَقْنَطُوا
مِنْ
رَحْمَةِ اللّهِ
اِنَّ اللّهَ
يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ
جَميعًا
اِنَّهُ هُوَ
الْغَفُورُ
الرَّحيمُ
"Ey günâhta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş
kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; muhakkak ki Allah bütün
günâhları bağışlar. Şüphe yok ki O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."[751]
وَاَنَّ
عَذَابى هُوَ
الْعَذَابُ
الْاَليمُ
"Fakat azabımın da pek acıklı bir azap olduğunu
kullarıma haber ver."[752]
Bir mümin, kalbinde tasdik, dilinde ikrar olduğu halde
günâh işler veya farzları yerine getirmede gevşeklik gösterir, fakat bu
günâhların karşılığında cezayı da hak ettiğine inanıyorsa bu kişi günâhkâr
mümindir. Allahu Teâlâ'nın böyle bir insanı küfürle vasıflaması, mecâzîdir.
Yani nimeti inkâr, nankörlük manasındadır. Bir müslüman günâhı helâl kabul eder
veya yapmadığı farzı inkâr ederse gerçek anlamıyla kâfir olur.
İslâm'ın esasları ile hükmetmemek büyük bir günâhtır. Eğer
İslâm'ın devrini bitirdiği, çağımızda gereksiz olduğu inancı ile İslâm'ın
hükümleri uygulanmıyorsa bu küfürdür. İman-küfür meseleleri ve müminlerin
tekfir edilmesi müstakil eserlere de konu olmuştur Sâlim el Behensavî'nin
"el-Hükmü ve Kâdıyyetü Tekfiril-Müslim" adlı eseri bunlardan biridir.
Sağır (küçük günâhlar):
Dünyada cezayı, ahirette de azabı gerektirmeyen küçük suçlardır. Devamlı
işlendiğinde küçük günâh küçük olmaktan çıkar. Tövbe edilip mağfiret
istendiğinde inşaallah affedilir. Âlimler "Günâhın küçüklüğüne büyüklüğüne
bakma, kime karşı suç işlediğine bak" demişlerdir. Allah'ı tanımaya,
kulluğa engel olan, Allah ile kulun arasına perde olan herşey günâhtır.
Günâhlardan sakınmak, farzları yapmaktan önce gelir. Önce
kalp günâhlardan temizlenir, sonra farzları yapmakla süslenir. Günâhlar ve
haramlar dinî duyguyu helâl helâk eder, zehirler. Ancak bu zehirler görünürde
bal gibidir; tatlı gelebilir fakat insanın manevî duygularını öldürür.
Unutulmamalıdır ki her nimet külfet karşılığıdır. Cennet ve
Cemâlullah'ı isteyenler nefse tatlı gelen günâhlara girmemek için birtakım
külfet ve zorluklara katlanmak ve Allah'a sığınmak zorundadır. Müminler ihsân
sırrı ile Rabblerine kendilerini görüyormuş gibi kulluk ederler. Sol
omuzlarında günâhlarını yazan bir meleğin olduğunun şuuru içinde hareket
ederler.
Güç yettiğince günâhlardan sakınıldığında Allah küçük
günâhları affedecektir.
اِنْ
تَجْتَنِبُوا
كَبَائِرَ
مَا تُنْهَوْنَ
عَنْهُ
نُكَفِّرْ
عَنْكُمْ
سَيَِّاتِكُمْ
وَنُدْخِلْكُمْ
مُدْخَلًا
كَريمًا
"Eğer size yasaklanmış şeylerin büyüklerinden
kaçınırsanız, geri kalan günâhlarınızı diler ve sizi nimet ve ikramlarımızla
dolu olan cennete koyarız."[753]
اَلَّذينَ
يَجْتَنِبُونَ
كَبَائِرَ
الْاِثْمِ
وَالْفَوَاحِشَ
اِلَّا
اللَّمَمَ اِنَّ
رَبَّكَ
وَاسِعُ
الْمَغْفِرَةِ
هُوَ اَعْلَمُ
بِكُمْ اِذْ
اَنْشَاَكُمْ
مِنَ الْاَرْضِ
وَاِذْ
اَنْتُمْ
اَجِنَّةٌ فى
بُطُونِ
اُمَّهَاتِكُمْ
فَلَا
تُزَكُّوا
اَنْفُسَكُمْ
هُوَ
اَعْلَمُ بِمَنِ
اتَّقى
"O kimseler ki ufak tefek kusurlar hariç,
günâhın büyüklerinden ve çirkin söz ve davranışlardan kaçınırlar. Şüphesiz ki
Rabbinin bağışlaması geniştir..."[754]
Allahu Teâlâ mümin kulların günâhlarını yaptıkları bazı
ameller veya söyledikleri birtakım söz ve dualar sebebiyle affeder, günâhlarına
keffaret eder.
Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Denizin köpükleri kadar günâhı olsa da Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber,
velâ havle velâ kuvvete illâ billâh' diyen yeryüzündeki her insanın günâhına bu
söz keffaret olur."[755]
-"Hiçbir kul yoktur ki bir günâh yapsın ve
kalkıp güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılarak bu günâhdan mağfiret dilesin
de, Allah onu affetmesin."[756]
Peygamberler mâsumdur, günâh işlemezler. Ancak,
"zelle" denilen, peygamberlik makamı için kusur kabul edilen amelleri
vardır. Ehl-i sünnet şefaat, hesap, mizân, sırat, havz, cennet, cehennem, kabir
azabı ve münker-nekir sorgusunu hak ve dinin esası kabul etmiştir.
Günah ve İsyanın Sonuçları
- İlimden yoksun kalmak: Zira, ilim, günahkâra verilmez.
- Rızkın kesilmesi: Günâhkârın rızkı harama gider, Allah'ın
bereket ve ihsanı kalkar.
- Kalp ve ruhun bozulması: Fıtrata uygun hal bozulur,
hissizlik, vicdansızlık, korkusuzlukla tövbeden uzaklaşır. İç dünya kararır,
kalp paslanır, haya duygusu ve ahlâk kalkar.
- İnsanlardan uzaklaşma: Nefsi ve en yakınlarıyla, toplumla
yabancılaşan günâhkâr yalnız kalmaya mahkum olur.
- Her günâh iz bırakır: Günâhların sonucu vücud, akıl ve
diğer organlarda bir kötülük doğurur. Her günâh bir başka günâha yol açar.
- Her günâh, İslâm dışı gelmiş geçmiş bütün çirkin
ulusların mirasıdır. Kibirlenmek Firavun'un; eşcinsellik Lût kavminin
mirasıdır.
- Günâh ve isyân, Allah'ın azabının hak olmasına yol açar.
Bela ve musibet gelir. Günâhın geçmişe, şimdiye ve gelecek kuşaklara zararı
dokunur.
- Günâhkârlar, meleklerin tövbe ve istiğfarlarından, Hz.
Peygamber (a.s)'ın şefaatinden mahrum kalırlar. Günâhlar insanların imanını zayıflatır.
Zulüm üç Türlüdür
Bir zulüm var ki Allah onu affetmez. Bir zulüm var ki Allah
onu affeder. Bir zulüm var ki Allah onun mutlaka hesabını sorar: Allah'ın
affetmediği zulm şirk'tir. Çünkü O, "Şirk büyük zulümdür"[757]
buyurmuştur. Allah'ın affedeceği zulüm ise kulların kendi nefislerine zulmüdür.
Rableri ile kendileri arasındaki işlerde yaptıkları hatalardır. Allah'ın hiç
bırakmayıp mutlaka hesap soracağı zulüm de kulların birbirlerine karşı
haksızlıklarıdır. Allah bunların hesabını sorar ve yapılan haksızlıkları
cezalandırır.
Yüce Allah:
-"Ey kulum sen bana kulluk etmedin ama benden umut
istedin. Ben de sende olanları bağışladım. Ey kulum, dünya kadar günâhla
gelsen, bana şirk kaşmamışsan, ben de seni dünya kadar mağriretle karşılarım.
" buyurur.
-Kula erişen bir musibet, büyük-küçük bir felâket hep kendi
günâhı yüzündendir. Allah ın affettikleri de pek çoktur.
-Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a andolsun ki,
mümine erişen hiçbir tasa, üzüntü, sıkıntı, hatta vücuduna batan hiçbir diken
yoktur ki Allah onunla o kimsenin günahlarını affetmesin.
-Her duyduğunu söylemesi kişiye günâh olarak yeter.
-Kim bir müslüman kardeşine şefaat eder de şefaat ettiği
kimse kendisine bu yüzden bir hediye verir ve o da bunu kabul ederse büyük
günâh kapılarından birine gelmiş olur.
-Hiç bir günâhkâr, diğerinin yükünü çekmez.
-Allah, canı boğazına gelmemiş olan kulun tövbesini kabul
eder.
-Farz namazı, abdest, huşû ve rükûu'nu tam olarak yapan hiç
bir müslüman yoktur ki -büyük günâh işlemedikçe- namazı önceki günâhlara
keffâret olmasın.
-İnsanlar bir münker görüp de onu değiştirmezlerse Allah'ın
onlara umumî bir ceza vermesi yakındır.
-Başkalarının işlediği günâhlar yüzünden bizi de helâk etme
Allah'ım! Şu yedi helâk edici şeyden sakınınız: Şirk, büyü, adam öldürmek,
faiz, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak, masum kadınlara zina iftirasında
bulunmak.
-Kim Ramazan'da inanarak, hak rızası için oruç tutsa geçmiş
günâhları affedilir. Rüşvet alana da verene de lânet olsun. Helâl belli, haram
bellidir ve sen sana şüpheli geleni bırak. Zina ve fuhuş bir toplumda yaygın
hâle gelirse, Allah önceki nesillerde bulunmayan hastalıkları onlara bela
olarak verir. Bir millet eksik tartar ve eksik ölçerse zulüm, açlık ve yoklukla
cezalandırırlar. Bir milletin yöneticileri yüce Allah'ın indirdiği hüküm ile
hükmetmezse Allah onların birliğini dağıtır. Kul, yaptığı isyan ve işlediği
günâh dolayısıyla rızkından mahrum kalır.
-Hesaba çekilmeden, kendini hesaba çek. Başınıza
gelecekleri bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yaptığın bir kötülük seni
üzüyorsa sen müminsin. Ey kalpleri evirip çeviren Rabbim, kalbimi senin dinin
üzere sabit ve sürekli kıl."[758]
Günah bir iç
çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır. Günah giren kimse, kendini,
vicdani azaplara ve kalbi sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhi
meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir
de günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçınır ve artık, ne bir
irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz.
İnsan, günah
içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer
hükmü kalır. Bir uçağın, baş aşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba
katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeciği çizgiye varılması ne ise, hikmet
elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.
Çeşit, çeşit
günahlar. Başta gelenleri, en doğru sözlünün beyanında, şu ürpertici diziyle
çıkar karşımıza; yaratıcıya eş ve ortak koşmak; haksız yere cana kıymak; anne
ve babanın hukukunu çiğnemek; yalan yere yemin etmek; savaş meydanından kaçmak;
iffetlilerin iffetiyle oynamak vs.
Bunlar,
insanın düşünce dünyasına, iç hayatına, aile ve topluma karşı öyle
inhiraflardır ki, vaktinde önü alınmazsa, aile de yıkılır gider, tabi toplum
da...
Arapça isim
olan “kibir” büyüklük, ululuk, azamet. Kendini beğenme, büyüklük
satmak. Gurur manasına gelir.
Kibir, yani
kendini büyük görmek, kötü bir sıfattır. Hakikatte Allah (cc) ile beraberlik
davasına kalkmaktır. Çünkü kibriya ve azamet Allah’a mahsustur. Bunun için
Kur’an-ı Kerim de:
فَادْخُلُوا
اَبْوَابَ
جَهَنَّمَ
خَالِدينَ
فيهَا
فَلَبِئْسَ
مَثْوَى
الْمُتَكَبِّرينَ
"O halde, içinde ebedî kalacağınız
cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!"[759]
اَلَّذينَ
يُجَادِلُونَ
فى ايَاتِ
اللّهِ
بِغَيْرِ
سُلْطَانٍ اَتيهُمْ
كَبُرَ
مَقْتًا
عِنْدَ
اللّهِ وَعِنْدَ
الَّذينَ
امَنُوا
كَذلِكَ
يَطْبَعُ اللّهُ
عَلى كُلِّ
قَلْبِ
مُتَكَبِّرٍ
جَبَّارٍ
“Kendilerine gelmiş hiçbir delil
olmadığı halde Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler gerek Allah yanında,
gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. Allah, büyüklük
taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.”[760]
وَلَا
تُصَعِّرْ
خَدَّكَ
لِلنَّاسِ
وَلَا تَمْشِ
فِى
الْاَرْضِ
مَرَحًا
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
كُلَّ
مُخْتَالٍ
فَخُورٍ
“(Ey oğlum) küçümseyerek insanlardan yüz
çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp
duran kimseleri asla sevmez.”[761]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
ثَثَةٌ َ
يُكَلِّمُهُمْ
اللّهُ وََ
يَنْظُرُ
إلَيْهِمْ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
وََ
يُزَكِّيهِمْ
وَلَهُمْ عَذَابٌ
ألِيمٌ:
شَيْخٌ زَانٍ
وَمَلِكٌ
كَذّابٌ،
وَعَائِلٌ
مُسْتَكْبِرٌ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Üç
kişi vardır, kıyamet günü Allah Teala hazretleri onlara konuşmaz, nazar etmez,
günahlardan da arındırmaz, onlara elim bir azab
vardır:
* Zina eden yaşlı,
* Yalan söyleyen devlet reisi,
* Büyüklenen fakir."[762]
ـ وعن
عَمْرُو بن
شُعَيْب عن
أبيه عن
جِدّهِ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أنَّ
النّبِيَّ قَالَ: يُحْشَرُ
الْمُتَكَبِّرُونَ
أمْثَالَ الذَّرِّ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
يُغْشَاهُمُ
الذُّلُّ منْ
كُلِّ
مَكَانٍ،
يُسَاقُونَ الى
سِجْنٍ في
جَهَنَّمَ
يُقَالُ لَهُ
بُولَسُ
تَعْلُوهُمْ
نَارُ
ا‘نْيَارِ:
يُسْقَوْنَ
مِنْ
عُصَارَةِ أهلِ
النّارِ:
طِينَةِ
الْخَبَالِ.
-Amr İbnu Şuayb an ebihî an ceddîhi
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Kıyamet günü, mütekebbirler küçük karıncalar gibi haşrolunurlar. Onları her yönden zillet
bürümüştür. Cehennemde Bûles denen bir hapishaneye sevkedilirler. Ateşlerin
ateşi onları bürür. Cehennem ehlinin irinleri kendilerine içecek olarak
verilir. Bu içeceğe tînetu'lhabal denir."[763]
ـ وعن
سَلَمَةَ
بْنِ ا‘كْوَع
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : َ يَزالُ
الرَّجُلُ
يَذْهَبُ
بِنَفْسِهِ
حَتّى
يُكْتَبَ في
الْجَبَّارِينَ
فَيُصِيبُهُ
مَا
أصَابَهُمْ.
-Selemetu'bnu'l-Ekva (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kişi
kendisini (halktan büyük görüp) uzak tuta tuta cebbarlar arasına kaydedilir de
onların başına gelen musibete duçar olur."[764]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
لَيَنْتَهِيَنَّ
أقْوَامٌ
يَفْتَخِرونَ
بِآبَائِهِمُ
الّذِينَ مَاتُوا،
إنَّمَا
هُمْ
فَحْمُ
جَهَنَّمَ،
أوْ
لَيَكُونَنَّ
أهْوَنَ عَلى
اللّهِ مِنَ
الْجِعَْنِ
الّذِى
يُدَهْدِهُ
الْخِرَاءَ
بِأنْفِهِ.
إنَّ اللّهَ
تَعالى قَدْ
أذْهَبَ
عَنْكُمْ
عُبِّيَّةَ
الْجَاهِلِيّةِ،
إنّمَا هُوَ
مُؤْمِنٌ
تَقِيٌّ أوْ
فَاجِرٌ
شَقِيٌّ.
اَلنَّاسُ
كُلُّهُمْ
بَنُو آدَمَ،
وَآدَمُ
خُلِقَ مِنْ
تُرَابٍ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"İnsanlar, ya cehennem kömüründen başka bir şey olmayan ölmüş
ecdadlarıyla övünmekten vazgeçerler, yahut da Allah katında, burnuyla pislik
yuvarlayan mayıs böceğinden daha adi bir derekeye düşerler. Allah Teala
hazretleri sizlerden cahiliye kibrini
temizledi. Artık o, muttaki bir mü'min yahut bedbaht bir facirdir. İnsanların
hepsi Hz. Adem'in evlatlarıdır. Adem ise topraktan yaratılmıştır."[765]
ـ وعن
عياض بن حمار
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
: إنَّ اللّهَ
أوْحَى إليَّ
أنْ تَوَاضَعُوا
حَتّى َ
يَبْغِي
أحَدٌ عَلى
أحَدٍ وََ يَفْخُرُ
أحَدٌ عَلى
أحَدٍ.
-İyaz İbnu Hımar (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah
Teala hazretleri, bana: "Mütevazi olun, öyle ki, kimse kimseye
zulmetmesin, kimse kimseye karşı böbürlenmesin" diye vahyetti."[766]
ـ وفي
أخرى:
يَدْخُلُ
النّارَ
أحَدٌ في
قَلْبِهِ
مِثْقَالُ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ
مِنْ
إيمَانٍ، وََ
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ أحَدٌ
في قَلْبِهِ
مِثْقَالُ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ
مِنْ كِبْرٍ.
-Bir diğer rivayette: "Kalbinde hardal
tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi
kadar kibir bulunan kimse de cennete
girmez." buyrulmuştur.[767]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رَجًُ
جَمِيً أتَى
النَّبِيَّ فقَالَ:
إنِّي
أُحِبُّ
الْجَمَالَ؛
وَقَدْ
أُعْطِيتُ
مِنْهُ مَا تَرَى،
حَتّى مَا
أُحِبُّ أنْ
يَفُوقَنِي أحَدٌ
بِشِرَاكِ
نَعْلٍ،
أفَمِنَ
الْكِبْرِ
ذلِكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ: َ؛
وَلَكِنِ
الْكِبْرُ
مَنْ بَطَرَ
الْحَقَّ
وَغَمَطَ
النَّاسَ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Yakışıklı bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
gelerek: "Ben güzelliği seviyorum. Gördüğünüz gibi bana güzellik de
verilmiş. Kimsenin beni, ayakkabı bağı bile olsa bu hususta geçmesinden
hoşlanmıyorum. Ey Allah'ın Resulü! Bu (haram olan) kibre girer mi?" diye
sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:"Hayır! buyurdular. Ancak kibr, hakkı ibtal,
halkı tahkirdir!"[768]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
بَيْنَمَا
رَجُلٌ
يَمْشِِى في حُلُةٍ
تُعْجِبُهُ
نَفْسُهُ
مَرَجِّلٌ
رَأسَهُ،
يَخْتَالُ في
مِشْيَتِهِ
إذْ خُسِفَ بِهِ
في ا‘رْضِ
فَهُوَ
يَتَجَلْجَلُ
فيهَا الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Bir
adam, nefsinin hoşuna giden bir takım elbise içinde saçları da yapılmış olarak
giderken yürüme sırasında kibre düşmüştü
ki, birden yere battı. Kıyamet kopuncaya kadar orada zorlukla batmaya devam edecek."[769]
Kibir, akıllı insanın işi değildir. Çünkü
akılla bakıldığın da insanın kendisiyle kibirleneceği hiçbir şey yoktur. Eğer
insan cüssesine güvenerek kibirlenecekse; en büyük cüsse Fil’dedir, eğer gücüne
güvenerek kibirlenecekse; en güçlü At’tır, eğer aklına güvenerek kibirlenecekse;
en akıllı olduğunu söyleyen Şeytandır. Dolayısıyla, insanın kibirlendiği
şeylerin hepsi de ya kendisine ait değildir, ya da, geçici dünyevi şeylerdir.
Bunların hiç biride insanın kendisiyle kibirleneceği şeyler değildir. Hem asıl
olan insanın kibir duygusunu taşımamasıdır. Çünkü bu duygu basit, yoksun
kimselerin tenezzül edebileceği bir şeydir. Hangi aziz insan kibirli olmuş.
Yeryüzünün en bahtı ak insanları peygamberlerdir. Onlarda böyle bir düşünce ne
olmuş, ne de görülmüştür.
Menkıbeler de, asla değil de fasla bakılır
prensibinden yola çıkarak ifade etmek istiyorum: Hz. Musa'ya Cenab-ı Allah,
"Bana mahlukatın en hakîrini bul, getir" diyor. O da çirkince bir
kelp bulup tasmayı kafasına geçiriyor ve yola revan oluyor. Yolda nebî ferasetiyle
birden irkiliyor; tasmayı köpekten çıkarıp kendine takıyor ve öylece huzura
geliyor. Cenab-ı Allah, "Ya Musa, önceki halde gelseydin seni helak
ederdim" buyuruyor.
Kibrin Başlıca Sebepleri Şunlardır
1- İlim,
2- İbadet,
3- Nesep,
4- Güzellik,
5- Kuvvet,
6- Servet,
7- Mevki,
8- Yakınların
çokluğu.
1- İlim: İlmi ile
kibirlenmek, afetlerin en büyüğüdür. Hastalıkların en ağırı ve tedaviyi en zor
kabul edeni ilmi ile kibirlenmektir.
Bir şeyler bilen
kimse, kendini büyük, bunları bilmeyenleri de hakir, aşağı görür. Onlardan her zaman
saygı, hizmet bekler. Başkalarını aşağı gördüğü için, onların halinden endişeye
düşer. Böyle kimseler ilmi arttıkça, daha çok tehlikeye düşer. Fakat tevazu
ehlinin ilmi artarsa, tevazuu da artar.
İlim silah gibidir. Düşman elinde zararı, dostun elinde faydası olur.
Yani ilim, kibirlinin kibrini, tevazu ehlinin tevazuunu artırır. İlim yağmur
gibidir. Yağmur, temiz olarak yağar, bitkilerin kökleri bu suyu emer, kendi
vasfına çevrilir. Aynı yağmur suyu, biberi acılaştırırken, karpuzu
tatlılaştırır. Temiz olan ilim de, kibirliyi azdırır, mütevazının da tevazuunu
artırır.
Âlim, kibirden ancak iki şeyi bilip amel etmekle korunabilir.
Birincisi: Allahü teâlâ katında âlimin mesuliyetinin daha fazla olduğunu
bilmesidir. Çünkü, günah olduğunu bilerek isyan eden ile, bilmiyerek o günahı
işliyenin cezası elbette bir olmaz.
İblis, âlim idi. Fakat ilmi ile amel etmedi. Dağda kalan kimsenin
yanında, çeşitli silahlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesur
olsa, kendine hücum eden arslana karşı kullanmadıkça, bu silahların faydası
olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin mesele öğrense,
bunları kullanmadıkça, faydalarını görmez. Bir hasta, derdine en faydalı ilacı
bulsa, kullanmadıkça, faydasını görmez.
Bilip de amel etmiyenler, Cuma suresi 5. ayetinde eşeğe, Araf suresi 175.
ve 176. ayetlerinde ise köpeğe benzetilmiştir. Ne zaman ki, bir âlim, cahile
nisbetle kendini üstün görmeye başlarsa, içinde bulunduğu bu büyük tehlikeyi
düşünmelidir. Bunu düşününce, cahile göre mevkii üstün olduğu gibi,
tehlikesinin de o nisbette büyük olduğunu anlar. Bu âlim, hayatı tehlikede olan
hükümdar gibidir. Hükümdarı yakalayıp öldürecekleri zaman "Keşke bir
hizmetçi olsaydım da bu tehlike ile karşılaşmasaydım" der. Nice âlimler var
ki, kıyamette, ilmi ile kibirlenmenin cezasını görünce, Keşke cahil olsaydım
diyecektir.
İşte bu tehlikeleri düşünmesi, âlimi kibirden korur.
İkincisi: Kibrin büyük günah olduğunu, insan, nefsini ne kadar
aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymetinin o kadar yükseleceğini, kendine
kıymet verenin, Allah katında kıymetinin olmayacağını bilmesidir. İlmi olduğu
hâlde, kibrin zararını bilmeyene âlim demek yanlış olur. İnsanın ilmi arttıkça,
Allahtan korkması da artar, günah işlemeye cesaret edemez.
Kendinden aşağı olanlara, fâsıklara ve facirlere karşı da kibirli
olmamalıdır. Bir âlim, cahili görünce, (Bu, bilmediği için günah işliyor. Ben
ise bilerek günah işliyorum.) demelidir. Bir âlimi görünce, (Bu benden daha çok
biliyor ve ilim ve ihlas ile amel ediyor. Ben böyle değilim.) demelidir.
Kendinden yaşlısını görünce, (Bu benden daha çok ibâdet etmiştir.) demelidir.
Gençleri görünce (Bunların günahı az, benim günahlarım çok.) demelidir. Kendi
yaşındakini görünce, (Ben kendi günahlarımı biliyorum, onun ne yaptığını
bilmiyorum.) demelidir. Bir bid'at sahibini veya gayr-i müslimi görünce,
(İnsanın hali son nefeste belli olur. Bu belki hidayete kavuşabilir. Acaba
benim hâlim ne olacak?) demeli, bunlara kibretmemelidir.
İnsanın kendi günahlarını unutmaması ve son nefesinin nasıl olacağını
düşünmesi gerekir. Ahırette kimin kimden üstün olacağı, dünyada kesin olarak
bilinemez. Nice din adamı, kâfir olarak can vermiştir. Nice kâfirlere de iman
ile can vermek nasip olmuştur. O hâlde, hiç kimseye Cehennemlik, kendine de Cennetlik
dememelidir.
Fâsık ve bid'at sahiplerine buğzederken kibirden sakınmalıdır. Bu da
kızmayı kendi için değil, bunu emreden Allahü teâlâ için yapmakla ve kızarken
kendini selamette, karşısındakini helakte görmemekle olur. Mesela; bir kimse,
çocuğunu, hizmetçisi ile bir yere gönderirken, çocuk kabahat işlerse,
darılmasını, hatta dövmesini emreder. Bu da, çocuk kabahat yapınca, onu döver.
Fakat döverken, babasının yanında kendinin çocuktan daha kıymetli olmadığını da
bilmektedir. Ona kibredemez. Müminin kâfiri sevmemesi, buna benzemektedir.
Allahü teâlâ müminlerin kendilerinin değil, imanlarının üstün olduğunu
bildirdi. İman kimde bulunursa, o üstün olur. Sonsuz üstünlük ise, son nefeste
belli olur.
Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine bir papaz gelerek der ki:
- Ya Cüneyd sen mi üstünsün ben mi?
- Bu suâlinin cevabını ancak yarın verebilirim!
Ertesi gün papaz gelip de Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin vefat etmiş
olduğunu görünce, tabutunun yanına vararak der ki:
- Ya Cüneyd, bana bugün gelmemi söylemiştin.
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, tabuttan başını kaldırıp buyurur ki:
- Bir kimsenin üstünlüğü son nefeste belli olur. Ölmeden önce son nefeste
imanla gidip gitmeyeceğimi bilmediğim için dünkü suâlinin cevabı bugüne kaldı.
Elhamdülillah imanla öldüm. Artık senden üstün olduğumu söyleyebilirim.
2-İbadet: İbadeti sebebiyle kibirlenmek de büyük felakettir. Bunun için
"Çok ibâdet edenin, kibirden kurtulması zor olur." denilmiştir.
Beni İsrailden bir fâsığın kötülüğünü duymayan kalmamıştı. Soylu bir abid
de ibâdetiyle şöhret bulmuştu. Kötü kimse, bu Abidin yanından geçerken,
"Gideyim, şu Abidin yanına oturayım, belki Allahü teâlâ onun hürmetine
beni affeder" diye düşündü. Gidip Abidin yanına oturdu. Abid ise, üzerinde
bulutun gölgelendirdiği bir zat olduğu için, üstünlüğü ile böbürlenip, "Bu
fâsık, benimle niye oturuyor?" diyerek, oradan kalktı. Fâsık da çekip
gitti. Fakat Abidin üzerindeki bulut, fâsıkla beraber gitti. Allahü teâlâ
zamanın Peygamberine (Allah insanların niyetlerine göre muamele eder. Fâsıkın
yaptıklarını iyi niyetinden dolayı affettim. Abidin yaptıklarını da kibri
sebebiyle yok ettim.) diye vahyetti.
Abidin, imanlı fâsıklı hakir, yani aşağı görmesi felaketine sebep oldu.
3- Nesep: Asil bir aileye mensup olan, kendi gibi soylu olmayanı hakir görür.
Ahmed b. Ahmed rivayette; Bir gün iki
kişi Peygamber efendimizin huzurunda birbirine üstünlük taslıyarak biri,
"Ben falancanın oğlu filanım. Ya sen kimsin?" dedi. Bunun üzerine
Peygamber aleyhisselam buyurdu ki: (Musa aleyhisselamın yanında iki kişi birbirine
karşı övünmeye başladı. Hatta biri ecdadını 9 batın geriye doğru saydı. Allahü
teâlâ, Hz. Musaya şöyle vahyetti: "Ona söyle, iftihar ettiği 9 kişi
Cehennemdedir. Kendi de onuncusudur.")
Babaları ile, dedeleri ile övünmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem
aleyhisselamın oğlu idi. Yam da, Hz.Nuhun oğlu idi. Babalarının Peygamber
olması, bunları küfürden kurtarmadı.
4-Güzellik: Bu daha çok kadınlarda görülür. Başkalarını ayıplamaya, küçük
düşürmeye ve gıybete vesile olur. Hâlbuki güzellik, insanda kalıcı değildir,
er-geç gider. Geçici olan şeyle kibirlenmek, ahmaklıktır. Kibredenin güzelliği,
gübrelikte biten gül gibidir.
5- Kuvvet: Kuvveti ile zayıflara üstünlük sağlar. Gücü, kuvveti ile
kibirlenmek de, cahilliktir. Çünkü hayvanların kuvvetleri, insanlardan kat kat
fazladır. Bir insan fil kadar kuvvetli olamaz. Kaplan gibi koşamaz. Kuş gibi
uçamaz. Gece kedi gibi göremez. Hayvanlar, bir bakımdan insandan üstündür. Hiç
kimse, hep kuvvetli kalacağını, hastalığa, tehlikeye, kazaya uğramayacağını
iddia edemez. Böyle geçici olan ve hayvanlarda da bulunan üstünlüklerle
kibirlenmek elbette uygun olmaz.
6-Servet: Bu daha çok zenginlerde görülür. Hâlbuki mal sahibi olmak, çok
zengin olmak da üstün olmayı gerektirmez. Karun’un çok malı vardı. Malı ile beraber
kahrolup gitti. Geçici olarak sahip olunan servet ile, mal ile kibirlenmek, çok
çirkindir. Çünkü varlığı ile kibirlendiği malı telef olur, evi yıkılır da kendi
açıkta kalır.
7- Mevki: Gelip geçici olan makam, mevki de üstünlük sebebi değildir. Bir
çok krallar, derebeyler, Firavunlar mevki sahibiydi. Hepsi gitti. Ancak
iyilerin iyiliği, kötülerin kötülüğü söylenmektedir. Kötü birinin mevki, makamı
ile övünmesi neye yarar?
Şam Ordusu kumandanı Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretleri büyük bir
kalabalıkla Hz. Ömeri karşıladı. Hz. Ömer kölesi ile nöbetleşe deveye
bindiğinden, Halife devesinden indi. Yerine kölesi bindi. Devenin yularından
tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp deredeki sudan geçti. Bunu gören kumandan dedi
ki:
-Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, müslümanların halifesini
görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl izah edebiliriz?
Hz. Ömer buyurdu ki:
- Ya Eba Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya
binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve
hakir bir kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan
başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder.
8-Yakınların Çokluğu: Bazısı, evladının, akrabasının, tanıdıklarının
çokluğu ile üstünlük taslar. Bir kimsenin kendi iyi değilse, bütün dünya onun
akrabası olsa ne çıkar? Bunların hiç biri mutlak üstünlük değildir.
Kibre çok benzeyen, ayırt edilmesi çok zor olan bir hastalık daha vardır.
Bunun adı da ucbdur. Kibir, kendini başkasından üstün göstermek, ucb ise,
kendini başkasından üstün bilmektir. Hiç kimsenin bulunmadığı yerde insan ucb
sahibi olabilir, fakat kibirli olamaz. Çünkü insan, kimse olmasa da kendini ve
işini beğenebilir. Fakat kimse olmadığı için kendini büyük gösteremez, kibirlenemez.
Ucb, yaptığı iyi işler sebebiyle kendini beğenmektir. İnsan, kendini
beğenince, başkalarından üstün görebilir. Bu da kibirdir. Ucbdan kibir doğar.
Bir kimsenin ucub sahibi olup
olmadığı, şu alametlerden belli olur: Ucublu kimse,
1- Kibirli olur.
2- Günahlarını unutur.
3- Allahü teâlânın azabını unutur.
4- Büyüklerden istifade edemez, âlimlerin sohbetinden mahrum kalır.
5- Kimseyle meşveret etmez, danışmaz.
Kibirden kurtulmak için tevazu sahibi olmaya, ucbdan kurtulmak için de minnet
ehli olmaya çalışmalıdır! Diyelim ki bir kimsenin hitabeti güzeldir. Bundan
dolayı kendini beğenir, yani ucbeder. Minnet, nimete kendi eliyle değil, Allahü
teâlânın lütfu ile kavuştuğunu düşünmektir. Hitabet güzelliğinin Cenab-ı Hakkın
bir lütfu olduğunu düşünen, kendini beğenemez.
Kibir, en büyük günahlardan biridir. İnsanı kibre düşüren ucbdur. Ucb
ise, ilim, ibâdet, yakınlarının, çokluğu gibi sebeple kendini beğenmektir.
Bunların Allahü teâlânın lütfu olduğunu bilen, ucba düşmez, dolayısıyla kibirlenmez.
Arapça isim
olan “gıybet”; arkasından kötü söz söyleme, bulunmadığı bir yerde
çekiştirme, kötüleme; dedikodu yapma. Meydanda olmama, kaybolma. Gıybet etmek:
Arkasından kötü konuşmak, çekiştirmek manasına gelir.
Gıybet: Bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir söz söylemek,
çekiştirmek; meydanda olmama, kaybolma hâli.
Gıybet, bir
kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız
bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Halk
arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.
Gıybet, insan
veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur. Kişinin bedeni, nesebi,
ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği... dedikodu konusu olabilir.
Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı
renkte olmak... Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi sözkonusu kişinin
kalbini kırar.
Kur’an-ı Kerim
de:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اجْتَنِبُوا
كَثيرًا مِنَ
الظَّنِّ
اِنَّ بَعْضَ
الظَّنِّ
اِثْمٌ وَلَا
تَجَسَّسُوا
وَلَا
يَغْتَبْ
بَعْضُكُمْ
بَعْضًا
اَيُحِبُّ
اَحَدُكُمْ
اَنْ
يَاْكُلَ
لَحْمَ
اَخيهِ
مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ
وَاتَّقُوا
اللّهَ اِنَّ
اللّهَ
تَوَّابٌ
رَحيمٌ
“Ey iman edenler! Zannın
çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu
araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş
kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde
Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok
esirgeyicidir.”[770]
ـ عَنْ
أبِي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قالَ
رسُولُ
اللّهِ
أتَدْرُونَ
مَا
الْغِيبَةُ؟
قَالُوا:
اَللّهُ
وَرَسُولُهُ
أعْلَمُ.
قَالَ: ذِكْرُ
أحَدِكُمْ
أخَاهُ بِمَا
يَكْرَهُ.
فقَالَ
رَجُلٌ:
أَرَأيْتَ إنْ
كَانَ فِي أخِى
مَا أقُولُ؟
قَالَ: إنْ
كَان فيهِ مَا
تَقُولُ،
فقَدْ
اِغْتَبْتَهُ.
وَانْ لَمْ
يَكُنْ فىهِ
مَا تَقُولُ
فقَدْ
بَهَتَّهُ.
-Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?""Allah ve Resulü daha
iyi bilir!" dediler. Bunun üzerine:"Birinizin, kardeşini
hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!" açıklamasını yaptı. Orada bulunan bir
adam:
"Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?)"dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:"Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun.
Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir."[771]
Görüldüğü üzere, Resulullah, gıybeti, hakkında konuşulan kimse işittiği
takdirde hoşlanmayacağı bir vasfı ile onu anmak olarak tarif etmektedir. Bu
vasfın onda olması şuçu hafifletmiyor. Olmaması, gıybetten de büyük olan
iftirayı teşkil etmektedir. Gıybetle ilgili ülemânın sunduğu tarifler, aslını
bu tariften almış olmalıdır.
ـ وعَنْ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قَالَ:
قُلْتُ يَا
رَسُولَ اللّهِ؟
حَسْبُكَ
مِنْ
صَفِيَّةَ
قِصَرُهَا. قَالَ:
لَقَدْ
قُلْتِ
كَلِمَةً
لَوْ مُزِجَ بِهَا
الْبَحْرُ
لَمَزَجَتْهُ.
قَالَتْ: وَحَكَيْتُ
لَهُ
إنْسَاناً.
فَقَالَ: مَا
أُحِبُّ
أنِّى
حَكَيْتُ
إنْسَاناً
وَإنَّ لِى كَذَا
وَكذَا.
-Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü, sana Safiyye'deki şu şu hal yeter!" demiştim.
(Bundan memnun kalmadı ve):"Öyle bir kelime sarfettin ki, eğer o
denize karıştırılsaydı (denizin suyuna
galebe çalıp) ifsad edecekti" buyurdu. Hz. Âişe ilaveten der ki: "Ben Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a bir insanın (tahkir
maksadıyla) taklidini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi:"Ben
bir başkasını (kusuru sebebiyle söz ve
fiille) taklid etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu şu kadar (pek çok dünyalık)
verilse bile!"[772]
ـ وَعَنْ
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
مَرَرْتُ
لَيْلَةَ
الْمِعْرَاجِ
بِقَوْمٍ
لَهُمْ
أظْفَارٌ
مِنْ نُحَاسٍ
يَخْمِشُونَ
بِهَا
وُجُوهَهُمْ.
فَقُلْتُ:
مَنْ هؤَُءِ
يَا
جِبْرِيلُ؟
فَقَالَ: هؤَُءِ
الَّذِىنَ
يَأكُلُونَ
لُحُومَ
النَّاسِ
وَيَقَعُونَ
فِى
أعْرَاضِهِمْ[.
-Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Mîrac
gecesinde, bakır tırnakları olan bir
kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini (ve göğüslerini) tırmalıyorlardı."Ey
Cebrâil! Bunlar da kim?" diye sordum:"Bunlar, dedi, insanların
etlerini yiyenler ve ırzlarını (şereflerini) payimal edenlerdir."[773]
Hadiste geçen "insanların etlerini yiyenler" tabiriyle,
ayet-i kerimeye tevkifen gıybet edenler kastedilmektedir.
Bu kimselerin yüzlerini ve göğüslerini tırmalamakla cezalandırılmaları,
yüz ve göğüs yolmak matem tutan kadınların vasfı olması münasebeti ile
müslümanları gıybet edip şereflerini pâyimâl edenlere ceza kılınmıştır. Böylece
bu iki sıfatın erkeklere yakışmadığı aksine en
kötü halde ve en çirkin surette
olan kadınların sıfatı oldukları işaret edilmiştir.
ـ وَعَنْ
الْمَسْتُورَدِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ
قَالَ: مَنْ أكَلَ
بِرَجُلٍ
مُسْلِمٍ
أُكْلَةً
فَإنَّ اللّهَ
يُطْعِمُهُ
مِثْلَهَا
مِنْ جَهَنَّمَ،
وَمَنْ
كُسِىَ
ثَوْباً
بِرَجُلٍ
مُسْلِمٍ
فَإنَّ
اللّهَ
يَكْسُوهُ
مِثْلَهُ
مِنْ
جَهَنَّمَ.
وَمَنْ قَامَ
بِرَجُلٍ مَقَامَ
سُمْعَةٍ
وَرِيَاءٍ
فإنَّ اللّهَ يَقُومُ
بِهِ مَقَامَ
سُمْعَةٍ
وَرِيَاءٍ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ.
-Müstevred
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Kim bir müslüman(ı gıybet ve şerefini payimal etmek)
sebebiyle tek lokma dahi yese, Allah ona mutlaka onun mislini cehennemden
tattıracaktır. Kime de müslüman bir kimse(ye yaptığı iftira, gıybet gibi bir)
sebeple (mükâfaat olarak) bir elbise giydirilse, Allah Teâla Hazretleri
mutlaka, onun bir mislini cehennemden ona giydirecektir. Kim de (malı, makamı
olan büyüklerden) bir adam sebeiyle bir makam elde eder (orada salâh ve takva
sahibi bilinerek para ve makama konmak için riyakarlıklara girer)se Allah
Teâla Hazretleri Kıyamet günü onu
mürâiler makamına oturtarak (rezil eder ve mürâîlere münasib azabla
azablandırır.)"[774]
ـ وَعَنْ
سَعِيدِ بْنِ
زَيْدٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
إنَّ مِنْ
أرْبَى
الرِّبَا
اِسْتِطَالَةَ
فِى عِرْضِ
الْمُسْلِمِ
بِغَيْرِ
حَقٍّ.
- Sa'îd İbnu Zeyd (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Ribânın en kötüsü, haksız yere müslümanın ırzını (mânevî şahsiyetini)
rencide etmektir."[775]
ـ وعَنْ
مُعَاذِ بْنِ
أسَدٍ
الْجُهَنِىِّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
حَمى
مُؤْمناً مِنْ
مُنَافِقٍ
بَعَثَ
اللّهُ لَهُ
مَلكاً يَحْمِى
لَحْمَهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
مِن نَارِ
جَهَنَّمَ،
وَمَنْ رَمَى
مُسْلِماً بِشئٍ
يُرِيدُ
شَأنَهُ بِهِ
حبَسَهُ
اللّهُ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
عَلى جِسْرٍ
مَنْ جُسُورِ
جَهَنَّمَ،
حَتّى
يَخْرُجَ
مِمَّا قَالَ.
-Muaz İbnu Esed el-Cühenî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim
bir mü'mini bir münafığa (gıybetçiye) karşı himaye ederse, Allah da onun için,
Kıyamet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de
müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, kıyamet günü,
cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp)
çıkıncaya kadar hapseder."[776]
Hadis, bir mü'min gıybet edildiği zaman sessiz kalmayıp, onun müdâfaa
edilmesini teşvik etmektedir. Hadisteki "münafık"tan maksad
gıybetçidir. Mü'minin yüzüne karşı değilde gıyabında zemmettiği için münafık
denmiş olmaktadır. Öyleyse mü'minin himayesi ile kastedilen şey, onun şerefinin
(ırzının) korunmasıdır. Bu, lehinde konuşmak veya en azından gıybet etmesine
meydan vermemekle olur.
ـ وَعَنْ
جَابِرٍ
وَأبِي هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قَاَ:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : َ غِيْبَةَ
لِفَاسِقٍ
وََ مُجَاهِرٍ،
وَكُلُّ
أُمَّتِى
مُعَافىً إَّ
الْمُجَاهِرُونَ.
-Hz. Câbir ve Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor:"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ne
fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet
sayılmaz. Mücâhir olan hariç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur."[777]
ـ وَعَنْ
حُذَيْفَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : َ
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
قَتَّاتٌ.
-Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kattat (söz
taşıyan) cennete girmeyecektir."Müslim'in rivayetinde "nemmâm cennete
girmeyecektir" şeklinde gelmiştir.[778]
ـ وَعَنْ
اِبْنِ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : َ
يُبَلِّغُنِى
أحَدٌ عَنْ
أحَدٍ مِنْ
أصْحَابِى
شَيْئاً
فَإنِّى
أُحِبُّ أنْ
أخْرُجَ
إلَيْكُمْ
وَأنَا سَلِيمُ
الصَّدْرِ.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana
kimse ashabımın birinden (canımı sıkacak bir ) şey getirmesin. Zira ben, sizin
karşınıza, içimde hiç bir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum."[779]
Gıybet illeti,
sosyal ahlakı tehdit eden unsurlardandır. Buna binaen yüce Allah, inananların
sosyal ahlakının temini için bu fiilden Müslümanları men etmiştir. Gıybet
illetine maruz kalanların, ne dostluklarına güvenilir, ne yoldaşlıklarına, ne
de birlikteliklerine... Çünkü başkası için yaptığı şeylerin aynısını sana da
yapacaktır. Senin yanındayken bir başkasının gıybetini eden kimse, başkasının
yanında da senin gıybetini edecektir. Gıybet illetine alışan ne kişinin, ne
ailenin, ne de toplumun hayrı olur. Hayır, her zaman bunlardan uzaklaşmak için
Allah’a dua edecektir.
Gıybetin Sebepleri
1. İntikam duygusunu tatmin,
2. Arkadaşlara muvafakat,
3. Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme,
4. Kıskançlık,
5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının
ortaya serilmesi,
6. Küçük düşürmek için alay.
Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması
gerekir.
Şuralarda Gıybet Câizdir
1) Haksızlık karşısında: "Hak sahibinin söz hakkı vardır."
2) Bir kimseyi kötülükten menetmek:
3) Kişiyi meşhur olan lakabıyla anmak.
4) Kişinin fısk-u fücûrunu alenen yapması, yaptıklarından dolayı gurur
duyması, yaptıklarının söylenmesinden dolayı üzüntü duymamasıdır. Yaptıklarıyla
övünmesi yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz.
Gıybetçinin günâhtan kurtulması için pişmanlık duyması, tövbe etmesi,
gıybetini yaptığı kimse ile helâlleşmesi gerekir. Gıybeti yapılan da merhametli
davranır, affeder.
Dedikodu, boş,
gereksiz söz; kıylü kal, güftü gu. Arkasından söyleme, çekiştirme manasına
gelir.
Dedi-Kodu:
Boş, gereksiz söz, arkadan
söyleme, çekiştirme.
Gıybet diye
bilinen kötü huyun Türkçe'deki karşılığıdır. Bir insanın bazı kusurlarını ele
alarak kötülemektir. Bir adamın arkasından işittiği zaman hoşlanmayacağı
şeyleri söylemektir. Bu haram bir davranış olup ahlâk dışı bir harekettir.
Dedi-kodu,
başkalarında kusur arama alışkanlığının sonucudur. Bazıları kendi kusurlarını
görüp düzeltecekleri yerde, başkalarının eksiklerini araştırıp etrafa yaymaya
çalışırlar. Bu davranışın kötülüğünden söz edilince, yalan söylemediklerini
ifade ederek kendilerini savunurlar. Aslında gıybet eden, yalancı değildir.
Zaten yalan söyleseydi, yaptığı iş, dedi-kodu değil, iftira olurdu.
Kur’an-ı Kerim
de:
هَمَّازٍ
مَشَّاءٍ
بِنَميمٍ
“(Herkesi) kötüleyen,söz
götürüp getiren.”[780]
وَيْلٌ
لِكُلِّ
هُمَزَةٍ
لُمَزَةٍ
“Arkadan çekiştirmeyi,
yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline!”[781]
ـ وَعَنْ
حُذَيْفَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : َ
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
قَتَّاتٌ.
- Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kattat (söz
taşıyan) cennete girmeyecektir."Müslim'in rivayetinde "nemmâm cennete
girmeyecektir" şeklinde gelmiştir.[782]
ـ وَعَنْ
اِبْنِ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : َ
يُبَلِّغُنِى
أحَدٌ عَنْ
أحَدٍ مِنْ
أصْحَابِى
شَيْئاً
فَإنِّى
أُحِبُّ أنْ
أخْرُجَ
إلَيْكُمْ
وَأنَا
سَلِيمُ
الصَّدْرِ.
- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana kimse
ashabımın birinden (canımı sıkacak bir ) şey getirmesin. Zira ben, sizin
karşınıza, içimde hiç bir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum."[783]
Son iki hadis, laf getirip götürme ile alâkalıdır. Dinimizin üzerinde
durduğu kötü ahlâklardan biri de laf getirip götürme huyudur. Fertler
arasındaki münasebetleri bozarak cemiyetin huzuruna tesir edecek, sosyal
bütünlüğü yaralayacağı için şiddetle yasaklanan huylar arasında yer
almıştır.
Bazı âlimler nemmâm, sözü bizzât dinleyip nakleden, kattât ise,
söylenenlere kulak kabartıp işittiği gelişi güzel dedikoduları nakledendir diye
arada bir fark görmek istemiştir.
İmam Gazâli der ki: "Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen, onu
tasdîk etmemek, hakkında söz edilen kimsenin de, söylendiği şekilde olduğu
zannına düşmemesi, "acaba" diyerekten, söyleneni tahkike de
kalkmaması, ayrıca laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemesi,
vazgeçmezse ona öfkelenmesi, kendisi için de, nemmâmı, zecrettiği şeyi hoş
görüp o işittiğini yaymaya kalkmamasıdır. Aksi takdirde kendisi nemmâm
olur."
Gazâli'nin kaydettiğine göre, Ömer İbnu Abdilaziz'e bir adam gelerek: "Senin
hakkında falanca şöyle söyledi" der. Ömer de:"İstersen bunu tahkik
edelim. Eğer yalancı çıkarsan اِنْ
جَاءَكُمْ
فَاسِقٍ
بِنَبأٍ "Bir fasık size
haber getirince araştırın"[784] hükmüne
girersin.
Şayet duyduğun doğru çıkarsa هَمَّازٍ
مَشَّاءٍ
بِنَمِيمٍ
"Dili
ile iğneleyen, koğuculuk eden..."[785] hükmüne
girersin ki, her iki halde de mesulsun. İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih
edelim, seni affedelim de bu iş böyle kalsın" der. Adam: "Af
diliyorum, bir daha böyle bir işe girişmeyeceğim" der.
Yine Gazâlî şöyle demiştir: "Nemîme aslında, hakkında söz edilen
kimseye söz götürmektir. Meselâ falanca senin hakkında şöyle söyledi demek
gibi. Ancak nemîme deyince sadece bu kastedilmez, daha umumî kullanışı vardır.
Normal olarak, açıklanması hoşa gitmeyen her şeyi açıklamaya, nemîme denir.
Hoşa gitmeme deyince kendisinden nakil yapılanın hoşlanmaması ile kendisine
nakil yapılanın veya bir başkasının hoşlanmaması birdir, hepsi de nemîmeye
girer.[786]
Dedikodu
hastalığının girdiği kalbe, fesat istilasına maruz kalır, girdiği evi, aileyi
huzursuz edip yıkama mahkum eder, girdiği topluma fitne işgali hakim olur.
Dedikodu,
Birkaç Şekilde Yapılır
1- Dil ile gıybet: Bir kimsenin kusur ve noksanını söylemekle olur.
Meselâ; Falanca çöpçünün oğludur, sıskadır, ahlâkça gururludur, işinde
beceriksizdir, demek suretiyle kötülemeyi kasdetmek.
2- Göz, el ve işaretle dedikodu: Bir kimsenin kötülenmesinde bu
organları kullanmak. Meselâ; el ile kısalığını göstermek, topal topal yürümek
ve gözünü şaşı etmek. Bir de, başkasının kusurunu anlatmak için kendi
noksanlarını saymak.
3- Kalb ile gıybet: Gözüyle görmediği, kulağıyla duymadığı ve kesin
olarak bilmediği bir kimse hakkında kötü zan beslemek.
Ahlâken pek çirkin olan dedi-kodu, bazı şahıslar hakkında caizdir.
Bunlar;
1- Bir kimse şahitlik makamında bulunduğunda, hakkında şahitlikte
bulunacağı kimsenin dedikodunun yapması. Yani, dedikodu bile olsa onun hakkında bildiklerini tamamen söylemesi caizdir. Başka
surette hareket edemez.
2- Dedikodu edilen kimse kendisindeki
fenalıkları, manevî şahsiyetini rencide edecek ayıp ve kusurları saklamayan
güruhtan ise, onun hakkında dedikodu caizdir.
3- İşbaşında bulunup da halka zulüm ve kötü muamele yapan, ahlâk dışı
şeyler icat etmeye kalkışan kimselerin de arkalarından dedikodu etmek caizdir. Belki bu suretle fenalıklarının önüne geçilir.
Bunların dışında yapılan dedikodular, şerefi düşüreceğinden caiz değildir ve hatta yasaklanmıştır.
Caiz olan yerlerin dışındaki dedikodu, bir hastalık olup, ilâcını bildikten sonra kullanmak gerekir. Her
dedi-kodu, amel defterindeki sevapları silmekte, hatta karşı tarafın defterine
yazıldığı belirtilmektedir.
Dedikodunun keffâreti, Allah'tan mağfiret
dilemek, pişman olmak ve dedikodu edilen şahıstan bizzat helâllik
almakla olur. Affetmezse bile, onu övmeli, ona yalvarmalı ve onun gönlünü
almalıdır.
Dedikodu dinleyen de, bu günahta dedikodu edene ortak olmuş olur. Bu bakımdan dedikodu eden münasip bir şekilde susturulmalıdır. Dedikodu uğrayan müdafaa edilmelidir.
9) (Müfteri) İftiracı Olmak
İftira: Olmayan birşeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmek.
Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine
bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine razı olurken;
bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Bu
bakımdan iftira, bir kimseyi veya bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından
kıskanıp, zarar verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her halükârda, dünya
için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.
İftira son derece kötü ve
tahribedici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen
kimse için oldukça rahatsız edici bir tutumdur. İftira sonucunda insanlar
arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar.
insanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal
hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. İftira, toplumdaki
güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.
İftira, toplumda adaletin tam
olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen bir sosyal ve ahlâkı
hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına
ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.
İslâm'da iftira konusu, üzerinde
oldukça fazla durulan bir konu olmaktadır. Çok sayıda ayet-i kerime, iftira'nın
özelliğinden ve onun Allah'ın nezdinde sevilmeyen ve hatta yerilen bir davranış
olduğundan bahsetmektedir.
İftiranın en ağırı namus üzerine
atılan iftiradır. Bunu, Hz. Âîşe ile ilgili olarak "İfk" olayında
görmekteyiz olay özet olarak şöyle cereyan etmiştir: Hz. Peygamber ashab-ı
kirâmla sefere çıkarken, kura ile belirlenen bir eşini de beraberinde
götürürdü. Bu usulle, Mustalikoğulları Gazâsına da Hz. Âîşe katılmıştı.
Konaklama yerinde, devenin üzerindeki gölgelikten (mahfel) tuvalet ihtiyacı
için çıkan Âîşe (r.anhâ), dönüşünde gerdanlığını düşürdüğünü farketmiş, aramak
için yeniden çıkmıştır. Bu sırada ordu yola çıkmış, Hz. Âîşe, devenin
üzerindeki gölgeliğin içinde zannedilmiştir. Dönüşte unutulduğunu anlayan Hz.
Âîşe, orada beklemiş, ordunun arka gözcüsü Safvân b. Muattal O'nu devesine
bindirerek yolda orduya yetiştirmişti.
Münâfıkların reisi Abdullah b.
Ubey ve arkadaşları bunu fırsat bilerek Hz. Âîşe'ye zina iftirasında (ifk) bulundular.
Bir aydan fazla bir süreyle bu dedikodu Medîne'de dolaştı. Hz. Peygamber ve
Âîşe validemizin yakınları bu olaya çok üzüldü.
Daha sonra Hz. Âîşe Nûr
sûresindeki şu ayetlerle temize çıkardı:
اِنَّ
الَّذينَ
جَاؤُ
بِالْاِفْكِ
عُصْبَةٌ
مِنْكُمْ
لَاتَحْسَبُوهُ
شَرًّا
لَكُمْ بَلْ
هُوَ خَيْرٌ
لَكُمْ
لِكُلِّ
امْرِىءٍ
مِنْهُمْ
مَااكْتَسَبَ
مِنَ
الْاِثْمِ
وَالَّذى
تَوَلّى كِبْرَهُ
مِنْهُمْ
لَهُ عَذَابٌ
عَظيمٌ
لَوْلَا
اِذْ
سَمِعْتُمُوهُ
ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ
وَالْمُؤْمِنَاتُ
بِاَنْفُسِهِمْ
خَيْرًا
وَقَالُوا
هذَا اِفْكٌ
مُبينٌ
لَوْلَا
جَاؤُ
عَلَيْهِ
بِاَرْبَعَةِ
شُهَدَاءَ
فَاِذْ لَمْ
يَاْتُوا
بِالشُّهَدَاءِ
فَاُولئِكَ
عِنْدَ
اللّهِ هُمُ
الْكَاذِبُونَ
وَلَوْلَا
فَضْلُ
اللّهِ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَتُهُ
فِى
الدُّنْيَا
وَالْاخِرَةِ
لَمَسَّكُمْ
فى مَا
اَفَضْتُمْ
فيهِ عَذَابٌ
عَظيمٌ
اِذْ
تَلَقَّوْنَهُ
بِاَلْسِنَتِكُمْ
وَتَقُولُونَ
بِاَفْوَاهِكُمْ
مَا لَيْسَ لَكُمْ
بِه
عِلْمٌ
وَتَحْسَبُونَهُ
هَيِّناً
وَهُوَ
عِنْدَ
اللّهِ
عَظيمٌ
وَلَوْلَا
اِذْ
سَمِعْتُمُوهُ
قُلْتُمْ مَا
يَكُونُ
لَنَا اَنْ
نَتَكَلَّمَ
بِهذَا سُبْحَانَكَ
هذَا
بُهْتَانٌ
عَظيمٌ
"O
uydurma haberi getirip iftira (ifk) atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu
kendiniz için bir ser sanmayın, bilakis o, sizin için hayırdır. İftirada
bulunanlardan her birinin kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın
en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır."
"İftirayı
işittiğiniz zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların, kendiliklerinden
hüsn-ü zanda bulunup da: "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez
miydi?"
"Bir
de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri getiremediler,
o halde onlar, Allah nezdinde, yalancıların da kendileridir"
"Eğer
Allah'ın lütuf ve merhameti, dünyada ve ahirette üzerinizde olmasaydı,
yaydığınız fitne yüzünden, size mutlaka büyük bir azap dokunurdu."
"Siz
o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız
şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz birşey sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah
nezdinde büyük bir günahtır "
"O
asılsız sözü duyduğunuz zaman: "Bunu konuşmak bize yakışmaz. Haşa! Bu
büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?"[787]
Hz. Peygamber inen bu ayetleri
tebliğ ettikten sonra; "Ya
Âîşe, Allah'a hamd et. Allah seni, iftiracıların isnadından kesin olarak berî
kıldı" buyurdu. Bunun üzerine Âîşe
(r.anhâ) nin annesi: "Kızım, kalk da Resulullah (a.s)'a teşekkür et"
deyince, Hz. Âîşe; "Hayır kalkmam ve yalnız Allah'a hamdederim" diye
cevap verdi.[788]
İftira eden kimse, bununla
amacına ulaşamaz ve sonunda dünyevî ve uhrevî bakımdan kendisi zararlı çıkar.
Nebî (a.s):
ـ وعَنْ
مُعَاذِ بْنِ
أسَدٍ
الْجُهَنِىِّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
حَمى
مُؤْمناً
مِنْ
مُنَافِقٍ
بَعَثَ
اللّهُ لَهُ
مَلكاً
يَحْمِى
لَحْمَهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
مِن نَارِ
جَهَنَّمَ،
وَمَنْ رَمَى مُسْلِماً
بِشئٍ
يُرِيدُ
شَأنَهُ بِهِ
حبَسَهُ اللّهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
عَلى جِسْرٍ
مَنْ جُسُورِ
جَهَنَّمَ،
حَتّى
يَخْرُجَ
مِمَّا قَالَ.
-Muaz İbnu Esed el-Cühenî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim
bir mü'mini bir münafığa (gıybetçiye) karşı himaye ederse, Allah da onun için,
Kıyamet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de
müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, kıyamet günü,
cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya
kadar hapseder."[789]
-"İftira eden kimse zarara uğramıştır"[790]
buyurur.
İffetli bir kadına zina isnadında
bulunup da bunu dört erkek şahitle ispat edemeyen bir kimse kazif cezasına
çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şahitliklerine
güvenilmez.[791] Zina isnadında bulunan
kimse kadının kocası olur ve dört şahitle bunu ispat edemezse
"mulâane" yoluna başvurulur.[792]
En ağır iftirayı atan kimse bile
sonradan pişmanlık duyar ve durumunu düzeltirse Cenâb-ı Hakkın mağfiretine nail
olabilir.[793]
Günümüzde fertlerin birbirine
iftirası yanında basın ve yayın yoluyla da iftiralar yapılmaktadır. Namus,
iffet, haysiyet ve zimmet üzerindeki bir iftira ne kadar çok yayılırsa,
iftiracının sorumluluğunun da o nisbette artması tabiidir. Ayette şöyle
buyurulur:
مَا كَانَ
عَلَى
النَّبِىِّ
مِنْ حَرَجٍ
فيمَا فَرَضَ
اللّهُ لَهُ
سُنَّةَ
اللّهِ فِى الَّذينَ
خَلَوْا مِنْ
قَبْلُ
وَكَانَ اَمْرُ
اللّهِ
قَدَرًا
مَقْدُورًا
"Mümin
erkek ve o kadınlara işlemedikleri bir günahla eziyet edenler (onlara iftira
atanlar), doğrusu açık bir günah yüklenmişlerdir."[794]
Zina: Zina
etmek, bir kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak. Arapça
"zenâ" fiilinden mastar. Zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu
da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe dayanmaksızın önden
cinsel temasta bulunmasıdır. Zina eden erkeğe "zânî" kadına ise
"zâniye" denir.
Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinayı şöyle
tarif etmişlerdir: İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine
cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine
veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda
bulunmasıdır.
Zinada had cezasının uygulanması için, erkeğin
cinsel organının en az sünnet yerinin (haşefe) kadının cinsel organına girmiş
olması gerekir. Bundan daha azına meselâ; öpmek, sarılmak veya uyluk arasına
sürtünmek vb. hareketler haram olmakla birlikte had cezasını gerektirmez. Küçük
çocuk ve akıl hastası yükümlü olmadığı için bunların fiili de kendileri
bakımından haddi gerektirmez. Diğer yandan Ebû Hanîfe'ye göre erkek veya kadına
arkadan temasta bulunmak (livâta) zina hükmünde değildir. Çünkü bu, zina olarak
nitelendirilmez. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikîler aksi
görüştedir. Ölü kadın, hayvan veya ergenlik çağına gelmemiş olan ve kendisine
cinsel istek duyamayan kız çocuğu ile temas da zina hükmünde değildir. Çünkü bu
gibi temasları selîm fıtrat kabul etmez. Ayrıca erkek veya kadının zinaya
zorlanmamış olması da şarttır. Çünkü Raslüllah (a.s): "Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyin
hükmü kaldırıldı"[795] buyurmuştur.
Zinaya zorlanan kadına had cezası gerekmediği
konusunda İslâm bilginlerinin görüş birliği vardır. Zinaya zorlanan erkeğe
gelince, Şâfiîlere ve Mâlikîlerde tercih edilen görüşe göre böyle bir erkeğe ne
had ve ne de ta'zîr cezası gerekmez. Delil, yukarıdaki hadis ve zorlanma
özrünün bulunmasıdır. Ebû Hanîfe'nin ilk görüşüne göre zinaya zorlama Devlet
başkanı tarafından olmuşsa had gerekmez. Devlet başkanından başkası zorlamışsa
istihsân'a göre had uygulanır. Çünkü, zorlama ancak sultan tarafından
gerçekleşir. Ebû Hanîfe'nin istikrar bulan görüşü ise, zorlanana had cezasını
uygulamamasıdır. Çünkü bazan erkeğin istek dışı cinsel temasa gücü yetebilir.
Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre iki durumda da zorlanana had cezası
uygulanmaz. İmam Züfer aksi görüştedir.[796]
Zina İslâmda ve önceki bütün semâvî dinlerde
haram ve çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmiştir. O büyük günahlardandır.
Irz ve neseplere yönelik bir suç olduğu için cezası da hadlerin en
şiddetlisidir.
Kur'an-ı Kerim'de içki ve uyuşturucularla ilgili yasak dile
getirilirken, münhasıran belli bir maddeye has olan bir kelime değil, daha
ziyade, insanda belli bir "hal"e sebebiyet veren bir maddenin ismi
kullanılmıştır. Böylece yasak, münhasıran muayyen bir madde için değil,
söylediğimiz "hâl"i hâsıl eden bütün maddeler için gelmiş
olmaktadır.Sözkonusu "hâl" aklın örtülmesidir. Öyle ise yasak aklın
örtülmesine sebep olan bütün maddeler içindir. Kur'an-ı Kerim'in bu maksadla
kullandığı kelime hamr'dır. Hamr, lügat olarak, bir şeyi örtmek mânasına gelen
bir kökten türemiştir. Arapça'da şahitlikten kaçarak gördüğünü gizlemek,
utanmak, örtmek, örtü, kapak gibi pekçok kelime aynı kökten gelir. Kelime âyete
şöyle geçer:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْخَمْرُ
وَالْمَيْسِرُ
وَالْاَنْصَابُ
وَالْاَزْلَامُ
رِجْسٌ مِنْ
عَمَلِ الشَّيْطَانِ
فَاجْتَنِبُوهُ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
() اِنَّمَا
يُريدُ
الشَّيْطَانُ
اَنْ يُوقِعَ
بَيْنَكُمُ
الْعَدَاوَةَ
وَالْبَغْضَاءَ
فِى
الْخَمْرِ
وَالْمَيْسِرِ
وَيَصُدَّكُمْ
عَنْ ذِكْرِ
اللّهِ وَعَنِ
الصَّلوةِ
فَهَلْ
اَنْتُمْ
مُنْتَهُونَ
() وَاَطيعُوا
اللّهَ
وَاَطيعُوا
الرَّسُولَ
وَاحْذَرُوا
فَاِنْ
تَوَلَّيْتُمْ
فَاعْلَمُوا
اَنَّمَا
عَلى
رَسُولِنَا
الْبَلَاغُ
الْمُبينُ ()
لَيْسَ عَلَى
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
جُنَاحٌ
فيمَا
طَعِمُوا اِذَا
مَا
اتَّقَوْا
وَامَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
ثُمَّ
اتَّقَوْا
وَامَنُوا
ثُمَّ
اتَّقَوْا
وَاَحْسَنُوا
وَاللّهُ يُحِبُّ
الْمُحْسِنينَ
"Ey iman edenler, HAMR (içki), kumar, (tapınmaya mahsus) dikili
taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için
bunlardan kaçınınız ki muradınıza eresiniz. Şeytan, hamrda ve kumarda ancak
aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alı koymak
ister. Artık siz (hepiniz) vazgeçtiniz değil mi?"[797]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Kur'an'da geçen hamr
kelimesinin belirttiğimiz şekilde anlaşılması, eksik veya yanlış tevil ve
yorumlarla gayesinden saptırılmaması için buyurmuştur.
Kur'an şarabı haram etmiştir, rakıyı, birayı haram etmemiştir veya
Şarap içmek rakı içmekten daha büyük günahtır, çünkü Kur'an'da şarap ismen
zikredilmiş, rakı zikredilmemiştir gibi sözlerin ne kadar yanlış ve hakikatten
uzak oldukları anlaşılır.
Bu hadis, Kur'an'da şarap haram edilmiştir, bira değil diyenlere cevap
verir.
Bilesiniz üzümden hamr yapılır, hurmadan hamr yapılır, baldan hamr
yapılır, arpadan hamr yapılır, buğdaydan hamr yapılır, (mısır ve pirinçten hamr
yapılır).
ـ وفي
أخرى ‘بى داود:
كُلُّ
مُسْكرٍ
حَرَامٌ،
وَمَا
أسْكَرَ
مِنْهُ
الْفَرْقُ فَمِلْءُ
الْكَفِّ
مِنْهُ
حَرَامٌ.وفي
أخرى للترمذي:
فَالْحَسْوَةُ
مِنْهُ
حَرَامٌ.»الْفَرَقُ«
بفتح الراء
وسكونها: إناء
يسع ستة عشر
رط.»وَالحَسْوَةُ«
الجرعة من
الماء .
-Ebû Dâvud'da gelen diğer bir rivâyette
(Resûlullah'a açıklaması şöyledir): "Her sarhoş edici şey haramdır. Bir
farak (küp) içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da
haramdır."Tirmizî'de gelen bir diğer rivâyette "tek yudumu
haramdır" diye gelmiştir.[798]
Bu hadiste, haram olan içecek maddesinin ismi üzerinde durmaktan ziyade
"sarhoş edici" vasfı üzerinde durmuştur. Birinci hadise göre hangi
madde olursa olsun, sarhoş edici bir tabiata sahipse haramdır.
Yani "haramlık" içecek maddesinin insanda fiilen hasıl
edeceği tesirden gelmiyor, maddenin tabiatından geliyor. Tıpkı pis bir maddenin
azı da çoğu da pis olması gibi.
Cenâb-ı Hakk, sarhoşluk verici maddeleri haram kılmıştır. O maddelerin
haram edilişinin illeti yani asıl sebebi, Resûlullah'ın hadisleriyle tebliğ
edilmiş olan ilâhî yasaklamadır. Elbette Rabbülâlemîn bu yasağı insanların
aklını, sıhhatini koruma maslahatına binaen koymuştur. Fakat biz, bize
tanınmayan bir ruhsatı kendimize tanıyarak illetin yerine maslahatı koyup; “içki
sarhoş ettiği için haramdır, sarhoş etmeyen miktarı haram olmaz” diyecek
olursak büyük hata ederiz. Hiçbir din âlimi bunu söylememiştir. Esasen âyet-i
kerîme, Allah veya Resûlünün konuştuğu yerde mü'minlere fikir beyan etme
yetkisi tanımamıştır, böyle bir davranış isyan olarak tavsif edilmiştir.
وَمَا
كَانَ لِمُؤْمِنٍ
وَلَا
مُؤْمِنَةٍ
اِذَا قَضَى
اللّهُ
وَرَسُولُهُ
اَمْرًا اَنْ
يَكُونَ لَهُمُ
الْخِيَرَةُ
مِنْ
اَمْرِهِمْ
وَمَنْ يَعْصِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا
مُبينًا
"Allah ve Peygamberi bir işe hükmettiği zaman, gerek mü'min olan bir
erkek, gerek mü'min olan bir kadın için (ona aykırı olacak) işlerde kendilerine
muhayyerlik yoktur. Kim Allah ve Resûlüne isyan ederse, muhakkak ki o apacık
bir sapıklıkla yolunu saptırmıştır."[799]
Öyle ise, Resûlullah "Çoğu sarhoş eden bir şeyin azı da
haramdır" demiş iken bunun aksine söz söylemek bir isyandır, kesinlikle
mü'minin edebine yakışmaz, imanına uymaz.
ـ وعن أبى
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قُلْتُ
يَا رسُولَ
اللّهِ:
أفْتِنَا في
شَرابَيْنِ
كُنَّا
نَصْنَعُهُمَا
بِالْيَمَنِ:
الْبِتْعُ:
وَهُوَ مِنَ
الْعَسَلِ
يُنْبَذُ
حَتَّى
يَشْتَدَّ،
وَالمِزْرِ: وَهُوَ
مِنَ
الذُّرةِ
وَالشَّعِيرِ
يُنْبَذَ
حَتَّى
يَشْتَدَّ،
فقَالَ
أنْهَى عَنْ
كُلِّ
مُسْكِرٍ
أسْكَرَ عَنْ
الصََّةِ.
Ebû Mûsa (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah'a "Ey
Allah'ın Resûlü, dedim, Yemen'de yapmakta olduğumuz şu iki şarap hakkında bize
fetva ver: Bit'; bu baldandır, şiddetleninceye kadar nebiz yapılır. İkincisi
mizr'dir, bu mısırdan ve arpadan yapılır, bu da şiddetleninceye kadar nebiz
yapılır." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Ben her sarhoşluk
veren şeyi yasaklıyorum" buyurdular."[800]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, bal ve mısırdan
yapılan şarapların haram olduğunu beyan etmektedir. Anlaşıldığı üzere,
bunlardan önce şıra mahiyetinde olmak üzere nebiz yapılmaktadır. Nebiz, bir
müddet sonra tahammür ederek sarhoşluk verici bir hususiyet kazanmakta ve
şaraplaşmaktadır.
ـ وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]سَألَ رَجُلٌ
رَسولَ
اللّهِ
عَنِا‘شْرِبَةِ،
فقَالَ:
اجْتَنِبْ
كُلَّ
مُسْكِرٍ ينِشُّ:
قَلِيلَهُ
وَكَثِيرَهُ.
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Bir adam Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a içeceklerden sormuştu. Efendimiz:"Kaynayan
sarhoş edicilerin hepsinden az da olsa çok da olsa kaçın" cevabını
verdi."[801]
"Çok"tan murad sarhoş edecek miktardır, "az"dan
murad da sarhoş etmeyecek miktardır. Şu halde, sarhoş etmeyecek az miktardaki
müskir dahi haramdır.
ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: نَهى
رَسولُ
اللّهِ
عَنِ الخَمْرِ
وَالمَيْسِرِ
وَالْكُوبَةِ
وَالْغُبَيْرَاءِ،
وقَالَ: كُلُّ
مُسْكِرٍ
حَرَامٌ.قيل
»الغُبَيْرَاءُ«:
السكركة تعمل
من الذرة: شراب
تعمله الحبشة.
Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hamr'dan, kumardan, davuldan, mısır şarabından
yasakladı ve dedi ki: "Her sarhoş edici haramdır."[802]
Alkollü İçkilerin Tahrimi, İçenlerin Zemmi
ـ عن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قال رَسُولُ
اللّهِ :
كُلُّ
مُسْكِرٍ
خَمْرٌ، وَكُلُّ
مُسْكِرٍ
حَرَامٌ،
وَمَنْ
شَرِبَ الخَمْرَ
في
الدُّنْيَا
وَمَاتَ
وَهُوَ يُدْمِنُهَا،
لَمْ يَتُبْ
مِنْهَا لَمْ
يَشْرَبْهَا
في اخِرَةِ.
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Her sarhoş edici hamrdır. Ve her sarhoş edici
haramdır. Kim dünyada hamr içer ve tevbe etmeden, onun tiryakisi olduğu halde,
ölürse, ahirette şarab içemez."[803]
Kur'ân'da geçen hamr kelimesi ile üzümden yapılan şarabın kastedildiği,
dolayısıyla, hammaddesi üzüm olmayıp, arpa, buğday, bal gibi başka hububat veya
meyve olan içkilerin kastedilmediği kanaatine sâhip olacak -mânadan ziyade
lügata bağlı- bir kısım espiriler cevaplandırılmış olmaktadır. Nitekim bir
içkide haramlık vasfının varlığı veya yokluğu aranırken ona takılmış olan ismi
veya yapılmış olduğu hammaddeyi gözönüne almayıp insan üzerinde bırakacağı
sarhoş edicilik hassasına sahip olup olmadığına dikkat etmek gerekir.
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنَّ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ عَلى
مِنْبَرِ
النَّبىِّ :
أمَّا بَعْدُ
أيُّهَا
النَّاسُ
إنَّهُ
نَزَلَ
تَحْرِيمُ
الخَمْرِ
وَهِىَ مِنْ خَمْسَةٍ:
مِنْ
الْعِنَبِ،
وَالتَّمْرِ،
وَالْعَسَلِ،
وَالْحِنْطَةِ،
وَالشَّعِيرِ،
وَالخَمْرُ
مَا خَامَرَ
الْعَقْلَ.
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Ömer (radıyallâhu anh),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın minberinde şu açıklamayı yaptı:
"Emmâ ba'd, Ey insanlar! Hamr'ın haram olduğu hükmü inmiştir. Bilesiniz ki
hamr (günümüzde ve çevremizde) beş şeyden yapılmaktadır: Üzümden, hurmadan,
baldan, buğdaydan, arpadan. Hamr, aklı örten (her) şeydir."[804]
Bu rivâyet de gösteriyor ki, içkinin hamr sayılması için hammadesine
bakılmıyor. Bu sayılanlar, o devirdeki hamr'ın belli başlı hammaddesidir. Başka
rivâyetlerde bunlara ilaveten mısır ve pirinç de sayılır. Öyle ise değişen
zemin, zaman ve tekniğe paralel olarak başka hammaddelerden "aklı
örtücü" içkiler (yiyecekler, haplar, şırıngalar...) yapılacak olsa hepsi haramdır.
ـ وَعَنْ
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: إنَّ عَلى
اللّهِ
عَهْداً
لِمَنْ
شَرِبَ
السَّكَرَ
أنْ
يَسْقِيَهُ
مِنَ طِينَةِ
الخَيَالِ.
قِيلَ: وَمَا
طِينَةُ
الخَبَالِ؟
قَالَ: عَرَقُ
أهْلِ
النَّارِ.
Hz. Câbir (radıyallâhu anh) buyurdular ki: "Allah, sarhoş ediciyi
içen kimseye tînetu'lhabâl içirmeye ahdetmiştir." "Tînetu'l-Habâl
nedir?" diye sorulunca: "Cehennemliklerin (vücudlarından, çıkan)
terleridir!" diye cevap verdi.[805]
Yemen'in Ceyşân kabilesinden gelen bir adam, kendi beldelerinde içmekte
oldukları mısırdan mamul ve adı mizr olan bir şarap hakkında sorar. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da bu içkinin sarhoş edip etmediğini sorar. Adam:
"Evet!" deyince: "Her sarhoş edici haramdır. Allah, sarhoş
ediciyi içen kimseye tînetu'lhabâl içirmeye ahdetmiştir..." açıklamasında
bulunur. Hadisin aslında, ayrıca
tînetu'lhabâl'in tarifinde ".... cehennemliklerin vücutlarından
çıkan irindir" ilavesi de yer alır.
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: لَعَنَ
النَّبىُّ في
الخَمْر
عَشَرَةً،
عَاصِرَهَا
وَمُعْتَصِرَهَا،
وَشَارِبَهَا
وَسَاقِيَهَا،
وَحَامِلَهَا
وَالمَحْمُولَةَ
إلَيْهِ،
وَبَائِعَهَا
وَمُبْتَاعَهَا،
وَوَاهِبَهَا،
وَآكِلَ
ثَمَنِهَا.
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) hamrla ilgili olarak on kişiye lanet etti: "(Hammaddesinden
şarap yapmak maksadıyla) sıkana ve sıktırana, içene ve sâkilik yapana,
(imalathâneden veya depodan, toptancıdan perakendeciye veya müstehlike kadar)
taşıyana ve taşıtana, satana ve satın alana, bağışlayana, bunun parasını
yiyene."[806]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisleriyle, şarabın îmâlinden
istihlakine kadar araya giren her safhadaki "amel"i, bu amellerden
herhangi biriyle meşguliyeti de yasaklamaktadır. Hamr sanayiine girmekle
beraber, hadiste lanete hedef kılınmayan tek halka hammadde imâlatçısıdır. Bu,
lanet dışı tutulmuştur. Zîra hammadde, başka maksadlarla da kullanılabilir.
Sözgelimi üzümün yetiştirilmesi lanetlenemez, zîra taze olarak yendiği gibi,
kurusu, pekmezi, yaprağı değişik şekillerde insanlığın hizmetine sunulmuş, Cenâb-ı
Hakk'ın mühim nimetlerinden biridir.
Ancak, sırf hamr sanayiini beslemek, hamr imâlatında kullanılmak üzere
hammadde istihsal etmek, bunları bile bile hamr imalatlarına satmak meselesinde
Aliyyu'l-Kârî Mirkat'de bunun da haram olduğunu belirtir.
ـ وعن أبى
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أنه كان يقول:
مَا أُبَالِى
شَرِبْتُ
الخَمْر، أوْ
عَبَدْتُ
هذِهِ
السَّارِيَةَ
دُونَ اللّهِ.
Ebû Mûsa (radıyallâhu anh) demiştir ki: "Bana göre, ha hamr içmişim,
ha Allah'ı bırakarak şu sütuna tapmışım, ikisi de birdir."[807]
Bu rivâyet, hamr aleyhinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
takındığı tavrın Ashab üzerinde hasıl ettiği tesiri gösterir. Şarap onların
nazarında puta tapmak gibidir. Şarabın, polisiye, ciddi tedbirlere
başvurulmadan bu ilk İslam cemiyetinde birden bire bırakılıvermesinde bu
telakkinin rolü büyük olmuş olmalıdır.
Hamrın Tahrimi ve Yapıldığı Maddeler
ـ عن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
حُرِّمَتِ
الخَمْرُ
بِعَيْنِهَا،
قَلِيلُهَا
وَكَثِيرُهَا
وَمَا
أسْكَرَ مِنْ
كُلِّ شَرابٍ.
İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hamr aynı ile haram
edilmiştir, (bu sebeple) azı da haramdır, çoğu da; keza her içkiden hâsıl olan
sarhoşluk da (haramdır)."[808]
ـ وعن
النعمان بن
بشير رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قال رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
مِنَ الْعِنَبِ
خَمْراً،
وَإنَّ مِنَ
التَّمْرِ
خَمْراً،
وَإنَّ مِنَ
الْعَسَلَ
خَمْراً،
وَإنَّ مِنَ
الْبُرِّ
خَمْراً،
وَإنَّ مِنَ
الشَّعِيرِ
خَمْراً،
وَأنْهَاكُمْ
عَنْ كُلّ
مُسْكرٍ.
Nûman İbnu Beşîr (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üzümden hamr yapılır, hurmadan
hamr yapılır, baldan hamr yapılır, uğdaydan hamr yapılır, arpadan hamr yapılır.
Ben sizi bütün sarhoş edicilerden yasaklıyorum."[809]
ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رسولُ اللّه :
الخَمْرُ
مِنْ
هَاتَيْنِ
الشَّجَرَتَيْنِ:
النَّخْلَةِ،
وَالْعِنَبَةِ.
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hamr şu iki ağaçtandır: Hurma ve
asma."[810]
وعن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَزَلَ
تَحْرِيمُ
الخَمْرِ،
وَإنَّ بِالْمَدِينَةِ
يَوْمَئذٍ
لَخَمْسَةَ
أشْرِبَةٍ
مَافِيهَا
شَرَابُ
الْعِنَبِ.
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) demiştir ki: "Hamr haram edildiği
zaman Medîne'de mevcut beş çeşit içki arasında üzümden yapılan şarap
yoktu."[811]
ـ وعن أبى
سعيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ رَسولُ
اللّه : إنَّ
اللّهَ
تَعالى
يُعَرِّضُ
بِالْخَمْرِ
فَمَنْ كَانَ
عِنْدَهُ
شَىْءٌ
مِنْهَا
فَلْيَبِعُهَا
وَيَنْتَفِعُ
بِهَا، فَمَا
لَبِثْنَا إّ
يَسيراً
حَتَّى قالَ :
إنَّ اللّهَ
تَعالى
حَرَّمَ
الخَمْرَ فَمَنْ
أدْرَكَتْهُ
هذِهِ ايةُ
وَعِنْدَهُ مِنْهَا
شَىْءٌ فََ
يَشْتَرِهَا
وََ
يَبِعْهَا
وََ يَنْتَفِعْ
بِهَا،
فَاسْتَقْبَلَ
النَّاسُ بِمَا
عِنْدَهُمْ
مِنْهَا
طُرُقَ
المَدِينَةِ
فَسفَكُوهَا.
Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâlâ Hazretleri, hamrı mevzubahis
etmektedir. Muhtemelen onun hakkında bir emir indirecektir. Şu halde, kimin
yanında hamr varsa, onu satsın ve ondan istifade etsin."Aradan çok
geçmedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söyledi:"Allah Teâlâ
Hazretleri hamr'ı haram kılmıştır. Öyle ise, bu âyet kendisine ulaşan herkes,
yanında hamr olduğu takdirde, onu ne satın alsın, ne satsın, ne de ondan
istifade etsin."Bu emirden sonra halk, hamr olarak evinde ne varsa Medîne
sokaklarına götürüp döktüler."[812]
ـ وعن
الحسن بن عليّ
عن أبيه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ لِى
شَارِفٌ مِنْ
نَصِيبِى
يَوْمَ
بَدْرٍ،
وَأعْطَانِى
رَسُولُ
اللّهِ
شَارِفاً
مِنَ الخُمُسِ
فَبَيْنَا
شَارفاىَ
مُنَاخَتَانِ
إلي حُجْرَةِ
رَجُلٍ مِنَ
ا‘نْصَارِ
فَجِئْتُ،
فإذَا
شَارِفَىَّ
قَدْ جُبَّتْ
أُسْنِمَتُهُمَا،
وَبُقِرَتْ
خَوَاصِرُهُمَا،
وَأُخِذَ
مِنْ أكْبَادِهِمَا،
فَلَمْ
أمْلِكْ
عَيْنِى
حِينَ رَأيْتَ
ذلِكَ
المَنْظَرَ،
فَقُلْتُ:
مَنْ فَعَلَ
هذَا؟ قالُوا
فَعَلَهُ
حَمْزَةُ وَهُوَ
في هذا
الْبَيْتِفي
شَرْبٍ مِنَ
ا‘نْصَارِ
غَنَّتْهُ
قَيْنَةٌ،
فقَالَتْ في
غِنَائِهَا:أَ
يَا حَمْزُ
لِلشُّرُفِ
النِّوَاءِ هُنَّ
مُعَقََّتٌ
بِالْفَنَاءِضَعِ
السِّكِّينَ
في
اللّبَّاتِ
مِنْهَا
وَعَجِّلْ
مِنْ قَدِيدٍ
أوْ
سِوَاءِفَوَثَبَ
حَمْزَةُ إلى
السَّيْفِ
فَأجَبَّ
أسْنِمَتَهُمَا،
وَبَقَرَ
بُطُونَهُمَا،
وَأخَذَ مِنْ
أكْبَدِهِمَا
قالَ:
فَانْطَلَقْتُ
فَدَخَلْتُ
عَلى رسولِ
اللّهِ ،
وَعِنْدَهُ
زَيْدُ بْنُ
حَارِثَةَ،
فَعَرفَ في
وَجْهِى
الَّذِى
لَقِيتُ،
فقَالَ:
مَالكَ؟ فَقُلْتُ
يَا رسولَ
اللّه: مَا
رَأيْتُ:
كَالْيَوْمِ:
عَدَا
حَمْزَةُ
عَلى
نَاقَتَىَّ
فَاجْتَبَّ
أسْنِمَتَهُمَا،
وَبَقَرَ
خَوَاصِرَهُمَا،
وَهَا هُوَ
ذَا في
الْبَيْتِ
مَعَهُ
شَرْبُ، فَدَعَا
بِرِدَائِهِ
فَارْتَدَاهُ،
ثُمَّ
انْطَلَقَ
يَمْشِى
وَاتَّبَعْنَاهُ
حَتَّى جَاءَ
الْبَيْتَ
الَّذِى
فِيهِ حَمْزَةُ،
فَاسْتَأذَنَ
فَأذِنَ
لَهُ، فإذَا
هُمْ شَرْبٌ،
فَطفِقَ يَلومُ
حَمْزَةُ في
فِعْلِهِ،
فَإذَا حَمْزَةُ
ثَمِلٌ
مُحْمَرَّةٌ
عَيْنَاهُ،
فَنََظَرَ
إلى رسولِ
اللّهِ ،
ثُمَّ صَعّدَ
النَّظَرَ
إلى
رُكْبَتَيْهِ،
ثُمَّ
صَعَّدَ النَّظَرَ
فَنَظَرَ إلى
سُرَّتِهِ،
ثُمَّ صَعَّدَ
النَّظَرَ
فَنَظَرَ إلى
وَجْهِهِ،
ثُمَّ قَالَ:
وَهَلْ
أنْتُمْ إَّ
عَبِيدٌ ‘بِى،
فَعَرفَ أنّهُ
قَدْ ثَمِلَ
فَنَكَصَ
عَلى عَقِِبَيْهِ
الْقَهْقَرِى
حَتَّى
خَرَجَ وَخَرَجْنَا
مَعَهُ،
وذَلِكَ
قَبْلَ
نَحْرِيمِ
الخَمْرِ.
Hasan İbnu Ali (radıyallâhu anhümâ) babasından naklen anlatıyor:
"Bedir savaşı ganimetinden hisseme düşen yaşlı bir devem vardı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da humus'dan (o gün) bana yaşlı bir deve daha verdi.
Develerim, Ensar'dan bir zatın hücresinde ıhmış dururken (yanlarına) geldim.
Bir de ne göreyim, develerimin hörgüçleri kesilmiş, böğürleri oyulmuş,
ciğerleri de sökülmüştü. Bu manzarayı görünce kendimi tutamayıp,
ağladım."Bunu kim yaptı?" diye sordum."Hamza yaptı. Şu anda,
falanca evde, Ensardan birinin içki meclisindedir. Şarkıcı câriye ona şarkı
okumuş, şarkısında şunları söylemişti" dediler:"Ey Hamza! şişman
yaşlı develere dikkat et, Onlar avluda bağlıdırlar,Bıçağı onların sinesine
vur,Pirzola veya benzerini çabuk yap!" Bu şarkı üzerinde Hamza
(radıyallâhu anh) fırlayıp, kılıcı kapıp develerin hörgüçlerini kesmiş,
karınlarını yarmış, ciğerlerini sökmüş."Hz. Ali (radıyallâhu anh) devamla
şunları söyledi: "Ben hemen gidip Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
huzuruna çıktım. Yanında Zeyd İbnu Hârise vardı. Beni görünce, başımdan
geçenleri yüzümden okudu."Neyin var?" diye sordu. Ben:"Ey
Allah'ın Resûlü! Bugünkü gibi (dehşetli bir manzara) görmedim. Hamza iki deveme
saldırıp hörgüçlerini kesmiş, böğürlerini yarmış. Hemencecik şurada, bir içki
meclisinde!" dedim. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ridâsını istedi, getirdiler, giyip yayan gitti. Biz de arkasına düştük.
Hamza'nın bulunduğu eve kadar geldi.İzin istedi, buyur ettiler. Girince bir
içki meclisiyle karşılaştı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) fiilinden
dolayı Hamza'yı ayıplamaya başladı.
Hamza sarhoştu, gözleri kızarmıştı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
baktı, sonra nazar edip aşağıdan dizlerine kadar süzdü, tekrar ayağından
başlayıp beline kadar süzdü, sonra tekrar bakışlarıyla süzerek yüzüne kadar
geldi ve:"Siz benim babamın kölelerinden başka bir şey misiniz?"
dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun sarhoş olduğunu anladı. Hemen
izinin üstüne geri döndü, çıkıp gitti. Peşinden biz de çıktık.Bu vak'a hamr'ın
haram edilmesinden önce idi."[813]
Sineği Kartala Hâkim Kılan Silah
Bir sinek bir kartalı salladı
vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu.
Yunus Emre Batı, alkolün ne derece güçlü bir silah olduğunu geçmiş
asırlarda keşfetmiştir. Öylesine güçlü ki, en ileri ateşli silahlar bile ona
yetişememektedir. Fethedilen Amerika kıtasında Kızılderililerin mukavemeti içki
ile kırılmış, Afrika ve Okyanus adalarında birçok yerli kavimlerin nesilleri ve
isimleri yeryüzünden içki ile silinmiştir. Kendi kitaplarında okuduğumuza göre,
Batılı sömürgeciler, fethettikleri topraklardaki yerli ahaliye, bedava denecek
derecede ucuz ve bol miktarda içki vererek, onları önce sarhoş, sonra da
alkolik etmişlerdir. Bundan sonraki vetireyi anlamak zor değil. Herkesi saran
alkol iptilası... Ve "zevkinden başka bir şey düşünmeyen" insanlar
yığını veya sürüsü...
Bu hâle gelmiş bir halka artık cemaat veya cemiyet denemez. Zîra
insanları birbirine bağlayarak onlardan bir cemiyet meydana getiren şey,
aralarında yaşayan mânevî bağlar, içtimâî değerlerdir: Din ve insanlık duygusu,
aile ve akrabalık endişesi, şeref,
haysiyet ve vatan hissi gibi. Bunları kaybeden insanlar artık yığındır,
sürüdür, cemiyet değil. Avrupalı fiilen keşfetmiştir ki zevkinden başka
düşüncesi kalmayan alkoliklerde bu hisler külliyyen kaybolmakta.. neticede
âileler çözülmekte ve dağılmakta, doğum korkunç şekilde düşmekte.. mevcut nüfus
da çeşitli hastalıkların da araya girmesiyle
hızla eriyip gitmekte. Ve Batı istilâsına mukavemet, sıfıra müncer
olmakta...Bundan kolay, bundan kârlı
istila yolu olur mu?
Bu silahsız, kansız, kavgasız istilâ metodunun keşfi, atomun keşfinden
daha ehemmiyetli olmaz mı? Nitekim İngiltere, 19. asırda bu yolla koca Çin
kıtasını istilâya kalkmış, daha da
müessir olabilmek için alkollü içkileri de yeterli bulmayarak, afyon başta
olmak üzere uyuşturuculara başvurmuş, Hindistan'dan istihsal ettiği afyonu zorla
Çin'e satmaya kalkmış..
Çin buna mukavemet edince de, satışı zorla gerçekleştirmek için silaha
sarılmıştır. 1839-1842 yılları, İngilizlerin uyguladıkları "içki ve
uyuşturucular vasıtasıyla Çin'i istilâ planları"nın "Afyon
Harbi" adıyla tarihe geçen silahlı safhasını teşkil eder."Bir sinek
bir kartalı salladı vurdu yereYalan değil gerçektir dünya gördü tozunu."
Osmanlı Devleti'ni yıkmada da içki ve kadın önde gelen silah olmuştur.
Şurda burda baş çekip halkı isyana teşvik eden liderler hep bu yolla, casuslar
tarafından elde edilmiş, satın alınmış ve ikna edilmişlerdir. Bu konuda
teferruat ve ibretâmiz canlı örnekler görmek, Arabistan, Yemen isyancılarının
İngiliz ajanlarınca nasıl önce iğfal edilip sonra da isyana sürüldüklerini
anlamak isteyenlere…
İçki aleyhine beynelmilel teşkilatlar kuran, nutuklar çeken günümüz
Batısı, bu huyundan vazgeçmiş olabilir mi? Bu soruya "evet" demek
büyük bir gaflet, hatta gafletin ötesinde aptallık olur. Batı, dünyayı istilâ
planında, bu silahın ehemmiyetini fazlasıyla takdir etmekte ve kullanmaya devam
etmektedir. Batı'nın yaygarası, biraz da zararın kendine dokunmasından,
silahının geri tepmesinden ileri gelmektedir. Zamanımızda içki ve uyuşturucular
Batı gençliğinde bütün şiddetiyle yıkıma başlamıştır. Kader-i İlâhî belki de
böyle cezalandıracaktır. Ancak şunu iyi bilmemiz gerekmektedir:
Bizim gibi geri kalmış, Batı'nın zebunu olmuş memleketlerde,
şimdilerde, içki ve uyuşturucularla ifsad işi yerli ajanlarla, görünmez baskı
güçleriyle, aldatıcı sloganlarla yürütülmektedir. Neokoloniyalizm denen yeni sömürgecilik metodu bu değil mi? Yani
Batı menfaatlerini, üçüncü dünya ülkelerinde, halkın her an reaksiyon
gösterebileceği Batılı askerler, Batılı koloniler, Batılı elemanlarla değil,
yerli elemanlarla yürütmek. Yani içki, para, kadın gibi vasıtaları kullanarak,
kafası, vicdanı, fikriyatı satın alınmış yerli aydınlarla. Mahallî kanı
taşıyan, mahallî dili konuşan, mahallî kıyafeti taşıyan, pekçok zahiriyle özbe
öz mahalli olan fakat, düşüncesiyle, fikriyle çalınmış aydınlarla...
Batı'nın isteğine, menfaatlerine uygun hareket eden aydınlarla...Üçüncü dünya ülkelerinde, Batı
istilâ siyasetinin nüfuzu ve kontrolü altına düşen bir çok çevrelerde bugün hâlâ, terfi ve
terakkinin, yeni ünvanlar iktisabının tavizsiz şartlarından biri içki içmektir.
İçki içmeyenler o muhitlere alınmazlar. Ferdler, çeşitli vesilelerle yapılan içkili merasimlerde sıkca imtihandan
geçirilirler. Bunlar, zâhirde masum bir anma, bir karşılama veya uğurlama merasimidir,
bir yıldönümüdür, normal bir toplantıdır.
Gerçekte ise, içkiye alıştırma ve içmeyenleri tesbit ameliyesidir.
İçmeyenlerin belli safhalardan sonra yeni terfiler almaları hiç mümkün
değildir. Çünkü kilit noktalarına yerleştirilmiş, memleketin âlî menfaatlerine hükmeden
satılmış-aldatılmışlar içkiye zebun olmayanları istedikleri gibi kullanamazlar.
Çünkü içki içmeyenler, "irtica", "çağdışı" ve benzeri
kelimelerle ifade edilen Avrupa menfaatlerine zıt değerler taşıyor demektir, yerli değerlere bağlı,
millî menfaatleri ön plana alabilecek demektir.
Bu ise Avrupa menfaatlerinin hükümranlığını haleldar eden bir durumdur.
Buna göz yumulamaz, müsamaha edilemez. Öyle ise yükselmek isteyen, üst
makamlara liyakatini(!) yani millî ve mahallî menfaat ve değerleri, -gösterilen
basit bir menfaat karşılığında- bir çırpıda tekmelemeye müheyya olduğunu
isbatlamalıdır. Öyle ise yükselmek isteyenler bu isbatın en müessir, en mukni
ve mücerreb delili olan içkiperestlik dinine intisab etmelidir; çünkü içkiye
alışanlar potansiyel olarak; mübtelâ olanlar da fiilî olarak zevklerinden başka
bir şey düşünmeyen robot insanlardır.
Üçüncü dünya ülkelerinde, alkol mübtelâları vasıtasıyla Avrupa
menfaatleri adına fethedilmiş olan nice Alamut kaleleri vardır. Rus halkı,
Sovyet içtimâî hayatına intibak edebilmek için alkol almanın zaruretine
öylesine inandırılmıştır ki, aileler çocuklarını, daha ilkokul çağında iken
alkole alıştırmaktadırlar. Bunun niçinini anlamakta bir sağlık bakanının
1980'de sarfettiği şu söz bize yardımcı olur: "Alkoliklerin sayısında artma
olduğunu istatistiklerin göstermesi bizi sevindirir." Neticede Rusya'da
nüfusun tamamına yakını alkolizmin tehdidi altına düşer, alkolden ölenlerin
sayısı Amerika'ya nisbeten bin kat artar ve gazetelerde okuduğumuz üzere, Rus
Devleti, kurtuluşu, alkolü yasaklamakta görmeye başlar.
Ve İslâm dinindeki, "alkolün damlasının dahi haram olduğu"
hükmünün yüceliği, fıtrîliği bir kere
daha ortaya çıkar. Devletimizin, telâfisi zor noktalara gelmeden, Avrupa'nın
sömürü silahı olan alkol konusunda daha
ciddi tedbirler almasını temenni ederiz.
Sonuç olarak: İman, akılla kaimdir. Aklı olmayanın imanı gider. İçki, aklı
giderdiğinden dolayı, içildiği zaman imanı da beraberinde götürür. Buna binaen
İslam içkiyi yasaklamıştır. İçkinin zararı, bütün insanlar tarafından ahlaksızlığın
temel sebebi olduğu hakkında bir problem yoktur. Ancak azı ve çoğu hakkında
ihtilaf vardır. Hadisi Nebive de; verilen mesaj, müslümanlar için çok büyük
önem azrzetmektedir. Çünkü imansızlık her müslümanın korktuğu en büyük
endişedir. Zina ve sarhoş halde iken ölmek, hiçbir ehli imana yakışmaz.
Türkçe’si “domuz”
Arapça da, ”hınzır” denilir. Domuz, tabiatı icabı, ekşimiş ve kokuşmuş maddeler yiyen ve
pislik içinde yüzen bir hayvandır. Bu sebeble eti, başta trişin ve tenya olmak
üzere birçok mikroba yuvalık yapmaktadır. Domuz etinin insan sağlığına büyük
zararları dokunduğu gibi, insan ahlâkına da menfî tesirleri olduğu
belirlenmiştir.
Domuz Eti: İslâm dini birtakım hayvanların etlerini yemeyi serbest bırakmışken,
bazılarını yasaklamıştır. Meşrû kılınan veya yasaklanan hayvan çeşitleri
incelendiğinde insan sağlığı için yararlı hayvanların etinin meşnî, zararlı
olanların ise yasaklanmış olduğu anlaşılır. İşte domuz da beslenme tarz,
görünüşü, insanı tiksindiren tabiatı ve bünyesinde, etini yiyenlere geçebilen
trişin vb. zararlı unsurlar taşıması nedeniyle yasaklanmıştır.
Bilhassa domuz yemenin kıskançlığı, namus duygularını
yıprattığı ileri sürülmüştür. Kur’an-ı Kerim de; beş (5) yerde geçmektedir.[814]
اِنَّمَا
حَرَّمَ
عَلَيْكُمُ
الْمَيْتَةَ
وَالدَّمَ
وَلَحْمَ
الْخِنْزيرِ
وَمَا اُهِلَّ
لِغَيْرِ
اللّهِ بِه
فَمَنِ
اضْطُرَّ
غَيْرَ بَاغٍ
وَلَا عَادٍ
فَاِنَّ
اللّهَ
غَفُورٌ رَحيمٌ
“(Allah) size, sadece ölü
hayvanı kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanı haram
kıldı.”[815]
Efendimiz (as)
hadislerinde:
ـ عن جابر
رضى اللّه عنه
قال: سَمِعْتُ
رَسُولُ
اللّهِ
يَقُولُ
عَامَ الفتحِ
بِمَكّةَ:
إنَّ اللّهَ
تعالَى حرَّمَ
بيعَ الخمرِ
والميْتةِ
وَالخنْزِيرِ
وَا‘صْنَامِ.
فقيلَ يَا
رَسُولُ
اللّهِ:
أرَأيْتَ
شحُومَ
الميتةِ:
فإنّهُ
يُطلَى بهَا
السُّفُنُ،
ويُدْهَنُ
بهَا
الجُلُودُ،
وَيَسْتَصْبِحُ
بهَا
النَّاسُ.
فقالَ: هوَ
حَرامٌ. ثم
قالَ عندَ
ذلكَ قاتَلَ
اللّهُ
اليَهُودَ إنَّ
اللّهَ تعالى
لما حرّمَ
عَلَيْهِمْ
شُحُومَها
أجْمَلُوهُ
ثمَّ باعُوهُ
فأكَلُوا
ثَمَنَهُ.
Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: Mekke'nin fethedildiği sene Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i Mekke'de işittim, şöyle buyuruyordu:
"Cenab-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alımsatımını
yasakladı." Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resûlü "ölmüş
hayvanların iç yağı hakkında ne buyurursunuz, zîra onunla gemiler yağlanır,
derilere sürülür, kandiller aydınlatılır" dendi. Cevâben: "O (nun
satışı) haramdır" buyurdu ve ilâve etti: "Allah Yahudilerin canını
alsın. Allah onlara ölmüş hayvanların iç yağını haram kıldığı vakit bu yağı
erittiler, sonra satıp parasını yediler."[816]
Âlimler burada ifade edilen hükümde bazı farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. İhtilaf, daha ziyade Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
sorulan soruya verdiği cevaptaki "O haramdır" cümlesindeki
"O" zamirinden kastedilen şeyden ileri gelir. Şâfiîler bundan
"alımsatım"ın kastedildiğini söylerler. Böyle olunca "iç
yağı" ve bir kısım "pis şeyler"in alım satımı haram olmakla
birlikte kullanılması haram değildir hükmü çıkarılır. Halbuki Cumhur dediğimiz
çoğunluk "O" zamirinden "kullanma"yı
anlamışlardır.Şafiîler'e göre ölmüş hayvanın iç yağı yenmese, insan bedenine
sürülmese de, gemi yağlama, kandil yağı yapma gibi işlerde kullanılabilir.
Cumhur ise ölmüş hayvandan istifade yasağı umumî olduğu için, hiçbir
surette bu maddelerden istifâde edilemeyeceğine hükmetmiştir. Cumhur'un tek
ruhsatı, ölmüş hayvanın debbağlanmış derisi ile ilgilidir. Bu da zâten nasla
açıklanmış bir ruhsattır.
Zeytin yağı, tereyağı gibi aslında temiz olduğu halde sonradan necâset
değerek kirlenen yağlara gelince, bunların yenme ve bedene sürülmesi dışında,
kandilde yakılmaları, sabun yapılmaları, pislenmiş balın tekrar arıya yedirilmesi,
ölmüş hayvanın köpeğe yedirilmesi, keza pislenmiş yemeğin hayvanlara
yedirilmesi gibi meselelerde de selef âlimleri ihtilaf ederler.
ـ عن نملة
ا‘نصارى قال:
سُئِلَ ابْنُ
عُمَرَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما عَنْ
أكْلِ
القُنْفُذِ،
فَتََ : قُلْ َ
أجِدُ فِيمَا
أُوحِىَ
إلَىَّ
مُحَرَّماً
عَلى طَاعِمٍ
يَطعُمُهُ،
اية. فقَالَ
شَيْخٌ عنْدَهُ:
سَمِعْتُ
أبَا
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
يَقُولُ:
ذُكِرَ
القُنْفُذُ
عِنْدَ رَسُولِ
اللّهِ
فقَالَ
خَبِيثَةٌ مِنَ
الخَبَائِثِ،
فقَالًَ ابنُ
عُمَرَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: إنْ
كاَن قَالَ
هذَا رَسُولُ
اللّهِ
فَهُوَ
كَمَا قَالَ
مَا لَمْ
نَدْرِ.
Nemletü'l-Ensârî anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e
kirpiden sorulmuştu. (Cevaben) şu âyeti okudu. (Meâlen):"(Ey Muhammed) de
ki: "Bana vahyolunanda leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah
işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram
olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, başkasının payına el
uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. Doğrusu
Rabbim bağışlar ve merhamet eder."[817]
Ancak, yanında bulunan bir yaşlı dedi ki: "Ben Ebû Hüreyre (radıyallahu
anh)'yi dinledim, demişti ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın
yanında kirpinin zikri geçmişti:"O habislerden bir habistir (eti)
yenmez" buyurdular."Bunun üzerine İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ):
"Eğer bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) söyledi ise, bu (kirpinin
hükmü), biz bilmesek de O'nun dediği gibidir" dedi."[818]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu beyanlarında kirpi habis olarak
tavsif buyrulmuştur. Habis şeyler, Kur'an-ı Kerim'in nassı ile haramdır. Ancak
kirpinin durumu ihtilâflıdır.
ـ وعن أبي
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
كَانَ أهْلُ
الْجَاهِلِيَّةِ
يَأكُلُونَ
أشْيَاءَ،
وَيَتْركُونَ
أشْيَاءَ
تَنَذُّراً،
فََبعَثَ
اللّهُ تعالى
نَبِيَّهُ ،
وَأنْزَلَ
كِتَابَهُ، وَأحَلّ
حََلَهُ،
وَحَرّمَ
حَرَامَهُ،
فَمَا أحَلَّ
فَهُوَ
حََلٌ، وَمَا
حَرَّمَ فَهُوَ
حَرَامٌ،
وَمَا سَكَتَ
عَنْهُ
فَهْوَ عَفْوٌ،
وَتََ
قَوْلَهُ
تَعالى: قُلْ
َ اَجِدُ
فِيمَا
أُوحِيَ
إلَيّ
مُحَرَّماً
عَلى طَاعِمٍ
يَطْعَمُهُ
إّ أنْ
يَكُونَ
مَيْتَةً اية.
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Cahiliye halkı, bir çok
şeyi (helal addedip) yiyor, birçoğunu da pis addederek yemiyordu. Allah Teâlâ
hazretleri Resûlünü gönderdi, kitabını indirdi, helalini helal, haramını da
haram kıldı. Helal kıldığı helaldir, haram kıldığı da haramdır, sükut buyurduğu
da aff(edilmiş)tir."İbnu Abbâs, sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: "(Ey
Muhammed!) De ki: "Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti, -ki
pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna
dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, -başkasının payına el uzatmamak
ve zaruret miktarını aşmamak üzere- bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbin
bağışlar ve merhamet eder"[819]
Bu rivayet, câhiliye Araplarının herhangi ilâhî bir temele
dayanmaksızın heva ve şehvetlerine tabi olarak, bazı şeyleri leziz addedip
yediklerini, bazı şeyleri de pis addedip yemediklerini ifade eder. İslâmiyet
ise, tamamen ilâhî irşadla bir kısım yiyecekleri helâl, bir kısmını da haram
ilan etmiş, bazıları hakkında da hüküm beyan etmemiştir. Bunlar müeyyide
dışıdır.
Domuz eti
yemek: Hayatın gayesini kendi vücudunun ve ruhunun öz yapısında aramayanların,
ruhi yapının ne ile besleneceğini ne ile sağlam ve sıhhatli kalabileceğini
bilmeyenlerin adetidir. Gıda maddelerinin karakter üzerindeki tesirlerini henüz
araştırmayanların bağlı kaldıkları yoldur. İlahi beyanın neden ve niçinini
araştırmayanların genel yoludur...
Domuz eti
yemek: Kalp gözünü köreltir, İbadet zevkini düşürür, ilahi
nazargahı olan gönül evini harap eder. Ruh ve beden sağlığını tehlikeye
düşürür. Kıskançlık ruhunu öldürür. Duaların kabul olmasını engeller.
Meleklerin rahmet kanatlarını gönül güzergahına dokunmasına set çeker. Her gün
yeryüzüne inen bir nice rahmet, atıfet ve şevkat havasını teneffüse mani olur.
Domuz etinin insana zararlı olduğu tıp tarafından da ortaya
konulmuştur. Doktor Glen Shepherd, Washington Post gazetesinin 31 Mayıs 1952
tarihli nüshasında yazdığı bir makalede bu konuda özetle şunları yazmıştır:
"ABD ve Kanada'da yaşayan insanların 1/6'nin adalelerinde, trişinli domuz
eti yedikleri için, trişin kurtları vardır. Bunların çoğunda hastalık arazı
görülmez. Yavaş yavaş iyileşir, bazıları da ölür. Bir kısmının sol tarafı felç
olur. Hepsi de dikkatsizce domuz eti yemişlerdir. Bu hastalığın bağışıklık ve
tedavisi yoktur. Ne antibiyotikler, ne de diğer ilaç ve aşılar bu küçük ve
öldürücü kurda tesir etmez. Tek çare bu mikrobun bulaşmasını önlemektir...
Trişinlerin sebep olduğu hastalığın belirtileri elliden fazla hastalığın
belirtilerine benzer. Etleri tuzlama ve tütsüleme gibi metotlar trişinleri
öldürmez. Mezbaha kontrolleri de trişinli etleri teşhis için yeterli
değildir."
Bu konuda birçok araştırıcılar domuz eti yemeğe devam etmenin insandaki
kıskançlık duygusunu zayıflattığını söylerler. Çünkü hayvanlar içinde dişisini
kıskanmayan tek hayvan domuzdur. Diğer yandan beslendiği yerde her türlü
pisliği yediği için, çevreye hoş olmayan bir koku yayar ve eti, proteindeki
kimyevî maddeler bakımından düşük değerdedir. Domuz etinin trişin kurdundan
temizlenmesi fennî bakımdan imkansız görülmüştür. Yeryüzünün hıfzısıhha
otoritelerinden Prof. Hirş bunu açıkça belirtmiştir.
İşte tıbbın bir kısım zararlarını ortaya koyduğu domuz etini yemek
önceki bazı dinlerde yasaklandığı gibi İslâm'da da yasaklanmıştır.
Türkçe’si “cani” Arapça da “katil” anlamına gelir.
Adam Öldürmek: Başkasının hayatına kıymak, katl. Cinayet, bir terim
olarak insanın hayatına ve vucut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış
fiillerdir. Cinayet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır.
Öldürme, dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir fiildir. Dünyadaki cezası
kısas, ahiretteki ise cehennem azâbıdır. Çünkü o, dünyada Allah'ın yaratmasına
tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdid eden bir fiildir.
Kur’an-ı Kerim de:
مِنْ
اَجْلِ ذلِكَ
كَتَبْنَا
عَلى بَنى اِسْرَائلَ
اَنَّهُ مَنْ
قَتَلَ
نَفْسًا بِغَيْرِ
نَفْسٍ اَوْ
فَسَادٍ فِى
الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا
قَتَلَ
النَّاسَ جَميعًا
وَمَنْ
اَحْيَاهَا
فَكَاَنَّمَا
اَحْيَا
النَّاسَ
جَميعًا
وَلَقَدْ
جَاءَتْهُمْ
رُسُلُنَا
بِالْبَيِّنَاتِ
ثُمَّ اِنَّ
كَثيرًا
مِنْهُمْ
بَعْدَ ذلِكَ
فِى الْاَرْضِ
لَمُسْرِفُونَ
“Kim bir
kimseyi veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı diriltirse bütün insanları
diriltmiş gibi olur.”[820]
İslam
dini, savaş ve kısas hariç hiçbir şekilde yüce Allah’ın yarattığı canı,
öldürmenin cevaziyetinine müsaade etmemiştir. Kaldı ki, umumun selameti ve
cemiyetin menfaati için yapıla gelen adam öldürme fetvasının dini hiçbir
içeriği yoktur. Bu tamamen kişisel çıkar ve milliyetçiliğin gereği olarak
yapılmıştır ki, bunun da, yüce İslam dinine mal edilmesinin hiçbir tutarlı yanı
ve geçerli sebebi yoktur.
Efendimiz
(a.s):
ـ عن سعيد
بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
قال رسولُ اللّهِ
: َ يزَالُ
الْمُؤْمِنُ
في فُسْحَةٍ
مِنْ دِينِهِ
مَالَمْ
يُصِبْ دَماً
حَرَاماً. قَالَ
وَقَالَ
ابْنُ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
إنّ مِنْ
وَرْطَاتِ
ا‘مُورِ
الّتِى َ
مَخْرَجَ
لِمَنْ أوْقَعَ
نَفْسَهُ
فيهَا سَفْكَ
الدّمِ
الْحَرَامِ
بِغَيْرِ
حِلِهِ.
Said İbnu'l-As (radıyallahu anh) hazretleri İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den naklen anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Mü'min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik
içindedir."Said İbnu'l-As der ki: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)
(Resulullah' ın sözünden sonra şunu)
söylediler: "Kişi, nefsini bulaştırdığı taktirde, kurtuluşu olmayan çok
ciddi amellerden biri, haksız yere haram kan dökmesidir."[821]
Bu hadis, haksız yere kan dökme cinayetinin büyüklüğünü ihbar etmektedir. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), haram kan akıtmadıkça mü'minin genişliğe mazhar olduğunu belirtiyor.
Bu genişlikten maksad, tevbe ettiği taktirde affedilme şansıdır. Haksız yere
kan dökmeyen bir mü'min, başkaca günahlarından tevbe ettiği taktirde
affedildiğini ümit edebilir. Ancak, haksız yere kan döken, cana kıyan kimse bu
genişliği kaybetmektedir.
ـ وعن
معاوية بن أبي
سفيان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
كُلُّ ذَنْبٍ
عَسى اللّهُ
أنْ
يَغْفِرَهُ
إَّ الرّجُلَ
يَقْتُلُ
الْمُؤْمِنَ
مُتَعَمّداً،
أوِ الرَّجُلَ
يَمُوتُ
كافِراً.
Muaviye İbnu Ebi Süfyan (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Her günahı Allah'ın mağfiret
buyurması muhtemeldir. Ancak bilerek mü'mini öldüren veya kâfir olarak
ölen kimse hariç..."[822]
ـ وعن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ :
قَتْلُ
الْمُؤْمِنِ
أعْظَمُ
عِنْدَ
اللّهِ مِنْ
زَوَالِ
الدُّنْيَا.
Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"MüÔminin öldürülmesi, Allah katında dünyanın
zevalinden daha büyük (bir hâdise)dir."[823]
ـ وعن أبي
الحكم البجلى
قال: سَمِعْتُ
أبَا هُرَيْرَةَ
وَأبَا
سَعِيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
يَذْكُرَانِ
عَنْ رَسُولِ
اللّهِ أنّهُ
قَالَ: لَوْ
أنّ أهْلَ
السّمَاءِِ
وَأهْلَ
ا‘رْضِ اشْتَرَكُوا
في دَمِ
مُؤْمِنٍ
‘كَبْهُمُ
اللّهُ
تَعالى في
النَّارِ.
Ebu'l-Hakem el-Becelî anlatıyor: "Ebu Hüreyre ve Ebu Said
(radıyallahu anhümâ)'i dinledim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini müzâkere ediyorlardı:"Eğer sema ve arz ehli bir mü'minin
kanına (haksız yere dökmede) iştirak etselerdi, Allah her ikisini birden
cehenneme atardı."[824]
Hadis-i şerif, sema ehli yani melekler dahi haksız yere kan dökümüne
tevessül etmiş olsalar, onların da cezalandırılacaklarını ifade etmektedir.
Onlar, asi olmayacaklarına göre, maksad,
insan kanının hurmetine, ehemmiyetine dikkat çekmektir.
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنّ رَسولَ
اللّهِ
قَالَ: الآيمَانُ
قَيْدُ
الفَتَكِ، َ
يَفْتِكُ
مُؤْمِنٌ.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "İman, ihanetle öldürmeye bağdır, mü'min ihanet
suretiyle öldürülmez."[825]
ـ وعن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رَسُولُ اللّهِ
: لَيْسَ مِنْ
نَفْسٍ
تُقْتَلُ
ظُلْماً إَّ
كَانَ عَلى
اِبْنِ آدَمَ
ا‘وّلِ كِفْلٌ
مِنْ
دَمِهَا،
‘نّهُ أوّلُ
مَنْ سَنّ
القَتْلَ.
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur
ki kâtilin günahından bir misli Hz. Adem'in ilk oğluna (Kabil'e) gitmemiş
olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır."[826]
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
يَجِئُ
الرَّجُلُ
آخِذاً
بِيَدِ الرَّجُلِ،
فَيَقُولُ:
يَا رَبِّ
هذَا
قَتَلَنِى.
فَيَقُولُ
اللّهُ: لِمَ
قَتَلْتَهُ؟
فَيَقُولُ:
لِتَكُونَ الْعِزّةُ
لَكَ.
فَيَقُولُ:
فإنّّهَا
لِى، وَيَجِئُ
الرّجُلُ
آخِذاً
بِيَدِ
الرّجُلِ، فَيَقُولُ:
يَا رَبِّ إنّ
هذَا
قَتَلَنِى. فَيَقُولُ
اللّهُ لِمَ
قَتَلْتَهُ؟
فَيَقُولُ:
لِتَكُونَ
الْعِزّةُ
لِفَُنٍ.
فَيَقُولُ:
إنّهَا
لَيْسَتْ
لِفَُنٍ.
فَيَبُوءُ
بِإثْمِهِ.
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "(Kıyamet günü) bir adam bir başkasının elinden
tutmuş olarak gelir ve:"Ey Rabbim! Bu, beni öldürdü!" der. Aziz ve
celil olan Allah da:"Onu niye öldürdün?" diye sorar. Adam:
"İzzet senin için olsun diye öldürdüm!" der. Rab
Teâla:"İzzet benim içindir!" buyurur. Bir başka adam da bir
başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve:"Ey Rabbim! Bu, beni
öldürdü!" der. Aziz ve Celil olan Allah:"Onu niye öldürdün?"
diye sorar. Adam:"İzzet falancanın olsun diye öldürdüm!" der. Rab
Teala:"İzzet falancanın değildir!" buyurur. Adam (öbürünün) günahıyla
döner."[827]
Hadis, kıyamet günü, kâtilin Allah huzurunda nasıl muhakeme edileceğini
anlatmaktadır. Bu muhakemede îlayı kelimetullah için öldürülen kurtulacak,
fakat gayr-ı meşru bir maksadla öldüren, öldürdüğü kimsenin de günahını
yüklenerek hesap yerinden ayrılacaktır. "Günahı ile döner" ifadesinde
geçen "günahı" ibaresi maktulün günahı mânasını ifade ettiği gibi,
kâtil kendi günahı ile birlikte döner mânasına
da gelir. Yani kâtil, uhdesine terettüp eden sabit bir günahla huzurdan
ayrılır demektir.
ـ وعن
المقداد بن
ا‘سود رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أنّهُ قَالَ:
يَا رَسُول
اللّهِ،
أرَأيْتَ إنْ
لَقِيتُ رَجًُ
مِنَ
الْكُفّارِ
فَاقْتَتَلْنَا
فَضَرَبَ
إحْدى يَدىّ
بِالْسَّيْفِ
فَقَطَعَهَا.
ثُمّ َذَ
مِنّي
بِشَجَرَةٍ.
فقَالَ: أسْلَمْتُ
للّهِ،
أأقْتُلُهُ
بَعْدَ أنْ
قَالَهَا؟
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
َ تَقْتُلُهُ.
فقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنّهُ
قَطَعَ إحْدى
يَدَيّ،
ثُمَّ قَالَ
ذلِكَ. فقَالَ
رَسُولُ اللّهِ
: َ
تَقْتُلْهُ،
فإنْ
قَتَلْتَهُ
فإنّهُ بِمَنْزِلَتِكَ
قَبْلَ أنْ
تَقْتُلَهُ،
وإنّكَ
بِمَنْزِلَتِهِ
قَبْلَ أنْ
يَقُولَ كَلِمَتَهُ
الّتِي قَالَ
Mikdad İbnu'l-Esved (radıyallahu anh)'in anlattığına göre şöyle
demiştir:"Ey Allah'ın Resulü! Ben küffardan bir adama rastlasam ve
aramızda mukatele çıksa. O kılıcıyla vurup elimin birini kesip atsa. Sonra adam
(sıkışıp) bana karşı bir ağaca sığınsa ve:"Allah için Müslüman
oldum!" dese, bu sözünden sonra ben onu öldürebilir miyim?"
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Hayır! Sakın onu öldürme"
buyurdu. Ben ısrar ettim:"Ama ey Allah'ın Resulü! O benim bir elimi kesti
ve sonra Müslüman olduğunu söyledi" dedim. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm):"Hayır! Sakın onu öldürme,
eğer öldürürsen, o adam, sen onu öldürmezden önceki senin makamındadır
ve sen de, onun söylediği kelimeyi söylemezden önceki durumunda olursun!"
buyurdular."[828]
Hdiste, savaş sırasında Müslüman
olduğunu ilan eden kimsenin kanının artık haram olacağı hükmünü çıkar.
(Muharib) kâfirin Müslüman olmazdan önce, dini sebebiyle, kanı
mübahtır. Müslüman olunca, tıpkı Müslüman gibi kanı haram olur. Bundan sonra,
onu bir Müslüman öldürecek olursa, kısas hakkı suretiyle öldüren Müslümanın
kanı mübah olur, tıpkı kâfirin kanının din sebebiyle mübah olması gibi. Kanının
helal olmasından murad, onun küfre dahil edilmesi değildir.
Elini ve
dilini insan kanına bulaştıranlar, hiçbir zaman hayatın mutluluğuna ve ahiretin
saadetine ulaşamazlar. Dünyada vicdan, ahirette ise iman onların yakasını
bırakmayacaktır.
İnsan, evrenin
gülü, çiçeğidir. Yüce Rabbimiz kainatı insanın emrine amade kılmıştır. Kaldı
ki, insan gibi bir varlığı “yok umumun salahı için, yok devletin bekası için,
yok cemiyetin menfaati için insan öldürmek caizdir” sıloganlarının ne kadar
canilik olduğu apaçık ortadadır.
Evrenin en
büyük ahlaksızlığı, insan öldürmektir denilebilir. Çünkü evren insanla
ayaktadır.
Dünyada hiçbir
şey insanla kıyaslanamaz. Çünkü insan dünyanın değil evrenin en şerefli
varlığıdır. Böylesi şerefli bir varlığın heba edilmesi, dünyevi bir takım kurum
ve kuruluşların menfaati için telef etmeye kalkışmak insanlık harcı değildir.
Şerefli bir varlığın değeri ancak ondan daha üstün olan bir şeyle kıyaslanması
gerekir. Dünyada böyle bir şey olmadığına göre, sırf idoloji çıkarı veya ego
tatminiyeti için insan kanı akıtmak caniliktir.
İslam dini,
insan gibi şerefli bir varlığı öldürmenin bedelinin ancak insan olabileceği
esasını hükme bağlayarak, ‘insanın karşılığı ancak insandır’ demiştir. İslam
dini, kısas hükmüyle, insan öldürmenin çok büyük bir vebal olduğu ve
ahlaksızlık olduğu vurgulamıştır.
Kumar: Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan ihtimalli bir
şeye bağlı kalarak mal vermek veya almak. Adı ne olursa olsun bu özelliği
taşıyan para veya mal karşılığı oynanan her oyun ve ortak bahis kumardır.
Kolaylıkla mal çarpmak veya çarptırmak olduğu için Kur'an'da "meysir" denilen kumar, kolaylık anlamındaki "yûsr" kökünden gelmektedir.
Kumar, insana
yaratıcısını unutturan, namaz kılmaktan alıkoyan, tembelliğe sürükleyen,
çalışma gücünü yokedip insanlar arasına kin ve düşmanlık saçan haksız bir
kazanç yoludur. Fert ve toplum hayatında unutulmaz yaralar açan kumarın her
türlüsü islâm dininde haram kılınmıştır.
Kumar ve
benzeri şans oyunları hakkında aşağıdaki ayetin tefsirinde Hamdi Yazır şu
açıklamayı yapıyor:
يَسَْلُونَكَ
عَنِ
الْخَمْرِ
وَالْمَيْسِرِ
قُلْ فيهِمَا
اِثْمٌ
كَبيرٌ
وَمَنَافِعُ
لِلنَّاسِ
وَاِثْمُهُمَا
اَكْبَرُ مِنْ
نَفْعِهِمَا
وَيَسَْلُونَكَ
مَاذَا يُنْفِقُونَ
قُلِ
الْعَفْوَ
كَذلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّهُ
لَكُمُ
الْايَاتِ
لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
“Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar.
De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar
vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana
iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. "İhtiyaç fazlasını" de.
Allah size âyetleri böyle açıklar ki düşünesiniz.”[829]
Meysir: yüsür veya yesardan masdarı mimî olarak kumar oynamak
manâsınadır ki, kumarda ya kolaylıkla zahmetsiz mal çarpmak veya çarptırmak
vardır. Kumar demek de zar gibi ne olacağı belli olmayan muhataralı bir şeye
talik ile mal vermek veya almak demektir. Cahiliyede Arablar gerek
kendilerinden ve gerek İran’lılardan ve saireden belledikleri “nerd” yani
tavla, “satranç” ve saire gibi oyunlarla kumar oynarlardı. Ezcümle batılıların
piyango dedikleri tarzda istıksam tarikile bir kumarları vardı ki bunu hayır
bile sayarlar ve müftehırane yaparlardı şöyle ki: Zar makamında ezlâm-ü aklâm
denilen on okları vardı, bunlara: fezz, tevem, rakib, hils, nafis, müsbil,
muallâ, menih, sefih, vagd derlerdi, menih, sefih, vagd bunların üçü hariç
diğerlerinin bir nasıbi olurdu.
Meselâ piyango çekilmek üzere bir deve kesilir yirmi sekiz
sehme ayrılır, fezze bir, teveme iki, rakibe üç, hilse dört, nafise beş,
müsbile altı, muallâya yedi, sehim tahsıs edilir. Menih, sefih, vağd okları boş
ve mahrumdur. Bu on kalemin hepsi rebabe denilen bir torbaya atılıb bir adilin
önüne konur, o da torbayı çalkalayıb elini sokar, iştirak eden herkes namına
bir ok çeker nasıbli ok çıkanlar muayyen olan nasıbini alırlar, boş ok çıkanlar
da mahrum kalırlar, ve fakat devenin bedelini öderler. Nasib alanlar da
nasiblerini fukaraya verirlerdi.
Bu suretle meysir evvel emirde diğer kumarlara nazaran
ehveni şer gibi görünen ve hayır zannedilen böyle tevzi-ü istıksam yani piyango
tarzına ıtlak edilmiş ve bundan alel umum kumarlara dahi meysir denilmiştir.
Hattâ bir hadîsi şerifte çocukların aşık ve ceviz oynamaları bile meysirden
madud olduğun beyan buyurulmuştur. İki kişiden biri diğerine şu kadar yumurtayı
yiyebilirsen şu senin olsun demiş idi, bunlar Hz. Aliye mürafaa oldular, bu
kumardır diye cevaz vermedi. Zaten hayır namına piyango haram olunca diğer kumarların
haram olacağı evleviyyetle anlaşılır. Hamr ile meysirin bir sualde derci de
müskirat ile kumarın mürafakatlerine işarettir.
Cevaben deki: “Bunlarda büyük bir zarar ve günah vardır.” Ezcümle ikisi de malları telef ve insanları perişan eder,
Alelekser bunlar biribirine sürükler. Evvelâ içki, aklı giderir, akıl ise hem
dinin, hem dünyanın kutbudur. Artık serhoşlukla öyle cinayetler yapılır, ve
kumar bazlıkla öyle fenalıklara düşülür ki bunlar saymakla bitmez, ancak “büyük
günah” namı ile anlaşılır. Maide suresinde yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْخَمْرُ
وَالْمَيْسِرُ
وَالْاَنْصَابُ
وَالْاَزْلَامُ
رِجْسٌ مِنْ
عَمَلِ الشَّيْطَانِ
فَاجْتَنِبُوهُ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Şarap,
kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir;
bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”[830]
اِنَّمَا
يُريدُ
الشَّيْطَانُ
اَنْ يُوقِعَ
بَيْنَكُمُ
الْعَدَاوَةَ
وَالْبَغْضَاءَ
فِى
الْخَمْرِ
وَالْمَيْسِرِ
وَيَصُدَّكُمْ
عَنْ ذِكْرِ
اللّهِ
وَعَنِ
الصَّلوةِ
فَهَلْ
اَنْتُمْ
مُنْتَهُونَ
“Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza
düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan alıkoymak
ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?”[831]
Aynı ayeti
Tefsir eden Fizilalil Kur’an-ın Yazarı merhum S.Kutup şunları söyler:
يَسَْلُونَكَ
عَنِ
الْخَمْرِ
وَالْمَيْسِرِ
قُلْ فيهِمَا
اِثْمٌ
كَبيرٌ
وَمَنَافِعُ
لِلنَّاسِ
وَاِثْمُهُمَا
اَكْبَرُ مِنْ
نَفْعِهِمَا
وَيَسَْلُونَكَ
مَاذَا يُنْفِقُونَ
قُلِ
الْعَفْوَ
كَذلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّهُ
لَكُمُ الْايَاتِ
لَعَلَّكُمْ
تَتَفَكَّرُونَ
“Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar.
De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar
vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana
iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. "İhtiyaç fazlasını" de.
Allah size âyetleri böyle açıklar ki düşünesiniz.”[832]
Bu ayetin indiği zamana kadar, içki ve kumarı yasaklayan
bir ayet inmemişti. Fakat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde bu iki kötü
alışkanlığın helâl olduğunu söyleyen bir hüküm de yoktu.
Yüce Allah, yeni oluşmakta olan bu müslüman cemaati elinden
tutarak onu adım adım istediği yolda ilerletiyor, onu kendisi için tasarladığı
misyona uygun olarak yapılandırıyordu. Bu önemli misyon, bu büyük görev,
insanın kendini içki ve kumar yolunda harcaması ile bağdaşmazdı; ömrü, bilinci
ve enerjiyi amaçsız insanların eğlencelerinde boşu boşuna tüketmekle
bağdaşmazdı. Çünkü sözkonusu amaçsız kimseler nefislerine haz veren şeyler ile
oyalanır, peşlerinden bir an bile ayrılmayan serserilik ve sorumsuzluk,
kendilerini içki ile sarhoş olmaya ve kumarla oyalanmaya daldırır.
Kimi zaman da bu zavallıları kovalayan kör nefisleri olur.
Onlar da kendilerinden kaçarak içkinin ve kumarın kucağına atılırlar. Tıpkı
cahiliye toplumunda yaşayan sıradan insanların yaptıkları gibi. Bu dün böyle
idi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Yalnız İslâm, insan nefsine
yönelik eğitim metodu uyarınca bu konuda yavaş, soğukkanlı ve zorlamacılıktan
uzak adımlar ile ilerliyordu.
Bu ayet-i kerime içki ve kumar yasağı konusunda atılmış ilk
adımdır. Burada önemli bir noktaya kısaca değinmek istiyoruz. Maddî nesneler ve
davranışlar her zaman mutlak anlamda, katıksız biçimde kötü olmayabilirler. Şu
dünya üzerinde iyilik, kötülükle ve kötülük de iyilikle karışık olarak bulunur.
Fakat herhangi bir nesnenin ya da davranışın helâl ya da haram olmasının
ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup olmamasıdır. Buna göre
içkinin ve kumarın günahı, zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum
bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur. Böyle olmakla birlikte bu
ayette açık bir yasaklama ve haram sayma hükmüne yer verilmemiştir.
İslâm'ın Eğitim Metodu
Burada Kur'an'ın, İslâm'ın ve hikmet sahibi yüce Allah'ın
eğitim metodunun bir özelliği dikkatimizi çekiyor. Bu eğitim metodu İslâm'ın
birçok yasal düzenlemesini, birçok farzını ve birçok direktifini incelerken
somut biçimde meydana çıkıyor. Biz burada içki ve kumardan söz ederken bu
eğitim metodunun kurallarından birine işaret etmek istiyoruz.
Eğer emir ya da yasak imana dayalı düşünce ile, yani inanç
sistemi ile ilgili isé İslâm o konuda kesin hükmünü, o konuda söyleyeceğini
daha baştan ortaya koyuyor.
Fakat eğer emir ya da yasak bir alışkanlıkla, bir gelenekle
veya karmaşık bir sosyal uygulama ile ilgili ise o zaman İslâm işi ağırdan
alıyor; konuya yumuşak, tedrici ve kolaylık gösterici bir tarzda yaklaşıyor,
uygulamayı ve itaati kolaylaştıracak pratik şartlar hazırlıyor.
Meselâ İslâm, "Tevhid mi, yoksa şirk mi?"
sorunuyla karşı karşıya kaldığı zaman kararlı ve kesin bir darbe ile daha
baştan emrini yürürlüğe koydu; Bu konuda hiçbir tereddüde, hiçbir duraksamaya,
hiçbir hoşgörüye, hiçbir tavize; hiçbir orta yolda buluşma beklentisine yer
vermedi. Çünkü burada mesele düşüncenin temel ilkesidir, onsuz ne iman olur ve
ne de İslâm ayakta durabilir.
Ama İslâm içki ve kumar meselesine gelince, bu bir
alışkanlık ve adet meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak tedavi yolu ile
bıraktırılabilir. Bu yüzden İslâm, müslümanların vicdanlarını ve şeriat mantıklarını
uyarmakla işe başladı; Bu amaçla içkinin ve kumarın günahını, yararından daha
büyük olduğunu belirtti. Bu demektir ki, bu alışkanlıkları bırakmak onları
sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisa suresinin şu ayeti ile ikinci adım
atıldı:
يَا اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَقْرَبُوا
الصَّلوةَ
وَاَنْتُمْ
سُكَارى
حَتّى تَعْلَمُوا
مَا
تَقُولُونَ
وَلَا
جُنُبًا
اِلَّا عَابِرى
سَبيلٍ حَتّى
تَغْتَسِلُوا
وَاِنْ
كُنْتُمْ
مَرْضى اَوْ
عَلى سَفَرٍ
اَوْ جَاءَ
اَحَدٌ
مِنْكُمْ
مِنَ
الْغَائِطِ
اَوْلمَسْتُمُ
النِّسَاءَ
فَلَمْ
تَجِدُوا
مَاءً
فَتَيَمَّمُوا
صَعيدًا
طَيِّبًا
فَامْسَحُوا
بِوُجُوهِكُمْ
وَاَيْديكُمْ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ عَفُوًّا
غَفُورًا
“Ey iman
edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de
-yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur
veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan
gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman
temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz
Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.”[833]
Bilindiği gibi günde beş vakit namaz vardır ve bu namaz
vakitlerinin çoğunluğu kısa aralıklıdır, bu aralıklar sarhoş olup arkasından
ayılmak için yeterli değildir. Burada içki alışkanlığının pratiğe aktarma
imkanını daraltma ve içki alma periyodları ile ilgili olan alışkanlığın
sürekliliğini kırma girişimi ile karşı karşıyayız. Çünkü içki ya da uyuşturucu
madde tutkunlarının alışkanlık haline getirdikleri vakit gelince bu maddeleri
kullanma ihtiyacı duydukları bilinen bir şeydir. Eğer bu vakit, bu maddeler
kullanılmadan geçiştirilir ve bu geçiştirme birkaç kez tekrarlanabilirse
alışkanlık zayıflamaya başlar ve alt edilmesi mümkün hale gelir.[834]
Bu iki adım atıldıktan sonra içki ve kumarın haram olduklarını
belirten son ve kesin yasaklama hükmü geldi:
Efendimiz (as) hadislerin de; “kumar” şöyle tanımlanır:
-Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim, iki at arasına, geçeceğinden emin olunmayan
bir üçüncü at dahil ederse, bu kumar olmaz. Kim de geçeceğinden emin olunan atı
dahil ederse bu kumar olur."[835]
-Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) hamr'dan, kumardan,
davuldan, mısır şarabından yasakladı ve dedi ki: "Her sarhoş edici
haramdır."[836]
-İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm iki yarışçının yemeğini nehyetti:
Müsabaka ve kumar."[837]
Kumar oynamak:
Allah’ın insanlar için yaratmış olduğu sayısız nimetlerini alın teriyle, bilek
gücüyle elde etmek istemeyen hazır topçuların sanatıdır. Başkasının kesesine
göz diken bedbahtlar günlük meşgalesidir. Kısa yoldan zengin olmak isteyen
maddecilerin değişmeyen arzusudur. Kendi çocuklarını aç ve sefil, başkasının
yuvasını perişan etmeyi yadırgamayan duygusuzların işidir.
“Vakit
nakittir.” Vecizesinin derin anlamını kavramayan zavallıların geçim
vasıtasıdır...
Niçin
yaratıldığını, şimdi nerede bulunduğunu, az sonra nereye gideceğini idrak
etmeyen itikatsızların başlıca zevkidir.
Ruhun ne ile
gıdalacağını, vicdanın nelerle gelişebileceği bir türlü anlamayan
basiretsizlerin kazanç yoludur. İlikleri haram ile kirlenmenin nasıl ruhi bir
bunalıma kapı açacağını görmeyenlerin paslanmış bir ruh, kirlenmiş bir ilik ile
yapılan hiçbir duanın kabul olunmayacağını bilmeyenlerin hayat anlayışıdır
kumar oynamak.
Kumar oynamak;
kutsal sayılan ve milletin temel taşını teşkil eden aile yuvasını yıkmaya
yönelmektir. Çoluk çocuğun nefretini kazanmak, onlara her bakımdan kötü örnek
olmaktır. Ailenin rızkını kesip başkasına yedirmektir. Diğer ailelerinde bu
ölçüde tahrip etmektir. Sosyal yapıyı kökünden sarsmak, rüşvet ve irtikaba
geniş kapı açmaktır. Adaleti zedelemek, hak ve hukukun bozulmasına sebep
olmaktır. Karşılıklı güveni yıkmak, dayanışma ve yardımlaşma ruhunu
öldürmektir.
Yetim: Yalnız, yegane, azîz, babası olmayan,
erginlik çağına ermemiş çocuk anlamında bir fıkıh terimi.
Erginlik çağına girdiği halde, rüştünü ortaya koyamamış çocuğa ve kocası ölmüş olan kadına da yetim
denildiği olur.[838]
İslâm dini, yetimlere iyi davranılmasını, onların mallarının korunmasına son derece önem vermiştir. Kur'an-ı Kerîm'in 21 yerinde doğrudan veya
dolaylı olarak yetimlerin
gözetilmesi emredilmektedir. Bu âyetlerden birisinde şöyle buyurulmaktadır:
اِنَّ
الَّذينَ
يَاْكُلُونَ
اَمْوَالَ الْيَتَامى
ظُلْمًا
اِنَّمَا
يَاْكُلُونَ
فى
بُطُونِهِمْ
نَارًا
وَسَيَصْلَوْنَ
سَعيرًا
"Gerçek, yetimlerin
mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar.
Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir."[839]
Bu âyetteki yetim malı yemekten maksat; onların mallarına sahip çıkmak, haklarını yemektir.
Yoksa, içerisinde yetim bulunan bir aileyi ziyarete gidildiğinde onların ikram ettiği bir şekeri almamak
değildir. Hz. Peygamber de bir hadîsinde; yetim malı yemeyi insanı helâk eden
yedi büyük günah arasında saymıştır.[840]
Yetim, kendi malını idâre
edemeyeceği için, onun mallarını vasîsi idare
eder. Onun şahsî işlerini ise velîsi yürütür. Vasî, yetimin malından, maddî zararı kesin olan
harcamalarda bulunamaz.
Yetimler reşit olarak erginlik çağına ererlerse
malları kendilerine teslim
edilir. Şayet erginlik çağına geldiklerinde kendilerinde mallarını güzelce idare
edebilme yeteneği görülmezse, 25 yaşına varıncaya kadar
kendilerine malları teslim edilmez. Bu
yaştan sonra artık kendi mallarını idare
ederler.
Yetim Malı Yemek
İslâm'a göre, yetim malı yemek
kesinlikle haramdır ve büyük
günahlardan birisidir. Bu konuda açık ifadeleri
bulunan bir çok âyet ve hadîs vardır. İşte bunlardan bazıları şunlardır. Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerîm'inde şöyle buyuruyor:
اِنَّ
الَّذينَ
يَاْكُلُونَ
اَمْوَالَ الْيَتَامى
ظُلْمًا
اِنَّمَا
يَاْكُلُونَ
فى
بُطُونِهِمْ
نَارًا
وَسَيَصْلَوْنَ
سَعيرًا
"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler,
karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar. Zaten onlar, çılgın aleve atılacaklardır."[841]
وَلَا
تَقْرَبُوا
مَالَ
الْيَتيمِ
اِلَّا بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ
حَتّى
يَبْلُغَ اَشُدَّهُ
وَاَوْفُوا
الْكَيْلَ
وَالْميزَانَ
بِالْقِسْطِ
لَانُكَلِّفُ
نَفْسًا اِلَّا
وُسْعَهَا
وَاِذَا
قُلْتُمْ
فَاعْدِلُوا
وَلَوْ كَانَ
ذَاقُرْبى
وَبِعَهْدِ
اللّهِ اَوْفُوا
ذلِكُمْ
وَصّيكُمْ
بِه
لَعَلَّكُمْ
تَذَكَّرُونَ
"Yetîmin malına yaklaşmayın, yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (onun malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir, onu uygun tarzda sarfedebilirsiniz); ölçü ve tartıyı tam adâletle yapın..."[842]
Peygamber Efendimizi ise, bir
hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır: "Siz. (fertlerin ve milletlerin mahvolmasına sebep olan) helâk edici yedi günahtan sakınınız!" Ashabı kirâm: "Yâ Rasûlüllah! Bunlar
hangileridir?" diye sorunca, Peygamberimiz:
"Âllah'a şirk (ortak koşmak), büyü yapmak, Allah Teâlâ'nın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi öldürmek-haklı olarak öldürülen müstesna-; tefecilik; yetim malı yemek; düşman ile savaşırken kaçmak; evli ve hiç bir şeyden haberi olmayan namuslu bir kadına zinâ isnâd ve iftira etmektir" buyurmuşlardır."[843]
Demek ki, yetim malı yemek, insanları ve toplumları mahvedici büyük günahlardan birisidir. Akıl ve mantık ölçüsünde düşünüldüğü takdirde de,
yetim malı yemenin ne kadar
kötü olduğu açık bir şekilde anlaşılabilir. Anası-babası ölmüş, küçük yaşta ve bakıma muhtaç bir
vaziyette kalmış, henüz kendisine
miras kalan malı çekip-çeviremeyecek
durumda ve çaresiz bir yetimin malını yiyenlerin bu dünyada olmayacakları gibi, öbür dünyada da büyük cezaya çarptırılacakları âyetlerde ve hadîslerde açıklanmıştır.
İslâm dîni, yetim malı yemek bir
tarafa, aksine yetimlerin ve mallarının korunmasını emretmektedir. Bu konuda da Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur:
وَكَذَّبَ
بِالْحُسْنى
()
فَسَنُيَسِّرُهُ
لِلْعُسْرى
"Sakın öksüzü ezme, dilenciyi azarlama...”[844]
Peygamber efendimiz ise,
yetîmleri koruyan ve onların işlerini üzerine alıp yürütenler
için şöyle buyurmuşlardır:
"Ben ve yetîmin işlerini deruhte eden kimse, Cennette şöylece beraber bulunacağız" buyurarak, şehâdet parmağı ile orta parmağını işaret ederek,
aralarını ayırmıştır."[845]
Yetim malı yemek ne kadar kötü ve büyük günah ise, onları korumak da o derecede sevaptır ve hayırlı bir iştir. Onun için
her insanın çevresinde bulunan
yetim ve öksüzleri görüp gözetmesi ve kendi malına sahip olup, işletebilecek
seviyeye gelinceye kadar onları koruması dînî ve aynı zamanda
insânî bir görevidir.
Yetim malı
yemek, ruhen gelişmiş, vicdanen arınmamış basit insanların mesleğidir. Hayatın
sağlam bir iman temeli üzerinde rasyonel hale getirmesini bilmeyen basit
insanların kolayca kapıp yediği bir lokumdur. Kuvvetli, dengeli, hayat ile
mücadele dayanıklı olmayan başkalarına zarar vermemeyi, zayıfları ezmeyi
öğrenmeyen güçsüz cahillerin yoludur. Her sabah kalktığında o gün ne yapacağını
bilmeyen, işlerini planlamayan, meşru kazanç yollarını ayarlamayan, gözünü
şunun bunun eline diken asalakların karıdır...
Yetim malı
yemek, başkalarına nasıl yardım edebileceğini düşünmeyen, kimsesizlere merhamet
elinin nasıl uzatılacağına akıl erdiremeyen, zayıf ve kimsesiz çocukların göz
yaşlarını silmeyi hatırından bile geçirmeyen katı yürekli, hırçın tabiatlı
kimselerin ateş ile karışık ebediyete uzanan lokmasıdır. Fiziki bakımdan olduğu
gibi kendini ahlaki bakımdan yıkamayan, sinesini iman ve irfanın tertemiz
havasıyla serinletmeyen görünürde insan olanların adi davranışlarından
biridir...
Yetim malı
yemek, günlük hareketlerini dikkate almayan, kendisine her gün fazilet ve
feragat doğrultusunu çizmeyen midesini doldurarak hayvani temayüller peşinde
koşmayı gaye edinip iradesini devamlı zayıflatan zavallıların akıl almaz bir
zorbasıdır...
Yetim malı
yemek, Allah’ın hışmına pencere açmaktır. Meleklerin lanetine hak kazanmaktır.
Peygamber (a.s) uzaklaşmadır. Velilerin, Salih’lerin manevi komşuluğundan
mahrum kalmaktır. Mideye her gün ateş doldurmak, imanı zayıflatıp ışık veremez
hale getirmektir. Ömrün sonuna doğru bunamaya, ilahi feyizden nasip alamamaya
yeterli bir vesiledir.
Buna binaen
İslam dini haksız yere yetim malı yemeyi haram kılmış ve onu büyük günahlardan
saymıştır.
Artma, çoğalma, şişme, gelişme ve
yetişme, mübadeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve akit
sırasında şart koşulan karşılıksız fazlalık anlamında bir İslâm hukuku terimi. "Ribâ" kelimesi arapça mastar olup, sözcüğün kökeninde "mutlak
çoğalma" anlamı vardır.
Cins ve miktarı bir olan iki şey
biri diğeriyle mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen malın fazlasına
riba veya faiz denir.[846]
Ayarları aynı olan 100 gr. altını, peşin veya vadeli yüzyirmi gr. altınla
mübadele etmek gibi... Böyle bir işlemde 100 gr. altın veren, aynı miktarda
altın alma hakkına sahip olur. Burada 100 gr. altın ana para (re'sül-mal), 20
gr. fazlalık ise ribâ adını alır.[847]
Riba sözcüğü yerine Türkçe’de
daha çok "faiz" terimi kullanılır. Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç
verilen para için alınan kâr gibi anlamlara gelir. Elmalılı Hamdi Yazır ribâ
ile faizin aynı anlama geldiğini belirtirken şöyle der: "Ribâ; sözlükte,
ziyâdelenmek, fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın
adı olmuştur... Câhiliyye devrinde asıl borca "re'sül-mâl",
ziyadesine ise "ribâ" adı verilirdi.
Bugünkü faiz işlemleri nitelik
bakımından câhiliyye devrinin bu âdetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman
faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muâmelenin niteliğini
değiştirmez. İşte cahilî Arap örfünde ribâ tam anlamıyla günümüzdeki nükudun
(nakit paraların) faizi veya nemâsı tabir olunan fazlasıdır. Karzdan (ödünç
para) başka borçlar da (düyün) tatbiki dahi böyledir. Şüphe yok ki sözlükte
bunun en uygun ismi ribâ, ziyade, artık olması gerekir. Buna faiz veya nemâ
tabirinin kullanılması "Alım-satım ancak ribâ gibidir"[848] âyetinin delâletiyle, alım satım ve ticarete
benzetilerek yanlış bir kullanmadır.[849]
Kur’an-ı Kerim
de:
اَلَّذينَ
يَاْكُلُونَ
الرِّبوا لَا
يَقُومُونَ
اِلَّا كَمَا
يَقُومُ
الَّذى يَتَخَبَّطُهُ
الشَّيْطَانُ
مِنَ
الْمَسِّ ذلِكَ
بِاَنَّهُمْ
قَالُوا
اِنَّمَاالْبَيْعُ
مِثْلُ
الرِّبوا
وَاَحَلَّ
اللّهُ
الْبَيْعَ
وَحَرَّمَ
الرِّبوا فَمَنْ
جَاءَهُ
مَوْعِظَةٌ
مِنْ رَبِّه
فَانْتَهى
فَلَهُ مَا
سَلَفَ
وَاَمْرُهُ
اِلَى اللّهِ
وَمَنْ عَادَ
فَاُولئِكَ
اَصْحَابُ
النَّارِ
هُمْ فيهَا
خَالِدُونَ
“Faiz yiyenler
(kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi
kalkarlar. Bu hal onların "Alım-satım tıpkı faiz gibidir" demeleri
yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan
sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan
kendisinindir ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse,
işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”[850]
ـ
وعن أبي
جُحَيْفَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: نَهى
رَسُولُ
اللّهِ
عَنْ ثَمَنِ الدّمِ،
وَثَمَنِ
الْكَلْبِ،
وَكَسْبِ الْبَغِيِّ،
وَلَعَنَ
الْوَاشِمَةَ
وَالْمُسْتَوْشِمَةَ،
وَآكِلَ
الرِّبَا،
وَمُوكِلَهُ
والْمُصَوِّرِينَ.
Ebu Cuheyfe (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kan mukabilinde alınan semenden, köpek
semeninden, fuhuş kazancından men etti. Dövme yapanı, dövme yaptıranı, faiz
yiyeni, faiz yedireni ve musavvirleri lanetledi."[851]
ـ
وعن عليٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: لَعَنَ رَسُولُ
اللّهِ
آكِلَ
الرِّبَا
وَمُوكِلَهُ
وَكَاتِبَهُ،
وَمَانِعَ
الصَّدَقَةِ،
وَالْوَاشِمَةَ،
وَالْمُسْتَوْشِمَةَ
إَّ مِنْ
دَاءٍ،
وَالْمُحَلِّلَ
وَالْمُحَلَّلَ
لَهُ.
Hz. Ali (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ribayı yiyeni, yedireni, riba akdini yazanı,
sadakaya (zekata) mani olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı -hastalık sebebiyle
olan hariç- hulle yapanı, hulle yaptıranı lanetledi."[852]
ـ
وفي رواية
للشيخين:
الدِّينارُ
بالدِّينار،
والدِّرْهَمُ
بالدِّرْهَمِ
مِثًْ بِمثْل
فَمَنْ زَادَ
أوِ ازْدَادَ
فقَدْ أرْبَى.
وقال رَاوِيه
فَقُلْتُ:
إنَّ ابن
عباسٍ
يقُولهُ
فقالَ أبو
سعيدٍ:
سَألتُهُ فقلتُ
: سَمِعْتَهُ
مِنْ رَسُول
اللّه ، أوْ
رَجَدْتهُ في
كتابِ اللّهِ
تعالى؟ فقال:
كُلُّ ذلك
أقُولُ،
وأنْتُمْ
أعْلَمُ
بِرَسُولِ
اللّهِ
مِنِّى،
ولكِنْ
أخْبَرَنِى
أُسامَةُ بنُ
زَيْدٍ رضى
اللّه عنهما
أنّ رسول
اللّه
قال: َ رِبَا
إَّ في
النِّسِيئَةِ.
Sahîheyn'de yer alan bir rivayette şöyle gelmiştir:
"Dinar dinarla, dirhem dirhemle başa baş misliyle değiştirilmelidir. Kim
fazla verir veya fazla alırsa ribâya girmiş olur."Hadisi rivayet eden râvî
der ki: "Ben dedim ki; "İbnu Abbas (radıyallahu anh) bunu söylemez.
Ebu Saîd der ki: "İbnu Abbas (radıyallahu anh)'a sordum: Sen bunu
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan mı işittin, Kitabullah'ta mı gördün?
Bana şu cevabı verdi: "Bunun ikisini de söylemiyorum. Siz, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı benden daha iyi tanırsınız. Ancak bana Üsâme İbnu
Zeyd (radıyallahu anh) haber verdi ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sadece veresiye satışta ribâ vardır" buyurmuştur."[853]
ـ
وفي أخرى
لمسلم:
الذَّهَبُ
بِالذَّهَبِ،
وَالفِضَّةُ
بالفِضََّةِ،
والبُرُّ
بِالبُرِّ،
والشَّعِيرُ
بالشَّعِيرِ،
والتَّمْرُ
بالتَّمْرِ،
وَالْمِلْحُ
بالمِلْحِ
مِثًْ
بِمِثْلِ
يَداً
بِيَدٍ،
فَمَنْ زَادَ
أوِ
اسْتَزَادَ
فَقَدْ
أرْبَى، اخِذُ
والْمُعْطى
فيهِ سَواَء.
Müslim'in bir diğer rivayeti
şöyledir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla,
hurma hurma ile, tuz tuzla başbaşa misliyle, peşin olarak satılır. Kim artırır
veya artırılmasını taleb ederse ribâya girmiştir. Bu işte alan da veren de
birdir."[854]
Faiz, ödünç
olarak verilen para için alınan kardır. Bir başka tanımla, verilen borç para
veya mal karşılığında karı ortak olup, zarara olmamak suretiyle elde edilen
kazanca faiz denir.
Riba; parayı
mübadele vasıtası haline getiren gayr-ı meşru bir müessesedir. Parayı üretime
yönelmeyen bir kıymet olarak sayılı ellerde tutar. Cemiyet bünyesinde mali dengesizliklerin
ve anormal kazançların ortaya çıkmasına yol açar. Servetin ölü yatırım halinde
tefecilerin elinde toplanmasını sağlar. Böylece iktisadi hareketin verim ve
düzenli yönleri hedef değiştirmiş olur...
Riba;
başkasının malını, kazancını karşılıksız olarak almaktır. Alın teri, bilek
gücüyle elde edilmiş bir malı, hiçbir emek karşılığı ortaya koymadan haksız
yoldan kasayı çek doldurmaktır. İnsan malını, canını ve ırzının muhterem olduğu
her türlü tecavüzden korunduğu halde onun malını bedelsiz olarak olmak, hem o
malı, hem de o mal ile beslenecek yavrulara bir tecavüz ve haksızlıktır.
Çalışmadan servet sahibi olmaya, yorulmadan hazıra konmaya, başkasını köle gibi
çalıştırıp onun emeğiyle geçinmeye en müsait vasıtasıdır.
Riba, üretimle
tüketim arasında tam bir dengesizlik doğurur. Memleket ekonomisinde sarsıntı ve
düzensizlik meydana getirir. Ödünç mal alan ziraatçı, memur ve işçiye borcun
ödemesi için tanınan zaman ve tayin edilen taksit karşılığında yöneltilen faiz,
fazlalıkla aile bütçesini alt-üst eder, borçluya bir daha borç altından
kurtulmama batığına düşürür. Bu sebeple de borçlunun sinir sistemini bozar,
ruhi buhranların sürüklenmesini kapı açar.
Arapça isim
olan “rüşvet” iş gördürmek, kazanç sağlamak, haksızı haklı göstermek gibi
maksatlarla bir vazifeliye verilen hediye, para veya sağlanan menfaat manasına
gelir. Kur’an-ı Kerim de:
وَلَاتَاْكُلُوا
اَمْوَالَكُمْ
بَيْنَكُمْ
بِالْبَاطِلِ
وَتُدْلوُا
بِهَا اِلَىالْحُكَّامِ
لِتَاْكُلُوا
فَريقًا مِنْ
اَمْوَالِ
النَّاسِ
بِالْاِثْمِ
وَاَنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
“Mallarınızı aranızda
haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir
kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya
mahkeme hakimlerine) vermeyin.”[855]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَاْكُلُوا اَمْوَالَكُمْ
بَيْنَكُمْ
بِالْبَاطِلِ
اِلَّا اَنْ
تَكُونَ
تِجَارَةً
عَنْ تَرَاضٍ
مِنْكُمْ
وَلَا
تَقْتُلُوا
اَنْفُسَكُمْ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ بِكُمْ
رَحيمًا
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle (rüşvet ve benzeri hile ve
haksızlık yollarıyla) yemeyin ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaret
şekliyle yiyin; haram ile kendinizi mahvetmeyin. Muhakkak ki Allah size
merhamet eder.”[856]
ـ عن أبي
هريرة وابن
عَمْرو بْنِ
الْعَاصٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم قا:
لَعَنَ
رَسُولُ
اللّهِ
الرَّاشي
وَالْمُرْتَشِي
في الْحُكْمِ.
Ebu Hüreyre, İbnu Amr İbni'l-Âs radıyallahu anhüm anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hükümde rüşvet alan ve rüşvet veren
[ve aracılık eden] kimseyi lanetlemiştir."[857]
ـ وعن
سليم بن مُطَيْرٍ
عن أبيهِ قال:
سَمِعْتُ
رَجًُ يَقُولُ:
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
يَقُولُ: يَا
أيُّهَا
النّاسُ
خُذُوا
الْعَطَاءَ
مَا كَانَ
عَطَاءَ،
فإذَا
تَجَاحَفَتْ
قُرَيْشٌ
عَلى
الْمُلْكِ
وَكَانَ
الْعَطَاءُ
عَنْ دِينِ
أحَدِكُمْ
فَدَعُوهُ.
Selim
İbnu Mutayr babasından naklen anlatıyor: "Bir adamın şöyle söylediğini
işittim:"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın [Veda haccı sırasında
hutbede] şöyle söylediğini işittim:"Ey insanlar! İhsanları, onlar ihsan
kaldığı müddetçe alın! Ne zaman, Kureyş saltanat kavgasına düşer ve ihsan
dininizden rüşvet mukabili olursa, o
zaman onu bırakın ve almayın!"[858]
Haksız bir
menfaat sağlamak karşılığında alınan ücret veya mal rüşvet kapsamasına girer.
İslam, emeğe öncelik verir ve bunun kutsallığından bahseder. Haksız yere bir
başkasının malını almayı kesinlikle reddeder.
Herhangi bir
işin başında bulunan kimsenin hak ve adalet ölçülerine uyması dini bir
zorunluluktur. Özellikle devlet kademelerinde bulunan kimselerin insanlara eşit
muamele yapması, yaptığı muamele karşılığında rüşvet olarak ücret talep
etmemesi gerekir.
Rüşvet almak
ile vermek arasında hiçbir fark yoktur. Her iki duruma da dinimiz
yasaklamıştır. Rüşvet alarak çıkar sağlayan kişi, işini kötüye kullandığı için
haram işlemiş olur. Rüşvet veren kişide, harama teşvik ettiği için aynı suça
ortak olmuştur.
Rüşvet; din,
ahlak ve kanun adına istenen kötü bir cürümdür. Halkın mevcut idare ve
otoriteye karşı olan güvenini sarsar. Adalet terazisinin dengesini bozar.
Hakların kaybolmasına yol açar. Haklıyı haksız duruma düşürebilir. Haksızın ve
mütecavizin cüretini artırır. Toplumun düzenini sarsar. İş başındakilere itimat
etmeme hissini uyandırır. Mahkeme kapılarından güvenle içeri girme inancını
yıkar. Devlet mekanizmasının arızalı çalışmasına sebep olur.
Rüşvet;
dünyaya geliş gayesinin maddi menfaat olduğunu, hayatın ise bir takım hayvani
hislerin tatmin edilmesinden ibaret bulunduğunu kabul edenlerin yoludur.
Kendisinin başkalarına, başkalarının da kendisine bağlı bulunduğunu o, halde
kendisi için sevip arzu ettiği şeyi başkaları içinde arzu etmesi gerektiğini
bir türlü anlamayan, şahsi çıkarları peşinde koşanların işidir. Ferdin hem
dünyada, hem ahirette mutluluk içinde hayat sürebilmesi için başkalarını
sevmesi insan haklarını koruması, mevcut kanun ve nizamlara saygılı olması ve
her şeyden evvel yaratanın çizmiş olduğu sınırları aşmaması gerektiğini bir
türlü havsalasına sığdıramayan gayesiz ve hedefsizlerin azığıdır...
Rüşvet toplumsal bir hastalıktır. Rüşvetin yaygınlaştığı yerlerde halkın
birbirine ve devlete karşı besledikleri güven duygusu yok olur. Herkes yapılan
işlerden, özellikle mahkemelerde verilen kararlardan şüphe eder; her işin, her
kararın arkasında rüşvet var zanneder, rüşvetsiz iş yapılmayacağına inanır. Bu
inanca namuslu insanların da kapılması, rüşveti toplumsal bir felaket haline
getirir. Artık doğru dürüst hiç bir şey yapılamaz olur. Giderek devlet çarkı
işlemez, işler zamanında yapılamaz hale gelir; haksızlık her yanı sarar, diğer
ahlâksızlıklar çoğalır. Bütün bunların alışkanlık haline gelmesi, toplum hayatını
temelinden sarsar hatta büsbütün çökertir. Rüşvet liberal ekonomilerde ve
demokratik rejimlerde çok sık rastlanan toplumsal bir hastalıktır.
Rüşvetin sadece topluma değil, onu alana da zararı vardır. Az çok dini
inancı olan insanlar, er geç yaptıkları işin kötülüğünü anlayacak ve vicdanları
rahatsız olacaktır. Asıl önemlisi de dünyada üç-beş kuruşluk menfaat sağlamak
için rüşvet alanların Allah'ın lanetine müstehak olmaları ve dünyaları için
ahiretlerini kaybetmeleridir. İslâm'ın hâkim olduğu toplumlarda rüşvet olayı
asgari sınıra çekilir. Zira Hz. Peygamber'in rüşvet alana da verene de lanet
ettiği ve ikisinin de cehennemlik olduğunu ifade ettiğini bilen müslümanlar
mutlaka bundan uzak dururlar.
Arapça isim
olan “yemin”; bir iddiayı kuvvetlendirmek için Allah adına anma, Allah’ı şahit
tutma, kasem, and. And etme yemin verme manasına gelir. Kur’an-ı Kerim de:
لَايُؤاخِذُكُمُ
اللّهُ
بِاللَّغْوِ
فى اَيْمَانِكُمْ
وَلكِنْ
يُؤَاخِذُكُمْ
بِمَا
كَسَبَتْ
قُلُوبُكُمْ
وَاللّهُ غَفُورٌ
حَليمٌ
“Allah sizi yeminlerinizdeki boş ve manasız
sözlerden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin azmettiği yeminler sorumlu
tutar. Allah çok bağışlayan ve çok hilm sahibidir.”[859]
-Eymen İbnu Hureym İbni Fâtik anlatıyor:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:
"Yalan şehadet Allah'a şirkle bir tutulmuştur!" buyurdular ve
şu âyetleri okudular:
ذلِكَ
وَمَنْ
يُعَظِّمْ
حُرُمَاتِ
اللّهِ فَهُوَ
خَيْرٌ لَهُ
عِنْدَ
رَبِّه
وَاُحِلَّتْ
لَكُمُ
الْاَنْعَامُ
اِلَّا مَا
يُتْلى
عَلَيْكُمْ
فَاجْتَنِبُوا
الرِّجْسَ
مِنَ
الْاَوْثَانِ
وَاجْتَنِبُوا
قَوْلَ
الزُّورِ ()
حُنَفَاءَ
لِلّهِ
غَيْرَ مُشْرِكينَ
بِه وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَكَاَنَّمَا
خَرَّ مِنَ
السَّمَاءِ
فَتَخْطَفُهُ
الطَّيْرُ
اَوْ تَهْوى
بِهِ الرّيحُ
فى مَكَانٍ
سَحيقٍ
“Durum böyle. Her kim, Allah'ın emir ve
yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha
hayırlıdır. (Haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl
kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının. Kendisine
ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler olun).
Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar
kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir.”[860]
ـ عن
عمران بن حصين
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
حَلَفَ عَلى
يَمِينٍ
مصْبُورَةٍ
كَاذِباً
فَلَيَتَبَوَّأْ
بِوَجْهِهِ
مَقْعَدَهُ
مِنَ
النَّارِ.
İmran İbnu Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim, (mahkeme gereği, yapması icabeden) bir yeminde yalan
yere yemin ederse bu yemini sebbebiyle cehennemdeki yerini hazırlamış
olur."[861]
ـ وعن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهُ : مَنْ
حَلَفَ عَلى
مَالِ امْرِءٍ
مُسْلِمٍ
بِغَيْرِ
حَقِّهِ
لَقِىَ اللّهَ
تَعَالَى
وَهُوَ
عَلَيْهِ
غَضْبَانُ،
ثُمَّ قَرَأ
عَلَيْنَا
رَسُولُ
اللّهِ
مِصْدَاقَهُ
مِنْ كِتَابِ
اللّهِ
تَعَالَى:
إنَّ
الّذِىنَ يَشْتَرُونَ
بِعَهْدِ
اللّهِ
وَأيْمَانِهِمْ
ثَمَناً
قَلِيً إلى
آخِرِ ايةَ.
İbnu
Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah: "Kim Müslüman bir
kimsenin malı hakkında yalan yere yemin ederse, (Kıyamet günü) Allah'la
karşılaştığında O'nu kendisine karşı gadablanmış bulur!" buyurdular. Sonra Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bu sözlerini tasdik eden ayetleri Allah Teala'nın
kitabından okudular: "(Ahirzaman
peygamberine iman hususunda) Allah'a verdikleri ahdi ve ettikleri yemini, az
bir dünya malı karşılığında değiştirenlere gelince, onların ahirette
hiçbir nasibi yoktur. Kıyamet gününde
Allah onlara ne bir hitapta bulunur, ne rahmetiyle nazar eder ve ne de onları
temize çıkarır. Onların hakkı pek acı
bir azabtır."[862]
ـ وعن
إياس بن ثعلبة
الحارثي
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنِ
اقتَطَعَ
حَقَّ
امْرِئٍ
مُسْلِمٍ
بِيَمِينِهِ
فَقَدْ
أوْجَبَ لَهُ
النَّارَ،
وَحَرَّمَ
اللّهُ تَعالى
عَلَيْهِ
الْجَنَّةِ.
قَالُوا: وَلَوْ
شَيْئاً
يَسِيراً يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟ قَالَ:
وَلَوْ كَانَ
قَضِيباً
مِنْ أرَاكٍ.
İyas İbnu Sa'lebe el-Hârisî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Kim Müslüman bir kimsenin hakkını, yemini ile ele geçirirse
artık onun için cehennem vacib olmuştur.
Allah Teala ona cenneti de mutlaka haram
kılmıştır."
"Ey Allah'ın Resulü! Az bir şey olsa da mı?" diye sormuşlardı."Misvak ağacından bir
çubuk bile olsa!" cevabını verdi."[863]
Yalan yere yemin etmek; ismi celali şahsi
çıkara ve dünyevi maksada alet edip kötüye kullanmaktır. Her şeyi gereği gibi
bilen, gönüllerden geçeni layıkıyla tespit eden Allah’ın adını, Onun haram kıldığı bir hususta aldatma vasıtası yapmaktır.
En şerefli ve menfaate ambalaj edinme basiretsizliğidir. Gönülleri dolduran,
aşıkları coşturan, evliyayı vecde getiren, ariflerin gönül azığı, Salihlerin
tek saygı ve güven kaynağı olan “Allah” ismini, madde yada nefis kiriyle
lekelemektir.
Yalan yere
yemin etmek; emr olundukları şeyleri kusursuz yapan, ilahi muradın bir milim
dışına çıkmayan, Allah (cc) adıyla hareket edip yaratıldıkları yüksek maksada
yönelik olan melekleri dehşete düşürür. Arş-ı ala bu şuursuzca cesaretten
titreyip durur. Varlık alemi kulun bu küstahça hareketinden utanıp alemlerin
rabbine sığınır. Her varlık yaratıldığı gayeye doğru sapmadan giderken
insanoğlunun bu sapıklığına şaşmamak mümkün mü derler...
Yalan yere
yemin etmek, geçmişteki bir olayı olduğunun tersine göstermeye çalışmaktır. Bir
hakkı, bir hakikati bilerek inkar etmektir. İnsan haklarına tecavüz etmeye
vasat hazırlamaktır. İslam’ın doğruluk sarayını yıkmaya yeltenmek Müslüman’ın
din kardeşine içinde beslediği güven ve sevgiyi aptalca yıkmaktır. Kardeşlik
bağlarını yalan ve iftira makasıyla kesip atmaktır...
Yalan yere
yemin etmek, ruhlar aleminde “elestü” sorusuna verilen doğru cevaba ihanettir.
Var olan ve olacak olan milletlere hakikat ışığını getiren, ilahi sarayda
doğruluk havasını estiren Kur’an-ı Kerim’e sadakatsızlıktır. Kitabı mübinin
ahkamıyla amel etmemenin zavallıca tezgaha konulmuş adi bir modelidir.
Arapça isim
olan “akraba”; hısımlar, aralarında soydan gelme yakınlık manasına gelir.
SIla-i Rahim:
Akraba ve yakınları ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini
alma anlamında bir İslam ahlâkı terimi.
İslam'da
insanlar arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak
anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi
prensibi son derece önemlidir.
Kur’an-ı Kerim
de:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اتَّقُوا
رَبَّكُمُ
الَّذى
خَلَقَكُمْ
مِنْ نَفْسٍ
وَاحِدَةٍ
وَخَلَقَ
مِنْهَا
زَوْجَهَا
وَبَثَّ مِنْهُمَا
رِجَالًا
كَثيرًا
وَنِسَاءً
وَاتَّقُوا
اللّهَ
الَّذى
تَسَاءَ
لُونَ بِه وَالْاَرْحَامَ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَلَيْكُمْ
رَقيبًا
“Ey iman edenler! Sizi bir tek candan yaratan, ondan
da yine onun eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren
Rabbinize karşı gelmekten sakının, ona karşı hürmetsizlikte bulunmayın. Kendisi
adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve hısımlık (bağlarını
kesmek)’den sakının, bu haklara riayet edin... Allah şüphesiz sizin üzerinizde
tam bir gözeticidir.”[864]
-وعند
الترمذي:
تَعَلَّمُوا
مِنْ أَنْسَابِكُمْ
مَا
تَصِلُونَ
بِهِ
أَرْحَامَكُمْ
فَإِنَّ
صِلَةَ
الرَّحِمِ
مَحَبَّةٌ
فِي ا‘َهْلِ، مَثْرَاةٌ
فِي
الْمَالِ،
مَنْسَأةٌ
فِي ا‘َثَرِ.
Tirmizî'deki rivayet şöyle: "Nesebinizden sıla-i rahm
yapacaklarınızı öğrenin. Zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk,
ömürde uzamadır."[865]
-وَعَنْ
سلمان بن عامر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
قَالَ رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
الصَّدَقَةُ
عَلَى
الْمِسْكِينِ
صَدَقَةٌ،
وَعَلي ذِي
الرَّحِمِ
ثِنْتَانِ: صَدَقَةٌ
وَصِلَةٌ.
Selmân İbnu Âmir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Fakirlere yapılan tasadduk bir
sadakadır, ama zî-rahm'a (yani akrabaya) yapılan ikidir: Biri sıla-i rahim,
diğeri sadaka."[866]
ـ وعن أبي
بكرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَا
مِنْ ذَنْبٍ
أجْدَرُ مِنْ
أنْ
تُعَجِّلَ
لِصَاحِبِهِ
الْعُقُوبَةَ
في
الدُّنْيَا مَعَ
مَا
يُدَّخَرُ
لَهُ في
اخِرَةِ مِنَ
الْبَغْيِ
وَقَطِيعَةِ
الرَّحِمِ.
Ebu Bekre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "İşleyene daha
dünyada cezası çarçabuk gelmeye en layık günah zulüm ve sıla-ı rahmin
koparılmasıdır, bu cezanın dünyada gelmesi,
ahiretteki cezaya kefaret değildir."[867]
-Hz.Ubâde İbn's-Sâmit (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yeryüzünde,
mâsiyet veya sıla-i rahmi koparıcı olmamak kaydıyla Allah'tan bir talepte
bulunan bir Müslüman yoktur ki Allah ona dilediğini vermek veya ondan onun
mislince bir günahı affetmek suretiyle icabet etmesin."[868]
Hısımlardan
ilgiyi kesmek, evliliği geçici bir birlik, istenilen vakit ayrılabilecekleri ve
her türlü bağların kopabileceği bir anlaşma insanların adetidir. Hısımların bir
organizma teşkil ettiğini, farklı olsalar bile birbirini tamamlayıcı bir cemaat
sayıldığını bilmemektir. Vücudumuzdaki organların bir biri için çalıştığını,
birinin diğerine yardımcı olduğunu; hısımlarında birbirine irsi bağlarla bağlı
bulunduğunu birleşip birbirlerine yardımcı olmakla milli bünyenin temelini
sağlamlaştırdıklarını bir türlü düşünemeyenlerin şuursuzca davranışıdır.
Hısımlardan
ilgiyi kesmek, bencilliğini, kabalığını, kibir ve gururunu bir türlü atamayan,
iradeye dayalı bir gayret ve fazilet örneği meydana koyamayan kişilerin adi
davranışlarından biridir. Akraba gurubundan çok hassas karaktere sahip
bulunduğunu, ufak kusurları büyütmekle bu hassasiyeti zedeleyeceğini, henüz
idrak edemeyenlerin çok hatalı hareketlerinden biridir. Her şeyi ve herkesi,
hatta en yakınlarını yerli yersiz tenkit eden, onurlarını kıran ve arkalarında
onları çekiştiren katı vicdanlı kişilerin yoludur.
Hısımlardan
ilgiyi kesmek, başkalarının, özellikle yakın akrabasının hoşuna gitmeyen bir
takım alışkanlıklarını terk etme, onların takdirini toplayıp kazanacak yolları
arayıp bulma fazilet ve feragatini göstermeyen kaba ruhların yaşama tarzıdır.
Sadece sevip saymayı bilmeyenin değil sevilmeyi ve sayılmayı da bilmeyenin ve
kendini bencillikten bir türlü kurtaramayanların değer vermediği sosyal
meselelerden biridir. Önce iç yapısını ele alıp kendinde ciddi bir değişiklik
yapmasını beceremeyen, ama kusur ve kabahatları, kabalık ve nezaketsizlikleri
sadece başkasında arayan gönül gözü kör olanların kırdıkları kapılardan
biridir...
Arapça isim
olan “ihanet”; kendisine maddi veya manevi olarak bağlı olunması gereken
bir şeye karşı, bu bağlılığı hiçe sayacak şekilde onun zararına harekette
bulunma, hainlik etme. Vefasızlık, sadakatsizlik. Haksızlık manasına gelir.
İhanet: Hor, hakîr ve zelil kılmak. Bir kelâm ilmi terimi olarak;
fâsık veya kâfir olduğu açıkça belli olan bir kimsenin arzu ve isteklerinin
aksine ortaya çıkan olağanüstü hallerdir. Yalancı peygamberlerin davasında
yalancı olduğunu gösteren ve onların isteklerinin tam zıddı olarak ortaya çıkan
hârikulâde hâdiselere de "ihanet" denir. Yüce Allah, bununla onların
yalancı olduklarını açığa vurmak ve onları halkın önünde küçük düşürmek için
bõyle olağanüstü halleri yaratır.
Kur’an-ı Kerim
de:
اِنَّ
اللّهَ
يَاْمُرُكُمْ
اَنْ
تُؤَدُّوا
الْاَمَانَاتِ
اِلى
اَهْلِهَا
وَاِذَا حَكَمْتُمْ
بَيْنَ
النَّاسِ
اَنْ
تَحْكُمُوا
بِالْعَدْلِ
اِنَّ اللّهَ
نِعِمَّا يَعِظُكُمْ
بِه اِنَّ
اللّهَ كَانَ
سَميعًا
بَصِيرًا
“Gerçekten Allah size, emanetleri ehline vermenizi
ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hüküm vermenizi emreder.
Hakikaten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor; şüphe yok ki, Allah
yaptıklarınızı hakkıyla işitici, emanete ait işlerinizi hakkıyla görücüdür.”[869]
وَالَّذينَ
هُمْ عَلى
صَلَوَاتِهِمْ
يُحَافِظُونَ
“(Müminler) O kimselerdir ki, emanetlerine ve
verdikleri söze riayet ederler.”[870]
ـ وعنهُ
رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ : أدِّ
ا‘مانةَ إلى
مِن
ائتَمنكَ، وَ
تَخُنْ من خانَكَ.
Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şu sözünü
rivayet etmiştir: "Sana emanet bırakanın emânetini geri ver. Sana ihânet
edene ihânet etme."[871]
ايَةُ
الْمُنَافِقِ
ثَلاَثٌ اِذَا
حَدَّثَ
كَذَبَ وَ
اِذَا
خَاصَمَ فَجَرَ
وَ اِذَا
اؤْتُمِنَ
خَانَ
"Münafıkın
âlameti üçtür. Söz söylediği zaman yalan söyler, husumet ettiği zaman
edebsizlik eder. Bir şey emanet edildiği zaman da hıyanet eder."[872]
Emanet,
saklamak üzere bir haktır. Bu, ister Allah’a ait olsun, ister kullara ait bir
hak olsun; maddi olsun, hepsine şamildir. Dolaysıyla muhafaza etmek üzere bize
tevdi edilmiş bir para emanettir. Bize emniyet edilen ırz ve namus şahsi veya
içtimai sır bir emanettir. Her ne suretle olursa olsun, bize tevdi edilmiş olan
bir emaneti muhafaza etmek ve onları yerine eda etmek bir vazifedir. Onlara
riayet etmemek hıyanettir. Allah’ın emirleri ve teklifleri de bize birer
emanettir; onları da güzelce eda etmek lazımdır. Üzerimize aldığımız herhangi
bir vazife de emanettir; onlar layıkıyla yapmamak emanete hıyanettir.
Millet ve
hükümet malı da bir emanettir. Az olsun çok olsun bize tevdi edilmiş olan böyle
bir şeyi muhafaza etmek dini ve ahlaki bir vazifedir. Müslümanlıkta emanetin
mevki çok yüksektir. Emanete hıyanet etmek, heyeti içtimaiyenin nizamı altüst
edecek kadar büyük felaketler doğurabilir. Emaneti ehline verilmeli ve
kendimize verilen bir emanete de hıyanet etmemelidir.
Hülasa; bir
insan için en büyük meziyet “emin” bir şahsiyet olmaktır. Her manasıyla
güvenilir bir insan olmak ve çocuklarımızı da bu yolda terbiye etmek, şahsımız
için en büyük bir vazifedir.
Müslümanlık,
emanete hıyanet edenlerin imanı olmadığını, böyle adamların münafık güruhundan
bulunduğunu hele milli ve içtimai olan emanetlere hıyanet etmenin büyük
felaketler doğuracağını çok beliğ bir ifade ile anlatmıştır.
Arapça sıfat
olan “hasud”; haset eden, kıskanan, kıskanç manasına gelir.
Hased:
Kıskanmak, çekememek, başkasında olan sağlık, zenginlik ve benzeri nimetlerden
dolayı rahatsız olarak o kişiden o nimetin gitmesini istemek. Kalpte bulunan ve
insanı kötülüklere sürükleyen en önemli ve gayri ahlâkî özelliklerden,
hastalıklardan birisidir. Bilgisizlik ve tamahkârlığın birleşmesinden,
kaynaşmasından doğar. En çok da tanıdık ve akrabalar arasında kendisini
gösterir.
Haset, çirkin
huyların en zararlılarındandır. Herkeste bulunmakla birlikte dereceleri
farklıdır. Kimi insanda haset duygusu bir an için gelip gider; kiminde ise
iyice yerleşir, bütün benliğe hâkim olur ve gittikçe artar. İşte asıl üzerinde
durulması gereken ve tehlikeli olan haset sonuncusudur. Haset, ancak bir nimete
karşı olur. Allah bir kimseye bir nimet bağışladığı zaman diğer insanda ona
karşı iki türlü hal belirir.
Birincisi, o
nimeti çok görerek onun elinden gitmesini istemektir; buna haset denir. Hasedin
tezâhürü de insanın elindeki varlığı, nimeti çok görmek ve yok olması halinde
sevinmektir.
İkinci hal ise
ne varlığa sevinmek, ne de yok olmasını istemektir. Buna karşılık o insanda
bulunan nimetin kendisinde de bulunmasını istemektir. Buna da gıpta denilir.
Kur’an-ı Kerim
de:
قُلْ
اَعُوذُ
بِرَبِّ
الْفَلَقِ
وَمِنْ شَرِّ
حَاسِدٍ
اِذَا حَسَدَ
“De ki:"Ben ağaran sabahın Rabbine
sığınırım. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine
sığınırım!”[873]
ـ وعن أبى
هريرة رضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسول
اللّهِ :
إيَّاكُمْ
وَالحَسَدَ،
فإنَّهُ
يَأْكُلُ
الحَسَنَاتِ
كَمَا
تَأكُلُ النَّارُ
الحَطَبَ،
أوْ قالَ
العُشْبَ.
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlulah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu
-râvi dedi ki: Veya kuru otu- yiyip
tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir."[874]
ـ وعن
الزبير رضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسول
للّه :
دَبَّ
إلَيْكُمْ دَاءُ
ا‘مَمِ قَبْلَكُمُ:
الحَسَدُ
وَالْبَغْضَاءُ،
وَهِىَ الحَالِقَةُ)ـ1(،
أمَا إنِّى َ
أقُولُ
تَحْلِقُ الشَّعْرَ،
وَلكِنْ
تَحْلِقُ
الدِّينَ، وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ َ
تَدْخُلُونَ الجَنَّةَ
حَتَّى
تُوْمِنُوا،
وََ تُؤْمِنُوا
حَتَّى
تَحَابُّوا،
أَ
أدُّلُّكُمْ
عَلى مَا
تَحَابُّونَ
بِهِ؟
أفْشُوا
السََّمُ
بَيْنَكُم.
Hz.
Zübeyr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Size ümem-i kadime hastalığı sirayet etti: Bu, hased ve buğzdur. Bu
kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini
kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, sizler
iman etmedikçe cennete giremezsiniz.
Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı
olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın."[875]
ـ وعن ابن
عمر رضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
سَمِعْتُ
رسولَ
اللّهِ
يَقُولُ: َ
حَسَدَ إَّ
عَلى
اثْنَتَيْنِ:
رَجُل آتَاهُ
اللّهُ
القُرآنَ،
فَهُوَ
يَقُومُ بِهِ
آنَاءَ اللَّيْلِ
وَآنَاءَ
النَّهَارِ،
وَرَجُل أعْطَاهُ
اللّهُ
تَعَالى مَاً
فَهُوَ يُنْفِقُهُ
آناءَ
اللَّيْلِ
وَآنَاءَ النَّهَارِ.
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "İki kişiye karşı hased
caizdir: Birincisi o kimsedir ki, Allah kendisine Kur'ân-ı Kerim'i nasib
etmiştir, o da onu, gece ve gündüz boyu ikame eder. İkincisi de o kimsedir ki,
Allah Teâla ona mal vermiştir de o da gece ve gündüz (hak yolda) infak
eder."[876]
ـ عن ابن
مسعود رضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسُولُ
اللّهِ : َ
حَسَدَ إَّ في
اثنَتَيْنِ رَجُل
آتَاهُ
اللّهُ
الحِكْمَةَ
فَهُوَ يَقْضِى
بِهَا
وَيُعَلِّمُهَا،
وَرَجُل آتَاهُ
اللّهُ مَاً
فَسَلّطَهُ
عَلى هَلَكَتِهِ
في الحَقِّ.
İbnu
Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Şu iki kişi dışında hiç kimseye gıbta etmek caiz değildir:
Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten
hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda
sarfeden zengin kimse."[877]
Kızgınlıktan
kin, kinden haset doğar. Haset insanı helak eden şeylerdendir.
Başkasının,
kendinden üstün olan herşeyini kıskanan, yanî ondaki üstünlüğün, yalnız
kendinde olmasını isteyene, kıskanç denir. Bu hâl, en kötü huylardan biridir.
Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insan, kendinden aşağı
olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın herşeyini görür ve
onu kıskanır. Kıskanç insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı
olmayan insan demektir. Allahü teâlânın verdiğine râzı olmayan insandan, Allahü
teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise,
felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, âhırette de zarardadır.
Bunun için,
kendisinde kıskançlık ve hased duygusu olduğunu gören, bu kötü huyundan
sıyrılmalıdır. İnsanlar, kendilerini ıslâh edebilirler. Kıskançlıktan
kurtulanlar rahat ve huzûra kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakîrlik işi değildir.
Bu iş, kalbin zenginliği ve fakîrliği işidir
120 yaşındaki
bir köylüye çok yaşamasının sırrını sordum, hiç hased etmediğini söyledi. Hased
edilene, dünya ve âhırette, hiç zarar olmaz. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer.
Hased ettiği kimsenin ni’metlerinin azalmadığını, hattâ arttığını görerek,
sinir krizi geçirir. Hasedden kurtulmak için, ona hediye vermeli, ona karşı
tevâzu göstermeli ve onun ni’metinin artması için duâ etmelidir. Doğru olan bir
şeyi kabûl etmemeye inat denir. İnat, karşımızdakini aşağı görmek, ondan nefret
etmek, ona düşmanlık beslemek, hased etmek gibi sebeplerden meydana gelir.
Hakkı, düşmanımız da söylese kabûl etmeliyiz!
Kalpten
Hasedi Atmanın Yollan
Hased daha
önce de ifade edildiği gibi kalbin en büyük hastalıklarındandır. Kalp
hastalıkları ise ancak ilim ve amel ile tedavi edilebilir. Hased hastalığını
tedavi edebilmek için öncelikle hasedin din ve dünya için getirdiği zararları
bilmek, bu hususta ilim sahibi olmak gerekir. Üstelik hased, kendisine hased
edilen kimseye zarar getirmez. Bu nedenle kişinin kendine düşman olması
anlamına gelen hasedden kurtulmak için, hasedin şu zararlarını iyice
anlamalıdır:
Hased eden,
Allah'ın yaptığı taksim ve takdire rıza göstermiyor, onun iradesine karşı
geliyor demektir. O'nun bizce gizli olan hükümleri ile mülkünde
gerçekleştirdiği adalete kızmak, onu çirkin bulmak anlamına gelmektedir. Bu
ise, kişinin tevhidin özüne ters düşmesinden, dolayısıyla imanının
zedelenmesinden başka bir şey değildir. Hasedden vaz geçmek için onun bu
zararını bilmek bile yeterlidir. Fakat bunun yanında hased eden kimsenin bir
mü'mini aldatmak, ona nasihat etmeyi terketmek, mü'minleri sevmek yolundaki
İslâm'ın açık emirlerini terketmek, mü'minlerin zarara uğramaları halinde bundan
en çok sevinecek olan şeytan ve kâfirlerle birleşmiş olmak gibi hiç de
küçümsenmeyecek suç ve günâhları işlemiş olacağı unutulmamalıdır.
Hased eden
kimsenin içinde sürekli bir ateş yanar. Bu ateş onu yakar, yavaş yavaş eritir.
Çünkü birisine hased edildikçe Allah onun nimetini artırır. Onun nimetinin
artması da hasedçinin hasedini, dolayısıyla rahatsızlık ve sıkıntısını
çoğaltır. Hasedçinin göğsü daralır, uykusu kaçar. Amansız bir hastalığa düşer.
Bu ise ancak kişinin düşmanlarının isteyebileceği bir durumdur. hased edilenin
perişanlığı istenirken, hasedçi perişan olur. Bunun yanında hased edilen
kimsenin durumunda bir bozulma, bir kötüleşme olmaz. O halde, kişi bir âhiret
hesabı ve korkusu çekmese bile, aklın gereği olarak bu yararsız azaptan kurtulmayı
istemelidir. Üstelik âhirette neden olacağı ceza da unutulmamalıdır. Öyleyse
insanın âhirette Allah'ın gazabına çarpılmak istemesinden, azaba uğramak için
çalışmasından daha akıl dışı ne olabilir?
Hasedin amelle
tedâvî edilmesine gelince; amel ile hasedi tedâvî etmenin yolu, onun
isteklerini yerine getirmeyerek, hatta aksini yaparak ona hükmetmesini
öğretmektir. Sözgelimi içindeki hased duygusu birisini kötülemesini istediğinde
kişi, bunu şeytanın kendisi için hazırladığı tuzağa düşmek demek olduğunu anlayarak
tersini yapmalı onu övmelidir. Kendisinden birisine karşı kibirli davranmasını
istediğinde karşı koyarak tevazu göstermeli; vermemeyi fısıldadığında,
vermelidir. Kişinin bu davranışları, karşısındaki insanı memnun eder ve onun
tarafından sevilmesine neden olur. Bu şekilde karşılıklı sevgi başlar ve
zamanla hased hastalığı yok olur. Baştan zorla yapılan bu davranışlar zamanla
insanın kişiliği doğası hafine gelerek kökleşir. Doğal olarak şeytan bu
gelişmeden hoşnut olmayacak, olumlu gelişmeyi engellemek isteyecektir. Bu
davranışının güçsüzlüğünden, korkusundan ileri geldiğini öne sürerek onu iğfal
etmeye çalışacaktır. Fakat mü'min şeytanın vesvesesine kendisini kaptırdığında
sapacağım, ziyana uğrayacağını unutmamak zorundadır.
Arapça isim
olan ”ırk”; aralarında kan bağı bulunan insan topluluğu, bir soydan
gelen insan topluluğu; soy, nesep, sülale, kök. Cilt rengine göre ayrılan insan
topluluğu; sarı ırk, beyaz ırk, siyah ırk, kızıl derili ırk manasına gelir.
Irkçılık: Belli bir ırkın doğal
üstünlüğünü savunan teori ve görüş. Kalıtım yoluyla geçen fiziki özelliklerle
kişilik, zeka ve kültür özellikleri arasında bir sebeb-sonuç bağlantısı
bulunduğu inancından kaynaklanır. Tarih boyunca üstün sayılan ırkların diğer
ırklar üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir
gerekçe olarak kullanıldı. Toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok
etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması yüzünden İslâm tarafından kesin biçimde
yasaklandı.
Irkçılık, İslâm'a göre ırk öğesi
insanlara doğal bir üstünlük sağlamadığı gibi medenî bir toplumun oluşmasında
da temel etken değildir. Medenî bir toplum, hayvanlar gibi iç güdüleriyle
birlikte yaşayan insanlardan değil, özgür iradeleriyle seçtikleri inanç ve
idealler çevresinde toplanan insanlardan oluşur. Bu nedenle İslâm toplumu
İslâm'ı bir din, bir hayat düzen ve biçimi olarak benimseyen insanların
oluşturduğu toplumdur. Belirleyici tek etkenin inanç olduğu bu toplumun
oluşmasında başka hiçbir maddi ya da manevi etkenin katkısı yoktur.
Aynı akide çevresinde birleşen
insanlar, kan bağları olmasa da kardeştirler.[878]
Buna karşılık, aynı inancın paylaşılmaması durumunda, baba oğul arasında bile
bir yakınlıktan söz edilemez. İman etmediği için babasının çağrısına uymayan
Hz. Nuh'un oğlu onun ailesinden sayılamaz.[879]
Aynı inancı paylaşan müminler küfrü tercih etmeleri durumunda ne babalarını, ne
de kardeşlerini veli edinebilirler.[880]
Hiçbir mümin, babası, oğlu, kardeşi ya da diğer bir yakını da olsa, Allah'a ve
Peygamberine düşman olan kimseye sevgi besleyemez.[881]
Hz. Peygamber (a.s)'de câhilî bir
âdet olan ırkçılığı sık sık gündeme getirerek eleştirmiş ve yasaklamıştır. Veda
haccı sırasında, Veda Hutbesi olarak bilinen ünlü konuşmasında Arabın Arap
olmayana, Arap olmayanın Araba, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin beyaza
bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu ilan etmiştir.
Mekke'nin fethinde, Kabe'yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz.
Peygamber (a.s) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنَّا
خَلَقْنَاكُمْ
مِنْ ذَكَرٍ
وَاُنْثى
وَجَعَلْنَاكُمْ
شُعُوبًا
وَقَبَائِلَ
لِتَعَارَفُوا
اِنَّ
اَكْرَمَكُمْ
عِنْدَ
اللّهِ
اَتْقيكُمْ
اِنَّ اللّهَ
عَليمٌ
خَبيرٌ
"Ey insanlar, hakikat biz
sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışmanız için
büyük büyük cem'iyyetlerle, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin
Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır..."[882]
Ebû Zerr'e bir vesile ile: "İyi bak, sen Allah'a olan takvân ile
üstünlük elde etmedikçe ne kırmızı, ne de siyahtan (acem ve Arabtan) daha
hayırlı değilsin" diyen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de kavim ve
kabilecilik ile, gerek filleriyle ve gerekse sözleriyle mücâdele etmiştir.
O'nun (aleyhissalâtu vesselâm) dilinde "cahiliyye da'vası",
"asabiyyet da'vası", "cahiliyye asabiyyeti" vs. gibi
değişik tâbirlerle ifadesini bulan kavmiyetçilik kesin olarak yasaklanmıştır:
"..Allah indinden en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Arabın Arap
olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir
üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü
yoktur. Beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sâdece
takva iledir.""Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyyetciliğe
(asabiyyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre
kapılırsa, cahiliyye ölümü üzere ölür." "Ümmetimin helâk olması üç
şeyden ileri gelecektir:
1- Kaderiyye (ilahî takdiri inkâr ederek, "kişi yaptığının
yaratıcısıdır" demek),
2- Unsuriyet da'vası,
3- Dinî mes'eleleri rivayet ederken titiz davranmayıp, gevşek olmak,
lâubali olmak.""Asabiyyet (kavmiyyetçilik) davasına kalkan, onu
yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir."[883]
"Kim câhiliyye davasında (kavmiyetçilikde) bulunursa cehenneme iki
dizi üzerine çökmüş demektir. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resûlü, oruç tutsa,
namaz kılsa da mı?" "Evet," cevabını verdi; "oruç tutsa da,
namaz kılsa da."[884]
"Sizden
câhiliyye ayıplarını ve büyüklenmesini gideren Allah'a hamd olsun. Ey insanlar,
tüm insanlar iki gruba ayrılırlar. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve
kötülükten sakınanlardır ki bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir.
ikinci grup ise günahkar ve isyankar olanlardır ki bunlar da Allah nazarında
değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Adem'in çocuklarıdır; Allah Adem'i
de topraktan yaratmıştır." Irk üstünlüğü düşüncesinin temelsizliği başka
bir hadiste de şöyle ortaya konur "Hepiniz Adem'in oğullarısınız, Adem de
topraktan yaratılmıştır. İnsanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten
vazgeçsinler. Çünkü onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha
değersizdirler."[885]
Hz. Peygamber (a.s) insanların
aynı kökten geldiklerini ve üstünlüğün yalnız takva ile ölçülebileceğini
belirtmekle yetinmeyerek Allah'ın insanları ırklarına göre
değerlendirmeyeceğini de ısrarla vurgular.
Bir hadislerinde "Allah
kıyamet günü sizin soyunuzdan-sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz Allah katında
en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır." buyurmuştur. Aynı
anlam diğer bir hadiste de şöyle dile getirilir: "Allah sizin mallarınıza
ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalblerinize ve amellerinize bakar."[886]
Bütün bu gerçek ve uyarılar
karşısında ırkçılık davası güden kişinin müslümanlık iddiasının bir anlamı
yoktur. Hz. Peygamber (a.s), "Irkçılık
davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden
değildir"[887] buyurarak böyle bir kişinin yerini tesbit etmiştir.
İslâm, getirdiği evrensel
kardeşlik ilkesi ile Cahiliyye döneminde şiddetle hüküm süren ırkçılık adetini
ezip yok etti. Kendilerini soylu ve üstün gören Mekke aristokratlarının zulüm
ve baskılarına rağmen İslâm, Romalı Süheyb, Habeşli Bilal ve İranlı Selman gibi
aşağılanan insanların çabalarıyla başarıya ulaşarak evrensel bir toplum oluşturdu.
Ne yazık ki Emeviler döneminde İslam egemenliğinin yerini alan saltanatla
birlikte birçok cahiliye adeti gibi ırkçılık da yeniden canlandı. Arap olmayan
Müslümanlar tümden mevali sayılıyor, Kureyş dışındaki Araplar bile
küçümseniyordu. Emevilerin sürdürdüğü ırkçı politika kısa zamanda Arap olmayan
müslümanlar arasında da ırkçı eğilimlerin ortaya çıkmasına neden oldu.
Özellikle Farslar ve Türkler arasında başlayan bu eğilim giderek Şuubiye olarak
anılan ırkçı, ulusalcı hareketlere dönüştü. Emevilerin yıkılmasında önemli bir
etken olan Şuubiye hareketi Abbasiler döneminde etkisini yitirmekle birlikte
bütünüyle yok olmadı.
İnsanlık
tarihinde tefrika sebeplerinden biri ve en ziyadesi ırkçılıktır. İnsanlık bu
yüzden pek çok istila, sürgün, savaş, zulüm ve katliamlara, yani her çeşidiyle
fitnelere sahne olmuştur. Gittikçe daralan ve tek cemiyet, tek aile halini
almağa yüz tutan insanlığın terakkisinde bir engel olabilecek bu ırki ayırımın
kesin bir dille yasaklanması gerekiyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber (a.s)
ırkçılığı, unsuriyet düşüncesinden kaynaklanan ayırımı, mükerrer ifadelerle
kesin olarak yasaklamıştır.
Sonuç olarak; En büyük belalardan
birisi insanın kendini farklı görmesidir. İnsanlığın başına büyük felaketler
bundan dolayı gelmedi mi? Kendini üstün soy, ari ırk sayanlar dünya savaşlarına
sebebiyet verdiler.
“Kul peygamber ol”; Allah’ın Nebi’sine telkini budur. Bütün insanlığı Cennete
götürecek bir yol bulsam, yine ben farklı bir insan değilim; kabul buyururlarsa
“insanlar içinden bir insanım” anlayışını hep taşımamız lazım. Asr-ı saadette
habeşî ile Kureyşi arasında hiçbir fark yoktu.
Arapça sıfat
olan “inatçı” inad etmeyi huy haline getiren, devamlı ayak direyen,
muannid manasına gelir. Kur’an-ı Kerim de:
وَكَانُوا
يُصِرُّونَ
عَلَى
الْحِنْثِ الْعَظيمِ
“Onlar, büyük günah üzerinde bile bile ısrarlı
davranandır.”[888]
Hadiste şöyle
buyurulur: "Şüphesiz Allah, ümmetimden, hatâ, unutma ve yapmaya
zorlandıkları şeyi (n hükmünü) kaldırmıştır."[889]
Hatâ hâlinde Allah hakkı ile ilgili
günâhın kalktığında görüş birliği vardır. Meselâ, kıble yönünü araştırdığı halde, isâbet edemeyip namazını başka yöne doğru kılan kimse, daha sonra namazını yeniden kılmaz ve günahkâr da olmaz. Müctehid ictihadında yanılsa bile
sevaba nâil olur.
Hadiste şöyle
buyurulur: "Hâkim
ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için
bir mükâfat vardır."[890]
Yalnız peygamberler
mâsûmdur. Günâh işlemez söz ve
fiillerinde yanılmazlar. Peygamber
söz ve fiillerinde yanılırsa Allah ona doğruyu gösterir.
Peygamberlerden başkası için böyle bir teminat yoktur. Bir müctehidin ictihadı yanılma ihtimali
ile birlikte gâlip zanna dayanır. Müctehid
mutlaka kendi görüşünün doğru olduğunu iddia
edemez. Onun devamlı olarak isabet
etmesi gerekmez. Hatâ etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden, Ebû Hanife;
"Bu bizim ulaştığımız en iyi
sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona
uysun" demiştir. İmam Şâfiî'nin de şöyle dediği nakledilir:
"bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü terk edin."[891]
Hatasız kul,
çamursuz yol olmaz. Fakat önemli olan, hatadan ısrar etmemektir. Zararın
neresinde dönülürse kardır. Hesabını iyi yapmak gerekiyor. Aksi halde, insan
şeytan misali dönüşü mümkün olmayan bir uçuruma yuvarlanır ki, şeytan dahi
geride kalır.
Hata, bir
günah ise, hatadan ısrar etmek, ikinci günahtır. Çünkü ısrar, hatanın
kabullenilmemesi demektir. Adem (a.s) Allah’ın men ettiği şeyden yiyince
hatasını anlayıp hemen tövbe ederek hatasının telafisine gitti ve Allah’ta
kendisini af etti. Şeytan da, Allah’ın men emrettiği şeyi yerine getirmemekle
hata etti. Fakat şeytan hatasını ısrarla savunarak direndi ve böylece Allah’ın
gazabına uğrayanlardan oldu. Yüce Allah cümlemizi şeytanın ve dostlarının
entrikalarından koruyup muhafaza etsin ve hatalarımızı anlayıp geri dönme
anlayışını nasip eylesin (Amin).
Arapça isim
olan “taklid”; benzeme veya benzetmeye çalışma. Bir şeyin sahtesini
yapma. Başka birinin fikir ve görüşlerine tahkiksiz uyma, onun gibi hareket
etme. Eğlenmek veya eğlendirmek maksadıyla başkalarının söz ve davranışlarını
tekrarlama manasına gelir. Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim de:
كَالَّذينَ
مِنْ
قَبْلِكُمْ
كَانُوا اَشَدَّ
مِنْكُمْ
قُوَّةً
وَاَكْثَرَ
اَمْوَالًا
وَاَوْلَادًا
فَاسْتَمْتَعُوا
بِخَلَاقِهِمْ
فَاسْتَمْتَعْتُمْ
بِخَلَاقِكُمْ
كَمَا
اسْتَمْتَعَ
الَّذينَ
مِنْ قَبْلِكُمْ
بِخَلَاقِهِمْ
وَخُضْتُمْ
كَالَّذى
خَاضُوا
اُولئِكَ
حَبِطَتْ
اَعْمَالُهُمْ
فِى
الدُّنْيَا
وَالْاخِرَةِ
وَاُولئِكَ
هُمُ
الْخَاسِرُونَ
“(Ey
münafıklar! Siz de) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar sizden
kuvvetçe daha üstün, mal ve evlâtça daha çok idiler. Onlar (dünya malından)
paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına
düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve (bâtıla)
dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünyada da ahirette de
boşa gitmiştir. Ve onlar ziyana uğrayanların kendileridir.”[892]
وَاِذَا
قيلَ لَهُمُ
اتَّبِعُوا
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ
قَالُوا بَلْ
نَتَّبِعُ مَا
اَلْفَيْنَا
عَلَيْهِ
ابَاءَنَا
اَوَلَوْ
كَانَ
ابَاؤُهُمْ
لَايَعْقِلُونَ
شَيًْا وَلَا
يَهْتَدُونَ
“Onlara
(müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır!
Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey
anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”[893] diye buyuruyor.
Ayette geçen:
وَاِذَا
قيلَ لَهُمْ
تَعَالَوْا
اِلى مَا اَنْزَلَ
اللّهُ
وَاِلَى
الرَّسُولِ
قَالُوا
حَسْبُنَا
مَا
وَجَدْنَا
عَلَيْهِ
ابَاءَنَا
اَوَلَوْ
كَانَ
ابَاؤُهُمْ
لَا يَعْلَمُونَ
شَيًْا وَلَا
يَهْتَدُونَ
“Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Resûle
gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize
yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde
bulunmuyor iseler de mi?”[894]
Taklit: Yahûdi, Hristiyan, Budist, Materyalist ve benzeri
batıl dinlerin ve ideolojilerin mensuplarına özgü olup, İslâmın emirleri ve yasakları ile çatışan hususiyetlerine onlara benzemek. Alkollü içki içmek,
ikram etmek, imâl etmek ve ticaretini yapmak gibi. Hz. Peygamber (a.s) mümin olmayan
toplumların bayramlarının ve kutsal
günlerinin onlar gibi kutlanmasını yasaklamıştır. Zira bu, sosyal bütünlüğün korunması, cemaatin dağılmaması ve dejenere
olmaması için gereklidir.
Toplumun değerlerine ters düşen yabancı ve zararlı etkilere açılma ve o
toplumun kendi değerlerinin zayıflamasına, solmasına ve unutulmasına yol
açabilir. Dıştan gelecek zararlı etkilere kendisini kapayan ferde ve toplum er geç çöker.
Bundan dolayı olsa gerek ki, Hz.
Muhammed (a.s) "Kim
bu kavme benzemeye çalışırsa ondandır"[895] buyurmuştur.
Binaenaleyh, inananlar için bir bütün halinde yaşanması gerekli olan İslâm dininin tatbik edilmesi istenen ana prensiplerinden
biri de ferdî, ailevî ve sosyal hayatın her bir
safhasında batıl din ve ideoloji mensuplarına benzemek (teşebbüh)den sakınmaktadır.
Müslümanın kendi
inançlarına ters düşenlere benzemesi dünyada şahsiyet zafiyetine, gittikçe kendisine ve değerlerine yabancılaşmaya ve karşıt güçlere uşak olmaya sevkedecek; ahirette ise azaba yol açacaktır. Bunun için Müslümanın islâm öğrenmesi, bid'atlerden kaçınması, haramlardan
uzaklaşması, batılperestlerle
içli-dışlı olmaktan uzak durması
gerekmektedir.
Taklit, gelişen insanlık alemine
vurulan büyük bir darbedir. Hiçbir medeniyet taklitle muasır medeniyetler
seviyesine yükselmemiş ve yükselmeyecektir. Çünkü taklit, aklını başkalarının
cebine koymak ve boynuna ip takıp ipin ucunu ellerin eline teslim edip onların
isteğiyle hareket etmektir. Bu tipte ve özellikteki bir insanın ve o insanın
oluşturduğu toplumun halini varın siz düşünün.
Yüce dinimiz İslam, insanları
yukarıdaki deyimle de taklidin her türünü yasak etmekle beraber taklitçilik
yapanların akıbetini de cehennemlikle tehdit etmektedir. Aynı zamanda taklidin
bir ahlaki problem olduğunu açık bir şekilde sergilemektedir. İnsanın insanca
yaşamasını engelleyen taklit anlayışı, bize geçmişteki zalimlerden miras
kalmıştır. Evet taklide en çok önem verip teşvik edenler onlar olmuştur. Çünkü
taklitçi bir toplum düşünemez, fikir üretemez, gelişmeler karşısında
isteklerini arz edemez ve dünya standartlarına uyum sağlama isteği olmaz. İşte
böylesi bir toplumu idare etmek her zaman zalimlerin hayali olmuştur.
25) Kin Tutmak
Kin: Kalbte yerleşen, öç almaya yönelik şiddetli düşmanlık.
Arapça'da hıkd, gıll ve bağdâ gibi kelimelerle karşılanır. Kin tutmak, kin
beslemek, kin gütmek, kin bağlamak gibi deyimler düşmanlık duygusunun kalbte
yerleştiğini ve süreklilik gösterdiğini dile getirir.
Kin, kötü ahlâka ait
niteliklerdendir. Bu nedenle İslâm'ın onaylamadığı, ortadan kaldırmayı amaçladığı
huylardandır. Karşıtı olan bağışlama (af) ise güzel ahlâkın niteliklerindendir;
İslâm tarafından teşvik edilen davranışlar arasında yer alır. Kin kötü bir
duygu ve huy olduğu kadar birçok kötü tutum ve davranışın da başlıca nedenidir.
Kur'an'a göre kinin başlıca
kaynağı sapkınlık ve azgınlıktır. Bu nedenle öncelikle kâfirlere özgü bir
niteliktir. Hristiyanlara ilişkin bir âyette bu ilişki şöyle açıklanır:
وَمِنَ
الَّذينَ
قَالُوا
اِنَّا
نَصَارى اَخَذْنَا
ميثَاقَهُمْ
فَنَسُوا
حَظًّا مِمَّا
ذُكِّرُوا
بِه
فَاَغْرَيْنَا
بَيْنَهُمُ
الْعَدَاوَةَ
وَالْبَغْضَاءَ
اِلى يَوْمِ
الْقِيمَةِ
وَسَوْفَ
يُنَبِّئُهُمُ
اللّهُ بِمَا
كَانُوا
يَصْنَعُونَ
"Biz Hiristiyanız
diyenlerin de sözünü almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular.
Bu yüzden Kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin (bağlarını) saldık.
Yakında Allah onlara bu yaptıklarını haber verecektir."[896]
Yahudiler de sapkınlık ve
azgınlıkları yüzünden düşmanlık ve kine salınmışlardır:
وَقَالَتِ
الْيَهُودُ
يَدُ اللّهِ
مَغْلُولَةٌ
غُلَّتْ اَيْديهِمْ
وَلُعِنُوا
بِمَا
قَالُوا بَلْ
يَدَاهُ
مَبْسُوطَتَانِ
يُنْفِقُ
كَيْفَ يَشَاءُ
وَلَيَزيدَنَّ
كَثيرًا
مِنْهُمْ مَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
مِنْ رَبِّكَ
طُغْيَانًا
وَكُفْرًا
وَاَلْقَيْنَا
بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ
وَالْبَغْضَاءَ
اِلى يَوْمِ
الْقِيمَةِ
كُلَّمَا
اَوْقَدُوا
نَارًا
لِلْحَرْبِ
اَطْفَاَهَا
اللّهُ
وَيَسْعَوْنَ
فِى
الْاَرْضِ
فَسَادًا
وَاللّهُ لَا
يُحِبُّ
الْمُفْسِدينَ
"Andolsun, Rabbinden
sana indirilen onların (Yahudilerin) çoğunun azgınlığını ve küfrunü
artıracaktır. Biz onların aralarına ta Kıyamet'e kadar düşmanlık ve kin
atmışızdır. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür.
(Onlar) yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah da bozguncuları sevmez."[897]
İçlerindeki düşmanlık ve kin
yalnız kendileri arasında etkili olmakla kalmamakta, müslümanlara da yönelmekte
ve zarar vermektedir. Bu nedenle Müslümanlar ilişkilerinde dikkatli
olmalıdırlar:
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَاتَتَّخِذُوا
بِطَانَةً
مِنْ
دُونِكُمْ
لَايَاْلُونَكُمْ
خَبَالًا
وَدُّوا مَا
عَنِتُّمْ
قَدْ بَدَتِ
الْبَغْضَاءُ
مِنْ
اَفْوَاهِهِمْ
وَمَا تُخْفى
صُدُورُهُمْ
اَكْبَرُ
قَدْ
بَيَّنَّا
لَكُمُ الْايَاتِ
اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْقِلُونَ
"Ey iman edenler,
kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin; onlar sizi ifsat etmekten geri
durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler. Onların ağızlarından öfke
taşmaktadır. Göğüslerinde sakladıkları (kin) ise daha büyüktür."[898]
Kin, küfür ve azgınlıkla olduğu
kadar isyan ve itaattan çıkmakla da bağlantılıdır. Allah'a itaat eden,
hayatlarını O'nun emir ve yasakları doğrultusunda düzenleyen mü'minler doğal
olarak kin ve benzeri duygulardan korunacaklar, uzak olacaklardır. Kur'an,
mü'minleri bu konuda uyararak şeytanın oyununa gelmemeleri konusunda uyarır:
اِنَّمَا
يُريدُ
الشَّيْطَانُ
اَنْ يُوقِعَ
بَيْنَكُمُ
الْعَدَاوَةَ
وَالْبَغْضَاءَ
فِى
الْخَمْرِ
وَالْمَيْسِرِ
وَيَصُدَّكُمْ
عَنْ ذِكْرِ
اللّهِ
وَعَنِ
الصَّلوةِ
فَهَلْ
اَنْتُمْ
مُنْتَهُونَ
"Şeytan, şarap ve
kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi?"[899]
Allah'ın koyduğu kurallara uygun
hareket eden mü'minler, itaatlarının ödülü olarak Cennet'e konulacaklardır.
Cennetteki mü'minler tanımlanırken onların kin ve nefretten arındırılmış
oldukları belirtilir:
وَنَزَعْنَا
مَا فى
صُدُورِهِمْ
مِنْ غِلٍّ
اِخْوَانًا
عَلى سُرُرٍ
مُتَقَابِلينَ
"Onların
göğüslerindeki kini çıkarıp atmışızdır; (hepsi) kardeşler olarak köşkler
üzerinde karşı karşıya oturur."[900]
Aynı olgu diğer bir yerde de
şöyle dile getirilir:
وَنَزَعْنَا
مَا
فىصُدُورِهِمْ
مِنْ غِلٍّ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهِمُ
الْاَنْهَارُ
وَقَالُواالْحَمْدُ
لِلّهِ
الَّذى
هَدينَا لِهذَا
وَمَا كُنَّا
لِنَهْتَدِىَ
لَوْ لَا اَنْ
هَدينَا
اللّهُ
لَقَدْ
جَاءَتْ
رُسُلُ
رَبِّنَا
بِالْحَقِّ
وَنُودُوا
اَنْ تِلْكُمُ
الْجَنَّةُ
اُورِثْتُمُوهَا
بِمَا كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
"Göğüslerinden kinden
ne varsa hepsini çıkarıp atmışızdır. Altlarından ırmaklar akmaktadır."[901]
Mü'minlerin bu durumu, onların bu
dünyadaki durumlarının doğal sonucudur. Başka bir deyişle mü'minler dünyada
düşmanlık ve kin duyguları ile bunların nedenlerinden ve yol açtığı
kötülüklerden, uzak oldukları gibi Cennet'te de uzaktırlar.
Kin duygusunun psikolojik
nedenlerini inceleyen İslâm ahlâkçılarına göre yapılan bir kötülüğe karşı
koyamamanın, intikam alamamanın yol açtığı öfke kalbe yerleşerek gizli bir
düşmanlık duygusuna, kine dönüşür. Bu nedenle kinin başlıca ruhsal kaynağı öfke
ve intikam hırsıdır. Kin birçok ruhsal ve ahlâki hastalıkların da kaynağıdır.
Bunların başlıcaları hased, ilişkileri kesmek, aşağılamaya çalışmak, gıybet,
sırları açıklamak, çeşitli biçimlerde eziyetler yapmak, borç ve benzeri hakları
yerine getirmemek, felaketlere sevinmektir. Bunların tümü haram olan ve insanı
yüksek ahlâkî niteliklerden uzaklaştıran davranış ve huylardır.
ـ عن عمرو
بن شعيب عن
أبيه عن جدّه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : َ
تَجُوزُ
شَهَادَةُ
خَائِنٍ وََ
خَائِنَةٍ،
وََ زَانٍ وََ
زَانِيَةٍ،
وََ ذِي غِمْر
عَلى أخِيهِ.
Amr İbnu Şuayb an ebihi an ceddihi anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Hain erkek ve haine kadının, zani
erkek ve zaniye kadının, kardeşine kin taşıyan kimsenin şehadeti caiz
değildir."[902]
Hz. Peygamber (a.s), birçok
hadisinde mü'minlerin kinden uzak olmaları gerektiğini belirtir. "Mü'min kin tutmaz" buyuran Hz. peygamber (a.s) bir başka hadisinde kin
tutmamayı hayırlı insanların nitelikleri arasında sayar. Bu hadise göre,
insanların hayırlısının kim olduğu yolundaki soruya "Kalbleri mahmum olan herkes" diye cevap veren Hz. Peygamber (a.s), kalbi mahmum
olanları "muttaki
olanlar, kin ve hasetten temiz olanlar"[903] biçiminde tanımlamıştır.
Kur'an mü'minleri kin ve benzeri
kötü huylara karşı uyarır, onları kinin zıddı olan bağışlayıcılığa yönlendirir.
Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Aişe'ye atılan iftiraya katılan akrabalarından Mıstah'a
bir daha yardım etmeyeceğine yemin etmesi üzerine gelen âyette bağışlamanın
önem ve üstünlüğüne dikkat çekilerek şöyle buyrulur:
وَلَا
يَاْتَلِ
اُولُواالْفَضْلِ
مِنْكُمْ
وَالسَّعَةِ
اَنْ
يُؤْتُوا
اُولِى الْقُرْبى
وَالْمَسَاكينَ
وَالْمُهَاجِرينَ
فى سَبيلِ
اللّهِ
وَلْيَعْفُوا
وَلْيَصْفَحُوا
اَلَا
تُحِبُّونَ
اَنْ
يَغْفِرَ
اللّهُ
لَكُمْ
وَاللّهُ غَفُورٌ
رَحيمٌ
"Sizden fazilet ve
servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda hicret
edenlere birşey vermemeye yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın
sizi bağışlamasını sevmez misiniz?"[904]
Diğer bir âyette de cahillere
uyulmaması, af yolunun tutulması emredilir.[905]
Bağışlama takvaya daha yakın olan bir davranıştır:
وَاَنْ
تَعْفُوا
اَقْرَبُ
لِلتَّقْوى
وَلَا
تَنْسَوُا
الْفَضْلَ
بَيْنَكُمْ
اِنَّ اللّهَ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَصيرٌ
"Sizin affetmeniz
takvaya daha yakındır."[906]
Hz. Peygamber (a.s) de
bağışlamayı üstün ahlâkın üç niteliği arasında sayar: "Ey Ukbe, dikkat et,
sana dünya ve âhiret ehlinin en üstün ahlâkından haber vereyim. Gelmeyene
gitmen, vermeyene vermen ve sana kötülük edeni bağışlamandır."[907]
26)Müslümanlara Buğz Etmek
Buğz: Birisi hakkında gizli ve kalbî düşmanlık beslemek,
başkasına kin duymak, nefret etmek. Kur'an-ı Kerîm' de yan anlamda "bağzâ" kelimesi kullanılır.[908]
Buğz, İslâm'a göre kötü
huylardandır. Buğz, müslümanlar arasındaki kardeşlik hislerini zayıflatır,
gevşekliğe yol açar. İslâm toplumunun çözülmesine neden olur. Halbuki insanlar
arasında sevgi ve bağlılığı devam ettirmek esastır. Onun için müslümanların
birbirlerine kin beslemeleri, kin ve düşmanlığı, hiddet ve kırgınlığı meydana
getirebilecek söz ve hareketlerden kaçınmaları gerekir. Müslümanlar kendi
aralarında edeble ölçü ve hesapla hareket etmelidirler. Bunlar gözetildiği
takdirde, karşılıklı sevgi doğar ve insanlar arasında kin vücuda gelmez.
Hz. Peygamber (a.s.) bir hadiste
şöyle buyrulur:
ـ وعن أبي
ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال رسولُ
اللّه :
أفْضَلُ
ا‘عْمَال
الحُبُّ في
اللّهِ،
وَالْبُغْضُ
في اللّهِ.
Hz.
Ebû Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Amellerin
en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." [909]
Hadis, sırf Allah rızası için olan sevmeleri ve sırf O'nun rızası için
olan nefret ve buğzları en üstün amel olarak değerlendirmektedir. Her insanda
sevgi ve nefret vardır ve bunları mutlak isti'mal edecektir.
Şu halde mü'min, bu hislerini iradesi ile yönlendirerek, sevdiklerini
Allah için sevse, sevmediklerini de yine Allah için sevmese kazancı büyük
olacaktır. Menfaat, korku gibi dünyevî emrivâkilerin tesiriyle sevmek veya nefret
etmek araya girdi mi hasaret büyük oluyor.
Allah için sevmenin gereklerinden biri, Allah'ın evliya ve asfiyalarını
sevmektir. Onları sevmenin şartlarından biri de onların bıraktığı sünnete uyup,
onlarla yetinmek, bidata yer vermemek ve onların tavsiyelerine uymaktır. Fâsıklara,
zâlimlere ve günahkârlara karşı meşru ölçüde buğzetmek Allah için buğza girer.
Bu hadis gösteriyor ki, kişinin Allah için buğzetmesi gereken
düşmanlarının olması gerekir, nitekim Allah için sevdiği dostlarının olması da
gerektiği gibi. Eğer sen, bir insanı, Allah'a mutî ve Allah nezdinde mahbub
diye seversen, Allah'a âsi olacak olsa, ona buğzetmen gerekir. Çünkü Allah'a
âsi olmuştur ve Allah nazarında menfurdur.
Öyleyse kim (birisini) bir sebeple severse, zarurî olarak, ona, bunun
zıddıyla nefret edecektir. Bu iki sıfat birbirisiz olamayan, biri diğerini
gerektiren iki vasıftır. Âdet olarak bu durum, sevgi ve nefretlerde orta
yoldur.
-وَعَنْ
جَابِرٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: َ
يَفْرُكُ
مُؤْمِنٌ
مُؤْمِنَةٌ. إِنْ
كَرِهَ
مِنْهَا
خُلْقًا
رَضِىَ آخَرَ.
Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Bir mü'min erkek, bir mü'min kadına buğzetmesin.
Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir."[910]
"Birbirinize karşı
kin doğuracak hareketlerde bulunmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize
darılıp arka çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları birbirinizle kardeş olunuz.
(Kardeş sevgisi gösteriniz.)"[911]
Müslüman müslümana asla
buğzetmez. Buğzetmek ancak Allah rızası için, Allah düşmanlarına yapılabilir.
Ayrıca müslümana karşı sevgi
beslerken de ölçüyü kaçırmamak gerektiği gibi, buğzederken de bu ölçüyü korumak
gerekir. Yine Rasûlullah (a.s.):
"Sevdiğini ölçülü
sev, olur ki bir gün ona kızarsın, buğz ettiğine de ölçülü buğz et olur ki bir
gün onu seversin."[912] buyurmaktadır.
27)Riyakar Olmak
Riya: İş, söz ve davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği
veya salih bir ameli Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların
beğenisi için yapma. Bu davranışta bulunan kimseye riyakâr veya müraî denir.
Riya, insanlar arasında manevî
nüfûz, şan ve şöhret, maddî çıkar sağlamak için yapılır. Dünyaya âit bu tür
maddî ve manevî çıkarları elde etmek için, dinin insanlar tarafından kutsal
değerlere karşı beslenen bağlılık ve hürmet duygularının âlet edilmesi, riyanın
en kötü şeklidir. Bu tür davranışlar, hilekârlık ve yalancılıktır. İnsan şeref
ve haysiyetine hakarettir.
Riyakâr kişinin söz ve
davranışlarındaki samimiyetsizlikleri, diğer insanlar tarafından kısa zamanda
anlaşılır. Bunlara kimse güvenmez.
Riyanın her çeşidi ahlaksızlık
olduğu halde, ibadetlerde riyakâr olmak çok daha büyük bir ahlâksızlıktır.
Rasûlüllah Efendimiz; Muhakkak
ki, sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyadır "[913] buyurmuştur.
İbadet, Allah için yapılır.
Allah'ın rızası dışında bir amaçla; gösteriş olarak ibadet yapmak, Allah
rızasını ortadan kaldırır. Gösteriş için ve bir çıkar düşüncesiyle Kur'ân
okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, sadaka vermek,
ibadetleri boşa çıkarır. Allah Teâlâ;
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تُبْطِلُوا
صَدَقَاتِكُمْ
بِالْمَنِّ
وَالْاَذى
كَالَّذى
يُنْفِقُ
مَالَهُ
رِئَاءَ النَّاسِ
وَلَا
يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
فَمَثَلُهُ
كَمَثَلِ
صَفْوَانٍ
عَلَيْهِ
تُرَابٌ فَاَصَابَهُ
وَابِلٌ
فَتَرَكَهُ
صَلْدًا لَا
يَقْدِرُونَ
عَلى شَىْءٍ
مِمَّا كَسَبُوا
وَاللّهُ
لَايَهْدِى
الْقَوْمَ
الْكَافِرينَ
"Ey iman edenler!
Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret
gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa
çıkarmayın. Çünkü onun bu gösterişinin hâli, üzerinde az bir toprak bulunan bir
kaya parçasının hâline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince
üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş hâlinde bırakır"[914] buyurmuştur.
Şu halde, Allah'ın emrini ve
rızasını düşünerek değil de, dindar görünmek için ibadet etmek, âlim ve bilgili
desinler diye ilimle uğraşmak, cömert tanınmak için zekât ve sadaka vermek,
riyadan ibaret kötü bir davranışın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir.
Rasûlüllah şöyle buyurmuştur:
"Her kim duyulsun
diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Her kim gösteriş olsun
diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya
çıkarır."[915]
"Şüphesiz riya
şirktir."[916]
Dünyevî menfaat söz konusu olunca
ameller boşa çıkar. Yine Rasûlüllah (a.s) şöyle buyurur:
"Gösteriş için oruç
tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur."[917]
Hadis-i Kudsî'de de Cenab-ı Allah
şöyle buyurur: "Ben
ortakların ortaklığından en müstağnî olanıyım. Her kim bir iş yapar da, onda,
benden başkasını ortak kılarsa onu da, o ortaklığını da terk ederim."[918]
Riya çok değişik şekillerde
yapılmakla birlikte, bunlarda ortak özellik, dindarlık veya dürüstlük görüntüsü
altında, insanlar arasında çıkar sağlamak, şan ve şöhrete ulaşmak arzusudur.
Sevmedikleri kişileri seviyormuş gibi görünen, onlara yağ çeken, öven ve
böylece menfaat sağlamaya çalışan riyakârlara da bol bol rastlanır.
Allah'a ve insanlara karşı samimi
davranarak riyadan uzak durmak mümkün olduğu kadar ibadetleri gizli yapmak,
Allah rızasını insanların övgüsü, isteği, yergisi, korkusu ve çıkar düşüncesine
tercih etmek müslümanın prensibidir.
28)Aldatmak
Aldatmak: Yanıltmak, hîle ve oyuna getirmek, kandırmak, iğfâl etmek,
dolandırmak, sözünde durmamak.
Kur'an-ı Kerim'de aldatma,
münâfıklara yakışan çirkin bir huy olarak belirtilmiştir. Münâfıkların en
belirgin özellikleri Allah'a inanmadıkları hâlde, "inandık", diyerek başkalarını kandırmalarıdır. Allah'ı ve müminleri
aldatmaya çalışan münâfıklar aslında kendilerini aldatmışlardır. Allah mutlaka
onların hîle ve aldatmalarını boşa çıkarır.
İnsanlarla olan ilişkilerde de
dürüst olmak gerekir. Başta alış-veriş olmak üzere her konuda başkalarını
aldatmak ahlâksızlıktır. Dünyada insanları aldatmak mümkün olsa bile, Cenâbı
Hakk her şeyi kuşatan ilmi ile yapılanları bilecek ve ahirette bunun hesabını
hilekâr yalancılardan soracaktır. Bunun için asıl aldananlar, geleceklerini düşünmeden
başkalarını aldatmaya çalışanlardır.
Aldatmanın, doğru söylememenin
nifak alâmeti olduğu unutulmamalıdır. Cenâb-ı Hak, Resulullah'ı ve diğer
müslümanları aldatmaya çalışan münâfıkların durumunu şöyle açıklıyor:
فى
قُلُوبِهِمْ
مَرَضٌ
فَزَادَهُمُ
اللّهُ
مَرَضًا
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ بِمَا
كَانُوا
يَكْذِبُونَ
() وَاِذَا
قيلَ لَهُمْ
لَاتُفْسِدُوا
فِى
الْاَرْضِ
قَالُوا
اِنَّمَا
نَحْنُ
مُصْلِحُونَ
() اَلَا اِنَّهُمْ
هُمُ
الْمُفْسِدُونَ
وَلكِنْ
لَايَشْعُرُونَ
() وَاِذَا
قيلَ لَهُمْ
امِنُوا كَمَا
امَنَ
النَّاسُ
قَالُوا
اَنُؤْمِنُ
كَمَا امَنَ
السُّفَهَاءُ
اَلَا
اِنَّهُمْ
هُمُ السُّفَهَاءُ
وَلكِنْ
لَايَعْلَمُونَ
() وَاِذَا
لَقُواالَّذينَ
امَنُوا
قَالُوا
امَنَّا
وَاِذَا
خَلَوْا اِلى
شَيَاطينِهِمْ
قَالُوا
اِنَّا
مَعَكُمْ
اِنَّمَا
نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ
() اَللّهُ
يَسْتَهْزِئُ
بِهِمْ
وَيَمُدُّهُمْ
فى
طُغْيَانِهِمْ
يَعْمَهُونَ
"Onlara, insanların
(Muhâcir ve Ensâr'ın) iman ettiği gibi, siz de iman edin denildiği zaman,
(kendi aralarında):
-Biz, akılsız cahillerin
iman ettiği gibi iman eder miyiz? derler. Doğrusu akılsızlar, sefihler onlardır
ve lâkin bilmezler. Bir de müminlerle karşılaştıkları zaman:
-Biz de (sizin gibi) iman
ettik, derler. Halbuki şeytanlarıyla (kendilerini aldatan dostlarıyla) yalnız
başına kaldıkları zaman:
-Biz (dinde) sizinle
beraberiz, biz ancak (mü'minlerle) alay ederiz, derler. Allah münâfıkları
ettikleri istihzanın cezası ile cezalandırır; ve azgınlıkları içinde başıboş
dolaşmalarına mühlet verir."[919]
Yukarıdaki ayetlerde aldatmanın
münâfıkların alâmetlerinden olduğu bildirilmektedir. Allah'u Teâlâ başka bir
ayette de şöyle buyuruyor:
اِنَّ
الْمُنَافِقينَ
يُخَادِعُونَ
اللّهَ
وَهُوَ
خَادِعُهُمْ
وَاِذَا
قَامُوا اِلَى
الصَّلوةِ
قَامُوا
كُسَالى
يُرَاؤُنَ النَّاسَ
وَلَا
يَذْكُرُونَ
اللّهَ اِلَّا
قَليلًا
"Doğrusu münâfıklar
Allah'ı aldatmağa çalışılar, oysa O onlara aldatmanın ne olduğunu
gösterecektir."[920]
Şu halde müslümanın böyle bir
nifak alâmetini üzerinde taşımaması için; kesinlikle hilekârlığa ve başkalarını
aldatmağa yeltenmemesi, böyle bir düşünceyi içinde taşımaması gerekir. Unutulmamalıdır
ki, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. O'nun bilmediği şey yoktur.
Öyleyse başkalarını aldatmağa çalışmakla gerçekte kendimizi aldatmış oluruz.
Allah'u Teâlâ şöyle buyuruyor:
وَاِنْ
يُريدُوا
اَنْ
يَخْدَعُوكَ
فَاِنَّ
حَسْبَكَ
اللّهُ هُوَ
الَّذى
اَيَّدَكَ
بِنَصْرِه
وَبِالْمُؤْمِنينَ
"Seni aldatmak
isterlerse, (bil ki) şüphesiz Allah sana kâfidir. Seni ve inananları
yardımlarıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran odur."[921]
Cenâb-ı Hak bir yandan
hilekârların hîlelerini ortaya çıkararak onları dünya ve ahirette rezil ve
rüsvâ ederken, öte yandan aldatılmak istenen müminlerin yardımcılığını
üstlenmektedir .
Bütün bunlar düşünülerek,
insanlarla olan her türlü münasebette dürüst olmak, doğruluktan ayrılmamak,
yalana, hîleye başvurmamak; kısaca hiç kimseyi, hiçbir konuda aldatmamak
müminlerin vazgeçilmez prensibi olmalıdır.
29)Zulüm Etmek
Zulüm: Herhangi bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak,
ziya, ışık ile nurun aksi. Dinî anlamdaki manası ise, hak yemek, eziyet,
işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, hadda aşmak söz ve fiilde aşın
gitmek demektir.
Zulüm, arapça bir kelimedir. "Zale-me" fiilinin masdardır. Aynı kökten türemiş bir isim olarak da
kullanılır. Aslı zulm olup Türkçe'de zulüm diye kullanılır. Çoğulu zulümattır.
Kelime olarak zulüm, azgınlık,
gadr, karanlık, azab ve ezâ ile eş anlamlıdır. Zıddı ise, nur, aydınlık ve
adalettir.
Kur'ân'ın üzerinde en çok durduğu
kavramlardan biri şüphesiz zulümdür. Aynı kökden gelen kelimelerle birlikte,
Kur'ân'da üç yüz'e yakın yerde geçmektedir.
Alimler zulmü üç kısım halinde
incelemişlerdir:
1- İnsanın Allah'a karşı
işlediği zulüm, şirk ve küfürdür.
اَلَّذينَ
امَنُوا
وَلَمْ
يَلْبِسُوا
ايمَانَهُمْ
بِظُلْمٍ
اُولئِكَ
لَهُمُ الْاَمْنُ
وَهُمْ
مُهْتَدُونَ
"İmân edip de imânlarına
zulüm karıştırmayanlar (var ya) işte korkudan emin olmak için onların hakkıdır
ve doğru yolu bulanlar da onlardır"[922] âyeti inince, bu âyetin ifâde ettiği, imâna zulüm
karıştırma meselesi ashabın nefsine ağır geldi ve, "Hangimiz nefislerine zulmetmez?" dediler: Bunun üzerine Yüce Allah:
وَاِذْ
قَالَ
لُقْمنُ
لِابْنِه
وَهُوَ يَعِظُهُ
يَا بُنَىَّ
لَاتُشْرِكْ
بِاللّهِ اِنَّ
الشِّرْكَ
لَظُلْمٌ
عَظيمٌ
"Şüphesiz ki, şirk
büyük bir zulümdür"[923] âyetini indirdi.
Böylece yakandaki âyette söz
konusu olan zulüm kelimesinden şirk kastedildiği anlaşılmıştır.[924]
Âyetteki "Şirk büyük bir zulümdür" ifadesi ile de, şirk'e düşen insanların hikmet ve akıl
yönünden ne kadar zavallı olduklarına ve ahmaklık içinde bulunduklarına işaret
edilerek şirkin çirkinliği dile getirilmiştir.[925]
Yüce Allah'ın varlığını,
birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, imân esaslarından herhangi birini
inkar etmek de zulüm ve küfürdür. Bütün bu hususlarda ilgili çeşitli âyetler
vardır:
مُشْفِقُونَ
() وَمَنْ
يَقُلْ
مِنْهُمْ
اِنّى اِلهٌ
مِنْ دُونِه
فَذلِكَ
نَجْزيهِ
جَهَنَّمَ
كَذلِكَ
نَجْزِى
الظَّالِمينَ
"Onlardan her kim,
(Allah'ın ilâhlığını inkâr ederek) "İlâh o değil, benim!" derse, biz
onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz, zalimlere böyle ceza veririz!"[926]
Bu âyette, Yüce Allah'ın ilâhlığını
inkâr ederek, ilâhlık iddiasında bulunanların durumu dile getirilmiştir.
Nemrûd'un Allah'ın varlığını inkâr etmenin neticesinde, düştüğü küfür ve
zulmünü haber veren bir âyet de şöyledir:
اَلَمْ
تَرَ اِلَى
الَّذى
حَاجَّ
اِبْرهيمَ فى
رَبِّه اَنْ اتيهُ
اللّهُ
الْمُلْكَ
اِذْ قَالَ
اِبْرهيمُ
رَبِّىَ
الَّذى يُحْي
وَيُميتُ
قَالَ اَنَا
اُحْي
وَاُمِيتُ
قَالَ
اِبْرهيمُ
فَاِنَّ
اللّهَ
يَاْتى
بِالشَّمْسِ
مِنَ الْمَشْرِقِ
فَاْتِ بِهَا
مِنَ
الْمَغْرِبِ
فَبُهِتَ
الَّذى
كَفَرَ
وَاللّهُ لَا
يَهْدِى الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
"Âllah; kendisine
hükümdarlık verdi diye (şımararak) Rabbi hakkında İbrâhim'le tartışanı görmedin
mi? İşte o zaman İbrâhim, Rabbim dirilten, yaşatan ve öldürendir" deyince,
"Ben de yaşatır ve öldürürüm"dedi. Bunun üzerine İbrâhim, Bil ki
Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir" dedi. İnkâr eden o
adam şaşırıp kaldı (söyleyecek söz bulamadı, dili tutuldu). Allah, zalim
kimseleri doğru yola iletmez."[927]
İsrâiloğullarının, Musa (a.s)'ın
sözünü dinlemeyerek buzağıya tapmalarının zulüm olduğu hususunda da, Yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
وَاِذْ
وعَدْنَا
مُوسى
اَرْبَعينَ
لَيْلَةً
ثُمَّ
اتَّخَذْتُمُ
الْعِجْلَ
مِنْ بَعْدِه
وَاَنْتُمْ
ظَالِمُونَ
"Musa ile kırk gece
için sözleşmiştik, sonra siz onun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz. (Kendinize
böylece) zulmediyordunuz."[928]
وَلَقَدْ
جَاءَكُمْ
مُوسى
بِالْبَيِّنَاتِ
ثُمَّ
اتَّخَذْتُمُ
الْعِجْلَ
مِنْ بَعْدِه
وَاَنْتُمْ
ظَالِمُونَ
"Andolsun Musa, size
açık delillerle gelmişti. Sonra onun ardından tuttunuz buzağıya taptınız. Söz
öyle zalimlersiniz işte!"[929]
Kur'ân'da, Allah'ın âyetlerini
inkâr etmek ve Allah'ın daha önce indirdiği vahiyleri değiştirmek de zulüm
olarak haber verilmiştir:
سَاءَ
مَثَلًا
الْقَوْمُ
الَّذينَ
كَذَّبُوا
بِايَاتِنَا
وَاَنْفُسَهُمْ
كَانُوا يَظْلِمُونَ
Ayetlerimizi yalanlayanlar
ve kendilerine de zulmeden topluluğun durumu ne kötüdür!"[930]
فَبَدَّلَ
الَّذينَ
ظَلَمُوا
مِنْهُمْ قَوْلًا
غَيْرَ
الَّذى قيلَ
لَهُمْ
فَاَرْسَلْنَا
عَلَيْهِمْ
رِجْزًا مِنَ
السَّمَاءِ
بِمَا
كَانُوا
يَظْلِمُونَ
"İçlerinden
zulmedenler, (söylediğimiz) sözü, kendilerine söylenmeyen bir sözle
değiştirdiler. Biz de haksızlık ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir azab
gönderdik."[931]
وَاِذَا
رَاَيْتَ
الَّذينَ
يَخُوضُونَ
فى ايَاتِنَا
فَاَعْرِضْ
عَنْهُمْ
حَتّى يَخُوضُوا
فى حَديثٍ
غَيْرِه
وَاِمَّا
يُنْسِيَنَّكَ
الشَّيْطَانُ
فَلَا
تَقْعُدْ
بَعْدَ الذِّكْرى
مَعَ
الْقَوْمِ
الظَّالِمينَ
“Âyetlerimiz hakkında
(münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye
kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan
sonra (hemen kalk), zalimler topluluğuyla oturma!"[932]
Peygamberliğe ve peygamberlere
inanmamak da zulümdür:
وَلَقَدْ
جَاءَهُمْ
رَسُولٌ
مِنْهُمْ فَكَذَّبُوهُ
فَاَخَذَهُمُ
الْعَذَابُ وَهُمْ
ظَالِمُونَ
"Şüphesiz ki, onlara
kendilerinden bir elçi geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine
devam ederken, azab onları yakalayıverdi."[933]
نَحْنُ
اَعْلَمُ
بِمَا
يَسْتَمِعُونَ
بِه اِذْ
يَسْتَمِعُونَ
اِلَيْكَ
وَاِذْ هُمْ نَجْوى
اِذْ يَقُولُ
الظَّالِمُونَ
اِنْ تَتَّبِعُونَ
اِلَّا
رَجُلًا
مَسْحُورًا
"Biz onların, seni
dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında gizli konuşurlarken de o
zalimlerin: "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!"
dediklerini gayet iyi biliyoruz."[934]
وَقَوْمَ
نُوحٍ لَمَّا
كَذَّبُوا
الرُّسُلَ
اَغْرَقْنَاهُمْ
وَجَعَلْنَاهُمْ
لِلنَّاسِ
ايَةً
وَاَعْتَدْنَا
لِلظَّالِمينَ
عَذَابًا
اَليمًا
"Nuh kavmini de
peygamberleri yalanladıkları vakit- onları da boğduk ve onları insanlara bir
ibret yaptık. Zalimlere acı bir azab hazırladık."[935]
Allah'ın varlığına, birliğine,
gerektiği gibi sıfatlarına ve diğer imân esaslarına inanma hususunda Allah'ın
emirlerine ters hareket eden insanlarını zulüm içinde bulunduklarını, küfre
girdiklerini gösteren daha çok âyet ve hadisler vardır.
2-İnsanlar arasındaki
zulüm: Bu da, insanların
kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır.
Bilindiği gibi zulüm kavramı, Kur'ân'da çok geniş bir kullanım alanına
sahiptir. İnsanla insan arasındaki zulüm de, bu geniş alanda büyük bir yere
sahip bulunmaktadır. Zaten zulüm denince ilk olarak akla insanların
birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışları
zulüm olarak tanıtılmış, bunların işlenmemesi istenmiş ve işleyenler tenkid
edilmiştir. Bu çirkin hareketlerden bazılarını ve onların olumsuzluğunu bildiren
âyetlerden bir kısmı şöyledir:
Adam Öldürmek
وَاتْلُ
عَلَيْهِمْ
نَبَاَ
ابْنَىْ
ادَمَ بِالْحَقِّ
اِذْ
قَرَّبَا
قُرْبَانًا
فَتُقُبِّلَ
مِنْ
اَحَدِهِمَا
وَلَمْ
يُتَقَبَّلْ
مِنَ
الْاخَرِ
قَالَ
لَاَقْتُلَنَّكَ
قَالَ
اِنَّمَا
يَتَقَبَّلُ
اللّهُ مِنَ
الْمُتَّقينَ
() لَئِنْ
بَسَطْتَ
اِلَىَّ
يَدَكَ
لِتَقْتُلَنى
مَا اَنَا
بِبَاسِطٍ
يَدِىَ
اِلَيْكَ
لِاَقْتُلَكَ
اِنّى
اَخَافُ اللّهَ
رَبَّ
الْعَالَمينَ
() اِنّى
اُريدُ اَنْ
تَبُوأَ
بِاِثْمى
وَاِثْمِكَ
فَتَكُونَ مِنْ
اَصْحَابِ
النَّارِ
وَذلِكَ
جَزؤُا الظَّالِمينَ
"Onlara, Adem'in iki
oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de
birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurban kabul
edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden); "Ând olsun seni öldüreceğim" dedi.
Diğeri de, Âllah ancak sakınanlardan kabul eder. Andolsun ki sen, öldürmek için
bana elini uzatsan (bile), ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben,
âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, hem benim
günahımı, hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın.
Zalimlerin cezası işte budur" dedi."[936]
Hırsızlılık Yapmak
قَالُوا
جَزَاؤُهُ
مَنْ وُجِدَ
فى رَحْلِه فَهُوَ
جَزَاؤُهُ
كَذلِكَ
نَجْزِى
الظَّالِمينَ
"Onun (hırsızlık
yapmanın) cezası, kayıp eşya, yükünde bulunan kimseye verilir. İşte ona el
koymak, onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız, dediler."[937]
Zina yapmak
وَرَاوَدَتْهُ
الَّتى هُوَ
فى بَيْتِهَا
عَنْ نَفْسِه
وَغَلَّقَتِ
الْاَبْوَابَ
وَقَالَتْ
هَيْتَ لَكَ
قَالَ
مَعَاذَ
اللّهِ اِنَّهُ
رَبّى
اَحْسَنَ
مَثْوَاىَ
اِنَّهُ لَا
يُفْلِحُ
الظَّالِمُونَ
"Yûsuf'un, evinde
kaldığı kadın, onun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip Haydi
gelsene. !" dedi. (Yusuf); Allah'a sığınırım. Efendim bana güzel baktı
(Ben nasıl onun iyiliğine karşı hıyânet ederim.) Zalimler iflâh olmazlar,
dedi"[938]
Suçlu İnsanları Bırakıp Suçsuzları Cezalandırmak
قَالُوا
يَا اَيُّهَا
الْعَزيزُ
اِنَّ لَهُ
اَبًا
شَيْخًا
كَبيرًا
فَخُذْ
اَحَدَنَا مَكَانَهُ
اِنَّا
نَريكَ مِنَ
الْمُحْسِنينَ
() قَالَ
مَعَاذَ
اللّهِ اَنْ
نَاْخُذَ اِلَّا
مَنْ وَجَدْنَا
مَتَاعَنَا
عِنْدَهُ
اِنَّا اِذًا
لَظَالِمُونَ
“Dediler ki: "Ey
vezir, onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok üzülür). Onun
yerine (bizden) birimizi al. Zira biz seni iyilik edenlerden görüyoruz"
(vezir): "Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah'a
sığınırız. Yoksa biz zulmedenlerden oluruz dedi."[939]
Allah'ın İndirdiği Ahkâm İle Hükmetmemek
وَكَتَبْنَا
عَلَيْهِمْ
فيهَا اَنَّ
النَّفْسَ
بِالنَّفْسِ
وَالْعَيْنَ
بِالْعَيْنِ
وَالْاَنْفَ
بِالْاَنْفِ
وَالْاُذُنَ
بِالْاُذُنِ
وَالسِّنَّ
بِالسِّنِّ
وَالْجُرُوحَ
قِصَاصٌ
فَمَنْ
تَصَدَّقَ
بِه فَهُوَ
كَفَّارَةٌ
لَهُ وَمَنْ
لَمْ
يَحْكُمْ بِمَا
اَنْزَلَ
اللّهُ
فَاُولئِكَ
هُمُ الظَّالِمُونَ
"Ve kim Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse, işte zalimler onlardır."[940]
Bundan önceki âyette de Yüce
Allah, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin kâfirler olduğunu bildirmiştir:
وَمَنْ
لَمْ
يَحْكُمْ
بِمَا
اَنْزَلَ
اللّهُ
فَاُولئِكَ
هُمُ
الْكَافِرُونَ
"Kim Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse, işte kâfirler onlardır."[941]
Hz. Muhammed (a.s) de,
insanın insana zulmetmesini yasaklamış ve İslâm dininde zulmün yerinin
olmadığım belirtmiştir. Mazlumun duasından sakınınız. Çünkü onunla Allah
arasında perde yoktur"[942] diyerek, zulmün ne kadar kötü ve zararlı bir
şey olduğuna işaret etmiştir.
Rasûlüllah (a.s) veda
hutbesinde sık sık zulümden sakınmayı emretmiştir.[943]
Diğer bir hadiste de; Müslüman, diğer müslümanların onun elinden ve
dilinden emin oldukları kimsedir"[944] diyerek zulmün nasıl bir afet olduğunu ifade etmiştir.
Zulmün âhiretteki azabını bildiren
bir hadis de şöyledir:
"Zulümden sakınınız.
Zira zulüm, kıyâmet günü (sahibini saran) karanlıklar (olacak)dır."[945]
Ebû Musa (r.a)'dan
nakledildiğine göre, Hz. Muhammed (a.s); Âllah, zalime (bir müddet) mühlet
verir. Onu bir defa yakaladığı vakit de, felâh vermez" Ondan sonra da:
"İşte Rabb'in, zulmeden şehirlerin (halkını) yakaladığı zaman, böyle
yakalar. Çünkü O'nun yakalaması çok acı ve çok çetindir."[946] âyeti
okunmuştur.[947]
Bir de Rasûlüllah (a.s) dünya
hayatında insanlara zulmetmenin, ahirette, zulmeden kişiyi iflasa götüreceğini
bildirmiştir.
Ebû Hureyre (r.a)'ın
naklettiğine göre, (bir gün); Müflis kimdir, biliyor musunuz?" diye
sormuştur. (Hazır bulunan) ashâb: "Müflis bizim aramızda, parası olmayan
ve malı bulunmayandır" deyince, o şöyle devam etmiştir: "Ümmetimden
müflis, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevabı ile, (ve amel defterine) şuna
sövdü, buna zina iftirası yaptı, şunun malını yedi, bunun kanını döktü, şunu
dövdü (diye yazılmış olarak) gelen kimsedir. Onun hasenatının sevâbından (hak
sahibi olan) şuna, buna verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce ibâdet ve
iyiliklerinin sevabı tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine
yüklenir. Sonra (onların günahları ile birlikte) cehenneme atılır."[948]
3- Zulmün bir çeşidi de,
insanın kendi kendine zulmetmesidir. Bu hususta da çeşitli âyetler vardır. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:
وَمَا
اَرْسَلْنَا
مِنْ رَسُولٍ
اِلَّا لِيُطَاعَ
بِاِذْنِ
اللّهِ
وَلَوْ
اَنَّهُمْ
اِذْ
ظَلَمُوا
اَنْفُسَهُمْ
جَاؤُكَ فَاسْتَغْفَرُوا
اللّهَ وَاسْتَغْفَرَ
لَهُمُ
الرَّسُولُ
لَوَجَدُوا اللّهَ
تَوَّابًا
رَحيمًا
"Biz hiç bir
peygamberi, Allah'ın izniyle itâat edilmekten başka bir amaçla göndermedik.
Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah'tan
günahlarını bağışlamasını isteseler ve Rasûl de onların bağışlanmasını
dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı."[949]
هَلْ
يَنْظُرُونَ
اِلَّا اَنْ
تَاْتِيَهُمُ
الْمَلئِكَةُ
اَوْ
يَاْتِىَ
اَمْرُ رَبِّكَ
كَذلِكَ
فَعَلَ
الَّذينَ
مِنْ قَبْلِهِمْ
وَمَا
ظَلَمَهُمُ
اللّهُ
وَلكِنْ
كَانُوا
اَنْفُسَهُمْ
يَظْلِمُونَ
"(İnkâr edenler),
ille kendilerine meleklerin gelmesini, yahut Rabb'inin (azab) emrinin gelmesini
mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi.
Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."[950]
ثُمَّ
اَوْرَثْنَا
الْكِتَابَ
الَّذينَ اصْطَفَيْنَا
مِنْ
عِبَادِنَا
فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ
لِنَفْسِه
وَمِنْهُمْ
مُقْتَصِدٌ
وَمِنْهُمْ
سَابِقٌ
بِالْخَيْرَاتِ
بِاِذْنِ
اللّهِ ذلِكَ
هُوَ
الْفَضْلُ
الْكَبيرُ
"Sonra Kitabı
kullarımız arasında seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine
zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırda öne geçendir.
İşte büyük lütuf budur."[951]
Yukarıda sayılan çeşitlerden
hangisi olursa olsun, zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve sapmalara sebep
olmaktadır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış düzenini bozmamakta,
nasıl yaratılmışlarsa, öyle hareket etmektedirler. Allah'ın emir ve yasaklarım
dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise, insanın yaratılış gayesinin
dışına çıkmaktadırlar. Bu halleriyle de, varlıklar arasında en büyük
zalimlerden olma durumuna düşmektedirler. Onun için Allah ve Râsulü genel
olarak zulmü yasaklamışlardır. Bir de, bütün peygamberler insanları Allah'a
inanmaya ve O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeye çağırmışlardır. Bu
davete kulak vererek imâna gelen ve ibadete sarılanlar huzur, saadet, mutluluk
ve başarı elde etmişlerdir.
Bu davete kulak vermeyerek
peygamberlerin yoluna muhâlefet edenler ise, zalimlerden olmuşlar ve başlarına
büyük musibetler gelmiştir. Kur'ân'da, peygamberlerin emrini dinlemeyen nice
toplulukların başına gelen felâket ve musibetler haber vermiştir. Bu bilgiler,
zulüm işleyen zalimlerin sonu açısından son derece ibret vericidir.
30)Kendini Beğenmişlik (Ucb)
Ucb: Bir insanın kendisini üstün ve faziletli sanıp başkalarını
daha aşağıda görmesine "kendini beğenme" ya da dinî tabirle
"ucb" denir. Çok kötü bir huy olan kendini beğenme, kibir ve gururun
sonucudur; sahip olduğu nimetlerin Allah'tan geldiğini ve yine bir gün yok olup
gidebileceğini düşünmemektir; insanın, aciz ve zayıf bir kul olduğunu
unutmasıdır.
Kendini beğenenler, diğer
insanların aklını, fikir ve düşüncelerini, davranışlarını, hatta giyim ve
kuşamlarını beğenmez, nefislerinden başka bir şey düşünmez, inatçılıktan da
geri kalmaz. Onlara göre kendileri değerli, başkaları değersizdir. Her
yaptıkları iyi, her eksiklikleri fazilettir. Her yüksek makama onlar layıktır.
Kendini beğenmek, kibirle aynı
anlamda gibi görünüyorsa da aralarında bir fark vardır. Mesela, bir adam
dünyada tek başına kalsa, bu kişinin kibirlenmesi düşünülemez, ancak kendini
beğenmesi düşünülebilir.
Kendini beğenme ilk defa şeytanın
yaptığı bir iştir. Bu yüzden cennetten kovulmuş ve rahmetten
uzaklaştırılmıştır. Halbuki Hz. Âdem (a.s) tövbesi ve tevazuu sebebiyle Allah
Teâla'nın merhametine nail olmuş ve övgüsünü kazanmıştır.
Kendini beğenenlerin yaptıkları
akıl dışı davranışlardan biri de, bol bol öğünmeleridir. Böyle bir huya
yakalananların, bu durumdan kurtulmalar için, faziletli ve ahlaklı kişiler ile
düşüp kalkmaları gerekir. Öyle kişileri kendilerine ayna edinerek, kusurlarını
görmek ve güzel huylar kazanmaya çalışmak zorundadır: Kendi kusurlarını
görmeyen bir kişinin, olgun bir ahlaka sahip olması çok zordur. Bu durumu ifade
eden şöyle bir söz söylenmiştir: "Kişi noksanını bilmek gibi irfan
olmaz."
Kur'an-ı Kerim'de bu konuyla
ilgili olarak şöyle bir olay anlatılmaktadır:
لَقَدْ
نَصَرَكُمُ
اللّهُ فى
مَوَاطِنَ كَثيرَةٍ
وَيَوْمَ
حُنَيْنٍ
اِذْ
اَعْجَبَتْكُمْ
كَثْرَتُكُمْ
فَلَمْ
تُغْنِ
عَنْكُمْ
شَيًْا وَضَاقَتْ
عَلَيْكُمُ
الْاَرْضُ
بِمَا رَحُبَتْ
ثُمَّ
وَلَّيْتُمْ
مُدْبِرينَ ()
ثُمَّ اَنْزَلَ
اللّهُ
سَكينَتَهُ
عَلى رَسُولِه
وَعَلَى
الْمُؤْمِنينَ
وَاَنْزَلَ
جُنُودًا
لَمْ
تَرَوْهَا
وَعَذَّبَ
الَّذينَ كَفَرُوا
وَذلِكَ
جَزَاءُ
الْكَافِرينَ)
"And olsun ki Allah
size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası da
olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de boğularak
arkanıza, döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti. Bozgundan sonra Allah,
peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkar
edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur. "[952]
Bu ayetlerde anlaşan olay, şu
şekilde geçekleşmiştir: Hz. Peygâmber (a.s), Mekke'yi fethettikten sonra, bazı
Arap kabileleri duydukları, endişe ve korkudan dolayı kıpırdanmaya başlamışlar
ve birleşerek güçlü bir ordu kurmaya teşebbüs etmişlerdi. Bunun üzerine
Resulullah (a.s) 12.000 kişilik bir ordu hazırlamış ve düşmana karşı yola
çıkılmıştı. Ordu içinde bulunan bazı kişiler, düşmanların teşkil ettikleri
sayıların azlığı ve kendilerinin çokluğu sebebiyle böbürlenmişler, yani
kendilerini beğenmişler ve gerçek kudret ve kuvvetin Allah'ın olduğunu bir an
unutmuşlardı.
Bu düşüncelerle savaşa girişen
İslâm ordusu, ilk anda yenilgiye uğramış, ancak Hz. Peygamber (a.s)'ın duası ve
askerî dehası kısa sürede, dağılan İslâm ordusunu toparlamaya yetmişti. İlk
anlarda mağlub olan ordu, kısa zamanda savaşın kaderini değiştirmiş ve üstünlük
sağlamıştı. Bu arada Allah, peygamberi ve müminler üzerine sükunet, güven, kalp
yatışkanlığı indirmişti.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
ثَثٌ
مُهْلِكَاتٌ
شُحٌّ
مُطَاعٌ وَهَوىً
مُتَّبَعٌ
وَاِعْجَابُ
الْمَرْءِ بِنَفْسِهِ
"Üç şey helak edicidir: İtaat edilen
aşırı cimrilik, uyulan hevesat ve
kişinin kendini beğenmesi (ucb)."
Ayet-i kerimede, "Nefislerinizi temize çıkarmayın
(kusursuz addetmeyin)"[953] buyrulmuştur.
Hadislerin verdiği derse göre, kişiye günah olarak ucb yeterlidir.
Hatta kişinin, kendini günahsız bilme
günahına düşmektense, günah işleyip tevbe etmesi daha iyidir:
لَوْ
لَمْ
تُذْنِبُوا
لَخَشِيتُ
عَلَيْكُمْ
مَا هُوَ
اَكْبَرُ
مِنْ ذلِكَ:
الْعُجْبُ
اَلْعُجْبُ
"Siz hiç günah işlememiş olsanız, ben onun daha büyüğünden sizin
için korkarım: O da ucubtur, ucubtur."
Kibre düşen kimsenin haliyle ilgili bir tasviri Gazâlî'den sunup, bu
mevzuda daha fazla bilgi için onun ölmez
eseri İhya'yı tavsiye edeceğiz. [954]
ـ ولمسلم
عن أبي هريرة
قال: قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
: وَالَّذِي
نَفْسِي
بِيَدِهِ
لَوْ لَمْ تُذْنِبُوا
لَخَشِيتُ
عَلَيْكُمْ
مَا هُوَ
أشَدُّ
منْهُ،
وَهُوَ
الْعُجْبُ.
Müslim'de Ebu Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim kudret
elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi
toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve
onları mağfiret ederdi."[955]
Rezîn şu ziyadede bulundu: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah
işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden
korkarım."[956]
Kendini beğenmenin bir takım
sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, kişinin münafıklığı âdet haline
getirmiş olması ve etrafındakilerin övgüleri ile şişirilip uçurulmasıdır.
İnsan; kendini beğenmeyi terkederse ve onun sebeplerinden uzak durursa, onun
yerine tevazu gönlüne yerleştirir. Bu ise, insanların sevgisine ve samimi
teveccühlerine en kuvvetli vesiledir.
31)Suizan Sahibi Olmak
Sûizan: Kötü zann, fena tahmin,
şüphe "Sû" "fenalık, kötülük" demektir.
"Sû-i hareket (kötü
davranış)", "sûi ahlâk (kötü ahlâk)", "sû-i niyet (kötü
niyet)" vb. gibi, "sû-izan" da, "kötü zan"
anlamındadır. "Sû" kelimesi, verilen örnekler ve benzerlerinde,
daima, "sıfat" anlamını ifade eder.
"Zan" kelimesi ise,
"sanma; farz ve tahmin etme; ihtimâle göre hükmetme" demek olduğu
gibi, "şek, şüphe, tereddüd, vehim, hayâl" gibi anlamlara da gelir.
"Sû-i zann"ın zıddı
(karşıtı), "Hüsnüzan * (hüsn-i zan)"dır. "Hüsn",
"güzellik, iyilik, hoşluk, olgunluk, mükemmellik" demektir.
"Hüsn-i ahlâk (iyi - güzel ahlâk)", "hüsn-i hat (güzel
yazı)", "hüsn-i niyet (iyi niyet)"... gibi, "hüsn-i
zan"da, "iyi-güzel zan; bir kimse veyâ bir olayın iyiliği hakkında
vicdânî kanâat" demektir.
Görüldüğü gibi, iki türlü
"zan" vardır. Zan, "tahmin" ve "ihtimâl''e dayandığına
göre, bu konuda alınacak tavır ne olmalıdır. Kur'ân ve Hadis, bu hususla ilgili
davranışın nasıl olması gerektiğine açıklık getirmektedir: Kur'ân-ı Kerim'de:
يَآاَيُّهَا
الَّذِينَ
اَمَنُوا
اجْتَنِبُوا
كَثِيرًا
مِنَ
الظَّنِّ اِنَّ
بَعْضَ
الظَّنِّ اِثْمٌ
"Ey inanan (mü'min)ler! Zannın bir
çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır... " buyurulmuştur.[957]
Âyette, "zanların birçoğundan kaçınınız" denilmekte; sebep olarak da,
"bazılarının günah olduğu ifade edilmektedir. Demek ki, zannın hepsi günah
değildir; hattâ Allah'a ve mü'min (inanan)lere hüsn-i zanda bulunmak
gereklidir. Nûr Süresi'nde:
لَوْلاَ
اِذْ
سَمِعْتُمُوهُ
ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ
وَالْمُؤْمِنَاتُ
بِاَنْفُسِهِمْ
خَيْرًا
"Onu işittiğiniz
vakit erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin, kendi vicdanları (önünde) iyi bir
zann'da bulunup da..." buyurulduğu gibi [958]
bir Kudsî Hadis'de de:
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan rivayet
edilmiştir: Nebî (a.s.) şöyle buyurdu: “Allah
(c.c.) şöyle buyurdu: “Ben kulumun, Benim hakkımdaki zannı üzereyim..”[959]
Keşşâf ve benzeri büyük Kur'ân
müfessirleri, "doğruyu ve yanlışı, açık belirtileriyle seçmeden, iyice
gözleyip düşünmeden zanda bulunulmamasını" önemle tavsiye etmekte,
"açıkta bir sebebi ve doğru belirtisi bulunmayan zannın harâm olduğunu,
kaçınılması gerektiğini" belirtmektedirler. İhtimal üzerine hüküm olan
zanlar, gerçeğe uymadığından, başkasına bühtan ve iftira olacağından, zanda
bulunanı vebâl altına sokacaktır.
Bütün bunlardan, zan konusunda
çok dikkatli olmak gerektiği ve "Sû-i zann"ın ise, kesinlikle yasak
olduğu, açıkça anlaşılmaktadır. Sû-i zann'ın harâm olmayanı, yalnızca fısk ve
fucûr (günahkârlık) ile tanınan kimselere karşı yapılanıdır. Durumu kesin
olarak bilinmeyen birine hüsnüzan gerekmese bile, Sû-i zan da câiz değildir.
Sû-i zan'dan kaynaklanan
"tecessüs" hakkında da, daha önce verilen Hucurât Süresi'ndeki
âyette, "tecessüs de etmeyin" buyurulmaktadır. Tecessüs,
"Onun-bunun durumlarını araştırmak, eksik (kusur)lerini öğrenme
isteği"dir. Allah tarafından yasaklanan bu davranışla ilgili olarak Hz.
Peygamber (a.s)'de:
"(Sebepsiz) zandan
sakınınız. Zira zan sözlerin, yalanı çok olanıdır. Birbirinizin ayıbını görmeye
ve duymaya çalışmayınız. Birbirinizin mahrem hayatını da araştırmayınız."[960]
Günah: Allah'ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç sayılan
davranışlar İslâm şerîatının ve temiz insan fıtratının yapılmamasını emrettiği
hususlar Arapça'da günâh'ın karşılığında; İsm, zenb, isyan, cürm kelimeleri
kullanılır. İsm, günâhın tam karşılık anlamıdır. Zenb (cürm), insanın Allah'ın
rızasını kazanmasını engelleyen; isyan, Allah'a itaat etmemek-demektir.[961]
Yahudî ve Hıristiyanlar
dinlerinin birçok esaslarını bozdukları gibi günâh kavramım da kendi arzularına
uygun olarak değiştirmişlerdir. Yahudiler; Allah'ın seçilmiş kulları oldukları
inancıyla, kendi ırklarından olmayan insanlara yaptıkları kötülükleri mübah
kabul ederler. Kendilerinin cehennemde sayılı günler kalacaklarına, sonra
yalnızca kendi ırklarının cennete gireceğine inanırlar. Bu materyalist millet
eskiden günâh keçisi adını verdikleri bir keçiyi sırtına günâhlarını
yükledikleri gerekçesiyle çöle salarlar ve böylece günâhlardan kurtulduklarına
inanırlardı.
Hıristiyanlar Hz. Âdem (as)'ın
işlediği ilk günâhtan dolayı bütün insanların günahkâr doğduğuna; Hz. İsa (a.s)'ın
kendisini feda ederek insanların günâhlarım temizlediğine inanırlar. Hz. İsa (a.s)'ın
ölümünü temsil eden vaftiz ayini ile çocukların günahlarından temizlendiğini
kabul ederler. Bağışlama yetkisini böylece Tanrının elinden alan Hıristiyanlar,
insanları sonraki dönemlerde kontrol etmek için günâhlarını papazlara itiraf
ettirmek süretiyle bağışlarlar. Bu işleme Hıristiyanlıkta "günâh çıkarma" denir. İlk defa dördüncü Latran Konsili'nde (1215)
ergenlik çağına giren her Hıristiyan için yılda bir defa günâh çıkarma kararı
alınmıştır. Papazların kiliselerde günâh çıkardıkları özel yerlere günâh
çıkarma hücreleri denilir. Bu hücreler kiliselere 16. yüzyıldan itibaren
eklenmiştir.
İslâm, bir ırk ve sınıfın
imtiyazını, insanların günâhlı doğduklarını, günâhların şahıslar tarafından
affedilebileceğini kabul etmez.
وَقَالُوا
لَنْ
تَمَسَّنَا
النَّارُ
اِلَّا
اَيَّامًا
مَعْدُودَةً
قُلْ
اَتَّخَذْتُمْ
عِنْدَ
اللّهِ
عَهْدًا
فَلَنْ
يُخْلِفَ
اللّهُ
عَهْدَهُ
اَمْ
تَقُولُونَ
عَلَى اللّهِ
مَالَا
تَعْلَمُونَ
“İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün müstesna, bize
ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü
aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri
mi söylüyorsunuz?”[962]
"Doğan her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar.
Sonra anası-babası onu Yahudî, Hıristiyan veya Mecusi yapar."[963]
"Annesinden doğan her insan fıtrat üzerine
tertemiz doğar."[964]
İslâm, insanın bir başkasının
yaptığından, gücünün yetmediğinden sorumlu olmadığını kabul eder. Kişinin
sorumlu olabilmesi için olgunluk yaşında ve aklının başında olmasını şart
koşar.
Kişi kendi hür iradesi ile,
isteyerek yaptığı işlerden sorumludur. Dileme ve tercih etme insana aittir.
İşin varlık âlemine çıkması ise Allah'ın yaratması iledir. İnsan o işin meydana
gelmesine sebep olan irade etme ve bunun sonucu olarak o amele meyletmekten
sorumludur: Ayrıca Allah, unutarak liata ile, bilmeyerek, uykuda uyuyup kalmak
süretiyle meydana gelen günâhlardan da insanı sorumlu tutmamaktadır.
İslâm, insanın günâh işlemesiyle
sonuna kadar kötü kalacağını kabul etmez. İnsanın günâhının affedilmesini
başkalarının tasarrufuna bırakmaz. Kulun Allah'a tövbe etmesi, her yerde, her
zaman mümkündür.
وَهُوَالَّذى
يَقْبَلُ
التَّوْبَةَ
عَنْ عِبَادِه
وَيَعْفُوا
عَنِ
السَّيَِّاتِ
وَيَعْلَمُ
مَاتَفْعَلُونَ
“O, kullarının tevbesini
kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”[965]
Hz. Peygamber (a.s) de insanları tövbe etmeye teşvik
etmiştir: "Bütün insanlar hatalıdır; hatalı insanların
Allah katında en makbul olanları tövbe edenleridir."[966]
Günâhlarda ısrar etmek, hakkın
aynası olmak için yaratılan iman yeri olan kalbi karartır. Günâh kalbe işleyip
onu karartarak iman nurunu oradan çıkarıncaya kadar katılaştırır. Her bir
günâhın içinde küfre gidecek bir yol vardır. Günâh istiğfar (tövbe) ile hemen
yok edilmezse, kalbi kötülüğe sürükler ve Allah'ın itaatinden çıkmış bir kalp
hâline getirir.
Günâh düşünceden pratiğe
geçmemişse cezası olmaz. Resulullah (a.s)," Allahu Teâlâ ümmetimden
nefislerinde yapmayı arzuladıkları şeyleri yapmadıkları ve konuşmadıkları
müddetçe affetti[967] buyurmuştur.
Sorumluluk ve ceza açısından
günâhlar kebâîr ve sağîr diye iki kısma ayrılır.
Kebâir (büyük günâhlar)
Allah'ı tanımaya engel olan ve
yapılması hâlinde şer'î ceza gereken veya Allahu Teâlâ'nın cehennem azabıyla
tehdit ettiği günâhlardır. Bir başka görüşe göre Allah'ın yasakladığı her şey
büyük bir günâhtır. Büyük günahların sayısı hadis rivayetleri gözönünde
bulundurularak, yedi, dokuz, yetmiş, ikiyüz olarak tespit edilmiştir.[968]
Büyük günâhların belli başlıları
şunlardır; Allah'a ortak koşmak, adam öldürmek, zina iftirasında bulunmak, zina
etmek, islâmî cihaddan kaçmak, sihir yapmak, yetimin malını yemek, ana-babaya
karşı gelmek, Mekke'nin hareminde günâh işlemek, faiz yemek, hırsızlık yapmak,
içki içmek, kumar oynamak. Bir müslüman hatife almadan, kalbinde tasdik olduğu
halde büyük günâh işlerse, dinden çıkıp kâfir olmaz. Ehl-i sünnet, büyük günâh
işleyen kimsenin kâfir olmayacağını, cehennemde ebedî kalmayacağını, tövbe
etmeden ölürse dahî, Allah dilerse fazl-ı keremiyle onu affedeceğini, dilerse
adâletiyle cehennemde ona azap edeceğini kabul eder.[969]
Kebâirin (büyük günâhların) en
büyüğü Allah'ı tanımamak, zatında, sıfatında ve fiillerinde O'na ortak
koşmaktır. Buna ekberu'l-kebâir denir.
اِنَّ
اللّهَ لَا
يَغْفِرُ
اَنْ
يُشْرَكَ بِه
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَقَدِ
افْتَرى اِثْمًا
عَظيمًا
“Allah, kendisine ortak
koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için
bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.”[970]
Allah'ın rahmetinden
ümidini keserek serkeşlik yapmaya devam etmek veya azabından emin olarak günâha
aldırış etmeden tövbe etmemek caiz değildir. Mümin ne kadar günâh işlerse
işlesin korku ve ümid arasında olmalı, rabbinden yüz çevirmemelidir:
قُلْ يَا
عِبَادِىَ
الَّذينَ
اَسْرَفُوا عَلى
اَنْفُسِهِمْ
لَاتَقْنَطُوا
مِنْ رَحْمَةِ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ
يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ
جَميعًا
اِنَّهُ هُوَ
الْغَفُورُ
الرَّحيمُ
“De ki: Ey kendi nefisleri
aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah
bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[971]
وَاَنَّ
عَذَابى هُوَ
الْعَذَابُ
الْاَليمُ
“Fakat azabımın da pek
acıklı bir azap olduğunu kullarıma haber ver.”[972]
Bir mümin, kalbinde tasdik,
dilinde ikrar olduğu halde günâh işler veya farzları yerine getirmede gevşeklik
gösterir, fakat bu günâhların karşılığında cezayı da hak ettiğine inanıyorsa bu
kişi günâhkâr mümindir. Allahu Teâlâ'nın böyle bir insanı küfürle vasıflaması,
mecâzîdir. Yani nimeti inkâr, nankörlük manasındadır. Bir müslüman günâhı helâl
kabul eder veya yapmadığı farzı inkâr ederse gerçek anlamıyla kâfir olur.
İslâm'ın esasları ile hükmetmemek
büyük bir günâhtır. Eğer İslâm'ın devrini bitirdiği, çağımızda gereksiz olduğu
inancı ile İslâm'ın hükümleri uygulanmıyorsa bu küfürdür. İman-küfür meseleleri
ve müminlerin tekfir edilmesi müstakil eserlere de konu olmuştur.
Sağir (küçük günâhlar)
Dünyada cezayı, ahirette de azabı
gerektirmeyen küçük suçlardır. Devamlı işlendiğinde küçük günâh küçük olmaktan
çıkar. Tövbe edilip mağfiret istendiğinde inşaallah affedilir. Âlimler
"Günâhın küçüklüğüne büyüklüğüne bakma, kime karşı suç işlediğine
bak" demişlerdir. Allah'ı tanımaya, kulluğa engel olan, Allah ile kulun
arasına perde olan herşey günâhtır.
Günâhlardan sakınmak, farzları
yapmaktan önce gelir. Önce kalp günâhlardan temizlenir, sonra farzları yapmakla
süslenir. Günâhlar ve haramlar dinî duyguyu helâl helâk eder, zehirler. Ancak
bu zehirler görünürde bal gibidir; tatlı gelebilir fakat insanın manevî
duygularını öldürür.
Unutulmamalıdır ki, her nimet
külfet karşılığıdır. Cennet ve Cemâlullah'ı isteyenler nefse tatlı gelen
günâhlara girmemek için birtakım külfet ve zorluklara katlanmak ve Allah'a
sığınmak zorundadır. Müminler ihsân sırrı ile Rabblerine kendilerini görüyormuş
gibi kulluk ederler. Sol omuzlarında günâhlarını yazan bir meleğin olduğunun
şuuru içinde hareket ederler. Güç yettiğince günâhlardan sakınıldığında Allah
küçük günâhları affedecektir:
اِنْ
تَجْتَنِبُوا
كَبَائِرَ
مَا تُنْهَوْنَ
عَنْهُ
نُكَفِّرْ
عَنْكُمْ
سَيَِّاتِكُمْ
وَنُدْخِلْكُمْ
مُدْخَلًا
كَريمًا
“Eğer yasaklandığınız
büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi
şerefli bir yere sokarız.”[973]
اَلَّذينَ
يَجْتَنِبُونَ
كَبَائِرَ
الْاِثْمِ
وَالْفَوَاحِشَ
اِلَّا
اللَّمَمَ اِنَّ
رَبَّكَ
وَاسِعُ
الْمَغْفِرَةِ
هُوَ اَعْلَمُ
بِكُمْ اِذْ
اَنْشَاَكُمْ
مِنَ الْاَرْضِ
وَاِذْ
اَنْتُمْ
اَجِنَّةٌ فى
بُطُونِ
اُمَّهَاتِكُمْ
فَلَا
تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ
هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنِ
اتَّقى
“Ufak tefek kusurları
dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki
Rabbin, affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz
annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir.
Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi
bilir.”[974]
Allahu Teâlâ mümin kulların
günâhlarını yaptıkları bazı ameller veya söyledikleri birtakım söz ve dualar
sebebiyle affeder, günâhlarına keffaret eder. Hz. Peygamber (as) şöyle
buyurmuştur: "Denizin
köpükleri kadar günâhı olsa da Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber, velâ havle
velâ kuvvete illâ billâh' diyen yeryüzündeki her insanın günâhına bu söz
keffaret olur."[975]
"Hiçbir kul yoktur ki bir günâh yapsın ve
kalkıp güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılarak bu günâhdan mağfiret dilesin
de, Allah onu affetmesin."[976] .
Peygamberler mâsumdur, günâh
işlemezler. Ancak, "zelle" denilen, peygamberlik makamı için kusur
kabul edilen amelleri vardır. Ehl-i sünnet şefaat, hesap, mizân, sırat, havz,
cennet, cehennem, kabir azabı ve münker-nekir sorgusunu hak ve dinin esası
kabul etmiştir.
Günah ve İsyanın Sonuçları
-İlimden yoksun kalmak: Zira, ilim, günahkâra verilmez.
-Rızkın kesilmesi: Günâhkârın rızkı harama gider, Allah'ın bereket ve ihsanı
kalkar.
-Kalp ve ruhun bozulması: Fıtrata uygun hal bozulur, hissizlik, vicdansızlık,
korkusuzlukla tövbeden uzaklaşır. İç dünya kararır, kalp paslanır, haya duygusu
ve ahlâk kalkar.
-İnsanlardan uzaklaşma: Nefsi ve en yakınlarıyla, toplumla yabancılaşan günâhkâr
yalnız kalmaya mahkum olur.
-Her günâh iz bırakır: Günâhların sonucu vücud, akıl ve diğer organlarda bir
kötülük doğurur. Her günâh bir başka günâha yol açar.
-Her günâh, İslâm dışı gelmiş
geçmiş bütün çirkin ulusların mirasıdır. Örneğin: Kibirlenmek Firavun'un;
eşcinsellik Lût kavminin mirasıdır.
-Günâh ve isyân, Allah'ın
azabının hak olmasına yol açar. Bela ve musibet gelir. Günâhın geçmişe, şimdiye
ve gelecek kuşaklara zararı dokunur.
-Günâhkârlar, meleklerin tövbe ve
istiğfarlarından, Hz. Peygamber (a.s)'ın şefaatinden mahrum kalırlar. Günâhlar
insanların imanını zayıflatır.
AHLAK DERSİNİN
TESTİ
Soru 1:Rasulüllah (a.s)’e göre en kötü düğün yemeği hangisidir?
Cevap : Zenginlerin çağrılıp, yoksulların davet
edilmediği düğün yemeğidir.
Soru 2:İslam’da çocuk terbiyesinin üç ana esası nedir?
Cevap : a- Çocuğu zararlı etkenlerin tahribatından
uzak tutmak. (Ahlaksız çevre, kötü arkadaş)
b- Başta anne ve baba olmak
üzere tüm büyüklerin iyi örnek olmaları.
c- İyi örnek olmayı, yumuşak
olmayı, sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü tatbikatla öğretmek ve yaşatmak.
d- Tüm verilecek terbiyenin
İslam’ın müsaade ve teşvik ettiği ölçüler çerçevesinde olmalı.
Soru 3 : Çocuk terbiyesinin en etkili ve zorunlu yaş dönemi hangisidir?
Cevap : 0-6 yaş arasıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz
(a.s)’e çocuğunu ilim öğretmek için getiren sahabeye çocuğun yaşını
sorduklarında aldıkları cevap altı yaş olunca Allah’ın Resulü (a.s)'ın cevabı: “Geç kalmışsın”
olmuştur.
Soru 4 : İnsanın kendi nefsine karşı görevleri nelerdir?
Cevap
: a- Bedenini terbiye etmek. Çünkü: “Kuvvetli mü’min, zayıf olan bir mü’minden
hayırlıdır.”
b- Sağlığı muhafaza etmek.
“Ölümden başka her derdin bir devası vardır.”
c- Vücudunu yıpratacak şeylerden
kaçınmak.
d- İradeyi kuvvetlendirmek.
Hakkı kabul edip, haksızlığı ve zararı ret etmek ve taklit etmemek.
e- Aklı ve zihni irfan
nurlarıyla aydınlatmak.
Soru 5 : Erkeğin hanımına karşı
görevleri nelerdir?
Cevap : a- Onunla güzel geçinmek, onu korumak ve
onu gözetmek.
b- Onun geçim ihtiyaçlarını
üstlenmek ve karşılamak.
c- Doğruluk, güzellik ve
sadakatten ayrılmamak.
Soru 6 : Kadının erkeğine karşı
vazifeleri nelerdir?
Cevap : a- Kocasının dine uygun emirlerini yerine
getirmek ve ona itaat etmek.
b- Kocasının namus ve şerefini
korumak.
c- Bulunduğu hale kanaatkar
olmak.
d- İsraftan kaçınmak.
e- Ev hanımı olacak şekilde
hareket etmek.
Soru 7 : Evladın ebeveyne (anne ve babaya- karşı sorumlulukları nelerdir?
Cevap : a- Saygı gösterip itaat etmek.
b- Anne ve babaya karşı “ÖF”
bile dememek, onları incitmemek.
c- Onların ihtiyaçları sırasında
yanında bulunmak.
d- Kabirlerini ziyaret etmek ve
duada bulunmak.
e- Vefatlarından sonra onların
dostlarına karşı saygı göstermek, ziyaretlerinde bulunmak.
Soru 8 : Anne ve babanın çocuklarına karşı sorumlulukları nelerdir?
Cevap : a- Doğduğunda müslüman ismi koymak.
b- Güçleri nispetinde onları
besleyip, büyütmek.
c- Onları İslam’a göre terbiye
etmek.
d- İslami ilimleri öğretip,
kazanç yollarını göstermek.
e- Onlara fazilet örneği olmak.
f- Dokuz yaşlarında iken
yataklarını ayırmak.
g- İbadetlere telkin edip
alıştırmak.
h- Akıl baliğ olduktan sonra
mümkünse hemen evlendirmek.
Soru 9 : Yüce Allah (c.c.)’dan
korkmak, haram ve şüpheli şeylerden kaçmak ve sakınmaya ne ad verilir? Böyle
olma hali nedir ve böyle olana ne isim verilir?
Cevap : İttika denir. Bu hale Takva, takva olan
kimseye de Muttaki denir.
Soru 10: Utanılacak şeylerden insanı koruyan hale, güzel huylarla
vasıflanmaya ve güzel huylu olmaya ne ad verilir?
Cevap : Edep denir.
Soru 11: İhlas ne demektir?
Cevap : Herhangi bir iş yada ameli güzel bir niyet,
saf bir kalple yapmak ve o işe başka bir şey karıştırmamaktır.
Soru 12: Riya ne demektir?
Cevap : Gösteriş demektir. Bir işi gösteriş için
yada bir maddi yarar maksadıyla yapmaktır.
Soru 13: Tevazu nedir?
Cevap : Kendini büyük görmemek, insanları hakir
görmemek, kendini olduğundan aşağı saymak.
Soru 14: Allah (c.c.)’a güvenmek, kulluk görevini yaptıktan sonra
başarıyı Allah (c.c.)’dan beklemek ve insan gücünün yetişemediği şeyleri Allah
(c.c.)’a bırakıp ümitsizlik ve keder içine düşmemeğe ne denir?
Cevap : Tevekkül denir.
Soru 15: Hüsnü zan ve Suizan ne demektir?
Cevap : Hüsnü zan: Bir iyiliğin üzerine inanç
beslemeye, güzel düşünmeye denir. Suizan: Her şeyde bir art niyet aramaya,
yanlış düşünüp yanlış yorumlamaya denir.
Soru 16: Dili gereksiz şeylerden koruyup, ihtiyaçtan fazlasını boş yere
konuşmamak haline, malayani denilen faydasız şeylerle uğraşmak ve ağza her
gelen şeyi söylemek gibi hallerden kaçınmaya ne denir?
Cevap
: Hıfz-ı Lisan (Dili korumak) denir. Peygamberimiz (a.s.)’de “Her kim Allah
(c.c.)’a ve ahiret gününe iman ediyorsa
ya hayır söylesin yada sussun” buyurmuşlardır.
Soru 17: Utanma, hicap, ar, namus duygularını çirkin şeylerden nefsin
arındırılması, edebe aykırı bir işin ortaya çıkmasından kalbin duyduğu
rahatsızlığa, sıkıntıya ne denir?
Cevap : Haya denir.“Haya imandandır, insanlardan
utanmayan Allah (c.c.)’dan da utanmaz.(hadis.)
Soru 18: Şecaat ne demektir?
Cevap
: Yiğitlik, kahramanlık, kalp metinliği, gerektiğinde tehlikelere atılabilme
özelliğidir.
Soru 19: Yapılan iyiliğin kıymetini bilmek, takdir etmek, söz yada işle
memnuniyet göstermeye ne denir? Karşıtı Küfran-ı Nimet (Nimeti inkardır.)
Cevap : Şükür.
Soru 20: Acıya katlanmak, bedene uygun düşmeyen hallere telaş göstermeden
karşı koymak olan faziletli hale ve başa gelen belalara “imtihandır” diyerek
üzülmeden sonunu beklemeye ne denir?
Cevap
: Sabır denir. “Allah (c.c.) sabredenlerle beraberdir.” (Ayet meali)
Soru 21: Sıla-i Rahim ne demektir?
Cevap : Akrabayı arayıp sormak, kusurlarını
bağışlamak, ihtiyaçlarında yardım etmek, onlarla görüşmek, sohbet etmek ve
ziyaretlerinde bulunmaktır.“Sıla-i Rahim ömrü uzatır.”
Soru 22: Müslümanların zihin uyanıklığı haline, bir şeyi çabukça anlayış
kabiliyetine, bir insanın ahlak ve davranışlarını yüzünden anlamak haline ne denir?
Cevap : Feraset denir. “Mü’minin ferasetinden
sakının. Çünkü o,Allah (c.c.)’ın nuru ile bakar” buyrulmuştur.
Soru 23: Kanaat nedir?
Cevap : Kısmete rıza göstermek, israftan kaçıp orta
bir halde hareket etmektir. “Kanaat tükenmez bir hazinedir.”
Soru 24: Danışmak, bir işin hayırlı olup olmadığını anlamak için uygun
görülen kimselerle görüşüp fikirlerini almaya ne denir?
Cevap : İstişare- Müşavere denir. “Müşavere eden
zarar görmemiştir.”
Soru 25: Söz gezdirmek, koğuculuk yapmak, bir kimse aleyhine söylenen
sözleri bir kötülük maksadı ile o kimseye ulaştırmak gibi yapılan çirkin huya
ne denir?
Cevap
: Nemime denir. "Koğucu olan (söz taşıyan- cennete giremez."
Soru 26: Müslümanların kalbinde zerre kadar dahi bulunsa cennete
girmelerine mani günah nedir?
Cevap : Kibir.
Soru 27: Kibirin tersi olan kelimedir. Kendini olduğundan aşağı göstermek
manasınadır. Alçak gönüllülüktür. Böyle olan kişiler kendisinden aşağı olan
kişileri küçük görmezler ve akranları arasında büyüklenmezler.
Her şeyi ben bilirim, en iyi ben bilirim demezler. Hatta bazen toprak
gibi mütevazi olurlar.
İnsanı olgunlaştıran ve topluma sevdiren bu güzel huyun adı nedir?
Cevap : Tevazu.
Soru 28: Mal, mülk Allah (c.c.)’ındır. Kulun elinde bulunan ve ölmeyecek
gibi biriktirdiği her şey bir imtihan vasıtasıdır. Kul elindeki bu imkanları,
kendisi ve diğer insanlar için en faydalı şekilde kullanmakla yükümlüdür.Böyle
davranmayan kimseyi ne Allah (c.c.), ne de kullar sever. Allah (c.c.)’ın
kendisine verdiği mal ve mülk emanetinin hakkını vermemiş olur.
Cömert insan hem Allah (c.c.)’a yakın, hem cennete yakın, hem de
insanlara yakındır.
Aynı zamanda cehennemden de uzaktır. Kötü huylu insansa Allah (c.c.)’dan,
cennetten, insanlardan uzak, cehenneme yakındır. Hem ferdi, hem de içtimai
zararları olan bu kötü huyun adı ve yine İslam’da hoş görülmeyen bunun aksi
huyun adı nedir?
Cevap : Cimrilik ve İsraf (Savurganlıktır).
Soru 29: Müslümanların eş, dost, akraba ve yakınlarını, hatta
memleketlerini ziyaret etmesi, görmesi, ilgi ve alaka kurması anlamına gelir.
Peygamber Efendimiz (a.s)’ın bu konu ile ilgili çok hadisleri olup, bu iş yapıldığı zaman
müslümanların cennete gireceklerini müjdelemiştir. İslam alimleride yapılması
gereken bu hareketin vacip, terkininde haram olduğunu söylemişlerdir. İslam
ıstılahında bu güzel işe ne ad verilir?
Cevap : Sıla-i Rahim.
Soru 30: İkiyüzlülük ve ara bozuculuğa ne ad verilir?
Cevap : Nifak.
Soru 31: Aksıran bir müslümanın “Elhamdülillah” demesi gerekir. Buna göre
yanında bulunan müslüman ne demesi gerekir?
Cevap : Yerhamükellah demesi gerekir.
Soru 32: Başkalarının evine gireceğimiz zaman öncelikle hangi kurallara
dikkat etmemiz gerekir?
Cevap : a- Selam veririz
b- Adımızı söyleriz
c- Sıfatımızı söyleriz
d- Künyemizi bildiririz.
KAYNAKÇA
(1)-Abdu'l-Vehhab
Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı Ehli'l-Eser
min Ehli's-Sünne ve'ş-Şi'a ve'l-imamiyye
Ve'z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.
(2)-Abdulbâki,
(Şair-i Meşhur Abdulbâki): Me'âlimu'l-Yakîn, Mevâhibu Ledünniyye Tercemesi, Hanımlara Mahsus
Gazete Matbaası, İstanbul 1322/1904. Eser 1008/1599 yılında Türkçeye
çevrilmiştir.
(3)-Abdurrezzak
İbnu Muhammed es-San'ani (v. 211). Musannafu
Abdur-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.
(4)-Ahmed ibnu
Hanbel (v. 241) Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel, 1313. Kahre
(baskısından ofset). Beyrut, tarihsiz.
(5)-Amidi,
Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam fi Usuli'l-Ahkam Kahire, 1968/1387.
(6)-Azimabadi-Ebu't-Tayyib
Muhammed Şemsü'l-Hakk, Tahkik: Abdurrahman Muhammed Osman, Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Medine, 1968.
(7)-Ayni-Bedru'd-Din
Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî
Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).
(8)-el-Aclunî,
İsmail İbnu Muhammed (v. 1162/1748): Keşfu'l-Hafa
ve Müzîlü'l-İlbâs ammâ İştehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut 1351.
(9)-Ahmed Muhammed
Şâkir: el-Bâ'isu'l-Hasîs Şerhu İhtisâri
Ulûmi'l-Hâdîs, Beyrut 1951.
(10)-Babanzâde,
Ahmed Naim: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Birinci cild,
Ankara, 1957.
(11)-Bediüzzaman
Said Nursi, Sözler, İstanbul 1962
(12)-Beyhaki Ebu
Bekr Ahmed ibnu'l-Huseyn (v. 958), es-Sünenü'l-Kübra
Haydarabad Deken 1353.
(13)-Birgivî, er-Tarikatü'l-Muhammediyye, (Mısır, Mustafa
el-Babil-Halebî,1379-1960) l57
(14)-Buharî, Ebi
Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred, Kahire, 1379.
(15)-Canan,
İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ankara 1988.
(16)-Cessas, Ebu
Bekir Ahmed İbnu Ali (v. 370), Ahkamu'l-Kur'an Kahire, ty.
(17)-Çağlar, Doğan,
Uyumsuz Çocuklar ve Eğitimi. A.Ü. Eğitim
Fakültesi yayını, Ankara, 1974.
(18)-Çakan, İsmail
Lütfi: Hadîslerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm
Yolları, İstanbul 1982.
(19)-Dârâkutnî, Ali
İbnu Ömer (v. 385/995): Ehâdîsu'l-Muvatta (Tahkîk:
Zâhidu'l-Kevseri, Keşfu'l-Gıta ile birlikte hazırlanmıştır), Mısır, 1946.
(20)-Darakutnî, Ali
İbnu Ömer (v. 358), es-Sünen Kahire, 1386/1966.
(21)-Dehlevi, Şah
Veliyyullah Ahmed İbnu Abdurrahim (v. 176) el-İnsaf
fi beyan-ı Sebebi'l-İhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fıkhiyye Kahire, 1398.
(22)-Ebu Bekr
İbnu'l-Arabi (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968
(23)-Ebû'l-Âlâ
Mevdûdi, Tefhimû'l-Kur'ân, İstanbul 1986
(24)-Ebu Dâvud,
Süleyman İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî el-Ezdî (v. 202/817): Risâletu Ebî Dâvud es-Sicistânî fi Vasfı Te'lîfihi
Li-Kitâbi's-Sünen (Tahkîk: Zahidü'l-Kevserî), Mısır, 1.369.
(25)-Fetevayı Hindiyye (Bir Heyet tarafından
hazırlanmıştır). 3. tab, Bulak 1310 baskısından ofset 1973.
(26)-Fetevayı Kadıhan (fetavayı
Hindiye ile basılmıştır).
(27)-el-Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl", Mısır 1968, 197-198
(28)-el-Hâkim, Ebu
Abdillâh Muhammed İbni Abdillâh en-Neysâbûrî (405/1014): Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut, 1935.
(29)-el-Hâkim el-Müstedrek alâ's-Sahîheyn, Haydârâbâd-Deken
1335.
(30)-Hamîdullah,
Muhammed: Muhtasar Hadîs Târihi ve Sahîfe-i
Hemmâm İbn Münebbih, Çvr. Kemal Kuşçu, İstanbul, 1967
(31)-el-Hatîb,
Muhammed Acâc: es-Sünne Kable't-Tedvîn, Kahire 1963.
(32)-el-Hatîbu'l-Bağdâdî,
Ebu Bekr Ahmed İbnu Ali (463/1070); el-Kifâye
fi İlmi'r-Rivâye, Mısır, 1972.
(33)-el-Hatîbu'l-Bağdâdî,
er-Rıhle fi Talebi'l-Hadîs, Beyrut, 1975.
(34)-…………………Takyîdu'l-İlm, Daru İhyai's-Sünne 1975.
(35)-Hattâbî, Ebu
Süleyman Ahmed İbnu Muhammed İbnu İbrâhim (v. 388/998): Me'âlimu's-Sünen, Humus, I969.
(36)-Hâzimî, Ebu
Bekr Muhammed İbnu Mûsâ (v. 584/1118): Şurûtu
Eimmeti'l-Hamse, Kahire 1357, (Makdisî'nin Şurût'u Eimmeti's-Sitte'si ile birlikte
Zâhidu'l-Kevserî'nin tahkîkiyle birlikte basılmıştır).
(37)-el-Hüseynî,
Abdü'l-Mecid Hâşim: el-İmâmu'l-Buhârî, Kahire, ty.
(38)-Hakim, Ebu
Abdillah Hakim en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek
Ala's-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.
(39)-Hattâbî, Ebu
Süleyman Ahmed İbnu Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen, Humus 1393/
1973, Birinci Tab.
(40)-Heysemi,
Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid, Beyrut, 1967.
(41)-Hakim Ebu
Abdi'l-İlah, en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek
Ala's-Sahibeyn, Haydarabad, Deken, 1335 (baskısından ofset), Beyrut
(42)-Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe Tefsir, İkinci Baskı,
İstanbul, 1960
(43)-Hamidullah
Muhammed, İslam Peygamberi, Tercüme: Said
Mutlu, İstanbul 1966
(44)-İmam Gazâlî, İhyâû Ulümi'd-Dîn, Terc. Ali Arslan, İstanbul 1972,
(45)-…………İhya, Kahire 1967
(46)-İbn Âbidin, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983
(47)-İbnu Hişam,
Ebu Muhammed Abdü'l-Melik (v. 218), es
Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1955,
(48)-İbnu Sa'd, Ebu
Abdillah Muhammed (v. 230), Tabakatu'l-Kübra, Beyrut, 1960,
(49)-İbnu'l-Esir,
İzzü'd-Din Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed
el-Cezerî (v. 630), Üsdü'l-Gabe Fî Ma'rifeti's-Sahabe, Kahire, 1970
(50)-İbnu'l-Arabi,
Ebu Bekr (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968.
(51)-İbnu
Abdi'l-Berr, Ebu Ömer Yusuf (v. 463), e-İsti'ab Fî Ma'rifeti'l-Ashab, Kahire 1328
(baskısından ofset),
(52)-İbnu Kesir
İmadü'ddin Ebu'l-Fida İsmail (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut, 1966
(53)-İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Mısır 1955
(54)-İbrahim Hakkı
Erzurumi (v. 1194), Marifetname, İstanbul,
1330
(55)-İbnu Haldun
Abdurrahman (v. 808), el-Mukaddime, Beyrut, ty.
(56)-İbnu Hazım, el
Hemedani; Ebu Bekr Muhammed İbnu Musa
(v. 584) Kitabu'l-İtibar fi Beyanı Nasih
ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966.
(57)-İbnu Hazm, Ebu
Muhammed Ali İbnu Ahmed (v. 456), el-Muhalla, Tahkik: Hasan
Zeydan Talebe Mısır.
(58)-İbnu Hibban,
Ebu Hatim Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu
İbnu Hibban Beyrut 1987.
(59)-İbnu Mace-Ebu
Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v. 275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed
Fuad Abdulbaki.
(60)-İbnu
Abdilberr, Ebu Ömer Yûsuf (v. 463/1070): Câmi'u
Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi, Medîne, 1968.
(61)-İbnu'l-Arabî,
Ebu Bekr Muhammed İbnu Abdillah (v.543/1148) Ârızatu'l-Ahvazî bi-Şerhi Sahîhi't-Tirmizî, Beyrut, ty.
(62)-İbnu Asâkir, Keşfu'l-Gıta fi Fazâili'l-Mustafa, 1946, Mısır.
(63)-İbnu Hacer,
Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Fadl Ahmed İbnu Ali el-Askalânî (v. 852/1448): Hedyü's-Sârî Mukaddimetu Feth'i'l-Bâri, Bulak 1301.
(64)-…………..Şerhu'n-Nuhbe, Mısır, 1934.
(65)-………….Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarâbâd-Deken 1328
(66)-………….Selamet Yolları, Tercüme: Ahmed Davudoğlu,
Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1972
(67)-İbnu Hamza
el-Hüseynî, es-Seyyid İbrahim İbnu's-Seyyid (v. 1120/1706): el-Beyân ve't-Ta'rîf fi Esbâbı Vürûdi'l-Hadîsi'ş-Şerif, Halebi 1329.
(68)-İbnu Hazm,
Ali, el-Endülusî (v. 457/1064): el-İhkâm
fi Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, tarihsiz.
(69)-İsfehani,
Ebu'l-Kasım el-Hüseyn ibnu Muhammed er-Rağıb (v. 502), el-Müfredat Fi Garibi'l-Kur'an, Mısır 1961
(70)-İbnu's-Salâh,
Ebu Amr Osman İbnu Abdirrahmân eş-Şehrezûrî (v. 643/1245): Mukaddime (veya Ulumu'l-Hadîs). Matbâ'atu'l-Âmire,
1931.
(71)-el-Kâri,
Nuru'd-Dîn Molla Ali İbnu's-Sultân Muhammed el-Herevî (v. 1014/1605): el-Esrâru'l-Merfu'a fi'l-Ahbâri'l-Mevzû'a, Beyrut, 1971.
(72)-el-Kâri, Şerhu Nuhbeti'l-Fiker, İstanbul 1327.
(73)-Kastalânî,
Ebu'l-Abbâs Şihâbu'd-Dîn Ahmed İbnu Muhammed (v. 923/1517): İrşâdu's-Sârî li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Bulak, 1304.
(74)-Keşmîrî,
Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri
fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, tarihsiz.
(75)-Kettânî,
es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed İbnu Ca'fer (v. 1345/1926): er-Risâletu'l-Müstetrafe li-Beyâni Meşhûri
Kütübi's-Sünneti'l-Müşerrefe, İstanbul 1986.
(76)-Kuşeyri Risalesi, Haz. Süleyman
Uludağ, İst. 1978,
(77)-Koçyiğit,
Talât: Hadîs Istılahları, Ankara 1980.
(78)-Koçyiğit,
Talât, Hadîsçilerle Kelamcılar Arasındaki
Münakaşakalar, Ankara 1969.
(79)-Koçyiğit
Talât, Hadîs Usûlü, Ankara 1975.
(80)-Kınalızade Ali
Efendi, Ahlak-ı Alaî (v. 980),
Bulak, 1248
(81)-Kasani,
Alauddin Ebu Bekr İbnu Mes'ud (v. 587), Bedai'u's-Sanai
fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.
(82)-Leknevî,
Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdü'l-Hayy (v. 1304/1886): er-Ref'u ve't-Tekmîl fi'l-Cerhi ve't-Ta'dîl, 2. tab,
Haleb, 1968.
(83)-Maverdi
Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya ve'd-Din İstanbul 1299
(84)-el-Mübarekfuri-Ebu'l-Ali
Muhammed Abdurrahman İbnu Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu'l-Ahvazi bi-Şerhi Cami't-Tirmizî, Kahire, 1963.
(85)-el-Muttaki,
Alaeddin Ali, Kenzu'l-Ummal, (v. 975),
Haleb, 1969.
(86)-Münavi-Şemsü'd-Din
Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031), Feyzu'l-Kadir
Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.
(87)-Müslim-Ebu'l-Hüseyin
Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik: Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.
(88)-en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303), es-Sünen, Kahire 1930.
(89)-en-Nevevî-Muhyi'd-Din
Ebu Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu Muslim, Mısır, ty.
(90)-Nûru'd-Dîn
İbnu Muhammed: el-İmâmu't-Tirmizî ve'l-Muvâzene Beyne
Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.
(91)-Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969,
(92)-er-Razi-Ebu
Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v. 606), et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed,
Kahire, tarihsiz.
(93)-es-Serahsî,
Şemsü'd-Dîn Ebu Bekr Muhammed İbnu Ahmed (v. 490/1096): Usûlu's-Serahsî, Haydarâbad-Deken, 1973.
(94)-Sezgin, Fuat: Buhârî'nin Kaynakları, İstanbul, 1956.
(95)-Sibâ'i,
Mustafa: es-Sünne ve Mekânetühâ fi
Teşrî'i'l-İslâmî, Dımeşk 1966.
(96)-Suyûtî,
Hâtimetu'l-Huffâz Celâlü'd-Dîn Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr (v.911/1505): Tedrîbu'r-Râvî fi şerhi Takrîbi'n-Nevevî, Medîne, 1959.
(97)-Şerbini
Muhammed eş-Şerbinî, Muğni'l-Muhtaç, Mısır
1958/1377.
(98)-Şafii,
Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale, Tahkik: Ahmed
Muhammed Şakir, Beyrut, tarihsiz.
(99)-eş-Şâtıbî, Ebu
İshâk İbrahim İbnu Mûsâ (v. 790/1388): el-Muvâfakât
fî Usûli'l-Ahkâm, Kahire. 1969.
(100)-İmam-ı Şarani, İslam Büyüklerinin Örnek Ahlakı ve Hikmetli Sözleri, Sönmez Neşriyat, İst. 1979
(101)-Şeyhu'l-Emir,
Muhammed: Müsnedu Şeyhi'l-Emîr Muhammed, Süleymaniye.
Bağdadlı Vehbi. Nu 316.
(102)-Taberi,
Muhammed İbnu Cerir (v. 310), Tarihu'l-Mülûk,
ve'l-Umem Mektebetu Hayyat, Beyrut,
tarihsiz (ofset)
(103)-Zehebî, Ebu
Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal
fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.
(104)-………Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.
(105)-Zürkâni, Ebu
Abdillah Muhammed İbnu Abdi'l-Bâki (v. 1122/1710): Şerhu Muvatta'ı'l-İmâmı Mâlik, Kahire. 1961.
BASKIYA HAZIRLANAN KİTAPLAR
1.KUR’AN’IN
RUHU-KUR’AN-I KERİM (Sebeb-i Nüzulü Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)
Bütün kitaplar tek bir
kitabı anlamak içindir,
Bütün bilgiler tek bir
bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün hakikatler tek bir
hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine
kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir
güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar tek bir
Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar tek bir yolu
yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi
anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey
ve aynı şeydir.
2. KIRK AYET –KIRK HADİS (Kırk Hadis)
Resûlullah
(a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben
kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum" (Abdullah
İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797). Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)
Sebeb-i
Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis.
Sünneti
anlamak için Peygamberi tanımak, Peygamberi tanımak için KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de
KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek şarttır.
3. EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)
Kaybetmişiz
Pusulamızı
Ebrehelerin
Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda
Ölüler
Abid
Taşlar
Mabud
Ağaçlar
Mabed Olmuş.
4. İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II
Cilt)
Ahlak,
ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün
güzelliği rengidir.
Bülbülün
ki, sesidir.
Göğün
ki, yıldızlardır.
Yerlerin
ki, bitkilerdir.
Dilberin
ki, cemalidir.
Yiğidin
ki, bileğidir.
Arifin
ki, bilgidir.
Abidin
ki, zikridir.
İnsanlığın
ki ise, AHLAKIDIR.
5. RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)
“En
güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle
dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta
olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)
Ebû
Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s) buyurdular ki:
"Şüphesiz
ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri
ihsâ eder (sayar, ezberler vedilinin
tesbihi haline getirirse) Cennete
girer.”(Tirmizi, ibn Hibban ve Hakim)
Esma-ül
Husna’nın bilinmesi üç şey için çok önemlidir:
1-İlahi
Rububiyyet; yüce Allah’ın Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine
ve nasıl yaratıcı, nasıl yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl
terbiye edici olduğunu öğrenmek.
2-İlahi
Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük,
nerde ve ne yaptığını öğrenmek.
3-İlahi
Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua
edilir, kimi sever, kime rahmet eder,
kimi ne için cehenneme koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri
öğrenmek.
6. YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)
Anlamak
(fıkh etmek), insanın ruh portresidir.
Anlayış
sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.
Anlayış
sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen
göklere çıkartılıp yükseltilirler.
Bazen
yerlere atılıp ezilirler.
7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER
(Peygamberlerin Hayatı IICilt)
Evrenin
en büyük sanatçısı Allah’tır.
Yüce
Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.
İnsanın
en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun
mimarları aziz Peygamberlerdir.
8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz.
Peygamber(a.s)'in Hayatı II Cilt)
Kaybolmuşuz
Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.
Yön
tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi
doğu.
Neresi
batı.
Neresi
kıble.
9. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne
Kadar Çocuk Terbiyesi)
“Her
çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”
Hiç
bir çocuk, anne ve babasının meşru veya
gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.
Her
çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.
Çocuklar,
ailenin balı ve dalı,
Toplumun
gülü ve bülbülü,
Kainatın
çiçeği ve eşrefidirler.
10. DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş
1)
Bütün
kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün
ilimler, tek bir ilimden onay alır, oda
KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün
ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
11. DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)
Usûl,
Arapça asl'ın çoğuludur.
Asl
sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.
Tefsir
usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı
Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların
zihinlerine, akıllarına yaklaştırma
çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve
müfessirlerin prensiplerini, şartlarını
ve çerçevesini belirleyen, tarihini
tespit eden ilim veya ilimlerin hepsine
birden verilen isimdir.
12. ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın
Hayatı II Cilt)
Rasulullah
(a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”!
Karşılıksız
vermek!
Çıkar
düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.
Zâhirde
ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar,
haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim,
cesaret vermek!… Karşılık beklemeksizin!
ALİ (r.a) gibi...
13. ADEMİN HİKMETİ
Adem
dedikleri;
el,
ayak,
baş
değil,
manaya derler.
Kaş,
göz
değil,
ruha
derler.
14. ALEMİN HİKMETİ
Her
insan bir ademdir.
Her
adem bir alemdir.
Her
alem bir sırdır.
Her
sır bir yitiktir.
Her
yitik bir hikmettir.
Her
hikmet bir hazinedir.
Her
hazine bir saadeti dareyndir.
15. EĞİTİMİN HİKMETİ
Her
Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.
Zira
inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir
parçasıdır.
Eğitim,
hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana
kazandırılmasıdır.
Öğretim
ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve
kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.
16. DÜŞÜNMENİN HİKMETİ
Felsefe;
“seviyorum,
peşinden koşuyorum ve arıyorum”;
anlamına
gelen ve
“bilgi,
bilgelik”
anlamına
gelen sözcüklerinden türeyen terimin
işaret
ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.
Buna
göre felsefe
“bilgelik
sevgisi”
yada;
“bilginin
peşinden koşma”
anlamına
gelir.
17. DÜŞLERİN HİKMETİ
Rüya
konusunda;
Batı
bilginleri genelde rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak
yorumlarken,
Doğu
bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak
da görmüşlerdir.
18. HAYALİN HİKMETİ
Fertte
çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik
hayatın esaslı faktörüdür.
19. MEDENİYETİN HİKMETİ
Allah'ın
indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet,
kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman,
amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda
yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.
20. ACILARIN
HİKMETİ (Şiir)
Şair,
Şiir yazarken,
çocuk
dünyaya getiren
bir
annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının
hepsi yalandır.
21. ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)
İslâm'a
göre şeref, müttakî olandır; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan,
Allah'ın emirlerini yerine getirendir.
22. AKLIN HİKMETİ
Akıl,
eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden
özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak
etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu
güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da
insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken
oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır.
Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince
yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.
23. NAMAZIN HİKMETLERİ
Namaz,
tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir
ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.
Sabah
namazının iki rekat olmasının hikmeti nedir? Öğle namazı niçin dört rekattır?
Bazı namazların iki ve üç veya dört rekat olmasının sebebi hikmeti nedir? İşte
bütün bunların hikmeti bu kitabın içinde geçer.
24. DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*
Nasihat,
İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî
erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin
bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir.
Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.
25.NAMAZIN DİLİ
Namaza
başlarken ve namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u
Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş
yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne
anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve
dili nedir?
[1] Kalem,68/4.
[2] İbn Hanbel, Müsned, 2, 381.
[3] Tirmizî, Birr, 62
[4] Buhârî, İmân, 41
[5] Tirmizî, Rad-Ebu Dâvud, Sünnet; Buhârî, Edeb, 39
[6] Bakara, 2/138.
[7] Buhârî, İmân, 41.
[8]
Kalem,68/4.
[9] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2, 381.
[10] Müslim, Eymân 21; Ebu Dâvud, Eymân 8; Tirmizî,
Ahkâm 19.
[11] Buhâri,
Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim,
İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11; Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret
60.
[12]
İnsan,76/8-9
[13] İsra,17/23-38.
[14] Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 1.
[15] Tirmizî, Radâ 11, (1162); Ebu
Dâvud, Sünnet 16.
[16] Tirmizî, Birr 62, (2003, 2004);
Ebu Dâvud, Edeb 8, (4799);
[17] Tirmizî, Birr 77.
[18] Müslim, Birr 15, (2553);
Tirsmizî, Zühd 52.
[19] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 64;
Ebu Dâvud, Cihâd
2; Nesâî, İman 9.
[20] Tevbe,9/24.
[21] Al-i İmran, 3/31
[22] Müslim, Fezail 142.
[23] Buhârî, Fedailu'l-Ashab 6, İsti'zân 27, Eymân 3.
[24] Müslim, İman 56, (34); Tirmizî, İmân 10.
[25] Ebu Dâvud, zekât 4.
[26] Hud,11/1-4
[27] Tevbe,9/31
[28]
Tevbe,9/31.
[29] İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'an-ı-Azim, İstanbul 1985, 4, 76
[30] Bakara, 2/165.
[31] Araf,7/99.
[32]
Nisâ, 4/18.
[33] Müslim, Tevbe, 23.
[34] Yusuf,12/87.
[35] Buhârî, İman 16, Ezân 81, Rikâk 18; Müslim, Salât 283, (782); Muvatta, Salâtu'l-Leyl 4, (1, 118); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 1 (3, 218); Ebu Dâvud, Salât 317,
[36] Buhârî, İman, 29.
[37] Buhârî, Tevhîd 15, 22, 28, 55, Bedi'ül'-Halk
1; Müslim, Tevbe 14; Tirmizî, Daavat 109.
[38] Ali-İmran,3/173
[39] Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikâk 24, Hudûd 19;
Müslim 91, (1031); Muvatta 14, (952, 953); Tirmizî, Zühd 53, (2392); nesâî,
Kudât 2.
[40]
Al-i İmran,3/175.
[41]
Bakara, 2/3
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an: 1/405-406.
[43] Ali İmran,3/135
[44] Ali-İmran,3/159
[45] Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyame, 60: Fahru'd-Din er-Razî,
Mefatihu'l-Gayb, Bulak 1289, 111, 122; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 7, 5063, 5064.
[46] Buhâr-î, Edeb, 18.
[47]
Ali-İmran, 3/190.
[48] Ali İmran,3/191.
[49] Beyine, 98/5
[50] Buhar-i, Hadis Öğrenme Babı 40. 67. La ilahe
ille'llâh’tan sonra Muhammed Resûlullah sözü vardır. Bunlar birbirini tamâmlar
ve ikisi asla ayrılmazlar. Peygamber'in şefâatından faydalanmayacak ferd
yoktur. Peygamberimiz bütün insanlığın dehşet yerinden rahat bulması için umûmî
bir şefaatçi olduğu gibi, bâzı kâfirlerin azablarının hafifletilmesi, cezaya
hak kazanan bâzı mü'minlerin cehennemden kurtulması, cehenneme girmiş mü'minlerin
kurtulması, bâzı mü'minlerin hesâbsız, azâbsız cennete girmesi, keza cennete
giren mü'minlerin derecelerinin yükselmesi için çeşit çeşit şefaatleri vardır.
Bu şefaatler içinden en ziyâde faydalanacakların muhlis mü'minler olduğunda
şübhe yoktur. Hadîsten: İlim ve hayra hırslı olmak, çünkü hırslı kişiyi bu
hırsı, gizli mes'eleleri ve ince ma'nâlan araştırmaya ulaştırır; âlimin
öğrencisini iyi düşünüp, onun ilim içtihadında daha araştırıcı olması için, onu
buna tenbîh etmesi; âlimin kendisine soruluncaya kadar ilimden sükût etmesi
ilmi gizlemek gibi olmayacağı; Ebû Hureyre'nin hadîs ve ilim öğrenmekteki hırsı
ve fazîleti; hitâb sırasında künyenin cevazı gibi hükümler alınmıştır.
[51] Tirmizî, Zühd, 17.
[52] Tirmizî, Zühd 17; İbnu
Mace, Zühd 21.
[53] Tirmizî, Kıyamet 31.
[54] İmamı Rabbânî,
el-Mektûbât, İstanbul 1963, III, 22.
[55] Meryem,
19/51; Yûsuf, 12/24; Sâd, 38/45, 46; ez-Zümer, 39/11.
[56] Müslim, İman 1; Nesâî, İman 6; Ebu Dâvud,
Sünnet 17; Tirmizî, İman 4
[57]
Bakara,2/112.
[58]
Rahman,55/60.
[59]
Yunus,10/26.
[60] Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 34.
[61]
Şura,42/20
[62] Buhari-Bed’ul Vahy, 1.
[63] Tirmizî, Zühd, 17.
[64] Tirmizî, Zühd 17; İbnu Mace, Zühd 21.
[65]
Furkan,25/77
[66]
Bakara,2/186
[67] Tirmizî, Daavat,1; İbn Mace, Dua,1
[68] Bakara,2/186
[69] Muminun,23\60
[70] Tirmizî, Tefsir,(2973); Ebû Dâvud, Salât 358, (1479). Metin Tirmizî'ye
aittir.
[71] Buhârî, Cihad, 131; Daavât, 51; Tevhid 9; Ebû
Dâvûd, Vitr, 26; İbn Hanbel, 4, 394,
402, 418; Müslim, Sahih 4, 2076.
[72] Hud,11/6.
[73]
Ankebut,29/62.
[74] Al-i İmran,3/27.
[75] Sahih-i Buhar-i,Tevekkül,10.
[76] Müslim, Zekat 97; Tirmizî,
Zühd 32.
[77] Tirmizî, Zühd 33.
[78] Buhar-i,Zühd,73.
[79] Sahih-i
Buhar-i, Sadaka,5.
[80] Buharî, Zekat 50, Rikak 20; Müslim, Zekat 124,
(1053); Muvatta, Sadaka 7 , (2, 997); Ebu Davud, Zekat 28, (1644); Tirmizî,
Birr 77, (2025); Nesaî, Zekat 85,
[81]
Nahl, 16/73-74.
[82]
Nisa,4/78
[83] Enbiye,21/34-35
[84]
Tirmizî, Zühd, 4; Kıyâme, 26; Nesâî, Cenâiz, 3; İbn Mâce, Zühd, 31;
Sahih-i Buhar-i, 2043
[85] Buharî, Merdâ 19, Da'avat 30; Müslim, Zikr 10,
(2680); Tirmizî, Cenâiz 3, (971); Ebu Davud, Cenâiz 13, (3108, 3109); Nesâî,
Cenâiz 1.
[86]
Bakara,2/25
[87] Buhârî, Bed'ül-Halk
8, Tefsir, Vakı'a 1; Müslim Cennet 6, (2826); Tirmizî, Cennet 1,
[88] Ebu Davud, Sünnet
25, (4744); Tirmizî, Cennet 21, (2563); Nesâî, Eyman 3,
[89] Buhârî, Tefsir, Kaf 1,
Eyman 12, Tevhid 7; Müslim, Cennet 37; Tirmizî, Tefsir, Kâf (3268).
[90] Buharî, Rikak 51; Müslim, Cennet 10.
[91]
Nisa,4/140
[92]
Tevbe, 9/68
[93] Ebu Davud, Sünnet 25, (4744); Tirmizî, Cennet
21; Nesâî, Eyman 3.
[94] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 10; Müslim, Cennet 29, (2843);
Muvatta, Cehennem 1, (2, 994); Tirmizî, Cehennem 7.
[95] Buhârî, Bed'ül-Halk 8, Tefsir Secde 1, Tevhid
35; Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizî, Tefsir, (3195).
[96] Secde,32\17.
[97] Ankebut,29/22
[98]
Kamer,54/49
[99] Tirmizî, Kader 10, 2145.
[100] Tirmizî, Kader 8.
[101] Buharî, Kader 1, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 1,
Tevhid 28; Müslim, Kader 1; Ebu Davud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 4.
[102] Bakara,2/155.
[103] Zümer,39/10.
[104] Şurâ,42/43.
[105] Muhammed,47/31.
[106] Buharî, Cenâiz 43, 7, 32, Ahkâm 11; Müslim,
Cenâiz 14, (626); Ebu Dâvud, Cenâiz 27; Tirmizî, Cenâiz 13; Nesâî, Cenâiz 22.
[107]
En'am,6/10.
[108] Nahl,16/127.
[109] Ahkaf,46/35.
[110] Sahih-i Buhârî, Büyû 29; Müslim, Münafikûn 35.
[111] Al-i İmran,3/186.
[112]
Lokman, 31/17.
[113] Bakara, 2/177.
[114] Buhârî, Cenâiz 44; Müslim, Fezâil 62; Ebu Dâvud, Cenâiz 28
[115] Tirmizî, Zühd, 58.
[116] Buharî, Marzâ, 7.
[117] Muvatta,
ayn, 5.
[118] Bakara, 2/214
[119] Ali İmran, 3/125.
[120] Ali İmran, 3/200.
[121] Nahl, 16\126
[122] Tirmizî, Tefsir, Nahl, (3128).
[123] Tirmizî, Birr 60.
[124]
Asr, 103/1-3
[125] Sahih-i Buhar-i,730.
[126] Rabbânî,
el-Mektûbât, İstanbul 1963,299
[127] Nas,114/1-6.
[128] Yunus,10\94.
[129] Ebu
Davud, Edeb 118.
[130] Hadid,57\3.
[131] Buhârî, İmân, 39; Müslim,
Musâkât, 107; İbn Mâce, Fiten, 14.
[132] Mümtehine, 60/8
[133] Tûr, 52/28
[134] Abese, 80/13-16
[135] Meryem, l9/14-15
[136] Meryem, 19/31-32
[137] Âli İmrân, 3/193.
[138] İnfitar, 82/13.
[139] Bakara, 2/177.
[140] Bakara,
2/219
[141] Âli İmrân, 3/92.
[142] Bakara, 2/189.
[143] Fussilet, 41/34.
[144] Müslim, Birr ve Sıla, 74, 76
[145] Buhari, Edeb, 35
[146] Müslim, Birr ve Sıla, 77
[147] Müslim, Birr ve Sıla, 78-79
[148] Nevevî, Riyâzü's-Salihin, terc. H.H.Erdem, 2,
119
[149] Neml, 27/40,
İftitar, 82/6
[150] Rahman, 55/27, 78
[151] Kalem, 68/4
[152]
Ahzab, 33/21
[153] İbn Hanbel, Müsned, 2, 381
[154] Yûsuf, 12/92
[155] Nisa, 4/125
[156] Zariyat, 51 /24-27; Hûd, 11/69.
[157] Rahman,
55/27, 87.
[158] Alak, 96/3;
el-Hucurât, 49/13.
[159] Enbiya,
21/26; Saffat, 37/42, Meâric, 70/35; Yasin, 36/27; ez-Zariyat 51 /24
[160] Vâkıa 56/77.
[161] İnsan, 76/8.
[162] Nahl, 16/90.
[163] Nisa, 4/36.
[164] Haşr,59/9.
[165] Tirmizi, Birr, 40.
[166]
Nisâ, 4/36.
[167] İsrâ, 17/23.
[168] el-Gazâlî, İhyâ-i Ulûmiddin, (Terc. Ali Özek),
İstanbul 1969, 1/196
[169]
Mâun, 107/1-3
[170]
Ali İmran, 3/61
[171] Âli
İmran,3/61
[172] Maide, 5/116
[173] Maide, 5/116
[174] Furkan, 25/3
[175] En'am, 6/130
[176] En’am, 6/93
[177] En'am, 6/93
[178] Yusuf, 12/53
[179] Kıyamet,
75/2
[180] Fecr, 89/27
[181] Yusuf,12/77
[182] Bakara,
2/235
[183] Yusuf,12/53
[184] Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, 18, 157
[185] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, 13, 1
[186] Râzî, a,g,e. 18, 157.
[187]
İbn Kesir, Tefsirul Kur'anil-Azim, İstanbul 1985, 4, 320.
[188] Fetih,48/29
[189] Tevbe, 9/100
[190] Muminun, 23/1-4
[191] Furkan,
25/63-64
[192]
Tevbe,9/88-89
[193] Tevbe,9/112
[194] Nisa,4/59
[195] Tirmizî, Emsâl 1.
[196] Nisa, 4/14
[197] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4, Haberu'l-Vâhid 1; Müslim, İmâret 40,
(1840); Ebû Dâvud, Cihâd 96; Nesai, Bey'at 34
[198] İsra, 17/82.
[199] Bakara, 2/97.
[200] Buhârî, Nikah 1; Müslim, Nikah 5; Nesâî, Nikah 4
[201] Muvatta,
Kader 3.-Tirmizî, Menâkıb 77.
[202] Tirmizî, İlim 16; Ebu Dâvud, Sünne 6.
[203] Ebu Dâvud, Sünne, 6; Tirmizî, İlm 60; İbnu Mace, Mukaddime 2
[204] Zümer,39/9.
[205] Buhârî, Farzu'l-Humus 7, İlm 13, İ'tîsâm 10;
Müslim, İmâret 98, (1038), Zekât 98, 100, (1038); Tirmizî, İlm 1.
[206] Tirmizî, İlim 2.
[207] Tirmizî, İlm 2; İbnu Mâce, Mukaddime 17.
[208] Tirmizî, İlm 6.
[209] Ebu Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19; İbnu Mâce,
Mukaddime 17.
[210] Tirmizî, İlm 5.
[211] Buhari, İlim,71.
[212] Zümer,39/53
[213] Buharî, Da'avât 4; Müslim
3, (2744); Tirmizî, Kıyâmet 50,
[214] Tirmizî, Da'avât 102.
[215] Müslim, Zikr 43.
[216] Tirmizî, Da'avât
103; İbnu Mâce, Zühd 30.
[217] Müslim, Tevbe 32,
[218] Tirmizî, Daavât 119;
Ebû Dâvud, Salât 361,
[219] Müslim, Zikr 41,
(2702); Ebû Dâvud, Salât 361,
[220] Müslim, Zikr 42,
[221] Buhârî, Daavât 3;
Tirmizî, Tefsir, Muhammed, (3255)
[222] Âl-i İmrân,3\135;Tirmizî,
Tefsîr Âl-i İmran, (3009); Ebû Dâvud, Salât 361, (1521) İbnu Mâce,
İkâmetu's-Salât 193,
[223] Buharî, Enbiya 50;
Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2.
[224] Buharî,
Enbiya 50.
[225] Tirmizî, Kıyâmet 50; İbnu Mâce, Zühd 30.
[226] İsra,17/34
[227] Ali
İmran,3/76
[228] Maide, 5/1
[229] Muvatta, Cihâd 12.
[230] Rezin tahric etmiştir.
[231] Ebu Davud, Edeb 90.
[232] Buhârî, Salat 88,
Fiten 13; Ebu Davud, Melâhim 17; İbnu Mace, Fiten 10.
[233] Muvatta, Cihâd 26.
[234] Ebû Dâvud, Sünnet 3.
[235] Ali İmran, 3/31.
[236] Ebû Dâvud, Büyû 78.
[237] Yunus,10\62.
[238] Şûrâ,42\52.
[239] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim Birr 157,
Muvatta, Şiir 15.
[240] Müslim, Birr 37; Muvatta, Şi'r 13.
[241]
Buhârî, Ezân 36, Zekât 16,
Rikâk 24, Hudûd 19; Müslim 91, (1031); Muvatta 14; Tirmizî, Zühd 53.
[242] Nisa, 4/43.
[243] Maide, 5/6.
[244] Buhârî, Vudû 34; Müslim, Hayz 81-83; Ebû
Dâvud, Tahâret 84; Nesaî, Tahâret 132
[245] Ebû Dâvud, Tahâret 84; Tirmizî, Tahâret 81.
[246] Ebû Dâvud, Tahâret 95; Tirmizî, Tahâret 82.
[247] Müslim, Hayz 33; Muvatta, Tahâret 84, (1, 51); Ebû Dâvud, Tahâret 96,
(237); Nesâî, Tahâret 131
[248] Müslim, Hayz 30; Buhârî Menâkıbu'l-Ensâr 49.
[249] Maide,5/6.
[250] Müslim, Tahâret 41; Muvatta, Sefer 55;
Tirmizî, Tahâret 39; Nesâî, Tahâret 106.
[251] Ebû
Dâvud, Tahâret 65; Tirmizî, Tahâret, 41
[252] Müslim, Tahâret 32.; Muvatta, Tahâret 31.; Tirmizî, Tahâret 2
[253] Buhârî, Vudû 25; Müslim, Tahâret 8
[254] Müslim, Müsâfirîn 294.
[255] Muvatta, Tahâret 30; Nesâî, Tahâret 35; İbnu
Mâce, Tahâret 6
[256] Müslim, Müsâfirin 294.
[257] Nesâî, Tahâret 108
[258] Tirmizî, Tahâret 44.
[259] Tevbe, 9/108.
[260] Müddesir,74/1-4.
[261] Ebû Dâvud, Tahâret 133; Nesâî, Tahâret 186;
Buhârî, Salât 2.
[262] Ebû Dâvud, Tahâret 134; Tirmizî, Salât 420;
Nesâî, Zînet 116.
[263] Muvatta, Tahâret 87.
[264] Ebû Dâvud, Salât 89.
[265] Araf, 7/26
[266] Buharî, Libas 5;
Müslim, Libas 49,
[267] Ebu Davud, Libas 29.
[268] Muminun, 23/1.
[269] Buhârî,
Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 282, (666); Tirmizî, Emsâl 5, (2872); Nesâî, Salât
7, (1, 231); Muvatta, Sefer 91
[270] Muvatta, Kasru's-Salât 91.
[271] Buhârî, Hudûd 27, Müslim, Tevbe 44, 45; Ebû
Davud, Hudûd 9
[272] Ebû Dâvud, Salât 272, (1203); Nesâî, Ezân 26
[273] Muvatta, Tahâret 36, (1, 34); İbnu Mâce, Tahâret 4
[274] İsra,17\78
[275] Kimya-yı
Saadet: İmam-ı GAZALİ, Çile Yayınları, İstanbul.
s, 133
[276] Ankebut,29/45.
[277] İsra,17/78
[278] Ebû Dâvud, Salât 307; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 5.
[279] Buhârî, Teheccüd 12, Bed'ü'l-Halk 11; Müslim,
Müsâfirîn 207, (776); Muvatta, Kasru's-Salât 95; Ebû Dâvud, Salât 307; Nesâî,
Kıyâmu'l-Leyl 5.
[280] Buhârî, Teheccüd 13, Bed"ü'l-Halk 11;
Müslim, Müsâfirîn 205, (774); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 5.
[281] Muvatta, Salâtu'l-Leyl 1; Ebû Dâvud, Salât
310; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 61.
[282] Ebû Dâvud, Salât 312.
[283] Buhârî, Teheccüd 7, Rikâk 18; Müslim,
Müsâfirîn 131; Ebû Dâvud, Salât 312,; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 8
[284] Buharî, Teheccüd 10, Müslim, Müsâfirîn 121, 124, (736, 737); Muvatta,
Salâtu'l-Müsâfirîn 8 (1, 120); Ebû Dâvud, Salât 316, (1334-1341-1361); Tirmizî,
Salât 325, (439-445); Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 30, 35, 36, 44, 53, (3, 230, 233,
234, 239). Bu metin Müslim ve Ebû Dâvud'da gelmiştir.
[285] Müslim, Müsâfirîn 198; Ebû Dâvud, Salât 313;
Ebû Dâvud'da şu ziyade var: "Sonrada
dilediğin kadar uzat."
[286] İnsan,76\26
[287] Tâhâ 20\130
[288] Zümer,39/ 9
[289] Secde,32/16
[290] Âl-i İmrân,3/113
[291] Zâriyât,51\16-18
[292] Müzzemmil,73\ 1-7
[293] Müzzemmil,73\20
[294] Âl-i İmrân,3\31.
[295] Bkz. Bakara,2\238.
[296] Furkân,25\64.
[297] Buhârî, Teheccüd 5, 32; Müslim, Müsâfirîn 75,
77, (717, 718); Muvatta, Kasru's-Salât 29; Ebû Dâvud, Salât 301; Nesâî, Savm 35.
[298] Buhârî, Teheccüd 31, Teksîru's-Salât 12,
Megâzî 50; Müslim, Hayz 71; Müsâfirîn 80; Muvatta, Kasru's-Salât 28; Ebû Dâvud,
Salât 301; Tirmizî, Salât 346; Nesâî, Tahâret 143; Gusl 11
[299] Buharî, Teheccüd 33, Savm 60; Müslim,
Müsâfirîn 85, (721); Ebû Dâvud, Salât 342; Tirmizî, Savm 54; Nesâî,
Kıyâmu'l-Leyl 28
[300] Müslim, Müsâfirîn 84, (720); Ebû Dâvud, Salât
301
[301] Ebû Dâvud, Edeb, 172
[302] Tirmizî, Salât 346
[303] Tirmizî, Salât 346
[304] Tirmizî, Salât 346
[305] Müslim,
Müsâfirîn 78, 79
[306] Müslim, Müsâfirîn 43
[307] Duha, 93\1
[308] İbn Manzûr, Lisânü'lArab, 11, 432
[309] Mevdûdî, Tefhimü'l Kur'ân Terc, İstanbul 1987, 4, s. 374
[310] Tâha, 20/14
[311] A'raf, 7/205
[312] En-Nesefî, Kadî
Beydâvî ve Hak Dini Kur'ân Dili, Mü'minûn, 23/2.
[313] Tâhâ, 20/14
[314] Ebû Dâvud, Salât 148, (855); Tirmizî, Salât 196, (265); Nesâî, İftitah
88, (2, 183); İbnu Mâce, İkâmet 21, 22.
[315] Muvatta, Kasru's-Salât 72
[316] Ahmed İbnu Hanbel ,Müsned,12
[317] Ebû Dâvud, Salât 148; Nesâî, İftitah 93.
[318] Buhârî, Ezân 141; Müslim, Salât 233, (493);
Ebû Dâvud, Salât 158, (897); Tirmizî, Salât 205, (276); Nesâî, İftitah 140
[319] Buhârî, Eymân 3, Ezân 88; Müslim, Salât 110;
Nesâî, İftitah 106
[320] Buhârî, Ezân 127, 140, 143, 45; Ebû Dâvud, Salât, 142; Nesâî, İftitah
182.
[321] Tirmizî, Da'avât 69, (3478); Nesâî, İstiâze 2,
[322] Bkz. Araf,7/108
[323] Nisâ, 4/102
[324] Buhârî, Ezân 30, Cuma 2; Müslim, Salât 272
(649); Ebû Dâvud, Salât 49, (559); Tirmizî, Salât 245, (330); İbnu Mâce,
Mesâcid 16
[325] Buhârî, Ezân 30, Müslim, Salât 272.
[326] Buhârî, Ezân 31.
[327] Müslim, Mesâcid 260, (656), Muvatta,
Salâtu'l-Cemâ'a 7, (1, 132); Ebû Dâvud, Salât 48, (555); Tirmizî, Salât 165
[328] Müslim, Mesâcid 278; Ebû Dâvud, Salât 49.
[329] Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394, XI,113.
[330] M. Hamdi Yazır, Hak Dini, II, 933.
[331] Merginânî, el-Hidaye, I, 96; Mehmet Zihni, Nimetü'l-İslâm, II.
[332] Münafıkun, 63/9
[333] Buhârî, Zekât 3, Tefsir, Âl-i İmrân 14,
Berâet 6, Hiyel 3; Müslim, Zekât 26, (987); Muvatta, Cihâd 3; Ebû Dâvud, Zekât
32; Nesâî, Zekât 2, 6,
[334] Tevbe,9\34-35
[335] Zekat’ın Fıkhi hükümleriyle ilgili bilgiler için bkz. “Yaşamın ruh
haritası” isimli eserimize.
[336] Tevbe,9/ 60
[337] Buharî, Zekat 8; Müslim, Zekât 63; Muvatta,
Sadakât 1; Tirmizî, Zekât 28; Nesâî, Zekât 48; İbnu Mâce, 28.
[338] Bakara,2/276
[339] Müslim, Zühd 45
[340] Nesâî, Zekât 49
[341] Tirmizî, Kıyamet 42,
[342] Buharî, Zekât 36, Edeb 95; Müslim, İmaret 87;
Ebu Dâvud, Cihâd 1; Nesâî, Bey'a 11.
[343] Tirmizî, Zekât 28.
[344] Buharî, Zekât 28; Müslim, Zekât 57
[345] Nesâî, Cihâd 45
[346] Müslim, Zekât 39,
[347] Bakara,2/ 219
[348] Buharî, Nafakât 1, İman 41; Müslim, Zekât 48;
Nesâî, Zekât 60; Tirmizî, Birr 42.
[349] Rezin tahric etmiştir. (Cami'üs-Sağîr (Şerhi Feyzu'l- Kadir'de
mevcuttur) 6.
[350] Buharî, Fiten 24, Zekât 9; Müslim, Zekât 58;
Nesâî, Zekât 64
[351] Buharî, Zekât 9; Müslim, Zekât 59.
[352] Rezîn tahriç etmiştir. (Câmi'u's-Sagîr şerhi
Feyzu'l-Kâdir'de mevcuttur) 3, 195
[353] Tirmizî, Tefsir, Muavvizateyn 2.
[354] Buharî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, (1033); Muvatta, Sadaka 8, (2, 998);
Ebu Dâvud, Zekât 28; Nesâî, Zekât 52,
[355] Buharî, Zekât 10, 9, Menâkıb 25, Edeb 34, Rikâk 49, 51, Tevhîd 24, 36;
Müslim, Zekât 66-67, (1016); Nesâî, 63
[356] Ebu Dâvud, Zekât 40.
[357] Ebu Dâvud, Zekât 41.
[358] Muvatta, Sadaka 3
[359] Ebu Dâvud, Zekât 33
[360] Müslim, Birr, 69 (2588); Tirmîzî, Birr 82,
(2030); Muvatta, Sadaka 12
[361] Ebu Dâvud, Zekât 32
[362] Ebu Dâvud, Zekât 16; Nesâî, Zekât 27.
[363] Nisâ,4\ 1
[364] Haşr,59\18
[365] Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64.
[366] Buharî, Zekât 14; Müslim, Zekât 78; Nesâî,
Zekât 47.
[367] Bknz. Duha,93/4
[368] Mü'minûn,23/51
[369] Bakara,2/172
[370] Necm,53/39
[371] Zuhruf,43/32
[372] Kasas,28/77
[373] Bakara,2/200-202
[374] İsra,17/18-20
[375] Furkan,25/74
[376] Bakara,2\127-129
[377] Mü'minun,23/51
[378] Bakara,2/172
[379] Müslim, Zekat 65, (1015); Timizî, Tefsir, Bakaar, (2992).
[380] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41
[381] Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107;
Ebu Davud, Büyû 3; Tirmizî, Büyû 1, (1205); Nesâî, Büyû 2
[382] Buhârî, Büyû 15
[383] Buhârî, Büyû 7, 23; Nesâî, Büyû' 2, Rezîn şu
ziyadede bulunmuştur: "Böylelerinin
hiçbir duası kabul edilmez."
[384] Nahl, 16/97.
[385] Tirmizî, Zühd 34; İbnu Mace, Zühd, 9.
[386] Tirmizî, Zühd 30
[387] Tirmizî, Zühd 35
[388] Buharî, Zekat 50, Rikak 20; Müslim, Zekat
124; Muvatta, Sadaka 7; Ebu Davud, Zekat 28; Tirmizî, Birr 77; Nesaî, Zekat 85
[389] Müslim, Zekat 97; Tirmizî, Zühd 32
[390] Tirmizî, Zühd 33
[391] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekat 120; Tirmizî,
Zühd 40
[392] Buhârî, Zekat, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim,
Zekat 102, (1039); Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 7; Ebu Davud, Zekat 23; Nesaî,
Zekat 76.
[393] Bakara,2/183.
[394] Buhari, Savm 2, 9, Libas 78; Müslim, Sıyâm
164 (1151); Muvatta, Sıyâm 58, (1, 310); Ebu Dâvud, Savm 25 (2363); Tirmizî,
Savm 55, (764); Nesâî, Sıyâm 41, (2, 160-161); İbnu Mâce, Sıyam 1, Edeb 58.
[395] En'am,6\160
[396] Bakara,2\26l
[397] Tirmizî, Cihâd 3
[398] Nesâî, Sıyam 43
[399] Buharî, Savm 4, Bed'ü'l- Halk 9; Müslim,
Sıyâm 166, (1152); Nesâî, Sıyam 43, (4, 168); Tirmizî, Savm 55,
(765).]Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyâde var: "Oraya kim girerse ebediyyen susamaz."
[400] Tirmizî, Savm 82, (807); İbnu Mâce, Sıyâm 45
[401] Buhari, Savm 5, Bed'ü'l- Halk 11, Müslim,
Sıyâm 2; Nesâî, Sıyâm 5.
[402] Nesâî, Savm 5,
[403] Nisa, 4/148
[404] Hümeze,104/1
[405] Tirmizî, Zühd 61
[406] Tirmizî, Zühd 61
[407] Tirmizî, Kıyamet 51; Tirmizî'nin İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den yaptığı diğer bir rivayette,
Resulullah: "Kim susarsa
kurtulur" buyurmuştur.
[408] Buharî, Rikak 23, Hudud 19; Tirmizî, Zühd 61,
[409] Tirmizî, Zühd 11; Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 3
[410] Tirmizî, Zühd 11
[411] Bakara,2/284.
[412] Buharî, Rikak 23; Müslim, Zühd 49; Muvatta,
4; Tirmizî, Zühd 10
[413] Tirmizî,
Zühd 63
[414] Nisa,4/ 114
[415] Tirmizî, Edeb 82
[416] Ebu Davud, Edeb 94.
[417] Müslim, İlm 7; Ebu Davud, Sünnet 6
[418] Buharî, Tıbb 51; Muvatta, Kelam 7, (2, 986);
Ebu Davud, Edeb 94, (5007); Tirnmizî, Birr 81
[419] Ebu Davud, Edeb 7
[420] Tirmizî, Birr 58
[421] Muvatta, Kelam 4
[422] Tirmizî, Zühd 62
[423] Buharî, Edeb 38; 48; Müslim, Birr 73, (2591);
Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6; Tirmizî, Birr 59
[424] Buharî, Edeb 60; Müslim, Zühd 52
[425] Zümer,39/18
[426] Fussilet,41\22-23; Buhârî, Hâmim Secde
(Fussilet,41\1, 2, Tevhid 41; Müslim, Sıfatu'l-Münâfikun 5; Tirmizî, Tefsir, Hâmim
es-Secde (Fussilet) (3245).
[427] Müslim, Mukaddime 7.
[428] Buharî, Ta'bîr 45; Ebu Dâvud, Edeb 96;
Tirmizî, Rü'ya 8
[429] Nesâî, Nikâh 80
[430] Nisa,4/31
[431] Necm,53/32
[432] Buhârî, Şehadat 10, Edeb 6, İstizan 35, İstitabe 1; Müslim, İman 143;
Tirmizî, Şehadat 3
[433] Ebu Davud, Vesaya 10; Nesâî, Tahrim 3.
[434] Buharî, Tefsir, Bakara 3, Furkan 3, Edeb 20,
Muharibin 20, Diyat 1, Tevhid 40, 46, Müslim, İman 141, (3181, 3182), Tefsir,
Furkan, Nesaî, Tahrim 4, (7, 89, 90);
Ebu Davud, Talak 50
[435] Buhârî, Edeb 4; Müslim, İman 146; Tirmizî,
Birr 4; Ebu Davud, Edeb 129.
[436] Nisa,4\31
[437] Nisa,4\4
[438] Nisa,4\ 64
[439] Nisa,4\18
[440] Nisa
4\110). Rezin tahric etmiştir. Ebu Dâvud, Et'ime 6
[441] En'âm,6\118-122). Tirmizî, Tefsir, En'âm,
(3071); Ebu Dâvud, Edâhi, 13, (2817, 2818, 2819); Nesâî, Edâhî 40
[442] Nisa 4/31
[443] Maide,5\78
[444] Ebu Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîr, Mâide
(3050), İbnu Mâce, Fiten 20.
[445] Buhârî, Hacc 4, Cezâu's-Sayd 26, Cihâd 1;
Nesâî, Hacc 4, (5, 113). "Sonra şehirde
kalmak" cümlesi Buhârî'de yok.
[446] Tirmizî, Hacc 14.
[447] Nesâî, Menâsik 6; İbnu Mâce, Menâsik 3,
[448] Buharî, Umre 1; Müslim, Hacc 437, (1349);
Tirmizî, Hacc 90, (933); Nesâî, Menâsik 3,; İbnu Mâce, Menâsik 3; Muvatta, Hacc
65
[449] Tirmizî, Hacc 41; Buradaki tavaftan maksad,
şavtlar olmayıp, elli tam tavaftır.
[450] Ebu Dâvud, Menâsik 9; İbnu Mâce, Menâsik 49
[451] Tirmizî, Edâhî 1; İbnu Mâce, Edâhî 3: Rezîn
şunu ilave etmiştir: "Kurban
sahibine, hayvanın her bir tüyü için sevap vardır."
[452] Tirmizî, Hacc 14.
[453] Nesâî, Hacc 4; İbnu Mâce, Menâsik 8
[454] Hacc’ın Farz ve sünnetleriyle ilgili daha geniş bilgi için “Yaşamın Ruh Haritası”
isimli eserimize bakabilirsiniz.
[455] Elmalılı H. Yazır, Halk Dini Kur'ân Dili, II, 709.
[456] Tirmizî,
Hacc 6
[457] Buhârî, Umre 3; Müslim, Hacc 219; Tirmizî,Hacc
93, (936, 97); Ebu Dâvud, Menâsik 80
[458] Tirmizî, Hacc 7; Ebu Dâvud, Menâsik 80; İbnu
Mâce, Menâsik 50
[459] Muvatta, Hacc 56
[460] Muvatta, Hacc 5
[461] Buharî, Hacc 132, Edeb 43, 95, Hudud 9, Diyât
2, Fiten 8; Müslim, İmân 119
[462] Buhârî, Hacc 21, 70, 128
[463] Tirmizî, Hacc 54
[464] Mevsılî, el-İhtiyar fi Ta'lili'l-Muhtar, 157; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük
İslâm İlmihali, 483, 508.
[465] Maide,5/27.
[466] Saffat,37\102.
[467] Tirmizî, Edâhi 18; Ebu
Dâvud, Dahâya 1; Nesâî, Akîka 6; İbnu Mace, Menâsik 2
[468] Ebu Dâvud, Edâhî, 1; Nesâî, Dahâya 2
[469] Muvatta, Dehâyâ 13
[470] Âl-i İmran,3\ 7, İsra 73
[471] En'am,6\53. Ayrıca Bak. Taha 85; Sâd 34, Ankebut 3
[472] Sad,38\24
[473] Hadid,57\14
[474] Nahl,16\110
[475] Nisa,4\101
[476] Bürûc,85\10
[477] Kalem,68\6
[478] Bakara,2\193
[479] Bakara,2\191
[480] Enfal,8\73
[481] Tevbe,9\49
[482] Mülk,67\2
[483] Enbiya21\35
[484] Bakara,2\55
[485] En'am,6\165
[486] Tegâbün,64\15
[487] Tegâbün,64\14
[488] Münafıkûn,63\9
[489] Enfal,8\25
[490] Bakara,2\11
[491] A'raf,7\56
[492] Enbiya,21\22
[493] Bakara,2\205
[494] Mü'minûn,23\71
[495] Buharî, Fiten 5
[496] Maide,5\105
[497] Ebu Davud, Melahim 17; Tirmizî, Tefsir,
Mâide, (3060); İbnu Mace, Fiten 21
[498] Maide,5\105
[499] Buhârî, Salat 88, Fiten 13; Ebu Davud,
Melâhim 17; İbnu Mace, Fiten 10
[500] Ebu Davud, Fiten 2; İbnu Mace, Fiten 10.
[501] Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Tirmizî,
Fiten 33, (2205).]Ebu Davud, "koşandan" kelimesinden sonra şu
ziyadeyi kaydetmiştir:
"Yanındakiler, "Bize ne emredersiniz (ey Allah'ın Resulü)?" dediler. "Evinizin demirbaşları olun!" buyurdu."
[502] Buhârî, İman 12, Bed'ü'l-Halk 14, Menakıb 25,
Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti'zan 16, (2, 970); Ebu Davud, Fiten 4, (4267);
Nesâî, İman 30, (8, 123, 124).]
[503] Müslim, Fiten 130, (2948); Tirmizî, Fiten 31
[504] Ebu Davud, Fiten 2
[505] Ebu Davud, Fiten 1
[506] Buharî, Mevakitu's-Salat 4, Zekat 23, Savm 3,
Menakıb 25, Fiten 17; Müslim, Fiten 17; Tirmizî, Fiten 71
[507] Müslim, İman 231
[508] Ebu Davud, Melahim 2
[509] Ebu Davud, Melahim 1
[510] Ebu Davud, Melahim 5
[511] Ebu Davud, Fiten 1
[512] Müslim, Zühd 7
[513] Tirmizî, Fiten 78
[514] Rezin tahric etmiştir. Bu rivayet daha
muhtasar olarak Ebu Ya'lâ'nın Müsned'inde ve Taberanî'nin el-Mucemu'l-Evsat'ında
tahric edilmişir. Heysemî, Mecmau'z-Zevaid'de kaydetmiştir (7, 281)
[515] Buharî, Fiten 11, Menakıb 25; Müslim, İmaret 51; Ebu Davud,
Fiten 1.
[516] Nisa,4\29.
[517] Müslim, İmaret 46; Nesâî, Bey'at 25; Ebu
Davud, Fiten 1; İbnu Mace, Fiten 9.
[518] Müslim, Fiten 67.
[519] Müslim Fiten 67
[520] Müslim, Münafikûn 66-67
[521] Ebu Dâvud, Melahim 17
[522] Müslim, İman 162
[523] Buharî, Fiten7; Müslim, İman 163; Tirmizî,
Hudûd 26.
[524] Nesâî, Tahrîm 26.
[525] Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an
Dili, 4, 2357-2358; 5, 3118
[526] Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, 2/232
[527] Ali- İmrân, 3/104
[528] Yazır, a.g.e., 2, 1155
[529] Melâhim 17, (4340); Müslim, İman 78 (49); Ebu Dâvud; Salâtu'l-İydeyn 248
(1140); Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, 17 ; İbnu Mâce, Fiten 20
[530] Müslim, İman 80
[531] Maide,5\78
[532] Ebu Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîr, Mâide (3050), İbnu Mâce, Fiten 20
[533] Maide,5\105
[534] Ebu Dâvud, Melâhim 17, (4338); Tirmizî, Tefsir, Mâide (3059), Fiten 8;
İbnu Mâce, Fiten 20
[535] Tirmizî, Fiten 9,
[536] Tirmizî, Fiten 70,
[537] Ebu Davud, Melâhim 17
[538] Ebu Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî 13; İbnu Mace, Fiten 20
[539] Hud,11\1116
[540] Hud,11\117
[541] Enfâl,8\25
[542] Âli- İmrân,3\104
[543] Lokmân,31\17
[544] el-Bakara, 2/216
[545] Bakara,
2/193
[546] Tevbe, 9/29
[547] Tevbe, 9/36
[548] Buharî, Cihad 5, 6, 73, Rikak 2, 51; Müslim,
İmâret 112-115, (1880); Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 17; Nesâî, Cihâd 11,
12,(6,15); İbnu Mâce, Cihad 2
[549] Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 21, (1657); Ebu Dâvud, Cihâd 42, (2541);
Nesâî,Cihâd 25, (6, 26); İbnu Mace, Cihâd 15
[550] Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 21; Ebu Dâvud, Cihâd 42; Nesâî, Cihâd 25
[551] Buharî, Cihâd 10, Zebâih 31; Müslim, İmâret 103; Tirmizî,
Fedâilu'l-Cihâd 21, (1656); Nesâî, Cenâiz 82, (4, 78), Cihâd 27, (6,28);
Muvatta, Cihâd 29
[552] Buharî,İman 25, Cihâd 2, 119, Hums 8, Tevhid
28, 30; Müslim, İmâret 103-107, (1876), (8, 119); Muvatta, Cihâd 2; Nesâî,
Cihâd 14, İman 24
[553] Buharî, Cihad 2; Müslim, İmâret 110,
(1878); Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 1,
(1619); Nesâî, Cihâd 17, (6, 19); Muvatta, Cihâd 1,
[554] Buharî, Cihâd 2,Rikâk 34; Müslim, İmâret 122,
123, 127, (1888); Ebu Dâvud, Cihad 5, (2485); Tirmizî, Fedâuilu'l-Cihâd 24,
(1660); Nesâî, Zekât 74, (5, 83), Cihâd 7, (6, 11); İbnu Mâce, Fiten 13
[555] Saff,61\10-12
[556] Bakara,2\239
[557] Nisa,4\102
[558] Nesâî, Cihad 8
[559] Muvatta, Cihad 4; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 18;
Nesâî, Zekât 74
[560] Ebu Dâvud, Cihad 6
[561] Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 8, (1633); Zühd 37,(2372);
Nesâî, Cihâd 8
[562] Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 7
[563] Müslim, İmâret 130, 131, (1891); Ebu Dâvud, Cihad 11, (2495); Nesâî,
Cihâd 8, (6, 12-14); İbnu Mâce, Cihâd 9
[564] Müslim, İmâret 116; Nesâî, Cihâd 18
[565] Buharî, Cihâd 28; Müslim, İmâret 128,129,
(1890); Muvatta, Cihâd 28, (2, 460); Nesâî, Cihâd 37, (2, 38); İbnu Mâce,
Mukaddime 13
[566] Buharî, Cihâd 46; Nesâî, Hayl 11
[567] Ebu Dâvud, Cihâd 30
[568] Âl-i İmrân 200). [Muvatta, Cihâd 6
[569] Cürcani, et-Ta'rifat,
Beyrut 1985, s. 160
[570] Cürcânî, et-
Ta'rifat, s. 160, 167
[571] Tahanevi, Keşşafü lstılahati'l-fünun, 2, 1055
[572] Zümer,39\9
[573] Mücadele,58\11
[574] Tirmizî, İlm 19
[575] Hadis Tirmizî'nin aynı babındadır.
[576] İbrahim,14\3
[577] Zâriyât,51\57-58.
[578] Tirmizî, İlim 19
[579] Buhârî, Enbiya 8, 14, 19, Menâkıb 1, 25,
Tefsir, Yusuf 1; Müslim, Fezâil 168
[580] Ebu Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, (2683);
İbnu Mâce, Mukaddime 17.
[581] Buhârî, Farzu'l-Humus 7, İlm 13, İ'tîsâm 10;
Müslim, İmâret 98, (1038), Zekât 98, 100; Tirmizî, İlm 1
[582] Tirmizî,
İlm 2; İbnu Mâce, Mukaddime 17
[583] Rezin tahric etmiştir. Buharî de bunu bir bab başlığında muallak
(senetsiz) olarak kaydetmiştir. (Ferâiz 2
[584] Tirmizî, Ferâiz 2, (2092).] İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh)'tan aynı ma'nâda bir rivayet yapılmıştır.Rezin şu ziyadede
bulunmuştur: "Ferâizi
bilmeyen âlimin misâli, baş kısmı olmayan bürnus gibidir."
[585] Tirmizî, İlm 19
[586] Ebu Dâvud, Ferâiz 1, (2285); İbnu Mâce,
Mukaddime 8
[587] Ebu Dâvud, İlm 9; Tirmizî, İlm 3.
[588] Tirmizî, İlm 19 ]Rezîn şu ziyadeyi yaptı:
"...ve onunla amel et!"
[589] Buhârî,
İlim 21.
[590] Zâriyat,
51/55
[591] Müslim, İman 95, (55); Ebu Davud, Edeb 67, (4944); Nesai, Bey'at 31
[592] Nasihat hakkında daha geniş bilgi için bkz. “Din Nasihattır” isimli
eserimize.
[593] Sayılar,
22/22
[594] Yuhanna,
16/11
[595] Efesoslulara
Mektup 2/2
[596] Eyüp,
1/6;2/7
[597] A'raf, 7/12
[598] Bkz.
el-Bakara, 2/34; el-A'raf, 7/11; el-Hicr, 15/31-32; el-Asra, 17/61-62; el-Kehf,
18/50; Tâ-hâ, 20/116; Sa'd, 38/84-85
[599] Kehf, 18/50
[600] Bakara,
2/31; el-Hicr, 15/26-29
[601] Kehf, 18/50
[602] Sâ'd,
38/71-85
[603] Hicr, 15/29;
Sâd, 38/72
[604] Muhammed
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul (t.y), 3, 2133
[605]
Yazır, a.g.e., 3, 2129
[606] el-Bakara, 2/30
[607] Hicr, 15/39
[608] Hicr, 15/42
[609] A'raf, 7/18
[610] E.Hamdi Yazır, a.g.e., 111, 2138
[611] Rûm, 30/21
[612]
Sahih-i Buhar Tecrid-i Sarih Tercemesi, 9/81
[613] Bakara,
2/35; Tâ-Hâ, 20/117-119
[614]
E.Hamdi Yazır, a.g.e., 3, 2139
[615] Bakara, 2/36
[616] A'raf,
7/20-22; Tâhâ, 20/120
[617] Tâhâ, 20/115
[618] Tahâ, 20/121
[619] A'raf, 7/22
[620] A'raf, 7/23
[621] Bakara,
2/37; Tâhâ, 20/122
[622] A'raf,
7/24-25
[623] A'raf, 7/23
[624] Nisa, 4/1
[625] Bakara,2/38;
Âl-i İmrân 3/33; Tâhâ, 20/122-123
[626]
Çakan-Solmaz, a.g.e., 1, 27
[627] Bakara,
2/168-169
[628] Nisa, 4/117
[629] Nisa, 4/118
[630] Nisa, 4/119
[631] Nisa, 4/120
[632] Nisa, 4/121)
Ayrıca bkz. (el-Kehf, 18/50; el-Fâtır, 35/6
[633] Zuhruf, 43/36-39
[634] Mücâdele,
58/19
[635] En'âm, 6/121
[636] A'raf,
7/200-201
[637] Nahl,
16/98-100
[638] Hıcr,
15/28-43; İsrâ, 17/61
[639] En'âm, 6/11
2- 113
[640] Müslim,
Münâfikûn, 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6, 115
[641] Eyûb, 1,6
v.d. 11,7
[642] Luka, 4,
1-13
[643]
Seyyid Sâbık, a.g.e., s. 154
[644] Buhârî, Fedâilü'l-ashâb, 6; Müslim,
Fedâilü's-sahabe, 2; Ahmed b. Hanbel, 1, 171, 182
[645] En'âm, 6/128
[646] İbrâhim,
14/22
[647] Müslim, Tevbe, 2; Tirmiz, Cennet, 2; Daavât,
98; Ahmed b. Hanbel, 1, 289, 2, 309
[648] İslâm Akâidi ve Kelâm'a Giriş, İstanbul 1987,
s. 196
[649] M. Hamdı
Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 282
[650] Kehf, 18/50
[651]
İbnü'l-Manzûr, Lisânü'l-Arab, 10, 308; el-Cürcânî, et-Ta'rifât, fâsık
mad
[652]
Kâdı Beydâvı, I, 58
[653] Abdusselam İbn İbrahim, Şerhû Cevheretu
't- Tevhıd, s . 244-245
[654] Bakara, 2/59
[655] En'âm, 6/49
[656] Hucurât,
49/6
[657]
İbn Kesir, Muhl İhtisaa ve tahkik, Muhammed Alı es-Sâbûnî, Beyrut
1402/1981, 3, 360, 361
[658] Nûr, 23/4, 5
[659] Vehbe
ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, 6, 173, 174
[660] Dârimî,
Mukaddime, 29
[661]
İbn Mâce, Sayd. 19
[662]
Ahmed b. Hanbel, 3, 428, 444
[663] Tecrid-i
Sarih Tercümesi 12, 137, Hadis No: 1988
[664] Müslim, Hacc, 67, 68, 69; Nesaî,
Menâsik, 113, 114,118, 119, İbn Mâce, Menâsik, 91
[665] Tahrim, 66/8
[666] Bakara, 2/178; el-Hucurât, 49/9;
el-Mâide 5/106; Ebû Mansur Mâtûridî, Kitabü't Tevhid, İstanbul 1979, s.354
[667] Nisâ, 4/31
[668] Necm, 53/32
[669] Maturidî,
187 a.g.e., s.338
[670] Buhar-i
Edeb, 6; Müslim, İman, 38; Tirmizî, Tefsır, 5; Şehadatı 3; Birr, 4; Ebû Davûd,
Vesaya, I0; Nesâî, Tahrım, 3; Ahmed b. Hanbel, 3, 131, 5, 36, 38; Dârimî,
Diyât, 9
[671]
Teftâzânî, Şerhu'l-Akaid, Istanbul 1326/1908, s.140 vd.
[672] Vehbe
ez-Zühaylî a.g.e., 6, 745
[673] İbn Âbidîn,
Reddu'l-Muhtar, 5, 102
[674] İnsan, 76/8
[675]
Buharı. Mezalim. 23. Edeb, 37, Müsakat, 9, Müslim, Selam 153
[676] Tirmizi,
Zühd, 56; Ebû Dâvud, Edeb, 16; Ahmed b. Hanbel, 3, 38
[677]
Zühaylî, a.g.e., 2, 920
[678] Ebû Dâvûd, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, 2;
es-Serahsı, el-Mebsût, 5, 31
[679] Zühaylî, a.g.e., 7, 75, 197.
[680] Şems, 91/8.
[681] Tevbe, 9/31.
[682] Tevbe9/31.
[683] Tirmizî, Tefsir 9. sure 10.
[684] Tirmizî, Tefsir.
16/48
[685] Nisa,4\ 58.
[686] Ebû Dâvûd,
Buyu 88; İbn Mâce, Sadakat 5,9; Ahmed İbn Hanbel, Müsned. V, 267,293.
[687] Buhari, Tıb,
43; İbn Mâce, Tıb, 43
[688] Buhâri, Tıb,
44
[689] İbnu'l-Manzûr, "Lisanü'l-Arab " 11/5.;
İmam Ebi Bekir er-Râzı, "Muhtaru's-Si hah" Fe'l maddesi.
[690] Mâide, 5/90.
[691] Elmalılı M.H.Yazır, "Hak Dini Kur'ân
Dili", 7. 5208
[692] Neml, 27/65.
[693] En'âm, 6/50
[694] A'râf, 7/188
[695] Müslim, Selâm, 125
[696] Ebû Dâvûd,
Tıb, hadis no: 3904
[697] Ebu
Dâvud, Tıbb 24
[698] Ebu
Dâvud, Tıbb 24.
[699] Tirmizî, Siyer 47.
[700] Ebu Dâvud, Tıbb 24
[701] Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3910); Tirmizî, Siyer,
47
[702] Buhârî, Tıbb 44, 54; Müslim, Selam 113,
(2224); Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3916); Tirmizî, Siyer 47
[703] Buhârî, Cihad 47, Nikah 17; Müslim, Selam
119; Muvattâ, İsti'zân 21
[704] Müslim, Selam 109
[705] Buhârî, Tıbb 54; Müslim, Selam 101, (2220);
Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3911, 3912, 3913, 3914, 3915
[706] Ebu Dâvud, Tıbb 23
[707] Ebu Dâvud, Tıbb 24
[708] Bakara,2/256
[709] Tevbe,9/130
[710] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili,
İstanbul 1970, 9, 6395.
[711] Buhârî, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2.
[712] Tirmizî, Tıb, 16; İbn Mace, Tıb, 33
[713] İbn Mace,
Tıb, 35, 36
[714] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 9, 6397
[715] Tirmizî, Tıb, 20; el-Aynî, Umdetu'l-Kari, 5, 647
[716] Araf,7/30
[717] Nisa, 4/38
[718]
Enam,6/112-113
[719] Ebu
Davud, Sünnet 18
[720] Müslim, Münafikun 70; Nesâî, İşretü'n-Nisâ 4
[721] Muvatta, Kur'ân 44, (1, 219); Nesâî, Mevâkît
31
[722] Müslim, Eşribe 103; Ebu Dâvud, Et'ime 16
[723] Yusuf, 12/53
[724] Furkan,25/43
[725] Casiye,45/23
[726] Haşr,59/18
[727] Buhari, Şirb 2, Hiyel 12; Müslim, İman 173, (108); Ebu Davud,
Büyû 62; Nesâî, Büyû 6.
[728] Müslim, İman 171, (106); Ebu Davud, Libas 28,
(4087, 4088); Tirmizî, Büyu 5; Nesâî, Büyu 5
[729] Müslim, İman 172; Nesâî, Zekat 77
[730] Nesâî, Zekat 69
[731] Nesâî, Zekat 69
[732] Buharî, Büyû 106
[733] Buharî, Rikak 23, Hudud 19; Tirmizî, Zühd 61
[734] Rezin tahric etmiştir. (Hadis Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde gelmiştir.
4, 420, 423.
[735] Buharî, Mezalim 30, Eşribe 1, Hudud 1, 20;
Müslim, İman 100, (57); Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizî, İman 11; Nesâî, Sarık 1
[736] Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizî, İman 11
[737] Buhârî, Rikak 36; Müslim, Zühd 48
[738] Nesaî, Zekat 66, (5, 79). Hadisi
buhari, bab başlığında kaydetmiştir, Libas
1
[739] Muvatta, Cihâd 26
[740] Rahman,55/43
[741] Cürcânî,
et-Ta'rifât, s. 9, 107, I51
[742] Bakara, 2/80
[743] Rum,30\30
[744] Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22, (2658);
Muvatta, Cenâiz. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet 18,
(4714).Bir başka rivayette: "Doğan
hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadarşu din üzere olmasın" buyurulmuştur.
[745] Şûrâ, 42/25
[746] Tac, 5\ 151
[747] Buhârî, 7, 59
[748] Şerhu Akideti't-Tahâviyye, s. 370, 371
[749] Şerhu
Akideti't-Tahâviyye s. 370
[750] Nisâ, 4/48
[751] Zümer, 39/53
[752] Hicr, 15/50
[753] Nisâ, 4/31
[754] Necm, 53/32
[755] Tirmizî, Vitr, 15
[756] Ahmed b. Hanbel, I, 10
[757] Lokman, 31/13
[758] İbn Kesîr,
I, 508, 528: Buhârî, Libâs, 24, Tıb, l, Savm, 1-15, Ahkam, 9, Buyû', 2, 3;
Müslim, Birr, 45 vd.; iman,143,144,145,153,154, Mukaddime, 5; Ebû Davûd Buyû,
82; Tirmizî, Tefsir, 44; Daavât, 90, 99; İbn Mâce Ahkâm, 2; Mâlik, Muvatta ;
Hudûd, 2,' Ahmed b. Hanbel, II, 164, 248; 5, 154, 190, 194
[759] Nahl,16/29
[760] Mumin,40/35
[761] Lokman,31/18
[762] Müslim, İman 172; Nesâî, Zekat 77
[763] Tirmizî, Kıyamet 48
[764] Tirmizî, Birr 61
[765] Ebu Davud, Edeb 120; Tirmizî, Menakıb (3950,
3951
[766] Ebu Davud, Edeb 48
[767] Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29, (4091); Tirmizî, Birr 61
[768] Ebu Davud, Libas 29
[769] Buharî, Libas 5; Müslim, Libas 49
[770] Hucurat,49/12
[771] Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizi, Birr 23, (1935);
Müslim, Birr 70
[772] Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Sıatu'l-Kıyame 52
[773] Ebû Dâvud, Edeb 40
[774] Ebû Dâvud, Edeb 40
[775] Ebû Davdu, Edeb 40
[776] Ebû Dâvud, Edeb 41
[777] Rezîn ilavesidir. Buhârî'de ikinci kısım
mevcuttur. Edeb, 60; Müslim, Zühd 52
[778] Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169, (105); Ebû
Dâvud, Edeb 38, (4771); Tirmizî, Birr 79
[779] Tirmizî, Menâkıb (3893); Ebû Dâvud, Edeb 33
[780] Kalem,68/11
[781] Humeze,104/1
[782] Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169, (105); Ebû
Dâvud, Edeb 38, (4771); Tirmizî, Birr 79
[783] Tirmizî, Menâkıb (3893); Ebû Dâvud, Edeb 33
[784] Hucurât,49\6
[785] Kalem,68\11
[786] Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-din, Kahire, 1954, II, 483, 484
[787] Nûr,
24/11-16
[788] Buhârî, Tefsîru Sûre, 24/6, Meğâzi, 12, 32, 34,
Şehâdet, 2, 15, Eymân, 13, 18, İ'tisâm, 28, Tevhîd, 35, 52; Müslim, Tevbe, 56;
Ebû Dâvud, Salât, 122; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6, 194, 195, 197; Kamil Miras,
Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1984, 8, 73-97
[789] Ebû Dâvud, Edeb 41
[790] Ahmed b. Hanbel, I, 91
[791] Nûr, 24/4
[792] Nûr, 24/6-9
[793] Nûr, 24/4-5
[794] Ahzab, 33/38
[795] Buhârî, Hudûd, 22; Talâk, II; Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1;
İbn Mâce, Talâk, 15.
[796] Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 34,180;
eş-Şirâzi, el-Mühezzeb, Mısır t.y., II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Mûctehid, II,
267; İbn Rüşd, Bidâyetû'l-Müctehid, II, 431; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı,
Kahire,1970, VIII,187, 205; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2.
baskı, Dimaşk 1405/1985, VI, 27 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve
İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1968, III,197.
[797] Maide,5\90-93
[798] Bu üç rivâyetin de kaynağı: Buhârî, Eşribe 4, Vudû 71; Müslim, Eşribe
67-68, (2001); Muvatta, Eşribe 9, (2, 845); Ebû Dâvud, Eşribe 5, (3682, 3687);
Tirmizî, Eşribe 2, 3; Nesâî, Eşribe 23
[799] Ahzab,33\ 36
[800] Buhârî, Megazî 60, Cihâd 164, Edeb 80, Ahkâm 22, Müslim, Cihâd 7,
(1733), Eşribe 70; Ebû Dâvud, Eşribe 5, (3684); Nesâî, Eşribe 23, 24
[801] Nesâî, Eşribe 24, 48,
[802] Ebû Dâvud, Eşribe 5
[803] Buhârî, Eşribe 1; Müslim, Eşribe 73, (2003); Muvatta, Eşribe 11, (2,
846); Ebû Dâvud, Eşribe 5, (3679); Tirmizî, Eşribe 1; Nesâî, Eşribe 22, 46,
[804] Buhârî, Eşribe 2, 5; Teysîr, Mâide 10; Müslim, Tefsir 32, (3032); Nesâî,
Eşribe 20, (8, 295); Ebû Dâvud, Eşribe 1, (3669); Tirmizî, Eşribe 8
[805] Müslim, Eşribe 72, (2002); Nesâî, Eşribe 49
[806] Tirmizî, Büyû 59; İbnu Mâce, Eşribe 6
[807] Nesâî, Eşribe 42
[808] Nesâî, Eşribe 48
[809] Ebû Dâvud, Eşribe 4; Tirmizî, Eşribe 8
[810] Müslim, Eşribe 13, (1985); Tirmizî, Eşribe 8, (1876); Ebû Dâvud, Eşribe
4, (3678); Nesâî, Eşribe 19
[811] Buhârî, Eşribe 2, Teysîr, Mâide 10.
[812] Müslim, Musâkât 67,.
[813] Buhârî,
Hums 1, Büyû 28, Şirb 13, Meğâzî 11, Libâs 7; Müslim, Eşribe 2, (1979); Ebû
Dâvud, Harac 20, (2986). (Bu kaynakların hiçbirinde şiir tam olarak mevcut
değildir, birinci beytin sadece yarısı mevcuttur.
[814] Bak. 2/173. 5/3, 60. 6/145. 16/115.
[815] Nahl,16/115
[816] Buhârî, Büyû' 112, Meğâzî 50; Müslim, Müsâkât 71 (1581); Ebu Dâvud,
Büyû' 66 (3486); Tirmizî, Büyû' 61 (1297); Nesâî, Büyû' 93, (7, 309-310); İbnu
Mâce, Ticarât 11,
[817] En'am,6\146
[818] Ebû Dâvud, Et'ime 30
[819] En'âm,6\145). [Ebû Dâvud, Et'ime 31
[820] Maide,5/32
[821] Buhârî, Diyât 1
[822] Nesâî,
Tahrim 1.
[823] Nesâî,
Tahrim 2
[824] Tirmizî, Diyat 8
[825] Ebu
Davud, Cihad 169,
[826] Buhârî, Diyât 2, Enbiya 1, İ'tisam 15;
Müslim, Kasâme 27, (1677); Tirmizî, İlm 14, (2675); Nesâî, Tahrim 1
[827] Nesâî, Tahrim 2,
[828] Buharî, Diyat 1, Megazî 11; Müslim, İman 155,
(95); Ebu Davud, Cihad 104.
[829] Bakara, 2/219
[830] Maide, 5/90
[831] Maide, 5/91
[832] Bakara,
2/219
[833] Nisa, 4/43
[834] Fizilal Kur'an- S.Kutup, 5\90-91
ayetinin tefsiri.
[835] Ebü Dâvud, Cihâd 69
[836] Ebü Davud, Eşribe 5
[837] Ebu Davud, Et'ime 7
[838] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 8, 5505
[839] Nisâ, 4/10
[840] Buharî,
Vesâya, 23
[841] Nisâ, 4/10
[842] En'âm, 6/152
[843] bkz. Riyâzü's-Sâlihîn Terc, 3, 184
[844] Duhâ, 93/9-10
[845] Riyâzü's-Sâlihîn Tercümesi, I, 308
[846] İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, 5, 277
[847] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili,
2, 952, 953
[848] Bakara, 2/275
[849] Elmalılı, a.g.e., 2, 952, 953
[850] Bakara, 2/275
[851] Buhârî, Büyû 113, Talak Libas 86, 96; Ebu
Davud, Büyû 65
[852] Nesâî,
Zinet 25
[853] Müslim, Müsâkât 101
[854] Müslim, Müsâkât 82.Yine Müslim'de Ebû
Hüreyre'nin bir rivayetinde "..cinsleri farklı ise müstesna" denir.
Müslim, Müsâkât 82
[855] Bakara, 2/188
[856] Nisa,4/29
[857] Tirmizî, Ahkâm 9; Ebu Dâvud da bu hadisi
sadece İbnu Ömer radıyallahu anh'tan tahric etmiştir.Akdiye 4
[858] Ebu
Davud, Harac 17
[859] Bakara,
2/225
[860]
Bakara,22/30-31- Tirmizi, Şehâdât 3; Ebu Dâvud, Akdiye 15; İbnu Mâce,
Ahkâm 32
[861] Ebu
Davud, Eyman 1
[862] Al-i
İmran 77; Buharî, Eyman 17; Müslim, İman 234; Ebu Davud, Eyman 2
[863] Müslim, İman, 218; Muvatta, Akdiye 11; Nesâî,
Kada 29,
[864] Nisa, 4/1
[865] Buharî, Edeb 12; Tirmizî, Birr 49
[866] Nesâî,
Zekât 82, (5,92); Tirmizî, Zekât 26, (658); İbnu Mâce, Zekât 28
[867] Ebu
Davud, Edeb 51; Tirmizî, Kıyamet 58
[868] Tirmizî, Davet 126.
[869] Nisa,4/58
[870] Muminun,23/9
[871] Ebu Dâvud, Büyü 81 ; Tirmizî, Büyü 38
[872] Ahmed, 8470; Buhari,İman,33; Müslim,İman,59.
[873] Felak,113/1-5
[874] Ebu
Dâvud, Edeb 52
[875] Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 57,
[876] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 20, Tevhid 45;
Müslim, Müsâfirin 266 (815); Tirmizî, Birr 24
[877] Buhârî, İlm 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ'tisam 13;
Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 268
[878] Hucurat,49/10
[879] Hud,ll/46
[880] Tevbe,9/23
[881] Mücadele,58/22
[882] Hucurât,49\ 13
[883] Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, 5
[884] Hakim, Müstedrek, 4,
[885] Tirmizi Tefsir sure, 49.
[886] Müslim, Birr, 33; İbn Mâce,
Zühd, 9
[887] Müslim, İmare, 53, 54, 57
[888] Vakıa,56/46
[889] Buhârî, Talâk, 2, İlim, 44, Şurût,12 Enbiyâ, 27; İbn Mâce, Talâk, 16-20
[890] Buhârî, İ'tisam,, 21; Müslim, Akdiye,15;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3, 187
[891] M. Ebû
Zehrâ, Usûlü'l-Fıkh, s. 400, 401
[892] Tevbe,9/69
[893] Bakara,2/170
[894] Maide,5/104
[895] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1985,2, 50
[896] Mâide, 5/14
[897] Mâide, 5/64
[898] Alu İmrân, 3/118
[899] Mâide, 5/91.
[900] Hicr, 15/47.
[901] A'raf, 7/43.
[902] Ebu Davud, Akdiye 16; İbnu Mace, Ahkam 30
[903] İbn Mace, Ahkam, 29
[904] Nur, 24/22
[905] A'raf, 7/199
[906] Bakara, 2/237
[907] İbn Ebi'd-Dünya
[908] Ali İmrân, 3/118; Mâide, 5/14, 64, 91; Mümtehine,
60/4
[909] Ebû
Dâvud, Sünnet 3.
[910] Müslim, Radâ 61
[911] Buharî, Edeb, 57-58; Müslim, Birr, 24-28, 30;
Ebû Davûd, Edeb, 47
[912] Tirmizi,
Birr, 60
[913] Tirmizi, Hudut, 24
[914] Bakara, 2/264
[915] Müslim, Zühd, 38
[916] İbn Mace, Fiten, 16
[917] Tergib -Terhib, I, 32
[918] Müslim, Zühd, 46
[919] Bakara, 2/10-15
[920] Nisâ, 4/142
[921] Enfâl, 8/62
[922] En'âm, 6/82.
[923] Lokman, 31/13
[924] İbn Kesîr, Tefsiru'r-Kur'ani'l-Azîm, Beyrut 1969, 2,153
[925] Muhammed Ali es-Sabunî, Safvetu't-Tefâsîr, İstanbul, 1987, 2, 491
[926] Enbiyâ,
21/29
[927] Bakara, 2/258
[928] Bakara, 2/51
[929] Bakara, 2/92
[930] A'raf, 7/177
[931] A'raf, 7/162
[932] En'âm, 6/68
[933] Nahl, 16/113
[934] İsrâ, 17/47
[935] Furkan, 25/37
[936] Mâide, 5/27, 28, 29
[937] Yûsuf, 12/75
[938] Yusuf, 12/23
[939] Yûsuf, 12/78, 79
[940] Mâide, 5/45
[941] Mâide, 5/44
[942] Buharî, Cihâd, 180
[943] Ahmed Zeki Safve,
Cemheretu Hutebi'l-Arab, Mısır 1962, I, 155 vd
[944] Buharî, İmân, 4, 5; Rikâk, 26; Müslim, İmân, 64, 65; Ebû Dâvud, Cihâd, 3;
Tirmizî, Kıyâme, 53, İmân,13
[945] Buhârî, Mezâlim, 8;
Tirmizi, Birr, 83
[946] Hud,11/102
[947] Buhârî, Tefsir sre 11, 5; Müslim, Birr, 62; İbn Mâce, Fiten, 22
[948] Müslim, Birr, 60; Ahmed b. Hanbel, 2, 303, 324, 372
[949] Nisâ, 4/64
[950] Nahl, 16/33
[951] Fâtır, 35/32
[952] Tevbe, 9/25-26.
[953] Necm 32
[954] Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-din, Kahire, 1954, III, 718-808.
[955] Müslim, Tevbe 9.
[956] Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb
ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir, 4, 20.
[957] Hucurât, 49/12
[958] Nûr, 24/12
[959] Müttefekun aleyh. Hadisin lafzı Buhârî’ye aittir. (7405)
[960] el-Lü'lü Ve'l Mercân, Kitabu'l Birr Ves-Sıla Ve'l-Adab.
[961] Cürcânî, et-Ta'rifât, s. 9, 107,
151
[962] Bakara, 2/80
[963] Buhâri, Cenâîz, 80; Müslim, Kader, 22.
[964] Müslim, Kader, 25
[965] Şûrâ, 42/25
[966] Tac, 5, 151
[967] Buhârî, 7, 59.
[968] Şerhu Akideti't-Tahâviyye, s. 370, 371
[969] Şerhu Akideti't-Tahâviyye s. 370
[970] Nisâ, 4/48
[971] Zümer, 39/53
[972] Hicr, 15/50
[973] Nisâ, 4/31
[974] Necm, 53/32
[975] Tirmizî, Vitr, 15
[976] Ahmed b. Hanbel, 1, 10