*AKAİD*
Salih ÖZBEY
Kitaba Emeği Geçenler
-B.Çelik
-M.Kalkan
-M.Sertdemir
-M.Demir
Kitaba Hizmet Verenler
-D.Çeltek
-F.Güçlü
-E.Korkmaz
-R.Aslan
KISALTMALAR
a.g.e Adı geçen eser.
a.g.y. Adı geçen yayın
(a.s) Aleyhisselâm
bsm. Basılmıştır
b. Bin,
İbn
bint Binti
bkz. Bakınız.
çev. Çeviren
Doç. Doçent
H. Hicri
c. Cilt,
cüz.
(c.c) Celle
Celâlühû
Hz. Hazret
Nşr: Neşreden
Ktb. Kütüphanesi
M. Milâdî
Mad. Maddesi,
Madde
M.Ö. Milattan
Önce
M.S. Milattan
Sonra
ö. Ölüm tarihi
Prof. Profesör
(r.a) Radıyallahû anh
(r.anha) Radıyallahû anha
(rha) Rahmetullahi
aleyh
s. Sayfa
(sav) Sallallahû
aleyhi ve sellem
Trc. Tercüme
v. Vefatı,Vefat tarihi
vr. Varak
vs. ve
saire
y.y. Yüzyıl
vd. ve
devamı.
vs. vesaire
Yay. Yayınevi.
yz. Yazma.
ty.
Tarih yok
İÇİNDEKİLER
İçindekiler……………………………………….3
Akaid Dersi Programı……………………………5
1) - AKAİD
BİLGİSİ............................................ 11
- Genel Bir
Bakış.............................................. 13
a) - Akaidin tanımı................................................14
b) - Akaidin konusu...............................................15
c) - Akaidin
gayesi................................................15
d) - Akaidin diğer İslami ilimler arasındaki yeri....16
e) - Akaid ilminin dayandığı kaynaklar.................17
- Okuma
parçası................................................21
2) - DİNİN
TANIMI.............................................. 23
- Genel Bir
Bakış...............................................25
a) - Kuran’a göre dinin tanımı................................31
b) - Dine Olan İhtiyaç............................................32
c) - Hak ve batıl dinler...........................................34
d) - Tahrip Edilmiş Dinler......................................35
e) - Beşeri dinler....................................................36
f)- Din ve Bilim…………………………………….37
-Okuma
parçası................................................ 41
3) - İMANIN TANIMI
......................................... 43
- Genel Bir
Bakış...............................................45
a) - İcmali İman ve Tafsili İman.............................56
b) - Taklidi ve Tahkiki İman...................................58
c) - İmanın Artması ve Eksilmesi............................59
d) - İman ve İslam...................................................60
e) - Tasdik ve İnkar Bakımından İnsanlar................61
- Okuma
Parçası..................................................67
4) - ALLAH’A
İMAN........................................... 71
- Genel Bir
Bakış............................................... 73
a) - Allah'ın varlığı ve
birliği.................................. 76
b) - Allah'ın Rab’lığı ve
ilahlığı.............................. 82
c) - Allah'ın isimleri................................................ 86
d) - Allah'ın
sıfatları............................................... 90
e) - Kelime-i tevhit ve
pratikleri............................. 96
f) - Allah
Sevgisi.................................................... 97
g) - Allah Korkusu................................................. 100
- Okuma
parçası................................................. 105
5) - MELEKLERE İMAN...................................... 107
- Genel Bir
Bakış................................................ 109
a) - Meleklerin
mahiyeti......................................... 125
b) - Meleklerin
vazifeleri........................................ 127
c) - Meleklerin
çeşitleri........................................... 128
d) - Meleklere İmanın Faydası................................ 131
e) - Cin
.................................................................. 132
f)-Şeytan................................................................. 139
- Okuma
Parçası................................................. 155
6) - KİTAPLARA
İMAN........................................
157
- Genel Bir
Bakış................................................ 159
a) - İlahi Kitaplar
................................................... 163
b) - İlahi Kitapların Gönderiliş
Sebepleri................ 164
c) -
Suhuflar........................................................... 165
d) - Dört Büyük
Kitap............................................. 166
e) - Ehli Kitabın Bugünkü
Durumu......................... 173
f) - Medeniyet ve Ortak
Değerler............................ 175
- Okuma
Parçası................................................. 179
7) - PEYGAMBERLERE İMAN............................ 185
- Genel Bir
Bakış............................................... 187
a) - Peygamberlik ve
vahiy....................................
190
b) - Peygamberlerin
sıfatları..................................
192
c) - Peygamberlerin
dereceleri...............................
200
d) - Mucize............................................................ 203
e) - Kuran’da adı geçen
Peygamberler................... 216
f) - Peygamberlere Olan
İhtiyaç............................. 225
- Okuma
parçası................................................. 231
8) - AHİRETE
İMAN............................................ 239
- Genel Bir
Bakış............................................... 241
a) - Ahretin
varlığı.................................................. 247
b) -
Kıyamet........................................................... 248
c) – Kabir
.............................................................. 258
d) -
Diriliş.............................................................. 278
e) - Hesap.............................................................. 284
f)-
Mizan.............................................................. 291
g)- Cennet............................................................ 315
h)- Cehennem....................................................... 308
ı)-
Araf................................................................ 317
j)-
Şefaat.............................................................. 318
- Okuma
parçası................................................ 325
9) - KAZA VE KADERE İMAN.......................... 327
- Genel Bir
Bakış............................................... 329
a) -
İrade................................................................ 335
b) - Tevekkül.......................................................... 342
c) -
Hidayet............................................................ 347
d) -
Dalalet............................................................. 350
e) -
Hayır................................................................ 354
f)-
Şer................................................................... 358
- Okuma
parçası................................................. 365
10) - İMAN VE
AHLAK.......................................
371
- Genel Bir
Bakış............................................... 373
a) -
İhlas.................................................................. 378
b) -
İhsan................................................................. 483
c) – Takva .............................................................. 386
d) -
Dua.................................................................. 394
- Okuma
parçası.................................................. 407
11) - İMANI ZEDELEYEN FAKTÖRLER....... .... 409
- Genel Bir
Bakış............................................... 411
a) -
İnkar................................................................ 413
b) -
Şek.................................................................... 424
c) – Ye’s.................................................................
426
d) -
Şirk................................................................. 436
e) -
Taklid.............................................................. 443
f)-
Cehalet............................................................. 448
g)- Kibir
(İstikbar)................................................. 449
h)-
İkrah................................................................ 455
ı)-
İrtidat............................................................... 460
- Okuma
Parçası................................................ 467
- AKAİD DERSİNİN TESTİ……………….. 469
-KAYNAKÇA................................................ 583
Kaybetmişiz Pusulamızı
Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü
Kaldırımlarda
Ölüler Abid
Taşlar Mabud
Ağaçlar Mabed Olmuş.
AKAİD DERSİ PROGRAMI
GİRİŞ
Akaid dersi programı, eğiticinin
akaid derslerinde yararlanacağı bir rehberdir.
Eğiticiye bakış açısı
kazandırmaya yönelik hazırlanmış bu program, aynı zaman da ona, ders işlemenin
teknik ve yöntemleri hakkında bilgi verir.
Eğitici, dersin süresini ve öğrencilerin seviyesini göz
önünde bulundurarak konularını bu programdan seçer ve planını yapar.
Bu ders programı, açıklamaları,
amaçları, konuları, yöntemleri ve kaynakçayı içerir.
A)
AÇIKLAMALAR
Akaid "akide"nin çoğuludur. Akide ise bir şeyi, şek ve şüpheye yer vermeden kesin tasdik etmek ve kabul etmektir. Başka
bir deyişle iman manasındadır. Bu program akaidimizi, nelere, nasıl inanıp
bağlanacağımızı öğrenmede bize yol gösterecektir. Sahih bir akide temeli
üzerine oturmayan ameller, Allah katında bir kıymet ifade etmez. Kastettiğimiz,
Allah'ın kitabının ve mütevatir sünnetin
ortaya koyduğu akidedir. Bu akide hiç bir
zaman değişmez. Eğer akide, kişinin benliğini ve bütünlüğünü tam anlamıyla
sararsa; diğer esaslar da bunun üzerine kurulabilir. Bireylerin sahih bir akaid
zemininde buluşmaları, hareket içerisinde
birlikteliği ve bağlayıcılığı sağlaması açısından önemlidir.
* İman
ve kurtuluş:
وَالْعَصْرِ
(*) اِنَّ
الْاِنْسَانَ
لَفى خُسْرٍ (*)
اِلَّا
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
وَتَوَاصَوْابِالْحَقِّوَتَوَاصَوْا
بِالصَّبْر(*)
"Asra
yemin olsun. İnsanlar gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip Salih amel
işleyenler, hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler müstesnadır."[1]
* İman
ve şüphe :
اَمْ
تَقُولُونَ
اِنَّ
اِبْرهيمَ
وَاِسْمعيلَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
وَالْاَسْبَاطَ
كَانُوا
هُودًا اَوْ
نَصَارى قُلْ
ءَاَنْتُمْ
اَعْلَمُ
اَمِ اللّهُ
وَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنْ
كَتَمَ
شَهَادَةً
عِنْدَهُ
مِنَ اللّهِ
وَمَا اللّهُ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
"Gerçek
olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma."[2]
اَفَغَيْرَ
اللّهِ
اَبْتَغى
حَكَمًا وَهُوَ
الَّذى
اَنْزَلَ
اِلَيْكُمُ
الْكِتَابَ مُفَصَّلًا
وَالَّذينَ
اتَيْنَاهُمُ
الْكِتَابَ
يَعْلَمُونَ
اَنَّهُ
مُنَزَّلٌ مِنْ
رَبِّكَ
بِالْحَقِّ
فَلَا
تَكُونَنَّ مِنَ
الْمُمْتَرينَ
"(Deki):
Allah'tan başka hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açık olarak indiren
Odur. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler,Kuran'ın gerçekten Rabbin
tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma."[3]
Ayetlerde geçen "Sakın şüpheye düşenlerden
olma" sözü Allah Resul'üne ve onun
şahsında bütün müminlere
yöneliktir. Çünkü iman ile şüphe bir arada bulunmaz.
* İman ve amel: İmanı
amelden,ameli imandan apayrı olarak düşünmek yanlıştır. Amelin önemini
vurgulayan şu ayetler dikkate değer:
اَحَسِبَ
النَّاسُ
اَنْ
يُتْرَكُوا
اَنْ
يَقُولُوا
امَنَّا
وَهُمْ لَا
يُفْتَنُونَ
"İnsanlar
imtihandan geçirilmeden, sadece "iman ettik" demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar?"[4]
Rabbimiz şöyle buyurdu:
وَقَالَ
رَبُّكُمُ
ادْعُونى
اَسْتَجِبْ لَكُمْ
اِنَّ
الَّذينَ
يَسْتَكْبِرُونَ
عَنْ
عِبَادَتى
سَيَدْخُلُونَ
جَهَنَّمَ دَاخِرينَ
"Bana
dua edin. kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar
aşağılanarak cehenneme gireceklerdir."[5]
B)
ÖZEL AMAÇLAR
Bu dersin okutulmasıyla
ulaşılması istenilen amaçlar:
1)-Tevhidi akideyi bütün
boyutlarıyla öğrenmek
2)-İmansız amelin boş bir çaba
olacağını kavramak
3)-İnananların iman bağlarını güçlendirerek, daha dinamik hale
getirmek
4)-İman edilecek esasları öğrenip anlamak, taklitten uzak
durmak
5)-İman ile küfür arasındaki
sınırı anlayabilmek, günümüzde görülen İslam’ı kavramların anlamlarını tahrife
yönelik çalışmaları görebilme yeteneği kazanmak.
6)-İman konularını başkalarına
anlatabilme tekniğini kazanabilmektir.
C)
KONULAR
1)
- Akaid bilgisi
a) - Akaidin tanımı
b) - Akaidin konusu
c) - Akaidin gayesi
d) - Akaidin diğer İslami ilimler
arasındaki yeri
e) - Akaid ilminin dayandığı kaynaklar
2) - Din nedir?
a)
- Kuran’a göre dinin tanımı
b) - Hak ve batıl dinler
c) - Tahrif edilmiş ilahi dinler
d) - Beşeri dinler
e) - Dine olan ihtiyaç
f)- Din ve Bilim
3) - İman nedir?
a) - İcmali İman
b) - Tafsili İman
c) - Taklidi ve Tahkiki İman
d) - İman Artar ve eksilir
e) - İman ve İslam
f) - Tasdik ve inkar bakımından insanlar;
4) - Allah'a iman
a) - Allah'ın varlığı ve birliği
b) - Allah'ın Rablığı ve ilahlığı
c) - Allah'ın isimleri
d) - Allah'ın sıfatları
e) - Kelime-i tevhit ve pratikleri
f) - Allah sevgisi
h) - Allah korkusu
5)
- Meleklere iman
a) - Meleklerin mahiyeti
b) - Meleklerin vazifeleri
c) - Meleklerin çeşitleri
d) - Meleklere imanın faydası
e) - Cin
f)-Şeytan
6) - Kitaplara iman
a) - İlahi kitap kavramı
b) - İlahi kitapların gönderiliş
sebepleri
c) - Suhuflar
d) - Dört Kitap: Tevrat, Zebur, İncil ve
Kur’an-ı Kerim
e) - Ehli Kitabın bugünkü durumu
7)
- Peygamberlere iman
a) - Peygamberlik ve vahiy
b) - Peygamberlerin sıfatları
c) - Peygamberlerin dereceleri
d) - Mucize
e) - Kuran’da adı geçen Peygamberler
f) - Peygamberlere olan ihtiyaç, Nübüvvetin
bugünkü durumu.
8)
- Ahirete iman
f)- Mizan
g)- Cennet
h)- Cehennem
ı)- Araf
j)- Şefaat
9)
- Kaza ve Kadere iman
f)- Şer
10)
- Ahlaklı olmak
11)
- İmanı zedeleyen Faktörler
d) - Şirk
e) - Taklid
f)- Cehalet
g)- Kibir (İstikbar)
h)- İkrah
ı)- İrtidat
D) YÖNTEMLER
İdeal İslam toplumunu oluşturacak
fertlerin akaid bilgisini öğrenme yöntemi ne olmalıdır? Bu konuyla alakalı
temel ilkeler şunlardır:
1) Asırlardır akideye bulaşmış
olan şaibe ve fazlalıklardan uzak durularak, Allah'ın kitabı ve mütevatir hadis, akide için biricik
kaynak olarak kabul edilmeli.
2) Sağlıklı imanı yerleştirmede,
Kuran’ın metoduna uyarak, akıl ve kalple birlikte hitap etmeli.
3) Konular işlenirken
öğrencilerin de katılımlarıyla derse aktif bir metot hakim kılınmalı, derslerde
mümkün olduğunca kaynak eserler bulundurmalı, her çeşit teknik araç ve gereçten
yararlanılmalıdır. Öğrencilerin derse katılımları ise konuya hazırlanmaları ile
mümkündür.
E) KAYNAKÇA
Eserin Adı
Yazarın Adı Yayınevi
1) - Ehli Sünnet Akaidi/ M.Pezdevi Kay ıhan
2) - 20 yy. Tevhit ve Şirk/ M. Alagaş İnsan
3) - Sorularla Tevhit ve Akait/ M. Alptekin Medeniyet
4) - Mezhepler Tarihi / M.Ebu Zehra Hisar
5) - Fıkhı Ekber/ Ebu
Hanife Çağrı
6) - Nesefi Akaidi/ S.
Ahsen Bayrak
7) - Ehli Sünnet Akaidi/ Gümüşhanevi Bedir
8) - Dört Mezhep İmamının İtikadı/ el-Humeyyis Guraba
9) - İslam Akaidi/ Ramazan-el-Buti
Madve
10) - İslam Akaidi/ Lütfi
Kazancı Marifet
11) - İslam Akaidinin özellikleri/ A.zzam Ravza
12) - Ehli Sünnet Akaidi/ M.Zahid Kotku Seha
13) - İtikatta İktisat/ Gazali Sönmez
14) - Akait Risaleleri/ Ali Nar Beyan
15) - Akait ve Şeriat/ M.Şeltut Yöneliş
16) - İslam Akaidinde Tevhid/ H.el-Benna Madve
17) - Din Budur/ S.Kutub İhya
18) - Din gerçeği ve İslam/ M.Alagaş İnsan
19) - İman Risalesi/ M.İslamoğlu Denge
20) - iman ve Tavır/ B.Eryarsoy Şafak
21) - Allah'a İman ve Altı Esas/ M.Toptaş Cantaş
22) - Tarih B.T.M. ve Hz. Peygamber/ Mevdudi Pınar
23) - Ölüm ve Ötesi/ Gazali Çile
24) - İslam/ Fazlur
Rahman Selçuk
25) - İslam Düşüncesi/ Seyyid Kutub Dünya
26) - Yoldaki İşaretler/ Seyyid Kutub Hicret
27) - İslam Nedir?/ Ali
Şeriati Bir
28) - İslam Etrafında Şüpheler/ M.Kutup Bir
29) - Tevhid ve Şirk/ Salih Gürdal Beyan
30) - Tevhid Risalesi/ Muhammed Abduh Fecr
31) - Gençlere Tevhid Dersleri/ Mehmet Göktaş İstişare
32) - Vahiyden Kültüre/ CelaleddinVatandaş Pınar
33) - Tevhid ve Değişim/ CelaleddinVatandaş Pınar
34) - Tevhid/ Muhammed Kutup Risale
35) - Sait Havva Külliyatı/ Said Havva Petek
36) - Kuranda Tevhid/ M.H.Beheşti Objektif
37) - Kuranda kıyamet sahneleri/ S.Kutup Hilal
38) - Esma-ul Hüsna/ A.Osman
Tatlısu Seha
39) - İnsan ve Allah/ M.Çamran Bengisu
40) - Namaz, Bir Tevhid Eylemi/ A.Yıldız Pınar
41) - İslam/ İsmail-el-Faruki Risale
a) Akaidin Tanımı
b) Akaidin Konusu
c) Akaidin Gayesi
d) Akaidin Diğer İslami ilimlerde Yeri
e) Akaid İlminin Dayandığı Kaynaklar
- Okuma Parçası-
Genel Bir Bakış
Sözlük anlamı olarak Akaid, düğümlemek anlamına gelen akd
kökünden türemiş olan akide kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten türeyen i’tikad kelimesi ise; düğüm atmışcasına
bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, o şeyi gönülden benimsemek anlamına
gelir. O halde Akide gönülden bağlanılan şey demektir.
Terim olarak akide: İslam
Dini’nde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Bu esaslardan
bahseden ilme de Akaid ilmi denir.[6]
Bu tanımda geçen inanılması
gerekli esaslar; Allah’ın varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna,
meleklerine, kitaplarına (vahye), peygamberlerine, ahiret hayatına, kaza ve
kadere, Kur’an-ı Kerim’deki emir ve yasakların tümüne inanmak demektir.
Reddedilmesi gerekli esaslar ise; küfür, şirk, nifak, fitne, kullara kul olmayı
gerektiren düzen ve hayat görüşleri, her türlü yanlış inanç, düşünce ve hayat
şekilleri, bâtıl inanç ve hurâfelerdir.
İman: Güvenme, verilen bir habere kalpten inanma,
haberi getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde düşmeksizin inanma; Allah'a,
ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (a.s)'ın Allah'ın kulu ve Resulü
olduğuna, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kadere, hayır ve
şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanma. [7]
Bütün
dilcilerin örfünde imanın hakikati; "mutlak tasdik"dir. Yani, bir
şahsa, bir habere veya bir hükme, kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, onu
doğrulamak, sözünü doğru kabul etmektir. Tasdik eden, tasdik ettiği şahsı
tekzip edilmekten emin kılmış veya bizzat kendisi yalandan emin ve mutmain
olmuştur. İman kelimesi, ya "âmenehu"
da
olduğu gibi doğrudan, veya "âmene bihi" ve "âmene lehu" da
olduğu gibi, (be) veya (lâm) ile mef'ul alır. (be) ile olursa, "İkrar ve itiraf"; (lâm) ile olursa, "iz'an ve kabul" manası ifade eder. [8]
Akaid,
akide kelimesinin çoğuludur. Akide, akd kökünden türemiştir. Akd ise
düğümlemek, bağlamak anlamına gelir. Buna göre akide, bağlanılan, sağlam bir
şekilde inanılan, düğüm artmışçasına kesinlikle gönülden kabul edilen şey
anlamını taşır.
İtikad
kelimesi de akd kökünde türemiş olup kalpten bağlanma, kesin olarak karar
verme, inanma anlamına gelir. Bir başka tabirle; bir nizamın temel ilkeleri,
herkesin benimsemesi gereken kaçınılmaz umdeler demektir.
Sözlük
anlamı akideler demek olan akaid, terim olarak İslam dininde inanılması ve
kalben kabul edilmesi gereken hususlara verilen ad olmuştur. Akaidle
kastedilen, iman esaslarıdır. Akaid ilmi denince akla iman esaslarından
bahseden ilim gelir. Yani İslam dininin iman esaslarını, delilleriyle anlatan
ilimdir. Tıpkı ameli hükümleri anlatan ilme “Fıkıh” dendiği gibi; İmanla alakalı
ilme de “Akaid” denilmiştir.
Akaid,
İslam dininin ameli değil de itikadi, nazari hükümlerinden bahseder. İslam
dininin temel, asıl kurallarını inceler. Akaid ilmi, kısa ve özlü olarak iman
esaslarını inceleyen ilimdir.
Bu
bakımdan akaidin konusu, bütün iman esaslarıdır. İman esasları ise Kur’an-ı
Kerim-in iki kapağı arasındaki mushafın tümüne inanmaya denilir; bunlar genel
olarak altı kısımdan ele alınmıştır. Allah’ın zatına ve sıfatlarına iman, bu
esasların temelini teşkil eder. Bundan sonra diğer esaslar gelir. Bunlar:
meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete, kaza ve kadere imandır. Akaid
ilmi, sözü edilen iman esaslarına inanmanın nasıl ve ne şekilde olacağını da
belirler ve imanın mahiyetini inceler.
İman
esaslarıyla ilgili kısa ve özlü bilgi Akaid ilmi sayesinde kazanılır. Ayrıca
zarureti diniye denilen meselelerin de akaidi ilgilendiren yönleri, bu ilimde
ele alınır. Mesela: Farzlar, Haramlar, İtikadı bozabilecek hususlar...
Akaidin
gayesi, insanın kalbine, onun yaratılış ve fıtratına, saf ve temiz tabiatına en
uygun olan imanı yerleştirmektir. Allah’ın bir tek oluşunu kalplere
yerleştirmek. Allah’ın varlığını ve birliğini gönülden benimsemek şeklinde
anlaşılan tevhid akidesini her insana duyurmak ve anlatmak akaidin en önemli
gayesini oluşturur. Bütün insanların tevhid inancı etrafında birleştirmek,
akaid ilminde gerçekleştirmek istenen en büyük amaçtır.
Böylece
akaid, insanı inançsızlık, inkar, şüphe ve tereddütlerden kurtararak manevi
yönden güçlü ve huzurlu yapmak ister. İnsan, sağlam ve hurafelerden uzak bir
akide sayesinde dünya ve ahiret mutluluğuna erişir.
Mutluluk
da, başarı da önemli bir etkendir. Huzurlu, mutlu ve başarılı insanlardan
oluşan bir toplum da mümtaz niteliklere sahip olur. Sağlam inanç sahibi insan,
faziletli, ahlaklı, yararlı ve verimli olur. Akaidin faydası bu hususta da
görülür.
Demek
ki, Akaid ilminin gayesi; deliller oluşturarak, akideyi ispat edip, şüpheleri
def ederek, inatçıları susturarak; imanı yakin ve kesin dereceye vardıran;
böylece de insana dünya ve ahiret saadetini kazandıran bir ilimdir.
Dinin
itikadla ilgili hususlarının ilmi olan akaid bütün diğer İslami ilimlerden önde
gelir. Dünya ve ahiret faydası açısından, akide ve inanç olmaksızın diğer
İslami ilimlerin bir değeri yoktur. Onlarında akaide dayanması gerekir.İnsana
önce akide ve iman gereklidir. Akide ve iman olmaksızın amel bir değer taşımaz.
O halde akaid, İslami ilimler arasında en önemli yeri işgal eder.
Akaid,
Ahlak, Siyer ve Fıkıh ilimlerinden önce gelir. Ahlak, Siyer ve Fıkıh dal, şube
tarzında düşünülürse akaid asıl, kök, gövde olarak kabul edilir. Akaid, diğer
İslami ilimlerin temeli olarak değerlendirilmelidir. Temelsiz bina
düşünülemeyeceği gibi, akaidsiz İslami ilimler de düşünülemez.
İslam
Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin
hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek
kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan, veya manası farklı anlaşılmaya müsait
olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslam inanç esasları, delâleti ve
sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan
hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevatir haberlerdir. Kur’an’ın tümü
mütevatir haber türüne girdiği halde; hadislerin çok azı bu sınıflamaya girer.
Hükümler,
zannî hükümler ve kat’î hükümler diye ikiye ayrılır. Kat’îlik, hem hükmün vahy
olup olmaması yönüyle olmalıdır; hem de inançla ilgili ifadenin açık ve netliği
yönünden olmalıdır. Birinciden, mütevatir hadislerin dışındaki “haber-i vâhid” de
denilen “âhad hadis” ; ikinciden
de muhkem ayetlerin
dışındaki müteşabih ayetlerin
hükmünün açıklığının kat’î olmadığı anlaşılmalıdır. İşte bu iki yönüyle (sübut
ve delâlet yönüyle) kat’î olan hükümler, akaidde kesin ölçülerimizdir. Kur’an’daki itikadî
hükümlerden muhkem olanların tümü ve mütevatir hadislerdeki itikadî hükümler
kat’î akaid hükümleridir.
İslam
akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman
olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük
cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan
hükümler, akaid esaslarıdır. Tabbi ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe
bulunmayan mütevatir haberlerdir. Yani, Kur’an ve mütevatir hadislerdir. Bunlara sübutu kat’î
deliller denir.
Akaidde
bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Ayet veya mütevatir
hadislerdeki bazı ifadelerin hangi manaya delâlet ettiği kesin olmayabilir;
manaya delaleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da
kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma
hakkına sahip değildir. Manaya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu
kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Muhkem
ayetler ve mütevatir hadislerdeki itikadî esaslar, yani delâleti ve sübutu
kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır. Bu doğrular, kişilere, zamana
ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli)
doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve
tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz.
Dolayısıyla İslam akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken
doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz.
Tarihten
miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye
takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilaflar, ölçüdeki
genişlikle ilgilidir. Farklı mezhep ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir
eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da
akaidde ölçü kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular
yerine konulmuş eserlerden ibarettir.
Bilgi Kaynağı
İlim: İnsanın duyu vasıtaları ile elde ettiği veya
Allah Tebarek ve Teâlâ'nın vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde
zan ihtimali bulunmayan yakını bilgi.
İslamî
terminolojide ilim terimi; "bilgi" kelimesini karşılamak için
kullanıldığı gibi, herhangi bir bilgi şubesini ifade için de kullanılır.
Meselâ; kelâm ilmi, tefsir ilmi gibi. Keza, ilim ve bilgi terimlerinin bazen
marifet kelimesiyle karşılanıldığı da bilinir.
Seyyid
Şerif Cürcânî'ye göre ilim: "Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve kanattır."[9]
Cürcânî
ilim için şu tarifleri de yapar: "İlim; bir şeyi olduğu gibi idrak
etmektir. Bilgisizlik bilginin zıddıdır. Bilim, bilinenden gizlilik ve
kapalılığın kalkmasıdır. İlim; nefsin, bir şeyin manasına ulaşmasıdır. Düşünen
ile düşünülen arasında hususi bir alâkadır."[10]
İlim,
kesin olsun veya olmasın kavram (tasavvur) veya hüküm olarak mutlak manasıyla
idrak etmektir. ilim; düşünme, fehmetme ve hayal etme manalarına da gelir."[11]
İlim
kavramının yanında çoğu zaman kullanılan marifet kavramı, daha hususi bir anlam
taşır ve daha ziyade vasıtasız bilgiyi, sezisi, kalbî bilgiyi ifade etmek için
kullanılır. ilim ahiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuz) bilgiler
topluluğudur.
İnsanda
ilmin ilk doğuşu; düşünmeden (basitçe), bir yol göstericiye başvurmadan elde
edilir. İnsan, yaşı ilerledikçe sebeplerine başvurularak, düşünülerek, bir
delille ilim elde etme yollarının var olduğunu anlar. Toplu olarak söylersek;
birisi vasıtasız yolla doğrudan elde edilen ilim, diğeri vasıta ile elde edilen
ilim vardır.
a)
Vasıtasız ilim: Her insan kendi hususiyetleri ile kendi cinsleri arasında
farklı ve ayrı yanlarıyla yaratılır. Tabii olarak var olan hususiyetleri
bilmek, fertlere doğrudan, vasıtasız verilen bilgidir (ilimdir). İnsan, açlık,
susuzluk, keder, neşe, korku vb. duyguları, çocuk, süt emmeyi; kuş, uçmaya;
balık, yüzmeyi doğrudan öğrenir. Siyah ve beyazına diğer renklerin aynı bey
olmadığı ve bir çok sevin mevcudiyeti vasıtasız olarak bilinir. Bu yolla
genelde maddi seyler görerek öğrenilir.
b)
Vasıtalı ilim; Bu çeşit ilim ise genel olarak akıl ve his aracılığı ile
öğrenilen ilimdir. Vasıtalı ilimler ise, maddi olmayan, veya mevcut olup dışta
maddi şekli bulunmayan, fizik ötesi dediğimiz gayb aleminden fikir, zihin
yoluyla öğrenilir. İnsanda bulunan beş duyu (görme, işitme, koklama, tat alma
ve dokunma) ile maddi şeyler hakkında (duyular vasıtasıyla) bilgi edinilir. Bir
şey görünce şekil; bir ses işitince ses; bir şey koklayınca koku; ağzımıza
yiyecek alınca o şeyin tadı; bir şeye dokununca onun yumuşak ve sert oluşu vs.
hakkında vasıtalı bilgiler ediniriz. Ancak hastalık halinde tatlı, acı gibi
gelir. Tren ve başka araçla giderken yol geriye gidiyor sanırız. Bu gibi bazı
istisnalar dışında, duyular aracılığıyla, düşünerek, zihni bilgiler ediniriz.
Ayrıca inceleme ve araştırma yoluyla da şüpheleri gideren doğru bilgilere
ulaşırız.
İlimler
farklı bakış açılarına göre şu tasniflere ayrılabilir:
Şer'î
ilimler: Peygamber efendimizin getirdiği ilim.
Şer'î
olmayan ilimler: Maddi, dünyevi ilimler. Ayrıca dinî, aklî ve dünyevî ilimler
olarak, veya zâhir, (dünya hayatını tanzim eden) bâtın (ebedî hayatı tanzim
edici) ilimler olarak da kısımlara ayrılırlar.
İslâm
akâidine göre insanın ilim elde etmesinin yolları üçtür:
1-
Havass-ı selime (sağlam duyu organları). Bunlar göz, kulak, burun, dil ve deri
olmak üzere beştir. Bu duyu organları hastalıklardan uzak olduğu takdirde
kendileriyle elde edilen bilgiye güvenilir.
2-
Haber-i sadık (doğru haber). Bu ikiye ayrılır:
a) Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere
birleşmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayıda bir topluluğun vermiş
olduğu haberdir. Bunda şüphe edilmez. Meselâ bugün Avustralya kıtasının
varlığını gözlerimizle görmesek bile bir çok kişi tarafından haber verildiği
için tereddütsüz kabul ederiz.
b) Haber-i Resul: Allah tarafından gönderilen hak peygamberin
vermiş olduğu haber ve söylemiş olduğu şeylerdir.
3-
Akıl: İslâm dini akla büyük önem vermiş, onu ilim elde etme yollarından biri
olarak kabul etmiştir. Bir şey akılla düşünmeden hemen bilinirse buna
"bedîhî" denir. Düşünerek bilinirse "istidlâlî" denir
f)Din ve Bilim
Genel
Bir Bakış
Din,
Arapça bir kelime olarak Dâl-ye-nun harflerinden meydana gelmiştir. Söyleyiş
şekli değişmeksizin Türkçe'ye girmiştir. Kelime gerek İslam öncesi Arapçasında
gerek Kur'an ve sünnette oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabii
bir sonucu olarak kelime; İslam Tarihi boyunca bütün çeşitliliğiyle ve farklı
oranlar da olsa da yoğun olarak kaynaklarda. İlmi ve edebi eserlerde; sözlü ve
yazılı anlatımlarda yerini almış; İslami ilimlerin anahtar terimlerinin en
başında yer almıştır. Bu bakımdan bu kelimenin hem sözlük hem terim anlamı
anlam itibarıyla ona yakın ıstılahlarla birlikte yakından bilinmeli; Kur'an ve
Sünnetteki kullanmaları etraflı bir şekilde tanınmalıdır.
Dinler
inanç (akide), uygulama (muamelat) ve organizasyon sistemleri olup, bunlar
bağlılarının davranışında yansıyan bir ahlakı teşekkül ettirir. Dini akideler
kainatın nihai yapısına, onun güç ve kader merkezlerine atıfta bulunmak
suretiyle, dolaysız deneyimin yorumlarıdır. Bu akideler daima tabiat-üstü
terimlerle kavranmıştır.
Bir
dinde mevcut tabiat üstü varlıklara inanç, duygusal açıdan oldukça yüklüdür.
ed-Din
kelimesi bizzat Kur'an'daki kullanılış biçimleriyle çok çeşitli anlamlara
gelmektedir.
Ceza, ödeşme yargılama, tecziye (ceza veya mükafat verme) (Fatiha; 4,
Zariyat; 6, İnfi-lar; 18-19) Saffaf; 53, Vakıa; 86).
Yol, yasa, anayasa (Yusuf; 76),
Ceza hukuku, (Nur; 2)
Ahlaki- manevi-dünyevî yasalar bütünü, sistem,
gidişat (Ahzâb; 5, Mümin; 26)
Kulluk, itaat (Nahl; 52),
Barış düzen (Enfâl; 39) bu anlamların başlıcalarıdır.
Başta verdiğimiz terim anlamıyla Kur'an iki tür dinden söz eder:
1- Hak
din;
2-
Bizzat insanın icat ettiği batıl din.
Kur'an
çok net olarak kainattaki irade sahibi varlıklardan başka (insanlar ve cinler)
tüm varlıkların Allah'a teslim olup itaat ettiklerini belirtir ve bu yüzden
insan elinin ulaşamadığı her yerde tam bir denge ve barış hakimdir. İnsan ise
yeryüzünün halifesi olarak yaratıldığından, kendisine irade ve bilgi verilmiş
olup, görevi kendi iradesiyle yeryüzünü barış içinde kainatın diğer yöreleriyle
birleştirmek, yeryüzünde fesat çıkarmamaktır. İrade sahibi olduğundan zahirde
birbirine zıtmış gibi görünen, takat emelde birbirini tamamlayan iki cephesi
vardır.
Ene (ben-ego) cephesi
Hüve (o) cehpesi.
Müstesna
bir yaratılışa sahip olan insan bu iki cephesi nedeniyle çeşit çeşit eğilimler,
arzular ve duygular içindedir. 'Ben'in isteklerini yerine getirmede bir çok
sanatlara ihtiyacı vardır. Bu sanatların hepsine birden sahip olamadığından hem
cinsleriyle bir arada yaşamak zorundadır ki, her insan kendi özel kabiliyet,
çalışma ve emeğinin ürününü başkalarınkiyle değiştirsin ve böylece bireysel ve
toplumsal planda dünya hayalını yaşasın.
Sonra
dinin tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lazımdır. Bu merci ve sahip
de ancak peygamberdir. Peygamber olan zatın da her yönden halka olan
hakimiyetini devam ettirmek için maddi ve manevi bir yüceliğe ve bir seçkinliğe
ihtiyacı olduğu gibi, yaratıcı ile olan ilişkisinin derecesini göstermesi
içinde bir 'delil'e ihtiyacı vardır. Böyle bir delil onun şahsiyeti, hayatı ve
mucizeleridir.
Dini
gönderenin, yani Allah'ın emirlerine ve yasaklarına bir başka deyişle ed-Din'e
itaat ve bağlılığı sağlamak için Allah'ın kudret ve büyüklüğünü zihinlerde tespit
edip gönüllerde yerleştirmeye ihtiyaç vardır. Bu da ancak imanı hakikatlerin
tecellisi ve inkişafıyla mümkün olur. İmani hakikatlerin tecelli, takviye ve
inkişafı da ancak tekrar ile yenilenen ve güçlenen ibadetle mümkündür.
Bazı
müslüman alimler dini bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çerçevesini,
dinin daha çok idari ve toplumsal hükümleri oluşturur. Allah'ın koyduğu
vergileri toplayıp yerlerine harcamak, dinin serbestçe yaşanacağı ortamı
hazırlamak ve bu amaçla dini yaymak, dinin, ülkesinin ve insanların can, mal,
ırz ve akıllarının korunması ve bunlara karşı girişilen tecavüzlerin önlenip
dinin tebliğinin önüne konan engellerin kaldırılması için gerekirse savaşmak,
ticari, mali sermaye emek ve her türlü karşılıklı ilişkileri düzenleyici
kurallar, mülk edinme, evlenme, boşanma, miras vb. konusundaki kurallar, suç
işleyenleri cezalandırmak ve zulme meydan vermemek bu hükümlerin bazılarıdır.
Tekerlekte
çerçeveden sonra çubuklar gelir. Çubuklar merkezi çerçeveye, çerçeveyi de merkeze
bağlar. Çubuklar çerçeveden merkeze doğru gider. Namaz, oruç, içki kumar
yasağı, hile yapmama, aldatmama, Hac, infak, zikir, dua, tefekkür, murakebe,
nafile ibadetler, zühd, tevekkül, sabır, şükür vb. çubukları oluşturur.
Merkezle çerçeveyi birbirine bağlayan bu çubuklar sayesinde merkezi oluşturan
'Hakikat' bütünüyle çerçevede yansır. Merkez, en net ve özlü ifadesiyle "la
ilahe İllallah, Muhammedi'm Rasulullah" kelimesinde anlamını bulan
hakikattir. Tekerleğin üzerinde bulunan toplum da hakikat üzere olan toplumdur.
Bu hakikatle, insanın öz varlığını oluşturan hakikat ve kainatta hakim olan
hakikat arasında hiçbir fark yoktur. Demek oluyor ki, dinîn sonunda vardığı
hedef ve taşıdığı öz, insana gerçek insanlığını, 'kamilinsün' (İnsanıkamil)
olma halini kazandırmaktan ibarettir. Bu tüm insanlığın hayatında
gerçekleştiğinde, yeryüzünde ve artık kainatta Tevhid bütünüyle hakim olmuş ve
göklerle yer 'barış,' içinde birleşmiş, demektir.
İnsan
gerek bireysel gerekse toplumsal hayatında birtakım kurallara uymak zorundadır.
Bu kurallar eğer Allah'ın seçip gönderdiği dinin kuralları değilse, onların
yerini insanların veya insanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kurallar
alacaktır. Bu durumda ortaya insan yapısı, Özde bir ama nicelik bakımından birden
fazla olabilen din(ler) çıkar. Bu din(ler)in tanrı(lar)ı onu ortaya
koyan(lar)ın nefs(ler)idir, arzularıdır, heves ve tutkularıdır. Toplum
hayatındaki rabb(ler)i ise, o insanların kendileridir. Bu din(ler)in de
inanılıp kabul edilmesi gereken birtakım esasları ve uyulması gereken hukuki ve
ahlaki kuralları vardır. Allah'ın asla razı olmadığı bu din(ler)de özde bir,
şekilce ayrı pek çok pullar bulunur. İnsanlık tarihinin şahit olduğu üzere bu
toplumsal hayattaki dayanak noktası kuvvettir; hedefi çıkardır; hayattaki düsturu
kavgadır, boğuşmadır; toplumlar arasındaki bağı ırkçılıktır, kabileciliktir;
meyvesi, nefsani hevesleri tatmin ve insanlığın ihtiyaçlarını artırmaktır.
Hak
dinin esası Allah'a kulluktur, ama bu, yalnız Allah'a kul olmakla başka hiçbir
varlığın önünde boyun eğmeyi kabul etmeyen bir kulluktur. Hak Dinin toplum
hayatındaki dayanak noktası haktır, gayesi fazilet ve Allah'ın maşıdır; hayat
düsturu yardımlaşmadır; toplumlar arasındaki bağı iman bağıdır, meyvesi nefsani
heveslerin tecavüzüne set çekip ruhu yüceliklere teşvik, ulvi hisleri tatmin ve
insanı kemalata sevk etmektir.
Son
olarak, din yukarıda verilen sözcük anlamları dahilinde terim anlamıyla ele
alındığında, bir başka deyişle terim anlamı sözcük anlamlarına uygulandığında
ortaya şöyle bir tablo çıkar.
Allah'ın
insanı mükemmel şekilde yaratıp yeryüzünde halife yapması, ona gitmesi gereken
yolu göstermesi, kitaplar ve peygamberler göndermesi kainattaki çoğu varlıkları
emrine vermesi hep onun insan üzerindeki birer nimeti, emaneti, aynı zamanda insanın
da Allah'a karşı bir bakıma borçlanmasıdır. Eğer insan yeryüzünde Allah'ın
nimetleri karşısında şükürde bulunursa borcun gereğini yerine gelirmiş olur. Bu
da Allah'a itaatle mümkündür. Allah'a itaat ise ancak onun gönderdiği hükümleri
uygulamakla mümkün olur.
Kurân-ı
Kerim'i gözü açık okumak isteyen herkes, bu ilâhi kitabın, kendisine tabi
olanları, küfrün ve kâfirlerin tebaası olarak birer esir şeklinde dini hayat
sürdürmeye davet etmediğini hemen anlayacaktır. Kurân-ı Kerim, aksine, iktidar
olmak, iktidar ve hakimiyet sahibi olmak ister. Kendisine tabi olanlardan Hak
Dini, fikir, ahlâk, medeniyet, kültür, hukuk ve siyaset açısından galip ve
üstün kılmak amacıyla mücadele etmelerini bekler. Ayrıca, hakimiyetin ancak
iman sahiplerinin ellerinde bulunması halinde gerçekleştirilebilecek geniş
kapsamlı bir hayat düzenini tavsiye eder.
Nitekim
Kitabullah’ın, indirilmesinin gayesini şöyle dile getirmiştir:
اِنَّا
اَنْزَلْنَا
اِلَيْكَ
الْكِتَابَ بِالْحَقِّ
لِتَحْكُمَ
بَيْنَ
النَّاسِ بِمَا
اَرَيكَ
اللهُ وَلاَ
تَكُنْ
لِلْخَائِنِينَ
خَصِيمًا
“Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana
Kitabı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!”[12]
Bu
kitapta zekâtın toplanıp dağılmasıyla ilgili öyle hükümler yer alıyor ki bunlar
ancak sağlam temellere dayalı, istikrarlı bir hükümetin belli kanun ve
kuralları çerçevesinde başarıyla yerine getirilebilir.[13]
Bu
kitapta, faizin yasaklanması, faiz ve riba ile ilgilenenlere karşı ilân edilen
savaş, ancak bütün memleketin siyasi ve ekonomik idaresinin iman sahiplerinin
ellerinde bulunmasıyla kazanılabilir.[14]
Bu kitapta katile kısas uygulanmasına ilişkin
hükümler[15] bir
hırsızın elinin kesilmesine dair emirler[16]
zina ile kadf (kazf)ın cezalandırılmasıyla ilgili kararlar,[17]
bu gibi emir ve hükümleri aynen yerine getirenlerin, kâfirlere tabi olacakları
varsayımıyla yer almamıştır. Bu Kitapta, kâfirleri katletme (mücadele ve
muharebe) emri, bu dinin mensuplarının, kafirlerin bir hükümetinde ordu
toplanıp ve gençleri orduya kaydederek, yerine getirilmek düşüncesiyle
verilmemiştir.[18]
Bu
kitapta, ehl-i kitaptan cizye alınmasına dair hükümler, müslümanların,
kâfirlerin tebaası olarak onlardan cizye alabilecekleri ve onları koruma
görevini yerine getirebilecekleri düşüncesiyle yer almamışlardır. Bu durum
sadece Medine'de Hz. Muhammed (a.s)'e vahiy olunan ayetlerde değil, Mekke'de
bulunduğu sırada kendisine indirilen ayetlerde de mevcuttur. Bundan anlaşılıyor
ki, Hak Dini'nin, ta başından beri kâfirlere mağlup ve tabi olarak değil, hakim
ve üstün olarak kurulması amaçlanmıştır. Hz Peygamber (a.s)'ın büyük
başarılarından deliller bahsettiğimiz yanlış anlamanın mahiyeti, en çok Hz.
Peygamber (a.s)'ın 23 yıllık Peygamberlik müddeti sırasında başardığı büyük
işlerden ortaya çıkar.
Kur’an-ı
Kerimin ilk süresinde ve üçüncü ayetinde “Din gününün sahibi” diye bir ifade
vardır. Bundan kasıt; ahirette ceza ve mükafatın taksiminin sahibinin sadece
Allah olduğudur.
Kur’an-ı
Kerim’in ikinci suresinde ise “din”; toplumun idare şekli olan kanun ve yasalar
şeklinde ifade edilir:
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ
تَكُونَ
فِتْنَةٌ
وَيَكُونَ
الدِّينُ لِلَّهِ
فَاِنِ
انْتَهَوْا
فَلاَ
عُدْوَانَ
اِلاَّ عَلَى
الظَّالِمِينَ
“Fitne tamamen yok
edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.
Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.”[19]
Kur’an-ı
Kerim’in üçüncü suresinde ise, “din” kelimesi, Allah katında hak ve makbul olan
dinin sadece İslam olduğu ifade edilir:
اِنَّ
الدِّينَ
عِنْدَ اللهِ
اْلاِسْلاَمُ
“Hiç şüphe yok ki, Allah’ın indinde din İslam’dır.”[20]
وَمَنْ
يَبْتَغِ
غَيْرَ
اْلاِسْلاَمِ دِينًا
فَلَنْ
يُقْبَلَ
مِنْهُ
وَهُوَ فِى اْلاَخِرَةِ
مِنَ
الْخَاسِرِينَ
“Her kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki, o
din kendinden asla kabul edilmeyecektir. Ahirette de o kimse zarar çekenlerden
olacaktır.”[21]
اَلاَ
لِلَّهِ
الدِّينُ
الْخَالِصُ
“Haberiniz olsun ki; halis olan din yalnızca
Allah’ındır.”[22]
الْيَوْمَ
اَكْمَلْتُ
لَكُمْ
دِينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ
عَلَيْكُمْ
نِعْمَتِى
وَرَضِيتُ
لَكُمُ اْلاِسْلاَمَ
“Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.”[23]
Kur’an-ı
Kerim’in ortaya koyduğu din gerçeği, dünyada sosyal nizam, ahirette ise mahşeri
intizamdır. İkisi de yüce Allah’ın hakimlik yaptığı dünya ve ahiret
mahkemesidir.
Dindar olmak, varlığımızın ve benliğimizin vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. Hiç kimse bu
ihtiyacı inkar etmemiştir. Çünkü, din ihtiyacını bilgin cahil olsun Her
bilginin ve cahilin mutlaka bir dini olmuştur ve bu ihtiyaçtan kaçamamıştır.
Batılı ilim ve fikir adamlarının bu tespitleri de
gösteriyor ki: İnsan fıtraten dindardır; din duygusu insan tabiatının zarurî
bir ihtiyacıdır. Tarihin hiçbir devrinde dinsiz, yani, inançsız ve mâneviyatsız
bir insan olmamıştır.
İnsan, akıl ve şuur sahibi, varlığı üzerinde düşünebilen
bir canlıdır. Nereden gelip nereye gittiğini, niçin yaratıldığını, hayat
yolunun onu nasıl bir sonuca ulaştıracağını, vicdânıyla baş başa kaldığı zaman,
kendi kendine sorup durmaktadır. Bu konuda tatmîn olmak, içinde geleceğe ait
olarak beliren endişelerden kurtulmak, sükûnete ve iç huzura ermek
ihtiyacındadır. Bu huzuru, insan, ancak insanüstü bir hakikate inanıp
bağlanmakla bulabilir. Bu hakikatı ise, ona ancak din verir ve öğretir.
İnsanlığın kendi dünyasında maddeten ve mânen inkişaf
etmesi, gerçek insanlık mertebesine ulaşması için de, din mutlaka gereklidir.
Bu hususu Üstad Bediüzzaman şöyle ifâde eder:
“Nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılsa görülür ki, ruhun
mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini
telkin eden, yani aşılayan şeriatlardır. Vücud veren tekliftir. Hayat veren
peygamberlerin gönderilmesidir. İlham eden dinlerdir. Eğer bu noktalar
olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı. Ve insandaki bu kadar kemâlât-ı
vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı.” [24]
Evet din bir ihtiyaçtır. Hem de fıtri bir ihtiyaç, yani hak
dini bulamayınca batıl bir dine ittiba edilebilecek kadar bir ihtiyaçtır din
insanoğlu için. Doğumdan ölüme kadar yemek nasıl bir ihtiyaç ise, din de bu
ihtiyacın daha üstünde bir ihtiyaçtır. Bilim ve tecrübeyle doğruluğu
kanıtlanmış bir ihtiyaç olan bu dini benimsemesi kişinin kendi menfaati
icabıdır. Aksi takdirde kendisi farkında olmaksızın varlığını batıl dinin
kucağında bulacaktır. O zaman da geri silkinmek çok zor olabilir. Bunu çok iyi
bilen Yaratıcımız (cc), her devirde bu ihtiyacı karşılamak için peygamberler ve
kitaplar göndermiştir. İşte gerçek dinin aslını ilahi Kitaplarda ve Aziz
Peygamberlerin yolunda aramak gerekir.
Din, bir yaşam kaynağıdır. İman, insanın hayatla mücadele
etme enerjisidir. Yaşamını dinin gücünden ve hayatını imanın enerjisinden
alamayan bir insan, evrenin çizilmiş haritasının üzerinde kaybolmuştur. İlahi
din ve onun peygamberi bu haritanın bir rehberidir. Böyle bir rehberi olmadan
yol yürümeye kalkışan ise yarı yolda kalır.
Hak
din; Allah tarafından peygamber aracılığıyla insanlara bildirilen hiç bir
değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen dindir.
İlk
insan olan Hz. Adem (a.s) aynı zamanda ilk peygamberdir. İnsanlığın ilk dini de
hak dindir. Hz. Adem’den Hz. İsa’ya kadar gelen bütün peygamberler insanlara
Allah’ın birliği inancını tebliğ etmişler ve Allah’a nasıl iman ve ibadet
edileceğini öğretmişlerdir. Ancak bu peygamberlerin tebliğ ettiği iman esasları
ve dini hükümler zamanla bozulmuş ve asılları kaybolmuştur. Bunun üzerine yüce
Allah, son peygamber Hz. Muhammed (a.s) aracılığı ile bütün insanlara son ve en
mükemmel din olan İslam’ı göndermiştir. Bu gün yeryüzünde gerçek din, İslam
dinidir. Batıl dinlerin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Allah katında tek
ve makbul olan din İslam’dır.
Bu
gerçek yüce Allah tarafından Kur’an-ı Kerim de apaçık bildirmiştir.[25]
Batıl
dinler; Allah tarafından gönderilmeyen, ilahi kaynağa dayanmayan, Allah,
peygamber ve ahiret inancı olmayan, insanların kendi inanç, düşünce ve
kanaatleriyle ortaya çıkardıkları dinlerdir.
Bunlar:
1) Animizim: Ruhlara tapınma
2) Natürizm:
Tabiata tapınma
3) Totemizm:
Kişinin koruyucu hayvani ruhuna tapınma
4) Şamanizm:
Gök tanrıya tapınma
5) Taoizm: Çinlerin dini
6) Budizm: Hintlilerin dini
7) Mecusilik: Ateşe tapınma
8) Müşriklik: Putlara tapınma vs.
Bu
ilahi bir kaynaktan fışkıran ve tevhid esasına dayanan ‘ilahi din’ demektir.
Yine ilahi olup da, insanlar tarafından değişime uğratılarak bazı hükümleri
kaldırılmış ve içinde olmayan bazı hükümleri de eklenip değiştirilen tahrip
edilen ve de hükümlerinin yürürlükte kalkan dinlerin tahrip olmasını
gerektirir. Mesela: Daha önceleri yürürlükte olan Hz. Musa (a.s) dini olan
Yahudiliğin ve hükümlerinin Hz. İsa (a.s)’ın Allah tarafından gönderilmesiyle
neshedildiğini görüyoruz. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s)’ın gönderilmesiyle
daha önceki bütün dinlerin hükümleri nesh olmuştur.
İlahi
olan dört büyük dinin sırasına göre inişi:
İslam
dininden önceki üç büyük ilahi olan dinler:
1) Hanifilik: Hz. İbrahim (a.s) indirilmiştir
olup, Hz. Musa (a.s) indirilen Yahudi diniyle nesh olunmuştur.
2) Yahudilik: Hz. Musa (as) ile indirilmiş
olup, Hz. İsa (a.s) indirilen Hıristiyan diniyle nesh olunmuştur.
3) Hıristiyanlık: Hz. İsa (as) ile indirilmiş
olup, Hz.Muhammed (a.s) ile indirilmiş olan İslam dini ile nesh olunmuştur.
4) İslam Dininin
Özellikleri: En son yüce Allah (cc), Cebrail (a.s) aracılığıyla Hz. Muhammed
(a.s)’e indirilmiş ve hükmü kıyamete
kadar baki olacak olan tek ve yegane din olan İslam dinidir.
Hz.Muhammed
(a.s) son peygamber olduğu gibi, getirdiği İslamiyet de son dindir. Adem (a.s) ile başlayan ve
Allah’ın birliği esasına dayanan tevhid dini, gelişe gelişe İslamiyet’le
olgunlaşarak tamamlanmıştır. Artık bundan sonra yeni bir din
gönderilmeyecektir. İslam’ın hükümleri, Allah’ın dilediği zamana kadar
yürürlükte kalacaktır.
Bunun
için yüce Allah, son din olan İslam’ın hükümleriyle bütün insanları yükümlü
tutmuş ve ancak insanların bu dini benimsemelerinden razı olacağını
bildirmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de:
“Allah nezdinde hak din İslâm'dır.” [26]
“Kim, İslâm'dan başka bir
din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o,
ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”[27]
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.”[28]
İlahi
hiçbir özelliği olmayan ve insanlar tarafından toplumun sosyal ihtiyaçlarını
gidermek amacıyla çıkarılan kanunlar ve bunlara verilen ideolojik tarife beşeri
din denilir. Yeryüzünün bir çok bölgesinde değişik anlamlandırılan bu beşeri
dinler, özellikle günümüzde çok değişik isimlerle anılmakta ve bilinmektedir.
Asıl olan bunların isimleri değil de kimlikleridir. Yani bunların
içerikleridir. Çünkü isimleri olup da, günümüzde hiçbir içeriği kalmayan bir
çok beşeri dinler oluşturulmuş ama unutulmuştur.
Kur’an-ı
Kerim de, beşeri dinlere verilen genel isim “Tağut” olarak bilinir.
اَلَمْ تَرَ
اِلَى
الَّذِينَ
يَزْعُمُونَ اَنَّهُمْ
اَمَنُوا
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
وَمَا
اُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلِكَ
يُرِيدُونَ
اَنْ
يَتَحَاكَمُوا
اِلَى الطَّاغُوتِ
وَقَدْ اُمِرُوا
اَنْ
يَكْفُرُوا
بِهِ
وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ
اَنْ
يُضِلَّهُمْ
ضَلاَلاً بَعِيدًا
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere
inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emr
olunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan
onları büsbütün saptırmak istiyor.”[29]
Bugünkü
insanları Allah’ın hükmü dışında yönlendirmeyi amaçlayan beşeri görüşler ve
ideolojiler, isimleri ne olursa olsun her izm bir beşeri din hükmündedir. Bu
dinlere tabi olanlar ise uydukları dinleriyle Allah’ın huzurunda haşr
olacaklardır.
Unutmayalım!
İnsan hayatının haritasını
şekillendiren her anlayış din hükmündedir. O zaman hayatımızın haritasını iyi
belirlememiz lazım. Aksi takdirde farkında olmadan şeytanın ve dostlarının çizdikleri
yolun müdavimleri olabiliriz. Bu, bizim için hem dünya hem de, ahiret açısından
büyük bir felaket olur. Yüce Allah kimseyi bu felakete maruz bırakmasın.
f)Din ve Bilim
Bu konuyu açıklamadan önce
ilmin Allah’ın sıfatı olduğunu
belirtelim.
İslam dininin geçmişten günümüze
kadar ilimle hiçbir meselesi olmamıştır. İlim ve din çatışması Hıristiyan Avrupa’nın
sorunu olmuştur.
İslam inancına göre üç çeşit
kitap vardır:
1) Kur’an-ı Kerim (Vahiy): Bu
kitaptan doğan ilimler; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid, Kıraat, Tecvid vs.
2) Kâinat: Bu kitaptan doğan
ilimler; Fizik, Kimya , Matematik, Biyoloji, Astronomi, Botanik, Coğrafya, Mühendislik bilimleri vs.
3) İnsan: Bu kitaptan doğan
ilimler; Tıp, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Antropoloji vs.
Buna göre İslam’da din ilmi, din
dışı ilim diye bir ayrım söz konusu değildir. Yani bazı ilimler kutsal,
bazıları ikinci, üçüncü... sınıf ilimler şeklinde bir ayrım yoktur. Kur’an tüm
kainatı ve insanı ayetler topluluğu olarak görür. Bu ayetlerin tümünü inceleme
görevini insana yükler. İnsanın kendini ve kainatı anlamaya çalışması sonucu
ortaya çıkan ilimler ile, Kur’an’ı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan
ilimler arasında fark yoktur. Tüm ilimler, ayetleri anlamaya çalışmak suretiyle
Allah’a yöneliştir. Bu yüzden tüm ilimler değerli ve tüm alimler hürmete
layıktır.
Tabiatı, insanı ve Kur’an’ı
anlamaya dönük ilimler bir arada yürütülmelidir. Bunlardan birine ağırlık
verilip diğerleri ihmal edilirse, insanın ve tabiatın dengesi bozulur.
Günümüzde yaşandığı gibi insanlığı türlü felaketlere sürükler. Bu günkü modern
dünyayı kuranlar Kur’an’ı dışladıkları için insanlığı felakete
sürüklemişlerdir.
Kur’an bize en küçük böceklerden
en büyük hayvanlara, bir sinek kanadından okyanuslara kadar, denizler, göller,
yağmur, güneş, bulut, rüzgar, bitkiler, gece ve gündüz, kısacası yeryüzünden gökyüzüne her zerrenin ve
kürrenin bir ayet, Allah’a götüren bir işaret olduğunu söylüyor.
Kur’an-ı Kerim’de sureleri
oluşturan bölümlere de ayet denir. Tüm bu ayetlerin anlaşılmasına dönük ilimler
ve âlimler değerlidir. Zaten ilim demek, ayetlerin anlaşılması demektir. Bir şartla ki, bu ilimler insanlığın
faydasına hizmet etmeli, âlimler, bilginler de iman sahibi olmalıdır.
وَفِى
اْلاَرْضِ
اَيَاتٌ
لِلْمُوقِنِينَ,
وَفِى
اَنْفُسِكُمْ
اَفَلاَ
تُبْصِرُونَ
“Kesin olarak inananlara,
yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez
misiniz?”[30]
سَنُرِيهِمْ
اَياَتِنَا
فِى
اْلاَفَاقِ وَفِى
اَنْفُسِهِمْ
حَتَّى
يَتَبَيَّنَ
لَهُمْ
اَنَّهُ
الْحَقُّ
اَوَلَمْ
يَكْفِ بِرَبِّكَ
اَنَّهُ
عَلَى كُلِّ
شَىْءٍ
شَهِيدٌ
“O’nun hak olduğu meydana
çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi
içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?” [31]
Din, maddi âlemden daha çok,
maddî âlemin dışında kalan, ölçülebilme, gözlenebilme özelliği olmayan bir
âleme, kâinatı yaratan, şekillendiren bir varlığa olan inançtır. Din bu âlem ve
diğer âlem hakkında bilgi verir. İnsanların bu dünyada nasıl yaşaması
gerektiğini açıklar.
Bilim ise, ölçülebilme ve
gözlenebilme özelliği olan bu âleme dayanır. Kâinattaki düzeni ve bu düzenin
uyduğu kuralları araştırır, keşfeder ve aralarındaki çeşitli ilişkileri ortaya
çıkarır.
Bilim elde edebilmek için, a) Bu
âlemin bizden bağımsız olarak var olduğuna, b) Bu âlemden bilgi elde etmenin
mümkün olduğuna, c) Bu âlemin anlaşılabilir olduğuna inanmak gerekir.
Din
insanların vazgeçemeyeceği bir ihtiyaçtır. Çünkü Allah’a inanmayanlar bile,
bunaldıkları zamanlarda ‘Allah’ım...’ demeğe başlarlar ve kendilerine bir
dayanak ararlar.
İnsanın
bir bedeni, bir de ruhu vardır. Yemek, içmek... bedenin ihtiyacıdır. Bunlar
yerine getirilmezse hastalık başlar. Ruhun da ihtiyaçları vardır, bu
ihtiyaçların başında da dine bağlanma ve Allah’a inanma gelir. Ruhun
ihtiyaçları giderilmediği zaman ruhi hastalıklar başlar. Bedeni hasta olanın
zararı çoğu zaman kendine, ruhu hasta olanın zararı bütün toplumadır. Kısaca
din; insan için zaruri bir ihtiyaçtır.
Din
beşeriyetle doğmuş ve onunla kıyamete kadar devam edecektir. İnsanlardaki din
duygusunun kaynağı, fıtridir. Yani; insanın yaratılışı ile birlikte ortaya
çıkmıştır. Nerede ve ne zaman bir insan yaşamışsa onunla birlikte hak veya
batıl bir inanç ve ibadet de var olmuştur.
Din
gerçeği, hayatı teneffüs eden her insan için olmuş ve olacaktır. Asıl olan din
gerçeğini bilip, gerçek dinle hayatı mamur etmek ve yaşamı anlamlandırmaktır.
Eğer din gerçeği, batıl dinle yani
beşeri din anlayışıyla doldurulmaya çalışılırsa (ki, şu an bu böyledir)
o zaman insanlığın ve özellikle Müslümanların başı hiçbir zaman ayık olmaz.
Tıpkı
içmeden sarhoş olanlar gibi gözleri hakkı görmez, kulaklar hakkı işitmez,
diller hakkı konuş ve akıllar hakkı idrak etmez hale gelir. Böyle bir var oluş
da hayatı zehir zıkkım eder ve yaşamı da çekilmez hale getirir.
Din
gerçeği insanlardan kaçmaz. Fakat insanlar dinin gerçeklerinden kaçarlar. Çünkü
gerçekler, saklamakla kaybolmaz, gömmekle çürümez ve onları yasaklamakla da bir
yerlere varılmaz.
Bilakis
bütün bunlar din gerçeğinin takipçisi olanlar için birer kıymettir. Çünkü
aydınlığı ancak karanlık yok etmeğe çalışır, hakkı ancak batıl örtmeye çalışır,
gerçekleri ancak cehalet susturmaya çalışır ve iyilikleri ancak kötülükler
yasaklamaya çalışır ki, bütün bunlar sadece çalışırlar, ama bütün çalışmaları
nasıl daha önce boşa çıkmışsa bugün de boşa çıkmaya namzettir.
Din
gerçeği, kabullenmekle tükenmez, inkar etmekle bitmez ve yasaklamakla
kaybolmaz. Hiç kimse kendisini aldatmasın.
Genel Bir Bakış
İmanın Tanımı: Lügatte; inanmak, tasdik etmek, bir şeye
tereddütsüz ve kesin olarak inanmaktır.
Şeriatta;
kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır. Yani, Peygamber efendimizin, Allah’tan
getirdiği her şeyi kalbi ile tasdik etmek ve bu inancını dili ile de ikrar
etmektir.
İman,
kalbi ve vicdanı ilgilendiren bir haldir. İman esaslarına kalpten inanıp
bağlanan bir kimse, mü'min, yani, îmanlı sayılır. İmanda asıl olan, kalbin
tasdikidir.
İmanı Dil İle İkrar etmek
Dil ile
söylemek imanın şartı değildir. İnsan dil ile imanını itiraf etmese bile,
kalben inandıktan sonra mü'min sayılır. Ancak îmanını dili ile söylemeyen bir
kimsenin kalbindeki îmanını biz nasıl bileceğiz? Bu sebeple, dil ile söylemek,
kişinin îmanı hakkında hüküm verebilmek ve öldüğünde kendisine Müslüman
muamelesi yapabilmek için gereklidir. Bunun içindir ki îmanın rüknü, “kalp ile tasdik, dil ile ikrardır" denilmiştir. Burada îmanını dili
ile söylemek aslî rükün değil, kişinin îmanı hakkında hüküm verebilmek için
gereken şarttır. Cemaatle namaz kılmak, dinî bir vecibeyi yerine getirmek de,
îmanını dil ile ikrar gibidir, hattâ ondan daha kuvvetli bir alâmettir. Bu
konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sık sık
camiye gittiğini gördüğünüz kimsenin îmanına şahadet ediniz. Çünkü Allah Teâlâ,
'Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman edip namaz kılan ve
zekât veren kimseler îmâr eder' buyurmaktadır.” [32]
Dil ile
ikrâr, îmanın temel şartı olmadığı için, bir zorlama durumunda veya buna benzer
bir mâzeret karşısında kalben değil, sadece dil ile inancını inkâr etmek, îmana
aykırı söz söylemek dînen câiz olur.
Böyle
bir duruma mecbur kalan kimse îmandan çıkmaz, kalben tasdikini koruduğu için de
mü'min sayılır.
Nitekim
Asr-ı Saâdette Ashabtan Ammâr bin Yâsir, mâruz kaldığı ağır baskı ve
işkencelere tahammül edemeyerek imanını diliyle inkâr etmiş, böylece
uğratıldığı işkencelerden kurtulmuştur.
Resûlüllah
Efendimiz, onun bu hareketini tasvip etmiş; kalb îman ile dolu iken, zor
karşısında inkârın, bu îmana zarar vermeyeceğini belirtmiştir.[33]
Amel ve
İbâdetin, İman ile Alâkası
Amel,
insanın inandığı şeyleri yaşaması, dînin emrettiklerini yerine getirmesi,
yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin îman ile yakından alâkası
vardır. İnsan önce bir şeyi benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı
şeyi yaparak yaşar. Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir. Yani,
insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi, îmandan
çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz. Sadece günahkâr olmuş olur.
Ne var
ki, amel ve ibâdet, kalpteki îmanı kuvvetlendirir, tesirini artırır, insanı
kemâle ve olgunluğa ulaştırır. İnsanın inancının gereğini yapmaması ise, imanın
insan davranışları üzerindeki müspet tesirinin zamanla kaybolup zayıflamasına
yol açar. İnsan davranışları üzerinde îmanın tesirleri zayıfladıkça menfî
duygular, kötü huylar, zararlı arzûlar, günahlar, insanın his dünyasını kaplar.
Bazen bu hâl, onu küfre, yani, îmanını kaybetmeye bile götürür.
Çünkü
işlenen her bir kötülük ve günah, dînin emirlerine zıt her bir amel ve hareket,
kalbe işleyip îman şuurunu lekeler ve siyahlandırır.
Peygamber
Efendimiz bu duruma, şu ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır:
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde
siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır, af taleb
eder ve tevbede bulunursa kalbi cilalanarak (leke silinir). Bilâkis, aynı
günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir,
kalbi tamamen kaplar. İşte bu durum Cenab-ı Hakk'ın: "Bilakis, onların
irtikab edegeldikleri, kalplerini paslandırmıştır"[34] meâlindeki âyette zikrettiği pasdır."[35]
Günahlar
tekrarlandıkça kalpteki siyahlık artar, îmanın nuru gitgide zayıflamaya yüz
tutar. Bu hâl, kalbin bütünüyle kararıp katılaşmasına, iman nurunun tamamen
sönüp kaybolmasına kadar devam eder.
Bunun
içindir ki, "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol
var" denilmiştir.
Günahkâr İnsanın İmanı
İnancının
gerektirdiği vazifeleri yapmamanın bir kusur ve günah olduğunu daima hatırlayıp
üzüntü duymalıdır. Allah'tan, dînin emirlerini yapmak ve îmanın îcaplarını
yaşamak konusunda sabır ve yardım dilemeli; işlediği günahlara tevbe ve
istiğfarla mukabelede bulunmalıdır.
Ancak
bu takdirde insan, günahların îman üzerindeki menfî tesirlerinden kendini
koruyabilir. İnancını kaybetmek tehlikesinden kurtulabilir.
İmânın Mahiyeti
İmân,
mâhiyet itibariyle, Allah'ın insanlara en büyük lütuf ve ihsanıdır. Allah onu
dilediği kullarına nasip eder. Ne var ki bu nasiplenmede, kulun hiçbir rolünün
olmadığı da söylenemez. Bilakis, insan önce kendi tercih ve iradesini
kullanarak, îman ve hidâyete istekli olacaktır. Bu talep ve istek üzerine
Cenâb-ı Hak da ona îman ve hidâyet nasip edecektir. Bu sebeple İslâm büyükleri
îmanı, "Cenâb-ı
Hak’ın, istediği kulunun kalbine, o kulun cüz'î irade ve ihtiyarını sarf
etmesinden sonra koymuş olduğu bir nûrdur" diye tarif etmişlerdir.
İmanda Mertebe ve Gelişme
Bir
çekirdek, nasıl büyüyüp ağaç olana kadar büyük bir gelişme ve inkişaf
gösteriyorsa, îman da öyledir. İslâm âlimleri, imânı önce iki mertebeye
ayırmışlardır:
1) Taklidî îman,
2) Tahkikî îman...
Taklidî îman: Ana - babadan, hocadan, muhîtten duyduğu ve
öğrendiği şekilde, mesele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden îman esaslarına
bağlanmak demektir. Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna ve teferruatına
vâkıf olarak bir inanma olmadığı için, bilhâssa bu zamanda bâzı şüphe ve vesveselere
mâruz kalabilir ve sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir:
Tahkikî îman: İmâna âit bütün meseleleri delilleriyle,
tafsilâtlı ve teferruatlı bir surette bilmek, tasdik etmek, tereddütsüz
inanmaktır. Böyle bir îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp yıkılmaktan
kendini koruyabilir.
Tahkikî
îmanın da pek çok mertebesi vardır. Bu mertebeleri İslâm âlimleri başlıca üç
kısma ayırmışlardır:
1)İlmel-yakin mertebesi: İmânî meseleleri ilmen, tam
teferruat ve tafsilâtıyla, delilleriyle bilmek ve inanmaktır.
2)Aynel-yakîn mertebesi: İmanî meseleleri gözle görmüş,
doğruluklarını bizzat müşahede etmiş gibi bilmek ve inanmaktır. Gözle görmekle
ilmen bilmek, insana kanaat vermesi bakımından çok farklıdır. İnsan bir şeyi
tereddütsüz, kesin olarak bilebilir, ama bir de gözleriyle görünce kanaati kat
kat artar. Amerika'nın varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi... İşte
îmanın ayne'l-yakîn mertebesi de, îman esaslarına
gözle görmüş katiyetinde inanma hâlidir.
3)Hakkal-yakîn mertebesi: İmanî meseleleri görmekten ayrı,
bizzat yaşayarak, içine girerek kabûl ve idrâk etmek demektir. İmanın bu üç
mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal verilmektedir: Bir yerden duman
yükseldiğini uzaktan görmekle insan bilir ki, o yerde ateş yanmaktadır. Dumanı
görmek suretiyle ateşin varlığını bilmek, ilme'l-yakîn inanmaktır. Sonra, duman çıkan
yere gidip ateşi gözümüzle gördüğümüzü farz etsek, bu da ateşin varlığına ayne'l-yakîn inanmaktır. Bir de ateşin bizzat
yakınına gidip sıcaklığını hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını
duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır ki, buna da hakka'l-yakîn inanma denilir.
Günümüzde Taklidî İman
Yukarıda
belirttiğimiz gibi bu zamanda taklidî îman pek çok vesvese ve şüphelerle
karşılaşmakta ve o şüpheler karşısında sarsılıp yıkılmaya mâruz bulunmaktadır.
Taklidî îmanın eskiden yeterli olduğu halde, günümüzde yetersiz kalış sebebi
şöyle açıklanabilir:
“İnsanlar
her devirde din ve mâneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır. Fakat bu ihtiyaç,
zamanımızda bir zaruret hâlini almıştır. Eskiden atalarımız gayet basit bir din
bilgisi ve görenek hâlinde “taklidi” bir îman ile rahatça
yaşıyorlardı. Çünkü onlara bütün içtimaî muhît (çevre) mâneviyat telkin
ediyordu. Bugün durum tamamıyla değişmiştir. Din duygusu zayıflamış, eski dinî
hürmet terbiyesi yerini, küstahça bir saygısızlık almıştır.
Bugün
aile daralmış ve bağları gevşemiştir. Aile yükü sırf karı-kocanın omuzlarına
çökmüş, ana-babalar iktisadi ihtiyaçlar karşısında çocuklarının dini
terbiyesine yetişemez olmuşlardır. Öbür taraftan mektep ve üniversiteler âdeta
din aleyhtarı propaganda ocakları hâlini almıştır. İnatçı münkirlerin dini
hafife alma bir kat daha bulanıklaşan böyle bir hava içinde, bugün artık basit
bir din bilgisi kâfi gelmez olmuştur.
Din
nedir?
İlim
ile münasebeti nedir?
İlim
karşısında bugün din ne yapmalı ve nasıl bir vaziyet almalıdır?... gibi
sorular, şimdi her zamandan çok zihinleri tırmalamaktadır. Dolayısıyla aydın
gençlerin bu soruların cevaplarını bilmeye ihtiyaçları vardır."
İmânın İnsan İçin Önemi
1) İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani o,
Yaratanını îmanla tanımak ve ibâdet etmek için yaratılmıştır. İnsan bu
yaratılış gayesine uygun hareket ederse âhirette ebedî saadete nail olacak,
cennete girecek, aksi takdirde cehenneme atılacak, ebedî şekavet ve bedbahtlığa
mâruz kalacaktır. Bu bakımdan îman, insan için ebedî saadeti kazanma
vesilesidir ve cennete giriş anahtarıdır. İmansız cennete girilmez. Bu cihetle
insanın îman etmesi ve bu îmanını son nefesine kadar kaybetmeden veya
zayıflatmadan muhafaza etmesi, dünyadan da, dünya içindeki her şeyden de daha
kıymetli bir nimettir.
İmanın
bu büyük öneminden dolayıdır ki, Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde:
“İmânınızı lâ ilâhe illâllah diyerek yenileyiniz” buyurmuş; [36]
İmanı
yenilemenin ve muhafaza etmenin ehemmiyetine dikkatimizi çekmiştir.
"İmânın her an zayıflama ve kaybolma ihtimali mi var ki, devamlı
yenilenmesi emrediliyor?" gibi bir suâl akla gelebilir.
İmânı
yenileme konusunda Üstad Bediüzzaman, akla gelen bu suâle şöyle cevap veriyor:
"İnsanın
hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdîd-i
îmana (imanını yenilemeye) muhtaçtır. Zira insanın her bir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün
seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i
âher sayılır. Çünkü, zaman altına girdiği için, o ferd-i vâhid bir model
hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.
Hem
insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi
seyyardır. O gider, başkası yerine gelir; daima tenevvü' ediyor; her gün başka
bir âlem kapısını açıyor. İmân ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır,
hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o nuru açar bir
anahtardır.
Hem
insanda, madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit îmanını
rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hîleleri ederler, şüphe ve
vesveselerle îman şuurunu kaparlar.
Hem,
zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bâzı İmamlar nazarında küfür derecesinde
tesir eden kelimât ve harekât eksik olmuyor.
"Onun için her vakit,
her saat, her gün tecdîd-i îmana bir ihtiyaç vardır.” [37]
Bu
ifadelerde, üç noktadan îmanı yenilemenin zarureti üzerinde durulmaktadır:
Birinci nokta: İnsanın yaşadığı zaman ve içinde bulunduğu
mekân, temas ettiği çevre itibarı ile hâlet-i ruhiyesi, düşüncesi, anlayışı sık
sık değişebilmektedir. Mâruz kaldığı hâdiseler, yaptığı işler, temas kurduğu
insanlar, onda müspet veya menfi izler bırakmaktadır.
Bu
durumu Peygamber Efendimiz de şu şekilde beyan buyurmaktadırlar:
-“Mü'minin kalbi, kaynayan tencereden daha çok
değişikliklere mâruzdur...”[38]
-“Kalp, serçe kuşu gibidir. Her an bir tarafa
yönelir” [39]
-“Kalp, kırda atılmış bir kuş kanadı gibidir. Rüzgâr
bu kanadı nasıl altüst çevirirse, kalp de öyledir.” [40]
İnsan
kalbinin ve ruh hâletinin bu derece dış tesirlere mâruz olması sebebiyledir ki,
hadîste, sık sık Lâ ilâhe illâllah diyerek îmânın yenilenmesi emredilmiştir.
İkinci nokta: İnsanda nefis, hevâ ve vehim gibi menfî
duyguların bulunması ve şeytanın devamlı vesvese vermeye ve kötülüğü telkine
çalışması gerçeğidir. Gafletli bir ânında bu menfi telkinlerin, insanı imanda
şüpheye düşürmesi muhtemeldir. Böyle bir duruma düşmemek için de, tecdidi îmana
ihtiyaç vardır.
Üçüncü nokta ise: Şeriatın zâhirine aykırı düşen ve bâzı din
âlimlerinin nazarında küfür bile sayılan bâzı kelime ve sözlerden, insanın
tamamıyla uzak kalamadığıdır. Bu sebeple de, Lâ
ilâhe illâllah diyerek imanı yenilemeye zaruret vardır.
İmanı
kuvvetlendirmenin ve muhafaza etmenin bir başka yolu da onu taklidî mertebeden
kurtarıp tahkikî hâle çevirmektir. Bu da ancak iman hakikatlerini tahkikî bir
surette ders veren, akla gelebilecek her türlü şüphe ve vesveselere cevap veren
imanî eserleri okumak ve devamlı imanî konularda sohbetler yapmak suretiyle
olur. İnsan imanını taklitten tahkîke çıkarırsa, artık onun için imanını
kaybetmek, son nefeste âhirete imansız gitmek gibi bir durum söz konusu olmaz.
İslâm âlimleri, sekerat (ölüm döşeği) vaktinde şeytanın bütün hîle ve vesveseleri ile gelip insanı aldatmaya ve
imanını almaya çalışacağını söylemişlerdir. Bu yüzden de sekerat vaktinden
korktuklarını belirtmişlerdir.
İşte
insan, sekerat vaktindeki bu gibi tehlikelerden, tahkikî iman sayesinde
korunabilir. Çünkü tahkikî imanda, iman sadece akılda kalmış değil; kalbe,
ruha, diğer duygu ve lâtifelere de sirayet edip yerleşmiş haldedir. Şeytan
insanın aklındaki imanını zedelese bile, eli, öteki duygulara yerleşmiş olan imanı
söküp almaya yetişemez. Böylelikle de kişi, yine imanlı kalmış, îmanla vefat
etmiş olur.
2) İman, aynı zamanda, insan için büyük bir
moral kaynağı ve sağlam bir istinad noktasıdır. Hakikî imanı elde eden insan,
bütün kâinata meydan okuyabileceği gibi, imanının kuvveti nispetinde başına
gelen hâdiselerin baskısından da kurtulabilir.
Tarihlere
şan veren, destanlar yazdıran zaferlerimiz, hiç şüphesiz imanın insana
kazandırdığı güç ve kuvvete güzel bir misaldir.
İmanlı
insan, başına ne derece büyük bir hâdise gelirse gelsin, imanın verdiği
tevekkül ve teslimiyetle, kadere rıza duygusu ile o hâdise ve musibetleri
metanetle karşılayabilir; sabır ve tahammül ile göğüs gerebilir. Ümitsizliğe,
bedbinliğe düşmez. İsyan ve feryada başvurmaz. Bu, ona imanın kazandırdığı güç
ve kuvvetten ileri gelmektedir. İmansız insanların basit bir hâdise, küçük bir
musibet yüzünden intihar edip hayatlarına son verecek derecede ye’s ve
ümitsizliğe kapıldıkları çok sık görülen olaylardandır. İslâm ülkelerinde
intihar, hemen hemen hiç görülmezken, dünyanın en medenî ve müreffeh
ülkelerinde intihar vakalarının her geçen gün artması da bunu teyit etmektedir.
İmanın insana kazandırdığı kuvvet ve direnme gücüne, Peygamber Efendimiz
hadîs-i şerîflerinde şu şekilde işâret buyurmuşlardır:
“Mü'min yeşil bitkilere benzer. Eksik olmayan
felâket rüzgârları onu eğer, fakat kıramaz. Bilakis hayat ve sıhhat bulmasına
sebep olur. Münâfık (ve kâfir) ise, kuruyan bitki gibidir. Felâket
rüzgârlarından yaprakları dökülür, gövdesi kırılıp hayatı söner.”[41]
Sonuç
olarak; kendisiyle hayatın daim, ibadetlerin kaim, yaşamın mülayim olduğu tek
şey imandır. İman kalpte kök salan Tuba ağacı, dalları bedeni, meyveleri ise
amelleridir. Kökünden dallarına, oradan da amellere yansımayan imanın ne
kıymeti, ne de varlığı fayda verir.
Kur’an-ı
Kerim, imanla ameli salih-i beraber zikreder:
وَالْعَصْرِ, اِنَّ اْلاِنْسَانَ
لَفِى خُسْرٍ, اِلاَّ الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ
وَتَوَاصَوْا
بِالصَّبْرِ
“Asra yemin ederim ki. İnsan gerçekten ziyan
içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı
tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”[42]
Çünkü
imanın alameti ameldir. İman kalpte yer edince, artık amele dönüşür.
-İman,
kalbe nurdur.
-İman,
gönüle sürürdür.
-İman,
ruha mekandır.
-İman,
cana tendir.
-İman,
kana bendtir.
-İman,
yüreğe şifadır.
-İman,
sevgiye semboldür.
-İman,
rüyaya renktir.
-İman,
akla rehberdir.
-İman,
başa taçtır.
-İman,
göze ferdir.
-İman,
dize dermandır.
-İman,
güce güçtür.
-İman,
hıncı bilemektir.
-İman,
Allah’tan insana, insandan Allah’a yükselen mukaddes, lahuti ve esrarengiz bir
kuvvet, kudret, rahmet, şefkat ve lütuftur.
İman,
parayla satın alınmaz ve onunla da şan ve şöhrete ulaşılmaz. Ancak
peygamberlerin Allah’tan getirdiklerini kabul edip can-u gönülden kalbin
kapısını imana açıp, yüreği imana mekan kılmak ve ameli Salih işlemekle
mümkündür.
وَالَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
اُولَئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
هُمْ فِيهَا
خَالِدُونَ
“İman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da
cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.”[43]
İcmali İman
Peygamberimizin Allah'tan alıp haber verdiği şeylerin
hepsine birden, topluca inanmak demektir.
Bir kimse, mânâsını bilerek ve kabûl ederek:
"Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah"
dese icmalî olarak îman etmiş olur.
Bu cümleye Kelime-i Tevhid denir. Mânâsı şudur:
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka hiçbir ilâh ve hakikî
mabud yoktur.
Muhammedün Resûlullah: Muhammed (a.s) Allah'ın Resûlü ve
Peygamberidir.
Peygamberimizin Allah'tan haber verdiği şeylerin her birini
delilleriyle bilip inanmaktır. Diğer bir ifadeyle, dinin zaruriyatını bütün
tafsilât ve teferruâtıyla öğrenip tasdik etmek demektir.
Dînin zaruriyâtı, Âmentü'de yer alan 6 îman esası ile dînin
namaz, oruç, hac, zekât gibi farz kıldığı ibâdetler ve adam öldürmek, içki
içmek, zinâ yapmak gibi haram saydığı fiillerdir.Bunları, her Müslüman’ın
teferruâtı ile bilmesi, helal ve haram olduğuna inanması şarttır.
Kur’an-ı
Kerim ve Hadis-i şeriflerle Resulü Ekrem Efendimizin Allah’tan alıp getirdiği
(tebliğ ettiği) tevatürle sabit olan şeylerin hepsine, ayrı, ayrı Allah ve
Resulünün istediği tarzda ve genişçe iman etmeğe tafsili iman denir.
Mesela;
namaz, oruç, zekat, hac benzeri emir ve yasakları, helali, haramı; dinimizde ne
varsa hepsini teferruatlı bir şekilde bilmek ve tasdik etmek, işte imanın en
geniş şekli budur.
Âmentü, her Müslüman’ın inanması, kabûl edip tasdik etmesi
farz olan îman esaslarından ibarettir.
Âmentü'de yer alan îman esasları 6'dır ve şunlardır:
1.
Allah'a
inanmak,
2.
Meleklerine
inanmak,
3.
Kitaplarına
inanmak,
4.
Peygamberlerine
inanmak,
5.
Âhiret gününe,
öldükten sonra dirilmeye inanmak,
6.
Kadere, hayır
ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak.
Âmentü'nün ifadesi şöyledir:
اٰمَنْتُ
بِٱللهِ
وَمَلآَئِكَتِهِ
وَكُتُبِهِ
وَرُسُلِهِ
وَٱلْيَوْمِ
ٱْلاٰخِرِ
وَبِٱلْقَدَرِ
خَيْرِهِ
وَشَرِّهِ
مِنَ ٱللهِ
تَعَالٰى
وَٱلْبَعْثُ
بَعْدَ
ٱلْمَوْتِ
حَقٌّ
اَشْهَدُ
اَنْ لاَ اِلٰهَ
اِلاَّ ٱللهُ
وَاَشْهَدُ
اَنَّ
مُحَمَّدًا
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ
Anlamı:
“Ben;
-Allah’a,
-Allah’ın Meleklerine,
-Allah’ın Kitaplarına,
-Allah’ın Peygamberlerine,
-Ahiret gününe,
-Kadere; iyilik ve
kötülüğün Allah’ın yaratmasıyla olduğuna, İnandım."
İman
konusunda ‘Kalp ile tasdik’ en ön planda yer alır. Kalbinde tasdiki bulunmayan
insan, hiçbir zaman mümin sayılmaz. Kalbi tasdiki olmadığı halde ‘Ben Allah’a
inanıyorum’ diyen bir kimsenin sözü, Allah’a göre bir değer taşımaz. Ancak biz,
bir insanın kalbinde nelerin bulunduğunu bilmediğimiz için, bu adamı Müslüman
sayarız. ‘İnanmıyorsun’ diyemeyiz. Eğer yalan söylüyorsa cezasını biz değil,
Allah (cc) verecektir.
Tahkiki
iman, akıllı insanın kârıdır. Çünkü aklın gereği, nereden geldiğini ve nereye
gideceğinin sorusunu gündemde tutar. Bu sayede insan aklıyla araştırarak dinin
gerçekleriyle buluşmuş olur.
Taklidi
iman, okumaktan ve öğrenmekten aciz, günü birlik yaşayan insanların kârıdır.
Onlara hakikat namına bir şey takdim edilse, diyecekleri sadece şudur:
وَاِذَا
قيلَ لَهُمُ
اتَّبِعُوا
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ
قَالُوا بَلْ
نَتَّبِعُ
مَا اَلْفَيْنَا
عَلَيْهِ ابَاءَنَا
اَوَلَوْ
كَانَ
ابَاؤُهُمْ
لَايَعْقِلُونَ
شَيًْا وَلَا
يَهْتَدُونَ
“Ve onlara, "Allah'ın indirdiğine
uyun" denildiği zaman, dediler ki: "Hayır biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız." Ataları bir şeye akıl erdirememiş, doğru bir yola
gitmez oldukları halde de mi (onlara uyacaklar)?” [44]
-Bunlar
genelde miras yiyici ve miras bulamadığı zaman başkasının cebinden, sırtından
geçinen zavallılardır.
-Bunlar
karanlığa alışmış, aydınlık gördükleri zaman gözleri kamaşan ve karalıkta
kalmayı yeğleyen biçarelerdir.
İmanın
taklidinden kurtulup, imanın tahkikinden hakiki imana erişmek her insanın temel
vazifesidir. Çünkü imanla herkes sorumludur ve iman her insan için olmazsa
olmazıdır.
İmanın
artması ve eksilmesi, kuvvetlenmesi ve zayıflanması gibi fark deyimlerin
anlaşmazlığı imanın özüyle ilgilidir. İmanın nitelikleri söz konusu olduğunda
artma ve eksilme olur. Ama iman kalple tasdik edilip kabul edildiğinde artma ve
eksilme olması söz konusu değildir. Zira inanç şüphe ve tereddüt kabul etmez.
Nitelik yönünden bazı müminlerin imanı diğerlerinden daha üstündür. Bu imanın
sıfatı yönünden olmayıp özü yönündendir.
İman
ibadetlerle sıfat yönünden artar, ibadet ve itaatlerde imanın nitelik
kazanmasını sağlar.
İman
bir bütündür, daima bu bütünlük korunmalıdır. Yani inanılması emredilenlerin
hepsine birden inanmalıdır. Yarısına inanıp yarısına inanmamak, imansızlığa
sebep olur.
İman
edilmesi istenen hususlara, Allah ve Resulü tarafından haber verildiği için gözle
görülene inanıldığından, daha kesin bir inançla inanılmalıdır. Çünkü göz
yanılabilir, kulak yanlış duyabilir, ama Allah ve Resulü yanlış haber vermez.
İman ve
İslam birbirinden ayrılmaz. Mümin olan Müslim, Müslim olanda Mümin olmalıdır.
İman ve İslam lügat yönünden ayrı anlamlar ifade ederler, fakat iman ve İslam
bir şeyin içi ve dışı durumundadırlar. İçsiz dış, dışsız iç nasıl düşünülemezse
imansız İslam, İslamsız iman düşünülemez. Fakat bununla birlikte iman ve İslam
ayrı şeylerdir. İman tasdiktir İslam ise inkıyattır, itaattir, teslimiyettir,
ameldir. Zira Cibril (a.s) Hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber (a.s)
dinin kalbe ve inanmaya taalluk eden esaslarını ‘iman’ olarak, amele taalluk
eden esaslarına da ‘İslam’ olarak açıklamıştır.
Nitekim Zühri, ‘İslam kelimedir,
iman ameldir’ diye hükmetmiş delil olarak da:
قَالَتِ
الْاَعْرَابُ
امَنَّا قُلْ
لَمْ تُؤْمِنُوا
وَلكِنْ
قُولُوا
اَسْلَمْنَا
وَلَمَّا
يَدْخُلِ
الْايمَانُ
فى قُلُوبِكُمْ
وَاِنْ
تُطيعُوا
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
لَا
يَلِتْكُمْ
مِنْ
اَعْمَالِكُمْ
شَيًْا اِنَّ
اللّهَ
غَفُورٌ
رَحيمٌ
“Bedevîler "İnandık" dediler. De ki: Siz
iman etmediniz, ama "Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize
yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir
şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir”[45] ayetini göstermiştir.
İman ve
İslam, İman ve amel ilişkisi aynıdır.
-İman,
kalple alakalıdır.
-Amel
ise eylemle alakalıdır.
-İmanla
amel arasındaki fark, kalp ile beden arasındaki farkın aynısıdır.
-Kalp
ile eylem arasında sadece deri vardır.
-İman
ile amel arasında Kur’an-ı Kerim’de sadece “ve” harfi vardır.
İslam’da
asıl olan imandır. İman, amelsiz belki kişiyi cennete götürebilir yani kabul
olabilir. Ama amel, imansız hiç makbul olmayacağı gibi kişiyi ebedi cehennemlik
kılar.
Mü’min: Mümin inanan kişiye verilen addır. Allah’a
inanan, Onun peygamberlerinin haber verdiklerini kalbiyle tasdik, diliyle ikrar
eden, İslam itikad esaslarını kabul eden kişi Mümindir. Allah’a ve Onun dinine
içtenlikle inanan gereğini yaşamaya çalışan insandır. Her ne kadar iman bir
kalp işi ise de elektrik akımının ısı, ışık ve hareket olarak etkisini
gösterdiği gibi imanında hareket olarak etkisini gösterdiği gibi imanında eğer
sigortası atmamış ise mutlaka dışta Salih amel olarak etkisini gösterir.
Yüce
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Gerçekten müminler
kurtuluşa ermiştir.”[46]
Hadisi Şerif de:
Ensâr'dan İtbân İbn-i Mâlik (r.a)'den rivâyete göre,
Resûlullah (Salla'llahu aleyhi ve selem) şöyle buyurmuştur: Kıyâmet gününde Lâ
ilâhe illâ'llah diyerek ve bu tevhîd kelimesiyle Allah'ın zâtını kastederek
(Allah divânına) hiç bir kul gelmez, ancak Allahu Teâlâ ona Cehennemi haram
kılar.” [47]
Fasık: Büyük günah işleyenler iman sahipleri
oldukları için Mümin, kötü işler yaptıkları için fasık adını alırlar. Fısk,
şer’i ıstılahta: Allah’ın emrini terk ve ona isyan etmek doğru yoldan sapmak
gibi manalara gelir. Böyle olanlara fasık denir.
Yüce
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
اَلَّذِينَ
يَنْقُضُونَ
عَهْدَ
اللهِ مِنْ
بَعْدِ
مِيثَاقِهِ
وَيَقْطَعُونَ
مَآ اَمَرَ
اللهُ بِهِ
اَنْ يُوصَلَ
وَيُفْسِدُونَ
فىِ اْلاَرْضِ
اُولَئِكَ
هُمُ
الْخَاسِرُونَ
“Onlar öyle (fâsıklar) ki,
kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın ziyaret edilip hal ve
hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde
fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.”[48]
Hadisi Şerif de:
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنه قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
كُلُّ
أُمَّتِى مُعَافَى
إَّ
الْمُجَاهِرُونَ،
وَإنَّ مِنَ
الْمُجَاهَرَةِ
أنْ يَعْمَلَ
الرَّجُلُ بِاللّيْلِ
عَمًَ ثُمَّ
يُصْبِحُ
وقَدْ سَتَرَهُ
اللّهُ
تَعالى
عَلَيْهِ
فَيَقُولُ: يَا
فَُنُ
عَمِلْتُ
الْبَارِحةَ
كَذَا وَكَذَا،
وَقَدْ بَاتَ
يَسْتُرُهُ
رَبُّهُ،
فَيُصْبِحُ
فَيَكْشِفُ
سِتْرَ
اللّهِ
عَلَيْهِ.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır, günahı
alenî işleyenler hariç. Kişinin geceleyin işlediği kötü bir ameli Allah
örtmüştür. Ama, sabah olunca o: "Ey falan, bu gece ben şu şu işleri
yaptım!" der. Böylece o, geceleyin Allah kendini örtmüş olduğu halde,
sabahleyin, üzerindeki Allah'ın örtüsünü açar. İşte bu, günahı alenî işlemenin
bir çeşididir."[49]
Kafir: Küfür, örtmek, inkar etmek, nankörlük etmek
anlamlarına gelir. Kafir, örten, inkar eden, nankörlük edendir. Terim olarak
Allah’a iman etmeyen, dinin inanç esaslarını kabul etmeyen, İslam’ı din olarak
benimsemeyen kimsedir.
Yine
kafir, iman esaslarını kalben inkar edip inkarını diliyle ifade edendir.
Yüce
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
سَوَاءٌ
عَلَيْهِمْ
ءَاَنْذَرْتَهُمْ
اَمْ لَمْ
تُنْذِرْهُمْ
لَا
يُؤْمِنُونَ
خَتَمَ
اللّهُ عَلى قُلُوبِهِمْ
وَعَلى
سَمْعِهِمْ
وَعَلى اَبْصَارِهِمْ
غِشَاوَةٌ
وَلَهُمْ
عَذَاب
عَظيمٌ
“Gerçek şu ki, kâfir
olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman
etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların
gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette)
büyük bir azap vardır.”[50]
ـ وعن
حذيفة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: إنَّمَا كَانَ
النّفَاقُ
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ اللّهِ
، فأمَّا
الْيَوْمَ
فإنَّمَا
هُوَ الْكُفْرُ
بَعْدَ
ا“يمَانِ.
Hz.
Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Nifak Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) devrinde vardı. Şimdi ise, imandan sonra küfür vardır."[51]
Müşrik: Açıktan açığa Allah’a ortak koşan birkaç
ilahın varlığını kabul edenlere müşrik denir. Yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor:
اِنَّ
فى خَلْقِ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَاخْتِلَافِ
الَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
وَالْفُلْكِ
الَّتى
تَجْرى فِى
الْبَحْرِ
بِمَا
يَنْفَعُ
النَّاسَ
وَمَا اَنْزَلَ
اللّهُ مِنَ
السَّمَاءِ
مِنْ مَاءٍ
فَاَحْيَا
بِهِ
الْاَرْضَ
بَعْدَ
مَوْتِهَا وَبَثَّ
فيهَا مِنْ
كُلِّ
دَابَّةٍ
وَتَصْريفِ
الرِّيَاحِ
وَالسَّحَابِ
الْمُسَخَّرِ
بَيْنَ
السَّمَاءِ
وَالْاَرْضِ
لَايَاتٍ
لِقَوْمٍ
يَعْقِلُونَ (*)وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ
يَتَّخِذُ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
اَنْدَادًا
يُحِبُّونَهُمْ
كَحُبِّ
اللّهِ
وَالَّذينَ
امَنُوا
اَشَدُّ حُبًّا
لِلّهِ
وَلَوْ يَرَى
الَّذينَ
ظَلَمُوا
اِذْ يَرَوْنَ
الْعَذَابَ
اَنَّ
الْقُوَّةَ
لِلّهِ
جَميعًا
وَاَنَّ
اللّهَ
شَديدُ
الْعَذَابِ
“İnsanlardan bazıları
Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi
severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha
fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün
kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu
önceden anlayabilselerdi.” [52]
Hadisi Şerif de:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ مَنْ
مَاتَ مِنْ
أُمَّتِكَ لا يُشْرِكُ
باللّهِ
شيئاً دخلَ
الجَنَّةَ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Ümmetinden
kim Allah'a hiçbir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete
girer."[53]
Münafık: Münafık, olduğundan başka türlü görünendir.
Dıştan Müslüman, içten kafirdir. İslam’ı ve iman esaslarını kabul ettiklerini
dilleriyle söylerler, ancak bu davranışları sahtedir, kalpleri küfür doludur.
İman kapısından görünüp küfür kapısından çıkan, yani dili ile iman ettiğini
iddia ettiği halde, kalbinden inanmayana münafık denir.
Yüce
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ يَقُولُ
اَمَنَّا بِاللهِ
وَبِالْيَوْمِ
اْلاَخِرِ
وَمَا هُمْ
بِمُؤْمِنِينَ
“İnsanlardan bazıları da
vardır ki, inanmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık"
derler.”[54]
Hz.
Peygamber (a.s) Münafıklar ve alametleri hakkında şöyle buyuruyor:
Abdu'llâh b. Amr i'bni'l-Âs (r.a)'dan: Şöyle
demiştir: Nebiyy-i Mükerrem (salla'llâhu aleyhi ve selem) buyurdu ki: Dört şey,
her kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Her kimde bunların bir parçası
bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıkdan bir haslet kalmış
olur. (Bunlar da) kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyânet etmek, söz
söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde ahdini tutmamak, husûmet (iddiâ ve
mürâfaa) zamânında da hakdan ayrılmaktır.” [55]
Yüce Alla (cc) cümlemizi kafir, fasık, münafık ve müşrik
özelliklerinden korusun. Başkalarından bu özellikler olmadığı halde, dilimizle
onları tan etmekten sakındırsın. Başkaların kötülüğünü temenni etmek yanlış
olduğu gibi, onları kötü fiillerle itham etmekte doğru değildir.
Ebû Zerr-i Gıfârî (r.a)'den Nebî (salla'llahu aleyhi
ve selem)'ın şöyle buyurduğunu işittiği rivâyet olunmuştur: Hiç bir kişi başka
bir kimseye fısk (sapıklık) isnâdiyle (Yâ fâsık, diye söz) atamaz, (atmağa
hakkı yoktur) yine böyle küfür de isnâd edemez. Şâyet (atar da) attığı kimse
atılan fıskın veyâ küfrün sâhibi değilse, bu sıfatlar muhakkak atan kimseye
döner, (dokunur ve fâsık veyâ kâfir olur). [56]
Komadaki Ses
1989 yılında geçirdiğim bir trafik kazası sonucunda koma halinde
hastaneye kaldırılmıştım. Yanımda bulunan eşim vefat etmiş, beni kontrol eden
doktor, kan deryası içinde kalan vücudumda bir hayat emaresi göremediğinden,
bana da ölü raporu vermişti. O akşamki TRT haber bülteninde, kazada ölen
kişilerin arasında benim de ismim bulunuyordu.
Daha sonraları ölmediğim anlaşılmış ve üç gün devam eden koma halinden
sonra kendime gelmiştim. Fakat kazadaki darbelerin tesiriyle gözlerimi
açamıyor, vücudumun hiçbir noktasını kımıldatamıyordum. Koluma takılan
serumdaki uyuşturucuların tesiriyle de, fazla bir şey düşünemez hâle gelmiştim.
Tam mânâsıyla yaşayan bir ölü gibiydim. İlk önce kendimi çok ağır bir uykuda
zannettim. Bir türlü uyanamadığım bir uykuda. Bu sırada başucumdaki konuşmaları
duydum.
Sesinden tanıdığım amcam:
- Doktor bey, üç gündür hiçbir gelişme yok, diyordu. Müsaade ederseniz,
hastamızı Ankara'ya götürelim.
Doktor ise:
- Hastanız her an ölebilir, diye cevap verdi. Bu durumda nakline izin
vermek cinayettir. Zaten böyle bir mesûliyetin altına da girmem.
Bu konuşmalar üzerine büyük bir kaza geçirdiğimi anlamış ve doktorun
"Her an ölebilir" sözüyle dehşete kapılmıştım. Fakat duyma ve düşünme
duygularımın dışındaki bütün fonksiyonlarımı kaybettiğimi hissediyordum.
Ölmekten çok Cenâb-ı Hakk'a hesap verememekten korkuyor ve boğazım sıkılmış
gibi sık sık nefes alıyordum.
Ruhumu teslim etmekte olduğumu zannederken, nereden geldiğini
anlayamadığım bir ses, benimle konuşmaya başladı. Ve ne için bu kadar korktuğumu
sordu. Sebebini söylediğimde, aynı ses:
- Korkacak hiçbir şey yok, dedi. Tamamen asılsız ve hurafe şeylere
inandırıldığın için böyle sıkıntı çekiyorsun. Allah ve âhiret günü diye bir şey
yok ki sıkıntısı olsun. Sana bunların boş şeyler olduğunu ispat edeceğim. Eğer
beni tasdik edersen, hiçbir sıkıntı ve endişen kalmadığını göreceksin.
Kendimi, yıkılan bir dağın altında kalmış gibi hissettiğim için:
- Peki hemen anlat ve beni bu sıkıntıdan kurtar, dedim.
O ses:
- Biliyorsun ki çekirdekler önce fidan, sonra ağaç olur, dedi. Daha sonra
da ömrünü tamamlar, suları çekilir, kurur ve toprağa karışırlar. Hayvanlar da
bizim gibi doğar, büyür, gelişir ve ömürlerini tamamladığında toprak olurlar.
Sen o ağaçların veya hayvanların, senin gibi endişe duyup, korktuklarını gördün
mü? Elbette hayır. Çünkü onlar, bâtıl şeylere inandırılmamışlar. Yani yeniden
dirilme veya hesaba çekilme diye bir şey olmayacağı için, onların da bu tür
şeylerden endişesi yoktur. Sen de boş şeyleri kafandan atarsan, hiçbir sıkıntın
kalmayacak, gör bak nasıl rahat edeceksin!.
Bu sözleri işittikten sonra sıkıntım daha da arttı. "Acaba dediği
gibi inkâra sapsam, rahatlar mıyım?" diye düşünüyor, fakat kalp ve ruh
gibi latifelerimin, bu inkârı kabûle yanaşmadıklarını hissediyordum.
Birden, sanki bir elektrik lâmbasına dokunmuş gibi zihnim aydınlanmaya
başladı. Daha evvel okuduğum veya dinlediğim imânî bahisler, bir film şeridi
gibi gözümün önünden geçiyordu. O ses'e hitaben:
- Beni yalan ve cerbeze ile aldatmak istiyorsun, dedim. Ama ben akıl
sahibiyim ve bu yüzden yaptıklarımdan mes'ûlüm. Sen beni akılsız hayvanlar ve
şuursuz bitkilerle nasıl bir tutabilirsin? Ben, elbette hesap vermekten endişe
duyarım. Çünkü bana, hayvan ve bitkilere verilenlerden belki bin defa daha
gelişmiş vaziyette ihsan edilen cihazları ve akıl nimetini nefis ve heva
yolunda sarf etsem, onlardan bin defa daha aşağılara düşerek âhirette cezaya
müstehak olurum. Hem bir iğne ustasız, bir resim ressamsız, bir köy muhtarsız
olamazken, bu kusursuz kâinatın bir sahibi ve yaratıcısı olmaz mı? Ve bütün
kâinatla birlikte beni de mükemmel şekilde yaratan Rabbim, beni hesaba
çekmeyerek başıboş bırakır mı?
Evet, imân nurları o zor anlarımda imdadıma yetişmiş ve içinde bulunduğum
karanlık dünyamı aydınlatmaya başlamıştı. Onlardan edindiğim iman hakikatlerini
anlattıkça, sıkıntılarımın hafiflediğini hissediyorum. Biraz sonra o ses
tamamen susmuş ve bana cevap veremez hâle gelmişti.
Daha sonra kendime gelmişim ve arkadaşlarımın anlattıklarına göre
dışarıdaki ezan sesini duyup, namaz kılmak istemişim.
Bu mektubu sizlere yazarak başımdan geçen bu ürpertici hâdiseyi
anlatmamın sebebi, iman hakikatlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu ifade etmek
içindir. Çünkü son nefeste iman ile kabre gitmek ve onun cennet bahçelerinden
bir bahçeye çevirerek elde edilmesine bağlıdır.
Şeytanın, ölüm anındaki insanlara musallat olduğunu, onları inkara
saptırmak için akıllarına vesvese verdiğini ve bu yüzden de kuvvetli bir imana
sahip olunması gerektiğini bütün mü'min kardeşlerimiz biliyordur. Fakat ben, bu
durumun bir örneğini, ölüm öncesinde, Cenâb-ı Hakkın izniyle yaşadım.[57]
Genel Bir Bakış
Allah’a iman,
Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine inanmak ve O'nu sıfat ve isimleriyle
güzelce tanımaktır.
Allah'a iman,
bütün dinlerin temelidir. Allah'a inanma, O'na dayanma ve ibâdette bulunma
ihtiyacı, insanda yaratılıştan vardır. Bu duygu, insanla beraber doğmuş ve her
devirde de olagelmiştir.
Allah'ın
varlığının delillerinden biri de budur. Çünkü fıtrat yalan söylemez. İnsan
fıtratında, madem, bir yüce Yaratıcıya inanıp dayanma, O'na ibâdet etme,
yalvarıp dileklerine karşılık bulma ihtiyacı vardır; öyleyse o yüce Yaratanın
vâr olmaması mümkün değildir. Bu, fıtratın inkârı demek olur. Başka hiçbir
delil olmasa bile, bu fıtrat ve vicdan delili, Allah'ın varlığını anlamamız
için kâfi bir ışıktır.
Aslında,
Allah'ı inkâra yeltenenler bile, başları dara geldiği zaman yine Allah'a
yönelmek, O'ndan yardım dilemek zorunda kalırlar. Fakat darlıktan kurtulur
kurtulmaz yine eski hallerine dönerler. Bunun misallerini pek çok görmüş ve
duymuşuzdur. Bu hususa Kur'ân-ı Kerîm şu şekilde işâret buyurmaktadır:
وَاِذَا
مَسَّ
اْلاِنْسَانَ
الضُّرُّ دَعَانَا
لِجَنْبِهِ
اَوْ
قَاعِدًا
اَوْ قَائِمًا
فَلَمَّا
كَشَفْنَا عَنْهُ
ضُرَّهُ
مَرَّ كَاَنْ
لَمْ يَدْعُنَا
اِلَى ضُرٍّ
مَسَّهُ
كَذَلِكَ
زُيِّنَ
لِلْمُسْرِفِينَ
مَا كَانُوا
يَعْمَلُونَ
“İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak,
oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat
biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü
bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta
oldukları şeyler güzel gösterildi.”[58]
فَاِذَا
رَكِبُوا فِى
الْفُلْكِ
دَعَوُا اللهَ
مُخْلِصِينَ
لَهُ
الدِّينَ
فَلَمَّا نَجَّيهُمْ
اِلَى
الْبَرِّ
اِذَا هُمْ
يُشْرِكُونَ
“Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlâs
ile Allah'a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda,
hemen şirk koşarlar.”[59]
Allah'ın Zâtı ve Mâhiyeti
İnsanın Allah
Teâlâ'nın zâtını bu dünyada görebilmesi mümkün olmadığı gibi, gerçek mâhiyetini
kavrayabilmesi de imkânsızdır.
Çünkü, insan
aklı ve duyguları mahduttur. Allah'ın mâhiyetini kavramaya müsâit değildir.
Fakat mahlûkata bakıp O'nun varlığını ve birliğini anlamaya, sonsuz kudretini
ve diğer sıfat ve isimlerini bilmeye güç yetirebilir.
Bunun içindir
ki Allah Resulü, bizi zâtını ve mâhiyetini düşünmekten menetmiş, yalnızca
kendisinin varlığını ve birliğini bilmemizi ve sıfat ve isimlerini tanımamızı istemiştir.
Efendimiz (a.s) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurur:
“Allah'ın varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın, yere bakın,
kendi nefsinize bakın ve bütün bunların yaratılışındaki akıllara hayret veren
incelikleri, bunların kendilerinden olamayacağını düşünün. Çünkü bunlar,
Allah'ın varlık ve birliğini gösteren alâmetlerdir. Fakat Allah'ın zâtını,
mâhiyetini düşünmeyin. 'Allah acaba şöyle midir, böyle midir? O'nun görmesi,
işitmesi nasıldır?' diye düşünmeye kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez. Ne
kadar çalışsanız da bunu hakkıyla bilemezsiniz, idrâk edemezsiniz.
Şaşırırsınız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez.” [60]
Aslında biraz
düşünecek olursak, Allah'ın zâtî mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını aklen
bile anlayabiliriz. Yumurta içindeki bir civcivden yumurtanın dışındaki âlemi
idrâk etmesi elbette beklenemez. İnsan aklı da şu muhteşem kâinatı ve kâinat içindeki
Allah'ın yarattığı âlemleri bilme, tanıma bakımından, yumurta içindeki
civcivden farksızdır. Bu bakımdan, aklın son derece sınırlı idrâk kapasitesiyle
kâinat Hâlikının zâtını ve mâhiyetini kavrayabilmesi muhâl içinde muhâldir.
Sonuç
olarak; Allah’a iman, Allah’ın var ve bulunduğuna bir olduğuna ve bütün üstün
sıfatlara sahip, bütün noksan sıfatlardan uzak bulunduğuna kesin olarak
inanmaktır. Diğer bir deyişle Allah’a iman, onun hakkında vacip (gerekli),
mümteni (Allah’a yakışmayan, imkansız) ve caiz olan sıfatları ve isimleri
bilmek ve onlara inanmak demektir.
قُلْ
هُوَ اللهُ
اَحَدٌ, اَللهُ
الصَّمَدُ, لَمْ
يَلِدْ
وَلَمْ
يُولَدْ, وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ
كُفُوًا
اَحَدٌ
“De ki: O, Allah birdir.
Allah samed’tir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” [61]
Allah’a
iman, kul ile yaratıcısı arasında sürekli irtibatı sağlayan manevi bir anten ve
haberleşme bağıdır. İnanan bir insan, Allah’a iman sayesinde, büyük bir güven
içinde yaşar. Haddizatında insan, hayatının çeşitli dönemlerinde; hastalık,
sakatlık, güçsüzlük, ihtiyarlık fakirlik gibi, dünyevi musibetlerle ömrü
bitince de; ölüm olayı, kabir hayatı, kıyamet vakası ve nihayet Allah’ın
huzurunda hesaba çekilmesi gibi kendisini bekleyen büyük olaylarla karşı
karşıyadır. Bunların verdiği korkuyu, emniyete dönüştüren Allah’a imandır.
Allah’a
iman, dinin temelidir. Din, bütünüyle Allah’a iman esasına dayanır. Her şeyi
yaratan, düzene koyan ve idare eden; her şeyi bilen, yerde ve gökteki her şeyin
kendisine muhtaç olduğu ve kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, tek olan, ezeli
ve ebedi olan Allah’a inanmak, erginlik çağına gelmiş ve akıllı olan her insana
farzdır.
İnsanlık
tarihi incelendiği zaman en bedevisinden en medenisine kadar, insanların
bulunduğu her yerde, bazen basit ve batıl da olsa, mutlaka bir dine ve bir
tanrı fikrine rastlanır. Ne zaman ve nerede yaşamış olursa olsun, bütün
insanlarda bir Allah fikri, tapınma meyli ve dolayısıyla bir din inancının
olduğu görülür. Kur’an-ı Kerim de:
اَلَّذِينَ
اَمَنُوا
وَتَطْمَئِنُّ
قُلُوبُهُمْ
بِذِكْرِ
اللهِ اَلاَ
بِذِكْرِ
اللهِ تَطْمَئِنُّ
الْقُلُوبُ
“Bunlar, iman edenler ve
gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak
Allah'ı anmakla huzur bulur”[62] buyurarak insan için çok gerekli
olan kalp huzuru ve gönül rahatlığının ancak Allah’a inanmakla ve O’nu anmakla
elde edileceği bildirilmiştir.
Tevhidin
manasını tafsilatlı olarak şöyle izah edilir:
Allah zatında birdir. Bu birlik adet yolu ile değildir. Ortağı
bulunmamak yönündedir. Birliğin sayı cihetiyle inhisar etmemesi kendinden bir
var edicinin bulunduğu vehmini ortadan kaldırmak içindir. Zira adet manası
üzerinde düşünülünce başka sayılar da akla gelir. Varlığında her şeyin Allah’a
muhtaç olduğu fakat Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını şöyle basit bir
misal ile de açıklayabiliriz. 5 rakamının 5 olabilmesi için 4 rakamına, 4’ün
3’e, 1’in 1 olması için hiçbir rakama ihtiyacı yoktur. Yüce Allah (cc) şöyle
buyuruyor:
قُلْ
هُوَ اللهُ
اَحَدٌ
1.
“De ki: O, Allah birdir.
, اَللهُ
الصَّمَدُ
2. Allah
sameddir.
, لَمْ
يَلِدْ
وَلَمْ
يُولَدْ
3. O,
doğurmamış ve doğmamıştır.
, وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ
كُفُوًا
اَحَدٌ
4. Onun hiçbir dengi yoktur.”[63]
Abdullâh İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan Nebî
salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Azîz ve Celîl
olan Allâhu Teâlâ buyurur ki: (Bâzı) Âdemoğlu beni yalanlar. Halbuki beni yalanmak
ona yakışmazdı. Bâzısı da sebbeder (ülûhiyet sıfatımı tenkîs eder) halbuki bana
sebbetmek ona yakışmazdı. Âdem-oğlunun beni tekzîbine gelince: O, (öldükten
sonra) benim onu eskisi gibi iâde edip yaratmağa gücüm yetmez sanır. Bana
sebbetmesi husûsu da "Benim oğlum var!" demesidir. Halbuki ben zevce
veya veled edinmekten uzak bulunuyorum.” [64]
Şimdi ispatı vacib-i açıklayalım
Allah'ın varlığını bize bildiren ve anlatan pek çok delil
vardır. Bu delilleri başlıca 3 grupta toplamak mümkündür:
1. Dış âlemden yani, kâinattan çıkarılan tabiî deliller,
2. Akıl yoluyla elde
edilen "metafizik" deliller.
3. İnsan tabiatından çıkarılan ahlâkî ve vicdanî deliller...
1.Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller:
Allah'ın varlığına en büyük delil, şu muhteşem kâinat ve o
kâinat içinde yaşayan varlıklar, cereyan eden işler ve olaylardır. Kâinat,
âdeta bir kitap gibi, her cümlesi, her satırı, her kelimesi ve her harfiyle
Allah'ın varlığını göstermekte; birliğini ispat etmektedir. Kâinatın Allah'ın
varlığına olan bu şahadeti, şu cümlede vecîz bir şekilde ifade edilmiştir:
“Kâinatta atomlardan galaksilere kadar her bir varlıkta, Allah'ın varlığına ve
birliğine delâlet eden nice âyetler, işaretler, şahadetler vardır.”
“Allah'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır”
sözü de aynı mânayı ifade etmektedir.
Kâinat kitabının ihtiva ettiği bu delilleri, başlıca 4
grupta toplayabiliriz
1) Hudûs (sonradan vâr olma) delilleri: Bunlar kâinatta görülen varlıkların hal ve sıfatlarından
çıkarılan delillerdir.
2) İmkân
delilleri: Bunlar, âlemin
yoktan vâr edilmesinden çıkarılan delillerdir.
3) Hareket delili: Maddede bulunan hareket özelliğinden çıkarılan delildir.
4) İbdâ ve gâye delili: Âlemdeki nizamdan ve her şeyin bir gâyeye göre yaratıldığı
esasından çıkarılan delildir.
Şimdi bunları kısaca görelim:
1) Hudûs delilleri:
Bu âlemin hâdis olduğuna, yani, sonradan var olduğu ve bu
bakımdan evveli olmayan kadîm bir yaratıcıya muhtaç bulunduğuna dair birçok
deliller ile sürülmüştür. Bunları iki delil halinde hulâsa etmek mümkündür:
a) Cisimlerin hudûsu
esasına dayanan delil.
b) İhtirâ (îcat
etme) delili.
a) Cisimlerin hudûsu
esasına dayanan delil, İslâm İlâhiyat âlimleri olan Kelâmcıların delilidir. Bu
delili şöyle bir kıyasla beyân ederler: Bu âlem, sûreti ve maddesiyle hâdistir.
Yani, cisimlerin sûreti de, maddesi de yok iken sonradan vâr edilmiştir. Her
hâdis mutlak bir muhdise (mûcid ve yaratıcıya) muhtaçtır. O halde bu âlem de
bir muhdise muhtaçtır. O da Allah Teâlâ'dır.
b) İhtirâ delili: Bu
delil, Kur'an'da zikri geçen bir delildir. Kur'an'da yaratılış keyfiyetinden
söz eden bütün âyetler, ihtirâ, yani, îcad delilini ifade etmektedir. Bu delili
Kur'an'da ilk defa İslâm filozofu İbn-i Rüşd bulmuş ve ifade etmiştir. Bu
delilin hulâsası ise şudur: Gökler ve yer, bitkiler ve hayvanlar v.b. görünen
her şey, ihtirâ (îcat) olunmuştur. Her ihtirâ olunana bir ihtirâ edici
lâzımdır. O halde şu mevcûdatın da bir ihtirâ edicisi vardır. O da Allah
Teâlâ'dır.
2) İmkân esasına dayanan deliller:
Bu metotla Allah'ın varlığını ispat, bâzı kelâm âlimleri
ile İslâm feylesoflarının yoludur. Bu deliller de pek çoktur. En meşhuru,
"Bu âlemin mümkün olması delili"dir. Bu delil, kıyas yoluyla şöyle
ifade edilmiştir: Bu âlem bir mümkünler mecmuasıdır. (Mümkün; vücudu da, ademi
de eşit olan, yani, vâr olması da yok olması da aklen câiz bulunan şey
demektir.) Her mümkün, vâr olabilmesi için yokluğuna varlığını tercih edecek
bir müreccihe, müessir bir kuvvete muhtaçtır. O halde mümkünler topluluğu olan
bu âlem de, vâr olabilmek için böyle müessir bir kuvvete muhtaçtır. O müessir
kuvvet de, bu âlemin dışında, vücûdu zâtına vâcip olan bir varlıktır. O da
Allah'tır.
3) Maddede bulunan hareket vasıtasıyla Allah'ı ispat
delili:
Bâzı ilâhiyatçılar da, hudûs delilinde zikri geçen maddenin
daima hareket hâlinde oluşundan çıkarılan bir delil ile, Allah'ı ispat ederler.
Bu delilin hulâsası da şudur: Şu âlemde bulunan madde ve ondaki hareket, bugün
ilmen sâbittir.Bu madde ve ondaki hareket, ezelî değildir. Vücûdu vâcip olan
Allah'ın îcadı ve tahrîki iledir.Gerçekten de günümüzdeki gelişmeler, kâinatla
ilgili ortaya konulan yeni bilgi ve teoriler, bize kâinatın kadîm ve ezelî
olamayacağını apaçık göstermektedir. Bilhâssa kâinatın doğuşu ile ilgili
Bigbang teorisi, maddenin ezeliyet ve kıdemini temelden yıkmıştır.
4) İbdâ ve gâye delili:
İbdâ': Bir şeyi, benzeri veya örneği olmadan güzel ve
mükemmel bir şekilde vücuda getirmektir.
Gâye ise, bir şeyin neticesi; o şeyin varlığına bağlı fayda
ve onun vücudunu gerektiren hikmet demektir.Bu delil, Sokrat'tan bu yana, bütün
ilâhiyatçı filozofların önem verdiği bir delildir. Diğer bir adı da "Nizam" delilidir. Kur'an-ı Kerîm'de âlemdeki ibdâ ve gâyeyi
belirten pek çok âyet vardır. Büyük İslâm filozofu İbn-i Rüşd bu bakımdan bu
delili, Kur'an'ın delillerinden sayar ve "inâyet
delili" adını verir.
Bu delil, kâinatı ve kâinatın cüzlerini ve nevilerini
bozulmaktan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususiyetleriyle birlikte intizam
altına alan ve kâinata hayat veren muhteşem bir nizamın varlığı esasına
dayanmaktadır. Kâinatta tecelli eden bütün hikmetlerin, faydaların menşei bu
nizamdır. Kur'an'da varlıkların menfaat ve maslahatlarından bahseden bütün
âyetler, bu nizamı göstermektedir. Dolayısıyla bütün maslahatların ve
menfaatlerin mercii olan ve kâinata hayat veren böyle bir nizam, elbette bir
Nâzımın vücuduna delâlet eder. Ayrıca o Nâzımın kast ve hikmetini de gözler
önüne serer.
Kâinat nizamının varlığı, bugün ilim ve fenler tarafından
bütün açıklığı ile ortaya konulmuştur. Çünkü, fen ilimlerindeki küllî kanunlar
ve umumî prensipler, kâinat nizamının yükseklik ve güzelliğinin reddi imkânsız
şahitleridirler. Nizam olmasa, külliyet ve kanuniyetten söz edilemez, fen ilimlerinin
varlığından bahsedilemezdi. Allah'ın varlığını ispat sadedinde dış âlemden
çıkarılan tabiî delillerin hulâsası budur. Konuyu İbn-Rüştü’n şu cümlesiyle
tamamlayalım: "Allah'ın varlığını tam mânasıyla anlamak ve bu hususta tam
bir bilgi sahibi olmak isteyenler için, yeryüzündeki varlıkları incelemeleri
vâciptir. (Bu hususta yazılan ilmî eser ve incelemeleri okumak da kifâyet
eder.) İnsanı Allah'ı bilmeye ve O'na inanmaya götüren en doğru yol da
budur...”
2.Akıl Yoluyla Çıkarılan Metafizik Deliller:
Batılı ilâhiyatçı filozoflar, Allah'ın varlığını ispat için
birçok aklî deliller ileri sürmüşlerdir. Bunların en mühimi, modern felsefenin
kurucusu olarak bilinen meşhur Fransız filozofu Dekart (Descartes) tarafından
ifade edilen, "kemâl" ve "nâmütenâhî" fikirlerine istinat
ettirilen iki metafizik delildir. Bu iki delil, birbirinin tamamlayıcısı
mahiyetindedir. Hulâsası şudur: İnsanın noksan bir varlık olmasına rağmen,
nâmütenâhî (sonsuzluk) fikrini taşıması; kemâl sıfatlarına sâhip, nâmütenâhî
bir varlığın vücudunu göstermektedir. O da bütün kemâllerin ve sonsuzluğun
sâhibi Allah'tır.
3.Beşer Tabiatından Çıkarılan Ahlâkî ve Vicdânî
Deliller:
İnsanlık tarihi bize en ilkel devirlerden beri her asırda
yaşayan insanlarda din inancının ve Allah fikrinin var olduğunu göstermektedir.
Bütün insanlar her asırda İlâhî bir kudretin varlığına inana gelmişler ve bir
dine sâhip olmuşlardır. Nereye gidilmişse orada basit ve bâtıl bile olsa, din
ve Allah fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerde putlara tapanlar,
ateşi, yıldızları takdîs edenler dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin
vâr olduğuna, her şeyi yaratan ve terbiye eden, esirgeyen sonsuz bir varlığın
mevcudiyetine inanmışlar; dış âlemde taptıkları şeyleri O'na yaklaşmak için
birer vesile edinmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini
tanımayan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği; din fikrinin umumî,
Allah inancını fıtrî olduğunu ispat etmektedir. Fıtrat yalan söylemeyeceği
için, bütün insanlar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve
asılsız bir şey olamaz.
Sonuç
olarak, bir şeyin varlığı hakkında üç akli ihtimal vardır:
a)
Vacip: Zatı, varlığı zorunlu kılandır. Yokluğu düşünülemez. Ezelden ebede
vardır, yokluğu imkansızdır.
b)
Muhal: Zatı yokluğu zaruri kılan, yok olması gereken, varlığı düşünülemeyendir.
Vacibin zıddıdır.
c)
Mümkün: Zatına nispetle varlığı ve yokluğu gerekli olmayandır. Mümkün, var
olmak için bir illete (sebebe) muhtaçtır.
Mümkün
varlıklar, var olabilmek için mutlaka bir sebebe muhtaçtır. O halde bu alemde
var olabilmek için, varlığını yokluğuna tercih edecek bir yaratıcıya muhtaçtır
ki, o da vacibu-l vücut olan Allah Teala’dır.
Rab;
terbiye eden, işleri düzene koyup yöneten, sahip, ibadet edilen, itaat olunan
manasına gelir. Kainatta yarattığı bütün varlıkların devamlılığı için gereken
sebepleri yaratan, onları terbiye ve idare eden, şekillendiren, nizam veren,
yönlendiren, ihtiyaçlarını gideren ve derece, derece kemale ulaştıran... Kısaca
Rububiyet Allah’ın yoktan var edici, varlıkları rızıklandırıcı, terbiye
edicidir. Yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor:
رَبُّ
السَّمَوَاتِ
وَاْلاَرْضِ
وَمَا بَيْنَهُمَا
وَرَبُّ
الْمَشَارِقِ
“O, hem göklerin, yerin ve
ikisi arasındakilerin Rabbi, hem de doğuların Rabbidir.”[65]
اَلَمْ
تَرَ اِلَى
الَّذى
حَاجَّ
اِبْرهيمَ فى
رَبِّه اَنْ
اتيهُ اللّهُ
الْمُلْكَ اِذْ
قَالَ
اِبْرهيمُ
رَبِّىَ
الَّذى يُحْي
وَيُميتُ
قَالَ اَنَا
اُحْي
وَاُمِيتُ
قَالَ
اِبْرهيمُ
فَاِنَّ
اللّهَ
يَاْتى
بِالشَّمْسِ
مِنَ
الْمَشْرِقِ
فَاْتِ بِهَا
مِنَ الْمَغْرِبِ
فَبُهِتَ
الَّذى
كَفَرَ وَاللّهُ
لَا يَهْدِى
الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
“Allah kendisine mülk
(hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile
tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren
ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim:
Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun
üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.”[66]
Hz.Peygamber
(a.s)’dan:
Ebû Hüreyre (r.a)’den Nebî (a.s)'ın şöyle
buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Bir kula (bilmeyerek) bir günâh
isâbet edip veyâ bir günâh işleyip de:
-Yâ Rab! Ben (bilerek) bir günâh işledim, yâhut
(bilmiyerek) ben bir günâhla musâb oldum, kusûrumu afv ü mağfiret eyle! Diye
(günâhını i'tirâf ve) niyâz ederse, o kulun _Rabbi_:
-Demek ki, kulum, (dilerse) günâhımı affedecek,
(dilerse) cezâlandıracak muhakkak bir _Rabbi_ olduğunu bildi. Şu halde ben de
kulumu mağfiret ettim, buyurur. Sonra bu kul Allah'ın dilediği kadar bir zaman
(günâhsız) yaşar. Sonra bir günâh daha isâbet edip veyâ bir günâh işleyip de:
-Yâ Rabbî! Ben (bilerek) bir günâh işledim, yâhut
(bilmeyerek) bir günâhla musâb oldum. Kusûrumu afv ü mağfiret eyle, diye niyâz
ederse, o kulun Rabbi:
-Demek ki, kulum, günâhını affedecek veyâ
cezâlandıracak bir Rabbi bulunduğunu gereği gibi bildi, şu halde ben de bu
kulumu mağfiret ettim, buyurur. Sonra bu kul Allah'ın dilediği kadar bir zaman
günâhsız yaşar. Sonra bir günâh isâbet edip veyâ bir günâh işleyip de:
-Yâ Rab! Ben bir günâh işledim veyâ bir günâhla
musâb oldum, kusûrumu afv ü mağfiret eyle, diye Allah'a yalvarırsa, o kulun
Rabbi:
-Demek ki, kulum, günâhımı affedecek veyâ
cezâlandıracak bir Rabbi olduğunu bildi, ben de üç defa kendisini afv ü
mağfiret ettim. Artık (günâh işlediğinde tevbe etmesini bilen) bu kulum
dilediği işi işlesin, buyurur.” [67]
İlah: Ululuğu ile ibadete boyun eğmeye ve
sevilmeye layık sadece Allah’tır. Dua etmek, kurban kesmek, adak adamak, itaat
etmek ve hükmünü uygulamak gibi ibadetleri yalnız ve yalnız Allah’a yapıp,
O’ndan başkasına yapmamaktır.
Yüce
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
وَاِلَهُكُمْ
اِلَهٌ
وَاحِدٌ لآ
اِلَهَ اِلاَّ
هُوَ
الرَّحْمَنُ
الرَّحِيمُ
“İlâhınız bir tek
Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.”[68]
اَلَّذِى جَعَلَ
لَكُمُ
اْلاَرْضَ
فِرَاشًا
وَالسَّمَآءَ
بِنَآءً
وَاَنْزَلَ
مِنَ
السَّمَآءِ
مَآءً
فَاَخْرَجَ
بِهِ مِنَ
الثَّمَرَاتِ
رِزْقاً
لَكُمْ فَلاَ
تَجْعَلُوا
لِلَّهِ
اَنْدَادًا
وَاَنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
“Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar
bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki
Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.”[69]
Enes (b. Mâlik) (r.a)'den:
Şöyle demiştir: Muâz (b. Cebel) deve üstünde Resûlullâh
(a.s)'ın terkisinde idi.
"Yâ Muâz!" diye nidâ buyurdu. (Muâz):
"Lebbeyk yâ Resûlâ'llâh" dedi. Yine "yâ Muâz" diye çağırdı.
O, yine "Lebbeyk yâ Resûlâ'llâh" dedi. (Ve bu) üç kere (vâkı' oldu.
Üçüncüsünde): "Hiç kimse yoktur ki kalbinden tasdîk ederek Allah’tan başka
İlâh olmadığına ve Muhammed'in Resûlu'llâh olduğuna şahâdet etsin de, Allâh (u
Teâlâ) onu (Cehennem) ateşine harâm etmesin." buyurdu. (Muâz): "Yâ
Resûlâ'llâh, bunu halka haber vereyim de sevinsinler mi?" dedi.
"Hayır, söyleme. Çünkü (sonra buna)
güvenirler." buyurdu. Bunu Muâz (b.Cebel) vefâtına yakın günahtan
sıyrılmak için haber verdi.” [70]
Kainatın
tek sahibi olan Allah (cc) insana o kadar değer vermiştir ki, onu
yarattıklarının en şereflisi, yeryüzünün halifesi yapmıştır. İnsan dünyada kendisine
iyilik edene, en küçük bir ikramda bulunana teşekkür eder, onu sever, sayar.
Eğer biz Allah’ı seversek, Allah’ta bizi sever. Allah’ı sevmek ise Hz.
Peygamber (a.s) gösterdiği yoldan gitmekle mümkün olur. Kur’an-ı Kerim de:
قُلْ اِنْ
كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
اللهَ
فَاتَّبِعُونِى
يُحْبِبْكُمُ
اللهُ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَاللهُ
غَفُورٌ
رَحِيمٌ
“(Resûlüm! ) De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[71]
Allah’ı
seven insan, Allah’ın sevmediği işleri yapmaktan korkar, çekinir. Sevdiği
Rabb-ı tarafından sevilmek insanın en büyük arzusudur. Onun için o, Allah’ın
azabından korkar, hem de Allah tarafından sevilmemekten korkar. Onun kalbinde
Allah sevgisi ve korkusu yer eder.
Esmâ-i Husnâ, Allah'ın güzel isimleri demektir. Bir âyet-i
kerîmede:
هُوَ اللهُ
الْخَالِقُ
الْبَارِىءُ
الْمُصَوِّرُ
لَهُ
اْلاَسْمَآءُ
الْحُسْنَى
يُسَبِّحُ
لَهُ مَا فِى
السَّمَوَاتِ
وَاْلاَرْضِ
وَهُوَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ
“O, yaratan,
var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde
olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir”[72] buyurulmaktadır.
Diğer bir âyette de;
وَلِلَّهِ
اْلاَسْمَاءُ
الْحُسْنَى
فَادْعُوهُ
بِهَا
وَذَرُوا الَّذِينَ
يُلْحِدُونَ
فِى
اَسْمَائِهِ
سَيُجْزَوْنَ
مَا كَانُوا
يَعْمَلُونَ
“En güzel isimler
(el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun
isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının
cezasına çarptırılacaklardır.” [73]
Allah'ın isimleri tevkifîdir. Yâni, Allah hakkında ancak
âyet ve hadîslerde zikri geçen ve söylenmesine izin verilmiş olan isimler
kullanılabilir. Rastgele isim izafe edilemez.
Esmâ-ul Husnâ ile ilgili olarak Buhârî ve Müslim'de:
عن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #: إنَّ
للّهِ
تِسْعَةً
وَتِسْعِينَ
اسماً مَنْ
حَفِظَهَا
دَخَلَ
الجَنَّةَ،:
هُوَ اللّهُ
الَّذِى َ
إلَهَ إَّ
هُوَ الرَّحْمنُ
الرَّحِيمُ.
المَلِكُ.
القُدُّوسُ. السََّمُ.
المُؤمِنُ.
المُهَيْمِنُ.
الْعَزِيزُ. الجَبَّارُ.
المُتَكَبِّرُ.
الخَالِقُ.
البَارِئُ.
المُصوِّرُ.
الغَفَّارُ.
الْقَهَّارُ.
الوَهَّابُ.
الرَّزَّاقُ.
الْفَتَّاحُ.
الْعَلِيمُ.
القَابِضُ.
الْبَاسِطُ.
الخَافِضُ.
الرَّافِعُ.
المُعِزُّ.
المُذِلُّ.
السَّمِيعُ.
الْبَصِيرُ.
الحَكَمُ.
الْعَدْلُ.
اللَّطِيفُ.
الخَبِيرُ.
الحَلِيمُ.
العَظِيمُ.
الْغَفُورُ.
الشَّكُورُ.
الْعَلِىُّ.
الْكَبِيرُ. الحَفِيظُ.
المُقيتُ.
الحَسِيبُ.
الجَلِيلُ. الكَرِيمُ.
الرَّقيبُ.
المُجِيبُ.
الْوَاسِعُ.
الحَكِيمُ.
الْوَدُودُ.
المَجِيدُ.
الْبَاعِثُ.
الشَّهِيدُ.
الحَقُّ.
الْوَكِيلُ.
الْقَوِىُّ.
المَتِينُ.
الْوَلِىُّ.
الحَمِيدُ. المُحْصِى.
المُبْدِئُ.
المُعيدُ.
المُحْيِى. المُمِيتُ.
الحَىُّ.
القَيُّومُ.
الوَاجِدُ. المَاجِدُ.
الْوَاحِدُ.
ا‘حَدُ.
الصَّمَدُ. الْقَادِرُ.
المُقْتَدِرُ.
المُقَدِّمُ.
المُؤَخِّرُ.
ا‘وَّلُ.
اخِرُ.
الظَّاهِرُ.
البَاطِنُ.
الوَالِى.
المُتَعَالِى.
البَرُّ.
التَّوَّابُ.
المُنْتَقِمُ.
الْعَفُوُّ.
الرَّءوُفُ.
مَالِكُ
المُلْكِ. ذُو
الجََلِ وَا اْلاكْرَامِ:
المُقْسِطُ.
الجَامِعُ.
الْغَنِىُّ.
المُغْنِى.
المَانِعُ.
الضَّارُّ.
النَافِعُ.
النُّورُ
الهَادِى.
الْبَدِيعُ
الْبَاقِى.
الْوَارِثُ.
الرَّشِيدُ.
الصَّبُورُ.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resûlulah (a.s) buyurdular ki: "Allah'ın doksan dokuz
ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer” buyurmuştur.
"O Allah ki O'nda başka ilâh yoktur.
Rahman'dır. Rahim'dir. El-Meliku'l-Kuddûsu, es-Selâmu, el-Mü'minu,
el-Müheyminu, el-Azîzu, el-Cebbâru, el-Mütekebbiru, el-Hâliku, el-Bâriu,
el-Musavviru, el-Gaffâru, el-Kahhâru, el-Vehhâbu, er-Rezzâku, el-Fettâhu,
el-Alîmu, el-Kâbizu, el-Bâsitu, el-Hâfidu, er-Râfiu, el-Muizzu, el-Müzillu,
es-Semîu, el-Basîru, el-Hakemu, el-Adlu, el-Latîfu, el-Habîru, el-Halîmu,
el-Azîmu, el-Gafûru, eş-Şekûru, el-Aliyyu, el-Kebîru, el-Hafîzu, el-Mukîtu,
el-Hasîbu, el-Celîlu, el-Kerîmu, er-Rakîbu, el-Mucîbu, el-Vâsiu, el-Hakîmu,
el-Vedûdu, el-Mecîdu, el-Bâisu, eş-Şehîdu, el-Hakku, el-Vekîlu, el-Kaviyyu,
el-Metînu, el-Veliyyu, el-Hamîdu, el-Muhsî, el-Mubdiu, el-Muîdu, el-Muhyi,
el-Mümîtu, el-Hayyu, el-Kayyûmu, el-Vâcidu, el-Mâcidu, el-Vâhidu, el-Ahadu,
es-Samedu, el-Kâdiru, el-Muktediru, el-Muahhiru, el-Evvelu, el-Âhiru,
ez-Zâhiru, el-Bâtinu, el-Vâli, el-Müte'âli, el-Berru, et-Tevvâbu, el-Müntekimu,
el-Afuvvu, er-Raûfu, Mâliku'l-Mülki, Zü'l-Celâli ve'l-İkrâm, el-Muksitu,
el-Câmiu, el-Ganiyyu, el-Muğnî, el-Mâni', ed-Dârru, en-Nâfiu, en-Nûru, el-Hâdî,
el-Bedîu, el-Bâki, el-Vârisu, er-Reşîdu, es-Sâbûru."[74]
Esmâ-ul Husnâ’nın İzahı
1)-ALLAH: Mabud
2)-RAHMAN: Bağışlayan
3)-RAHİM: Esirgeyen
4)-MELİK: Sahip
5)-KUDDÜS:
Eksiksiz
6)-SELAM:
Esenlik
7)-MÜ'MİN: Güvenilen
8)-MÜHEYMİN: Güven verdiklerini kontrol eden
9)-AZİZ: Galip olan
10)-CABBAR: İstediğine güç yetiren
11)-MÜTEKEBBİR: Ulu
12-HALIK: Yaratıcı
13)-BARİ:
Düzenleyen
14)-MUSAVVİR:
Şekillendiren
15)-GAFFAR: Kusurları örten
16)-KAHHAR:
Kusurunda
ısrar edenleri kahreden
17)-VAHHAB: Yaptıklarından daim olan
18)-REZZAK: Yaratıklarına rızk veren
19)-FETTAH: Müşkülleri açan
20)-ALİM: Her şeyi bilen
21)-KABIZ: Sıkan, daraltan.
22)-BASİT:
Bolluk
veren
23)-HAFID: Dereceleri düşüren.
24)-RAFİ: Dereceleri yükselten.
25)-MUİZ: İzzet veren
26)-MÜZİL: Zillete düşüren
27)-SEMİ: İşiten
28)-BASİR:
Gören
29)-HAKEM:
Muhakeme
eden
30)-ADL:
Hükmünde
adaletli olan
31)-LATİF: Lütuf ve ihsan sahibi
32)-HABİR: Haberdar olan
33)-HALİM: Yumuşak olan
34)-AZİM:
Şeref
sahibi
35)-GAFUR: Affeden
36)-ŞEKUR: Karşılık veren
37)-ALİYY: Çok yüce.
38)-KEBİR:
Pek
büyük.
39)-HAFIZ: Koruyucu
40)-MUKİT: Tayin eden
41)-HASİB:
Hesabını
bilen
42)-CELİL:
Azamet
sahibi
43)-KERİM: Çok ikram edici
44)-RAKİB: İşler murakabe eden
45)-MUCİB:
İsteklere
cevap veren
46)-VASİ:
Genişletici
47)-HAKİM: Hükmeden
48)-VEDUD: Seven
49)-MECİD: Şanı üstün
50)-BAİS:
Elçi
gönderen
51)-ŞEHİD: Gönderdiklerine şahid
52)-HAKK:
Gerçek
olan
53)-VEKİL: İş düzelten
54)-KAVİYY: Pek kuvvetli.
55)-METİN: Dayanıklı
56)-VELİYY: Dost
57)-HAMİD: Övülen
58)-MUHSİ: İhsan sahibi
59)-MUBDİ: Baştan yaratan.
60)-MUİD: Tekrar yaratan.
61)-MUHYİ:
Dirilten
62)-MÜMİT: Öldüren.
63)-HAYY:
Diri
64)-KAYYUM:
Uyanık
65)-VACİD: İstediğini bulan
66)-MACİD: Şanı büyük
67)-VAHİD:
Tek
68)-SAMED: İhtiyaç gideren
69)-KADİR:
Kuvvetli
70)-MUKTEDİR: Kudretli
71)-MUKADDİM: Öne alan
72)-MUAHHİR:
Geriye
bırakan
73)-EVVEL: En ilk
74)-AHİR: En son
75)-ZAHİR:
Açık
76)-BATIN: Gizli
77)-VALİ: İdareci
78)-MÜTEALİ: Pek yüce
79)-BERR:
İyiliği
bol
80)-TEVVAB:
Tevbeleri
kabul eden
81)-MUNTEKIM: İntikam alan
82)-AFÜVV: Af eden
83)-RAUF
:
Şefkatli
84)-MALİK'ÜL-MÜLK:
Mülkün
sahibi.
85)-ZÜLCELALİ
VE'L-İKRAM: Azamet ve kerem sahibi.
86)-MUKSİT: Ortalayıcı
87)-CAMİ:
Toplayan.
88)-GANİYY: Zengin
89)-MUĞNİ: Zengin eden
90)-MANİ: Engelleyen
91)-DARR:
Daraltan
92)-NAFİ:
Faydalandıran
93)-NUR:
Aydınlatan
94)-HADİ:
Hidayete
veren
95)-BEDİ: Eşsiz yaratan.
96)-BAKİ: Sonu bulunmayan
97)-VARİS:
Mirasçı
98)-RAŞİD: Mürşid
99)-SABUR:
Acele
etmeyen.[75]
Her Müslümanın, Allah'ın bütün kemâl sıfatlarına sahip,
noksan sıfatların hepsinden de uzak olduğuna inanması farzdır.
Allah Teâlâ hakkında kabûl edilmesi vâcip olan kemâl
sıfatları başlıca iki kısma ayrılır:
I
- Zat-ı sıfatlar:
- Vücud : Var olmak.
- Kıdem : Varlığının başlangıcı olmamak.
- Beka : Varlığının sonu olmamak.
- Vahdaniyet : Bir olmak.
- Muhalefetun
lil havadis : Yaratılmışlara benzememek.
- Kıyam bi nefsihi : Varlığı kendindedir.
Vücûd:Bu sıfat, Allah Teâlâ'nın vâr olduğunu ifâde eder. Allah Teâlâ'nın
varlığı başka bir varlığa bağlı olmayıp, zâtının îcabıdır. Yani vücûdu, zâtıyla
kaimdir ve zâtının vacip bir sıfatıdır. Bu sebeple Hak Teâlâ'ya Vâcibü'l-Vücûd
denilmiştir. Bâzı Kelâm âlimleri, Vücûd sıfatına, sıfat-ı nefsiyye adını
vermişlerdir. Vücûd'un zıddı olan adem (yok olma) Allah Teâlâ hakkında
muhaldir.Allah'ın yok olduğunu iddiâ etmek, kâinatı ve içindeki varlıkları
inkâr etmeyi gerektirir. Çünkü her şeyi yaratan ve vâr eden O'dur.
Kıdem: Kıdem, Allah Teâlâ'nın varlığının başlangıcı olmaması demektir. Allah
Teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Yani önce yok iken sonradan vâr olmuş değildir.
Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Cenâb-ı Hak'ın vâr olmadığı bir an,
bir zaman, tasavvur edilemez. Aslında zaman ve mekânı yaratan da O'dur. Allah
Teâlâ zaman ve mekân kayıtlarından münezzeh, ezelî ve kadîm bir Zât-ı
Zülcelâldir. Kıdem'in zıddı olan hudûs (sonradan olma, belli bir zamanda
yaratılma) Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
Beka: Beka, Allah Teâlâ'nın varlığının sonu olmaması, daima var bulunması
demektir. Allah Teâlâ'nın varlığının başlangıcı olmadığı gibi, sonu ve nihayeti
de yoktur. O hem kadîm ve ezelî, hem de bâki ve ebedîdir. Zâten kıdemi sâbit
olan bir varlığın, bekası da vâcip olur.Beka'nın zıddı fena, yani, bir sonu
olmaktır. Bu ise, Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
Muhalefetün lil-Havâdis: Allah'ın, sonradan vücud bulan varlıklara benzememesi
demektir. Allah Teâlâ ne zâtında, ne de sıfatlarında kendi yarattığı varlıklara
benzemez.Biz Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, O, hâtır ve hayâlimize
gelenlerin hepsinden başkadır. Çünkü hâtıra gelenlerin hepsi hâdis, yani,
sonradan yaratılmış, yok iken vâr edilmiş şeylerdir. Allah Teâlâ ise, vücûdu
vacip, kadîm ve bâkî, her şeyden müstağnî, her türlü noksandan uzak, bütün
kemâl sıfatlara sahip olan İlâhî ve mukaddes bir zâttır.Şüphe yok ki, böyle
yüce bir Zât, önce yok iken sonra vâr olan, bilâhare tekrar zeval bulan
varlıklara benzemez.
Nitekim Cenâb-ı Hak kendi zâtını Kur'ân-ı Kerîm de:
فَاطِرُ
السَّمَوَاتِ
وَاْلاَرْضِ
جَعَلَ
لَكُمْ مِنْ
اَنْفُسِكُمْ
اَزْوَاجًا
وَمِنَ
اْلاَنْعَامِ
اَزْوَاجًا
يَذْرَؤُكُمْ
فِيهِ لَيْسَ
كَمِثْلِهِ
شَىْءٌ
وَهُوَ السَّمِيعُ
البَصِيرُ
“O, gökleri ve yeri yoktan
yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler
yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey
yoktur. O işitendir, görendir”[76] sözleriyle tavsif etmiştir.
Kıyam Bi-Nefsihi:Allah Teâlâ'nın, başka bir varlığa ve hiçbir mekâna muhtaç olmadan zâtı
ile kaim olması demektir. Mevcudatın hepsi, sonradan vücuda gelmiştir. Bu
sebeple de bir Yaratana ve bir mekâna muhtaçtırlar. Buna mukabil her şeyin
yaratıcısı olan Allah Teâlâ'nın vücûdu, zâtının gereğidir ve varlığı hiçbir
şeye muhtaç değildir. Şayet Allah da vâr olabilmek için başka bir varlığa
muhtaç olsa idi, O da mahlûk olur ve her şeyin Hâlikı ve başlangıcı
olmazdı.Halbuki O, her şeyin Hâlikı ve yaratıcısıdır. O'ndan başka her şey
mahlûktur. Halık ise, mahlûkuna asla muhtaç olmaz.
Vahdaniyet: Vahdaniyet, Allah'ın bir olması demektir. Vahdaniyet, Allah Teâlâ'nın
kemal sıfatlarının en önemlisidir. Çünkü bu sıfat, Allah Teâlâ'nın zâtında,
sıfatlarında, fiillerinde bir olduğunu; saltanat ve icraatında ortaksız
bulunduğunu ifade etmektedir.
II - Subuti Sıfatlar:
- Hayat
: Diri
olmak.
- İlim :
Bilmesi.
- Semi’: İşitmek.
- Basar : Görmek.
- İrade : Dilemek.
- Kudret : Her şeye güç yetirmek.
- Kelam : Söylemesi.
- Tekvin : Yaratmak.
Hayât : Cenâb-ı Hakk'ın hayat sâhibi olması, hayat sıfatıyla muttasıf
bulunması demektir.Cenâb-ı Hak hakkında vâcip olan bu sıfat, mahlûkatta görülen
ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddî bir hayat olmayıp
ezelî ve ebedîdir. Bütün hayatların kaynağı olan hakikî hayattır. Hayat sıfatı,
İlim, İrâde, Kudret gibi kemâl sıfatlarıyla yakından ilgilidir. Bu sıfatların
sâhibi bir zâtın, hayat sâhibi olması zarurîdir. Çünkü ölü bir varlığın ilim,
irade ve kudret gibi kemalatın sâhibi olacağı düşünülemez. Bunun içindir ki,
hayat sıfatını, Cenâb-ı Hakk'ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla
vasıflanmasını sağlayan ezelî bir sıfattır, diye târif etmişlerdir.Hayat
sıfatının zıddı memât, yani, ölü olmaktır. Bu ise Allah hakkında muhaldir.
İlim : Allah Teâlâ'nın her şeyi bilmesi, ilminin her şeyi kuşatması
demektir.Bu âlemi en güzel şekilde, en mükemmel bir nizâm üzere yaratan ve onu
idare eden Zât-ı Akdes'in, yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi
gerekir. Zira hakikatı, faydası, lüzum ve hikmeti bilinmeyen bir şey, nasıl
yaratılabilir? O halde yaratıcının bir şeyi yaratabilmesi için, evvelâ ilim
sâhibi olması, sonra o ilmin icaplarına göre yaratması şarttır. Bundan başka,
îman ve salih amel sâhiplerini mükâfatlandırmak, isyan eden ve kötü yolda
olanları da cezalandırmak, ancak bu kimselerin yaptıklarını bütün teferruatı
ile bilmekle mümkündür. İlmin zıddı cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Hak Teâlâ hakkında muhaldir.
İrâde : Allah'ın bir şeyin şöyle olup da böyle olmamasını dilemesi; her şeyi
dilediği gibi tayin ve tespit etmesi demektir. Allah Teâlâ kâmil bir irâde
sahibidir. Bu kâinatı ezelî olan irâdesine uygun olarak yaratmıştır. Bu
kâinatta olmuş ve olacak her şey Allah'ın dilemesi ve irâde etmesiyle olmuş
veya olacaktır. O'nun her dilediği mutlaka olur, dilemediği de asla vücûd
bulmaz.
Bu husus Kur'an-ı Kerim de:
قَالَتْ
رَبِّ اَنّىَ
يَكُونُ لِى
وَلَدٌ وَلَمْ
يَمْسَسْنِى
بَشَرٌ قَالَ
كَذَلِكِ
اللهُ
يَخْلُقُ مَا
يَشَآءُ
اِذَا قَضَى
اَمْرًا
فَاِنَّمَا يَقُولُ
لَهُ كُنْ
فَيَكُونُ
"Allah dilediğini
yaratır. Bir işe hükmederse (yani onu dilerse) ona ancak 'ol' der, o da
oluverir." [77]
İrâde sıfatından başka meşiet
adında müstakil bir sıfat yoktur. Çünkü, irade ve meşiet aynı mânaya gelir.
Nitekim meşiet, Kur'an'da ve hadîslerde irâde mânasına kullanılmıştır.
Kudret : Kudret, Hak Teâlâ'nın varlıklar üzerinde irâde ve ilmine uygun olarak
tesir ve tasarruf etmesi, her şeyi yapmağa ve yaratmaya gücü yetmesi demektir. Allah
Teâlâ'nın sonsuz bir kudret sahibi olduğuna ve her şeye kadir bulunduğuna,
görmekte olduğumuz şu kâinat ve ihtiva ettiği güzellik ve şaşmaz nizam en büyük
delildir.
Tekvin : îcad ve yaratma demektir.
Tekvin'i mâdum (yok) olan bir şey'i yokluktan çıkarmak, vücûda getirmek diye
îzah etmişlerdir. Tekvin, Ehl-i Sünnet'in iki hak itikadî mezhebinden biri olan
Mâtüridîlere göre, ilim, irade ve kudret sıfatından ayrı bir sıfattır. Yine
Mâtüridîlere göre, Hak Teâlâ'nın yaratmak, rızık ve nimet vermek, azâb vermek,
diriltmek, öldürmek gibi bütün fiilleri, tekvin sıfatına aittir.. Onun eser ve
tecellîsi sayılır. Bunlara sıfat-ı fiiliye (fiilî sıfatlar) da denilir. Kudret
ve tekvin, birer kemal sıfatı olup zıtları olan acz, Allah hakkında muhaldir.
Eşarilere göre ise: Allah'ın tekvin sıfatı diye ayrı,
müstakil bir sıfatı yoktur. Tekvin, kudret sıfatının makdûrata (yaratılması
takdîr edilmiş şeylere) yaratma ânında taallûkundan ibarettir. Yani tekvin,
kudret sıfatı içinde itibarî bir vasıf olmaktadır. Allah Teâlâ'ya Mükevvin
isminin verilmesi, O'na, kudret sıfatından ayrı, Tekvin adında bir sıfatın
isnat edilmesini gerektirmez. İcad etmek, yaratmak, bilfiil vücuda getirmek,
Hak Teâlâ'nın Kudret sıfatıyla olur. Mâtüridîler Tekvin sıfatını Kudret
sıfatından ayrı bir sıfat kabûl ettiklerinden, zâtî ve sübûtî sıfatları 8
olarak sayarlar. Eşarilere göre ise bu sıfatlar 7'dir (Sıfât-ı Seb'a).
Semi ve Basar : Allah'ın her şeyi işitip, her işi görmesi demektir.Semi ve basar
sıfatları da Allah'ın ezelî ve ebedî kemâl sıfatlarındandır.Allah'ın işitip
görmesine, uzaklık - yakınlık, gizlilik - açıklık, karanlık-aydınlık gibi
mefhumlar bir engel teşkil edemezler. O, içimizdeki fısıltıları, kalpten ve
gönülden yaptığımız duaları işitir. Hikmetine uygun şekilde karşılık verir. Hak
Teâlâ'nın Semi ve Basir, yani, her şeyi en iyi işitici ve en iyi görücü olduğu,
Kur'ân-ı Kerîm'de defalarca zikredilmiştir.[78]
Semi ve Basar sıfatları birer kemâl sıfatı olduğundan, zıtları olan amalık
(görmemek) ve sağırlık (işitmemek) Zât-ı Bârî hakkında muhal olan noksan
vasıflardandır.
Kelâm : Allah Teâlâ'nın harfe ve sese muhtaç olmadan konuşması demektir. Allah
Teâlâ'nın kelâm, yani, söyleme, konuşma sıfatı vardır. Bu sıfat ezelî ve
ebedîdir. Bu sebeple Allah'a Mütekellim denilir. Kur'ân-ı Kerîm'e de Kelâmullah
tabir edilir. Allah'ın peygamberlerine bildirdiği vahiyler, onlara verdiği
İlâhî kitaplar, mahlûkatına gönderdiği ilhamlar, hep O'nun Kelâm sıfatının bir
tecellîsidir.
Kelimeyi
Tevhid, “La ilahe
illallah” tan ibarettir. “La
ilahe illallah” Ortak tutmadan bir Allah’a ibadet etmeyi ve Allah’tan gelen şeylere sıkı
sıkıya sarılmayı zorunlu kılar. Kelimeyi
Tevhidin pratikleri ise, namaz, oruç, hac, zekat, cihad vs. gereğini yaşamaktır.
“La ilahe illallah”ın gerektirdiklerinin, hayatın
her yönünü kapsaması, mükemmel ve bir biriyle koordineli bir halde olması
gerekir. Böylece O, Allah’ın beşeriyetin yürümesini dilediği hayat yolu
olmuştur. Bu gereklilikler; iman, ibadet, hakimiyet, ahlak, fikir ve düşünce
gibi medeni unsurlardır. Yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor:
قُلْ
اِنَّ
صَلاَتِى
وَنُسُكِى
وَمَحْيَاىَ
وَمَمَاتِى
لِلَّهِ
رَبِّ
الْعَالَمِينَ
“De ki Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım
ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbı olan Allah içindir.”[79]
Tevhidsiz
yasaların, tevhidsiz tasaların ve tevhidsiz talimlerin hiçbir zaman insanlığın
hayatına fayda getirdiği görülmemiştir. Bilinmelidir ki, bu ümmetin İslam’a
dönmekten başka hiçbir pratik çözümü yoktur.
Tevhid,
çokluğun içinde tekliğin ifa ve ispatıdır. Yüce Allah’ı bütün varlıklar için
ayırıp ona özel bir yer ve inanç besleyerek onu çokluklar için birlemektir. Bu,
hem akıl için, hem kalp için, hem de eylem için geçerlidir.
Hz.Peygamber (a.s)’dan:
Ebû Eyyûb (Hâlid İbn-i Zeyd-i Ensârî) (r.a)'den
şöyle rivâyet edilmiştir: Bir kimse Nebî (a.s) e:
Yâ Resûlallâh! (Kendisi ile amel edince) beni
Cennet'e koyacak mûteber bir ibâdet haber verseniz, diye bir niyaz ve temennîde
bulunmuştu. Mecliste bulunanlardan birisi:
-Buna ne oluyor ki, ne dileği var ki? diye istifsâr
etmesi üzerine Nebî (a.s):
-Bu bir hâcet sâhibidir, nesi olacak, buyurup sâile
karşı:
-Allâh'ı tevhîd edersin ve Allâh'a ibâdette hiç bir
şeyi şerik kılmazsın, namaz kılar, zekât verir, sıla-i rahm edersin, diye cevap
verdi.”[80]
-Allah,
düşündüklerimizin ötesinde ve özeldir.
-Allah,
sevdiklerimizin ötesinde ve O’nun sevgisi özeldir.
-Allah,
saygı duyduklarımızın ötesinde O’na olan saygımız özeldir.
-Allah,
bütün varlıklardan gördüklerimizin ve beklentilerimizin ötesinde çok ama çok
özel bir yeri vardır. İşte bu Allah (cc) olan inancımızın tevhididir.
Sevgilerin
en yücesi Allah sevgisidir. Düşünelim ki, bizi yaratan ve sayısız nimetler
veren Allah’tır. Bizi akıl ve düşünce gibi üstün yeteneklerle donatan ve diğer varlıkları hizmetimize veren
Allah’tır. Hiç şüphe yok ki, en çok sevgiye layık olan da Allah’tır. Onu her
şeyden daha çok sevmeliyiz. Allah’ı sevmek, Onu bilmeye ve tanımaya bağlıdır.
Çünkü insan, ancak bildiğini ve tanıdığını sever. Bunun için, Allah’ı sevenler
ancak Ona inananlardır. Kur’an-ı Kerim de:
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ
يَتَّخِذُ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
اَنْدَادًا
يُحِبُّونَهُمْ
كَحُبِّ
اللّهِ
وَالَّذينَ
امَنُوا
اَشَدُّ حُبًّا
لِلّهِ
وَلَوْ يَرَى
الَّذينَ
ظَلَمُوا
اِذْ
يَرَوْنَ
الْعَذَابَ
اَنَّ
الْقُوَّةَ
لِلّهِ
جَميعًا وَاَنَّ
اللّهَ
شَديدُ
الْعَذَابِ
“İnsanlardan bazıları
Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi
severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha
fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün
kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu
önceden anlayabilselerdi.”[81]
Allah’ı seviyoruz, demek yeterli
değildir. Bunun bir belirtisi olmalı, alameti ve bedeli olmalıdır. O’da
gönderdiği ve görevlendirdiği son din ve son peygamber Hz.Muhammed (as)’a
uymaktır. Onun izinde gitmek ve güzel ahlakı ile ahlaklanmaktır. Bu aynı
zamanda Allah’ın emirlerine uyup, yasaklarından da sakınmak demektir. Kur’an-ı
Kerim de:
قُلْ اِنْ
كُنْتُمْ
تُحِبُّونَ
اللهَ فَاتَّبِعُونِى
يُحْبِبْكُمُ
اللهُ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَاللهُ
غَفُورٌ رَحِيمٌ
“(Resûlüm! ) De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[82]
Demek ki, insanın sadece, Allah’ı seviyorum, demesi yeterli
değildir. Allah’ı sevmek demek, Onun peygamberlerini de sevmek demektir.
Peygamberleri sevmek ise, her işinde onu örnek almak ve sünnetine uymaktır.
İnsan sevdiğini unutmaz. Allah’ı sevenler de Onu unutmaz,
daima anarlar. Bir insanın sevdiğini sık sık anması ve Onun memnun olacağı
davranışlarda bulunması kadar tabii bir şey yoktur. Yine Kur’an-ı Kerim de:
فَاذْكُرُونِى
اَذْكُرْكُمْ
وَاشْكُرُوا
لِى وَلاَ
تَكْفُرُونِ
“Öyle ise siz beni
(ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük
etmeyin!”[83]
Efendimiz (a.s):
Enes (r.a)'den: Şöyle demiştir:
Nebiyy-i Mükerrem (a.s) buyurdu ki: Kimde üç şey
bulunursa halâvet-i îmânı tatmış olur. Allâh ile Resûlu'llâh kendisine
mâadâlarından daha sevgili olmak; bir kimseyi sevmek, fakat yalnız Allâh için
sevmek; (Allâh, onu küfürden kurtardıktan sonra) yine küfre dönmekten ateşe
atılacakmışçasına hoşlanmamak” [84]
Übâde İbn-i Sâmit (r.a)'den rivâyete göre, Nebî (a.s)
şöyle buyurmuştur:
“Her kim Allah'a kavuşup O’nu görmeğe muhabbet
ederse, Allah da ona kavuşup görmesini sever. Her kim de Allah'a mülâkî
olmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona mülâkî olmaktan hoşlanmaz. 'Âişe, yâhud
Peygamberin bâzı kadınları: Yâ Resûla'llah! Biz, ölümü hiç sevmeyiz,
demişlerdi. Resûl-i Ekrem kadınlara: Ölüm sizin bildiğiniz gibi değil. Belki
şöyledir: Mümine ölüm hâli gelince Allah'ın o kulundan hoşnutluğu, Allah'ın
ikrâm ve ihsânı müjdelenir. Bu müjde üzerine artık mümine önünde (ölüm gibi)
kendisini karşılayacak hallerden sevimli bir şey olamaz. O anda mümin Allah'a
mülâkî olmaya muhabbet eder, Allah da mümin kuluna mülâki olmayı sever. Fakat
kâfir öyle değildir. Ona ölüm hâli hazır olduğunda Allah'ın azâbı ve ukubeti
müjdelenir. O anda kâfire önündeki ölüm gibi, hallerden çirkin bir hal olamaz.
Bu sûretle kâfir Allah'a mülâkî olmayı fenâ görür, Allah da ona mülâkî olmayı
fenâ görür.” [85]
Allah bize şahdamarımızdan daha
yakındır. Bizi her zaman ve her yerde görüp gözetmekte, yaptıklarımızı
bilmektedir. Yerde ve göklerde Ona hiçbir şey saklı değildir. Hiç kimsenin
göremeyeceği kapalı ve tenha yerlerde yaptıklarımızı görür, söylediklerimizi
işitir. Hatta içimizde geçenleri bile bilir. Bir gün yaptıklarımızdan bizi sorguya
çekecektir. İyi iş yapanları ödüllendirecek, kötülük işleyenleri ise
cezalandıracaktır. Onun katında, dünyada yaptıklarımızın hesabını verirken bir
şeyi gizlememiz mümkün olmayacaktır.
Allah’a böyle inanan kimse,
elbette O’ndan korkar ve O’na derin bir saygı duyar.Allah’tan korkmak demek,
Onun emirlerine uyup yasaklarından sakınmak demektir.
Allah korkusu dünya ve ahiret
mutluluğun temelidir. Allah’tan korkan ölçülü hareket eder. Her işinde dürüst
olmaya ve herkese iyi davranmaya çalışır. Günah işlememeye ve herkesle iyi
ilişkiler içinde olmaya çaba harcar. Yalnız insanlara değil, tüm canlılara
merhamet eder. Çünkü, yaptığı her işi Allah’ın gördüğünü ve bir gün bunları
kendisinden soracağını bilir.
Allah korkusu insanı Allah’a
yaklaştırır, Onun rızasını kazanmasına ve cennetine girmesine vesile olur.
Kur’an-ı Kerim de:
وَاَمَّا
مَنْ خَافَ
مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ
عَنِ الْهَوَى,
فَاِنَّ الْجَنَّةَ
هِىَ
الْمَاْوَى
“Rabbinin makamından
korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için. Şüphesiz
cennet(onun) yegâne barınağıdır.”[86]
وَلِمَنْ
خَافَ
مَقَامَ
رَبِّهِ
جَنَّتَانِ
“Rabbinin makamından
korkan kimselere iki cennet vardır.”[87]
Sonuç olarak; İslâm'ın insanlara
öğrettiği ilâhî esaslardan biri de, Allah'ı sevmek ve O'ndan korkmaktır.
Mü'min; nimeti, lütfu ve keremi sonsuz olan Rabbine karşı büyük bir sevgi ve
hürmetle bağlanacak, O'nun rahmet ve merhametinin her şeyi kuşattığını
düşünecek, ne kadar günahkâr olursa olsun, O'nun affından ümidini
kesmeyecektir. Yüce Allah'ın rahmet, sevgi ve şefkati sonsuz ise de, bunun
yanında kahr ve azâbının şiddetli olduğunu da unutmayarak O'ndan korkacak,
gazabından emin olmayacaktır. Korkunun ifratından yeis, yani, ümitsizlik doğar.
Pek fazla ümitlenmek ise, insanı gaflete atar ve âkıbeti umursamamaya götürür.
Bu bakımdan Allah'ın azâbından emîn olmak da, rahmetinden ümît kesmek de
dînimizde yasaklanmıştır.
Şu halde müminin kalbi, Rabbinin huzurunda, korku ile ümit
arasında O'na lâyık bir kul olma heyecanıyla çarpmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm de müminlerin
bu vasfına şu şekilde dikkat çekilmektedir:
اُولَئِكَ
الَّذِينَ
يَدْعُونَ
يَبْتَغُونَ
اِلَى رَبِّهِمُ
الْوَسِيلَةَ
اَيُّهُمْ
اَقْرَبُ
وَيَرْجُونَ
رَحْمَتَهُ
وَيَخَافُونَ
عَذاَبَهُ
اِنَّ
عَذَابَ رَبِّكَ
كَانَ
مَحْذُورًا
“Onların yalvardıkları bu
varlıklar da Rablerine –daha yakın olanlar da O’na - vesile ararlar; O'nun
rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir
azaptır.”[88]
وَهُوَ
الَّذى
يُرْسِلُ
الرِّيَاحَ
بُشْرًا
بَيْنَ
يَدَىْ
رَحْمَتِه
حَتّى اِذَا
اَقَلَّتْ سَحَابًا
ثِقَالًا
سُقْنَاهُ
لِبَلَدٍ مَيِّتٍ
فَاَنْزَلْنَا
بِهِ
الْمَاءَ
فَاَخْرَجْنَا
بِه مِنْ
كُلِّ
الثَّمَرَاتِ
كَذلِكَ
نُخْرِجُ
الْمَوْتى
لَعَلَّكُمْ
تَذَكَّرُونَ
“Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen
O'dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir
memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler
çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız.”[89]
İmanın kemâline delâlet eden bu hâle, korku ile ümit
arasında olma hâli adı verilir. Gerçekten de Allah'a olan imanın kemâli, sadece
Allah'ı sevmek ve ya sadece O'ndan korkmakla gerçekleşemez. İkisinin bir arada
bulunması gerekir. İnsan, sevginin vereceği nazlanma ve şımarıklıktan ve
rahmetine güven duygusunun sevk edeceği taşkınlık ve itâatsizlikten, ancak “Allah korkusu” ile kurtulabilir... Sadece korkunun vereceği yeis ve ümitsizlik
halinden insanı kurtaracak da, Allah sevgisiyle, rahmetinin genişliğine ve
affının sonsuzluğuna olan inançtır. Bu sebeple "Hayrın başı Allah sevgisi;
hikmetin başı da “Allah
korkusu”dur.Aslında, Allah'a
olan sevgi kadar, O'ndan korkmak da son derece tatlı ve zevkli bir haldir...
Efendimiz (a.s):
Ebû Hüreyre (r.a) (sened-i muttasıl ile) Nebiyy-i
Ekrem (a.s) Efendimizin şöyle buyurduklarını rivâyet etmiştir:
Yedi kimseyi Allâhu Teâlâ kendi gölgesinden başka
gölge olmayan (Kıyâmet) gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır:
(Birincisi) Adaletli imam, (ikincisi) Rabbine (tâat ve) ibâdet içinde ihtiyar
olmuş genç, (üçüncüsü) gönlü mescidlere alışmış olan kimse, (dördüncüsü) Allah
yolunda sevişip buluşmaları da, ayrılmaları da buna göre olan iki kimsenin her
biri, (beşincisi) genç ve güzellik sâhibi bir kadının kendisini davet ettiği
"Ben Allah’tan korkarım" diyerek harâmı işlemeyen) erkek, (altıncısı)
infâk ettiğinden solundaki haberdâr olmayacak kadar gizli olarak sadaka veren
adam, (yedincisi de) tenhâda (lisânen, yahut kalben) Allâhu Teâlâ'yı zikredip
de gözü (dolup) taşan kişi.” [90]
Temel Sorunumuz Allah’a İman
Çağımızda,
İslam dünyasının en önemli sorunu Allah’a iman meselesidir. Müslümanların
hayatının temel taşını iman teşkil eder. Bu imanın güçlü olması gerekir.
Müslüman Allah’a imanının gücü ölçüsünde güçlüdür. Çünkü imansız hiçbir alanda
başarı elde etmek mümkün değildir. Bunun gibi, Allah katında imansız amelinde
bir değeri yoktur. Nitekim yüce Allah, Kur’an-ı Kerim-in çeşitli yerlerinde
önce imanı, sonra iyi işler yapmayı, yani ameli zikr ediyor. Hatta bu prensibin
geçmiş kavimlerde de böyle olduğunu açıklayıcı nitelikte ayeti kerimeler
bulunmaktadır.
Allah’a
iman konusunda, en önemli noktayı Allah’a imanın yapısı, mahiyeti teşkil
ediyor. Müşriklerin, yabancı köklü dernek mensuplarının, ideoloji sahiplerinin,
Hıristiyanlarla Yahudilerin uydurma din ve düzenlerinde inandıkları esaslar
vardır. Ancak, onların imanları kabul, yaptıkları işler makbul değildir.
İslam’i inanç sisteminde farklı inanç biçimleri batıldır ve insanları
yanıltıcıdır. Asıl olan bir Müslüman’ın sahip olması gereken Allah’a imandır.
Müslümanların,
İslam toprakları üzerinde, ezilmişlikten, sıkıntı ve zorluklardan kurtaracak
olan en önemli güç Allah’a iman gücüdür. Allah’a iman gücünün yıkmayacağı
duvar, kaldırmayacağı engel, teslim alamayacağı müstahkem kale yoktur.
Allah’a
iman, Mümin kişinin kalbinde yer etmeye dursun, dünya ve dünyanın içindeki her
şey ona baş eğmek zorunda kalacaktır. Çünkü Allah’a imanla elde edilen gücün
karşısında ancak Allah gibi bir gücün olması gerekiyor, böyle bir güçte
olmadığına ve olmayacağına göre müminin önündeki hangi dünyevi engel problem
olabilir ki?
Allah’a
iman, ümmetin yitiğidir. Ümmetin mazlum çocukları yüce Allah’ın kuvvet ve
kudretinin kendileri üzerindeki gücüne inanmaya başladıkları gün, zafer
muştuları, dünya ve ahiret saadeti, yaşamın anlamlandırması da akabinde
gelecektir.
f) Şeytan
Genel Bir Bakış
Melek;
erkeklik ve dişilik özelliği olmayan, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, doğmayan,
doğurmayan, normal gözle görülmeyen, Allah'ın emirlerine itaat eden
yaratıklardır.
Arap dili
uzmanlarına ve bazı İslâm âlimlerine göre "Melek",
arapça bir kelime olup, "Elûk"
veya "Elûke"
kökünden gelir. Elûk, "götüren",
elûke ise "haber
götüren" manâsınadır. Çoğulu "melâike"
gelir. Ancak "melek"
kelimesinin, Arapça'da bazan, hem tekil, hem çoğul manasında cins ismi olarak
kullanıldığı da görülür. Bu kelimenin kökü sayılan "elk",
aslında, "risalet"
yani "elçilik";
melekde, "elçi"
demektir. Kelime önce, mef'al vezninde "melek"
idi. Sonra hemze "lâm"
harfinden sonraya alınarak "melek" olmuş; daha sonra
hemze de kaldırılarak "melek"
haline getirilmiştir. Bu gibi değişikliklere Arapçada çokça rastlanır.
Müfessir İbn
Hayyâm ve dilcilerden Rağib el-İsfahânî, melek kelimesinin, "kuvvet ve
iktidar sahibi" anlamına gelen "melk"
veya "mülk"
kökünden türetildiği görüşündedirler. Dolayısıyla melek kelimesi lügat
bakımından; haberci, elçi, kuvvet ve iktidar sahibi, tedbir ve tasarruf
manalarına gelmektedir. İslâm dininde ise; melek denince, akla önce,
peygamberlere gönderilen ilâhî elçiler; sonra, insanlar ve kâinat üzerinde
Allah (c.c.) namına tasarrufta bulunan ve O'nun emirlerini ve verdiği
vazifeleri aynen yerine getiren kudret sahibi manevî varlıklar gelmektedir.
İngiliz
müsteşriklerinden D. B. Macdonald, melek kelimesi-nin İbranîceden Arapçaya
geçmiş olabileceği düşüncesine kapılmış ise de, daha sonraki araştırmalarında
İbranicenin çok eski kitabelerinde böyle "bir fiilin hiç bir izine
rastlanmadığını itiraf etmiştir.[91]
Meleklerin
hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında bazı farklı görüşler varsa
da; Ehl-i Sünnet âlimlerinin Kitap ve Sünnete dayanan ortak görüşleri icmalî
olarak şöyledir: Melekler; Allah Teâlâ'ya ibadet ve taatle meşgul olan ruhanî,
nuranî, lâtif varlıklardır. Allah'ın kendilerine verdiği her emri derhal ve
aynen yerine getirirler ve asla itaatsizlik etmezler.[92]
Melekler, "emanet"
sıfatıyla muttasıfdırlar. Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetlerinde meleklerin,
kâinattaki bütün varlıklar gibi bağımsız olarak yaratılan, fakat insanlara ve
diğer canlı ve maddî yaratıklara mahsus olan yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi
sıfatlardan; erkeklik ve dişilik gibi cinsiyetten ve her çeşit günah işlemekten
uzak, daima Allah'ı tenzih ve tespih eden nuranî lâtif varlıklar olduğu
bildirilmiştir. Bu özellikleri sebebiyle, Cenab-ı Hak tarafından kendilerine
verilen her türlü işleri yapmaya, en kısa zamanda en uzak yerlere süratle
gitmeye, diledikleri şekil ve surette görülmeye muktedir olan, Hak Teâla'nın
mükerrem kulları, şerefli ve kutsal yaratıklarıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de
şöyle buyrulur:
وَقَالُوا
اتَّخَذَ
الرَّحْمنُ
وَلَدًا سُبْحَانَهُ
بَلْ عِبَادٌ
مُكْرَمُونَ *
لَايَسْبِقُونَهُ
بِالْقَوْلِ
وَهُمْ بِاَمْرِه
يَعْمَلُونَ
"Belki onlar, Allah'ın şerefli kullarıdır.
Onlar Allah'ın sözünden önce söz söylemezler ve O'nun emrettiklerini (hemen)
yaparlar."[93]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا قُوا
اَنْفُسَكُمْ
وَاَهْليكُمْ
نَارًا
وَقُودُهَا النَّاسُ
وَالْحِجَارَةُ
عَلَيْهَا
مَلئِكَةٌ
غِلَاظٌ
شِدَادٌ لَا
يَعْصُونَ
اللّهَ مَا
اَمَرَهُمْ
وَيَفْعَلُونَ
مَا
يُؤْمَرُونَ
“Ey imân etmiş
olanlar! Nefislerinizi ve ailelerinizi bir ateşten koruyunuz ki, onun yakacağı,
insanlardır ve taşlardır. Üzerinde iri gövdeli, sert tâbiatlı melekler vardır.
Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeyde âsi olmazlar ve emrolundukları şeyi
yapıverirler.”[94]
وَلَهُ
مَنْ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ وَمَنْ
عِنْدَهُ لَا
يَسْتَكْبِرُونَ
عَنْ
عِبَادَتِه
وَلَا
يَسْتَحْسِرُونَ*يُسَبِّحُونَالَّيْلَوَالنَّهَارَلَايَفْتُرُونَ
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur.
O'nun katındakiler O'na ibadet etmekte (asla) kibir göstermezler ve (asla)
yorulmazlar. Gece ve gündüz durmadan (yorulmadan) O'nu tesbih (ve takdis)
ederler."[95]
Şu ayet-i
kerîmelerde ise Allah (c.c.):
اَلْحَمْدُ
لِلّهِ
فَاطِرِ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
جَاعِلِ
الْمَلئِكَةِ
رُسُلًا
اُولى
اَجْنِحَةٍ
مَثْنى
وَثُلثَ
وَرُبَاعَ
يَزيدُ فِى
الْخَلْقِ
مَايَشَاءُ
اِنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ
"Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri
ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada
dilediğine (dilediğini) artırır. Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir."[96]
فَاتَّخَذَتْ
مِنْ
دُونِهِمْ
حِجَابًا فَاَرْسَلْنَا
اِلَيْهَا
رُوحَنَا
فَتَمَثَّلَ
لَهَا
بَشَرًا
سَوِيًّا
"Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz
de Ruhumuzu (Cebrail a.s) ona gönderdik. (O) ona düzgün bir insan şeklinde
göründü."[97]
Ayrıca
Peygamber (a.s), Cibril (a.s)'ı insanlardan biri (Ashab'dan Dihyetü'l-Kelbî)
suretinde gördüğünü meşhur Cibril hadisinde beyan etmiştir.[98]
Bu ayetlerden
ve onları açıklayıp manaca destekleyen pek çok sahih hadislerden, her
müslümanın melekler hakkında, aşağıda sıralanan özelliklerine inanması
gerekmektedir:
1. Melekler,
Allahu Teâlâ'nın yarattığı kullarıdır. Öyle ise onlar, Hak Teâlâ'nın haşa
kızları, çocukları olmadıkları gibi, asla düşmanları da değildir (Putperest
Arap müşriklerin ve eski din mensuplarının melekler hakkındaki sapık inançları
hayalî olup batıldır).
2. Melekler,
Allah'ın emirlerine harfiyen bağlıdırlar. O'na asla karşı gelmez ve isyan
etmezler, herhangi bir yasağını çiğnemezler, günah işlemezler. Çünkü
"İsmet" ve "Emanet" sıfatlarıyla muttasıfdırlar. Bütün
meleklerin ortak özelliği; daima Allah'a hamd ve senada bulunmak, O'nu itaat ve
ibadetle, tespih etmektir.[99]
3. Meleklerin,
nuranî mahiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer,
dörder kanatları vardır. Bu husus, Allah kelâmı Kur'an ayetleriyle sabittir.
Ancak; gâib (görülmeyen) âlemden olan, maddî kesafetten soyutlanmış, mahiyeti
bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlılar olarak tasavvur etmek,
yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allahu Teâlâ'nın irade ve takdiri ile bizim
gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kuran'ı Kerim de bir konuda açık
bilgi verilmemiştir.
Sözü edilen
kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nuranî mahiyeti ile bağdaşan, vazifelerini
en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden manevî bir kanat, bir
kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzıdır.
Nitekim, din ve dünya ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen "zül-cenaheyn"
iki kanat sahibi dendiği gibi; anaların çocukları için "şefkat ve
merhamet kanatları"ndan bahsedilir. Hıristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi
kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm itikadından
ayrıldıkları bir husus da budur.
4. Kur'ân'a ve
Sünnete göre melekler, gözle görülmeyen, nurdan (ışıktan) yaratılmış olmalarına
rağmen, Cenab-ı Hak onlara, gerektiğinde diledikleri kesif cisimler ve insan
şekline girerek görünme gücünü bağışlamıştır.[100]
Melekler Neden Görünmezler?
Melekler,
nurdan yaratılan, ruhanî ve lâtif varlıklar oldukları için, kendilerine mahsus
olan bu mahiyet ve hakikatleri onların insan gözüne görünmesine engel teşkil
eder. Çünkü, maddî olan insan gözü, melekler gibi nuranî, lâtif ve soyut
varlıkları görebilecek şekil ve vasıfta yaratılmamıştır. Ancak Cenabı Hak,
hidayet rehberi olarak gönderdiği üstün vasıflı insanlar olan peygamberlerine
bu kuvveti verdiğinden, yalnız onlar melekleri hakikî hüviyetleri veya Allah'ın
dilediği surette görebilirler.
Kur'an-ı Kerim
de insanların topraktan; cinlerin ve şeytanın yalın ateşten yaratıldıkları, "Cin'i de,
yalın ateşten yarattık"[101]
âyetiyle beyan olunmakta ise de;
قَالَ
اَنَا خَيْرٌ
مِنْهُ
خَلَقْتَنى
مِنْ نَارٍ
وَخَلَقْتَهُ
مِنْ طينٍ
“(İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım. Beni
ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın"[102] ayetinde görüleceği gibi; meleklerin hangi maddeden
yaratıldığı bildirilmemiştir. Ancak Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe (R.anha) dan
nakledilen sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz (a.s), "Melekler
nurdan, cinler yalın bir ateşten yaratıldı"[103]
buyurmuştur. Bu hadis, meleklerin maddî olmayan nuranî, lâtif varlıklar
olduğuna, meleklerle cinlerin iki aynı asıldan gelen iki ayrı varlıklar
olduğuna delâlet etmektedir.
Meleklere İman, Her Müslümana Farzdır
Meleklerin
mana ve hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında Ehli Sünnet
alimlerinin Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimiz (a.s)'ın sahih hadislerine dayanan
(ve yukarda açıklanan) ortak görüşleri, her müslümanın inanması gereken melek
anlayışını ortaya koymaktadır. Vasıfları ve görevleri Kur'ân-ı Kerim'in pek çok
âyetlerinde tafsilî olarak anlatılan meleklere iman etmek, İslâm'da iman
esaslarından biridir.
Bu inanç, İslâm
dininin inanç sistemi arasında çok önemli bir yer işgal eder. Çünkü melekler;
Rab Teâla'nın insanlara bir lütfü ve keremi sayılan "peygamberlik
müessesesi"nin temeli olan Allah'ın "ilâhî vahyini",
görülmeyen gayb âleminden, insanlara, onlar arasından seçilen peygamberlere
indiren "Allah'ın
ilâhî elçileri"dir. Melekler, yaratılan bu âlemin, göklerde ve yeryüzünde
nizam ve intizamını sağlayan Allah'ın ruhanî yaratıkları, insanları koruyan,
onlara hayrı ve iyiliği ilham eden, yaptıkları işleri yazan şerefli kâtipler,
nuranî yüce varlıklardır.
Bu esasa göre,
vahye ve peygamberliğe, hatta ahirete ve gaybiyyât denilen "ahiret
ahvali"ne, Cennet ve Cehenneme inanmak ancak meleklere iman
etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semavî kitaplara
inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin
varlığına" kesin olarak inanmak lâzımdır. Bu bakımdan, "meleklere
iman", "peygamberlere
iman" demektir. Melekleri inkâr ise, peygamberliği de inkâr
sayılır. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman; "iman esasları"
arasında "Allah (c.c)'a iman"dan sonra yer almıştır. Nitekim Kur'ân-ı
Kerim'de:
امَنَ
الرَّسُولُ
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ
مِنْ رَبِّه
وَالْمُؤْمِنُونَ
كُلٌّ امَنَ
بِاللّهِ
وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
لَا
نُفَرِّقُ
بَيْنَ
اَحَدٍ مِنْ
رُسُلِه وَقَالُوا
سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
غُفْرَانَكَ
رَبَّنَا
وَاِلَيْكَ
الْمَصيرُ
“Allah'a imandan sonra meleklerine, daha sonra kitaplarına ve
peygamberlerine iman etmek emredilmiştir: Bakara sûresinde, Peygamber,
Rabbinden kendisine indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar. Her
biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı..."[104]
buyurulur.
Esasen diğer
iman esaslarına (ahirete, kaza ve kadere) iman etmek de, her şeyden önce Allah
Teâlâ'ya, sonra O'nun meleklerine inanmakla mümkün olur. Bu bakımdan meleklere
iman, Kur'an da, Allah'a imandan hemen sonra zikrolunmuştur. Bu konuda
Resulullah (a.s)'den Hz, Ömer (r.a)'ın rivayet ettiği meşhur hadiste,
peygamberimiz (a.s), vahiy meleği Cibril (a.s) ile konuşmuş, kendisine
"iman nedir" diye sorduğunda Resulullah (a.s), şöyle cevap vermiştir:
"İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe, hayriyle şerriyle kadere inanmaktır."[105]
Bu ve benzeri kesin nasslarla sabit olan meleklerin varlığını inkâr eden;
Kur'an, Sünnet ve İcma-ı Ümmet ile, kâfir olur. Çünkü Hak Teâlâ:
يُنَزِّلُ
الْمَلئِكَةَ
بِالرُّوحِ
مِنْ اَمْرِه
عَلى مَنْ
يَشَاءُ مِنْ
عِبَادِه اَنْ
اَنْذِرُوا
اَنَّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
اَنَا
فَاتَّقُونِ
“Kim Allahı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse; o uzak bir sapıklığa
düşmüştür"[106]
buyurmuştur.
Dolayısıyla,
melekleri inkâr etmek, hem Kur'an'ı, hem de peygamberliği inkâr sayılır.
O halde gerçek
şudur ki; meleklerin varlığı naklen sabit, aklen caizdir. Çünkü, bütün
peygamberler meleklerin var olduklarını bildirmişler. Hz. Peygamber (a.s)'de
onları bizzat görmüş ve var olduklarını haber vermiştir. Kur'ân-ı Kerim de
meleklerden, onların vasıflarından yaptıkları çeşitli vazifelerden, Allah katındaki
yüksek derecelerinden söz eden pekçok âyet vardır. Allah kelâmı olan Kur'an'ın
her verdiği haber haktır ve gerçeğin kesin ifadesidir. Peygamberler ise,
masumdurlar.
İsmet, sıdk,
tebliğ ve emanet sıfatları ile muttasıf olduklarından, asla yalan söylemezler.
O halde müslümanlar, Kur'ân ayetleri ve sahih hadislerle kesin olarak sâbit
olan, bütün geçmiş peygamberlerin ve semavî dinlerin varlıklarında ittifak
ettikleri meleklere iman etmekle mükelleftirler. Bu sebeble, şer'an (Kitap ve
Sünnet ile) sabit olan melekleri inkâr etmek, küfrü gerektirir. İnkâr edeni
iman ve İslâm dairesinden çıkarır. Bu konuda varid olan muhkem ayetleri ve
şer'î delilleri te'vile kalkışmak asla caiz değildir. , Melekler,
"gaybiyyât" denilen görülmeyen âlemde mevcut nuranî lâtif varlıklar
olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî naklî delillerle
sabit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez.
Gerçi akıl,
melâikenin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin delillerle isbat edemez. Fakat,
aklı selîm, gözle görülmeyen bu gibi lâtif varlıkların varlığının imkansız
olmadığına, aksine onların da, "vücudu caiz"
olan şeylerden olduğuna delâlet eder. Çünkü; meleklerin varlığını inkâr
edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiç bir delil ortaya
konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin ve felsefenin
mahiyet ve hakikatini tespit edemediği "hayat cevheri"nin,
"insan
ruhu"nun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat
göremiyoruz veya mahiyetini bilemiyoruz diye; ne ruhu, ne aklı, ne hayat
gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji
gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve "mücerredât"
denilen maddeden soyutlanmış manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz. Bu
gibi soyut varlıklar, müşahede (gözlem) ve tecrübeye dayanan müspet ilmin
sınırları dışında kalan fizik ötesi, gaybî, manevî yaratıklardır.
Nitekim,
özellikle Sokrat ve Eflatun gibi İlâhîyat Felsefesiyle uğraşan ve bir çok eski
filozoflar, fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda
kalmışlar ve onlara "misaller
âlemi", "ervâhı
ulviyye" ve "nüfûz-ı
mücerrede" gibi felsefî isimler vermişlerdir. Bu günkü müspet
ilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi bir takım
kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların meydana
gelmesine sebep olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve
ilmî veriler, meleklerin varlığının aklen caiz ve mümkün görüldüğüne kesin
olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler de, aklımız ve
ruhumuz gibi vardır.
Gerçi biz
onları göremiyoruz ama, peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrail
(a.s) elçiliği ile Allahu Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy
meleği aracılığı ile Allah'ın emir ve yasaklarını alıp, öğrenmişler ve
insanlığı hidayete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim’de,
Peygamberimiz (a.s)'e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin varlığını
haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar, Kur'ân-ı Kerim'in ve
Peygamber (a.s) Efendimizin haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr etmediği
meleklere inanırlar. Çünkü melekleri inkâr, mukaddes kitapları ve peygamberleri
de inkâr etmeyi gerektirir.
Kur'ân-ı Kerim
de geçen pek çok ayetlerde meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları
işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan olunmuştur.
Yerlerde ve göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l Ma'mur ve Sidre-i
Münteha'da, Cennet ve Cehennem'de sayısız melekler vardır. Bütün meleklerin çok
çeşitli olan görevlerine ve yaptıkları işlerin mahiyetine göre tanzim edip
bunları yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve amirleridir. Bu
görevlerin en başta geleni ve en önemlisi; peygamberlere Allah (c.c.)'ın ilâhî
vahyini ulaştırmak, yani Allah'ın emirlerini tebliğ etmektir. Bu bakımdan,
melek denilince akla her şeyden önce, "Cebrail" adıyla tanınan vahiy
meleği gelir. Sonra diğer görev gruplarının başları olan Azrâil, Mikâil ve
İsrâfil gelir. Bu dört melek meleklerin "Resulleri"dir.
Kur'ân-ı
Kerim'in beyanına göre melekleri, şu üç büyük grupta toplamak mümkündür:
a)
"İlliyyûn, Mukarrebûn" diye anılan melekler. Bunlar, daima Allahu
Teâlâ'yı tenzih ve tehlil ile, O'na ibadet ve itaatle meşguldürler.
Muhabbetullah (Allah sevgisi) ile istiğrak halindedirler.
b)
"Müdebbirât" diye bilinen melekler olup, bu kâinatın nizam ve
intizamını temin etmekle görevlidirler. Allah'u Teâlâ'nın yerlerde ve göklerde
irade ve kudretinin tecellisine aracılık ederler.
c) Her şeyden
önce, Peygamberlere vahyi ilâhîyi ulaştırmakla görevli olan ilahî elçilerdir.
Bunlar genellikle bütün insanların ruhî halleri ve tekâmülleri ile
meşguldürler. İnsanlarla ilgili çeşitli görevleri vardır.
Gerçek şudur
ki; bütün meleklerin ne gibi görevleri olduğunu tafsilâtıyla bilmemize imkân
yoktur. Ancak Kur'ân-ı Kerim, meleklerin bazı görevlerini ve her göreve göre
onlara verilen melek ismini haber vermiştir. Onlara, bildirildiği isim ve
vasıflarıyla inanmak gereklidir. Çünkü bu görev ve ve isimler kesinlik ifade
eden dinî nasslarla sabit olmuştur. Genellikle insanların ruhî tekâmülleri,
dünya ve ahiret hayatları ile ilgili olan meleklerin, Kur'an ayetleri ve
Peygamberimizin sahih hadisleri ile beyan olunan görevleri ve her birinin
isimleri ana hatlarıyla şöylece özetlenebilir:
1- Melekler,
Allah'tan vahiy getiren ilâhî, elçilerdir. Meleklerin insanlarla ilgili en
büyük ve en önemli görevleri; onları hidayete sevkeden, iki cihanda saadet ve
selâmete ulaştıran ilâhî vahyi peygamberlere tebliğ etmek, Allah'ın kelâmını,
emir ve hükümlerini, mümtaz kulları olan peygamberlerine ulaştırmaktır.
Meleklerin başta gelen bu görevleri, bir çok Kur'an ayetleri ile sabittir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
اَلْحَمْدُ
لِلّهِ
فَاطِرِ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
جَاعِلِ
الْمَلئِكَةِ
رُسُلًا
اُولى
اَجْنِحَةٍ
مَثْنى
وَثُلثَ
وَرُبَاعَ
يَزيدُ فِى
الْخَلْقِ
مَايَشَاءُ
اِنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ
"Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer,
üçer, dörder kanatlı "elçiler" yapan Allah'a hamdolsun. Allah
dilediğine dilediğini (peygamberlikle) arttırır. Şüphesiz Allah herşeye
kadirdir."[107]
Bu ayette
Allah (c.c), yüce zatı ile peygamberleri arasında risaletini ve ilâhî vahyi
onlara tebliğ eden "melekler" yarattığını bildiriyor. Kanat tabiri;
ruhlar âleminde, meleklerin kudretini ve Allah'ın ilâhî emirlerini süratle
yerine getirdiklerini beyan eden mecazî bir ifadedir. Başka bir ayette de şöyle
buyurur.
يُنَزِّلُ
الْمَلئِكَةَ
بِالرُّوحِ
مِنْ اَمْرِه
عَلى مَنْ
يَشَاءُ مِنْ
عِبَادِه اَنْ
اَنْذِرُوا
اَنَّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
اَنَا
فَاتَّقُونِ
"Allah,
kullarından dilediğine kendi emrinden bir ruh (vahiy) ile "melekleri"
indirerek şöyle der: (insanları) uyarın ki; benden başka (tapılacak) ilâh
yoktur. Benden korkun."[108]
Ayetten
anlaşıldığına göre Allahu Teâlâ, ilâhî vahyini vahiy melekleri vasıtasıyla,
dilediği seçkin kulları olan peygamberlerine indirir. Onlar insanlara, Allah'ın
birliğini, ibadete ve korkulmaya lâyık tek mabud olduğunu bildirirler. Ayette
vahiy, ruha benzetilmiştir. Çünkü ruh, nasıl cesedin dirilmesine sebeb olursa;
vahiy de insanları ve milletleri dirilten bir ruh gibidir. Bu iki ayette vahiy
meleklerinden bahsedilmekte ise de, Kur'ân-ı Kerim’e göre Hz. Muhammed (a.s)'e
vahyi getiren meleğin ismi Cebrail'dir. Bu kelime bazı âlimlerin görüşlerine
göre, "Allah'a
hizmet eden", manasına olup, Arapçası "Cibril"dir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
قُلْ
مَنْ كَانَ
عَدُوًّا
لِجِبْريلَ
فَاِنَّهُ
نَزَّلَهُ
عَلى
قَلْبِكَ
بِاِذْنِ
اللّهِ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
وَهُدًى
وَبُشْرى
لِلْمُؤْمِنينَ
"Deki: Kim Cibrile düşmansa, bilsin ki, o, Kur’an-ı Allah'ın
izniyle-kendinden öncekileri tasdik edici ve müminlere yol gösterici ve müjdeci
olarak-senin kalbine indirmiştir."[109]
Cibril, Kur'an da "Ruhu'l-Emin"
ve "Ruhul-Kudüs"
olarak da geçer:
وَاِنَّهُ
لَتَنْزيلُ
رَبِّ
الْعَالَمينَ
* نَزَلَ بِهِ
الرُّوحُ
الْاَمينُ
"Şüphesiz ki Kur'an, âlemlerin Rabbinin indirdiği (bir kitap) tır.
Onu "Ruhu'l-Emin" (Cebrail) senin kalbine, uyaranlardan olman için
indirmiştir."[110]
قُلْ
نَزَّلَهُ
رُوحُ
الْقُدُسِ
مِنْ رَبِّكَ
بِالْحَقِّ
لِيُثَبِّتَ
الَّذينَ امَنُوا
وَهُدًى
وَبُشْرى
لِلْمُسْلِمينَ
"De ki onu "Ruhu'l Kudüs" (mukaddes, temiz ruh) Rabbinden
hak olarak indirdi."[111]
Hz. Muhammed
(a.s)'den önceki peygamberlere de vahyin aynı yolla indirildiği bildirilmiştir.[112]
Cebrail (a.s)'a "Vahiy
meleği" ve "Namusu
Ekber" de denir. Dört büyük melekten biri olarak, "Rasul"
diye de anılır. O, Vahiy meleklerinin başı ve Resulüdür. En büyük ve en şerefli
melektir.
2- Meleklerin
önemli vazifelerinden biri de; Allah'ın sevgili kulları olan peygamberlerini
destekleyerek onlara kuvvet vermek, karşılaştıkları güçlükleri kolaylaştırmak
ve üzüntülü anlarında onları teselli etmektir. Bu yardım ve manevî destek, hemen
her peygamber için daima görülmüştür. Bunun örnekleri çok olup, pek çok Kur'an
ayetleriyle sabittir. Bu konuda, diğer peygamberler arasında Hz. İsâ (a.s)'ın
ismi çok geçer. Çünkü İsâ peygamber ve annesi Hz. Meryem, Yahudilerin ciddi
hücumlarına ve çirkin iftiralarına maruz kalmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde,[113] Hz.
İsa'ya; Ruhu'l-Kudüs, yani Cebrail (a.s) tarafından kuvvet verildiği
bildirilmiştir.
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
مُوسَى
الْكِتَابَ
وَقَفَّيْنَا
مِنْ بَعْدِه
بِالرُّسُلِ
وَاتَيْنَا
عيسَى ابْنَ
مَرْيَمَ
الْبَيِّنَاتِ
وَاَيَّدْنَاهُ
بِرُوحِ الْقُدُسِ
اَفَكُلَّمَا
جَاءَكُمْ
رَسُولٌ
بِمَا
لَاتَهْوى
اَنْفُسُكُمُ
اسْتَكْبَرْتُمْ
فَفَريقًا
كَذَّبْتُمْ
وَفَريقًا
تَقْتُلُونَ (*)
وَقَالُوا
قُلُوبُنَا
غُلْفٌ بَلْ
لَعَنَهُمُ
اللّهُ
بِكُفْرِهِمْ
فَقَليلًا
مَايُؤْمِنُونَ
“Zât-ı Akdesime yemin olsun ki muhakkak
Biz Mûsa'ya kitap verdik. Ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler
gönderdik. Meryem'in oğlu İsâ'ya da beyyineler verdik. Ve onu Rûhu'lKudüs ile
teyid ettik. Sizler ise her ne vakit nefislerinizin hoşlanmadığı bir emir ile
peygamber gelince tekehhürde bulunarak bir kısmını tekzîp etmiş olacak, bir
kısmını da öldürecek misiniz?"[114]
Melekler,
Peygamber (a.s) Efendimiz için, daima salâvat getirirler:
اِنَّ
اللّهَ
وَمَلئِكَتَهُ
يُصَلُّونَ
عَلَى
النَّبِىِّ
يَا اَيُّهَا
الَّذينَ امَنُوا
صَلُّوا
عَلَيْهِ
وَسَلِّمُوا
تَسْليمًا
“Muhakkak ki, Allah Teâlâ ve melekleri
peygamber üzerine salatta bulunurlar. Ey imân etmiş kimseler! O'nun üzerine
salatta, teslimiyetle selâmda bulunun.”[115]
3- Melekler,
peygamberlerle beraber olan, onların yolunda yürüyen imanları kuvvetli gerçek
müminlere ve salih kullara da kuvvet vererek destek olurlar. Müminlere darlık
zamanlarında (özellikle, Allah yolunda savaşırken saf tutarak) yardım ederler
ve müjdeler verirler. Kur'ân-ı Kerim de:
اِنَّ
الَّذِينَ
قَالُوا
رَبُّنَا
اللّهُ ثُمَّ
اسْتَقَامُوا
تَتَنَزَّلُ
عَلَيْهِمُ
الْمَلئِكَةُ
اَلَّا
تَخَافُوا
وَلَا تَحْزَنُوا
وَاَبْشِرُوا
بِالْجَنَّةِ
الَّتى
كُنْتُمْ
تُوعَدُونَ *
نَحْنُ
اَوْلِيَاؤُكُمْ
فِى
الْحَيوةِ الدُّنْيَا
وَفِى
الْاخِرَةِ
وَلَكُمْ
فيهَا مَا
تَشْتَهى
اَنْفُسُكُمْ
وَلَكُمْ
فيهَا
مَاتَدَّعُونَ
"Rabbimiz Allah'tır deyip dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerlerine
(müjdeci) melekler iner. Onlara: Korkmayın, mahzun da olmayın, size vadedilen
Cennetle sevinin. Sizin dünya hayatında da, ahirette de dostlarınız Biziz"[116]
buyrulur.
Meleklerin,
müminlere inişi, onların dünyada hayrı ve doğru olanı kalplerine ilham etmeleri
şeklinde olabileceği gibi; onları huzurlu kılmak, Allah'ın kendilerine vahyettiği
Cennetle müjdelemek şeklinde de olabilir. Bu gruptaki yardımcı melekler,
müminlere dünya ve ahirette dost ve arkadaş olduklarını söyleyerek, sıkıntılı
hallerinde onları teselli ederler. Nitekim Hak Teâlâ, Peygamber (a.s)'e ve
beraberindeki Ashâb-ı Kirama, kâfirlerle Allah yolunda savaşırken onlara yardım
eden ve müminleri düşmanlarına muzaffer kılan melekler gönderdiğini bildirir.
Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
اِذْ
تَسْتَغيثُونَ
رَبَّكُمْ
فَاسْتَجَابَ
لَكُمْ اَنّى
مُمِدُّكُمْ
بِاَلْفٍ مِنَ
الْمَلئِكَةِ
مُرْدِفينَ *
وَمَا
جَعَلَهُ
اللّهُ
اِلَّا
بُشْرى وَلِتَطْمَئِنَّ
بِه
قُلُوبُكُمْ
وَمَا النَّصْرُ
اِلَّا مِنْ
عِنْدِ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ
عَزيزٌ
حَكيمٌ
"Hani siz Rabbinizden imdat (yardım) istemiştiniz. O da; "Ben
size birbiri ardından gelen bin melekle imdat ediyorum" diye duanızı kabul
etmişti."[117]
Diğer bir
ayette;
وَلَقَدْ
نَصَرَكُمُ
اللّهُ
بِبَدْرٍ وَاَنْتُمْ
اَذِلَّةٌ
فَاتَّقُوا
اللّهَ لَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
"Rabbinizin, indirdiği üçbin melekle yardım etmesi yetmez mi?"[118]
Başka bir
ayette;
اِذْ
تَقُولُ
لِلْمُؤْمِنينَ
اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ
اَنْ
يُمِدَّكُمْ
رَبُّكُمْ
بِثَلثَةِ
الَافٍ مِنَ
الْمَلئِكَةِ
مُنْزَلينَ
“O vakitte idi ki, sen mü'minlere
diyordun ki: "Rabbinizin indirmiş olduğu melek ile size yardım etmesi size
kifâyet etmez mi?"[119]
Bir diğerinde;
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اذْكُرُوا نِعْمَةَ
اللّهِ
عَلَيْكُمْ
اِذْ جَاءَتْكُمْ
جُنُودٌ
فَاَرْسَلْنَا
عَلَيْهِمْ ريحًا
وَجُنُودًا
لَمْ
تَرَوْهَا
وَكَانَ اللّهُ
بِمَا تَعْمَلُونَ
بَصير ًا
“Ey imân edenler! Allah'ın üzerinize
olan nîmetini yâd ediniz. O vakit ki, size (düşmanlarınız tarafından) ordular
gelmişti. Biz de onların üzerlerine hemen bir rüzgar ve sizin görmediğiniz
ordular göndermiştik. Ve Allah ne yapar olduğunuzu görüyordu”[120]
buyurulur.
Nitekim
müslümanların, kâfirlerle yaptıkları üç savaşı da Allah'ın izni ve meleklerin
yardımı ile kazandıkları tarihen sabittir.
4- Meleklerin
bir vazifesi de; insanların ruhen yükselmelerine yardım etmek ve onları, iyi,
güzel ve hayırlı işlere yöneltmektir. İnsanlar ancak meleklerin indirdiği ilâhî
vahiy ve telkin ettikleri ilâhî ilham ile ruhî hayatın ne olduğunu arılayabilir
ve ruhî melekelerini geliştirerek ruhen yükselebilirler. Melekler, müminlere
manevî kuvvet vererek ruhen yükselme düşüncesinin dünyada yerleşmesini
sağlarlar. Meleklerin müminler, hatta kâfirler için dua etmeleri, bütün
insanları ruhen yükselme yoluna sokmak içindir. Müminleri Allah'ın izniyle hidayete
sevk ederek onları aydınlığa çıkarmaları, hep bu ruhî yükselmeyi sağlamak
içindir. Meleklerin insanlarla ilgili olan bu görevleri; onların ruhen
yükselmelerine yardım etmek, böylece onları ruhî olgunluğa eriştirmek gayesi
taşır. Genel olarak her türlü iyi, güzel ve hayırlı işler, bu ilham
meleklerinin iyi telkinleri ve bizi o işlere yönlendirmelerinin sonucudur.
5- Bu gruptaki
meleklerin diğer bir görevi de; bütün insanların hidayetleri ve doğru yolu
bulmaları için duada ve şefaatta bulunmalarıdır. Şefaat, hüküm gününde
günahkârlar hesabına Allah'a yalvarmaktır. Bu dua ve şefaat; "Rahmeti her
şeyi kuşatan Allahu Teâlâ'nın iradesiyle bütün insanlar için ise de; meleklerin
yalnız müminlere mahsus olan duaları daha kuvvetlidir. Nitekim Hak Teâlâ:
اَلَّذينَ
يَحْمِلُونَ
الْعَرْشَ
وَمَنْ حَوْلَهُ
يُسَبِّحُونَ
بِحَمْدِ
رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ
بِه
وَيَسْتَغْفِرُونَ
لِلَّذينَ
امَنُوا
رَبَّنَا
وَسِعْتَ
كُلَّ شَىْءٍ
رَحْمَةً
وَعِلْمًا
فَاغْفِرْ
لِلَّذينَ
تَابُوا
وَاتَّبَعُوا
سَبيلَكَ وَقِهِمْ
عَذَابَ
الْجَحيم*
"Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek O'nu
tesbih ederler, O'na inanmışlar. Müminler için: "Rabbimiz, rahmetin ve
ilmin herşeyi (kavramış ve) kuşatmıştır. Tevbe edip Senin yoluna uyanları
bağışla, onları Cehennem azabından koru"diye (dua eder ve) bağışlanma
dilerler... "[121] buyurmuştur.
Peygamberler
ve Peygamberimiz (a.s) için meleklerin duası ise, onları övmek ve salâtü selâm
getirmekti[122] Meleklerin şefaatinden
şöyle söz edilir:
وَكَمْ
مِنْ مَلَكٍ
فِى
السَّموَاتِ
لَاتُغْنى
شَفَاعَتُهُمْ
شَيًْا
اِلَّا مِنْ
بَعْدِ اَنْ
يَاْذَنَ
اللّهُ
لِمَنْ
يَشَاءُ
وَيَرْضى
"Göklerde nice melekler vardır ki, şefaatları hiç bir fayda vermez.
Ancak, Allah'ın dilediği ve razı (hoşnut) olduğu kimseler hakkında O'nun
izniyle (meleklerin şefaati) fayda verir."[123]
Melek:
Sözlükte; erkeklik ve dişilik hususiyeti (özelliği) olmayan, yemeyen, içmeyen,
evlenmeyen, doğmayan ve doğurmayan, çeşitli şekillere girebilen, gözle
görülmeyen, Allah’ın emirlerine tam itaat eden yaratık, ferişteh. Masum, halim
selim ve güzel kimse manasına gelir.
Kur’an-ı
Kerim de; “melek” kelimesi 93 yerde geçer.
Bunlardan 13 tanesi tekil olarak kullanılmış, 2’si tesniye 78’de çoğul olarak
kullanılmıştır. Bu kullanımlardan üçü hariç diğerlerinde bir iman esası olarak
kullanılmamışlardır. Söz konusu üçten ikisi imanla, biri de küfürle bağlantılı
olarak kullanılmıştır:
لَيْسَ
الْبِرَّ
اَنْ
تُوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ
قِبَلَ
الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ
وَلكِنَّ
الْبِرَّ
مَنْ امَنَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَالْمَلئِكَةِ
وَالْكِتَابِ
وَالنَّبِيّنَ
وَاتَى
الْمَالَ
عَلى حُبِّه
ذَوِى
الْقُرْبى وَالْيَتَامى
وَالْمَسَاكينَ
وَابْنَ السَّبيلِ
وَالسَّائِلينَ
وَفِى
الرِّقَابِ وَاَقَامَ
الصَّلوةَ
وَاتَى
الزَّكوةَ
وَالْمُوفُونَ
بِعَهْدِهِمْ
اِذَا
عَاهَدُوا
وَالصَّابِرينَ
فِى الْبَاْسَاءِ
وَالضَّرَّاءِ
وَحينَ
الْبَاْسِ
اُولئِكَ
الَّذينَ
صَدَقُوا
وَاُولئِكَ
هُمُ
الْمُتَّقُونَ
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına
çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını
gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve
kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı
zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında
sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak
onlardır!”[124]
امَنَ
الرَّسُولُ
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ
مِنْ رَبِّه
وَالْمُؤْمِنُونَ
كُلٌّ امَنَ
بِاللّهِ
وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
لَا
نُفَرِّقُ
بَيْنَ
اَحَدٍ مِنْ
رُسُلِه
وَقَالُوا
سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
غُفْرَانَكَ
رَبَّنَا
وَاِلَيْكَ
الْمَصيرُ
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de
(iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine
iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım
yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş
sanadır" dediler.”[125]
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
امِنُوا بِاللّهِ
وَرَسُولِه
وَالْكِتَابِ
الَّذى نَزَّلَ
عَلى
رَسُولِه
وَالْكِتَابِ
الَّذى
اَنْزَلَ مِنْ
قَبْلُ
وَمَنْ
يَكْفُرْ
بِاللّهِ
وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
وَالْيَوْمِ الْاخِرِ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا
بَعيدًا
“Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a
ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla
sapıtmıştır.”[126]
Melekler
nurdan yaratılmış şerefli ve tertemiz latif varlıklardır. Erkeklik,
dişilik,evlenmek,çoğalmak yemek içmek gibi özellikleri yoktur. Hz. Peygamber
(as):
Hz. Ayşe (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s)
buyurdular ki: "Melekler nurdan yaratıldılar, cinler dumanlı bir alevden
yaratıldılar. Âdem de size vasfı yapılandan yaratıldı." [127]
Melekler
nurani varlıklar olduklarından onlar görünmezler, latiftirler, vücutları
cismani olmadığından idrak edilmezler, hissedilmezler. Onlar tabiat ötesi
varlıklar olup onların gerçek mahiyeti, ancak Allah bilir. Var olduğu halde
göremediğimiz bir çok şey vardır. Akıl, ruh, ağrı, yer çekimi, hava basıncı vs.
Melekler günahtan uzak olup, nefsani ve şehvani uzuvlara sahip değildirler.
Melekler
ancak Allah’a ibadet ederler onlar için isyan, itaatsizlik söz konusu değildir.
Onlar kendilerine emr edileni yerine getirirler.
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ
وَاْلاِنْسَ
اِلاَّ
لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları,
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[128]
وَلِلَّهِ يَسْجُدُ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ مِنْ دَابَّةٍ وَالْمَلَئِكَةُ وَهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ, يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
“Göklerde bulunanlar,
yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler.
Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emr olunursa onu
yaparlar.”[129]
Hz.
Peygamber (a.s):
Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s)
buyurdular ki: "Gece ve gündüzde bir kısım melekler nöbetleşe aranızda
bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi
geceleyin takip eden melekler (hesabınızı vermek üzere huzuru ilahiye)
yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere sorar: "Kullarımı nasıl
bıraktınız?" "Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, biz onlara
namaz kılarlarken vardık!" derler."[130]
Melekler
yerde gökte, çevremizde ve her yerde bulunurlar. Sayılarını ancak Allah bilir.
Her birine Allah’ın verdiği görevler vardır. Bazıları devamlı olarak Allah’a
ibadet ederler, bazıları da kainatın tertip ve düzeni ile vazifelidirler.
İnsanların gücünün erişemeyeceği büyük işler yaparlar. İnsanlara iyiliği telkin
eden, kötülüklerden koruyan sıkıntılı zamanlarda Müminlerin yardıma gönderilen
melekler vardır. Yüce Allah, meleklerin varlığı ile sonsuz kudretini
göstermiştir.
Cebrail (a.s): Peygamberlere vahiy getiren melektir.
Kur’an-ı Kerim de:
قُلْ مَنْ
كَانَ
عَدُوّاً
لِجِبْرِيلَ
فَاِنَّهُ
نَزَّلَهُ
عَلَى
قَلْبِكَ
بِاِذْنِ
اللهِ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ وَهُدًى
وَبُشْرَى
لِلْمُؤْمِنِينَ
“De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki
Allah'ın izniyle Kuran’ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen
kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak O indirmiştir.”[131]
Azrail (a.s): Bütün canlıların canını alır. Nitekim
Kur’an-ı Kerim de:
وَهُوَ
الْقَاهِرُ
فَوْقَ
عِبَادِهِ
وَيُرْسِلُ
عَلَيْكُمْ
حَفَظَةً
حَتَّى اِذَا جَاءَ
اَحَدَكُمُ
الْمَوْتُ
تَوَفَّتْهُ
رُسُلُنَا
وَهُمْ لاَ
يُفَرِّطُونَ
“O,
kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular
gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler, Azrail)
onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler.”[132]
Mikail (a.s): Tabiattaki olay ve hadiselerin takipçisidir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
فَالْمُدَبِّرَاتِ
اَمْرًا
“Derken iş düzenleyenlere.”[133]
İsrafil (a.s): Kıyametin kopması ve rüzgar ile ilgilenen
meleklerdendir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de:
وَهُوَ
الَّذِى
خَلَقَ
السَّمَوَاتِ
وَاْلاَرْضَ
بِالْحَقِّ
وَيَوْمَ
يَقُولُ كُنْ
فَيَكُونُ
قَوْلُهُ
الْحَقُّ
وَلَهُ الْمُلْكُ
يَوْمَ
يُنْفَخُ فِى
الصُّورِ
عَالِمُ
الْغَيْبِ
وَالشَّهَادَةِ
وَهُوَ الْحَكِيمُ
الْخَبِيرُ
“O, gökleri
ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır. "Ol!" dediği gün her şey
oluverir. Onun sözü gerçektir. Sûr'a üflendiği gün de hükümranlık O'nundur.
Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.”[134]
Diğer melekler:
Kiramen Katibin:
مَا
يَلْفِظُ
مِنْ قَوْلٍ
اِلاَّ
لَدَيْهِ
رَقِيبٌ عَتِيدٌ
“İnsan hiçbir
söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”[135]
Her
insanın sağında ve solunda bulunan ve söylediği, yaptığı her şeyi tespit eden
meleklerdir. Sağdaki iyilikleri, soldaki kötülükleri tespit edip yazarlar ve
yazılanları her günün başında ve sonun göklere çıkarıp daha sonrada yüce
Allah’a takdim ederler.
Münker ve Nekir: Kabre konulana sual sorma vazifesi
verilenlerdir. Yani sorgu sual meleklerdir.
Hazane-i Cennet ve Hazane-i Cehennem: Cennet ve Cehennemde vazifeli
meleklerdir.
Rahmet ve Azap Melekleri: Bunlar Azrail’in
emrindedirler. Onun direktiflerine göre
hareket ederler.
Hamele-i Arş Melekleri: Bunlar Arş-ı Rahmanı
yüklenmişlerdir.
Rıdvan Meleği ve Yardımcıları: Vazifesi cennetin bekçiliğidir
ve yardımcıları vardır. Cennet hadimlerinin reisidir.
Malik ve Yardımcıları: Cehennem zebanileri diye anılan
bu meleklerin sayısı on dokuzdur. Reisleri Malik adlı melektir. Cehennem
hakkında azapları bunlar tatbik ederler.
Hafaza Melekleri: İnsanları Cinlere Şeytanlara karşı ve
afetlere karşı korurlar.
Dağlar Meleği: Bunun vazifesi de dağlar üzerinde
tasarruftur.
Seyahat Melekleri: Bunlar yeryüzünde dolaşarak
sala-tu selam getiren Müslüman’ların selamlarını Peygamber (a.s) iletirler.
Dua Melekleri: Allah ve melekleri, Peygambere çok salavat
getirirler.
اِنَّ اللهَ
وَمَلَئِكَتَهُ
يُصَلُّونَ عَلَى
النَّبِىِّ
يَآاَيُّهَا
الَّذِينَ اَمَنُوا
صَلُّوا
عَلَيْهِ
وَسَلِّمُوا
تَسْلِيمًا
“Allah ve melekleri,
Peygambere çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat getirin ve
tam bir teslimiyetle selam verin.”[136]
Bunların
vazifeleri Müminin Mümin kardeşleri gıyabında yaptığı duaya Amin deyip, “senin
içinde aynısı vardır” derler.
Meleklere
inanan bir insan (müslüman) gizli yerlerde “Beni kimse görmüyor, istediğimi yaparım” diyemez ve fenalık yapamaz.
Çünkü nerede olursa olsun meleklerin kendisini gözetlediğini, iyilik ve
kötülüklerinin yazıldığını bilir. Görülüyor ki, meleklere inanmak, kötülüklerden
sakınmamızı ve ahlakımızın güzelleşmesini sağlamaktadır. Kur’an-ı Kerim de:
مَنْ كَانَ
عَدُوّاً
لِلَّهِ
وَمَلَئِكَتِهِ
وَرُسُلِهِ
وَجِبْرِيلَ
وَمِيكَالَ فَاِنَّ
اللهَ
عَدُوٌّ
لِلْكَافِرِينَ
“Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine,
Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin
düşmanıdır.”[137]
İbnu Mes'ud (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s)
buyurdular ki: "Şeytan da, melek de insanoğluna sokularak onun kalbine
birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı
olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin
işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde
hakka, hayra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah'tandır ve hemen
Allah’u Teala'ya hamd etsin. Kim de içinde şer ve inkâra çağıran bir fısıltı
duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah'a sığınsın." Resûlullah
(a.s) bu sözlerine şu âyeti ekledi:
"Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur,
size cimriliği emr eder.." [138]
Cin: Gizlenmek, gizli kalmak, gözle görülmeyen gizli kuvvetler.
Cinlerin
bir tek ferdine "cinnî" denir. "Cânn" kelimesi cin ile eşanlamdır. Ğûl ve ifrit
cinlerin değişik türleridir.
Cinin
varlığı Kur'an ve sünnet ile sabittir. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde
dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret
değildir. Bir de ancak peygamberlerin ve asfiyâ (dinde yüksek mertebe sahibi
kimseler)'nın gördüğü varlıklar vardır ki, bunlar melekler ile cinlerdir.
Bunlar çeşitli şekillere girecek vaziyette yaratılmışlardır. Melekler Allah'a
itaattan asla ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ'nın emriyle
yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi
yeryüzünde bulunurlar. Müminleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin
varlığı, Kur'an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm
akîdesini zedeler.
Cinler
de insanlar gibi mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir:
يَا
مَعْشَرَ
الْجِنِّ
وَالْاِنْسِ
اَلَمْ
يَاْتِكُمْ
رُسُلٌ
مِنْكُمْ
يَقُصُّونَ
عَلَيْكُمْ
ايَاتى
وَيُنْذِرُونَكُمْ
لِقَاءَ
يَوْمِكُمْ
هذَا قَالُوا
شَهِدْنَا
عَلى
اَنْفُسِنَا
وَغَرَّتْهُمُ
الْحَيوةُ
الدُّنْيَا
وَشَهِدُوا
عَلى اَنْفُسِهِمْ
اَنَّهُمْ
كَانُوا
كَافِرينَ
"Ey cin ve insan topluluğu; size, içinizden,
ayetlerimi anlatan ve şu (korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip sizi
korkutan peygamberler gelmedi mi?"[139]
وَاَنَّا
لَمَّا
سَمِعْنَا
الْهُدى
امَنَّا بِه
فَمَنْ
يُؤْمِنْ
بِرَبِّه
فَلَا يَخَافُ
بَخْسًا
وَلَارَهَقًا
"Doğrusu biz (cinler) o hidayet rehberi (olan
Allah'ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O'na inandık. Her kim bu suretle
Rabbi'ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz
"[140]
وَاِذْ
صَرَفْنَا
اِلَيْكَ
نَفَرًا مِنَ
الْجِنِّ
يَسْتَمِعُونَ
الْقُرْانَ
فَلَمَّا
حَضَرُوهُ
قَالُوا اَنْصِتُوا
فَلَمَّا
قُضِىَ
وَلَّوْا
اِلى قَوْمِهِمْ
مُنْذِرينَ ()
قَالُوا يَا
قَوْمَنَا
اِنَّا
سَمِعْنَا
كِتَابًا
اُنْزِلَ مِنْ
بَعْدِ مُوسى
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
يَهْدى اِلَى
الْحَقِّ
وَاِلى طَريقٍ
مُسْتَقيمٍ ()
يَا
قَوْمَنَا
اَجيبُوا
دَاعِىَ
اللّهِ وَامِنُوا
بِه يَغْفِرْ
لَكُمْ مِنْ
ذُنُوبِكُمْ
وَيُجِرْكُمْ
مِنْ عَذَابٍ
اَليمٍ () وَمَنْ
لَايُجِبْ
دَاعِىَ
اللّهِ
فَلَيْسَ بِمُعْجِزٍ
فِى
الْاَرْضِ
وَلَيْسَ
لَهُ مِنْ
دُونِه
اَوْلِيَاءُ
اُولئِكَ فى
ضَلَالٍ
مُبينٍ
"Şu vakti de hatırla ki, cinlerden bir kısmını
Kur'an dinlesinler diye sana sevketmiştik. Onlar (Peygamber'in huzurunda)
Kur'an dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): "Susunuz
(dinleyiniz)"dediler. Kur'an okunması bitirilince de döndüler ve inzâr
etmek üzere kavimlerine gittiler. Ey kavmimiz. dediler: Biz bir kitap dinledik.
Musa'dan sonra indirilmiş. O, kendisinden öncekini tasdik ile hakka ve doğru
bir yola hidâyet ediyor. Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine icabet ve ona iman
edin ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin ve sizi elem verici
bir azaptan korusun; ve her kim Allah'ın davetçisi (Peygamberi)ne icabet
eylemezse arzda aciz bırakacak değildir. Ve ona ondan başka sahip olacak
veliler de yoktur. Öyleleri açık bir dalâlet içindedirler."[141]
Hadis
râvileri Rasûlullah (a.s.)'ın, Cin'i görüp görmediği konusunda farklı
görüştedirler. Müslim'de, Abdullah İbn Mes'ud (r.a.)'dan rivayete göre,
Peygamber Efendimiz cinni'lerin davetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve
irşad etmiştir. Buhârî ve Müslim'in, İbn Abbas'tan rivayetlerine göre ise, Hz.
Peygamber ashabıyla "Ukaz" panayırına giderken "Nahle"de
sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur'an dinlemiş ve müslüman
olmuştur. Bu durumu Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamber Efendimize Cin sûresinin ilk ayetlerinde
haber vermiştir. [142]
İbn
Abbas'ın rivayetine göre, Hz. Peygamber o olayda, cinni görmemiş; onların
Kur'an dinleyip müslüman olduklarını, Cenâb-ı Hakk daha sonra haber vermiştir.
Fakat bu olayla İbn Mes'ud'un rivayet ettiği olay farklıdır. Nitekim:
ـ وعن
علقمة قالَ:
]قُلْتُ بْنِ
مَسْعُودٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: هَلْ
صَحِبَ
النَّبِىَّ # مِنْكُمْ
أحَدٌ
لَيْلَةَ
الْجِنِّ؟
قال: مَا
صَحِبَهُ
أحَدٌ مِنَّا
وَلَكِنَّا
كُنَّا
مَعَهُ ذَاتَ
لَيْلَةٍ
فَقَعَدْنَاهُ
فَالْتَمَسْنَاهُ
في ا‘وْدِيَةِ
وَالشِّعَابِ.
فقُلْنَا
اسْتُطيرَ
أوِ
اغْتِيلَ؟
فَبِتْنَا
بِشَرِّ
لَيْلَةٍ
بَاتَ بِهَا
قَوْمٌ. فَلَمَّا
أصْبَحَْنَا
فَإذَا هُوَ
جَاءَ مِنْ
قِبَلِ
حِرَاءَ؛
فقُلْنَا:
يَارَسُولَ اللّه
فَقَدْنَاكَ
فَطَلَبْنَاكَ
فَلَمْ نَجِدْكَ
فَبِتْنَا
بِشَرِّ
لَيْلَةٍ
بَاتَ بِهَا
قَوْمٌ. فَقَالَ:
أتَانِى
دَاعِى
الْجِنِّ
فَذَهَبْتُ
مَعَهُ
فَقَرَأتُ
عَلَيْهِمُ
الْقُرآنَ.
قَالَ:
فَانْطَلَقَ
بِنَا
فَأرَانَا
آثَارَهُمْ
وَآثاَرَ
نِيَرانِهِمْ؛
وَسَألُوهُ
الزَّادَ.
فَقَالَ:
لَكُمْ كُلُّ
عَظْمٍ ذُكِرَ
اسْمُ اللّهِ
تَعالى
عَلَيْهِ
يَقَعُ في
أيْدِيكُمْ
أوْفَرَ مَا
يَكُونُ
لَحْماً
وَكُلُّ بَعْرَةٍ
أوْ رَوْثَةٍ
عَلَفٌ
لِدَوَابِّكُمْ.
فقَالَ : فََ
تَسْتَنْجُوا
بِهِمَا
فَإنَّهُمَا
طَعَامُ
إخْوَانِكُمْ.
Alkame anlatıyor: "İbni Mes'ud (radıyallahu anh)'a dedim ki:"-
Sizden kimse, cin gecesinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e refakat
etti mi?""- Hayır, dedi, bizden kimse ona refakat etmedi. Ancak bir
gece O'nunla (aleyhissalâtu vesselâm) beraberdik. Bir ara onu kaybettik.
Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca: "Yoksa
uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?" dedik. Böylece, geçirilmesi mümkün en
kötü bir gece geçirdik. Sabah olunca, bir de baktık ki Hira tarafından
geliyor."- Ey Allah'ın Resulü, biz seni kaybettik, çok aradık ve
bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi mümkün en fena bir gece geçirdik"
dedik."- Bana cinlerin davetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara Kur'an-ı
Kerim'i okudum" buyurdular. Sonra
bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi.
Cinler kendisine yiyeceklerini sormuşlar. O da: "Elinize geçen, üzerine
Allah'ın ismi zikredilmiş her kemik, olabildiği kadar bol etli olarak sizindir.
Her deve ve at mayısı da hayvanlarınızın yemidir" buyurmuşlar. Sonra
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şu tenbihte bulundu: "Sakın bu
iki şeyle (kemik ve kuru hayvan mayısı) abdest bozduktan sonra istinca etmeyin,
çünkü onlar (cinnî olan) din kardeşlerinizin yiyecekleridir."[143]
Cinler
gaybı bilemezler.[144]
Allah'ın peygamberlerine bildirdiği şeyleri öğrenemezler:
اِنَّهُمْ
عَنِ
السَّمْعِ
لَمَعْزُولُونَ
"Şüphe yok ki onlar (meleklerin sözünü)
işitmekten kat'i surette azledilmişlerdir."[145]
Cinler
insanlardan önce yaratılmışlardır, Kur'an-ı Kerîm de çok zehirli bir ateşten
yaratıldıkları haber verilir:
وَالْجَانَّ
خَلَقْنَاهُ
مِنْ قَبْلُ
مِنْ
نَارِالسَّمُومِ
"Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten
yarattık."[146]
Cinlerin
erkek ve dişi olanları vardır. Evlenirler, çoğalırlar, yerler, içerler.
İhtiyarı, genci vardır. Cinler de mükellef olup insanlar gibi Allah'ın emir ve
yasaklarına uymak zorundadırlar:
وَمَا
خَلَقْتُ الْجِنَّ
وَالْاِنْسَ
اِلَّا
لِيَعْبُدُونِ
"Ben cinleri ve insanları ancak ibadet etsinler
diye yarattım."[147]
Cinlerin
yaratılışları türlü şekillere girmeye, ağır işler görmeye elverişlidir. Nitekim
Kur'an'da ifade olunduğuna göre,[148]
Hz. Süleyman Belkıs'ın tahtını Yemen'den getirmek isteyince, bir cin, daha sen
makamından kalkmadan ben sana onu getiririm, benim herhalde buna yetecek gücüm
var demiştir. Süleyman (a.s.) Kudüs'te, getirilecek taht Yemen'deydi. Onu bir
saniyede getirmek büyük bir hız ve güce sahip olmak demekti. Süleyman
peygamber, cinleri ağır ve güç işlerde çalıştırmıştır.
وَلِسُلَيْمنَ
الرّيحَ
غُدُوُّهَا
شَهْرٌ
وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌ
وَاَسَلْنَا
لَهُ عَيْنَ
الْقِطْرِ
وَمِنَ
الْجِنِّ
مَنْ يَعْمَلُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
بِاِذْنِ
رَبِّه وَمَنْ
يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ
اَمْرِنَا
نُذِقْهُ
مِنْ عَذَابِ
السَّعيرِ
"Süleyman (a.s.)'ın önünde, Rabbı'nın izniyle
iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa
ona çılgın azaptan tattırdık."[149]
Şeytan
da cinlerdendir. Allahu Teâlâ kendisini Hz. Adem (a.s.)'e secde etmekle
mükellef tutmuş; şeytan ise, kendisinin ateşten, Adem'in topraktan
yaratıldığını ileri sürerek secde etmemiştir. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onu
rahmetinden kovmuş o da kâfir olmuştur.[150]
Şeytanların amiri durumundaki şeytana İblis denir. Şeytan, insanları azdırmak
için çeşitli yollara başvurur. Ondan sakınmak gerekir:
اَلَمْ
اَعْهَدْ
اِلَيْكُمْ
يَا بَنى ادَمَ
اَنْ لَا
تَعْبُدُوا
الشَّيْطَانَ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُبينٌ
"Ey Ademoğulları, Şeytana tapmayın. Çünkü o
sizi Rabbınız'dan ayıran bir düşmandır, diye size emretmedim mi?"[151]
اِنَّ
الشَّيْطَانَ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
فَاتَّخِذُوهُ
عَدُوًّا
اِنَّمَا
يَدْعُوا حِزْبَهُ
لِيَكُونُوا
مِنْ
اَصْحَابِ
السَّعيرِ
"Şeytan sizin için yaman bir düşmandır. Bu
sebeple siz de onu düşman edinin."[152]
ـ
وَعَنْ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
: خَرََجَ
مِنْ
عِنْدِنَا لَيًْ.
قَالَتْ:
فَغِرْتُ
عَلَيْهِ أنْ
يَكُونَ أتَى
بَعْضَ
نِسَائِهِ،فَجَاءَ
فَرَأى مَا
أصْنَعُ.
فَقَالَ:
أغِرْتِ.
فَقُلْتُ: وَمَا
لِمِثْلِى َ
يَغَارُ عَلى
مِثْلِكَ؟
فقَالَ :
لَقَدْ
جَاءَكِ
شَيْطانُكِ.
قُلْتُ:
أوْمَعِى
شَيْطَانٌ؟
قَالَ: لَيْسَ
أحَدٌ إَّ
وَمَعَهُ
شَيْطانٌ.
قُلْتُ:
وَمَعَكَ؟ قَالَ:
نَعَمْ.
وَلكِنْ
أعَانِى
اللّهُ عَلَيْهِ
فَأسْلَمَ.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gece yanımdan çıkıp gitmişti. (Benim nöbetimde) hanımlarından
birinin yanına gitmiş olabilir diye
içime kıskançlık düştü. Geri gelince
halimi anladı ve:"Kıskandım mı yoksa?" dedi. Ben
de:"Evet! Benim gibi biri senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?"
dedim. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sana yine şeytanın gelmiş olmalı"
dedi. Ben:"Benimle şeytan mı var?" dedim."Şeytanı olmayan kimse
yoktur" dedi."Seninle de var mı?"dedim."Evet, ancak ona
karşı Allah bana yardımcı oldu da müslüman oldu!" buyurdu."[153]
Bu
hadisten anlaşılıyor ki, şeytan insanı saptırır. Ehl-i Sünnet inancına göre,
şeytan, insanın vücuduna da, aklına da zarar verir.
Felsefecilerin
çoğu, özellikle İbn Sina ve Farabî cinlerin varlığını kabul etmezken; bazıları
bunu kabul etmişlerdir. Bunlar cinlere süflî ruhlar adını vermektedirler.
Bunların ervâh-ı felekiyyeden daha süratli cevap verdiklerini fakat onlardan
daha zayıf olduklarını iddia etmişlerdir.
Buna
karşılık peygamberlere inanan ve belli şerîatlara sahip olan milletler,
cinlerin varlığını tereddütsüz kabul etmişler; ancak mahiyetleri hususunda
farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimileri; cinler, havâî, yani rüzgârdan
yaratılmış, çeşitli şekillere girebilen canlılardır, demişlerdir. Bazıları ise
bunların, cevher olduklarını; ârâz ve ecsâm olmadıklarını söylemişlerdir. Bu
cevherleri de mahiyetleri muhtelif bazı kısımlara ayırmışlardır: Bazıları iyi,
salih ve hayırseverdirler. Bazıları ise kötü, aşağılık ve kötülük severdirler.
Sayılarını ancak Allah bilir.
Cinler
de, İslâm dini açısından iki kısımda incelenirler: Mümin olanlar, kâfir
olanlar. İnsanlar gibi cinler de, Peygamberimize iman ile mükelleftirler. Çünkü
Peygamberimiz onlara da gönderilmiştir. Binaenaleyh ona iman eden, müminler
grubuna dahil olur; müminlerle birlikte Cennet'e girer. Ona iman etmeyenler ise
şeytanlarla beraber olur; Cehennem'i boylar.
Cinler İslâm
dini ile mükellef oldukları için, onların da bundan haberleri olması ve İslâm
dininin onlara da tebliğ edilmesi lâzımdır. İşte burada cinlerle
peygamberimizin temas şekli ortaya çıkıyor.
Cinler
henüz peygamberimizin bisetinden haberdar değillerken göğe çıkar, mele-i âlâ'da
konuşulan şeyleri kulak hırsızlığı ederek çalarlardı. Buna bir çok şey ilâve
eder, insanlara aktarırlardı. Peygamberimizin bi'setinden cinlerin haberi
yoktu. Her zamanki gibi gökten bir şeyler öğrenmeye kalkıştılar; fakat yakıcı
ateşlerle, şiddetli bekçilerle karşılaştılar. Bundan irkilerek sebebini
araştırmaya başladılar. Yeryüzüne akın ettiler. İçlerinden bir grup,
Peygamberimiz (a.s)'ı ashabı ile birlikte Nahle'de namaz kılarken buldu.
Okuduğu Kur'an'ı dinlediler; güzelliği ve mükemmelliği karşısında hayret
ettiler. Bunların üç ilâ on veya dokuz nefer oldukları ifade edilmektedir.
Peygamberimiz
(a.s.) onlara İslâm'ı öğretti.[154]
Şurasını hemen hatırlatmak gerekir ki cinler, bize tamamen aykırı
yaratıklardır. Onların İslam ile mükellef olmalarının şekli nedir; bunu ancak
Allah ve Resûlü bilirler. Bize sadece buna inanıp iman etmek gerekir.
f)Şeytan
Şeytan: Kötü rûhun, kötü birinin, kötülüğe teşvik edenin,
kötülüğün temsilcisinin, karanlık ve dalâletin önderinin, Allah'ın ve O'nu
seven, O'na kullukta bulunan herkesin büyük düşmanının müşahhaslaştırılmış
şekli veya kötülüğün sembolü olmuş varlık.
Şeytan
(Satan) İbranice asıllı bir kelime olup, rakip, muhalif gibi anlamlara gelir.
Tevrat'ta da bu anlamda kullanılmıştır.[155]
Yeni Ahid'de ise, bu dünyanın reisi,[156]
hava kuvvetlerinin reisi[157]
gibi vasıflarla karakterize edilmiştir.[158]
Adem (a.s)'a secde emrinden önceki ismi, Süryanca "tanrı tarafından
desteklenmiş" anlamına gelen Azâzel (veya Azâzil ), Arapça Hâris idi.
Azâzel, Hanuk'un Kitabı'nda, Allah'ın rahmetinden kovulan 200 kadar melekten
biri olarak zikredilir. O, erkeklere kılıç ve kalkan yapmayı; kadınlara ise,
süslü giyinmeyi ve göz kapaklarını güzelleştirme sanatını öğretmiştir.
Yahudi
geleneğinde de Azâzel, Adem'e secdeyi reddeden melek olarak zikredilir. Eyüb'ün
Kitabı'nda ise, Tanrı'nın oğullarından biri olarak geçer.[159]
Adem'e secdeyi kabul etmeyiş gerekçesindeki "kendisinin dumansız ateşten
Adem'in de çamurdan yaratılmış olma"[160]
bahanesinde asıl vurgulamak istediği, ateşten yaratılanın ölümsüz, çamurdan
yaratılanın ise ölümlü olacağı düşüncesidir.[161]
Böylece
Azâzel, Âdem'e secdeyi kabul etmediği andan itibaren, "hayırdan ümidini
kesmiş, pişmanlık ve üzüntü duyan" anlamında İblis; secde etmeyiş sebebi
olarak da "beni dumansız ateşten, onu ise çamurdan yarattın " diyerek
hükümsüz bir bahane ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği ve Adem'i
cennet'ten çıkarmaya çalıştığı andan itibaren de Şeytan adını almıştır.
Binaenaleyh İblis ve Şeytan, davranışlarına paralel olarak, ona sonradan
verilen iki isimdir. Kur'ân'da Adem'e secde söz konusu olan bütün âyetlerde
özellikle "İblis" kelimesinin kullanılmış olması hem yukarıdaki
görüşün doğruluğu, hem de âyetlerde kullanılan kelimelerin yerli yerince
seçilişi ve Kur'ân'ın yüce üslûbu hakkında bir fikir vermektedir.[162]
Şeytan,
Arapça "şetane" kökünden rahmetten uzaklaştı, hak'dan uzak oldu;
"Şâta" kökünden ise, öfkeden tutuştu, helak olacak hale geldi gibi
manalara gelip insanlardan, cinlerden ve hayvanlardan isyan eden ve zarar veren
her şeyin adı olmuştur. Bu manada bir canavar veya yılana da şeytan denilir.
Aynı şekilde haset, öfke gibi insana mahsus olan her kötü huy ve davranış da
şeytan diye isimlendirilmiştir.
Şeriat
örfünde ise, Yüce Allah'ın Âdem'e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için
ilâhi rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan, cin taifesinin
inkarcı kesiminden[163]
gizli bir varlıktır. Diğer isimleri ise Garûr, Vesvs, Hannâs, Kâfir, Sağîr,
Mârid, Tâif, Fâtin, Mel'ûn, Mez'ûm, Medhûr, Mekzû, Kefr, Hazûl, Adüvv, Mudill,
Merid'dir.[164]
Yaratılışı
ve Hz. Âdem'e secde emrinden önceki durumu: Evrende Âdem (a.s) dan önce
yaratılmış melek ve cin adında iki varlık mevcuttu.[165]
Şeytan, cin denen varlık grubuna mensup idi.[166]
Hz. Âdem'e secde emrine kadar hissiyatına dokunan bir teklif yapılmamış ve
imtihan olunmamıştı. Onun bu ana kadar, Allah'ın emirlerine göre mi, yoksa öz
nefsinin isteklerine göre mi hareket ettiği bilinmiyordu. Âdem'e secde emri
onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten kaçındı. Gerekçe,
kendisinin ateşten, Adem'in ise topraktan yaratılmış olmasıydı. Böylece o,
itiraf ve özür dileme yerine itirazı ve hayatı tercih etti. Ona göre ateşten
yaratılmış olmak bir üstünlük sebebiydi.[167]
Böylece
o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir
farklılık görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf
etmesine rağmen Âdem'in yeryüzünde Allah'ın halifesi olması, Allah'tan bir ruh
taşıması gibi[168]
asıl üstünlüklerini bilmezden gelmişti. Adem'de toprak, kendisinde ateşten
başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün
meziyetleri bahseden Allah'ı maddeye mahkum sanmıştı.[169]
Bu
anlayış Şeytan'a, Allah'ın huzurundan kovulma, rahmetinden ümit kesme ve
kıyamete kadar O'nun lânetini hakketme dışında hiç bir şey kazandırmadı. Çünkü
o dar görüşlüydü, maddenin ötesini görememişti. Maddeyi tek ve gerçek ölçü
sanmakla şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi
nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah'ın emrine tercih etmekle insanın
üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti. Çünkü bu secde emri yalnız Âdem'in sahsına
değil, zürriyeti de dahil, insan nevine verilen bir şeref ve imtiyazdı.[170]
Bu aynı
zamanda insanın üstünlüğüne yapılan ikinci itirazdı. Birinci itiraz da
meleklerden gelmişti.[171]
Şeytan'ın bu itirazı, büyüklük taslamaya ve neticede kendisini inkâra götüren
bir isyana dönüştü. Çünkü o, neticede sahibini alçaltacak olan bir büyüklük
anlayışına sahipti. Nihayet Allah'tan şu hitap geldi:
قَالَ
فَاهْبِطْ
مِنْهَا
فَمَا
يَكُونُ لَكَ
اَنْ
تَتَكَبَّرَ
فيهَا
فَاخْرُجْ
اِنَّكَ مِنَ
الصَّاغِرينَ
“İn oradan! Orada büyüklenmek sana düşmez, defol!...
Sen alçağın birisin! Defol oradan. Sen artık kovulmuş birisin. Doğrusu hesap
gününe kadar lânet sanadır."[172]
Böylece
Hz. Âdem'e karşı büyüklük taslaması ve secde emrine isyanı neticesinde ilâhi
rahmetten ebediyen kovuluşu "İblis" adını almasına sebep oldu. Hz.
Âdem'e secde emri karşısında isyan eden ve hakikatle ilgili bütün bağları
koparılan ve melekler arasındaki yerini de kaybederek tamamen yalnız kalan
şeytan bu defa intikam peşine düştü. Bir başka deyişle şeytanca tutum içerisine
girdi. Hedefi insandı. Çünkü insan yüzünden ilâhi rahmetten uzaklaştırılmıştı.
Amacına ulaşabilmek için de Allah'tan kıyamete kadar mühlet istedi.
Mühlet verilişi: Hz. Âdem (a.s)'a secde emri karşısında
büyüklük taslaması sonucu ilâhi rahmetten ümidini kesen ve tamamen yalnız kalan
şeytan, hayatından da endişe etmeye başladı.
قَالَ
اَنْظِرْنى
اِلى يَوْمِ
يُبْعَثُونَ
"İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar
bana mühlet ver" [173] diye Allah'a yalvardı.
İnsanların tekrar dirilecekleri günden maksat ise sûr'a ikinci üfürülüş
zamanıdır.[174] Bu
şekilde mühlet istemekle tekrar dirilmeden sonra artık ölümün olmayacağını
biliyor ve böylece ölümden kurtulacağını sanıyordu. Onun bu ölümsüzlük isteği; اِلى
يَوْمِ
الْوَقْتِ
الْمَعْلُومِ "...belirli bir zamana kadar"[175] kaydıyla; قَالَ
اِنَّكَ مِنَ
الْمُنْظَرينَ
"Sen mühlet verilenlerdensin!."[176] şeklinde cevaplandırıldı.
Belirli bir zamandan maksat ise, sûr'a birinci üfleniş zamanıdır.[177]
Bununla o, zillet ve hakaret dolu bir hayatı ölüme tercih etti. Onun için esas
düşüş de bu oldu.
Buradan
da anlaşılacağı gibi, şeytan aslında Allah'ı ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr
etmediği gibi Âdem'in nesli ve zürriyeti olacağını, dünyada bir müddet yaşayıp
sonra öleceklerini ve bir gün gelip tekrar diriltileceklerini de biliyordu. Şu
halde onun küfrü Allah'ı ve âhireti inkâr şeklinde değil, teklif edilen emrin
gereğini yerine getirmeyi kabul etmeme ve itiraz şeklindedir.[178]
Görevi: Belirli bir zamana kadar mühlet
verilen şeytan, hatasını anlayıp tevbe ederek suçunu affettirme yoluna gitmedi.
Bilakis daha da azgınlaştı. Kendisine, kıyamete kadar meşgul olabileceği bir
hedef seçti. Bu hedef, İlâhi rahmetten uzaklaştırılmasına sebep olan insandı.
Gönlünü intikam duyguları bürümüştü. Cüretkâr bir edâ ile bu duygularını Yüce
Allah'a şöyle açıkladı:
قَالَ
رَبِّ بِمَا
اَغْوَيْتَنى
لَاُزَيِّنَنَّ
لَهُمْ فِى
الْاَرْضِ
وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ
اَجْمَعينَ
"Beni azdırdığın için yemin ederim ki,
yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim ve onların hepsini
saptıracağım."[179]
Görüldüğü
gibi, Yüce Allah isyanından dolayı şeytanı hemen huzurundan kovmamış, önce ona
konuşma fırsatı vermiş, hatasını anlayıp tevbe etme imkânı tanımış fakat o,
inat ve küfründe ısrar edince, bulunduğu makamdan indirmiş ve tasarladığı
plânlarını şöylece sınırlayıvermiştir:
اِنَّ
عِبَادى
لَيْسَ لَكَ
عَلَيْهِمْ
سُلْطَانٌ
اِلَّا مَنِ
اتَّبَعَكَ
مِنَ الْغَاوينَ
"Halis kullarım üzerinde senin bir nüfûzun
olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır.”[180]
قَالَ
اخْرُجْ
مِنْهَا
مَذْؤُمًا
مَدْحُورًا
لَمَنْ
تَبِعَكَ
مِنْهُمْ
لَاَمْلََنَّ
جَهَنَّمَ
مِنْكُمْ
اَجْمَعينَ
-Yerilmiş ve koğulmuş olarak defol. Yemin olsun ki,
insanlardan sana kim uyarsa; sizin hepinizi Cehennem'e dolduracağım.”[181]
Şu
halde şeytana uyan ondan, onun tebaasından olup onun âkıbetine uğrayacaktır. Bu
âyetlerden de anlaşılacağı gibi şeytana, Allah'ın hâlis kulları üzerinde etkili
olabilecek hiç bir güç verilmemiştir. Binaenaleyh düşüncesinde, yaşayışında ve
huyunda şeytana karşı olan insan, "Allah'ın
kulu" sıfatını koruyacaktır. Şeytana âit bir vasfı taşıyan kimsede ise,
şeytandan bir haslet var demektir.[182]
Havva'nın
yaratılışından sonra: Bilindiği gibi ilk insan olarak yaratılan Hz. Âdem
erkekti; Adn Cenneti'nde ikamet ediyordu. Burası Âdem'in ilk vücut nimetine
mazhar olduğu hilkat bahçesiydi. Kendi cinsinden ve nefsinden eşi de yaratıldı.[183]
Eşinin adı Havva idi.[184]
Artık
evrende iki insan vardı: Âdem ve Havva. Böylece insanın Cennet hayatı
başlamıştı, devam ediyordu. Öte yanda, Âdem'i kendi felaketine sebep bilen
şeytan, ondan öç almayı plânlıyordu. Bunun üzerine Âdem ve eşini Allah şöyle
uyardı:
وَقُلْنَا
يَاادَمُ
اسْكُنْ
اَنْتَ وَزَوْجُكَ
الْجَنَّةَ
وَكُلَا
مِنْهَا
رَغَدًا
حَيْثُ شِئْتُمَا
وَلَا
تَقْرَبَا
هذِهِ
الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا
مِنَ
الظَّالِمينَ
"Ey Âdem! Eşin ve sen Cennette kal, orada
olandan istediğiniz yerde bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa
zalimlerden olursunuz .."[185]
Şimdi
imtihan edilme sırası Âdem'e gelmişti. Aslında Âdem'e ve eşine yaklaşılmaması
tavsiye edilen ağaç, aynı zamanda bir imtihan sahasıydı. Onun meyvasından yemek
ise, yasak bir fiilin işlenmesi, sorumluluk sahasının dışına çıkılması ve
Allah'ın koyduğu bir yasağın çiğnenmesi demekti. Bu yasağı çiğnemekse Allah'ın
tayin ettiği sınırları ve hukuk dairesine tecavüz demek olacağından, bir
haksızlık ve dolayısıyla kişinin kendisine zulümdü. Bunun için zalimlerden
olursunuz denilmişti.[186]
Nihayet;
فَوَسْوَسَ
لَهُمَا
الشَّيْطَانُ
لِيُبْدِىَ
لَهُمَا
مَاوُرِىَ
عَنْهُمَا
مِنْ
سَوْاتِهِمَا
وَقَالَ
مَانَهيكُمَا
رَبُّكُمَا
عَنْ هذِهِ
الشَّجَرَةِ
اِلَّا اَنْ
تَكُونَا مَلَكَيْنِ
اَوْ
تَكُونَا
مِنَ
الْخَالِدينَ
"Şeytan oradan ikisinin de ayağını
kaydırttı..."[187]
ve onların yanılmalarını sağladı."[188]
Âdem ve
eşi, melek olma veya Cennet'te ebedi kalma ihtimallerini duyunca, şeytanın
kendilerine düşman olduğunu unuttular.
وَلَقَدْ
عَهِدْنَا
اِلى ادَمَ
مِنْ قَبْلُ
فَنَسِىَ
وَلَمْ
نَجِدْ لَهُ
عَزْمًا
"Ağaca yaklaşmayın" emrine sabırsızlık
edip ondan yediler."[189]
فَوَسْوَسَ
اِلَيْهِ
الشَّيْطَانُ
قَالَ يَا
ادَمُ هَلْ
اَدُلُّكَ
عَلى
شَجَرَةِ الْخُلْدِ
وَمُلْكٍ
لَايَبْلى
“Ağaçtan meyve tadınca ayıp yerleri kendilerine
açılıverdi."[190]
Allah
Âdem'e görevini hatırlatarak;
فَدَلّيهُمَا
بِغُرُورٍ
فَلَمَّا
ذَاقَا الشَّجَرَةَ
بَدَتْ
لَهُمَا
سَوْاتُهُمَا
وَطَفِقَا
يَخْصِفَانِ
عَلَيْهِمَا
مِنْ وَرَقِ
الْجَنَّةِ
وَنَاديهُمَا
رَبُّهُمَا
اَلَمْ
اَنْهَكُمَا
عَنْ
تِلْكُمَا
الشَّجَرَةِ
وَاَقُلْ
لَكُمَا
اِنَّ
الشَّيْطَانَ
لَكُمَا
عَدُوٌّ مُبينٌ
"Ben sizi o ağaçtan men etmemiş miydim?
Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?" diye seslendi."[191]
Nimetin
devamlılığı ve Cennet'te edebi kalma arzusu onların bu duruma düşmesine ve
şeytana uymalarına sebep olmuştu. Fakat hatalarını çok çabuk anladılar,
meleklerin yolunu seçerek derhal tevbe ettiler.[192]
Allah da tevbelerini kabul etti.[193]
Fakat cennette daha fazla kalmalarına müsaade etmedi ve şu emri verdi:
قَالَ
اهْبِطُوا
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ عَدُوٌّ
وَلَكُمْ فِى
الْاَرْضِ
مُسْتَقَرٌّ
وَمَتَاعٌ
اِلى حينٍ (*)
قَالَ فيهَا
تَحْيَوْنَ
وَفيهَا
تَمُوتُونَ
وَمِنْهَا
تُخْرَجُونَ
“Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir
müddet için yerleşip geçineceksiniz. Orada yaşar, orada ölür ve oradan dirilip
çıkarılırsınız..."[194]
Hz. Âdem
ile Havva, emre uyup yeryüzüne indiler, yeryüzünde tekrar emre uyup buluştular
ve Rab’lerine birlikte şöyle dua ettiler:
قَالَا
رَبَّنَا
ظَلَمْنَا
اَنْفُسَنَا
وَاِنْ لَمْ
تَغْفِرْ
لَنَا
وَتَرْحَمْنَا
لَنَكُونَنَّ
مِنَ
الْخَاسِرينَ
"Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi
bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, kaybedenlerden oluruz..."[195]
Allah
ikisinden pek çok erkek ve kadın türetti.[196]
Yeryüzünde insanlar çoğaldı. Allah, Âdem'in çocuklarını peygamber yaptı.[197]
Ondan sonra, şeytana karşı insanı peygamberlerle korudu. Artık hidayet
peygamberlerin, dalâlet de şeytanın yolu olacaktı. Âdem'in oğullarından Hâbil
ve Kabil'in kişiliğinde de Melek-Şeytan kutuplaşması vardı.[198]
Şeytanla
Âdem ve Havva arasında geçen bu hadiseden sonra Allah, şeytana karşı tedbirli
olmaları için. insanları da uyardı ve şöyle buyurdu:
يَا بَنى
ادَمَ لَا
يَفْتِنَنَّكُمُ
الشَّيْطَانُ
كَمَا
اَخْرَجَ
اَبَوَيْكُمْ
مِنَ
الْجَنَّةِ
يَنْزِعُ
عَنْهُمَا
لِبَاسَهُمَا
لِيُرِيَهُمَا
سَوْاتِهِمَا
اِنَّهُ
يَريكُمْ
هُوَ
وَقَبيلُهُ
مِنْ حَيْثُ لَا
تَرَوْنَهُمْ
اِنَّا
جَعَلْنَا
الشَّيَاطينَ
اَوْلِيَاءَ
لِلَّذينَ
لَا
يُؤْمِنُونَ
"Ey insanoğulları! Şeytan, ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten
çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve
tarafları sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost kılarız."[199]
قَالُواادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
يُبَيِّنْ لَنَا
مَا هِىَ
قَالَ
اِنَّهُ
يَقُولُ
اِنَّهَا
بَقَرَةٌ
لَافَارِضٌ
وَلَابِكْرٌ
عَوَانٌ
بَيْنَ ذلِكَ
فَافْعَلُوا
مَاتُؤْمَرُونَ
() قَالُواادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
يُبَيِّنْ
لَنَا مَالَوْنُهَا
قَالَ
اِنَّهُ
يَقُولُ
اِنَّهَا
بَقَرَةٌ
صَفْرَاءُ
فَاقِعٌ
لَوْنُهَا
تَسُرُّ
النَّاظِرينَ
"Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl
şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır.
Muhakkak size kötülüğü, hayasızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyi
söylemenizi emreder.”[200]
اِنْ
يَدْعُونَ
مِنْ دُونِه
اِلَّا
اِنَاثًا
وَاِنْ
يَدْعُونَ
اِلَّا
شَيْطَانًا
مَريدًا (*)
لَعَنَهُ
اللّهُ
وَقَالَ
لَاَتَّخِذَنَّ
مِنْ
عِبَادِكَ
نَصيبًا
مَفْرُوضًا (*)
وَلَاُضِلَّنَّهُمْ
وَلَاُمَنِّيَنَّهُمْ
وَلَامُرَنَّهُمْ
فَلَيُبَتِّكُنَّ
اذَانَ
الْاَنْعَامِ
وَلَامُرَنَّهُمْ
فَلَيُغَيِّرُنَّ
خَلْقَ
اللّهِ
وَمَنْ يَتَّخِذِ
الشَّيْطَانَ
وَلِيًّا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
فَقَدْ
خَسِرَ
خُسْرَانًا
مُبينًا (*) يَعِدُهُمْ
وَيُمَنّيهِمْ
وَمَا
يَعِدُهُمُ
الشَّيْطَانُ
اِلَّا
غُرُورًا (*)
اُولئِكَ
مَاْويهُمْ
جَهَنَّمُ
وَلَايَجِدُونَ
عَنْهَا
مَحيصًا
"Onlar Allah'ı bırakıp tanrıçalara taparlar ve:
"Elbette senin kullarından belli bir takımı alıp onları saptıracağım, develerin
kulaklarını yarmalarını emredeceğim, onlara kuruntu kurduracağım, Allah'ın
yarattığını değiştirmelerini emredeceğim" diyen, Allah'ın lanet ettiği
azgın şeytana taparlar. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen şüphesiz açıktan
açığa kayba uğramıştır. Şeytan onlara vâdediyor, onları kuruntulara düşürüyor,
ancak aldatmak için vaadde bulunuyor. İşte onların varacağı yer cehennemdir.
Oradan kaçacak yer de bulamayacaklardır."[201]
Bu
âyetler aynı zamanda insanın, şeytanın fitnesinden sakınmasının mümkün olduğunu
da gösterir. Yine bu âyetler imansızlıkla-şeytanlık, imansızlarla-şeytanlar
arasında bir yakınlık olduğunu ve şeytanın imansızların velileri, âmirleri,
işverenleri, başlarına musallat yakınları ve arkadaşları olduğunu gösterir.
Allah'ın gösterdiği doğru yoldan uzaklaşan ve O'nun koyduğu yasakları çiğneyen
kimselerin eninde sonunda mutlaka şeytanın tuzağına düşecekleri,[202]
şeytanın tuzağına düşen bu azgın kimselerin, sonunda şeytanın kendilerini
istilâ etmesine ve kayıtsız şartsız şeytanın esiri olmalarına mâni
olamayacakları bildirilmiş.[203]
وَاِنْ
اَطَعْتُمُوهُمْ
اِنَّكُمْ
لَمُشْرِكُونَ
"... Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz
müşrik olursunuz”[204] buyurulmuştur.
Şeytanın
kendilerine tesir edemeyeceği kimseler de âyetlerde şu şekilde belirtilmiştir:
وَاِمَّا
يَنْزَغَنَّكَ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
نَزْغٌ
فَاسْتَعِذْ
بِاللّهِ
اِنَّهُ سَميعٌ
عَليمٌ ()
اِنَّ
الَّذينَ
اتَّقَوْا
اِذَا مَسَّهُمْ
طَائِفٌ مِنَ
الشَّيْطَانِ
تَذَكَّرُوا
فَاِذَا هُمْ
مُبْصِرُونَ
"Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın,
doğrusu O işitir ve bilir. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan
tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler."[205]
فَاِذَا
قَرَاْتَ
الْقُرْانَ
فَاسْتَعِذْ
بِاللّهِ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
الرَّجيمِ () اِنَّهُ
لَيْسَ لَهُ
سُلْطَانٌ
عَلَى الَّذينَ
امَنُوا
وَعَلى
رَبِّهِمْ
يَتَوَكَّلُونَ
() اِنَّمَا
سُلْطَانُهُ
عَلَى الَّذينَ
يَتَوَلَّوْنَهُ
وَالَّذينَ
هُمْ بِه
مُشْرِكُونَ
"Kur'ân okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan
Allah'a sığın. Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde
bir nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, onu dost edinenler ve Allah'a ortak
koşanlar üzerindedir."[206]
وَاِذْ
قَالَ
رَبُّكَ
لِلْمَلئِكَةِ
اِنّى
خَالِقٌ
بَشَرًا مِنْ
صَلْصَالٍ
مِنْ حَمَأٍمَسْنُونٍ
“Allah'ın hâlis kullarına te'sir edemeyeceğini,
şeytan, bizzat kendisi de itiraf etmiştir.”[207]
Her
insana bir şeytan verilişi: Yüce Allah insanı, yol gösteren bir melekle
desteklediği gibi, onun yanına, kendisine vesvese veren, kötülüğü süslü
gösteren, münkere teşvik eden ve fitneye çağıran bir de şeytan vermiştir. Bu
konuda peygamberlerle diğer insanlar arasında hiç bir ayırım yapılmamıştır.
Şöyle ki:
وَكَذلِكَ
جَعَلْنَا
لِكُلِّ
نَبِىٍّ عَدُوًّا
شَيَاطينَ
الْاِنْسِ
وَالْجِنِّ
يُوحى
بَعْضُهُمْ
اِلى بَعْضٍ
زُخْرُفَ
الْقَوْلِ
غُرُورًا
وَلَوْ شَاءَ
رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ
فَذَرْهُمْ
وَمَا
يَفْتَرُونَ (*)
وَلِتَصْغى
اِلَيْهِ
اَفِْدَةُ
الَّذينَ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاخِرَةِ
وَلِيَرْضَوْهُ
وَلِيَقْتَرِفُوا
مَاهُمْ
مُقْتَرِفُونَ
“Böylece biz her peygambere insan ve cin
şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı (içi
bozuk dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler."[208]
Yani
vahy eder gibi seri bir ima ve işaretlerle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin
ederler ki bunların sade dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların
şeytanlıklarına meftûn olurlar. Hz. Peygamber
de bir soru üzerine: "Her insanın yanında bir şeytan vardır"
buyurmuş, "Seninle de mi ey Allah'ın elçisi?" diye sorulduğunda,
"Evet, fakat Rabbim ona karşı bana yardım etti de, o da bana teslim
oldu" cevabını vermiştir.[209]
Kitâb-ı Mukaddes'te belirtildiğine göre şeytan Eyyûb Peygamber'e de kötülükte
bulunmuş, İsâ (a.s)'a da musallat olmuştu:
İnsanı
şeytana tutsak eden nefsî hastalıklar: Zayıflık, ümitsizlik, emelsizlik,
şımarıklık, aşırı sevinç, kendini beğenmişlik, yersiz övünme, zulüm, azgınlık,
inkâr, nankörlük, acelecilik, başıboşluk, serserilik, cimrilik, aç gözlük,
hırs, münakaşa, gösteriş, şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, düşmanlıkta
katılık, aldatma, yalan iddiâ, sabırsızlık, şikâyet ve yakınma, infak etmeme,
isyankârlık, inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala düşkünlük ve dünyaya dört
elle sarılma.
Nefis
bu hastalıklardan kurtulup mutmain olunca içini Allah'ın zikri, şeytandan
sakınma, güç ve gayretin Allah ile mümkün olduğunu itiraf etme, gökleri ve yeri
ayakta tutan ve yok olmaktan koruyan Allah'a yönelme gibi, insanın maneviyatını
güçlendiren ve rûhi kalitesini yükselten faziletlerle dolar. Bu duruma yükselen
insandan şeytan artık çekinmeye başlar ve onunla karşılaştığı yolunu
değiştirir.[210]
Nitekim
Hz. Ömer bunun en güzel örneğidir. Hz. Peygamber ona hitaben şöyle demiştir:
"Ey Hattâboğlu Ömer, şeytan aslâ
seninle karşılaşmaz. Sen bir yoldan giderken, o muhakkak senin yolundan başka
bir yola yönelir gider.”[211]
Şeytana
uyanların durumu ve âhirette hesaplaşma: Hz. Adem'in yaratılışı ile meydana
gelen bu imtihanda, şeytanın, nefsânî hislerine tâbi olarak melekler arasındaki
makâmdan şekâvetin en aşağı mertebesine düşmesi ne kadar acıklı ise, hiç şüphe
yok ki, meleklerin secde ettiği varlık olmak şerefine mazhar olan insanın, apaçık
düşmanı olan şeytanın izine ve huyuna uyarak o ulvî makâmdan düşüşü ve onun
âkıbetine iştirak edişi ondan daha acıklı olacaktır. Allah Kıyamet günü,
insanları doğru yoldan uzaklaştıran kötü gruba hitaben şöyle der:
وَيَوْمَ
يَحْشُرُهُمْ
جَميعًا يَا مَعْشَرَ
الْجِنِّ
قَدِ
اسْتَكْثَرْتُمْ
مِنَ
الْاِنْسِ
وَقَالَ
اَوْلِيَاؤُهُمْ
مِنَ
الْاِنْسِ
رَبَّنَا
اسْتَمْتَعَ
بَعْضُنَا
بِبَعْضٍ
وَبَلَغْنَا
اَجَلَنَا الَّذى
اَجَّلْتَ
لَنَا قَالَ
النَّارُ
مَثْويكُمْ
خَالِدينَ
فيهَا اِلَّا
مَا شَاءَ اللّهُ
اِنَّ
رَبَّكَ
حَكيمٌ
عَليمٌ
"...Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan
çıkardınız. İnsanlardan onlara uymuş olanlar, "Rabbimiz! Bir kısmımız bir
kısmımızdan faydalandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık "
derler. Allah, "Cehennem, Allah 'ın dilemesine bağlı olarak, temelli
kalacağınız durağınızdır" der.[212]
İnsanlara
hitâben de:
وَامْتَازُوا
الْيَوْمَ
اَيُّهَا
الْمُجْرِمُونَ
(*) اَلَمْ
اَعْهَدْ
اِلَيْكُمْ
يَا بَنى ادَمَ
اَنْ لَا
تَعْبُدُوا
الشَّيْطَانَ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُبينٌ (*)
وَاَنِ
اعْبُدُونى
هذَا صِرَاطٌ
مُسْتَقيمٌ (*)
وَلَقَدْ
اَضَلَّ
مِنْكُمْ
جِبِلًّا
كَثيرًا
اَفَلَمْ
تَكُونُوا
تَعْقِلُونَ (*)
هذِه
جَهَنَّمُ
الَّتى
كُنْتُمْ
تُوعَدُونَ (*)
اِصْلَوْهَا
الْيَوْمَ
بِمَا
كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ
"...Ey insanoğulları! Ben size, şeytana
tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur,
diye bildirmedim mi? And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştı,
akletmez miydiniz? İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bugün,
inkârcılığınıza karşılık oraya girin”[213] buyurmuştur.
Diğer
bir kıyamet sahnesinde de şeytan, kendisine uyanları kınayacak ve şöyle
diyecektir: "İş olup bitince şeytan:
وَقَالَ
الشَّيْطَانُ
لَمَّا
قُضِىَ الْاَمْرُ
اِنَّ اللّهَ
وَعَدَكُمْ
وَعْدَ الْحَقِّ
وَوَعَدْتُكُمْ
فَاَخْلَفْتُكُمْ
وَمَا كَانَ
لِىَ عَلَيْكُمْ
مِنْ
سُلْطَانٍ
اِلَّا اَنْ
دَعَوْتُكُمْ
فَاسْتَجَبْتُمْ
لى فَلَا
تَلُومُونى
وَلُومُوا
اَنْفُسَكُمْ
مَا اَنَا بِمُصْرِخِكُمْ
وَمَا
اَنْتُمْ
بِمُصْرِخِىَّ
اِنّى
كَفَرْتُ
بِمَا
اَشْرَكْتُمُونِ
مِنْ قَبْلُ
اِنَّ
الظَّالِمينَ
لَهُمْ عَذَابٌ
اَليمٌ
"Doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben
de size söz verdim ama, sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfûzum yoktu;
sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık
ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı
daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zâlimlere can yakan bir azâb vardır” der.”[214]
Yaratılış hikmeti: Alimler, şeytanın yaratılmasında
bir takım hikmetlerin bulunduğunu söylemişlerdir.
a-
Allah, eşyayı zıdlarıyla birlikte yaratmıştır ki, biri diğerinden
ayırdedilebilsin ve aralarındaki fark insanlar tarafından anlaşılabilsin.
Şeytan da yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden biri olan, hak ve hayrı
tavsiye eden meleklerin varlığına mukabil yaratılmıştır.
b-
Şeytanın yaratılmasındaki bir başka hikmet de, Allah'ın üstünlük ifade eden,
Kahhâr, Müntekîm, Adl, Dâl, Şeddü'l-ikâb, Serîul'-hisâb, Hâfid, Rafi', Muizz,
Müzill gibi isimlerinin tecelli edecekleri bir varlığın gerekli olmasıdır. Zira
bu isimler taalluk edecekleri bir varlığı gerektiren kemâl sıfatlarıdır. Şayet
ins ve cin melek tabiatında olsaydı, bu isimlerin eseri ve neticesi ortaya
çıkamazdı.
c- Eğer
şeytan yaratılmamış olsaydı, Allah'ın hıfz, afv, mağrifet, rahmet, günahları
örtme ve bağışlama gibi hususları ihtiva eden kemal sıfatlarının ve isimlerinin
tecelli etmesi mümkün olmazdı. Peygamberimiz bunu veciz bir şekilde şöyle dile
getirmektedir: "Eğer sizler günah işlemeseydiniz, Allah muhakkak ki
sizleri giderirdi de, fertleri günah isleyip, mağfiret dileyecek ve Allah'ın
kendilerine mağfiret edeceği bir kavim getirirdi.” [215]
d-
Şeytan yaratılmamış olsaydı, Allah'a ibâdet ve itâatten söz etmek mümkün
olmazdı. Zira belli fiillerin ibadet, teat, hayır ve hasen oluşu ancak
zıdlarının varlığı ile bilinebilir ki, insanlara şer ve çirkin fiillerde yol
gösteren şeytandır. [216]
İslam;
itikadi, ameli ve ahlaki hükümleriyle kendine özgü bir hayatı amaç edinir.
İslam’ın söz konusu hükümleri uygulama alanına getirildiğinde, gerek toplum,
gerekse toplum içinde fert, rahat ve huzur içinde olur. Her an Allah’ın
kontrolü ve murakabesi altında olduğunu hissederek yaşayan kişi, elbette
kendisine ve çevresine yararlı işlerin peşinde koşar...
Meleklere
imanla İslami hayatın kurulup işlenmesinde, gayenin gerçekleşmesinde, ahlaklı,
faziletli, inançlı, canlı ve dinamik bir hayatın oluşmasında, onların her an
insanların söz ve işlerini kaydettiğini kabul eden bir insan için başka bir
kontrol ve murakabe mekanizmasına herhalde ihtiyaç yoktur.
Hafaza
Meleklerinin koruma polisleri gibi insanın çevresinde bulunduğuna inanan insan
için bundan daha güvenli bir ortam düşünülebilinir mi? Her an insanın yaptığı
iyi ve kötü amellerin dosyasının tutulduğu ve bunların ahirette, en büyük imtihan
gününde kişiye mutlaka teslim edileceği ve bu dosya ile, yani amel defterleri
ile kişinin ebedi saadete veya cezaya kavuşacağı inancı meleklere imanın
eseridir.
Böyle
bir imanla kalbi dolu olan insandan elbette kendisine, ailesine, çevresine,
yaşadığı topluma zarar değil yarar gelecek, meleklere içtenlikle inanan böyle
bir insan, şer değil, hayır insanı olacak, adeta melekleşecektir.
İslam’ın
hedefi; insanı inançlı, medeni, faydalı, faziletli, ahlaklı, doğru, dürüst hale
getirerek yaptığı işlerinin dünyada ve ahirette kendisine yararlı olmasını
sağlamaktır. Meleklere iman bu konuda insana en büyük yardımcıdır. Çünkü bu
iman sayesinde insan, söz ve davranışlarına çeki düzen verir. Allah’ı ve
ahireti her an hatırlayarak sorumluluğunu düşünür. Kendisine yapılmasını
istemediği bir şeyi başkalarına yapmak istemez. Diğer insanların malına,
canına, namusuna saygılı olur. Yaptığı bütün işlerin kaydedildiği düşünerek,
ahirette hesabını veremeyeceği söz ve davranışlardan çekinir.
Meleklere
iman, ferdin ve toplumun eğitilmesinde, doğruluk ve dürüstlüğün yerleşip
kökleşmesinde, sorumluluk duygusunun pekişmesinde, ölçülü ve faydalı söz ve
davranışların yaygınlaşmasında, hayır ve iyilik örneği melek tabiatlı
insanların toplumda çoğalmasında büyük önem taşır. Kişinin yakın ve uzak amacı
Allah’a ulaşmaktır. Meleklere iman, bunun gerçekleşmesinde ara unsur
olmaktadır.
b)
İlahi Kitapların Gönderiliş Sebepleri
e) Ehli Kitabın Bugünkü Durumu
f) Medeniyet
ve Ortak Değerler
Genel Bir Bakış
İmanın
esaslarından biri de, Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlara gönderdiği
kitaplara inanmaktır. Allah-u Tealâ Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde
kitaplara inanmanın ehemmiyetinden bahseder:
وَالَّذينَ
يُؤْمِنُونَ
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
وَمَا
اُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلِكَ وَبِالْاخِرَةِهُمْ
يُوقِنُونَ
“Yine
onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de
kesinkes inanırlar.”[217]
وَامِنُوا
بِمَا
اَنْزَلْتُ
مُصَدِّقًا لِمَا
مَعَكُمْ
وَلَاتَكُونُوا
اَوَّلَ
كَافِرٍ بِه
وَلَاتَشْتَرُوا
بِايَاتى ثَمَنًا
قَليلًا
وَاِيَّاىَ
فَاتَّقُونِ
“Elinizdekini (Tevrat'ın
aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin. Sakın onu inkâr
edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden
(benim azabımdan) korkun.”[218]
اُولَئِكَ
الَّذِينَ
اشْتَرَوُا
الْحَيَوةَ
الدُّنْيَا
بِاْلاَخِرَةِ
فَلاَ يُخَفَّفُ
عَنْهُمُ
الْعَذَابُ
وَلاَ هُمْ
يُنْصَرُونَ
“İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını
satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine
yardım edilecektir.”[219]
وَاِذَا
قيلَ لَهُمْ
امِنُوا
بِمَا اَنْزَلَ
اللّهُ
قَالُوا
نُؤْمِنُ
بِمَا
اُنْزِلَ
عَلَيْنَا
وَيَكْفُرُونَ
بِمَا
وَرَاءَهُ
وَهُوَ
الْحَقُّ
مُصَدِّقًا
لِمَا مَعَهُمْ
قُلْ فَلِمَ
تَقْتُلُونَ
اَنْبِيَاءَ
اللّهِ مِنْ
قَبْلُ اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنين
“Kendilerine:
Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene
(Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur'an
kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. (Ey
Muhammed!) Onlara: Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın
peygamberlerini neden öldürüyordunuz? deyiver.”[220]
Allah Teâlâ
insanlara gönderdiği Peygamberlerin bir kısmına, birer de kitap indirmiştir. Bu
kitaplarda Allah, insanlara emir ve yasaklarını bildirmiş; onlara iyiyi, güzeli
öğretmiş, doğru yolu göstermiştir.
İşte bu
kitaplara, Allah'ın kitapları mânasına İlâhî Kitaplar denir. Ayrıca semâvî
kitaplar, mukaddes kitaplar adı da verilir. İslâm dîni Allah'ın indirdiği bütün
İlâhî Kitaplara inanmayı emreder. Bu îmanın özü şudur:
Her Peygambere
vahiy gelmiştir. Bâzı Peygamberlere gelen vahiyler, bir araya getirilerek
müstakil birer kitap halini almıştır. Kendilerine kitap verilmeyen peygamberler
ise, daha önce indirilmiş olan İlâhî bir kitaba tâbi olmuş, onun hükümlerini,
gönderildikleri insanlara anlatmışlardır. Kur'an, en son İlâhî Kitaptır. Son
Peygamber Hz. Muhammed (a.s)’e indirilmiştir.
Kur'an'da
çeşitli peygamberlerden bahsedilmekte ve bu peygamberlerden bâzılarına kitaplar
verildiği anlatılmaktadır. Her müslüman, Kur'an'a inandığı gibi, Kur'an'ın
haber verdiği bu İlâhî kitaplara da inanmalıdır. Bu îman, İslâm'ın inanç
esasları arasında mühim bir yer tutar. Çünkü Kur'an da, daha önce indirilmiş
İlâhî kitaplar gibi bir İlâhî kitaptır. Geçmişteki İlâhî kitaplara inanmak
Kur'an'a inanmayı gerektirdiği gibi, Kur'an'a inanmak da geçmişteki İlâhî
kitapların varlığını kabûl etmeyi icap ettirir
İlâhî Kitaplar
Kur'an'dan
önce indirilmiş olan İlâhî Kitaplar ikiye ayrılır:
1. Küçük
kitaplar,
2. Büyük
kitaplar.
Kur'an'dan
önce indirilmiş olan küçük kitaplara, sahifeler mânasına "Suhuf"
denir. Bunlar, kitap denemeyecek hacimde birkaç formalık kitapçık veya
risaleciklerdir. Hepsi 100 sahifedir.
Kendilerine
suhuf verilen Peygamberler: Adem, Şît, İdris ve İbrahim Peygamberlerdir.
Bunlardan Adem Peygambere 10 sahife, Şît Peygambere 50 sahife, İdris Peygambere
30 sahife ve İbrahim Peygambere 10 sahife verilmiştir.
Kur'an'ın
dışındaki büyük kitaplar üç tanedir. İsimleri: Tevrât, Zebûr ve İncil'dir.
Böylece Kur'an'la birlikte 4 büyük kitap olmuş olur.Bunlardan Tevrat, Mûsâ
Peygambere, Zebûr Dâvud Peygambere, İncil de İsâ Peygambere indirilmiştir.
Kur'an ise, hepimizin bildiği gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (as)’a
indirilmiştir.
Diğer İlâhî Kitaplarla Kur'an Arasındaki Fark
Kur'an'dan
önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın
peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir. Bunların
zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır.
Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır.
Meselâ
Tevrat'ın, Hz. Mûsâ'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ
bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından
muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Mûsâ'dan çok sonra bâzı din
adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din
kitabı olarak kabûl edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve
karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Mûsâ'ya indirilen
Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere
yakışmayacak isnat ve iftiralar yer almakta; tevhid dininin ruhuna aykırı düşen
hükümler bulunmaktadır.
Dâvud (a.s)’a
gelen Zebûr da, Tevrat'ın mâruz kaldığı âkıbetten kurtulamamıştır.
İncil'e
gelince, Hz. İsâ (a.s) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30
yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç
sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı
irşat için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudîlerin kışkırtmasıyla
Romalı idareciler tarafından sürekli tâkip altında idi.
Bu durumda
İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde
mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsâ'nın
havârilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşatlarını ihtiva eden bir siyer
kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsâ'nın
havârileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsâ'ya gelen İlâhî
sözleri onlardan dinleyenlerdir.
Eldeki mevcut
İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu
İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün
kararı ile kabûl edilmiştir. Bu heyet, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318
üyenin ittifakı ile aralarında Hz. İsâ'nın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren
bugünkü 4 İncil'i kabûl edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.
Görüldüğü
gibi, Hz. İsâ'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsâ'dan yıllar
sonra bir meclis kararı ile kabûl edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan
kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4 İncil'in, Hz. İsâ'ya indirilen
İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
Allah
kelam sıfatıyla mevsuftur. Onun kelam sıfatı vardır. O kelamla mütekellimdir.
Yani konuşandır. Kitaplar Allah’ın kelam sıfatının tezahürüdür. Allah’ın
insanlara kitaplar göndermesi bir kelamla konuşan Allah’ın fiilidir.
Allah,
insanlardan seçtiği nebi ve Resullerine vahiy yoluyla konuşmuş, kitaplar
göndermiştir. Vahyin mahiyetini bilmek, anlamak, kavramak o hali yaşamayan
insan için imkansızdır. Fakat vahyin sonucunda karşılaşan eser, vahiy hakkında
bilgi verebilir. Vahiy lambada yanan elektrik gibi görülmez, ama lambada yanan
ışığı ona delildir. Işığının varlığından elektriğin varlığı anlaşıldığı gibi,
kitabın, sözün, varlığında vahyin varlığı kavranılır, ama özü hiçbir zaman
idrak edilmez.
İlahi
kitaplara Semavi kitaplar dendiği gibi, Kütüp-i Münezzele, yani inzal olunan
kitaplar da denir. Allah katından Peygamberler aracılığıyla insanlara
gönderildiği için ilahi kitaplara bu isimler verilmiştir.
Mukaddes
kitapların hepsinin Allah’ın katından gönderildiği kesindir. Ancak, Kur’an-ı
Kerim dışındaki ilahi kitapların hiçbiri asıllarını koruyamamışlardır. Bunlar
insanlar tarafından tahrif edilmiş, asıllarını kaybetmişlerdir.
Her
ilahi kitap, gönderildiği zaman ve mekandaki insanların ihtiyaçlarını
karşılamak amacındaydı. Bu amaç o devirdeki emir ve yasakların uygulamasını
göstermiş ve bunların yaşanabilir olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Kaynağı
Allah olan ilahi kitaplarda, peygamber olarak dahi insanın hiçbir katkısı
yoktur. İlahi kitaplar söz ve anlam olarak Allah’ın eseridirler. Ancak bugün
için bu hükmün geçerliliği ancak Kur’an hakkında söz konusudur. Diğer kitaplar
da aynı durumdaydı. Ancak sonradan insan eli onları bozmuştur.
İlahi
kitapların amacı ve gönderiliş sebeplerinin başında insanlığın dünya ve ahiret
mutluluğunu sağlamak gelir.
İnsanı
ve içinde yaşadığı alemi yaratan Allah, rahmetinin eseri olarak, insanın hayatı
boyunca takip edeceği itikad, ibadet, ahlak ve fazilet esaslarıyla, ilahi emir
ve yasakları ihtiva eden kitap ve sahifeleri ilk insandan itibaren
göndermiştir.
İnsanlık
Allah’ın emir ve yasaklarını ilahi kitaplardan öğrenerek O’na layık kul olmanın
yol ve çarelerini araştırmıştır. Hidayet, dalalet, hayır, şer, iyilik, kötülük
v.b. kavramları insanlığa öğretmek, ilahi kitapların en önemli amacıdır.
İnsanlığın en yüce gayesi olan Allah’ı bilmek, tanımak ve ancak ona ibadet
etmek, ilahi kitapların gönderilişinin asıl sebebi olmaktadır.
İnsanların
ayrılığa, anlaşmazlığa, bölünmeye ve parçalanmaya düşecekleri ve düştükleri,
her an görülen ve değişmeyen gerçeklerden biridir. O halde onların ayrılığa
düşmeleri hususlarda hüküm verecek bir belgenin, herkesin aynı oranda kabul
ettiği bir ölçünün bulunması gerekir. İnsanlar ne zaman anlaşmazlığa
düşerlerse, hemen ona başvursunlar ve aralarındaki ayrılık, anlaşmazlık ortadan
kalksın. İnsanların yeryüzü hayatları boyunca, onlara her an rehberlik,
kılavuzluk, yol göstericilik yapan cihan şümul, evrensel ilkeleri, geniş
kapsamlı hükümleri ihtiva eden bir kıstasın bulunması aklın kabul edeceği
hususlardandır. İşte bütün bunların yer aldığı maddi olan bir kitaptır.
Kitabın
kendisi bizzat birleştiricidir, toplayıcıdır, anlaşmazlıkları gidericidir,
teskin edicidir, aydınlatıcıdır, güç, kuvvet, birlik kaynağıdır, atılımlar
odağıdır. Sıkıntıların, üzüntülerin son bulduğu, devanın, şifanın elde edildiği
sağlık pınarı kitaptır. İlim, kurtuluş, bütün olumlu hayat ilkeleri kitaptadır.
Yüce Alllah (cc) Kur’an-ı Kerim de:
كَانَ
النَّاسُ
اُمَّةً وَاحِدَةً
فَبَعَثَ
اللّهُ
النَّبِيّنَ
مُبَشِّرينَ
وَمُنْذِرينَ
وَاَنْزَلَ
مَعَهُمُ
الْكِتَابَ
بِالْحَقِّ
لِيَحْكُمَ بَيْنَ
النَّاسِ
فيمَا
اخْتَلَفُوا
فيهِ وَمَااخْتَلَفَ
فيهِ اِلَّا
الَّذينَ
اُوتُوهُ
مِنْ بَعْدِ
مَاجَاءَتْهُمُ
الْبَيِّنَاتُ
بَغْيًا
بَيْنَهُمْ
فَهَدَى
اللّهُ
الَّذينَ
امَنُوا
لِمَا اخْتَلَفُوا
فيهِ مِنَ
الْحَقِّ
بِاِذْنِه
وَاللّهُ
يَهْدى مَنْ
يَشَاءُ اِلى
صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ
“İnsanlar bir tek ümmet
idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi.
İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için,
onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine
kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan
ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde
ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola
iletir.”[221]
Suhuf,
sahifenin çoğuludur. Sahifeler anlamınadır. Sahife, “Sahf” dan türetilmiştir. Sahf ise yazılmış bir şey
demektir. Mushaf da sahf’dan gelir. Yazılı sahifeler manasına Kur’anı Kerim
için kullanılır.
İlahi
emirler insanlara az olduğu devirlerde sahifeler halinde gelmiştir. O çağlarda
insanın ihtiyaçları kısıtlı, yaşama seviyesi sınırlıydı. İnsanların
ihtiyaçlarına ve seviyelerine göre Allah tarafından ilk insan ve ilk Peygamber
Hz. Adem (a.s) itibaren vahiyler gönderilmeye başlanmıştır. Kur’an-ı Kerim de:
اِنَّ
هَذَا لَفِى
الصُّحُفِ
اْلاُولَى, صُحُفِ
اِبْرَهِيمَ
وَمُوسَى
“Şüphesiz bu (anlatılanlar), önceki kitaplarda
vardır. İbrahim ve Musa'nın kitaplarında.”[222]
Allah’u
tela tarafından gönderilen kitapların bir kısmına sayfalar denir ki, bu birkaç
sayfalık ufak bir kitap demektir. Bunlar:
-Hz.
Adem (as)’a 10 sayfa,
-Hz.
Şit (as)’a 50 sayfa,
-Hz.
İdris (as)’a 30 sayfa,
-Hz.
İbrahim (as)’a 10 sayfa
Bu
sayfalardan hiç biri mevcut değildir. Bize kadar ulaşamamış ve muhafaza
edilememiştir.
Zebur :
Davut (as) indirilmiştir. Kitap ve mektup
manalarının yanında, yazı yazmak anlamında gelen z-b-r- kökünden iştikak
etmiştir. Kur’an da üç (3) yerde, Zebur’un Davut (a.s) verildiği zikredilir:
اِنَّا
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
كَمَا اَوْحَيْنَا
اِلى نُوحٍ
وَالنَّبِيّنَ
مِنْ بَعْدِه
وَاَوْحَيْنَا
اِلى
اِبْرهيمَ
وَاِسْمعيلَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
وَالْاَسْبَاطِ
وَعيسى
وَاَيُّوبَ
وَيُونُسَ
وَهرُونَ وَسُلَيْمنَ
وَاتَيْنَا
دَاوُدَ
زَبُورًا
“Biz Nuh'a ve ondan
sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim)
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbâta (torunlara), İsa'ya, Eyyûb'e,
Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebûr'u verdik.”[223]
Zebur,
ilahiler, hikmetli sözler kitabıydı. Hz. Davud (as) onu meşhur sesiyle, Allah’a
dua makamında, yalvarma, yakarma şeklinde okurdu.
Bugün
Ahd-i Atik içerisinde “Mezamir” olarak yer alır. Halen kiliselerde ayinlerde
okunur.
Tevrat
Musa (a.s)’a indirilmiştir. İbranîce bir
kelime olan Tevrat, talim, şeriat, kanun, öğreti anlamlarına gelir. Kanun,
talim anlamına da gelen Tevrat için Allah (cc) beyanı onun bir nur ve yol
gösterici olduğudur.
Tevrat, Hz. Mûsâ'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün
hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen
Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz.
Mûsâ'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı
imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabûl edildiği bilinen tarihî
gerçeklerdendir.
Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan
bir kitabın Hz. Mûsâ'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu
yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnat ve iftiralar yer almakta;
tevhid dininin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim de:
نَزَّلَ
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
وَاَنْزَلَ
التَّوْريةَ
وَالْاِنْجيلَ
“(Resûlüm!) O, sana Kitabı hak ve önceki kitapları
tasdik edici olarak indirdi, Tevrat ile İncil'i ve Furkan'ı indirmişti.”[224]
Yahudilerin
elindeki şu an Tevratlar, tarih boyunca Yahudilerin geçirdikleri maceraları,
yaşadıkları olayları hikaye eden destan tarzında birer tarih kitabı mesabesinde
olup, Yahudi hahamları tarafından değişik zaman ve mekanlarda yazıldıkları
kesindir. Bu konuya Kur’an-ı Kerim de şöyle temas edilir:
اَفَتَطْمَعُونَ
اَنْ
يُؤْمِنُوا
لَكُمْ وَقَدْ
كَانَ
فَرِيقٌ
مِنْهُمْ
يَسْمَعُونَ
كَلاَمَ
اللهِ ثُمَّ
يُحَرِّفُونَهُ
مِنْ بَعْدِ
مَا
عَقَلُوهُ
وَهُمْ
يَعْلَمُونَ
“Şimdi (ey müminler!)
onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre,
Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif
ederlerdi.”[225]
İncil
Hz. İsa (a.s)’a indirilmiştir. İncil
kelimesinin Yunancası Evangelium’dur. Kur’an-ı Kerim de İncil olarak geçer ve
Beşaret, müjde, talim, öğreti anlamlarına gelen İncil için Allah’ın beyanı onun
yol gösterici, aydınlatıcı ve Tevrat’ı tasdik edici ve öğüt olduğudur. Kur’an-ı
Kerim de:
وَقَفَّيْنَا
عَلَى
اَثَارِهِمْ
بِعِيسَى
ابْنِ
مَرْيَمَ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ
مِنَ
التَّوْرَيةِ
وَاَتَيْنَاهُ
اْلاِنْجِيلَ
فِيهِ هُدًى
وَنُورٌ وَمُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
مِنَ التَّوْرَيةِ
وَهُدًى
وَمَوْعِظَةً
لِلْمُتَّقِينَ
“Kendinden önce gelen
Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu İsa'yı
arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nûr bulunmak,
önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere
İncil'i verdik.”[226]
İncil, Hz. İsâ (a.s) kendisine gelen vahiyleri
yazdırmamıştı. Çünkü 30 yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik
vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden
şehire dolaşıp, halkı irşât için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten
Yahudîlerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli tâkip altında
idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti.
Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve
içinde Hz. İsâ'nın havârilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşatlarını ihtiva
eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar
Hz. İsâ'nın havârileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsâ'ya gelen
İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.
Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış
farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te
toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabûl edilmiştir. Bu heyet,
yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarında Hz. İsâ'nın
ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü 4 İncil'i kabûl edip diğerlerini
yakıp imha etmişlerdir.
Görüldüğü gibi, Hz. İsâ'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu
prensibi, Hz. İsâ'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabûl edilmiştir.
Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4
İncil'in, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün
değildir.
Sonuç olarak, biz müslümanlar, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud ve Hz. İsâ (a.s)'a
Tevrat, Zebûr ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu
kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız.
Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları
kaybolmuştur.
Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan
kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur
diyemeyiz. Fakat, içine hurâfe ve bâtıl itikatların karıştığı da bir vâkıadır.
Bu sebeple, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a
uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabûl ederiz. Kur'an'a zıt düşen
hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O
kitapların Kur'an'a uygunluk veya zıt düşme durumu söz konusu olmayan
haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy
eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.
Bu hususta Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demiştir:
"Ehl-i Kitap, Tevrat'ı İbrani’ce (metni) ile
okurlar, Arap diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah
(a.s) ashabına şöyle buyurdu:
-Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzip
ediniz. Ancak deyiniz ki:
"Biz Allah'a, bize
indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup ve torunlarına
indirilenlere; Mûsa'ya ve İsâ'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları
katından gönderilen (kitap ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine
inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz (Allah'a)
teslim olmuş Müslümanlarız"[227]
Kur’an-ı Kerim
Allah’ın
son peygamberi Hz. Muhammed (as) vasıtasıyla insanlığa gönderdiği son
kitabıdır. Vahy Meleği Cebrail (a.s) Kur’an-ı Kerimi Hz. Muhammed (as)’a
getirmiş, o da hiçbir değişiklik yapmadan bütün insanlığa tebliğ etmiştir.
Kur’an-ı Kerim, 114 sure, 6000 den fazla ayet ihtiva etmektedir.
Kur’an-ı
Kerim Allah’ın kelamıdır. Cebrail (as) ve Hz. Muhammed (a.s) sadece birer
tebliğcidirler.
وَاِذَا
جَاءَ هُمْ
اَمْرٌ مِنَ
اْلاَمْنِ اَوِ
الْخَوْفِ
اَذَاعُوا
بِهِ وَلَوْ
رَدُّوهُ
اِلَى
الرَّسُولِ
وَاِلَى
اُولِى
اْلاَمْرِ
مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ
الَّذِينَ
يَسْتَنْبِطُونَهُ
مِنْهُمْ
وَلَوْلاَ
فَضْلُ اللهِ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَتُهُ
لاَتَّبَعْتُمُ
الشَّيْطَانَ
اِلاَّ
قَلِيلاً
“Onlara güven veya korkuya
dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu, Resûle veya aralarında
yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü
anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti
olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz”[228] ayeti bu gerçeği bildirmektedir.
Kur’an-ı
Kerim’in nazil edilmesiyle, diğer kitapların hükmü kalmamış, yürürlükten
kaldırılarak, nesh edilmiştir. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim nesh olunan
kitaplardaki bazı konulara temas etmiş, tahrif olunan olayları gerçek yüzüyle
ortaya koymuştur. Diğer kitapların aslı bozulduğu halde, Kur’an-ı Kerim Hz.
Peygamber (as) tarafından tebliğ edildiği şekliyle, hiçbir harf ve kelimesi
değiştirilmeden on beş asırdır insanlığa hidayet ve ışık saçmaktadır.
Hz.
Muhammed (as) Kur’an-ın tebliğcisi, öğreticisi, ilk uygulayıcısı ve Allah’ın
elçisi olarak önemi vardır. Kur’an-ın inişi okunuşu, ezberlenişi, kaydedilişi,
yazılışı ve muhafaza edilişi insanlık tarihi boyunca hiçbir kitabın nail
olmadığı ve olamayacağı bir üstünlüktedir.
اِنَّا
نَحْنُ
نَزَّلْنَا
الذِّكْرَ
وَاِنَّا
لَهُ
لَحَافِظُونَ
“Kur’an'ı kesinlikle biz
indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”[229]
Sonuç olarak, Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa
İlâhî fermanı olan Kur'an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur.
Peygamber Efendimiz kendisine nâzil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan
sahâbelerine okur, sahâbeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan
ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nâzil olan âyetleri
ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede
yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrâil (a.s)
vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni
yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış,
nereye neyin gireceği belli olmuştur.
Ayrıca Cebrâil (a.s) her Ramazanda gelir, o güne kadar
nâzil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu. Efendimizin
vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibrîl yine gelmiş, ancak bu sefer
Kur'an'ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibrîl
okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz.
Cibrîl dinlemişti. Böylece Kur'an, son şeklini almıştı.
Bununla beraber, Hz. Peygamber (a.s)'ın sağlığında Kur'an,
henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar
halinde Sahâbeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hâfızalarda ezberlenmiş
halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde
bilinmekteydi.
Nihayet Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında görülen lüzum
üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli
hâfızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir
araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi.
Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını
getirip bu komisyona teslim ettiler. Hâfızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği
ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği
şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitap hâline
getirilmiş oldu. Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama
diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyledir.
Yahudiler
arasında birbirlerine çok kötü isnatlar, iftiralar olduğu gibi Hıristiyanlar da
Katolik, Protestan ve İlove iddialarıyla
birbirlerini itham etmektedirler. Bütün bunlar Hz. İsa (a.s) inmiş olan gerçek
İncilin bulunamayışı yüzündendir. Kur’an gibi aslı muhafaza edilmiş bir kitabın
Hıristiyanların elinde olmayışı, Hz. Muhammed (a.s) gibi açık seçik olarak
bilinen bir peygambere sahip olmayışları onları tarih boyunca haçlı bir
zihniyete itmiştir.
En
sonunda bu temelsizlik, yanlışlık üzerine kurulan düzensizlik yüzünden
hınçlarını kiliseden koparak dinsizlikte aramışlar. Fakat oda derde deva
olamamıştır. Tevrat ve İncilin durumları apaçık ortadadır. Onların kesinlikle
asıl nüshaları yoktur. Belki içlerinde bazı ilahi hakikatler halen mevcuttur
ama bütün olarak onların beşeriyetin ilahi kitapları olmaları mümkün değildir.
Tüm insanlığa hitap eden kurtuluşun, mutluluğun kendinde olduğunu beyan eden
tek ilahi kitap Kur’an-ı Kerim’dir.
Bugünkü
Ehl-i Kitapla olan bağlarımızı Ulema şu maddelerle belirlemişlerdir:
1)
Kendi dinlerini sembolü olan haç ve zünnarlarını takmaları
2)
Müslümanları aldatmamaları ve Müslümanlara zarar vermemeleriyle beraber
gelebilecek herhangi bir zararı Müslümanlara haber vermeleri
3)
Müslüman mabetlerine herhangi bir zarar vermeden, gezip görmeleri
4)
Karşılıklı saygı ile dine ve peygamberlere hakaret etmemeleri
5) Hata
ve yanlışlıkları için kendi dinlerine göre mahkeme edilmeleri
İslam
dininin tün insanlığa tanıdığı hak ve hukuku Ehl-i Kitaba da vermiştir. Yalnız
bunlara diğer dinlerdeki insanlardan biraz daha tolerans tanınmıştır. Kur’an-ı
Kerim de:
اَلْيَوْمَ
اُحِلَّ
لَكُمُ
الطَّيِّبَاتُ
وَطَعَامُ
الَّذينَ
اُوتُوا
الْكِتَابَ حِلٌّ
لَكُمْ
وَطَعَامُكُمْ
حِلٌّ لَهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ
مِنَ
الْمُؤْمِنَاتِ
وَالْمُحْصَنَاتُ
مِنَ
الَّذينَ
اُوتُوا
الْكِتَابَ
مِنْ
قَبْلِكُمْ
اِذَا
اتَيْتُمُوهُنَّ
اُجُورَهُنَّ
مُحْصِنينَ
غَيْرَ
مُسَافِحينَ
وَلَامُتَّخِذى
اَخْدَانٍ
وَمَنْ يَكْفُرْ
بِالْايمَانِ
فَقَدْ
حَبِطَ عَمَلُهُ
وَهُوَ فِى
الْاخِرَةِ
مِنَ
الْخَاسِرينَ
“Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır.
Kendilerine kitap verilenlerin (Yahudi, Hıristiyan vb. nin) yiyeceği size
helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli
olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da,
mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost
tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse
onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır.”[230]
Gerek
Ehl-i Kitap olsun gerekse diğer dinlerdekilerle olsun, İslam dini Müslümanların
medenice yaşamak için şu ortak değerleri ortaya koymuştur. Bu ortak değerler
karşılıklı olup günümüzde bütün insanlığa sunulmuştur.
Medeniyetin
eşiği Medine’de Peygamberimiz (a.s) tarafından oluşturulan bu temel esaslar,
tarihin her diliminde Müslümanlar tarafında yerine getirilmesi gereken ahlak
unsurlarıdır. Nasıl en büyük mutluluk başkalarını mutlu etmek ise, aynı şekilde
en güzel ve en yüce özgürlük de başkalarına da özgürlük hakkını vermektir.
Din ve
dünyanın aynı kefede tutulması gerektiğini savunan İslam dininin hiçbir kavme
ve dine karşı tepkisel ve intikam tutkusu yoktur. Çünkü tepkisellik de, intikam
da cahillerin kârıdır. İslam ise, en büyük erdemi, kemaleti ve efendiliği
üzerinde taşmış / taşımaya da devam edecektir.
A
B
-----
-----
1) Din emniyeti 1) Mabet haneler
2) Akıl emniyeti 2) Kütüphaneler
3) Can emniyeti 3) Doğal yeşillikler
4) Mal emniyeti 4) İş merkezleri
5) Nesil emniyeti 5) Sular
Birinci
bölüm, karşılıklı saygı ve sevgiye dayanır. İkinci bölüm ise, ortak
kullanılmasını gerektirir.
a) Birinci Bölüm:
1) Din
Emniyeti: İnanç özgürlüğünü temin etmek. Hangi inanç olursa olsun saygı duymak.
Çünkü başkaların inancına saygı duymak, kendi inancına saygı gösterilmesini
gerektirir.
2) Akıl Emniyeti: Düşünce özgürlüğünü temin etmek.
Kimsenin inanç ve düşüncesi rencide edilmediği sürece, her türlü fikre saygı
duymak.
3) Can Emniyeti: Can emniyetini temin etmek.
İnsanların canlarını az bir paha ile değiştirmemek ve imhasına göz yummamak.
Çünkü insan canı, diğer varlıklardan daha kıymetlidir.
4) Mal Emniyeti: Mal emniyetini temin etmek.
Çünkü İnsanların malları, hayatlarının güvencesidir. Malı olmayanın, hayatta
dayanağı kalmaz.
5) Nesil Emniyeti: Nesil emniyetini temin etmek.
Hangi inançta olursa olsun insanlığın zürriyetinin bekasını güvence altına
almak. Çünkü insanlık zürriyeti, bir dinin sembolü değildir, bütün insanlığın
ve evrenin simgesidir.
b) İkinci Bölüm:
1) Mabethaneler: Her dinin kendi inancına göre
kutsal mekanları vardır. Mabethanelerin aynı yerleşim biriminde bulunması,
insanlığın terakiyeti için büyük bir erdemliliktir. Aynı şekilde, bu farklı
mabetlere saygı göstermek ise, daha büyük bir efendiliktir. Günümüz dünyasının,
din ve fikir çatışmasının temelinde, bu erdemliliğin, efendiliğin eksikliği
yatmaktadır.
2) Kütüphaneler: Kitaplar,
farklı düşünce ve inançtaki insanların fikir mahsulüdür. Her inanç kendi
düşüncesindeki kitapları muhafaza etmek ister. Bunun içinde herkesin istifade
ettiği bir mekan tahsis edilir. İşte bu mekana Kütüphane denilir. Ayrıca bu
kütüphanelerde farklı dindeki düşünce kitapların olması hiçbir zaman zararlı
değildir.
Bunun için kütüphaneler,
araştırmacıların; hangi inançta olursa olsun istifade ettiği ve edebileceği
ortak mekanlardır. Buna binaen kütüphanelerde bir başka inancı rencide edecek
her türlü simge ve kitaplara müsaade etmemek gerekir. Çünkü buralar insanlığın
ortak istifade ettiği merkezleridir.
3) Doğal
Yeşillikler: Ormanlar, parklar ve benzeri doğal merkezler insanların ortak fıtri
ihtiyaçlarını giderdiği mekanlardır. Bu mekanlarda her türlü inanç ve
düşünceden insanların gelebileceğini göz önüne getirerek sadece bir dinin
değerlerini sembolleştirmemek gerekir.
Aynı
zamanda, bu mekanlarda bir başka dini küçük düşürücü veya bir başka inancı
yükseltici şeylerden de sakınmak gerekir.
4) İş
merkezleri: Pazar, çarşı ve mağaza gibi herkesin alış/veriş yaptığı mekanlar da,
sadece bir dinin/inancın gereklilikleri olan malların satıldığı yer olmaktan
ziyade herkesin istifade edebileceği şekle getirmek gerekir. Çünkü pazar vb.
yerler her kesimin istifade ettiği mekanlardır.
İş
merkezlerinde, kimi Kur’an satar, kimi de İncil satar. İsteyen Kur’an alır,
isteyen de İncil alır. Yapılması gereken tek şey, medeniyetin gereği karşılıklı
saygıdır.
Bu gibi
yerlerde, sadece dikkat edilmesi gereken, toplumun umumuna zarar verecek
eşyaların satımına müsaade etmemektir. Bu tür eşyalar, uyuşturucu maddeleri olabileceği
gibi, insanların canını ve malını tehdit eden şeyler için de geçerlidir.
5) Sular: Medeniyetin değerlerinden biri
de, sulardır. Su, hayattır ve insanlığın temel ihtiyacıdır. Çünkü su olmadan
hiçbir dinin, inancın insanı yaşayamaz.
Medeniyetin
ortak değerleri hiçbir zaman, bazı kişi ve kuruluşların tekeline terk edilemez.
Hele su, hiç kimsenin tekeline terk edilemez. Eğer böyle bir şey yapılırsa,
insanlık adına büyük bir cinayet işlenmiş olur. Çünkü doğal zenginlikler, hiç
kimsenin ve hiçbir inancın malı değildir ve olamaz.
Eğer sular, bir dinin tekeline
tahsis edilirse; onlar bunu rahatlıkla kendi inançlarının reklam malzemesi
haline getirirler. Su, medeniyetin ortak bir değeridir. Bu değer, hiç kimsenin
malı mülkü değildir olamazda...
Kitaplara İman
Allah'ın
bazı peygamberlere kitaplar indirdiğine, bunların hepsinin doğru ve gerçek
olduğuna inanmak. Amentü olarak bilinen iman esaslarından birisidir. İman
konusu olan kitaplara Allah tarafından indirilmiş kitaplar anlamında Kütüb-i
ilahiye, Kütüb-i Münezzele, Kütüb-i Semâviye denir. İlahi kitaplar Allah'ın
peygamberlerine gönderdiği vahiyler toplamından oluşur. Her topluma peygamber
ve uyarıcı gönderildiğine[231]
ve bunlarla birlikte kitaplar indirildiğinde[232]
göre çok sayıda kitap indirilmiş olduğu söylenebilir.
Ne var
ki, bunlar Kur'an'da ayrı ayrı anılmaz. Anılanlar yalnız Hz. İbrahim (a.s) ve
Musa (a.s)'a indirilen Suhuf'la Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân'dır. Güvenilirliği
tartışmalı bir hadiste ise toplam yüz sahife indirildiği, bunlardan ellisinin
Şit (a.s)'a, otuzunun İdris (a.s)'a, onunun İbrahim (a.s)'a ve onunun da Musa
(a.s)'a (onunun Adem (a.s)'a indirildiği de söylenir), indirildiği belirtilir.
Kitaplardan Tevrat Musa (a.s)'a, Zebur Davud (a.s)'a, İncil İsa (a.s)'a ve
Kur'an da Hz. Muhammed (as)'e indirilmiştir.
Kur'an
kitaplara inanmanın gerekliliğini çok değişik biçimlerde ortaya koyar. Bu
konuya ilişkin âyetlerden bir bölümü kitaplara inanmayı buyruk halinde ifade
eder:
وَقَالُوا
كُونُوا
هُودًا اَوْ
نَصَارى تَهْتَدُوا
قُلْ بَلْ
مِلَّةَ
اِبْرهيمَ
حَنيفًا
وَمَا كَانَ
مِنَ
الْمُشْرِكينَ
“Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a ve torunlar(ın)a indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve (diğer)
peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayrım
yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız deyin.”[233]
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
امِنُوا بِاللّهِ
وَرَسُولِه
وَالْكِتَابِ
الَّذى نَزَّلَ
عَلى
رَسُولِه
وَالْكِتَابِ
الَّذى
اَنْزَلَ
مِنْ قَبْلُ
وَمَنْ
يَكْفُرْ
بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا
بَعيدًا
“Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine,
Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz.
Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr
ederse tam manasıyle sapıtmıştır.”[234]
Bazı
âyetlerde kitaplara iman, mü'minlerin nitelikleri arasında sayılır:
Peygamber
de diğer mü'minler gibi kitaplara inanmak zorundadır:
امَنَ
الرَّسُولُ
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ
مِنْ رَبِّه
وَالْمُؤْمِنُونَ
كُلٌّ امَنَ
بِاللّهِ
وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
لَا
نُفَرِّقُ
بَيْنَ
اَحَدٍ مِنْ
رُسُلِه
وَقَالُوا
سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
غُفْرَانَكَ
رَبَّنَا
وَاِلَيْكَ
الْمَصيرُ
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene
iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden
hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına
sığındık! Dönüş sanadır" dediler.”[235]
Bazı
âyetler de kitaplara inanmamanın küfür ve sapıklık olduğunu belirterek imanın
gerekliliğini dile getirir:
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
امِنُوا بِاللّهِ
وَرَسُولِه
وَالْكِتَابِ
الَّذى نَزَّلَ
عَلى
رَسُولِه
وَالْكِتَابِ
الَّذى
اَنْزَلَ
مِنْ قَبْلُ
وَمَنْ يَكْفُرْ
بِاللّهِ
وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا
بَعيدًا
“Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine,
Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat)
ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet
gününü inkâr ederse tam manasıyle sapıtmıştır.”[236]
Kitaplara
inanmak Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine inanmanın bir gereğidir. Allah
insanlara doğru yolu göstermek üzere, içlerinden seçtiği peygamberler aracılığı
ile kitaplar gönderir. Kitaplar, melek aracılığı ile gelen vahiyler toplamıdır.
Allah'a inanmakla birlikte meleklere, vahiy olayına inanmayan, peygamberlik
kurumuna karşı çıkan kişi, İslâm'ın öngördüğü inanç bütünlüğünden uzak düşmüş
olur.
Kitaplar
yeryüzünde halife olarak yaratıları insana verilen emanetin, başka bir deyişle
yeryüzünde Allah'ın egemenliği ilkesi üzerine kurulu ilahi düzenin
gerçekleştirilmesi görevinin yerine nasıl getirileceğini gösteren, talimatlar,
emir ve yasaklar toplamıdır.
Bunlar
insan hayatını en mükemmel biçimde düzenleyecek inanç esaslarını, ibadet
biçimlerini, yapılması ya da yapılmaması gereken davranış ve eylemleri, güzel
ahlâk ilkelerini, siyasal ve toplumsal hayat düzenleyecek temel ilke ve
kuralları ihtiva eder. Bu nedenle kitaplara inanmak, insanın inanç ve düşünce
dünyasını, bireysel ve toplumsal hayatını Kitab'ın öngördüğü biçimde
yönlendirme ve düzenlemeyi kabul etmek anlamına gelir.
Adı ne
olursa olsun, nasıl nitelenirse nitelensin, bütün ilâhî kitaplar Allah
kelamıdır. Kaynakları ve taşıdıkları mesaj açısından aralarında bir fark
yoktur. Hepsi gerçektir ve gerçeği bildirir. Temiz yaratılmış melekler
aracılığı ile indirilir, Allah'ın koruması altında oldukları için şeytânın ya
da başka bir varlığın müdahalesinden uzaktır. Hepsi Allah'ın birliğini, yalnız
O'na kulluk edilmesi gereğini bildirir:
وَقَالُوا
اتَّخَذَ
الرَّحْمنُ
وَلَدًا سُبْحَانَهُ
بَلْ عِبَادٌ
مُكْرَمُونَ
“Ve senden
evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, illâ ona şöyle vahyetmiştik:
"Muhakkak ki, Benden başka ilâh yoktur. Artık Bana ibadet ediniz"[237]
وَلَقَدْ
بَعَثْنَا فى
كُلِّ
اُمَّةٍ رَسُولًا
اَنِ
اعْبُدُوا
اللّهَ
وَاجْتَنِبُوا
الطَّاغُوتَ
فَمِنْهُمْ
مَنْ هَدَى
اللّهُ
وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ
عَلَيْهِ
الضَّلَالَةُ
فَسيرُوا فِى
الْاَرْضِ
فَانْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُكَذِّبينَ
“Andolsun ki biz, "Allah'a kulluk edin ve
Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber
gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da
sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl
olmuştur!”[238]
شَرَعَ
لَكُمْ مِنَ
الدّينِ مَا
وَصّى بِه نُوحًا
وَالَّذى
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ وَمَا
وَصَّيْنَا
بِه
اِبْرهيمَ
وَمُوسى وَعيسى
اَنْ
اَقيمُوا
الدّينَ
وَلَا تَتَفَرَّقُوا
فيهِ كَبُرَ
عَلَى
الْمُشْرِكينَ
مَاتَدْعُوهُمْ
اِلَيْهِ
اَللّهُ يَجْتَبى
اِلَيْهِ
مَنْ يَشَاءُ
وَيَهْدى اِلَيْهِ
مَنْ يُنيبُ
“Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin"
diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya
tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu
(din), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine
(peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”[239]
Ancak
indirildikleri topluma göre dilleri;
وَمَا
اَرْسَلْنَا
مِنْ رَسُولٍ
اِلاَّ بِلِسَانِ
قَوْمِهِ
لِيُبَيِّنَ
لَهُمْ فَيُضِلُّ
اللهُ مَنْ
يَشَاءُ
وَيَهْدِى مَنْ
يَشَاءُ
وَهُوَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ
“(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye
her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini
saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir”[240] ile zaman ve toplum şartlarının
gerektirdiği kimi kural ve yöntemler değişir:
لِكُلٍّ
جَعَلْنَا
مِنْكُمْ
شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا
"Sizden her biriniz için bir şerîat ve yol
belirledik."[241]
Kur'an'ın
andığı suhuflar günümüze ulaşmadı. Tevrat, Zebur ve İncil ise ancak tahrif
edilmiş biçimde varlığını koruyabilmiştir. Kitab-ı Mukaddes adı altında
birleştirilen bu kitaplardan Tevrat Ahd-i Atik; İncil Ahd-i Cedid olarak
anlamakta, Zebur ise Mezmurlar adıyla Ahd-i Atik içinde yer almaktadır. Kur'an,
önceki kitapların muhataplarınca nasıl tahrif edildiğine kısaca değinir. Oysa
onlardan bir grup vardı ki Allah'ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten
sonra. bile bile onu değiştirirlerdi... Vay haline o kimselerin ki Kitab'ı
elleriyle, yazıp az bir paraya satmak için:
اَفَتَطْمَعُونَ
اَنْ
يُؤْمِنُوا
لَكُمْ وَقَدْ
كَانَ فَريقٌ
مِنْهُمْ
يَسْمَعُونَ
كَلَامَ
اللّهِ ثُمَّ
يُحَرِّفُونَهُ مِنْ
بَعْدِ مَاعَقَلُوهُ
وَهُمْ
يَعْلَمُون
مِنْ عِنْدِ
اللّهِ
لِيَشْتَرُوا
بِه ثَمَنًا
قَليلًا
فَوَيْلٌ
لَهُمْ
فَوَيْلٌ
لِلَّذينَ َ يَكْتُبُونَ
الْكِتَابَ
بِاَيْديهِمْ
ثُمَّ
يَقُولُونَ
هذَا مِمَّا
كَتَبَتْ
اَيْديهِمْ
وَوَيْلٌ
لَهُمْ
مِمَّا
يَكْسِبُونَ
“Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel
karşılığında satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere yazıklar
olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından
ötürü vay haline onların.”[242]
Buna
karşılık Kur'an bozulmaktan, değiştirilmekten korunmuş, vahyin tek ve gerçek
ifadesidir:
اِنَّا
نَحْنُ
نَزَّلْنَا
الذِّكْرَ
وَاِنَّا
لَهُ
لَحَافِظُونَ
“Zikri (Kur’an'ı)
kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”[243]
Bu özelliğiyle önceki kitapları içermekte,
tahrif edilmiş biçimlerinde bulunan yanlışları düzeltmekte, eksik yanlarını
tamamlamakta, eklemeleri iptal etmektedir.
Kitaplara
iman, Kur'an'la birlikte eldeki muharref Tevrat, Zebur ve İncil'de de
gerçekliğini, doğruluğunu kabul anlamına gelmez. Mü'min onların asallarının Allah
kelâmı olduğunu kabul etmekle yükümlü olduğu kadar, elde bulunan biçimlerinin
bozulmuş olduğunu da kabul etmekle yükümlüdür. Bu nedenle Tevrat ya da
İncil'den gelen bir bilgiyle karşılaşan mü'min, bu bilginin doğru ya da yanlış
olduğunu söylemeden önce Kur'an'a başvurmak zorundadır.
Bilginin
Kur'an'la çelişmemesi, Kur'an'ın öngördüğü ilke ve kurallarla çakışmaması
durumunda bilginin doğru olduğunun kabul edilmesinde bir sakınca yoktur. Ancak
Kur'an'a ters düşen bir bilginin kabul edilmesi, Allah'tan gelen bir bilgi
biçiminde değerlendirilmesi söz konusu edilemez. Öyleyse kitaplara iman,
temelde Allah'ın gönderdiği vahye, vahyin peygamberler boyunca sürdüğüne ve en
son ve mükemmel biçimde Kur'an'la noktalandığına inanmayı ifade eder.
Genel Bir Bakış
Allah
Teâlâ'nın, emirlerini, yasaklarını ve kullarını bildirmek üzere elçi seçtiği
büyük insanlara Peygamber denir.
Peygamberlere iman,
Allah'ın insanları doğru yola iletmek, emir ve yasaklarını onlara duyurmak için
Peygamber denilen elçiler gönderdiğine inanmak, Peygamberlik müessesesinin
varlığını kabûl etmek, Kur'an'da Peygamber olduğu zikredilen şahısların Peygamber
olduklarını tasdik etmek demektir. Peygamberler de bizim gibi insan olmakla
beraber, onlar Allah'ın seçkin kullarıdır. İnsan çalışıp çabalamakla, istemekle
Peygamber olamaz. Peygamberlik, Allah vergisidir.
Peygamberler İnsanlar Arasından Seçilmiştir
Allah'ın
insanlara elçi olarak gönderdiği Peygamberlerini yine insanlar arasından
seçmesi, onların insanlara her hususta rehberlik, örneklik, mürşitlik
yapabilmeleri içindir. Peygamberler melekler arasından gönderilseydi, hiç
şüphesiz bu netice alınamazdı. İnsana en iyi rehberliği, yine insanın
yapabileceği açık bir gerçektir.
İnsanlar Niçin Peygamberlere Muhtaçtırlar?
İnsanlar kendi
akıllarıyla Allah'ın varlık ve birliğini anlayabilseler bile, O'na mahsus
sıfatları tamamen kavrayamazlar. Ona ne şekilde ibâdet edileceğini bilemezler. ahiret
işlerini, ahiretteki mesûliyeti idrâk edemezler. Bütün bu hususları Allah'ın
kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar.
İşte Allah,
insanların bu ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, onlara peygamberler
göndermiştir. Onlar vasıtasıyla, bilmeye muhtaç oldukları maddî ve mânevî her
hususu insanlara öğretmiştir. Eğer peygamberler gelmeseydi, insanlar Allah'ın
varlık ve birliğini bilmenin dışında, hiçbir dinî hükümle mükellef
tutulamazlardı. Hattâ bâzı Kelâm âlimlerine göre, Allah'ın varlığını, birliğini
anlamaktan bile mesul olmazlardı. Nitekim âyet-i kerîmede:
مَنِ
اهْتَدَى
فَاِنَّمَا
يَهْتَدِى
لِنَفْسِهِ
وَمَنْ ضَلَّ
فَاِنَّمَا
يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ
تَزِرُ وَازِرَةٌ
وِزْرَ اُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً
“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi
iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış
olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber
göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz”[244] buyurulmuştur.
İnsanlık
hiçbir şeyi bilmez durumda iken her şeyi, her sanatı ve her hüneri
peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu
yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü
kaidelerini insanlara öğreten yine peygamberler olmuştur.
Sonuç olarak, Peygamberler, yüce
Allah’ın özellikle seçtiği seçkin insanlardır. Ve bu seçkin insanlar,
geldikleri kavimlerinin birer rahmet davetçileridir. Aynı zamanda her kavim,
kendi peygamberleri gerek iyilik gerekse de kötülük bazında kavimlerinin birer
şahididirler.
Demek ki, peygamberler, aynı
zamanda kavimlerinin birer koruyucu melekleri gibidir. İşte buna binaen
peygamberlik, Allah’ın vermesiyle mümkündür. İnsan, eğitim, öğretim ve
çalışmakla peygamberliği elde edemez. Allah peygamberliği dilediğine verir.
Burada önemli olan peygamberliğin kime verildiği değil, peygamberin ne
getirdiğidir. Fakat cahil kimseler, bunu bir türlü hazmedemedikleri için Yüce
Allah:
وَاِذَا
جَاءَ تْهُمْ
اَيَةٌ
قَالُوا لَنْ
نُؤْمِنَ
حَتَّى
نُؤْتَى
مِثْلَ مَا اُوتِىَ
رُسُلُ اللهِ
اَللهُ
اَعْلَمُ
حَيْثُ
يَجْعَلُ
رِسَالَتَهُ
سَيُصِيبُ
الَّذِينَ
اَجْرَمُوا
صَغَارٌ
عِنْدَ اللهِ
وَعَذَابٌ
شَدِيدٌ
بِمَا
كَانُوا
يَمْكُرُونَ
“Onlara bir âyet
geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe
kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi
bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından
aşağılık ve çetin bir azap erişecektir”[245] ayeti buna işaret etmektedir.
Peygamberlik, insanlığa
bahşedilen en yüce makamdır. İnsanlığın rehberliği, önderliği, yol
göstericiliği peygamberlere verilmiş bir görevdir. Peygamberlik makamı, ilk
insan Hz. Adem (a.s) itibaren Allah tarafından ihdas edilmiş, son peygamber Hz.
Muhammed (a.s) kadar devam etmiştir. Peygamberlik, Allah’ın emir ve yasaklarını
insanlara bildirmek için içlerinden birini elçi olarak seçmesidir.
Peygamberlik Allah vergisidir.
Çalışmakla elde edilemez. Peygamberler insandır, insanın bütün özellik ve niteliklerine
sahiptirler. Ancak ilahi vahye mazhardırlar. Peygamberlerin dili; milletlerinin
dilidir.
وَمَا
اَرْسَلْنَا
مِنْ رَسُولٍ
اِلاَّ بِلِسَانِ
قَوْمِهِ
لِيُبَيِّنَ
لَهُمْ فَيُضِلُّ
اللهُ مَنْ
يَشَاءُ
وَيَهْدِى مَنْ
يَشَاءُ
وَهُوَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ
“(Allah'ın emirlerini)
onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle
gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir.
Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.”[246]
Peygamberler;
tevhid mücahitleri ve hidayet elçileridir. Onlara karşı gelmek güneşe karşı
gelmek gibidir. Onların risaletinden mahrum olmak güneşin ışınlarından mahrum
olmak gibidir. Onlar medeniyetlerin öncüsüdürler. Onlar iman, İslam
elçileridirler.
Peygamber;
haber getiren anlamına Farsça bir kelimedir. Türkçe karşılığı elçidir.İnsan
için akıl ne durumda ise, peygamberlik de insanlık için aynı görevi ifa
etmektedir. Akıldan yoksun insanın hali ne ise, peygamberlikten yoksun
insanlığın hali de odur. Ancak Allah, rahmet ve merhameti eseri insanlığa
peygamberliği hediye etmiş, ta ki insanların Allah’a daha sonra mazeret olarak
diyecekleri olmasın;
رُسُلاً
مُبَشِّرِينَ
وَمُنْذِرِينَ
لِئَلاَّ
يَكُونَ
لِلنَّاسِ
عَلَى اللهِ
حُجَّةٌ
بَعْدَ
الرُّسُلِ
وَكَانَ
اللهُ عَزِيزًا
حَكِيمًا
“(Yerine göre) müjdeleyici
ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden
sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.”[247]
Vahiy: Sözlük anlamı itibariyle gizli konuşma,
kelam, irsal, gönderme, emir, işaret ve gizli tebliğ demektir. Terim olarak
Allah’ın dilediği hükümleri, sırları ve hakikatleri peygamberlerine bildirmesi
demektir.
Vahiy,
Allah’ın peygamberlerine emir ve yasaklarını bildiriş yoludur. Genellikle Melek
(Cebrail) aracılığı ile olur. Ancak, melek olmadan da Allah peygamberlerine
vahiy eder. Vahyin mahiyetini metafizik olduğu için kavrayamayız. Yine vahiy, Allah tarafından geldiğine dair kesin bir bilgi
ve itminan ile vasıtalı veya vasıtasız olarak peygamberlerin ruhunda (kalbinde)
bulduğu bir bilgi ve marifettir. Peygamberler Allah'tan aldıkları hüküm ve
hakikatları vahiy yoluyla alırlar. Peygamberlerin hepsi de Allah'ın vahyine
muhatap olmuşlardır.
Vahyin de pek çok çeşitleri ve mertebeleri vardır.Vahyin en
yaygın şekli, vahiy meleği olan Cebrâil (a.s) vasıtasıyla peygamberlere İlâhî
hükümlerin bildirilmesi, tebliğ edilmesidir. Kur'an'ın indirilişi böyle
olmuştur. Cebrâil'in (a.s) vahyi getirmesinin de çeşitleri vardır. Melek, aslî
hüviyeti ile peygambere görünebileceği gibi, insan suretine girerek de gelir ve
vahiy getirir.
Bazen da hiç görünmeden çan sesi veya arı vızıltısı gibi
bir sesle gelir ve vahyi peygamberin kalbine ilka eder.Bazen da Allah Teâlâ
emir ve hükümlerini vasıtasız, doğrudan doğruya peygamberine söyler. Tûr
dağında Mûsâ'nın (a.s) ve Miraçta Peygamberimizin vahyi doğrudan doğruya
Allah'tan almaları gibi. Yüce Allah’ın bütün peygamberlere vahiy gönderdiği Kur’an-ı Kerim’den
anlaşılmaktadır:
اِنَّآ
اَوْحَيْنَآ
اِلَيْكَ
كَمَآ اَوْحَيْنَآ
اِلَى نُوحٍ
وَالنَّبِيِّينَ
مِنْ
بَعْدِهِ
وَاَوْحَيْنَآ
اِلَى
اِبْرَهِيمَ
وَاِسْمَعِيلَ
وَاِسْحَقَ
وَيَعْقُوبَ
وَاْلاَسْبَاطِ
وَعِيسَى
وَاَيُّوبَ
وَيُونُسَ
وَهَرُونَ
وَسُلَيْمَنَ
وَاَتَيْنَا
دَاوُدَ
زَبُورًا
“Biz Nuh'a ve ondan
sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim)
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbâta (torunlara), İsa'ya, Eyyûb'e,
Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebûr'u verdik.”[248]
وَمَا كَانَ
لِبَشَرٍ
اَنْ
يُكَلِّمَهُ
اللهُ اِلاَّ
وَحْيًا اَوْ
مِنْ وَرَآءِ
حِجَابٍ اَوْ
يُرْسِلَ
رَسُولاً
فَيُوحِىَ بِاِذْنِهِ
مَا يَشَآءُ
اِنَّهُ
عَلِىٌّ حَكِيمٌ
“Allah bir insanla ancak
vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle
ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.”[249]
Bütün
peygamberler Allah Teâlâ tarafından seçilip ilâhî elçiler olarak insanlara
gönderildiklerine göre, hepsi birbiriyle kardeş gibidirler. Onlar bir
âiledendir ve bir tek cemaattır: Bütün peygamberler doğru sözlü, sâdık, emîn,
akıllı, sağlam karakterli, uyanık kalpli, yüksek ahlaklı, dünyada ve âhirette
itibarlı ve Allah'a en yakın olan sevgili kullar, ilahi elçilerdir.
Onların
diğer insanlardan ayrı, kendilerine ait ortak bazı sıfât ve özellikleri vardır.
Bu sıfatlar sayesinde yüce yaratıcı ile kulları arasında elçilik yapma
liyakatını kazanmış olurlar.
Bütün
peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş maddede toplamak mümkündür: Emânet,
sadakat fetânet, ismet, tebliğ.
1. Emânet: Sözlükte, güvenmek, emin olmak,
korkmamak ve güvenilir olmak anlamında bir mastardır.
Emânet,
peygamberlerin kudsî görevlerini yerine getirmek hususunda ve her konuda emin
ve güvenilir olmalarıdır. Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen dürüst
ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan asla her hangi bir hiyânet meydana gelmez.
Çünkü, Allah Teâlâ, ilâhî vahyini, peygamberlik şeref ve vazifesini hainlere
değil, ancak her bakımdan emin olan sâdık kullarına verir. Peygamberlerini bu
gibi emin, sâdık ve dürüst kulları arasından seçer. Şüphe yok ki Allah (c.c)
peygamberlik derecesine kimin daha lâyık olduğunu en iyi bilendir.
Kur'an-ı
Kerim’de, geçmiş peygamberlerin emânet sıfatlarından söz eden ayetler vardır:
Hûd peygamber, kavmine şöyle demişti:
اُبَلِّغُكُمْ
رِسَالَاتِ
رَبّى
وَاَنَالَكُمْ
نَاصِحٌ
اَمينٌ
"Size
Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir
nasihatçıyım."[250]
Şuarâ
Suresi'nde Nuh, Hûd. Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin kavimlerine;
اِنّى
لَكُمْ
رَسُولٌ
اَمينٌ
"Şüphesiz
ben, size gönderilen emîn bir peygamberim"[251] dedikleri zikredilir.
Peygamber
olmadan önce Hz. Musa için Şuayb aleyhisselâmın iki kızından biri şöyle
demiştir:
قَالَتْ
اِحْديهُمَا
يَا اَبَتِ
اسْتَاْجِرْهُ
اِنَّ خَيْرَ
مَنِ
اسْتَاْجَرْتَ
الْقَوِىُّ
الْاَمينُ
"Babacığım,
onu ücretle çalıştır. Çünkü o, ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve
güvenilir bir adamdır."[252]
Hz.
Musa, Medyen'den Mısır'a peygamber olarak dönünce Firavun'un kavmine şöyle
demişti:
اَنْ
اَدُّوا
اِلَىَّ
عِبَادَ
اللّهِ اِنّى
لَكُمْ
رَسُولٌ
اَمينٌ
"Allah'ın kullarını bana bırakın. Çünkü ben
size gönderilmiş emîn bir peygamberim."[253]
Hz.
Muhammed de gerek peygamberlikten önce ve gerekse peygamberliği sırasında
toplum içinde en güvenilir bir üstün kişiliğe sahipti. Bu yüzden Mekke'de
Kureyş toplumu ona "el-Emîn" lakabını takmışlardı. Nitekim
peygamber olmadan beş yıl önce yapılan Kâbe tamiri sırasında Hacerul-esved'in
yerine konulması şerefini paylaşamayan, Kureyşliler arasında, çatışmaya
varabilecek bir anlaşmazlık çıkmıştı.
Bu
arada Ebû Ümeyye Velid b. Muğîre'nin, "Şu kapıdan ilk mescide girecek olanı hakem yapınız" teklifi kabul edildi. Biraz
sonra, belirtilen Benü Şeybe kapısından 35 yaşlarındaki Hz. Muhammed'in girdiği
görüldü. Kureyşliler topluca "İşte
el-Emîn, güvenilir kimse, onun hakemliğine razıyız" dediler.[254]
2. Sıdk
Sıfatı: Sıdk, peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara
tebliğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sadık olmalarıdır.
Peygamberlerin yalan söylemeleri (kizb) asla caiz değildir. Aksi halde,
insanları kendilerine inandırmaları ve onları irşad ederek doğru yola
sevketmeleri mümkün olmaz. Çünkü yalan söylemek, büyük bir günah olduğundan,
pey'gamberlerin "ismet" ve "emanet" sıfatlarıyla bağdaşmaz.
Oysa
Allah Teâlâ onların peygamberlik iddialarını tasdik etmek için her birine "Mucizeler" veriyor ve onunla adeta, "Kulum, peygamberlik iddiasında ve bendendir
diye bildirdiklerinde sadıktır" diyor. Hak Teâlâ'nın yalancıları tasdik
etmesi aklen mümkün olmadığına göre, peygamberlerin sıdk (doğruluk) sıfatı ile
vasıflanmaları vacip; yalan söylemeleri ise imkânsızdır.
Kur'an-ı
Kerim de Allah, peygamberlerini doğruluk vasıflarıyla methetmiştir:
وَاذْكُرْ
فِى
الْكِتَابِ
اِبْرهيمَ
اِنَّهُ
كَانَ
صِدّيقًا
نَبِيًّا
"Ey Muhammed! İnsanlara Kur'an'daki İbrahim
kıssasını anlat. Şüphesiz ki o, özü sözü doğru, sıddîk bir peygamberdi."[255]
Hiç bir
peygambere kavmi; "biz seni
daha önce yalancı tanıyorduk" diyememiştir.
Peygamberlerin
emânet sıfatı, onların diğer insanlarla münasebetlerinde güvenilir olmaları
yanında; asıl vahiy üzerinde emîn olmayı, Allah'ın emir ve yasaklarını
insanlara değiştirmeden, arttırıp-eksiltmeden tebliğ etmesidir. Kur'an'da:
اَلَّذينَ
يُبَلِّغُونَ
رِسَالَاتِ
اللّهِ
وَيَخْشَوْنَهُ
وَلَا
يَخْشَوْنَ
اَحَدًا
اِلَّا
اللّهَ
وَكَفى
بِاللّهِ
حَسيبًا
"O Peygamberler Allah'ın gönderdiklerini tebliğ
ederler, O'ndan korkarlar ve O'ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap
görücü olarak Allah yeter"[256] buyurulur.
Bir
peygamberin emânete hıyânet etmesi, O'nun kutsal görevi ile bağdaşmaz.
وَمَاكَانَ
لِنَبِىٍّ
اَنْ يَغُلَّ
وَمَنْ
يَغْلُلْ
يَاْتِ بِمَا
غَلَّ يَوْمَ
الْقِيمَةِ
ثُمَّ
تُوَفّى
كُلُّ نَفْسٍ
مَا كَسَبَتْ
وَهُمْ لَا
يُظْلَمُونَ
"Bir peygamber için emânete hıyânet etmek olur
şey değildir.”[257]
3. Fetânet
Sıfatı: Fetânet, peygamberlerin üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfıza ve
yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır. Her peygamberin, şerefli ve yüce
olduğu kadar da ağır ve çok mesuliyetli olan peygamberlik görevini eksiksiz ve
mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya ve
yüksek vasıf ve yeteneklere sahip olması gerekir.
Aksi
halde, gönderildikleri milletlere karşı kuvvetli hüccet (kesin delil) ikame
edemez, onları ikna veya ilzam işin gerekli güzel mücadeleyi yapamazlar;
kendilerine inananları irşad ederek onları hak ve hidayete sevkedemezler.
O halde
peygamberler, en akıllı, en zeki ve en kaabiliyetli mümtaz şahsiyetlerdir.
Haklarında zayıf akıl ve zayıf hâfıza, delilik ve gaflet gibi noksan sıfatlar
asla caiz değildir.
Kur'an'da
peygamberlerin üstün zekâ ve kabiliyetlerine işaret eden ayetler vardır:
فَتَعَالَى
اللّهُ
الْمَلِكُ
الْحَقُّ وَلَا
تَعْجَلْ
بِالْقُرْانِ
مِنْ قَبْلِ
اَنْ
يُقْضى
اِلَيْكَ
وَحْيُهُ
وَقُلْ رَبِّ
زِدْنى
عِلْمًا
"Kur'an vahyedilirken, henüz bitmeden okumaya
kalkma. Rabbim ilmimi artır, de."[258]
لَا
تُحَرِّكْ
بِه
لِسَانَكَ
لِتَعْجَلَ بِه
* اِنَّ
عَلَيْنَا
جَمْعَهُ
وَقُرْانَهُ
"Ey Muhammed, Cebrâil sana Kur'an'ı okurken,
acele ederek onunla birlikte dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak
şüphesiz bizim işimizdir."[259]
Vahyin
gelişi sırasında ezberlemek için dilini Kur'an'la hareket ettirmesi onun
fetânet ve zekâsındandır. Yine vahiy tamamlanmadan önce, ayetleri yeniden
okumak için acele etmesi, peygamberin zekâ olgunluğunu gösterir. Çünkü O,
böylece, zaten Cenab-ı Hakkın yardımı sayesinde hâfızasına yerleşecek olan
vahyi, kendi zekâ gücü ile ezberinde tutmaya çalışmaktadır.
4.
İsmet Sıfatı: İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü masiyetten, günahtan ve
peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır.
İsmet'in, yani nezâhet ve mâsumiyetin zıddı olan, her türlü günah ve âdi
davranışlar, peygamberler hakkında muhaldir. Çünkü, eğer peygamberlerin günâh
ve suç işlemeleri veya ismet ve nezahete yaraşmayan uygunsuz hareketler
yapmâları onlar hakkında caiz olsaydı, biz insanların da onlara uyarak çirkin
şeyler yapmamız normal karşılanır ve günah sayılmazdı. Zira peygamberler bizim
uymamız gereken güzel örneklerimizdir.
Bu
bakımdan, peygamberlere uymak ve onlara itaatla emredildik. Halbuki Allah
Teâlâ, kullarına günah işlemeyi ve günahkârlara itaatı emretmez ve bu gibileri
peygamber olarak seçip göndermez. Bu sebeble, Ehl-i sünnete göre; peygamberler
asla büyük günah işlemezler. Sehven (yanılarak) "zelle" cinsinden
küçük günah işlemeleri caizdir. Ancak, bunda ısrar etmezler, derhal ikaz
edilirler ve bir daha aynı hataya düşmezler.
İsmet'in
peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri
görüş birliği işindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde han görüş
ayrılıkları mevcuttur.
Maturidilere
göre, peygamberin günahtan korunmuş olması, onu tâate zorlamadığı gibi; günah
işlemekten de aciz bırakmaz. Ancak ismet, Allah'ın bir lütfu olup, peygamberi
hayır yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkor. Fakat ilâhi imtihanın
gerçekleşmesi için onda yine de irâde mevcuttur. [260]
İsmet, peygamberler için gerekli bir sıfattır. Çünkü peygamberlerin günah
işlemeleri, yalan söylemeleri caiz olsaydı; verdikleri haberlerin doğruluğuna
güvenilmezdi. Bu durum, onların Allâh'ın hucceti olma özelliklerine gölge
düşürürdü.
Peygamberlerden
günah (fısk) sâdır olsaydı, bu onların şâhitlik ehliyetini ortadan kaldırırdı.
Kur'an da:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا اِنْ
جَاءَكُمْ
فَاسِقٌ
بِنَبَأٍ
فَتَبَيَّنُوا
اَنْ تُصيبُوا
قَوْمًا
بِجَهَالَةٍ
فَتُصْبِحُوا
عَلى
مَافَعَلْتُمْ
نَادِمينَ
"Ey iman edenler! Size bir fâsık haber
getirirse, onun doğruluğunu araştırın"[261] buyurulur.
Yüce
Allah fâsığın şehâdetini kabulde tedbirli olmayı ve duraksamaya emrediyor.
Peygamberden fıskın sudûru halinde dünyadaki şahitliği düşünce; ahiretteki
ümmetine olan şahitliği de düşer. Halbuki Kur'an'da:
وَكَذلِكَ
جَعَلْنَاكُمْ
اُمَّةً
وَسَطًا
لِتَكُونُوا
شُهَدَاءَ
عَلَى
النَّاسِ
وَيَكُونَ الرَّسُولُ
عَلَيْكُمْ
شَهيدًا
وَمَا جَعَلْنَا
الْقِبْلَةَ
الَّتى
كُنْتَ
عَلَيْهَا
اِلَّا
لِنَعْلَمَ
مَنْ
يَتَّبِعُ
الرَّسُولَ
مِمَّنْ
يَنْقَلِبُ
عَلى
عَقِبَيْهِ
وَاِنْ
كَانَتْ
لَكَبيرَةً
اِلَّا عَلَى
الَّذينَ
هَدَى اللّهُ
وَمَا كَانَ
اللّهُ
لِيُضيعَ
ايمَانَكُمْ
اِنَّ اللّهَ
بِالنَّاسِ
لَرَؤُفٌ رَحيمٌ
“Ve işte
böylece sizleri de bir ümmet-i vasat kıldık ki nâs üzerine şahitler olasınız.
Ve bu Peygamber de sizlerin üzerinize tam bir şahit olsun. Ve senin, evvelce
tarafına müteveccih bulunduğun Kâbe'yi yine kıble yapmadık, ancak Resûle
kimlerin tâbi olacaklarını, gerisi gerisine döneceklerden temyiz etmek için
yaptık. Gerçi bu büyük bir hadisedir. Ancak Allah'ın hidâyet ettiği zâtlar
hakkında değil. Ve Allah sizin imânınızı elbette zâyi edecek değildir. Şüphe
yok ki Allah Teâlâ nâsa elbette raûftur, rahîmdir.”[262]
Kıyamette
şâhitliği bildirilen kimsenin, dünya şahitliği de teyid edilmiş olmaktadır.[263]
Peygamberler
iyiliği emir ve kötülükten sakındırmaya çalışırlar. Kendileri tâatı terkedip,
masıyeti işleselerdi, şu ayetlerin muhatabı olurlardı:
اَتَاْمُرُونَ
النَّاسَ
بِالْبِرِّ
وَتَنْسَوْنَ
اَنْفُسَكُمْ
وَاَنْتُمْ
تَتْلُونَ
الْكِتَابَ
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor
musunuz?"[264]
يَا
اَيُّهَا الَّذينَ
امَنُوا لِمَ
تَقُولُونَ
مَا لَا تَفْعَلُونَ
* كَبُرَ
مَقْتًا
عِنْدَ
اللّهِ اَنْ
تَقُولُوا
مَا لَا
تَفْعَلُونَ
"Ey insanlar, niçin yapmayacağınız şeyi
söylüyorsunuz! Yapamayacağınız şeyi söylemek Allah nezdinde en sevilmeyen bir
şeydir."[265]
Diğer yandan,
uyanlarının onları kötülükten menetmeleri gerekirdi ki bu, peygambere karşı bir
zorlama ve eziyet olurdu. Kur'an'da bu yasaklanmıştır.
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحًا اِلى
قَوْمِه
فَقَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَالَكُمْ
مِنْ اِلهٍ
غَيْرُهُ
اَفَلَا
تَتَّقُونَ
"Allâh ve Resulüne eziyet edenleri, o, dünya ve
ahirette lanetledi."[266]
Ehl-i
sünnete göre, peygamberlerin masum oluşu vahiyden sonra sabittir. Kur'an-ı
Kerim'de bazı peygamber kıssaları anlatılırken, onların günah işlediklerini
düşündüren örneklere rastlanır.
Hz.
Adem'in cennette yasak meyveyi yemesi,[267]
Nuh aleyhiselâmın iman etmeyen oğlunu gemiye almak için duâ etmesi,[268]
Hz. İbrahim'in putları kendi kırdığı halde, kavmine kimin kırdığını büyük
puttan sormalarını istemesi,[269]
Hz. Lût'un eş cinsel erkeklere kendi toplumunun kızlarını teklif etmesi,[270]
Hz. Musa'nın bir şahsın ölümüne sebep olması,[271]
Hz. Yunus'un kavmini izinsiz terk etmesi,[272]
Hz. Davud'un davacıyı dinleyip davalıyı dinlemeden davacı lehine hüküm vermesi,[273]
Hz. Muhammed'in kâfirlerin reislerini İslâm'a davet ettiği sırada gelip, soru
soran ve bir ama olan Abdullah b. Ümmü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve sırtını
dönmesi[274]
örnek verilebilir.
Ancak
bu ve benzeri peygamber kıssalarında görülen hallerin bazıları ya
peygamberlikten önceye aittir veya bunlarla ilgili nakiller muteber değildir.
Bazıları da peygamberlerin şanına yakışacak biçimde açıklanmıştır. Çünkü eğer
peygamberlerin günah işlemesi mümkün olsaydı, onların sözüne güvenilmez ve
böylece ilâhî huccet gerçekleşmiş olmazdı.
Peygamberler
arasında peygamber olmaları bakımından fark yoktur. Ancak, kavimleriyle olan
mücadeleleri, onların bazılarını diğerlerinden üstün kılmıştır. Kur’an-ı Kerim
de:
تِلْكَ
الرُّسُلُ
فَضَّلْنَا
بَعْضَهُمْ عَلى
بَعْضٍ
مِنْهُمْ
مَنْ كَلَّمَ
اللّهُ وَرَفَعَ
بَعْضَهُمْ
دَرَجَاتٍ
وَاتَيْنَا
عيسَى ابْنَ
مَرْيَمَ
الْبَيِّنَاتِ
وَاَيَّدْنَاهُ
بِرُوحِ
الْقُدُسِ
وَلَوْ شَاءَ اللّهُ
مَا
اقْتَتَلَ
الَّذينَ
مِنْ بَعْدِهِمْ
مِنْ بَعْدِ
مَا جَاءَ
تْهُمُ
الْبَيِّنَاتُ
وَلكِنِ اخْتَلَفُوا
فَمِنْهُمْ
مَنْ امَنَ
وَمِنْهُمْ
مَنْ كَفَرَ
وَلَوْ شَاءَ
اللّهُ مَا اقْتَتَلُوا
وَلكِنَّ
اللّهَ
يَفْعَلُ مَا
يُريدُ
“O peygamberlerin bir
kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş,
bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler
verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden
sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle
savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi
de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini
yapar.”[275]
Aralarında
derece farklılıkları, birbirinden üstünlükleri olduğunu Allah’ın beyan ettiği
Peygamberlerin içinde “Ulu-l Azm” Azim sahibi peygamberler olduğunu Kur’an-ı
Kerim’den öğreniyoruz:
فَاصْبِرْ
كَمَا صَبَرَ
اُولُوا
الْعَزْمِ
مِنَ
الرُّسُلِ
وَلاَ
تَسْتَعْجِلْ
لَهُمْ
كَاَنَّهُمْ
يَوْمَ
يَرَوْنَ مَا
يُوعَدُونَ
لَمْ
يَلْبَثُوآ
اِلاَّ
سَاعَةً مِنْ
نَهَارٍ
بَلاَغٌ
فَهَلْ
يُهْلَكُ
اِلاَّ الْقَوْمُ
الْفَاسِقُونَ
“O halde (Resûlum),
peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar
hakkında acele etme, onlar vâdedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada
sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir.
Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helâk edilir mi hiç.”[276]
Ulü-l Azm Peygamberler
1) Hz. Nuh
(as) : Hz. Nuh 50 yaşında peygamber olmuştur. Ve 1000 yıl yaşamıştır. Hz. Nuh
zamanında çoğalan insanlar Allah’ı tanımaz oldular. Nuh Peygamberin duasıyla
Allah onların başına Tufanı verdi. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh’tan Şuara, Saffat
ve Nuh surelerinde genişçe bahsedilir.
2) Hz.
İbrahim (as) : Hz. İbrahim, Nuh (as)’dan sonra Ulu-l Azm peygamberlerin ikincisidir.
Hz. Muhammed (as)’dan 2500-2600 yıl kadar önce Nemrut zamanında Babillere
gönderildi. Kendisine 10 sayfalık bir kitap verildi. Nemrutla mücadelede
bulundu, putları kırdı ve sonra ateşe atıldı. Halilullah olan Hz. İbrahim’e
bütün semavi dinler tazimde bulunur. Kur’an-ı Kerim de, Al-i İmran, Bakara,
Saffat, İbrahim ve Şuarra surelerinde Hz. İbrahim değişik yönleriyle
anlatılmaktadır.
3) Hz. Musa
(as) : Hz. Muhammed (as)’dan 1900-2000 yıl kadar önce, İsrail oğullarına
peygamber olarak gönderildi. Firavunla mücadelesi, Kur’an-ı Kerim de genişçe anlatılır.
Kendisine Tevrat verilmiştir. Kur’an-ı
Kerim de özellikle Bakara, Şuara, Taha, Neml, Kasas ve Kehf surelerinde Hz.
Musa (as)’dan söz edilir.
4) Hz. İsa
(as) : Hz. İsa, Hz. Meryem’in oğludur. Babasız dünyaya gelişi bir mucizedir.
Beşikteyken konuşmuş, 30 yaşındayken peygamber olmuş ve 33 yaşındayken semaya
uruc etmiştir. Kendisine İncil verilmiştir. Peygamberimizden 600 yıl kadar önce
yaşamıştır.
5) Hz.
Muhammed (as) Efendimiz : Hz. Muhammed (a.s) 571 yılında Mekke’de doğmuş, 40 yaşındayken peygamberlik
gelmiştir. 13 yıl Mekke’de tebliğ görevini yerine getirip, Müşriklerin baskısı
karşısından Medine’ye hicret etmiştir. Ömrünün son 10 yılını da burada
geçirmiş, 632 yılında Medine’de vefat etmiştir. En büyük peygamberlik alameti
Kur’an-ı Kerim olmuş ve son peygamber olma şerefine nail olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de:
اِنَّ
الدِّينَ
عِنْدَ اللهِ
اْلاِسْلاَمُ
وَمَا
اخْتَلَفَ
الَّذِينَ
اُوتُوا الْكِتَابَ
اِلاَّ مِنْ
بَعْدِ مَا
جَآءَ هُمُ الْعِلْمُ
بَغْيًا
بَيْنَهُمْ
وَمَنْ يَكْفُرْ
بِاَيَاتِ
اللهِ فَاِنَّ
اللهَ
سَرِيعُ
الْحِسَابِ
“Allah nezdinde hak din
İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki,
aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın âyetlerini inkâr
edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.”[277]
Peygamber
efendimizin diğer Peygamberlerden bazı üstün özellikleri:
-
Alemlere rahmet olarak gönderilmesi.
- Son
peygamber olması.
-
Nübüvvetinin evrensel olması.
-
İslam’ın son ve kamil din olması.
Efendimiz (a.s)’ın kendi ifadesiyle:
Câbir b. Abdu'llâh (el-Ensârî) (radiya'llâhu anhümâ)'dan:
Şöyle demiştir: Nebiyy-i Ekrem (salla'llâhu aleyhi
ve selem) buyurdu ki: Benden evvel hiçbir kimseye verilmedik beş şey (hep
birden) bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku
(salmak) ile mansûr oldum. Yer (yüzü) bana namazgâh ve sebep-i tahâret kılındı.
Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını
kılıversin. Ganâim bana helâl edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl
edilmemiştir. Bana şefâat verildi. Bir de (benden evvel) her Nebî, hassaten
kendi kavmine ba's olunurken ben umûm-ı nâsa ba's olundum.”[278]
d) Mucize
Mucize: Kudret'in karşıtı olan "acz" kökünden if'al babında "i'caz" masdarından türetilen bir ism-i fail olarak "âciz bırakan, karşı konulamayan, benzeri
yapılamayan, hârika" anlamında bir terim. Kur'ân-ı Kerim'de, "mucize" anlamında çok defa, "âyet, âyât, beyyine, delil ve delâil" kelimeleri kullanılmıştır. Âyet;
belli olan bir alâmet, bir şeyi ispat eden delil veya işaret demektir. O halde genel
olarak mucize ya bir işaret, delil ve ispat manâsına; veya "ilâhî bir haber" yahut "tebliğ edilen kelâm" anlamına gelir.
Birinci
manâ, mucizenin dinî bir terim olarak yapılan tarifine daha uygundur. İkinci
manâ içine, çok defa Kur'ân âyetleri, bazen de bizzat Kur'an-ı Kerim
girmektedir. Bu kelimenin, hem ilâhî bir haber olan Allah'ın kelâmı Kur'ân-ı
Kerim, hem de, onu tebliğ eden Peygamber (a.s)'ın risaletini ispat için
kullanılmasında önemli bir hikmet vardır. O da; ilâhî bir kelâm ve hidâyet rehberi
olan Kur'an-ı Kerim'in hak ve gerçek olduğuna bizzat kendisinin en kuvvetli bir
delil olmasıdır.
Nitekim
Peygamber Efendimizin her devirde geçerliliğini koruyan en büyük (aklî)
mucizesi Kur'ân-ı Kerim'dir. Gerçekte mucize; tabiat kanunları ve âdetler üstü,
fevkalâde, harika bir olaydır. Hak Teâlâ onunla inkârcıları, bir benzerini
getirmekten âciz bırakır; peygamber olarak seçtiği zâtı tasdik eder,
peygamberlik iddiasının doğruluğunu ispat etmek için onda âdetler üstü hârika
bir şey gösterir. İşte bu, onun peygamberliğini ispat eden bir delil yani bir
mucizedir. Bir hârika olan mucizenin iki ana özelliği vardır.
Bunlardan
biri; "meydan
okumak" diğeri, inkârcıları "âciz
bırakmak"tır. Ehl-i Sünnet âlimleri, mucizeyi, kerâmet gibi diğer harikalardan
ayıran unsur ve şartları dikkate alarak çeşitli ifadelerle tarif etmişlerdir.
Bunlardan en uygun ve açık olanı şöyledir; Mucize; Peygamberlik iddiasında
bulunan ve inkârcılara meydan okuyan zâtın bu iddiasının doğruluğunu tasdik
etmek için, Hak Teâlâ'nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir
benzerini 'mislini) yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü
harikulâde bir hadisedir.
Bu
tariften anlaşılacağı üzere mucize, Allah'ın bir fiilidir. Onu Peygamberi
elinde yaratan ve gösteren, bizzat Allah (c.c) tır. Peygamberlik iddiasıyla
ortaya çıkan ve inkarcılara karşı meydan okuyan bir zatın elinde, onu inkâr
eden herkesi aciz bırakan böyle bir harika izhar edilmesi, peygamberlik
iddiasını ispat ve tasdik manası taşır. Çünkü peygamberin böyle bir harika
göstermesi, "kulum,
peygamberlik iddiasında sadıktır, kendiside, tebliğ ettiği sözler de, doğru ve
gerçektir" demektir.
Tarifteki,
"peygamberlik
iddiasında bulunmak" ve "meydan
okumak" (tahaddi) şartlar, mucizeyi, Allah'ın salih kulları olan evliyâ'nın
gösterdikleri "kerâmet" adı verilen ve benzeri diğer
fevkalâde hadiselerden ayırır. Çünkü Allah dostları olan evliyanın, "peygamberlik iddiası" ve "meydan okuma" vasfı yoktur. Onların gösterdiği
kerâmetler, tâbi oldukları ve şerîatı üzere yaşadıkları peygamberlerin bir tür
mucizesi sayılır.[279]
Mu'cizenin Peygamberliğe Delaleti
Şartlarına
uygun olarak meydana gelen mucizenin peygamberlik iddiasında bulunan zatın
peygamberliğine delâleti, kat'î ve zarurîdir. Çünkü Hak Teâlâ'nın yalancı bir
zatın elinde, böyle misli gösterilemeyen fevkalâde bir mucize izhar etmesi
aklen imkânsızdır. Zira bu, yalancı bir kimseyi tasdik etmek olur. Yalancıyı
tasdik etmek kötü bir fiil olduğundan, Hak Teâlâ hakkında muhaldir. Gerçek
şudur ki; peygamberlik denince, iki ana esas akla gelir.
Birincisi;
Allahu Teâlâ'nın büyük bir lütfu olan ilahî vahye mazhar olmak ve onu tebliğ
ederek insanları dünya ve âhiret saadetine ulaştırmak;
İkincisi
ise, peygamberliği ispat eden ve onu tasdik eden "Mucize"
göstermektir. Şayet peygamberler, kudreti herşeye yeten Hak Teâlâ tarafından
teyid edilmeseler; yani onlara inkârcıları aciz bırakan mucizeler verilmese
idi, Allah'ın Rasûlü olduklarına kimseyi inandıramazlardı.
Mucize
göstermek o zatın peygamberliğini bilfiil tasdik etmek, "doğru söyledin,
sen hak peygambersin" demektir. Buna, günümüzde şöyle bir örnek
verilebilir: Nasıl ki bir devletin elçisi gittiği devlet başkanına, yalnız
elçilere mahsus olan "güven mektubu" sunarak, kendi devlet başkanının
sefiri olduğunu ispat eder ve kendine inandırırsa; peygamberler de, kesin bir
delil sayılan "mucize" göstererek, Allah'ın Resûlü olduklarına, kendi
milletlerini inandırmış olurlar.
Peygamberler,
eğer mucize ile desteklenmemiş olsalardı, sözlerini kabul etmek ve onları
tasdik etmek gerekmezdi. Peygamberlik davasında sadık (doğru ve samimî) olan
ile, kâzip (yalancı) olan birbirinden ayırdedilemezdi. Mucize gösterilince,
iddia sahibinin doğru söylediği ve peygamber olduğu kesin olarak anlaşılmış
olur. Çünkü Hak Teâlâ, mucizenin hemen ardından; onu görenlerde, peygamberin
sâdık, sözünün doğru olduğuna dair bir bilgi yaratır.
Bu
bilgi, şu benzer olaydaki gibi şöyle hâsıl olur: Bir zât, bir topluluğa
gelerek; "Ben, şu kralın size gönderdiği elçiyim" dese, sonra orada
bulunan krala dönerek, "Eğer beni kendine elçi tayin etmekte sadık isen,
âdetine muhalefet et; üç defa yerinden kalk ve âdetine aykırı bir yere
otur" dese, kral da bunu yapsa; toplulukta, o zâtın doğru söylediği,
kralın elçisi olduğu hususunda zorunlu ve kesin bir bilgi hasıl olur."[280]
Burada
önemli bir hususu belirtmek, konumuza daha açıklık getirecektir. Bazı kişilerin
ilmini ve usûlünü öğrenerek yaptıkları sihir, asla bir çeşit mucize sayılmaz.
Çünkü sihir, normal bir insanın maddî gücü dışında görünse de, insanın ruhî,
nefsî ve ilmî gücü ve takatı dışında olağanüstü bir hadise vasfında değildir.
Şayet öyle olsaydı, sihir de (mucize gibi vehbî) öğrenilemez ve bir sanat
haline getirilemezdi. Mucize; insanların her türlü güçleri dışında kalan,
çalışarak elde edilemeyen ve ancak Hak Teâlânın yüce iradesi ve verdiği ilâhî
güçle yapılan fevkalâde bir hadisedir. Sihir gibi kesbî (çalışılarak) değil,
vehbîdir. İlahîdir.
Bu
bakımdan, kötü maksatlarla ve şerir kimseler tarafında öğrenilerek bir sanat ve
geçim aracı haline getirilen sihirbazlık, dinen haram kılınıp yasaklanmış ve
büyük günahlardan sayılmıştır. Ayrıca çalışılarak elde edilen sihirbazlıkla
yapılan sihirlerde, peygamberlerin gösterdiği mucizelerde bulunan şartlar; yani
meydan okuma (tahaddi), insanları âciz bırakma ve peygamberlik iddiası yoktur.
Bu gerçek Kur'ân-ı Kerim'de birkaç defa açıklanan "Hz. Musa'nın mucize
asası ile Firavunun sihirbazları arasında geçen olaylarda çok açık olarak
görülmektedir.
Bu
bakımdan sihir mucizeye benzemez; mucizenin peygamberliğe kesin ve zorunlu delâletini
iptal eden bir engel sayılmaz.[281]
Mucizeye İnanmanın Hükmü
Her
müslümanın, Allahu Teâlâ'nın insanlara zaman zaman göndermiş olduğu
peygamberlerinin davalarında sadık ve haklı olduklarını ortaya koyan ve Allah
tarafından desteklendiklerini ispat eden mucizeler verdiğine inanması farzdır.
Hiç bir peygamber yoktur ki, Hak Teâlâ ona bir mucize ihsan ederek onu tasdik
etmiş olmasın.
Bu
husus, Kur'an'da adı geçen her peygamber hakkında indirilen müteaddid âyetlerle
sâbit olmuş ve onlara verilen mucizeler açıklanmıştır. O halde mucize gerçeğine
iman; Kitap, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet ile sâbittir. Kur'an'la sâbit olan
"İsrâ" ve "İnşikâk-ı Kamer" gibi hissî ve kevnî mucizeleri
inkâr, küfrü gerektirir. Her Peygambere mucize verildiğine dair pek çok âyetler
olduğu gibi Peygamber (a.s)'ın şu sahih hadisi de zikredilebilir: "Hiç
bir peygamber yoktur ki Ona insanların imanına sebep olan mucizeler verilmiş
olmasın. Bana verilen mucize ise, ancak bana vahyolunan bir vahiydir. Onun için
kıyamet gününde ümmeti en fazla olan peygamber ben olacağımı ümit
ediyorum."[282]
Peygamberlerin
mucize göstermelerinin aklen de mümkün olduğuna en açık delil; mucizeyi yaratan
Hak Teâlâ'nın her şeyi yaratacak kudrette bir "Kâdir-i Mutlak"
olmasıdır. Çünkü; kâinatta, yerde ve gök yüzündeki canlı cansız varlıklar
âlemine dikkatle bakılarak ondaki incelik, şaşmaz düzen ve muhkem nizam
incelenip düşünülünce, bütün bunların yaratıcısı olan Hak Teâlâ'nın,
peygamberlerini tasdik etmek maksadıyla gerektiğinde, herbirinin elinde, ezelî
ilmine ve küllî iradesine uygun olarak mucize adı verilen fevkalâde bir şey
yaratmasının aklen mümkün olduğu kolayca anlaşılır.
Allah
(c.c)'a, sonsuz kudret ve azametine inanan herkes; mucizeye, onun aklen mümkin
ve fiilen sâbit olduğuna tereddütsüz iman eder. İnsanlık tarihi bu gerçeğin
canlı örnekleriyle doludur.
Mucizenin Çeşitleri
Akâid
ve Kelâm ilmine ait muteber ana kaynaklarda mucizeler iki ana gruba ayrılmış,
sonra her gruba giren mucize(erin çeşitleri beyan edilmiştir. Bunlardan
birincisi, "hissî ve
kevnî mucizeler"; diğeri ise, "aklî
(manevî) mucizeler" dir.
Birinci
gruba giren hissî ve kevnî mucizeler de, mahiyet ve keyfiyet bakımından iki
büyük grupta toplanır. Birinci grup; Hak Teâlâ'nın elçileri olarak seçtiği
üstün vasıflı şahsiyetler olan peygamberlerin mümtaz zatları ve kâmil sıfatları
ile ilgili fevkalâde haller, üstün meziyetler, yüce tecellî ve özelliklerdir.
İkinci grupta ise; peygamberlerin zat ve sıfatları dışında meydana gelen ve her
peygambere verilen, o zamanki insanların duyu organları ile müşahade ettikleri
tabiat üstü olaylar hissî ve kevnî mucizeler grubuna girer.
Bunlar
her peygamberin peygamberliğini ispat etmek için Allah'ın izniyle gösterdiği, o
zamanki insanları âciz ve hayran bırakan ve o devirde en inandırıcı görünen
fevkalâde eşsiz hâdiselerdir.
Bazı
alimler, özellikle Peygamber (a.s) tarafından vahye ve Kur'an âyetlerine
dayanarak haber verdiği, geçmişe ve geleceğe ait hadiselere, "Mu'cizât-ı Haberiyye" adı vererek bunları aynı türde
mucizeler olarak mütalaa etmişlerdir. Başta Hâtemül-Enbiya Hz. Muhammed (a.s)
olmak üzere, Allah'ın sevgili ve mümtaz kulları, insanlığın hidâyet rehberleri
ve gerçek eğitici ve öğreticileri olan ve bizzat Allah (c.c) tarafından terbiye
edilen peygamberlerin mümtaz zat ve kâmil şahsiyetleri, onlar hakkında her
müslümanın inanması gereken kemal sıfatlar, onların peygamberliğini ispat eden
zâtî mucizelerdir.
Gerçek
şudur ki; başta Hz. Muhammed (a.s) olmak üzere, bütün peygamberlerin herkese
güven ve emniyet veren güçlü ve dürüst şahsiyetleri, sağlam karakter, güzel
ahlâk, cesâret ve istikametleri, parlak zekâ ve dirayetleri, elde ettikleri
eşsiz başarılar, sahip oldukları belagat ve fesahatları gösterdikleri, hissî
mucizelerden daha tesirli ve açık olarak, herbirinin, Allah'ın Rasûlü olduğuna
kesinlikle delâlet etmektedir.
Hissî ve Kevnî Mucizeler
Peygamberlerden
bahsedilince akla gelen ve Kur'ân-ı Kerim'de bazı peygamberlerin gösterdiği
bildirilen mucizeler, genellikle bu çeşit hissî ve kevnî mucizelerdir. Her
peygamber, Hak Teâlâ'nın elçisi olduğunu ispat etmek için genellikle göze hitap
eden hissî mucizeler göstermiştir. Bu fevkalâde hadiseler, her peygamberin
içinde yaşadığı dönem gereği ve insanların anlayışına göre emsalsiz sayılan ve
başkalarının benzerini yapmakta aciz kalarak hayret edecekleri türden
mucizelerdir. Mahiyet ve keyfiyeti bakımından hissî ve kevnî olan bu
mucizelerin çoğu Kur'ân-ı Kerim'de açıklanmıştır.
Hz.
İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsâ ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s)'ın gösterdiği
ve Kur'ân-ı Kerim’le sâbit olan bu tür mucizelerden bazılarını şöyle özetlemek
mümkündür:
1- Hz.
İbrahim (a.s)'ın, Bâbil hükümdarı Nemrut tarafından-mancılıkla-ateşe atıldığı
halde yanmayarak kurtulması.
2- Musa
Peygamberin elindeki asanın, Firavunun sihirbazlarının yaptıklarını yutan bir
ejderha haline girmesi, sonra eski haline dönmesi. Aynı asayı Hz. Musa'nın
Kızıldenize vurmasıyla, denizin yarılması... Böylece Hz. Musa, yanındaki İsrâil
oğullarıyla karşı sahile geçerek kurtulmuşlar, deniz eski haline dönmüş ve
Firavn yanındakilerle beraber boğulmuştur.
3- Hz.
İsa (a.s)'nın, Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi, hastalara dokunarak onları
iyi etmesi gibi fevkalâde hadiseler, birer hissî mucizedir.
Rasulullah
(a.s) Efendimizin pek çok hissî ve kevnî mucizeleri vardır. Bunlardan Kur'ân-ı
Kerim'de zikredilen ve tevâtür derecesine ulaşan sahih hadislerle sâbit olan
ikisi şunlardır:
1- İsrâ
ve Mirac mucizesi: Kur'ân-ı Kerim, İsrâ sûresinde:
سُبْحَانَ
الَّذى
اَسْرى
بِعَبْدِه
لَيْلًا مِنَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ
اِلَى الْمَسْجِدِ
الْاَقْصَاالَّذى
بَارَكْنَا
حَوْلَهُ
لِنُرِيَهُ
مِنْ ايَاتِنَا
اِنَّهُ
هُوَالسَّميعُ
الْبَصيرُ
"Kulunu (Muhammed'i), ona âyetlerini göstermek
üzere, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şânı ne
yücedir..."[283]
buyurulmuştur.
Peygamberimiz
(a.s) Efendimiz, ilâhî emir üzerine Cebrail (a.s)'ın refakatinde bir gecenin
belirli bir kısmında, Mekke-i Mükerremedeki Mescid-i Haram'dan, Kudüs'te bulnan
Mescid-i Aksa'ya süratle götürülmüş; oradan da, yedi kat gökyüzüne
yükseltilerek "sidre-i Müntehâ" ya ve diğer yüce makamlara
çıkarılmış; bir çok ilâhî lütuflara (Füyuıâtı Rabbâniyeye) mazhar olduktan
sonra, tekrar Mekke-i Mükerreme'ye ulaştırılmıştır.
Buharî
ve Müslim'in Sahihlerinde mevcut meşhur bir hadise göre; bu mucize, Hicret'ten
bir buçuk yıl önce Receb ayının yirmiyedinci gecesi vuku bulmuştur. İsrâ'nın,
ruh ve ceset birlikte tahakkuk ettiğinde icmâ vardır. İsrâ hadisesi, yukarda
kaydedilen âyetle sâbit olduğundan, inkâr eden kâfir olur. Mirac hadisesinde
de, icmâ-ı ümmet varsa da, keyfiyetin de, yani oluş şeklinde ittifak
olunmamıştır. Ancak âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, Mi'rac ta, ruh ve ceset
birlikte ve uyanık olarak tahakkuk etmiştir. Bu hadise, Rasulü Ekrem
Efendimiz'in en büyük hissî mucizesi olarak kabul edilmiştir.
2-
İnşikâk-ı Kâmer, Ay'ın ikiye bölünmesi mu'cizesi: Peygamber (a.s) Efendimizin
bu büyük hissî mucizesi de Kur'an'la sâbittir. Nitekim: Kamer sûresinde:
اِقْتَرَبَتِ
السَّاعَةُ
وَانْشَقَّ
الْقَمَرُ
"(Kıyâmet)saat(i) yaklaştı, ay (ikiye) bölündü
(yarıldı)"[284] buyurulmuştur.
Bazı
sahih hadislerde nakledildiğine göre; müşriklerden bir grup, bir mucize olarak,
ayın iki kısma ayrılmasını, Rasul-i Ekrem (a.s)'den istediler. Hz. Peygamber
(a.s) da, Allah'u Teâlâ'ya yönelerek niyazda bulundu. Ay, Allah'ın kudret ve
izniyle derhal ikiye ayrıldı; bir kısmı Hıra dağı üzerinde, diğer kısmı ise,
aşağıda ve tam karşısında görüldü. Müşrikler, inat ve tekebbürlerine kapılarak
bu büyük mucizeyi inkâr ettiler ve "Bu, ancak bir sihirdir" dediler.
Şayet bu mucize, diğer Mekkelilerce de görülmemiş olsaydı, ona delâlet eden
âyetle tekzip edilmiş olur ve kimse Hz. Muhammed (a.s)'e iman etmez, hattâ
inananlardan irtidat edenler bile olurdu. Halbuki böyle bir şey olmamıştır.
Aklî
Mucizeler Aklî mucize, akla ve vicdana hitab eden ve her devirde geçerli olan
olağanüstü eşsiz bir harikadır. Bu tür mucizeye en canlı örnek, yalnız
Rasulullah (a.s) Efendimiz'e verilen ve onun en büyük mucizesi sayılan Kur'ân-ı
Kerim'dir. Çünkü o, her zaman ve mekanda onun peygamberliğini simgeleyen en
etkili mucizedir. Daha önceki peygamberlere verilen hissî mucizelerin
fonksiyonu Kur'an’la sona ermiş; onların, hatıralarda anılan tarihî fevkalâde
bir olay olmaktan öte, artık bir etkisi kalmamıştır.
Böyle
bir aklî mucizenin, peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s) Efendimize verilip, daha
önceki peygamberlerin hiç birine bir benzerinin verilmemesinin hikmeti; onların
peygamberliklerinin bir sonraki peygamberin gönderilişine kadar ki belirli
zamana ve belirli bir millete mahsus olmasıdır. Hz. Muhammed (a.s)'ın
peygamberliği ise, kıyamet gününe kadar bâki olduğu için, ona; bütün insanların
peygamberi olduğuna tanıklık edecek Kur'ân-ı Kerim gibi, her devirde geçerli,
aklî ve eşsiz bir mucize verildi. Kur'an'ın pek çok olan icaz yönleri, genel
olarak şu iki kısımda toplanarak özetlenebilir:
1-
Bütün insanları hedef alan i'câzı: Kur'an'ın o zamana kadar duyulmayan, adı
sanı bilinmeyen gaybî hakikatlerden haber vermesi ve bunların aynen çıkması.
Aynı şekilde, geçmiş ümmetlerden ve onların kıssalarından bahsetmiş olması da,
Kur'ân'ın icazına örnek sayılır. Ayrıca, bütün devirlerde, her yerde ve her
millete uygulanabilen genel ve eşsiz bir hukuk sistemi ortaya koyması da, ilmî
bir mucizedir. Çünkü Hz. Muhammed (a.s) ümmî idi, okuması yazması yoktu.
Onun
herhangi bir âlim ve mürşidden ders almadığı, hukuk ve kanun okumadığı tarihen
sâbittir. O halde, böyle ümmî bir zâtın, Kur'ân-ı Kerim gibi, Arap belâgat ve
fesâhatının zirvesinde olan ilahî hikmetlerle dolu eşsiz bir hukuk sistemini,
kendi karihâsından meydana getirebilmesi mümkün müdür? İşte Kur'ân-ı Kerim'in
bu yöndeki icazını ve onun büyük bir mucize olduğunu aklı selim sahibi herkes
rahatlıkla kavrayabilir.
2-
Kur'ân-ı Kerim'in Araplara yönelik bulunan icazına gelince; bu Kur'ân'ın ilâhî
lâfzının, "nesir"in alışılmış uslub ve yöntemleriyle tam tamına
uyuşmayan; "şiir" in bilinen vezinleriyle de bağdaşmayan kendine
mahsus üstün ve parlak nazmıdır. Bunun yanında, Kur'an'ın hayret verici, insanı
teshir eden yüce bir belağatı ve eşsiz bir fesahatı vardır. O öyle yüce bir
usluba sahiptir ki; ondan, avam olsun, kültürlü olsun veya ihtisas sahibi bir
âlim olsun, herkes mutlaka faydalanır ve manevî zevk alır. Eşsiz bir uslup,
geniş ve engin bir manâ hazinesi olan Kur'ân-ı Kerim, asırlardır tekrar tekrar
meydan okuduğu halde, Arap edebiyatı, belağat ve fesahat üstadları bu güne
kadar Kur'ân'ın bir benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır. Nitekim bu konuda
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَاِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ
مِمَّا
نَزَّلْنَا
عَلى
عَبْدِنَا
فَاْتُوا
بِسُورَةٍ
مِنْ مِثْلِه
وَادْعُوا
شُهَدَاءَ
كُمْ مِنْ
دُونِ اللّهِ
اِنْ كُنْتُمْ
صَادِقينَ فَاِنْ
لَمْ تَفْعَلُوا
وَلَنْ
تَفْعَلُوا
فَاتَّقُوا
النَّارَ
الَّتى
وَقُودُهَا
النَّاسُ
وَالْحِجَارَةُ
اُعِدَّتْلِلْكَافِرين
"Eğer kulumuz (Muhammed)'e indirdiğimiz
(Kur'ân)'dan şüphe ediyorsanız, haydi siz de ona benzer bir sûre getirin.
Allah'tan başka bütün şâhitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru
iseniz (bunu yapın) yok eğer yapamadınızsa, ki yapamayacaksınız, o halde yakıtı
insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının."[285]
Başka
bir âyette:
قُلْ
لَئِنِ
اجْتَمَعَتِ
الْاِنْسُ
وَالْجِنُّ
عَلى اَنْ
يَاْتُوا
بِمِثْلِ
هذَا الْقُرْانِ
لَا يَاْتُونَ
بِمِثْلِه
وَلَوْ كَانَ
بَعْضُهُمْ ِبَعْضٍ
ظَهيرًا
"Deki: Andolsun eğer bütün insan(lar) ve
cin(ler) şu Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek için (biraraya gelip)
toplansalar yine onun bir benzerini yapamazlar"[286] diye meydan okuyor.
Fakat
bütün bu meydan okumalara rağmen onlar, hiç bir şey yapamadılar ve Kur'ân'a
cevap verme cesareti gösteremediler. Bu âyetler ve bütün Kur'an, asırlardır,
değişik anlayış ve inançta bulunan belâğat üstadlarına, şair ve edebiyatçılara
meydan okumaya devam ettiği halde, onunla kıyaslamaya yarayacak güzellikte
herhangi bir çalışma yapılamamıştır. İşte bu, gözlem ve deneye dayalı ilmî
delillerle ortaya konmuş bulunan gerçek, Kur'an'ın ilâhî icazını ve en büyük
mucize oluşunu ispat eden belgedir.
Mucize
Dışındaki Diğer Harikalar Bunlar başlıca beş çeşit olup, şöylece özetlenebilir:
1- İrhas: Peygamber olmaya namzet bir
zatın, peygamber olarak gönderileceğine delâlet eden olağanüstü bir hadisedir.
Böyle fevkalâde bir hadise, o zata peygamberlik gelmeden önce meydana gelir.
Hz. İsa (a.s)'nın daha beşikte iken konuşması, bazı ağaçların ve taşların
Peygamber (a.s) Efendimize selâm vermesi, bulutun onu gölgelemesi gibi... İrhas
da, mucize gibi yalnız peygamberlere mahsus bir harikadır.
2- Kerâmet: İlâhî emirleri dikkatle yerine
getiren, günahlardan titizlikle sakınan ve Allahu Teâlâ'ya çokça ibadet ve
taatla yaklaşan, zühd ve takva sahibi bazı büyük zevatta görülen hârikalardır.
Allah dostu veli ve evliya diye anılan bu gibi zevâtın, gerektiği zaman
"kerâmet" göstermesi, Ehl-i Sünnete göre haktır. Bir çok hikmet ve
faydalar vermesi ve etrafındakileri uyarması maksadıyla zühd ve takva sahibi
bazı salih mü'minlere verilen bu ilahî lütuf ve ihsan, onların tabi olduğu
peygamberlerin bir mucizesi sayılır. Kerâmet, mucize derecesine: veli de,
nebinin derecesine asla ulaşamaz. Bu sebeble, keramet peygamberlik davasıyla ve
istenilen zamanda gösterilemez.
3- Meûnet
(Yardım, destek): Salih müslümanlardan olduğu halde, halk arasında hali gizli kalmış, iç
âlemi anlaşılmayan bilinmeyen; meczup bilinen veya saf dil görünen kimselerden,
bir iddiada bulunmadan meydana gelen bazı hârikalardır. Bu hal, sahibinin bazı
belâ veya musibetten kurtulmasına ve geçiminin kolaylaşmasına yardımcı olur.
Karşılarındaki insanların aklından geçenleri, maksat ve niyetlerini keşfetmek,
bir çeşit meûnet sayılır.
4- İstidrac: Küfrü ve fıskı açık olan bazı
kimseler elinde, arzularına uygun olarak meydana gelen hârikalara
"istidrac" adı verilir. Bu, Allah Teâlâ'nın, inad, kibir, hased ve
ihtirasları sebebiyle yola gelmeyen, münkirlere istediği fırsatı vermesidir ki;
kötülüğe ve günah işlemeye devam ederek, daha çok azaba müstahak olmaları
hikmetine dayanır. Bu gibi zâlim, fâsık ve inkârcı kimselerin dünya ile ilgili
isteklerine, kavuşmaları, arzu ve duaların kabulu, "istidrac" sayılır.
5- İhanet:
(Hakir
ve zelil kılmak): Küfrü ve fıskı açık olan bazı kişiler elinde arzu ve
isteklerine aykırı olarak meydana gelen bir takım harika olaylardır. Bu hale "hizlan" adı da verilir. Bu tip yalancı
ve münkirler elinde meydana gelen menfi hârikalar, Hak Teâlâ'nın onları
yalanlamak ve rezil etmeyi dilemesi ile ortaya çıkar. Nitekim rivâyete göre;
Peygamberlik, davasında bulunan "Müseylemetü'l Kezzâb" diye anılan yalancı bir sapık, mucize
göstermek maksadıyla tek gözü kör bir adama gözü açılsın diye dua etmiş; adamın
gören diğer gözü de kör olmuş!
Sonuç
olarak; hârika türlerinden, yalnız kerâmet ve irhas, sahibinin büyüklüğüne ve
yüksek derecesine delâlet eder. Sihir ise, dinen haram olup, yukarıda
belirtilen sebeplerle, bu hârika çeşitlerinden hiç birine girmez ve dinen hiç
bir değer taşımaz. Sihirbazlar dinen makbul kişiler değildir.
Mucizeler ile Harikalar Arasındaki Fark
En
önemli farklar şunlardır:
1-
Mucize, ancak peygamberlik şerefine mazhar olan Allah'ın sevgili kulları,
mümtaz şahsiyetler tarafından ve davalarına uygun olarak meydana gelir. Diğer
hârikalarda bu şartlar bulunmaz.
2-
Mucize, genellikle halkın istemesi üzerine gösterilir ve ortaya çıkar. Bu
esnada halka, "Bir benzerini de siz getirin" diye meydan okunur ve
halk âciz kalarak bir benzerini yapamazlar. Veliler ve diğer harika sahipleri,
böyle bir iddiada bulunamazlar.
3-
Mu'cize gösteren peygamberler, her türlü ahlâkî fazilet ve üstün vasıflarla
muttasıf birer ahlâk ve fazilet timsali olurlar. O kadar ki, bu halleri de,
onların peygamberliklerine delâlet eden birer hârika derecesinde görülür. Bu
sebeple, vehbî olan peygamberlik sıfatlarıyla muttasıf olmayanlar, mucize
gösteremezler.[287]
Yirmi
sekiz (28) olup, üçü (3) ihtilaflıdır. Bunlar:
1-Hz. Adem (a.s):
اِنَّ
مَثَلَ
عِيسَى
عِنْدَ اللهِ
كَمَثَلِ
اَدَمَ
خَلَقَهُ
مِنْ تُرَابٍ
ثُمَّ قَالَ
لَهُ كُنْ
فَيَكُونُ
“Allah
nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı.
Sonra ona "Ol!" dedi ve oluverdi.”[288]
2-Hz. İdris (a.s):
اِلاَّ مَنْ
تَابَ
وَاَمَنَ
وَعَمِلَ صَالِحًا
فَاُولَئِكَ
يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ
وَلاَ
يُظْلَمُونَ
شَيْئًا
“Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki,
bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride
sapıklıklarının cezasını çekecekler."[289]
3-Hz Nuh (a.s):
لَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحًا اِلَى
قَوْمِهِ
فَقَالَ
يَاقَوْمِ
اعْبُدُوا اللهَ
مَا لَكُمْ
مِنْ اِلَهٍ
غَيْرُهُ اِنِّى
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ عَظِيمٍ
“Andolsun ki
Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin,
sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir
günün azabından korkuyorum.”[290]
4-Hz.Hud (a.s):
وَاِلَى
عَادٍ
اَخَاهُمْ
هُودًا قَالَ
يَاقَوْمِ
اعْبُدُوا
اللهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلَهٍ
غَيْرُهُ
اِنْ
اَنْتُمْ اِلاَّ
مُفْتَرُونَ
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi
ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Siz
yalan uyduranlardan başkası değilsiniz”[291]
5-Hz.Salih (a.s):
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا
اِلَى
ثَمُودَ
اَخَاهُمْ
صَالِحًا
اَنِ
اعْبُدُوا
اللهَ
فَاِذَا هُمْ
فَرِيقَانِ
يَخْتَصِمُونَ
“Andolsun ki, "Allah'a kulluk edin!"
(demesi için) Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Hemen birbiriyle
çekişen iki zümre oluverdiler.”[292]
6-Hz.İbrahim (a.s):
وَاِذِ
اِبْتَلَى
اِبْرَهِيمَ
رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ
فَاَتَمَّهُنَّ
قَالَ اِنِّى
جَاعِلُكَ
لِلنَّاسِ
اِمَامًا
قَالَ وَمِنْ
ذُرِّيَّتِى
قَالَ لاَ
يَنَالُ
عَهْدِى الظَّالِمِينَ
“Bir
zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak
yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan
da (önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar
için söz vermem) buyurdu.”[293]
7-Hz.Lut (a.s):
فَآمَنَ
لَهُ لُوطٌ
وَقَالَ
اِنِّى
مُهَاجِرٌ
اِلَى رَبِّى
اِنَّهُ هُوَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ
“Bunun üzerine Lût ona iman etti ve (İbrahim):
Doğrusu ben Rabbim'e(emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve
hikmet sahibidir, dedi."[294]
8-Hz.İsmail (a.s):
وَاذْكُرْ
فِى
الْكِتَابِ
اِسْمَعِيلَ
اِنَّهُ كَانَ
صَادِقَ
الْوَعْدِ
وَكَانَ
رَسُولاً
نَبِيًّا
“(Resûlüm!) Kitapta İsmail'i de an. Gerçekten o,
sözüne sâdıktı, resûl ve nebî idi.”[295]
9-Hz.İshak (a.s):
فَلَمَّا
اعْتَزَلَهُمْ
وَمَا
يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ
اللهِ وَهَبْنَا
لَهُ
اِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ
وَكُلاًّ
جَعَلْنَا
نَبِيًّا
“Nihayet İbrahim onlardan ve Allah'tan başka
taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman biz ona İshak ve
Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.”[296]
10-Hz.Yakup (a.s):
فَلَمَّا
اعْتَزَلَهُمْ
وَمَا
يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ
اللهِ وَهَبْنَا
لَهُ
اِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ
وَكُلاًّ
جَعَلْنَا
نَبِيًّا
“Nihayet
İbrahim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa
çekildiği zaman biz ona İshak ve Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber
yaptık.”[297]
11-Hz.Yusuf (a.s):
وَكَذَلِكَ
يَجْتَبِيكَ
رَبُّكَ
وَيُعَلِّمُكَ
مِنْ
تَأْوِيلِ
اْلاَحَادِيثِ
وَيُتِمُّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكَ
وَعَلَى اَلِ يَعْقُوبَ
كَمَا
اَتَمَّهَا عَلَى
اَبَوَيْكَ
مِنْ قَبْلُ
اِبْرَهِيمَ
وَاِسْحَقَ اِنَّ
رَبَّكَ
عَلِيمٌ
حَكِيمٌ
“İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada
görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a
nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır.
Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[298]
12-Hz.Eyyüb (a.s):
وَاذْكُرْ
عَبْدَنَآ
اَيُّوبَ
اِذْ نَادَى
رَبَّهُ
اَنِّى
مَسَّنِىَ
الشَّيْطَانُ
بِنُصْبٍ
وَعَذَابٍ
“(Resûlüm!) Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine:
Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti."[299]
13-Hz.Zülkifli (a.s):
وَاِسْمَعِيلَ
وَاِدْرِيسَ
وَذَا الْكِفْلِ كُلٌّ
مِنَ الصَّابِرِينَ
“İsmail'i,
İdris'i ve Zülkifi de (yâdet). Hepsi de sabreden kimselerdendi.”[300]
14-Hz.Şuayb (a.s):
وَاِلَى مَدْيَنَ
اَخَاهُمْ
شُعَيْبًا
قَالَ يَاقَوْمِ
اعْبُدُوا
اللهَ مَا
لَكُمْ مِنْ اِلَهٍ
غَيْرُهُ
قَدْ جَاءَ
تْكُمْ
بَيِّنَةٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَاَوْفُوا
الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ
وَلاَ
تَبْخَسُوا النَّاسَ
اَشْيَاءَ
هُمْ وَلاَ
تُفْسِدُوا
فِى
اْلاَرْضِ
بَعْدَ
اِصْلاَحِهَا
ذَلِكُمْ
خَيْرٌ
لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ
مُؤْمِنِينَ
“Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi
ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Size
Rabbinizden açık bir delil gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın,
insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk
yapmayın. Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır.”[301]
15-Hz.Musa
(a.s):
قَالَ
يَامُوسَى
اِنِّى
اصْطَفَيْتُكَ
عَلَى
النَّاسِ
بِرِسَالاَتِى
وَبِكَلاَمِى
فَخُذْ مَا
اَتَيْتُكَ
وَكُنْ مِنَ
الشَّاكِرِينَ
“(Allah) Ey Musa! dedi, ben risaletlerimle (sana
verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana
verdiğimi al ve şükredenlerden ol.”[302]
16-Hz.Harun (a.s):
وَاَخِى
هَرُونُ هُوَ
اَفْصَحُ
مِنِّى لِسَانًا
فَاَرْسِلْهُ
مَعِىَ رِدْء اً
يُصَدِّقُنِى
اِنِّى
اَخَافُ اَنْ
يُكَذِّبُونِ
“Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür.
Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana
yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.”[303]
17-Hz.Davud (a.s):
وَرَبُّكَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ فِى
السَّمَوَاتِ
وَاْلاَرْضِ
وَلَقَدْ
فَضَّلْنَا
بَعْضَ
النَّبِيِّينَ
عَلَى بَعْضٍ
وَاَتَيْنَا
دَاوُدَ
زَبُورًا
“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi
bilendir. Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Davud'a
da Zebur'u verdik.”[304]
18-Hz.Süleyman (a.s):
وَوَرِثَ
سُلَيْمَنُ
دَاوُدَ
وَقَالَ يَآاَيُّهَا
النَّاسُ
عُلِّمْنَا
مَنْطِقَ الطَّيْرِ
وَاُوتِينَا
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ اِنَّ
هَذَا لَهُوَ
الْفَضْلُ
الْمُبِينُ
“Süleyman Davud'a vâris oldu ve dedi ki: Ey
insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu
bu apaçık bir lütuftur."[305]
19-Hz.İlyas (a.s):
وَزَكَرِيَّا
وَيَحْيَى
وَعِيسَى
وَاِلْيَاسَ كُلٌّ
مِنَ الصَّالِحِينَ
“Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola
iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi.”[306]
20-Hz.Elyas'a (as):
وَاِسْمَعِيلَ
وَالْيَسَعَ
وَيُونُسَ وَلُوطًا
وَكُلاًّ
فَضَّلْنَا
عَلَى الْعَالَمِينَ
“İsmail, Elyesa', Yunus ve Lût'u da (hidayete
erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”[307]
21-Hz.Yunus (as):
وَاِنَّ
يُونُسَ
لَمِنَ
الْمُرْسَلِينَ
“Doğrusu Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.”[308]
22-Hz.Zekeriyya (a.s):
ذَلِكَ مِنْ
اَنْبَآءِ
الْغَيْبِ
نُوحِيهِ
اِلَيْكَ
وَمَا كُنْتَ
لَدَيْهِمْ
اِذْ يُلْقُونَ
اَقْلاَمَهُمْ
اَيُّهُمْ
يَكْفُلُ
مَرْيَمَ
وَمَا كُنْتَ
لَدَيْهِمْ
اِذْ
يَخْتَصِمُونَ
“(Resûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla
bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i
himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların
yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildin.”[309]
23-Hz.Yahya (a.s):
فَنَادَتْهُ
الْمَلَئِكَةُ
وَهُوَ قَآئِمٌ
يُصَلِّى فِى
الْمِحْرَابِ
اَنَّ اللهَ يُبَشِّرُكَ
بِيَحْيَى
مُصَدِّقًا
بِكَلِمَةٍ
مِنَ اللهِ
وَسَيِّدًا
وَحَصُورًا وَنَبِيًّا
مِنَ
الصَّالِحِينَ
“Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken
melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir
Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak
Yahya'yı müjdeler.”[310]
24-Hz.İsa (a.s):
وَاِذْ
قَالَ عِيسَى
ابْنُ
مَرْيَمَ
يَابَنِى
اِسْرَآئِيلَ
اِنِّى
رَسُولُ
اللهِ اِلَيْكُمْ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَىَّ مِنَ
التَّوْرَيةِ
وَمُبَشِّرًا
بِرَسُولٍ
يَأْتِى مِنْ
بَعْدِى اسْمُهُ
اَحْمَدُ
فَلَمَّا
جَآءَ هُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالُوا
هَذَا سِحْرٌ
مُبِينٌ
“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben
size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra
gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti.
Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler.”[311]
25-Hz.Muhammed (a.s):
قَالَ رَبِّ
اَنّىَ
يَكُونُ لِى غُلاَمٌ
وَقَدْ
بَلَغَنِىَ
الْكِبَرُ
وَامْرَاَتِى
عَاقِرٌ
قَالَ
كَذَلِكَ اللهُ
يَفْعَلُ مَا
يَشَآءُ
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası
değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[312]
İhtilaflı olan Peygamberler
26 - Lokman (a.s)
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
لُقْمنَ
الْحِكْمَةَ
اَنِ اشْكُرْ
لِلّهِ
وَمَنْ
يَشْكُرْ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه
وَمَنْ
كَفَرَ فَاِنَّ
اللّهَ
غَنِىٌّ
حَميدٌ *
وَاِذْ قَالَ
لُقْمنُ
لِابْنِه
وَهُوَ يَعِظُهُ
يَا بُنَىَّ
لَاتُشْرِكْ
بِاللّهِ اِنَّ
الشِّرْكَ
لَظُلْمٌ
عَظيمٌ ()
وَوَصَّيْنَا
الْاِنْسَانَ
بِوَالِدَيْهِ
حَمَلَتْهُ
اُمُّهُ
وَهْنًا عَلى
وَهْنٍ
وَفِصَالُهُ
فى عَامَيْنِ
اَنِ اشْكُرْ
لى
“Zât-ı uluhiyetime andolsun ki, Lokman'a
Allah'a şükret diye hikmet verdik ve her kim şükrederse ancak kendi nefsi için
şükretmiş olur ve her kim de nankörlük ederse süphe yok ki, Allah ganîdir,
hamîddir.
“Ve yâd et o
vakti ki, Lokman, oğluna nasihat ederek ona demişti ki: "Allah'a şerik
koşma, şüphe yok ki, şirk elbette pek büyük bir zulümdür."[313]
27 - Zülkarneyn (a.s)
وَيَسَْلُونَكَ
عَنْ ذِى
الْقَرْنَيْنِ
قُلْ
سَاَتْلُوا
عَلَيْكُمْ
مِنْهُ
ذِكْرًا
“Ve sana
Zülkarneyn'den sual ediyorlar. De ki: "O'na dair size kâfi bir haber
hikâye edeceğim."[314]
28 - Üzeyir (a.s)’dır.
()
وَقَالَتِ
الْيَهُودُ
عُزَيْرٌ
ابْنُ اللّهِ
وَقَالَتِ
النَّصَارَى
الْمَسيحُ
ابْنُ اللّهِ
ذلِكَ
قَوْلُهُمْ
بِاَفْوَاهِهِمْ
يُضَاهِؤُنَ
قَوْلَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ قَبْلُ
قَاتَلَهُمُ
اللّهُ اَنّى
يُؤْفَكُونَ
()
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَالْمَسيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَمَا
اُمِرُوا
اِلَّا
لِيَعْبُدُوا
اِلهًا
وَاحِدًا لَا
اِلهَ اِلَّا
“Ve Yahudiler
dediler ki: "Üzeyr, Allah'ın oğludur." Nasrâniler de dedi ki:
"Mesih, Allah'ın oğludur." Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri
lakırdılardır. Evvelce kâfir olanların lakırdılarına benzetiyorlar. Allah Teâlâ
kendilerini kahretsin! Nasıl (Hak'tan) çevriliyorlar.”[315]
Kur'an'da ismi geçmediği halde peygamber olarak meşhûr
olanlar:
a) Şît (a.s)
b) Yûşâ (a.s)
c) Cercis (a.s)
d) Danyal (a.s)
e) Hızır (Aleyhimüsselâm)
Peygamberler,
yeryüzünde insanların mürşitleri ve öğretmenleridir. Yüce Allah bu zatları
insanlar arasında seçerek, kendisine muhatap kılmış, zararı ve tehlikeli
şeylerden sakındırmak için onları elçilik vazifesi ile görevlendirmiştir.
Peygamber olmasaydı insanlar doğru yolu bulamazdı. Yaptıkları hatadan dolayı
sorumlu olamazdı.
بَعَثْنَا
فِى كُلِّ
اُمَّةٍ
رَسُولاً اَنِ
اعْبُدُوا
اللهَ وَاجْتَنِبُوا
الطَّاغُوتَ
فَمِنْهُمْ
مَنْ هَدَى
اللهُ
وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ
عَلَيْهِ
الضَّلاَلَةُ
فَسِيرُوا
فِى اْلاَرْضِ
فَانْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُكَذِّبِينَ
“Andolsun ki biz,
"Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri için)
her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola
iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün,
inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”[316]
Peygamberler,
insanların insan olarak cemiyet ve cemaat halinde yaşayabilmeleri için lazım
olan kuralları, prensipleri, kaideleri, programları Allah’tan aldıkları şekilde
tebliğ etmişlerdir. Bu bakımdan insanca yaşamak Allah’ı bilmek, Allah’a kul
olmak peygamberlerin gösterdiğini yapmakla mümkündür. Kur’an-ı Kerim de:
لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فِى رَسُولِ
اللهِ اُسْوَةٌ
حَسَنَةٌ
لِمَنْ كَانَ
يَرْجُو اللهَ
وَالْيَوْمَ
اْلآخِرَ
وَذَكَرَ
اللهَ كَثِيرًا
“Kâfirler diyorlar ki: Ona
Rabbinden bir mucize indirilseydi ya! (Halbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve her
toplumun bir rehberi vardır.”[317]
Nübüvvetin Bugünkü Durumu
Hâtemü'l-Mürselîn: Arapça bir isim tamlaması olan
bu terim sözlükte, "peygamberlerin
sonu ve mührü" anlamına gelmektedir. Arapçada noktalı "ha" ile yazılan "hateme" fiili, "mühür vurdu, bir işi bitirip serbest kaldı" demektir. Mektubu okunmasın diye
katlayıp mühürlemek, içine bir şey girip çıkmasın diye tencerenin ağzını sıkıca
kapatmak, hiçbir şeyi anlamasın veya unûtmasın diye kalbe mühür vurmak
mânâlarına hep bu fiil veya masdarı kullanılmaktadır.
İkinci
kelime "el-Mürselîn" ise "irsâl (göndermek)" fiilinin "ism-i mef'ûlü (edilgen ortacı)" olan "mürsel"in çoğulu olup "gönderilen peygamberler" mânâsına gelmektedir.
İslâm
literatüründe "Hâtemü'l-Mürselîn" terimi aynı anlamda, hatta daha
kapsamlı olarak "Hâtemü'n-Nebiyyîn" şeklinde şu âyetin metninde
geçmektedir:
مَا
كَانَ
مُحَمَّدٌ
اَبَا اَحَدٍ
مِنْ رِجَالِكُمْ
وَلكِنْ
رَسُولَ
اللّهِ
وَخَاتَمَ
النَّبِيّنَ
وَكَانَ
اللّهُ
بِكُلِّ شَىْءٍ
عَليمًا
"Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin
babası değildir. Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve "Hâtemü'n-Nebiyyîn"
Peygamberlerin sonu, mührüdür. Allah herşeyi lâyıkıyle bilendir."[318]
Âyet
Hz. Peygamber'in çevresindeki İslâm düşmanlarının, Hz. Muhammed (a.s)'ın Zeyneb
binti Cahş ile evlenmesi üzerine yönelttikleri suçlamaları bertaraf etmektedir.
Onlar Hz. Muhammed'in, evlâtlığı olan Hz. Zeyd'den ayrılan Zeyneb ile
evlenmesini; gelini ile, gelini olmasa bile evlatlığının önceki karısı ile "yasak bir evlenme" sayıyorlardı.
Adı
geçen âyet Hz. Muhammed'in Zeyd dahil hiçbir adamın babası olmadığını, bir
câhiliyye devri haramı olan "evlatlığın
bıraktığı kadınla evlenme"nin aslında helal olduğunu ve bu sosyal değişikliğin son peygamber olarak
Hz. Muhammed'in görevlerinden olduğunu son derece açık bir şekilde ifâde
etmektedir.
Âyette
geçen "hâtem" kelimesi Âsım kıraatine göredir.
Diğer kıraat imamlarına göre "hâtim" şeklinde okunur. Hâtem, "mühür", "hâtim" ise "sona erdiren ve mühürleyen" demek olur. Mühür, bir şeyin
doğru ve geçerli olduğunu, mühürden sonra eklenecek bir şeyin hiçbir hukûkî
kıymetinin olamayacağını belirtmek için en sona basıldığından, hem "son", hem de "tasdîk" mânâsını içine alır. Şu halde iki kırâat şekli de, "Hâtemü'l-Mürselîn"in ayrı ayrı iki anlamını
belirtiyor.
Yani
Hz. Muhammed (a.s), hem önceki peygamberleri tasdîk edip belgelendiren, hem de
nebîler silsilesini hitama erdirip kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini
vurgulayandır. Eğer o gelmeseydi, Kur'ân-ı Kerîm'i getirmeseydi; önceki
peygamberlerin hepsi unutulup gidecek; tarihteki varlıklarından ve peygamberliklerinin
gerçek olduğundan ilmen söz etmek mümkün olmayacaktı. Çünkü diğer
peygamberlerin hayatları ve peygamberlikleri Hz. Muhammed'inki kadar açık ve
belgeli değildir. Bugün Kur'ân olmasaydı, hatta Hz. Musa ve Hz. İsâ'nın bile
varlıkları ciddiyetle isbat olunamazdı.[319]
Hz.
Muhammed'in (a.s) Hâtemü'l-Mürselîn olduğu, pek çok hadîslerde de izah
edilmiştir. Meselâ Câbir b. Abdillah'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'de
şöyle buyurulur:
"Ben ve diğer peygamberler şuna benziyoruz; bir
adam bir ev yaptırır ve binayı tamamlayıp süsler de yalnız bir tuğlası noksan
kalır. Bu durumda halk binayı gezmeye başlar ve (eksik yeri görüp) hayret
ederek "şu tuğlanın yeri boş kalmasaydı"derler. Rasûlüllah
buyurmuşlar ki: "Îşte o noksan tuğla benim. Geldim ve Peygamberleri
(tamamlayıp) sona erdirdim." [320]
Bir
başka hadîs-i şerîf de: Hz. Peygamber (a.s) müslümanlar ordusunun başında Tebûk
Gazâsına giderken, şehrin savunması için Hz. Ali'yi Medîne'de bırakır ve ona;
"Harun Mûsa'ya nasılsa, sen de bana
öylesin." der. Yani Mûsâ (a.s) Tûr dağına çıkarken, İsrâiloğullarına
nezaret için arkasından nasıl Hârûn (a.s)'ı bıraktıysa, ben de seni Medîne'ye
nezaret için öyle bırakıyorum, dedi ve bu mukayese yanlış anlamaya yol açmasın
diye hemen şunu ilâve etti: "ancak benden sonra bir peygamber yoktur."[321]
Âhir
zamanda Arap ülkesinde İsmail (a.s)'ın evladından "Hâtemü'l-Mürselin"in geleceği, önceki peygamberlere
gönderilen kitaplarda yazılıydı. Geçmiş peygamberlerden bazıları da onun,
vasıflarını sayarak tarif etmişlerdi.[322]
Bu
husus Kur'ân-ı Kerîm tarafından da şu âyet ile desteklenmiştir:
وَاِذْ
قَالَ
عيسَىابْنُ
مَرْيَمَ يَا
بَنى
اِسْرَائلَ
اِنّى
رَسُولُ
اللّهِ
اِلَيْكُمْ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَىَّ مِنَ
التَّوْريةِ
وَمُبَشِّرًا
بِرَسُولٍ يَاْتى
مِنْ بَعْدِى
اسْمُهُ
اَحْمَدُ فَلَمَّا
جَاءَهُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالُوا هذَا
سِحْرٌ
مُبينٌ
"Meryem
oğlu İsâ: Ey İsrâiloğulları, ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen
Tevrat'ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek, ismi de Ahmed olacak bir
peygamberi müjdeleyici olarak geldim." dedi. Onlara belgeler getirince
"bu apaçık bir sihirdir' dediler."[323]
İsrâiloğullarından
gelen peygamberler Hâtemü'l-Mürselîn'i bazan "Ahmed", bazan da "Muhammed" diye zikretmiş ve alâmetlerini
söylemiş olduklarından, o zamanki Yahûdî kâhinler arasında "Hâtemü'l-Mürselîn"e dair çok sözler konuşulur,
geleceği beklenirdi.
Hâtemü'1-Mürselîn
sünnetli ve göbeği kesilmiş halde doğmuştu. İki kürek kemiği arasında, kalbinin
hizasında da "hâtem-i
nübüvvet (Peygamberlik mührü)" denilen bir nişan vardı. Bu konuda Hz. Aişe'den
şu sözler rivayet edilir:
"Hz. Muhammed'in doğduğu gecenin ertesi günü
Mekke'de bir yahûdî, Kureyş'in topluca bulunduğu yere gelip "bu gece
aranızda bir oğlan doğdu mu?" diye sormuş; "evet" demişler,
"Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ın bir oğlu oldu." Bunun üzerine
Yahûdî, "işte son peygamber O'dur ve arkasında da alâmeti vardır"
diye haber vermiş. Beraber gidip Muhâmmed'i görmüşler; Yahûdî o hâtem-i
nübüvveti görünce aklı başında gitmiş ve "artık peygamberlik
İsrailoğullarından alınmıştır. Bundan sonra başka peygamber gelme ümidi de
kalmamıştır. Kureyşliler büyük bir devlete erişecek, şöhretleri doğudan batıya
kadar ulaşacaktır" demiştir. [324]
Son
zamanda gelecek Hâtemü't-Mürselîn'de böyle bir nübüvvet mührünün bulunacağını
Busra'daki Râhip Bahîrâ'nın da bilmesi ve Hz. Muhammed'in oniki yaşındayken
gittiği Şam seferinde, bir münasebetle bu mührü görerek tanıması hadîs ve tarih
kitaplarında meşhur bir vak'a olarak zikredilir.
Kısacası,
Hz. Muhammed (a.s)'ın en son ve en kâmil peygamber olduğu güneş gibi açıktır.
Hz. Muhammed ile insanlık din konusunda tekâmülün zirvesine ermiştir. O'ndan
sonra başka bir peygamber beklemek boşunadır.
Tarihî
rivâyetlerden anlaşıldığı gibi, Rasûlullah'ın aniden vefatı üzerine
peygamberlik iddiasında bulunanlar ile bunları kabul edenlere karşı ashab-ı
kirâm topyekün savaşmışlardır.
Özellikle
Müseylimetü'l-Kezzab'ın, "risâlette
Hz. Muhammed'e ortak olduğu" iddiasına kendisini kâfir saymakla cevap
vermişler, üzerine ordu göndermiş, mağlup edildiğinde kendisinin ve takipçilerinden
kadın ve çocukların köle yapılması Hz. Ebû Bekir tarafından bildirilmişti.
Öyleyse
suçları âdî bir isyan suçu değil, "peygamberlik iddiası" ve bu iddianın taraftar bulmasıydı. Hz.
Ebûbekir zamanında ve bütün sahabenin icmaı ile bu iddia bastırıldı. Kıyamet
alâmeti olarak Hz. İsa'nın tekrar dünyaya gelişi de Hz. Muhammed'in son
peygamber olmasına ters düşmez. Çünkü İsa (a.s)'ın kendisi, önceden gönderilmiş
peygamberlerden birisidir.
İkinci
kez geldiğinde Hz. Muhammed'in şerîatının bir izleyicisi ve onun ümmetinin bir
üyesi olarak gelecektir.[325]
O sadece, Deccal'in sebep olacağı fitneyi ortadan kaldırmakla görevli
olacaktır. Dolayısıyla onun gelişiyle, Hz. Muhammed'in "Hâtemü'l-Mürselîn" olmasına ters düşmeyecektir.
Hz. Muhammed (a.s)'ın bu dünyada "peygamberlik ve hâtemü'l
mürselîn" rütbesiyle şereflendirilmesi, onun ardından herhangi bir
insan veya cinnin peygamberliğinin sözkonusu olmadığı anlamına gelir.[326]
Çünkü Rasûlullah Muhammed, "kendisinden sonra rasûl gelmeyecek
biri" olduğundan, ümmetine İslâm Dinini tamamlamış ve eksiksiz bir
kılavuzluk yapmıştır. [327]
Ahlakın Mimarları Aziz Peygamberler
Evrenin
ruh haritası akaidin öncü mimarları olan Peygamber (as)’leri, tanıyıp anlamamız
gerek: Eğer onları tanımadan anlamaya kalkışırsak, ön yargılı hareket etmiş
oluruz. Bunun için önce onların kimliklerini değil, kişiliklerini öğrenmemiz
gerekiyor.
-Evet
kim bu insanlar?
-Diğer
insanlardan farkları ne?
Peygamber
(as)’lar, Allah ile insanlar arasında aracılık, elçilik yapmakla görevlendirilmiş
özel kişilerdir. Onların bu özellikleri, sahip oldukları ırk, kavim ve kabilelerinden dolayı değil de,
akıllı, zeki ve ahlaklı olduklarından dolayıdır.
Elçiye
zeval olmaz. Çünkü elçi kimliğiyle değil, temsil ettiği makamı ve sahip olduğu
kişiliği, ahlakı ile anılır; kabul görür, hürmet edilir ve saygı
gösterilir.İnsanlığın ruh, ahlak, şahsiyet, şeref ve namus mimarları olan aziz
Peygamber (as)’ler, ismet sıfatlarıyla Allah tarafından koruma ve kontrol
altına alınmışlar; toplumlarında nasıl ahlak binalarını inşa edeceklerini
bilfiil göstermeye çalışmışlardır.
Ahlakta Mükemmel Örnek
Bazı
güzel hasletler vardır ki, her insan onlara sahip olmak, onları kendi hayâtında
yaşamak ister: Sabır, kanaat, cömertlik, tevazu, fedakârlık, cesaret gibi...
Çünkü
bunlar ve benzeri güzel vasıflar, insana gerçekten "insan" olma özelliği kazandırır.
"Güzel ahlâk" adı altında toplanan bu güzel
vasıfları "örnek
insan" olarak en mükemmel şekilde yaşayan insan, Peygamber Efendimizdir (a.s).
Onun ahlâkı o kadar yücedir ki, Cenab-ı Hak, ona hitap ederek şöyle buyurur:
وَاِنَّ
لَكَ
لَاَجْرًا
غَيْرَ
مَمْنُونٍ (*)
وَاِنَّكَ
لَعَلى
خُلُقٍ
عَظيمٍ
"Hiç şüphesiz senin için bitmez tükenmez bir
mükâfat vardır. Ve hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin."[328]
Yine Kur'ân'da
Peygamberimiz için
لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فى رَسُولِ
اللّهِ اُسْوَةٌ
حَسَنَةٌ
لِمَنْ كَانَ
يَرْجُوا اللّهَ
وَالْيَوْمَ
الْاخِرَ
وَذَكَرَ
اللّهَ
كَثيرًا
“Andolsun ki,
Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok
zikredenler için güzel bir örnektir”[329] buyurularak, mü'minlerin,
hayâtlarının bütün safhalarında onu örnek almaları tavsiye ve emredilir. Çünkü
onun ahlâkı bizler için en güzel örnek, onun yaşayışı, halleri, sözleri ve
hareketleri en mükemmel modeldir.
Onun
ahlâkı, Allah'ın övdüğü ve Kur'ân'ın öğrettiği temiz ahlâktır. Yüce Allah,
İslâmı insanlığın imdadına gönderip Kur'ân'ı indirirken, İlahî prensiplerin
uygulamaya geçişini hayatıyla gösterecek bir insan olarak Peygamberimizi
seçmiştir.
Kur'ân'da
anlatılan güzelliklerin tamamını Peygamberimizin şahsında görmek mümkündür.
Sahabîlerin, Peygamberimizin ahlâkı hakkında bilgi almak istemeleri üzerine,
Efendimizin hanımı Hz. Âişe şu cevabı vermişti:
"Siz Kur'ân'ı okumuyor musunuz? Onun ahlâkı
Kur'ân'dı." [330]
Peygamberimizin
hayâtında ve ahlâkında, her meslek ve seviyeden insan, örnek alacak yönler
bulabilir. İnsan olarak onun hayâtından alacağı sayısız fazilet ve güzellik
yanında, kendi mesleğini ve toplumdaki yerini ilgilendirecek yüzlerce dersi de
alabilir. Çünkü Peygamberimizin hayâtı her yönüyle hepimize örnektir.
Meselâ,
zengin bir insan, hicretten birkaç sene sonra bütün Arabistan'a hakim olup çok
büyük servetlere sahip olan ve hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtan
Peygamberimizi kendisine örnek alabilir.
Sahipsiz,
çaresiz ve kimsesiz insanlar; Mekke hayâtı boyunca akla hayâle gelmeyen işkence
ve baskılara maruz kalıp, üstelik bütün yakınları tarafından yalnız bırakılan,
ama hiçbir biçimde dâvasından ve inancından taviz vermeyen bir Peygamberi
kendine rehber alabilir.
Bir
öğrenci; Allah tarafından Kur'ân âyetlerini vahiy yoluyla indiren Hz. Cebrail
karşısında oturup Kur'ân'ı öğrenen Peygamberimizi hayâtına örnek alabilir.
Başarılı
bir kumandan; Bedir ve Huneyn Savaşlarında düşmanı mağlûp edip, az sayıdaki
mücahitleriyle beraber çok sayıdaki düşman karşısında büyük zaferler kazanan;
Mekke'nin fethi sırasında muhteşem ordusuyla şehre girerken, mütevazı halinden,
başım devesinin semerine eğecek kadar engin gönüllü ve vakar sahibi bir
Peygambere bağlanabilir.
Çiftlik
sahibi bir insan; fetihlerin hemen sonunda Hayber, Beni Nadir ve Fedek
topraklarına sahip olduktan sonra o araziyi ıslah edip, en iyi şekilde ürün
alacak kimseleri iş başına getiren, bir avuç toprağı olmayan Sahabîlerine
araziyi paylaştıran zeki ve âdil bir Peygamberden ders çıkarabilir.
Bir
tüccar; hanımı Hz. Hatice'nin ticaretini işleten, ticarette alıp satarken
doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmayan, Suriye'ye, Basra'ya giden kafilenin en
yücesi olan Peygamberimizin yaşayışını, ticarî ahlâkını rehber edinebilir.
Küçük
yaşta yetim kalmış bir çocuk; ana rahminde altı aylıkken babasını kaybeden,
altı yaşında annesinin ölümünü gören, bütün hayâtı anasız babasız geçen, fakat
daha sonra insanlığın övündüğü, Allah'ın en çok sevdiği insan, "inci gibi
bir yetim" olarak sayılıp sevilen Sevgili Peygamberimizi örnek alabilir.
Aklı
başında bir genç; gençlik yılları boyunca iffet, doğruluk, haya, edep timsali
olan, amcası Ebû Talib'in koyunlarını otlatarak hayâtını kazanan genç
Muham-med'in (a.s.) hayâtını kendisine rehber edinebilir.
Çünkü
onun yirmi beş yaşma kadarki hayâtı boyunca ve daha sonrasında herhangi bir
çirkin hareketine, bir yalanına, hilesine rastlanmamıştır.
Halka
nasihat eden bir vaiz; mescitte Sahabesine en güzel bir dille yol gösterici
hakikatleri anlatan, tavsiye ettiklerini bizzat kendi şahsında mükemmel manada
yaşayan, tek bir sözüyle kabilelerin hidayetine vesile olan mürşid Peygamberi
hatırlar, onu örnek alır.
Kısaca,
her insan hangi şartlarda bulunursa bulunsun, hangi meslek ve sanatta çalışırsa
çalışsın, sabah-akşam, gece-gündüz, her zaman ve her yerde Sevgili
Peygamberimizi kendisi için güzel bir örnek olarak alabilir.
Öyle bir rehber ki, ona uyduğumuz zaman hayâtımızın karanlıkları
kaybolup, onun nuru sayesinde yolumuz aydınlanır, işlerimiz yoluna girer,
hayâtımıza bir düzen ve disiplin gelir.
Peygamberimizin
hayâtı, insanların meşgul olduğu ve karşılaştıkları her ihtiyaca cevap
verebilecek güzel ahlâkın bütün kurallarıyla süslenmiş nurlu bir zincir
gibidir. Onun güzel ahlâkı, o nuru arayanların önüne nur serper. Onun hidayeti
doğru yolu arayanlara bir kılavuz olur. Onun takdim ettiği şifalı su, ıssız ve
kavurucu gaflet çöllerinde bocalayan şaşkın ruhlara bir âb-ı hayât yerine
geçer. Ondan gelen ışık huzmeleri isyan ve günah bataklığında çırpınan zavallı
insanların kurtuluşa ermelerine ve sahile çıkmalarına yardımcı olacak bir deniz
feneri hükmüne geçer.
Peygamberimizin Ahlakî Özellikleri
Peygamberimizin
ahlâkının en önemli özelliği, Allah vergisi oluşudur. O bütün güzel vasıfları,
çalışıp, emek verip, bir çaba sonucu kazanmış değildir. Onun ahlâkı Allah
tarafından ihsan edilmiş, ikram edilmiştir. Yüce Allah onu insanların örnek
alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmıştır.
O
dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve ahlâk üzerinde
yaşamıştır. Ondaki güzel vasıflar yaratılışında mevcuttu. Onu eğiten, edep ve
ahlâkın en üstün özellikleriyle süsleyen Yüce Rabbidir.
İşte
bundan dolayı, onu kendisine örnek kabul eden insan, onu ne kadar taklit
edebilirse, o kadar istifadesi fazla olur, o nurdan aldığı feyiz, o nispette
çoğalır.
Peygamberimizin
ahlâkının en belirgin özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan
birbirine zıt ve ters huyları en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların
ideal noktasını bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola,
doğruya ulaşmasıdır.
Peygamberimiz,
herkesin arzu edip de bir türlü ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu
mükemmel bir şekilde hayâtı boyunca ümmetine göstermiş, bütün insanlığın
gözleri önüne sermiştir.
Bazı
anlar olmuş, en cesur bir fedai olarak, düşmanın kat kat üstünlüğüne hiç
aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur. Ama bu halinde bile
yumuşak kalpliliğini, merhametini geri bırakmamıştır.
Meselâ
bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar
acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların
suçsuz ve Cennetlik olduklarını haber vermişti.
O,
bütün insanlığın kurtuluşu ve İslâmın dünyaya yayılması gibi yüce bir gaye için
zihnini yorarken; bu arada binleri bulan ve Arabistan'ın her tarafına dal budak
salan ümmetinin halini ve işlerini düşünürken; çevresinde bulunan yoksul ve
fakir Müslümanları hiçbir zaman unutmamış; kendi çoluk çocuğunu, onların eğitim
ve ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Birincisini büyük görürken, öbürünü
küçümsememiştir.
Bu
kadar ağır ve sorumluluk isteyen bir görev üzerinde bulunduğu halde, o yine
kendisini Rabbine vermiş, günün büyük bir kısmını ibadet ve zikirle
geçirmiştir.
Kalbi
her an Allah'a bağlıdır. Bu haliyle dünya ile ilişkisini kesmiş gibi görünse
de, yine o dünyanın içindedir. Bütün işlerinde Allah'ın rızasını gözetmiştir.
Peygamber
Efendimiz, dâva arkadaşlarını gözü gibi korumuş, onlara ana-babalarından
görmedikleri şefkat ve yakınlığı göstermiş, kendi şahsına yapılan kötülüğü
affetmiş, intikam almayı düşünmemiştir. Kendisini öldürmek için tuzak kuranları
yakaladığında serbest bırakmış, ama Allah düşmanlarını asla bağışlamamış,
onların yakasını bırakmamıştır. İçi bozuk, dıştan müslüman gibi görünen
münafıkların kalbine devamlı Cehennem korkusunu vermiş, âhiretteki acı
hallerini hatırlatmıştır.
İslâm
toprakları, güneyde Yemen'e kuzeyde İran ve Suriye sınırına dayandığı sırada
Peygamberimiz, Arapların sultanı, Arabistan'ın hakimi idi. Savaş sonrası
düşmanın bırakıp gittiği mallar ve ganimetler mescidin içini doldururken, en
kıymetli mallar Müslümanların eline geçtiği halde, yine o kuru bir hasır
üzerinde yatacak kadar engin ruhlu; içi ot dolu bir yastığa yaslanacak kadar
mütevazı; her türlü imkân mevcutken, açlık sıkıntısı çekecek kadar kanaatkar ve
tok gönüllü idi. Peygamberimizin ahlâkı bir meleke halindeydi, öz olarak
mevcuttu. Güneş nasıl ışık saçar, çiçekler nasıl rengi ve kokusuyla ortalığı Cennete
çevirip burcu burcu kokular saçarsa; ağaçlar nasıl türlü türlü meyveler verir,
yaratılışlarında var olanları ortaya çıkarırsa; Resul-i Ekrem Efendimizin
ahlâkî hayâtı da o şekilde normal bir seyir içinde cereyan ediyordu.
Öyle
ki, her gören, Peygamberimizin o faziletle birlikte yaratıldığı kanaatine
varırdı. Hiç kimse ondan o fazilete aykırı bir şeyin görüleceğine inanmazdı. O
her zaman muhtaçlara yardım eder; zayıfları korur; tatlı sözlü, güler yüzlü
bulunur; izzet ve vakarını muhafaza eder; tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden
esirgemezdi. Güneş nasıl ki, Allah'a inananın da, inanmayanın da üzerine
doğarsa, Peygamberimizin dünyayı kaplayan şefkati de küçük-büyük, gençihtiyar,
müslim-gayr-i müslim herkese aynı şekilde yayılırdı.
Ahlak
Sahasında Büyük İnkılap
Ahlâk
alanında en büyük inkılâp ve değişikliği, Peygamber Efendimiz yapmıştır.
Cahiliye Arapları inanç ve âdetlerine öylesine bağlı, körü körüne öylesine
tutulmuşlardı ki, yüzyıllardır yapageldikleri alışkanlıklardan onları hiçbir
kuvvetin ayırması mümkün değildi. Vahşet, dehşet ve zulümde o kadar ileri
gitmişlerdi ki, vahşi hayvanlara dahi yapılması hoş görülmeyen işkence ve
eziyetleri göz kırpmadan savunmasız ve mazlum insanlara yapıyorlardı. Merhamet,
şefkat ve acıma hisleri tamamen körelmiş, öz kızlarını canlı canlı toprağa
gömecek derecede canavar kesilmişlerdi.
Fuhşun,
işkencenin, her türlü rezilliklerin hiç çekinmeden yapıldığı bir karanlık devir
yaşanıyordu. Güçlü ve varlıklı kimseler zayıfları eziyor, kadınlar bir mal gibi
alınıp satılıyor, faiz ve tefecilik bütün çeşitleriyle kol geziyor, içki su
gibi içiliyordu. Adalet, insaf, vefa, iffet gibi duygular unutulmuştu. Kendi
uydurdukları manasız şeylere ve hurafelere öyle bağlanmışlardı ki, onları
alışkanlıklarından vazgeçirecek, insanlığın tadını tattıracak İlahî bir güçten,
bir Peygamber inkılâbından başkası düzeltemezdi.
İşte
Peygamberimiz birkaç sene gibi kısa bir zamanda o geniş yarımadada vahşi,
âdetlerine bağlı ve inatçı kavimleri, kötü ahlâk ve vahşi alışkanlıklarından
kurtarıp, onları kökünden kazıyıp temizledi, yerlerine güzel ahlâk esaslarını
yerleştirdi. Onları bütün dünyaya rehber ve medeni milletlere öncü birer
şahsiyet haline getirdi. Daha Hicrî birinci asırda yeryüzüne yayılan Sahabîler
ve iman erleri insanlığa gerçek medeniyeti, fazilet ve ahlâk düzenini
öğrettiler. Fazilete dayalı maddî kalkınma ve medeni yükseliş bu vesileyle
gerçekleşti.
Resul-i
Ekrem Efendimizin öğrettiği ahlâk sayesinde yüz milyonlarca insan maneviyat
iklimlerinde yükselerek hem dünya, hem de âhiret mutluluğuna erdiler. Pekçok
muhtaç insanın imdadına koşarak hidayetlerine ve saadetlerine vesile oldular.
Sonuç
olarak, evrenin ruh haritasının mimarı olan peygamberler, görevlerini ifa
ettiler. Geriye Allah’ın emirlerini (kitaplarını) yaşayışlarını (sünnetlerini)
mirasla yazıhane açtılar. Artık kim beşer hayatında ahlak binasını inşa etmek
istiyorsa buraya müracaat etsin.[331]
a) Ahiretin Varlığı
b) Kıyamet
c) Kabir
d) Diriliş
e) Hesap
f) Mizan
g) Cennet
h) Cehennem
ı) Araf
j) Şefaat
Âhirete
İman: "Son"
ve "Sonra
Olan" anlamında Arapça bir kelime olan "Âhiret",
"Âhir" kelimesinin müennes (dişi) şeklidir. Lügatte "Evvel"
kelimesinin zıddı olarak kullanılır. İslâm literatüründe bu kelime "Öbür
Dünya" manasında kullanılmıştır. Dünya,canlıların yaşadığı
evvelki âlem, ahiret ise son âlemdir. Bu kelimeler bazen "dâr=yurt"
kelimesiyle birlikte kullanılır,[332]
Dâr-ı Dünya ve Dâr-ı Ahiret gibi. Bazen de tek başına kullanılır.[333]
Dünya, yakın ikamet yeri; Ahiret, son ikamet mahallidir. Ahiret günü, bu
dünyanın ömrü tükendikten sonra yeniden başlayacak ve sonsuza kadar devam
edecek olan zamandır. Bu zamanın başlangıcı, kıyamet dediğimiz dünya hayatının
sonudur.
Âhiret Gününde Olacak İşler
İnsanların
yeniden dirilmeleri (haşir), hesap, sual, mîzan, sırat köprüsünden geçiş,
cennet ve cehenneme giriş, bunların hepsi âhiret günü olacak, insanın başına
gelecek işlerdir.
Âhiret Gününe İman
Kıyâmetin
kopmasından sonra başlayacak zamana âhiret günü dendiğine göre, âhirete îman;
her şey gibi dünyanın da ömrünün biteceğine, sonra bir başka şekle gireceğine,
insanların tekrar dirilip kabirlerinden kalkacağına, dünyada yaptıklarından
dolayı hesaba çekileceklerine, amel defterlerinin ellerine verileceğine, sırat
köprüsünden geçileceğine, iyilerin cennete, kötülerin cehenneme gireceğine
inanmak demektir.
Âhiret Gününe İmanın İnsan Hayatı Üzerindeki Tesirleri
Âhiret gününe
ve bu günde olacak hâdiselere inanmanın, îman esasları içinde hususî ve mühim
bir yeri vardır. Kur'an-ı Kerîm'de îman esasları çok defa "Allah'a ve
âhiret gününe îman" olarak özetlenir. Allah'ın kudret ve irâdesi ile yaratılan
insan, bu dünyada az veya çok yaşadıktan sonra ölecek, bedeni çürüyerek toprak
olacaktır. Fakat insanın cevherini, hakikî varlığını ve üstün cihetini teşkîl
eden ruh, maddî olmadığı için yaşamaya devam edecektir.
İnsanı ilk
defa yoktan vâr eden Allah, onun cismini kıyâmet günü tekrar yaratacak, ruhunu
ona döndürerek tekrar diriltecek, bu dünyada yaptıklarından hesaba çekip ceza
ve mükâfatını verecektir. Onun için insanın, dünya hayatına inandığı ve oradaki
saadetine çalıştığı gibi, âhiret hayatına da inanması ve oradaki mutluluğu için
de çalışması gerekir. Aslında bu dünya bir deneme yeri, bir imtihan salonu ve
âhiretin ekin mahallidir.
Burada ne
ekilirse, orada o biçilecektir. Bu sebeple âhiret hayatı, dünya hayatının gayesidir.
İnsan dünyası için çalıştığı gibi, ebedî hayat yeri olan âhireti için, oradaki
saadet ve mutluluğu için de çalışmalıdır.Bu ise onun âhirete inanarak Allah'ın
emirlerine uyması, yasaklarından kaçması, hayırlı işleri yapması, böylece
Rabbinin rızasını kazanması, yani, tam bir İslâmî hayat yaşaması ile mümkündür.
Âhirete îmanın
önemini bu şekilde belirttikten sonra, insan hayatı üzerindeki tesirlerini de
şu şekilde özetleyebiliriz:Yüce Allah'a ve ebediyet ülkesi ahirete îman,
insanların ümitlerini yenilemek, acılarını hafifletmek ve karşılaştığı
zorlukları yenmekte en büyük yardımcıdır. Çünkü böyle bir îmana sâhip olan bir
kimse, bütün musibetlere sabırla karşılık verir, başına gelen felâketler
karşısında ümitsizliğe düşmeden, o engelleri aşmaya şevkle ve ümitle çalışır.
Âhirete îman,
insanı iki güzel vasfa sâhip kılar:
1. Bollukta,
verdiği nimetler için Allah'a şükretmek,
2. Darlıkta
ise, hâline sabretmek ve Rabbine isyân etmemek...
Allah'a ve
âhirete îman, insanı daima iyilik ve hayır işlemeye, şerden ve kötülüklerden
kaçınmaya, ahlâk ve fazilet ile zinetlenmeye, Allah'tan korkarak her işinde
O'nun koyduğu İlâhî ölçülere uymaya da sevk eder.Böyle bir îman sâhibi, hiçbir
işinde doğruluktan ayrılmaz. Her şeyi zamanında ve eksiksiz yapar. Nefsine, ailesine,
çevresine, vatan ve milletine, hattâ insanlığa karşı dürüst hareket eder.
Onlara samimî olarak sevgi ve şefkat göstermeyi, faydalı olmayı, hizmet
edebilmeyi kendine hayat düsturu bilir. Hak ve adaletten de ayrılmaz, kimseye
zulmetmez.
Zengin olmak
istese, kötü yollara sapmaz, hile yapmaz, kimseyi aldatmaz. Malını daima
hayırlı ve faydalı işlere sarf eder. Kendi hakkını bilir, başkalarının da
hukukunu gözetir. Fakir ve düşkünlere yardım elini uzatmaktan zevk duyar.
Kendisi için sevdiğini mü'min kardeşi için de sever. Çünkü o, ceza ve mükâfat
günü olan âhirete kesin olarak inanmakta, bu dünyada yapılan işlerin orada
hesabının verileceğini bilmekte, her hareketini bu esasa göre ayarlamaktadır.
Bu esas, ferd ve cemiyetin hayatını düzenleyen, sulh ve huzuru temin eden çok
önemli bir faktördür.
Kıyâmet
Her şeyin bir
ölümü olduğu gibi, dünyanın da bir ölümü vardır. Er veya geç, bir gün mutlaka
bu dünyanın, yer ve göklerin düzeni bozulacak, yerde ve gökte olanlar hep
ölecektir. İşte buna Kıyâmet denir.
Allah'ın emri
ile İsrâfil (as) Sura üfleyince yer ve gök yerinden oynayacak, her şey altüst
olacaktır. Kıyâmetin zelzelesi öyle dehşet ve korku verici olacaktır ki, o gün
herkes kendinden geçecek, sersemleyecek, yer yerinden oynayacaktır. Dağlar
pamuk gibi atılacak, göktekiler darmadağın olacak, dünyayı ışığı ile aydınlatan
güneş kararıp dökülecek, denizler kaynayıp birbirine karışacak, yerlerin
altındakiler hep açığa çıkacak, kısacası, yerlerin ve göklerin düzeni tamamıyla
bozulup her şey harâp olacaktır.
Kıyâmetin
kopacağı, bütün dinlerin ve semavî kitapların beyanları ile sâbit olduğu gibi,
aklen ve ilmen dahi sâbittir. Bugün dünyanın ve kâinatın yıkılıp harâp olması
hususunda pek çok ilmî teoriler ortaya konulmuş, kesin hesaplarla er veya geç
bir gün kâinatın sonu geleceği ve kıyâmetin kopacağı ispatlanmıştır. Bunlardan
bir tanesine temas edelim:
Fizikçiler ve
astronomlar, kâinatın entropisinin devamlı arttığını bildiriyorlar. Hareket
olan yerde, çevrenin entropisi artar. Bu artış bir maksimumdan geçer ve nihayet
artış miktarı sıfır olur. İşte o anda, bütün hareket durur. Bu ise kâinatın
sonu demektir.
Öldükten Sonra Dirilme
Kıyâmet
koptuktan sonra her şey yok olacak, hiçbir canlı kalmayacak, yalnız Allah bâki
kalacaktır. Bu yokluk bir müddet devam ettikten sonra, Allah, İsrâfil'e Sûr'a
ikinci defa üflemesini emredecek; Sûr'a üfürülmesini müteâkip de insanların
cisim ve bedenlerini yeniden yaratıp ruhları o bedenlere geri gönderecek,
böylece ölüleri ihya edip diriltmiş olacaktır.Bütün semavî dinler, bu inanç
esasında müttefiktirler. Kur'an'da şöyle buyurulur:
وَضَرَبَ
لَنَا
مَثَلاً
وَنَسِىَ
خَلْقَهُ
قَالَ مَنْ
يُحْيِ
الْعِظَامَ
وَهِىَ رَمِيمٌ, قُلْ
يُحْيِيهَا
الَّذِى
اَنْشَاَهَآ
اَوَّلَ
مَرَّةٍ
وَهُوَ
بِكُلِّ
خَلْقٍ عَلِيمٌ
“Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal
getirmeye kalkışıyor ve: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?"
diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü
yaratmayı gayet iyi bilir.”[334]
Bu âyet,
dirilmenin mümkün, hattâ ilk yaratılışa göre daha kolay olduğunu
anlatmaktadır.Şu âyetler de aynı mânâyı teyit etmektedir:
ءَ اِذَا
كُنَّا
عِظَامًا
وَرُفَاتًا
ءَ اِنَّا
لَمَبْعُوثُونَ
خَلْقًا
جَدِيدًا
“Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını
ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir hilkatte diriltileceğiz, öyle mi?"[335]
وَاَقْسَمُوا
بِاللهِ
جَهْدَ
اَيْمَانِهِمْ لاَ
يَبْعَثُ
اللهُ مَنْ
يَمُوتُ
بَلَى وَعْدًا
عَلَيْهِ
حَقًّا
وَلَكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ لاَ
يَعْلَمُونَ
“Onlar: "Allah ölen bir kimseyi diriltmez"
diye olanca güçleriyle Allah'a and içtiler. Aksine, bu O'nun bizzat kendisine
karşı gerçek bir vâdidir. Fakat insanların çoğu bilmez.”[336]
وَهُوَ الَّذِى
يُرْسِلُ الرِّيَاحَ
بُشْرًا
بَيْنَ
يَدَىْ رَحْمَتِهِ
حَتَّى اِذَا
اَقَلَّتْ
سَحَابًا
ثِقَالاً سُقْنَاهُ
لِبَلَدٍ
مَيِّتٍ
فَاَنْزَلْنَا
بِهِ الْمَاءَ
فَاَخْرَجْنَا
بِهِ مِنْ
كُلِّ الثَّمَرَاتِ
كَذَلِكَ
نُخْرِجُ
الْمَوْتَى
لَعَلَّكُمْ
تَذَكَّرُونَ
"Yağmur rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci
olarak gönderen O Allah'tır. Nihayet bu rüzgârlar buhar ile yüklü, ağır ağır
bulutları yüklendiği zaman, bakarsın ki biz, onları ölmüş (kurumuş)
memleketlere sevk etmişizdir. Böylece o bulutla, o yere su indiririz de o su
ile her çeşit meyveleri çıkarırız. İşte bu ölü araziden bitkileri (nebatatı)
çıkardığımız gibi, ölüleri de böyle çıkaracağız (dirilteceğiz). Gerektir ki,
düşünür ve ibret alırsınız”[337]
Kelâm ve
İlâhiyat âlimleri arasında fikir ayrılıklarına yol açmıştır. Münâkaşa, bilhassa
haşrin sadece ruhen mi olacağı, yoksa cismanî yani ruh ve beden birlikte mi
gerçekleşeceği hususu üzerinde toplanmaktadır. Ehl-i Sünnet îtikadı, haşrin
cismanî olacağı üzerindedir.
Haşrin cismânî
oluş hikmeti şu şekilde îzah edilmiştir: "Cisim dediğimiz madde, kendi
âleminde yeknesak (monoton) bir durumda değildir. Biz, uzayda yer kaplayan ve
ağırlığı olan her şeye madde diyoruz, ama havaya göre su, suya göre de toprak
daha sert ve daha katı bir cisimdir. Seyyareler arasını ve bütün uzayı
dolduran, eskilerin havadan daha lâtif bir cisim olduğuna inandıkları ve esir
dedikleri şey, eğer bir madde ise (çünkü esirin bir takım enerji dalgaları
olduğu söyleniyor) hava buna göre çok katı bir cisim sayılır. Bütün madde
cinsleri arasında çeşitli madenlerden meydana gelmiş olan toprak, Allah'ın
Kudret, Hâlikıyet ve Rubûbiyet sırrına hepsinden fazla mazhar olmuştur.
Bitkilerin
hayatına menşe' olan toprak, Allah'ın en üstün mahlûku olan insan hayatına da
sahne olmuştur. Böylece toprak, kendinden daha lâtif olan sâir madde
cinslerinden daha çok İlâhî lütfe ermiştir. Yani, maddenin en katısı, en üstün
durumdadır.
İnsanın mânevî
hayata yükselmesine yardım eden duyu organları da maddî unsurlardır. Gözünü
kaybeden, şekil ve renklerin güzelliğinden, kulağı işitmeyen de ses ve
nağmelerdeki âhengin zevkinden mahrum kalacaktır. Güzel kokudan alınan tat,
güzel sesten alınan tada göre daha maddî, yemek ve içmekten alınan lezzet de
şekil ve renklerden aldığımız hazza göre daha maddî sayılır.
Duyu
organlarının sağlam ve sıhhatli olması, düşünceye güzel ve işe yarar malzeme
hazırlar. Hasta duyular yanlış idrâklere, yanlış idrâkler de hatâlı düşüncelere
yol açarlar. Sağlam ve sıhhatli bir düşünce, mânevî hayatın temel unsurlarından
biridir. Görüldüğü gibi insanın mânevî hayata yükselebilmesi, maddî duyulardaki
kuvvet ve hassasiyete bağlı kalmaktadır.
İnsanın maddî
duyulardan ve kuvvetlerden tecrîd edilmesi, onun mânevî hayatta süratle
yükselmesini temin edecek yerde, mânevî hayata geçişi tamamen imkânsız
kılmaktadır. İnsan vücudu, ruhu Allah'a götürecek bir enerji deposudur ve
maddîdir. Bu sebeple de, maddenin ruha zıt ve düşman bir şey olmayıp, ona zemin
hazırlayıp destekleyen ve tamamlayan bir vasat olduğunu söyleyebiliriz. åhiret
hayatının cismen de mümkün olduğunu gösteren canlı misaller vardır. Bu dünya
hayatı, ruh ile cismin müşterek bir hayatı değil midir?"
Ahiret,
dünyada yapılanların hesabının verileceği ve karşılığının görüleceği gün
demektir. İnsanın kalbinde bu inanç kuvvetli olduğu zaman hareketleri dürüst ve
düşünceli olur. Ahiret gününe inanmak, Allah’a imandan sonra İslam’ın en önemli
rüknüdür. Arap müşrikleri gibi bir çok insanlar, Allah’a inandıkları halde
ahiret gününe inanmazlar. Bunun içindir ki, Kur’an, ahiret gününe inanmaya çok
önem vermiştir.
وَالَّذِينَ
يُؤْمِنُونَ
بِمَآ
اُنْزِلَ اِلَيْكَ
وَمَآ
اُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلِكَ وَبِاْلاَخِرَةِ
هُمْ
يُوقِنُونَ
“Yine onlar, sana indirilene ve senden önce
indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.”[338]
Ahiret
günü olmasaydı, o gün insanların dünyada yaptıkları iyilik ve kötülüklerden,
hesaba çekilip iyiler cennete kötülerde cehenneme girme olayı bulunmasaydı,
dünya hayatında iyilik ve kötülüklerin, adalet ve zulümün hatta dini inancın
hiçbir anlamı olamazdı.
Ahiret
gününü inkar eden bir sefihe soralım!
Sen
annenin karnında bir cenin iken, annen sana şöyle seslenseydi:
“Ey
yavrucuğum! Senin şu anda içinde bulunduğun dünya çok dar ve karanlık bir
yerdir, haberin olsun ki, yakın bir gelecekte çok geniş aydınlık bir dünyaya
geleceksin. Orada çeşitli nimetlerden istifade edecek, evlenip çoluk, çocuk
sahibi olacaksın. Otomobil ve uçaklarla yolculuk edecek, yüz kat üzerine
yapılmış gökdelenlerde oturacaksın vs. Sen de faraza bunları bir, bir işitip
dinlemiş olsaydın, gözlerinin görmediği şeylere inanmazlık felsefenle elbette o
zaman bunlara yalan derdin. Oysa ki, inanmadığın annenin verdiği haberler
birkaç gün sonra gerçek olarak ortaya çıktı. Bunun gibi gözlerinle görmediğin
için inkarına cesaret gösterdiğin ahiret gününde en korkunç sahneleriyle veya
en sevinçli manzaralarıyla gerçekleşecektir.”
b)
Kıyamet
Kıyâmet: Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve
dirilmek. İslam inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak
yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayını
dile getirir. Bu olay Kur'an'da çok çeşitli isimlerle anılır.
Bunların
başlıcaları Yevmü'l-Kıyâme (Kalkış, Diriliş Günü), el-Saa (Saat), Yevmü'l-Âhir
(Son Gün), el-Âhire (Gelecek Hayat), Yevmü'd-Din (Ceza Günü), Yevmü'l-Hesap
(Hesap Günü), Yevmü'l-Fası (Karar Günü), Yevmü'l-Cem (Toplanma Günü),
Yevmü'l-Hulud (Sonsuzluk, Sonsuzlaşma Günü), Yevmü'l-Ba's (Diriliş Günü),
Yevmü'l-Haşre (Pişmanlık Günü), Yevmü't-Teğabün (Kusurların Ortaya Çıktığı
Gün), el-Karia (Şaşırtan Felâket), en-Naşiye (İnsanı Dehşete Düşüren Felâket),
et-Tamme (Herşeyi Kuşatan Felâket), el-Hakka (Büyük Hakikat) ve el-Vakıa (Büyük
Olay)'dır. Bu isimler Kıyamet'in oluş biçimi ve sonuçlarına ilişkin çeşitli
nitelik ve yönlerini açığa çıkarmakta, tanımlamaktadır.
Kıyâmet,
Allah inancından sonra İslâm'ın ikinci temel inancı olan Âhiret hayatının ilk
aşamasını oluşturur. Genel bir yok oluş ve yeniden dirilişle birlikte gelişecek
Haşr, Hesap, Mizan, Cennet ve Cehennem gibi olaylar hep Kıyâmet gününün gündem
içindedir.
Bu
nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet ve onunla birlikte gelecek olaylara inançtan
başka birşey değildir. Bu büyük önemi yüzünden Kur'an Kıyâmet olayım sık sık
hatırlatır, zaman zaman da bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır. Kıyamet
kesin olarak gerçekleşecek,[339]
şüphe götürmeyen bir olaydır.[340]
Alametleri belirmiş,[341]
yaklaşmıştır.[342]
Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha yakındır.[343]
Kâfirler bu günden devamı, bir şüphe içinde kalırlar,[344]
yalanlarlar.[345]
Onun ağırlığına ne gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın gelir.[346]
Sarsıntısı korkunç bir şeydir.[347]
Belalı ve acı bir Saat'tır.[348]
Yalanlayanlar için çılgın bir ateş hazırlanmıştır.[349]
Kur'an,
Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta oluş biçimine
ilişkin tasvirler verdiği halde zamanı konusunda bir açıklama yapmaz. Kıyâmet
doğrudan doğruya Allah'ın dilemesine bağlı bir olaydır ve O'ndan başka hiç
kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur. Kur'an;
اِنَّ
اللّهَ
عِنْدَهُ
عِلْمُ
السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ
الْغَيْثَ
وَيَعْلَمُ
مَا فِى
الْاَرْحَامِ
وَمَا تَدْرى
نَفْسٌ مَاذَا
تَكْسِبُ
غَدًا وَمَا
تَدْرى
نَفْسٌ بِاَىِّ
اَرْضٍ
تَمُوتُ
اِنَّ اللّهَ
عَليمٌ خَبيرٌ
"Kıyâmet saatinin bilgisi şüphesiz Allah
katındadır"[350] gibi âyetlerle Kıyâmet'in
zamanının hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda
sorulan soruları şöyle cevaplar:
قُلْ
اِنَّمَا
عِلْمُهَا
عِنْدَ رَبّى
لَا يُجَلّيهَا
لِوَقْتِهَا
اِلَّا هُوَ
ثَقُلَتْ
"De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin
katındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz"[351]
يَسَْلُونَكَ
عَنِ
السَّاعَةِ
اَيَّانَ مُرْسيهَا
(*) فيمَ اَنْتَ
مِنْ
ذِكْريهَا (*)
اِلى رَبِّكَ
مُنْتَهيهَا
"Kıyâmet'in ne zaman gelip çatacağını
soruyorlar. Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek. Onun nihayeti ancak
Rabbine aittir."[352]
Cibril
Hadisi olarak ünlü hadiste, Hz. Peygamber (a.s) Hz. Cebrâil'in bu konudaki
sorusunu "Soruları
sorandan daha bilgili değildir." diye cevaplayarak kendisinin de kıyâmet'in
zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştır.[353]
Kur'an
kıyâmet'in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici tablolar çizer.
Buna göre Kıyâmet "Sur'a
üflenince"[354] başlayacak, kulakları sağır
edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli kadınlar
kucaklarındaki çocukları unutacak, hamile kadınlar bebeklerini düşürecek,
insanlar sarhoş gibi olacaklardır.[355]
Gök, erimiş maden gibi, dağlar atılmış yün gibi olacak, kimse dostunu
soramayacaktır.[356]
Gök yarılacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, denizler fışkıracak, kabirler
altüst edilecektir.[357]
Gözler dehşetten kamaşacak, ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar
kaçacak sığınacak bir yer bulamayacaktır.[358]
Dehşetten on aylık gebe develer bile salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya
toplanacak, denizler kaynatılacak, nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek,
Cehennem alevlendirilecek, Cennet yakınlaştırılacaktır.[359]
Kıyâmet'in
genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sur'a ikinci kez üflenmesiyle ikinci
safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek ayağa kalkacaklardır.[360]
Bu diriliş ve kalkışı (Bas') toplanma (Haşr) izleyecektir. Kur'an Kıyâmet'in bu
ikinci safhasını da canlı tasvirlerle anlatır: O gün insanlar gözleri dönüp
kararmış bir halde, öteye beriye yayılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacak
ve davet edene koşacaklardır. Bu arada kâfirler "bu ne çetin gün" diyerek korkularını dile
getireceklerdir.[361]
Muttaki kullar ise Allah'ın huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır.[362]
0 gün herkes kardeşinden, anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır.
Çünkü her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır.
Mü'minlerin
yüzleri parıl parıl parlayacak, gülecek ve sevinç içinde olacaklardır. Kâfir ve
fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine kapkara kesilecektir.[363]
Tüm insanlar tabi oldukları önderlerle birlikte çağrılacak,[364]
peygamberler ümmetlerine şahitlik etmek üzere toplanacak,[365]
gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük ineceklerdir.[366]
Yeniden
diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insânlara amel defterleri dağıtılacak,
mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak, hakedenler Cennet'e, müstahak
olanlar geçici ya da süresiz olarak Cehennem'e gönderilecek; böylece sonsuz
âhiret hayatı mutluluk ya da azabla başlayacaktır.
Kur'an
ve Sünnet'ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte müslümanlar arasında ölüme
küçük Kıyâmet (kıyâmet-i suğra) denilmesi gelenekleşmiştir. Bazı bilginlere
göre bu tanımlama, ölümün âhiret hayatına bir geçiş olmasına dayanılarak
yapılmıştır. Kimi bilginler ise bu tanımlamanın Kur'an'a dayandığını öne
sürmektedir. Bu bilginlere göre "Allah'a kavuş(up huzura çık)mayı yalan
sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihayet kendilerine ansızın Saat
gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek (gelirler ve):
قَدْ
خَسِرَ
الَّذينَ
كَذَّبُوا
بِلِقَاءِ اللّهِ
حَتّى اِذَا
جَاءَتْهُمُ
السَّاعَةُ بَغْتَةً
قَالُوا يَا
حَسْرَتَنَا
عَلى مَا
فَرَّطْنَا
فيهَا وَهُمْ
يَحْمِلُونَ
اَوْزَارَهُمْ
عَلى
ظُهُورِهِمْ
اَلَا سَاءَ
مَا
يَزِرُونَ
"Orada (hayatta iken), işlediğimiz büyük
kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize! " derler..."[367] ayetinde "Kıyâmet" anlamındaki "Saat" aynı zamanda ölümü de dile getirmektedir. Bu
geleneğe göre gerçek kıyâmet, Kıyâmet-i Kübra (Büyük Kıyâmet) olarak anılır.
Küçük
kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük kıyâmet'e kadar süren dönem Kabir Hayatı
ya da Berzah olarak adlandırılır. Kabir Hayatı içinde Münker ve Nekir adlı
meleklerin sorgusu ve ölünün mü'min ya da kâfir oluşuna göre mutluluk ya da
azab vardır. Kabir Hayatı'na ilişkin bir hadisinde Hz. Peygamber (a.s) kabri ya
Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukur olarak
nitelemiştir.[368]
Bir
başka hadiste de Münker ve Nekir'in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği
yada azaba uğratıldığı anlatılır. Buna göre Mü'minin mezarı yetmiş arşın
genişletilir, aydınlatılır ve ona "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan
şahıs gibi Mahşer gününe kadar uyumana devam et" denilir. Münafık kişinin
mezarına da "Bu adamı
alabildiğine sıkıştır" emri verilir. Yer, cendere gibi adamı, kemikleri hurdahaş oluncaya kadar
sıkıştırır ve ölü yeniden dirilene kadar böyle işkence görür.[369]
Ayrıca
bk. Âhiret Haşr, Hesap, Mizan, Kabir Hayatı, Münker ve Nekir maddeleri.
Kıyâmet Alametleri
(Eşrâtu's-Saa),
âhir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet'in yaklaştığını, kopmak
üzere olduğunu gösteren belirtiler. Bu belirtiler genellikle Küçük Alametler
(Alâmât-ı Suğra) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm
halinde incelenir.
Kur'an,
Kıyâmet'in zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir.[370]
Buna karşılık yaklaştığını,[371]
yakın olduğunu[372]
ansızın geleceğini[373]
bildirir. Kıyâmet alametlerinin belirdiğini[374]
ifade etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez.
Ancak;
اِقْتَرَبَتِ
السَّاعَةُ
وَانْشَقَّ
الْقَمَرُ
"Saat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak"[375] âyetinin ikinci bölümünün
"ay yarılacak" biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur'an'da
anılan tek Kıyâmet alameti olma özelliği kazanır.
Hadis
külliyâtları ise Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alametlerden söz eden çok
sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri hadislerde dile getirilen alametleri
nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğrâ)
ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır.
Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dini duygu, düşünce ve
davranışların zayıflaması, dini kurallara gereken önemin verilmemesi,
ibadetlerin terkedilmesi, ahlaksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren
Küçük Alametler'in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:
a)
İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları.[376]
b)
İnsanların ölümü temenni etmeleri.[377]
c)
Câriyenin efendisini doğurması.[378]
d)
Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam yakınlarında bir yer) develerin
ayaklarını aydınlatması. [379]
e)
Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması.
[380]
f)
İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması.[381]
g)
İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehaletin artması.[382]
h)
Depremlerin çoğalması.[383]
ı)
Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması.[384]
i)
Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi.[385]
j)
Yahudilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi.[386]
k)
Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp
erkeklerin azalması.[387]
l)
Kahtân'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi.[388]
Kıyâmetin
büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir:
Huzeyfetu'l-Gifarı (r.a)'den rivayet edilmiştir: Biz bir gün kendi aramızda
konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize "Ne konuşuyorsunuz?" dedi. Biz de "Kıyâmet gününden konuşuyoruz" diye cevap verdik. Hazreti
Peygamber: "Şüphesiz
on alâmet görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır" dedi ve "Deccâl'i, dumanı (duhan), Dâbbetü'l-arz'ı,
güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)'ın yere inmesini, Ye'cûc ve Me'cuc'u,
doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak
da Yemen'den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını söyledi.”[389]
Kıyâmetin
bu on büyük alameti başka hadislerce ya da İslâm bilginlerince şu şekilde
açıklanır:
1.
Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir,
İslâm Dini'ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek
isteyecektir. Deccal'in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında "kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve
Mekke'ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu
süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha
sonra da yine kıyâmetin büyük alametlerinden olan Hz. İsa'nın yeryüzüne
inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir.[390]
2.
Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da kıyâmetin büyük alametlerinden
biridir.[391]
Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk
gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi
olacaklardır.
3.
Dabbetü'l-arz'ın çıkışı: Kıyâmet'ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır.
Kelime anlamı "yer hayvanı" demektir. Kur'an-ı Kerim de:
وَاِذَا
وَقَعَ
الْقَوْلُ
عَلَيْهِمْ
اَخْرَجْنَا
لَهُمْ
دَابَّةً
مِنَ
الْاَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ
اَنَّ
النَّاسَ
كَانُوا بِايَاتِنَا
لَايُوقِنُونَ
"Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği
zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların
âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler"[392] buyurulmaktadır.
Hz.
Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında "Çıkacak olan kıyâmet alametlerinden ilki, güneşin batı tarafından
doğması ile, bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın)
zuhurudur. Bu iki alametten biri, arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de
onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir” [393]
buyurmuştur.
4)
Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek,
ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar
sağlamayacaktır.[394]
5. Hz.
İsa (a.s)'ın inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce
Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları İslâm'a davet edecek, Deccâl'i
öldürecek, Hazreti Peygamber (a.s)'ın şerîati ile hükmedecektir.[395]
6.
Ye'cûc ve Me'cûc'ün çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde
bozgunculuk yapacak"[396] olan asılları ve soyları
belirsiz iki insan topluluğudur.[397]
Hz.
ZülKarneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak[398]
açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak, kentleri
yakıp-yıkarak harabe haline getireceklerdir. Bazı rivayetlerde bu seddin Çin
seddi olduğu zikredilir.[399]
7.8.9.
Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin
meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alametlerindendir.[400]
10.
Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi.[401]
Ebu
Davud ve Tirmizi'nin Sünen'lerinde yeralan bazı hadislere göre Mehdî'nin
çıkması da Kıyâmet'in büyük alametlerindendir.[402]
Hz.
Peygamber (a.s), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını
bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü'minlerin ruhları
alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır.[403]
c)
Kabir
Kabir: Mezar, ölen kimsenin toprağa gömüldüğü yer.
Çoğulu "kubûr" dur.
İnsan,
ruh ve bedenden meydana gelen bir canlıdır. Ruhun yaratılışı bedenden öncedir.
Buna göre insan hayatının devreleri dörde ayrılabilir. Birincisi, yaratıldığı
zamandan bedene ruh üfleninceye kadar ruh devresi.
Kur'an-ı
Kerîm de ruhların topluca yaratılmasından sonra Cenâb-ı Hakk'ın ilk uyarı ve
tebliği şöyle ifade edilir:
وَاِذْ
اَخَذَ
رَبُّكَ مِنْ
بَنى ادَمَ
مِنْ
ظُهُورِهِمْ
ذُرِّيَّتَهُمْ
وَاَشْهَدَهُمْ
عَلى
اَنْفُسِهِمْ
اَلَسْتُ
بِرَبِّكُمْ
قَالُوا بَلى شَهِدْنَا
اَنْ
تَقُولُوا
يَوْمَ
الْقِيمَةِ
اِنَّا
كُنَّا عَنْ
هذَا
غَافِلينَ
"Hani Rabbin, Âdemoğullarından, onların
sulhlerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şahit tutmuş; ben
sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da; evet rabbimizsin, şahit olduk,
demişlerdi. İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü; bizim bundan haberimiz yoktu
dememeniz içindi."[404]
İkinci
safha, dünya hayatıdır. Doğumla başlar, ölümle sona erer. Dünya hayatının
amacı, kimin nasıl fiil ve hareketlerde bulunacağını denemek, sonuçları tesbit
etmektir.[405]
Üçüncü safha, kabir hayatı olup, ölümle başlar, kıyamet gününe kadar devam
eder. Dördüncü safha ise, kıyametin kopmasıyla sonsuza kadar sürecek olan
ahiret hayatıdır.
Kabir
hayatı, bir bakıma ahiretin giriş kapısı ve başlangıcı sayılır. Ölen kimse,
ister kabre defnedilsin, yırtıcı hayvanlarca parçalansın; ister ateşte yanıp
külleri savrulsun ya da denizde kaybolsun, onun için kabir hayatı başlamış
olur. Münker ve Nekir melekleri kabir sorgulamasını yapar. Rabbini, peygamberini
ve dini sorar. Bu sorgudan sadece peygamberler ve çocuklar muaftır.
Ehl-i
Sünnet inancına göre, kâfirlere ve bazı günahkâr müminlere kabir azabı vardır.
Kabir, iman ve salih amel sahipleri için Cennet bahçelerinden bir bahçe;
kâfirler için de Cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabir hayatının, azap
şeklinin mahiyeti hakkında, âlimler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Azabın
ruha, bedene veya her ikisine birlikte yapılması, sonucu değiştirmez. Çünkü
salih amel sahibi insanlar kabirde güzel bir hayat yaşarken, kâfirler, büyük
bir sıkıntı ve ızdırap içinde bulunacaklardır.[406]
Kabirdeki
ölü cennetlik (said) bir kimse ise, onun ruhu Cennet'e gider, eğer günahkâr ve
cehennemlik (şâkî) ise, Cehennem'in yanına gider. Bir kısım ruhlar da berzah'ta
bulunurlar ki, burası ne Cennet ne de Cehennem'dir.
Bazı
âlimlere göre, saidlerin rûhu Cennette olmakla birlikte kabirleriyle olan
bağlantıları kesilmez. Bu irtibat özellikle cum'a gecesi ve gündüzü ile
cumartesi gecesi güneş doğuncaya kadar, pek canlı bir şekilde devam eder.
Saidlerin ruhları dünya haberlerini izleme imkânı bulabilirler Vefat edip yeni
gelenlere dünyadan haber sorarlar. Kendilerini ziyarete gelenlerin selâmını
duyarlar, hatta izin verilirse, selâma karşılık vermeleri de mümkündür.[407]
Kabirlerin hazırlanışı
Kabir
hazırlanırken şu hususlara dikkat edilmelidir Kabir, bir adam boyu veya göğüs
hizasına kadar kazılır. Ölüyü daha iyi koruyacağı düşüncesiyle kabir daha derin
açılabilir. Toprak sert ise kabrin kıble tarafına bir lahd (oyuk) açılır. Eğer
lahd açılmakla toprak göçecek kadar yumuşak olursa o zaman kabrin ortasında
ölünün sığacağı kadar bir yer açılır ve oraya defnedilir.
İslâm
müctehidleri ve fakihleri, kabirlerin kireç ve benzeri ile yapılmasının, kendi
toprağına ilâve edilerek yükseltilmesinin, üzerine kubbeli bina yapılmasının,
taşına övücü veya kadere sitem edici kelimeler yazılmasının caiz olmadığı
konusunda görüşbirliği içindedir. Buna karşılık kabrin, yerden bir-iki karış
yükselmesi, şeklinin deve hörgücü gibi olması, kerpiçle yapılması, kabrin baş
tarafına bir taş konulması ne ölünün isminin yazılmasında bir sakınca
görülmemiştir. Ancak kabrin üstüne mescit gibi bina inşa edilerek buranın mabed
edinilmesi hadisle yasaklanmıştır.
Hz.
Âîşe (r.a), Resulullah (a.s)'ın son hastalığında şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: “Allah, Yahudi
ve Hristiyanlara lânet etsin, Onlar, peygamberlerinin kabrini mabed haline
getirdiler." Hz. Âîşe diyor ki: "Eğer bundan korkulmasaydı, Hz. Peygamberin
kabri dışarıdan belli olacak şekilde yapılacaktı.”[408]
Peygamberin
ve Hz. Âîşe'nin ifadelerinden; kabrin dış şekli üzerinde titizlikle
durulmasının ve bazı yasaklar konmasının sebebinin tevhit inancını korumak ve
insanların şirke düşmelerini önlemek olduğu anlaşılmaktadır.
Diğer
yandan İslâm dini, israfı yasaklamıştır. israf, malın lüzumsuz yere ve ölçüsüz
harcanması, sarfedilmesi demektir. Aç, çıplak, ilaçsız, tahsilsiz. eşsiz,
işsiz, muhtaç müslümanlara yardım etmek yerine, büyük masraflarla heybetli,
süslü ve masraflı kabirlerin bina edilmesi israf sınırları içine girebilir.
Cenaze
için namaz kılındıktan sonra cemaatle birlikte yaya veya ihtiyaç olunca araç
vasıtasıyla kabristana gidilir. Derince ve uygun boyda açılan kabre cenazeyi
gömmek farz-ı kifayedir. Cenazeyi taşıyanlar gibi kabre indirenlerin de; "Bismillah ve ala milleti Resulullah" demeleri müstehabtır.
Ölü,
kabirde yüzü kıbleye gelmek şartıyla sağ yanı üzerine yatırılır. Sonra kefenin
düğümleri çözülür. Kabrin tahtası dizildikten sonra kürekle veya elle üzerine
toprak atılır. Kabrin üstünü biraz yükseltmek menduptur. Toprak pekişsin diye
kabrin üzerine su serpilebilir.
Kabir Azabı
Her
insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak denizin dibinde kalsın
veya yırtıcı bir hayvan karnında bulunsun veya yanarak külü havaya karışsın,
mutlaka kabir hayatı geçirecektir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker
ve Nekir adında iki melek, kendisine gelerek; "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir: Dinin
nedir?" diye sorarlar. İman ve güzel amel sahipleri bu gibi sorulara doğru cevap
verirler. Bu gibi ölülere cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine
gösterilir. Kâfir veya münafık olanlar ise bu sorulara doğru cevap veremezler.
Onlara da Cehennem kapıları açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir.
Müminler nimet içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu yaşarken, kâfir ve münâfıklar
ise kabirde azap göreceklerdir.[409]
Kabirde
azap ve nimetin varlığını gösteren birtakım ayet ve hadisler vardır. Bir ayet-i
kerimede; "Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe atılırlar. Kıyametin
kopacağı gün de denilir ki;
اَلنَّارُ
يُعْرَضُونَ
عَلَيْهَا
غُدُوًّا
وَعَشِيًّا
وَيَوْمَ
تَقُومُ
السَّاعَةُ
اَدْخِلُوا
الَ
فِرْعَوْنَ
اَشَدَّ الْعَذَابِ
"Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine
sokun"[410] buyurulur. Buna göre kıyamet
kopmadan önce de yani kabirde de azap vardır. Peygamber efendimiz;
يَتَجَرَّعُهُ
وَلَا
يَكَادُ
يُسيغُهُ وَيَاْتيهِ
الْمَوْتُ
مِنْ كُلِّ
مَكَانٍ وَمَا
هُوَ
بِمَيِّتٍ
وَمِنْ
وَرَائِه
عَذَابٌ
غَليظٌ
“Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve
ahirette, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder”[411] ayetinin kabir nimeti hakkında
indiğini açıklamıştır.[412]
Kabir
azabı ile ilgili hadis kitaplarında pek çok hadis-i şerif zikredilmektedir.
Bunlardan
bir kaçı şöyledir: Hz. Peygamber (a.s) bir mezarlıktan geçerken, iki mezardaki
ölünün bazı küçük şeylerden dolayı azap çekmekte olduklarını gördü. Bu iki
mezardaki ölülerden biri hayatında koğuculuk yapıyor, diğeri ise idrardan
sakınmıyordu. Bunun üzerine Resulullah (a.s) yaş bir dal almış, ortadan ikiye
bölmüş ve her bir parçayı iki kabre de birer birer dikmiştir. Bunu gören ashap,
niye böyle yaptığını sorduklarında: "Bu iki
dal kurumadığı sürece, o ikisinin çekmekte olduğu azabın hafifletilmesi
umulur" [413]
buyurmuşlardır.
Hz.
Peygamber diğer bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Kabir
ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.”[414]
Başka
bir hadiste de şöyle buyurur: "Ölü
mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki
melek gelir; ölüye derler ki: "Şu Muhammed (a.s) denilen zat hakkında ne
dersin?" O da şöyle cevap verir. "O, Allah'ın kulu ve Resuludur. Ben
şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed de O'nun kulu ve
elçisidir. Bunun üzerine melekler; Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte
idik", derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler. Daha sonra
bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha sonra melekler ölüye:
" Yat ve uyu " derler. O da; "Aileme gidin de durumu haber
verin" der. Melekler ona; "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi
tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam
et" derler. Eğer ölü münâfık olursa, melekler şöyle der: "Şu Muhammed
(a.s) denilen zat hakkında ne dersin?" Münâfık da şöyle cevap verir:
"Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar
gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum. Melekler ona; "Böyle
diyeceğini zaten biliyorduk" derler. Daha sonra yere "Bu adamı
alabildiğine sıkıştır" diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle
ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer gününe kadar bu
sıkıntı devam eder.” [415]
Kur'an'da
şehitlerin kabir hayatıyla ilgili olarak şöyle buyurulur:
وَلَاتَحْسَبَنَّ
الَّذينَ
قُتِلُوا فى سَبيلِ
اللّهِ
اَمْوَاتًا
بَلْ
اَحْيَاءٌ عِنْدَ
رَبِّهِمْ
يُرْزَقُونَ
"Allah yolunda öldürenleri, sakın ölüler
sanmayın. Bilâkis onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar."
[416]
وَلَا
تَقُولُوا
لِمَنْ
يُقْتَلُ فى
سَبيلِ
اللّهِ
اَمْوَاتٌ
بَلْ
اَحْيَاءٌ
وَلكِنْ
لَاتَشْعُرُونَ
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin.
Bilâkis onlar dirildirler. Fakat siz farkında değilsiniz."[417]
Kabir
azabının yalnız ruha mı, yoksa bedene mi, yahut da her ikisine mi yapılacağı
konusu bilginler arasında tartışmalıdır. Bu azabın hem rûha, hem de bedene
yapılacağı görüşü tercihe şayandır. ancak azabın niteliği hakkında fazla bilgi
yoktur. Rûhun gerçeği üzerinde de görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe göre ruh
lâtif (ince, şeffaf, nüfuz kabiliyeti olan) bir cisimdir. Yaş ağaca suyun
nüfûzu gibi bedene nüfûz etmiştir. Allah, rûh cesette kaldığı sürece hayatı
devam ettirmeyi âdet kılmıştır. Ruh cesetten çıkınca ölüm hayatı ortadan
kaldırır. Başka bir görüşe göre de, ruh ceset için güneşin ışıkları gibidir.
Mutasavvıflar bu görüşü benimsemişlerdir. Ehl-i Sünnete mensup bir topluluk,
gülsuyunun güle sirâyet ettiği gibi, rûhun da bedene sirâyet eden bir cevher
olduğunu söylemişlerdir.[418]
Ayette
şöyle buyurulur:
وَيَسَْلُونَكَ
عَنِ
الرُّوحِ
قُلِ الرُّوحُ
مِنْ اَمْرِ
رَبّى وَمَا
اُوتيتُمْ
مِنَ
الْعِلْمِ
اِلَّا
قَليلًا
"De ki ruh, Rabbimin bildiği bir iştir. Size bu
konuda pek az bilgi verilmiştir."[419]
Ebû
Hanife'ye göre, peygamberler, çocuklar ve şehitler kabir sorusu ile
karşılaşmazlar. Ancak Ebû Hanîfe kâfirlerin çocuklarına kabirde soru sorulması,
Cennete girmeleri ve onlarla ilgili benzeri bazı soruları cevapsız bırakmıştır.[420]
Kabristan
Ölülerin
toprağa verildiği ve "mezarlık" da denen saha.
İslâm
dini, hayatında olduğu gibi ölümünde de insana gereken değeri vermiş ve saygıyı
göstermiş, öldüğü andan itibaren ona yapılacak muameleyi de belirlemiştir.
Toprağa
defnedilen insanın en uzun süre bulunacağı yer kabristandır. Bu sebeple İslâm
dini, kabristanın düzenli ve tertipli yapılmasını, temiz tutulmasını ve
yeşillendirilmesini, hayatta bulunan insanların ölülere karşı bir vefa borcu
olarak görür. Buna rağmen dinimiz öncelikle ölünün cesedine değil hatırasına
değer verir. Bu konuda Hz. Peygamber: "Ölülerinizi
hayırla yâd ediniz.” [421]
buyurur.
Müslümanlara
ait kabristan son derece sade, tabiî ve mütevâzi olmalı; mezar yapımında da
basit ve ucuz malzeme kullanılmalıdır. Camide Allah'ın huzurunda-kariyer ve
sosyal durumları ne olursa olsun-aynı safi paylaşan müslümanların mezarlarının
da görünüş itibariyle birbirine yakın olması İslâm'ın ruhuna daha uygundur.
Kabristana
cenaze ile birlikte veya daha sonra ölüyü yâdetmek için çelenk getirerek kabrin
üzerine konulması, bid'at olup, gayri müslimlere benzemek amacıyla yapıldığı
takdirde ilgilileri manevî sorumlulukla karşı karşıya getireceği açıktır.
Nakl-i Kubûr
Kabirleri
başka yere nakletmek, önemli bir sebep bulunmadıkça caiz görülmemiştir. Bir
kabristan ne kadar eski olursa olsun, artık kendisine ihtiyaç kalmamış olsa
bile yine bunun kabristan olarak korunması asıldır. Burasının satılarak veya
üzerine binalar yapılarak, ölü kemiklerinin başka bir kabristana nakli, ölülerin
hakkını çiğnemek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü İslâm'da, ölülerin hakları
dirilerin hakları kadar koruma altına alınmıştır.
Ancak
su basması, yol geçmesi veya düşman tarafında kalması gibi nedenlerle
kabristanı başka yere nakletmek caizdir.
Cenaze,
kabre konulup üzerine toprak atıldıktan sonra, artık cemaatın elinden çıkmış,
yüce Allah'a teslim edilmiş sayılır. Artık zaruret bulunmadıkça kabrin
açılmaması gerekir. Cenazenin gasbedilmiş yere veya gasbedilmiş bir elbise ile
gömülmesi veya bu yere başkasının sonra şûf'a yoluyla mâlik olması, zaruret
hallerine örnek verilebilir. Bu takdirde, arazi veya elbise sahibinin isteği
üzerine kabir açılır. Elbise alınınca kabir kapatılır, ya da cenaze bu mülkten
başka yere nakledilir. Bu yapılmadığı takdirde mülk sahibi toprağı düzelterek
ekim yapabilir. Elbise sahibi de isterse elbisenin kıymetini alabilir.
Bir
ölünün cesedi tamamen toprak kesilip kemikleri de kalmamış olmadıkça kabri
açılarak yerine başkası defnedilemez. Ancak cenazeyi defin için başka bir yer
kalmamışsa bu taktirde kemikleri toplanır, kendisiyle, yeni gömülecek olan ölü
arasına toprak vb. şeyler engel olarak doldurulur ve kabir kapatılır.
Zaruret
bulunmadıkça iki ve daha fazla cenaze bir kabre gömülmez. Zaruret olursa,
aralarına toprak gibi bir engel konularak toplu mezar kullanımı caiz olur.
Nitekim Uhud şehitleri için uygulama böyle olmuştur. Cabir b. Abdullah'tan
şöyle dediği nakledilmiştir: "Uhud savaşında şehit düşen babam, başka bir
şehit olan Amr İbnü'l-Cümûh ile birlikte bir kabre gömülmüştü. Babamı bu
şekilde başkası ile bir kabirde bırakmaya gönlüm razı olmadı. Altı ay sonra
kabri açtım. Babamı, kulağından başka, hemen hemen kabre koyduğum gündeki gibi
taze bir halde buldum; çıkardım ve başka bir kabre yalnız başına gömdüm ".
İslâm
ülkesinde bulunan zimmîlerin (Hıristiyan ve Yahudiler) kabirleri de, Müslüman
kabirleri gibi koruma altındadır. Onlara hayatlarında eziyet edilmesi haram
olduğu gibi, ölümlerinden sonra da kemiklerinin kırılması, kabirlerinin dümdüz
edilmesi yasaklanmıştır. Ancak, Müslümanların yeni ele geçirdikleri bir yerde,
ihtiyaç görülürse, düşmana ait kabirleri açmak, kemiklerini kaldırıp, burasını
Müslüman kabristanlığı veya mescit yapmak gibi başka bir amaçla kullanmak
mümkün ve caizdir. [422]
Kabir Ziyareti
Genel
olarak kabirleri ziyaret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için
caizdir. Salih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret
etmek mendup sayılmıştır. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi, bağırıp çağırma,
saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fitne korkusu olmadığı
zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğunun kabri başında ağlamakta
olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyaretten alıkoymamıştır.[423]
Diğer yandan Hz. Âîşe'nin de kardeşi Abdurrahman b. Ebi Bekr'in kabrini ziyaret
ettiği nakledilir.[424]
Hz.
Peygamber, henüz kader inancının kökleşmediği ve cahiliye alışkanlıklarının
devam ettiği dönemde kabir ziyaretini bir ara yasaklamış, ancak bunu daha sonra
serbest bırakmıştır. Hadiste şöyle buyrulur:
“Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık
kabirleri ziyaret edebilirsiniz.” [425]
Hz.
Peygamber'in kabirleri çok ziyaret eden kadınlara lânet ettiğini bildiren
hadisler[426]
ziyaret yasağı olan döneme aittir. Tirmizi bunu açıkça ifade etmiştir.[427]
Hz. Âîşe ve İbn Abdilberr bu görüştedir.
Hanefilerin
sağlam görüşüne göre, saç baş yolma, ağlamayı tazeleme gibi aşırılıklar olmamak
şartıyla kadının kabir ziyareti caiz görülmüştür. Çünkü hadislerde yer alan
ruhsat, kadınları da kapsamına almaktadır.[428]
Kabir
ziyaretinin, tarihi akış içinde, ölülerden yardım istemek, hatta tapılmak için
de yapıldığı görülmektedir.
İslâm'ın
başlangıcında Hz. Peygamberin kabir ziyaretlerini yasaklamasının sebebi bu idi.
Yahudi ve Hıristiyanlar, aziz saydıkları kimselerin kabirlerini ibadet yeri
edinmişlerdi. Cahiliyye devrinde kabirlere secde ediliyor, putlara tapılıyordu.
Putperestlik, büyük tanınan kimselerin heykellerine saygı ve ta'zim ile
başlamış, neticede bu saygı putlara ibadete dönüşmüştü. İslâm Dininin gayesi
tevhid akidesini (Allah'ı yegane hâlık ve müessir tanıyıp yalnızca ona ibadet
etmeyi) kalplere yerleştirmekti. Önceleri Hz. Peygamber (a.s) bu sebeple
tehlikeli gördüğü kabir ziyaretini yasaklamıştı. Fakat tevhid inancı gönüllere
iyice yerleşip Müslümanlar tarafından gayet iyi anlaşıldıktan sonra, kabir
ziyaretine izin verilmiştir.
Çünkü
kabir ziyaretinde, hem hayattakiler, hem de ölüler için faydalar vardır.
Resulullah (a.s) Mekke seferi sırasında annesi Amine'nin kabrini ziyaret ederek
ağlamış, etrafındakileri de ağlatmış ve Müslümanların kabirleri ziyaretine de
izin verilmişti.[429]
Bu izin
hatta ziyareti teşvik konusu meşhur rivayetlerle sabittir.[430]
Kabir Ziyaretinin Faydaları
a)
İnsana ölümü ve ahireti hatırlatır ve ahireti için ibret almayı sağlar.[431]
b)
İnsanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi
engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir.[432]
c)
Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Hz. Peygamber'in kabrini ziyaret,
ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Hz.
Peygamber'in ve Allah'ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa
çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte; "Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, sanki hayatımda iken
ziyaret etmiş gibi olur" buyurulmuştur.[433]
d)
Ziyaret; insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine
yardımcı olur.
Ziyaretin Ölüye Faydası
a)
Özellikle anne, baba diğer akraba ve dostların kabirleri, ruhları için Allah'a
dua ve istiğfar etmek amacıyla ziyaret edilir. Ölüler adına yapılan hayır ve
hasenâtın sevabının onlara ulaşacağı sahih hadis ve icmâ delili ile sabittir.
Ölüler ziyaret edilirken, onların ruhları için Allah'a dua edilir, Kur'an
okunur, yapılan iyiliklerin sevabı bağışlanır. Kabre ağaç dikmek sevabtır.
Dikilen ağaç ve bitkinin ölünün ruhundan azabın hafifletilmesine sebep
olacağına dair hadisler vardır. Hiristiyanların yaptığı gibi kabre çelenk
götürmek mekruhtur.
Dua ve
istiğfarın ölülerin ruhları için faydalı olacağına şu ayet-i kerime de delâlet
eder:
وَالَّذينَ
جَاؤُ مِنْ
بَعْدِهِمْ
يَقُولُونَ
رَبَّنَا
اغْفِرْ
لَنَا
وَلِاِخْوَانِنَا
الَّذينَ سَبَقُونَا
بِالْايمَانِ
وَلَا
تَجْعَلْ فى قُلُوبِنَا
غِلًّا
لِلَّذينَ
امَنُوا رَبَّنَا
اِنَّكَ
رَؤُفٌ
رَحيمٌ
"Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden önce
geçmiş olanları yarlığa. İman etmiş olanlar için kalbimizde bir kin bırakma."[434]
Bu
konuda varid olan pek çok hadis vardır.[435]
b)
Ölünün dirileri işitmesi. Kabir ziyareti sırasında konuşulanları kabirdeki
kişinin duyduğu ve verilen selâmı aldığı hadislerle sabittir.
Abdullah
b. Ömer (r.a)'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber Bedir gazvesinden sonra
yerde yatan Kureyş büyüklerinin cesetlerine karşı: "Rabbinizin
va'dettiği azabın doğru olduğunu anladınız mı?" diye seslenmişti. Hz.
Ömer'in: "Ey Allah'ın Resulu! Bu duygusuz cesetlere mi hitap
ediyorsunuz?" demesi üzerine, Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Siz bunlardan daha fazla işitici değilsiniz. Fakat bunlar cevap
veremezler" buyurmuştur.[436]
Bu
konuda Hz. Aişe'den, ölülerin işitmesi yerine, Resulullah'ın; "Gerçeği
ölünce şimdi daha iyi anlarlar. Nitekim Cenâb-ı Hak'da: "Habibim sen,
sözünü ölülere duyuramazsın" hadisi nakledilmiştir. Ancak çoğunluk İslâm
bilginleri bu konuda Hz. Âîşe'ye muhalefet etmişler, başka rivayetlere uygun
düştüğü için yukarıda zikrettiğimiz Abdullah b. Ömer'in hadisini esas
almışlardır.[437]
Ziyaretin Âdabı
Ziyaretçi
mezarlığa varınca yüzünü mezarlara döndürerek Peygamberimizin dediği gibi şöyle
selâm verir: "Ey müminler ve Müslümanlar
diyarının ahalisi, sizlere selâm olsun. İnşaallah, biz de sizlere katılacağız.
Allah'tan bize ve size âf yet dilerim."[438]
Hz.
Âîşe'nin rivayetinde anlam aynı olduğu halde ifade biraz farklıdır. Tirmizi'nin
İbn Abbâs'tan rivayetinde Resulullah bir defasında Medine mezarlığına uğradı ve
onlardan tarafa dönerek şöyle dedi:
"Ey kabirler ahâlisi, size selâm olsun! Allah
bizi ve sizi mağfiret eylesin. Sizler, bizden önce gittiniz, biz de sizin
ardınızdan (geleceğiz.) [439]
Kişi,
tanıdığı bir kimseye kabrinin başından geçerken selâm verirse, ölü selâmını
alır ve onu tanır. Tanımadığı bir kimsenin kabrinin yanından geçerken selam verirse,
ölü, selâmını alır. [440]
Kabir
ziyareti sırasında mezarda namaz kılınmaz. Kabirler asla mescid edinilmez.
Kabre karşı da namaz kılmak mekruhtur. Kabirlere mum dikmek ve yakmak caiz
değildir.[441]
Boş
yere para harcandığı için, ya da kabirlere tazim için buralarda mum yakılmasını
Hz. Peygamber yasaklamıştır. Kabrin üzerine oturmak ve mezarları çiğnemek
mekruhtur.[442]
Kabirde
ziyaretle bağdaşmayan edep dışı ve boş söz söylemekten, kibirlenip çalım
satarak yürümekten sakınmak ve mütevâzı bir durumda bulunmak gerekir.[443]
Kabirlere,
küçük ve büyük abdest bozmaktan sakınmak gerekir.[444]
Kabristanın
yaş ot ve ağaçlarını kesmek mekruhtur. Kabir yanında kurban kesmek Allah için
kesilse bile mekruhtur. Hele ölünün rızasını kazanmak ve yardımım elde etmek
için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır.
Çünkü kurban kesmek ibadettir; ibadet ise yalnız Allah'a mahsustur. Kabirler
Kâbe tavaf edilir gibi dolaşılıp tavaf edilmez.
Ölülerden
yardım istemek ve bunun için mezar taslarına bez, mendil ve paçavra bağlamak
kişiye yarar sağlamaz. Bazı kabir ve türbelerin hastalıklara şifalı geldiğine
inanmak ve bunların taş, toprak ve ağaçlarını kutsal saymak İslam'ın tevhit
inancı ile bağdaşmaz.
Diri
veya ölü olsun salih kimseleri Allah'tan bir şey istemek için aracı kılmaya "tevessül" denilir. Kabirde kişinin
başkasına bizzat bir fayda vermeye veya bir zararı gidermeye gücü yetmez. İbn
Teymiyye ve taraftarlarına göre Allah'tan bir şey isterken peygamber bile olsa
salih kulları aracı kılmak haram, hatta şirktir. Çoğunluk İslâm âlimlerine göre
ise Allah'tan bir şey isterken salih zatları aracı ve esile kılmak ve bunun
için onların kabirlerini ziyaret etmek caizdir.
Meselâ:
"Hz Muhammed hakkı
için, onun hürmetine, ya Rabbi onunla sana dua ediyorum, şu isteğimi yerine
getir" demek duaların kabulüne vesile olur. Hanefi ve Malikilere göre kabir
ziyaretini cuma ve bunun iki yanındaki perşembe ve cumartesi günleri yapmak
daha faziletlidir. Şafiîler, perşembe gününün ikindi vaktinden başlamak üzere
cumartesi sabahına kadar ziyaretin daha uygun olacağını söylemişlerdir.
Hanbeliler, ziyaret için belli bir gün tahsis etmenin doğru olmadığını
belirtmişlerdir. Sonuç olarak cuma günü ziyaret daha faziletli ise de diğer
günlerde ziyaret de mümkün ve caizdir.[445]
Kabirlerden Kalkış
Kur'an,
kıyametin kopmasından sonra Sûr'a ikinci defa üfürülme ile bütün canlı
yaratıkların hesap için tekrar diriltileceklerini ifade eder. O kadar ki,
öldükten sonra dirilmenin anlatılmadığı çok az sûre bulunabilir. Pek çok surede
bu konuyu açıklayan örnekler getirilerek, akıllara gelebilecek tereddütleri
ortadan kaldırır.
Kabirlerden
kalkış dediğimiz tekrar dirilme inancı, kişilerin ve toplumun ıslahında çok
önemli bir ilke olduğu için Kur'an-ı Kerim bu konuya önemle eğilir. Gerçekten
de öldükten sonra tekrar dirilmenin gerçekleşeceğini bilen insan, hayır ve
iyilik yapmaya, işlediği kötülükleri en aza indirmeye çalışır. Fakat yeniden
dirilişe inanmayan kimse topluma ve kendisine her zaman zarar verebilir.
Öldükten
sonra tekrar diriliş hem beden hem de ruh ile olacaktır Bu konuya açıklık
getiren bir ayette:
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
بِايَاتِنَا
سَوْفَ
نُصْليهِمْ
نَارًا
كُلَّمَا
نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ
بَدَّلْنَاهُمْ
جُلُودًا غَيْرَهَا
لِيَذُوقُوا
الْعَذَابَ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَزيزًا
حَكيمًا
"Ayetlerimizi inkar ile kâfir olanlar (var ya)
onları muhakkak ki ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı tadıp durmaları
için, onları başka derilerle yenileyip değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah mutlak
galiptir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir,"[446] buyurulur.
Kur'an-ı
Kerim, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr eden kimselere karşı, yeniden
dirilişin aklen mümkün olduğunu ve muhakkak meydana geleceğini açıklamak için
bir kaç yol izlemiştir.
Yeniden
dirilmeyi, ilk yaratmaya kıyaslamıştır. Bu konuda bize şöyle buyurur:
وَضَرَبَ
لَنَا
مَثَلًا
وَنَسِىَ
خَلْقَهُ
قَالَ مَنْ
يُحْيِ
الْعِظَامَ
وَهِىَ رَميمٌ
(*) قُلْ
يُحْييهَا
الَّذى
اَنْشَاَهَا
اَوَّلَ
مَرَّةٍ
وَهُوَ
بِكُلِّ
خَلْقٍ
عَليمٌ
"O, kendi yaratılışını unutarak bize bir misal
getirdi. "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" dedi. De ki:
"Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir."[447]
Zor bir
şeyi yaratmaya gücü yetenin, kolay bir şeyi yaratması elbette mümkündür.
Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha zordur. Bunu
yapabilen, insanı da öldükten sonra diriltebilir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulur:
وَهُوَ
الَّذى
يَبْدَؤُا
الْخَلْقَ
ثُمَّ يُعيدُهُ
وَهُوَ
اَهْوَنُ
عَلَيْهِ
وَلَهُ
الْمَثَلُ
الْاَعْلى
فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَهُوَ
الْعَزيزُ
الْحَكيمُ
"Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da
tekrar diriltecek olan O'dur. Bu, O'na pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce
sıfatlar O'nundur."[448]
اَفَعَيينَا
بِالْخَلْقِ
الْاَوَّلِ
بَلْ هُمْ فى
لَبْسٍ مِنْ
خَلْقٍ
جَديدٍ
"Biz ilk
yaratmadan âciz mi kaldık? Hayır, onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar."[449]
Kupkuru
ve ölü bir durumda olan yeri, bitkilerle canlandıran, insanı da diriltebilir
Ayetlerde şöyle buyurulur:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ مِنَ
الْبَعْثِ
فَاِنَّا
خَلَقْنَاكُمْ
مِنْ تُرَابٍ
ثُمَّ مِنْ
نُطْفَةٍ
ثُمَّ مِنْ
عَلَقَةٍ
ثُمَّ مِنْ
مُضْغَةٍ
مُخَلَّقَةٍ
وَغَيْرِ
مُخَلَّقَةٍ
لِنُبَيِّنَ
لَكُمْ
وَنُقِرُّ
فِى
الْاَرْحَامِ
مَا نَشَاءُ
اِلى اَجَلٍ
مُسَمًّى
ثُمَّ
نُخْرِجُكُمْ
طِفْلًا
ثُمَّ
لِتَبْلُغُوا
اَشُدَّكُمْ
وَمِنْكُمْ
مَنْ
يُتَوَفّى
وَمِنْكُمْ
مَنْ يُرَدُّ
اِلى اَرْذَلِ
الْعُمُرِ
لِكَيْلَا
يَعْلَمَ مِنْ
بَعْدِ
عِلْمٍ
شَيًْا
وَتَرَى
الْاَرْضَ
هَامِدَةً
فَاِذَا
اَنْزَلْنَا
عَلَيْهَا
الْمَاءَ
اهْتَزَّتْ
وَرَبَتْ
وَاَنْبَتَتْ
مِنْ كُلِّ
زَوْجٍ
بَهيجٍ (*)
ذلِكَ
بِاَنَّ
اللّهَ هُوَ
الْحَقُّ
وَاَنَّهُ
يُحْيِ
الْمَوْتى وَاَنَّهُ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ (*)
وَاَنَّ
السَّاعَةَ
اتِيَةٌ
لَارَيْبَ فيهَا
وَاَنَّ
اللّهَ
يَبْعَثُ
مَنْ فِى الْقُبُورِ
"...Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün.
Fakat biz onun üstüne suyu indirdiğimiz zaman, o harekete gelir, kabarır; her
güzel çiftten nice bitki bitirir. Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah hakkın ta
kendisidir. Şüphesiz hakkıyla kâdirdir. O şüphesiz her şeye hakkıyla kâdirdir.
O saat elbette gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Doğrusu Allah, kabirlerde
olan kimseleri de diriltip kaldıracaktır."[450]
Bir
şeyi zıddına çevirmeğe gücü yeten, onu benzerine çevirebilir. Allah, ağaçlarda
bol miktarda bulunan suya rağmen, nasıl ondan ateş çıkartıyorsa, öylece
insanları da tekrar yaratabilir. Bu konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyurulur:
اَلَّذى
جَعَلَ
لَكُمْ مِنَ
الشَّجَرِ
الْاَخْضَرِ
نَارًا
فَاِذَا
اَنْتُمْ
مِنْهُ تُوقِدُونَ
(*) اَوَ لَيْسَ
الَّذى
خَلَقَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
بِقَادِرٍ
عَلى اَنْ
يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ
بَلى وَهُوَ
الْخَلَّاقُ
الْعَليمُ
"O Allah ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı
da, simdi siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini
yaratılmaya gücü yetmez mi? elbette buna gücü yeter. O herşeyi yaratandır her
şeyi bilendir."[451]
Kur'an-ı
Kerim'de ikinci defa Sûr'a üfürülme ile meydana gelecek gelişmeler şöyle
açıklanır:
وَنُفِخَ
فِى الصُّورِ
فَصَعِقَ
مَنْ فِى السَّموَاتِ
وَمَنْ فِى
الْاَرْضِ
اِلَّا مَنْ
شَاءَ اللّهُ
ثُمَّ نُفِخَ
فيهِ اُخْرى فَاِذَا
هُمْ قِيَامٌ
يَنْظُرُونَ
Sûr'a ilk defa üfürüldüğünde kıyamet kopacaktır.
Yani bu ilk üfürülmeyle, dünya hayatı sona erecek, Allah'ın istisnâ ettiği
varlıkların dışında bütün canlılar ölecektir. Bu konuda ayet-i kerimede şöyle
buyurulur: "Sûr'a üfürülünce, Allah'ın dilediğinden başka, göklerde ne
var, yerde ne varsa hepsi çarpılıp cansız yere düşer."[452]
İsrâfil
(a.s)'ın Sûr'a ikinci defa üfürmesiyle, insanlar kabirlerinden kalkıp Rablerine
doğru akın akın koşacaklardır. Bu konuyla ilgili olarak iki ayeti hatırlatmak
yeterlidir.
وَنُفِخَ
فِى الصُّورِ
فَاِذَا هُمْ
مِنَ الْاَجْدَاثِ
اِلى
رَبِّهِمْ
يَنْسِلُونَ
"Sur'a üfürülmüştür. Bir de görürsün ki, onlar
kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşup gidiyorlar."[453]
وَنُفِخَ
فِى الصُّورِ
فَصَعِقَ
مَنْ فِى السَّموَاتِ
وَمَنْ فِى
الْاَرْضِ
اِلَّا مَنْ
شَاءَ اللّهُ
ثُمَّ نُفِخَ
فيهِ اُخْرى
فَاِذَا هُمْ
قِيَامٌ
يَنْظُرُونَ
"Sonra ona (Sûr'a bir daha üfürülecektir. O
anda görürsün ki ölüler dirilip, ayakta bakınıp duruyorlar."[454]
İsrâfil
(a.s)'ın Sûr'a iki kez üfürmesi arasında geçecek süre kesin olarak
bilinmemektedir. Çünkü Ebû Hüreyre (r.a)'den rivayet edilen bir hadiste Hz.
Peygamber (a.s) "Sûr'a iki defa üfürülme
olayı arasında kırk (zaman) vardır" buyurmuşlardır. Orada bulunanlar,
hadisi nakleden Ebû Hureyre'ye "Ey Ebû Hureyre; kırk gün mü?" diye
sormuşlar; "Bilmiyorum" cevabını alınca, "Kırk ay mı?"
demişler; yine: "Bilmiyorum" karşılığını alınca, "Kırk yıl
mı?" diye sormuşlar. Bu soruya da Ebû Hureyre "Bilmiyorum"
cevabını vermiştir.[455]
Kur'an-ı
Kerim'de ölülerin diriltilmesi ile ilgili olarak Cenâb-ı Hak'la ile İbrahim arasında
geçen konuşma ibretlidir.
Rivayete
göre Hz. İbrahim (a.s)'ın:
وَاِذْ
قَالَ
اِبْرهيمُ
رَبِّ اَرِنى
كَيْفَ
تُحْيِ
الْمَوْتى
قَالَ
"Ey
Rabbim ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster," sorusunu sormasının
sebebi şu idi: Bir gün Hz. İbrahim (a.s) deniz kenarında bir insan ölüsü görür.
Dalga, ölünün üzerini açtığı zaman, hemen denizdeki yaratıklar ölüye saldırır,
kopardıkları parçanın bir kısmı denize düşer ve diğer kısmını yerler. Dalga
çekilince kara ve hava hayvanları saldırır. Kara hayvanları kopardıklarının bir
kısmını yer, bir kısmını da havada boşluğa bırakırlardı. Bunu gören Hz. İbrahim
(a.s) merak eder. Bu parçaların nasıl ayrı ayrı yerlerden toplanıp bir araya
getirileceğini görmek ister. İşte bu konuyla ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de şu
ayeti buluyoruz:
وَاِذْ
قَالَ
اِبْرهيمُ
رَبِّ اَرِنى
كَيْفَ
تُحْيِ
الْمَوْتى
قَالَ
اَوَلَمْ
تُؤْمِنْ
قَالَ بَلى
وَلكِنْ
لِيَطْمَئِنَّ
قَلْبى قَالَ
فَخُذْ
اَرْبَعَةً
مِنَ الطَّيْرِ
فَصُرْهُنَّ
اِلَيْكَ
ثُمَّ
اجْعَلْ عَلى
كُلِّ جَبَلٍ
مِنْهُنَّ
جُزْءًا
ثُمَّ ادْعُهُنَّ
يَاْتينَكَ
سَعْيًا
وَاعْلَمْ اَنَّ
اللّهَ
عَزيزٌ
حَكيمٌ
"Bir vakit de İbrahim: Rabbim, ölüleri nasıl
diriltirsin? Bana göster, demişti. Allah ona; inanmadın mı? buyurmuştu. O da;
hayır, inandım. Fakat kalbim yatışsın diye (arzuluyorum) demişti. (Allah) dedi
ki: "Dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra parçalayıp her parçasını
bu dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil
ki Allah, her şeye üstün ve yegane hikmet sahibidir."[456]
Cenâb-ı
Hak kabirden kalkış ve mahşer meydanında toplanıp hesap verme işinin
gerçekleşeceğini şöyle ifade buyurur:
يُخَادِعُونَ
اللّهَ
وَالَّذينَ
امَنُوا وَمَايَخْدَعُونَ
اِلَّا
اَنْفُسَهُمْ
وَمَايَشْعُرُونَ
"Ey Rabbimiz; şüphesiz sen, geleceğinde şüphe
olmayan bu günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah va'dinden dönmez
derler."[457]
Hz.
Peygamber, ölümünden sonra insanın her şeyinin çürüyüp yok olacağını, ancak
acbü'zzeneb denilen "kuyruk sokumu kemiği"nin bundan müstesna
olduğunu bildirmiş, kıyamet koptuktan sonra ikinci yaratılışın bu çürümeyen
kemikten derlenip toparlanacağını belirtmiştir.[458]
Acbü'z-zeneb'le
ilgili hadislerde tasvir edilen ikinci yaratılış, başka bir deyimle kabirlerden
kalkış, insanın ana rahmindeki oluşumuna benzemektedir. Nitekim tıp ilminin
verilerine göre, sperm ana rahmine düştüğü zaman, ilk oluşum sırasında ana
rahmi ile insan embriyonu arasında birleştirici bir sap bulunur. Başlangıçta
cenin bu sap üzerinde büyür. İşte bu sap, insan embriyonunun kuyruk sokumuna
tekabül eden bölgesi ile bağlantılıdır. Sonuç olarak hadis-i şeriflerde
acbü'z-zeneb veya acmü'z-zeneb diye ifade edilen unsurun ölümsüzlüğünü ve
yeniden dirilişin çekirdeğini teşkil edeceğini düşünmek mümkündür.
Allah
ve Resulunun haber verdiği bazı konuların nasıl gerçekleşeceğini bugün için pozitif,
ilimlerin tam olarak açıklayamaması, sonucu değiştirmez. Çünkü yaratıcı ve
O'nun adına konuşan elçisi bir şeyi söylemişse onun doğruluğuna inanmak
gerekir. Nitekim, yeni bilimsel araştırmalar İslâm'ın daha önceki asırlarda
açıklanamayan tabiatla ilgili pek çok konularını günümüzde gün ışığına
çıkarmıştır.
d) Diriliş
Ba's: Öldükten sonra dirilmeyi reddetmek.
Hayatının başlangıç ve sonu olmayan tek varlık, Allah'tır. Diğer bütün
varlıkların bir başlangıç ve bir sonu vardır. Her canlı gibi insan da doğar,
büyür ve eceli gelince ölür.
Ölen
insan için kabir hayatı başlar, kıyamete kadar devam eden kabir hayatından
sonra kıyametin kopması ve ikinci defa İsrafil'in (a.s.) sûr'a üfürmesiyle
kabirlerdeki bütün cesetler kendi ruhlarıyla birleşerek yerlerinden kalkıp,
hesaplarının görüleceği geniş bir sahaya toplanırlar. Ahiret hayatının diğer
merhalelerinden geçtikten sonra, iman ve amelleri nispetinde Allah'ın
kendilerine takdir etmiş olduğu Cennet veya Cehennem'e giderek ahiret hayatının
devamını yaşamaya başlarlar.
İşte
insanın öldükten sonra dirilmesi ve ahiret hayatına başlamasına "ba's" denir. Öldüren ve dirilten Allah'tır. Ölümün
ve dirilmenin nasıllık ve niceliğini tam manasıyla bilmemekle birlikte; bunlar
hakkında verilen haberlerin doğruluğuna kesinlikle inanmamız istenmektedir.
Haberin doğruluğu, onu bildiren zatın doğruluğuna bağlıdır. Ölümü ve öldükten
sonra dirilmeyi haber veren, Allah ve O'nun peygamberidir. Bilindiği gibi
öldükten sonra dirilmeye iman etmek imanın esaslarından biridir. Cibril Hadisi
adı ile şöhret bulan bir hadiste Peygamberimiz (a.s.) imanın şartları konusunda
şu ifadeleri kullanmaktadır: "...Allah'a, Meleklerine,
Kitabına, Allah'a kavuşmaya, ve Peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye
inanman, bir de bütün kadere inanmandır."[459]
Hadiste
bildirildiği gibi altı maddeden ibaret olan iman esaslarının hepsine birden
inanmak farzdır. Bunlardan bir tanesini bile inkâr etmek, bütününü inkâr
demektir. Dolayısıyla öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek küfür olup ebedî
Cehennem azabını gerektirir. "Ba's" olayının dünyada benzerlerini
görmek son derece mümkün ve kolay bir husustur.
اَللّهُ
يَتَوَفَّى
الْاَنْفُسَ
حينَ مَوْتِهَا
وَالَّتى
لَمْ تَمُتْ
فى مَنَامِهَا
فَيُمْسِكُ
الَّتى قَضى
عَلَيْهَا
الْمَوْتَ
وَيُرْسِلُ
الْاُخْرى
اِلى اَجَلٍ
مُسَمًّى
اِنَّ فى
ذلِكَ
لَايَاتٍ
لِقَوْمٍ
يَتَفَكَّرُونَ
"Allah -ölenin- ölümü zamanında, ölmeyenin de
uykusunda ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölümü hükmettiği ruhu tutar,
diğerini muayyen bir vakte kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek
bir kavim için kesin ibretler vardır."[460]
Bütün
varlıkları yaratan ve herkesin sırlarını bilen Allah, ömürleri tamam olup
ölecek olan nefisleri öldükleri zamanda ve ömürleri tamam olmayıp ölmeyecek
olanları uykuları zamanında tutar, onları cesetlerine bırakmaz. İbn Abbâs'ın
ifadesine göre:
"İnsanda bir nefis ve
bir ruh vardır. Aralarındaki fark güneş ile şuaları gibidir. Nefis, kendisiyle
akıl ve temyiz yapılan; ruh da teneffüs ve hareket yapılandır. Ölüm halinde ruh
ve nefis birlikte vefat ederken, uykuda yalnız nefis vefat eder." Ayetten ve izahından
anlaşılacağı gibi ölüm ve öldükten sonra dirilmenin bir benzerini insan oğlu
uyuma ve uyanmasıyla yaşamaktadır.
Geçmişte
ve günümüzde inananların dışında- insanların büyük bir kısmı öldükten sonra
dirilme gerçeğini iki sebepten kabul etmek istememişlerdir. Birincisi, akıl ile
idrak edememeleri, ikincisi de dünyada yaptıkları isyanlarının hesabını verme
korkusu. Her iki tür insana cevap ve müminlerin imanlarını takviye açısından
Kur'an'da konu ile ilgili bir çok ayet vardır. Ayetlerden bir kısmı bu dünyada
meydana gelen öldürme ve diriltme olaylarını göz önüne sermektedir:
a)
İsrailoğullarından biri, zulmen öldürüldü fakat, cezanın tatbik edilebilmesi
için katil bulunamadı. Allah onlara bir sığır kesmelerini emretti, sığır
kesildi ve yine ilâhî emir gereği, kesilen sığırın bir parçası maktûle vuruldu,
maktûl de Allah'ın izni ile dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söyledi.[461]
b)
Babil hükümdarı Buhtunnasrın, Kudüs ve civarını zaptedip harabeye çevirdi.
Halkının bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir aldı. Esirler içerisinde
bulunan -kuvvetli rivayete göre Hz. Üzeyir (a.s.) Bâbil zindanlarından kaçarak
Kudüs'e geri dönüp oranın harap halini görünce de buranın eski haline nasıl
geleceğini üzüntü ile düşünmüştü. Bunun üzerine Allah, Üzeyir'in (a.s.) ruhunu
alır ve yüz sene müddetle onu bu vaziyette bırakır. Yüz sene sonra dirilince
yanındaki yiyeceklerinin aynen durup bozulmadığını, merkebinin ise kemiklerinin
bile çürüyüp parçalandığını görür. Üzeyir (a.s.) bu durumda ancak bir gün veya
daha az bir zaman kaldığını zanneder. Sonra Allah kudretiyle, Üzeyir'in (a.s.)
merkebinin kemiklerini bir araya getirerek etlerini giydirir. Bütün bu
hâdiseler Allah'ın emriyle meydana gelmektedir.[462]
3) Hz.
İsa'nın (a.s.) mucizelerinden biri de ölüleri diriltmektir.[463]
4) Hz.
İbrahim (a.s.), Allah'tan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini istedi.
Ancak bu isteğinin, inançsızlığından değil, bilâkis kalbinin mutmain olması
için olduğunu ifade etti. Allah O'na;
وَاِذْ
قَالَ اِبْرهيمُ
رَبِّ اَرِنى
كَيْفَ
تُحْيِ
الْمَوْتى
قَالَ
اَوَلَمْ
تُؤْمِنْ
قَالَ بَلى
وَلكِنْ
لِيَطْمَئِنَّ
قَلْبى قَالَ
فَخُذْ اَرْبَعَةً
مِنَ
الطَّيْرِ
فَصُرْهُنَّ
اِلَيْكَ
ثُمَّ
اجْعَلْ عَلى
كُلِّ جَبَلٍ
مِنْهُنَّ
جُزْءًا
ثُمَّ
ادْعُهُنَّ
يَاْتينَكَ
سَعْيًا وَاعْلَمْ
اَنَّ اللّهَ
عَزيزٌ
حَكيمٌ
“Ve o vakti de
yâdet ki, İbrahim, "Yarabbi! Ölüleri nasıl ihya edeceğini bana
göster," demiş, (Cenâb-ı Hak da) "İnanmadın mı?" diye
buyurmuştu. O da, "Evet. İnandım, fakat kalbim mutmain olsun için,"
demiş; Allah Teâlâ da: "Kuşlardan dört tanesini tut da onları kendine
çevir, sonra her dağ üzerine onlardan birer parça at, sonra da onları çağır,
sana koşarak gelirler ve bilki Allah Teâlâ şüphe yok azîzdir, hakîmdir,"
diye buyurmuştur”[464] buyurdu.
Hz.
İbrahim de emredilenleri yapmış, kestiği kuşların etlerini birbirine
karıştırarak her birinden birer parçayı dağlara koymuş, sonra da onları
çağırdığında kuşların her bir parçasının kendi vücutlarıyla birleşerek Allah'ın
izniyle canlanıp yanına geldiklerini görmüştür.
5)
Kur'an kâfir kral Dekyanos zamanında yaşayan birkaç mümin gencin, kralın
zulmünden kaçarak mağarada saklanmaları hadisesini (Ashabu'l-Kehf olayını)
anlatır. Özetle Kur'an'ın bildirdiğine göre bu gençler gizlendikleri mağarada
üç yüz dokuz yıl uyurlar. Uyandıklarında bir gün veya daha az bir müddet
uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini yiyecek almak üzere şehre
gönderirler. Şehir değişmiş, kral değişmiş, halk Hıristiyan olmuştur. Alış
veriş için kullanmak istediği paranın kâfir yönetici Dekyanos zamanına ait
olduğu farkedilir. Genç ve arkadaşlarının hazine bulduğunu zanneden halk,
gençle birlikte mağaraya gelirler. Genç, arkadaşlarına haber vermek üzere
mağaraya girer ve bir daha dışarı çıkmaz.[465]
Yukarda
bildirilen ve Kur'an'la sabit olan bu olaylar, öldükten sonra dirilme
hadisesinin, bizzat insan hayatı üzerindeki canlı misalleridir. Bunlardan başka
Allah, insanlardan Ba's'ı anlamak ve ibret almak isteyenler için tabiattan da
bir çok örnekler ve misaller vermiştir: Hac suresi beşinci ayette Allah, öldükten
sonra dirilme konusunda kuşku içinde olanları ikaz etmek üzere şöyle buyuruyor:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ مِنَ
الْبَعْثِ
فَاِنَّا
خَلَقْنَاكُمْ
مِنْ تُرَابٍ
ثُمَّ مِنْ
نُطْفَةٍ
ثُمَّ مِنْ
عَلَقَةٍ
ثُمَّ مِنْ
مُضْغَةٍ
مُخَلَّقَةٍ
وَغَيْرِ
مُخَلَّقَةٍ
لِنُبَيِّنَ
لَكُمْ وَنُقِرُّ
فِى
الْاَرْحَامِ
مَا نَشَاءُ
اِلى اَجَلٍ
مُسَمًّى
ثُمَّ
نُخْرِجُكُمْ
طِفْلًا
ثُمَّ
لِتَبْلُغُوا
اَشُدَّكُمْ
وَمِنْكُمْ
مَنْ
يُتَوَفّى
وَمِنْكُمْ
مَنْ يُرَدُّ
اِلى
اَرْذَلِ
الْعُمُرِ
لِكَيْلَا يَعْلَمَ
مِنْ بَعْدِ
عِلْمٍ
شَيًْا
وَتَرَى
الْاَرْضَ
هَامِدَةً
فَاِذَا
اَنْزَلْنَا
عَلَيْهَا
الْمَاءَ
اهْتَزَّتْ
وَرَبَتْ
وَاَنْبَتَتْ
مِنْ كُلِّ
زَوْجٍ
بَهيجٍ (*)
ذلِكَ
بِاَنَّ
اللّهَ هُوَ
الْحَقُّ
وَاَنَّهُ
يُحْيِ
الْمَوْتى
وَاَنَّهُ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ (*)
وَاَنَّ السَّاعَةَ
اتِيَةٌ
لَارَيْبَ
فيهَا وَاَنَّ
اللّهَ
يَبْعَثُ
مَنْ فِى
الْقُبُورِ
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten
kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)den,
sonra alaka (embriyon) dan,sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et
parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi
belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak
çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetler)inize ermeniz için (sizi büyütüyoruz).
içinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına
(ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (çocukluğundaki
gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşün). Yeri de kurumuş, ölmüş
görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve
her güzel çiftten bitirir. " "Bu böyledir. Çünkü Allah, tek
gerçektir. (Her şey O'nunla varlık kazanır) ve O, ölüleri diriltir ve O, her
Şeyi yapabilir... Allah kabirlerde olanları diriltecektir."[466]
وَهُوَ
الَّذى
يُرْسِلُ
الرِّيَاحَ
بُشْرًا
بَيْنَ يَدَىْ
رَحْمَتِه
حَتّى اِذَا
اَقَلَّتْ
سَحَابًا
ثِقَالًا
سُقْنَاهُ
لِبَلَدٍ
مَيِّتٍ فَاَنْزَلْنَا
بِهِ
الْمَاءَ
فَاَخْرَجْنَا
بِه مِنْ
كُلِّ
الثَّمَرَاتِ
كَذلِكَ نُخْرِجُ
الْمَوْتى
لَعَلَّكُمْ
تَذَكَّرُونَ
"O ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci
gönderir. Nihayet onlar, ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete
yollarız; onunla su indirir ve türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de
böyle çıkaracağız. Herhâlde bundan ibret alırsınız."[467]
Mekke
müşriklerinden Adîy b. Rabîa, Hz. Peygamber'e (a.s.) kıyamet hakkında soru
sordu o da kıyametin kopacağını ve bütün insanların kabirlerinden dirilerek
kalkacaklarını söyledi. Anlatılanları aklı ile kavrayamayan Adiy ve
benzerlerine cevap olmak üzere Allah,
اِتَّبِعُوا
مَا اُنْزِلَ
اِلَيْكُمْ
مِنْ رَبِّكُمْ
وَلَا
تَتَّبِعُوا
مِنْ دُونِه
اَوْلِيَاءَ
قَليلًا مَا
تَذَكَّرُونَ
(*) وَكَمْ مِنْ
قَرْيَةٍ
اَهْلَكْنَاهَا
فَجَاءَهَا
بَاْسُنَا
بَيَاتًا
اَوْ هُمْ قَائِلُونَ
"İnsan, bizim kendisinin kemiklerini bir araya
toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız, onun parmak uçlarını bile
düzeltmeye gücümüz yeter”[468] ayetini inzal ediyor.
Bunlardan
başka daha bir çok ayetlerde Allah, -kâfirlerin inkârlarına rağmen- insanların,
ölümlerinden ve toz toprak olmalarından sonra, vakti gelince tekrar
dirilteceğini, hesaplarının görülmesi için mahşere sevkedileceklerini
belirtmektedir. Verilen bu bilgiler, gayb alemine ait bilgilerdir. Bunların
mantık veya müsbet ilimle izah ve ispatı söz konusu değildir. Ancak, ayetler
üzerinde düşünen insanlar dirilme olayının gerçekliğini kavrayabilirler. İnsanı
ve tüm varlıkları, modeli yok iken ilk defa yaratmaya muktedir olan bir varlık,
onları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye de güç yetirebilir. Müminler,
dirilmeye inanırlar. İnanmayanları ise Allah "kâfir" olarak nitelendirmiştir.[469]
Ayrıca geniş bilgi için Kur'an-ı Kerîm'in şu ayetlerine bakılabilir:[470]
e)Hesap
Hesap Günü: Allah tarafından insanların bu
dünyada iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba
çekileceklerine dair dikkat çekilen günün adı "Din günü - Ceza günü" ile hemen hemen aynı anlama
gelir.
"Hesap günü"ne iman etmek İslâmiyet’in inanç
esaslarından birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka '
gerçekleşeceği Kitap (Kur'ân)la sabittir.
لِيَجْزِىَ
اللّهُ كُلَّ
نَفْسٍ مَا
كَسَبَتْ
اِنَّ اللّهَ
سَريعُ
الْحِسَابِ
"Allah herkesi kazandığının karşılığını vermek
üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir"[471] buyrulmaktadır. Diğer bir âyette
Hak Teâlâ şöyle buyurur:
فَلَنَسَْلَنَّ
الَّذينَ
اُرْسِلَ
اِلَيْهِمْ
وَلَنَسَْلَنَّ
الْمُرْسَلينَ
"Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere
de gönderilmiş olan peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam
bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Zaten biz onlardan uzak değiliz"[472]
Âyetlerden
açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken herkesin,
"Hesap günü", ifadesi alınacaktır. Kendilerine
peygamber gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri;
peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları ve nelerle
karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki:
مَنِ
اهْتَدى
فَاِنَّمَا
يَهْتَدى
لِنَفْسِه
وَمَنْ ضَلَّ
فَاِنَّمَا
يَضِلُّ عَلَيْهَا
وَلَاتَزِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ اُخْرى
وَمَاكُنَّا
مُعَذِّبينَ
حَتّى نَبْعَثَ
رَسُولًا
"Biz bir resûl göndermedikçe azap edecek
değiliz"[473] âyet-i celîlesi hükmünce,
kendilerine "Resûl" gönderilmeyenler bu hesap ve
azaptan muaf olacaklardır. Diğer insanlar da dünyadaki amellerine göre hesaba
çekileceklerdir:
يَوْمَئِذٍ
يَصْدُرُ
النَّاسُ
اَشْتَاتًا
لِيُرَوْا
اَعْمَالَهُمْ
"O gün insanlar, yaptıkları kendilerine
gösterilmek için bölük bölük dönerler."
اَلْيَوْمَ
تُجْزى كُلُّ
نَفْسٍ بِمَا
كَسَبَتْ
لَاظُلْمَ
الْيَوْمَ
اِنَّ اللّهَ
سَريعُ
الْحِسَابِ
"Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir.
Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir."[474]
يَوْمَ
تَجِدُ كُلُّ
نَفْسٍ مَا
عَمِلَتْ مِنْ
خَيْرٍ
مُحْضَرًا
وَمَا
عَمِلَتْ
مِنْ سُوءٍ
تَوَدُّ لَوْ
اَنَّ
بَيْنَهَا
وَبَيْنَهُ
اَمَدًا
بَعيدًا
وَيُحَذِّرُكُمُ
اللّهُ
نَفْسَهُ
وَاللّهُ
رَؤُفٌ
بِالْعِبَادِ
"Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her
kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle
yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi,
kendisinden korkmanız için uyarıyor."[475]
Gerçekten
öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne vurulması veya yaptıklarıyla
yüzleştirilmesi her çeşit cezadan daha ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezayı
hakketmişse bundan kurtuluş da yoktur.
فَمَنْ
يَعْمَلْ
مِثْقَالَ
ذَرَّةٍ
خَيْرًا
يَرَهُ (*)
وَمَنْ
يَعْمَلْ
مِثْقَالَ ذَرَّةٍ
شَرًّا
يَرَهُ
"Kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onu
görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir."[476]
O
dehşetli "hesap
günü"nde Allah'ın mü'min kullarına korku yoktur, onlar mahzun da
olmayacaklardır. Dünyada iken yaptıklarına karşılık Rablerinin kendilerine
hazırladığı nimetlere sevinç içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi
mü'minler için şöyle buyurur:
اِنَّ
الَّذينَ
امَنُوا
وَالَّذينَ
هَادُوا
وَالنَّصَارى
وَالصَّابِينَ
مَنْ امَنَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَعَمِلَ
صَالِحًا
فَلَهُمْ
اَجْرُهُمْ عِنْدَ
رَبِّهِمْ
وَلَاخَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَاهُمْ
يَحْزَنُونَ
"Şüphesiz iman edenlerle, Yahudilerden,
Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp salih
amel işleyenler için Rabları katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir
korku olmadığı gibi üzülmeyecekler de."[477]
Onlara:
هذَا مَا
تُوعَدُونَ
لِيَوْمِ
الْحِسَابِ
"Îşte bu, hesap günü için size söz
verilenlerdir"[478] denilecek ve kolay bir hesaptan
geçirileceklerdir:
فَاَمَّا
مَنْ اُوتِىَ
كِتَابَهُ
بِيَمينِه (*)
فَسَوْفَ
يُحَاسَبُ
حِسَابًا
يَسيرًا (*)
وَيَنْقَلِبُ
اِلى اَهْلِه
مَسْرُورًا
"Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir
hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecek."[479]
فَاَمَّا
مَنْ اُوتِىَ
كِتَابَهُ
بِيَمينِه
فَيَقُولُ
هَاؤُمُ
اقْرَؤُا
كِتَابِيَهْ (*)
اِنّى
ظَنَنْتُ
اَنّى
مُلَاقٍ
حِسَابِيَهْ
"Kitabı sağ tarafından verilen; Alın kitabımı
okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten bekliyordum, der."[480]
Böylece
hak ettiği cennete girer.
Resûlüllah
(a.s) mü'minlerin "hesap
günü"nündeki durumunu şöyle dile getirir: "Mü'min kıyamet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki, artık Rabbi onun
sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün günahlarını ikrar
ettirir: "Şunu işlediğini sen bilir misin?" diye sorar. O da: Ya Rabbi
bilirim, der. Sonunda, mü'minin işlediği günahlar hakkındaki itirafları
Allah'ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: "Şüphesiz Ben senin işlediğin günahları dünyada
senin için örttüm. Bu gün de senin için günahlarını mağfiret ediyorum," buyurur.[481]
Bu
delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah'a ve âhiret gününe iman
ederek O'nun emirlerine uyan, yasakladıklarından sakınan ve salih amel işleyen
mü'minler, kolay bir hesaptan sonra Allah'ın kendilerine mükâfat olarak
hazırladığı nimetlere kavuşacaklardır. Ancak Müslüman olduğu halde, mutlak
sûrette cezayı hakkedecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor
olacaktır.
Hz.
Peygamber bir gün ashabına şöyle sorar:
"Müflis kimdir bilir
misiniz? Ashâb: Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve malı olmayandır,
demişler. Bunun üzerine Resûl (a.s); "Benim ümmetimden gerçek müflis;
kıyamet gününde namaz, oruç ve zekatla gelipte şuna sövmüş, buna iftirada
bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak
gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şayet davası görülmeden hasenatı
biterse, onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra
cehenneme atılacaktır"[482] buyurur.
Günahkâr
mü'minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve başkalarına zulüm yapanların,
daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar, "Hesap günü"nden söz eden âyetleri
işittiklerinde alaylı bir şekilde:
وَقَالُوا
رَبَّنَا
عَجِّلْ
لَنَا قِطَّنَا
قَبْلَ
يَوْمِ
الْحِسَابِ
"Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden önce
(bize vadettiğin) hissemizi şimdiden ver."[483]
Müşrikler
böyle söylemekle; "hesap
gününe kadar beklemeye ne gerek var, o cezadan bizim payımıza düşeni şimdiden
ver" diyerek alay etmek istiyorlardı. Cenab-ı Hak da:
اِنَّ
اِلَيْنَا
اِيَابَهُمْ (*)
ثُمَّ اِنَّ
عَلَيْنَا
حِسَابَهُمْ
"Şüphesiz onların dönüşü bizedir. Sonra onların
hesaba çekilmesi de bize aittir"[484]
buyurarak,
hem Resûlünü teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak
asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur:
يَا
دَاوُدُ
اِنَّا
جَعَلْنَاكَ
خَليفَةً فِى
الْاَرْضِ
فَاحْكُمْ
بَيْنَ
النَّاسِ بِالْحَقِّ
وَلَا
تَتَّبِعِ
الْهَوى فَيُضِلَّكَ
عَنْ سَبيلِ
اللّهِ اِنَّ
الَّذينَ
يَضِلُّونَ
عَنْ سَبيلِ
اللّهِ
لَهُمْ عَذَابٌ
شَديدٌ بِمَا
نَسُوا
يَوْمَ الْحِسَابِ
"Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü
unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır."[485]
O
dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca pişmanlık duymanın
hiçbir yararı olmayacaktır.
فَمَنْ
ثَقُلَتْ
مَوَازينُهُ
فَاُولئِكَ هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
(*) وَمَنْ
خَفَّتْ
مَوَازينُهُ
فَاُولئِكَ الَّذينَ
خَسِرُوا
اَنْفُسَهُمْ
فى جَهَنَّمَ
خَالِدُونَ
"Kimlerin tartısı ağır basarsa, işte asıl
kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar
da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen cehennemdedirler."[486]
وَاَمَّا
مَنْ اُوتِىَ
كِتَابَهُ
بِشِمَالِه
فَيَقُولُ
يَالَيْتَنى
لَمْ اُوتَ
كِتَابِيَهْ (*)
وَلَمْ
اَدْرِ
مَاحِسَابِيَهْ
"Kitapları sol taraflarından verilenlere
gelince, o: Keşke bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu
bilmeseydim, der."[487]
Cenab-ı
Hak onlara:
اَلَمْ
تَكُنْ
ايَاتى
تُتْلى
عَلَيْكُمْ فَكُنْتُمْ
بِهَا
تُكَذِّبُونَ
"Âyetlerim okunurken onları yalanlayanlar siz
değil miydiniz?"[488] diye sorunca, sanıyorlar ki
konuşmalarına izin verilmiş, kendilerine ümit kapıları açılmış belki
suçluluklarını itiraf ederlerse istedikleri kabul görür:
قَالُوا
رَبَّنَا
غَلَبَتْ
عَلَيْنَا
شِقْوَتُنَا
وَكُنَّا
قَوْمًا
ضَالّينَ (*)
رَبَّنَا
اَخْرِجْنَا
مِنْهَا
فَاِنْ عُدْنَا
فَاِنَّا
ظَالِمُونَ
"Derler ki: Rabbimiz, bize kötülüğümüz gâlip
geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz, bizi buradan çıkar, eğer tekrar
inkâra dönersek gerçekten zâlimler oluruz."[489] Onların bu sözlerine karşılık:
قَالَ
اخْسَؤُا
فيهَا وَلَا
تُكَلِّمُونِ
(*) اِنَّهُ
كَانَ فَريقٌ
مِنْ عِبَادى
يَقُولُونَ
رَبَّنَا
امَنَّا فَاغْفِرْ
لَنَا
وَارْحَمْنَا
وَاَنْتَ
خَيْرُ
الرَّاحِمينَ
(*)
فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ
سِخْرِيًّا
حَتّى اَنْسَوْكُمْ
ذِكْرى
وَكُنْتُمْ
مِنْهُمْ تَضْحَكُونَ
“Allah da buyurur: Kesin sesi. Artık benimle
konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar, Rabbimiz inandık,
artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın, diyorlardı. Siz
ise onları alaya alıyordunuz, bunlar size beni anmayı unutturuyordu. Ye hep
gülüyordunuz onlara”[490]
diyerek
cehenneme gönderilecekler.
Bu
arada kendilerinin bu acı hallerini gören mü'minler, cehenneme giriş
nedenlerini sorarlar:
مَاسَلَكَكُمْ
فى سَقَرَ (*)
قَالُوا لَمْ
نَكُ مِنَ
الْمُصَلّينَ
(*) وَلَمْ نَكُ
نُطْعِمُ
الْمِسْكينَ (*)
وَكُنَّا
نَخُوضُ مَعَ
الْخَائِضينَ
(*) وَكُنَّا
نُكَذِّبُ
بِيَوْمِ
الدّينِ (*)
حَتّى
اَتينَا
الْيَقينُ
“Kitapları sağdan verilenler suçlulara: Sizi bu
yakıcı ateşe sürükleyen nedir? diye sorarlar. Onlar derler ki; "Namaz
kılanlardan değildik düşkünü doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla beraber biz de
dalardık. "Ceza günü"nü yalanlardık. Bu durumumuz, ölüm bize
gelinceye kadar devam etti" derler.”[491]
Akâid
kitapları, "hesap
günü" ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak, bu günün gerçek olduğunu şu
şekilde açıklarlar:
a)
Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenab-ı Allah;
وَالْوَزْنُ
يَوْمَئِذٍ
الْحَقُّ
"O gün tartı (vezn)
haktır"[492] buyurmuştur. Mu'tezile ise
amellerin tartılmasını inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.
b) Amel
defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap ve günahların üzerinde
tesbit edildiği şeydir. Mü'minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraflarından
verilir.
وَاَمَّا
مَنْ اُوتِىَ
كِتَابَهُ
بِشِمَالِه
فَيَقُولُ
يَالَيْتَنى
لَمْ اُوتَ
كِتَابِيَهْ
“Fakat o kimseye ki, kitabı sol
tarafından verilmiş olur.”[493]
Mu'tezile,
bu konudaki nassları da te'vil ederek amel defterini gereksiz görür.
c)
Öldükten sonra sorguya çekilme haktır:
فَلَنَسَْلَنَّ
الَّذينَ
اُرْسِلَ
اِلَيْهِمْ
وَلَنَسَْلَنَّ
الْمُرْسَلينَ
“Sonra kendilerine peygamberler
gönderilmiş olanlara mutlaka soracağız ve gönderilen peygamberlere de elbette
soracağız.” [494]
f)
Mizan
Mizan: Ölçü ve tartı işinde kullanılan terazi, ölçü
aleti: ahirette günah ve sevapların iyilik ve kötülüklerin ölçülüp tartılacağı
manevi ölçü aleti. Mizan, sadece eşyanın ağırlık miktarını tartıp bilmeye
mahsus ölçü aleti değildir. Sıcaklık, soğukluk ve hız gibi arazları ölçmeye
yarayan ölçü aletleri de vardır. Mîzân (terazi), eşyayı ve bir takım arazları
ölçmek için kullanıldığı gibi; hukuk, iyilik ve kötülüğü ölçmek için de mecazen
kullanılır. Adalet terazisi, hak terazisi, iyilik terazisi, akıl terazisi
gibi... Allah Teâlâ bu çeşitli miktar ve değerlere şamil olmak üzere teraziyi
Kur'an'da şöyle beyan eti:
وَالسَّمَاءَ
رَفَعَهَا
وَوَضَعَ
الْميزَانَ (*)
اَلَّا
تَطْغَوْا
فِى الْميزَانِ
(*) وَاَقيمُوا
الْوَزْنَ
بِالْقِسْطِ
وَلَا تُخْسِرُوا
الْميزَانَ
Âllah, göğü yükseltti. Mizanda (tartıda) haksızlık
yapmayın diye teraziyi koydu. Tartmayı doğru ve adaletle yapın, terazide
(mizanda) haksızlık ve eksiklik yapmayın."[495]
Kıyamet
gününde iyi ve kötü amellerin tartılarak miktarının bilinmesine mahsus mîzan
(terazi) haktır ve konulacaktır. Yüce Allah kıyamet gününde konulacak bu terazi
için şöyle buyurur:
وَنَضَعُ
الْمَوَازينَ
الْقِسْطَ
لِيَوْمِ
الْقِيمَةِ
فَلَا
تُظْلَمُ
نَفْسٌ شَيًْا
وَاِنْ كَانَ
مِثْقَالَ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ
اَتَيْنَا
بِهَا وَكَفى
بِنَا
حَاسِبينَ
"Kıyamet günü adalet terazileri koyacağız. Hiç
bir kimseye hiç bir haksızlık yapılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı
ortaya koyarız. Hesab görenler olarak bizler yeteriz"[496]
وَالْوَزْنُ
يَوْمَئِذٍ
الْحَقُّ
فَمَنْ ثَقُلَتْ
مَوَازينُهُ
فَاُولئِكَ
هُمُ الْمُفْلِحُونَ
(*) وَمَنْ
خَفَّتْ
مَوَازينُهُ
فَاُولئِكَ الَّذينَ
خَسِرُوا
اَنْفُسَهُمْ
بِمَا كَانُوا
بِايَاتِنَا
يَظْلِمُونَ
"O gün (kıyamet günü) gerçek ve dosdoğru olan
vezin (tartı) vardır. "(el-hakk kelimesi veznin haberi yapılarak mana
verilirse) "O gün vezin (amellerin tartılması) haktır ve gerçektir.
Mîzânları ağır basanlar, işte onlar kurtulanlardır. Mîzânları hafif gelenler,
âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü kendilerini zarar ve ziyana
uğratanlardır."[497]
Bir
terazinin ağır gelmesi, onunla tartılan şeyin (mevzun'un) ağırlık ve miktarı
ile orantılıdır. Ahirette terazinin ağır gelmesi istenilen tarafı iman ve iyi
amellerin konulduğu gözüdür. Terâzide imanla birlikte iyilikleri, hayır ve
hasenâtı ağır gelenler kurtulacaklardır. Yukarıda meali yazdığım âyetlerde
geçen "mevazin”in, mîzânın cem'i olabileceği
gibi "mevzun'un" (tartılan amelin) de çoğulu
olacağına dair iki görüş rivayet edilmiştir. Allah katında kıymeti ve ağırlığı
olan iyi ameldir ki, mîzânda ağır gelecek olanda budur.
Ayetlerde
"Mîzân"ın, "mevâzin" şeklinde çoğul yapılması:
mizanın şanını yüceltmek ve önemini belirtmek için veya amelleri tartılacak
kişilerin çokluğundan dolayıdır. Yahut da her ferd için müteaddid mizanların
bulunacağına işarettir. Veyahut kalplere ait ameller ayrı bir terazide sözler
bir terazi de organların amelleri de başka bir terazide tartılacağı için mîzân
cem'i olarak getirilmiştir. Veya mîzân, kısım ve teferruatı çok olduğundan
dolayı cemilenmiştir.
Kur'an-ı
Kerim'in vezin ve mîzânla ilgili beyanlarından çıkan netice şudur: Âhirette
amellerin tartılması için her halde bir mîzân konulacaktır. Mîzânda amellerin
tartılması, amel defterlerinin verilmesinden sonra olacaktır. Mîzân ile vezin
esnasında, zâlimin hasenesi varsa, alacağı oranında mazluma verilecek: Hasenesi
(iyiliği) yoksa, mazlumun günahı olacağı miktarda, zalime verilecektir.
Herkesin muhtelif amellerinin tartılmasından sonra kâr ve zarar hesabı hepsinin
toplamından çıkarılacaktır.
Mutezile,
"Mîzândan murad,
Allah'ın koymuş olduğu adalettir. Ameller, arazdır, iadesi mümkün olsa bile,
tartılmaları imkânsızdır. Kulların amelleri Allah'ın malumudur, tartılması
faydasızdır" dedi. Ehl-i Sünnet, Mutezilenin bu iddiasına şöyle cevap verdi:
"Mizanda amellerin vezni bütün halkın içinde Allah'ın dostlarını
düşmanlarından ayırdetmek ve dosdoğru ve mükemmel adaletini göstermek içindir.
Böylece herkes, Cenabı Allah'ın zulmetmekten münezzeh olduğunu anlayacaklardır.
Mîzânda iyilikleri ağır gelenlerin derecelerinin kemali ve faziletlerinin
zuhuru sebebiyle ferah ve sürurları artacaktır. Kötülükleri ağır gelenlerin
ise, gam, hüzün, korku, rezillik ve rüsvaylıkları artacaktır. Mevâzin lafzı
sırf adalet üzerine hamledilir, diyenlerin delilleri tutarsızdır. Lafza hakiki
manasından aklî bir zaruret olmaksızın mecaz manası vermek caiz değildir. Mîzân
konusunda şu anlamda hadisler varid olmuştur:
a)
Mîzânda, tartılacak olan, amel defterleridir.[498]
b)
Gerekli olan değerlerine göre iyilikler güıel ve nurani suretlere (miktarlara)
kötülükler de çirkin suretlere çevirilerek tartılırlar.[499]
c)
İnsan bir defa sırtına iyiliklerini yüklenerek sevabıyla tartılır, ayrıca da
veballerini sırtına yüklenerek günahıyla tartılır.”[500]
O halde
kulların amellerinin vezni için mîzânı tasdik etmek gerekir. Bununla beraber
veznin (hasıl olacağını) keyfiyetini ve mîzânın mahiyetini akıl için
tafsilatıyla bilmeye imkan yoktur. Bu sebeple bunların keyfiyetinin tafsilatına
iman etmek şart değildir. Vezin ve mîzânı inkar etmeyerek bunları adalet-i
ilahi ile tevil edenler küfre nispet olunmaz.
Fakat
Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlere gelince; Allah onların amelleri için
hiç bir vezin ve tartı işlemi yapamayacaktır. Mîzânda vezin, iyilikleri ve
kötülükleri bulunanların sevap ve günahlarının miktarı belli olsun diye
gerçekleşecektir.
Allah'ı,
öldükten sonra diriltilerek hesap vermeyi inkâr ettikleri için kâfirlerin
iyilikleri boşa gitmiştir. Çünkü iyilikleri tutan ve muhafaza eden kap imandır.
Ahirette kâfirin küfür ve günahından başka hiç bir hasenesi kalmayacağından
dolayı onun için vezin ve mîzâna gerek kalmaz. Bu sebeple Cenabı Hakk şöyle
buyuruyor:
قُلْ
هَلْ
نُنَبِّئُكُمْ
بِالْاَخْسَرينَ
اَعْمَالًا (*)
اَلَّذينَ
ضَلَّ
سَعْيُهُمْ
فِى الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
وَهُمْ
يَحْسَبُونَ
اَنَّهُمْ
يُحْسِنُونَ
صُنْعًا (*)
اُولئِكَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
بِايَاتِ رَبِّهِمْ
وَلِقَائِه
فَحَبِطَتْ
اَعْمَالُهُمْ
فَلَا نُقيمُ
لَهُمْ
يَوْمَ
الْقِيمَةِ
وَزْنًا
"De ki: Size amelce en çok ziyanda olanı haber
vereyim mi. Bunlar dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiş olanlardır. Oysa
onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı. İşte bunlar, Allah'ı ve Ona kavuşmayı
inkar edenlerdir. Bu yüzden amelleri boşa gitmiştir. O halde onlar için kıyamet
gününde tartı işlemi yapmayacağız (vezin ikame etmeyeceğiz.)"[501]
Peygamberimiz
mahşer gününde üç yerde korku ve endişesi sebebiyle kimse kimseyi
hatırlamayacağım söyler:
1-
Mîzân başında terazisinin ağır çekip çekmeyeceğini öğreninceye kadar
2- Amel
defterinin verildiği ve "alın kitabımı okuyun" denildiği zaman
kitabının sağında mı solunda mı yoksa arkasında mı bulunacağını öğreninceye
kadar,
3-
Cehennemin üstüne kurulduğu vakit Sırat'ın yanında.[502]
g) Cennet
Cennet: Ağaçlı bahçe; yeşillikleri bol bostan; sık
dal ve yaprakları ile yeri gölgelendiren hurmalık ve bağlık.
Peygamberlerin
davetine uyarak iman edip, dünya ve ahirete ait işleri, kulluk vazifelerini
elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için
hazırlanmış bir huzur ve saadet yurdudur. Kısaca ahiretteki nimetler yurdunun
adıdır. Çoğulu Cinân ve Cennât'tır.
Kur'an-ı
Kerîm ve hadis-i şeriflerde Cennet, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir.
Bilhassa Kur'an-ı Kerîm'de ağaçları altından ırmaklar akan Cennetler şeklinde
anlatılmaktadır:
وَاُزْلِفَتِ
الْجَنَّةُ
لِلْمُتَّقينَ
غَيْرَ
بَعيدٍ (*) هذَا
مَاتُوعَدُونَ
لِكُلِّ
اَوَّابٍ حَفيظٍ
(*) مَنْ خَشِىَ
الرَّحْمنَ
بِالْغَيْبِ
وَجَاءَ
بِقَلْبٍ
مُنيبٍ
"Cennet takva sahiplerine, uzak olmayarak
yaklaştırılmıştır. İşte size va'dolunan, gördüğünüz şu Cennet'tir ki, O,
Allah'ın taatına dönen onun (hudud ve ahkâmına) riayet eden çok esirgeyici
Allah'a bütün samimiyetiyle gıyâben saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir
kalble gelen kimselere aittir."[503]
وَاِذْ
قَالَ مُوسى
لِفَتيهُ لَا
اَبْرَحُ حَتّى
اَبْلُغَ
مَجْمَعَ
الْبَحْرَيْنِ اَوْ
اَمْضِىَ
حُقُبًا (*)
فَلَمَّا
بَلَغَا
مَجْمَعَ
بَيْنِهِمَا
نَسِيَا
حُوتَهُمَا
فَاتَّخَذَ
سَبيلَهُ فِى
الْبَحْرِ
سَرَبًا (*)
فَلَمَّا
جَاوَزَا
قَالَ
لِفَتيهُ
اتِنَا غَدَاءَنَا
لَقَدْ
لَقينَا مِنْ
سَفَرِنَا
هذَا نَصَبًا
(*) قَالَ
اَرَاَيْتَ
اِذْ اَوَيْنَا
اِلَى
الصَّخْرَةِ
فَاِنّى
نَسيتُ الْحُوتَ
وَمَا
اَنْسَانيهُ
اِلَّا الشَّيْطَانُ
اَنْ
اَذْكُرَهُ
وَاتَّخَذَ
سَبيلَهُ فِى
الْبَحْرِ
عَجَبًا
"Tövbe edenler, iyi amel ve harekette
bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmayarak
Cennet'e, çok esirgeyici Allah'ın kullarına gıyâben va'd buyurduğu Adn
Cennet'lerine gireceklerdir. Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada
selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir. Orada sabah, akşam rızıkları da
ayaklarına gelecektir. O, öyle Cennet'tir ki biz ona kullarımızdan gerçekten
müttakî olanları vâris kılacağız."[504]
Cennet,
bu dünyada yapılan iyiliklerin ahirette Allah tarafından verilen karşılığıdır.
Kur'an'da Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
جَنَّاتُ
عَدْنٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
وَذلِكَ جَزؤُا مَنْ
تَزَكّى
"Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar
akar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. İşte günahlardan temizlenenlerin
mükâfatı."[505]
Kur'an'da
Cennet'in niteliklerinden bazılarına şu şekilde değinilir:
1-لكِنِ
الَّذينَ
اتَّقَوْا
رَبَّهُمْ
لَهُمْ
غُرَفٌ مِنْ
فَوْقِهَا
غُرَفٌ
مَبْنِيَّةٌ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
وَعْدَ
اللّهِ
لَايُخْلِفُ
اللّهُ
الْميعَادَ
“Altlarından ırmaklar akan, birbiri üzerine bina
edilmiş yüksek köşkler.”[506]
وَمَسَاكِنَ
طَيِّبَةً
“Güzel meskenler.”[507]
2-مُتَّكِينَ
عَلى فُرُشٍ
بَطَائِنُهَا
مِنْ
اِسْتَبْرَقٍ
وَجَنَا
الْجَنَّتَيْنِ
دَانٍ (*)
فَبِاَىِّ
الَاءِ
رَبِّكُمَا
تُكَذِّبَانِ
(*) فيهِنَّ
قَاصِرَاتُ
الطَّرْفِ
لَمْ يَطْمِثْهُنَّ
اِنْسٌ
قَبْلَهُمْ
وَلَا جَانٌّ
(*) فَبِاَىِّ
الَاءِ
رَبِّكُمَا
تُكَذِّبَانِ
(*)
كَاَنَّهُنَّ
الْيَاقُوتُ
وَالْمَرْجَانُ
“Türlü ağaç ve meyvalara, akar kaynaklara, görünüş
ve kokusu güzel, isteyenlerin yanına kadar sarktığından koparılması kolay,
türlü bol meyvelere sahip.”[508]
3-
Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü kokulu içecekler, temiz
şaraplar ve çeşit çeşit tükenmez nimetleri içeren bir mekân.
وَالَّذينَ
امَنُوا
وَاتَّبَعَتْهُمْ
ذُرِّيَّتُهُمْ
بِايمَانٍ
اَلْحَقْنَا
بِهِمْ
ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا
اَلَتْنَاهُمْ
مِنْ
عَمَلِهِمْ
مِنْ شَىْءٍ
كُلُّ
امْرِئٍ
بِمَا كَسَبَ
رَهينٌ
"Onlara Cennet'te bir meyve, içlerinin çekeceği
bir et verdik (vereceğiz.)"[509]
يُطَافُ
عَلَيْهِمْ
بِصِحَافٍ
مِنْ ذَهَبٍ
وَاَكْوَابٍ
وَفيهَا
مَاتَشْتَهيهِ
الْاَنْفُسُ
وَتَلَذُّ
الْاَعْيُنُ
وَاَنْتُمْ
فيهَا
خَالِدُونَ (*)
وَتِلْكَ
الْجَنَّةُ
الَّتى
اُورِثْتُمُوهَا
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ (*)
لَكُمْ فيهَا
فَاكِهَةٌ
كَثيرَةٌ
مِنْهَا تَاْكُلُونَ
"Canların isteyeceği
ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. Siz de orada devamlı olarak
kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı
kılındığınız Cennet'tir. Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan
yiyeceksiniz."[510]
لَا
فيهَا غَوْلٌ
وَلَا هُمْ
عَنْهَا
يُنْزَفُونَ
"Cennet şarabından
(dünya Şarabı gibi) mide ızdırabı yoktur."[511]
4-
Cennet'te hayat sonsuzdur, kin yoktur, boş lâf ve günah'a sokacak söz
işitilmiş.
وَنَزَعْنَا
مَا فى
صُدُورِهِمْ
مِنْ غِلٍّ
اِخْوَانًا
عَلى سُرُرٍ
مُتَقَابِلينَ
(*) لَا
يَمَسُّهُمْ
فيهَا نَصَبٌ
وَمَا هُمْ مِنْهَا
بِمُخْرَجينَ
"Biz o Cennetliklerin
kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde
karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar
oradan çıkarılacak da değillerdir."[512]
لَايَسْمَعُونَ
فيهَا
لَغْوًا
وَلَا تَاْثيمًا
(*) اِلَّا
قيلًا
سَلَامًا
سَلَامًا
"Onlar Cennet'te ne bir boş laf işitirler ne de
bir hezeyan. Ancak bir söz işitirler: Selâm.. (birbirleriyle selâmlaşır
dururlar)."[513]
5-
Cennet nimetleri insan hayalinin erişemeyeceği güzelliktedir. Cennet'i aslında
dünya ölçüleriyle tarif etmek mümkün değildir. Bununla beraber Cennet'teki
eşsiz nimet ve saltanatı anlayabilmemiz için Allah Teâlâ onu bize şu şekilde
tasvir etmiştir:
فَوَقيهُمُ
اللّهُ شَرَّ
ذلِكَ
الْيَوْمِ وَلَقّيهُمْ
نَضْرَةً
وَسُرُورًا (*)
وَجَزيهُمْ
بِمَا
صَبَرُوا
جَنَّةً
وَحَريرًا (*) مُتَّكِينَ
فيهَا عَلَى
الْاَرَائِكِ
لَايَرَوْنَ
فيهَا
شَمْسًا
وَلَا
زَمْهَريرًا (*)
وَدَانِيَةً
عَلَيْهِمْ
ظِلَالُهَا
وَذُلِّلَتْ
قُطُوفُهَا
تَذْليلًا (*)
وَيُطَافُ
عَلَيْهِمْ
بِانِيَةٍ
مِنْ فِضَّةٍ
وَاَكْوَابٍ
كَانَتْ
قَوَاريرَا (*)
قَوَاريرَ
مِنْ فِضَّةٍ
قَدَّرُوهَا
تَقْديرًا (*)
وَيُسْقَوْنَ
فيهَا
كَاْسًا
كَانَ مِزَاجُهَا
زَنْجَبيلًا (*)
عَيْنًا
فيهَا
تُسَمّى
سَلْسَبيلًا (*)
وَيَطُوفُ
عَلَيْهِمْ
وِلْدَانٌ
مُخَلَّدُونَ
اِذَا
رَاَيْتَهُمْ
حَسِبْتَهُمْ
لُؤْلُؤًا
مَنْثُورًا (*)
وَاِذَا
رَاَيْتَ
ثَمَّ
رَاَيْتَ
نَعيمًا
وَمُلْكًا
كَبيرًا (*)
عَالِيَهُمْ
ثِيَابُ
سُنْدُسٍ
خُضْرٌ وَاِسْتَبْرَقٌ
وَحُلُّوا
اَسَاوِرَ
مِنْ فِضَّةٍ
وَسَقيهُمْ
رَبُّهُمْ
شَرَابًا طَهُورًا
(*) اِنَّ هذَا
كَانَ لَكُمْ
جَزَاءً
وَكَانَ سَعْيُكُمْ
مَشْكُورًا
"İşte bu yüzden Allah onları o günün
fenâlığından esirger. (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.
Sabretmelerine karşılık onlara Cennet'i ve oradaki ipekleri lütfeder. Orada
koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de
dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen
meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billür kaselerle,
gümüşî beyazlıkta (billûr gibi) şeffâf kupalarla dolaşılır ki (Cennet sakinleri
bunlara dolduracakları Cennet şarabını Cennet'teki insanların iştahları)
ölçüsünde tavin ve takdir ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki
karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil
denir. Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç nedenler dolaşır ki, onları
gördüğünde kendilerini etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana
bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince
yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Gümüş bilezikler
takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: "İşte bu
sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer"
denir."[514]
Cennet'in
tasviri konusunda söylenecek son söz şu kudsî hadisin ifade ettiği durumdur: Hz.
Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Salih
kullanım için ben, Cennet'te hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği
ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetler hazırladım." [515]
Başka
bir hadislerinde de, Rasûlullah (a.s.) Cennet'in gümüş ve âltın kerpiçten yapıldığını,
harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve
refâh içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını ebedî kalacaklarını,
ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok
olmayacağını ifade eder.[516]
Ehl-i
Sünnet inancına göre mü'minler Cennet'te Allah'ı görecekler, bu onlar için en
büyük nimet olacaktır. Buna "Rü'yetullah" denir. Bu hususta Kur'ân-ı
Kerîm'de:
وُجُوهٌ
يَوْمَئِذٍ
نَاضِرَةٌ ()
اِلى رَبِّهَا
نَاظِرَةٌ
"O gün Rablerine bakan ter-ü tâze (ışık saçan)
yüzler vardır "[517] buyrulur.
Rasûlullah
da bir hadislerinde şöyle buyurur: "Siz
gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz.
Onu görmekte haksızlığa uğramayacak, izdihâma düşmeyeceksiniz.”[518]
Suheyb
(r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (a.s):
"iyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde
(Allah'ı görmek) vardır,”[519]
ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Cennetlikler Cennet'e girdiği
zaman Allah (c. c.) şöyle buyuracak: " Size daha da vermemi istediğiniz
bir şey var mı?" Cennetlikler de Şöyle derler: "Yüzlerimizi ak
çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı? (o
yeter)." Rasûlullah sözlerine devam buyurarak: "Cenâb-ı Hak perdeyi
kaldırır, Cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir
şey verilmiş olmaz.” [520]
Müminlerin
Allah'ü Teâlâ'yı Cennet'te görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak
olarak vukû bulacaktır. Bunun keyfiyeti bizce meçhuldür. "Allah bilir" deriz. Kur'an ve Sünnet'te bildirildiği
için kesinlikle böyle inanırız. Ehl-i Sünnet inancına göre, Cennet halen
vardır, yaratılmıştır, hazırlanmıştır. Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade eder:
وَسَارِعُوا
اِلى
مَغْفِرَةٍ
مِنْ رَبِّكُمْ
وَجَنَّةٍ
عَرْضُهَا
السَّموَاتُ
وَالْاَرْضُ
اُعِدَّتْ
لِلْمُتَّقينَ
"Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer
kadar olan Cennet'e koşun. O Cennet takva sâhipleri için hazırlanmıştır."[521]
Enes b.
Mâlik (r.a.)'den rivayet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (a.s.) şöyle
buyurmuşlardır:
"Demin Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde
bana arz olundu.” [522]
Başka
bir hadislerinde şöyle buyururlar:
"Cennet bana yaklaştı, (yaklaştı), o kadar ki,
eğer cür'et edeydim salkımlarından bir tânesini (alıp) size getirebilecektim.” [523]
Bu
hadislerden de anlaşılacağı gibi, Cennet yaratılmış olup hâlen mevcuttur.
Cennetlikler: Kur'an ve Sünnet'te ifade buyrulduğuna göre,
peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler
Cennet'e gireceklerdir. Bu kimseler Cennetliktir. Esasen Allah'a ve insanlara
karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura
kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet'te
gerçekleşir:
اِنَّ
الْمُتَّقينَ
فى جَنَّاتٍ
وَعُيُونٍ (*)
اُدْخُلُوهَا
بِسَلَامٍ
امِنينَ (*) وَنَزَعْنَا
مَا فى
صُدُورِهِمْ
مِنْ غِلٍّ
اِخْوَانًا
عَلى سُرُرٍ
مُتَقَابِلينَ
(*) لَا
يَمَسُّهُمْ
فيهَا نَصَبٌ
وَمَا هُمْ مِنْهَا
بِمُخْرَجينَ
"Takva sahipleri, elbette Cennet'lerde ve
pınarlardadırlar. Girin oraya selâmetle, emin olarak. Biz, O Cennetliklerin
kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde
karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar
oradan çıkarılacak da değiller."[524]
Kur'an-ı
Kerîm namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara
ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların, Allah'ın gazabından korkanların,
ırzlarına sahip olanların, sözlerine ve emânete sadık kalanların, doğru
şahitlikte bulunanların Cennete gireceklerini bildirmektedir.[525]
Ayrıca
Cenâb-ı Hakk'ın rızasını dileyerek sabredenlere;[526]
şükredenlere[527]
yürekten tövbe edenlere;[528]
Allah yolunda canını feda eden şehitler[529]
ve Allah'a yönelmiş bir kalple idealize olmuş Müslümanlara "Allah'ın ölçüsünde Allah'a yönelenlere"[530] içinde ebedî kalınacak Cennet'e
girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir.
Cennetliklerin
hallerini dile getiren Kur'an ayetlerinden bazılarında şöyle buyrulur:
اِنَّ
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
يَهْديهِمْ
رَبُّهُمْ
بِايمَانِهِمْ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهِمُ
الْاَنْهَارُ
فى جَنَّاتِ
النَّعيمِ (*)
دَعْويهُمْ
فيهَا
سُبْحَانَكَ
اللّهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ
فيهَا
سَلَامٌ
وَاخِرُ دَعْويهُمْ
اَنِ
الْحَمْدُ
لِلّهِ رَبِّ
الْعَالَمينَ
"İman edip sâlih amel işleyen kimseleri,
Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları altından ırmaklar akan, nimeti bol
Cennetler'e hidâyet buyurur. Bunların, Cennet'te duâları: Allah'ım, seni tesbih
ve tenzih ederiz. sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selâmdır. Duâlarının
sonu ise; "Bütün hamdler, âlemlerin Rabbine mahsustur" gerçeğidir."[531]
وَمَنْ
يَاْتِه مُؤْمِنًا
قَدْ عَمِلَ
الصَّالِحَاتِ
فَاُولئِكَ
لَهُمُ
الدَّرَجَاتُ
الْعُلى (*)
جَنَّاتُ
عَدْنٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
وَذلِكَ جَزؤُا مَنْ
تَزَكّى
"Kim de O'na bir mümin olarak sâlih ameller
işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek dereceler var. Adn
Cennetleri vardır ki, (ağaçları) altından nehirler akar, orada ebedî
kalacaklar. İşte böyle Cennetler' de ebedî kalış, küfür ve isyandan
temizlenenlerin mükâfatıdır.”[532]
İmran
b. Husayn (r.a.)'dan rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.) Cennet ehlinin çoğunun
fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır.[533]
Hadis
yorumcuları bunu şöyle açıklarlar. Bir çok kötülükleri insana mal işletir. Çoğu
insan mal yüzünden azar. Onun için maldan mahrum fakirler çoğunluğu
oluşturduğundan bunların Cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır.
Cennet'e
ilk giren bir cemâatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki gibi berraktır.
Onlardan sonra girenler de en keskin ışık yayan yıldızlar gibidir. Hz. Muhammed
(a.s)'ın ümmetinden yetmiş bin, yahut yedi yüz bin kişi hesap ve ikap
görmeksizin ilk olarak Cennet'e girecektir.[534]
Hadislerden
öğrendiğimize göre;[535]
Cennete en son girecek kimseye, bu dünya kadar, bu dünyanın on misli kadar
Cennet verilecektir. Çeşitli rivayetlerle sabittir ki, son sözü Kelimei Tevhîd
olan kimsenin mükâfatı Cennet'tir.[536]
Bu
durumu hadisçiler şöyle yorumlarlar: Lâ ilâhe illallah, Cennet'in anahtarıdır,
ancak bu anahtarın dişleri vardır, onlarda ilâhi emirlere bağlı olmak itaat ve
ibadet etmektir.
Bir de "Lâ ilâhe illallah" demekle, birinin müslümanlığına
hükmedilmez, "Muhammedün
Rasûlullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) sözünü de eklemesi gerekir. Hatta
İslâm dininden başka bütün dinlerden uzak olması icab eder. Bu inançta olan
kimse, ehl-i kebâir (büyük günah işleyen) de olsa, günahı kadar Cehennem'de
ceza gördükten sonra Cennet'e girecektir. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a)'ın Hz.
Peygamber (a.s)'den rivayet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:
“Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (a.s.)'ın, Allah'ın kulu ve resûlü
olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem'i haram etmiş olmasın (herhalde
harâm eder.)” [537]
Ehl-i
Sünnet ve'l-Cemâat inancına göre, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen ve bunun gereğince iman
edip salih amel işleyen her kimse Allah'ın izniyle mutlaka Cennet'e girecektir.
Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs. hallerden uzak
olarak yaşayacaklardır.
Cennet
Tabakaları: İbn Abbâs (r.a.)'dan gelen bir rivayette, Cennetin yedi tabakası
olduğu haber verilmektedir. Bunlar, Firdevs, Adn Cennet'i, Nâim Cennet'i,
Daru'l-Huld, Me'va Cennet'i, Daru's-Selâm ve İlliyyûn'dur. Bu tabakalardan her
birinde, müminlerin yaptıkları iyi işler karşılığında girecekleri veya
yükselecekleri derece veya mertebeler vardır.[538]
Bunlar:
1-Cennetü'n-Nâim:
وَاجْعَلْنى
مِنْ
وَرَثَةِ
جَنَّةِ
النَّعيمِ
"Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden
kıl..."[539]
Ayrıca:[540]
2-Cennetü'l-Adn:
جَزَاؤُهُمْ
عِنْدَ
رَبِّهِمْ
جَنَّاتُ عَدْنٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
اَبَدًا
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُمْ
وَرَضُوا
عَنْهُ ذلِكَ
لِمَنْ خَشِىَ
رَبَّهُ
"Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel
işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar. Onların mükâfâtı
Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada
onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı
olmuşlardır. Bu Rabb'inden korkanlar içindir."[541]
3-Cennetü'l-Firdevs:
اِنَّ
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
كَانَتْ
لَهُمْ
جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ
نُزُلًا
"Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için
barınak olarak Firdevs Cennetleri. Vardır."[542]
4-Cennetü'l-Me'vâ:
اَمَّا
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
فَلَهُمْ
جَنَّاتُ
الْمَاْوى
نُزُلًا
بِمَا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
"İman edip güzel amel işleyenlere gelince,
onlar için Me'vâ Cennetleri vardır."[543]
5-Dârü's-Selâm:
وَاللّهُ
يَدْعُوا
اِلى دَارِ
السَّلَامِ وَيَهْدى
مَنْ يَشَاءُ
اِلى صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ
"Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O,
dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur."[544]
6-Dârü'l-Huld:
اَلَّذى
اَحَلَّنَا
دَارَ
الْمُقَامَةِ
مِنْ فَضْلِه
لَايَمَسُّنَا
فيهَا نَصَبٌ
وَلَا
يَمَسُّنَا
فيهَا
لُغُوبٌ
"O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda
(Cennet'e) kondurdu."[545]
Her ne
kadar İbn Abbâs Cennet'in tabakalarını yedi ile sınırlandırmışsa da, ayetlerden
anlaşıldığına göre, Cennet'in bir çok tabakası vardır. Burada İbn Abbâs'ın
haber verdiği ve ayetlerde adları geçen Cennet tabakaları, Cennet'in en yüksek
tabakalarıdır. Çünkü bu tabakalarda da bir çok tabaka vardır. Nitekim Allah
Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs
Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna delildir.
Ayrıca
Ümmü Hârise Hadisinde bu gerçek Hz. Peygamberin dilinden ifade olunmuştur. Ümmü
Harise Bedir'de şehit olan çocuğu hakkında Hz. Peygamber'den bilgi almak üzere
gelmiş ve ona Rasûlullah bir çok Cennet olduğunu belirterek, çocuğunun da "Firdevs-i Â'lâ'da" olduğunu söylemek suretiyle
teselli etmiştir. [546]
Nitekim
Müslim'in Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet ettiği hadiste de, Allah yolunda cihat
edenlerin, cihatları sebebiyle Cennet'te yüz derece yükselecekleri, her
derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesâfe kadar olduğu, Hz.
Peygamber tarafından haber verilmektedir.[547]
Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür. Bu
dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür. Gerçekten söz konusu derecelerin,
zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar)
olması muhtemeldir.
Buna
karşılık, yükseklikten kasdın, Cennet'teki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir
başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin
büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir. Zira Allah Teâlâ'nın
mücâhide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden
üstündür. Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları
uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir. Fakat el-Kadî İyad
(544/1149) birinci görüşü tercih etmiştir. [548]
Yine
Buhârî'nin bir rivayetinde Hz. Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için
Cennet'te yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle
gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla "Allah’tan istediğiniz zaman Firdevs'i
isteyin... Çünkü Firdevs, Cennet'in ortası ve Cennet'in en yükseğidir (...).
Firdevs'ten Cennet nehirleri doğar" buyurmaktadır.[549]
Aynî, "Firdevs, Cennetin ortasıdır (vasatıdır)" cümlesini, Cennet'in en iyi yeri
veya üstünü (efdali) olarak yorumlar ve bu görüşüne "Böylece
sizi en hayırlı bir ümmet kıldık"[550] ayetinde geçen "vesetan" kelimesini delil getirir.[551]
Çeşitli rivayetlerde Firdevs Cenneti'nin güzellikleri dile getirilmiştir. Diğer
taraftan hadiste söz konusu edilen Cennet dereceleri arasındaki mesafelerin
çeşitli rivayetlere göre "yüz
senelik mesafe", "Beş yüz
senelik mesafe" şeklinde değiştiğine işaret edelim.[552]
Bütün
bu ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet'in birçok tabakası olduğu
anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha
güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir. Firdevs
Cenneti mertebece en yüksek olan Cennet tabakasıdır.[553]
h)
Cehennem
Cehennem: Derin kuyu, ahirette kâfir ve günahkâr
kimselerin azap Cekecekleri ceza yeri. Kur'an-ı Kerîm'de inanan ve güzel amel
işleyen kimselere Cennet vadedildiği gibi;[554]
kâfir ve günahkâr kimselere de Cehennem vâdedilmiştir. Kâfir, münâfık ve
müşrikler Cehennem'de ebedî kalırlar, orada ölmezler ve azapları hafifletilmez.
Tövbe etmeden günahkâr olarak ölen ve Allah'ın kendilerini affetmediği
mü'minler ise Cehennem'de ebedî kalmazlar. Kendilerine günahları kadar azap
edilir. Sonra oradan kurtulup Cennet'e girerler ve orada ebedî kalırlar.[555]
Allah
Cehennem'i diğer yaratıklardan önce yaratmıştır ve şu anda mevcuttur, yok
olmayacaktır. Nitekim şu ayet bu durumu gayet açık ifade eder:
فَاِنْ
لَمْ
تَفْعَلُوا
وَلَنْ
تَفْعَلُوا
فَاتَّقُوا
النَّارَ
الَّتى
وَقُودُهَا النَّاسُ
وَالْحِجَارَةُ
اُعِدَّتْ
لِلْكَافِرينَ
"Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu
odun (kâfir) insanlarla taşlardır. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır."[556]
وَاتَّقُوا
النَّارَ
الَّتى
اُعِدَّتْ لِلْكَافِرينَ
"Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun."[557]
Enes b.
Mâlik'ten rivâyet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (a.s.) şöyle
buyurmuşlardır: “Demin Cennet ile Cehennem şu
duvarın yüzünde bana arz olundu.”[558]
"Ateş, insan cismine çok büyük acı ve ızdırap
verdiği için ahirette kâfir ve münâfıkların cezası ateşle verilecektir.
Böylelikle Cehennem, Allah'nı tutuşturulmuş ateşinin ismidir."[559]
İşte
Cehennem'in en açık vasfı ateş olduğu için bazen, Cehennem yerine ateş manasına
"nâr" kullanılır:
اِنَّ
الْمُنَافِقينَ
فِى
الدَّرْكِ
الْاَسْفَلِ
مِنَ
النَّارِ
وَلَنْ
تَجِدَ لَهُمْ
نَصيرًا
"Şüplıesiz ki münâfıklar nâr (Cehenneın)'ın en
aşağı tabakasındadırlar. "[560]
Kur'an-ı
Kerîm'de Cehennem'in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir.
لَهَا
سَبْعَةُ
اَبْوَابٍ
لِكُلِّ
بَابٍ مِنْهُمْ
جُزْءٌ
مَقْسُومٌ
"Cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan
onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır."[561]
Bu ayet
iki şekilde tefsîr edilmiştir:
a-
Cehenneme girecekler çok olduğu için;
b-
Cezalandırma azgınlığın çeşit ve derecelerine göre olacağı için Cehennem'in
yedi kapısı veya tabakası vardır. Bu kapı veya tabakalar şunlardır:
1- Cehennem;
yukarıda
söz konusu edildiği şekilde Kur'an-ı Kerîm'in yetmişyedi ayetinde geçmektedir.
2- Lâzâ (alevli ateş):
كَلَّا
اِنَّهَا
لَظى
"Hayrı' (Allah onu azabdan kurtarmaz) Çünkü o
Cehenneın alevli bir ateştir."[562]
3- Saîr (pılgın ateş):
كُتِبَ
عَلَيْهِ
اَنَّهُ مَنْ
تَوَلَّاهُ فَاَنَّهُ
يُضِلُّهُ
وَيَهْديهِ
اِلى عَذَابِ
السَّعيرِ
"O şeytanlara (ahirette) çılgın ateş azabı
hazırladık."[563]
Ayrıca
on beş ayette daha bu isimle geçmektedir.[564]
4- Sakar (kırmızı ateş):
يُثَبِّتُ
اللّهُ
الَّذينَ
امَنُوا
بِالْقَوْلِ
الثَّابِتِ
فِى
الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
وَفِى الْاخِرَةِ
وَيُضِلُّ
اللّهُ
الظَّالِمينَ
وَيَفْعَلُ
اللّهُ مَا
يَشَاءُ
"Hem ey Rasûlüm bilir misin, nedir o sakar
(Cehennem)."[565]
5- Hâviye (uçurum):
فَاُمُّهُ
هَاوِيَةٌ (*)
وَمَا
اَدْريكَ
مَاهِيَهْ (*)
نَارٌ
حَامِيَةٌ (*)
"O, kızgın bir ateştir."[566]
6-Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı):
كَلَّا
لَيُنْبَذَنَّ
فِى
الْحُطَمَةِ
"Şüphesiz o, Hutame ye (ateşe)
atılacaktır."[567]
7- Cahim (yanan kızgın ateş):
وَالَّذينَ
كَفَرُوا
وَكَذَّبُوا
بِايَاتِنَا
اُولئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَحيمِ
"Küfredenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara
gelince, işte onlar Cahim'in yarânıdırlar. "[568]
Cehennem'de
görülecek azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü'nün
bizlere bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz. Kur'an-ı Kerîm'de
belirtildiğine göre;
a-
Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatır:
وَمِنْهُمْ
مَنْ يَقُولُ
ائْذَنْ لى
وَلَا تَفْتِنّى
اَلَا فِى
الْفِتْنَةِ
سَقَطُوا
وَاِنَّ
جَهَنَّمَ
لَمُحيطَةٌ
بِالْكَافِرينَ
"Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre
kuşatacaktır."[569]
b-
Cehennem ateşi sönmez:
وَمَنْ
يَهْدِ
اللّهُ
فَهُوَ
الْمُهْتَدِ
وَمَنْ يُضْلِلْ
فَلَنْ
تَجِدَ
لَهُمْ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونِه
وَنَحْشُرُهُمْ
يَوْمَ
الْقِيمَةِ
عَلى
وُجُوهِهِمْ
عُمْيًا وَبُكْمًا
وَصُمًّا
مَاْويهُمْ
جَهَنَّمُ كُلَّمَا
خَبَتْ
زِدْنَاهُمْ
سَعيرًا
"Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun,
körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz. Varacakları yer Cehennem'dir.
Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırz.”[570]
c-
Cehennem dolmak bilmez:
يَوْمَ
نَقُولُ
لِجَهَنَّمَ
هَلِ امْتَلَاْتِ
وَتَقُولُ
هَلْ مِنْ
مَزيدٍ
"O,gün Cehennem'e: "doldun mu?"deriz.
O! " Daha var mı?" der."[571]
d-
Kaynarken çıkardığı ses:
وَلِلَّذينَ
كَفَرُوا
بِرَبِّهِمْ
عَذَابُ
جَهَنَّمَ
وَبِئْسَ
الْمَصيرُ (*)
اِذَا
اُلْقُوا
فيهَا
سَمِعُوا
لَهَا شَهيقًا
وَهِىَ
تَفُورُ (*)
تَكَادُ
تَمَيَّزُ
مِنَ
الْغَيْظِ
كُلَّمَا
اُلْقِىَ فيهَا
فَوْجٌ
سَاَلَهُمْ
خَزَنَتُهَا
اَلَمْ
يَاْتِكُمْ
نَذيرٌ (*)
قَالُوا بَلى
قَدْ
جَاءَنَا
نَذيرٌ
فَكَذَّبْنَا
وَقُلْنَا
مَا نَزَّلَ
اللّهُ مِنْ شَىْءٍ
اِنْ
اَنْتُمْ
اِلَّا فى
ضَلَالٍ كَبيرٍ
"Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem
azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür. Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken
çıkardığı uğultuyu işitirler. Nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. İçine
her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara: "size bir uyarıcı gelmemiş
miydi" diye sorarlar. Onlar evet, doğrusu bize bir uyarırı geldi; fakat
biz yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık
içerisindesiniz, demiştik " derler."[572]
e- تَلْفَحُ
وُجُوهَهُمُ
النَّارُ
وَهُمْ فيهَا
كَالِحُونَ
"Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp
kalır.”[573]
f- اَلَّذينَ
كَذَّبُوا
بِالْكِتَابِ
وَبِمَا
اَرْسَلْنَا
بِه
رُسُلَنَا
فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
(*) اِذِ
الْاَغْلَالُ
فى
اَعْنَاقِهِمْ
وَالسَّلَاسِلُ
يُسْحَبُونَ (*)
فِى
الْحَميمِ
ثُمَّ فِى
النَّارِ
يُسْجَرُونَ
"Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak
kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar."[574]
g- هذَانِ
خَصْمَانِ
اخْتَصَمُوا
فى رَبِّهِمْ
فَالَّذينَ
كَفَرُوا
قُطِّعَتْ
لَهُمْ ثِيَابٌ
مِنْ
نَارٍ
يُصَبُّ مِنْ
فَوْقِ
رُؤُسِهِمُ
الْحَميمُ (*)
يُصْهَرُ بِه
مَا فى بُطُونِهِمْ
وَالْجُلُودُ
(*) وَلَهُمْ
مَقَامِعُ
مِنْ حَديدٍ (*)
كُلَّمَا
اَرَادُوا
اَنْ
يَخْرُجُوا
مِنْهَا مِنْ
غَمٍّ
اُعيدُوا
فيهَا
وَذُوقُوا عَذَابَ
الْحَريقِ
"İnkâr edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir-.
Başlarına kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir.
Demir topuzlar da onlar içindir. Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak
isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler. Ve kendilerine "yakıcı
azabı tadın"denir."[575]
h- اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
بِايَاتِنَا
سَوْفَ
نُصْليهِمْ
نَارًا
كُلَّمَا
نَضِجَتْ
جُلُودُهُمْ
بَدَّلْنَاهُمْ
جُلُودًا
غَيْرَهَا
لِيَذُوقُوا
الْعَذَابَ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ عَزيزًا
حَكيمًا
"Derileri yandıkça azabı tatmaları için yeniden
başka derilerle değiştirilir."[576]
i-
Ölümü isterler fakat azapları devamlıdır, ölmezler.[577]
Hz.
Peygamber'in ifadesine göre:
"Cehennem ateşi (miktarca ve sayıca) dünya
ateşleri üzerine altmış dokuz derece fazla kılınmıştır. Bunlardan her birinin
harareti bütün dünya ateşinin harareti gibidir.” [578]
Kur'an-ı
Kerîm, Cehennem ehlinin çekeceği azap ve yiyecekleri hakkında da bir takım
tasvir ve izahlarda bulunur:
اَذلِكَ
خَيْرٌ
نُزُلًا اَمْ
شَجَرَةُ الزَّقُّومِ
(*) اِنَّا
جَعَلْنَاهَا
فِتْنَةً
لِلظَّالِمينَ
(*) اِنَّهَا
شَجَرَةٌ
تَخْرُجُ فى
اَصْلِ الْجَحيمِ
(*) طَلْعُهَا
كَاَنَّهُ
رُؤُسُ
الشَّيَاطينِ
(*)
فَاِنَّهُمْ
لَاكِلُونَ
مِنْهَا
فَمَالِؤُنَ
مِنْهَاالْبُطُونَ
(*) ثُمَّ اِنَّ
لَهُمْ
عَلَيْهَا
لَشَوْبًا مِنْ
حَميمٍ
"(Nasıl) ağırlanmak için bu (nimet) mi hayırlı
yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir fitne (sınama vesilesi veya
azap) kıldık. O, Cehennem'in dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları
şeytanların başları gibidir. Onlar ondan yiyecekler ve karınlarını onunla
dolduracaklar. Sonra onların, bunun üzerine kaynar su karıştırılmış bir
içkileri vardır. (Yedikleri zakkum, boğazlarını yakar) Yanan boğazlarını
dindirmek için içecek bir şey ararlar. Ama kaynar su katılmış kusuntu ve
irinden başka içecek bulamazlar."[579]
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
بِايَاتِنَا
سَوْفَ
نُصْليهِمْ
نَارًا
كُلَّمَا
نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ
بَدَّلْنَاهُمْ
جُلُودًا
غَيْرَهَا
لِيَذُوقُوا
الْعَذَابَ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَزيزًا
حَكيمًا
"O
ayetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe sokacağız, (öyle ki) derileri
piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz! Şüphesiz Allah
daima üstün ve hikmet sahibidir."[580]
Cezalar,
işlenen suçlar cinsinden olacaktır. Dilleriyle suç işleyenlerin cezaları
dillerine; elleriyle günah işleyenlerin cezaları ellerine vs. tatbik
edilecektir.
Cehennem'in
yakacağı hakkında da Kur'an'da bilgi verilmekte ve şöyle denilmektedir:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا قُوا
اَنْفُسَكُمْ
وَاَهْليكُمْ
نَارًا
وَقُودُهَا النَّاسُ
وَالْحِجَارَةُ
عَلَيْهَا
مَلئِكَةٌ
غِلَاظٌ
شِدَادٌ لَا
يَعْصُونَ
اللّهَ مَا
اَمَرَهُمْ
وَيَفْعَلُونَ
مَا يُؤْمَرُونَ
"Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten
koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır."[581]
Kur'an'da
Cennet ehli ile Cehennem ehli arasında konuşmalar yapılacağı da belirtilerek bu
konuşmalardan nakiller yapılmaktadır: "O gün münâfık erkekler ve münâfık
kadınlar (süratle Cennet'e girmekte olan) müminlere derler ki:
يَوْمَ
يَقُولُ
الْمُنَافِقُونَ
وَالْمُنَافِقَاتُ
لِلَّذينَ
امَنُوا
انْظُرُونَا
نَقْتَبِسْ
مِنْ
نُورِكُمْ
قيلَ ارْجِعُوا
وَرَاءَ كُمْ
فَالْتَمِسُوا
نُورًا فَضُرِبَ
بَيْنَهُمْ
بِسُورٍ لَهُ
بَابٌ بَاطِنُهُ
فيهِ
الرَّحْمَةُ
وَظَاهِرُهُ
مِنْ
قِبَلِهِ
الْعَذَابُ (*)
يُنَادُونَهُمْ
اَلَمْ
نَكُنْ
مَعَكُمْ قَالُوا
بَلى
وَلكِنَّكُمْ
فَتَنْتُمْ
اَنْفُسَكُمْ
وَتَرَبَّصْتُمْ
وَارْتَبْتُمْ
وَغَرَّتْكُمُ
الْاَمَانِىُّ
حَتّى جَاءَ
اَمْرُ
اللّهِ
وَغَرَّكُمْ
بِاللّهِ الْغَرُورُ
"(Ne olur) bize bakın da sizin nurunuzdan
alalım." Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir
(Kendileriyle alay eden bu ses, onlara diyor ki: Arkada kalan dünyaya dönün nur
orada aranır. Nurun kaynağı, dünyada yapılan işlerdir. Böyle denilir ve müminlerle
münafıkların) aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır.
Dış yönünde de azap. (Münafıklar), onlara seslenirler: "Biz de sizinle
beraber değil miydik" Müminler derler ki: "Evet ama, siz kendi
canlarınıza kötülük ettiniz. (İnananların başlarına felaket gelmesini)
gözlediniz. Şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı. Allah'ın emri (olan ölüm)
gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz). O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah
hakkında aldattı."[582]
Başka
bir yerde de şöyle anlatılır:
وَنَادى
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ اَصْحَابَ
النَّارِ
اَنْ قَدْ
وَجَدْنَا مَا
وَعَدَنَا
رَبُّنَا
حَقًّا
فَهَلْ وَجَدْتُمْ
مَاوَعَدَ
رَبُّكُمْ
حَقًّا قَالُوا
نَعَمْ
فَاَذَّنَ
مُؤَذِّنٌ
بَيْنَهُمْ
اَنْ
لَعْنَةُ
اللّهِ عَلَى
الظَّالِمينَ
(*) اَلَّذينَ
يَصُدُّونَ
عَنْ سَبيلِ
اللّهِ وَيَبْغُونَهَا
عِوَجًا
وَهُمْ
بِالْاخِرَةِ
كَافِرُونَ
"Cennet halkı, ateş halkına seslendi:
Rabbimiz'in bize vadettiğini biz gerçek bulduk. Siz de Rabbiniz'in size
vadettiğini gerçek buldunuz mu? (Onlar da): Evet dediler ve aralarında bir
ünleyici: Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye ünledi."[583]
İnsanın
eğitimi ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından Cennet ve Cehennem
inancının dünya hayatına etkileri açıktır. Kişi, gizli ve açık yaptığı her
şeyin karşılığını, bulacağını ve Cehennem'deki cezânın dehşetini
hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme ihtiyacını duyacaktır.
ı) Araf
A'raf: Her şeyin tümseği yüksek yer, burç, sırt,
tepe, örfler, âdetler, iki şey arasında kalan kısım arf kelimesinin çoğulu. Bu
nedenle atın yelesine, horozun ibiğine de arf denmiştir. Kur'an'da üç ayette
geçer:
وَبَيْنَهُمَا
حِجَابٌ
وَعَلَى
الْاَعْرَافِ
رِجَالٌ
يَعْرِفُونَ
كُلًّا
بِسيميهُمْ
وَنَادَوْا
اَصْحَابَ
الْجَنَّةِ
اَنْ سَلَامٌ
عَلَيْكُمْ
لَمْ
يَدْخُلُوهَا
وَهُمْ
يَطْمَعُونَ (*)
وَاِذَا
صُرِفَتْ
اَبْصَارُهُمْ
تِلْقَاءَ
اَصْحَابِ
النَّارِ قَالُوا
رَبَّنَا لَا
تَجْعَلْنَا
مَعَ الْقَوْمِ
الظَّالِمينَ
(*) وَنَادى
اَصْحَابُ
الْاَعْرَافِ
رِجَالًا
يَعْرِفُونَهُمْ
بِسيميهُمْ
قَالُوا مَا
اَغْنى
عَنْكُمْ
جَمْعُكُمْ
وَمَا كُنْتُمْ
تَسْتَكْبِرُونَ
"İki (taraf) arasında (surdan) bir perde ve
A'râf üzerinde de, (Cennetlik ve Cehennemliklerin) her biri simalarıyla
tanıyacak adamlar vardır ki onlar henüz oraya (Cennete) girmemiş, fakat onlar
girmeyi şiddetle arzu eder olarak Cennet yârânına: "Selâmün Aleyküm "
diye nidâ ederler...
Gözleri ehl-i Cehennem tarafına çevrildiği zaman da
"Ey Rabbimiz bizi zalimler gürûhu ile beraber bulundurma" derler.
(Yine) A'râf yaranı (kâfirlerden) simalarıyla
tanıdıkları (elebaşı) bir takım adamlara şöyle nidâ ederek derler:
Ne çokluğunuz (yahut topladığınız mallar), ne de
(hakka karşı) yeltenmekte devam ettiğiniz o kibr (ve azamet) size hiç bir fayda
vermedi. "[584]
Müfessirlere
göre bu ayetlerdeki Arâfdan maksat, Cennetle Cehennem arasındaki sur benzeri
bir perdenin yüksek tepeleridir.
İbn
Cerîr'in rivayetine göre Huzeyfe (r.a.)'e Arâf'ın ne olduğu sorulduğunda şöyle
demiştir: "Arâf;
iyilikleri ile kötülükleri eşit gelen insanlardır. Kötülükleri Cennet'e
girmelerine, iyilikleri de Cehennem'e girmelerine mani olmuştur. Bunlar,
Cenâb-ı Hak onların hakkında hüküm verinceye kadar bu sur üzerinde
kalacaklardır."
Kimler
A'râf'ta bulunacaktır? Bu hususta çeşitli rivayetler varsa da konuyu şöyle
özetlemek mümkündür: İyilikleriyle kötülükleri denk gelenler Arâf'ta
bekletileceklerdir. Nitekim İbn Merdûye'nin Câbir b. Abdullah'dan merfu olarak
rivayet ettiği bir hadis'te: "Peygamberimiz
(a.s.)'e iyilikleriyle kötülükleri denk gelenlerin durumu sorulduğu zaman, Hz.
Peygamber, "Onlar Arâf'ta bulunacaklardır. Onlar oraya isteyerek
girmemişlerdir." buyurmuştur. Daha sonra bunlar Allah'ın lûtfuyla Cennet'e
gireceklerdir.[585]
Bazılarına
göre de fetret devirlerinde ölenlerle müşriklerin çocukları da burada
kalacaklardır.
Arâf
konusunda daha başka açıklamalar da yapılmıştır. Ez cümle Hasan-i Basrî
Hazretleri "Arâf
marifetten gelir. Bu da Cennetliklerle Cehennemlikleri simalarından tanıyan
bazı kimseler demektir. Belki de şimdi aramızda olanları vardır" şeklinde izah etmiştir.
j)
Şefaat
Şefâat: Bir kimsenin bağışlanmasını istemek; bir
kimseden, başka bir kimse için iyilik yapmasını ve zarardan vazgeçmesini rica
etmek; yardım etmek; başkası hesabına yalvarmak, rica etmek; birinin önüne
düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak. Şefâat edene eş-şâfi',
eş-şefi (başkası lehine taleb eden) denilir.
Bu
ayette şefâat; aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek anlamlarına gelir:
مَنْ
يَشْفَعْ
شَفَاعَةً
حَسَنَةً
يَكُنْ لَهُ
نَصيبٌ
مِنْهَا
وَمَنْ
يَشْفَعْ
شَفَاعَةً
سَيِّئَةً
يَكُنْ لَهُ
كِفْلٌ مِنْهَا
وَكَانَ
اللّهُ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ
مُقيتًا
"Kim güzel bir şefâatla (hayır ve iyiliklere
aracı, vasıta olmakla) şefâat ederse, bundan kendisine bir sevab (hisse)
vardır. Kim de kötü bir şefâatle (kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya
kötülük çığırını açmakla) şefâatde bulunursa, ondan kendisine bir günah payı
vardır. Allah her şeye kadirdir."[586]
Şefâat-ı
hasene, iman edip Allah'ın ve kullarının haklarına riayetle beraber,
mü'minlerin iyiliği için uğraşmak, onları kötülüklerden ve zararlardan korumaya
çalışmaktır. Şefaat-ı seyyie, mü'minlerin ve insanların zarara uğramaları ve
kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmaktır.
Hangi
hususta olursa olsun, bir insan, menfaat sağlayıp zarara uğramasını engelleme
yolunda sırf Allah rızası için şefâatta bulunana dünyada ve ahirette bundan nasib
ve ecir vardır. Kötülüğe ve zararlara sebep olanın da bu şefâat-ı seyyienin
vebal ve günahından nasibi vardır.
Ahiretteki
şefâate gelince, dünyada işlenen bazı günahların âhirette cezalandırılmasından
vazgeçilmesi için talebte bulunmak, aracı olmak ve bunun için dua etmektir.
Şu
halde şefâat, bir mü'minin günahlarının bağışlanması için Allah'a dua edip
yalvarmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.), "Her
Peygamberin bir duası vardır. Ben ise, inşaallah duamı kıyamet gününde ümmetime
şefâat etmek için saklamak istiyorum" buyurmuştur.[587]
Ahirette,
kendilerine şefâat izni verilen her şefi'in şefâatının sınırı, Allah katındaki
yakınlığı ve derecesi nispetinde nail olacağı izin ve imkânın şâmil olduğu
günahkâr mü'minler ile mütenasiptir. Şefâat olunacak mü'minlerin de şefâat
edilmeye lâyık olmaları şarttır.
Allah'ın,
kullarından faziletli birisinin diğer bir mü'min için hayır isteğine icabet
ederek bundan bir zararı gidermesi, yahut onun günahlarını affetmesi, insanlara
sonsuz nimet ve lütuflarının bir kısmıdır. Mü'minin, mü'min kardeşinin
günahlarının affı için duası Allah katında ona şefâatı türündendir. Allah
katında hayırlı bir kulun bu duası ister dünyada iken sağ olan mü'min için
olsun, ister ölmüş mü'min için olsun yahud âhirette meydana gelsin aynıdır.
Dünyada
iken Hz. Peygamber (a.s)'ın mü'minlere duası, onlara bir çeşit şefâatidir. O
daha bu dünyada hayatta iken mü'minlere dua ederek şefâatta bulunmuştur.
Nitekim Hz. Âişe (r.an)'nın naklettiğine göre, Rasûlüllah (a.s) çok defa
geceleri yatağından kalkar, mü'min ölülere Allah'tan mağfiret istemek için "Bakîu'l-Ğarkad" mezarlığına giderdi.[588]
Yüce
Allah'ın kendi yanında mukarreb ve derecesi yüksek bir kulunun diğeri hakkında
şefâatını -birine kendi katında itibarı olduğunu göstererek ikram için, ötekine
zayıf ve muhtaç olduğundan rahmet olarak- kabul etmesine aklen hiçbir engel
yoktur. Allah'ın âhirette, peygamberlerine ve râzı olduğu bir takım zatlara
şefâat etmeleri için müsaade etmesi, kendisinin bileceği adalet ve lütuf
kanununa dahil olan hikmetindendir. Uhdesinde kul hakları bulunanlar hariç,
günahkâr mü'minleri Allah Teâlâ'nın, Lütuf ve fazlıyla affetmesi caiz olunca,
peygamberler, mukareb ve iyi kimselerden birinin şefâatına mazhariyetleri
halinde bunların Allah'ın mağfiretine nail olmaları da mümkündür.
Ahirette şefâatın olacağı Kitab ve sünnetle sabittir
Peygamber,
velî, şehid ve bildikleri ile amel eden imanlı âlimler ve kâmil mü'minler gibi
Allah'ın müsaade ettiği, rızasına mazhar olmuş, nezdinde bir değer ve yakınlığa
erişmiş kimselere şefâat etme izni verilebilecektir.[589]
Peygamberler
ve diğer şefâatçıların şefâatları, Allah'ın râzı olacağı ve haklarında şefâat
edilmeğe izin verdiği kimseler hakkında olacaktır.[590]
Kâfirler
için şefâat kapıları kapalıdır.[591]
Peygamberler bile kâfirlere şefâat edemeyeceklerdir. Kâfirler layık oldukları
cezâlarını çekeceklerdir. Hz. İbrahim'in -âhirette babası ile karşılaştığında-
onun için hiçbir şefâatta bulunamaması, Allah'tan "Kâfirlere ben cenneti
haram kıldım " cevabını alması da buna delâlet eder.[592]
Bu konuyla ilgili olarak.[593]
Yalnız
Hz. Peygamber (a.s.) bir hadisinde, şefâatı sebebiyle amcası Ebû Talib'in ateş
çukurunun topuğuna kadar gelen yerinde bulunacağını söylemiştir.[594]
Bu da sadece Rasûlüllah'a tanınan bir şefâat hakkı olsa gerektir. Çünkü Ebû
Talib, Rasûlüllah'a pek çok yardım ve iyiliklerde bulunmuştur.
Peygamberlerin
şefâatı: Âhirette peygamberlerin hepsine mü'minlere şefâat etme hakkı
tanınmıştır.[595]
Her
peygamber kendi ümmetine şefâat edecektir.[596]
İnsanlar
muhakeme olunmak için mahşerde toplandıklarında, peygamberler, "Allah'ım
selâmet ver, Allah'ım selâmet ver" diye duâ edeceklerdir.[597]
Peygamberlerin ve Hz. Peygamberin şefâatı
اِنَّ
اللّهَ لَا
يَغْفِرُ
اَنْ
يُشْرَكَ بِه
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ
وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا
بَعيدًا
"Şübpesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasının
(şirk kosulmasının) günahını yargılamaz. Ondan başka dileyeceği kimsenin
günahını mağfiret eder"[598] âyetinin hükmünce, Allah'ın
izniyle mü'minlere şamil olabilecektir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) hadislerinde
büyük günah işleyenler de dahil, mü'minlerin şefâatına nail olacaklarını
söylemiştir.[599]
Peygamberler
içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed
[600]
Âhirette Hz. Muhammed (a.s)'ın bu ilk şefâatı, mahşer halkının muhakemeye
başlanılması hakkındaki umûmî ve büyük şefâattır. Hz. Peygamber (a.s)'ın bir
çok hadis kitaplarında zikredilen bu büyük şefâatının (eş-Şefâ'atü'l'uzmâ) ana
hatları şöyledir:
Allah,
insanların hepsini düz ve geniş bir sahâda hüküm ve hesap için toplayacaktır.
Orada insanların meşakkat ve gamı dayanılmayacak bir dereceye varacaktır. Bu
sırada insanların bir kısmı, diğer bir kısmına, "Size erişen şu fâciayı görmüyor musunuz?
Rabbinize size şefâat edecek birisine gidiniz" derler.
Sırasıyla
Hz.Âdem (a.s.), Hz.Nûh (a.s.), Hz.İbrahim (a.s), Hz.Mûsâ (a.s) ve Hz.İsâ (a.s)
peygamberlere gelirler. Bu peygamberlerden her biri onları diğerine gönderir.
Nihayet Hz. İsâ, onları Hz. Muhammed (a.s)'e gönderir. O vakit Hz. Peygamber
(a.s) Arş'ın altında secdeye kapanır. Allah ona secdesinde yapılacak hamdlerin
en güzelini ilham eder.
O
Allah'a hamdettiği sırada "Başını kaldır, işte, verilir. Şefâat eyle
şefâatın kabul olunur" cevabını alır. Muhakemeye başlanır. Bundan sonra
Hz. Peygamber'in şefâatıyla imanlılardan bir miktar cehennemden çıkarılır.
Rasûlüllah, bir kaç defa daha secdeye kapanarak Allah'a hamd ve dua eder. En
nihayet onun şefâatıyla, Allah'ın izin ve takdiri dahilinde mü'minlerden büyük
bir çoğunluk cehennemden çıkarılacaktır. İşte Hz. Peygamber (a.s)'ın haiz
olduğu bu şefâat makamı "Makâm-ı
Mahmûd"dur.[601]
Hz.
Peygamber'in şefâatıyla hesaba ve sorguya çekilmeden Cennet'e girecekler de
olacaktır.[602]
Cennet'te
derecelerin artırılması için ilk şefâat edecek peygamber Hz. Muhammed
(a.s)'dır. Bundan dolayı Hz. Peygamber bir hadisinde, "Cennet'te insanların ilk önce şefâatte
bulunanı benim" buyurmuştur.[603]
Ahiret Gerçeği
Âhiret gününe ve bu günde olacak hâdiselere inanmanın, îman
esasları içinde hususî ve mühim bir yeri vardır. Kur'an-ı Kerîm'de îman
esasları çok defa "Allah'a ve âhiret gününe
îman" olarak özetlenir.
Allah'ın kudret ve irâdesi ile yaratılan insan, bu dünyada
az veya çok yaşadıktan sonra ölecek, bedeni çürüyerek toprak olacaktır. Fakat
insanın cevherini, hakikî varlığını ve üstün cihetini teşkîl eden ruh, maddî
olmadığı için yaşamaya devam edecektir.
İnsanı ilk defa yoktan vâr eden Allah, onun cismini kıyâmet
günü tekrar yaratacak, ruhunu ona döndürerek tekrar diriltecek, bu dünyada
yaptıklarından hesaba çekip ceza ve mükâfatını verecektir. Onun için insanın,
dünya hayatına inandığı ve oradaki saadetine çalıştığı gibi, âhiret hayatına da
inanması ve oradaki mutluluğu için de çalışması gerekir. Aslında bu dünya bir
deneme yeri, bir imtihan salonu ve âhiretin ekin mahallidir.
Burada ne ekilirse, orada o biçilecektir. Bu sebeple âhiret
hayatı, dünya hayatının gayesidir. İnsan dünyası için çalıştığı gibi, ebedî
hayat yeri olan ahireti için, oradaki saadet ve mutluluğu için de çalışmalıdır.
Bu ise onun âhirete inanarak Allah'ın emirlerine uyması, yasaklarından kaçması,
hayırlı işleri yapması, böylece Rabbinin rızasını kazanması, yani, tam bir
İslâmî hayat yaşaması ile mümkündür.
Âhirete îmanın önemini bu şekilde belirttikten sonra, insan
hayatı üzerindeki tesirlerini de şu şekilde özetleyebiliriz:
Yüce Allah'a ve ebediyet ülkesi ahirete îman, insanların
ümitlerini yenilemek, acılarını hafifletmek ve karşılaştığı zorlukları yenmekte
en büyük yardımcıdır.Çünkü böyle bir îmana sâhip olan bir kimse, bütün
musibetlere sabırla karşılık verir, başına gelen felâketler karşısında
ümitsizliğe düşmeden, o engelleri aşmaya şevkle ve ümitle çalışır.
Âhirete îman, insanı iki güzel vasfa sâhip kılar:
1. Bollukta, verdiği nimetler için Allah'a şükretmek,
2. Darlıkta ise, hâline sabretmek ve Rabbine isyân
etmemek...
Allah'a ve âhirete îman, insanı daima iyilik ve hayır
işlemeye, şerden ve kötülüklerden kaçınmaya, ahlâk ve fazilet ile zinetlenmeye,
Allah'tan korkarak her işinde O'nun koyduğu İlâhî ölçülere uymaya da sevk eder.
Böyle bir îman sâhibi, hiçbir işinde doğruluktan ayrılmaz. Her şeyi zamanında
ve eksiksiz yapar. Nefsine, ailesine, çevresine, vatan ve milletine, hattâ
insanlığa karşı dürüst hareket eder. Onlara samimî olarak sevgi ve şefkat
göstermeyi, faydalı olmayı, hizmet edebilmeyi kendine hayat düsturu bilir.Hak
ve adaletten de ayrılmaz, kimseye zulmetmez.
Zengin olmak istese, kötü yollara sapmaz, hile yapmaz,
kimseyi aldatmaz. Malını daima hayırlı ve faydalı işlere sarf eder. Kendi
hakkını bilir, başkalarının da hukukunu gözetir. Fakir ve düşkünlere yardım
elini uzatmaktan zevk duyar. Kendisi için sevdiğini mümin kardeşi için de
sever. Çünkü o, ceza ve mükâfat günü olan âhirete kesin olarak inanmakta, bu
dünyada yapılan işlerin orada hesabının verileceğini bilmekte, her hareketini
bu esasa göre ayarlamaktadır. Bu esas, ferd ve cemiyetin hayatını düzenleyen,
sulh ve huzuru temin eden çok önemli bir faktördür.
Genel Bir
Bakış
Kaza-Kader:
Müslümanlar arasında ve Kelâm ilmi litaratüründe bu terim, genellikle
"Kaza ve Kader"
şeklinde geçer. Bu iki kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir. Bazı
hadislerde, "Kadere
İman", Hayrı
ile Şerri ile kadere iman" diye geçmekte ise de çok de fa
bir arada kullanılmaktadır.
Ancak
genellikle Eş'arîler "Kaza
ve Kader", Mâturidîler ise "Kader ve Kaza"
diye zikrederler. Bu kullanış, Kur'ân-ı Kerimde bir çok âyetlerde, ayrı
yerlerde ve farklı anlamlarda geçen "kaza"
ve "kader"
kelimelerine verilen değişik anlamlardan ileri gelmektedir. Önemli olan; bu
manaları iyi anlamak ve herşeyin Allahu Teâlâ'nın ezelde takdir ve tayin ettiği
kaderine, yani ilahi ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine
kesinlikle iman etmektir. Çünkü İslâm inançlarına göre her şeyin "takdir'i
ilahi" ile yani "ilâhî kadere"
uygun olarak yeri ve zamanı geldiğine, yani yaratıldığına inanmak şarttır.
Ancak kader
konusu kelâm âlimleri ve İslâm düşünürleri arasında derin görüş ayrılıklarına
ve çetin tartışmalara sebep olan, anlaşılması ve çözümü çok zor bir mesele,
hatta bazılarınca "İlâhî
bir sır" olarak kabul edilmektedir. Gerçek şudur ki; Selefiyye,
Muhaddisler ve Ehl-i Sünnet Kelamcılarının ortak görüşüne göre, Allahu Teâlâ'ya
ve onun, ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman, "kaza ve
kadere iman" etmeyi de gerektirir. Çünkü lugat ve ıstılah manalarını
açıklayınca anlaşılacağı gibi, "kader" Hak Teâlâ'nın "İlim"
ve "İrade"
sıfatlarına, "kaza"
da "Kudret"
ve "Tekvin"
sıfatına dayanır.
Yani bu
sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve gereğidir. Bu esasa dayanılarak ve İslâm
inançları arasındaki önemli yeri dikkate alınarak, bir de, peygamberimiz
(a.s)'ın meşhur "Cibril
Hadisi" de, nakli delil sayılarak "Kaza ve Kadere İman"
ayrıca belirtilmiş ve "İman
Esasları" arasında altıncı esas kabul edilmiştir.
Kazâ, zamanı
gelince ezelî ilmine ve takdîrine uygun olarak eşya ve olayları yaratmasıdır.
Kader, Cenâb-ı
Hakkın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak, iyi-kötü her şeyin oluş zamanını,
yerini ve her türlü özelliklerini ezelden bilmesi, öylece takdir ve tespit
etmesidir.
Bu tariften
anlaşıldığına göre, kader yüce Allah'ın ilim ve irâde sıfatının bir tecellisi,
kaza da tekvîn sıfatının eseridir.Allah bütün kâinatı ve kâinat içinde bulunan
canlı - cansız bütün varlıkları bir programa göre yaratmıştır. Allah kainatta
meydana gelecek bütün hâdiseleri bildiği gibi, en ufak bir zerrenin ne gibi
hareketler yapacağını dahi, en ince teferruatına kadar bilir. İlmi her şeyi
kaplamıştır.
Kâinatta
görünen eşsiz nizam ve hârika düzen, onu, Allah'ın bilerek plânladığını,
programladığını ve her şeyi o plân ve programa göre, zamanı gelince yaratmakta
olduğunu gösterir. İşte Allah'ın kâinatı yaratmadan evvel ezelde çizdiği bu
programa kader denir. Zamanı gelince bu programı tatbike koyması da kazâdır. Şu
halde kazâ ve kadere îman; Allah'ın her şeyi bildiğine, ezelde programladığına,
sonra da zamanı gelince eşya ve olayları o bilgi ve programa göre yaratmakta
olduğuna tereddütsüz olarak îman etmektir.
Âlemde Hayrın Yanında Şerler de Yaratılmaktadır
Hayrı da,
şerri de yaratan Allah'tır. Bu inanış, Kadere îmanın bir cüzüdür. Ancak âlemde
yaratılan hayırlar asıl, şerler ise ferîdir. Hayırlar küllî, şerler cüzîdir.
Şerrin yaratılması, “her
şey zıddıyla bilinir” kaidesiyle, hayrın hakikatı ve güzelliği ortaya çıkması
içindir. Meselâ hastalık olmasa, sıhhatin nasıl kıymetli bir nimet, büyük bir
ganimet olduğu bilinemezdi. Karanlık olmasa, ışığın değeri anlaşılamazdı.
Kötülük olmasa, iyiliğin fazîlet ve üstünlüğü idrâk edilemezdi. Alemde hayrın
yanında cüz'î kalan şerler hiç yaratılmasa idi, hayrın mâhiyeti ve güzelliği
tam görülemediği gibi; hayrın nevîleri, dereceleri, çeşitleri de anlaşılamazdı.
Böylelikle
cüz'î bir şerrin yaratılmaması neticesinde pek çok hayırlar vücuda gelemezdi,
dolayısıyla büyük bir şer ve zarar ortaya çıkardı. Ayrıca şer ve hayır
telâkkisi, çoğu zaman insanın anlayışına ve bakış açısına göre de
değişmektedir. İnsan bâzı şeyleri kendisi için şer ve çirkin bulurken, aslında
o şey onun hakkında tamamıyla hayırdır.
Fakat insan
hodgâm (bencil) ve zâhir-perest olduğu için, ilk bakışta kendi menfaatine
aykırı bulduğu her hâdiseye şer hükmünü verebilmektedir. Bunu bir misalle
açıklayalım: Mühim bir iş için uçağa binecek bir adam, bineceği uçağı kaçırsa,
bu ona büyük bir şer olarak gözükür. Çünkü menfaati zedelenmiş, dünyevî bir işi
aksamıştır. Ancak daha sonra havada uçağın kaza yapıp düştüğünü farz edelim. Bu
durum karşısında da, aynı insan, daha önce şer telâkki ettiği şeyin, aslında
kendisi için ne kadar hayırlı olduğunu düşünmeye başlayacaktır.
Demek ki ilk
bakışta insana şer gibi görünen pek çok hâdise, netice itibariyle iyi ve
hayırlı olabilmektedir... Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri bu hakikati ne
güzel dile getirmiştir:
“Hak şerleri
hayreyler
Zannetme ki
gayreyler
Ârif anı
seyreyler
Mevlâ görelim
neyler
Neylerse güzel
eyler...” [604]
Şerrin
Allah'ın ilmi ve iradesi dışında meydana geldiğini ve Allah'ın şerleri
yaratmadığını söylemek; Allah'ın İlim, İrâde ve Kudret sıfatlarının bir hududu
ve sınırı olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise, ulûhiyetin şânına bir
noksanlık isnâdı olduğu gibi, kâinatın bir plân ve programa göre yaratıldığı
gerçeğine de zıttır.Bunun içindir ki Hayır ve şerrin de Allah'tan olduğu, Allah
tarafından yaratıldığı hususu, Kaza ve Kadere îmanın içinde yer almış ve bu
inanç üzerinde ayrıca durulup teyit edilmek lüzumu duyulmuştur.
Hayır da Şer de Allah’tandır
Allah Teâlâ
bizim yapacağımız iyi-kötü bütün hareketlerimizi, hayır ve şer bütün
davranışlarımızı bilir ve zamanı gelince de yaratır. O'nun bu bilmesi ve yaratması,
bizim mesûliyetten kurtulmamızı gerektirmez. Zira Allah, biz insanlara, iyi ile
kötüyü, hayır ile şerri birbirinden ayırt edip bunlardan birini tercih etme
irâde ve ihtiyarını, kabiliyet ve hürriyetini de vermiştir. İnsandaki bu
ihtiyar ve irâdeye, "cüz'-i
ihtiyar" veya "cüz'-i irâde"
denir.
İnsan bu
kabiliyetini kullanarak iyiyi veya kötüyü, hayrı veya şerri seçebilir. Allah da
onun bu tercihine göre, fiilini yaratır. Demek ki, Allah kulun iyi veya kötü
fiillerini, onu iyilik ve kötülük yapmaya zorlayarak değil, bilakis irâde ve
ihtiyarını kullanması sonucu yaptığı tercihe göre yaratmaktadır. Kul iyiyi
tercih ettiyse iyiyi yaratır, kötüyü tercih ettiğinde de kötüyü... Bu durumda
mesûliyet de, seçim ve tercihi yapan insana ait olur.
Özet olarak
denebilir ki, kulun fiillerinde şerri ve kötüyü yaratan Allah'tır; fakat onu
isteyen, kazanan, kesp eden insandır. Bu sebeple mesuliyet de insana aittir.
Allah Ezelde, Olacak Her Şeyi Bilmesi
Hayır. Çünkü
kulun bir şeyi yapacağını Allah'ın bilmesinin, kulun fi'li üzerinde zorlayıcı
bir tesiri yoktur. Bunu bir misalle izah edelim:
Astronomik
incelemeler neticesi 1 sene sonra ayın tutulacağını bildiğimizi farz edelim.
Günü gelince ay tutulsa, bu, ayın biz bildiğimiz için tutulduğu mânasına
gelebilir mi? Hayır. Çünkü ay, biz bildiğimiz için değil, tutulma sebeplerinin
varlığından dolayı tutulmuştur. Biz o sebepleri daha bir sene önceden ilmî
incelemelerle keşfederek ayın tutulacağı hususunda bilgi sahibi olduk. Hiçbir
zaman biz ayın tutulacağını söylediğimiz için ay tutulmadı.
Aynen bu misal
gibi, Allah da kulun irâdesini hayır veya şerden hangi istikamette kullanarak
nasıl bir davranış yapmak istediğini önceden bilir, onu tespit ve takdîr eder.
Zamanı gelince de kulun istediği istikamette yaratır. Allah'ın bu bilmesi,
kulun o fiili işlemeyi isteyeceği içindir. Yoksa, Allah bildiği için kulun o
işi yapmayı istemesi ve işlemesi söz konusu değildir.
Şu halde,
kulun irâdesini kullanarak işlediği fiillerini Allah'ın ezelde bilip takdîr
etmesi, kulu mesuliyetten kurtarmaz. Çünkü, bu bilişte kulu bir zorlama, irâde
ve ihtiyarını ortadan kaldırma durumu kesinlikle yoktur.
Kaza ve Kader
Kaza ve Kadere
îman, aslında imanın son hududunu gösteren, hal ve vicdanla ilgili çok ince bir
meseledir. Mü'min kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna îman ile, her
şeyi, hatta nefsini ve fiillerini bile Cenâb-ı Hakka verir. Bu durumda,
mesuliyetten kaçmaması için karşısına cüz'-i ihtiyârî çıkar. "İstek ve
iradenle yapıyorsun, o halde mesulsün" der. İnsan cüz'-i ihtiyârîsine
dayanıp yaptığı iyilik ve kemâlâtı nefsine mâl edip mağrur olacakken, bu sefer
de karşısına kadere iman çıkar. "Haddini bil, yapan sen değilsin.
Yapan ve yaratan, takdîr ve irâde eden Allah'tır"
der.
Görüldüğü
gibi, kader nefsi gururdan, kibirden kurtarmak; cüz'-i ihtiyarî de mesuliyet ve
mükellefiyetten kaçmasına fırsat vermemek için îmanın esasları arasına dahil
olmuşlardır.
Bunun aksi,
yani, insanın mesuliyetten kurtulmak için kadere yapışması; yaptığı iyilik ve
hasenelerle gururlanması için de cüz'-i ihtiyarîye sarılması, kadere îmanın sır
ve hikmetine aykırıdır.
Kaza ve Kadere İnancın İnsan Hayatı Üzerindeki Tesirleri
Kaza ve Kader
inancı, insanda yesin ve ümitsizliğin ve kederin en büyük ilâcıdır. İnsan,
başına gelen felâket ve musîbetlere, kadere olan inancı sebebiyle, Allah'ın
takdîri gözüyle bakıp kendini teselli eder. Onun takdîrine rıza gösterir.
Kudreti sonsuz bir Rabbın murâkabesi altında olduğunu hisseder. O belâ ve
musibetin Allah'tan geldiğini bildiğinden, kurtulmak için yalnızca O'na iltica
eder, O'na yalvarır. Gelen musibetin kendisi için kefâret ve af sebebi olduğunu
düşünür, sabır ve metanet gösterir. Bu sırdandır ki:
“Kadere îman eden, kederden emîn olur” denilmiştir.
Kadere îman,
insan rûhunu dünya kadar ağır yüklerden de kurtarır. Çünkü insan, bütün
kâinatla alâkadardır. Maksatları ve arzuları, ideal ve hedefleri sonsuzdur.
Kudret, irâde ve hürriyeti ise, sınırlı ve mahduttur. Arzu ve maksatlarının,
düşünce ve fikirlerinin bâzen binde birini bile gerçekleştirmeye gücü yetmez.
Bu durumda insanın gerçekleşmeyen arzu, ideal ve düşünceleri, onu mânen baskı
altında tutar, ruhunu ezer, kalp ve vicdanını sızlatır. Ümitsizliğe düşürür.
İşte kadere îman, bu durumdaki bir insanın en büyük teselli kaynağı, şevk ve
gayret membaı, ümit ışığı, üzerindeki ağırlıkları yükleyebileceği metin bir
istinad noktasıdır.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, kader, insanı gurur ve kibirden kurtarır. Nefsin ve
benliğin insanı havalandırarak yoldan çıkarmasına, bir nevi firavunlaştırmasına
mâni olur. Tevazu' ve mahviyet sâhibi kılar.
İrade: İstemek, dilemek, meyletmek, arzulamak.
Kelâm ilminde Allah'ın bir sıfatı ve aynı zamanda insanın bir özeliği olarak
ele alınmıştır.
Allah'ın
sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her
şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet
edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani
Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade
sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak
surette geçerlidir.
خَالِدينَ
فيهَا مَا
دَامَتِ
السَّموَاتُ وَالْاَرْضُ
اِلَّا مَا
شَاءَ
رَبُّكَ اِنَّ
رَبَّكَ
فَعَّالٌ
لِمَا يُريدُ
"Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla
yapabilen ve yerine getirebilendir."[605]
Bu
konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir:
اِنَّمَا
اَمْرُهُ
اِذَا
اَرَادَ
شَيًْا اَنْ
يَقُولَ لَهُ
كُنْ
فَيَكُونُ
"Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu
sadece o şeye "ol " demektir; o da hemen olur."[606]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَوْفُوا
بِالْعُقُودِ
اُحِلَّتْ
لَكُمْ
بَهيمَةُ
الْاَنْعَامِ
اِلَّا مَا
يُتْلى
عَلَيْكُمْ
غَيْرَ
مُحِلِّى
الصَّيْدِ
وَاَنْتُمْ
حُرُمٌ اِنَّ
اللّهَ
يَحْكُمُ مَا
يُريدُ
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer";[607]
"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder."[608]
Allah'ın
iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl
oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm
tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç
asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık
bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir.
Bu
irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da
dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir
ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili
yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi
esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi
dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini
kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye
İslâm
akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir.
Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve
mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar
(ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm
akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir ilahî
kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kainatın Allah karşısında pasif olduğu
düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da
tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana
tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna
Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir.
Burada
İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm
tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı
olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki
fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de
denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir
iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye
ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi
ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür.
Her ne
kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım
hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri
için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte
serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı
bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya
yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın
kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile
ortak olmuştur.
İşte
buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde
hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı
Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve
fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona
denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu
halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama
aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine
getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin
neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.
Kur'an-ı
Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur:
a-
Tekvinî İrade: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.
Yukarıdaki
ayetler bunun misalidir.
b-
Teşriî irade: Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın
irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.
َ يُريدُ
اللّهُ
بِكُمُ
الْيُسْرَ
وَلَا يُريدُ
بِكُمُ
الْعُسْرَ
"Allah size kolaylık diler, zorluk
dilemez"[609] ayeti bu türdendir.
Allah
Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine
bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır.
Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.
Allah
Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat
hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur.[610]
Hürriyet,
Allah’ın insanoğluna bahşettiği büyük bir nimettir. Hareketlerinde tam
anlamıyla hür olan insanoğlu, elindeki bu büyük fırsatla dilerse dünya ve
ahiretin bahtiyarları arasında yer alır. Dilerse, hürriyetini Allah’ın
haricindeki şeylere kaptırarak hem dünya ve hem de ahirette en bedbahtlar arasında
yer alır.Hürriyet kadar güzel, özgürlük gibi saadet yoktur. Bazıları
insanoğlunun bu hürriyetine göz dikmiştir. Bunların başından Şeytan, nefis ve
zalimler gelir. Fakat bunlarında insanoğlunun sadece bedenine hüküm
edebilirler. Oysa asıl özgürlük insanın yüreğinde saklıdır. Oraya insanın
müsaadesi olmadan hiç kimse giremez.
Bu ne
büyük bir hürriyet Allahım!
Bu ne
güzel, evrensel bir özgürlük Allahım!
Kaza ve
Kaderle İlgili Görüşler
Ehl-i
Sünnetin iki kolu olan Maturidi ve Eşari itikadi mezheplerine göre, Kaza
hakkında söylenenler Kader için, Kader hakkında söylenenler de kaza için
söylenebilir. Ehl-i Sünnetin bu iki mezhebi, Kaza ve Kaderin sözlük ve terim
olarak anlamları konusunda birbirlerinin tersini söylerler. Yani Maturidilerin
Kaza dediğine Eşariler Kader, Eşarilerin Kaza dediğine de Maturidiler Kader
demektedir. Kaza ve Kader kelimeleri lügat manaları yönünden bu iki anlayışa da
uyar.
Yine
Ehl-i Sünnete göre insan belirli ölçülere göre hareket eden hür bir varlıktır.
O işlerini kendi irade ve ihtiyarıyla yapar.
Cebriyeye
göre insan fiillerinde, yaptığı işlerde mecburdur. İnsanın iradesi, gücü
yoktur. O fiillerini zorunlu yapar.
Mutezileye
göre insan irade, güç sahibidir ve kendi fiillerinin yaratıcısıdır. Onlara göre
insan kendi fiillerini yaratırsa ancak hür ve sorumlu olur, ceza ve mükafat
ancak böyle tahakkuk eder.
Sonuç
olarak, Ehl-i Sünnetin bu konudaki görüşü aşırılıktan uzak, Kur’an ve Sünnetin
ruhuna uygun orta yolu temsil etmektedir.
Kaza ve Kaderle İlgili Ayet ve Hadisler
Yüce
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
اَلَمْ تَرَ
اِلَى
الَّذِينَ
خَرَجُوا مِنْ
دِيَارِهِمْ
وَهُمْ
اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ
فَقَالَ
لَهُمُ اللهُ
مُوتُوا
ثُمَّ
اَحْيَاهُمْ
اِنَّ اللهَ
لَذُو فَضْلٍ
عَلَى
النَّاسِ
وَلَكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ لاَ
يَشْكُرُونَ
“Binlerce
oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin
mi? Allah onlara "Ölün!" dedi (öldüler). Sonra onları diriltti.
Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez.”[611]
اَلَّذِى
لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ
وَلَمْ
يَتَّخِذْ
وَلَدًا وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ
شَرِيكٌ فِى
الْمُلْكِ وَخَلَقَ
كُلَّ شَىْءٍ
فَقَدَّرَهُ
تَقْدِيرًا
“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur.O bir çocuk
edinmemiştir, mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve
düzen vermiştir.”[612]
وَاِنْ مِنْ
قَرْيَةٍ
اِلاَّ
نَحْنُ
مُهْلِكُوهَا
قَبْلَ
يَوْمِ
الْقِيَمَةِ
اَوْ مُعَذِّبُوهَا
عَذَابًا
شَدِيدًا
كَانَ ذَلِكَ
فِى
الْكِتَابِ
مَسْطُورًا
“Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden
önce ya helâk edecek veya en çetin bir şekilde azaplandıracağız. Bu, Kitapta
(levh-i mahfuzda) yazılıdır.”[613]
اَللهُ
الَّذِى
خَلَقَ
سَبْعَ
سَمَاوَاتٍ وَمِنَ
اْلاَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ اْلاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوآ اَنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
وَاَنَّ
اللهَ قَدْ
اَحَاطَ بِكُلِّ
شَىْءٍ
عِلْمًا
“Allah, yedi kat göğü ve
yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki,
böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını
bilesiniz.”[614]
ـ عن جابر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يُؤْمِنُ
عَبْدٌ حَتّى يُؤمِنَ
بِالْقَدَرِ
خَيْرِهِ
وَشَرِّهِ،
وَحَتّى
يَعْلَمَ
أنَّ مَا
أصَابَهُ
لَمْ يَكُنْ
لِيُخْطِئَهُ،
وَمَا
أخْطَأهُ لَمْ
يَكُمْ
لِيُصِيبَهُ.
Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden) isabet edecek şeyi
atlatmayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de yakalamayacağını
bilmedikçe iman etmiş olmaz."[615]
ـ وعن
عُبَادَةِ
بْنِ
الصَّامِتْ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
أنه قال بنه
عند الموت: ]يَا
بُنَىَّ
إنَّكَ لَنْ
تَجِدَ
طَعْمَ حَقِيقَةِ
ا“يمَانِ
حَتّى
تَعْلَمَ
أنَّ مَا أصَابَكَ
لَمْ يَكُنْ
لِيُخْطِئَكَ،
وَمَا أخْطَأكَ
لَمْ يكُنْ
لِيُصِيبَكَ،
فإنِّى سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
يَقُولُ:
إنَّ أوَّلَ
مَا خَلَقَ
اللّهُ
الْقَلَمَ.
فقَالَ لَهُ:
اكْتُبْ. قَالَ:
يَا رَبِّ
وَمَا
أكْتُبْ؟
قَالَ:
اكْتُبْ مَقَادِيرَ
كُلِّ شَىْءٍ
حَتّى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ.
يَا بُنَىَّ
سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
مَنْ مَاتَ
عَلى غَيْرِ
هذا فَلَيْسَ
مِنِّى.
Ubade İbnu's-Samit (radıyallahu anh) oğluna ölümü sırasında demiştir ki:
"Oğulcuğum, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını,
kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe sen, imanın hakikatının tadını asla bulamazsın. Zîra
ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
işittim:"Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve:
"Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz!"
dedi."Oğulcuğum, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan şunu da
işittim:"Kim bu inanç dışında olarak ölürse benden değildir."[616]
ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قَال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
الْمُؤْمِنُ
الْقَوِيُّ
خَيْرٌ
وَأحَبُّ إلى
اللّهِ مِنَ
الْمُؤْمِنِ
الضَّعِيفِ،
وَفي كُلٍّ
خَيْرٌ. احْرِصْ
على مَا
يَنْفَعُكَ،
وَاسْتَعِنْ
بِاللّهِ وََ
تَعْجِزْ،
وَإنْ
أصَابَكَ
شَىْءٌ فََ
تَقُلْ: لَوْ
أنِّي
فَعَلْتُ
لَكَانَ كَذَا
وَكَذَا،
وَلَكِنْ
قُلْ: قَدَّرَ
اللّهُ،
وَمَا شَاءَ
فَعَلَ. فإنَّ
لَوْ
تَفْتَحُ عَمَلَ
الشَّيْطَانِ.
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kuvvetli mü'min, Allah nazarında
zayıf mü'minden daha sevgili ve daha hayırlıdır. Aslında her ikisinde de bir
hayır vardır. Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah'tan yardım
dile, acz izhar etme. Bir musibet başına gelirse: "Eğer şöyle yapsaydım bu
başıma gelmezdi!" deme. "Allah
takdir etmiştir. Onun dilediği olur!" de! Zira "eğer" kelimesi
şeytan işine kapı açar."[617]
Sonuç olarak; Ehl-i Sünnet'e göre; "kaza
ve kadere iman", iman esaslarındandır. Yukarıda işaret olunduğu üzere,
Ehl-i Sünnet'e göre Allahu Teâlâ'ya ve O'nun mukaddes sıfatlarına iman etmek,
"kaza ve kadere" imanı da gerektirir. Çünkü kader, Hak Teâlâ'nın
"ilim" ve "irade" sıfatlarının, kaza da "kudret"
veya "tekvin" sıfatının birer gereğidir. Yani, "kaza ve kader
akidesi" Allah'a ve O'nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman
etmenin zorunlu bir neticesidir. Kadere imanı inkâr etmek, zâtullaha sâbit olan
zâtî ve subûtî sıfatları inkâr etmek demektir. Bu yüzden önemi dikkate
alınarak, kaza ve kadere iman İslâm'da iman esaslarından sayılmış ve altıncı
esas olarak "müslüman'ın Âmentüsü"nde yer almıştır.
Tevekkül: Acizlik gösterme, başkasına güvenip
dayanmak, Allah'a güvenme, O'nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin
olarak inanma ve alınması gereken tedbirleri almak anlamında Kur'anî bir terim.
Tariften
de anlaşıldığı gibi tevekkül; müslümanın, yapacağı işlerde tüm zahiri sebeplere
sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü
bunlara bağlamayıp sadece Allah'a dayanmasıdır. Tevekkül, hiç bir zaman,
çalışmayı ve sebebe sarılmayı terkedip, “Allah'ın dediği olur" diyerek kenara çekilmek değildir.[618]
Nitekim
Hz. Peygamber, devesini salıvererek Allah'a tevekkül ettiğini söyleyen bir
bedeviye "Onu bağla da öyle tevekkül
et" buyurmuştur.[619]
İslâm
inancına göre; yaratıkların bütün fiilleri, halleri ve sözleri yüce Allah'ın
kaza ve takdîri ile meydana gelir.[620]
Onun
için İslâm alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, insanlara ve aracılara
değil, sadece Allah'a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder. Bir ayette
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَعَلَى
اللّهِ
فَلْيَتَوَكَّلِ
الْمُؤْمِنُونَ
"Müslümanlar sadece Allah'a dayanıp güvensinler."[621]
Hz.
Peygamber de şu sözleri ile müslümanlara tevekkülü tavsiye etmektedir: "Eğer
siz Allah 'a hakkıyla tevekkül derseniz, o sizi kuşu rızıklandırdığı gibi
rızıklandırır." [622]
Hz.
Ömer, Medine'de boşta gezen bir gruba: "Siz necisiniz?" diye sordu. Onlar da: "Biz mütevekkilleriz", dediler. Bunun üzerine büyük
halife: "Hayır,
siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici)lersiniz. Siz yalancısınız, tohumumu
yere atıp sonra tevekkül edene mütevekkil denir" dedi.
Bu olay
tevekkülden ne anlaşılması gerektiğini çok güzel ifade etmektedir. Gerçek
tevekkül güzel bir davranış, ahlâkî bir fazilettir. Cenab-ı Hak, müslümanlara
tevekkülü emretmiş ve mütevekkil olanları sevdiğini haber vermiştir:
وَتَوَكَّلْ
عَلَى
الْحَىِّ
الَّذى لَايَمُوتُ
وَسَبِّحْ
بِحَمْدِه
وَكَفى بِه
بِذُنُوبِ
عِبَادِه
خَبيرًا
"Bir de, daima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen
Allah'a tevekkül et."[623]
اِنَّمَا
الْمُؤْمِنُونَ
الَّذينَ
اِذَا ذُكِرَ
اللّهُ
وَجِلَتْ
قُلُوبُهُمْ
وَاِذَا
تُلِيَتْ
عَلَيْهِمْ
ايَاتُهُ
زَادَتْهُمْ
ايمَانًا
وَعَلى
رَبِّهِمْ
يَتَوَكَّلُونَ
"Müminler, ancak o kimselerdir ki Allah
anılınca kalpleri ürperir, onlara Allah'ın ayetleri okunduğunda o ayetler
onların imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler."[624]
Tevekkül,
müslümanların kadere olan inançlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse,
Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı kimsedir. Fakat, nasıl
kadere inanmak tembel tembel oturmayı, herşeyden el etek çekmeyi
gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek
mütevekkil çalışmadan kazanmayacağını, ekmeden biçilemeyeceğini, amelsiz
Cennet'e girilemeyeceğini, ihlasla ibadet ve taatta bulunmadan Allah'ın
rızasına kavuşulamayacağını bilir.
Hz.
Peygamber (a.s):
ـ عن
أمّ سَلَمَة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت: كَانَ
رسولُ
اللّهِ
إذَا خرَجَ
مِنْ بَيْتِهِ
قالَ: بِسْمِ
اللّهِ
توَكَّلْتُ عَلى
اللّهِ.
اللَّهُمَّ
إنَّا
نَعُوذُ بِكَ مِنْ
أنْ نَذِلَّ،
أوْ نَضِلَّ،
أوْ
نُظْلَمَ،
أوْ
نَجْهَلَ،
أوْ يُجْهَلَ
عَلَيْنَا.
Ümmü Seleme
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) evinden
çıktığı zaman şu duayı okurdu: "Allah'ın adıyla Allah'a tevekkül ettim.
Allahım! zillete düşmekten, dalâlete düşmekten, zulme uğramaktan, cahillikten,
hakkımızda cehâlete düşülmüş olmasından sana sığınırız".[625]
ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قالَ رسولُ
اللّهِ : مَنْ
قالَ إذَا
خَرَجَ مِنْ
بَيتِهِ
بِسْمِ
اللّهِ
تَوَكَّلْتُ
عَلى اللّهِ،
وََ حَوْلَ
وََ قُوَّةَ
إَّ بِاللّهِ،
يُقَالُ لَهُ:
حَسْبُكَ
هُدِيتَ وَكُفيتَ
ووُقِيتَ
وَتَنَحَّى
عَنْهُ الشَّيْطَانُ.
Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Evinden çıkınca kim: "Allah'ın adıyla, Allah'a
tevekkül ettim, güç kuvvet Allah'tandır" derse kendisine: "İşine bak,
sana hidâyet verildi, kifâyet edildi ve korundun da" denir, ondan şeytan
yüz çevirir."[626]
ـ
وعن المغيرة
بن شعبة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنِ
اكْتَوَى أوِ اسْتَرْقَى،
فقَدْ بَرِئَ
مِنَ
التَّوَكُّلِ.
Muğîre İbnu
Şu'be radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim vücudunu dağlatır veya rukye yaptırırsa tevekkülü
terketmiş olur."[627]
ـ
وعن عُمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ : لَوْ
أنَّكُمْ تَتَوَكَّلُونَ
عَلى اللّهِ
حَقَّ
تَوَكُّلِهِ
لَرَزَقَكُمْ
كَمَا
يَرْزُقُ
الطَّيْرَ،
تَغْدُو
خِمَاصاً
وَتَرُوحُ
بِطَاناً.
Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de,
kuşları rızıklandırdığı gibi
rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz."[628]
ـ عن
أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
كَيْفَ
أنْعَمُ
وَقَدِ الْتَقَمَ
صَاحِبُ
الْقَرْنِ
الْقَرْنَ
وَحَنَا
جَبْهَتَهُ
وَاضِعاً سَمْعَهُ
يَنْتَظِرُ
أنْ يُؤْمَرَ
فَيَنْفُخَ.
فَكأنَّ
ذلِكَ ثَقُلَ
عَلى
أصْحَابِهِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم،
فقَالُوا:
كَيْفَ نَفْعَلُ
أوْ كَيْفَ
نَقُولُ؟
قَالَ: قُولُوا:
حَسْبُنَا
اللّهُ
وَنِعْمَ
الْوَكِيلُ، تَوَكَّلْنَا
عَلى اللّهِ،
وَرُبَّمَا
قَال: عَلى
اللّهِ
تَوَكَّلْنَا.
Ebu Said
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm):"Sûrun sahibi (İsrafil aleyhisselam), sûr denen borusunu ağzına
dayamış, yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken ben nasıl
tereffühle (dünya nimetlerinden) istifade edebilirim?" buyurmuşlardı. Bu, sanki ashabına çok ağır
gelmişti:"Peki biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah'ın Resûlü?"
diye sordular. Onlara: "Hasbünallah ve ni'melvekil (Allah bize yeter, o
ne güzel vekildir!), Allah'a tevekkül
ettik. -belki de "tevekkülümüz Allah'adır!" demişti- deyiniz!" diye emir
buyurdular."[629]
ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَجُلٌ
لِرَسُولِ
اللّهِ:
أُعْقِلُهَا
وَأتَوَكَّلُ
أوْ
أُطْلِقُهَا
وَأتَوَكَّلُ؟
قَالَ:
اعْقِلْهَا
وَتَوَكَّلْ.
Hz. Enes (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Hayvanımı bağlayarak mı yoksa serbest bırakarak mı Allah'a tevekkül
edeyim?" diye sormuştu. Ona:
"Bağla ve tevekkül et!" buyurdu."[630]
Tevekkül,
sebepleri terk etmek, yapılması gerekeni yapmamak değildir.
Tevekkül,
bütün tedbirler alındıktan, iyi ve kötü ihtimaller düşünüldükten sonra, işi
Allah’a havale etmektir. İnsan kendine düşeni yerine getirdikten sonra imanın
en üstün derecesi olan yakini imanla Allah’a tevekkül eder, işin sonucunu
Allah’a bırakır.
c) Hidayet
Hidâyet: İrşat etmek, doğru yolu göstermek, rehberlik
yapmak. Zıddı; Saptırmak, yanıltmak, dalâlete düşürmektir. Hidâyet kelimesi
(HDY) kökünden bir mastar olup terim olarak; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak,
İslâm'ın aydınlık yoluna girmektir.
Kişinin
bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi Cenab-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile
olur. Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde hidâyet ve dalâletten söz
edilmiştir!
قُلْ
يَا اَيُّهَا
النَّاسُ
قَدْ جَاءَكُمُ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَمَنِ اهْتَدى
فَاِنَّمَا
يَهْتَدى
لِنَفْسِه
وَمَنْ ضَلَّ
فَاِنَّمَا
يَضِلُّ
عَلَيْهَا
وَمَا اَنَا
عَلَيْكُمْ
بِوَكيلٍ
"Ey Muhammed de ki: Ey insanlar, size Rabbiniz
tarafından bir hak geldi. Kim doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola
gitmiş olur. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil
değilim."[631]
وَمَنْ
يُضْلِلِ
اللّهُ فَمَا
لَهُ مِنْ هَادٍ
"Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola
sevk edecek, hiç bir kimse bulunmaz"[632]
وَكَذلِكَ
جَعَلْنَا لِكُلِّ
نَبِيٍّ
عَدُوًّا
مِنَ
الْمُجْرِمينَ
وَكَفى
بِرَبِّكَ
هَادِيًا
وَنَصيرًا
"Biz, her Peygamberin karısına, böylece
mücrimlerden bir düşman çıkarmışızdır. Yol gösterici ve yardımcı olarak sana
Rabbin yeter."[633]
İslâm'ın
hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar âyette şöyle uyarılır:
اِنَّ
الَّذينَ
يَكْتُمُونَ
مَا اَنْزَلْنَا
مِنَ
الْبَيِّنَاتِ
وَالْهُدى
مِنْ بَعْدِ
مَابَيَّنَّاهُ
لِلنَّاسِ
فِى الْكِتَابِ
اُولئِكَ
يَلْعَنُهُمُ
اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ
اللَّاعِنُونَ
(*) اِلَّا
الَّذينَ
تَابُوا
وَاَصْلَحُوا
وَبَيَّنُوا
فَاُولئِكَ
اَتُوبُ
عَلَيْهِمْ وَاَنَا
التَّوَّابُ
الرَّحيمُ
"İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz
insanlara kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah
lânet eder. Hem de bütün lânet edebilenler lânetler. Ancak tevbe edip
kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesna. İşte
onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok
merhamet edenim."[634]
Cenab-ı
Hakk'ın bazı kimselere hidayeti nasip etmemesinin sebepleri âyetlerde şöyle
açıklanır:
اِنَّ
اللّهَ
لَايَهْدى
مَنْ هُوَ
مُسْرِفٌ
كَذَّابٌ
"Yalancılık ve küfürde ısrar etme."[635]
وَاِنْ
يَكُ
كَاذِبًا
فَعَلَيْهِ
كَذِبُهُ
"Âşırı yalancılık."[636]
اِنَّ
اللّهَ
لَايَهْدِى
الْقَوْمَ
الْفَاسِقينَ
"Zâlim ve fâsık olma."[637]
Bir
kimsenin, Allah dilemedikçe, Peygamber'in istemesiyle hidayete kavuşamayacağı
ayetlerde şöyle ifade edilir:
اِنَّكَ
لَاتَهْدى
مَنْ
اَحْبَبْتَ
وَلكِنَّ
اللّهَ
يَهْدى مَنْ
يَشَاءُ
وَهُوَ اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدينَ
"Ey Muhammed şüphesiz sen, sevdiğini hidayete
erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hidâyete erdirir. O, hidayete erecekleri
çok iyi bilir."[638]
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
كُلُوا مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَارَزَقْنَاكُمْ
وَاشْكُرُوا
لِلّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
اِيَّاهُ
تَعْبُدُونَ
"Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini
hidâyete erdirir."[639]
وَمَا
اَكْثَرُالنَّاسِ
وَلَوْ
حَرَصْتَ بِمُؤْمِنينَ
"Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların
çoğu inanmazlar.”[640]
Buhârî
ve Müslim'in naklettiği bir hadise göre, yukarıdaki ilk ayet Allah Rasûlünün
amcası Ebû Talib, Rasûlullah (a.s)'ı korur, ona yardım eder, bu yüzden Hz.
Peygamber onu tabiî bir sevgi ile severdi. Vefatına yakın, yanına gelerek şöyle
demişti: "Ey amca, Allah katında kendisiyle
senin lehinde şehadette bulunabileceğim bir kelimeyi; Allah'tan başka ilâh yoktur
kelimesini söyle" Ancak, Ebû Talib, bu kelimeleri söyleyemedi.[641]
Vefatından
sonra, Hz. Peygamber'in, onun hakkında istiğfarda bulunması üzerine hidayete
ermeyenler için yapılacak duanın geri çevrileceği şu âyetle bildirilmiştir:
مَا
كَانَ
لِلنَّبِىِّ
وَالَّذينَ
امَنُوا اَنْ
يَسْتَغْفِرُوا
لِلْمُشْرِكينَ
وَلَوْ
كَانُوا
اُولى قُرْبى
مِنْ بَعْدِ
مَا
تَبَيَّنَ
لَهُمْ اَنَّهُمْ
اَصْحَابُ
الْجَحيمِ
"Ne Peygamberin ne de Mü'minlerin, cehennemlik
oldukları belli olduktan sonra, yakın hısımları da olsa, müşrikler için af
dilemeleri asla doğru olmaz."[642]
Sonuç
olarak, bir kimse hidâyeti yüce Allah'tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak
için, salih amel işlemelidir. Allahu Teâlâ, irade-i cüz'iyesini hak yola dönmek
için kullanan ve iyi hal gösteren kimselere aydınlık yolu gösterir.
d)
Dalalet
Dalâlet: Yolunu şaşırma; kaybolma; azma; sapkınlık ve
batıla yönelme. Ayrıca, helâk olmak, batıl şey ve unutmak mânâlarına geldiği
gibi bilerek veya bilmeyerek, az veya çok doğru yoldan sapmak anlamlarına da
gelir. Nitekim "dâll" ve "dalâl" hem peygamberler hem de kâfirler için
kullanılmıştır:
اِذْ
قَالُوا
لَيُوسُفُ
وَاَخُوهُ
اَحَبُّ اِلى
اَبينَا
مِنَّا
وَنَحْنُ
عُصْبَةٌ اِنَّ
اَبَانَا
لَفى ضَلَالٍ
مُبينٍ
“(Kardeşleri) dediler ki: Yusuf'la kardeşi babamıza
bizden daha sevgilidir. halbuki bizler birbirine bağlı bir toplumuz. Herhalde
babamız apaçık bir hata (dalâl) içindedir."[643]
Âyette
görüldüğü gibi, hata kelimesi "dalâl" ile ifade edilmiştir.
Duhâ
sûresinde de peygambere hitaben;
وَوَجَدَكَ
ضَالًّا
فَهَدى
"Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi
mi?"[644]
buyurulmaktadır.
Buradaki şaşırma kelimesi de Kur'ân'da "dâll", yani yolunu kaybetmiş, şaşırmış demektir.
Dilimizde
dalâlete, sapmak, sapıklık ve sapkınlık denir. Dalâl, bazen gafletten ve
şaşkınlıktan doğar. Bu münasebetle dalâl; gaflet, şaşkınlık, kaybolma ve helâk
olma manalarına da kullanılır.
Aslında
dalâl, yoldan sapmak demek olduğu gibi, aklî sapma anlamlarında da
kullanılmıştır. Biz de dalâlet ve sapkınlığı batıla düşmeyi sadece dinde; dalâl
ve sapıklığı da akıl ve sözde kullanırız. Dâll kelimesinin çoğulu olan
"dâllîn", tam manasıyla, sapkınlar demektir.
اَمْ
تُريدُونَ
اَنْ
تَسَْلُوا
رَسُولَكُمْ
كَمَا سُئِلَ
مُوسى مِنْ
قَبْلُ
وَمَنْ يَتَبَدَّلِ
الْكُفْرَ
بِالْايمَانِ
فَقَدْ ضَلَّ
سَوَاءَ
السَّبيلِ
"Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz
dosdoğru yoldan sapmış olur."[645]
اِنَّ
اللّهَ لَا
يَغْفِرُ
اَنْ
يُشْرَكَ بِه
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ
وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا
بَعيدًا
“Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz derin bir
sapıklığa düşmüştür.”[646]
وَمَا
كَانَ
لِمُؤْمِنٍ
وَلَا
مُؤْمِنَةٍ اِذَا
قَضَى اللّهُ
وَرَسُولُهُ
اَمْرًا اَنْ
يَكُونَ
لَهُمُ
الْخِيَرَةُ
مِنْ اَمْرِهِمْ
وَمَنْ
يَعْصِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ فَقَدْ
ضَلَّ
ضَلَالًا
مُبينًا
“Allah ve Rasülü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin
kadın ve erkeğin o işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve-Rasülü'ne karşı
gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[647]
Yukardaki
âyetler, ister mümin olsun ister kâfir, Allah'ın ve Resûlü’nün emir ve
teklifleri karşısında inat edip ondan deliller ve harikulâde şeyler istemek
suretiyle Peygamber'i müşkül durumda bırakmaya çalışmalarının onları doğru
yoldan sapmış kimseler olarak nitelendirmeye götüreceğini ihtar etmektedir.
وَاِذْ
قَالَ
اِبْرهيمُ
لِاَبيهِ
ازَرَ اَتَتَّخِذُ
اَصْنَامًا
الِهَةً
اِنّى اَريكَ
وَقَوْمَكَ
فى ضَلَالٍ
مُبينٍ
“İbrahim, babası Âzer'e: Sen bir takım putları
ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve milletini apaçık bir sapıklık
içinde görüyorum demişti.”[648]
Halbuki
Hz. İbrahim Kur'ân ifadesiyle yumuşak, müsamahakâr, temiz huylu ve halîm
birisidir. Fakat akîde söz konusu olunca, ne babalık kalır ne de evlâtlık...
Dalâleti seçenlere karşı tavır budur.
لَقَدْ
مَنَّ اللّهُ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
اِذْ بَعَثَ
فيهِمْ
رَسُولًا
مِنْ اَنْفُسِهِمْ
يَتْلُوا
عَلَيْهِمْ
ايَاتِه وَيُزَكّيهِمْ
وَيُعَلِّمُهُمُ
الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
وَاِنْ
كَانُوا مِنْ
قَبْلُ لَفى
ضَلَالٍ
مُبينٍ
“Andolsun ki,
Allah Teâlâ mü'minleri minnettar buyurdu. Çünkü içlerinde kendilerinden bir
peygamber gönderdi ki onlara Hak Teâlâ'nın âyetlerini okuyor ve onları tezkiye
ediyor ve onlara kitap ve hikmet talim buyuruyor. Halbuki bundan evvel apaçık
bir dalâlet içinde bulunmuş idiler.”[649]
Daha
önce, tasavvurda, itikatta, hayatî mefhumlarda, gaye ve yönelişlerde, âdet ve
gidişatta, nizam ve prensiplerde dalâlet; sosyal ve ahlâkî yaşayışta da
sapıklık içindeydiler. Allah, lütufta bulunarak onları, sapıklıktan doğru yola
çıkarmıştır:
اَلَمْ
تَرَ اِلَى
الَّذينَ
يَزْعُمُونَ
اَنَّهُمْ
امَنُوا
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
وَمَا
اُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلِكَ
يُريدُونَ اَنْ
يَتَحَاكَمُوا
اِلَى
الطَّاغُوتِ
وَقَدْ
اُمِرُوا اَنْ
يَكْفُرُوا
بِه وَيُريدُ
الشَّيْطَانُ
اَنْ
يُضِلَّهُمْ
ضَلَالًا
بَعيدًا
“Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce
indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğutun önünde
muhakeme olunmalarını isterler. Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı. Şeytan
onları derin bir sapıklıkla saptırmak ister.”[650]
İşte
iman ettiğini söyleyip; Hakk'ın önünde muhakeme edilmeye çağrılınca, tâğutun
hükmünü Hakk'ın hükmüne tercih edenler, gerçekte şirk ve apaçık bir sapıklık
içindedirler. Şeytan da, onların, bu sapıklıklarında daha da derinleşmelerini
ister ve nitekim çoğu zaman başarır.
Dalâlet
kelimesinden geçişli olarak türetilen "idlâl" da saptırmak anlamına
gelir. Şöyle ki:
وَلَوْلَا
فَضْلُ
اللّهِ عَلَيْكَ
وَرَحْمَتُهُ
لَهَمَّتْ
طَائِفَةٌ مِنْهُمْ
اَنْ
يُضِلُّوكَ
وَمَا
يُضِلُّونَ
اِلَّا
اَنْفُسَهُمْ
وَمَا
يَضُرُّونَكَ
مِنْ شَىْءٍ
وَاَنْزَلَ
اللّهُ
عَلَيْكَ الْكِتَابَ
وَالْحِكْمَةَ
وَعَلَّمَكَ
مَا لَمْ
تَكُنْ
تَعْلَمُ
وَكَانَ
فَضْلُ اللّهِ
عَلَيْكَ
عَظيمًا
"Onlardan bir güruh seni saptırmaya
yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar
veremezler."[651]
Rivayete
göre Medine yerlilerinden Ta'me, bir komşusunun zırhını çalmış, bir un
dağarcığına saklayarak getirip, bir Yahudi'nin evine gizlemişti. Ta'me'yi
sıkıştırdılar. O, müslüman olmasına rağmen yemin etti. Yahudi’yi sorguya
çektiler. O da: Bunu bana Ta'me verdi dedi. Bazı Yahudiler de şahitlik ettiler.
Zaferoğulları Rasûlullah'a gelip Ta'me'yi beraat ettirmesini söylediler. Ta'me'nin
yemini karşısında düşündü; arkasından yukarıdaki âyet indi.
Dalâletin
unutma ve yanılma anlamına geldiği de olur. Aşağıdaki âyet buna bir örnektir.
Borç verirken yazılmasını ve şahit getirilmesini isteyen âyet, devamla;
ِ
وَاسْتَشْهِدُوا
شَهيدَيْنِ مِنْ
رِجَالِكُمْ
فَاِنْ لَمْ
يَكُونَا رَجُلَيْنِ
فَرَجُلٌ
وَامْرَاَتَانِ
مِمَّنْ
تَرْضَوْنَ
مِنَ
الشُّهَدَاءِ
اَنْ تَضِلَّ
اِحْد يهُمَا
فَتُذَكِّرَ
اِحْد يهُمَا
الْاُخْرى
"Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz
şahitlerden olmak üzere bir erkekle iki kadın gösterin ki, onlardan biri
yanılırsa diğeri onu düzeltsin."[652]
Görüldüğü
gibi burada yanılma olarak tercüme edilen kelime Kur'ân'da "dalâlet" ten türeyen, "dallet" sözcüğüdür.
Peygamber
(a.s.)'ın hadislerinde de, sapıklığın dalâlet olarak geçtiğini görmek
mümkündür. Bir örnek olmak üzere aşağıdaki hadisle yetinelim:
"Sonradan uydurulan şeylerden sakınınız. Çünkü
sonradan uydurulan her şey bid'attır. Ve her bid'at sapıklık (dalâlet)tır.”[653]
e)
Hayır
Hayır: Dilimize Arapça'dan geçmiş olan bu kelimenin
aslı "hayr" olup; herkesin beğendiği, rağbet
ettiği şeyler, şeref, meşru iş, faydalı ve sevabı gerektiren amel, iyilik,
ibâdet ve mal gibi anlamlara gelir. Zıt anlamı ise şerdir.
Aynı
kelimeden türemiş olan "hayrât"; beğenilen ve öğülen hasletler,
sevap kazanmak için Allah rızası yolunda yapılan iyiliklere denir. Başkalarına
maddî ve manevî yönden yararlı olan kimselere de, hayır sahibi anlamına gelen "ehl-i hayr" denir.
Hayır
iki türlüdür. Birincisi "mutlak
hayır" olup, herkes tarafından dâima beğenilen, sevilen ve herkese göre iyi
olandır. Adâlet, yardımlaşma, cömertlik ve doğruluk gibi... Allah'ın bizler
için hayır gördüğü her şey.
فَمَنْ
يَعْمَلْ
مِثْقَالَ
ذَرَّةٍ
خَيْرًا
يَرَهُ (*)
وَمَنْ
يَعْمَلْ
مِثْقَالَ
ذَرَّةٍ
شَرًّا
يَرَهُ
"Kim zerre kadar hayır yaparsa onun karşılığını
görecektir. Ve her kim zerre kadar şer (kötülük) işlerse onu görecektir."[654]
وَمَا
يَفْعَلُوا
مِنْ خَيْرٍ
فَلَنْ يُكْفَرُوهُ
وَاللّهُ
عَليمٌ
بِالْمُتَّقينَ
"Ne hayır yaparlarsa ondan mahrum bırakılacak
değildirler. Ve Allah takva sahiplerini bilir."[655]
وَلِكُلٍّ
وِجْهَةٌ
هُوَ
مُوَلّيهَا
فَاسْتَبِقُوا
الْخَيْرَاتِ
اَيْنَ
مَاتَكُونُوا
يَاْتِ
بِكُمُ
اللّهُ
جَميعًا
اِنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ
"Herkesin yüzünü döndürdüğü bir yönü vardır.
Öyleyse siz de hayırlı işlere koşun. Birbirinizle yarışın. Nerede bulunursanız
bulunun, Allah hepinizi getirir. Şüphesiz ki Allah herşeye kadirdir."[656]
Cenâb-ı
Allah'ın kullarının yapmış olduğu hiçbir hayrı boşa çıkarmayacağını açıkladığı
bu âyetlerde geçen "hayr''dan maksat, iyilik, cömertlik,
ibâdet ve tüm salih amellerdir. Rabbimizin hoşnut olduğu bu filler ve
özellikler, kullar tarafından da rağbet edilen ve benimsenen hasletler olmaları
hasebiyle mutlak mânada hayırdırlar.
İkinci
tür hayır, "Mukayyed
hayır"dır. Yani kişiden kişiye değişen birine göre hayır, bir başkasına göre
şer ve kötülük sayılan şeyler... Kötü yolda harcanan çok mal gibi.
Arapça'da
"hayr" kelimesi, sadece iyiliği ifade
etmez, mal ve servet için de kullanılır. Meselâ, Bakara sûresi 180. âyette
geçen "hayr", mal ve servet için kullanılır.
Hayır kelimesinin nerede iyilik için, nerede mal ve servet için kullanıldığı
ancak, kelimenin âyetin akışı içinde yer aldığı mevkiden anlaşılır. Aynı
şekilde
اِنَّ
الْاِنْسَانَ
لِرَبِّه
لَكَنُودٌ (*)
وَاِنَّهُ
عَلى ذلِكَ لَشَهيدٌ
(*) وَاِنَّهُ
لِحُبِّ
الْخَيْرِ
لَشَديدٌ
"Şüphesiz ki insan, Rabbine karşr pek
nankördür. Buna kendisi de şahittir. Ve o, hayr sevgisine aşırı derecede
düşkündür"[657] âyetinde geçen "hayr"
kelimesi iyilik anlamında değildir. Çünkü 6. âyette, insanın Rabbine karşı
nankörlüğünden sözedilmektedir.
İçindeki
"hayr" kelimesinin, mal ve servet anlamına geldiği âyetlerden
bazıları:
كُتِبَ
عَلَيْكُمْ
اِذَا حَضَرَ
اَحَدَكُمُ
الْمَوْتُ
اِنْ تَرَكَ
خَيْرًا
اَلْوَصِيَّةُ
لِلْوَالِدَيْنِ
وَالْاَقْرَبينَ
بِالْمَعْرُوفِ
حَقًّا عَلَى
الْمُتَّقينَ
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer hayır (mal)
bırakacaksa; anaya, babaya ve yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek,
Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur."[658]
لَيْسَ
عَلَيْكَ
هُديهُمْ
وَلكِنَّ
اللّهَ
يَهْدى مَنْ
يَشَاءُ
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ خَيْرٍ
فَلِاَنْفُسِكُمْ
وَمَا
تُنْفِقُونَ
اِلَّاابْتِغَاءَ
وَجْهِ
اللّهِ وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ خَيْرٍ
يُوَفَّ
اِلَيْكُمْ
وَاَنْتُمْ لَا
تُظْلَمُونَ
"Verdiğiniz her hayır kendi faydanızadır.
Yalnız Allah rızasını kazanmak için infak ederseniz... İnfak ettiğiniz her
hayır size eksiksiz verilir. Zerre kadar haksızlığa da uğratılmazsınız"[659]
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ خَيْرٍ
فَاِنَّ اللّهَ
بِه عَليمٌ
"Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu
bilir."[660]
Hz. Ali
(r.a), bir kölesinin yanına girdiğinde, kölesi "Vasiyet etmeyeyim mi?" diye sorar. Hz. Ali; "Hayır. Çünkü Allah "eğer hayr (çok mal)
terkederse" diyor. “Halbuki senin
fazla malın yoktur" diye cevap verir.[661]
Âyetlerde
kullanılan "hayr", her zaman hayır değildir. Ancak
Allah rızası gözetilerek kullanılırsa hayır sayılır. Mal ve servet ne kadar çok
olursa olsun, Rabb'ın rızası olmayan yerlere harcanırsa hayr yerine şer olur. O
halde ister mal ister çocuk ister dünya nimetlerî olsun, Allah'tan dâimâ
hayırlı olanı istenmelidir. Yüce Rabbimiz buna işaretle, şöyle buyurmaktadır:
وَعَسى
اَنْ
تَكْرَهُوا
شَيًْا
وَهُوَ خَيْرٌ
لَكُمْ
وَعَسى اَنْ
تُحِبُّوا
شَيًْا وَهُوَ
شَرٌّ لَكُمْ
"İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin
iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey kötülüğünüzedir."[662]
فَعَسى
اَنْ
تَكْرَهُوا
شَيًْا
وَيَجْعَلَ
اللّهُ فيهِ
خَيْرًا
كَثيرًا
"Hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı
kılmış olabilir."[663]
Rasûlullah
(a.s): "Kişinin kendinden sonra
bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine dua edecek salih evlat,
kendisine sevabı ulaşacak olan sadaka-i câriye ve kendisinden sonra onunla amel
edilecek ilim" diye buyurur.[664]
O
halde, müslüman, hem kendisi için hem de tüm insanlık için hayrı istemek, hayra
teşvik etmek ve kötülüklerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştıramaya çalışmak
durumundadır. Çünkü Hak Teâlâ:
كُنْتُمْ
خَيْرَ
اُمَّةٍ
اُخْرِجَتْ
لِلنَّاسِ
تَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَتَنْهَوْنَ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَتُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَلَوْ امَنَ
اَهْلُ
الْكِتَابِ لَكَانَ
خَيْرًا
لَهُمْ
مِنْهُمُ
الْمُؤْمِنُونَ
وَاَكْثَرُهُمُ
الْفَاسِقُونَ
"Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, ma'rufu
emreden, münkerden alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz."[665] buyurur.
İslâm
ıstılahında "Maruf"; her türlü hayrı, "Münker"de her türlü
kötülüğü ifade eder.
f) Şer
Şer: Kötülük, fesat, bozukluk, yaramazlık, zulüm,
her çeşit günah ve ceza verilmesini gerektiren uygunsuz iş. Kötülükleri arzu
etmek, musibet, belâ ve sıkıntı anlamlarına da gelir. Çoğulu; şürûr olup,
hayrın ve iyiliğin zıddıdır.
Dinde
ve felsefede anlaşılması güç olan problemlerden birisi de şer meselesidir.
Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun gerek musbet, belâ, felaket ve sıkıntı
anlamlarında olsun şerri de yaratan Allah'tır. Nitekim hayrı yaratan da O'dur.
Çünkü her mümkünü ve her işi yaratan Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah'ın zat,
esmâ (isimler), sıfat ve fiillerinde hiç bir şer yoktur. Şer insanlarda,
insanların işlerinde ve insana göre yaratıklardadır. Allah şerri de hikmet ve
ilahî adaletin bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce
Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irade vererek imtihan etmek için getirmiştir.
Bu imtihan âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış
hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu âlemde insanlara, içlerinden peygamberler
gönderecek doğru yolu göstermiştir:
وَهَدَيْنَاهُ
النَّجْدَيْنِ
"Biz ona (insana) iki yol gösterdik."[666]
كُلُّ
نَفْسٍ
ذَائِقَةُ
الْمَوْتِ
وَنَبْلُوكُمْ
بِالشَّرِّ
وَالْخَيْرِ
فِتْنَةً
وَاِلَيْنَا
تُرْجَعُونَ
“Ve sizleri şer ve hayır (yolları) ile imtihan etmek
için deniyoruz ve sonunda bize döndürüleceksiniz."[667]
Üstelik
insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham
etmiştir:
وَنَفْسٍ
وَمَا
سَوّيهَا (*)
فَاَلْهَمَهَا
فُجُورَهَا
وَتَقْويهَا (*)
قَدْ
اَفْلَحَ
مَنْ
زَكّيهَا
"Her bir nefse (insan ruhuna) ve onu
düzenleyene, sonra da ona kötülüğün (ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham
edene and olsun ki onu (nefsini = ruhunu günah ve şerden) temizleyen felaha
ermiştir.”[668]
Allah,
insanlara zorla şer ve kötülük yaptırmasaydı, onların hepsini kendisine inanan,
taat ve iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle
yapsaydı, insanın arıdan veya herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı.
Arı,
Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (güdü) ile baldan başkasını
yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir iradesi vardır. Fakat Allah, insana akıl,
şuur, bilgi edinme ve irade özellikleri olan bir ruh (nefs-i nâtıka) vererek
onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzünde halifesi yapmıştır. İyilik ve
hayrın kıymeti zorlayarak değil, şuur ve serbest bir irade ile yapılmasındadır.
Şuurlu ve serbest bir ihtiyar ile yapılmayan iyiliğin kıymeti yoktur.
وَلَوْ
شَاءَ
رَبُّكَ
لَامَنَ مَنْ
فِى الْاَرْضِ
كُلُّهُمْ
جَميعًا
اَفَاَنْتَ
تُكْرِهُ النَّاسَ
حَتّى
يَكُونُوا
مُؤْمِنينَ
"Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan
bütün insanların hepsi iman ederlerdi."[669]
Allah
böyle yapsaydı, insanların akıllarını kullanarak, vicdanlarına tabi olarak
serbest iradeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre
karşı ne değeri olurdu; küfür ve şer olmasaydı irade ve istekle iman ve hayır
uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasa
idi iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu.
Her
şeyin kıymeti zıddı ile bilinir. Eğer Nuh (a.s) kavminin küfrü olmasaydı, tufân
mucizesi, meydana gelmezdi ve diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk
âyetleri kendini göstermezdi. Helâk mucizeleri ile helâk olan milletler apaçık
delilleri gördükten sonra helâk olmuştur. Hayatta kalan da apaçık beyyineyi
gördükten sonra iman ettiği için hayat bulmuştur. Ta ki helâk olan apaçık bir
delili gördükten sonra helak olsun. Hayat bulan da apaçık bir delili görüp
anladıktan sonra hayatta kalsın.[670]
وَقُلِ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَمَنْ شَاءَ
فَلْيُؤْمِنْ
وَمَنْ شَاءَ
فَلْيَكْفُرْ
"De ki hak Rabbindendir. O halde isteyen
inansın, isteyen küfretsin..."[671]
Şerri
yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan
aklını kullanarak iradesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da
bunu yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun
iradesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve
imtihanın tahakkuk etmesi için yaratır.
Ancak
biz kendi irademizle şerri kazanırız; Allah da bizim irade ve seçimimize göre o
şerri yaratır. Ancak Allah'ın şerre yardımı ve rızası yoktur.
Yaratıklardaki
hayır ve şer yönünden mümkün olan durum beştir.
1- Sırf
hayır,
2-
Hayır tarafı galib ve fazla,
3-
Hayır ve şer tarafları eşit,
4- Sırf
şer,
5-
Şerri hayrından fazla ve çok olandır.
Yüce
Allah'ın yapın, diye emrettikleri ya sırf hayır veya hayır tarafı fazla
olandır. Allah'ın nehyettiği menhiyyat (yasakladığı şeyler) sırf şer veya şer
tarafı fazla olan şeylerdir. İman sırf hayır; küfür ise sırf şerdir.
Kulların
ihtiyarî işlerinden başka, mikrop, zararlı böcekler, yırtıcı hayvanlar, deprem,
sel gibi bize şer gibi görünen eşya ve olaylara gelince; bunların hayırları
şerlerinden fazladır. Kulların işleri hariç, kendisinde hiçbir hayır bulunmayan
sırf şer, şerri hayrından fazla olan ve hayrı şerrine eşit olan şeylerin
yaratılması Allah'ın hikmetine aykırıdır. Melekler:
وَاِذْ
قَالَ
رَبُّكَ
لِلْمَلئِكَةِ
اِنّى
جَاعِلٌ فِى
الْاَرْضِ
خَليفَةً
قَالُوا اَتَجْعَلُ
فيهَا مَنْ
يُفْسِدُ
فيهَا وَيَسْفِكُ
الدِّمَاءَ
وَنَحْنُ
نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ
وَنُقَدِّسُ
لَكَ قَالَ
اِنّى اَعْلَمُ
مَالَا
تَعْلَمُونَ
"Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip
dururken orada (yeryüzünde) fesatlık çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi
yaratacaksın?"[672] diyerek Allah'ın yeryüzünde
insanı yaratmasına -bundaki hayrı bilmedikleri ve şer olacağını zannettikleri
için- itiraz etmişlerdi. Allah bundaki hayrı bildiği için onlara;
قَالَ
اِنّى
اَعْلَمُ
مَالَا
تَعْلَمُونَ
"Sizin bilmediklerinizi her halde ben
bilirim"[673] sözüyle cevap vermişti.
Bazen
insan bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması,
aklını başına alması için musibet verir; günahlarının affedilmesi veya bir
kısmından vazgeçilmesi ve ecirler kazanması için hastalık verir:
وَعَسى
اَنْ
تَكْرَهُوا
شَيًْا
وَهُوَ خَيْرٌ
لَكُمْ
وَعَسى اَنْ
تُحِبُّوا
شَيًْا وَهُوَ
شَرٌّ لَكُمْ
"Olur ki bu şey hoşunuza gitmezken, o sizin
için hayırlı olur. Bu şeyi de sevip istediğiniz halde o da hakkınızda şer olur."[674] Allah çok defa bize şer
suretinde görünen sıkıntı ve musibetleri hayra vesile olması ve bir başlangıç
olması için yaratır.
Eşya ve
olayların mahiyet ve kıymetleri zıdları ile anlaşılır. Hastalık olmazsa
sıhhatin, cehalet olmazsa ilmin kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın
yağmasında, rüzgârların esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve hayvanların
yaratılmasında görülen cüz'i şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok
gibidir.
İnsan
için dünyanın lezzetleri yemek, içmek, nikah, mal, mülk, makam ve mevkidir.
İnsanların başına gelen elem ve acıların pek çoğu bunlardan dolayıdır. Bunlar,
sabredilerek meşru yollardan elde edildiğinde ve hukuklarına riayet olunduğunda
şerleri hayra tebeddül eder. Elem, acı ve meşakkatler olmasaydı, ilim, şecaat,
zühd-ü takva, iffet, cömertlik, sabır ve ihsan gibi imanî kemaller ele
geçmezdi. Şer gibi telakki ettiğimiz ve yaratılışlarındaki hikmeti
anlayamadığımız pek çok şeylerde ince hayırlar vardır.
Ellerinde
olmadan insanların başlarına gelen nice belâ ve musibetler, yaptıkları
kötülüklerin bir kısmına, ahiretteki verilecek tam karşılıklarından ayrı olarak
bu dünyada da ceza ve azab terettüp ettiği için yaratılırlar:
وَمَا
اَنْتُمْ
بِمُعْجِزينَ
فِى الْاَرْضِ
وَمَالَكُمْ
مِنْ دُونِ
اللّهِ مِنْ
وَلِىٍّ
وَلَا نَصيرٍ
"Başınıza gelen her müsîbet, kendi ellerinizle
işleyip kazandığınız günahlar yüzündendir. Bununla beraber, Allah bir çoğunu da
affeder.”[675]
Yüce
Allah'ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adalet ve
hayırdır. Çünkü cezalar lâyık olan ve hak eden mahallerine verir. Cezayı hak
eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar bu kimselere nispetle şerdir.
Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.
Eski
İran'da Mecusiler ve zındıklar "Alemdeki bütün hayırları yaratan âlemin
tanrısı Hürmüz (Ahura Mazda)dır. Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen (Angra
Mainyu) dır" derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki kuvvet
mutlak hakimiyeti sağlamak için sürekli mücadele halindedirler.
-Okuma Parçası-
Kaza ve Kader
Kaza: Kaza, Allah (cc)’ın ezelde irade ve takdir
buyurmuş olduğu şeylerin, zamanı gelince, her birisinin bu takdire uygun olarak
meydana gelmesidir. Takdir eden Allah (cc)’dır. Takdire uygun olarak her şeyi
meydana getiren de Allah (cc)’dır. Bu sebeple kader ile kaza arasında tam bir
uygunluk bulunur. Kader bir plan, kaza ise o plana uygun olarak yapılan işe
denilebilir.
Kaza ve
Kadere inanmak, iman esaslarındandır. Hayır ve şer Allah’tandır. Alemde ancak
Allah’ın dilediği olur. Her şey O’nun ilmince bilinir. Bununla birlikte insanın
yaptığı işlerde, kısaca, hayatta bir sorumluluğu vardır nedir? Kaza ve Kadere
iman, insanın Allah karşısındaki durumunun tayin edilmesidir.
Kaza;
bir şeyi söz veya hareketle tamamlamak anlamındadır. Ayrıca hüküm, beyan, ilan,
yaratma, emir anlamlarına da gelir. Terim olarak; Allah’ın ezelde irade ve
takdir ettiği şeyleri, vakti gelince yaratması demektir.
Kader: Allah (cc)’ın ezelden ebede kadar olacak
şeylerin zaman ve mekanını, evsafını, elhasıl ne şekil ve ne zamanda olacak,
hepsini ezelde, daha onlar meydanda yok iken bilip, o surette tespit, tahdit ve
takdir buyurmuş olmasına ‘Kader’ denir. Her şeyin Allah (cc)’ın
ezelde takdir ettiği gibi olma mecburiyetindedir. Mesela; su hangi derecede
kaynayacaktır, hangi dereceye inince donacaktır, madenler ne derece ısıtılınca
eriyecektir., hangi derecede ne kadar uzayacak; madenlerin her birinin özgül
ağırlığı ne kadar olacak... vs. bunlar hep Allah’ın takdiri ile tespit
edilmiştir. Hiç biri gelişi güzel bir tesadüfe bırakılmamıştır.
Kader,
ölçü, miktar, tayin, tahsis, belirli ölçülere göre yapmak anlamlarına gelir.
Terim olarak; Allah’ın ezelden ebede, olmuş ve bütün olacak şeylerin her
birinin zamanını, mekanını, sıfat ve özelliklerini bilmesi, o tarzda takdir,
tahdit, tahsis ve tayin etmesidir.
Kader
varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla sebepleri ve
şartlarıyla, haiz olacakları kuvvet ve kabiliyetle, varlık alemine gelecekleri
zaman ve mekanlarıyla Cenabı Hak tarafından ezelde tayin buyurulması ve bir
tertip ile kaydedilmesi demektir. Kaza ise, ezelde takdir olunan her şeyin
Cenabı Hakkın hak icadıyla vücut sahasına çıkması demektir. Bu tariflere göre,
kader ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır. Ve kader, kazadan
öncedir. Diğer taraftan kader kazadan daha şümullüdür. Çünkü, her kaza olunan
şey kaderde vardır, fakat kaderde olan her şey kaza olmamıştır. Yani, bir şeyi
varlık sahasına gelmesi hem kaza, hem kaderdir.
Bir
insan, Cenabı Hakkın yasakladığı fiilleri işlerse isyankar olur. Aynı insan
Allah (cc) emirlerini yerine getirirse, salih bir kul ve makbul bir insan olur.
İşte, birbirine zıt olan bu iki netice de kaderdir. Yani Cenabı Hak asi ve
salih olmanın yollarını ezelde böylece tayin ve takdir buyurmuştur. Buna göre,
bir kimse bu iki sebepten hangisine teşebbüs eder veya bu iki yoldan hangisinde
giderse onun neticesine varır. İşte bu neticenin yaratılması kazadır ve aynı
zamanda ilahi takdirin gereği olduğu için de kaderdir.
İnsanoğlu,
yüce Allah’ın verdiği hür iradeyle şu üç şeyle kaza ve kaderi (Allah’ın
izniyle) değiştirebilir:
a)
Tedbir, sakınmak, korunmak ve azıklanmaktır. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
وَتَزَوَّدُوا
فَاِنَّ
خَيْرَ
الزَّادِ التَّقْوَى
وَاتَّقُونِ
يَآاُولِى
اْلاَلْبَابِ
“(Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin
ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime
muhalefetten) sakının.”[676]
Hz. Ali
(ra) anlatıyor: “Biz bir cenaze vesilesiyle Baki'u'l-Ğarkad'da idik. Derken
yanımıza Resûlullah (a.s) çıkageldi ve oturdu. Biz de etrafında (halka yapıp)
oturduk. Elinde bir çubuk vardı.
Çubuğuyla
yere bir şeyler çizmeye başladı. Sonra: “Sizden kimse yok ki, şu anda cennet veya cehennemdeki yeri yazılmamış
olsun!” buyurdular.
Cemaat:
“Ey
Allah'ın Resûlü, dedi. Öyleyse hakkımızda yazılana itimat edip ona dayanmayalım
mı?” “Çalışın, buyurdular.
Herkes kendisi için yaratılmış olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadet(e
götüren) amelde (muvaffak) olacaktır. Şekâvet ehli olanlar da şekâvet(e
götüren) amelde (muvaffak) olacaktır!"
Sonra
şu ayeti tilavet buyurdular:
“Kim bağışta bulunur, günahtan kaçınır ve dinin en
güzelini tasdik ederse, biz de ona hayır ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız”[677]
Eğer
Allah'tan sakınırsanız, Allah tarafından korunursunuz. Eğer yağmurun
ıslaklığından korunmak istiyorsanız, kendinizi
korumanız için tedbir almanız gerekiyor. Eğer elinizi yakmak istemiyorsanız
ateşi maşa ile tutmak zorundasınız. Yağmur nasıl ki Allah'ın kaderinin takdiri
ise yağmurdan ve ateşten korunmak için tedbir alma iradesi de yine yüce Allah'ın
kaderinin takdiridir.
O halde
başarmak için çalışmak, kazanmak için çırpınmak; zafer için mazlum halkların
özgürlüğü için ilayi kelimetullah'ın hakimiyeti için mücadele etmek, bunlar
için hazırlanmak, tedbir almak gerekmez mi?
Yüce
Allah, külli kaderinin taktiriyle hayır ve şerre karşı tedbir alma iradesini,
gücünü bize vermiş, hayır işlemek ve şerre baş kaldırmak bize yakışmaz mı?
b) Sadaka: Kişinin kalpten gelerek ihtiyaç
sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermek
için elindeki imkanlarla
yaptığı bağışa, verilen paraya ve imkanları paylaşmaya denir. Kuranı
Kerim müminlerin özelliklerini açıklarken:
اَلَّذِينَ
يُؤْمِنُونَ
بِالْغَيْبِ
وَيُقِيمُونَ
الصَّلوَةَ
وَمِمَّا
رَزَقْنَاهُمْ
يُنْفِقُونَ
“Onlar gayba inanırlar,
namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar”[678] diye buyurmuştur.
Geçmişte
müslümanlar sadakayı iki sebepten dolayı verirlerdi. Biri Allah'a borç "karzı hasen" verip karşılığında iki mislini
almak; ikincisi, kaza, musibet ve belaları önlemek. Şöyle ki, yüce Allah’ın
kendi rızası için verilen her bir habbenin karşılığını iki, üç
ve yedi misli olarak geri iade edeceği hususu Kur’an'ı Kerim de geçmektedir:
مَثَلُ
الَّذِينَ
يُنْفِقُونَ
اَمْوَالَهُمْ
فِى سَبِيلِ
اللهِ
كَمَثَلِ
حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ
سَبْعَ
سَنَابِلَ فِى
كُلِّ
سُنْبُلَةٍ
مِائَةُ
حَبَّةٍ وَاللهُ
يُضَاعِفُ
لِمَنْ
يَشَآءُ
وَاللهُ وَاسِعٌ
عَلِيمٌ
“Allah yolunda mallarını
harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tane gibidir ki, her başakta yüz
tane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfü geniştir,
O her şeyi bilir.”[679]
Denilir
ki, Allah'ın kaza melekleri gökte insanı imtihan etmek, Allah'ın emriyle
kulların başına kaza musibet ve bela getirirken o esnada verilmiş bir sadakası
varsa gökte kazayı getiren meleğe "ben falancanın sadakasıyım. Ona kaza,musibet ve bela götürme" der. Bu şekilde az sadaka çok
belayı def eder" desturu meşhur olmuştur. Sadaka, bela ve belalılardan
kişiyi muhafaza eden en büyük kalkandır.
c) Dua: Davet ve çağrıdır. Yalvarış ve yakarıştır. Arz ve şikayettir. Yardım için
taleptir. Korunmak için sığınaktır. Kendi varlığını hissedip, farkına varıp, acizliğini içinde bulunduğu
müşkülâtını dudaklardan avuçlara, avuçlardan semaya iki damla gözyaşıyla,
Yaradan’a takdim etmektir. Kur’an-ı Kerim de:
قُلْ
مَا يَعْبَؤاُ
بِكُمْ
رَبِّى
لَوْلاَ
دُعَآؤُكُمْ
فَقَدْ
كَذَّبْتُمْ
فَسَوْفَ
يَكُونُ لِزَامًا
“(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa,
Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkârcılar! Size Resûl'ün
bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı
bırakmayacaktır!”[680]
حَدّثَنَا
عَلِيُّ بْنُ
مُحَمَّدٍ.
ثَنَا وَكِيعٌ
عَنْ
سُفْيَانَ
عَنْ عَبْدِ
اللّهِ بْنِ
عِيسَى عَنْ
عَبْدِ
اللّهِ
اِبْنِ أَبِي
الْجَعْدِ
عَنْ
ثَوْبَانَ؛
قَالَ: قَالَ رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
َ يَزِيدُ فِي
الْعُمْرِ
إَّ الْبِرُّ.
وََ يَرُدُّ
الْقَدَرَ
إَّ
الدُّعَاءُ.
وَإنَّ
الرَّجُلَ
لَيُحْرَمُ
الرِّزْقَ
بِالذَّنْبِ
يُصِيبُهُ.
Sevbân radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki: "Ömrü
sadece yapılan iyilik artırır. Kaderi de sadece dua geri çevirir. Şurası
muhakkak ki, kişi, işlediği günah sebebiyle rızkından mahrum edilir." [681]
* Hayır, iyilik ve dua ubudiyet nevinden olduğu için kısa ömrü, uzun
ömürden daha bereketli, öbür dünya için
daha kazançlı kılar. Bunları yapmayan -veya az yapan- uzun ömürlü de olsa,
öncekinin aksine bereketsiz bir ömür yaşar.
* Hayırlar, hakikaten ömrü uzatır. Bu şarta bağlı olarak ömrün uzunluğu
takdir edilmiştir. Dolayısıyla kader-i muallaka göre ömrü uzar. İlm-i İlahîde
ise onun bu hali de malumdur, o değişmez. Şu ayet buna delalet eder:
يَمْحُوا
اللّهُ مَا
يَشآءُ
وَيُثْبِتُ
وَعِنْدَهُ
أُمُّ
الْكِتَابِ
"Allah dilediğini siler,
dilediğini sabit bırakır, Ümmü'l-Kitap ancak O'nun katındadır."[682]
Demek
ki, dua kişinin yaptıklarının farkına varması, hata ise yüce Allah'ın af ve
mağfiretini talep etmesi, hayır ise yapacağı işte yardım istemesidir. Zira dua
dertlilerin devası, borçluların edasının yegane merciidir. Mazlumların,
Mustazafların ve zavallı sümüklü Çocukların korunmak ve kurtulmaları için tek
silahıdır. Tiranların, zalimlerin ve belalıların ise korkulu rüyasıdır.
Genel Bir Bakış
Ahlak,
Arapça’da; hulk, huylar, tabiatlar manasına gelir, insanın yaratılışından gelen
hususiyetler ve Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Şerifte sınırları çizilen, insanların
iyiliğini ve mutluluğunu hedef alan kaidelerin hayata geçirilmesiyle kazanılan
iyi ve güzel davranışların bütününe ahlak denir.
Ahlak,
evrensel insan değerlerinin ortak adıdır. Her ne kadar insanların renkleri, dilleri
ve coğrafyaları farklı olsa da, belirli ahlaki değerleri vardır. Değişen
farklılıklar sadece inançtan kaynaklanmaktadır. Sonuçta inançların ismi, dili
ve coğrafyası ne olursa olsun,
insanlığın tek dili, tek ortak noktası ‘AHLAK’ tır. Ahlakın yüce temsilcisi Efendimiz (a.s)
hakkında yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor:
وَاِنَّكَ
لَعَلى
خُلُقٍ
عَظِيمٍ
“Şüphesiz ki, sen yüce bir ahlâk üzeresin.”[683]
ـ وعن
جابر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ
اللّهِ : إنَّ
مِنْ
أحَبِّكُمْ
إلىَّ وَأقْربِكُمْ
مِنِّى مَجْلِساً
يَوْمَ
القِيَامَةِ
أحَاسِنُكُمْ
أخْقاً
وَإنَّ
أبْغَضَكُمْ
إلىَّ وَأبْعَدَكُمْ
مِنِّى
مَجْلِساً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
الثَّرثَارُونَ
وَالمتَشَدِّقُونَ
وَالمُتَفَيْهِقُونَ.
قالُوا: يَا
رسولَاللّهِ،
مَا
المُتَفَيْهقُونَ؟
قال: المُتَكَبِّرُونَ.
Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de bana
mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en
menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız,
gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır." (Cemaatte bulunan
bâzıları): "Ey Allah'ın Resûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir?" diye
sordular. "Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!" cevabını
verdi."[684]
ـ وعن
النوّاس بن
سمعان رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
سَأَلْتُ
رسولَ
اللّهِ
عَنِ
الِبرِّّ وَا“ثْمِ،
فقَالَ:
البِرُّ
حُسْنُ
الخُلُقِ، وَا“ثْمُ:
مَا حَاكَ في
صَدْرِكَ
وَكَرِهْتَ
أنْ
يَطَّلِعَ
عَلَيْهِ
النَّاسُ.
Nevvâs İbnu Sem'an (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a iyilik (birr) ve günah hakkında sordum. Bana şu cevabı verdi:
"İyilik (birr), güzel ahlâktır. Günah da içini rahatsız eden ve başkasının
muttali olmasından korktuğun
şeydir."[685]
Kur’an-ı
Kerim de:
خُذِ
الْعَفْوَ
وَأْمُرْ
بِالْعُرْفِ
وَاَعْرِضْ
عَنِ
الْجَاهِلِينَ
“(Resûlüm!) Sen afyolunu
tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.”[686]
لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فِى رَسُولِ
اللهِ اُسْوَةٌ
حَسَنَةٌ
لِمَنْ كَانَ
يَرْجُو اللهَ
وَالْيَوْمَ
اْلآخِرَ
وَذَكَرَ
اللهَ كَثِيرًا
“Andolsun ki, Resulullah,
sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok
zikredenler için güzel bir örnektir.”[687]
Sevgili
Peygamberimiz (a.s) şöyle buyurmuşlar:
ـ وعن أبى
ذرّ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ :
اتَّقِ
اللّهَ
حَيْثُمَا كُنْتَ
وَأتْبِعِ
السَّىِّئَةَ
الْحَسَنَةَ
تَمْحُهَا،
وَخَالِقِ
النَّاسَ
بِخُلُقٍ حَسَنٍ.
Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Her nerede olursan ol Allah'tan ittika et ve kötülüğün arkasından iyilik yap, bu onu
yok eder. İnsanlara iyi ahlakla muamele et."[688]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ
عَنْ
أكْثَرِ مَا يُدْخِلُ
النَّاسَ
النَّارَ؟
قَالَ: الْفَمُ،
وَالْفَرْجُ؛
وَسُئِلَ
عَنْ أكْثَرَ
مَا يُدْخِلُ
النَّاسَ
الْجَنَّةَ؟
قَالَ:
تَقْوَى
اللّهِ
وَحُسْنُ
الْخُلُقِ.
Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan ateşe insanları en çok atan şeyin ne olduğu
soruldu:"Ağız ve ferc!" buyurdular. En ziyade neyin insanları cennete
soktuğundan sordular:"Allah'a takva ve güzel ahlak!"
buyurdular."[689]
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ : أيُّ
الْمُؤْمِنِينَ
أفْضَلُ؟
قَالَ:
أحْسَنُهُمْ
خُلُقاً،
قِيلَ: فأيُّ الْمُؤْمِنِينَ
أكْيَسُ؟
قَالَ:
أكْثَرُهُمْ
لِلْمَوْتِ
ذِكْراً،
وَأحْسَنُهُمْ
لَهُ
اِسْتِعْدَاداً
قَبْلَ
نُزُولِهِ بِهِمْ.
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a soruldu: "Mü'minlerden hangisi efdal (en
faziletli)dir?""Ahlakça en güzelleridir!" cevabını verdi. Tekrar
soruldu:"Pekiyi, mü'minlerden hangisi en akıllıdır?"Ölümü en çok
zikreden ve kendilerine gelmezden önce onun için en iyi hazırlığı yapanlardır.
İşte akıllılar bunlardır."[690]
ـ وعن
سمرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
الْحَسَبُ
الْمَالُ،
وَالْكَرَمُ
التّقْوَى.
Hz. Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Haseb maldır,
kerem takvadır."[691]
ـ وعن أبى
بكرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ : أىُّ
النَّاسِ
خَيْرٌ؟ قَالَ:
مَنْ طَالَ
عُمُرُهُ
وَحَسُنَ
عَمَلُهُ؛
قِيلَ: فأيُّ
النَّاسِ
شَرٌّ؟ قَالَ:
مَنْ طَالَ عُمْرُهُ
وَسَاءَ
عَمَلُهُ.
Hz. Ebu Bekre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a "Hangi insan daha hayırlıdır?" diye
sorulmuştu:"Ömrü uzun, ameli de güzel olandır"
buyurdular.""Öyleyse insanların kötüsü kimdir?" diye soruldu:"Ömrü uzun, ameli kötü
olandır!" buyurdular."[692]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : أَ
أخْبِرُكُمْ
بِخَيْرِكُمْ
مِنْ
شَرِّكُمْ؟
ثََثَ
مَرَّاتٍ. قَالُوا:
بَلى، قَالَ:
خَيْرُكُمْ
مَنْ يُرجَى
خَيْرُهُ
وَيُؤْمَنُ
شَرُّهُ،
وَشَرُّكُمْ
مَنْ َ
يُرْجَى
خَيْرُهُ وََ
يُؤْمَنُ شَرُّهُ.
Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):"Size en hayırlınız ve en şerliniz kim
olduğunu haber vermiyeyim mi?" buyurdular
ve bunu üç kere tekrar ettiler. Cemaat: "Evet, haber veriniz!"
dedi."En hayırlınız, kendisinden hayır
umulan ve şerri dokunmayacağı hususunda
emin olunandır; en şerliniz de
kendisinden hayır ümit edilmeyen ve şerrinden de emin olunmaya kimsedir."[693]
ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنهما
قال: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ :
خَصْلَتَانِ
مَنْ
كَانَتَا
فيهِ
كَتَبَهُ
اللّهُ
تَعالى شَاكِراً
صَابِراً،
وَمَنْ لَمْ
تَكُونَا فيهِ
لَمْ
يَكْتُبْهُ
اللّهُ َ
شَاكِراً وََ صَابِراً،
مَنْ نَظَرَ
في دِينِهِ
الى مَنْ هُوَ
فَوْقَهُ
فَاقْتَدَى
بهِ. وَمَنْ
نَظَرَ في
دُنْيَاهُ
الى مَنْ هُوَ
دُونَهُ فَحَمِدَ
اللّهَ
تَعالى عَلى
مَا فَضْلَهُ
بِهِ
عَلَيْهِ
كَتَبَهُ
اللّهُ
شَاكِراً
صَابِراً،
وَمَنْ
نَظَرَ في
دِينِهِ الى
مَنْ هُوَ
دُونَهُ
وَنَظَرَ في
دُنْيَاهُ
إلى مَنْ هُوَ
فَوْقَهُ
فَأسِفَ عَلى
مَا فَاتَهُ
مَنْهُ لَمْ
يَكْتُبْهُ
اللّهُ
شَاكِراً وََ
صَابِراً.
İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"İki haslet vardır, bunlar
kimde bulunursa allah onu şükredici ve sabrediciler
arasına kaydeder:
* Diyanette kendinden üstün olana bakıp, ona uymak.
* Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp, Allah'ın kendine vermiş olduğu
üstünlüğe hamdetmek.İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak
yazar.Kim de diyanette kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden
üstün olana bakar ve elde edemediğine
üzülürse Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz."[694]
Güzel
ahlak, milletlerin inancına, kültür yapısına, medeni ölçülerine ve süregelen
geleneklerine göre farklı tarifler alır. Kimine göre iyi ahlak kabul edilen bir
söz veya davranış kimine göre ahlak dışı sayılır. İslam’a gelince: O, insanın
ruhunun yüceliğine yakışan, yaratılışındaki azizliğine uygun düşen ve böylece
onu aile ve toplum içinde melek tabiatlı yapan her söz ve davranışı güzel ahlak
sayar. Bunun bazı istisnaları olabilir ama genel kaideyi bozmaz. Çünkü Kur’an
bütünüyle insan hayatına yönelmiştir. Onun konusu insan ve onu yetiştirip
olgunlaştırmaktır.
O halde
Kur’an’ın her hükmü, her prensibi ve tavsiyesi doğrultusunda hayatımızı
düzenlemek güzel ahlakın ta kendisidir. Böylece Kur’an hukukla ahlakı,
medeniyetle ahlakı, imanla ahlakı, beşeri münasebetlerle ahlakı, aile hayatıyla
ahlakı, toplumdan yana olmakla ahlakı, birleştirip bütünleştirmiştir. Öğretim
ve eğitimi güzel ahlakla iç içe getirip bir bütünlük içinde sunmuştur.
Ahlak
akideleşmediği zaman, imanın ruhtaki dışa yansıyan haritası ahlaki erdemliliğe
ulaşılamaz. Eğer ahlakı akideye dönüştürürsek işte o zaman; ahlak medeniyetinin
inşasının muvahhid bireyleri olmuş oluruz.
Ayet ve
hadislerden anlaşılıyor ki, ahlak bir müminin olmazsa olmaz, temel prensibidir.
Ahlak prensibi, müminlerin Allah’tan aldıkları iman gücüyle davranışların
medenileşmesidir. Medeni ahlakın sahibi olan insanı Allah’ta sever, kul da
sever. Yine imanın ahlaka, eyleme dönüşmesi, hem dünya hem de ahiret
saadetidir.
İhlâs: Bir şeyi saf temiz ve arıtılmış hale
getirmek. Kalbi saf etmek, çıkar ve şöhret amacı güdülmeyen, içten, riyasız,
samimi sevgi ve bağlılık. Yapılan
İbadet
ve işlerde gösterişe yer vermeme, ibadet ve taatda riyadan uzaklaşma hali ve
kalbin safasına keder veren şeyden, kalbi uzak tutmak. Sırf Allah rızasını
düşünmek, ona göre hareket etmek ve sadece Allah için ibadet etmek.
İhlâs;
bir kalp hareketi ve ruhanî bir davranıştır. Kalp temizliğinin ve sağlamlığının
bir delilidir. Yalnız Allah'ın rızasını arayan bir niyettir. Kişinin bütün
varlığı ve benliği ile Allah'a kulluk etmesi ve bu kulluğun da ondan başkasını
düşünmemesidir. Ayrıca İhlâs, "kalbi garaz şüphesi ve zan eğriliğinden
temiz tutmaktır" şeklinde tarif edilmiştir. İhlâsta Hakkın rızâsı talep
edilir, yapıları işlerde, riya, gösteriş, menfaat ve şöhret gayesi güdülmez.
“Bir şey karışıklıktan arındığı zaman, temiz olur.
Saf ve temiz hareketlere de ihlâs denir.”[695] İhlâs bir kalp hareketi ve
ruhâni bir davranış olmaktadır. Kalbî davranışların makbul oluşu, niyet ve
irademizin sağlamlığına bağlıdır. İhlâs, kalp sağlamlığının bir delilidir.
Böyle olunca her işe başlandığı zaman niyette ihlas, yani her türlü dünyevî
karşılık beklemekten uzak olmak gerekmektedir.
Cenâb-ı
Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır. Yoksa ihlâs kişinin başarı ve becerileriyle
elde edilemez. Bazen ihlas ile söylenmiş bir tek kelime ile kişi kurtuluşa erer
ve Cenab-ı Hakk'ın rızasını elde edilebilir. Bazan bir tek adamın irşadı, bin
kişinin irşadı kadar Allah rızasına sebep olur.
Kur'an-ı
Kerîm, ihlâsı lüzum, fayda ve neticeleriyle belirtmiştir. Buna göre ihlas,
ibadet ve davranışta Allah'a özden bağlanmaktır.
قُلْ اَتُحَاجُّونَنَا
فِى اللّهِ
وَهُوَ رَبُّنَا
وَرَبُّكُمْ
وَلَنَا
اَعْمَالُنَا
وَلَكُمْ
اَعْمَالُكُمْ
وَنَحْنُ
لَهُ مُخْلِصُونَ
"Yaptıklarımızın mükâfatı bize, sizin
yaptıklarınızın cezası da size aittir. Biz ona özümüzle bağlanmışız"[696] ayeti, amellerinde sadece
Allah'ın rızasını gözetenlerin hâlis insanlar olduğuna işaret etmektedir.
Böyle
bir ihlâsı taşıyanlar, Allah'ın dininde ihlâslı ve samimi olan özyürekli
kişilerdir. İhlâs ve samimiyetlerini ibadeti Allah için yaparak gösterirler,
nefisleri hoşlanmasa da bu hallerine devam ederler ve Allah'a hamdetmekten geri
kalmazlar.[697]
İhlâs,
fenalığı ve kötülüğü gideren bir fazilettir.
وَلَقَدْ
هَمَّتْ بِه
وَهَمَّ
بِهَا لَوْلَا
اَنْ رَا
بُرْهَانَ
رَبِّه
كَذلِكَ لِنَصْرِفَ
عَنْهُ
السُّوءَ
وَالْفَحْشَاءَ
اِنَّهُ مِنْ
عِبَادِنَا
الْمُخْلَصينَ
"İşte biz ondan (Yûsuf'tan), fenalığı ve fuhşu
gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, bizim ihlâslı kullarımızdandır" [698] ayetinde, evdeki kadınla Hz.
Yûsuf arasında geçen olayda ve kadının niyetinin neticesiz kalışında en büyük
etkenin, Hz. Yûsuf'un ihlâsı olduğu görülmektedir.
İnsanlık
için ihlâsın gereği her zaman emredilen bir keyfiyet oluşuyla da
anlaşılmaktadır. Çünkü ihlas, ehl-i kitaba, yapacakları diğer ibadetlerle
birlikte emredilmişti.[699]
İhlas,
şeytanın kişiye süslemeye çalıştığı fenâlıklara ve insanları azdırma gayretine
engel olan bir tutumdur. Bu durum şeytanın,
قَالَ
رَبِّ بِمَا
اَغْوَيْتَنى
لَاُزَيِّنَنَّ
لَهُمْ فِى
الْاَرْضِ
وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ
اَجْمَعينَ (*)
اِلَّا
عِبَادَكَ
مِنْهُمُ
الْمُخْلَصينَ
"Yeryüzünde insanlara (fenâlıkları)
süsleyeceğim, elbette onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinde ihlâsa sahip
müminler bunun dışındadır."[700]
Ahlâk
önderleri peygamberler, varlıkları ihlâsla yoğrulmuş şahsiyetlerdir. Hz. Mûsâ,
Hz. Yûsuf, Hz. İbrahim, Hz. İsmâil, Hz. Ya'kûb ve Hz. Peygamber (a.s)'ın
özellikleri anlatılırken Kur'an onları ihlâslı kullar olarak nitelemiştir.[701]
Çünkü Peygamberler davet ve tebliğlerinde daima, Hakk'ın, rızasından başka bir
gaye ve maksat gütmeyerek, ihlâslarını ortaya koymuşlardır.
Fudayl
b. İyâd (r.a): "Halk
için ameli terketmek, riyadır; halk işin amel etmek ise şirktir. İhlas, Allahu
Teâlâ (c.c)'ın bu iki şeyden seni afiyette kılmasıdır" diyor.
Hz. Ebû
Bekir (r.a) bir hutbesinde şöyle der: "Biliyorsunuz ki, malum bir ecelin peşinde gece-gündüz koşuyoruz.
Allahu Teâlâ'nın (c.c) rızası için söylenmeyen hiçbir şeyde hayır yoktur. Aziz
ve Celil olan Allah'ın (c.c) yolunda harcanmayan hiç bir malda hayır yoktur.
Bilgiçlik taslayarak gurura kapılanlarda hayır olmadığı gibi, Allah (c.c) için
yaptıklarında insanların kınamasından endişeye düşenlerde de hayır
yoktur."[702]
Müminler
bütün söz ve fiillerinde Allah (c.c)'ın rızasını gözetmek zorundadırlar. Eğer
insanların hoşlarına gitmek niyetiyle amelde bulunurlarsa, kendi kendilerini
helâk ederler. Nitekim Uhud savaşında Müminlerin en önde savaşanlarından birisi
de Kuzman idi. Medine'deki hurmalıklarını korumak niyetiyle savaştığı için,
Cehennemlik olmuştur.[703]
ـ وزاد في
رواية: وَمَا
تَوَاضَعَ
عَبْدٌ للّهِ
إَّ رَفَعَهُ
اللّهُ،
وَأُحَدِّثُكُمْ
حَدِيثاً
فَاحْفَظُوهُ؛
إنَّمَا
الدُّنْيَا
‘رْبَعَةِ
نَفَرٍ: عَبْد
رَزَقَهُ
اللّهُ مَاً
وَعِلْماً
فَهُوَ
يَتَّقِي في
مَالِهِ
رَبِّهِ،
وَيَصِلُ
بِهِ
رَحِمَهُ،
وَيَعْلَمُ
أنَّ للّهِ
فيهِ حَقّاً،
فهذَا بأفْضَل
الْمَنَازِلِ؛
وَعَبْدٍ
رَزَقَهُ اللّهُ
عِلْماً وَلَمْ
يَرْزُقْهُ
مَاً فَهُوَ
صَادِقُ
النِّيَّةِ،
يَقُولُ لَوْ
أنَّ لِى مَاً
لَعَمِلْتُ
عَمَلَ
فَُنٍ،
فَهُوَ
بِنِيَّتِهِ،
فأجْرُهُمَا
سَوَاءٌ،
وَعَبْدٍ
رَزَقَهُ اللّهُ
مَاً وَلَمْ
يَرْزُقُهُ
عِلْماً فَهُوَ
يَخْبِطُ في
مَالِهِ
بِغَيْرِ
عِلْمٍ، َ يَتَّقِي
فيهِ رَبَّهُ،
وََ يَصِلُ
فيهِ
رَحِمَهُ،
وََ يَعْلَمْ
للّهِ فيهِ
حَقّاً فهذاَ
بِأخْبَثِ الْمَنَازِلِ،
وَعَبْدٍ
لَمْ
يَرْزُقْهُ اللّهُ
مَاً وََ
عِلْماً؛
فَهُوَ
يَقُولُ: لَوْ
أنّ لِى مَاً
لَعَمِلْتُ
فيهِ
بِعَمَلِ فَُنٍ
فَهُوَ
بِنِيَّتِهِ
وَوِزْرُهُمَا
سَوَاءٌ.»الخَبطُ«
فعل الشئ على
غير نظام
وكذلك في
القول .
Bir rivayette şu ziyade mevcuttur: "Bir kul, Allah rızası için
mütevazi olur, alçalırsa Allah onu
mutlaka yüceltir. Size bir hadis söyleyeceğim, onu iyi belleyin: "Dünya
dört kişi içindir:
* Bir kul vardır, Allah kendisine mal ve ilim vermiştir de kul, malı
hususunda Allah'tan korkmakta, (mal ve ilmi kullanarak) sıla-ı rahm yapmakta,
(mal ve ilimde) Allah'ın hakkı olduğunu bilmektedir; işte bu kimse en faziletli
bir makamdadır.
* Bir kul vardır. Allah ona ilim vermiştir, mal vermemiştir, ama iyi
niyetlidir ve "Malım olsaydı onu falan kişi gibi (hayırda) harcardım"
der. İşte bu kimse niyetindekini yapmış gibi sevaba nail olur, ikisi de eşit
şekilde ücrete konar.
* Bir kul vardır Allah ona mal vermiştir, fakat ilim vermemiştir. Malını
cahilane harcar. Malı hususunda
Rabbinden korkmaz. (Cimriliği, cahilliği sebebiyle) malıyla sıla-ı rahim
yapmaz; malında Allah'ın da hakkı olduğunu hiç düşünmez. İşte bu kimse,
mertebelerin en düşüğündedir.
* Bir kul vardır, Allah ona ne ilim ne de mal vermiştir ama: "Eğer
malım olsaydı, onunla filan kimsenin yaptıklarını ben de yapardım der. Bu da
niyetiyle muamele görür. Niyet ettiği kimsenin vebalini aynen elde eder."[704]
ـ وعن ابن
مسعود رضِىَ
اللّهُ عنهُ
أنه قال: مَنْ
كَانَ مُسْتنّا
فليستنّ بمن
قَدْ مَاتَ
فإنّ
الْحَيَّ يؤمَنُ
عليْهِ
الفتنةُ،
أولئكَ أصحابُ
محمدٍ
كَانُوا
افضَلَ هذهِ
ا‘مةِ أبرّها
قلُوباً،
وأعمقها
علماً،
وأقلّها تكلفاً،
اخْتارَهُمْ
اللّهُ تعالى
لصحبة نبيهِ و“قامةِ
دينهِ،
فاعرِفُوا
لَهُمْ فَضْلَهُمْ
واتّبِعُوهُمْ
عَلَى
أثَرِهِمْ
وَتَمَسّكُوا
بِمَا اسْتطَعْتُمْ
مِنْ
أخْقِهِمْ
وَسِيَرِهِمْ
فإنهُمْ
كَانُوا
عَلَى الهدَى
المسْتقِيمِ .
İbnu Mes'ûd (radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre, şöyle
buyurmuştur: "Bir yol takip etmek isteyen, bu yolu, ölmüş olanların yolundan
seçsin. Zira hayatta onların fitnesinden emin olunamaz. Ölmüş olanlar ise Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashâbıdırlar. Onlar bu ümmetin en
efdalidir. Kalpçe en temizleri, ilimce en derînleri, amelce en ihlaslıları yine
onlardır. Allah, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sohbeti ve dininin
yerleşmesi için onları seçmiştir. Öyleyse sizler onların üstünlüğünü idrak
edin, onların yolundan gidin, elinizden geldikçe onların ahlâkını ve yaşayış
tarzlarını kendinize örnek kılın. Zira onlar en doğru yolda idiler."[705]
ـ وعن ابن
عبّاس رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ : مَنْ
أخْلَصَ للّه
أرْبَعِينَ
صَبَاحاً
ظَهَرَتْ
يَنَابِيعُ
الْحِكْمَةِ
مِنْ
قَلْبِهِ
عَلى
لِسَانِهِ.
İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resulullah (aleyissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Kim kırk sabah Allah'a ihlâslı olursa, kalbinden
lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar."[706]
Hz.
Peygamber (a.s)' şöyle buyurmaktadır: “Üç hususta
müslümanın kalbi hıyanet edemez: Allah için ihlâs ile amel yapmak, İslâm
devletinin yöneticilerine samimiyetle öğüt vermek ve İslâm cemaatı ile birlikte
olmak.”[707]
İhlâsın
zıddı rıda ve gösteriştir. Bu da insanı şirke sürükler. Hz. Peygamber şöyle
buyurur:
"Şüphesiz Cenab-ı Allah sadece kendisi için ve
kendisinin rızası için olmayan bir amelden başkasını kabul etmez."[708]
İhsan: İyilik, güzellik, uygun ve güzel olanı en
güzel ve kusursuz bir şekilde yapmak. İhsan; Allah'ın huzurunda olduğunu onu
gönül nuruyla görüyormuş gibi tasavvur ederek kulluk vazifelerini yerine
getirmek. Bu anlamda ayet-i kerimede;
بَلى
مَنْ
اَسْلَمَ
وَجْهَهُ
لِلّهِ وَهُوَ
مُحْسِنٌ
فَلَهُ
اَجْرُهُ
عِنْدَ
رَبِّه وَلَا
خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا هُمْ
يَحْزَنُونَ
"öyle değil! Kim muhsin olduğu halde kendini
Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbinin katındadır."[709]
İnanç
ve gönül planında ihsan ve teslimiyet Allah'ın kullarından istediği kurtuluş
beraatıdır. Anne-baba hakkındaki tavsiyelerde de onlara "ihsan" ile davranılması istenmiştir.[710]
Münafıklar
Hz. Peygamber (a.s)'e gelmişler ve yaptıkları kötülükleri gizlemek ve güzel
göstermek için;
يَصُدُّونَ
عَنْكَ
صُدُودًا
"...Biz ihsan ve uzlaştırmadan başka bir pey
yapmak istemezdik"[711] diyerek Allah adına yemin
etmişlerdir. Bu ifade tarzından ihsan kavramının Araplar arasında bilinen ve
kullanılan bir kavram olduğu anlaşılıyor. Ancak İslâm bu kavrama farklı bir
anlam yükleyerek mutlak iyilik, güzellik ve iyi davranış olgusunu ilâhî
iradenin kabulüne ve rızasına uygun olarak yapıları iyilik tarzında
değiştirmiştir.
Nitekim
bu manayı Kur'an'ın ifadelerinde ve Hz. Peygamberin hadislerinde müşahede etmek
mümkündür. Cibril (a.s) sahabilerden Dıhye (r.a)'ın şeklinde Hz. Peygamber
(a.s)’ın huzuruna gelmiş ve ona "ihsan nedir?” sorusunu sormuştur. Peygamber (a.s) ihsanı şöyle tanımlamıştır: "Allah'a
onu görüyormuşsun, sen onu (gözle) görmesen de o seni görüyormuşçasına kulluk
etmendir."[712]
Seyyid
Şerif ihsan teriminin tarifini yaparken bu hadisi zikrederek şöyle demektedir:
"Basiret nuruyla Rabbü'l-Âlemîn'in huzurunda olduğunu tasavvur ederek
kulluğu yerine getirmektir. Hadisteki "sanki onu görüyormuşsun"
ifadesi Allah'ın bizatihi görülmesinin maksat olmadığını, Allah'ın sıfatlarını
idrak ederek kulluk etmenin istenildiğini anlatmaktadır."[713]
İhsan
yalnız ibadetle ilgili meselelerde mü'minin yükümlü olduğu bir sorumluluk
değil, bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Hz. Peygamber "Allah
her şeyde ihsan ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır. Bundan
dolayı:
عن
شدَّاد بن أوس
رَضِى اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رَسُولُ
اللّهِ : إنَّ
اللّهَ تَعالى
كَتَبَ ا“حْسَانَ
عَلي كُلِّ
شَيْءٍ. فإذَا
قَتَلْتُمْ
فَأحْسِنُوا
الْقِتْلَةَ!
وَإذَا ذَبَحْتُمْ
فأحسِنُوا
الذِّبْحَةَ
وَلْيُحِدَّ
أحَدُكُمْ
شَفْرَتَهُ
وَلْيُرِحْ
ذَبِيحَتَهُ.
Şeddâd İbnu Evs (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Allah Teâlâ
hazretleri, her şeyde iyiliği emretmiştir. Öyleyse öldürdüğünüz zaman öldürmeyi
iyi yapın. Kesecek olursanız kesmeyi iyi yapın. Bıçağın ağzını bileyin. Hayvana
(zahmet vermeyin) rahat ettirin"[714] buyurmuştur.
Yapıları
iyiliklerin hasbî ve Allah rızası için olmasının gerekliliğine de işaret eden
Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar
bize iyi davranırsa onlara iyilik yaparız şayet kötü davranırlarsa onlara
kötülük yaparız diyen şahsiyetsizlerden olmayın. Kendinizi, insan/ar iyi davranırsa
onlara iyilikle mukabele etmeye, şayet kötülük yaparlarsa onlara aynıyla
karşılık vermeye alıştırın."[715]
Yapılan
iyiliğin ve ihsanın inkar edilmesi hoş görülmemiş, birtakım insanların yapıları
iyilikleri inkâr etmelerinin kendilerinin cehenneme girmesine sebep olan bir
haslet olduğu bildirilmiştir. Kocalarını ve kocalarının iyiliklerini inkar eden
kadınların cehenneme gireceği bildirilmiş.[716]
İhsanın
insanlar arasındaki münasebetlerdeki etkisi ve önemi anlatılmıştır.
İnsanlara
güzellikle davranan, Allah'a kulluk yaparken kulluğun gereği olan; kulluk
yapıları zatı iyi tanımanın gereklerini yerine getiren muhsinlerin Allah'ın
rahmetine çok yakın olduğunu Hz. Peygamber (a.s) bildirmiştir.[717]
Takva: Korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahtan
kaçınmakta, Allah'ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik gösterme. Allah'ın
himâyesine girmek, emrini tutup azabından korunma anlamında Kur'an-î bir terim.
Bu
şekilde titiz davranan insana, "muttaki" denir.[718]
Kur'an'da
takva üç mertebede ifade buyurulmuştur:
1-
Ebedî olarak Cehennem azabında kalmamak için, imân edip şirkten korunmak. Bu
hususla ilgili bir ayetin meâli şöyledir:
اِذْ
جَعَلَ
الَّذينَ
كَفَرُوا فى
قُلُوبِهِمُ
الْحَمِيَّةَ
حَمِيَّةَ
الْجَاهِلِيَّةِ
فَاَنْزَلَ
اللّهُ
سَكينَتَهُ
عَلى رَسُولِه
وَعَلَى
الْمُؤْمِنينَ
وَاَلْزَمَهُمْ
كَلِمَةَ
التَّقْوى
وَكَانُوا
اَحَقَّ بِهَا
وَاَهْلَهَا
وَكَانَ
اللّهُ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَليمًا
"O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu,
câhilliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet
ve güvenini indirdi. Onları takvâ sözü üzerinde durdurdu. Zâten onlar buna pek
lâyık kimselerdi. Allah her şeyi bilendir."[719]
2-
Büyük günahlardan kaçınmak, küçük günahları tekrar tekrar işlemekten uzak
durmak ve farzları edâ etmek. Bu husustaki bir ayet de şöyledir:
وَلَوْ
اَنَّ اَهْلَ
الْقُرى
امَنُوا وَاتَّقَوْا
لَفَتَحْنَا
عَلَيْهِمْ
بَرَكَاتٍ
مِنَ
السَّمَاءِ
وَالْاَرْضِ
وَلكِنْ كَذَّبُوا
فَاَخَذْنَا
هُمْ بِمَا
كَانُوا يَكْسِبُونَ
"O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin
halkı inansalar ve takva ile hareket edip (Allah'ın azabından) korunsalardı,
elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk kapılarını)
açardık. Fakat yalanladılar. Biz de kazanmakta oldukları kötülükler yüzünden
onları yakalayıverdik."[720]
3-
Bütün benliği ile Allah'a dönmek ve insanı Allah'tan alıkoyan her şeyden uzak
durmak. Hakiki takva budur ve Kur'an'da, inanan insanlardan bu takvaya sahip
olmaları istenmektedir:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اتَّقُوا اللّهَ
حَقَّ
تُقَاتِه
وَلَا
تَمُوتُنَّ
اِلَّا
وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
"Ey imân edenler! Allah'tan, O'na yaraşır
şekilden korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin."[721]
Bu
ayetin açıklaması mahiyetinde olan diğer bir ayet şöyledir:
فَاتَّقُوا
اللّهَ مَا
اسْتَطَعْتُمْ
وَاسْمَعُوا
وَاَطيعُوا
وَاَنْفِقُوا
خَيْرًا
لِاَنْفُسِكُمْ
وَمَنْ يُوقَ
شُحَّ نَفْسِه
فَاُولئِكَ
هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
"O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan
korkun. Dinleyin, itâat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin
cimriliğinden kurtulursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[722]
Takvanın
bu üç mertebesi, Kur'an'ın diğer bir yerinde bir arada zikredilmiştir:
لَيْسَ
عَلَى
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
جُنَاحٌ
فيمَا
طَعِمُوا اِذَا
مَا
اتَّقَوْا
وَامَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
ثُمَّ
اتَّقَوْا
وَامَنُوا
ثُمَّ اتَّقَوْا
وَاَحْسَنُوا
وَاللّهُ
يُحِبُّ الْمُحْسِنينَ
"İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla
sakınıp (takva ile hareket edip) imân ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra
yine hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) imân ettikleri, sonra da
hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) yaptıklarını, ellerinden geldiğince
güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) taptıklarından dolayı günah
yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra imân ve iyi amelde sebattır). Allah iyi
ve güzel yapanları sever."[723]
Görüldüğü
gibi bu ayette imân ve ameli salih iki kere ve takva üç mertebe olarak
zikredilmiştir. İnsanın imân edip şirkten korunması mahiyetinde olan ilk
mertebe kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvadır. İkincisi,
insanın kendisi ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvadır
ve üçüncüsü de, insanın kendisi ile Allah arasındaki takvası ve imânıdır. Bu
ayette takvanın bu üçüncü derecesi, ihsan olarak zikredilmiştir.[724]
Nitekim
Hz. Muhammed (a.s) de, İhsan nedir?" şeklindeki bir
soruya, "İhsan, Allah'ı görüyormuş Bibi hareket etmendir. Sen O'nu
görmüyorsan, şüphesiz O seni görmektedir" diyerek cevap vermiştir.[725]
Hz.
Muhammed (a.s) bir hadisiyle, burada söz konusu olan takvanın ikinci çeşidini
şöyle açıklar:
“Helâl belli. haram da bellidir. Fakat bu ikisinin
arasında şüpheli şeyler vardır. Bu nedenle şüphelerden korunan, dinini ve
ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düsen, harama da düşer. Nasıl koruluğun
kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa,
şüpheli şeylerden korunmayanın harama düşme ihtimali de öylece vardır.
Haberiniz olsun ki, her hükümdarın koruluğu vardır. Allah'ın korusu da
haramlardır.”[726]
Yüce
Allah, Kur'an-ı Kerim'in baş tarafında, el-Bakara suresinin ilk ayetlerinde,
takva sahibi olan muttaki insanları övmüş ve onların çeşitli vasıflarını
belirtmiştir. Buna göre takva sahibi olan insanlar, hiç tereddüt etmeden
hidâyet ve kurtuluş yolu olarak Kur'an'ı seçerler; gaybe inanır, beş vakitlik
namazlarını kılar ve helal yoldan elde ettikleri mallarını helal yolda,
Allah'ın yolunda harcarlar.
Bütün
mukaddes kitaplara iman eder, özelikle ahiret inancı ve hazırlığı içinde
olurlar. Bu şekilde hareket eden takva sahipleri, aynı zamanda Allah tarafından
övülmüş, hak yolda bulunan ve felaha kavuşacak olan insanlar olarak haber
verilmişlerdir.[727]
Kur'an'da
takvayı över mahiyette daha çok ayet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
فَاِذَا
بَلَغْنَ
اَجَلَهُنَّ
فَاَمْسِكُوهُنَّ
بِمَعْرُوفٍ
اَوْ
فَارِقُوهُنَّ
بِمَعْرُوفٍ
وَاَشْهِدُوا
ذَوَىْ
عَدْلٍ
مِنْكُمْ
وَاَقيمُوا
الشَّهَادَةَ
لِلّهِ
ذلِكُمْ
يُوعَظُ بِه
مَنْ كَانَ
يُؤْمِنُ بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَمَنْ يَتَّقِ
اللّهَ
يَجْعَلْ
لَهُ
مَخْرَجًا (*)
وَيَرْزُقْهُ
مِنْ حَيْثُ
لَايَحْتَسِبُ
وَمَنْ
يَتَوَكَّلْ
عَلَى اللّهِ
فَهُوَ حَسْبُهُ
اِنَّ اللّهَ
بَالِغُ
اَمْرِه قَدْ
جَعَلَ
اللّهُ لِكُلِّ
شَىْءٍ
قَدْرًا
"Kim takva sahibi olur (Allah'tan korkar)sa,
Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim
Allah'a güvenirse O kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir.
Allah her şey için bir ölçü koymuştur."[728]
Hz.
Muhammed (a.s) dualarında Yüce Allah'tan çeşitli nimetleri talep ederken,
takvayı da istemiştir ve bu şekilde dua etmesiyle, takvanın önemine ifade
etmiştir.[729]
İnsanlar,
Hz. Âdem ve Havva'dan çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan doğmaları
itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri
yersizdir. Çünkü gerçek ve yegâne üstünlük takva üstünlüğüdür. Kur'an bu takva
üstünlüğünü şöyle ifade eder:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ اِنَّا
خَلَقْنَاكُمْ
مِنْ ذَكَرٍ
وَاُنْثى
وَجَعَلْنَاكُمْ
شُعُوبًا
وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا
اِنَّ
اَكْرَمَكُمْ
عِنْدَ
اللّهِ
اَتْقيكُمْ
اِنَّ اللّهَ
عَليمٌ خَبيرٌ
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir
dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, takva
bakımından en üstün olanınız (Allah'tan en çok korkanınız)dır. Şüphesiz Allah
bilendir. her şeyden haberi olandır.”[730]
Hz.
Muhammed (a.s) de veda hutbesinde aynı durumu şöyle izah etmiştir: "Ey
insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Âdemdensiniz ve Âdem de
topraktandır. Allah'ın yanında en üstün olanınız takvası en fazla olanınızdır.
Araplarla Arap olmayanların birbirine karşı üstünlüğü ancak takva iledir."
[731]
Başka
bir hadiste de Resulullah (a.s): "Arabın
Arab olmayana hiç bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir," [732]
diyerek,
bu hususu teyit etmiştir.
ـ وعن
مالك قال:
بَلَغَنِي
أنَّ رَجًُ
كَتَبَ إلى
ابْنَ
الزُّبَيْرِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنهما: أَ
إنَّ ‘هْلِ
التَّقْوَى
عََمَاتٍ يُعْرَفُونَ
بِهَا،
وَيَعْرِفُونَهَا
مِنْ
أنْفُسِهِمْ،
مَنْ رضَي
بِالْقَضَاءِ،
وَشَكَرَ
عَلى
النَّعْمَاءِ،
وَصَبَرَ عَلى
الْبََءِ،
وَصَدَقَ فِي
اللِّسَانِ،
وََوَفَى
بِالْوَعْدِ
وَالْعَهْدِ،
وَدَانَ
‘حْكَامِ
الْقُرآنِ،
وَإنَّمَا
ا“مَامُ سُوقٌ
مِنَ ا‘سْوَاقِ،
فإنْ كَانَ
مِنْ أهْلِ
الْحَقِّ
حَمَلَ إلَيْهِ
أهْلُ
الْحَقِّ
حَقَّهُمْ،
وَإنْ كَانَ
مِنْ أهْلِ
الْبَاطِلِ
حَمَلَ
إلَيْهِ
أهْلُ
الْبَاطِلِ
بِاطِلَهُمْ.
İmam
Malik anlatıyor: "Bana ulaştığına göre, bir adam İbnu'z-Zübeyr
(radıyallahu anhümâ)'ye şöyle yazdı: "Haberiniz olsun: Takva ehlinin,
birkısım alâmetleri vardır ki, bunlar sayesinde
kendileri bilinebilir, onlar da bunları bilirler: Şöyle ki müttakî:
* (İhtilaf halinde) verilen hükme razı olur,* Nimetlere şükredr,
* Belaya sabreder,
* Dilinden doğru çıkar,
* Vaadine ve ahdine vefa gösterir,
* Kur'an'ın ahkâmını kendine yol yapar. İmam, çarşılardan bir çarşı
(gibi)dir, hak ehlinden ise, ehl- ihak, hak (yükünü) ona yıkar; batıl ehlinden
ise, batıl ehli de batıl (yükün)ü ona yıkar."[733]
ـ وعن
سمرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ :
الْحَسَبُ
الْمَالُ،
وَالْكَرَمُ
التّقْوَى.
Hz. Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Haseb maldır,
kerem takvadır."[734]
ـ وعن
عطية السعدى
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: قالَ
رسولُ اللّه :
َ يَبْلُغُ
الْعَبْدُ
حَقِىقَةَ
التَّقْوى
حَتَّى
يَدَعَ مَاَ
بَأسَ بِهِ
حَذْراً
مِمَّا بِهِ
بَأسٌ.
Atiyye es-Sa'dî (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişi mahzurlu olan şeyden
korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz."[735]
ـ وعن أبى
ذرّ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ :
اتَّقِ
اللّهَ
حَيْثُمَا كُنْتَ
وَأتْبِعِ
السَّىِّئَةَ
الْحَسَنَةَ
تَمْحُهَا،
وَخَالِقِ
النَّاسَ
بِخُلُقٍ
حَسَنٍ.
Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Her nerede olursan ol Allah'tan ittika et ve kötülüğün arkasından iyilik yap, bu onu
yok eder. İnsanlara iyi ahlakla muamele et."[736]
ـ وعنه رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
أهْلُ الْيَمَنِ
يَحجُّونَ
وََ
يََتَزَوَّدُونَ،
وَيَقُولُونَ:
نَحْنُ
الْمُتَوَكِّلُونَ
فَإذَا
قَدِمُوا
مَكَّةَ
سَألُوا
النَّاسَ فَأنْزَلَ
اللّهُ
تَعالى:
وَتَزَوّدُوا
فإنَّ خَيْرَ
الزَّادِ
التَّقْوَى.
İbnu Abbâs anlatıyor: "Yemen ahâlisi, hacca geliyorlar fakat
beraberlerinde azık almıyorlardı. "Biz mütevekkil kimseleriz" diyorlardı. Mekke'ye gelince bu
davranışlarını halka sordular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzâl buyurdu:
"Azıklanın, ancak bilin ki, en hayırlı azık takvâdır."[737]
Hz.
Muhammed (a.s)'ın takva hakkında söylediği diğer bazı hadisler de şöyledir:
"Allah'a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye
ederim."[738]
"İnsanın Cennete girmesine en çok sebep olan
şey, onun Allah'a karşı duyduğu takvasıdır."[739]
Ebu
Süfyan'ın naklettiğine göre, Hz. Muhammed (a.s) Herakleios'a mektup yazdığı
zaman, ona: "Gelin sizinle aramızda eşit olan
bir kelimede birleşelim" ayetini yazmıştı. Mücâhit bu kelimenin, takva
kelimesi olan "Lâ ilâhe İllallah" olduğunu söylemiştir. [740]
Ebu
Hureyre'nin naklettiğine göre Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Birbirinize
hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz halde diğerini zarara sokmak için
bir malı medh edip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğz
etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın
alış verişi üzerine alış verişe girişmesin. Ey Allah'ın kullan! Birbirinizle
kardeşler olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman'a
zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz.
Onu hor ve hakir görmez. Takva işte budur. "Resulullah (a.s) "takva
işte budur" sözünü üç defâ tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne
işaret etmiştir. [741]
Hz.
Muhammed (a.s) burada takvanın çok geniş bir mana ifâde ettiğini ve bunun da
kalbe dayanan manevî bir duygu ile olduğunu ifâde etmiştir.
Hz.
Ömer (r.a) de takva için şöyle buyurmuştur: "Müminin keremi, takvasıdır."[742]
Takva,
Yüce Allah'ın inanan kulları için işâret buyurduğu bir toplanma ve yardımlaşma
noktasıdır. Kur'an'da:
وَتَعَاوَنُوا
عَلَى
الْبِرِّ
وَالتَّقْوى
وَلَا
تَعَاوَنُوا
عَلَى
الْاِثْمِ
وَالْعُدْوَانِ
“İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta
yardımlaşmayın"[743] diyerek, takvanın İslâm'daki
yerini göstermiştir.
Dua: Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte
bulunmak, O'na yakarmak.
Dua,
insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün
bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder. İnsanlar hayatları
boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder,
sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar.
Yüce
Allah şöyle buyurur:
وَاِذَا
مَسَّ
الْاِنْسَانَ
الضُّرُّ دَعَانَا
لِجَنْبِه
اَوْ
قَاعِدًا
اَوْ قَائِمًا
فَلَمَّا
كَشَفْنَا
عَنْهُ
ضُرَّهُ مَرَّ
كَاَنْ لَمْ
يَدْعُنَا
اِلى ضُرٍّ
مَسَّهُ
كَذلِكَ
زُيِّنَ
لِلْمُسْرِفينَ
مَا كَانُوا
يَعْمَلُونَ
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere
yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını
giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi
hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir."[744]
وَاِذَا
غَشِيَهُمْ
مَوْجٌ
كَالظُّلَلِ
دَعَوُا
اللّهَ
مُخْلِصينَ
لَهُ الدّينَ
فَلَمَّا
نَجّيهُمْ
اِلَى
الْبَرِّ
فَمِنْهُمْ
مُقْتَصِدٌ
وَمَا
يَجْحَدُ
بِايَاتِنَا
اِلَّا كُلُّ
خَتَّارٍ
كَفُورٍ
"(Denizde) onları gölgeler gibi dalgalar
sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar. Fakat o,
onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar, (birçoğu
da inkâr eder). Zaten bizim ayetlerimizi (öyle) nankör gaddarlardan başkası
inkâr etmez."[745]
Bu
âyetlerden de anlaşıldığı gibi dua, insanda fıtrîdir ve özellikle sıkıntılı
anlarda Allah'a dua etmek, sadece samimî olarak Allah'a inananlara has bir durum
değildir. Allah'a ortak koşanlar da bu gibi durumlarda Allah'a yönelir ve O'na
dua ederler.
Dua
ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder. İsteğinin
yerine getirileceği konusunda ümidi artar. Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî
bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir. Bu nedenledir ki, dua etmeyen
toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır.
Âyet ve
hadîslerde dua teşvik edilmiştir:
وَالَّذينَ
يُؤْتُونَ
مَا اتَوْا
وَقُلُوبُهُمْ
وَجِلَةٌ
اَنَّهُمْ
اِلى
رَبِّهِمْ
رَاجِعُونَ
"Rabbiniz, şöyle buyurdu: Bana dua edin, size
cevap vereyim (duanızı kabul edeyim.)"[746]
Hz.
Peygamber (a.s.) de şöyle buyurur: "Allah
katında duadan daha şerefli bir şey yoktur."
[747]
Dua
aynı zamanda bir ibadettir. "Dua ibadetin ta kendisidir."[748]
O halde
dua sadece Allah'a yapılmalı, araya başka biri aracı olarak sokulmamalıdır.
Nitekim namazın her rekâtında tekrar ettiğimiz Fatiha Sûresi'nde:
اِيَّاكَ
نَعْبُدُ
وَاِيَّاكَ
نَسْتَعينُ
"Sadece sana ibadet eder ve sadece senden
yardım dileriz"[749] buyurulur.
Kullardan
istenecek yardım, onların güçleri dahilinde olan bir şey olmalıdır. Güçlerinin
yetmediği bir şey onlardan istenemez. Hatta kulların güçlerinin dahilinde olan
bir şeyin yapılmasını kendilerinden istediğimiz zaman bile asıl sebebin Allah
olduğunu, O'nun dilemesi olmadan o şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını
bilmek gerekir.
Allah
insana şahdamarından daha yakındır ve O'nun insana merhameti, bir annenin
çocuğuna merhametinden çok fazladır. Bir âyette şöyle buyurur:
وَاِذَا
سَاَلَكَ
عِبَادى عَنّى
فَاِنّى
قَريبٌ
اُجيبُ
دَعْوَةَ
الدَّاعِ
اِذَا
دَعَانِ
فَلْيَسْتَجيبُوا
لى وَلْيُؤْمِنُوا
بى
لَعَلَّهُمْ
يَرْشُدُونَ
"Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben
şüphesiz onlara yakınım. Bana dua edenin duasını kabul ederim."[750]
Duanın
muhteviyatı, Allah'tan istenen meseleyle ilgili olmalıdır. Meselâ yemek duası
ayrıdır yolculuğa çıkıldığında yapılacak dua ayrıdır... Birçok konuda Hz.
Peygamber (a.s.)'den nakledilmiş dualar mevcuttur. Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş
peygamberlerin duaları zikredilir. Dua bu me'sur dualarla yapılabileceği gibi,
kişinin kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir. Ancak belli
davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde, yemeklerden sonra, helâya girerken,
yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken... Hz. Muhammed (a.s.)'den nakledilmiş
dualarla dua etmek hem sünnet, hem de daha güzeldir.
Dua
eden kişi gönülden etmeli, duasında iyi şeyleri isteyerek kendisi de o
doğrultuda çaba sarfetmelidir. Kişi duasında samimiyetini tavırlarıyla da
ortaya koymalıdır. Meselâ duasında Allah'ın emirlerine itaat eden samimi bir
müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle de böyle bir müslüman olma
çabası içerisinde olmalıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
"Biliniz ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gafil
bir kalbin duasını kabul etmez." [751]
Şüphesiz
ki Allah insanın kalbinden geçenleri ve ihtiyaçlarını bilir. Ancak dil ile dua
etmenin insanın kendisinin eğitilmesi konusunda etkisi vardır. Ayrıca dua
Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesidir, bir ibadettir. Kur'ân-ı Kerim'de
Hak Teâlâ kendisine nasıl dua edileceğini kullarına öğretir, resûllerinin
dualarını bize haber verir. Müminler önce bu dualara bakmak ve böyle dualarla
Allah'ı zikretmek durumundadırlar. Gerçekten bilmediğimizi ve en güzelini
öğreten Allah'tır.
رَبَّنَا
لَا تُؤَاخِذْنَا
اِنْ نَسينَا
اَوْ
اَخْطَاْنَا
"... Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi
sorumlu tutma... "[752]
Hz.Eyüp
Aleyhisselâm,
وَاَيُّوبَ
اِذْ نَادى
رَبَّهُ
اَنّى مَسَّنِىَ
الضُّرُّ
وَاَنْتَ
اَرْحَمُ الرَّاحِمينَ
"Ya Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi.
Halbuki sen merhametlilerin merhametlisisin."[753]
Hz.Zekeriya
(a.s.);
وَزَكَرِيَّا
اِذْ نَادى
رَبَّهُ
رَبِّ لَاتَذَرْنى
فَرْدًا
وَاَنْتَ
خَيْرُ الْوَارِثينَ
"Rabbim, beni yalnız bırakma..."[754]
Hz.Âdem
(a.s.);
قَالَا
رَبَّنَا
ظَلَمْنَا
اَنْفُسَنَا
وَاِنْ لَمْ
تَغْفِرْ
لَنَا
وَتَرْحَمْنَا
لَنَكُونَنَّ
مِنَ
الْخَاسِرينَ
"Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer
sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz. "[755] diyerek dua etmişlerdir.
Yusuf
(a.s.)'ın;
قَالَ
قَائِلٌ
مِنْهُمْ لَا
تَقْتُلُوا
يُوسُفَ وَاَلْقُوهُ
فى غَيَابَتِ
الْجُبِّ
يَلْتَقِطْهُ
بَعْضُ
السَّيَّارَةِ
اِنْ
كُنْتُمْ فَاعِلينَ
"Beni müslüman olarak öldür ve beni salih
kullarına kat... "[756] duası.
Yunus
(a.s.)'ın;
َ
اله اَِّ
اَنْتَ
سُبْحَانَك
إنِّى كُنْتُ
مِنَ
الظَّالِمِينَ
"Ey
Rabbim! Senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ederim. Ben nefsine
zulmedenlerden oldum…"[757] duası.
Dua
yalnız Allah'a yapılır; istek ve yardım sadece Allah'tan istenir. Allah'tan
başkasından bir yardım ve istekte bulunan, müşriktir. Hatta ölümlerinden sonra
kabirleri başında veya uzaktan peygamberlere ve salih kullara dua edip
yakaranlar, aynen yıldızlara sığınan ve meleklerle peygamberleri rabler
edinenler gibi Allah'tan başkasına dua eden müşriklerdir. Ancak melekler müminler
için dua ve istiğfar etmektedirler.
Hz.
Muhammed (a.s) şöyle buyurur: "Ümmetimden
yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz Cennet'e girecektir. Bunlar, rukye talep
etmeyen, dağlayarak tedavi yapmayan, olayları uğursuzluğa yormayanlar ve
Rablerine tevekkül eden kimselerdir." [758]
Yani
müminler ancak "Bize Allah yeter." demelidir. Rukye, okuyup üfleyerek
tedavi demektir. Bütün peygamberler en kötü durumlarda yalnız Allah'a
sığınmışlardır. Bunu da namazla yapmışlardır. Çünkü dua esas olarak namazdadır
ve devamlılığı vardır.
Müslüman
müslüman kardeşi için dua edebilir. Rasûlullah: "Kim
bir hidayete çağırırsa, o hidayete tabi olanların mükafatının aynısı onların
mükafatından hiçbir eksilme olmaksızın bu kimseye de verilir"
buyurmuştur.[759]
Ebeveyn, kendilerine dua eden çocuklarının amelinden istifade eder: "İnsanoğlu
öldüğü zaman artık ameli kesilmiştir. Yalnız şu üç şey bunun dışındadır:
Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve dua eden salih evlât.” [760]
Rasûlullah,
ümmetinden kendisine dua etmelerini istemiştir. Cenâb-ı Hak, "O'na
salât ve selâm getirin "[761] diye emretmiştir. Mümin,
Allah'tan peygamber için vesîleyi isterse kıyamette o kimseye onun şefaati
haktır. Rasûlullah umreye giden Ömer (r.a.)'e: "Bizi de duandan unutma kardeşim" demiştir.[762]
Rasûlullah
her zaman ümmetini sadece Allah'a kulluğa çağırmıştır. Hanefi fukâhâsı: "Bir yaratık aracılığıyla Allah'tan bir şey
istenemez" demiştir.
Hz.
İbrahim;
اِنَّ
رَبّى
لَسَميعُ
الدُّعَاءِ
"Doğrusu benim Rabbim duayı işiticidir"[763] demiştir. Hz. Peygamber: "Biriniz
dua edeceği zaman Allah'a hamd ve senâ ile başlasın, Resûlüne salâvât getirsin
ve bundan sonra artık dilediği duayı yapsın" buyurmuştur.[764]
Salih
ameller vesîlesiyle talepte bulunmanın örneklerinden birisi mağaraya sığınan üç
kişinin duasıdır. Bunlardan her biri yalnızca Allah'ın rızasını gözettiği
önemli bir amelini zikrederek duada bulunmuştu. Çünkü böyle bir amel, Allah'ın,
sahibinin duasının kabulünü gerektirecek bir sevgi ile sevdiği ve razı olduğu
bir şeydi. Birisi ana-babasına yaptığı iyiliği zikrederek. diğeri tam iffeti
delâletiyle, öteki ise emanete gösterdiği riâyet ve iyilikseverliği ile duada
bulunmuştu.[765]
İbn
Ömer'in meşhur duası şöyledir: "Ya Rabbi, Senden beni
İslâm'a erdirdiğin gibi ondan beni uzaklaştırmamanı ve müslüman olarak canımı
almanı diliyorum.” [766]
Hz.
Peygamber'den nakledilen rivâyetlerde:
"Ya Rabbi, Ya Rabbi" diye duaya
başlanır" diye uyarmıştır.[767]
وَقَالُوا
حَسْبُنَا
اللّهُ
وَنِعْمَ الْوَكيلُ
"Allah
bize yeter, o ne güzel vekildir." derler.[768]
Dinin
esası da budur. Salât, Arapça'da dua anlamına da gelir:
خُذْ
مِنْ
اَمْوَالِهِمْ
صَدَقَةً
تُطَهِّرُهُمْ
وَتُزَكّيهِمْ
بِهَا
وَصَلِّ عَلَيْهِمْ
اِنَّ
صَلوتَكَ
سَكَنٌ
لَهُمْ وَاللّهُ
سَميعٌ
عَليمٌ
"Ey peygamber, Mü'minlere selât et, çünkü senin
duan onlar için huzur ve sükûnettir."[769]
Duada
istenene kavuşma ve korkulandan kurtulma isteği vardır. Bu da ancak Allah'tan
istenir. İslâm bilginleri bid'at dua şekillerini şöyle tespit etmişlerdir: Ölü
ya da gaip birinden yardım dilemek. Ey efendi hazretleri bana mağfiret et,
tövbemi kabul et, demek şirktir. Peygamber ve salihlerden, ölmüş veya gaip
birine benim için Allah'a dua et', demek bid'attir. Ölülerden medet umulmaz.
Kabirleri ziyarette ölülere ancak selâm verilebilir, onlara Kur'ân okunur.
Çünkü;
وَمَا
النَّصْرُ
اِلَّا مِنْ
عِنْدِ اللّهِ
"Yardım
Allah'tandır."[770]
وَاِذَا
حُشِرَ
النَّاسُ
كَانُوا
لَهُمْ اَعْدَاءً
وَكَانُوا
بِعِبَادَتِهِمْ
كَافِرينَ
"İnsanlar (mahşerde) toplandıkları zaman
kendisine dua edilenler, onlara düşman olurlar ve onların kendilerine olan
dualarını inkâr ederler."[771]
Dua Âdâbı
Hz.
Peygamber'e Allah'ı sormuşlardı. Cevaben Allah buyurdu ki:
وَاِذَا
سَاَلَكَ
عِبَادى
عَنّى
فَاِنّى قَريبٌ
اُجيبُ
دَعْوَةَ
الدَّاعِ
اِذَا دَعَانِ
فَلْيَسْتَجيبُوا
لى
وَلْيُؤْمِنُوا
بى
لَعَلَّهُمْ
يَرْشُدُونَ
"Kullarım sana beni sorduklarında: Ben muhakkak
ki, yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına icâbet ederim."[772]
Dua
ederken seslerini aşırı şekilde yükseltenleri gören Rasûlullah, şöyle
buyurmuştu: "Ey insanlar! Kendinize gelin.
Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak herşeyi işiten ve
çok yakın bulunan birine dua ediyorsunuz. Sizin kendisine dua ettiğiniz size
bineğinizin boynundan daha yakındır." [773]
Kul,
duasında Allah ile arasında hiçbir engel hiçbir vasıta bulunmadığını böylece
bilir; dua ederken yalnızca Allah'ı düşünür. Kalp başka birşey ile meşgulken
dua etmek manasızdır. "Âmin" diye bağırıp çağırmak da
manasızdır. İnsan dua ederek Allah'a yöneldiğinde, dileği, Allah'tan istediği
şeylerin gerçekleşmesine yardımcı olacak sebeplerin yaratılmasıdır.
Yani
kul eylemiyle yakınlaşmazsa, ettiği duanın mânâsı olmaz. Tembelliği huy edinmiş
biri rızık için dua edebilir, ama önce çalışması lâzımdır... Duada riya olmaz.
Duanın hemen kabul edilmesinde acele edilmez. Hiçbir dua boşa gitmez. En güzel
sözlerden biri "Lâ havle
velâ kuvvete illâ billah"tır.
Gönülden,
gizlice, bağırmadan, samimiyetle dua edilir.
اُدْعُوا
رَبَّكُمْ
تَضَرُّعًا
وَخُفْيَةً
اِنَّهُ لَا
يُحِبُّ
الْمُعْتَدينَ
"Rabbınıza gönülden ve gizlice yalvarın.
Doğrusu o, aşırı gidenleri sevmez."[774]
Secîli,
kafiyeli, yazılı dualarda riya vardır. Başkalarına dua ediyor görüntüsü vermek
de böyledir. Bu şekilde ağlayarak dua edenin gözyaşları öteki insanları
etkilemek içindir ve duası riyadır. Özel olarak komutlu dua da böyledir.
Sünnet Olan Dualar
Uykudan önce: "Ey Allah'ım senin adınla ölür ve
dirilirim."
Uykudan sonra: "Bizi uyku gibi bir ölümle öldürdükten
sonra dirilten Allah'a hamd olsun. Dönüş ancak O'nadır."
Sabahleyin: "Allah'ım senin yardımınla sabaha
çıktık, senin yardımınla akşamladık, senin yardımınla yaşıyor, senin yardımınla
ölüyoruz. Kabirden kalkış sanadır."
Akşamleyin: "Allah'ım, senden dünya ve âhirette
selâmet isterim.
Allah'ım,
senden dînim, dünyam, ehlim ve malım hakkında beni bağışlamanı ve selâmete
çıkarmanı isterim.
Allah'ım,
benim ayıplarımı örtüver. Korktuklarımdan emin kıl.
Allah'ım,
Önümden arkamdan, sağımdan solumdan ve üzerimden gelecek belâları defederek
beni koru.
Allah'ım,
Altımdan gelecek ani belâlardan senin azametine sığınırım."
Evden Çıkarken: "Allah'ın ismiyle Allah'a güvendim.
O'nun gücünden başka hiçbir güç yoktur."
Ezandan sonra: Ezanı tekrarlamak, salât ve selâm etmek ve
"Allah'tan başka ilâh yoktur o tektir ortağı yoktur, Muhammed kulu ve
Resûlüdür, Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Muhammed'e râzı
oldum" demek.
Sıkıntılarda: "Senden başka ilâh yoktur. Seni her
türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Muhakkak ben zalimlerden oldum."[775]
Dua; çağırmak, nida etmek, yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, istemek; dert ve
ihtiyaçları Allah’a arz etmek; kulun acz ve zaafını beyan ve itiraf etmesidir.
Dua
ihtiyaç anahtarıdır, ihtiyaç sahiplerinin istirahat mahallidir, sıkıntıda
kalanların sığındığı yerdir. Dert ve hacet sahiplerinin nefes aldıkları
alandır.
Yolumuzu
düzeltebilmemiz için Rabbimize ihlas ile yalvarmamız gerekiyor.
قُلْ مَا
يَعْبَؤاُ
بِكُمْ
رَبِّى
لَوْلاَ دُعَآؤُكُمْ
“(Resûlüm!) De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer
versin?”[776]
Dua,
bir çağrıdır, sessizce kimseye fark ettirmeden. Dua, bir yalvarış ve
yakarıştır. Çaresizlerin ve kimsesizlerin tek merciidir. Masiva olan her şeyden
sıyrılıp Allah’a yönelmedir. Mahlukattan Hakka bir yöneliştir.
Dua,
imanın özü, ahlakın parçası, edep ve terbiyenin gereğidir.
Dua,
kulun Allah’a niyazı, ilticası ve sığınmasının bir ifadesidir.
“Rabbinize yalvara yakara
ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.”[777]
“Haydi, kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah'a, Allah
için dindar ve ihlâslı olarak dua edin!”[778]
Dua,
dua edilecek mercii bulduğu zaman makbul ve muteber olur. Eğer edilen dua, dua
edilecek sahibi bulmazsa tekrar geri döner veya başkalarının devreye girmesiyle
dua sahibini saptırır. Onun için dua, bir akide, inanç meselesidir. Allah’tan
başkasına edilir veya Allah’la duanın arasına başkaları girerse kişiyi şirke
götürür.
-Dua,
bir inanç simgesidir.
-Dua, bir ahlak biçimidir.
-Dua, bir inceliğin, zarafetin alametidir.
-Dua, bir fakrın, acziyetin kelama ve oradan
da gönle akan nurun ve o nurun tekrar Allah’a yükselmesinin itiraf
dilekçesidir.
Akaid ve Ahlak
Ahlak,
yaratılmışların, varlıklarını ve yaşamlarını ecelleri gelinceye kadar yaratanın
iradesine, isteğine göre devam ettirmeleri demektir. Onun için ahlaka; hulk
yani fıtrat denilmiştir. Beşer, şaşar olan insanoğlunun, yaratılmış olanların
içinde, teklife muhatap olduklarından dolayı şaşmasınlar diye, yaradan ilahi
iradesinden meleklerle, Peygamberlere suhuf ve kitaplar göndermiştir. Bu
kitapların sonuncusu Kur’an-ı Kerim, peygamberi ise Hz. Muhammed (a.s)’dır.
Yaradan’ın,
meleklerle peygamberlerine gönderdiği son kitaba ve peygambere nasıl
inanılacağı ilmine “Akaid” denilir. Bunlara inanan
kimselere “Mümin” denilir. Bunların söylediklerini
kabul edenlere “Müslüman” denilir.
Bunların
söylediklerine hem kalben hem de bedenen teslimiyetle, yaşayarak, uygulamasına “Ahlak” denilir.
Yaratanın,
yaratılmışlardan ve özellikle insanoğlundan istediği ve karşılığında dünya ve
ahiret saadeti vaat ettiği “hulk” fıtrat, yani ahlak budur.
Anlatmak istediğimiz rabbani ahlak da budur.
İşte bu
rabbani ahlakın tesisçisi, mimarı olan müminler, dünyada izzet, şeref ve
zaferle, ahirette ise cennet-i ala ile yaratan tarafından müjdelenmektedir.
Evrenin
ruh haritası akaid kitabında ortaya koymak istediğimiz rabbani ahlakın ihmal,
ihlal edildiği dünyada tekrar, ilk nesil sahabeler olan müminlerin, inançlarını
ahlakileştirerek ortaya koyup yeryüzünün ahlak mimarı oldukları gibi özellikle
insanların önce kalplerini daha sonra da memleketleri fethettikleri şekilde,
biz de yeniden silkinerek, kaybolmaya yüz tutmuş ilahi ahlakın mimarları ve
fatihleri olabiliriz.
Evet bu
da ancak, ahlakı akideyle bütünleştirmemizle mümkün olacaktır. Onun için akaid
kitabının içerisine ahlak diye başlık atılmıştır.
Ahlakın
temel esasları olan İhlas, İhsan, Takva ve Dua yerli yerinde ifa edilir, gereği
yapılırsa o zaman ahlakın mimarları olabileceğimizi ümit ediyorum.
a) İnkar
b) Şek
c) Ye’s
d) Şirk
e) Taklid
f)
Cehalet
g)
İstikbar
h) İkrah
ı)
İrtidat
Küfür: Arapça bir kelime olup “Kefera” fiilinden mastardır.
Lügat
manası: "Bir şeyi
örtmek, gizlemek, varlığı istifhama yer bırakmayacak derecede açık olan bir
şeyi, sun'i olarak gizlemektir.”
Delâlet-i
ve subûti kat'i nassları tasdik etmeyen ve Allah’ı inkâr edenlere kâfir denir.
Şeriatte;
Hz. Muhammed (as)'ın kesin olarak dininden olup, Cenab-ı Hak (cc) tarafından
getirmiş olduğu bilinen şeylerde Resûlullah (as)'ı yalanlamaktır. Allah'a iman
etmeyen, Hz.Peygamber (as)’ın tebliğini kabul etmeyen ve “Zarurat-ı Diniyye” den olan hususları inkâr
edenlere kâfir denir. Çoğulu “Küffâr” veya “Kefere”dir.
İmam-ı
Gazali küfrü: “Hz.Peygamber
(as)’ın getirmiş olduğu haberlere inanmamak ve onları yalanlamak,”[779] şeklinde tarif etmiştir.
Küfür
ile birlikte ele alınması gereken diğer bir kavram da “şirk”tir. “Eş-Şerike” veya “Eş-Şirke” şeklinde kullanılan bu kelimenin
lugat manası ortaklıktır. İki ortağın
sermaye ve emeklerini birbirlerine katmaları, mirasta, ganîmette, alım ve
satımda birbirine şerik (ortak) olmalarına "Şirket" denilmiştir. İslâmi ıstılâhta şirk; Allah'a inanmakla birlikte kudret ve
kuvvette O'na (Allah'a) denk başka ilahları da tanımaktır.
Açıktan
açığa Allah'a ortak koşan, birkaç ilahın varlığını kabul edenlere “Zahiri Müşrik” denir. Allah ikiye ayıran, hayrı yaratan “Yezdan,” Şerri yaratan “Ehremen”dir diyen Mecusiler, zahiri müşrik
hükmündedir. Allah'a lâyık olmadığı sıfatları nispet edenler de
müşriktirler. Hıristiyanlar "Hz. İsa Allah'ın oğludur", Yahudiler de "Hz. Üzeyr Allah'ın oğludur" diyerek şirke düşmüşlerdir.
Hıristiyan ve Yahudiler, "Hakiki
Müşrik" hükmündedirler. Küfür ile şirk kavramı arasında, lafzı ayrılık
mevcuttur. Her müşrik, aynı zamanda kâfirdir. Buna mukabil her kâfir,
müşrik vasfı ile anılmayabilir. Ancak itikadî açıdan mahiyet birliği söz
konusudur. Hanefî Mezhebi: “Küfür
tek millettir” hükmünde ittifak etmiştir.
Şirk kelimesi,
ortaklık demek olup, tevhid kelimesinin zıddıdır. Şerik ise, ortak demektir.
Kur'ân-ı Kerîm insanları tevhide, yani, Allah'ın birliğini kabûle dâvet etmiş,
O'na zâtında, sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik (ortak) kılmaktan şiddetle
menetmiştir. Kur'ân-ı Kerîm, ayrıca şirkin pek büyük bir günah ve zulüm
olduğunu, Hak Teâlâ'nın kendisine şirk koşulmasını asla affetmeyeceğini, bundan
başka olan günahları - dileyeceği kimseler için - af edeceğini de bildirmiştir.
Yeryüzündeki
her şey kendi emrine ve hizmetine verilmiş ve idaresine terkedilmiş olan
insanın, kendi hizmetinde olan bâzı varlıkları ilâh kabûl ederek Allah'ı
bırakıp onlara ibâdet etmesi ve onları Allah'a şerik koşması gerçekten son
derece ağır bir günah, büyük bir zulümdür. Şirkin günah ve zulüm oluşu, sadece
Allah'ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle
değildir. Şirk aynı zamanda kâinatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da
büyük bir hakaret ve tecavüzdür.
Şirkin Kısımları
Şirkin başlıca
nevileri şunlardır:
1) Allah'ı bırakarak, O'ndan başka canlı veya
cansız varlıklara tapmak ve onlara ibâdet etmektir. Hayır ilâhı, şer ilâhı diye
iki ayrı ilâha tapan Mecusîlerin şirki bu nevidendir.
2) Allah'a inanmakla beraber, O'na başka
varlıkları şerik (ortak) koşmak, yani, Allah'tan başka bâzı varlıkların da
ulûhiyet sıfatı ile muttasıf olduğuna inanmaktır.Hıristiyanlıktaki teslis
akîdesi bu kısma girer...
3) Bu âlemin yaratıcısının bir olduğunu kabûl
etmekle birlikte, O'na yakınlığı te'min için, put, heykel gibi cansız eşyaya
ibâdet etmektir. Putperestlik bu kısma girer.
4) Şirkin diğer bir şekli de, insanların bâzı
insanları Rab kabûl etmeleri, yani, onlara körü körüne inanarak, Allah'ın emir
ve yasakları yerine onların emirlerini yapmaları, yasaklarından kaçmalarıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların da râhiblerini
Allah'tan başka birer rab edindikleri beyan edilmektedir.
5) Şirkin en yaygın görülen bir şekli de,
insanın kendi heves ve süflî arzularına prestij edip körü körüne uyması,
hevâsını kendine bir nevi ilâh edinmesidir. Kur'an-ı Kerim de:
اَلَمْ
تَرَ اِلَى
رَبِّكَ
كَيْفَ مَدَّ
الظِّلَّ
وَلَوْ شَاءَ
لَجَعَلَهُ
سَاكِنًا ثُمَّ
جَعَلْنَا
الشَّمْسَ
عَلَيْهِ
دَلِيلاً
“Kötü duygularını kendisine ilah edinen kimseyi
gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?”[780] buyurulmak
suretiyle bu gibiler kötülenmiştir.
6) Bir de gizli şirk vardır ki, bu da riyâdır.
Yani ibadeti ve iyilikleri yalnızca Allah rızâsı için yapmak yerine, başkaları
görsünler, beğensinler diye yapmak demektir. Böyle yapılan bir ibadette, bir
nevi Allah'a şirk koşulmuş olmaktadır. Peygamberimiz bunu şirk-i hafî olarak
vasıflandırmıştır.
Mü'min gizli -
âşikâr, açık - kapalı her türlü şirkten dikkatle kaçınmalıdır. Hakikî tevhide
ancak bu şekilde ulaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'de şirkin bütün nevileri şiddetle
reddedilmiş; hakikî tevhid inancı bütün insanlığa telkin edilmiştir.
a) İnkar
İnkâr: İnkâr etmek, bilmemek, hoş görmemek, nehy
etmek. Kur'an-ı Kerîme ait bir terim olarak, imanın zıddı olan küfür ve tekzib,
inkârla eş anlamlıdır. Küfr veya kefr, bir şeyi örtmek demektir. Kalbindeki
inancını örten kişiye "kafir" dendiği gibi "münkir" de denir. Tövbe ve ibadet niteliği
taşıyan bazı oruç ve maddî tasadduk gibi cezalar da, günahları örttüğü için "keffaret" diye adlandırılmıştır. [781]
Küfür
terimi bazen nimeti inkâr anlamında kullanılır. Ayette şöyle buyurulur:
فَاذْكُرُونى
اَذْكُرْكُمْ
وَاشْكُرُوالى
وَلَا
تَكْفُرُونِ
"Öyleyse Ben'i anın ki, Ben de sizi anayım.
Bana şükredin ve Bana nankörlük etmeyin."[782]
Abdullah
b. Abbas'ın naklettiği bir hadiste Allah elçisi şöyle buyurur: "Cehennem
bana gösterildi. Orada bulunanların büyük çoğunluğunun küfreden (inkâr eden)
kadınların oluşturduğunu gördüm". Bunun üzerine; Allah'ı inkâr eden
kadınlar mı? denildi. Hz. Peygamber (a.s) cevaben: "Kocalarını ve
kocalarının yaptığı iyilikleri inkâr edenler. Sen onlardan birisine ömür boyu
iyilikte bulunsan, hoşuna gitmeyen bir davranışını görünce; "Senden hiçbir
iyilik görmedim" der. [783]
buyurdu.
Eş'arî
ve Mâturîdî kelâmcılarının çoğunluğuna göre, zarûrât-ı diniyyeden olduğu
kesinlikle bilinen şeylerin tamamını veya bir bölümünü kalben tasdik etmeyen
kimseye "kâfir" veya "münkir" denir. Eş'arî kelâmcısı el-Âmidî
(ö. 631/1233), müminle münkir arasında dünyevî hükümlerdeki farklılığı dikkate
alarak şöyle tarif etmiştir: "Kişiyi,
hâkimlik, devlet başkanlığı, şahitlik, ganîmetlerden yararlanma, cenaze
namazının kılınması, müslüman mezarlığına gömülmesi gibi, müslümanlara mahsus
hallerden mahrum bırakan bir hükümdür." [784]
İnkâr
edildiği zaman sahibini dinden çıkaran veya dine girişini engelleyen "zarûrât-ı diniyye"; Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği,
tevâtür yoluyla sabit olan, derin bir düşünce ve muhâkemeye ihtiyaç duymaksızın
halkta kesin bir bilgi sonucu meydana gelen ve yine müslüman toplumun zarûrî
ilim diye bilinen bir bilgi ile benimseyip kabul ettiği, tevhit dininin ana
inanç konularıdır.
Kalbiyle
tasdik ederek, kelime-i şehadet adı verilen; "Allâh'tan başka ilâh olmadığına, Hz.
Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim" sözünü söyleyen kimse "mümin" sıfatını kazanır. Buna "icmali iman" denilir. Bundan sonra, "âmentü" de ifadesini buları iman
esasları gelir. Altı iman esası şunlardır: Allâh'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna iman
etmek.[785]
Ehl-i
sünnet bilginlerine göre, bir şeyin iman esası olabilmesi için Kur'an-ı Kerîm
veya mütevâtir hadise dayanması gerekir. Meşhur veya âhad haberler, kesin bilgi
vermedikleri için inanç konusunda delil kabul edilmezler. Ancak İslâm
hukukçularının çoğunluğu, meşhur hadîsi inkârın, kişiyi sapıklık (dalâlet)
içine düşüreceği görüşündedir. Bu arada, meşhur hadisi inkârın mütevâtir hadisi
inkâr gibi sonuç doğuracağını söyleyenler de olmuştur.[786]
İmam
er-Rabbânî (ö. 1034/1625) inanılması zarûrî olan ve inkâr edilmesi hâlinde
kişiyi dinin dışına çıkaran "zârûrât-ı
diniyye" adı verilen esasları sınıflara ayırır ve bunlara ayrı ayrı imanın farz
olduğunu belirtir. Bu esaslar şunlardır:
1.
Allah'ın varlığına ve birliğine iman, indirilmiş olan semâvî kitapların ve
sahîfelerin hak olduğuna iman, peygamberlere, meleklere, ahiret gününe, kıyamet
günü uzuvların toplanacağına yani insanların yeniden diriltileceğine, cennet ve
cehennemde mükâfat ve azabın sonsuzluğuna, gök düzeninin bozulacağına,
yıldızların dökülüp, yer ve dağların paramparça olacağına... iman.
2. Beş
vakit namazın farz olduğuna, rek'atlerin sayısına, zekât, ramazan orucu ve hacc'ın
farz olduğuna iman,
3.
Şarap içmenin, haksız yere adam öldürmenin, ana-babaya karşı gelmenin,
hırsızlık, zina, yetim malı yemek, faiz yemek ve benzeri yasakların haram
olduğuna imandır. Bu sayılanlar, tevâtür yoluyla sabit olup, dinden oldukları
konusunda hiçbir şüphe yoktur.
Yukarıda
belirtilen zarûrât-ı diniyye kapsamına giren itikâdî, ameli veya ahlâkî
hükümlerin tamamını veya bir bölümünü yahut da içlerinden bir tanesini kabul
etmemek, kişiyi inkârcı durumuna düşürür.
Küfür,
meydana geliş şekli, sebebi ve yeri bakımından dört kısma ayrılır.
1. Küfr-i inkârî: Allâh'ı, Hz. Peygamber'i ve onun getirdiği
esasları inkâr etmek gibi.
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
سَوَاءٌ
عَلَيْهِمْ
ءَاَنْذَرْتَهُمْ
اَمْ لَمْ
تُنْذِرْهُمْ
لَا
يُؤْمِنُونَ
"Ey Muhammed! Şüphesiz, inkârcıları uyarsan da
uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler"[787] ayetinde sözü edilen zümre bu
gruba girer.
2. Küfr-i cühûd: Allâh'ın varlığını kalben bildiği halde;
kibri, gururu sebebiyle ikrar etmemesi ve diliyle inkâr etmesidir. Şeytan ve
benzeri kişiler bu gruba girer. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
وَاِذْ
قُلْنَا
لِلْمَلئِكَةِ
اسْجُدُوا لِادَمَ
فَسَجَدُوا
اِلَّا
اِبْليسَ
اَبى وَاسْتَكْبَرَ
وَكَانَ مِنَ
الْكَافِرينَ
"Bir zamanlar meleklere: Âdem'e secde edin
" demiştik. Bunun üzerine onlar Âdem'e secde ettiler, İblis hâriç. O
diretti, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu."[788]
وَلَمَّا
جَاءَهُمْ
كِتَابٌ مِنْ
عِنْدِ اللّهِ
مُصَدِّقٌ
لِمَا
مَعَهُمْ
وَكَانُوا
مِنْ قَبْلُ
يَسْتَفْتِحُونَ
عَلَى الَّذينَ
كَفَرُوا
فَلَمَّا
جَاءَهُمْ
مَاعَرَفُوا
كَفَرُوا بِه
فَلَعْنَةُ
اللّهِ عَلَى
الْكَافِرينَ
"İşte kendilerine bildikleri (bekledikleri o
Kur'an) gelince, onu inkâr ettiler."[789]
3. Küfr-i İnâdî: Kişinin, hakikatı kalben bilmesine ve zaman
zaman diliyle de ikrar etmesine rağmen; sapıklık, kıskançlık, kapris, şan,
şöhret, makam ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslâm'ı bir din olarak
kabullenmemesidir. Buna, düşünce arkadaşlarından, dost ve hısımlarından utanıp,
gurur yüzünden küfre düştüğü için "küfr-i ârî" de denilmiştir. Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in (ö.
4. Küfr-i nifâk: Kişinin, inanılması gereken şeyleri diliyle
ikrar etmesi, fakat kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların inkârı böyledir.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ يَقُولُ امَنَّا
بِاللّهِ
وَبِالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَمَاهُمْ
بِمُؤْمِنينَ
(*)
يُخَادِعُونَ
اللّهَ
وَالَّذينَ
امَنُوا وَمَايَخْدَعُونَ
اِلَّا
اَنْفُسَهُمْ
وَمَايَشْعُرُونَ
(*) فى
قُلُوبِهِمْ
مَرَضٌ
فَزَادَهُمُ
اللّهُ
مَرَضًا
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ بِمَا
كَانُوا
يَكْذِبُونَ
"Bir kısım insanlar vardır ki:"Biz Allâh'a
ve ahiret gününe iman ettik" derler. Halbuki onlar inanmış değillerdir.
Allâh'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini
aldatırlar. Fakat bunun farkında değillerdir. Onların kalblerinde hastalık
vardır. Allah, bu hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylediklerinden
dolayı onlar için can yakıcı bir azap vardır."[791]
Münkir
ve müşrik terimleri arasında da bazı farklar vardır. Şirk sözlükte, ortak kabul
etmek demektir. Terim olarak ise; Allahu Teâlâ'nın ilâhlıkta, sıfat ve
fiillerinde esi, benzeri ve ortağı bulunduğuna inanmaktır. Bu inançta olana da
müşrik denir. Şirk, sadece Allah'a ortak koşmakla meydana gelir. İnkâr ve küfür
ise; küfür sayıları inançlara sahip olmak veya zarûrât-ı diniyyeyi kabul
etmemekle gerçekleşir.
Ebû
Hanîfe'ye göre, küfür şirkten daha genel olup, şirki de kapsamına almaktadır.
Bu anlamda her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Kur'an-ı
Kerîm'de kâfir sayıları ehl-i kitapla müşrikler ayrı ayrı zikredilmiştir.
لَمْ
يَكُنِ
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ اَهْلِ
الْكِتَابِ
وَالْمُشْرِكينَ
مُنْفَكّينَ
حَتّى
تَاْتِيَهُمُ
الْبَيِّنَةُ
"Ehl-i kitaptan ve müşriklerden kâfir olanlar
kendilerine apaçık bir huccet, içinde en doğru hükümler yazılı temiz sahifeleri
okuyacak, Allah'tan bir peygamber gelinceye kadar (gûya dinlerinden) ayrılacak
değillerdir."[792]
لَقَدْ
كَفَرَ
الَّذينَ
قَالُوا
اِنَّ اللّهَ
هُوَ
الْمَسيحُ
ابْنُ
مَرْيَمَ
قُلْ فَمَنْ
يَمْلِكُ
مِنَ اللّهِ
شَيًْا اِنْ
اَرَادَ اَنْ
يُهْلِكَ
الْمَسيحَ
ابْنَ مَرْيَمَ
وَاُمَّهُ
وَمَنْ فِى
الْاَرْضِ جَميعًا
وَلِلّهِ
مُلْكُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَمَا
بَيْنَهُمَا
يَخْلُقُ مَا
يَشَاءُ
وَاللّهُ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ
"Meryem oğlu İsa Mesih Allah'tır"
diyenler, şüphesiz kâfir olmuştur."[793]
Bazı
âlimlere göre ise, küfür ve şirk eş anlamlıdır. Çünkü Hıristiyanlar baba, oğul
ve rûhu'l-Kudüs'ten oluşan üçlü ilâh (teslîs) inancıyla şirke düşmüşlerdir.
Yahûdîler de, hahamlarını sân' ve rab yerine koyarak Allâh'a şirk koşmuşlardır.[794]
Mürted
ile kâfir arasında da fark vardır. Kâfir veya münkir bastan itibaren küfür
içinde kalmış ve İslâm'ı kabul etmemiş kimsedir. Mürted ise, bir süre müslüman
olarak yaşadıktan sonra İslâm'ı terkeden kimseye denir. Ayette şöyle buyurulur:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا مَنْ
يَرْتَدَّ
مِنْكُمْ
عَنْ دينِه
فَسَوْفَ
يَاْتِى
اللّهُ بِقَوْمٍ
يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ
اَذِلَّةٍ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
اَعِزَّةٍ عَلَى
الْكَافِرينَ
يُجَاهِدُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ وَلَا
يَخَافُونَ
لَوْمَةَ
لَائِمٍ
ذلِكَ فَضْلُ
اللّهِ
يُؤْتيهِ
مَنْ يَشَاءُ
وَاللّهُ
وَاسِعٌ عَليمٌ
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse,
bilsin ki Allah, onların yerine kendisinin onları, onların da kendisini
sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise, güçlü ve şerefli
olan, Allah yolunda cihat eden ve kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim
getirir."[795]
Küfür
anlamında inkârla, irtidâd, İslâm hukukunda farklı hükümlere tabidir. Kişinin
küfürden kurtulup, iman sahibi olması toplumda mümin muâmelesi görmesini
gerektirir. Müslüman olduğunu ikrar ve ilân etmekle, malını, canını, ırzını her
türlü saldırıdan korumuş olur.
Küfürden kurtulup İslâm'a girme şu şekillerde
olabilir:
1. İslâm'a girdiğini açıkça ilân etmesi: Bu, ya kelime-i şehâdeti ifade
etmekle ya da eski inancından vazgeçtiğini belirterek, kelime-i şehadeti
okumasıyla gerçekleşir. Bu konuda küfür ehli dört sınıfa ayrılır:
a)
Allah'ın varlığını inkâr edenler.
b)
Dehriyye gibi. Allah'ın birliğine inkar edenler. Putperestler ve ateşe tapanlar
gibi.
c)
Allah'ın varlığına ve birliğine inandığı halde nübüvvet ve risâleti inkâr
edenler.
d)
Yalnız Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr edenler.
Birinci
ve ikinci sınıfa dahil olan münkirlerin, müslüman sayılması için, "lâ ilâhe illâllâh (Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur)" veya "Eşhedü
enne Muhammedu'r-Resulullah (Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet
ederim)" cümlelerini kalben inanarak söylemesi yeterlidir. Böylece kişi, toplumda
sosyal statü değiştirmiş olur. "İnsanlarla
"Lâ ilâhe illâllah" deyinceye kadar savaş yapmakla emrolundum. Bunu
söyleyince haklı durumlar dışında canlarını ve mallarını benden korumuş
olurlar. Artık onların hesabı Allah'a kalmış bulunur.”[796]
Bunu
tamamlayıcı nitelikteki başka bir hadiste de şöyle buyurulur: "Kim
"Lâ ilâhe illâllâh" der ve Allah'tan başka taptıklarını terkederse,
malı ve canı haram olur (konuma altına girer). Onun hesabı artık Allah'a
kalmıştır."[797]
Temelde
peygamberlik müessesini inkâr edenin, yalnız "Lâ İlâhe İllallah" demesi, müslüman sayılması için
yeterli değildir. Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul ederse, müslümanlığına
hükmedilir. Yalnız Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden Yahudi ve
Hıristiyanların İslâm'a girebilmesi için kelime-i şehadet yanında, önceki
dinlerini terk ettiklerini de kalben inanarak ifade etmeleri gerekir.
Onların
müslümanlığı; "Ben
müminin", "Ben
müslümanım", "Ben iman
ettim" veya "İslâm'a
girdim" gibi mücerred sözlerle gerçekleşmez. Çünkü onlar, bu ifadeleri kendi
içlerinde ve kendi dinleriyle ilgili olarak da kullanmış olabilirler. Ancak
daha sonraki asırlarda şartların ve kavramların değişikliğe uğraması sonucu,
ehl-i kitaptan birisi "Ben
müslümanım" derse, onun müslüman olduğuna hükmedilmiştir. Fetvâ da bu son görüşle
verilmiştir.[798]
Allah'a
şirk koşanın "Ben
müslüman oldum" vb. sözleriyle İslâm'a girdiğine hükmedilir.
Delil
şu hadistir: Mikdâd b. el-Esved (r.a) şöyle dedi: "Ey
Allah'ın elçisi, şu konuda ne dersiniz?; kâfirlerden bir adama rastladım.
Benimle savaştı ve kılıçla vurarak bir elimi kesti, sonra da benden kaçarak bir
ağacın arkasına sığındı ve "Ben Allah için müslüman oldum" dedi. Bunu
söyledikten sonra onu öldürebilir miydim? Hz. peygamber (a.s); "Onu
öldürme" buyurdu." [799]
2. Zimnen İslâm'a girmiş sayılma: Bir Hıristiyan, Yahudi veya
müşriğin, müslüman cemaate katılarak onlarla birlikte namaz kılması, müslüman
olduğunu gösterir. Çünkü namaz, İslâm'daki şekliyle önceki dinlerde yoktur.
Ancak Şâfiîler, mücerred namazın, İslâm'a girmiş sayılmak için yeterli olmadığı
görüşündedir.
3. Tebean İslâm'a girmiş sayılma: Küçük çocuk, ana-babaya tabi
olarak İslâm'a girmiş sayılır. Ebeveyn'den yalnız birisi İslâm'a girmiş
bulunursa çocuk ona tabi olur. Hadiste; "İslâm
yücedir, onun üzerine yücelinmez."[800] buyurulur.
Diğer
yandan, savaş sırasında yakalanıp, İslâm ülkesine getirilen esir çocuklar da,
ülkeye (dâr) tebean müslüman sayılır.[801]
Ehl-i
küfrün, mallarını ve canlarını koruması, İslâm ordusu onları zorla yenmeden
önce müslüman olmaları şartıyla mümkündür. Bu takdirde onlar öldürülmez ve
malları kendilerinde bırakılır. "İnsanlarla Lâ İlâhe İllallah deyinceye kadar savaşmakla
emrolundum..." hadisi ile "Kim bir malı varken
müslüman olursa o mal kendisinde kalır"[802]
hadisi
bunun delilidir.
İslâm
ordusu küfür ehli olan düşmanı yendikten sonra, İslâm'ı kabul eden erkeklere
ait menkul ve gayrimenkuller, kadınlar ve büyük çocuklar müslümanların fey'i
(ganimet) olur. Burada kadın kâfir harbî sayıldığı gün, İslâm'a giren kocasına
tabi olmaz. Büyük çocuklar da kâfir harbî hükmüne tabi olurlar.
Çoğunluk
İslâm hukukçularına göre, İslâm; anne veya baba, dâru'l harpte olsun veya
dâru'l-İslâm'da bulunsun İslâm'a girince, küçük çocukları korur. Çünkü küçük
çocuk dinî bakımdan ana-babadan en hayırlı olana tabi olur. Bu konuda ittifak
vardır. Kur'an'ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
وَالَّذينَ
امَنُوا
وَاتَّبَعَتْهُمْ
ذُرِّيَّتُهُمْ
بِايمَانٍ
اَلْحَقْنَا
بِهِمْ
ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا اَلَتْنَاهُمْ
مِنْ
عَمَلِهِمْ
مِنْ شَىْءٍ
كُلُّ
امْرِئٍ
بِمَا كَسَبَ
رَهينٌ
"İman edip de, zürriyetleri de iman ile
kendilerine tabi olanlar (yok mu) biz onların nesillerini de kendilerine
kattık. Kendilerinin amelinden bir şey de eksiltmedik. Herkes kazancı
karşılığında bir rehindir."[803]
Hanefilere
göre, bir küfür ehli, dâru'l-İslâm'da İslâm'a girdiği zaman, dâru'l-harp'te
bulunan küçük çocukları, babalarının müslüman olmasıyla, müslüman olmuş
sayılmaz. Burada ülke ayrılığı yüzünden aralarındaki birinin diğerine tabi
oluşu kesilmiştir. Kadın ve büyük çocukların ise müslüman veya küfür ehli
sayılması için koca veya ana-babaya bağımlı olmadığı konusunda görüş birliği
vardır.[804]
Herkes
prensip olarak büluğ çağından sonra bağımsız velayet sahibidir, İslâmî emir ve
yasakların muhatabıdır.
Kur'an-ı
Kerim'de şöyle buyurulur:
وَلَا
تَكْسِبُ
كُلُّ نَفْسٍ
اِلَّا عَلَيْهَا
وَلَا تَزِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ اُخْرى
"Herkesin kazandığı kendisinden başkasına ait
değildir."[805]
كُلُّ
امْرِئٍ بِمَا
كَسَبَ
رَهينٌ
"Herkes kazancı karşılığında bir rehindir."[806]
b) Şek
Şüphe: Şüphe ve karıştırma anlamında Arapça bir
kelime. Çoğulu "şubeh" ve "şübehât" tır. Şüphe veya şüphecilik
inanç, ibadet, günlük muameleler ve ceza hukukunda sonuçlar doğurur.
Bir
kimsenin mümin sayılması için iman esaslarını şeksiz ve şüphesiz kabul etmesi
gerekir. Kur'an-ı Kerim'de müminin şüpheden sakınmasını bildiren çeşitli
âyetler vardır:
اَلْحَقُّ
مِنْ رَبِّكَ
فَلَا
تَكُونَنَّ مِنَ
الْمُمْتَرينَ
"Hak, Rabbinden gelendir. Artık şüphe
edenlerden olma.”[807]
اَلْحَقُّ
مِنْ رَبِّكَ
فَلَا تَكُنْ
مِنَ الْمُمْتَرينَ
"(Ey Muhammed)! Bu, Rabbin tarafından bir
gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma."[808]
اَفَغَيْرَ
اللّهِ
اَبْتَغى
حَكَمًا وَهُوَ
الَّذى
اَنْزَلَ
اِلَيْكُمُ
الْكِتَابَ
مُفَصَّلًا
وَالَّذينَ
اتَيْنَاهُمُ
الْكِتَابَ
يَعْلَمُونَ
اَنَّهُ مُنَزَّلٌ
مِنْ رَبِّكَ
بِالْحَقِّ
فَلَا تَكُونَنَّ
مِنَ
الْمُمْتَرينَ
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, bu Kur'an'ın
senin Rabbin tarafından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse sakın
şüphe edenlerden, olma."[809]
فَاِنْ
كُنْتَ فى
شَكٍّ مِمَّا
اَنْزَلْنَا
اِلَيْكَ
فَسَْلِ
الَّذينَ
يَقْرَؤُنَ الْكِتَابَ
مِنْ
قَبْلِكَ
لَقَدْ
جَاءَكَ الْحَقُّ
مِنْ رَبِّكَ
فَلَا
تَكُونَنَّ
مِنَ
الْمُمْتَرينَ
"Eğer sana indirdiğimizden şüphe ediyorsan,
senden önce indirdiğimiz kitapları okuyanlara sor. Şüphesiz ki sana Rabbin
tarafından hak gelmiştir. O halde kesinlikle şüphe edenlerden olma."[810]
اِنَّمَا
الْمُؤْمِنُونَ
الَّذينَ
امَنُوا
بِاللّهِ
وَرَسُولِه
ثُمَّ لَمْ
يَرْتَابُوا
وَجَاهَدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
فى سَبيلِ اللّهِ
اُولئِكَ
هُمُ
الصَّادِقُونَ
"Allah'a ve Resulüne iman eden, sonra hiç bir
zaman imanında şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat eden
kimseler ancak hakkıyla iman edenlerdir. Samimi olanlar da işte bunlardır."[811]
İbadetlerde
şüphe halinde galip zanna göre hareket edilir. Meselâ bir kimse bir vakit
namazını kılıp kılmadığında şüphe etse, eğer böyle bir şüphe ilk defa olmuşsa
namazını kılması gerekir. Fakat sık sık vuku buluyorsa galip zannına göre amel
eder. Yine bir kimse namazında şüphelenerek üç mü yoksa dört rekât mı kıldığını
hatırlamasa, eğer yanılma olayı bu kişinin başına ilk defa gelmişse yani bu
gibi şüphelenmeler o kişide sürekli bir durum haline gelmemişse namazını
yeniden kılmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden
biri namazı kaç rekât kıldığı hususunda şüpheye düşerse namazını yeniden kılsın."[812]
Eğer
böyle bir kimseye çoğu kez şüphelenme durumu geliyorsa, galip olan kanaatine
göre namazına devam eder. Üç veya dört rekâtten hangisi hakkındaki kanaati ağır
basıyorsa o tarafı tercih eder. Çünkü sık sık vesveseye düşen kimsenin namazını
yeniden kılmasında güçlük vardır. Eğer eksiklik farzın veya vacibin
geciktirilmesine yahut vacibin terkine yol açmışsa sehiv secdesi yapılarak bu
eksiklik giderilmiş olur. Eksik rekât kıldığı kanaati galip olursa bu rekât
tamamlanır ve arkasından sehiv secdesi yapılır. [813]
Abdullah
b. Mes'ud (r.anh)'tan Resulüllah (a.s)'ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Sizden
biri namazında şüpheye düşerse, doğrusunu araştırsın ve namazını kanaatine göre
tamamlasın. Sonra selâm versin ve sehiv secdesi yapsın, yani yanıldığı için iki
secde daha yapsın." [814]
Ebû
Said el-Hudrî (r.a) şöyle demiştir: Rasûlüllah (a.s) buyurmuştur ki:
“Sizden biri namazı dört rekât mı üç rekât mı
kıldığında şüpheye düşerse, şüphesini atsın ve kesin olarak bildiği ne ise onun
üzerinden namazını tamamlasın, sonunda da iki secde yapsın. Eğer beş rekât
kılmışsa, bu secdeler namazına şefaatçi olur, eğer tam kılmış ise, bu iki secde
şeytanın kendisinden uzaklaştırılmasına vesîle olur."
[815]
Ye's: Umudunu kesmek, ümitsizlik, ümid ve güvenle
bağlanacağı şeyden ümidini kesmek anlamında, yeise fiilinden masdar. Recâ
(umma, ümid besleme) karşıtıdır. Bir kimsenin bir şeyden emel ve umudunu
kesmesi, güvenini kaybetmesi, kalbinden ümid ve emeli tamamen kesip tamamıyla
umuttan uzak ve boş olması anlamına gelir. Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda
kullanılmıştır:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَتَوَلَّوْا
قَوْمًا
غَضِبَ
اللّهُ
عَلَيْهِمْ
قَدْ
يَئِسُوا
مِنَ
الْاخِرَةِ
كَمَا يَئِسَ
الْكُفَّارُ
مِنْ
اَصْحَابِ
الْقُبُورِ
"Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazab
ettiği o kavim ile dost olmayın ki kabirlerde bulunan kafirler nasıl ye'se
düştülerse (ümidlerini kesdilerse), onlar da öylece âhiretten ümidlerini
kesmişlerdir (ye'se düşmüşlerdir.)”[816]
Çünkü
ölmüş ve kabre girmiş olan kâfirler, Cehennemdeki ebedi kalacakları mevkilerini
gördükleri ve ahiret nimetlerinden mahrûmiyetleri belli olduğu için her vechile
Cennet'ten ümidleri kesilmiş ve ye'sleri gerçekleşmiştir. Ölmemiş kâfirler de
ölülerin diriltilmesinden ve ahiretten tamamen ümidlerini kesmişlerdir.
Kur'an-ı
Kerîm'de yalnız bir âyette "ye's" "bilmek" anlamınadır:
وَلَوْ
اَنَّ
قُرْانًا
سُيِّرَتْ
بِهِ الْجِبَالُ
اَوْ
قُطِّعَتْ بِهِ
الْاَرْضُ
اَوْ كُلِّمَ
بِهِ
الْمَوْتى بَلْ
لِلّهِ
الْاَمْرُ
جَميعًا
اَفَلَمْ ياَيَْسِ
الَّذينَ
امَنُوا اَنْ
لَوْ يَشَاءُ
اللّهُ
لَهَدَى
النَّاسَ
جَميعًا
وَلَا يَزَالُ
الَّذينَ
كَفَرُوا
تُصيبُهُمْ
بِمَا
صَنَعُوا
قَارِعَةٌ
اَوْ تَحُلُّ
قَريبًا مِنْ
دَارِهِمْ
حَتّى
يَاْتِىَ
وَعْدُ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ لَا
يُخْلِفُ
الْميعَادَ
“Ve eğer bir
Kur'an ki, onunla dağlar yürütülmüş veya onunla yer parçalanmış veya onunla
ölüler söyletilmiş olsa idi işte bu Kur'an ile olmuş olurdu. Fakat bütün emir
Allah'ındır. İmân edenler anlamadılar mı ki, Allah Teâlâ dileyecek olsa idi
elbette bütün insanları hidâyete erdirirdi. Kâfirlere gelince onlara kendi kötü
amelleri sebebiyle bir felaket isabet edip duracaktır. Veya Allah'ın vaadi
gelinceye değin o felaket yurtlarının yakınında hulûl edecektir. Şüphe yok ki,
Allah Teâlâ verdiği söze muhalefet etmez.”[817]
Önemli
olan, insanların kendi ihtiyarları ile hakkı arayıp iman etmeleridir.
Kelâm
ve Akaid kitaplarında ye's kelimesi "îmanü'l-ye's" ve "tevbetü'l-ye's:
tevbe-i ye's" şeklinde kullanılır. Bir kimsenin bir şey hakkında kendi bilgi ve
ihtiyariyle karar veremeyerek ye's ve korkuya düşmesine ye's hâli denilir. Ye's
kelimesi yerine be's kelimesi de:
فَلَمْ
يَكُ
يَنْفَعُهُمْ
ايمَانُهُمْ
لَمَّا
رَاَوْا
بَاْسَنَا
سُنَّتَ
اللّهِ الَّتى
قَدْ خَلَتْ
فى عِبَادِه
وَخَسِرَ هُنَالِكَ
الْكَافِرُونَ
“Be'simizi (azabımızı) gördükleri zaman imân etmeleri bir fâide vermiş olmadı. (Bu)
Allah'ın kulları hakkında cari olan adetidir. İşte kâfirler orada helâke
uğramış oldu”[818] âyetine uymak için kullanılır.
Be's; azab, şiddet, sıkıntı, güç ve kuvvet demektir.
Bir
kâfir, yani Allah'a veya Allâh'ın peygamberlerine ve âhiret gününe îman etmeyen
bir kimse, ölürken ölümün şiddetleri kendisine gelip çattığı ve ilahî azabı
müşahede ve muayene ettiği vakit iman ederse, bu imana iman-ı ye's veya îman-ı
be's denilir. Bir fasıkın ölürken günahlarından tevbe etmesine de tevbe-i ye's
denilir.
İman-ı
ye's (ye's halinde iman) makbûl değildir.
Ye's halinde iman üç şekilde olur:
1-
Peygamberler gelip Allah'ın emirlerini tebliğ ederler, doğruluklarına dair
mu'cizeler gösterirler. İnanmayanların üzerine Allah'ın azabının ineceğini
söylerler. Bundan sonra geride inananların dışında Fir'avn gibi kalbleri
katılaşmış inanmayan kimseler kalır.
Azab-ı
elîm olan helâk âyetleri gelip inanmayanları yakalayınca, bu sırada iman
edenlerin imanları kabul edilemez ve bunların imanları kendilerine bir fayda
vermez. Çünkü kendi ihtiyarları ile değil, korku ve ümitsizlikten dolayı iman
etmiş oldukları için, bu imanları bir iman-ı ye's veya iman-ı be's olur.
Önceden
serbest iradeleri ile iman etmedikleri halde peygamberlerin geleceğini
söyledikleri azabın apaçık görüldüğü böyle yeis zamanında imanları sahih olmaz
ve hiç bir fayda vermez. Gözönünde hazır olana ve meşhûde inanmakla iman sahih
olmaz. Nitekim ahirette diriltildikten sonra kâfirlerin iman etmesi de
böyledir.
İhtiyarî
olan, gayb ve istikbâle taalluk eden ve burhanlarla gerçeği istidlâl ile elde
edilen ve gelecek için bir hayır kazanacak kadar ölümden önce bulunan bir vakitte
husûle gelen iman makbuldür. Olacak olmağa başladıktan ve iş işten geçtikten
sonra inanmakta bir fayda yoktur. Olacağa olmadan önce inanılmalı ki
zararlarından korunmak için hazırlık ve tedariklerde bulunulabilsin. Bu
gerçekleri şu âyetler apaçık bir şekilde ifade eder:
فَلَمَّا
جَاءَتْهُمْ
رُسُلُهُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
فَرِحُوا
بِمَا
عِنْدَهُمْ
مِنَ
الْعِلْمِ
وَحَاقَ
بِهِمْ مَا
كَانُوا بِه
يَسْتَهْزِؤُنَ
(*) فَلَمَّا
رَاَوْا
بَاْسَنَا
قَالُوا امَنَّا
بِاللّهِ
وَحْدَهُ
وَكَفَرْنَا
بِمَا كُنَّا
بِه مُشْرِكينَ
(*) فَلَمْ يَكُ
يَنْفَعُهُمْ
ايمَانُهُمْ
لَمَّا
رَاَوْا
بَاْسَنَا
سُنَّتَ
اللّهِ الَّتى
قَدْ خَلَتْ
فى عِبَادِه
وَخَسِرَ هُنَالِكَ
الْكَافِرُونَ
"Öyle ya kendilerine peygamberleri mucizeler
getirince, onların nezdindeki ilme karşı şımarıklık gösterdiler (veya kendi
bildikleri ile şımarıp mağrur oldular). İstihza edip eğlenceye aldıkları azab
kendilerini çepeçevre kuşatıverdi. O çetin azabımızı gördükleri vakit "tek
olan Allah'a inandık, ona eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik" dediler.
Fakat azabımızı (be'simizi) gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda
vermedi. Allah'ın kulları hakkında câri olan âdeti budur. İşte kâfirler burada
hüsrana uğradı."[819]
وَجَاوَزْنَا
بِبَنى
اِسْرَائلَ
الْبَحْرَ
فَأَتْبَعَهُمْ
فِرْعَوْنُ
وَجُنُودُهُ
بَغْيًا
وَعَدْوًا
حَتّى اِذَا
اَدْرَكَهُ الْغَرَقُ
قَالَ
امَنْتُ
اَنَّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
الَّذى
امَنَتْ بِه
بَنُوا
اِسْرَائلَ
وَاَنَا مِنَ
الْمُسْلِمينَ
(*) الْنَ
وَقَدْ
عَصَيْتَ
قَبْلُ
وَكُنْتَ مِنَ
الْمُفْسِدينَ
"Nihâyet, Firavun suda boğulup can pekişirken "inandım,
hakikat İsrail oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de
müslümanlardanım, "demişti. Şimdi mi îman ediyorsun. Halbuki sen bundan
evvel ömrün boyunca isyan etmiş, fesadçılardan olmuştun."[820]
Yûnus
kavmi gibi bir millet peygamberlerin söyledikleri azab gelmeden önce iman
ederlerse imanları sahih olur. Yûnus kavmi, Hz. Yûnus'un söylediği azabın
emareleri belirince, azab kendilerine gelmeden önce iman ettikleri için
imanları sahih olup fayda vermiştir.[821]
2-
Önceden iman etmeyen bir kâfir, üzerinde ölümün emareleri belirip ölümün
şiddetleri kendisini sardığı zaman iman ederse, bu iman-ı ye's veya îman-ı
be's'dir; makbul değildir. Çünkü ölüm zamanında geride îman ile hayır
işleyeceği hiç bir vakit kalmamıştır ve hayır işlemesine hiç bir imkân
kalmamış, nefsi elinden çıkmıştır.
Bir
kâfir ölüm hastalığına yakalanır, ölümün şiddetleri belirmeden ve can boğazına
gelmeden önce aklı başında olarak bir hayır kesbine imkân bulacak bir zaman ve
lahzada olur ve ye's (ümitsizlik) ve be's (azab) tahakkuk etmeden iman ederse,
bu iman makbûl ve sahih olur. Fakat halet-i nezi'de, can boğaza gelince ye's
halinde küfürden tevbe ederek îman etmek makbûl değildir:
وَلَيْسَتِ
التَّوْبَةُ
لِلَّذينَ
يَعْمَلُونَ
السَّيَِّاتِ
حَتّى اِذَا
حَضَرَ اَحَدَهُمُ
الْمَوْتُ
قَالَ اِنّى
تُبْتُ الْنَ
وَلَاالَّذينَ
يَمُوتُونَ
وَهُمْ
كُفَّارٌ
اُولئِكَ اَعْتَدْنَا
لَهُمْ
عَذَابًا
اَليمًا
"Günahları işleyenlerden her birine ölüm
gelince "işte ben şimdi tevbe ettim" diyen kimselere tevbe yoktur.
Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri makbûl değildir. İşşte bunlara biz çok
acıklı bir azab hazırlamışızdır"[822] ayeti gereğince günah işleyip
günahlara dadanan mü'minlerin ölüm gelip çatınca ve hayattan ümidlerini
kesmeden önce, tevbelerinin kabulü kat'i değildir; Allah'ın dilemesine bağlıdır.
Fakat
mü'min olduğu halde bazı günahlara da bulaşmış olan insanın son nefesinde bile
tevbesi makbul olabilir. Çünkü:
لَاتَقْنَطُوا
مِنْ
رَحْمَةِ
اللّهِ
"Allah Teâlâ Âllah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyiniz"[823] buyuruyor. Fakat imansızın son
nefesindeki tevbesi makbul değildir. Çünkü bunun önceden iman ve irfandan
nasibi yoktur ve Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir. Bunda bütün İslâm
âlimlerinin ittifakı vardır. Bir kısım âlimler, iman-ı ye'si, vaktinde
dikilmediği için, tutup büyümekten uzak olan ve kuruyacak fidana benzettiler.
Peygamberimiz
(a.s); Allah, kulunun tevbesini, canı
boğazına gelmediği müddetçe kabul eder" [824]
buyurur.
Hadiste geçen gargara ile murad, ye's halidir. Bir kulda, ye's ve be's hafinin
tahakkukundan sonra, onun Allah'ın emirlerini yerine getirmesi aklen ve naklen
tasavvur olunamaz. Nitekim Allah Teâlâ;
بَلْ
بَدَا لَهُمْ
مَا كَانُوا
يُخْفُونَ مِنْ
قَبْلُ
وَلَوْ
رُدُّوا
لَعَادُوا
لِمَا نُهُوا
عَنْهُ
وَاِنَّهُمْ
لَكَاذِبُونَ
"Onlar (kâfirler) eğer tekrar, hayata
döndürülseler, nehy olundukları şeylere tekrar dönerlerdi. Muhakkak onlar
yalancıdırlar"[825] buyurmuştur.
Bu
ayet-i kerime, kâfirin ölürken iman etmesinin kendi istek ve ihtiyarı ile
olmayıp mecburî olduğuna delâlet eder. Çünkü kâfirler, ölürken ilahî azabı
görürler ve meleklerin verdiği şiddetli acıyı tadarlar:
وَلَوْ
تَرى اِذْ
يَتَوَفَّى
الَّذينَ كَفَرُوا
الْمَلئِكَةُ
يَضْرِبُونَ
وُجُوهَهُمْ
وَاَدْبَارَهُمْ
وَذُوقُوا عَذَابَ
الْحَريقِ
"Melekler o kafirlerin yüzlerine ve arkalarına
vura vura, ve " gelecekte de tadın cehennem azabını" diyerek
canlarını alırken onları bir görmeliydin."[826]
فَكَيْفَ
اِذَا
تَوَفَّتْهُمُ
الْمَلئِكَةُ
يَضْرِبُونَ
وُجُوهَهُمْ
وَاَدْبَارَهُمْ
"Onların (kâfirlerin) hali ne olacaktı melekler
onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken."[827]
وَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنِ
افْتَرى
عَلَى اللّهِ
كَذِبًا اَوْ
قَالَ
اُوحِىَ
اِلَىَّ وَلَمْ
يُوحَ
اِلَيْهِ
شَىْءٌ
وَمَنْ قَالَ سَاُنْزِلُ
مِثْلَ مَا
اَنْزَلَ
اللّهُ وَلَوْ
تَرى اِذِ
الظَّالِمُونَ
فى غَمَرَاتِ
الْمَوْتِ
وَالْمَلئِكَةُ
بَاسِطُوا اَيْديهِمْ
اَخْرِجُوا
اَنْفُسَكُمْ
اَلْيَوْمَ
تُجْزَوْنَ
عَذَابَ
الْهُونِ
بِمَا كُنْتُمْ
تَقُولُونَ
عَلَى اللّهِ
غَيْرَ الْحَقِّ
وَكُنْتُمْ
عَنْ ايَاتِه
تَسْتَكْبِرُونَ
"Ölümün şiddet ve dehşetleri içinde meleklerin
pençelerini uzatarak kendilerine "Canlarınızı çıkarın! Allah'a karşı
haksız olanı söyleye geldiğiniz, Allah'ın âyetlerinden kibirlenerek uzaklaşmış
olduğunuz içindir ki bugün hakâret azabıyla cezalandırılacaksınız",
dedikleri zaman o zalimleri sen bir görmeliydin."[828]
فَلَوْلَا
اِذَا
بَلَغَتِ
الْحُلْقُومَ
(*) وَاَنْتُمْ
حينَئِذٍ
تَنْظُرُونَ
"Hele can boğaza gelince, o vakit siz
görürsünüz." [829]
Bütün
bu âyetler, kâfirlerin ölürken ilâhî azabı müşahede ettiklerine delâlet eder.
Bu sebeple onların iman etmeleri ümitsizlik ve korkudan dolayı olup ihtiyarî
değildir.
İmam
Mâtüridî'den sonra Matüridîlerin en büyük kelamcısı Ebu'l-Mu'in Meymûn b.
Muhammed en-Nesel, ye's ve be's halinde bir kişinin iman etmesinin
geçersizliğinin sebeplerini şöylece açıklar:
1- Bir
kimsenin ye's (ümitsizlik ve korku) halinde iman etmesi, kendisine yönelen ve
yakasına yapışan azabı gidermek için olup ihtiyarî ve hakiki iman değildir.
Hakiki iman ihtiyar ve istek ile Allah'a yaklaşmak ve O'nun rızasını elde etmek
için sahib olunan imandır.
2- Ye's
ve be's halinde kişiyi ihtiyarsız olarak inanmaya mecbûr eden, gördüğü âhiret
azabının başlangıcı olan bir sıkıntı ve azabtır. Bundan kurtulması için imana
sığınır. İmansız kişi dünyada ölürken azab çeker bununla âhirete intikal eder.
3-
Kişinin ölürken ve öldükten sonra nefsi elinden çıkmıştır. Ölürken nefsinde
tasarrufa ve bir hayır kesbederek onunla faydalanmaya güç getiremez.
4- Bu
şekilde bir imanın faydasının bulunmayacağı hakkında nass varid olmuştur. [830]
Ebû
Mansûr el-Matürîdî de ye's halindeki iman hakkında şöyle der: “Bu zaman (kişinin can çekiştirdiği zaman), azabın
indiği vakittir. O vakit kişi şahid ile (göz önündeki azab ile) gaibe dair bir
delil getiremez ki, onun (inandım) sözü ilim ve bilgiden meydana gelen inanç
olsun. Çünkü bu şekilde iman, korku ve azabı gidermek için inanmadır. İsteği
ile çalışarak erişilen iman değildir ki, inanması çalışıp çabalama ile husûle
gelen iman olsun.” [831]
3-
Güneşin batıdan doğması veya semâ (yıldızlar) parçalanıp üzerlerine düşmek gibi
kıyâmetin açık ve büyük alâmetleri zuhur ettiğinde, veya kıyamet kopmaya
başlayınca veyahut da öldükten sonra diriltildiğinde kâfirin iman etmesi de bir
iman-ı ye'sdir, kendisine fayda vermez. Bu husus Kur'an-ı Kerîm'de şöyle ifade
edilir:
هَلْ
يَنْظُرُونَ
اِلَّا اَنْ
تَاْتِيَهُمُ
الْمَلئِكَةُ
اَوْ يَاْتِىَ
رَبُّكَ اَوْ
يَاْتِىَ
بَعْضُ
ايَاتِ رَبِّكَ
يَوْمَ
يَاْتى
بَعْضُ
ايَاتِ رَبِّكَ
لَا يَنْفَعُ
نَفْسًا
ايمَانُهَا
لَمْ تَكُنْ
امَنَتْ مِنْ
قَبْلُ اَوْ
كَسَبَتْ فى
ايمَانِهَا
خَيْرًا قُلِ
انْتَظِرُوا
اِنَّا
مُنْتَظِرُونَ
"Onlar (kâfirler) ancak kendilerine azab
meleklerinin gelmesini, yahud Rabbinin gelmesini veyahud Rabbinin âyet ve hâlâk
mucizelerinden bazısının gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı
geldiği gün, daha önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan
hiçbir kimseye o gün iman etmesi asla fayda vermez. De ki, "Bekleyin,
şüphesiz biz de bekliyoruz."[832]
Burada
meleklerden murad, ölüm veya azâb melekleridir.
Allah Teâlâ'nın iki türlü âyeti vardır:
a)
Allah'ın varlığına ve ekmel sıfatlarına delâlet eden, gelecekteki hadiseleri
meydana gelmelerinden önce haber veren ve gösteren âyet ve delillerdir ki iman
ve ahiret bunlarla kazanılır.
b) Bir
kısım âyetler (alâmetler) de hâdise ve vâkıaların bilfiil ortaya çıkmaya
başladıklarını ve ilahî kudretin tecellisini gösterirler. Bunlar gelince açıkça
herkese belli olduğundan, ihtiyarî olarak delil ile istidlâl ederek gayba
inanma ihtimali kalmaz ve bu zaman iman etmenin bir faydası olmaz. Bu âyetler
gelmeden önce inananlar kurtuluşa erer. Bu ikinci kısım âyetler de kıyametin
büyük âlametleridir ki bunları görenler iman edeceklerdir.
Fakat
bunlar gelmeden önce iman edenler veya iman edip amel-i salih işlemiş ve iyilik
yapmış olanların imanları makbûl olacaktır. Yoksa önceden iman etmemiş veya
imanla bir hayır kazanmamış kişinin, kıyametin büyük ve açık olan âyetleri
zuhur edince veya kıyamet koparken veyahut da öldükten sonra diriltilince iman
etmesi de bir iman-ı ye'sdir, kendisine fayda vermez. Güneşin batıdan doğması
gibi kıyametin büyük âlametleri zuhur ettiğinde teklif zamanı geçeceği için
imanın kabul olunmayacağına dair Buharî ve Müslim'in de rivayet ettiği bir çok
hadisler vardır.
Merhum
Hamdi Yazır'ın tefsirine göre; bir kişi kıyametin büyük alâmetlerinden önce
iman etmiş olursa, onun kurtuluşu için bu kâfi olacaktır. Fakat bu âyetlerin
zuhurundan itibaren iman etmenin kabulü için, bu imanı ile beraber hayır
işlemesi de şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Henüz kıyamet kopup bitmeden ve
vâkıa tamam olmadan iman etmekle birlikte hayır ve iyilik işlemek fayda verecektir.
Kıyamet kopup bitince ve vâkıa tamam olunca be's ü ye's tamam olacak ve artık
iman etmek de fayda vermeyecektir. Bununla beraber, kıyâmetin kapmasının
alâmetleri belirince, henüz kopup bitmeden büsbütün ye'se düşmeyerek hemen iman
edip salih amel işlemelidir. [833]
İslâm
âlimleri ye's ve be's (ümitsizlik, korku ve azab) halinde iman etmenin geçersiz
olduğunda ittifak etmişlerdir. Fasık mü'minin ye's halinde tevbe etmesinin
makbul olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Hanefi Matüridîlerden ve
Şâfiîlerden bazı âlimler, âsî mü'minin ye's halinde bile günahlarından tevbesi
makbuldür, demişlerdir.
Zamanımızda
iman-ı ye'sin geçerliliğine dair Fusûsu'l-Hikem'deki İbn'ü'l-Arabî'ye aid
olduğu iddia edilen görüşün te'siri altında kalarak delilsiz görüşler serdeden
Mahmûd el-Gurâb gibi çağdaş yazarlar da mevcuttur.
d) Şirk
Şirk: "Şe-ri-ke" fiilinin masdarı, ortak olma demektir. Dinî anlamda şirk, Allah'a eş ve
ortak koşma manasına gelir.
Bu
fiilin dört harfli "if'âl" babındaki şekli "eşrake"dir ve ortak tanıma, ortak koşma
demektir. Bu babın ismi faili olan "müşrik" de, ortak koşandır. [834]
Şirk,
aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi aşkın yerde
geçmektedir.
Kur'an-ı
Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak
tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz. Bütün
müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs,
azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir. Şirkin temeli, insanların
Allah'a tam manasıyle inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi
uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine
dayanır. Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir.[835]
Kur'an
âyetlerinden başka, çeşitli hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş
yer verilmiştir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret
ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de,
yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve
kişilerden beklemektir.
Şirk'in
zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber,
O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin her şeyin
üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen
bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda müslümanların arasında birliği
sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki müslümanların aynı ezanı okumaları,
ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun
tam zıddıdır. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği
hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul
edilmiştir.
Yüce
Allah Kur'an'da:
وَاِذْ
قَالَ
لُقْمنُ
لِابْنِه
وَهُوَ يَعِظُهُ
يَا بُنَىَّ
لَاتُشْرِكْ
بِاللّهِ اِنَّ
الشِّرْكَ
لَظُلْمٌ عَظيمٌ
"Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür"[836] diye buyurarak, şirki bir zulüm
olarak tanıtmıştır. Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine
zulmetmiş olur.[837]
Ve yine
şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak
teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine
karşı gelinmekle Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir
zulümdür. Şirk'e düşen insanın kendi şahsına zulmettiğini destekler mahiyetteki
diğer bir âyetin meâli şöyledir:
حُنَفَاءَ
لِلّهِ
غَيْرَ
مُشْرِكينَ
بِه وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَكَاَنَّمَا
خَرَّ مِنَ
السَّمَاءِ
فَتَخْطَفُهُ
الطَّيْرُ
اَوْ تَهْوى
بِهِ الرّيحُ
فى مَكَانٍ سَحيقٍ
“Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı
birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökten düşmüş de kendisini
kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir."[838]
Şirk'e
düşen insan o kadar perişan olur ki, Yüce Allah ile bağları kopar; istikametini
şaşırır; iyi ile kötüyü ayırd edemez hale gelir ve kendi öz çocuğunu öldürecek
kadar şaşkın bir duruma düşer. Onların bu acı hali, Kur'an'da şöyle haber
verilmiştir:
وَكَذلِكَ
زَيَّنَ
لِكَثيرٍ
مِنَ الْمُشْرِكينَ
قَتْلَ
اَوْلَادِهِمْ
شُرَكَاؤُهُمْ
لِيُرْدُوهُمْ
وَلِيَلْبِسُوا
عَلَيْهِمْ
دينَهُمْ
وَلَوْ شَاءَ اللّهُ
مَا
فَعَلُوهُ
فَذَرْهُمْ
وَمَا يَفْتَرُونَ
“Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını
öldürmeyi süslü (güzel bir şeymiş gibi) gösterdi ki (böylece) hem kendilerini
mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı.
O halde onları, uydurduklarıyla baş başa bırak!"[839]
Yüce
Allah'ın şirke bakışını ve şirkin Kur'an'daki tanımını sergileyen diğer bazı
âyetler şöyledir:
اِنَّ
اللّهَ لَا
يَغْفِرُ
اَنْ
يُشْرَكَ بِه
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ
وَمَنْ يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا بَعيدًا
"Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette
bağışlamaz. O'ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a
ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır."[840]
وَلَا
تَنْكِحُوا
الْمُشْرِكَاتِ
حَتّى يُؤْمِنَّ
وَلَاَمَةٌ
مُؤْمِنَةٌ
خَيْرٌ مِنْ
مُشْرِكَةٍ
وَلَوْ
اَعْجَبَتْكُمْ
وَلَا تُنْكِحُوا
الْمُشْرِكينَ
حَتّى
يُؤْمِنُوا وَلَعَبْدٌ
مُؤْمِنٌ
خَيْرٌ مِنْ
مُشْرِكٍ وَلَوْ
أَعْجَبَكُمْ
اُولئِكَ
يَدْعُونَ اِلَى
النَّارِ
وَاللّهُ
يَدْعُوا
اِلَى الْجَنَّةِ
وَالْمَغْفِرَةِ
بِاِذْنِه
وَيُبَيِّنُ
ايَاتِه لِلنَّاسِ
لَعَلَّهُمْ
يَتَذَكَّرُونَ
"Onlar (müşrikler, şirk koşanlar insanları)
ateşe çağırır. Allah ise izniyle Cennete (girmeye) ve mağfirete çağırır."[841]
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ اَهْلِ
الْكِتَابِ
وَالْمُشْرِكينَ
فى نَارِ
جَهَنَّمَ
خَالِدينَ
فيهَا اُولئِكَ
هُمْ شَرُّ
الْبَرِيَّةِ
"Kitâb ehlinden ve (Allah'a) şirk koşanlardan
kâfir olanlar, Cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar,
halkın en şerlileridir."[842]
Tevhide
aykırı olan, Allah'ın ve Peygamber (a.s)'ın emirlerine ters düşen şirke, kimden
gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir. İslâm dini anne-babaya son derece itâat
etmeyi, onlara saygıda bulunmayı emrettiği halde, şirk olan hususlarda, onların
sözünü dinlememeyi ve onlara tabi olmamayı istemektedir. Konu ile ilgili bazı
âyetler şöyledir:
وَوَصَّيْنَا
الْاِنْسَانَ
بِوَالِدَيْهِ
حُسْنًا
وَاِنْ
جَاهَدَاكَ
لِتُشْرِكَ بى
مَا لَيْسَ
لَكَ بِه
عِلْمٌ فَلَا
تُطِعْهُمَا
اِلَىَّ
مَرْجِعُكُمْ
فَاُنَبِّئُكُمْ
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
"Biz insana anne-babasına iyilik etmeyi tavsiye
ettik. Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi,
bana ortak koşmanı için zorlarlarsa, (bu hususta) onlara itâat etme. Dönüşünüz
banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber veririm."[843]
وَوَصَّيْنَا
الْاِنْسَانَ
بِوَالِدَيْهِ
حَمَلَتْهُ
اُمُّهُ
وَهْنًا عَلى
وَهْنٍ
وَفِصَالُهُ
فى عَامَيْنِ
اَنِ اشْكُرْ
لى وَلِوَالِدَيْكَ
اِلَىَّ
الْمَصيرُ (*)
وَاِنْ
جَاهَدَاكَ
عَلى اَنْ
تُشْرِكَ بى مَالَيْسَ
لَكَ بِه
عِلْمٌ فَلَا
تُطِعْهُمَا
وَصَاحِبْهُمَا
فِى الدُّنْيَا
مَعْرُوفًا
وَاتَّبِعْ
سَبيلَ مَنْ اَنَابَ
اِلَىَّ
ثُمَّ
اِلَىَّ
مَرْجِعُكُمْ
فَاُنَبِّئُكُمْ
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
Biz insana anne-babasını tavsiye ettik. Anası onu
zayıflık üstüne zayıflık çekerek (karnında) taşımıştır. Onun (memeden) ayrılması
da iki yıl içinde olmuştur. (Bunların hepsi, güç şeylerdir. Onun için biz
insana) '-Bana ve anne-babana şükret. Dönüş banadır, (diye öğüt verdik). Eğer
onlar seni hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için
zorlarlarsa, onlara itâat etme. Onlarla dünyada iyi geçin ve bana yönelen
kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz banadır. (O zaman ben) size yaptıklarınızı
haber vereceğim."[844]
Allah'ın
Rasûlü Hz. Muhammed (a.s) de, şirki helâk edici büyük günahların başında
saymıştır: Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:
Helak
edici yedi şeyden sakının:
1-
Allah'a şirk (ortak) koşmak;
2-
Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;
3-
Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;
4-
Yetim malı yemek;
5-
Savaş alanından kaçmak;
6- Faiz
yemek;
7-
İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnat etmek."[845]
Şirkin
dışındaki günahların affedileceği, imân sahibi olan bir insanın bu gibi
günahları işlediği takdirde, cezasını çektikten sonra mutlaka cennete gideceği,
ancak şirke giren insanların, tevbe etmeden öldüğü takdirde, affedilmeyeceği
Rasûlüllah (a.s) tarafından haber verilmiştir:
"Cebrail bana gelerek şu müjdeyi verdi:
"-Ümmetinden kim Allah'a şerik (ortak) koşmadığı halde ölürse, Cennet'e girer".
Bunun üzerine ona dedim ki: "-Zina da etse, hırsızlık da yapsa ..?"
Cevap verdi: "Evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa..."
Peygamberimiz (a.s)'ın bildirdiğine göre, Cebrâil (a.s)'a bu soruyu üç defa
sormuş ve her seferinde aynı cevabı almıştır. [846]
Bir de
küçük şirk diye bir çeşit şirk daha vardır. O da, ibâdetlere riya ve gösterişi
karıştırmak, Allah'ın rızasından sapmaktır. Kur'an'da bu hususta şöyle
buyurulmuştur:
قُلْ
اِنَّمَا
اَنَا بَشَرٌ
مِثْلُكُمْ
يُوحى
اِلَىَّ
اَنَّمَا
اِلهُكُمْ
اِلهٌ وَاحِدٌ
فَمَنْ كَانَ
يَرْجُوا
لِقَاءَ
رَبِّه فَلْيَعْمَلْ
عَمَلًا
صَالِحًا
وَلَا يُشْرِكْ
بِعِبَادَةِ
رَبِّه
اَحَدًا
Kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir
amelde bulunsun ve Rabb'ine ibâdette hiç kimseyi şerik kılmasın (ortak tutmasın.)"[847]
Bu
âyette geçen, ibâdette Allah'a şirk koşmaktan gaye, ibâdette ihlaslı ve samimi
olmamak, Allah'ın rızasının dışındaki riya, gösteriş ve benzeri menfaat
duygularını taşımak demektir.[848]
Hz.
Muhammed (a.s)'ın de bu hususta söylediği hadislerden bazıları şöyledir:
"Sizin için en çok korktuğum şey, küçük
şirktir." Hazır bulunanlar: "Ya Rasûlüllah! Küçük şirk nedir?"
diye sordukları zaman, Rasûlüllah (a.s) şöyle devam etmiştir: "Küçük şirk,
riya yani gösteriştir. Ahiret gününde insanlara amellerinin karşılığı verildiği
zaman, Allah diyecek ki: "- Dünya hayatında iken, kendileri görsün diye
riya ve gösteriş yaptığınız kişilerin yanına gidin, bakın, onların yanında
herhangi bir karşılık bulacak mısınız?" [849]
"Ümmetim için en çok
korktuğum şey, Allah'a şirk koşmaktır. Ama dikkat edin; Ay'a, Güneş'e veya puta
tapacaklar, demiyorum. Fakat, Allah'ın rızasının dışındaki gayeler için
harekette bulunacaklar ve gizli şehvet, yani riyâ ve gösteriş duygularını
taşıyacaklar (demek istiyorum.)" [850]
Ebu
Hureyre (r.a) dedi ki, ben Rasûlüllah (a.s)'ı şöyle söylerken işittim:
"Kıyamet günü aleyhine hükm olunacak halkın
birincisi şehid edilen bu adam olacaktır. O kimse, (Allah'ın huzuruna)
getirilir; Allah ona verdiği nimetlerini bir bir anlatır. O da bunları bilir ve
hatırlar. Yüce Allah:
-”Bu nimetlerin arasında ne yaptın?" diye
sorar. O kişi:
-"Senin rızan için savaştım ve nihâyet şehid
oldum " diye cevap verir. Yüce Allah:
-”Yalan söylüyorsun. Fakat sen, hakkında kahraman
denilsin diye savaştın. Bir rivâyete göre, Allah'ın emri üzerine o kişi yüz
üstü sürüklenerek Cehennem'e atılır.
(İkinci olarak) İlim öğrenmiş, başkalarına da
öğretmiş ve Kur'an okumuş biri huzur'u ilâhiye getirilir. Yüce Allah ona da
verdiği nimetlerini tek tek anlatır. O da bunları anlar. Allah ona:
-"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne yaptın
" diye sorar. O şu cevabı verir:
-”Senin rızan için Kur'an'ı, ilmi öğrendim ve
başkasına öğrettim." Yüce Allah ona da şöyle der:
-”Sen yalan söylüyorsun. Fakat sen Kur'an'ı, ilmi
riya ve gösteriş için, sana alim, güzel okuyor, densin diye okudun, öğrendin.
Nitekim senin için bu övgüler yapıldı." Allah'ın emri üzerine o da
sürüklenerek Cehennem ateşine atılır.
(Üçüncü olarak) Allah'ın kendisine geniş çapta
zenginlik ve çeşitli maldan verdiği biri getirilir. Allah, buna da verdiği
nimetleri ayrı ayrı anlatır. O da, bu nimetleri kabul eder, hatırlar. Yüce
Allah ona da şunu sorar:
-"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne gibi
hayırlı işler yaptın? O da şöyle cevap verir:
-"Senin rızan için, sevdiğin her türlü yola
para harcadım. Maddi yönden, yardımda bulunmadığım hiç bir şeyi bırakmadım.
" Yüce Allah ona da aynı şekilde cevap verir:
-”Sen yalan söylüyorsun. Aslında sen bunları, sana
cömert denilsin diye yaptın. Riya ve gösterişte bulundun. Beklendiğin medih ve
övgülere de kavuştun." O da Allah'ın emri üzerine yüzüstü sürüklenerek
Cehennem ateşine atılır." [851]
Bu
hadiste ifâde edildiği gibi, şehid olmak, alim olmak ve hayır yollarına maddi
yardımda bulunmak, son derece güzel şeylerdir. Ancak bunlar Allah rızası için
değil, riya, gösteriş veya başka herhangi bir menfaat duygusu ile olunca, hiç
bir kıymeti ve değeri yoktur.
e)
Taklid
Taklid: Kılıç takmak, bir kimsenin omuzuna kılıcın
askısını yerleştirmek.
Fıkıh
usulünde, bir sözü delilsiz olarak kabul etmek ya da bir kimsenin şer'i
delillerden olmayan sözüyle, şer'i bir delile dayanmadan amel etmek. Dayandığı
deliller bilinmeden bir müctehid veya bilginin sözüne göre amel edilmesi
durumunda taklit gerçekleşmiş olur. Taklit edene mukallit denir. Fakat taklit
ile ittiba karıştırılmamalıdır. İttiba, bir müctehidin ictihadını, delillerini
inceleyerek benimsemedir. Hicri ikinci yüzyılın ortalarına doğru ortaya çıkan
taklidin cevazı, dördüncü yüzyıldan bu yana tartışıla gelmektedir.
Teori
planında taklit, ictihad konusuyla birlikte ele alınmıştır. İctihad kapısının
belli bir dönemde kapandığını savunanlar taklidin vacib ve gerekli olduğunu
savunurken, ictihad taraftarları, tam aksine, taklide hiçbir meşruiyet
tanımamışlardır. Konuya bu iki karşıt noktadan bakanların yanısıra, konuyu
kişilerin durumuna göre değerlendirme yoluna giden daha mutedil bilginler de
olmuştur.
Dört
mezhebten birine bağlı hukukçular taklidin caiz, hatta vacib olduğu görüşünü
savunmuşlardır. Bunlar görüşlerini birçok delille desteklemeye çalışmışlardır.
Bunların taklit lehine getirdikleri delillerin başlıcaları şöyle özetlenebilir:
1.
Kur'an'da; فَسَْلُوا
اَهْلَ
الذِّكْرِ
اِنْ كُنْتُمْ
لَاتَعْلَمُونَ
"Bilmiyorsanız, zikir ehline
sorun"[852] buyurulur.
Bu
ayet, bilmeyenin bilenden sormasını gerektiren bir emirdir.
2. Hz.
Peygamber, başından yaralı birine guslün gerekli olduğunu söyleyerek ölümüne
neden olanlar için, "... madem ki bilmiyorlar,
bilenlere sorsalar ya! Cehaletin şifası sormaktır" buyurmuştur. [853]
3. Hz.
Ömer, kelale meselesinde Hz. Ebu Bekr'e uymuş ve "Ona
muhalefet etmekten utanırım" demiştir. Taklit caiz olmasaydı Hz. Ömer,
Hz. Ebu Bekir'e uymazdı.
4.
Sahabe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü kaçırınca, önce bu bölümü
kılıyor, sonra imama uyuyorlardı.
5.
Allah Teâlâ kendine, Resulune ve ulü'l-emre itaati emretmiştir.[854]
Ulü'l-emr, yöneticiler ve bilginlerdir. Yönetici ve bilginlere itaat,
verdikleri fetvayı taklitle olur.
6.
Allah Teâlâ, muhacir ve ensara iyi bir şekilde ittiba edenleri övmüş, onlardan
razı olduğunu bildirmiştir.[855]
Bunlar taklidin tasvibi ve övülmesi anlamına gelir.
7.
Müctehid bilginler açıkça taklidin caiz olduğunu söylemişlerdir. Sözgelimi
Muhammed bin el-Hasen, "Alimin
daha bilgin olanı taklit olması caizdir"; İmam Şafîî de, "Bazı meselelerde Ömer'i, Osman'ı, Zeyd'i
taklit ederek söylüyorum" demiştir.
8.
Allah insanları çeşitli yeteneklerde yaratmış, öğrencinin hocasını, çırağın
ustasını taklidini zorunlu kılmıştır. Her insanın müctehid olmasını istemesi,
O'nun bu adet ve hikmetine aykırıdır.
İçlerinde
İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu'l-Kayyim ve Şevkanî'nin de bulunduğu bazı İslam
bilginleri ise bid'at olarak niteledikleri taklidin haram olduğunu
savunmuşlardır. Bunlar da görüşlerini delillerle desteklemeye, taklidi
savunanların delillerini çürütmeye çalışmışlardır:
1.
Allah Teâlâ'nın mukallidleri zemmetmesi,[856]
Kitap ve Sünnet'in hakim kılınmasını emretmesi ve ihtilaf çıkınca Kitap ile
Sünnet'e başvurulmasını istemesi,[857]
hükmün yalnız kendisine ait olduğunu bildirmesi,[858]
dinde Allah ve Resulunden başkasına dayanmayı yasaklaması,[859]
kendinden başkasının helal ve haram kılacak rab ve veli ittihaz edilmesini
yasaklaması,[860]
Kitap ve Sünnet'e davet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk
ederse, kendisine büyük bir bela isabet edeceğini bildirmesi[861]
taklidin haramlığına delalet eder.
2. فَسَْلُوا
اَهْلَ
الذِّكْرِ
اِنْ كُنْتُمْ
لَاتَعْلَمُونَ “Bilmiyorsanız,
zikir ehlinden sorun"[862] ayetindeki "zikir" Kur'an ve hadis, onun "ehli" de bunları bilen kimselerdir. Meselesiyle
ilgili ayet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları bilenlerden soracak ve
nakledilen ayet ya da hadise uyacaktır. Selef, hiçbir zaman bunlar yerine bir
kimsenin kişisel rey ve görüşünü sormamıştır.
3. Başı
yaralı kişiye, bu konudaki delili bilmeden fetva veren ve onun ölümüne neden
olanlara Hz. Peygamber, "Allah
canlarını alsın..." diye çıkışmıştır. Bu, ilimsiz fetva vermenin haram olduğuna delalet
eder. Taklit ilim olmadığına göre, onunla fetva vermek de haramdır.
4. Hz.
Ömer'in kelale meselesinde Hz. Ebu Bekir'i taklit edişi birkaç şekilde
açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin bir kanaate varamadığına
göre, burada söz konusu olan uyma, Hz. Ebu Bekir'in söyledigi "Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim" ilkesine ait olacaktır. Yoksa
Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi; savaşla fethedilen arazinin vakfı, hilafette
veliaht tayin edilmesi gibi birçok konuda Hz. Ebu Bekir'e muhalefet etmiştir.
5. Hz.
Peygamber'in Muaz'ın hareketini tasvib etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahabe
de bu sünnete uymuştur. Kitap ve Sünnet'e uymak taklit değildir.
6. Ulü'l-emre
itaat, dinin uygulayıcıları olmaları bakımındandır. Yoksa onların kendilerine
itaat emredilmemiştir.
7.
Muhacirun ile ensara uymaktan maksat, dini hayatta onların yolundan yürümektir.
Onlardan hiçbiri Kitap ve Sünnet'in naslarını bir kişinin rey ve ictihadı için
terketmemişlerdir. "Ashabım
yıldızlar gibidir..." sözü de sağlam yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul edilirse,
mukallidlerin imamlarından önce ashaba uymaları gerekir. Bundan da önce ashab
gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip bunlara tabi olmaları
gerekirdi.
8.
Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve davranışlarını herkes bilir.
Onların Kitap ve Sünnet'ten delilini bulamadıkları birkaç meselede daha alim
kimselerin ictihadlarına tabi olmaları, herkes için vacib olan taklittir ve
zaruret halleriyle sınırlıdır.
9.
Allah'ın insanları çeşitli yeteneklerde yarattığı, öğrenci ve çırağın
hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu gerçektir. Ama bununla taklidin bir
ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir kimsenin sözüne delilini
sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının fıtratına körü körüne takliti değil,
iddia sahibinden delil ve ispat isteme eğilimini yerleştirmiştir.
Konuya
daha mutadil yaklaşan bazı İslam bilginleri, genel anlamda vacib ya da haram
hükmünü vermek yerine, mesele ve mükellefin durumuna göre bazı şartlarla hüküm
vermeyi yeğlemişlerdir. İbn Abdilba, el-Hatibu'l-Bagdadî, Ebu Same, Satıbî ve
Sah Veliyullah Dehlevî gibi bilginlerin içinde bulunduğu bu grup, mükellefleri
ehliyet bakımından müctehidle, müttebiler ve avam şeklinde üç bölüme ayırır.
Müctehidlerin zaruret hali dışında birbirlerini taklit etmeleri caiz değildir.
Müctehidlerin delillerini inceleyip bunlara göre tercih ettikleri hükümlere
uyan kimseler olarak tanımlanan müttebilerin de, delile bakmaları mümkün
oldukça, delile bakmadan bir kimseyi taklit etmeleri caiz değildir.
Fiili
olarak delili bulmak ve anlamak imkanına sahip olmayan avam (halk), bilginleri
belli şartlarda taklit edebilir. Bu şartlar şunlardır:
1.
Müctehid ve bilgini bizzat itaat ve taklite ehil olduğu için değil, tebliğ
ederek buna vasıta oldukları için taklit etmeleri. Çünkü bizzat itaat, Allah ve
Resulune aittir.
2.
Taklitlerinin basit ve zanni de olsa bir tercihe dayanması, bazı karine ve
emarelerle taklit ettiği kimsenin en bilgin ve layık kişi olduğuna inanmaları.
3.
Taassuptan uzak bulunmaları. Taklit ettikleri bilginin yanılabileceğini kabul
edip onun görüşüne uymayan sahih bir nas ile karşılaşınca, nassı değil,
imamının görüşünü terkedecek bir durumda olmaları.
4.
Taklit ettikleri hususun beş vakit namaz, oruç, hac ve zekatın farz, zina ve
içkinin haram olduğu gibi kesin olarak bilinmesi gereken "zarurat-ı diniye"
den olmaması.
f) Cehalet
Câhil,
Cehâlet: Bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk
arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kimse. Cahilin içinde
bulunduğu hâle de cehalet denir. Ayrıca cehalet, ilmin karşısında olmak,
bilmemek manasını taşır. İlim; bilmek, her şeyin en iyisi, en hayırlısı olduğu
gibi; cehâlet de onun zıddı, her şeyin en fenasıdır. İlim sahibi faziletli,
yüce kişi sayılırken; cahil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler
olarak bilinirler.
Kur'an-ı Kerîm inkârcıları:
اَلَّذينَ
هُمْ فى
غَمْرَةٍ
سَاهُونَ
"..Cehalet
içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gafiller"[863] olarak zikreder. Yine cahillerden
sakınmak için;
خُذِ
الْعَفْوَ
وَاْمُرْ
بِالْعُرْفِ
وَاَعْرِضْ
عَنِ
الْجَاهِلينَ
"Âf
yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, cahillerden yüz çevir"[864] buyurulur. Bilgisiz insanlar
körler gibidir:
هَلْ
يَسْتَوِى
الَّذينَ
يَعْلَمُونَ
وَالَّذينَ
لَايَعْلَمُونَ
"Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [865] "Aynen görenle görmeyenin
bir olmadığı gibi."
Cahil kişiler faziletli, doğru ve
ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar. Çünkü, kendini
olduğundan büyük görme hastalığına tutulan cahiller, tevazû sahibi bilginlerden
hiç bir şey anlayamazlar. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her
şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur.
Ancak görünenin arkasında bir de
hissedilenin varolduğunu bilemez. Cahilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve
çürüktür. Bundan dolayı cahiller için:
"Cahil yaşayan ölüdür.", "Diri iken
ölü." denilmiştir. Hazret-i İsa da:
"Ben ölüleri dirilttim fakat cahilleri
diriltemedim." buyurmuştur.
Halk arasında hadis olarak
bilinen yaygın bir sözde: "Akıllının
düşmanlığı, cahilin dostluğundan daha hayırlıdır" denilmektedir.
Hz. Ali (r.a.):
"Faziletli kişiler hakkında haset edilir.
Cahiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler" buyurmuştur.
Eskiden İslâm toplumlarında
âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu cahil bir kişi
ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı. "Cahillere para verilse de yüz verilmez" deyimi çok kullanılan bir
deyimdir.
g)
İstikbar
İstikbâr: Allah'a istiğna ve isyan, insanları küçük görme,
onlar üzerinde zorbalıkla egemenlik kurma anlamını da ihtiva eden büyüklenme.
Bu niteliklere sahip olan kişiye de müstekbir denir. Kelime olarak istikbar,
büyük olma anlamındaki "ke-bü-ra" kökünden gelir ve büyüklenme anlamını dile getirir. Aynı kökten gelen
tüm kelimeler de büyüklük ve büyüklenmeyle ilgili anlamlar taşır. Meselâ kebir,
büyük; kebire, büyük şey; ekber, daha büyük, en büyük; kibriya, büyüklük,
yücelik, ululuk; ikbar, büyük görme; tekbir, büyükleme, yüceltme, ululama;
tekebbür, büyüklenme; mütekebbir, büyüklenen demektir.
Büyüklük Allah'a özgü bir niteliktir. Bu nedenle "ke-bü-ra"
kökünün tüm türevleri genellikle Allah'ı nitelemek, adlandırmak, yüceltmek için
kullanılır. Sözgelimi büyüklük anlamındaki Kibriya, Allah'ın sıfatlarındandır.
Mütekebbir de Allah'ın güzel adlarından (esmau'l-hüsna) birisidir. Bu nedenle
müslümanlar her fırsatta Allah'ın büyüklüğünü, yüceliğini dile getirmekle
yükümlüdürler.
Meselâ, kulluğun en büyük işareti olan namaza, "Allahu ekber" denilip
(tekbir) Allah'ın ismi yüceltilerek başlanır. Namaz sonunda Allah Tealâ, yine "Allahu ekber" (Allah
en büyüktür) denilerek tesbih edilir. Kurban ve Hac ibadetleri sırasında,
Şeytan taslanırken, Kâbe tavaf edilirken, büyüklüğün Allah'a özgü olduğu "Allahu ekber"
denilerek, tekbirle ilan edilir. Şaşırtıcı her durumda da tekbirle, "Allahu ekber"
denilerek Allah'ın ismi yüceltilir, yaratılmışlara özgü niteliklerden
soyutlanır, tenzih edilir.
Ke-bü-ra kökünden gelen kibir, tekebbür ve mütekebbir kelimeleri gibi,
istikbâr ve müstekbir kelimeleri de insan için ancak olumsuz bir durumu
belirtmek ya da adlandırmak için kullanılır. Bu bağlamda istikbar kelimesi
büyüklenme, büyüklük isteğinde olma, bu istekle yeryüzünde bozgunculuk çıkarma,
başkaları üzerinde rableşme ve kendinde kibir içinde bir büyüklük vehmetme
anlamlarını dile getirir.
Bütün bu nitelikler müslüman tanımının dışına, kâfir insan tipine özgü
niteliklerdir. Çünkü müslüman olan, tevazu ile Allah'a teslimiyet demektir.
Dolayısıyla müslümanın temel nitelikleri tevazu (alçak gönüllülük) ve hilm
(yumuşak başlılık) dir. İstikbar ise, hepsi de küfürle eşanlamlı ya küfrün
nedeni veya sonucu olan isyan, zulüm, azgınlık ve sapkınlık gibi niteliklerle
ilişkilidir.
Kur'an'a göre istikbar, insanlara tepeden bakma, onları küçük görme gibi
kâfirin en tipik özelliklerinden birisini temsil eder. Bunu kelimenin
kullanıldığı çok sayıdaki ayette açıklıkla görmek mümkündür. Semud kavminin
istikbarı ve bunun neden olduğu küfür şöyle dile getirilir:
قَالَ
الْمَلَاُ
الَّذينَ
اسْتَكْبَرُوا
مِنْ قَوْمِه
لِلَّذينَ
اسْتُضْعِفُوا
لِمَنْ امَنَ
مِنْهُمْ
اَتَعْلَمُونَ
اَنَّ صَالِحًا
مُرْسَلٌ
مِنْ رَبِّه
قَالُوا اِنَّا
بِمَا
اُرْسِلَ بِه
مُؤْمِنُونَ (*)
قَالَ
الَّذينَ
اسْتَكْبَرُوا
اِنَّا بِالَّذى
امَنْتُمْ
بِه
كَافِرُونَ
"Sonra
(Salih'in) kavminin kibirli (istikbâru) önde gelenleri, hakir görülen insanlara
dediler ki; "Siz Salih'in Rabbi tarafından gönderilen biri olduğunu kesin
olarak biliyor musunuz?" Onlar da; "Biz onunla gelene iman
ediyoruz" dediler. Ama kibirlenenler (istikbâru) dediler ki: "Biz ise
sizin iman ettiğiniz şeye iman etmiyoruz."[866]
Aşağıdaki örnekler de kâfirlerin istikbârını ve bunun sonuçlarını ortaya
koymaktadır:
وَالَّذينَ
كَذَّبُوا
بِايَاتِنَا
وَاسْتَكْبَرُوا
عَنْهَا اُولئِكَ
اَصْحَابُ
النَّارِ
هُمْ فيهَا
خَالِدُونَ
"Ayetlerimizi
yalanlayıp onların karşısında istikbâra kapılanlar, işte onlar ateş
halkıdır."[867]
وَاِذْ
قُلْنَا
لِلْمَلئِكَةِ
اسْجُدُوا لِادَمَ
فَسَجَدُوا
اِلَّا
اِبْليسَ
اَبى وَاسْتَكْبَرَ
وَكَانَ مِنَ
الْكَافِرينَ
"Meleklere"Âdem'e
secde edin " dedik de hepsi secde ettiler. İblis hariç. (O) diretti,
istikbarda bulundu ve kâfirlerden oldu."[868]
اِلى
فِرْعَوْنَ
وَمَلَائِه
فَاسْتَكْبَرُوا
وَكَانُوا
قَوْمًا
عَالينَ
"Firavun'a
ve adamlarına; onlar istikbarda bulundular ve böbürlenen bir topluluk
oldular."[869]
بَلى
قَدْ
جَاءَتْكَ
ايَاتى
فَكَذَّبْتَ
بِهَا
وَاسْتَكْبَرْتَ
وَكُنْتَ
مِنَ الْكَافِرينَ
"Sana
ayetlerim vasıl oldu da sen onlara iftira ettin ve istikbarda bulundun, iman
etmeyenlerden biri oldun."[870]
Kur'an'da istikbârın çeşitli tezahürleri, onunla anlamdaş ya da onun
anlamını açan başka kelimelerle de anlatılır. Bunlardan birisi "beğâ"
kelimesidir. "Beğâ", başkalarına karşı aşırı kibir yüzünden haksız ve
hukuk-dışı davranışlarda bulunmak, zulüm yapmaktır,
وَلَوْ
بَسَطَ
اللّهُ
الرِّزْقَ
لِعِبَادِه
لَبَغَوْا
فِى
الْاَرْضِ
وَلكِنْ
يُنَزِّلُ
بِقَدَرٍ
مَايَشَاءُ
اِنَّهُ
بِعِبَادِه
خَبيرٌ
بَصيرٌ
"Eğer Allah
rızkı kullanma (ölçüsüz) verseydi; mutlaka yeryüzünde beğada bulunurlardı"[871] ayetindeki beğa kelimesi müfessirlere göre
böbürlenip şişinme, küstahlıkla bozgunculuk yapma anlamına gelir. Şu ayet ise
beğanın adeta tanımını yapmaktadır:
اِنَّ
قَارُونَ
كَانَ مِنْ
قَوْمِ مُوسى
فَبَغى
عَلَيْهِمْ
وَاتَيْنَاهُ
مِنَ الْكُنُوزِ
مَا اِنَّ
مَفَاتِحَهُ
لَتَنُوأُ بِالْعُصْبَةِ
اُولِى
الْقُوَّةِ
اِذْ قَالَ
لَهُ قَوْمُهُ
لَا تَفْرَحْ
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
الْفَرِحينَ (*)
وَابْتَغِ
فيمَا اتيكَ
اللّهُ
الدَّارَ الْاخِرَةَ
وَلَا تَنْسَ
نَصيبَكَ
مِنَ الدُّنْيَا
وَاَحْسِنْ
كَمَا
اَحْسَنَ
اللّهُ اِلَيْكَ
وَلَا تَبْغِ
الْفَسَادَ فِى
الْاَرْضِ
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
الْمُفْسِدينَ
"Karun,
Musa ümmetindendi. Ama o, o ümmete beğada bulundu. Çünkü biz kendisine
hazinelerden o kadarını vermiştik ki, bunların anahtarlarını bile taşımak bir
tabur güçlü insana çok ağır yük olurdu. Allah böbürlenenleri, başı göklerde
gezeni sevmez... "[872]
İstikbârın anlamını açan kelimelerden birisi de "batire" kelimesidir.
وَكَمْ
اَهْلَكْنَا
مِنْ
قَرْيَةٍ
بَطِرَتْ
مَعيشَتَهَا
فَتِلْكَ
مَسَاكِنُهُمْ
لَمْ
تُسْكَنْ
مِنْ
بَعْدِهِمْ
اِلَّا قَليلًا
وَكُنَّا نَحْنُ
الْوَارِثينَ
"Refahı ile
mesrur olan (batirat) kaç şehir helak ettik biz! İşte bak konutları, hepsi boş
kaldı, çok azı hariç"[873] ayetinde görüldüğü gibi; sahip olunan servetten
dolayı aşırı bir övünmeye saplanmak anlamındaki batire, kişinin bu sevinçle
küstahça ve mağrurca hareketlerini ifade eder. İstikbârın anlamdaşlarından biri
de "atâ" kelimesidir. "Atâ", ölçüsüz şekilde kibirli olmak, son derece hoyratça hareket etmek
demektir. Kelime "-dan, -den" eki olan "an" ile kullanıldığında da emredilen birşeyden burun kıvırarak sırt
çevirmek, bir emre isyan etmek anlamına gelir:
يَسْمَعُ
ايَاتِ
اللّهِ
تُتْلى
عَلَيْهِ ثُمَّ
يُصِرُّ
مُسْتَكْبِرًا
كَاَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا
فَبَشِّرْهُ
بِعَذَابٍ
اَليمٍ
"Şimdiye
kadar kaç şehir halkı burun kıvırıp Rabbinin ve O'nun elçilerinin emrinden yüz
çevirdi (atât). Biz de Onlarla hesabımızı acı bir biçimde gördük ve onlara
emsalsiz bir ceza verdik."[874]
İkinci bir örnek olarak da şu ayet anılabilir:
فَلَمَّا
عَتَوْا عَنْ
مَا نُهُوا
عَنْهُ قُلْنَا
لَهُمْ
كُونُوا
قِرَدَةً خَاسِينَ
"Fakat
onlar koyduğumuz yasaktan yüz çevirdiler (atât). Biz de dedik ki: Maymunlar
olasınız! Uzak mı uzak olasınız "[875]
"Teğa" ve türevi olan "tuğyan" da İstikbarın başka bir yönüne ışık tutar. "Tuğyan", engellere bakmaksızın ve
özellikle de ahlâkî ve dini kuralları çiğneyerek yola devam etme, kendi gücüne
sınırsız biçimde güvenme, yaratıcıyı hiçe sayma ve inkâr etme anlamlarını dile
getirir.
مَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
مِنْ رَبِّكَ
طُغْيَانًا
وَكُفْرًا
وَاَلْقَيْنَا
بَيْنَهُمُ
الْعَدَاوَةَ
وَالْبَغْضَاءَ
اِلى يَوْمِ
الْقِيمَةِ
"Sana
indirilenin onların birçoğundaki tuğyan ve küfrü artıracağı muhakkaktır"[876] ayeti, istikbarın küfürle özdeş azgınlığını dile
getirir. İstikbârla anlam ilişkisi içindeki kelimelerden biri de "istiğna"dır. "İstiğna",
insanın kendini zengin, Allah'tan ve başkalarından müstağni sayması ve sonuç
olarak kendi gücüne sınırsız bir güven duymasıdır:
كَلَّا
اِنَّ
الْاِنْسَانَ
لَيَطْغى (*)
اَنْ رَاهُ
اسْتَغْنى
"Yo,
doğrusu insan küstahlığını ortaya koydu. Kendini ihtiyaçsız görüyor (istiğna).
"[877]
Örnek olarak ayetlerde görüldüğü gibi istikbar İblis, Firavun ve Karun
gibi tipik kâfirlerin; peygamberlerin davetine karşı çıkarak Allah'ın
ayetlerini yalanlayan, peygamber ve mü'minleri aşağı gören, büyük bir
şımarıklık ve küstahlıkla yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, insanlar üzerinde
egemenlik kurarak onlara zulmeden, sömüren küfür toplumunun ileri gelenlerinin
değişmez niteliğidir. Bu yönüyle istikbâr küfrün en temelli ve evrensel
öğelerinden birini temsil eder.
İstikbar içindeki müstekbirler, her peygamberin tebliği sırasında
yaptıkları gibi Hz. Muhammed'in tebliği sırasında da onun karşısına dikilmiş;
Allah'ın ayetlerini yalanlamış, mü'minleri küçük ve aşağı görmüş, zulüm ve
sömürü üzerine kurulu düzenlerini, saltanatlarını korumak için her türlü
işkence ve cinayete başvurmuşlardır. İstikbârın bu evrensel niteliği, günümüzde
de kâfir düzenlerin müslümanlara karşı tutum ve davranışlarında açık bir
biçimde kendini göstermektedir.
h)İkrah
İkrâh: Zorlamak, bir kimseyi istemediği ve çirkin gördüğü
bir işi yapmaya mecbur tutmak. Bir İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin
başkasına yaptığı, ondaki rızayı kaldıran veya ehliyetini yok etmediği halde,
onun ihtiyarını (seçme hürriyeti) bozan, yahut da şer'î yükümlülüğü kaldıran
korkutma hâlini ifade eder. Mecelle'nin tarifi şöyledir:
"İkrah;
bir kimseyi korkutmak suretiyle rızası olmaksızın bir iş işlemek üzere haksız
yere zorlamaktır." [878]
İslâm'da, insana din, inanç ve vicdan özgürlüğü tanınmış; iradeyi baskı
altına almak ve insanı rızası olmayan işlere zorlamak yasaklanmıştır. İkna
etme, güzel öğüt, toleranslı davranış ve en güzel irşad ve eğitim metodunu
bulup uygulamak İslâm'ın amacıdır.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
اُدْعُ
اِلى سَبيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتى
هِىَ اَحْسَنُ
اِنَّ
رَبَّكَ هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ ضَلَّ
عَنْ سَبيلِه
وَهُوَ
اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدينَ
"Ey
Peygamber! insanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla
en uygun şekilde mücadele et. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanı da, doğru
yolda yürüyenleri de çok iyi bilir."[879]
لَااِكْرَاهَ
فِى الدّينِ
قَدْ
تَبَيَّنَ الرُّشْدُ
مِنَ
الْغَىِّ
فَمَنْ
يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ
وَيُؤْمِنْ
بِاللّهِ
فَقَدِ
اسْتَمْسَكَ
بِالْعُرْوَةِ
الْوُثْقى لَا
انْفِصَامَ
لَهَا وَاللّهُ
سَميعٌ
عَليمٌ
"Dinde
zorlama yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan ayrılmıştır. Kim tâğutu inkâr edip
Allâh'a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır.
Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir."[880]
Ayetin inme sebebi şu olaydır. Huseyn el-Ensarî'nin, müslüman olmayan iki
oğlu Ensar'da bazılarıyla birlikte yiyecek almak üzere Medîne'ye gelmişlerdi.
Babaları; "müslüman olmadan sizi bırakmam" dedi. Oğulları İslâm'a girmek istemeyince, Hz.
Peygamber'e başvurdu ve; "Ben bakıp dururken, bende bir parça olan
çocuklarım ateşe mi girsin?" dedi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet nâzil oldu.[881]
Başka bir ayette iradesi zorlanan kimse için bazı kolaylıklara işaret
edilir:
لَايَتَّخِذِ
الْمُؤْمِنُونَ
الْكَافِرينَ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنينَ
وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذلِكَ فَلَيْسَ
مِنَ اللّهِ
فى شَىْءٍ
اِلَّا اَنْ
تَتَّقُوا
مِنْهُمْ
تُقيةً
وَيُحَذِّرُكُمُ
اللّهُ
نَفْسَهُ
وَاِلَى
اللّهِ
الْمَصيرُ
"Müminler
müminleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa,
ona Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Eğer ki, onlardan gelebilecek bir
tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah size, asıl kendinden korkmanızı
emrediyor. Nihayet gidiş de ancak onadır."[882]
Bu ayetteki; "meğer ki
onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız" hükmünün tefsîrini İbn Abbas şöyle yapar. "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, diliyle küfür kelimesini
söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır. Böyle yapan kimse hem
hayatını kurtarır, hem de o anda günahı kaldırıldığı için, sorumlu olmaz."[883]
İbn Kesîr, bu konudaki ruhsatı şöyle açıklar: "Bazı yer ve zamanlarda inkârcıların şerrinden korkanlar, niyyet ve
kalblerinden değil de, dış görünüş bakımından kendilerini koruyacak şekilde
davranabilirler."[884]
Hanefîlere göre, ölüm tehlikesi ve bir uzvun koparılması söz konusu
olunca, bir kimsenin, diliyle küfür kelimesini açığa vurmasında bir sakınca
yoktur. Hz. Peygamber'in Ammar b. Yâsir'e bu konuda verdiği müsaade, bir konuda
en büyük delildir.[885]
Ammar'ın ana ve babası inançlarından vazgeçmedikleri için Kureyş
müşriklerince şehit edilmiş, kendisi de dayanılmaz işkence karşısında,
müşriklerin söylenmesini istediği küfür sözlerini söylemiştir. Ammâr'ın durumu
Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisine, küfür kelimelerini söylerken kalbinin
durumunu sormuştur. Ammâr b. Yâsir; "iman ile
mutmain olarak buldum"
cevabını verince, Resulullah (a.s) "Eğer
yine aynı işkenceyi yaparlarsa, onların istedikleri sözleri söyleyip
kurtulabilirsin" buyurmuştur. Bunun üzerine şu
ayet-i kerîme inmiştir:
مَنْ
كَفَرَ
بِاللّهِ
مِنْ بَعْدِ
ايمَانِه
اِلَّا مَنْ
اُكْرِهَ
وَقَلْبُهُ
مُطْمَئِنٌّ
بِالْايمَانِ
وَلكِنْ مَنْ
شَرَحَ بِالْكُفْرِ
صَدْرًا
فَعَلَيْهِمْ
غَضَبٌ مِنَ
اللّهِ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
عَظيمٌ
"Kalbi iman
üzere sabit ve bununla mutmain olduğu halde, ikrâha uğratılanlar müstesna olmak
üzere, kim imanından sonra, Allah'ı tanımış, küfre göğsünü açarsa, işte
Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır. Onların hakkı en büyük azaptır."[886]
Hz. Peygamber; "Şüphesiz
Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü
kaldırmıştır" [887] buyurmuştur.
Bu duruma göre, zor altında iken, dil ile küfür kelimesini söylemek,
imanın zail olmasına sebep teşkil etmez. Zira kalbî tasdik mevcuttur. O
şartlarda dahi; küfrü gerektiren bir söz söylemekten ve kâfirlerin dediklerini
yapmaktan kaçınmak, ölümü göze almakla mümkündür. Bu sebeple, ikrah altında
iken küfrü gerektiren söz söylemek caiz olur.
Fakat mümin sabreder, küfür kelimesini söylemez ve bu sebeple
katledilirse, büyük sevap kazanır. Zira Ashab-ı Kirâm'dan Hubeyb b. Adiyy küfür
kelimesini, bütün işkencelere rağmen söylemedi ve onu idam ettiler. Resul-i
Ekrem (a.s) Hubeyb'e "Seyyidü'ş-Şüheda" (şehitlerin efendisi) ismini verdi ve buyurdu ki:
"-
O cennette benim arkadaşımdır." Çünkü o halde dahi; küfür kelimesini söylemenin haramlığı bakidir.
İslâm'ı aziz kılmak için kâfirlerin isteklerini yerine getirmekten kaçınmak
azimettir. Küfür kelimesini söyleyip kurtulmak bir ruhsattır.[888]
Zorlamanın
şartları
1) Korkutanın, söylediğini yapacak durumda olması: Ebû Yusuf ve İmam
Muhammed'e göre başkasından yardım istemek mümkün olup da, o şekilde tehditten
kurtulmak imkân dahilinde bulunsa bile yine ikrâh hali gerçekleşir.
2) Korkutulanın, korkutulduğu şeyin derhal gerçekleşmesinden korkması:
Korkutulan, söylenen şeyi yapmadığı takdirde, tehlikeye maruz bulunduğu
kanaatine sahip olmalıdır. Bu konuda onun galip zanni ölçü alınır.
3) Korkutmanın, zorlananın veya yakınlarının mal, can veya uzuvlarına
karşı yapılmış olması:
Büyük İslâm hukukçusu es-Serahsî (ö. 490/1097) yakınlara karşı vuku
buları korkutma altında yapılan bir satım akdini kıyasa göre geçerli kabul
ederken, bunun istihsan prensibine göre bir korkutma sayılacağını belirtir.
Çünkü kişiye, babasına veya eşine yapılacak işkence, kendisine yapılacak
işkenceden daha ağır gelebilir.[889]
İslâm
hukukçuları ikrahı üç kısına ayırır:
1) Tam ikrah: Zorlananın mal, can veya uzvunun telefine yol açabilecek
ağırlıktaki ikrah.
2) Eksik
ikrah: Malın bir kısmını telefle
tehdit, uzuvların telefine yol açmayacak şekildeki dövme, tehdit, hapis ve
bağlamakla tehdit bu kısına girer.
3) Yakınlara
verilecek zararla ikrah: Ana, baba, dede, nine, çocuklar,
torunlar ve eş gibi yakınlardan birisine eziyetle tehdit bu kısına girer.
İkrah hükmü
İkrah, söz ve fiillerin sonuçlarına etki yapar, fakat ehliyetin aslını
ortadan kaldırmaz.
Geçerli olan ikrah, tam olsun, eksik bulunsun, sözleri hükümden düşürür.
Bu nedenle, ikrah altında yapılan ikrarlar geçerli olmaz. Ancak, ikrah hâli
kalktıktan sonra rıza gösterilmesi hali müstesnadır. Tam ikrah da, eksik ikrah
da rızayı yok eder. Bağlayıcı akid ve sözlerde ise karşılıklı rıza esastır.
Nitekim Kur'an'da:
لَا
تَاْكُلُوا
اَمْوَالَكُمْ
بَيْنَكُمْ
بِالْبَاطِلِ
اِلَّا اَنْ
تَكُونَ
تِجَارَةً
عَنْ تَرَاضٍ
"...Aranızda
mallarınızı bâtıl yollarla değil, ancak karşılıklı rızaya dayanan ticaretle
yeyin"[890] buyurulmuştur.
Hz. Peygamber de: "Bir kimsenin malı, ancak onun gönül hoşluğu
ile helâl olur" [891]
buyurur.
Zorlananın fiilleri, zorlamanın tam veya eksik olmasına göre değişik
hükme tâbi olur. Eksik ikrah, zorlananı fiilinin sonucu bakımından mutlak
olarak serbest bırakmaz. Meselâ, bir kimse hapisle tehdit edilerek içki içmeye
veya bir şahsı öldürmeye zorlansa, teklifi yerine getirirse tamamen sorumlu
olur. Çünkü karşılaştığı eziyeti kabul ederek istenilen şeyi yapmayabilir.
Söyleneni yapmadığı takdirde uğrayacağı eziyet tahammül edilir cinstendir.
Tam ikrahta ise zorlanan, işlediği fiilden sorumlu olmamakla birlikte,
korkutan sorumlu olur. Sorumluluk ikisi arasında yer değiştirmiş bulunur.
ı) İrtidat
Mürted: Geri dönmek, geri istemek, eski haline dönmek
anlamındaki "irtidad" mastarının ism-i faili. Istılahta ise, müslüman olduktan sonra,
İslâm'dan dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler için
kullanılan bir akaid terimi. Dinden çıkma olayına da "riddet" denir.
Müslümanın dinden çıkıp, irtidat etmesine sebep olan şeyler şunlardır:
1- Allah Teâlâ'ya ibadette O'na şirk koşmak:
لَقَدْ
كَفَرَ
الَّذينَ
قَالُوا
اِنَّ اللّهَ
هُوَ
الْمَسيحُ
ابْنُ
مَرْيَمَ
وَقَالَ
الْمَسيحُ
يَا بَنى
اِسْرَائلَ
اعْبُدُوا
اللّهَ رَبّى
وَرَبَّكُمْ
اِنَّهُ مَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَقَدْ
حَرَّمَ
اللّهُ
عَلَيْهِ
الْجَنَّةَ
وَمَاْويهُ
النَّارُ
وَمَا
لِلظَّالِمينَ
مِنْ
اَنْصَارٍ
"Kim
Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun
varacağı yer Cehennemdir. Zâlimlerin hiç bir yardımcısı da yoktur."[892]
İbadet türlerinden her hangi birini Allah'tan başkasına yönelterek
işlemek, ölülerden yardım istemek, aracılık ve şefaat dileyerek ilk müşriklerin
yaptığı gibi Allah'a şirk koşmak, (Mekkeli müşrikler ibadet ettikleri
ilâhlarının, insanları yarattığına, rızıklandırdığına ve tasarruf yetkisine
sahip olduğuna inanmıyorlardı. Onlar, tapındıkları putlarının Allah indinde bir
makama sahip olduklarına ve insanlarla Allah arasında aracı ve şefaatcılıkta
bulunduklarına inanıyorlardı):
يَقُولُونَ
هؤُلَاءِ
شُفَعَاؤُنَا
عِنْدَ اللّه
"Bunlar
Allah katında şefaatcilerimizdir derler."[893]
وَاَنَّ
الْمَسَاجِدَ
لِلّهِ فَلَا
تَدْعُوا
مَعَ اللّهِ
اَحَدًا
"Şüphesiz,
mescidler Allah'a mahsustur. O halde orada Allah ile beraber bir başkasını
anmayın."[894]
وَيُسَبِّحُ
الرَّعْدُ
بِحَمْدِه
وَالْمَلئِكَةُ
مِنْ خيفَتِه
وَيُرْسِلُ
الصَّوَاعِقَ
فَيُصيبُ
بِهَا مَنْ
يَشَاءُ
وَهُمْ
يُجَادِلُونَ
فِى اللّهِ
وَهُوَ
شَديدُ الْمِحَالِ
(*) لَهُ
دَعْوَةُ
الْحَقِّ
وَالَّذينَ
يَدْعُونَ
مِنْ دُونِه
لَا
يَسْتَجيبُونَ
لَهُمْ
بِشَىْءٍ اِلَّا
كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ
اِلَى
الْمَاءِ
لِيَبْلُغَ
فَاهُ وَمَا
هُوَ
بِبَالِغِه
وَمَا
دُعَاءُ الْكَافِرينَ
اِلَّا فى
ضَلَالٍ
"Doğru dua
ancak Allah'a yapılandır. Allah'tan başkasından yardım istenmez. Zira Allah'tan
başka diğer varlıklar ise dua edenlerin ve yardım isteyenlerin hiçbir isteğine
cevap veremezler. Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin durumu ellerini
tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez.
Şu halde kâfirlerin duası sapıklıktan başka bir şey değildir."[895]
Allah'tan başkasına dua edip bir dilekte bulunanlar, kâfirler olarak
adlandırılmaktadır. Bu konu üzerinde ulemânın icma'ı olup, buna muhalif görüş
beyan eden hiç bir kimse yoktur.
Allah'ın şeriatından başka kanunlarla veya Allah'ın nizamının dışındaki
şirk düzenlerinin kaideleriyle hükmetmek de, Allah'a ibadette ortaklar
edinmektir:
اِنِ
الْحُكْمُ
اِلَّا
لِلّهِ
اَمَرَ اَلَّا
تَعْبُدُوا
اِلَّا
اِيَّاهُ
ذلِكَ الدّينُ
الْقَيِّمُ
وَلكِنَّ اَكْثَرَ
النَّاسِ لَا
يَعْلَمُونَ
"Hüküm
ancak Allah'ındır. O ancak kendisine ibadet etmenizi emretti."[896]
وَلَا
يُشْرِكُ فى
حُكْمِه
اَحَدًا
"O hiç bir
varlığı hükmüne ortak yapmaz."[897]
Allah'ın dışında; insan, melâike, cin, taştan heykel vb. adına kurban
kesmek veya adak adamak; ayrıca, Allah'a tevekkül eder ve O'na sığınır gibi,
bir başka varlığa sığınmak ve ondan medet ummak da irtidadı gerektirecek
fiillerdendir.
2- Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek ve
uydukları İslâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt, mezar ve
ölülere tapınmak; Yahudilik, Hristiyanlık, Komünizm, Kapitalizm, Demokrasi,
Sosyal Demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak. Allah Teâlâ, bunların
hepsinin küfür olduğuna hükmetmiştir. Bu, Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir.
Buna göre bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur'an'ı, Sünnet'i ve icma'ı
yalanlamıştır. Müslüman olduktan sonra, bu şekilde düşünmeye başlayan kimse
irtidat etmiştir.
3- Muhammed (a.s)'ın getirdiklerinden bir şeye kızmak ve uygunsuz görmek.
Onlarla amel ediyor olsa bile durum değişmez. Allah Teâlâ bunu şöyle ifade
etmektedir:
ذلِكَ
بِاَنَّهُمْ
كَرِهُوا مَا
اَنْزَلَ اللّهُ
فَاَحْبَطَ
اَعْمَالَهُمْ
"Bunun
sebebi, onların, Allah'ın indirdiklerini beğenmeyip çirkin bulmalarıdır. Dolayısıyla
da Allah, onların amellerini heder etmiştir."[898]
4- Rasulullah (a.s)'ın dininin sevap veya günahlarından herhangi birini
alaya almak, eğlence konusu yapmak:
وَلَئِنْ
سَاَلْتَهُمْ
لَيَقُولُنَّ
اِنَّمَا
كُنَّا
نَخُوضُ
وَنَلْعَبُ
قُلْ اَبِاللّهِ
وَايَاتِه
وَرَسُولِه
كُنْتُمْ
تَسْتَهْزِؤُنَ
(*) لَا
تَعْتَذِرُوا
قَدْ
كَفَرْتُمْ
بَعْدَ ايمَانِكُمْ
اِنْ نَعْفُ
عَنْ
طَائِفَةٍ مِنْكُمْ
نُعَذِّبْ
طَائِفَةً
بِاَنَّهُمْ
كَانُوا
مُجْرِمينَ
"Onlara de
ki: Allah ile âyetleri ve peygamberleriyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan
etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra, inkâr ettiniz."[899]
5- Kâfirleri alkışlamak ve mü'minlere karşı onlara yardım etmek:
لَا
تَتَّخِذُوا
الْيَهُودَ
وَالنَّصَارى
اَوْلِيَاءَ
بَعْضُهُمْ
اَوْلِيَاءُ
بَعْضٍ
وَمَنْ
يَتَوَلَّهُمْ
مِنْكُمْ
فَاِنَّهُ
مِنْهُمْ
اِنَّ اللّهَ
لَا يَهْدِى
الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
"Sizden kim
onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlim kavmi
hidayete erdirmez."[900]
6- Allah'ın dininden tamamıyla veya o olmadan dinin sahih olması mümkün
olmayan temel unsurlarının birinden yüz çevirmek:
مَاخَلَقْنَا
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
وَمَابَيْنَهُمَا
اِلَّا
بِالْحَقِّ
وَاَجَلٍ
مُسَمًّى
وَالَّذينَ
كَفَرُوا
عَمَّا
اُنْذِرُوا
مُعْرِضُونَ
"Fakat
kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler."[901]
7- Bazı insanların, Muhammed (a.s)'ın şerîatini aşıp, ona bir şeyler
ekleyebileceğine inanması:
وَمَنْ
يَبْتَغِ
غَيْرَ
الْاِسْلَامِ
دينًا فَلَنْ
يُقْبَلَ
مِنْهُ
وَهُوَ فِى
الْاخِرَةِ
مِنَ
الْخَاسِرينَ
"İslâm'dan
başka bir din arayan kimseden Allah bunu asla kabul etmez. O kimse ahirette de
hüsrana uğrayanlardan olacaktır."[902]
8- Üzerine icma vaki olmuş İslâm'ın farzlarından birisi üzerinde
tartışmaya girmek veya yine haramlığı icmayla sabit olan bir şeyi helâl saymak.
İmam Suyûtî şart koşulan sahihlik şartlarını taşıyan hadisi inkâr edenin İslâm
dairesinden çıkıp irtidat etmiş olduğunu ve kıyamet gününde Yahudilerle,
Hristiyanlarla veya küfür gruplarından uymayı dilediği kimselerle haşrolacağını
söylemektedir.[903]
Bir kimse şehadet getirip, namazını kılsa, orucunu tutsa ve kendisinin
müslüman olduğunu iddia etse bile, bu sayılan şeyleıden ve İslâm'a dair
eserlerin mürted bahislerinde etraflıca zikredilen hususlardan bir tanesini
işlediği zaman irtidat etmiş sayılır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir?
Zira Rasûlüllah (a.s); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse,
bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir."[904]
"Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehadet eden kimseye
Allah ateşi haram kılmıştır." [905] buyurmaktadır.
Burada tekfir edilmesi caiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm'a
aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte
Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise
Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlüllah (a.s), şöyle buyurmaktadır: "Allah'a
inanıp, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da,
O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir."[906] Bunun içindir ki Ashab, Müseylemetü'l-Kezzab ve
Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek
istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla
savaşmışlardı.
Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli kılmaz: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse
akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç
zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar."[907]
Bunun gibi, istemediği ve kastetmediği halde hataen küfrü getiren bir söz
sarfeden kimse de mürted sayılmaz:
"Allah,
ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı Şeylerden sorumluluğu
kaldırdı."[908]
Kalbi imânla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile dinden döndüğünü
söyleyen kimse için irtidat vaki olmaz:
مَنْ
كَفَرَ
بِاللّهِ
مِنْ بَعْدِ
ايمَانِه
اِلَّا مَنْ
اُكْرِهَ
وَقَلْبُهُ
مُطْمَئِنٌّ
بِالْايمَانِ
وَلكِنْ مَنْ
شَرَحَ بِالْكُفْرِ
صَدْرًا
فَعَلَيْهِمْ
غَضَبٌ مِنَ
اللّهِ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
عَظيمٌ
"Kalbi
imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından sonra
Allah'ı inkar edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin
başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır."[909]
İkrahın özür sayılmasının bir ölçüsü vardır. İçki içmek, ölü eti yemek,
küfür ve malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle tehdid
edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir. Sadece ölümle tehdit edilip de
tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması halinde ikrah özür
sayılabilir. Kişi sabreder, dininden dönmez ve öldürülürse bunun karşılığında
büyük bir mükâfat alır.[910]
Zorlama olmadan (ikrah) küfrü gerektiren bir söz söyleyen veya bir iş
yapan, bunu korkusundan yahut alay için yapmış olsa bile mürted sayılır. Çünkü
mücerred korku özür değildir. Sarhoşların irtidadı hakkında alimler arasında
ihtilaf vardır.
İman En Büyük Hazinedir
Evren,
İlahi kaderin haritasıyla şekillenmiştir. İlahi kaderin haritası, hayat ve
memat kanunuyla varlığını devam ettirmektedir.
Evrendeki
en küçükten en büyüğüne kadar, canlıdan cansıza kadar, imanın esasları olan
Allah’ın varlığı ve birliği, Peygamberlerin habercisi oldukları ahiret gerçeği,
yaşamın bedeli olan cennet ve cehennem karşılığı gerçeği herkesin alın
yazgısıdır.
İşte
evrendeki hayat ve memat gerçeğini, kimileri düşünerek onu inanca dönüştürür.
Kim de inkar edip yaşamın bu gerçeğiyle bir gün burun buruna gelerek hayatı
pahasına görerek onu kabullenir.
Acizane
ortaya koymaya çalıştığımız “EVRENİN RUH HARİTASI AKAİD”, nasıl inanılması konusunda bir
çalışmadır. Temennimiz, yaşam pahası değerinde olan gerçekleri kaybederek
inanmak değil, okuyarak, düşünerek inanmak isteyenlere küçük bir
armağandır.
Unutmayalım!
Allah’a
iman gerçeği evrenin her zerresinin ruh haritasıdır. İnsanoğlu da evrenin bir
zerresi, toplumun bir bireyi, Ailenin bir neferi olduğundan dolayı, aynı gerçek
insan ruhunda da şekillenmiştir. Eğer okuyarak, düşünerek bu haritayı ortaya
çıkarmazsak, bir gün gelir, hayatın Allah’a iman gerçeği bize kendini açık
gözle gösterecektir. O zaman, kaybedenlerden mi oluruz? Yoksa kazananlardan mı
oluruz? Bunu zaman gösterecektir. Fakat kazananlardan olmak, ancak düşünmeyi
bedel olarak ödemekle mümkündür. Çünkü gerçekten düşünen, bir gün bulacaktır.
İnsanoğlunun yapısı buna müsaittir. Yeter ki, bedel ödenebilsin.
Hayatın
en büyük hazinesi imandır. İmana sahip olan kimsenin elinde en büyük hazine var
demektir. Çoğu zaman para zengini olanlar, ellerinde hiç imkan olmayabilir.
Fakat iman imkanına sahip olanın ise, açmayacağı imkansız kapı yoktur. Onun
içindir ki; İman en büyük imkandır. İman
imkanın zengini olanın elinde, hem dünya hem de ahiret hazinesi bulunur. Fakat
para zengini olanın eline ancak bazı şeyler geçebilir. Fakat bir çok şeylerden
de mahrum olur.
Sonuç
olarak; mantıkla iman, hayatın takatı,
Okuyarak
iman yaşamın haritası;
Düşünerek
iman, dünya ve ahiretin anahtarı;
Aranarak
bulunan iman, cehennemden necat ve cennet muradına erme;
Yorularak
bulunan iman, ruha ferman, kalbe nur, göze fer ve dize dermandır.
AKAİD
DERSİNİN TESTİ
Soru 1 : İman nedir?
Cevap : Allah
(cc)’ın dinini, Rasulüllah (a.s)’ın getirdiği tüm şeyleri kalp ile kabul edip
dil ile tasdik etmektir.
Soru 2 : İmanın şarları nelerdir?
Cevap :
Allah (cc)’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe, kaza ve
kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, öldükten sonra tekrar dirilmeye
iman etmektir.
Soru 3 : Hak dinlerin gayesi nelerdir?
Cevap :
Aklı, Dini, Nefsi, Nesli ve Malı korumaktır.
Soru 4 : İslam dininin kaynakları (Edille-i Şeriyye)
nelerdir?
Cevap: Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı
Fukaha’dır.
Soru 5 : Peygamberimiz (a.s)’den sonraki dönemlerde
bir meselenin dini hükmü üzerinde o devirde yaşayan müçtehitlerin birleşmesi ve
ittifak etmesine ne ad verilir?
Cevap :
İcma-i Ümmet denir.
Soru 6 : Kur’an’ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde
karşılığı bulunmayan bir meseleyi,Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet dediğimiz şeri
delillerde sabit olan hükümler ışığında, aynı illete (sebebe), aynı hikmete
bağlayarak çözümlemeye dinimizde ne ad verilir? bu hükümleri verene Fakih
denir?
Cevap :
Kıyası Fukaha.
Soru 7 : İmam ve müçtehit olarak kabul edilen bir
kişinin içtihat ve görüşlerinden oluşan, itikadi, fıkhi, dini veya şeri yola ne
ad verilir?
Cevap :
Mezhep adı verilir.
Soru 8 : İtikadi mezheplerimiz ve imamlarını
söyleyiniz?
Cevap : a- Maturidiyye; İmam Ebu Mansur Muhammed
Maturidi
b- Eşariyye; İmamı Ebul Hasan Aliyyül-Eşari.
Soru 9 : Allah’ın zati sıfatlarını sayınız?
Cevap : a-
Vücut (Var olması)
b- Kıdem (Varlığının başlangıcı olmaması)
c- Beka (Varlığının sonu olmaması)
d- Vahdaniyet (Bir olması)
e- Muhalefetül lil Havadis (Yaratılmışların hiç birine benzememesi)
f- Kıyam bi Nefsihi (Varlığının kendisinden olması)
Soru 10: Büyük
günahlar nelerdir?
Cevap : a-
Allah (c.c.)’a ortak koşmak.
b- Haksız yere adam öldürmek.
c- Namuslu kadına iftira etmek.
d- Sihir yapmak ve yaptırmak.
e- Savaştan kaçmak
f- Müslüman anne ve babaya isyan etmek
e- Yetim malı yemek
g- Mescidi Haram’da günah işlemek
h-Yetim malı yemek i-Zina yapmak
Soru 11:
Rabbimizin en güzel, en şerefli manalara ve sıfatlara dalalet eden mübarek
isimleri vardır. Ki bu isimler hakkında Peygamberimiz (a.s.) “Muhakkak ki Allah
(cc)’a mahsus 99 ismi şerif vardır. Her kim bu isimleri (sayar, ezberler veya
şuurlu bir şekilde manalarını anlarsa) cennete girer, sonsuz mutluluğa ulaşmış
olur.” buyurdu. Rabbimizin bu isimlerine ne ad verilir?
Cevap :
Esmaül Hüsna
Soru 12: Allah
(c.c.)’ın zatında, sıfatında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilip inanmaya ne
denir?
Cevap :
Tevhit denir.
Soru 13:
Peygamberimiz (a.s.)’ın Miraç hadisesinde 7. Kat semada, Mescidi Haram ve
Mescidi Aksa’dan sonra uğradığı, Meleklerin kıyamete kadar hayatlarında bir
defa sıra gelerek tavaf ettikleri 7. Kattaki mescidin adı nedir?
Cevap :
Beytül-Mamur.
Soru 14:
Allah’ın subuti sıfatlarını sayınız?
Cevap : a-
Hayat (Diri olması)
b- İlim (Her şeyi bilmesi)
c- Semi (İşitmesi)
d- Basar (Görmesi)
e- İrade (Dilemesi)
f- Kudret (Gücünün yetmesi)
g- Kelam (Konuşması)
h- Tekvin (Yaratması)
Soru 15: Dört
büyük melek hangileridir ve görevleri nelerdir?
Cevap : a-
Cebrail; Vahiy getiren melektir
b- Mikail; Tabiat olaylarının iradesi ile görevlidir
c- İsrafil; Sura üfleyecek olan melektir
d- Azrail; Ölüm meleğidir, can alır.
Soru 16:
Kendilerine Kitap verildiği Kur’an’ı Kerimde bildirilen peygamberler
hangileridir ve hangi kitaplar kendilerine verilmiştir?
Cevap : a-
Musa(a.s.); Tevrat
b- Davut(a.s.); Zebur
c- İsa(a.s.); İncil
d- Muhammed(s.a.v.); Kur’an
Soru 17:
Kendilerine kitap indirilmeyip sahife verilmiş olan peygamberler ve kaç sahife
verildiğini yazınız?
Cevap : a-
Adem(a.s.) 10 sahife
b- Şit(a.s.) 50 sahife
c- İdris(a.s.) 30 sahife
d- İbrahim(a.s.) 10 sahife
Soru 18:
Hakikatler hakkında ilim elde etme vasıtaları yani İslam’da bilginin kaynakları
nelerdir?
Cevap : a-
Sağlam duyu organları b- Doğru
haber c- Akıl
Soru 19: İslamın
kesin nasla sabit olan hükümlerine, şüphe götürmez bir şekilde inanmaya ve
Allah (c.c.)’ın hükmüne ve iradesine teslimiyete ne ad verilir?
Cevap :
İtikat denir.
Soru 20: İlk
peygamber Hz. Adem (a.s.)’dan Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’e kadar gelen
peygamberlere bildirilen Allah’ın dininin adı nedir?
Cevap :
İslam.
Soru 21:
İnsanları iyiliğe yöneltmek için Allah (c.c.)’ın peygamberleri vasıtasıyla
bildirdiği emirler ve hükümlere ne denir?
Cevap : Din
denir.
Soru 22:
İnsanların yaşayışlarında yapmaları ile emrolundukları, ilahi yol ve umumi
prensiplere ne ad verilir?
Cevap :
Şeriat.
Soru 23: İnanç
bakımından insanlar üçe ayrılır bunlar hangileridir?
Cevap : a-
Mü’min b- Münafık c- Kafir.
Soru 24: Allah
(c.c.)’e ve onun dinine kalbiyle inanıp, diliyle de inandığını söyleyen ve
inandığını yaşamaya çalışan insana ne denir?
Cevap :
Mü’min.
Soru 25:
İnanmadığını açıkça söyleyen kimseye ne denir?
Cevap :
Kafir.
Soru 26: Dili
ile iman ettiğini söylediği halde kalbinden inanmayan kişiye ne denir?
Cevap :
Münafık.
Soru 27: İsyanda
haddi aşan, zalim ve Allah (c.c.)’dan başka ibadet edilen put ve ilahı olan
sistemlere ne ad verilir?
Cevap :
Tağut.
Soru 28: Allah
(c.c.)’ın birliğini kabul etmeyen, ama ona inanan fakat ondan başka
varlıklarıda ilah kabul eden kimseye ne ad verilir?
Cevap :
Müşrik.
Soru 29:
İnsanların biri sağ biri sol omuzlarında olmak üzere iki gözetleyici melek
vardır. Bu meleklerden sağ taraftaki melek insanın iyi amel ve davranışlarını,
sol taraftaki melekte insanın kötü amel ve davranışlarını tespit edip amel
defterine yazmakla görevlidirler. Bu meleklerin isimleri nelerdir?
Cevap :
Kiramen Katibin.
Soru 30:
İnsanlar ölüpte mezara konduktan sonra sual melekleri denilen iki melek gelir
ve kendilerine Rabbimiz tarafından emrolunan kabir suallerini sorarlar. Bu
sualler: Rabbin kim?, Peygamberin kimdir?, Dinin nedir?, Kitabın nedir? Kıblen
neresidir? şeklindedir. Bu sualleri soran meleklerin isimleri nelerdir?
Cevap :
Münker ve Nekir.
Soru 31:
Cennetteki meleklerin başkanının ismi nedir?
Cevap :
Rıdvan
Soru 32:
Cehennemdeki görevli meleklerin başkanlarının ismi nedir?
Cevap :
Malik.
Soru 33: Allah
(c.c.)’a çok yakın bulunan, mukarrebun melekleride denilen, son derece şerefli
olan meleklerin diğer isimleri nedir?
Cevap :
İlliyyun melekleri.
Soru 34:
Peygamberlerin kendilerine has sıfatları nelerdir, manalarıyla birlikte
söyleyiniz?
Cevap : a-
Sıdk; Doğru sözlü olmak
b- Emanet; Güvenilir olmak
c- Tebliğ; Tebliğ etmek
d- Fetanet; Üstün akıl ve zekaya sahip olmak
e- İsmet; Günah işlememek.
Soru 35:
Peygamberimiz (a.s.) hesap gününü anlatırken mahşerin düz bir yerinde mahkeme-i
kübranın kurulacağını ve hesapların seri olarak sorulacağını anlattı.
İnsanların beş şeyden mutlaka sorulacağını, hesaba tutulacaklarını haber
vermişti. İşte Peygamber (a.s.)’ın hesap günü mutlaka sorulacak dediği beş şey
nedir?
Cevap : a-
Ömrünü nerede tükettiği
b- Gençliğini nasıl geçirdiği
c- Malını nereden kazandığı
d- Malını nereye harcadığını
e- Bildikleri ile amel edip etmediğinden sorulacaktır.
Soru 36: Ahiret
günü hesaptan sonra herkesin amel defterini (sevap ve günahını) tartmaya mahsus
olan ilahi adalet terazisine ne ad verilir?
Cevap :
Mizan
Soru 37:
Cehennem üzerinde uzanan son derece ince ve keskin olan, mü’minler için geniş
ve rahat olacak, kafirler ise takılıp kalıp cehenneme düşecekleri, ona inanmak
imanın gereği olan köprünün adı nedir?
Cevap :
Sırat Köprüsü.
Soru 38: Her
canlı için ezelde tayin edilmiş olan hayat süresi vardır. Süresi dolan
canlıların ömrü son bulmuş ve kendisine takdir edilmiş olan geçici dünyadaki
hayatı bitmiş olur. Her canlı için tayin edilmiş olan süreye ne denir?
Cevap :
Ecel.
Soru 39:
İslam’ın şartları nelerdir?
Cevap :
1- Kelime-i Şahadet getirmek
2- Namaz kılmak
3- Oruç tutmak
4- Hacca gitmek
5- Zekat vermek.
Soru 40:
Başkalarının meydana getiremeyeceği olağanüstü şeyleri bir peygamberin,
gerçekten Allah (c.c.)’ın elçisi olduğunu doğrulaması için Rabbimizin o,
olağanüstü olayı peygamberi eliyle ortaya çıkarmasına ne ad verilir?
Cevap :
Mucize.
Soru 41: Yüce
Rabbimizin kudret ve izni ile veli kulları tarafından bir kısım olağanüstü
hallerin meydana gelmesine ne ad verilir?
Cevap :
Keramet.
Soru 42: Hatır
ve hayale gelmeyen maddi ve manevi nimetleri içinde toplayan, hiçbir zaman yok
olmayan ve bugün mevcut olup sekiz bölümlü bir mükafat alemi olan, yerini ancak
Rabbimizin bildiği, yakuttan, inciden, elmastan döşenmiş köşklerin var olduğu,
altından ırmakların aktığı, içinde hurilerin olduğu bildirilen ve Allah
(c.c.)’a kul, habibine ümmet olmuşların, şehitlerin gideceği yer olarak
bildirilen o güzel mekanın ismi nedir?
Cevap :
Cennet.
Soru 43:
Kapısında zebanilerin olduğu, yedi kat aşağı doğru tabakaya bölünmüş, her bir
katında ayrı, türlü azabın tattırılacağı ve bazı günahkar mü’minlerinde ceza
göreceği, kafirler için ise ebedi azap yeri, devamlı kalacakları mekan olarak
bildirilen bu yerin ismi nedir?
Cevap :
Cehennem.
Soru 44:
Kainattaki her şey kendisinden başka yaratıcı olmayan Allah (c.c.)’ın bilmesi,
dilemesi ve yaratması ile olur. Onun için herhangi bir şeyin belirli bir
şekilde meydana gelmesi Cenabı Hakkın ezelde dilemesi ile olur. Rabbimizin bir
şeyi ezelde dilemiş olmasına ne ad verilir?
Cevap :
Kader.
Soru 45: Yüce
Rabbimizin ezelde dilemiş olduğu herhangi bir şeyin zamanı gelince yine Allah
(c.c.)’ın izniyle meydana gelmesine ne ad verilir?
Cevap :
Kaza.
Soru 46:
Müellefe-i Kulüp kimlerdir?
Cevap :
Müslüman olmayıp, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlerdir.
Soru 47: Büyük
günahlardan birini işlemiş veya küçük günahlara devam eden kimseye ne denir?
Cevap :
Fasık.
Soru 48: Günahı
olan mü’minlerin affedilmesi, günahsızların daha yüksek mertebelere erişmeleri
için Peygamberler ve evliyaların Allah (c.c.)’a yalvarmasına ne denir?
Cevap :
Şefaat.
Soru 49: Bir
şeyi elde etmek için gereken maddi ve manevi vesilelerin hepsiniyaptıktan
sonra, Allah (c.c.)’a güvenip ondan sonrasını Allah (c.c.)’a bırakmaya ne ad
verilir?
Cevap :
Tevekkül.
Soru 50: Karzı
hasen ne demektir?
Cevap :
Çıkar gözetmeksizin Allah (c.c.)’ın rızası için ödünç para vermektir.
Soru 51: Aynı
peygamberin yolunda yürüyen insanlara ne denir?
Cevap :
Ümmet.
Soru 52: Hasenat
ne demektir?
Cevap : İyi
amellere, yapılan iyiliklere denir.
Soru 53:
Cennetteki en büyük nimet nedir?
Cevap :
Ru’yetullah yani Allah (c.c.)’ın cemalini görmektir.
Soru 54: İslam
dininde olmadığı halde sonradan insanların dindenmiş gibi hayatlarına
geçirdikleri yanlış adetlere ne denir?
Cevap :
Bidat.
Soru 55: Yapılan
her şeyin sırf Allah (c.c.)’ın rızası için yapmaya, gösterişten uzak amele ne
denir?
Cevap :
İhlas denir.
Soru 56: Seyyiat
ne demektir?
Cevap :
Kötülükler, günahlar ve suçlardır.
Soru 57:
Münafığın alametleri nelerdir?
Cevap :
Konuştuğunda yalan söyler, söz verir sözünde durmaz, emanete hıyanet eder.
Soru 58: En
güçlü insan kimdir?
Cevap :
Öfkesini yenen insandır.
Soru 59: Hacerul
Esvet nedir, nerededir ve nereden gelmiştir?
Cevap :
Kabe’nin köşe duvarı içine yerleştirilmiş siyah bir taştır ve cennetten
gelmiştir.
Soru 60: Akait
ilminin ilk temsilcileri kimlerdir?
Cevap :
İmamı Azam Ebu Hanife, Ebu Mansur Maturidi, İmamı Eşari.
Soru 61:
Davetçinin vasıfları nelerdir bir kaç tanesini sayınız?
Cevap : a-
Çalışmalarının karşılığını Allah (c.c.)’dan beklemelidir.
b- Yardımın yalnız Allah (c.c.)’dan olduğunu unutmamalı
c- Vazifesini yapar ama neticeyi Allah (c.c.)’a bırakır
d- Yumuşak huylu, seven, sevdiren,sevindiren, mütevazi olmalıdır
e- Korkutucu değil, müjdeleyici olmalıdır
f- Hareketlerini ve duyu organlarını Kur’an’a göre ayarlamalı ve onunla
terbiye etmelidir.
Soru 62: İslam
devletinde müslümanlar gibi mal, can, din, namus ve nesil güvenlikleri devlet
teminatı altında olan, fakat askerlik yapmayan, bunun karşılığında cizye ödeyen
ve bir anlaşma ile halifeye bağlı olanlara ıstılahta ne ad verilir?
Cevap :
Zımmi.
Soru 63: Ateşten
yaratılan, maddi varlıkları olmadıkları için melekler gibi görünmeyen, insanlar
gibi iyileride, kötüleride olan bizler gibi imtihana tabi tutulacak ve yine
bizler gibi “Allah (c.c.)’a ibadet etmeleri için yaratılmış” olan mahlukların
ismi nedir?
Cevap :
Cinler.
Soru 64:
Efendimiz (a.s.)’ın buyurduğuna göre, kıyamet günü Allah (c.c.)’ın
gölgelendireceği yedi sınıf insan hangileridir?
Cevap : a-
Adil yöneticiler.
b- Allah (c.c.)’a ibadet yolunda yetişen gençler.
c- Camilere kalpten bağlı kimseler.
d- Allah (c.c.) için birbirini seven kimseler.
e- Makam sahibi bir kadın harama davet ettiğinde “Ben Allah’tan
korkarım”
diyerek reddedenler.
f- Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde sadaka verenler.
g- Yalnızken Allah (c.c.)’ı anıp gözyaşı dökenler.
Soru 65: Kıyamet
gününde en son dirilip, hesaba ilk olarak çekilecek ümmet hangisidir?
Cevap :
Ümmeti Muhammed
Soru 66: İyiliğe
kabiliyeti olmayan ruh cinsinden bir yaratıktır. Ateşten yaratılan, daima
kötülük düşünen, insanları yoldan saptırmaya çalışan, bir adı da iblis olan bu
yaratığı tanıdınız mı?
Cevap :
Şeytan.
Soru 67:
Herkesin bilmesi gereken dört mesele nedir?
Cevap : a-
İlim; Allah (c.c.)’ı, Peygamber (s.a.v.)’i ve İslam dinini delilleri ile bilmek
b- Amel; Bildiği ilim ile amel etmek
c- Davet; Tebliğ görevini yerine getirmek.
d- Sabır; Eziyet ve zulümlere sabretmek, yılmamak
Soru 68: Allah
(c.c.)’ın katından yeni bir din getiren peygambere ne ad verilir?
Cevap :
Rasül
Soru 69:
Yeryüzünde bütün varlıklar kime hizmet için yaratıldı?
Cevap :
İnsanlar için.
Soru 70: İnsanın
yeryüzündeki konumu nedir?
Cevap :
Yeryüzünde Allah (c.c.)’ın halifesidir.
Soru 71: Kıyamet
hangi gün kopacaktır?
Cevap : Cuma
günü.
Soru 72: Bu
dünyadan sonra gideceğimiz ebedi alemdir. Kıyamet koptuktan sonra bütün
varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur. Bu
yere inanmayan insan müslüman olamaz. Bu alemi bildiniz mi?
Cevap :
Ahiret
Soru 73: Nefis
terbiyesinde başarılı olmak için terbiye edilmesi gereken iki unsur nedir?
Cevap : a-
Akıl b- Kalp
Soru 74: Hakkı
batıl, batılı hak yapmaya çalışan nedir?
Cevap :
Tağut
Soru 75: “Rab”
kelimesinin manası nedir?
Cevap :
Terbiye eden, yöneten, mülkün sahibi, koruyan.
Soru 76: “İlah”
kelimesinin manası nedir?
Cevap :
Kendisine sığınılan, güvenilen, sevilen, tapılan.
Soru 77: Gizli
şirke iki örnek veriniz?
Cevap : a-
Başkasının övgüsünü kazanmaya çalışmak
b- Başkasının gözüne girmek için namaz kılmak
c- Nam ve şöhret için cihat
d- Mevki ve makam için ilim.
Soru 78: Ehli
sünnet itikadının mezhep alimlerinin adlarını yazınız?
Cevap : a-
Maturidi b- Eşari
Soru 79:
İslam’ın özelliklerinden olan irade neyi ayırt etmeye yarar?
Cevap :
Fayda ve zararı ayırt etmeye yarar.
Soru 80: İlim
ile yönetimin çatışmasından ne doğar?
Cevap :
Sosyalizm
Soru 81:
Herhangi bir konuda ayrı ayrı yerde bulunan alimlerin aynı görüşe varmalarına
ne denir?
Cevap : İcma
denir.
Soru 82:
Herhangi bir konuda ayrı ayrı yerlerde bulunan alimlerin farklı görüş
bildirmelerine ne denir?
Cevap :
İçtihat
Soru 83:
Rabbimiz bizi neden imtihan ediyor?
Cevap :
Kemal sıfatı gereği.
Soru 84: İnsanın
kendini maddi ve manevi kötülüklerden korumasına ne denir?
Cevap :
Takva.
Soru 85: Tağuti
güçlerle işbirliği yapan ve onların iktidarlarını İslam’ı istismar ederek
ayakta tutmaya çalışan din adamına ne denir?
Cevap :
Belam denir.
Soru 86: Küfrün çeşitleri
nelerdir?
Cevap : a-
Cehli küfür b- İnadi küfür c- Hükmi küfür
Soru 87: İnsanı
küfre götüren haller nelerdir?
Cevap : a-
Kur’an’ın ve sünnetin açık hükümlerine gizli manalar vermek
b- Kur’an’ın ve sünnetin hükümlerini yalanlamak
c- Din ile alay etmek
d- Allah’tan ümidi kesmek
e- Allah’ın azabını emin olmak (Allah bana azap etmez demek)
f- Gaibden haber verdiğini söyleyen kahinlere inanmak.
Soru 88:
Cennetin Kur’an’ı Kerim’de geçen isimleri nelerdir?
Cevap : a-
Adn b-Meva cenneti
c- Firdevs cenneti
d- Mukame cenneti
e- Naim cenneti
f- Darul Huld
g- Darus-Selam
i- Makamul Emin
Soru 89:
Elfaz-ı Küfür ne demektir?
Cevap :
İnsanı küfre götüren sözler demektir.
Soru 90: İkinci
kez sura üflenince bütün insanların yeniden hayat bulup, hesap günü için
toplanmasına ne ad verilir?
Cevap :
Mahşer.
Soru 91: İnsanların
ölümden sonra, mahşere kadar kabirde geçirdikleri zamana ne ad verilir?
Cevap :
Berzah alemi.
Soru 92: Ezelde
hiç bir şey yaratılmamışken sadece ruhların var olduğu ve Allah’a iman sözü
verdiğimiz zamana ne ad verilir?
Cevap : Galü
Bela
Soru 93:
Cehennemin en alt tabakasının ismi nedir ve oraya kimler girecek?
Cevap :
Haiye, Münafıklar girecek.
Soru 94:
Allah’ın fiili sıfatları nelerdir?
Cevap : a-
Rızk verme b- İhsan etme c- İkramda bulunma
d- Rıza gösterme e- Muhabbet
besleme f- Gazap etme
g- Öldürme h- Diriltme.
Soru 95:
Tevhidin kısımları nelerdir?
Cevap : a-
Rububiyet tevhidi
b- Uluhiyet tevhidi
c- İsimlerde ve sıfatlarda tevhit.
Soru 96:
Allah’tan başka yaratıcı, rızk verici,Rab, terbiye edici ve kainatın işini
düzene koyan başka ilah olmadığı hangi kısım tevhit inancının gereğidir?
Cevap :
Rububiyet tevhidi
Soru 97 : Allah (c.c.)’ı Allah ve Rasülü nasıl
isimlendirdi ve vasıflandırdı ise o şekilde Allah (cc)’ı isimlendirmek ve
vasıflandırmak hangi kısım tevhit inancı gereğidir?
Cevap :
İsimlerde ve sıfatlarda tevhit
Soru 98 : “Allah (cc)’ın varlığının başlangıcı
yoktur. Allah (cc) sonradan meydana gelmiş bir varlıkta değildir. Hiç bir şey
yok iken O yine var idi.” Bu tanım Allah (cc)’ın hangi sıfatlarından neyin
açıklamasıdır?
Cevap :
Zati sıfatlarından Kıdem sıfatının.
Soru 99: İbadet
ederken sadece Allah’ü Teala’ya ihlasla ve O’ndan başka ilah olmadığına
inanarak ibadet etmek hangi kısım tevhit inancının gereğidir?
Cevap :
Uluhiyet tevhidi
Soru 100:
Peygamberlerde, peygamberlik göreviyle görevlendirilmeden önce görülen ve
nübüvvetin temellerini kuvvetlendiren bazı harikuladelikler görülür. Mesela:
Hz. İsa (a.s)’ın daha beşikte iken konuşması. Hz. Muhammed (a.s)’ı daha
çocukluğunda bir bulutun takip etmesi. Putların yüzüstü yıkılması gibi. Bu gibi
harikalara İslami ıstılahta ne ad verilir?
Cevap :
İrhasat
Soru 101: Mevcut
alemlerin ve ahiret aleminin hükümdarı o Allah (c.c.)’dır. Her iki cihandaki
eşyanın tasarrufu Allah (cc)’a aittir. Ferman onundur. Onun dilediği olur,
dilemediği olmaz. Onun hükümdarlığı dünyadaki hükümdarlıklara benzemez. Hüküm
kendisine aittir. Bir yardımcıya bir vezire ihtiyacı yoktur. Bütün mükevvenatın
mevcut olan her şeyin sahibi ve mutlak hükümdarı manasına gelen Esmaul Hüsna’da
yer alan Allah (c.c.)’ın isimlerinden olan bu ismi nedir?
Cevap :
El-Melik
Soru 102: İçenin
niyetine göre şifa olan, Hz. Hacer ve Hz. İsmail’in susuz kaldıklarında ortaya
çıkan, hacıların geri dönerken hediye olarak getirdikleri zemzem suyuna, Allah
(cc)’ın Hz. İsmail’i suya kandırması nedeni ile “Sakıyullahı İsmail”,
inananlara fayda verdiği için “Saibe”, sıhhat ve berekete sebep olduğu için
“Meymune”, yemeğin yerini tuttuğu için “Kafiye”, içenler rahatlık ve afiyet
bulduğu için “Afiye” denilmiştir. Doya doya içenlerin cehennem azabından
kurtulacakları müjdesinden dolayı verilen isim nedir?
Cevap :
Büşra
Soru 103: Akait
ile ilgili meşhur eserler arasında İmamı Azamın meşhur kitabının adı nedir?
Cevap :
Fıkhi Ekber.
Soru 104: Allah
(c.c.)’ın Kur’an’ı Kerim’inde bildirdiği, Peygamber efendimiz (a.s.)’ın tarif
ettiği insanoğluna mahsus nefis yedi kısımdır.
Bunlar:
a- Nefsi Emmare
b- Nefsi Levvame
c- Nefsi Mutmainne
d- Nefsi Safiyye (Kamile)
e- Nefsi Merdiyye’dir. Bizim
saymadığımız diğer ikisini de siz söyleyiniz?
Cevap :
Nefsi Mülhime ve nefsi Raziye
Soru 105:
Tasavvufi Ahlakta bir müslümanın kat etmesi gereken kaç merhale vardır?
Cevap : 4
merhale vardır:
a- Şeriat
b- Tarikat
c- Marifet
d- Hakikat
KAYNAKÇA
Ateş, Süleyman, İnsan ve İnsan Üstü, İstanbul 1979
Aydın, Ali Arslan, İslâm İnançları
(ilm-i Kelâm), İstanbul 1984
Aydın, Mehmet, Dinler
Tarihi, Konya 1980
Aclunî,
İsmail İbnu Muhammed (v. 1162/1748): Keşfu'l-Hafa
Müzîlü'l-İlbâs ammâ İştehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut 1351
Amidi,
Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, Kahire, 1968/1387
Allan, Muhammed b.- Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971
Ayni,
Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).
……. Tibyan Tefsiri, İstanbul-1986
Aliyyu'l-Kâri, Fıkh-ı Ekber Şerhi, terc. Y. Vehbi Yavuz, İstanbul
1979
Ahmed Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı, İstanbul 1982
Alî el-Kârî, Şerhu'l Fıkhı'l-Ekber, Mısır 1323 h.
Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, İstanbul 1346/1928
Beydâv, Envanu't-Tenzil ve
Esranu't-Te'vîl, Mısır 1955
Bediüzzaman
Said Nursi, Sözler,
İstanbul 1962.
………İşârâtü'l-İ'caz, İstanbul 1962.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985
Buharî,
Ebi Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred, Kahire, 1379.
Canan,
İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ankara 1988.
…… Hz.
Peygmaberin Sünnetinde Terbiye; 1979, Ankara.
Cessas,
Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v. 370), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, ty.
el-Ceziri,el-Fıkh
ale'l-Mezâhibi'l-Erbea, Çağrı,İstanbul,1968
………. Tavdîhu'l-Akâid, Beyrut,1350
el-Cevher, es-Sıhah, Beyrut, 1399/1979
Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul, 1311 h.
………et-Ta'rifât, Beyrut,ty.
Custav Davidson, A Dictionary of Angels, London 1968
ed-Devânî, Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye,1345
Döndüren Hamdi, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul, 1991
Darakutnî,
Ali İbnu Ömer (v. 358), es-Sünen Kahire, 1386/1966
Erzurumi,
İbrahim Hakkı, (v. 1194), Marifetname, İstanbul, 1330
Frûzâbâd, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1305
Gazzâlî, el-İktisâd, Mısır t.y.
Hamidullah
Muhammed, İslam Peygamberi, Tercüme: Said Mutlu, İstanbul 1966
İbnu
Hacer el-Askalanî (v. 852), Selamet
Yolları, Tercüme: Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat,
İstanbul, 1972.
….. Fethu'l-Bari, Mısır,
1959.
İbnu'l-Arabi,
Ebu Bekr (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968.
…………. el-Fütühâtü'l-Mekkiye, Bulak, 1269 h.
İbnu
Kesir, İmamuddin Ebu'l Fida (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut, 1966.
İbnu Hazm, Ali, el-Endülusî (v. 457/1064): el-İhkâm fi Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, ty.
………….el-Fasl fi'l Milel, Beyrut 1395/1975
İbnu
Asâkir, Keşfu'l-Gıta fi Fazâili'l-Mustafa, 1946, Mısır
İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984
İsfahânî, el-Müfredât fi
Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961
İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire t.y.
İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Beyrut 1317
İbnu
Haldun Abdurrahman (v. 808), el-Mukaddime, Beyrut, ty.
İbnu
Hibban, Ebu Hatim Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu İbnu Hibban, Beyrut 1987.
İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mısır 1303
İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391
İbnül-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965
İşler, Mehmed Hulusi, Nefis ve Şeytan, İstanbul 1984
Kılavuz, A. Saim, Anahatlarıyla İslâm
Akâidi ve Kelâm'a Giriş, İstanbul 1987
Kâsânî, Bedâyiu's Sanâyi, Beyrut 1328/1910
Kuşeyri, er-Risalesi, İstanbul 1978
Kutup, Seyyid, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M. E. Saraç, İ
Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul
Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l
Kur'an, Kâhire 1967
Matürîdî, Te'vîlât, vrk. 182a. Numara: 47 Raşid
Efendi Kütüphanesi, Kayseri
Meydanî, el-Lubâb,
İstanbul, ty.
Maverdi
Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya
ve'd-Din, İstanbul 1299
….en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992
Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, Beyrut 1972
Molla Hüsrev, Düraru'l-Hukkâm, İstanbul 1307
Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet, İstanbul 1986
………..Peygamberler ve Tevhid
Mücadelesi, İstanbul 1982
Nâsıf, Mansur Ali, et-Tâcü' el-Câmi'
li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, İstanbul,ty
en-Nesefı, Ebu'l-Mu'ın Meymûn b. Muhammed, Tabsıratü'l-Edille, vrk. 8b-9a. Raşid Efendi
Kütüphanesi, Numara: 496. Fatih Kütüphanesinde 2907 numarada kayıtlı nüsha,
vrk.
…………Şerhu'l-Akâidil-Nesefiyye, Beyrut,1322
…………Medâriku't-Tenzîl, Beyrut,1322
Nizameddin, Şeyh, Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310 h.
Nureddin, Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid, Beyrut, 1967
Paşa, Ahmed Cevdet, Kısas-ı Enbiyâ ve
Tevârîh-i Hulefâ, İstanbul 1972
Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, terc Şerafeddin Gölcük, İstanbul
1980,
Râgıb, El-Mutredâd; Asım Efendi, Kamüsü'l-Mühit
tercemesi, İstanbul 1272
………….el-Müfredât fi
Caribi'l-Kur'an, Mısır, 1961
Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937
Safve, Ahmed Zeki, Cemheretu
Hutebi'l-Arab, Mısır 1962
Sâbık, Seyyid, el-Akâidü'l-İslâmiyye, Beyrut, t.y
Serahsî, Şemsü'd-Dîn Ebu Bekr Muhammed İbnu Ahmed
(v. 490/1096): Usûlu's-Serahsî, Haydarâbad-Deken, 1973
es-Sıddîkî, Delilu'l-Falihin li turuki
Riyazi's-Salihin, Mısır 1971
Suyuti, Celalü'd-Din Abdurrahman Ebu Bekr (v. 911) Tefsiru
Celaleyn, Dımeşk, 1378
Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara
1979
Sâbûnî, Mâtürîdî Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara
1979
Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394
Serahsî, Şerhu's-Siyeri'l Kebîr, Kahire 1971
Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır
Tahavî, Ebu Ca'fer Ahmed İbnu Muhammed (v. 321), Şerhu
Me'ani'l-Asar, Kahire, 1387/1968
……..Hâşiye
alâ Merâkı'l felâh, İstanbul, 1985
Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, İstanbul t.y.
……………Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939
Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1388/1968
………..Tefsir, Mısır 1954
……..Tarih, Mısır 1326
Ünal Ali, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986
Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak
Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971.
Zebîdi, Tecrid-i Sarih Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985
ez-Zeb,Seyyid Muhammed Murtaza, Ed, Tâcü'l-Arûs,
Beyrut, ty,
Ziyaüddin, G.Ahmed, Ramuz El Hadis, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997
……………….Ehli Sünnet Akaidi, İstanbul, Bedir Yay,1967
Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve
Edilletüh, Dımaşk 1405/1985
BASKIYA
HAZIRLANAN KİTAPLAR
1.KUR’AN’IN RUHU-KUR’AN-I KERİM (Sebeb-i Nüzulü
Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)
Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,
Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
2.
KIRK AYET –KIRK HADİS (Kırk Hadis)
Resûlullah (a.s): "Kim
ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun
imânına şâhid ve şefaatçi olurum" (Abdullah İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî
(181/797). Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)
Sebeb-i Nüzulüne göre kırk ayet
ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis.
Sünneti anlamak için Peygamberi
tanımak, Peygamberi tanımak için
KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek
şarttır.
3.
EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)
Kaybetmişiz Pusulamızı
Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü
Kaldırımlarda
Ölüler Abid
Taşlar Mabud
Ağaçlar Mabed Olmuş.
4.
İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)
Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa
yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün güzelliği rengidir.
Bülbülün ki, sesidir.
Göğün ki, yıldızlardır.
Yerlerin ki, bitkilerdir.
Dilberin ki, cemalidir.
Yiğidin ki, bileğidir.
Arifin ki, bilgidir.
Abidin ki, zikridir.
İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.
5.
RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)
“En
güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle
dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta
olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)
Ebû
Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s) buyurdular ki:
"Şüphesiz
ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri
ihsâ eder (sayar, ezberler vedilinin
tesbihi haline getirirse) Cennete
girer.”(Tirmizi, ibn Hibban ve Hakim)
Esma-ül
Husna’nın bilinmesi üç şey için çok önemlidir:
1-İlahi
Rububiyyet; yüce Allah’ın Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine
ve nasıl yaratıcı, nasıl yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl
terbiye edici olduğunu öğrenmek.
2-İlahi
Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük,
nerde ve ne yaptığını öğrenmek.
3-İlahi
Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua
edilir, kimi sever, kime rahmet eder,
kimi ne için cehenneme koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öğrenmek.
6.
YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)
Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh
portresidir.
Anlayış sahibi insanlar,
halkların gülü ve çiçekleridir.
Anlayış sahipleri, halklar
tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen göklere çıkartılıp yükseltilirler.
Bazen yerlere atılıp ezilirler.
7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER
(Peygamberlerin Hayatı IICilt)
Evrenin en büyük sanatçısı
Allah’tır.
Yüce Allah’ın en büyük sanat
eseri insandır.
İnsanın en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.
8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz.
Peygamber(a.s)'in Hayatı II Cilt)
Kaybolmuşuz Peygamberlerin
çizdiği haritanın üzerinde.
Yön tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi doğu.
Neresi batı.
Neresi kıble.
9.
ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)
“Her çocuk İslam fıtratı üzere
doğar.”
Hiç bir çocuk, anne ve
babasının meşru veya gayri meşru
yaptıklarıyla sorumlu değildir.
Her çocuk kendi kişisel
menkıbesinin sorumlusudur.
Çocuklar, ailenin balı ve dalı,
Toplumun gülü ve bülbülü,
Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.
10.
DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1)
Bütün kitaplar, bir kitabı
anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimler, tek bir ilimden
onay alır, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimlerin merkezi, tefsir
ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
11.
DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)
Usûl, Arapça asl'ın
çoğuludur.
Asl sözlükte temel, kök, soyluluk
ve orijinal anlamlarına gelir.
Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't
Tefsir,
Kur'ân-ı Kerim'in insanlar
tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve
müfessirlerin prensiplerini, şartlarını
ve çerçevesini belirleyen, tarihini
tespit eden ilim veya ilimlerin hepsine
birden verilen isimdir.
12.
ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)
Rasulullah (a.s)’ın da üzere
yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”!
Karşılıksız vermek!
Çıkar düşünmeksizin vermek! EBU
BEKİR gibi.
Zâhirde ve bâtında her an ve her
koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar, haya, sevgi vermek!..
Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim, cesaret vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.a)
gibi...
13.
ADEMİN HİKMETİ
Adem dedikleri;
el,
ayak,
baş değil,
manaya derler.
Kaş,
göz değil,
ruha derler.
14.
ALEMİN HİKMETİ
Her insan bir ademdir.
Her adem bir alemdir.
Her alem bir sırdır.
Her sır bir yitiktir.
Her yitik bir hikmettir.
Her hikmet bir hazinedir.
Her hazine bir saadeti dareyndir.
15.
EĞİTİMİN HİKMETİ
Her
Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.
Zira inandıklarını
uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.
Eğitim, hedeflenen davranışların
programlı ve planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.
Öğretim ise, öğretme faaliyetlerinin
belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve
uygulanmasıdır.
16.
DÜŞÜNMENİN HİKMETİ
Felsefe;
“seviyorum, peşinden koşuyorum ve
arıyorum”;
anlamına gelen ve
“bilgi, bilgelik”
anlamına gelen sözcüklerinden türeyen
terimin
işaret ettiği entelektüel
faaliyet ve disiplindir.
Buna göre felsefe
“bilgelik sevgisi”
yada;
“bilginin peşinden koşma”
anlamına gelir.
17.
DÜŞLERİN HİKMETİ
Rüya konusunda;
Batı
bilginleri genelde rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak
yorumlarken,
Doğu bilginleri bu görüşe
katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.
18.
HAYALİN HİKMETİ
Fertte çağrışım yapan hayaller
neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.
19.
MEDENİYETİN HİKMETİ
Allah'ın
indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet,
kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman,
amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda
yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.
20. ACILARIN HİKMETİ (Şiir)
Şair, Şiir yazarken,
çocuk dünyaya getiren
bir annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının hepsi yalandır.
21.
ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)
İslâm'a göre şeref, müttakî
olandır; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan, Allah'ın emirlerini
yerine getirendir.
22.
AKLIN HİKMETİ
Akıl,
eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden
özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak
etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu
güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da
insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken
oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır.
Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince
yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.
23.
NAMAZIN HİKMETLERİ
Namaz,
tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir
ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.
Sabah
namazının iki rekat olmasının hikmeti nedir? Öğle namazı niçin dört rekattır?
Bazı namazların iki ve üç veya dört rekat olmasının sebebi hikmeti nedir? İşte
bütün bunların hikmeti bu kitabın içinde geçer.
24.
DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*
Nasihat,
İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî
erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin
bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir.
Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.
25.NAMAZIN
DİLİ
Namaza
başlarken ve namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u
Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş
yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne
anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve
dili nedir?
[1] Asr
Suresi,1-3
[2] Bakara,
2/140
[3] En'am,6\ 114
[4] Ankebut,29/2
[5] Mümin,40\60
[6] Tehânevî, Keşşâf, II, 952
[7] Buhâr-î,
iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15
[8] Râgıb
el-isfahanî: El-Mutredâd; Asım Efendi, Kamüsü'l-Mühit tercemesi, İstanbul 1272
H., 3, 593-594; İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mısır 1303, 17 160-163
[9] Cürcani, et-Ta'rifat, Beyrut
1985, s. 160
[10] Cürcânî, a.g.r, s. 160, 167
[11] Tahanevi, Keşşafü
lstılahati'l-fünun, II, 1055
[12] Nisa,4/105
[13] Tevbe,
60-103
[14] Bakara,
275-279
[15] Bakara,
2/178
[16] Maide, 38
[17] Nur; 2-4
[18] Bakara;
190-216
[19] Bakara,2/193
[20] Ali İmran,3/19
[21] Ali İmran, 3/85
[22] Zümer,39/3
[23] Maide,5/3
[24]
İşârâtü'l-İ'caz, Bediuzzaman Said Nursi, 1985, Sözler yay,
[25] Bak. 1/3. 3/19,85.5/3
[26] Ali İmran,
3/19
[27] Ali
İmran,3/85
[28] Maide,5/3
[29] Nisa,4/60
[30] Zariyat, 67/20-21
[31] Fussilet, 61/53
[32] Tevbe,9/18,
Müslim, Mesacit,1
[33] İbn Abbas şöyle yapar. "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde,
diliyle küfür kelimesini söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır.
Böyle yapan kimse hem hayatını kurtarır, hem de o anda günahı kaldırıldığı
için, sorumlu olmaz" (el-Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire
1967, IV, 57; İbni Kesîr, Tefsîr, Beyrut 1969, I, 357.)
[34] Mutaffifin,83\14
[35] Tirmizî, Tefsir, Mutaffifin
(3331); İbnu Mace, Zühd 29,
[36]
Tirmizî, İman 17,
[37]
Mektûbât,Said-i Nursi-İstanbul-1985, Sözler,Yay
[38]
Nesai,,İman,8
[39]
Tirmizi,İman,9
[40]
Tirmizi,İman,12
[41] Tirmiz-i,İman,11
[42] Asr,103/1,3
[43] Bakara,2/82
[44] Bakara, 2/170
[45] Hucurat,49/14
[46] Müminin,23/1
[47] Sahih-i
Buhari,İman,11
[48] Bakara,2/27
[49] Buharî, Edeb 60; Müslim, Zühd 52,
[50] Bakara,2/6,7
[51] Buhârî , Fiten 21.
[52] Bakara,2/165
[53] Buhârî,
Tevhid 33; Müslim, İman 153; Tirmizî, İman 18.
[54] Bakara,2/8
[55] Buhâri,
İman,10; Müslim, İman,23; Ebu Dâvud, sünnet; Tirmizi, İman; Nesâi, İman
[56] Buhârî,
Cenaiz, 1, Libas, 24, İsti'zan, 30, Rıkak, 13,14, Tevhid, 33; Müslim, İmân,
153, 154, Zekat, 32,33; Tirmizî, İmân, 18; Ahmed b. Hanbel, V, 152, 159, 161,
VI, 166
[57] N. YILDIRIM, Zafer Dergisi, 195. sayı.
[58] Yunus,10/12
[59]
Ankebut,29/65
[60]
Müslim-Tirmiz-i,İman,23
[61] İhlas,112/1,4
[62] Rad,13/28
[63] İhlas,112/1,4
[64] Sahih-i
Buhari,İman,21
[65] Saffat,37/5
[66] Bakara,2/258
[67] Sahih-i
Buhari, Tevbe,32
[68] Bakara,2/163
[69] Bakara,21/22
[70]
Ebu Dâvud, Cenâiz 20
[71] Ali İmran,3/31
[72] Haşr,59/24
[73] Araf,7/180
[74] Buhârî hadisi bu lafızla tahric etmiştir. Müslim'de "tek"
kelimesi yoktur. Buhârî, Daavât 68; Müslim, Zikr 5, (2677); Tirmizî, Daavât 87.
[75] Buhârî, Daavât 68; Müslim, Zikr 5;
Tirmizî, Daavât 87
[76] Şura,42/11
[77] Ali İmran,3/47
[78] bkz.2\127; (2:137-256) (8:17) (49:1)
[79] Enam,6/162
[80] Sahih-i
Buhari,Hacet,31
[81] Bakara,2/165
[82] Ali
İmran,3/31
[83] Bakara,2/152
[84]
Sahih-i Buhari,İman,11
[85]
Sahih-i Buhari,İman,22
[86] Naziyat,79/40,41
[87] Rahman,55/46
[88] İsra,17/57
[89] Araf,7/57
[90] Sahih-i Buhari,Kıyamet,7
[91] Macdonald Melek mad. İA., Fazla bilgi için bk.
"İbni-Manzur Lisânül-Arap, 12, 386-387; Râğib el-Müfredât s. 49; M. Hamdi
Yazır Hak Dini Kur'an Dili, I, 301-303.
[92] et-Tahrîm,
66/6
[93] Enbiya, 21/26-27
[94] Tahrim 66/6
[95] Enbiyâ, 21/19-20
[96] Fâtır 35/1
[97] Meryem, 19/17
[98] Buhârî,
İman, 1; Müslim, İman, 1
[99] Enbiyâ,
21/26-27; el-Mümin, 40/7
[100] M. Said
Ramazan el-Butî, Kübrâl-Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 271-278; A. A. Aydın İslâm
İnançları, I, 402-403).
[101] Rahman, 55/15
[102] Sâd 38/76
[103] Sahih-i Müslim 7/226 (1333 H.)
[104] Bakara,
2/285
[105] Müslim, İman 1; ayrıca Buharî,
Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî de benzerlerini rivayet etmişlerdir
[106] Nahl 16/2
[107] Fatır, 35/1
[108] Nahl, 16/2
[109] Bakara, 2/97
[110] Şuarâ, 26/192-193
[111] Nahl 16/102
[112] Nisâ, 4/163
[113] Bakara, 2/87,
253 ve en-Nisâ 4/110
[114] Bakara 2/87 ve 253
[115] Ahzab, 33/56
[116] Fussilet, 41/30-31
[117] Enfâl,
8/9-10
[118] Âl-i İmran, 3/123
[119] Âl-i İmran,3/124
[120] Ahzâb 33/9
[121] Mümin, 40/7-9
[122] Ahzâb, 33/56
[123] Necm, 53/26
[124] Bakara,2/177
[125] Bakara,2/285
[126] Nisa,4/136
[127] Müslim, Zühd,65
[128] Zariat,
51/56
[129]
Nahl,16/49,50
[130]
Buhari, Mevakitu's-Salat,5; Müslim, Mesacid,3
[131] Bakara,2/97
[132] Enam,6/61
[133] Naziat,79/5
[134] Enam,6/73
[135] Kaf, 50/18
[136] Ahzab,33/56
[137] Bakara,2/98
[138] Bakara,2/268; Tirmizî, Tefsir.
[139] En'âm, 6/130
[140] Cinn, 72/13
[141] -Ahkâf, 46/29-32
[142]
Cin, 72/1-3 Buhârî ve Müslim
[143]
Müslim, Salat 150 (450); Tirmizî, Tefsir, Ahkâf, (3254); Ebu Dâvud, Tahâret 42; Kurtubî,
el-Camî'li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, 19, 2.
[144] Sebe, 34/14
[145] Şuarâ, 26/212
[146] Hicr, 15/27
[147] Zariyat,
51/56
[148] Neml, 27/39
[149] Sebe, 34/12
[150] Bakara, 2/24
[151] Yasin, 36/60
[152] Fatır, 35/6
[153] Müslim, Münafikun 70;
Nesâî, İşretü'n-Nisâ 4; et-Tâc, 5, 233.
[154] Müslim, 1, 332; Salat, 150-153;
Ebû Davûd, 1,10, hadis no: 39.
[155] Sayılar,
22/22
[156] Yuhanna,
16/11
[157] Efesoslulara
Mektup 2/2
[158] Custav Davidson, A Dictionary of Angels, London
1968, s. 101
[159] Eyüp,
1/6;2/7
[160] A'raf, 7/12
[161] Davidson,
a.g.e., s. 63,261; S.G.F. Brandon A, Dictionary of Comparative Religion, London
1971, s. 558).
[162] Bakara,
2/34; el-A'raf, 7/11; el-Hicr, 15/31-32; el-Asra, 17/61-62; el-Kehf, 18/50;
Tâ-hâ, 20/116; Sa'd, 38/84-85
[163] Kehf, 18/50
[164] Frûzâbâd, Kâmus Tercemesi,
İstanbul 1305, 4, 665; Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zeb-Ed, Tâcü'l-Arûs, Beyrut
(t.y) 9, 353; İsmail b. Hammad el-Cevher, es-Sıhah, Beyrut, 1399/1979, 5, 2144;
Râgıb Isbahân, el-Müfredât f Garibi'l Kur'ân, Mısır (t.y) s. 383; es-Seyyid
Sâbık, el-Akâidü'l-İslâmiyye, Beyrut (t.y) s. 139; Süleyman Ateş, İnsan ve
İnsan üstü, İstanbul 1979, s. 36 vd.; Mehmed Hulusi İşler, Nefis ve Şeytan,
İstanbul 1984, s. 106) .
[165] Bakara,
2/31; el-Hicr, 15/26-29
[166] Kehf, 18/50
[167] Sâ'd,
38/71-85
[168] Hicr, 15/29; Sâd, 38/72
[169] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul
(t.y), 3, 2133; N. Mehmet Solmaz-İsmail L. Çakan, Kur'ân-ı Kerim'e Göre
Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, İstanbul 1982, 1, 19
[170] Yazır, a.g.e., 3, 2129).
[171] Bakara, 2/30
[172] A'raf, 7/13;
el-Hicr, 15/34-35; Sâd, 38/77-78
[173] A'raf, 7/14
[174] Zümer,
39/68; el-Mutafffin, 83/6
[175] Hicr, 15/38
[176] A'raf, 7/15
[177] Neml, 27/87
[178]
Yazır, a.g.e., 3, 2135).
[179] Hicr, 15/39
[180] Hicr, 15/42
[181] A'raf, 7/18
[182]
M.Hamdi Yazır, a.g.e., 111, 2138
[183] Rûm, 30/21
[184]
Sahih-i Buhar Tecrid-i Sarih Tercemesi, 9/81
[185] Bakara,
2/35; Tâ-Hâ, 20/117-119
[186]
Yazır, a.g.e., 3, 2139
[187] Bakara,
2/36
[188] A'raf,
7/20-22; Tâhâ, 20/120
[189] Tâhâ, 20/115
[190] Tahâ, 20/121
[191] A'raf, 7/22
[192] A'raf, 7/23
[193] Bakara,
2/37; Tâhâ, 20/122
[194] A'raf,
7/24-25
[195] A'raf, 7/23
[196] Nisa, 4/1
[197] Bakara,2/38; Âlu İmrân 3/33; Tâhâ, 20/122-123
[198]
Çakan-Solmaz, a.g.e., 1, 27
[199] A 'raf, 7/27
[200] Bakara,
2/168-169
[201] Nisa, 4/117-121)
Ayrıca bkz. (el-Kehf, 18/50; el-Fâtır, 35/6
[202] Zuhruf,
43/36-39
[203] Mücâdele,
58/19
[204] En'âm, 6/121
[205] A'raf,
7/200-201
[206] Nahl,
16/98-100
[207] Hıcr,
15/28-43; el-İsrâ, 17/61
[208] En'âm,
6/112- 113
[209]
Müslim, Münâfikûn, 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 7, 115
[210] Seyyid
Sâbık, a.g.e., s. 154).
[211] Buhârî, Fedâilü'l-ashâb, 6;
Müslim, Fedâilü's-sahabe, 2; Ahmed b. Hanbel, I, 171, 182
[212] En'âm, 6/128
[213] Yâsin,
36/59-64
[214] İbrâhim,
14/22
[215]
Müslim, Tevbe, 2; Tirmiz, Cennet, 2; Daavât, 98; Ahmed b. Hanbel, 1,
289, 2, 309
[216]
Seyyid Sâbık, a.g.e., s. 155-156; A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm
Akâidi ve Kelâm'a Giriş, İstanbul 1987, s. 196
[217] Bakara,2/4
[218] Bakara,2/41
[219] Bakara,2/86
[220] Bakara,2/91
[221] Bakara,2/213
[222] Ala,87/18-19
[223] Nisa,4/163
[224] Ali-İmran,3/3
[225] Bakara,2/75
[226] Maide,5/46
[227]
Bakara,2/136; Buhar-i ,9.
[228] Nisa,4/83
[229] Hicr,15/9
[230] Maide:5/5
[231] Nahl, 16/32; el-Fatır, 35/25
[232] Bakara, 2/213
[233] Bakara, 2/136
[234] Nisâ, 4/136
[235] Bakara, 2/285
[236] Nisâ, 4/136
[237] Enbiya,
21/25
[238] Nahl, 16/36
[239] Şûra, 42/13
[240] İbrahim, 14/4
[241] Maide, 5/48
[242] Bakara, 2/75-79
[243] Hicr,15/9
[244] İsra,17/15
[245] Enam,6/124
[246] İbrahim,14/4
[247] Nisa,4/165
[248] Nisa,4/163
[249] Şura,42/51
[250] A'raf, 7/68
[251] bkz. 26/108,
125, 143, 162, 178
[252] Kasas, 28/26
[253] Duhân, 44/18
[254] Meryem,
19/41
[255] Meryem,
19/55
[256] Ahzâb, 33/39
[257] Âl-i İmrân, 3/161
[258] Tâhâ, 20/114
[259] Kıyâmet,
75/16-17
[260] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391, I, 209;
İbn Sa'd, Tabakât, I, 146; Abdurrazzâk, el-Musannef, 5, 319; İbnül-Esîr,
el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, 2, 45; Taberî, Tarih, Mısır 1.326,2I, 201
[261] Hucurat, 49/6
[262] Bakara, 2/
143
[263]
Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 121-122
[264] Bakara, 2/44
[265] Sâf, 61/2-3
[266] Ahzâb, 33/23
[267] Bakara,
2/35-37; el-A 'râf. 7/20, 21, 23
[268] Hud,
11/45-47
[269] Enbiyâ,
21/57, 62, 63
[270] Hud,
11/77-79
[271] Kasas,
28/15
[272] Enbiyâ, 21
/87-88
[273] Sâd,
38/21-25
[274] Abese,
80/1-12
[275] Bakara,2/253
[276] Casiye,46/35
[277] Ali-İmran,3/19
[278]
er-Râzî, İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul Gayb, 3, 8.
[279] et-Taftazânî, Şerhul-Akâid
en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460; Diğer tarif için bk. el-Cürcânî,
Şerhu'l-Mevâkıf, 3,177; el-Cezirî, Tavdîhu'l-Akâid, 140
[280]
Celâl ed-Devânî, Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye, 2, 277
[281] Fazla bilgi için bk.
Şerhu'l-Akâidil-Nesefiyye, 460, el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 3, 181, 182.
[282] Buharî, Fezâilûl-Kur’an, 1;
Müslim, İman, 239
[283] İsrâ, 17/1
[284] Kamer,54/1
[285] Bakara, 2/23-24
[286] İsrâ, 17/88
[287] Ali Arslan Aydın, İslâm'da İman ve Esasları,
İstanbul 1990, 200, 201 Buharî, Fezâilûl-Kur îın, 1; Müslim, İman, 239
[288]
Ali-İmran,3/59
[289] Meryem,19/59
[290] Araf,7/59
[291] Hud,11/50
[292] Neml,,27/45
[293] Bakara,2/124
[294]
Ankebut,29/26
[295] Meryem,19/54
[296] Meryem,19/49
[297] Meryem,19/49
[298] Yusuf,12/6
[299] Sad,38/41
[300] Enbiya,21/85
[301] Araf,7/85
[302] Araf,7/144
[303] Kasas,28/34
[304] İsra, 17/55
[305] Neml,27/16.
[306] Enam,6/85
[307] Enam,6/86
[308] Saffat,37/139
[309]
Ali-İmran,3/44
[310]
Ali-İmran,3/39
[311] Saf,61/6
[312] Ali-İmran,3/40
[313] Lokman, 31/12,13
[314]
Kehf,18/83-98
[315] Tevbe, 9/30,31
[316] Nahl, 16/36
[317] Ahzab,33/21
[318] Ahzâb, 33/40
[319] Fazla bilgi için bkz.
Şerhu'l-Mevâkıf 3, 177-181, Şerhu'l-Makâsıd, 2, 130-135, İslâm'da İman ve
Esasları 204-220). Ali Arslan AYDIN
[320]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 6, 3906
[321]
Müslim, Fedâil 23
[322]
Tecrid-i Sarih tercümesi, 10, 418 vd.
[323] Saff, 61/6
[324] Tecrid-i Sarih tercümesi, 10,
418 vd.
[325] Bkz. Tevrat, 5. Sifir, 18. fasıl
Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, İstanbul 1972, 1, 59
[326]
Nesefî, Medâriku't-Tenzîl, 471; el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl, I,164
[327] Mâide, 5/3
[328] Kalem,68/3-4
[329] Ahzab,33/21
[330] Müslim,
Eymân 21; Ebu Dâvud, Eymân 8; Tirmizî, Ahkâm 19,
[331] Âlusî, Rühu'l-Meânî, 18, 32
[332] Ankebût, 29/64
[333] Bakara, 2/220
[334]
Yasin,36/78,79
[335]
İsra,17/49-51
[336] Nahl,16/38
[337] Araf,7/57
[338] Bakara,2/4
[339] Hicr, 15/85
[340] Hac, 22,7
[341] Muhammed, 47/18
[342] Kamer, 54/1
[343] Nahl, 16,77
[344] Hac. 22/55
[345] Furkan 25/11
[346] A'raf, 7/187
[347] Hac, 22/1
[348] Kamer, 54/46
[349] Furkan,
25/11
[350] Lokman,
31/34
[351] A'raf, 7/187
[352] Nâziât,
79/42-44
[353] Buhârî, İmân, 37
[354] Zümer, 39/68
[355] Hac, 22/1-2
[356] Meâric,
70/8-10
[357] İnfitâr,
82/1-5
[358] Kıyame,
75/6-12
[359] Tekvir,
81/1-13
[360] Zümer, 39/68
[361] Kamer,
54/7-8
[362] Yûnus 10/45
[363] Abese,
80/34-42
[364] İsra, 17/71
[365] Mürselat,
77/11
[366] Furkan,
25/25
[367] En'am, 6/31
[368] Tirmizî, Kıyâmet, 26
[369] Tirmizi, Cenaiz; 70
[370] A'raf,
7/187; Lokmun 31/34; el-Ahzab, 33/63
[371] Zümer, 54/1
[372] Nahl, 16/77
[373] A'raf, 7/187
[374] Muhammed,
47/18
[375] Kamer, 54/1
[376]
Buhârî, Fiten, 25; bk. Tecrid-i Sarih Terc; 1/58
[377]
Buharî, Fifen, 25; Müslim, Fiten, 53-54
[378]
Müslim, İmân, 1
[379]
Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42
[380]
Müslim, Filen, 29-31
[381]
Buhârı, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 17
[382] Buhârî,
Fiten, 4
[383]
Buhârî, Fiten, 25
[384]
Buhârî, Fiten, 25
[385]
Buhârî, Fiten, 4; Müslim, Fiten, 18
[386]
Tecrid-i Sarih Tercümesi, 8, 341; Müslim, Fiten, 79-82).
[387]
el-Ali en-Nâsif Tac, 5/335
[388] Buhârî, Fiten, 23
[389]
Müslim, Fiten, 39
[390] Buhârı,
Fiten, 26; Müslim, Fiten, 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112
[391] Müslim,
Fiten, 39
[392] Neml, 27/82
[393] Müslim,
Fiten, 118
[394] Tecrid-i
Sarih Tercümesi, 12 307; Müslim, Fiten, 118
[395] Buhârî,
Büyû, 102; Müslim, İmân, 242-247
[396] el-Kehf,
18/94
[397]
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 4, 3288
[398] el-Enbiya,
21/96
[399]
Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., 4, 3291, 3374; Buhârı, Enbiyâ, 7; Müslim,
Fiten, 1,2
[400] Müslim,
Fiten, 39
[401]
Müslim, Fiten, 39
[402] Sünen-i
Tirmizî, 4, s.1-93: Sünen-i Ebu Davud, N. Şr. M.Abdul Hamid 4, 100, 106
[403]
Buhari, Fiten, 5; Müslim, imare, 53
[404] A'raf, 7/172
[405] bkz.
el-Mülk, 67/2, el-Bakara, 2/155
[406] Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi,
terc Şerafeddin Gölcük, İstanbul 1980, s. 235, 237: es-Sâbûnî, Mâtürîdî Akaidi,
terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 185; Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, s. 251;
Tirmizi, Kıyâme, 26; Müslim, İman, 34; Ebû Dâvud, Tahâret, 26; Münâvî,
Feyzu'l-Kadîr, Beyrut 1972, 3, 29
[407] ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc. Kâmil Miras,
Ankara 1985, 4, 504, 505
[408] Buhâri, Cenâiz, 916
[409]
bkz. ez-Zebîdî, Tecrîdi Sarih, terc. Kamil Miras, Ankara 1985, 4 496 vd.
[410] Mümin, 40/46
[411] İbrahim,
14/17
[412]
Buhârî, Tefsîr, sure: 14
[413] Buhârî Cenâiz, 82; Müslim, İmân,
34; Ebû Dâvud, Tahâret, 26
[414] Tirmizî, kıyamet, 26
[415] Tirmizi Cenâiz 70
[416] Âli- İmrân, 3/169
[417] Bakara, 2/154
[418] Aliyyu'l-Kâri, Fıkh-ı Ekber
Şerhi, terc. Y. Vehbi Yavuz, İstanbul 1979, s. 259
[419] İsrâ, 17/85
[420] Alliyü'l-Kâri, a.g.e, s. 252-253
[421] Tirmizi, Cenâiz, 34
[422] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr,
İstanbul 1984, 2 233-246; el-Fetevâ'l-Hindiyye, Beyrut 1400/1980 I, 165-167;
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 259-267
[423] Buhârî, Cenâiz, 7, Ahkâm, ll; Müslim, Cenâiz, 15
[424] Tirmizi, Cenâiz, 61
[425] Müslim, Cenâiz, - 106, Edâhi,
37; Ebû Dâvud, Cenâiz 77, Eşribe, 7; Tirmizi, Cenâiz, 7;Nesaî, Cenâiz, 100; İbn
Mâce, Cenâiz, 47; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 452, 3, 38, 63, 237, 250, 5, 35,
355, 357
[426] Tirmizi, Salât, 21; Cenâiz, 61; Nesaî, Cenâiz, 104;
İbn Mâce, Cenâiz, 49
[427] Tirmizi, Cenâiz, 60
[428] Tirmizi, Cenâiz 60, 61; İbn
Abidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, 2, 242
[429] İbn Mâce, Cenâiz 48; Nesâf,
Cenâiz; 101;Müslim, Cenâiz, 36; Ebû Dâvud, Cenâiz, 77
[430] İbn Mâce, Cenâiz, 47; Tirmizî,
Cenâiz, 60
[431] Müslim, Cenâiz, 108; Tirmizî,
Cenâiz, 59; İbn Mâce, Cenâiz, 47-48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 145
[432] İbn Mâce, Cenâiz, 47
[433] Mansur Ali Nasif, et- Tâc,
el-Câmiu'l-Usûl, 2, 190
[434] Haşr, 59/10
[435] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 509;
6, 252; İbn Mâce, Edeb,
[436] Ahmed b. Hanbel, 2, 121
[437] bk. ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih
Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, 4, 580
[438] Müslim, Cenâiz, 104; İbn Mâce,
Cenâiz, 36
[439] Tirmizi, Cenâiz, 58, 59
[440] Gazzâli, a.g.e, 4, s 87
[441] Müslim, Cenâiz, 98; Ebû Dâvud,
Salât, 24; Tirmizî, Salât, 236
[442] Müslim, Cenâiz, 33; Tirmizi, Cenâiz, 56
[443] Nesâî, Cenaiz, 100; Tirmizî,
Cenaiz, 46
[444] Nesaî, Cenâiz, 100; ibn Mâce,
Cenâiz, 46
[445] Abdurrahman el-Ceziri, el-Fıkh
ale'l-Mezâhibi'l-Erbea, I, 540
[446] Nisâ, 4/56
[447] Yâsin, 36/78-79
[448] Rûm, 30/27
[449] Kâf, 50/15
[450] Hacc, 22/5-7
[451] Yâsin, 36/80-81
[452] Zümer, 39/68
[453] Yasin, 36/51
[454] Zümer, 39/68
[455] Müslim, Fiten, 28; Ebû Dâvud,
Sünne, 22
[456] Bakara, 2/260
[457] Bakara, 2/9
[458] Buhârı, Tefsîru Sure, 39/3,
78/1; Müslim, Fiten, 14 t-143; Ebû Dâvud, Sünne, 22; Nesâî, Cenâiz, 117; İbn
Mâce, Zühd, 32; Mâlik, Muvatta, Cenâiz, 49; Ahmed b. Hanbel, 2, 322, 428, 499,
3, 28
[459] Müslim, İmân, 8
[460] Zümer, 39/42
[461] Bakara, 2/73
[462] Bakara, 2/259
[463] Âli İmrân, 3/49
[464] Bakara, 2/260
[465] Kehf, 18/9-26
[466] Hacc, 22/5-7
[467] A'râf, 7/57
[468] Kıyame, 75/3, 4
[469] Tegabün, 64/7
[470] 2/28, 6/29,
30, 94, 16/38, 17/51, 20/102, 31/28, 58/6, 64/7, 36/52, 22/7, 19/33, 17/49
[471] İbrâhim, 14/51
[472] A'raf, 7/6
[473] İsrâ,17/I5
[474] Mü'min,
40/17
[475] Âlu İmrân,
3/30
[476] Zilzâl,
99/7-8
[477] Bakara, 2/62
[478] Sâd, 38/53
[479] İnşikâk, 84/7-9
[480] Hâkka, 69/19-20
[481] Müslim, Tevbe, 52; İbn Mâce, Mukaddime, 13
[482]
Müslim, Birr, 59
[483] Sâd, 38/16
[484] Ğâşiye, 88/25-26
[485] Sad, 38/26
[486] Mü'minûn,
23/102-103
[487] Hâkka, 69/25-26
[488] Mü'minûn, 23/105
[489] Mü'minûn,
23/106-107
[490] Mü'minûn,
23/108-110
[491] Müddessir,
74/42-47
[492] A'râf, 7l8
[493] Hâkka, 69/25-26; el-İnşikâk 84/10; el-İsrâ, 17/13
[494] A'râf, 7/6; İbrâhîm 14/51; Âli
İmrân 3/30; Buharî, Mezâlim, 2; Müslim, Tevbe, 52;
[495] Rahman, 55/7-9
[496] Enbiya, 21/47
[497] A'râf, 7/8-9
[498] İbn Kesir Tefsir, Beyrut
1966/1385, 4, 566
[499] Fahrüddin er-Razi,
Mefatihu'l-Gayb, İstanbul 1398 h. 4, s. 266-267, 8 s. 666
[500] İbn Kesir, 3, s. 146-147
[501] Kehf,
18/103-105
[502] Mansur Ali
Nasıf et-Tac, 5, 376
[503] Kâf,
50/31-33
[504] Meryem,
18/60-63
[505] Tâhâ, 20/76
[506] Zümer, 39/20
[507] Tevbe, 9/72
[508] Rahmân, 55/58-54
[509] Tûr, 52/21
[510] Zuhruf 43/71-73
[511] Saffât, 37/47
[512] Hicr, 15/47-48
[513] Vâkıa,
56/25-26
[514] İnsan,
76/11-22
[515]
et-Tâc, el-Câmiu li'l-Usül, fî ahâdisi'r-Rasul, 5, 402
[516] et-Tâc, aynı
yer).
[517] Kıyamet,
75/22-23
[518]
Buhârî, Mevâkıt 16, 26
[519] Yunus, 10/26
[520]
Müslim'in rivayeti, et-Tâc, 5, 423
[521] Âli İmrân,
3/133
[522]
Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, 2, 483
[523]
a.g.e, 2, 713
[524] Hicr, 15/45-48
[525] Meâric, 70/23, 24, 25, 26, 27, 29, 33
[526] Ra'd, 13/20, 21, 22, 23
[527] Ahkâf,
35/15-16
[528] Tahrim, 66/8
[529] Bakara,
2/154
[530] Kaf,
50/31-34
[531] Yunus,
10/9-10
[532] Tâhâ,
20/75-76
[533]
Tecrid-i Sarih Tercemesi, 9, 40
[534]
Tecrid-i Sarih Tercemesi, 4, 41-43
[535]
Tecrid-i Sarih Tercemesi, 2, 845
[536]
Tecrid-i Sarih Tercemesi,4, 264-275
[537] Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 4 271
[538] Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, Beyrut (t.y.), 1, 119
[539] Şuârâ, 26/85
[540] bk.
el-Mâide, 5/65; et-Tevbe, 9/21; Yunus, 10/9
[541] Beyyine,
98/8, Ayrıca bk. et-Tevbe, 9/72; er-Ra'd, 13/23; en-Nahl, 16/31
[542]
el-Kehf,18/107 ve el-Mü'minun, 23/11
[543] Secde, 32/19 ve En-Necm, 53/15
[544] Yunus, 10/25 ve el-En'âm, 6/127
[545] Fâtır, 35/35
[546] Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi
Ahadisi'r-Rasûl, İstanbul (t.y.), 5, 4033
[547] Müslim,
İmâre, 116
[548]
en-Nevevi, Şerhu Müslim, Kahire (t.y.), 13. 28
[549] Buhârî,
Cihad 4
[550] Bakara,
2/143
[551]
el-Aynî, Umdetü'l-Kârî fî Şerhi Sahihi'l-Buhârî, İstanbul 1309, 6, 539
[552]
el-Aynî, aynı yer
[553]
Ayrıca bkz. et-Taberi, Tefsir, Mısır 1954, 16. 37-8
[554] Kehf 18/107
[555] Alâuddin
Âbidîn, el-Hediyetü'l-Alâiyye, 468
[556] Bakara, 2/24
[557] Âli İmrân, 3/131
[558] Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi,
2, 483
[559] Râğıb el-İsfahani, el-Müfredat,
102
[560] Nisâ, 4/145
[561] Hicr, 15/44
[562] Meâric,
70/15
[563] Mülk, 67/5
[564] Hacc, 22/4; 31/21; 34/12 vs.
[565] Müddessir,
14/27
[566] Kâria,
101/9-11
[567] Hümeze,
104/4
[568] Mâide, 5/10
[569] Tevbe, 9/49
[570] İsrâ, 17/97
[571] Kaf, 50/30
[572] Mülk, 67/6-9
[573] Mü'minün,
23/104
[574] Mü'min,
40/70-72
[575] Hâcc,
22/19-22
[576] Nisâ, 4/56
[577] bk.
43/74-77; 35/36
[578]
Tecrîd-i Sârih Tercüme ve Şerhi, 9, 50
[579] Sâffat, 37/62/67
[580] Nisâ, 4/56
[581] Tahrîm, 66/6
[582] Hadîd,
57/13-14
[583] Â 'raf,
7/44-45
[584] A'râf, 7/46-48
[585] Ali Sabuni, Muhtasaru Tefsîr,
ibn Kesîr, 2, 22
[586] Nisâ, 4/85
[587] Buhârî, Daavât, I; Tevhid, 31;
Müslim, Nşr. M. Fuâd Abdulbaki, İman, 86
[588]
Müslim, Cenaiz, 35
[589] Bakara,
2/255; Yûnus, 10/3; Meryem, 19/87; Tâhâ, 20/109; ez-Zuhruf, 43/86
[590]
el-Enbiyâ, 21/27-28; ed-Duhân, 44/41-42; Buharî, Cihad, 189; Müslim,
İmare, 6).
[591] Bakara, 2/48, 123, 254; en-Nisâ, 4/116; el-A'râf,
7/53; el-Mü'min, 40/18; es-Secde, 32/4; ez-Zümer, 39/44; el-Müddessir, 74/48;
el-İnfitâr, 82/19
[592]
Buharî, Tefsir, Sûre 26
[593] bkz. Buharî,
Enbiya, 8; Tefsir, Sûre 6; Rikak, 45, 53; Müslim, Fadail, 9
[594]
Buharî, Meğazi, 73; Müslim, İman, 90
[595]
Buhârî, Rikak, 45; Tevhid, 33; Müslim, İman, 81;Ebû Dâvûd, Cihâd, 26;Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3, 94 vd. 325, 5, 43; Tirmizî, 2, 66
[596] Buhârî, Tefsir Sûre 18
[597]
Buhârî, Rikak, 52; Müslim, İman, 81
[598] Nisâ, 4/116
[599] Buhârî,
Rikak, 51; Ebû Dâvûd, es-Sünne, 20; Tirmizi, 2, 66
[600]
Müslim, Fadâil, 2
[601]
el-İsrâ', 17/79; Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84
[602] Buhârî,
Tefsir, Sûre 18; Müslim, İman, 84
[603] Müslim, İman, 85
[604] Erzurumi,
İbrahim Hakkı, (v. 1194), Marifetname, İstanbul, 1330
[605] Hûd, 11/107
[606] Yâsin, 36/82
[607] Kasas, 28/68
[608] Mâide, 5/1
[609] Bakara, 2/
185
[610]
Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105,
106
[611] Bakara,2/243
[612] Furkan,25/2
[613] İsra,17/58
[614] Talak,65/12
[615] Tirmizî, Kader 10, 2145
[616] Ebu Davud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 17
[617] Müslim, Kader 34
[618] Fahru'd-Din er-Razî, Mefatihu'l-Gayb, Bulak 1289,
111, 122; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 7, 5063, 5064
[619] Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyame, 60
[620] Nureddin es-Sâbûnî, Mâtûridîye
Akaidi, Terc. Bekir Topaloğlu, 161
[621] Âl-i İmrân, 3/122
[622] İbn Mâce, Zühd, 14).
[623] Furkan, 25/58
[624] Enfal, 8/2
[625] Tirmizî, Daavât 35, (3423); Ebû
Dâvud, Edeb 112, (5094); Nesâî İstiâze 30, (8,268); İbnu Mâce, Dua 18
[626] Tirmizî, Daavât 34, (3422);
Ebû Dâvud, Edeb 112, (5095); Nesâî, İstiâze (8,268)
[627] Tirmizî, Tıbb 14; İbnu
Mâce, Tıbb 23
[628] Tirmizî, Zühd 33
[629] Tirmizî, Kıyamet 9
[630] Tirmizî, Kıyamet 61
[631] Yûnus,
10/108
[632] Ra'd, 13/33
[633] Furkân,
25/31
[634] Bakara,
2/159, 160
[635] Zümer, 39/3
[636] Mü'min,
40/28
[637] Âhkâf,
46/10, es-Saf, 61/5,7; el-Cum'a, 62/5; Münâfıkûn, 63/6
[638] Kasas, 28/56
[639] Bakara,
2/272
[640] Yûsuf,
12/103
[641]
bkz. İbn Kesîr, el-Kasas 56. âyet tefsîrî
[642] Tevbe, 9/113
[643] Yusuf, 12/8
[644] Duhâ, 93/7
[645] Bakara,
2/108
[646] Nisâ, 4/116
[647] Ahzâb, 33/36
[648] En'am, 6/74
[649] Âli İmrân,
3/164
[650] Nisâ, 4/60
[651] Nisâ, 4/113
[652] Bakara, 2/282
[653] Ebû Dâvûd, es-Sünne, 5
[654] Zilzâl, 99/7,8
[655] Âlu İmrân. 3/115
[656] Bakara, 2/148
[657] Âdiyât,
100/6-8
[658] Bakara,
2/180
[659] Bakara,
2/272
[660] Bakara,
2/273
[661]
Rağıb el-Isfahânî, Müfredât, HYR maddesi
[662] Bakara,
2/216
[663] Nisâ, 4/19
[664]
İbn Mace, Mukaddime 20
[665] Âlu İmrân, 3/110
[666] Beled, 90/10
[667] Enbiya, 21/35
[668] Şems, 91/7,9
[669] Yûnus, 10/99
[670] Enfal, 8/42
[671] Kehf, 18/29
[672] Bakara, 2/30
[673] Bakara, 2/30
[674] Bakara, 2/216
[675] Şurâ, 42/31
[676] Bakara,2/197
[677] Leyl, 92/5-7. Buhari, Kader5,; Müslim, Kader9;
Ebu Davud, Sünnet; Tirmizi, Kader,11
[678] Bakara,2/3
[679] Bakara, 2/261
[680] Furkan,25/77
[681] Buhari, Kader,6; Müslim, Kader; Ebu Davud, Sünnet;
Tirmizi, Kader, 1223. (4022) (7210)
[682] Ra'd,13\ 39
[683] Kalem,68/4
[684] Tirmizî, Birr 77
[685] Müslim, Birr 15; Tirsmizî, Zühd 52
[686] Araf,7/199
[687] Ahzab,33/21
[688] Tirmizî, Birr 55,
[689] Tirmizî, Birr 62
[690] Rezin tahric etmiştir. (İbnu Mace,
Zühd 31
[691] Tirmizî, Tefsir, Hucurat, (3268).
[692] Tirmizî, Zühd 22
[693] Tirmizî, Fiten, 76,
[694] Tirmizî, Kıyamet 59,
[695] İmâm Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-din, Kahire, 1954, 4/ s
379
[696] Bakara, 2/139
[697] A'râf, 7/29;
Yûnus, 10/22; Lokmân, 31/32; en-Nisâ, 4/46; ez-Zümer, 39/2, 2, 14; el-Mümin,
40/14, 65
[698] Yûsuf, 12/24
[699] Beyyine, 98/5
[700] Hicr, 15/40; Sâd, 38/83
[701] Meryem,
19/51; Yûsuf, 12/24; Sâd, 38/45, 46; ez-Zümer, 39/11
[702] Kuşeyri
Risalesi, İstanbul 1978, s. 3, 7
[703] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Beyrut 1969,
4, 342).
[704] Tirmizî, Zühd 17, (2326); İbnu Mace, Zühd 21,
[705] İbnu Abdilberr, Câmi'ul-Beyâni'l-İlm ve Fadlihi'de kaydetmiştir 2, 9.
[706] Rezîn tahric etmiştir. Hadis Hilyetü'l-Evliya'da Ebu Eyyûb el-Ensârî'den
merfu olarak kaydedilmiştir, (5, 189); keza hadisi Câmiu's-Sagîr'de de
bulmaktayız. (Feyzu'l-Kadir 6, 43)
[707] İbn Mace,
Mukaddime, 18
[708] en-Nesâî,
cihad, 24
[709] Bakara,
2/112
[710] bk.
el-Bakara, 2/73; en-Nisa, 4/36; el-En'âm, 6/151; el-İsrâ, 17/32
[711] Nisa, 4/61
[712] Buhârî, Tefsiru sûre (31); İman, 37; Müslim, İman,
57; Ebu Davud, Sünne, 16; Tirmizi, İman, 4; İbn Mace, Mukaddime, 9
[713] Seyyid Şerif e/-Cürcani, et-Ta'rifât, s. l2
[714] Müslim, Sayd 57, (1955); Tirmizî,
Diyât 14, (1409); Ebû Dâvud, Edâhi 12, (2815); Nesâî, Dahâya 22, (7, 227); İbnu
Mâce, Zebâih 3,
[715] Tirmizî, Birr, 63
[716] bkz. Buhari,
İman, 21; Kusuf, 9; Müslim, Kusuf, 17
[717] Dârimî,
Mukaddime, 56
[718] Rağıb
el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır, 1961, s. 530
[719] Fetih, 48/26
[720] A'raf, 7/96
[721] Âli İmran,
3/102
[722] Teğabun,
64/16
[723] Maide, 5/93
[724] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an
Dili, İstanbul 1971, 3, 1807
[725] Buhâr İman, 37; Müslim, İman 57; Ebu Dâvud, Sünne,
16; Tirmizî, İmân, 4; İbn Mace, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, 1, 27, 2, 7
[726] Buhârı, İmân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; Ebu Davud,
Büyû', 3; Tirmizî Büyû', 1; Neseî, Büyû', 2; İbn Mâce, Fiten, 14; Ahmed b.
Hanbel, 4, 267
[727] Bakara, 2/1
-5
[728] Talak, 65/2,3
[729] Muhammed b. Allan es-Sıddîkî, Delilu'l-Falihin li
turuki Riyazi's-Salihin, Mısır 1971, 1, 252
[730] Hucurât,
49/13
[731] Ahmed Zeki
Safve, Cemheretu Hutebi'l-Arab, Mısır 1962, I, 157
[732] Ahmed b.
Hanbel, 5, 411
[733] Rezin tahric etmiştir.
[734] Tirmizî, Tefsir, Hucurat, (3268).
[735] Tirmizî, Kıyâmet 20,
[736] Tirmizî, Birr 55,
[737] Bakara,2\ 197; Buhârî, Hacc 6; Ebu Dâvud, Menâsik 4,
[738] Ebu Davûd,
Sünen, 5; Tirmiz, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel,2, 325.
[739] Ahmed b.
Hanbel, 2, 392, 442
[740] Buharî,
Eymân, 19
[741] Müslim,
Birr, 32; Tirmiz, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, 2, 325
[742] Muvatta,
Cihâd, 35.
[743] Mâide, 5/2
[744] Yunus, 10/12
[745] Lokman, 31/32
[746] Mü'minûn, 23/60
[747] Tirmizî,
Daavat,1; İbn Mace, Dua,1
[748] Tirmizî, el-Bakara Sûresi Tefsiri, 16
[749] Fatiha, 1/5
[750] Bakara, 2/186
[751] Tirmizî,
Daavât, 64
[752] Bakara, 2/286
[753] Enbiya,
21/83
[754] Enbiya, 21/89
[755] A'raf, 7/23
[756] Yusuf, 12/101
[757] Enbiya,21\ 87
[758] Buhârî, Tıb,
18; Müslîm, İman, 371, 372
[759] Müslim, İlm,
16; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlm,15
[760] Müslim,
Vasiyyet,14; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 14
[761] Ahzâb, 33/56
[762] Ebû Dâvûd, Vitr, 23; Tirmizî, Daavât 109; İbn Mâce,
Menâsik 5
[763] İbrahim,14/39
[764] Ebû Dâvûd,
Salât, 358; Tirmizî, Daavât, 65
[765] Buhârî,
Hars,13
[766] İmam Malik,
Muvattâ, Hacc, 128
[767] İmam Mâlik,
Muvatta, Kasru's Salât fi's-Sefer, 85; Ebû Dâvud, Menasik, 100
[768] Âli İmrân, 3/173
[769] Tevbe, 9/103
[770] Enfâl, 8/10
[771] Ahkâf, 46/6
[772] Bakara, 2/186
[773] Buhârî, Cihad, 131; Daavât, 51; Tevhid 9; Ebû
Dâvûd, Vitr, 26; İbn Hanbel, 4, 394, 402, 418; Müslim, Sahih 4, 2076
[774] -Â'râf, 7/55
[775] Ayrıca: Dualar için hadîs kitaplarının
"Daavât" bölümlerine bk.
[776] Furkan,25/77
[777] Araf,7/55
[778] Mümin,40/14
[779] Gazali, a.g.e,
4/ s,44
[780] Furkan,25/43
[781] el-Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, İstanbul 1346/1928, s.
248; ez-Zühaylî, e/Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, 3, 388 vd.
[782] Bakara, 2/152
[783] Buhârî, İmân, 20; Müslim, Küsûf, 3; Nesaî, Küsûf,
17; Ahmed b. Hanbel, I, 298
[784] el-Âmidî,
Ebkâru'l-Efkâr, vr. 265a; el-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, İstanbul t.y., 2, 267;
el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1311 H. 3, 253; el-Gazzâlî, el-İktisâd,
Mısır t.y., s. 112; Ahmed Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı, İstanbul 1982, s. 56
[785] Buhârî, İman, 37
[786] Alî el-Kârî,
Şerhu'l Fıkhı'l-Ekber, Mısır 1323 H., s. 149; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310
H., 2, 265
[787] Bakara, 2/6
[788] Bakara, 2/34; bk. Sâd, 37/74; el-Kasas, 28/39
[789] Bakara, 2/89
[790] Buhârî,
et-Tefsîr, Sûre, 28; Müslim, İmân, 9; Tirmizî, et-Tefsîr, 29; Nesaî, Cenâiz,
102
[791] Bakara, 2/8-10
[792] Beyyine, 98/1
[793] Mâide, 5/17
[794] İbn Hazm, el-Fasl fi'l Milel, Beyrut 1395/1975,3,
222 vd.
[795] Mâide, 5/54
[796] Müslim, İman, 32-36; Buhârı, İman, 7, 28, Salât,
28; Zekât, 1, İ'tisâm, 2, 28; Ebû Dâvud, Cihâd, 95; Tirmizi, Tefsiru Sûre, 88;
Nesâî, &kât, 3; İbn Mâce, Fiten, 1-3
[797] Müslim, İmân, 37; Ahmed b. Hanbel, 3, 472
[798] İbn Âbidin,
Reddü'l-Muhtâr, Mısır, t.y., 3, 315
[799] Müslim, İman, 155; Ebû Dâvud, Cihât, 95
[800] Buhârî, Cenâiz, 79
[801] bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's Sanâyi: Beyrut 1328/1910;
7, 102 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e, 3, 316; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire t.y., 8,
143; Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, 6, 428
[802] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 8, 11; Zeylaî,
Nasbu'r-Râye, 3, 31
[803] Tûr, 52/21
[804] el-Kâsânî,
a.g.e, 7, 102 vd.; İbn Abidîn, a.g.e., 3, 316; İbn Kudâme, a.g.e., 8, 143
[805] En'âm, 6/164
[806] Tûr, 52/21
[807] Bakara, 2/147
[808] Alu İmrân, 3/60
[809] En'âm, 6/114
[810] Yûnus, 10/94
[811] Hucurât, 49/15
[812] Zeylaî, bu hadis için "garib" demiştir.
bk. Nasbu'r-Râye, 2,173
[813] Ayrıntı için bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm
İlmihali İstanbul, 1991 s. 366 vd
[814] Buhâr, Salât 31; Müslim, Mesâcid, 88,89; Ebû Dâvûd,
Salât, 190, 191, 193; Nesâf, Sehv, 24, 25; İbn Mâce, Akâme, 132, 133; Mâlik,
Muvatta', Nidâ, 61-63; Ahmed b. Hanbel, 1,190,193, 204 206
[815] Buhârî, Sehv, 6,7; Müslim, Salât,
19, 20; Ahmed b. Hanbel, 3, 12, 37, 42
[816] Mümtehine, 60/13
[817] Ra'd, 13/31
[818] Mü'min, 40/85
[819] Mü'min, 40/83-85
[820] Yûnus,
10/90-91
[821] bk. Yûnus,
10/98
[822] Nisâ, 4/18
[823] Zümer, 39/53
[824] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 132, 153; 3, 425; 5,
362; Tirmizî, Da'avat,13, 98; İbn Mace, Zühd 13, 30
[825] En'âm, 6/28
[826] Enfal, 8/50
[827] Muhammed, 47/27
[828] En'âm, 6/93
[829] Vakıâ, 56/83-84
[830] Bkz. Ebu'l-Mu'ın Meymûn b. Muhammed en-Nesefı,
Tabsıratü'l-Edille, vrk. 8b-9a. Raşid Efendi Kütüphanesi, Numara: 496. Fatih
Kütüphanesinde 2907 numarada kayıtlı nüsha, vrk. 10,a
[831] Te'vîlât li-Ebî Mansûr Matürîdî, vrk. 182a. Numara:
47 Raşid Efendi Kütüphanesi, Kayseri
[832] En'âm, 6/158
[833] Bkz. Hamdi
Yazır, a.g.e., a.y. 2108
[834] el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır
1961, 2, 259, "şe-ri-ke" md.
[835] A'raf, 7/80,
81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3 vb.
[836] Lokman, 31/13
[837] el-Maverd, en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992, 4,
333
[838] Hacc, 22/31
[839] En'am, 6/137
[840] Nisa, 4/116
[841] Bakara, 2/221
[842] Beyyine, 98/6
[843] Ankebût, 29/8
[844] Lokman,
31/14,15
[845] Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48,
Hudud, 44; Müslim, İmân, 144; Ebû Davûd, Vesâya, 10; Nesâı, Vesâya, 12
[846] Buhârî, Cenaiz, 1, Libas, 24, İsti'zan, 30, Rıkak,
13,14, Tevhid, 33; Müslim, İmân, 153, 154, Zekat, 32,33; Tirmizî, İmân, 18;
Ahmed b. Hanbel, 5, 152, 159, 161, 6, 166
[847] Kehf, 18/110
[848] el-Beydâv,
Envanu't-Tenzil ve Esranu't-Te'vîl, Mısır 1955, 2, 14
[849] Ahmed b.
Hanbel, 5, 428, 429
[850] İbn Mâce,
Zühd, 21
[851] Müslim, İmâre, 152; Nesef, Cihâd, 22; Ahmed b.
Hanbel, 2, 322
[852] Nahl, 16/43
[853] Tirmizi,Gusül,9
[854] Nisa, 4/59
[855] Tevbe, 9/100
[856] Maide,
5/104; Lokman, 31/21; ez-Zuhruf, 43/22-23
[857] Nisa, 4/59
[858] En'am, 6/57;
Yusuf, 12/40
[859] Tevbe, 9/16
[860] Tevbe, 9/35
[861] Nur, 24/63
[862] Nahl, 16/43
[863] Zariyat, 51/11
[864] A'râf 7/199
[865] Zümer, 39/9
[866] A'raf,
7/75-76
[867] A'raf, 7/36
[868] Bakara, 2/34
[869] Mü'minun,
23/46
[870] Zümer, 39/59
[871] Şura, 42/27
[872] Kasas,
28/76-77
[873] Kasas, 28/58
[874] Câsiye, 45/8
[875] A'râf, 7/166
[876] Mâide, 5/64
[877] Alak, 96/6-7
[878] Mecelle, madde 948.
[879] Nahl, 16/125
[880] Bakara, 2/256
[881] et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1388/1968, 3, 14.
[882] Alu İmrân, 3/28
[883] el-Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire
1967, 4, 57
[884] İbn Kesîr, Tefsîr, Beyrut 1969, 1, 357
[885] Serahsî, el-Mebsut, 3. baskı, Beyrut, t.y., XXIV, 43
[886] Nahl, 16/ 106; Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e.,
İstanbul 1936, IV, 3130, 3131
[887] Buhâri, Talâk, 11, İlim, 44, Şurût, 12, Enbiya,
27
[888] İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Beyrut 1317, 7,
299-300; Molla Hüsrev,Düraru'l-Hukkâm, İstanbul 1307, 2, 270-271; es-Serahsî,
Şerhu's-Siyeri'l Kebîr, Kahire 1971, 1, 227
[889] es-Serahsî, el-Mebsût, 24, 93
[890] Nisâ, 4/29
[891] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 72
[892] Mâide, 5/72
[893] Yunus, 10/18
[894] Cin, 72/18
[895] Ra'd, 13/14
[896] Yusuf 12/40
[897] Kehf, 18/26
[898] Muhammed, 47/9
[899] Tevbe, 9/65-66
[900] Mâide, 5/51
[901] Ahkaf 46/3
[902] Âlû İmrân, 3/85
[903] Miftâhü'l
Cenne fi'l-İhticâcı bi's-Sûnne, s. 5
[904] Buhârî, Edep, 73; Müslim, İman, 111
[905] Buhârî, İlim, 49
[906] Müslim, İmân, 152
[907] Ebu Davud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudud,1; Nesai,
Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15.
[908] İbn Mâce, Talâk, 16.
[909] Nahl,16/106
[910] el-ihtiyâr, 2, 106