Salih ÖZBEY
Adem dedikleri:
El,
Ayak,
Baş değil,
Manaya derler.
Kaş,
Göz değil,
Ruha derler.
KISALTMALAR
a.g.e Adı
geçen eser.
a.g.y. Adı
geçen yayın
(a.s) Aleyhisselâm
bsm. Basılmıştır
b. Bin,
İbn
bint Binti
bkz. Bakınız.
çev. Çeviren
Doç. Doçent
H. Hicri
c. Cilt,
cüz.
(c.c) Celle
Celâlühû
Hz. Hazret
Nşr: Neşreden
Ktb. Kütüphanesi
M. Milâdî
Mad. Maddesi,
Madde
M.Ö. Milattan
Önce
M.S. Milattan
Sonra
ö. Ölüm
tarihi
Prof. Profesör
(r.a) Radıyallahû
anh
(r.anha) Radıyallahû
anha
(rha) Rahmetullahi
aleyh
s. Sayfa
Trc. Tercüme
v. Vefatı,Vefat tarihi
vr. Varak
y.y. Yüzyıl
vd. Ve
devamı.
vs. vesaire
Yay. Yayınevi.
yz. Yazma.
ty. Tarih yok
1-Her İnsan Bir Alemdir...................... 7
2-Tevhid ve Değişim............................ 31
3-Kader ve Kazayı Değişir mi?............. 49
4-Aşk ve Sevgi........................................ 63
5-Sevgi ve Aşk......................................... 69
6-Analar.................................................... 79
7-Seviniz................................................... 91
8-Ademoğ. ve Moder.................................
103
9-Yağmur gibi Ağlamak.............................117
10-Ahlaki Esasların Temel Öğeleri............127
11-Başarının Sırrı.......................................137
12-Başarılı Olmanın Faktörleri..................
153
13-Birlikteliğin Temel
Kriterleri................167
14-Dayanmak ve Katlanmak......................183
15-Su Hayattır........................................... 197
16-Bize Aramak Yakışır.............................203
17-Güneş Küsmez.....................................
209
18-Her İnsan Bir Kitaptır.......................... 213
19-Hayat Vakittir...................................... 217
20-Sabır ................................................... 221
21-Bir Ana Arıyorum............................... 237
22-Bizim Dünyamız................................. 245
23-Tekamül mü? Soysuzluk mu?...............259
24-Azizlik ve Rezillik.................................265
**Başarı Yolunda Altın Kurallar…
İnsanoğlunun sahip olduğu nimet
ve imkanlar, bir dünya kurmaya ve
medeniyet oluşturmaya elverişlidir. Tabi eğer sahip olduğu değerlerini ve
fıtratını yaratılış amacına uygun bir
şekilde sarf eder; kendisini daha iyi tanıyan, bilen yoktan var eden, Kainatın
“Malik”i ve yüce Allah'ın “Kadim” ve “Cedid” olan Allah Azze ve Cellenin
Kur’an-ı Kerim’indeki; buyruklarını, tavsiyelerini, içtimai, ailevi ve ferdi
hayatında uygularsa... Sahip olduğu potansiyel gücünü asıl olan yöne ve yere
kanalize edip, bedenine dönük ihtiyaçlarını karşıladığı gibi, ruhunun da
ihtiyacını giderip; onu da güncel hayatında nasiplendirirse... Bundan
sonra hayatta her problemi aşabilmesi
mümkün olacaktır.
İnsanoğlunda
var olan potansiyel güç kainattaki hiçbir varlıkta yoktur. Kainatta; en mülayim
ve en çok beğenilen, takdir edilen;
onların bazı özellikleri insanlarda da görüldüğünde gıpta ile "Sen bir
melek gibisin" dedikleri varlık olan melekler vardır. Yine bunların zıddı;
her tür menfi (kötü) şeylerin kendilerinden sudur ettiği (meydana geldiği)
şeytanlar vardır. Bunlarla beraber cinler, hayvanlar (kimileri uysal, kimileri
saldırgan; bazıları insanlara faydalı bazıları da zararlı olan) vardır.
Saydığımız ve daha sayamadığımız varlıkların hepsinin kendilerine has (özgü)
bir tek özellikleri olmasına rağmen; insanoğlunda bütün bu özellikler mevcut
olup aynı zamanda görülmektedir.
Mesela;
yeri geldiğinde insan, melek gibi mülayim olabildiği gibi, şeytan gibi de menfi ve şerli olabilir.
Aslan gibi atılgan, kurt gibi saldırgan, köpek gibi söz dinler, tilki gibi
kurnaz ve benzerleri gibi vahşi olabilecek niteliktedir.
İnsanoğlunun “ahseni takvim” olabileceği gibi, “esfele safilin” de olmaya elverişli olduğunu
Kur’an-ı Kerim bize "Tin" Suresinde bildirmektedir.
"Ahseni Takvim";
kainatın en mükemmel ve güzel
suretlisidir.
"Esfele Safilin";
kainatın en alçak, düşük rezil ve rüsvayıdır.
Yine insanoğlunu, dünyayı imar
etme konusunda da diğer varlıklardan ayıran özelliklerden bir tanesi de;
icatçı, keşifçi buluşçu ve yapıcı olmasıdır. Ve yine kainatta Allah'la yarışan,
rekabet ve çekişmeye giren şeytanın dahi yapamadığını ve söylemediğini
söyleyerek: "Ben sizin en büyük Rabbinizim" diyerek, Allah'a karşı
azgınlaşıp savaş ilan eden tek varlık insandır.
Bu kadar imkanları
ister yapıcı, isterse yıkıcı olsun; hem şerli hem de uysal bir varlığın
potansiyel gücünü taşıyan biz aciz kullarına, Allah, Kur’an-ı Kerim’de;
fıtratımıza uygun ve yaratılışımıza elverişli olarak; gündelik işlerimizi nasıl
ve ne şekilde dengeleyeceğimizi ve programlayacağımızı bize bildiriyor.
=¢3¡£ß £¢à¤Ûa b 袣í a
¬b í
1. Ey örtünüp bürünen (Resûlüm)!
=5î©Ü Ó ü¡a
3¤î £Ûa ¡á¢Ó
2. Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl.
=5î©Ü Ó ¢é¤ä¡ß ¤¢Ô¤ãa ¡ë a
¬¢é 1¤¡ã
3. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz
azalt.
65î©m¤ m æ¨a¤¢Ô¤Ûa
¡3¡£m ë ¡é¤î Ü Ç ¤
¡ ¤ë a
4. Ya da bunu çoğalt ve Kur'an'ı tane tane oku.
65î©Ô q ü¤ì Ó
Ù¤î Ü Ç ó©Ô¤Ü¢ä b £ã¡a
5. Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz.
6e5î©Ó ¢â ì¤Ó a ë
b¦÷¤ ë ¢£ ( a ó¡ç ¡3¤î £Ûa
ò ÷¡(b ã £æ¡a
6. Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar
arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraata daha elverişlidir.
6e5í©ì b¦z¤j
¡b è £äÛa ó¡Ï Ù Û £æ¡a
7. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet
var.
65î©n¤j m ¡é¤î Û¡a
¤3 £n j m ë Ù¡£2 á¤a
¡¢×¤a ë
8. Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O'na
yönel.” (73/1,8)
å¤j¡ç¤¢í
¡pb ä z¤Ûa £æ¡a 6¡3¤î £Ûa å¡ß
b¦1 Û¢ ë ¡b è £äÛa
¡ó Ï ñì¨Ü £Ûa ¡á¡Ó a ë
7 åí©¡×a £Ü¡Û
ô¨¤×¡ Ù¡Û¨ 6¡p b÷¡£î £Ûa
“Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk
saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu,
öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır” (11/114).
اَمَّنْ
هُوَ قَانِتٌ
انَاءَ
الَّيْلِ سَاجِدًا
وَقَائِمًا
يَحْذَرُ
الْاخِرَةَ
وَيَرْجُوا
رَحْمَةَ
رَبِّه قُلْ
هَلْ
يَسْتَوِى
الَّذينَ
يَعْلَمُونَ
وَالَّذينَ
لَايَعْلَمُونَ
اِنَّمَا
يَتَذَكَّرُ
اُولُواالْاَلْبَابِ
“Yoksa
geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve
Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları
hakkıyla düşünür.”(39/9)
æë¢¡1¤Ì n¤ í ¤á¢ç
¡b z¤ üb¡2 ë æì¢È v¤è íb ß
¡3¤î £Ûa å¡ß 5î©Ü Ó aì¢ãb ×
“Geceleri
pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi” (51/17,18)
Kur'an-ı
Kerim’de bunlar ve benzeri ayet-i kerimeler Peygamber Efendimizin şahsında
bütün ümmete münhasır olan ayetlerdir. Yüce Allah'ın bizi, gece ibadet ve duaya
çağırışına, icabet etmenin huzurunu öğrenmiş bulunmaktayız. Bu ayet-i
kerimeleri daha iyi anlamak,gece ibadetinin bize olan faydalarının miktarını
öğrenmek için: Kur’an-ın tefsircisi ve
uygulayıcısı hem de bil fiil kendisinin yaşadığı Peygamber Efendimizin hadisi
şeriflerine bir göz atalım:
Hz.
Ayşe (ra) anlatıyor: "Peygamber (as) gece
namazını hiç terk etmezdi. Öyle ki hastalanacak veya ağırlık hissedecek olsa oturarak namazını kılardı" (Ebu
Davud).
Efendimiz
(as) "Size geceleyin kalkmayı
tavsiye ederim. Çünkü, o sizden önce
yaşayan Salihlerin adetidir. Rabbinize yakınlık (vesilesi) dır.
Günahlardan koruyucudur. Kötülüklere kefarettir, bedenden hastalığı
kovucudur" ( Tirmizi).
Yine
Efendimiz (as) "Biriniz uyuyunca
şeytan, ensesine üç düğüm atar Her düğümü atarken düğüm yerine eliyle vurarak;
"Üzerine uzun bir gece olsun,
yat" dileğinde bulunur. Adam uyanır ve Allah'ı zikrederse bir düğüm
çözülür. Abdest alacak olursa bir düğüm
daha çözülür. Namaz kılarsa bütün düğümler çözülür ve böylece canlı ve
hoş bir haleti ruhiye ile sabaha erer. Aksi halde habis ruhlu (içi kararmış) ve
uyuşuk bir halde sabaha erer" (Buharı-Müslim).
Bu
hadisi şerifte geçen düğümün mecaz olduğunu söyleyen alimler olmuştur. Onlara
göre: şeytanın uyuyana
yaptığı zikir ve namazına engel olma işi, sihirbazın sihirlendiği
kimseye, istediğini yapmaktan mani olma işine benzemektedir. Bu düğümlere
bazıları; yemek, içmek ve uyku demiştir.
Zira çok yiyip içen çok uyur. İnsan uyurken şeytanın o esnada yaptığı muameleleri anlamak için; bu hadisi şerif bir
önceki hadisi açıklar mahiyettedir.
İbni
Mesut anlatıyor: "Peygamber Efendimizin yanında bir adamın zikri (ismi)
geçti. Ve sabaha kadar uyuduğu namaza kalkmadığı söylendi. Efendimiz (as); “Bu
bahsettiğiniz adamın kulağına şeytan işemiştir.” buyurdu (Buharı-Müslim).
Başka
bir hadiste Efendimiz şöyle buyuruyor: "Gerçekten gecede öyle bir saat vardır ki; Müslüman bir
kimse o saate rastlarda Allah'tan Dünya
ve Ahret işine dair bir hayır isterse, o istediğini Allah mutlaka kendisine
verir" (Müslim).
Buraya
kadar anlattığımız ayet ve hadislerden iki husus bilhassa dikkatimizi
çekmektedir:
1-Gece
ile ilgili ayetler, gündüzle ilgili ayetlerden sayıca daha çok. (Gece 92,
gündüz ise 57 yerde geçmektedir.)
2-Gecenin
değerlendirilmesiyle ilgili ilahi emir
Hz.
Peygambere peygamberliğinin ilk yıllarında geliyor. Yani gecenin değerlendirilmesi üzerine gelen ve dörtte üçü
miktarına varıncaya kadar büyük bir bölümünün uyanık geçirilmesini emreden
Müzemmil süresi; geliş (iniş) sırası itibarıyla 3. (üçüncü) sırada yer
almaktadır. Demek ki, ilk ilahi emirlerden biri gecenin değerlendirilmesi ve
tanzimi olmuştur.
İlahi
emirle geceyi değerlendirecek olan insan, gündüz vaktini de azami şekilde
değerlendirecek demektir. Zira gece kalkmak, bir azim, gayret ve irade işidir.
Şuur, bilinç işidir.
-Zor
olanı halleden, kolay olanda takılır mı?
-Geceyi
ihya eden, gündüzünü öldürür mü?
-Peygamber
Efendimizin mucizevi başarısında gecenin değerlendirilmesinin payını görmemek
mümkün mü?
Müslümanların
kuracakları medeniyetin inşasına şafak vaktinde başlamaları gerekiyor. Zira
bundan 1500 sene önce büyük uygarlıklarla yarışıp, bu yarışta iffet, haya ve
edeple birinciliği kazanmış olan; asrı saadetin “Medine medeniyeti” ilk
oluşumunu Mekke şehrinde gerçekleştirmiştir.İşte bu medeniyeti meydana getiren,
biz müslümanlara liderlik yapan aziz insanlar; 350 sene başka uygarlıkların
boyunduruğunda, cahilliye karanlığında, (bataklığında) kalıp bocalayan Arap çöl
bedevilerini, şafakla başlayan yeni bir uygarlığa ve medeniyete temel
oluşturmak için sıfırdan başlayarak, aşkla, medeniyetle ve kültürle yetiştirmiş
ve meydana getirmiştir.
Şimdi
kısaca burada geçen üç kavram üzerinde duralım ve bir önceki konumuzla irtibat
kurmaya çalışlım.
Aşk;
sadece kendi karşı cinsine duyulan muhabbet ve sevgi değildir.
Aynı
şekilde medeniyet de; sadece mektebe gidip, soyut ve kuru ibareleri öğrenmek,
sırf üstün bir kariyer edinmek için insanlığını unutup, robotlaşmak ve
makineleşmek demek de değildir.
Aşkı,
medeniyeti ve kültürü yaşatan, ayakta tutan diğer uygarlıklara taşıyan toplum
değil, insandır. Bu anlayışın temelinde dinin insana yüklediği bireysel
sorumluluk yatmaktadır. Aşk, kendine dönmek, medeniyet kendini tanımak,
kültür ise kendi kendine egemen
olmaktır. İnsan, tabiatı değil nefsi denetim altına almalıdır. Tabiata
hükmetmenin insanı insan yapamayacağı gerçeği ortadadır.
Aşk kalple, medeniyet bedenle,
kültür ise ruhla ilgilidir. Ruhun yansımasıdır. İnsan ruhunun hesaba (dikkate)
alınmadığı yerde kültür olamaz. Eski
Roma bu bakımdan uygar bir ülkedir ama kültürden yoksundur. Çünkü Roma'dan
geriye kalan acımasız yönetici sınıf, ezilen halk, sahte demokrasi ve
Hıristiyanların katli olmuştur.
Aşk, kendi benliğini benlere feda
etmek; medeniyet kendinden başka varlıkların varlığını kabullenip saygı
göstermek; kültür ise karanlıkta bocalayan halkı aydınlatmaktır. Öğrenmekten
çok tefekküre (meditasyona) dayalıdır.
Tefekkür ise; aşk ve medeniyetle
birleşip, kişinin kendini ve dünyadaki yerini tanımasına yönelik bir gayrettir.
Öğrenme eyleminden, veri toplama ve öğretimden ayrı bir faaliyettir. Tefekkür
kişiyi hikmete, şefkate, iç huzuruna ve arınmaya götürür. Dini, ahlaki veya
sanatsal hakikatlere ulaşmak için benliğe yönelmedir. Bilim, gözlem, analiz,
bölme, deney ve inceleme yapar. Tefekkür ise
anlamak, fehmetmek demektir. Büyük sanatkarların, ermişlerin ve azizlerin
sofrası hep şafak vaktindeki
tefekkürle olmuştur.
Aşkın, (Ateistlik) korkusu;
medeniyetin, kendinden başkasını kabullenmeyen ve varlıklara tahammül edemeyen
anarşi ve terör korkusu; kültürün ise makine korkusu vardır. Berdjaje'ye göre
"Makine, kültürün ilk kiri ve günahıdır." Bu korkunun temelinde;
makinenin başlangıçta eşyayı maniple ederken, giderek insanı da maniple etme
endişesi vardır. Papa II. Jean-Palu, yeni nesilleri şöyle uyarıyor; "Sanayi uygarlığının
ürünleri hayatımızı daha rahat bir hale getirebilirler. Fakat kalbin
(ruhun) ihtiyaçlarını karşılayamazlar. Televizyon ve bilgisayar, bir anlamda
dünyayı evimize taşıyorlar ama bu durum insani ilişkilere derinlik ve
huzur sağlamıyor." diyor.
Aşktan farklı hümanist olmak,
medeniyetten farklı ve ayrı vahşi olmak, kültürden farklı olarak maddi bir
temele dayanan uygarlığa bağımlılık giderek ürkütücü boyutlara varmaktadır.
İnsanlar sürekli yeni ihtiyaçlar üretmekte, ihtiyaç duymayanlara bunun varlığı
hissettirilmektedir. Uygarlığın temelinde kazanmak için üretmek, tüketmek için
kazanmak vardır. Bilim, teknoloji ve kentler uygarlığa aittir. Vasıtaları
tefekkür yerine düşünce, dil ve yazıdır. Uygarlık "öğrenmeyi" bilimsel
bilgiyi ön görür. Eğitim tek başına insanı terbiye etmez. Onu daha iyi daha
özgür veya daha insan yapamaz. Sadece
toplum için daha yetenekli, daha faydalı üyeler üretir. Emperyalizmin tarihi;
özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını savunan eğitilmemiş ve az gelişmiş
insanlara karşı vahşi ve acımasız saldırılar düzenleyen uygar insanların tarihidir.
Uygar, insanların aldıkları
yüksek eğitimin ne adalet ne de merhamet üzerinde bir etkisi olmuştur.
Günümüz eğitimi bir teknik ve
yetenek geliştirme eğitimidir. İlk
okuldan üniversiteye kadar yıllarca eğitim gören gençler dürüstlükten,
iffetten, adaletten ve benzeri insani değerlerden habersiz olarak
yetiştirilmektedir. Bilimsel bilgi eğitimi neredeyse kendi içinde hem araç hem
de amaç haline getirilmiştir. Böyle bir anlayışla eğitilen bireylerin
oluşturacağı bir toplum, yine bu anlayışla şekillenecektir. Böyle bir
toplumda bilgi sadece
"faydalı" olanla sınırlıdır ve maddi bir ilerlemeye matuftur. Estetik ve ahlak konuşmaları
güzelleştirme öğesi olarak iş görürler. Mimaride ön plana çıkan "fonksiyon" dur. İnsani
ihtiyaçlar değil tek düze hapishane görüntüsü veren modern
"sığınaklar" bu anlayışın sonucudur. Diğer tarafta okullarda
öğretilen ahlak anlayışları ve politikalar (politik tutumlar) tıpkı hazır
yiyecekler gibi paketlemiş olarak tüketime sunulmaktadır.
İşte muasır ve uygarlığın en
alasını yaşadıklarını bizimkilerin ifadesiyle öğrendiğimiz; fakat kendi
bireylerini dahi bunalımın eşiğinden ve
sancısından kurtaramayan günümüz Avrupa'sından
yükselen şu sese kulak veriyoruz. Sevgisiz büyüdüğünü bütün dünya kamuoyuna haykıran İngiltere'nin eski
başbakanı Margaret Thatcher'in kızı Carol Thatcher:
-"Annem bana karşı mesafeli
ve soğuktu. annemin tek düşündüğü şey siyasi kariyerinde yükselmekti"
diyor.
Dünya tarihinde uygarlığın
sembolü yüksek yerleşim birimleri olan kentlerdir. Günümüzde her türle ulaşım,
iletişim, eğlence ve tüketim imkanlarıyla donatılmış kentlerde; aynı zamanda
her türlü cinayet, tecavüz ve taciz, soygun, tehdit ve yalnızlıklarda yaşanmaktadır.
Yukarıda anlattıklarımıza
ilaveten; 1965 Amerika'da her 12 saniyede bir
suç, her saat bir cinayet, dakikada da bir hırsızlık olayı meydana gelmiştir. 1970'lerde sadece Almanya
'da işlenen suç sayısı iki milyon dört
yüz binin üzerindedir. Gelişmiş Avrupa'nın diğer ülkelerinde, gelişmişlik
düzeyi ile alkoliklerin, uyuşturucu kullananların, intiharların sayısı arasında
paralellikler gözlenmektedir. Bunun içine Türkiye'de dahildir. Uygarlığın neden olduğu, duygu ve düşünceleri zedeleyen
şeyler, cinsel alanda sapıklar, porno ve erotizmle sonuçlanmıştır. Maddi
ilerleme anlamında uygarlık "Her şeyi olan ama hiçbir şey istemeyen
"insanlar ortaya çıkmıştır. ihtiyaçları karşılanmayan insan acı çekmekte,
ihtiyacı karşılanan ise bıkkınlık yaşamaktadır.
Dünyayı ve varoluşu, sadece
nesneyi geliştirme olarak yorumlayan, hayatın yüksek gayelerden yoksun olduğunu var sayan, uygar
insan "saçmanın ve hiçin "kucağına düşmüştür. Bu madalyonun bir yüzü,
muasır medeni Avrupa'sının barbarlığıdır. Birde madalyonun İslamcılığı taslayan
günümüz radikal Müslümanlarının durumunu acı bir tabloyla sergileyelim:
Günümüzde ibadetsiz, dini
vecibeleri yerine getirme konusunda titizlik göstermeyen radikal İslamcılık; "Ne yapayım ben böyleyim, insan hatalardan münezzeh değildir ki."
şeklinde, bir açıklamayla kendini gösteriyor. Bu açıklamadaki Müslümanlara
yönelik; "İbadet benim Allah'la aramdaki bir mesele değil mi?"
şeklindeki meydan okumada post modern söylemin tesiri kendini hissettiriyor.
Müslüman kökenli oryantalistler ise Müslüman olma hakkını Müslüman çevrelerde,
meslekleri için yararlı bir imtiyaza dönüştürebiliyorlar. Diğer taraftan kişi kendini çok bilgili
görüyorsa; ibadetleri; avam için gerekli, sayma noktasından hareket ediyor
veya; "kendimi hazır hissettiğim zaman namaza başlayacağım" ya da
"İç olgunluğu sağlamanın bir gereği olduğunu düşünmüyor veya düşünmek
istemiyor. Bu arada bu anlayış zihniyetle İslam’ı çevreyi temsil ediyor. Ve
İslam adına fikir, kültür üretiyor.
Modernleşme ve çağdaşlaşma
adına İslam'ın o kadar çok üzerine gidildi ki; Onu
savunma konumunda bulunan İslam’cı bir
keşif ya da bir meraklı hiç olmazsa araştırmacı ya da tüccar merakıyla,
ilgisiyle modernleşme ve çağdaşlaşma adına gösterilen koridorlardan ve
duraklardan geçerek; mescide ulaşım aşkın ifasına çalışıyor. Ulemanın, irfan
sahibi müminlerin etkisinin hissedilmez olduğu modern bir dünyada İslam’ı
hayata geçirmenin problemlerin tek başına üstlenmenin sıkıntılarını taşımaları
yüzünden bir mekansızlık ve yönsüzlük durumuna itildi. Aşksız, namazsız,
İslamcı aslında yeni gelenekçi İslamcılara rağmen imkansız bir tanımlama. Çünkü
İslamcı bu sıfatı taşımayı sürdürdükçe aşksızlığın ve namazsızlığın
eksikliğini taşıyor. İslamcı namaza
mesafeli dururken, bir türlü iç boşluğu dolmuyor, kalbi yatışmıyor, sıkıntı
dağılmıyor, hedefleri yeterli gelmiyor...
Sanatçı olarak ürettiğini, İslam
(İslam adına) üretse de, eserinde hep eksik bir şeyler kaldığını hissetmeden
edemiyor. Kültürel üretimimiz bir şekilde eksik kaldığı veya çarpıldığı için, sadece devlet
yönetimine ilişkin rasyonel ilgi değil, hayatın her alanında bir çözümsüzlük,
kayma, kopma, gevşeme, çözülme ve dağılma
görüntülerin meydana geldiğini görmeden edemiyor. Çünkü hala İslamcı
diye tanımlıyor, kendini ve inanmakla yaşamak arasında hayatın koyduğu
mesafeyi, hayatı pahasına kapatma ve İslam’ı hayata hakim kılma amacını
unutamıyor. Eğer düşündüğümüz ve inandığımız gibi yaşamıyorsak, bunun
gerekliğine ilişkin inancımızda bir zayıflama varsa; "Hayat nedir ve nasıl
yaşanmalıdır?" sorusuna vereceğimiz cevapla çarpılacaktır. Bu sorulara
verilecek cevapların belirleşmesi, kültürümüzün her alanına yansıyacağı gibi
ortadan da hayatımızın hem içtimai,
ailevi ve ferdi yönüne hem de bizimle Allah arasında vasıta ve vesile olan
kalp, gönül ve yüreklerimize de yansıyıp bizi her halükarda bunaltıp
kirletecektir. Veya aklanıp bütün etken ve
etniklerden bizi temizleyen sonuca ulaştıracaktır.
Çizilen bu tablonun şu andaki
durumu, Uygar medeni dünyanın içinde kıvrandığı acı gerçeklerdir. Unutmayalım
ki, Bizlerde bu kıvranan, sözde Müslümanlığa kendimizi kaptırıp avuttuğumuz, öz
benliğimize hiç pay vermediğimiz, çağın sözde medeni bireyleriyiz. İnancın vaat
ettiklerinin cüz-i parçasından, bilgeliğin aydınlatıcı gücünden ancak kıvılcım
niteliğindeki ulemanın en küçük bir
parçası olan; hacı ve hocalığına, kültürün medeni anlayışının ancak kırıntılarına ulaşmış bir seviyede can
çekişiyoruz. Aşkımızla, inancımızla, eskime kabul etmeyen temel kaynaklarımızla
bir başka uygarlığın kültürüne mahkum olmuş, kendi kültürümüzün üzerimizdeki
etki gücüne inanıyor ama yaşamıyoruz. Biliyor ama his edemiyoruz, yaşıyor ama
yaşamımıza amaç tayin edemiyoruz. Her şeyden önemlisi varlığımız yüce varlığın,
yaratanın kuvvet ve kudretine, kerem ve rahmetine, nusret ve hikmetinin esrarına
ulaşamıyor, İlahi sırların tecelli yatına haiz, mazhar olamıyoruz.
Bu saydığımız olumsuzlukları
Avrupa’nın aşksız, ruhsuz ve maneviyatsız toplumları için diyebiliriz de; ya
biz Müslüman topluluklara ne oluyor ki, kendi içimizde, vücudumuzun bir parçası
olan ruhi ve kalbi sese, isteğe kulak vermiyoruz.
ü
Kimim ben?
ü
Kim olmalıyım?
ü
Ama şu anda kim
olmuşum?
Bu sorular hayatımızın biçimini
gözlemlemeye iterken, karşımıza Avrupa medeniyetinin öttürdüğü düdükle günümüzü
geçiriyoruz "Yat" düdüğüyle yatarak şeytanın kucağına hayatımızı
emanet edip "Kalk" düdüğüyle de şeytan çarpmış eziklik ve burkuntulukla, insanların içinde gözleri
kinli, sözleri kırıcı, davranışları bıktırıcı olarak kalkıp, Avrupa’nın medeni
canavarının, makinesinin mamulü olan bir
varlık olarak hayatımızı devam ettiriyoruz.
-Sahi biz başkalarının
medeniyetine uymak mı zorundayız?
-Yani bizim kendi medeniyetimiz
ve medeniliğimiz yok muydu?
-Bizi el, onu sel mi aldı?
-Geri dönüşümüz ve onun geri
gelmesi mümkün değil mi?
Tevhit "teklik"tir,
"birlik"tir. Kainatta görülen ve var olan her şeyin tabiatında tevhidin "tek"liğini görmek
mümkündür.
Sokrates: "Gördüğüm ve
öğrendiğim her şeyin kökeninde tekliği gördüm", demiştir. İbni Miskeveyh:
"Bütün filozoflar her şeyin temelinde varlığın birliğini kabul
ettiklerini” söylemiştir.
Dünya tarihinin ilk insanı ve
peygamberi olan Hz. Adem (a.s)'dan itibaren bütün zamanlar ve gelen
peygamberler insanları Allah'ın varlığına ve tekliğine davet etmişlerdir.
Hiçbir peygamber yüce Allah'ın tekliği hususunda farklı hiçbir şey
söylememiştir.
Kur'an-ı Kerim’de ismi geçen
peygamberler 28 adet olup, hadislerde ise peygamberlerin sayısı 124 bin ile 224
bin arasında değişmektedir.
Kur'an-ı Kerim’den bir ayet ve bir
hadis rivayetinden sonra konumuza
geçelim.
وَمَا
اَرْسَلْنَا
مِنْ
قَبْلِكَ
مِنْ رَسُولٍ
اِلَّا نُوحى
اِلَيْهِ
اَنَّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
اَنَا
فَاعْبُدُونِ
“Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona:
"Benden başka İlâh yoktur; şu halde bana kulluk edin" diye vahyetmiş
olmayalım.”(21/25)
Hadisi Şerifte: "Kim la
ilahe illallah derse cennete gider" buyurmaktadır” (Kutub-i Sitte/
İman).
Şunu iyi bilmeliyiz ki,bir şeyin
varlığının kabulü, beraberinde inanç ve eylem gerektirir. Ona karşı kişisel ve
toplumsal, vazife ve sorumluluğun olması lazımdır. Sanatın harikalığını
kabullenen, sanatçının ustasını da kabullenmek, zorundadır. Sebeplerin kabulü,
sebepleri oluşturan müsebbibin varlığını
kabullenmeye götürmelidir. Doğanın
içinde bu kanun oluşturulmuş ve günümüze kadar
varlığını devam ettirmiştir. Siz
kalkıpda buna itiraz ederseniz, ya sizde, yada sizden öncekilerde problem var
demektir.
Kaldı ki, hem akli hem de nakli
(nass) olarak inançla beraber eylemin gerektirdiği anlayış da, herkes hem fikir
olmuştur. Vahyi nasslarla, Hz. Adem (a.s)'dan beri her peygamber tevhid-i
tekliği kabullenmiş ve onu kabullendikten sonra da içinde bulundukları zamanın
ve toplumun gidişatına göre tevhidi/tekliği, ayrı ayrı yaşamlar ve eylemlerle
insanlara anlatmaya ve aktarmaya
çalışmışlardır. Bu değişikliğin anlam ve eylemleri, tevhidin tekliğinin
ruhuna herhangi bir zarar ve zedelenme getirmemiştir. Bu değişikliğin
ana sebebi, insanlığın her asır ve zamanda ihtiyaç değişimiyle bağlantılı
olmuştur. Buna binaen her peygamber "La ilahe illallah"ın içerdiği
eylem ve yaşam tarzına göre paha
biçerken, hiçbir peygamber bu kelimenyi salt, kuru, manasız, anlamsız ve
içeriksiz olarak anlatmamıştır. Hem böyle olsaydı, Kur’an'ın hepsini yani
içindeki pek çok hüküm ve emirlerin vaaz edilmesine ne gerek vardı?
Neticede tevhidin tekliği Hz.
Adem (a.s)’dan Hz. Muhammed (a.s)'e ondan da günümüze ve bizden kıyamete kadar
değişmemiş ve değişmeyecektir. Bu
konuda, filozofların ve tabiatçıların (akli), peygamberlerin (nakli) ve onun mirasçıları
olan alimlerin ittifakıyla böyle
kabul edilmiş ve edilmeye devam
edilecektir. Bunu böyle kabullenip
değişebilecek olan hususların üzerinde durmaya çalışalım.
Tevhidin
değişebileceği yönleri
Tevhidin
değişebileceği yönleri üç maddede toplayabiliriz;
1- İnanç yönü
2- Hukuki yönü
3- Direniş yönü
1)–Tevhidin inançsal
boyutta değişimi
Tevhidin inanç yönünü
değiştirmeye çalışanlar, Allah'ın razı olduğu kullar değildir. Allah adına
Allah'a iftira eden, dinlerinde sapıklık ve delalete girenler olmuştur. Bunlar
meşru olmadığı halde insanlara takdim ettikleri (haşa) Allah adına başka başka
ilahları sanki Allah emretmiş gibi
takdim ederler.
Kur'an-ı Kerim bunu şiddetle
reddeder:
¡å¨à¤y £Ûa ¡æë¢
¤å¡ß
b ä¤Ü È u a b> ä¡Ü¢¢ ¤å¡ß ١ܤj Ó
¤å¡ß b ä¤Ü ¤ a ¤å ß ¤3 ÷¤ ë
; æë¢ j¤È¢í
¦ò è¡Û¨a
“Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize
(ümmetlerine) sor! Rahmân'dan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş
miyiz?”(43/45)
Şirk inancına sapan toplulukların
Allah'ın tekliği hakkındaki bu iddiaları her zaman ve her devirde değişmiştir.
Yani insan, tevhi inancı boyutunda ileri sürdükleri şirk anlayışı, her toplum
ve her devirde ayrı ayrı olmuştur.
Yahudiler:
"Üzeyr Allah'ın
oğludur" derken,
Hıristiyanlar:
"İsa Allah'ın oğludur",
dediler.
Mekke'deki müşrikler ise:
"Diktikleri Lat, Menat Uzza
ve Hübel putlarına tapıyorlardı".
Günümüzde ise bunların başka bir
deyiş ve anlayışla tevhidin tekliği birtakım uydurmasyon inançlarla zedelenmeye
ve bozulmaya çalışılıyor.
Tevhidin günümüzdeki değişiminin
temelinde yatan en önemli faktör şudur:
قُلْ
اِنَّمَا
اَنَا بَشَرٌ
مِثْلُكُمْ
يُوحى
اِلَىَّ
اَنَّمَا
اِلهُكُمْ
اِلهٌ وَاحِدٌ
فَمَنْ كَانَ
يَرْجُوا
لِقَاءَ
رَبِّه
فَلْيَعْمَلْ
عَمَلًا
صَالِحًا
وَلَا يُشْرِكْ
بِعِبَادَةِ
رَبِّه
اَحَدًا
“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim.
(Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her
kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi
ortak koşmasın.”(18/110)
Bu esasın tam zıddını savunarak
Allah'ın birliğini, yani tevhidin "La İlahe İllallah" anlayışını,
salt kuru, ona hiçbir içerik ve mana yüklemeden dilde telâffuz etmekle yetinmek
olmuştur. Bizim, çağımızın ve içinde yaşadığımız toplumun en büyük eksikliği,
dini literatürde, tevhidin tekliğe yüklediği anlamın dışına çıkmamız ve
geçmişteki kavim ve milletlerin dinlerinde sapıttığı gibi sapıtmamız olmuştur.
Takdir edilir ki, bir kelimenin
ifade ettiği mana ve anlam, o
kelimeyi kullanan kaynakları bilmek ve öğrenmekle mümkündür. Eğer siz, bir dilde
ve o dilin kaynağında geçen herhangi bir
kelimeyi, ihtiva ettiği asıl manasının dışına çıkarır , kendinize göre bir mana
ve anlam yüklerseniz, bu sizi çok ciddi
bir kültür yozlaşması ve çatışmasına götürecektir. Ayrıca o kelimeyi kullanan kaynaklara büyük bir
hakarete ve anlamsız bir mana bozukluğuna yol açmış olursunuz.
İşte Tevhidi tekliğin değişimi
böyle olmuştur. Bu konudaki gelen değişimin,tarihte nasıl menfaatperestlerin,
tevhidin ifade ettiği “adalet”kavramı ve Kuran'ın ona yüklediği “Allah'tan sakınma”
“emirlerini yerine getirme ve men ettiklerinden korunma” esasını değiştirerek,
mazlum ve mustazaf insanların sırtında taht kurmuşlarsa, dünle bugün arasında
değişen tek fark isimler ve coğrafya olmuştur.
Tevhidin tekliğinin yeryüzünde
Allah'a yükselen bir gücü (yönü) olan “hukuk ve ahlak” başka bir anlamıyla
“şeriat ve amel” her Peygamberin devrinde farklı farklıdır. Bu fark ve
değişiklik, Allah tarafından ve insanların o günkü içinde bulunduğu coğrafi konumlarıyla
bağlantılıdır.
Kur'an-ı Kerim:
¢Ê¤
a ë ¡¤ß üa ó¡Ï
Ù £ä¢Ç¡b ä¢í 5 Ï ¢êì¢Ø¡b ã ¤á¢ç
b¦Ø ¤ä ß b ä¤Ü È u §ò £ß¢a ¡£3¢Ø¡Û
§áî©Ô n¤¢ß
ô¦¢ç ó¨Ü È Û Ù £ã¡a 6 Ù¡£2 ó¨Û¡a
“Biz, her ümmete, uygulamakta oldukları bir
ibadet tarzı gösterdik. Öyle ise onlar (ehl-i kitap) bu işte seninle
çekişmesinler. Sen, Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir
yoldasın”(22/675) diye açıklamaktadır.
Bu değişikliğin tamamen yaşam
biçimine dönük olduğunu, bununda Tevhidin tekliğine herhangi bir zarar vermediğini
hem nakli hem de tarihi verilerden öğreniyoruz. Çünkü yapılan değişimler bir
önceki konuda anlattığımız gibi değişmeyen ölçü ve kriterlerle tartılıp,
bu değişmeyen esasla, değişkenlik
yapılıyordu. Fakat günümüzde çağın getirdiği değişkenliğin varlığı söz konusu
olmakla beraber, bu değişime; ayak uydurmayan Müslümanlar mı değişmeli; yoksa
çağı mı değiştirmeli? Sorularıyla karşı
karşıya kaldığımızda, çok ciddi bir problem olan bu sorunu, bu boyutta
halledilmesi gerektiğine inanıyorum.
İslam Hukukunun muhafaza altına
aldığı ve çemberlediği beş temel esas vardır. Bunlar değişmesi mümkün olmayan,
bütün insanların temel ihtiyacıdır.
Değişmeyecek olan “hukuk ve ahlak” dediğimiz etkenler bu ifade edeceğimiz ana
unsurların içinde gizlidir.
1- Din emniyeti,
2- Akıl emniyeti,
3- Can emniyeti,
4- Mal emniyeti,
5- Nesil emniyeti,
İnsanlığın, gerek isteyerek ve
gerekse de, çağın icabı olarak yapacakları değişim, mutlaka ölçü olarak bütün
insanlığın menfaati icabı bu beş temel esası göz önünde bulundurmalıdırlar. O
zaman hem Tevhidin tekliği zedelenmemiş ve şirk karışmamış olur; hem de insanlığın menfaat ve namusu olan bu beş
temel unsur tahrip edilmemiş olur. Eğer
bu beş esasın yerine başka değerler ölçü kabul
edilip çağın ve toplumların değişimine gidilirse, insanlık için ciddi problemler oluşur.
Mesela: Amerika'nın kendi nükleer
silah denemesi için Japonya'ya attığı
atom bombası yine Rusya'nın kendi sanayi ve nükleer kimyasal artıklarını
Akdeniz’e bırakıp nice insanın karşı karşıya kaldığı Çernobil faciası vs... Bu
ve daha isimlerini sıralamaktan utanç duyacağımız benzeri dayatmalı ve din,
can, mal, akıl, nesil, tahribatlı değişmeler insanlığın ömrünü biçen
hadiselerdir. İnsanlığın dünya ve ahiretini tarumar eden olaylara değişim denilmez.
Bunlar değişim adına; rejim koruyuculuğu, ideoloji diktatörlüğüdür. Yine
bunlar birtakım kurum ve kuruluşların menfaat ve bekası için, yapılmış,
yapılagelmiş ve hala da yapılmakta olan vakıalardır. Tevhidi tekliğin yeryüzündeki
somut şekli olan “hukuk ve ahlak” değişimi, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi,
insanlığın temel ihtiyacı olan beş ilkeyi, zedelememesi gerekiyor.
Mesela:Hz. Peygamber (as)'ı önce
kabir ziyaretini men etmesi sonra serbest bırakması (daha önce kabir
ziyaretleri adabına uygun yapılmıyordu), Mute nikahını serbest etmesi, sonra
yasaklaması(Çünkü bu nikah nesil emniyetini tahrip ediyordu). Daha önce
Yahudilerle anlaşması, fakat onların Müslümanların dinleriyle alay etmeleri ve
antlaşmalarına riayet etmediklerinden dolayı genel savaş ilan etmesi. (Çünkü
dini rencide söz konusuydu). Yine, daha önce belli isimlerin, yani putların
gölgesinde menfaat güdüp insanları sömüren, bütün sömürü güçlere karşı savaş
ilan etmesi; bunların kökü kuruduktan sonra ise asıl büyük savaşın (cihadın)
nefisle ilgili olduğunu söylemesi vb.
vakıalar...
İşte yukarı paragraf da anlatılan
misaller;yine yukarıda anlatmaya çalıştığımız insanlığın temel ihtiyacı olan,
beş temel esası zedelememiş olmakla beraber bugünde zedelenmemesi gerekiyor...
Netice de görünen odur ki, günümüzün,
çağdaş ve modern dünyası kabul
edilen değerler ve her gün değişen
toplum ve dünya dengesi, tamamen rejim,
ideoloji, kurum ve kuruluşların menfaati adına yapılıyor. Bu da bize; Tevhidin
tekliğinin ve insanlığın temel ihtiyaçları olan namus mefhumu denilen asıl değerlerin, çağın modern
tahribatıyla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Şimdi ya biz, bütün değerlerimizi ayaklar altına alıp çağa ayak
uyduracağız, ya da çağın tehlikeli ve tahribatlı değişmelerine karşı, Tevhidin
"tek"liğinin kutsiyeti, inancımızın muhafazası, hem dünya ve hem de
aihret saadeti için bunlara boyun eğmeyip direneceğiz, baş kaldıracağız...
3)–Tevhidin direniş
boyutunda değişimi
Tevhidi "Tek"liğin
direniş değişikliği de yine konumuz içinde ele alınması gerekli olan bir bölümdür.
İfade ettiğimiz gibi Tevhidin "Tek"liği olan "La ilahe
illallah" esası hiç bir peygamber döneminde ve hiçbir zaman diliminde
değişmemiştir. Fakat "La ilahe illallah"ın tamamlayıcısı olan ise,
Hz. Adem (as) döneminde "Adem Resulullah" diğer peygamberler
döneminde ise mesela: Hz. Muhammed (as) döneminde "La ilahe illallah"
ve "Muhammedun Resulullah" olmuştur. Dikkat edilirse yine Tevhidin
"Tek"liğin de bir değişme yapılmamıştır.
İşte bunlarla beraber Tevhidi
mücadele tarih süreci içinde verilirken, verilen mücadelenin direniş türü ve
şekli de değişime uğramıştır. Çünkü her
kavim ve milletin ileri gelen azmanlarının, Tevhidi perdelemek ve kendi
varlıklarını korumak için ortaya koydukları saptırıcı ve insanları şirke
götürücü etkenlerin türleri çeşit çeşit olduğu gibi, isimleri de değişik
değişik olmuştur. Fakat sonuçta aynı hizmeti ve vazifeyi görüyorlardı.
O zaman bunlara
karşı verilecek direnişte,
elbette zaman, zemin ve hareket türünün de değişik olması gerekiyor.
Nitekim Hz. Nuh’un mücadele şekli ile Hz. Musa’nın ki; Hz. İbrahim (as)'ın
mücadelesiyle Hz. Muhammed (as)'ın mücadele şekli aynı olmamış ve değişik zamanlarda
olmakla beraber, değişik şirke götürücü türlere karşı değişik direnişler
sergilemeleridir.
Dünyanın kuruluşundan bu güne
kadar direniş, kainattaki her canlının kendi türünü devam ettirmesinin gereği
olmuştur. Fakat hiç bir tür kendi varlığı ve bekası için başka türleri yok
etmemiştir. Buna binaen, Müslümanlar tevhidi "Tek"liğin direnişin
verirken, kendi bağımsızlıklarının mücadelesini sürdürürken; başka inanç ve
dinlere mensup olan kişilerin imhasına gitmemişler ve gitmemeleri de
gerekmektedir. Çünkü direnmek var olmaktır. Ve varlığının gereği olan asli ve
fıtri (yani kulluk) vazifesini yapmaktır.
Tevhidi "Tek"liğin
mücadele ve bağımsızlık direnişi, sonbaharla hayatları sona eren bitkilerin,
baharla tekrar insanlığa hayat sunmalarıdır. Eğer Tevhidi "Tek"liğin
cihat direnişi, evrensel insan haklarını oluşturan din, akıl, can, mal ve nesil
emniyetini sağlamak şeklinde anlaşılmıyor ve anlaşılmamışsa; ya yanlış
anlatılıyor veyahut yanlış anlaşılıyor demektir. Gerek yanlış anlatanlar veya
yanlış anlayanların bu yanlışlarını derhal düzeltmeleri gerekiyor.
Ne ki! Birileri putların ve şirk
çeşitlerinin gölgesinde; birileri de Allah'ın dini adına kılıçların gölgesinde;
insanların temel ve evrensel değerleri
olan din, akıl, can, mal, ve nesil emniyetine tahrip etmeyi düşünüyor ve de
tahrip ediyorsa bu büyük bir vebal ve cinayettir.
Temennimiz Tevhidi
"Tek"liğin hakkıyla anlaşılması, yanlış anlayışların sorgulanıp
düzeltilmeye gidilmesidir.
Kader: Kudret, takdir ve güç
yetirmektir. Yüce Allah'ın kainattaki her şeye güç yetirmesi sonsuzluğu
“Bilmesi, görmesi ve işitmesi”'ne külli kader denilir. İnsanoğlunun güç ve
takatı olan “Bilmesi, görmesi ve işitmesi” ise cüz-i irade denilir. Yüce
Allah'ın kudreti insanoğlunun gücü dışında olan olay ve hadiseler üzerindeki kadere “TEKVİNİ”
denilir.
Mesela: "Güneşin doğup
batması, ay ve yıldızların mehtaba durması, evrendeki galaksilerin kendi
yörüngelerinde seyre devam etmeleri, İnsanoğlunun doğması, rızkı ve ölümü
gibi..." Bunlar Allah'ın sırları olup, insanoğlunun kendi gücü nispetinde
cüz-i iradesiyle isteyip sonucunu bilemediği, göremediği şeyler... Doğum, rızk
ve ölüm gibi. Bunlar değişme kabul etmezler.
Yüce Allah'ın külli kaderiyle ve
sonsuz ilmiyle “bilmesi, görmesi ve işitmesi” ise “TEKLİFİ KADER” denilip
değişmeye elverişlidir. Mesela: Allah'a, Kitaba, Peygamberlere ve Ahirete inanmak...
Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekat vermek ve Hacca gitmek gibi yapılan fiiler
Allah’ ın teklifi kaderiyle ilgilidir. Çünkü Allah külli kaderiyle insanoğlunun
cüz-i iradesine müdahale etmez, sadece “Bilmesi, görmesi ve işitmesi”'yle
gözlem altında tutar. Cezalandırma ve mükafatlandırma işini ise ahirete
bırakır.
Yine kişinin ferdi istekleri olan
doktor, öğretmen, mühendis vb. olmak gibi...Ailevi hayatta beğendiğiyle,
sevdiğiyle evlenmesi, istemediği, sevmediğiyle de evlenmemesi gibi ... Sosyal
hayatta evini, işini, dost ve arkadaşlarını tercih etmesi gibi. Siyasi ve
içtimai hayatta ise İdeolojisini, kimi başına getireceğini ve devletini
biçimini seçmesi gibi...Bütün bunlar insanoğlunun iradesi, gücü dahilinde
gerçekleşecek olan olaylar (İlahi sır olan imtihan hariç) olup tamamen yüce
Allah'ın "EZELİ KADER"inde var olup "TEKLİFİ KADER"dir.
İnsanoğlu cüz-i iradesiyle kendisi hakkında hayırlısını isteyerek
"EZELİ-TAKDİRİ-TEKLİF KADER"i üç esasla değiştirebilmesinin mümkünatı yüce
Allah'ın izni ile vardır.
Yüce Allah:
¡lb n¡Ø¤Ûa ¢£â¢a
¬¢ê ¤ä¡Ç ë 7¢o¡j¤r¢í ë ¢õ¬b ' íb ß
¢é¨£ÜÛaaì¢z¤à í
“Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit
bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır” (13/39).
Kaza: Gerek kainatta gerekse insanların imtihan olunması amacıyla
veya kulların tedbirsizliği sonucunda yüce Allah'ın dilemesi "Kun" ol
demesiyle meydana gelen hadisleredir. Başka bir deyimle musibet ve belalardır.
Yüce Allah'ın Ruhlar aleminde
"Elestu" veznine "Bela" diyen bütün ruhlar dünyaya
geldiklerinde Allah’tan gelen bütün kaza, musibet ve belalara "Bela"
demişler. "Neam" dememişler. Çünkü Arapça da "Evet" istisna
kabul ederken, "Bela" ise hiç istisna kabul etmeksizin, kayıtsız, şartsız ve pazarlıksız
Allah'tan gelen şeye rıza göstermektir.
İnsanoğlu Peygamberlerin davetine
icabet edip iman etmekle ruhlar alemindeki "Aht"e yani sözleşme
akdini tekrar tazelenmiş olur. Buna
binaen iman eden her insan yüce Allah'tan gelecek olan kaza, musibet ve
belalara karşı tedbir, sadaka ve dua ile karşılık verip kendisini sipere alması
gerekiyor. Çünkü akıllı her insan kabul eder ki, Allah'tan ve ondan gelecek
olan kazadan kaçmak mümkün değildir. O halde bir dava kıvılcımını başlatıcı
olan münevverler varlıklarını yüce Yaratanın varlığına dayayarak, güçlerini
pazarlıksız imanlarından alarak, İlahi rızanın hoşnutluğunu gözeterek anlamsız
hayatlarını Allah'tan gelenlere karşı ortaya koymaları gerekiyor. Fakat kaza,
musibet ve belalar işlenilen günah veya yapılan tedbirsizlik sonucunda hasıl
olursa, o zaman oturup nerede hata yapıldığını bulmaya çalışarak tövbe ve
istiğfar etmesi gerekiyor. Sabırla tedbire, zikir, sadaka ve itaatle duaya
sarılmanın akabinde kazanın rahmete, hikmete ve ilahi sırlara dönüşmesi
Allah'ın izniyle mümkün olacaktır.
a) Tedbir; sakınmak, korunmak ve azıklanmaktır. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
¡lb j¤Û üa ó¡Û¯ë¢a ¬b í
¡æì¢Ô £ma ë 9ô¨ì¤Ô £nÛa ¡
a £Ûa
¤î £æ¡b Ï
aë¢
£ë m ë
"Azıklanınız zira
azıklanmanın en hayırlısı takvadır. Artık benden sakının ey akıl
sahipleri" (2/197).
-Zira Allah sakınması en
hayırlısı değil midir?
Eğer Allah'tan sakınırsanız,
Allah tarafından korunursunuz. Eğer yağmurun ıslaklığından korunmak
istiyorsanız, kendinizi korumanız için tedbir almanız gerekiyor. Eğer elinizi yakmak
istemiyorsanız ateşi maşa ile tutmak zorundasınız.
Yağmur nasıl ki Allah'ın kaderinin takdiri ise yağmurdan ve ateşten
korunmak için tedbir alma iradesi
de yine yüce Allah'ın kaderinin takdiridir.
O halde başarmak için çalışmak,
kazanmak için çırpınmak, zafer için, mazlum halkların özgürlüğü için, ilahi
kelimetullah'ın hakimiyeti için mücadele etmek, bunlar için hazırlanmak, tedbir
almak gerekmez mi?
Yüce Allah'ın külli kaderinin
taktiriyle hayır ve şerre karşı tedbir alma iradesini, gücünü bize vermiş,
hayır işlemek ve şerre baş kaldırmak bize yakışmaz mı?
b)Sadaka: Kişinin kalpten gelerek ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını
gidermek için elindeki imkanlarla yaptığı bağışa, verilen paraya ve imkanları
paylaşmaya denir.
Kur’an-ı Kerim müminlerin
özelliklerini açıklarken:
= æì¢Ô¡1¤ä¢í ¤á¢çb ä¤Ó
b £à¡ß ë ñì¨Ü £Ûa æì¢àî©Ô¢í ë
¡k¤î ̤Ûb¡2 æì¢ä¡ß¤ªì¢í åí© £Û a
“Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar,
kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.”(2/3) diye
buyurmuştur.
Geçmişte Müslümanlar sadakayı iki
sebepten dolayı verirlerdi. Biri Allah'a borç "karzı hasen" verip
karşılığında iki mislini almak, ikincisi; kaza, musibet ve belaları önlemek.
Zira ki, yüce Allah kendi
rızası için verilen her bir habbenin karşılığını iki, üç ve yedi misli
olarak geri iade edeceği hususu Kur’an'ı Kerim de geçmektedir.
اَلَّذينَ
يُنْفِقُونَ
اَمْوَالَهُمْ
فى سَبيلِ
اللّهِ ثُمَّ
لَا
يُتْبِعُونَ
مَا اَنْفَقُوا
مَنًّا وَلَا
اَذًى لَهُمْ
اَجْرُهُمْ
عِنْدَ
رَبِّهِمْ
وَلَا خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا هُمْ
يَحْزَنُونَ
“Allah yolunda mallarını harcayanların örneği,
yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah
dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.”(2/261)
Denilir ki; "Allah'ın kaza
melekleri gökte insanı imtihan etmek, Allah'ın emriyle kulların başına kaza
musibet ve bela getirirken o esnada verilmiş bir sadakası varsa gökte kazayı
getiren meleğe "ben falancanın sadakasıyım. Ona kaza,musibet ve bela
götürme" der. Bu şekilde az sadaka
çok belayı def eder" desturu meşhur olmuştur. Sadaka, bela ve belalılardan
kişiyi muhafaza eden en büyük kalkandır.
d)Dua; davet ve çağrıdır. Yalvarış ve yakarıştır. Arz ve
şikayettir. Yardım için taleptir. Korunmak için sığınıktır. Kendi varlığını
hissedip, farkına varıp, acizliğini içinde bulunduğu müşkülâtını dudaklardan
avuçlara, avuçlardan semaya iki damla gözyaşıyla yaratana takdim etmektir.
Kur’an-ı Kerim’de:
b¦ßa ¡Û
¢æì¢Ø í Ò¤ì Ï ¤á¢n¤2 £ ×
¤ Ô Ï 7¤á¢×¢ª¯ë¬b Ç¢
ü¤ì Û ó©£2
¤á¢Ø¡2 a¢ª¯ì j¤È í b ß ¤3¢Ó
“(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız
olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkârcılar! Size Resûl'ün
bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı
bırakmayacaktır!” (25/77).
Demek ki, dua kişinin
yaptıklarının farkına varması, hata ise yüce Allah'ın aff ve mağfiretini talep
etmesi, hayır ise yapacağı işte yardım istemesidir. Zira dua dertlilerin
devası, borçluların edasının yegane merci-idir. Mazlumların, mustazafların ve
sümüklü çocukların korunmak ve kurtulmaları için tek silahıdır. Tiranların,
zalimlerin ve belalıların ise korkulu rüyasıdır. Eğer bazıları hala zulüm
altında inim inim inliyor sonrada "Bu bizim kaderimizdir" diyorsa, bu
işte bir bit yeniği vardır. Yani bütünün bir parçası eksiktir. İşte bu duadır.
Hz. İbrahim (as) oğlu İsmail'e
beslediği sevginin Allah'ın sevgisine galip olabileceği endişesiyle oğlunu
kurban etme tedbirini alarak
"Halilur-Rahman" olmuştur. Hz. Süleyman (as) çok sevdiği koşu
Atlarını kendisine Allah'ı anmayı unutturur endişesiyle hepsini kurban edip
sadaka vermesi onu daha hiç bir insanın erişemediği bir mülk ve saltanat sahibi
etmiştir. Hz. Yunus (as) davasında sabırsızlık ederek, insanlar hakkında acele
davranarak memleketini terk edip denize atılarak "öldüm" zannederken
ettiği "dua" ile tekrar hayata ve
yarıda bıraktığı mücadelesine kaldığı yerden devam etmesine
"dua"sı vesile olmuştur.
Günümüzde dini bir endişenin,
tasanın, telaşın Müslümanlar üzerindeki tesirini hissetmediğimi acı ile
görüyorum. Bu üzüntü verici tablonun karşısında şu endişemi dile getirmekten
fayda mülahaza ediyorum. Eğer dünyevi endişemiz öncelikli, dini endişemiz
ikinci planda kalıyorsa, kader ve
kazaya, hayır ve şerre olan inanç ve düşüncelerimizde problem, parazit,
aksaklık var demektir. Kitle iletişim araçları için kurulan verici istasyonları
belli sayılarla, dalgalı bir şekilde elimizdeki araç, gereçlere uyarlanıp bizim
istifademize sunuluyor. Ne ki, biz aracımızda gerektiği şekilde istifade
edemiyorsak, bunu aracımızın alıcısından problemin var olduğunu kabullenmemiz
gerekiyor.
İnancımızın Allah'a dönük olan
cephesini, frekansını iyi ayarlamamız, uyarlamamız gerekiyor. İmanın etki ve
istifade gücünü, verici istasyonu olan merkezden değil de kendi alıcı, kabul ve
tasdik edici biçiminden, bilgisinden ve
yaşam tarzında aramamız gerektiğine inanıyorum. Hasılı geceleri; bilenmekle,
azıklanmakla ve tedbirle, şafakta ve seherde; dua, niyaz, yalvarışla, gündüz;
insanlara "Emri bil maruf ve Nehyi anil münker" olan iyiliğe, hayra
davet etmekle, kötülük ve günahlardan sakındırmakla en büyük sadakayı dağıtmakla
geçirmek kişinin münevver, aydın, öncü ve garip kalmış bir davanın, kavganın kutsal temsilcisi olduğunu
gösterir. Ademi bir zürriyetin, İbrahim’i bir milletin, Muhammedi bir Ümmetin
yeniden dirilişi de ancak böyle mümkün olabilir.
Liderlerin, toplumların,
şartların insanlar için oluşturdukları, çizdikleri, belirledikleri; kadere,
sınıra, hukuka, aklı selim olan hiç bir insan teslim olmak zorunda değildir.
Bunlara teslim olmak hiç bir insanın alın yazgısı da değildir.
Çünkü dünyaya gelen her insan "İslam fıtratı üzerine doğar"
dolayısıyla herkesin alın yazgısı boş
olup masumdurlar. Daha sonra kişi kendi alın
yazgısını kendi istek ve amelleri yazdırıp, çizdirir. Masumiyetine nefsi
ve şeytani temayüller karıştırarak bozup, kirletir.
Nemrutun Hz. İbrahim (as) için
çizdiği kadere, ateşe atılma pahasına razı olmamış, boyun eğmemiştir. Firavunun
Hz. Musa (as) ve kavmi için çizdiği kadere, bütün olumsuzluklara karşı direnmiş
sonunda Firavuna galip olmuştur. Ebu Cehil ile yandaşlarına Hz. Muhammed (as) ile
bir avuç Sahabe (ra) direnmiş, acılar, eziyet ve işkenceler çekmişlerse de
neticede Ebu Cehil ve yandaşlarının çizdiği kader iptal, iflas olmuştur.
-Peki biz başkalarının bizim için
çizdiği kadere teslim olmak mı zorundayız?
-Toplumun Hz. Lut (as) için
çizdiği kader, sonunda o toplumun tümünü helak etmemiş midir?
-Hz. Yakup (as) Çocukları elinde
Yusuf’u alarak, onu dert ve kedere gark
edip, onu inandırmak için zorlayıp "Boşuna ağlama, Yusuf gitti, öldü"
deyip çizdikleri, oluşturdukları sebepler ve kader tersine dönüp, Yakup (as) ve
Yusuf'tan özür dilettirmemiş midir. Zeliha’nın Yusuf için çizdiği günah çemberi olan kaderi Yusuf'u zindana,
Zeliha’yı da mahf-u perişan etmemiş midir.?
Bu ve benzeri örnekler, İlahi sır
ve imtihan hariç, kim olursa olsun. Kendilerine, bilgilerine, güçlerine,
askerlerine, polislerine güvenerek oluşturacakları, çizecekleri,
planlayacakları, hileleri, tuzakları, desiseleri, ismi kader de olsa, alınacak
"TEDBİR"in verilecek "SADAKA"nın, şafak, seherlerde
edilecek "DUA"nın karşısında iflas ve iptal olmak zorunda kalacaktır.
Kainatta bunca olagelen
gerçeklerden hala habersiz, duyarsız Allah'ın nimetlerini başkalarıyla
paylaşmaktan cimrilik edenlere, şafak ve
seher vaktinde kalkmakta uyuşukluk, tembellik yapanlara......! olsun.
Aşk; sevginin çok çok ötesinde ve
fevkinde olup dağınık olan sevgiyi sadece bir şeye odaklayıp kendini ona tutsaklaştırmaktır.
Aşk; sevgi gibi değildir. Sevgi
özgürdür, tutsaklığı kabul etmez. Aşk ise, maşuka teslim olmaya rıza gösterdiği
gibi, aşkın en büyük özelliği de, aşkın
kendini maşukundan "Fena" etmesidir. Yani kendi benliğini aşık olduğu
varlığa, zata ve her neyse o şeye feda etmesidir.
Aşk; sevgi gibi değildir. Sevgi
sevgiliden fedakarlık ister. Aşık ise kendini maşukuna feda eder. Tıpkı
Yıldızların aya, ayın güneşe, akşamın geceye, gecenin şafağa, şafak vaktinin
gündüzün aydınlığına... İlkbaharın yaza,
yazın sonbahara, sonbaharın kışa, bulutların yağmura, yağmurların rüzgara, rüzgarın cansız
toprağı canlandırmak ve var
olagelen kanunu esasiyeyi devam ettirmek
için; Toprağın asumana, asumanların kendilerini
kainatın en şerefli olan insanoğluna, kendi elleriyle teslim edip feda
etmesi gibidir.
Aşk; acı, tatsız, haşin ve
hoyrattır. Başka bir manayla, başa beladır. Yani en büyük imtihandır. Bunun
için, nice sevenler sevgilileriyle vuslat ederken, aşık ise hep hasret ve
gurbettedir. Herkesin ayrılığı ve gurbeti coğrafi iken; aşığınki ise içinde,
yani gönlünde, yüreğindedir. Sevenlerin acısı bedeni ve maddidir. Aşığınki ise
manevi ve ruhidir. Sevenler bedenlerini zevklendirmeye; yemekle, içmekle ve uyumakla doyurmaya
çalışırken; aşık ise kalbini ve ruhunu doyurmaya çalışır.
Aşk, sevgi
gibi ölümlü ve geçici
değil, ölümsüzdür. "Her seven mutlaka ayrılacaktır" der, Nebi (as)
bir hadisinde.
Oysa aşığın maşukunun varlığı,
dünyanın varlığıyla, kıyametin kopuşuyla, mahşerin toplanışıyla bitmez ve
tükenmez. Hem de kaybolmaz. Ne ki! Muhammed (as) Allah'a duyduğu aşkı,
Hüseyin’in şahadete olan aşkı, İmamı Azamın İlme duyduğu aşkı... Daha nice nesiller, Leylalar, Hülyalar ve Sunalar öldü
de; mazlumların hürriyete ve kurtuluşa
susamış aşkları ölmedi, unutulmadı ve unutulmayacaktır.
Aşk; karanlığa yürüyüp taş
atmaktır. Sevgi ise aydınlıkta yürümektir. Aşk, karanlıkları aydınlatmak,
bilinmeyeni öğrenmek, bulunmayanlara talip olmaktır. Sevgi var olanla,
görünenle kanaat ederken; aşk var olanla kanmaz, görünenle yetinmez mucit olup;
görünenlerden görünmeyeni görmek, varlık içinde görünmeyip fakat var olanı
yaratanı bulmaktır. Tıpkı gülün ot olduğunu bilip; ama rengini ve misk gibi kokusunu, insana ve
doğaya ferahlık veren özünü, inceliğini, yaratılış amacını ve en önemlisi onu
yaratanı, keşfetmek gibidir.
Aşk; kolay değil zordur. Herkes
ona tahammül edemez. Külfetine, yüküne ve sorumluluğuna katlanamaz. O, sevgiye
benzemez. Çünkü sevgi, gülü dikensiz kabul edebilir. Fakat aşk ise gülü
dikenli, insanları problemli, dostu kusurlu, sevgiliyi bütün eksikleriyle
beraber kabul eder. Onun için yokluk varlıktır. Varlık içinde yokluğu yaşamaktır. Ona gül ikram etmek acı
verir. Taş atmak ise mutluluk ve huzur verir. Yine aşkın en büyük özelliği zoru
başarmak ve zor alanı kolaylaştırmaktır. Zorluğa dayanamayan halklara,
toplumlara, tüm insanlığa, mağdur kalmış kimsesiz olan mazlumlara, mustazaflara
ve ümmetin tüm sümüklü çocuklarına...
Aşk ; Adem'in Kaf dağında, göz
yaşı dökmek, Nuh'un tufanında, kadere teslim olmak, İbrahim'in ateşine,
atılmaya hazır olmak, İsmail'in yattığı bıçağın altına, yatmak, Eyyüb'ün
mahfına, razı olmak, Yakup’un çilesine, dayanmak, Yusuf'un zindanına,
Musa'nın sürgününe, İsa'nın çarmıhına,
Muhammed (as)'ın Taif'te taşa tutulmasına maruz kalmaktır.
Aşkın ismi olumsuzluktur. Onda
olumluyu beklemek aşka, en büyük ihanettir. İsmiyle müsemma olup yanmaktır,
yakmak değil. vermektir; istemek değil sevmektir. Karşılık beklemek değildir.
Su olup akmaktır, durgun olup bayatlamak değil. Rüzgar olup esmek, can
vermektir; tüm ağaçlara, bitkilere, olgunlaşmaya çalışan meyvelere, pencere
kenarındaki güllere, kafesin içindeki kanaryaya... Ümmetin sümüklü çocuklarına
müjde vermek, zafer vaat etmektir; tüm kainatın canlı ve cansızlarına, tüm
evrene panzehir fışkırtmaktır, yok etmek, mahvetmek değil.
Aşk peygamberlerin sevgilisi,
önderlerin yoldaşı, liderlerin sırdaşı, alimlerin dostu, evliyaların kerameti,
şehitlerin kanı, avamın hikmeti, bu abdi aciz gibilerinin ise gözlerinin yaşı,
emektarın anlından akan teri ve Allah yolunda yürüyen yolcuların ayaklarındaki
tozdur.
Aşk, görünmeyen ama gözetici olan
zat'a, yaratana karşı duyulan iffet, haya, terbiye ve edeptir. Bunların zıddına
yapılan her halûkardaki hal hareket ve davranış aşkı zedeleyen ve körelten
etkenlerdir.
"Sevgi"nin insanoğlunun
yaratılışında alın yazgısı olmuş bir kelimeden türediğini söyleyen; İbn
Miskeveyh: "İnsan kelimesinin aslından dostluk, yakınlık, dayanışma ve
sevme manasına geldiğini" söyler.
"İnsan" kelimesinin de
aynı manayı içerdiği lügatlarda (sözlüklerde) geçmektedir. Ademoğlu diğer bir
tabirle insanoğlu aynı manayı taşır.
Adem Peygamberin şahsında türeyen tüm
insanlık; aynı ismi almış bir halde yeryüzüne gelmektedir. Bütün dünyaya
gelen insanların aslı ve özü
toprak olmakla beraber, sevgi de hem toprağın
hem de insanoğlunun ruhunun ve alnının yazgısıdır. Eğer böyle olmasaydı toprak, hem gülü hem de
tikeni yeşertmezdi. Eğer yine öyle olmasaydı; bir ana ve baba akıllı
çocuklarını sevdikleri gibi deli çocuklarını sevmezlerdi.
Dünya tarihinde ilk defa Allah
tarafından kendisinin özünden başka sözlü olarak; "habib" yani
"sevgili" ismini Hz. Muhammed (as) almıştır. "Habib- Allah"
şerefiye şereflenen bu yüce ve saygıdeğer zat; gösterdiği çaba ve üstün
başarıyla bu madalyayı almıştır. Onun bu madalyayı hak etmesinin temelinde:
kendini, toprak gibi mütevazı
kanatlarını gererek; toprağın hem gülü hem de dikeni bağrına aldığı
gibi; o da ümmetinin bütün sümüklü ve mazlum çocuklarına gösterdiği af,
müsamaha, şefkat ve merhamet neticesinde ulaşmıştır.
O zaman insanın oluşumu ve
çamurun yoğrulması sevgi ile olmuştur. Bu, sözde insanlar olarak sahip
olduğumuz künyedir. Eğer biz temelimizdeki toprakla yoğrulmuş sevgiye
ulaşabilirsek; özümüzü de yakalamış oluruz.
Sevgi, insanın ilgi duyduğu,
hayranlık gösterdiği birisine veya bir şeye muhabbet etmek, alaka göstermektir.
Sevgi, insanın gözünün karardığı
zaman aydınlanmasıdır.
Sevgi, umuda ve ümide ait duygu
ve düşüncelerin karardığı, beklentilerin cevapsız kaldığı bir esnada; kapının
açılması, beklenenin ve özlenenin kendini göstermesidir.
Sevgi, insana ait olan, fakat
felaket rüzgarına çarpılıp; insanın kendisiyle mutlu olduğu huzur bulduğu
şeylerin tekrar iadesinin hasretini ve özlemini
çekmektir. Ananın gurbete giden evladının hasretini çekmesi gibi...
Sevgi, iman eden her
insanın; yeryüzünün değişik yöre ve bölgelerine dağılmış 6 ile 7
milyara yakın insanın özgürlüğünün hasretini çekmesidir. Aynı zamanda; İslam
toprakları üzerinde bölük pörçük
hale gelmiş ümmetin sümüklü ve mazlum
çocuklarının vahdetinin hasretini ve özlemini çekmektir.
Sevgi, kişinin yaşadığı toplumda
insanların cehalet karanlığında olduğunu görüp, onları aydınlatmak için
bilgilendirme hasretini ve sevdasını çekmesidir.
Sevgi, sevgiyi yitirmiş
insanlığı, sevgilinin hatırı için sevmek ve onlara sevgiyi aşılamaktır;
idarecilerine eğiticileri olan analarına, onlara yol gösterecek olan geleceğin
nesillerine, münevverlerine...
Sevgi, aşk gibi değildir.
Parçalama kabul eder. Ondan birazını kendine bırakır, diğerini ise dost ve
akrabalarına... Toplum ve ümmete tahsis etmesi mümkün olacağı gibi, doğadaki bahar
mevsimini de sevebilir: Papatyaları, karanfilleri, nergisleri ve gelincik
güllerini...
Sevgi, esenlik, ferahlık ve
aydınlıktır. Onu dalından kopardığın zaman koklanmak için dikensizdir. Onu
sırtlayıp götürdüğün zaman külfetsizdir. Aşka benzemez. Aşk, gülü dikenli kabul
eder. Fakat sevgi gülün dikensiz olmasını ister. Tıpkı kabuğu soyulmuş karpuza
ve kasırgasız rüzgar gibi esintisi insanın göz kapaklarına vurduğunda gözleri
bürüyen kirpiklerin görmeyi engellediği anda uykudan uyandıran şafak yeline; bu
yelin serinliğine, hoş ve miske benzer oksijen dolu havaya, tenha ana,
yıldızların tebessüm ettiği zamana, horozların
öttüğü vakitte köpeklerin yattığı sevdalıların kalktığı saate benzer.
Sevgi, herkesi kendinden nasipdar
edebilir. Aşk öyle değildir. Çünkü aşk herkese nasip olmaz. onun için insanları
bırakıp köpekleri sevenlerinde sevgileri
vardır. Güzeli bırakıp çirkini
sevenlerinde sevgiden nasip almaları mümkündür. Allah'ı unutup da putları ve
heykelleri sevenlerde olabilir. Kalemi bırakıp kurşunlara sarılanlar, adaleti
terk edip zulmeden zalimler de, vatandaşlarını sevdiklerini söyleyebilirler.
Çünkü sevgi parçalanabiliyordu ve herkesi
kapsıyordu.
Sevgi, yıllarca zalimlerin
kapılarının eşiğinde, mazlum kalmış halkların özgürlüğüdür. Elleri, ayakları,
kalbi ve duyguları tutsak olanlar özgür olamazlar. Özgür olmayanlarda
sevemezler. Sevgisiz olanlarda menfi bir
şey beklenir. Bunu için değil midir ki; biz ümmetin mazlum çocuklarını tutsak
ettiklerinden dolayı birbirimizi sevemiyoruz.
Tutsak olanların kalbi kin ve
nefretle doludur ve hep intikam hırsıyla yaşarlar. Sevgi tutsaklığı kabul
etmez, tutsak olanlarında sevgisi olamaz ve sevemezlerde. Sevmeyenler
sevilemezler, sevgisiz olanlar başkalarına sevgi aşılayamazlar. sevgi
aşılanmamış bir toplumun nesilleri, var olmanın amacını, yaşamın mutluluğunu
tadamazlar, Mutlu değilsek veya mutlu olamıyorsak sevgisiziz demektir.
Sevgi, hayatın vazgeçilmez unsuru
olan su gibidir. Hayatta yaşayan ve var
olan her insanın, uğrunda ve hatırı için yaşama savaşı verdiği birisi, birileri
ve bir şey mutlaka vardır. Kimi analar
için kara kaşlı Abdullah'ı, kimi analar için fino köpeği, kimi
askerlerin vatan sevgisi kimilerinin
Şahin bakışlı veya hülyalı bakışlı sevdalıları vardır. Bu tanımları daha da
çoğaltmak mümkündür.
-Peki sen, kimin için hayatın
yaşam savaşını veriyorsun?
-Ey Abdi aciz! senin sevgilin
kimdir?
-Yoksa sen sevgiyi terkine mi
attın?
-Sevgini değmez birilerinin
uğruna kurban mı ettin?
-Yahut da, sevgiyi başka bir
şeyle mi değiştirdin?
-Dilin ulam, kurbanın, tercümanın
olam!
-Bana söyle! Benimle konuş.
-Anlamsız ve kararsız geçen
günlerin gündüzü olmuyor.
-Kararmış kalp gözümle güneşin
nur ışıklarını göremiyorum.
-Aydınlatmıyor içimi ileti şu lambalar.
-Hep şeytanları var şu
memleketin. Meleklerle hemhal olamıyorum.
-Hep karanlık kabus rüyalar
görüyorum. Ufkumu açmıyor hayallerim.
-Gönlümde sürur. vicdanımda ak,
kalbimde nur, yüreğimde imanın iktidarını göremiyorum...
Allah-u Teala (cc) hayat
mektebimiz olan Kitabı Kerim'inde şöyle buyuruyor:
طسم
() تِلْكَ
ايَاتُ
الْكِتَابِ
الْمُبينِ () نَتْلُوا
عَلَيْكَ
مِنْ نَبَاِ
مُوسى وَفِرْعَوْنَ
بِالْحَقِّ
لِقَوْمٍ
يُؤْمِنُونَ
() اِنَّ
فِرْعَوْنَ
عَلَا فِى
الْاَرْضِ وَجَعَلَ
اَهْلَهَا
شِيَعًا
يَسْتَضْعِفُ
طَائِفَةً
مِنْهُمْ
يُذَبِّحُ
اَبْنَاءَهُمْ
وَيَسْتَحْي
نِسَاءَهُمْ
اِنَّهُ
كَانَ مِنَ
الْمُفْسِدينَ
() وَنُريدُ
اَنْ نَمُنَّ
عَلَى
الَّذينَ
اسْتُضْعِفُوا
فِى
الْاَرْضِ
وَنَجْعَلَهُمْ
اَئِمَّةً
وَنَجْعَلَهُمُ
الْوَارِثينَ
() وَنُمَكِّنَ
لَهُمْ فِى
الْاَرْضِ
وَنُرِىَ
فِرْعَوْنَ
وَهَامَانَ
وَجُنُودَهُمَا
مِنْهُمْ
مَاكَانُوا
يَحْذَرُونَ
()
وَاَوْحَيْنَا
اِلى اُمِّ
مُوسى اَنْ
اَرْضِعيهِ
فَاِذَا
خِفْتِ عَلَيْهِ
فَاَلْقيهِ
فِى الْيَمِّ
وَلَا تَخَافى
وَلَا
تَحْزَنى
اِنَّا
رَادُّوهُ
اِلَيْكِ
وَجَاعِلُوهُ
مِنَ
الْمُرْسَلينَ
()
فَالْتَقَطَهُ
الُ
فِرْعَوْنَ
لِيَكُونَ
لَهُمْ
عَدُوًّا وَحَزَنًا
اِنَّ
فِرْعَوْنَ
وَهَامَانَ
وَجُنُودَهُمَا
كَانُوا
خَاطِينَ ()
وَقَالَتِ
امْرَاَتُ
فِرْعَوْنَ
قُرَّتُ
عَيْنٍ لى وَلَكَ
لَاتَقْتُلُوهُ
عَسى اَنْ
يَنْفَعَنَا
اَوْ نَتَّخِذَهُ
وَلَدًا
وَهُمْ
لَايَشْعُرُونَ
() وَاَصْبَحَ
فُؤَادُ
اُمِّ مُوسى
فَارِغًا اِنْ
كَادَتْ
لَتُبْدى بِه
لَوْلَا اَنْ
رَبَطْنَا
عَلى
قَلْبِهَا
لِتَكُونَ
مِنَ الْمُؤْمِنينَ
() وَقَالَتْ
لِاُخْتِه
قُصّيهِ فَبَصُرَتْ
بِه عَنْ
جُنُبٍ
وَهُمْ
لَايَشْعُرُونَ
()
وَحَرَّمْنَا
عَلَيْهِ
الْمَرَاضِعَ
مِنْ قَبْلُ
فَقَالَتْ
هَلْ
اَدُلُّكُمْ
عَلى اَهْلِ
بَيْتٍ
يَكْفُلُونَهُ
لَكُمْ وَهُمْ
لَهُ
نَاصِحُونَ ()
فَرَدَدْنَاهُ
اِلى اُمِّه
كَىْ تَقَرَّ
عَيْنُهَا
وَلَا تَحْزَنَ
وَلِتَعْلَمَ
اَنَّ وَعْدَ
اللّهِ حَقٌّ
وَلكِنَّ اَكْثَرَهُمْ
لَا
يَعْلَمُونَ
“Tâ. Sîn. Mîm. Bunlar, apaçık Kitab'ın
âyetleridir. İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Musa ile Firavun'un
haberlerinden bir kısmını sana gerçek şekliyle nakledeceğiz. Firavun, (Mısır)
toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir
zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ
bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı. Biz memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte
bulunmak onları önder kılmak, onları varis yapmak, memlekete
yerleştirmek, Firavun Hama ve her ikisinin askerlerine çekinmekte oldukları
şeyleri göstermek istiyorduk. Musa'nın anasına: "Çocuğu emzir. Başına
gelecekten korktuğun zaman onu suya bırak. Korkma, üzülme biz şüphesiz onu sana
döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" diye bildirmiştik. Firavunun adamları
onu (saraya) almışlardı. Firavun, Hama ve askerleri suçlu olduklarından, o onlara düşman ve başlarına da dert olacaktı.
Firavunun karısı: (Asiye anamız)
"Benim de senin de gözün aydın
olsun! onu öldürmeyiz, belki bize faydalı olur, yahut onu oğul ediniriz"
dedi. Aslında işin farkında değillerdi.
“Musa’nın anası
gönlü
bomboş
sabah etti. (oğlundan başka bir şey düşünmüyordu.) Allah'ın vaadine iyice
inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun kendi
oğlu olduğunu açığa vuracaktı. Musa’nın ablasına: "Onu izle", dedi. O
da kimse farkına varmadan Musa'yı
uzaktan gözetledi. Önceden Onu, süt anaların göğüslerini kabul etmemesini sağladık.
Musa'nın ablası: "Size sizin
adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim
mi?" dedi. Böylece Onu, annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah'ın
verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye, ona geri çevirdik. Fakat çoğu
bilmezler"(28/1,13).
Hayat mektebimiz olan yukarıdaki
Ayet-i beyyinelerinin konusu anadır. Tarih boyunca tevhit mücadelesinin
anaları, önce karnında sonrada sırtlarında yetiştirip büyüttükleri, Allah'tan
başka hiç kimseden korkusu olmayan ve sadece Allah'ın rızasını gözeten yiğit ve
kahraman evlatlarını vermiştir. İşte bu mümtaz analardan birisi de; Kur'an -ı
Mubin de hem Taha süresi, hem de Kasas süresinin beşinci ayetinde ta... Kırk
üçüncü ayete kadar bir ananın evladını Allah yolunda feda edişinden bahseder.
Aslında bu ayeti kerimelerin her
birisi ayrı bir ders konusudur. Yine tefsir kitaplarında araştırılıp akli
selimle tefekkür edilmeye değer
ibrettirler. Haşa eğer değersiz olsaydı alim olan Rabb-ımız bunları
(anaları) Kuran'da bize vah eder miydi? Haşa sümme haşa, eğer Rabbimiz Zül
Celal katında ferman buyurmuşsa bana, sana ve bir başkasına düşen “Semi’na ve
eta'na” duyduk iman ettik, ey keremi bol olan yüce Rabbimiz, demek düşer.
Allah’u Teala (cc) "Biz
memlekette güçsüz sayılanlarla iyilikte bulunmak onları önder kılmak, onları
varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin
askerlerine çekinmekte (korkmakta) oldukları şeyleri göstermek
istiyorduk." diye buyurduğu bu ayette Firavun ve Hamanın korktukları o
korku; rivayete göre, Kahinlerin, Beni İsrail kavminde bir çocuğun çıkıp saltanatlarını
yıkacağını söylemeleriydi. Bunun için, Firavun’un zulmü bu hadiseden sonra
tezahür etti. Öyle ki beni İsrail kabilesini ikinci sınıf insan muamelesine
tabi tutup, korktuğu şeyin başına gelmemesi için kabilenin erkek çocuklarını
öldürüyor, kız çocuklarını da serbest bırakıyordu. Mevcut olan erkeklerle de
meşhur olan piramitleri inşa ettirip tonlarca ağırlığındaki taşları bunlara
taşıttırıp eziyet ve işkence çektiriyordu. Evet Kuran'ın ayetleri olayı bize
böyle haber veriyor.
Nasıl olur? Bir halkın başına
geçen bir idareci kendi halkına bu kadar zulmeder...
Şunu iyi bilelim ki, Firavun dört
ayaklı veya boynuzlu biri değildi. Onun
asıl ismi II. Ramses ti. O, kahinlerin verdikleri haberlerden dolayı saltanatım yıkılır diye
korkmuş, saltanatını yıkacak kimsenin beni İsrail’den çıkacağından dolayı
halkına zulmetmiş, sonra da Hz. Musa
kendisine apaçık mucizeler ve hakikatler
göstermesine rağmen o, bunlara karşılık köşkü pahasına kabullenmeyip cephe
almış, gerçeklerden kaçınmıştır. Onun için "Firavun" yani kaçmak
kabullenmemek diye meşhur bir isimle isimlenmiştir. Özdeki ne kadar çirkinmiş
ki, o gün bugündür analar çocuklarına onun ismini koymamışlardır. Acı gerçektir
ki ismine duyulan bu kadar kin ve nefret maalesef özde sine duyulmamıştır. Halbuki
önemli olan özdekidir.
Özde ismi ne olursa olsun, kimde
kendini tezahür ettirirse, İslam hukukunda aynı değer ve kategoride hükme tabi
tutulur. Tarih boyu iyi insanlarda (Musa Kelamullah, İbrahim Halilullah, Muhammed
Habibullah), kötü kişilerde
(Nemrut, Karun, Ebu Cehil) isimlerini öz delerinden (yaptıkları uğraştan) almışlardır.
Aklı selimle
düşünüp Kur'an gözlüğüyle
şu anda çağ atlayan medeni toplumları temaşa edelim.
Ümmetin kimi çocukları sürgüne, kimi zindana,
kimi de evinde susmaya mecbur
bırakılmış; geri kalanlar ise günah galerisinde satışa veya alışa mahkum
etmiştir. Eğer bu toplumda yaşıyorsanız günah
galerisindesiniz.
-Ya günah satıp başkalarını
günahkar edeceksiniz, yada yiyip içip konuşarak günahları görmek zorunda
kalacaksınız.
-Peki neden zorundasınız, hiç
düşündünüz mü?
-Başkalarını kendi zevklerimizin
günahkarı etmeye hakkımız var mı?
-Başkaların işlediği günahlarının
ortağı olmak mı mecburiyetindeyiz?
Bu soruları birbirimize sormaktan
öteye başka hiçbir icraatımız bizi bu
durumlardan kurtarıcı ve inandırıcı
değildir. Eğer lafla bir yerlere varılsaydı, gemiler lafla yürür, pilav lafla
pişerdi.
Rahmeti bol olan Allah'u Teala
(cc) cehaletin nuru olan Kitabının ayetinde "istiyorduk" diye
buyuruyor. Allah'ın dilemesi külli insanların ki ise, cüzidir. Külli irade
ancak cüz-i iradenin istemesiyle tecelli olacaktır. O zaman Mevla’yı arayan
Mevla’yı bulur. Belayı arayan ise bela (fitne. fesat, zulüm) bulur. Bunlar
inançta birer kaidedir. Evrenin, dünyanın ahengidir. Yüce Allah (cc):
6¤á¡è¡¢1¤ã b¡2 b ß
a뢡£î Ì¢í ó¨£n y §â¤ì Ô¡2 b ß ¢¡£î Ì¢í ü
騣ÜÛa £æ¡a
“Bir toplum kendilerindeki özellikleri
değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez” (13/11) ölçü koymuştur.
İşte biz bu tartının birer
kıymetleriyiz. Değerimiz nispetinde paha biçilir. Allah'ın rahmeti ve nusretine
nail olabiliriz. Bu da Allah'ın hem kanunu hem dinidir.
-Bu din Allah'tandır.
-Şahısların, sultanlaşmışların
dini değildir.
-Allah bu dini, Kainatın
efendisi, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (as) vasıtasıyla tüm
insanlara vahy ettiği tevhidi, önce tasdik sonrada ikrar edip, gereği gibi
inanan herkese emanet etmiştir. Herkesin gücü nispetinde bu emanete sahip çıkması gerekir.
İnanan insanlarımızın, dine ait
olmayan kutsamaları kutsadıkları gibi,onların uğrunda fedakarlık yaptıkları
kadar, bu din uğrunda yapsalardı, belki de bu dini omuzlayacak bir er şimdiye
kadar çıkardı meydana...
Bu dini mübin uğrunda kim çile
çeker, gereği gibi acısını ta... yüreğinde hissederse, o, bu dine tabidir.
Ve bu din onun da dinidir.
-Bu din sadece babaların değil,
anaların da dinidir.
-Benim ve anamın da dinidir.
-İnsanlar Allah'ın huzurunda
kendilerine emanet edilen İslam dininden tek tek hesaba çekilecekler.
-Bu dinin hesabı babalarda,
analarda, evlatlarda verecek.
-Elbette başta anaların hesabı
çok çetin olacaktır. Çünkü onlar, parçanın tümüdürler.
-Herkesin şu soruları kendisine
sorup cevabını Allah'a verecek şekilde hazırlaması gerekiyor.
-Dinim ayaklar altında
çiğnenirken, ben ne yapa biliyorum?
-Kapı eşiklerinde can, kan
verdiğimiz Firavunlara karşı kaç tane Musa yetiştirdik?
-Her gün boş yere heba olan
inananların, kaç tanesi kendisini Allah'ın yoluna feda etti de şehit oldu?
-Her gün boş
yere heba olan anaların nazlı çocuklarının kaç tanesi anaları tarafında
"seni Allah yoluna adıyorum" diye söylenmiş?
-Acaba! doğan çocuklarından bir
tanesini de, "bu da Allah yolunun kurbanı olsun." diyecek ana
görmeyecek miyiz?
-Acaba! çocuklarının çokluğundan
ve bazılarının sakatlığından dolayı şikayetçi olup da, "bu da Allah
yolunda zekatımızdır." diyecek baba görmeyecek miyiz?
-Sevgi nedir?
-Sevgi nasıl tanınır?
-Sevginin tadına varılabilir mi?
-Sevgiyi perdeleyen etkenler var
mıdır?
-Varsa bu etkenler nelerdir?
-Bu etkenleri tanımak mümkün
müdür?
Sevgiyi perdeleyen tek unsur
korkudur. Korkuların en ağırı ölüm ve başarısızlıktır. Ölüm insanoğlunun
hayatındaki tek canavardır. Kimseyi affetmez, kimseye acımaz ve kimseye pas
verip müsamaha göstermez. İnsanlığın korkulu rüyası olan bu canavar, hayatın hemen hemen her aşamasında
insana kendisini hatırlatır. Bu hatırlamada; insan bir an tereddüt edip
seveceği şeyleri sevmekten çekinir ve
sevginin lezzetine varacağı yerde hemen korku
devreye girer.
Evet ölmek, ölüm korkusu, hiç bir
yiğidin ve pehlivanın gücünün yetmediği tek ve gerçek bir şeydir.
Aynı şekilde başarısızlıkta ölüm
gibi, var olan varlıkların korkulu rüyası olan ikinci unsurdur. Tüm canlılar
kendilerinden daha büyük ve güçlü olan varlıklarla savaşmaktan ve yarışmaktan
korkarlar. Çünkü kaybetmek ölmenin
yarısıdır, ölüm acısının bir parçasıdır.
ü
Peki ölüm nedir?
ü
Niçin ölüm vardır?
ü
Hiç düşündünüz mü?
-Peki ya, kaybedenin niçin
kaybettiğini, kazananın niçin ve nasıl başarılı olduğunu hiç düşündünüz mü?
Hayatta, yaşadığınız şu üçgünlük
ömrünüzde şu ana kadar yediniz, içtiniz, gülüp eğlendiniz, gezip
tozdunuz... Fakat hala sevgiyi anlamadınız veya tadamadıysanız,
korkulu ölümü ve başarısızlığı hala aşamadıysanız okumaya devam edin.
Bir gün yolunuz "badı
sabaha" yani şafak vaktine uğrarsa o zaman güneşin doğuşunu seyredin. Ortalama sekiz
saat sizinle gülüp hayata ışık ve
renk verecek olan güneş, bir müddet sonra size ve hayata veda edip ölümün
korkulu şerbetinin acısını tadacaktır. Bu olayı her gün görüyor ve
seyrediyoruz.
Yolunuz rahmetli pederimin azı
dişleri ve tırnaklarıyla tamir ettiği bağ ve bahçelere düşerse; bir sonbahar
mevsiminde bağ ve bahçelerin
canlılıkları olan yapraklarının döküldüğünü, ölümün acı şerbetini, onların da içtiğini
göreceksiniz. Ve bir mevsim sonra da; kainata, hayata ve size tebessüm edecek
şekilde dalların yapraklara, her yaprak
arasından da meyveye durduğunu ve etrafa hayat saçtıklarını göreceksiniz. O
zaman belki şunu demekten kendinizi alamayacaksınız: "İyi ki ölüm
varmış." Çünkü ölüp tekrar var olmak bir yeniliktir. Gül gülistanlıktır,
neşe ve sevinçtir. Bunlar da sevginin birer parçasıdır.
Birde, yolunuz hastane
koridorlarında dolaşan içleri kar, bahtları kara, yüzleri kara, beyaz
gömleklilerin cirit attığı hastane ambarlarındaki morgların semtine düşerse... Acıları,
feryatları ve üst başlarını yırtıp niçin, neden böyle oldu? Diyenlerin ölülere
ağladığını fakat morgdaki ölüm acısını tatmış olanların bu çığlıklara
aldırmadığını göreceksiniz.
Diğer taraftan çocuk doğum
koğuşunda, bir yanda ağlayan bebekler bir yandan da bir evlat kazanmanın sevinç
ve mutluluğuyla içleri neşe ve sevinç dolu, birbirlerini dişi ve erkek ya da
ikiz evlatla müjdeleyen anneleri, babaları, onlara hem geçmiş olsun diyen ve hem
de hayırlı olsun diyen akraba ve komşuların cıvıldamalarını seyredebilirsiniz.
O ortam da kendi kendinize şunu demekten kendinizi alamıyorsunuz:
"Bir yandan gelenler, diğer
taraftan gidenler var. Bu gidenler nereye gidiyor ve bu gelenler nereden geliyor.
Acaba gidenler olmazsa, gelenler olmayacak mı?"Gelin bu soruları kendimize
soralım.
Yaşamak için her an nefes
vermemiz gerekiyor. Önce nefes
almamız lazım. Çünkü nefes almadan nasıl nefes verebiliriz? O zaman
yaşamamızın idamesi (devamı) nefes almamızla mümkündür.Fakat nefes almada
zorlandığımızda, nefes aldığımızda zehirlenebileceğimiz söz konusu ise veya pis
kokuların olduğu bir mekana denk gelmişsek; hemen burnumuzu tutar nefes almayı
durdururuz. Tıpkı yeni bir günü yaşamak üzere, güneşin tekrar doğmasını
beklerken gece istirahata dalıp sabahı iple çekmemiz gibi. Yine bağ ve
bahçelerimizi güzel meyvelere kavuşmak üzere ayıklamamızda olduğu gibi... Çünkü
yeniliklere, dirliklere yorgun bitkin ve zehirlenmiş bir nefesle çıkmak istemeyiz. Neyi yapmamız gerekiyorsa
veya neyi bekliyorsak onlara karşı
mutlaka hazırlanmamız gerek. Günde kaç defa ağzımıza koyduğumuz
yiyecekleri dahi çiğnemeden mideye indirebiliyoruz?
Allah-u Teala’nın Kur’an'ı
Kerim’de ki, şu ayetine kulak verelim:
قُلْ
اِنْ كَانَتْ
لَكُمُ
الدَّارُ
الْاخِرَةُ
عِنْدَ
اللّهِ خَالِصَةً
مِنْ دُونِ
النَّاسِ
فَتَمَنَّوُا
الْمَوْتَ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِقينَ
“(Ey Muhammed, onlara:) Şayet (iddia ettiğiniz
gibi) ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse
ve bu iddianızda doğru iseniz haydi ölümü temenni edin (bakalım), de”(2/94).
Halbuki hepimiz biliriz ki:
"Korkunun ecele (ölüme) faydası yoktur. "Korksak da kaçmaya çalışsak
da başımızı kumlara gömsek de Cenabı Hakkın aşağıdaki fermanını değiştiremeyiz:
اَيْنَ
مَا تَكُونُوا
يُدْرِكْكُمُ
الْمَوْتُ
وَلَوْ كُنْتُمْ
فى بُرُوجٍ
مُشَيَّدَةٍ
وَاِنْ تُصِبْهُمْ
حَسَنَةٌ
يَقُولُوا
هذِه مِنْ عِنْدِ
اللّهِ
وَاِنْ
تُصِبْهُمْ
سَيِّئَةٌ يَقُولُوا
هذِه مِنْ
عِنْدِكَ
قُلْ كُلٌّ مِنْ
عِنْدِ
اللّهِ
فَمَالِ
هؤُلَاءِ
الْقَوْمِ
لَايَكَادُونَ
يَفْقَهُونَ
حَديثًا
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp
ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu
Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden"
derler. "Hepsi Allah'tandır"" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir
türlü laf anlamıyorlar!” (4/78)
Bunu dedem de, babam da yaşadı;
şimdi sıra bana gelecek demekten başka çaremiz yoktur. Peki o zaman nasıl
yapacağız veya ne yapmalıyız?
Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki
ölmek yok olmak değil tekrar dirilmekmiş. Ölümden korkanların ölüme
hazırlanmadıkları için kaçtıklarını görüyoruz. Ölüm, akıllarına korktuklarını
hesaba çekilmemek için, işledikleri
cürümlerin faturasını vermemek için; vicdanlarına sevgi yerine taş
koyarak akı kara diye gösterdiklerini
sevgi yerine kini, nefreti benimseyip sevmeyi bilmediklerini
tatmadıklarını da görüyoruz.
Ölümden korkmamak ve başarılı
olmak ancak bu iki korkuya hazırlanmakla olur. Eğer bu iki korku ortadan
kalkarsa o zaman korkular sevgiye dönüşecektir.İŞölüme hazır olmak için hazırlanmak
gerek.
Cenab-ı Hak (cc) şöyle buyuruyor:
¡lb j¤Û üa ó¡Û¯ë¢a ¬b í
¡æì¢Ô £ma ë 9ô¨ì¤Ô £nÛa
a £Ûa
¤î £æ¡b Ï
aë¢
£ë m ë
"Azıklanınız, azıklanmanın
en güzeli takva (sakınmak)dır. Allah'tan sakınınız ey akıl sahipleri"
(2/197).
Hazırlıklı olmanın bir diğer adı
azıklanmaktır. Yani tayin ve tespit
edilen hedefe varmak için varacağın yerde açıkta kalmamak için azıklanmak. Kısaca, kesene, bileğine ve
yüreğine iyi bakmalısın. Kesenin azığı maddiyatla, bileğin azığı antrenmanla,
güç ve kuvvetle, yüreğin azığı ise şafak vaktinde kainatın evrensel orkestra
korosunda yer alıp gece ibadetini ve Kur'an-ı Kerim’i okumakla olur.
Keseniz sizi başkasına muhtaç etmeyecek, bileğiniz sizi başkalarının
karşısında yenik duruma düşürmeyecek;
yüreğiniz ise şafak vaktinde Allah'tan
aldığı güç ve enerji ile Allah
için herkesi ve her şeyi sevmeyi öğretecek
ve siz o zaman sevginin ne olduğunu bilecek ve
yaşayacaksınız.
Bütün bu anlatılanlardan sonra
lütfen uyuşuk ve pısırık olmayalım. İçinde yaşadığımız toplumun, çevrenin ve
evrenin farkına varalım. Böylece onlarda bizim
varlığımızın farkına varsınlar. Şunu da kafamıza nakış edelim: Ölmek
yaşamın öbür yüzüdür. Ölümü eğer sürekli koynumuzda taşımazsak, o zaman hayatın
hakkını veremeyiz. Ve sevginin tadına varamayız. Onun için "ölmeden
ölünüz" esasını kulağımıza küpe yapmalıyız. Çünkü ölümden kaçmak her zaman
ölü olarak yaşamak gibidir. Fakat ölmenin tekrar var olmak olduğunu bilenler
ancak bir defa ölürler.
Bütün korku türlerinin
kendisinden korktuğu tek bir korktuğu
bir tek korkulacak vardır. O da, Allah'tır. Eğer Allah'tan başka
kimselerden korkarsak; korktuğumuz şeylerin başımıza bela olabileceğini
unutmayalım. O halde ölümden korkmaya ne gerek var! Gel o korkuların yerine
bütün sevilenlerin sevgilisi ve bütün sevilecek olan şeylerin en sevgilisi olan
Allah'ın sevgisinin tadına ve lezzetine varmaya çalışalım. Sevginin ve
sevgililerin muallimi olan Nebi (as)'ın nasıl "Habibullah"
olduğunu Cenab-ı Hak (cc) bize şöyle anlatıyor:
اَقِمِ
الصَّلوةَ
لِدُلُوكِ
الشَّمْسِ
اِلى غَسَقِ
الَّيْلِ
وَقُرْانَ
الْفَجْرِ
اِنَّ
قُرْانَ
الْفَجْرِ كَانَ
مَشْهُودًا ()
وَمِنَ
الَّيْلِ
فَتَهَجَّدْ
بِه
نَافِلَةً
لَكَ عَسى
اَنْ يَبْعَثَكَ
رَبُّكَ
مَقَامًا
مَحْمُودًا
“Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı
bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü
sabah namazı şahitlidir. Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile
olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama
göndereceğini umabilirsin”( 17/78,79).
Sevgiyi anlamanın en güzel şekli
Allah'ın Resulünü tanımakla mümkündür. Resulü de ancak Şafak vaktinde
ağlayanlar anlar. Çünkü Hz. Ayşe (ra)’ın anlattığına göre; "O insanların
en çok ağlayanıydı." Ağlamak kendini fark etmek ve düşmanını tanımaktır. Şafak
vaktindeki göz yaşı kişinin gözü ile
kalbi arasındaki bağ ve sevginin
doruğudur. Nebi (as)’ın
lisanıyla:
"Sevgililerin en
sevgilisine teşekkür borcunun şükrüdür."
Unutmayalım! İslam medeniyetinin
ilk mimarları olan Mekke'deki sahabelerin en önemli özellikleri şu idi:
İslam'ın onlara öğrettiği iki şey vardır. Biri ölümü terkilerine almaları,
ikincisi imanın ilk icraatı olan şafak
vaktindeki "namaz" dı.
Eğer bizimde onlar gibi olma
yolunda sevdamız varsa; hemen başlamak için neyi, kimi ve neden bekliyoruz?
İnsanlık tarihinde Adem (a.s)’la
başlayan daha sonra Adem'in oğlu Kabil'in kardeşi olan Habil'i öldürmesiyle yapılan yanlışlık,
yanılgı, hata duygusu dünya tarihinin ve Adem oğullarının alın yazgısı oldu.
İsmini yanlışlık, yanılgı ve hata diye taktığımız bu duygunun mahiyeti: Neden?,
Niçin? Kim uğruna ve ne amaç gözetilerek bu yanlışlık işlendi, yanılgıya
düşüldü ve hatalar yapıldı? Gibi benzeri sorular sorularak öğrenilir.
Bu sorgulama Allah'ın kaderini
inkar değil, kişinin aynı yanlışlıklara düşmeme sorgusunu ve kendi kaderini,
temennilerini, yaptığını ve bundan sonra
yapmak istediğini tahkik ve
tahlil etmesidir.
Cüz-i iradenin duası, sadakası ve
tedbiri, ilahi kaza ve kaderini değiştirebileceği konusu kelam alimleri de
kabul etmişlerdir.
Yahudilerin tarihinde Adem'in
hatası Havva'nın Ademi aldatması olarak
kabul edilir. Onun için Yahudiler Havva'nın şahsında bütün kadınlara
"Adem'i ve Ademoğullarını Cennetten çıkartan hatanın anası, günahların müsebbibi kabul ederler.
-Yani birilerinin işlemiş olduğu
bir hata, binlerin ve milyonların o hatadan uzak olanlarındanda mı faturası
çıkartılıp aynı hataya ortak edilecekti?
"Ya Rabb içimizdeki
beyinsizlerin işlediği suçtan dolayı bizde helak olur muyuz?"
-Bunun adalet ve mantıki tarafı
aklı selim kişilerce düşünülüp irdelenmeyecek miydi?
-Yoksa üstü kapalı bırakılıp her
gelen hatayı işlediğinde aynı Yahudi zihniyetini taşıyarak faturasını da masum
insanlardan mı çıkaracaktır?
Yahudiler, Firavunlar döneminde milyonlarca insanın mısır piramitlerini inşa
ederken,yapmış oldukları kendi yanlış ve
yanılgılarının faturasını hep Ademe mal ettiler.
Aynı zihniyet İslam tarihinin
henüz hicri I. yüz yılında Kerbela’da Hz. Hüseyin-i şehit etmeleri, Medine de
900 Sahabe kadının namus ve ırzlarına
tecavüzünün cinayeti, Mekke’de İbni Zübeyrin idamıyla Kabe’nin yakılıp
yıkılması, Müslüman alimlerin kıyımına karşı kullanıp tam 122 tane İslam
aliminin şehit etme sorgusu yapılarak:
ü
Neden?
ü
Niçin?
Yezidi zihniyetinin anlayışı ve
Yahudi inancının uzantısı:
"Bu bizim kaderimizde vardı,
eğer kaderimizde olmasaydı böyle olur muydu?" diyecekti.
ü
Gerçekten öylemiydi?
Hicri 5. 6. yüzyılda İslam
hukukunun akıcı, yenileyici, insan problemlerini çözücü ve müşkülâtlarını
halledici özelliği içtihat kapısının kapatılmasıyla büyük bir darbe yemiştir.
Bu dönemde İslam hukukçuları mazlum halkları kendi içlerine dönük, durgun bir
hayat anlayışıyla baş başa bıraktılar. Bu süreç Osmanlı döneminde devam edince
sudan daha çok akıcı olan insanoğlunun durumu çağın gelişen hadiselerine,
keşiflerine ayak uydurmaktan, gelişen nüfusun çokluğu karşısında dağ gibi
büyüyen problemler cevap bulmaktan aciz kalınca: "Biz Müslümanız, Allah
bizi nasıl kafirlere karşı mahçup ve perişan eder" deyip kendilerini
halkların problemlerinden soyutladılar. Tam bu sırada ismi ne olduğu İslami
kaynaklarda yeri ve adı olmayan bir akım, bir inanç, bir kültür belirdi.
Bunun ismi: "Modernizm”di.
Kendini gayri Müslim Avrupa'da gösteren bu kültür ve yaşam biçimi Müslüman
halklarının soyut ve durgunluk zamanında kendini açığa çıkardı.
İslam coğrafyasında 1,5 milyar
Müslüman halkın şu görünen mazlumiyet, mağduriyet ve perişan hallerinden acaba
hiç kimsenin hatası, suçu, vebali ve sorumluluğu yok mudur? Yani Allah (cc)
Müslüman halkı modernizmin kucağına terk eden alimlerden, idarecilerden,
kendini bilenlerden ve ben de varım
diyen akıllardan hesap sormayacak mı? Böyle geldi böyle gider mantığını
taşıyanlar ya Allah'ın "Adil-i Mutlak" sıfatından şüphe ediyorlar ya
da dünyadayken yapması gerekenleri yapmadığından dolayı tek tek hesabın
sorulacağı "Hesap gününe"
inanmıyorlar.
Şunu iyi bilelim ki; Kur’an-ı
Kerim konumuzun başında Adem (as)'ın işlediği hatayı şöyle anlatır:
فَاَزَلَّهُمَا
الشَّيْطَانُ
عَنْهَا فَاَخْرَجَهُمَا
مِمَّا كَانَا
فيهِ
وَقُلْنَا
اهْبِطُوا
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ
عَدُوٌّ
وَلَكُمْ فِى
الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ
وَمَتَاعٌ
اِلى حينٍ ()
فَتَلَقّى ادَمُ
مِنْ رَبِّه
كَلِمَاتٍ
فَتَابَ عَلَيْهِ
اِنَّهُ هُوَ
التَّوَّابُ
الرَّحيمُ
“Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi
tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun
üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde
barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik”(2/ 36-37).
Adem (a.s) yanlışlığına, hatasına
kader dememiş bilakis Taberi ve İbni Esire göre:
"Adem ve Havva işledikleri
hatadan olayı, o kadar çok ağlamış ve
tövbe istiğfar etmişler ki, gökte melekler dahi onların tövbesine iştirak
etmiştir."
Kaldı ki kendi hatası için tövbe
istiğfar edip ağlayan, sonra da Allah'ın tövbesini kabul ettiği bu zevata Adem
(a.s)’a, adamın birisi kendi hatasını mal ederse bu reva mı?
-Adama sormazlar mı sen bu
inancı, zihniyeti nereden aldın?
-Sana kendi işlediğini başkasına
maletmenin yetkisini kim verdi?
-Toplumda sana bunu öğretenlerin
Allah'ın yanındaki rütbeleri nedir?
-Allah kitap ve Peygamber
göndermiş Allah'ın Kitabında olmayan bir şeyi Allah'a mal etmek iftira değil
mi?
-Yüce Allah'ın indinde,hiç kimse
bir başkasının işlediği günahın cezasını çekmez.
İşte biz kendi cürümlerimize
ağlamamız gerekirken kendimizi bir başkasının işlediği ve cezasını da çektiği
şeylerle oyalamayalım. Sahi biz kendi cürümlerimizin olup olmadığını,
hatalarımızın olabileceğini ve var olduğunu şu ana kadar ve bu
anda şu ve bu nedenlerden dolayı böyle oldu diyebilecek veya birileri
bize hatırlattığında evet doğru bu böyledir ama ben bilmiyordum bana bunun yanlış ve hatalı olduğunu şu ana kadar söylemediler,
dedirtecek inanç, anlayış bizde mevcut
mudur?
Bu anlayış yoksa, Allah bu
mücrimi bu anlayışı taşımayanlardan korusun. Allah bizlere rahmetiyle muamele
etmesini ve bizi aff-u mağfiret etmesini bir an önce irkilip nerde yanlış ve
hata yaptığımızı anlayıp yanlışlıklarımızdan, günahlarımızdan derhal dönmeyi
nasip ve müessir etsin.
UNUTMAYALIM!
Sorgusu, tetkiki yapılmayıp tehir
edilip vadeye bırakılan her yanlış ve hatanın primi faturasının kârı şeytana,
yezide, modernizme zihniyetlere katkıdır. Bu dünyadaki cezadır. Uhrevi ceza ise
tövbesi Adem (as) gibi yapılmayan her hatanın cehennem de azap olarak tekrar
iade edileceğini iyi bilelim. Bazen
ihmal ettiğimiz küçük diye takmadığımız hatalar bu anlayışla düşünülmesi
gerektiğine inanıyorum.
Her küçük eniğin bir gün it olup
bize saldırabileceğini, zalimlerin kapısında karanlıkların kalleş bekçiliğini
yapabileceğini, münevverlerimizin
aydınlatıcı nurlarına karanlık perdeler çekebileceğini ve onların önünde engel
olup onlara setten duvar olabileceğini artık aklımızı kullanarak anlamaya
çalışalım.
Modern: Yenilik.
-Modern bir İzm (İdeoloji) midir?
-Yoksa bir kültür müdür?.
Bunların tartışması yapıla
dursun, görünen o ki modernizm bütün
ayrıntılarıyla açığa çıkmıştır. Her "akli selim" kişinin modernizm
hakkında diyebileceği tek şey vardır.
Modernizm, İlahi vahyi hiçe sayıp
aklın gölgesinde insanlığın menfaatlerini gözeten bir yeniliktir.
ü
Gerçekten böyle
midir?
İlahi gerçekleri bir tarafa itip
sarhoşların, berduşların aklın gölgesinde insanlara ne kadar faydalı olacağı ve
yaklaşık bir asra yakındır, ne kadar
faydalı olduklarını zaman ve süreç ortaya koydu ki, Modernizm insanlara
vereceği en büyük ve faydalı şey insanları eğlendirmek, süslü püslü, aldatıcı
şeyler icat etmek olmuştur. Bunların karşılığında insanlığın kalp ve ruhlarını
köreltmiş kalpsiz ve ruhsuz robot ve vitrinlik eşya gibi insan pazarında
meta gibi insanların transferini yapmıştır.
ü
Öyle ya! kalp ve ruhu
inkar edenlerden ancak bu beklenirdi.
Modern İzm insanları doğadan
kopararak her şeyi suni, yapmacık
olan eşya, nesnelerle eğlendirmeye oyalamaya çalışırken insan fıtratındaki tabi
isteklere cevap veremediğini, veremeyeceğini anladı. Ne ki, doğanın en harikası
olan ormanları yıkıp apartmanları, gazinoları kurup bu sefer de yapmacık çayır
çimen ve ağaçlar diktiler. Doğal olan
ayran yerine formülü ne olduğu
belli olmayan zararı herkesçe bilinen Colalar vb.
meşrubatlar icat ettiler. Bağları, bahçeleri, bostanları yıktılar yerine suni
olan seralar ve ilaçla kimyevi bir takım maddelerle yeni yeni sebzeler,
meyveler yetiştirmeye çalıştılar. Fakat bunların hormonlu, vitaminsiz ve çok
zararlı olduğunu herkes kabul etmiş bulunmaktadır. Ve en önemlisi yeni neslin kafasını sporla, sinemayla meşgul
ederek İslam’ı ve bilimi, düşünmeyi engellediler... Modernizm insanları kendi
icat ettiği şeyleri tükettirmek için
çağdaşlık propagandasını, reklamını başlatıp kim Avrupa’nın mamullerini
kullanmıyorsa onların ürettiği eşyanın tüketicisi olmuyorsa, elbisesinin
modelini onlarınkine benzetmiyorsa, saçının şeklini onların stillerine göre
biçimlendirmiyorsa, gündelik yaşamında onların kullandığı günaydın, hello, bay
bay demiyorsa o kişileri, zümreleri çağdışı ilan edip gerici, yobaz, mürteci damgasını vurarak
onları aşağılamaya küçük düşürmeye
çalışmış ve başarmış hala da başarıları devam etmektedir. Çünkü çağdaş standart
ölçüyü siz vermeyeceksiniz bilakis siz standart ölçüye kendinizi
biçimlendireceksiniz. Kendinizi çağdaş standartlara göre biçimlendirirken biraz
inancınızdan, biraz kültürünüzden, biraz
doğallığınızdan, biraz hayatınızdan, birazda özel yaşamınızdan ödün
vereceksiniz. Hepsi o kadar. !!!
ü
Öyle ya! Bu kadar
şeylerden modern çağdaşlık adına çok şey olmasa gerek.
Ey Ademoğulları, şunu iyi bilelim
ki, oturuşundan kalkışına, giyinişinden yürüyüşüne, konuşmasından yüz
mimiklerine ayakkabısından saç modeline
varıncaya kadar kişinin hangi kültürün temsilcisi olduğunu, hangi kültürü
taklit ettiğini ortaya çıkaran birer ip uçlarıdır. İşte modernizm insanların farkına varamadığı varıp
da aldırmadığı en ince ve ücra yerlerde bizim insanımızı kendi kültürlerinin
birer tüketicisi, temsilcisi haline getirmiştir.
-Öyle ya! biz bunu yapmakla şunu
yapmakla ne olacak zannetmiştik. Meğer birileri boynumuza yular takıp
kendilerine maniple (adapte) etmiş de bizim haberimiz yokmuş....
-Şimdi Adem (a.s) yanlışlığının,
hatasının niçin sorgulanması gerektiğini daha iyi anlaşıldığına inanıyorum.
-Bu anlayışla kaybettiğimiz
şeyleri kendi yüreğimizle, inancımızla arayıp bulmamız lazım. Ne olduğumuzu,
niçin varolduğumuzu, varlığımızın amacının ne olduğunu vakit kaybetmeden
sorgusunu yapıp varolduğumuz yerde, elimizdeki imkanlarla hemen başlamamız
gerektiğinin kanaatindeyim.
Adem (as)’ı bir nedametle bir
davanın ve kavganın bizim varlığımızla kıvılcımını tutuşturabileceğimize inanıp
sadece Allah'a güvenerek ve onun rızasını kazanmanın yollarını, yöntemini armaya başlayalım. Bu başlamanın saati ise şafak
vaktidir. Eğer siz daha hala şafak vaktinde, ayaklarınızı uzatarak yatıyorsanız
ve Allah'tan da yardım istiyorsanız, siz peşin olarak kaybetmeye rıza
göstermişsiniz demektir.
Hava kararmaya, göklerde bulutlar
oluşmaya başladığı zaman, hele bir de şimşekler çakmaya dursun: O zaman semanın
ağlamaya hazırlandığını hissederiz. Görürüz ki! Aşkın şevkiyle oluşan bulutlar
semayla vuslat olduğunda; bulutlar vuslatın
muhabbetiyle, kavuşmanın yıllar süren hasretiyle ağlamaya dururlar.
Gökler ağlamaya başladığında, deriz ki: "Yağmur yağacak." Zannederiz
ki, yağmur yağıyor.
Peki siz hiç kimseden; Yağmurun,
ağlayan sema ile bulutların İlahi aşk sonucunda, artı ve eksinin, Allah için seven
ve sevgilinin, aşık ile maşukun
birleşmesiyle oluştuğunu duydunuz
mu?
Bulutlar göğe yüklenmeye dursun;
kimileri hava karardı diye sitem eder,kimileri de yağmurun vereceği rahmeti
bekler. Zannederiz ki, hava karardığında kıyametin kıvılcımlarını yansıtıyor.
Deriz ki, acaba kıyamet mi kopacak?
Çünkü gözlerimiz hep
aydınlığa,göklerin masmavi rengine, güneşin loş ışıklarına aşina olmuştur. Onun
için hep korkmuş, kaçmışızdır; karanlıklardan, ürpertici cümlelerden, ölümü
hatırlat an ağıtlardan, ahireti anımsatan
kabristanlardan, haksızlık yaptıklarımızın hakkının sorulacağı mizandan...
Kalbimizi karartan günahlardan,
ruhumuzu bunaltan makinelerin cicili bicili eğlencelerinden, kafamızı
karıştıran dünyevi endişelerden,
akidemizi zedeleyen faydasız bilgiden, insanların kalplerini kıran kaba sapa
sözlerden...
-Acaba kaçmayı hiç
denedik mi?
-Veya asıl korkulması ve
sakınılması gerekenlerin bunlar olması lazım değil midir?
Semanın ağlaması; Nebi (a.s)'ın
lisanıyla "yağmur rahmettir" işlediği günahlardan dolayı karanlıktan
korkanlar için; her ne kadar, kıyametin kıvılcımı ise de, bu böyledir.
Toprağın derinliklerinde kendini
ispat etmek için, dal budak salıp yapraklanmak, bir gül olup koklanmak, bir
karanfil olup seyredilmek için; kiraz, elma, fıstık olup yenmek için
bekleyenlerin insanoğlu ile vuslatı, rahmeti, kainatın bereketidir
yağmur.
Hava karardığı, şimşekler
çaktığı, kaba sapa insanların korkmaya başladığı zaman... Vuslatın hasretini,
rahmetin bereketini beklediğinde yağarmış yağmur. Her zaman yağmazmış. İstediği
anda inmez. Beklendiği dilimde gelmez.
Çünkü o da insanoğlu gibi yüce varlığın bir sırrıdır. Onun için sizde
istediğiniz zaman ağlayamazsınız. Ağlamak isteseniz dahi gözyaşı akıtamazsınız.
Sebepler birleşir zemin oluşur.
İşte beklenen an gelir. Yağmur yağar, insan
ağlar. Yağan yağmurdan sonra gök
eski rengine dönüşür. Sular durulmaya başlar. Güneş loş ışınlarını saçmaya,
karanlıkları aydınlatmaya, korkular sükuna ermeye başlar. Kirlenmiş sokaklar, caddeler, kaldırımlar
yağmur sularıyla temizlenir. İnsanoğlunun da
yağmurla aynı kaderi, göklerle
aynı yazgıyı paylaştığını kabul edip; Nebi (a.s)'ın şu vecizelerine kulak
kabartırsanız bana hak vereceğinize inanıyorum:
Bu bağlamda ağlamak mukaddestir.
Mukaddes olan her şey indi İlahi de rahmettir.
O zaman insan için de ağlamak rahmettir. Kalpleri, ruhları, fikirleri ve inancı
aslîyesini yitirmiş akidelerin; gözler görmekten, kulakları işitmekten,
ayakları yürümekten, elleri tutmaktan günahlara bulaşmışlar için Nebi (a.s) işaret ettiği üç sudan biriyle
mutlaka temizlenmesi gerekiyor. bunların içinde; Nebi (as)'ın en çok tercih
ettiğidir ağlamak.
Çünkü ağlamak; ruha sürür, kalbe
huşu, göze fer, dize derman verir. Ağlamak Davud'un musikisinin ahengi, Yakup
(a.s)'ın Yusuf’a hasreti, Hz. Muhammed(a.s)'ın bütün beşeriyete gösterdiği,
Allah'ın verdiği nimetlere karşı şükretmenin ifasıdır.
Ağlamak; sindirilmiş ruhun
enerjisi, kalp gözünün önündeki lekelerin silgisi, ferasetli görmeyi ve bakmayı
engelleyen kirlerin temizliği, doğru ve dengeli davranmanın, yürümenin
temennisidir. Elindeki imkanları yaratandan ötürü yaratılmışlara gül olarak
takdim etmek, sana reva görülen her şeye; yaratana şükretmenin karşılığı olarak, yaratılmışlara teşekkür fışkırtmak...
İnsanların, akide, düşünce ve fikirlerini
ve dejenere eden her türlü bozuk düzenlere, kültürlere, fikir ve düzenbazlara
karşı panzehir olmaktır.
Yüce yaratana baş eğmenin, başı
bozuklara baş kaldırmanın; içimizdeki cambazlara, düzenbazlara, liyakatsiz
idarecilere, dini kişisel çıkarlarına alet eden, ihtiras kurbanı olan
hilekârlara karşı biriken hıncın ve sancının bir sembolüdür ağlamak.
Ağlamak vardır; sırf ağlayanlar
olduğundan onlara iştirak edip onlardan
görünmek ve onların acısını beraberce paylaşmak için; yoldaş olunduğu gibi gözdaş olmak... Acıysa
beraber, sevinç ise yine beraber
anlayışıyla "anca beraber, kanca beraber" ritmiyle evrenin zikir
orkestrasının korusunda hazır bulunmaktır.
Ağlamak: Yitiklerini kaybetmiş
mazlumların ahını temaşe eylediğinde,
anasını yitirmiş ağlayan, civcivleşen, feryat eden sümüklü yavruların gözyaşına
gözlemci olunduğunda... Zalimlerin, tiranların, vampirlerin zulmüne maruz
kalmış, mustazafların durumlarını işittiğinde; mağdurluklarına acıyarak, onları mağdur
edenlere kinle nefretle tepkisini ortaya koyarak, dertlerine ortak
olduğunun ispatı olarak veya Nebi (as)'ın
lisanıyla: "Ağlamıyorsanız
ağlar gibi olunuz (yapınız)," hüznüyle içlenmektir.
Ağlamak vardır: Sana verilmiş
ama sen
verememişsin, lütfedilmiş ama sen karşılığını ödememişsin, seni yoktan var etmiş ama
kıymetini bilememişsin, ikram etmiş ama sen şükredememişsin. Hem şükretmeye
dursan dahi ücreti ödenmeyecek kadar çokluğun karşısında mahcubiyetini ifade
ederek, boyun eğerek, aczi yetini acizlikten münezzeh olan Zat-ı Zül Celale takdim
etmektir, ağlamak. Sonra; bana bu kadar şeyleri ancak beni çok seven verebilir.
Peki, ben ne kadar onu sevebiliyorum.
Nebi (as)'ın lisanıyla:
¡é¨£ÜÛa
4ì¢ £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ ñ ¤í ¢ç ó©2 ªa
¤å Ç g
ë
Ú b j m b 䢣2 ¢4¡¤ä í
4b Ó á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
ó £Ü
ó Ô¤j í
åî©y b î¤ã¢£Ûa ¡õb à £Ûa ó Û¡«a
§ò ܤî Û £3¢× ó Ûb È m
¢é Û
kî©v n¤b Ï ó©ãì¢Ç¤ í ¤å ß ¢4ì¢Ô í ¢¡¨üa ¡3¤î £ÜÛa
¢s¢Ü¢q
P¢é Û
¡1¤Ë ªb Ï ó©ã¢¡1¤Ì n¤ í ¤å ß
¢é î¡À¤Ç¢ªb Ï ó©ä¢Û ªb¤ í ¤å ß
Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den Resûlullâh
salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
“Gecenin (üçte ikisi geçip de) son sülüsü kaldığında Rabbimiz Tebâreke
ve Teâlâ (keyfiyyeti bizce meçhul bir halde) her gece dünyânın semâsına inerek
buyurur ki: Hani bana kim duâ eder ki, onun duâsına icâbet edeyim! Benden kim
hâcet ister ki, dileğini vereyim! Benden kim mağfiret diler ki, onu mağfiret
edeyim!”
(Sahih-i Buhar-i)
Allah her gece, dünyanın semasına
inerek, bize misafir oluyor. O’nu
nasıl karşılayayım
telaşıyla, aşkıyla, şafak vaktinde
O’nunla,baş başa, teke tek, Allah insan, insan Allah birlikteliğinde edebin,
terbiyenin, misafirperverliğin ve cömertliğin
şevkiyle O’ndan utanarak; O’na
karşı ne kadar mahcup olduğunu sergileyerek, gözünden akan yaşları avucuna doldurarak, damlalarını lisan
edinerek O’na takdim etmek, "hoş geldin" deyip ikram etmekdir ağlamak... Çünkü sevgiliye
takdim edilecek en büyük ikram gözyaşıdır. Bunu gerçek sevgiyi yaşayanlar çok
iyi bilirler.
Ya Rabb-i! Faydasız bilgiden,
senden korkmayan kalpten ve senin için ağlamayan gözden sana sığınırım.
Ya Rabb-i! Kızarmayan yüzden,
sızlamayan özden ve ağlamayan gözden
sana sığınırım.
Ağlamak şükretmenin, ikram
etmenin, bedel ödemenin, sevdiğini sevgiliye ispat etmenin bir gereğidir.
Ağlamak, duygu, düşünce,
eylemlerinde ve isteklerinde samimi olmanın bir lisanı halidir.
Ağlamak, içte biriken merhametin
dışa yansıyan bir portresidir.
1-İlahi mahkeme.
2-Halk mahkemesi.
3-Vicdan mahkemesi.
İlahi mahkeme inanca dayalıdır.
Herkes inanmak zorunda değildir. Çünkü İlahi mahkemenin daha zamanı
gelmemiştir.
Halk mahkemesi
görgüye, örf ve geleneklere
dayalıdır. İnkar ve itiraz edilse dahi, herkes varlığını kabullenmek
zorundadır.
Vicdan mahkemesi ise düşünce
ve tefekküre dayalıdır. Herkes aynı oranda, aynı şekilde,
düşünmeyebilir. Fakat herkes mutlaka az da olsa düşünüyordur.
İlahi mahkemenin sonucu cehennem
azabı veya cennet mükafatıdır. Yani İlahi adaletin tecellisidir.
Halk mahkemesinin sonucu hapis,
zindan veya siyasal, sosyal özgürlüktür.
Vicdan mahkemesinin sonucu ise
özgür düşünce, evrensel ilham alınması veyahut vicdansızlık yaparak içten
içe kemirilip acı ve ızdırap çekmektir.
İlahi mahkemeden bir ömür
kaçabilme şansı imkanı vardır. Fakat
ömür bitip, ölündükten sonra kurulacak olan ilahi mahkemede herkes
"zerre kadar hayrın ve zerre kadar şerrin karşılığını görecektir."
(Bu bir İman meselesidir.)
Halk mahkemesinde devletlerin,
hükümetlerin çizdiği coğrafi
sınırlardır.Bu sınırlar bittiğide artık onların yetkisi de, hükmü de
bitmiş olur.
Vicdan mahkemesinden ise, kimse
kaçamaz. Çünkü vicdandan kaçmak,
kendinden kaçmaktır. Bunun
da mümkün olmayacağını herkes kabul eder. Sadece
vicdan bastırılır. Yani düşünceye set
çekilir, zevkle, şarapla ki bunlarda kalıcı değildir.
İlahi mahkemenin suç unsurları,
küfür, münafıklık, şirk ve büyük günahlardır. Yani Kur'an-i yasaların ve
değerlerin dışına çıkıp İlahi yasa ve emirleri hiçe saymaktır:
تَظُنُّ
اَنْ
يُفْعَلَ
بِهَا
فَاقِرَةٌ
“Yoksa insanlar kendilerinin başı
boş yaratıldığını mı sanıyorlar?” (İnsan,25) İlahi emir ve
görevlere karşı sorumsuz, lakayt, gafil, tembel ve uyuşuk ve inkarcı olmaktır.
Halk mahkemesinin suç unsurları,
ahlak, görgü ve terbiye kurallarına riayetsizliktir. Tabi bu her inanç ve ideolojiye göre değişir. Mesela, her yasa ve
koruyucularının ahlaki, görgü ve
terbiye kuralı ve bunların kriterleri farklıdır.
Vicdan mahkemesinin suç unsurları
ise, düşüncesizliktir. Yapılan ve yapılacak işleri, eylemleri düşünmeden
yapmaktır. Bunun sonucunda vicdan kişi üzerinde endişe, ızdırap, şaşkınlık
oluşturarak hayatını bütün varlıklara
rağmen zehir eder. Tabi bu da inançların değer yargısına göre değişir.
İlahi mahkemenin kriteri: İlahi
hakk "Hukukullah" ve insan
haklarıdır. Yani Allah'ın Rabb-ani hakk ve hukukuna, çevresindeki canlı
ve cansız tüm varlıklara karşı görevinin ifası ve onların hakkına riayettir.
Halk mahkemesinin
kriteri: Hangi dinde ve ideoloji
de olursa olsun bütün insanların din, akıl,
can, mal, ve nesil emniyetini
korumak ve başkaları için kutsal olan değerlerin saygı ve hoşgörüyle
karşılanması... Bu kutsal değerleri rencide edecek ve gelecek zararı telafi
etmektir.
Vicdan mahkemesinin kriteri:
İnsanların sağlıklı ve evrensel düşüncelerini perdeleyen şeylerden sakınmak,
kendi zevk-i sefası için başkalarının sağlıklı düşünmelerine engel olmamak için
gayret sarf etmektir.
İlahi mahkemenin temel dayanağı
vahiy ve fıtrattır.
Halk mahkemesinin temel dayanağı
insan ve çevredir.
Vicdan mahkemesinin temel
dayanağı düşünce ve fikirdir.
İlahi mahkemesinin merci-i,
Allah'tır.
Halk mahkemesinin merci-i, Kadı,
Hakimdir.
Vicdan mahkemesinin merci-i, kalp
ve iradedir.
İlahi mahkemenin gücü, yetkisi
evren ve dünyadaki hadiseler üzerinedir.
Halk mahkemesinin gücü, yetkisi
toplumsal ve sosyal hadiseler üzerinedir.
Vicdan mahkemesinin gücü, yetkisi
insanın fikir ve davranışları üzerinedir.
İlahi mahkeme
sayesinde insan, hak ve hukukuna erişir.
Halk mahkemesi
sayesinde insan, hak ve hukuku
tespit eder.
Vicdan mahkemesi
sayesinde insan, iyilik ile
kötülüğü vasfeder.
İlahi mahkeme insanı,
inançsızlıktan kurtarıp ona, ebedi saadeti vaat eder.
Halk mahkemesi insanı, anarşi
ve terörden kurtarıp ona sosyal hayatta
felahı vaat eder.
Vicdan mahkemesi insanı,
huzursuzluktan, boş endişelerden ve çelişkilerden kurtarıp ona,
saadet ve mutluluk vaat eder.
İlahi mahkeme insanı, şirk ve
küfürden korur.
Halk mahkemesi insanı, haram ve
günahlardan korur.
Vicdan mahkemesi insanı, hata ve
yanlışlıklardan korur.
İlahi mahkemede suçsuzun
mükafatı, cennettir.
Halk mahkemesinin suçsuzu,
özgürdür.
Vicdan mahkemesinin suçsuzu,
huzurdur.
İlahi mahkemede amel defteri
kirli olan cennete giremez.
Halk mahkemesinde sicil dosyası kırmızı
olan resmi kurumlara giremez.
Vicdan mahkemesinde kara leke
(günah) alan ilham alamaz.
İlahi mahkemeye hazırlık iman ve
amel-i Salih'le mümkündür.
Halk mahkemesine hazırlık,
muhasebe ve muhakeme ile mümkündür.
Vicdan mahkemesine hazırlık,
şafak vaktinde tefekkürle mümkündür.
İlahi mahkemenin yeri, mahşerdir!
Halk mahkemesinin yeri, ....... dir!
Vicdan mahkemesinin yeri,
yürektir.
UNUTMAYIN!
İnsanın hayattaki
tek güç kaynağı
yürektir. Yüreğin işlev vakti şafaktır. Şafağın tenha tefekkürü,
varlığınıza ve varlıklara karşı nasıl davranmanızı size ilham eder.
UNUTMAYIN!
İnsanın tek sermayesi, ahlaktır.
Ahlakı olmayanın sermayesi, mal, mülk ve
paradır. Bunlar insan için varis
kalmış, tekrar alınacaktır. Başkalarına ait şeylerle gururlanmayın, sevinmeyin,
çünkü sevinirseniz, sevinciniz
gırtlağınızda kalır. İftiharınız ahlakınız, terbiyeniz olsun. Sizi
ahlaki değerlerinize itecek, sevk edecek ve sebep olacak olan İlahi, sosyal ve vicdani öğelere sahiplik etmekten ve bu
değerleri korumaktan hiçbir şey ve kimse alıkoymasın.
Evreni oluşturan sebepler
zincirli, ard ardadır. Birini birinden koparır veya bir halkayı ihmal
ederseniz, artık ipin ucunu koparmış olursunuz. İpin ucunu koparanlar, tekrar
düğümleri bağlamada geç kalabilirler.
UNUTMAYALIM!
İnsandan aileye, aileden topluma,
toplumdan dünyaya, dünyadan evrene bağlanan sebepler zincirinin halkası,
insanın yüreğinde saklıdır. Eğer ipin ucunu kaybetmiş veya kaybetmek
istemiyorsak, şafak vaktinde onu aramalıyız. Umulur ki, Allah kendi lütfü kereminde
biz aciz kullarına, "Urvetul vuska" ipini layık görüp, o ipten
ayırmasın amin..
İnsanoğlunun başarılı ve
başarısız olmasını sağlayan bir takım faktörler vardır. Bunları şöyle sıralamak
mümkündür:
Başarısızlığın faktörleri
a) Psikolojik stres ve baskılar
b) Çevreden kaynaklanan
zorunluluklar
Başarılı olmanın faktörleri
a) İnanmak (inanç)
b) Güvenmek (güvenç)
c) Çalışmak (gayret)
a) Psikolojik Stres ve
Baskılar
Psikolojik baskıların temelinde
şeytan vardır. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle ifade eder:
a¦ë¢¢Ë ü¡a ¢æb À¤î, £'Ûa
¢á¢ç¢¡È í b ß ë 6¤á¡èä à¢í ë
¤á¢ç¢¡È í
“(Şeytan) onlara söz verir ve onları
ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey
değildir”(4/120).
Yine:
¡¡£ (
¤å¡ß =¡b £äÛa ¡é¨Û¡a =¡b £äÛa ¡Ù¡Ü ß =¡b £äÛa ¡£l ¡2
¢ì¢Ç a ¤3¢Ó
=¡b £ä ¤Ûa
a ì¤ ì¤Ûa
“De ki:
Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların Melikine (mutlak sahip ve
hakimine), İnsanların İlâhına.Sinsice, kalplere vesvese ve
şüphe düşürüp duran vesvesecinin şerrinden." (114/1-4)
İmamı Gazali İhya isimli
eserinde; şeytanın insanı aldattığı bir çok taktiklerden biride şudur:
"İnsan ne zaman güzel ve
faydalı bir şey yapmak isterse; onu o güzel şeyden alıkoymak için küçük ve
basit olan işlerle oyalamaya çalışarak;
şöyle der: `Gel bu işi (iyiliği) yapma, bunun yerine şunu veya bunu yap'
Bununla şeytan, insanı büyük bir işten ve sevaptan alıkoyarak, küçük bir şeyle
teselli etmeye, oyalamaya çalışır."
Kur'an-ı Kerim, insana vesvese
verenin birinci derecede şeytanın olacağını
söylemekle beraber; bunun aynısını cinlerin ve şeytan dostları
insanların da söyleyebileceğini müteaddit ayetlerde bize haber vermektedir.
¥áî©Ü Ç ¥Éî©à ¢é £ã¡a
6¡é¨£ÜÛb¡2 ¤¡È n¤b Ï ¥Î¤ ã ¡æb À¤î, £'Ûa
å¡ß Ù £ä Ë ¤ä í b £ß¡a ë
“Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen
Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.” (7/200)
Yukarıdaki ayetlerden anlaşılıyor
ki; insana psikolojik baskı veren varlıkların yapabilecekleri en büyük şey
kuruntudur. Kuruntunun bir başka ismi ise şüpheciliktir.
Şüphecilik, tarihte septizmle bir
izm haline gelmiştir. Yani bir ekol olmuştur.
Septikler;her yerde mutlak
meriyete (makbul ve mutebere) haiz bilginin imkanından şüphe içindedir.
Küçük vesveselerle başlayan
kuruntular, büyüdükçe insan üzerinde etkileyici güce erişirler. Yani kişi bir
şey yapmaya niyetlendiğinde veya işte çalıştığında hemen bu kuruntu ve bu
kuruntucular devreye girer ve şöyle derler:
-"Sen bu işi
yapamazsın."
Veya:
-"Yapacak başka bir işin yok
mu?" Bir başka ifadeyle,
-"Senin niyetlendiğin bu işi senden önce kimse
yapmadı. O zaman sen de yapamazsın."
-"Boş ver senden başka kimse
yok mu? Bu işi yapacak tek sen mi kaldın?
Bu tür benzeri havadan sudan
bahanelerle ve bir çok olumsuzluklar göstererek muhataplarını engellemeye ve
muhataplarına kuruntularla egemen olmaya çalışırlar. Eğer bu esnada kişi,
iradesi zayıf ve yapacağı iş hususunda kuruntulara, şüphelere pay verirse
yenilecek başarılı yoldan ayrılıp; geride kalan ve dökülenlerden olacaktır.
Geri kalmanın ve başarısız
olmanın diğer bir faktörü de; araç ve amaç, sebep ve sonuç bağlantısı, ideal ve
başı boşluk ilişkisi kurmayarak; yapacağı işin tetkik ve tahlilini yapmayarak,
sırf o esnadaki stresini gidermek ve üzerindeki psikolojik baskıdan kurtulmak
için iş yapmak veya bir şeyler yapıyor görünmektir.
Bu şekilde yapılan iş esnasındaki
direnç, hınç ancak stres ve
üstündeki psikolojik baskı
geçinceye devam eder. Sonra bir başka işi yapmaya çalışır. Ondan da vazgeçer,
bir başkasına yönelir. Derken kendi kendini, uğraştırıcı şeylerle oyalar.
Bundan da bir sonucun ve başarının elde
edilmesi mümkün değildir.
Mümkünü olmayan şeylerle uğraşan
insanlar ancak ellerindeki imkanları, nimetleri heba ederler. Netice de yine
başarısızlık çukuruna yuvarlanmış olurlar. Bu ticaretle uğraşan kişi için
geçerli olduğu gibi, okul derslerine çalışan öğrenci ve işyerinde çalışan bir
işçi için de geçerlidir.
-Hele bir de vakit geçirmek için
oyun ve eğlencelerle kendilerini oyalayanlar yok mu?
-Yine sırf sıkıntı ve stres
atmak için, İslam-ı gereklilikleri,
ibadetleri ve yüce bir davanın kutsiyeti
karşısında hiçbir çaba ve gayret göstermeden; fikir ve düşünce
üretmeden ders halkalarına
iştirak edip uyuklayarak, bir şeyler yaptığının zehabına kapılanların
durumu ve sonu daha da vahimdir.
Ne ki, şu an da bu vahamet
karanlığının çukurunda hepimiz kıvranıyoruz.
UNUTMAYALIM Kİ!
Ne kaderin kucağı ne de şeytanın
ağı vardır. İnsan hür iradesiyle; istemediği müddetçe ne kaderin ağı onu
yakalar, ne de şeytanın kucağına düşer. Kader
gözlemler, şeytan ve dostları ise kuruntuyla aldatırlar.
b)Çevreden Kaynaklanan
Zorunluklar
Çevre, başkaları tarafından
oluşturulmuş olan ve o çevrede yaşayan herkesin uyma zorunluluğunu hissettiği
bir toplumun adet, gelenek ve göreneklerdendir. Başka bir ifade ile bir
toplumun kendisi ve çocukları için
kabullendiği kanun ve nizamdır.
Kur’an-ı Kerim çevreyi adet
(ibadet) edinenleri şöyle tarif eder:
وَاِذَا
قيلَ لَهُمُ
اتَّبِعُوا
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ
قَالُوا بَلْ
نَتَّبِعُ
مَا
اَلْفَيْنَا
عَلَيْهِ
ابَاءَنَا
اَوَلَوْ
كَانَ ابَاؤُهُمْ
لَايَعْقِلُونَ
شَيًْا وَلَا
يَهْتَدُونَ
“Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine
uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz
yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış
idiyseler?”(2/170)
Bu ayeti Kerimede geçmiş ataların
çevrenin, adet ve geleneklerin, Allah’ın indirdiği emir ve hükümlerinin zıddı
olmasının lazım olduğunu öğreniyoruz.
Yine Kuranın ifadesiyle:
وَاِذْ
زَيَّنَ
لَهُمُ
الشَّيْطَانُ
اَعْمَالَهُمْ
وَقَالَ لَا
غَالِبَ
لَكُمُ الْيَوْمَ
مِنَ
النَّاسِ
وَاِنّى
جَارٌ لَكُمْ
فَلَمَّا
تَرَاءَتِ
الْفِئَتَانِ
نَكَصَ عَلى
عَقِبَيْهِ
وَقَالَ
اِنّى بَرىءٌ
مِنْكُمْ
اِنّى اَرى
مَا لَا
تَرَوْنَ
اِنّى
اَخَافُ
اللّهَ
وَاللّهُ
شَديدُ
الْعِقَابِ
“Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi
de: Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin
yardımcınızım, dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: Ben
sizden uzağım, ben sizin göremediklerinizi (melekleri) görüyorum, ben Allah'tan
korkuyorum; Allah'ın azabı şiddetlidir, dedi.” (8/48).
Çevrenin tanımında ve Kuranın
anlatımındaki çevre içinde yaşayan kişiler, toplumsal, geleneksel çevrenin
çemberiyle şablonlaşmış bir hale, konuma
dönecektir. Artık kişinin böylesi şablonlu
bir çevrede yapacağı
bir şey kalmıyor. Yapabileceği en
büyük şey; var olana uymak ve devam ettirmektir. Ayrıca kişinin kendi
yaptıklarıyla övünmek değil, geçmişteki ecdadın başarılarıyla iftihar etmek,
meydanlarda göğüs kabartarak edebiyat yapmak, laf ebeliği etmek olacaktır. Çağ
değişecek, toplum bozulacak, zaman
muasır medeni seviyeye gelecek
ama kişilerin zihniyeti ve toplumun yanlış değer yargıları, çevre kültüründen kaynaklanan nizam ve
hükümleri hep aynı olacak ve yerinde
sayacaktır. Ve sonra da çevre değil de, yeni gelişen, yetişen insanlık
çevrenin değer yargısıyla ayıplayıp:
ü
Niçin şunu
yapmıyorsunuz?
ü
Niçin bunu
yapmıyorsunuz?
ü
Niçin böylesiniz?
Diyerek, yargılamaya ve
aşağılamaya çalışılacaktır. Çevrecilerin yadırgamalarıyla muhatap olan kişiler,
yenilik, icat ve keşif yapma imkan ve ihtimal bulamayacakları gibi; gerçek
ve hakikatlere de yine çevrenin gözlüğüyle bakmaya çalışacaklardır. Böylece
gerçek ve hakikatlerin o toplumdaki fertlerle mesafesi hayli uzak olacaktır.
Kim bilir! Çevreyi değer, yargı
haline getiren toplumun fertleri için bir şeyi başarmak ve hakikate ulaşmak
insanı nice nice belalarla karşı karşıya getirecek ve gerçekten başarılı olmak
ne kadar da zor olacaktır.
Kur’an-ı Kerim, toplum ve
çevrenin durumunu şöyle ifade eder:
a뢡£î Ì¢í ó¨£n y §â¤ì Ó
ó¨Ü Ç b è à Ȥã a ¦ò à¤È¡ã a¦¡£î Ì¢ß
¢Ù í ¤á Û é¨£ÜÛa £æ b¡2 Ù¡Û¨
=¥áî©Ü Ç ¥Éî©à 騣ÜÛa
£æ a ë =¤á¡è¡¢1¤ã b¡2 b ß
“Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel
ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti
değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir” (8/53).
Bu ayeti Kerimede, çevrenin ve insan
içinde bulunduğu ahlaki, nefsi ve şahsi değişimine Allah müdahale
etmeyecektir. Kelam ilminde de aynı şekilde tarif edilir ki; ancak çevrenin
içindeki kişilerin, kendilerini ve çevrelerini değiştirebileceğini anlıyoruz.
Ayeti kerimede bunu güzel bir şekilde ifade ediyor. Bu şu manaya da hamledilir:
-"Bana arkadaş çevreni
söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim."
Bu vecize, insan üzerindeki
başarılı ve başarısızlığın çevre ve beraber yaşadığı arkadaşlarıyla olan bağlantısını gösteriyor.
-"Üzüm, üzüme bakarak
kararır."
Bu deyim de gösteriyor ki;
kişinin kararmış cahili bir toplumda hep
kara ile boyanması söz konusudur. Kişi
kara ile boyanmak zorunda bırakılacaktır.
İşte bu zorunluluk hem psikolojik, hem de
sosyolojiktir. Sosyolojik olan etkenler insan
üzerinde psikolojik baskılara dönüştüğünde, kişi üzerinde stres ve bunalım meydana gelir. Takdir
edersiniz ki, yaşamı stres ve bunalımla
geçen bir bireyden, ne düşünecek vakit, ne de fikir üretmek için sebep oluşur. Sebeplerin oluşmadığı bir
ortamda meydana gelen vakıalara, mucize denilir ki; bunun da meydana gelmesi,
genel değil, istisnai hallerde olur.
Ne ki, sorunlar soru doğurduğu
gibi, sebepler de mucit oluşturur. Onun için kişilerin sorduğu sorular
çok önemlidir.
Eğer sorulan sorular; çevrenin
gidişatından memnun ve razı görünümünde ise ve çağa, ilerlemelere hep geriden bakma taraftarı
niteliğinde ise; zulme razı olup, ezilmeye, sürülmeye, dövülmeye, gerici ve
yobaz denilmeye de razı olmuş demektir.
Tabi-i olarak, bu mananın içinde yaşayan
kişiler, başarısızlığı başarı olarak görmeye başlayacaklardır.
Bunun için değil midir ki! İslam
topraklarında ümmetin sümüklü çocuklarını; içinde bulundukları mustazaflıktan
kurtaracak, çevrenin şablonlu çemberinden, sosyo-psikolojik baskılardan ve
cahilliye karanlığından aydınlatacak biri ve birileri çıkmıyor. Veyahut
toplumun mevcut çevre şartları bunu meydana getirmeye ve oluşturmaya
elverişli olmuyor ve değildir.
Ayeti kerimede:
وَاِذَا
قيلَ لَهُمُ
اتَّبِعُوا
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ
قَالُوا بَلْ
نَتَّبِعُ
مَا اَلْفَيْنَا
عَلَيْهِ
ابَاءَنَا
اَوَلَوْ كَانَ
ابَاؤُهُمْ
لَايَعْقِلُونَ
شَيًْا وَلَا
يَهْتَدُونَ
“Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine
uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz
yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış
idiyseler?”(2/170)
İlkesi çevrecilerin değer
yargısıdır. Çevrenin öngördüğü şeylerin dışında, başarılı olma adına bir şey yapmaya çalışan kişileri
dışlayan çevre şöyle der:
-Zaman sana uymuyorsa, sen zamana
uy. Bir başka deyimle;
-"Çevre sana uymuyorsa, sen
çevreye uy".
Etrafında bu tür sözlerle,
tepkilerle karşı karşıya gelen birey ya teslim olacak, yada bütün zorlukları
göğüsleyip, ateşte koru elle tutmaya çalışacaktır. Takdir edilir ki; kordan
ateş avuçlamak her yiğidin karı değildir.
-Yiğitlik ve başarı, bisküviyle
çay içmeye ve çiğnemeden yoğurt yemeye benzemez.
-İşte,başarısızlığın temelinde
yatan faktörleri ve önündeki engelleri, gücümüz nispetinde izah etmeye
çalıştık.
,
a) - İnanmak (İnanç)
İnancın zıddı korkudur. İnanç
Allah eksenli, korku ise Şeytan endekslidir. Bu olay Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
¤æ¡a ¡æì¢Ïb ë
¤á¢çì¢Ïb m 5 Ï :¢ê õ¬b î¡Û¤ë a
¢Ò¡£ì ¢í ¢æb À¤î, £'Ûa ¢á¢Ø¡Û¨ b à £ã¡a
åî©ä¡ß¤ªì¢ß ¤á¢n¤ä¢×
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını
korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden
korkun”(3/175).
Bilindiği üzere "iman"
e-m-n, kökünden türeyen Arapça bir kelimedir. Kelimenin ihtiva ettiği mananın
aslı, “emniyet ve güvenlik”tir.
İman, İslam hukukunda ise
kişinin, Peygamberlerin Allah'tan getirdikleri şeyleri kalbiyle, tasdik edip
diliyle Müslümanların “Devlet reisine” bağlılığını ifade ederek “din, akıl, can, mal ve nesil”
emniyetini güvence altına alıp emin olmasıdır.
Kelam alimleri iman konusunda:
"Kişinin kendi bilgi ve
becerisiyle artı hür iradesiyle inanması en makbulüdür" diye ittifak
etmişlerdir.
İman ile korku beraber olmayacağı
gibi, iman ile şüphe de birlikte olamaz. Kişi hem korkuyor hem de iman ettiğini
söylüyorsa, bununla ancak kendi kendini aldatır. Asıl iman, hiçbir korku ve
şüpheyi sinede barındırmamaktır. Hakiki
iman lisanla değil ancak şu ilkeyi yaşamakla mümkün olabilir:
"Bütün korkulacak şeylerin
kendisinden korktuğu, ancak Allah’tan korkulur."
Yine: "Bütün kuvvet ve
güçlerin kendi güç ve kuvvetine muhtaç oldukları, Allah'tır. Emniyetin inanca
dayalı ve onun da Allah eksenli olabilmesi ancak bu şekilde mümkündür."
Şu da iyi bilinmeli ki, dünya
işlerinde başarının sırrı eğer cesaretse, bunun kaynağının “inanç” olduğunu
kabullenmek gerekir. Bunun içindir ki, yapılacak ne tür iş olursa olsun;
mutlaka temelinde var olan etkenlerin korkusu bir tarafa itilmelidir. Tabi-i ki bunun en güzeli, o
korkuları Allah’ın korkusuyla telafi etmektir. Fakat görüyoruz ki, Allah’a
inanmayan insanlar da yaptıkları ve yapacakları işlerde başarılı olmuşlar ve
oluyorlar. Bunun sebebi nedir? Diye
sorulursa; verilecek tek bir cevap vardır. O da:
"Onların mutlaka yaptığı o
işte inandığı, emin olduğu bir güç vardır. Ama bu güç hayır mı, şer mi orası
ahirette mahkemeyi-kübra da belli olacaktır."
Neticede yapılacak ve yapmaya
niyetlendiğimiz bir işi başarmak istiyorsak, temelinde mutlaka inancın olması
gerekiyor. Kişi başkalarının sözlerine kanar ve kendini kaptırırsa, bir başkası
başka şey söyler bu seferde ona göre kendine yön verir. Sonra bir başkası
değişik şeyler. Derken her söylenene göre kendine yön vermeye çalışır; bu
şekilde ne iş yapılır, ne de başarılı oluna bilinir?
B-Güvenmek (Güvenç)
Güven, yaşayan, hayat mücadelesi
veren herkesin dünyaya ve ahirete ait bir dayanak ve tutanağının kaynağıdır.
Kimileri için bu, kavim ve kabilesidir.
Kimileri için tazim ettikleri ata ve ecdat yadigarıdır, kimileri için sahip
olunan makam ve mevkisi veyahut malı ve mülküdür. Kimileri için ise Kuranda
ifade edilen şu ayettir:
وَلَاتُؤْمِنُوا
اِلَّا
لِمَنْ
تَبِعَ دينَكُمْ
قُلْ اِنَّ
الْهُدى
هُدَى اللّهِ
اَنْ يُؤْتى
اَحَدٌ
مِثْلَ مَا
اُوتيتُمْ
اَوْ يُحَاجُّوكُمْ
عِنْدَ
رَبِّكُمْ
قُلْ اِنَّ الْفَضْلَ
بِيَدِ
اللّهِ
يُؤْتيهِ
مَنْ يَشَاءُ
وَاللّهُ
وَاسِعٌ
عَليمٌ
“Bir kısım insanlar, müminlere:
"Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının
onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve
"Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!" dediler”(3/73).
Malumdur ki;
herkes yorganına göre
ayağını uzatır. Kişinin
ayağı yorganını aşıyorsa bu o kişinin
açığı olur. Yine herkes güvendiği,
güvenç beslediği kuvvet ve takatı kadar yol
alır. Kişinin varmak ve başarmak
istediği iş, her neyse o, işe hazırladığı ve güvendiği şeyler nispetinde
başarı kat eder. Bu dünyanın kaderidir. Bunun dışında gerçekleşen hadiseler
ise mucizedir. Malum ola ki mucizeler,
istisnai hallerde vuku bulur. Bunun başka bir ismi ise olmayabilir.
Güvencin başka bir ismi
tedbirdir. Tedbir kaderin inkarı değil, bilakis
talepte, tedbir de kaderdir. Yani bunlar kaderin birer parçalarıdır.
Yukarıdaki ayetin bu
konuyla bağlantısı şöyledir:
"Allah’a inanıp güvenen
kimselerin kaybedecekleri hiçbir şey yoktur.
Eğer müminler bir savaşta ölürlerse şehit, kalırlarsa da ganimet alır
gazi olurlar. Şayet yenilirlerse de onların en büyük güvencesi şehit
olmaktır."
Pô ì ãb ß
§ªô¡¤ßa ¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a ë ¡pb £î¡£äÛb¡2
¢4b à¤Ç üa b à £ã¡a
Hz.
Ömer (ra)'dan: Hz. Peygamber (as)
şöyle buyurmuş:
"Ameller niyetlere göredir.
Herkese niyet ettiği şey vardır." (Sahih-i Buhar-i)
Hadisi Nebevi, niyetler iyi olduktan sonra yapılan iş sevap olur.
Çünkü müminler Allah’a inanıyor ve Ona güveniyorlar.
Güvencin diğer bir manası,
kişinin yapacağı işe koyulmadan önce elindeki imkanları yani alet ve
edevatlarını iyi tedarik etmesidir. Bu bir komutan için askeri teçhizat olur,
bir öğrenci için kaliteli kitap, okul ve öğretmen olur, Çalışacak çiftçi için
mesas, çoban için asa olur. Yazar için
kalem, kağıt olur, Bütün bunlar kişiyi yapacağı işe karşı
torpilleyen, dürtükleyen etkenler olmakla beraber, işi başarmanın birer
yardımcı faktörlerdir. Düşün ki, öğrencinin yazılıda kalem ve kağıdı yok,
cifçinin asası yok, tamircinin alet ve edevatı yok, komutanın duruma göre
hazırlığı olan silahı yok...
ü
Peki bu iş nasıl
yapılacak?
ü
Bu savaş nasıl
verilecek?
ü
Doğrusu buranın iyi
düşünülmesi gerektiğine inanıyorum...
UNUTMAYALIM Kİ!
Kur’an-ı Kerim’de:
مَثَلُ
الَّذينَ
اتَّخَذُوا
مِنْ دُونِ اللّهِ
اَوْلِيَاءَ
كَمَثَلِ
الْعَنْكَبُوتِ
اِتَّخَذَتْ
بَيْتًا
وَاِنَّ اَوْهَنَ
الْبُيُوتِ
لَبَيْتُ
الْعَنْكَبُوتِ
لَوْ كَانُوا
يَعْلَمُونَ
“Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu,
örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü
şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!”(29/41).
Biz Örümcek değil, insanız.
Kendine güvenen, her insan bir adem, her adem ise bir alemdir. Kendine güvenini
kaybeden her insan, Örümcek vb. varlıklar birer ibret yaratıklardır. Bu
yaratıklar, insanoğluna:
"Kendine güven. Zira sen bir
adem ve bir alemsin. Sende var olan potansiyel güç, her varlıkta yoktur"
diye lisanı halleriyle, insana güvenç verirler.
Çalışmak; çabalamak, aramak,
gayret edip kişinin yürekten aldığı inançla bileğinin gücünü ortaya koymasıdır.
Güreş ve boks minberinde herkes kilosuna göre ringe çıkar. Eğer muhatabınızın
ağırlığı sizinkinden fazla ise o zaman
siz peşin kaybetmişsiniz demektir. Herkesin kendi gücü, imkanı ve
bilgisi nispetinde hayatın akışı içerisinde başarı mücadelesini vermesi
gerekiyor.
Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle
buyuruyor:
:ô¨¢í Ò¤ì ¢é î¤È
£æ a ë =ó¨È b ß ü¡a ¡æb ¤ã¡5¡Û
¤î Û ¤æ a ë
"Her insan için çalıştığının
karşılığı vardır. Sonra herkes yaptığını görecektir" (53/39-40).
Elmalı Hamdi Yazır; tefsirinde bu
ayeti Kerimeyi açıklarken der ki:
"Cenab-ı Hak (cc) ayette
iman edenler ancak çalıştıklarının
karşılığını alır, dememiştir.
İnsan denilmiştir ki, bunun için kişinin ve tabi olduğu din önemli değildir.
Önemli olan çalışmaktır. Eğer Müslümanlar çalışmaz, fakat Allahsız ve
kitapsızlar çalışırsa; Allah'ın onların
emeğinin karşılığını zayi etmeyeceğini ayette açıkça görüyoruz..."
Şimdi daha iyi anlaşılıyor;
Müslümanların niçin dünyalarını kaybedip, başkalarının kendi dünyalarına
hükmedecek düzeye gelmiş olmaları. Görünen odur ki, biz Müslümanlar dünyaya
çalışırsak ahiret gidiyor... Ahirete çalışınca da bu sefer dünya gidiyor. Oysa
olması gereken dünyayı çalışırken ahireti unutmamak; ahireti çalışırken de
dünyadaki nasibimizi unutmamak hem de kendi dünyamızı kendimizin idare
edebilmesi olmalıdır. Çünkü ahiretin mutluluğu dünya da kazanılır.
Yine ahiretin yolu dünyadan
geçer. Eğer yollarımız tıkanmışsa; o zaman biz bu yolculuğu nasıl sağlıklı
bitireceğiz?
Çalışmak, kalkmaktır; oturmak
değil. Yürümektir, durmak değil, tuttuğunu koparmaktır. Elini koltuğuna koymak
değil. Kazanmak için iş yapmaktır, iş çıkarmak veya iş yapıyor görünmek değil.
Ne elindekini başkalarına kaptırmak, ne de başkalarının elindekine göz
dikmektir. Ne başarmak için başkalarını kullanmak, ne de başkalarının başarısı
için kendini kullandırmaktır.
Başarının inanç, güvenç ve
çalışma esaslı olduğunu ortaya koymaya çalıştık. İnancın potansiyeli ve enerji
gücü; şafak vaktinde ne yapacağını düşünerek kendini ikna edip, yapacağı işe
kendini inandırmak, yapılacak işin
olunmaz, menfi müspet, kâr zarar hesaplarını iyice düşünmek ve kalbi hiçbir şek
ve şüpheye yer bırakmamaktır.
Güvencin sağlanması; kiminle, ne
ile ve nasılları bir araya getirip; eğer keseceğin odunsa baltanı bilemen,
yolculuksa aracının tekerleklerine ve yedeğine bakman, öğrenci isen kalemine,
silgine ve kılık kıyafetine bakman...
Yani araçlarına iyi bakmandır.
Aracın ne kadar kaliteli olursa o kadar amaca ulaşman erken ve sağlıklı olur.
Çalışmak için yapılacak şey ise;
kalkmak, yürümek ve başlamaktır. Başlamak işin yarsıdır. Sonra işinin neticesini
hayır üzerine sabırla beklemektir.
UNUTMAYALIM!
İnanç yürektedir, güvenç
araçlardadır, çalışmak ise bilekledir. Bunların temel dayanağı inançtır.
İnancın kaynağı kalptir. Kalbin enerji potansiyeli toplama zamanı ve vakti ise
şafaktadır ..
Kainat bir çok harikalarla
doludur. Her şey yerli yerince seyrinde ve yaratılış amacı doğrultusunda fıtri
icabını ve kendi sanatındaki cazibesini ortaya koymaya çalışmaktadır.
Yaratılmışların kendilerine özgü sanatları o kadar çoktur ki, bunun karşısında
şu aciz kanaatımızı belirtmemiz abartı olmasa gerek:
"Gördüklerimiz
göremediklerimizin yanında çok azdır."
Kainatın harikalarında gördüğümüz
sanat eserleri... Her sanatın kendindeki fıtri cazibeliğini ifşa etmesiyle ne
kadar güzel bir sanat eseri olduğunu diğer canlılara karşı sergilenmektedir. Her varlık türü,
kendi iç alemindeki görünmez doğal yasa ve ilkelerle hayata, yaşama ve kainata güzel renk katmaktadır. Güzellikler, her
şeyin, tabi-i ve fıtri seyrinde olmasıyla
mümkündür. Ne zaman tabi-i ve fıtri
özelliğini yitirmiş bir varlık türü
görülse; onun bozukluğuna bütün kainat şahitlik eder.
Farz edelim ki; tabiatı bozulan
ölü bir insan veya hayvan Veyahut kurumuş bir ağaç olsun... Onu tekrar asli mayası olan toprağa
çevirmek için; sema güneş ile, gökler su ile, rüzgar hava ile, kainatın
çöpçüleri olan sinekler, karıncalar ince uçlu ağızlarıyla ve insanoğlu aklıyla
en kısa zamanda zararlı ve tabiatını yitirmiş olan şeyi ortadan kaldırmaya
çalışırlar.
Kelam ilminde bu harikulâde olan
doğal olaylara “tekvini irade” denir.
Yani Cenab-ı Hakkın dileyip “kün” ol dediği, olması gereken iş ve olaylar, Allah'ın dışındaki hiç
bir varlığın şikayet ve itiraz etmeye hakkı olmayıp her şeyin kayıtsız teslim
olduğu ve olacağı hadiselerdir. Güneşin doğup batması, ay ve yıldızların
yörüngelerinde hareket etmeleri ve insanların doğması,ölmesi gibi...Kuranı
Kerimde bu konuda daha inandırıcı olan ayetlerde şöyle geçer:
تَبَارَكَ
الَّذى
بِيَدِهِ الْمُلْكُ
وَهُوَ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ
قَديرٌ () اَلَّذى
خَلَقَ
الْمَوْتَ
وَالْحَيوةَ
لِيَبْلُوَكُمْ
اَيُّكُمْ
اَحْسَنُ
عَمَلًا
وَهُوَ
الْعَزيزُ
الْغَفُورُ ()
اَلَّذى خَلَقَ
سَبْعَ
سَموَاتٍ
طِبَاقًا مَا
تَرى فى خَلْقِ
الرَّحْمنِ
مِنْ
تَفَاوُتٍ
فَارْجِعِ
الْبَصَرَ
هَلْ تَرى
مِنْ فُطُورٍ
() ثُمَّ
ارْجِعِ الْبَصَرَ
كَرَّتَيْنِ
يَنْقَلِبْ
اِلَيْكَ
الْبَصَرُ
خَاسِئًا
وَهُوَ
حَسيرٌ
"Hükümranlık elinde olan
Allah yücedir ve O her şeye Kadirdir. Hanginizin daha iyi iş işlediğini
belirtmek için, ölümü ve diriyi yaratan
Odur. O güçlüdür, bağışlayandır. Gökleri
yedi kat üzerine yaratan Odur. Rahman (olan Allah’ın) bu yaratmasında bir
düzensizlik bulamazsınız. Gözünüzü bir çevir bak. Bir çatlak
görebilir misiniz? Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir; bak. Ama göz umduğunu bulmayıp bitkin
ve yorgun düşer" (67/1-4).
Gül, dikeniyle dalında aslan
kükreyişiyle ormanda, karıncalar cumhuriyetçilikleriyle yuvalarında, güneş
ışınlarıyla kandil oluşunda, ay ve
yıldızlar mehtaplarıyla, insanoğlu ise kusur ve eksikliğine rağmen ahlakıyla güzeldir.
Ahlak, fıtrattır. Yaratılış amacı
ve biçimidir. İslam-i ıstılahta ise ahlak, yüce Allah'ın Cebrail (as)
vasıtasıyla Peygamber (as)'e vahy ettiği esaslara iman ve o esasları yaşamak,
eyleme dökmektir. Mesela:
Namaz kılmak, oruç tutmak, zekat
vermek, zinadan kaçınmak, adam öldürmemek, içki
içmemek hırsızlık yapmamak gibi...
Kur’an-ı Kerim insanlardan en
ahlaklı kişinin Hz. Muhammed (as) olduğunu bize şöyle haber veriyor:
§áî©Ä Ç §Õ¢Ü¢ ó¨Ü È Û
Ù £ã¡a ë
"Muhakkak ki sen, büyük bir
ahlak üzeresin" (68/4).
Hz. Ayşe (ra) validemizden Peygamberimizin durumu sorulduğunda: O şöyle
cevap vermişti:
"Onun ahlakı Kur'an
ahlakıydı. Çünkü O, Kurandan başka hiçbir esas ve kriter kabul etmiyordu" (Sahih-i
Buhar-i).
Kelam ilminde; görünen varlıklar
içinde irade hürriyetine sahip olan tek varlık, insanoğludur. Dünya tarihinde
Hz. Adem ile Havva’dan sonra; Kabil ile Habil’den bu yana insan fıtratına en
uygun, en güzel ve en faydalı olan nedir?
Yahut insanlar bir arada en
güzel, mutlu ve huzurlu olarak nasıl yaşayabilirler?
Tartışması yapılmış ve günümüzde
de hala yapılmaktadır. Malum iki cambazın bir ipte oynamayacağı gibi; aynı
özellik ve inceliklere sahip olan iki,
üç ve daha fazla insanların bir arada yaşaması ve birlikteliklerinin sağlam ve
sağlıklı olması gerçekten de ciddi bir problemdir.
Geçmişten günümüze kadar bir çok
filozof, sosyolog ve psikolog her ne kadar loglaşmışlar, deney ve tecrübelerle
bir takım esaslar belirlemiş iseler de, yine de, tatmin edici sonuçlara varamamışlardır.
Çünkü loglarda birer insan olduklarından dolayı ancak çok büyük çabalar
sonucunda hayatın ancak bir cephesine dönük yanını loglarıyla keşif
edebilmişlerdir. Fakat hayatın diğer
cepheleri, maalesef logların acizliğini ortaya koymuştur. Ve loglar acizliklerini itiraf etmek zorunda
kalmışlardır.
İnsanlık tarihi, yaşamları ve
sonuçları sağlaması da günümüz
yaşadığımız küçük dünyamızda da ortaya serili bir vaziyette... Her akıl
sahibinin görebileceği açık
hadiselerle...
Görüyoruz ki, insanların akıl
mahsulü olan ilke, yasalar insanlar topluluğuna ve bu toplumlarda yaşayan
fertlere mutluluk, huzur vermemiş, vermiyor ve veremeyecektir.
Şeytanlık tarihinden bu yana;
insanoğlu sürekli aynı yanılgı problemini
“al gülüm ver gülüm” ederek tekrar tekrar bölmeye, çarpmaya ve çıkartmaya tabi tutuyor. Zavallı insanlık
kendi hayat probleminin sağlaması yapıldığı halde, yine de ikna ve tatmin
olmuyor. Üç beş günlük ömrü yaz, çiz, boz ile harcamaya çalışıyor.
Biz hayatın bu can alıcı
problemiyle karşı karşıya iken, bütün acziyetimle itiraf ediyorum. Hayatımı
olasılıklar üzerine veya hayatın tek cephesine bakan yönleri üzerine bina
etmeyi düşünmüyorum. Eğer birileri bunu böyle yapsak veya şöyle etsek
daha iyi olur derse; ona vereceğim cevap:
-Sağlamsı geçmişte yapılmış olan
şeylerin tekrar denenmesi bize bir
faydası olmaz. Çünkü onlar deneme yanılma yoluyla hayatlarının
faturasını çok pahalıya ödediler.
-Peki hayatın sağlamasının sonucu
nedir?
-İnanç ve İlahi mahkemenin
bilincinin, sorumluluğunun sonucundaki ahlaktır.
İnanç, kişiyi insan üstü
vasıflara sahip olan Zat-ı Zül Celal olan Allah'la bağlantıyı kurmaya
çalıştırır. O zaman kişi için artık kendisi gibi yanılan aciz bir varlıktan
komut almak söz konusu değildir. Ve yine kendisi gibi bir cambazla aynı ipte
oynamaktan kurtulur. Aynı zamanda inanç, kişi başkalarını eğlendirmekten,
rızalarını kazanmaktan kurtarıp; sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak
için çalışıp çaba sarf etmesini
kazandırır. Bu şekilde kişi çok insan rızasını kazanma zorluğu yerine
tek Allah rızasını kazanma rahatını, huzurunu ve
güvenini sağlar. Bunu hayatımızın her cephesine indirgediğimizde; birlikte
olduğumuz olacağımız anne babamızla, eş ve çocuklarımızla, dost ve
akrabalarımızla temel ilke esasımız iman ve ahlak olmalıdır.
Çünkü insanı Allah dahi verdiği
bunca nimetlerle memnun etmemiştir. Kaldı ki biz bütün acizliğimizle insanların
bütün isteklerini yerine getirmeye çalışsak dahi veya çok katı kurallar
belirtsek de yine de insanı memnun
edebileceğimize inanmıyorum.
Neticede kural çiğnemeye müsait
olan insanoğluyla birlikteliğimiz de ne kadar kural ve prensiplerimizi asgariye
indirirsek indirelim o kadar çok insanla birlikteliğimiz olur. Fakat ne kadar
çok ilke,kural koysak bile o kadar çok problem ve anlaşmazlık olur. Günümüz
modern dünyada bunun acı gerçeğini
pahalıya ödüyoruz. Onun için iki Müslüman’la oturup bir şeyi paylaşmaktan
korkar hale geldik. Çünkü temel esas
kabul ettiğimiz kriterlerde bozukluk var.
Günümüz modern dünya sizi Allah
rızası için değil de hoşuna ve hesabına geldiği için benimseyip tasvip ediyor
ve birliktelik teklif ediyor. İşte böyle
bir birlikteliğinde ne hayrı olur, ne de böyle birlikte fıtri, tabi-i sanatını
ortaya koyma zemini bulabilirsiniz. Hem böyle bir birliktelikte yapılan ameller,
Allah rızasına yani inanca dayalı olmadığından hoşa ve hesaba dayalı olduğu
için ne salih amel olur, ne de hayır ve
hasenat olur.
O zaman çok kuralcılık yerine
insani ilişkilerimizde, gerek ferdi, gerek ailevi, gerek toplumsal ve sosyal
hayatımızın, bütün cephelerinde ne kadar kuralları asgariye çekersek o kadar
iyi olur.
-Düşünün bu kuralın sadece “inanç
ve ahlak” olmasını.
-İslam dininin ve Müslümanların
ne kadar geniş bir insan kitlesini kapsayıp kucaklama ve birlikte olmayı
getirdiğini anlamış oluyoruz.
-İnsanların su gibi harcandığı ve
sinek gibi avlandığı bir dünyada, bu ne
kadar geniş, ne kadar güzel ve ne kadar cezp edici bir şey Allahım...
1-İman; aynı Allah'a, Kitaba ve
Peygambere inanmaktır. Buna inanç birlikteliği diyoruz. Kur’an-ı Kerim tüm
inananlara şöyle hitap eder:
لَايَتَّخِذِ
الْمُؤْمِنُونَ
الْكَافِرينَ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونِ
الْمُؤْمِنينَ
وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذلِكَ
فَلَيْسَ
مِنَ اللّهِ
فى شَىْءٍ
اِلَّا اَنْ
تَتَّقُوا
مِنْهُمْ
تُقيةً
وَيُحَذِّرُكُمُ
اللّهُ
نَفْسَهُ
وَاِلَى
اللّهِ الْمَصيرُ
“Müminler,
müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun
Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir
tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi
sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır.”(3/28)
وَالْمُؤْمِنُونَ
وَالْمُؤْمِنَاتُ
بَعْضُهُمْ
اَوْلِيَاءُ
بَعْضٍ
يَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَيَنْهَوْنَ
عَنِ الْمُنْكَرِ
وَيُقيمُونَ
الصَّلوةَ
وَيُؤْتُونَ
الزَّكوةَ
وَيُطيعُونَ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
اُولئِكَ
سَيَرْحَمُهُمُ
اللّهُ اِنَّ
اللّهَ
عَزِيزٌ
حَكيمٌ
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da
birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı
dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte
onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir.”(9/71)
騣ÜÛa aì¢Ô £ma ë
¤á¢Ø¤í ì a å¤î 2 aì¢z¡Ü¤ b Ï
¥ñ 줡a æì¢ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa b à £ã¡a
; æì¢à y¤¢m
¤á¢Ø £Ü È Û
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.” (49/10)
Hadis-i Nebevi(as):
P¡ê¡ í ë
¡é¡ãb ¡Û ¤å¡ß æì¢à¡Ü¤¢à¤Ûa á¡Ü ¤å ß ¢á¡Ü¤¢à¤Ûa
Hz.
Abdullah bin Ömer (ra)'dan: Hz. Peygamber (as) şöyle buyurmuş:
"Müslüman, diğer
Müslümanların elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir" (Sahih-i Buhar-i).
2-Ahlak, geçmişten günümüze kadar
yaşanarak sağlamsı yapılmış ve doğruluk
payı yüzde yüz olan olasılık acabasına hiç pay vermeyen Kur'an-i
ahlak ancak ve ancak Allah ve
Resulüne iman ve itaatle mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de:
aì¢u¤ í æb × ¤å à¡Û
¥ò ä y ¥ñ 줢a ¡é¨£ÜÛa ¡4ì¢ ó©Ï ¤á¢Ø Û
æb × ¤ Ô Û
a6¦î©r × é¨£ÜÛa
× ë ¡¨üa
â¤ì î¤Ûa ë 騣ÜÛa
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a
ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir”(33/21).
a¬ì¢Ü¡À¤j¢m ü ë 4ì¢ £Ûa
aì¢Èî© a ë 騣ÜÛa aì¢Èî© a a¬ì¢ä ߨa
åí© £Ûa b 袣í a ¬b í
¤á¢Ø Ûb à¤Ç a
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin,
Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın” (47/33).
1-İman
A- Hz. Peygamber (as) hanımı Hz. Ayşe (ra)’a zina iftirasında bulunan insanları
sırf dilleriyle inandıklarını söylediklerinden dolayı onları affetmiştir.
B- Hz. Peygamber (as) amcası Hz. Hamza (ra)’ı
öldüren Hz. Vahşi (ra)
affetmiştir.
C- Hz. Peygamber (as) Mekke fethinden önce haklarında ölüm fermanı verilen
kimseleri, fetihten sonra iman ettikleri için affetmiştir.
2-Ahlak
A- Hz. Peygamber (as) Medine'de kadın satışını yapan ve insanlara yüksek faizle
borç veren Kap bin Eşref-i ikaz ettiği halde bu ahlaksızlığından vaaz geçmediğinden
dolayı öldürtmüştür.
B- Hz. Peygamber (as) Medine de sahabe kadının örtüsüyle alay eden ahlaksızları
affetmemiştir.
C- Hz. Peygamber (as) Mekke'de zengin olduğu halde hırsızlık eden kadının affı
için rica edildiğinde: "Kızım Fatma da olsa bu suçun cezasını
uygularım" demiştir.
UNUTMAYALIM!
İman, insanın hayat sigortasıdır.
Ahlak, insanın ziynetidir.
Yüce Allah bu iki değerli
cevheri, sevdiği ve razı olduğu kullarına nasip eder.
Geçmişten günümüze kadar, bu iki
cevheri kendisinden bulunduran bir Peygamberin ümmetiyiz...
Kur’an-ı Kerim’de Nebi (as) sık
sık telkin edilen şafak vaktinde ki, kainatın evrensel orkestrası olan zikir
korosunda hazır bulunmasıdır.
O şerefli şahsiyeti tanımak ve
anlamak istiyorsak, sizi de şafağa bekliyoruz.
Dayanmak, insanın hayatını
güvendiğine adayıp yaslanması, bir iç çekişmenin insan davranışında
eyleme dönüş biçimidir.
Katlanmak, iyi niyetli isteklere
ulaşmak için bütün olumsuzluklara karşı büklüm büklüm olmaktır.
İnsanın dışa dönük her eylemi
içteki duygu ve temenninin tezahüratıdır. İnsanın içinde sürekli çelişen iki tür duygu, temenni vardır. Her insan dışta eyleme
dönüşen içteki iki temenniden birine hizmet eder. Ve onu besleyip kendi üzerinde hakim hale getirir.
İnsanın hakimi olan istek, insanı, kendine
mahkum eder. O istek artık insana her istediğini yaptırabileceği
gibi, istediği yere, yöne de kanalize
edebilir. Kişi artık o isteğin esiridir.
Esarette olan kişinin özgürlük payı çok sınırlıdır.
Kelam ilminde, kişi içten neyi
gerçekten istiyorsa, Allah o kişiyi isteğine ulaşmasına sevk eder, denilmiştir.
İnsanın iç istekleri görünmez
fakat iç isteklerin sahibi tarafından hissedilir. Hislerin eyleme dönüşmesi
sonucunda eylem, o kişinin iç isteklerinin aynası haline gelir. Dolayısıyla
insan psikolojisini iyi bilenler
insanların dışa dönük eylemlerini
pek kaale almazlar. Bilakis, kişiye bu eylemi yaptıran sebepleri tahlil
ederler. Bu konuda insanı kendisinden daha iyi bilen, insan ustası olan Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
ô¨ì¤Ô £nÛa ¢é¢Ûb ä í
¤å¡Ø¨Û ë b 碪¯ë¬b ß¡
ü ë b è¢ßì¢z¢Û
騣ÜÛa 4b ä í ¤å Û
"Elbette kurbanların ne
etleri ne de kanları Allah'a erişmez. Fakat Allah'a ancak takvamız ulaşır"
(22/37).
Pô ì ãb ß §ªô¡¤ßa ¡£3¢Ø¡Û
b à £ã¡a ë ¡pb £î¡£äÛb¡2 ¢4b à¤Ç üa
b à £ã¡a
Hz.
Ömer (ra)'dan: Hz. Peygamber (as)
şöyle buyurmuş:
"Ameller (içteki) niyetlere
göredir. Herkese işlediğinin karşılığı vardır"(Sahih-i Buhar-i).
İnsanın psikolojisi uzmanı olan
büyük mütefekkirler (münevverler) insanların davranış ve emellerini değer ve
kriter almaz, onların fikir ve düşüncelerini ölçü kabul ederler. Onun için
sağlıksız davranış biçimi sergileyen insan ve toplumların fikir ve düşüncelerini değiştirmeye giderler. Zira
sağlıklı fikir ve düşünce
edinemeyenlerin, sağlıklı davranış sergilemeyeceğini bilirler.
Halk içinde insan erbabı olanlar;
deli ve çocukların işlediği herhangi bir yaramaz davranış gördüklerinde,
delinin ve çocuğun aklı ancak bunu yaptırabilir, derler. Çünkü onların anormal
olduğundan normal olmayan davranış biçimi sergilerler. Kaldı ki, deli ve
çocukların yanlış davranışlarına kim kızarsa hemen:
-Sen deli misin?
Veya:
-Sen çocuk musun?
-Haydi onlar deli veya çocuktur
sana ne oluyor?
Denilip onların dışa dönük yanlarının
iç problemini anlamaya bunun içinde; onlarla muhatap olan kişinin hoş ve
nezaketle davranması beklenir.
Tasavvufta; insanın içinde
çekişen iki duygudan bahsedilirken
bunlar; şeytani istekler, duygular
ve Rahmani istekler, duygular olarak tarif
edilir.
Her insan bu iki duygudan birinin
taraftarı, eylemcisi ve uygulayıcısıdır. Hiç kimse kendini bunlardan uzak
sayamaz. İnsan benliğinde bu iki duygudan hangisi alışkanlığa dönüşüp kişi
üzerinde katmerleşirse artık o insan, o duygunun eylemcisi olarak bilinir ve
anılır. Bu insanlar yaptıkları ve yaşadıklarıyla aldıkları özde bir isim
simgesi ve sembolüdür.
Geçmiş zamanda şeytani
duyguların, isteklerin esiri olan meşhur:
-Nemrut,
-Firavun,
-Ebu Cehil gibi...
Analarının taktıkları isimlerle
değil; şeytani duyguların yaşamlarındaki eyleme dönüşmüş tarafları, yanlarıyla
isimlenmişlerdir. Onlar şeytani
duyguların birer sembolü
olurlarken kim bilir ne kadar çile,
cefa, ızdırap ve acı çektiler. Doğrusu görmedim ama okuyup öğrendiğime göre çok
defa ölümle burun buruna gelmişler, kaçmışlar, servet ve mallarını harcamış,
ter döküp mücadele etmişler. Yani kendileri açısından bütün olumsuzluklara
dayanmışlar, katlanmışlar... Sonuçta şeytani bir duyguyla; dünya tarihinde ve
insanlık aleminde birer yüz karası ile ödüllenmiş ve göç etmişler.
Zavallılar ne kadar da çok
dayanmış, katlanmışlardı, acılara, zahmetlere...
-Acaba benim çektiğim acıların ve
verdiğim hayat mücadelesinin sonucu da mı böyle olacak....?
Tarihte rahmani duyguların
temsilcileri olan;
-Hz. Adem (as)
-Hz. Nuh (as)
-Hz. İbrahim (as)
-Hz. Musa (as)
-Hz. Eyyüp (as)
Ve
-Hz. Muhammed (as)' dır.
İçe dönük rahmani duyguları
inançla ve davalarıyla bildikleri hakikat ve gerçeklerin tecellisini,
inandıkların isteklerin gerçekleşmesi için ne kadar acılar, zahmetler, çileler
çekip dayanmışlar, katlanmışlar ki, muratlarına ermişlerdir. Tarihin
yapraklarını şan ve şerefle işgal eden bu insanlar nasıl dayandılar? O
içlerindeki çekişen duyguları nasıl rahmani bir yola, yöne analize edebildiler.
-Doğrusu görmedim, hem görme
imkanımda yok zaten.
Fakat;
-Hz. Adem (as) Kaf dağında
Allah'ın kendisini affetmesi için ağlarken, beklerken, dayanırken görmek
isterdim.
-Hz. Nuh (as) dokuz yüz elli sene
kendisine hakaret eden, taşlayan, döven ve söven kavminin yaptıklarına karşı,
bıkmadan, usanmadan, yorulup, yan çizmeden, içindeki dava ve kavga duygularını
yitirmeden dayanırken görmek isterdim.
Hz. İbrahim (as) içindeki hakikat
ve gerçek sese kulak verip, bir dava ve
kavgayı başlatarak anlamsız putları kırıp başını derde soktuğu zaman; bunun
için Nemrut'un hazırladığı ateşe gözünü kırpmadan girebilecek tevekkülünü,
cesaretini, azmini, gücünü ve hıncını gösterirken görmek isterdim.
Hz. Musa (as) çağın süper ve dev
gücü olan Firavunla bir dava, kavga ve mazlum halkların özgürlük mücadelesini
verirken; nasıl muvaffak olduğunu, esaretten, kölelikten baskı ve zorbalıktan
halkını nasıl kurtardığını,bu esnada nasıl dayandığını görmek isterdim.
Hz. Eyyüp (as) nereden geldiğini
bilmediği bela ve felakete düçar olduğunda dostlarının kendisini yanlış
anladığı, bütün acılarla birlikte dostların
yanlış anlamasının bela ve felaketin üzerine tuz biber olduğunda, o
zatın bütün bunları, kimseye şikayet etmeden, kıvrım kıvrım kıvranıp iki büklüm olurken nasıl dayanıp
katlandığını görmek isterdim.
Hz. Muhammed (as) "Rabb-im
Allah'tır" dediğinde ve insanları da bu çağrıya davet etmesi sonucunda
Mekke'den ağır eziyet ve işkencelerle dövülüp kovulurken, Taife gidip orda daha
ağır işkencelere maruz kalıp, oradan da kovulup Mekke'nin dağlarında yalnız ve
tek başına üzerinde bir davanın kavganın ve içteki rahmani duyguların eyleme
dönüşmesi uğrunda kanlar içindeki elleri
kaldırıp
-"Beni kime bırakıyorsun
Allah'ım" dediğinde,
O halini görmek isterdim. Umudunu
yitirmeden tekrar Mekke'ye gelip mücadelesine kaldığı yerden devam ettiğindeki
dayanma umudunu, hıncını, şevkini, yorulmaz koşuşturmasını görmek isterdim.
Ama görmedim, görmem de. Çünkü
benimle onlar arasında geçmiş bir zaman
farkı var. Fakat istersem yaşayabilirim herkeste yaşayabilir. Çünkü bizde
insanız onlar gibi aynı duygu ve temennileri taşıyoruz. Onlar gibi olamayız
ama onların yolundan gidebilir, davalarını temsil edebilir, kavgalarını kaldıkları yerden tekrar
başlatabiliriz. Bunun için yapılacak tek şey duygu, düşünce ve
eylemlerimizi kontrol altına alıp, şeytani duyguların üzerine set çekmek,
Rahmani duygularımızın da önünü açmaktır. Sonra da dayanmalıyız. Ta ki gecenin
karanlığı bitip, şafak vaktinden sonra güneşin aydınlığı çıkıncaya kadar.
Şeytani duyguların İslam
Hukuku'nda; içten varlığı günah değil, ama eyleme dönüştüğünde günah vardır.
Sonu boş eylem ise Dünyada pişmanlık ve nedamettir. Ahirette ise hüsran ve
cehennem azabıdır.
Rahmani duyguda ise, kişi iyi bir
niyet taşıdığında bir sevap, onu eyleme dönüştürdüğünde
ise iki sevap vardır. Dünyada hayırla
anılmasına, Ahirette ise cennete
gitmesine vesile olur.
İnsanın şeytani duygulara
güvenip dayanması sonucunda sürekli
endişe, çelişki ve korkular oluşur. İnsanın rahmani duygularına güvenip
dayanması ise, zifiri karanlıklardan
yürüyüp tek başına dünyaya meydan okumasına sebep olur.
Şeytani duygular, heva heves,
zefk-i sefadır. Nefse hoş gelen ama sonucu tatsızlık, mutsuzluk ve boş olan
şeylerdir. Oyalanmak, zaman kaybetmek ve ömrü heba etmektir.
Şeytani duygular, hiçbir şeyin
hakkını vermeyen vurdum duymaz, tembel, uyuşuk, pısırık, duyarsız, sorumsuz ve
yemek yediği sofraya bıçak saplayan nankör hale getirir.
Rahmani duygular ise, ruha,
kalbe, yüreğe ve akla huzur, mutluluk ve sevinç peydah eder.
Rahmani duyguların taşınması
kutsal olup, sevap ve mükafattır. Eyleme dönüştürülmesi ise yücelik ve
rahmettir. Acılarına, mihnetlerine, çile ve ızdıraplarına dayanmak, katlanmak
ise mukaddestir.
Rahmani duyguların kalpten
taşınması şereftir. Rabbanileştirip halklara teşekkür fışkırtmak, Rabb-e karşı
yoktan var olmanın hayatın nimetlerine şükürdür.
Rahman-i duyguları taşımak, bütün
yeryüzündeki mazlum ve mustazaflarla aynı kaderi paylaşmaktır.
Rahman-i duyguları taşımak,
hiçbir şey yapılmasa dahi varlığını yüce yardana dayayıp, tek başına ayakta durmak,
vampirlere, zalimlere karşı başkaldırmak için bir kıyamdır.
Bütün bunlardan sonra var
olmanın, varlığının farkına varmanın varlıkların içinde kendine özel bir yer
ayırmanın zamanı "fecir"dir. İşte er meydanı buyurun.
Yüce Allah Kelam-ı Kibar da:
4b Ó £á¢q §la ¢m
¤å¡ß ¢é Ô Ü 6 â
¨a ¡3 r à ×
¡é¨£ÜÛa ¤ä¡Ç ó¨î©Ç 3 r ß £æ¡a
¢æì¢Ø î Ï ¤å¢× ¢é Û
“Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona "Ol!" dedi ve
oluverdi” (3/59 ).
7§Õ Ü Ç ¤å¡ß æb ¤ã¡üa
Õ Ü
"İnsanları da sudan
yarattığını" (96/2) buyuruyor.
Su, hayattır. Yüce Allah bizi
ondan onu da bizim için yarattı. O bizsiz olabilir ama biz susuz yaşayamayız. Bulut da onsuz olamaz. Toprak da
onsuz olamaz. Güller, karanfiller, dağdaki, bağdaki ve yuvadaki kuşlar ve
bülbüller de onsuz yaşayamazlar.
Sudan yaratılan insanoğlunun, su
ile bir kader ortaklığı vardır. Onun için insan su ile özdeştir. Eğer insan
olmasaydı, gökte güneş, ay ve yıldızların, oluşarak rahmet yağdıran bulutların, yerde bitki ve nebatların,
bülbülün, gülün, çiçeğin ne kıymeti olurdu ki? Hem bunlara kim kıymet verip
değer biçerdi. O zaman su insan için,
insan da Allah için vardır.
Su hayattır. Suyu olmayan şeyler
çatlaktır. Çöller, güneşin sıcağından etkilenmez. Dudaklar sıcaktan çatlamaz.
Salgın ve bulaşıcı hastalıklar durup dururken zararlı olmaz. Bütün bunların
temelinde susuzluk vardır. Çünkü çöle yeşillik, dudaklara canlılık veren ve
bütün kir ve pislikleri temizleyen
sudur.
Su olmayan yerde yaşanmaz. Çünkü
suyun olmadığı yerde yeşillikler olmaz. Yeşilliğin olmadığı yerde insanların ve
hayvanların istifade edeceği bitkiler
yetişmez. O halde yiyecek ve içecek şeylerden yoksun olan bütün canlılar nasıl
yaşayacaktı. O zaman siz siz olun suyun olmadığı yerde ve evde oturmayın.
Tuzu olmayan yemeklerin tadı
olmaz. Çünkü tuz renk değil, tattır. Bir şeyin renginden ziyade tadı önemlidir.
Rengin doyurucu özelliği yoktur.
Tadın lezzeti, doyurucu özelliği vardır.
Eğer sular tuzsuz kalırsa, küflenip özelliğini kayıp ederler. Ne ki:
"Sevilen sevgilisine, beni ne kadar seviyorsun?" demiş. O da:
"Seni tuz kadar seviyorum"
diye cevap vermiş.
"Su gibi aziz ol"
deyiminin içerisinde çok anlam saklıdır.
Ne ki, herkes suyu alçakta görür. Oysa su, bazen buhar olup gökte buluta
dönüşür ve kendisini alçakta görenlerin
tepesine yağar. Bazen de öyle yükselir öyle
yükselir ki yüce dağların sivri ucuna kar olarak iner. Ama yine de kendini
bilmeyenler suyu hep alçakta görürler. Kim bilir! Belki de kendilerinde böyle bir şey vardır.?
Yakup için Yusuf, Mecnun için
Leyla, Ferhat için Şirin, İnsan için
Allah olmazsa olmaz. İşte çöller
için de su böyledir. Yakup Yusuf'u yitirdiği zaman gözünü, Mecnun
Leyla'yı yitirdiği zaman aklını kaybettiler. İnsan Allah-ı yitirdiğinde
cenneti, toprak da suyu yitirince gülü, bülbülü kaybeder. Onun için Yakup kör,
Mecnun deli, Allahsız insan gafil, susuz topraklar ise çatlayıp çöle dönüşür.
Çöllerde ne bülbül öter, ne de güller yetişir.
Çölü toprağa çeviren, insana
mutluluklar tattıran sevgilidir. Çölü yakan güneşin sıcaklığı değil, suyun
yokluğudur. İnsanın yüreğini yakan ateşin sıcaklığı değil, sevgilinin
yokluğudur. Çölün çatlaklığı ancak su ile gider. Yüreğin ateşini ve hararetini
ancak su dindirir. Onun için değil midir ki elem,dert, keder ve korkudan
rahatsız olanlara ikram edilecek en iyi ilaç sudur. Çünkü o esnada ancak
su derde derman, eleme ferman, yüreğe
şifa ve çöle gül olur.
Ey çölü güle ve bülbüle,
yürekleri şifaya kavuşturan! Senin deryaya kavuşmak için yüzünü toprağa sürte
sürte süründüğün gibi biz sevgililerin
en sevgilisine ulaşmak için hala toprağa yüzümüzü sürtme azizliğini
sergileyemedik.
Ey kendisini alçakta görenlerin
tepesine konan! Bize alçak muamelesi yapanların tepesine yağmur gibi hala yağamadık.
Ey Rabb-imiz! Suya yağmurla
rahmet ve bereketini verdiğin gibi, bize de rahmet ve bereketini ihsan eyle.
Rabbimiz! Kainatı
sebepler,vesileler üzerine bina etmiştir. Kimi ağlarken sevinir, kimi de
anlarken. Kimi gönderirken sevinir, kimi de alırken. Kimi bulurken sevinir,
kimi de ararken. Hasılı kainattaki bütün sebepler içinde gerçeği, mutluluğu,
huzuru ve saadeti bulmak hayli zor ve ağır bir imtihandır. Onun için her an uyanık ve hazırlıklı olmak
gerekir. Ve insanı hareketlendirecek ve gerçeği bulmak için gözüne fer,
dizlerine derman, kalbine nur olacak
sebeplere ihtiyaç vardır. Bunun somut ismi
"İMAN" dır. Bugünkü soyut ismi ise "SEVGİ" dir.
Sevgi, çok acı ve hep acı verir.
İman, sevgiyi acılarıyla
beraber sevda gibi
bağrına basar.
Onunla mutluluğu bulmaya ve
Rahmeti Rahmana ulaşmaya çalışır.
Sevmek, sevgiliyi bir
beyaz güvercin gibi avuçlarına alıp okşamak ve yüreğine
bastırıp korumaktır.
Ama sevgiliyi daha güzel ufuklar
bekliyorsa onu salı vermektir sevmek.
Onu uçsuz, bucaksız gökyüzünde
kanat çırpışlarından sonsuz haz duymaktır sevmek.
Onun kendisinden uzaklaşmasında
üzülmek değil, gerçeğe uçmasına hakikate yaklaşmasına sevinmektir sevmek.
Beni bırakıp nereye gidiyorsun
demek değil,gittiğin yerlerde dualarımla seni koruyacağım diyebilmektir sevmek.
Dua bir çağrıdır sevgiliye.
Sığınma, yalvarış ve
yakarıştır...
Halini aczi yetini arz etmektir sevgiliye.
Ağlamak çağrıdır sevgiliye,
sessizce kimseye fark ettirmeden Rahmetle...
Ağlamak kesip yüreğini, kanını
feda etmektir sevgili uğruna...
Ağlamak anlamaktır sevgilinin
sırrını.
Gözyaşı Cennettir.
Gözyaşı kana kana susamaktır Yüce
Allah'a...
Dil ile susmak ama göz ile
konuşmaktır ağlamak.
Gözlerin dili, tercümanıdır
gözyaşı...
Yüce Allah çok iyi bilir
gözyaşının dilini...
Bu yüzden misafir olur ağlayan
kalbe...
İşte bundandır ağlayıp ta
rahatlamamız.
Gözyaşı İlahi Rahmete çağrıdır.
Yüce Allah'ın çağrısına Rahmetle
cevap vermektir ağlamak..
Gözyaşı Rahmet gelsin diye
yıkamaktır yolları nefsaniyetten.
İmana mekan hazırlamaktır
yürekte...
Gözyaşı çabuk dönsün diye ardına su
dökmektir sevgilinin.
Ve ne mutlu bizlere ki, ağlayan
bir Resulün ümmetiyiz.
"Allah’ım! faydasız
bilgiden, senden korkmayan kalpten, senin için ağlamayan gözden sana
sığınırım."
Diyen Hz. Muhammed (as)'ın
Ümmetiyiz.
Bin dört yüz yıllık hasretin
varisleriyiz.
Evet bizler, İman etmekle 'ZORA'
talip olduk.
Sevmekle acılara, ayrılıklara
talip olduk .
Varsın bizi yorgunluklar
çağırsın...
Zahmetlerin 'DAVETLİSİ' olalım...
Yüreğimiz daralsın, canımız
sıkılsın, dişimiz, başımız ağrısın doktor arayalım...
Ama arayalım...
Ne kadar ararsak o kadar güzel.
Aramasız olmak, yalnız kalmaktır.
İmanın özü, huzuru olan sevgiyi
aramak yorgunluktur.
Sevgili uğrunda
yorulmak yaşamın tadına ve lezzetine varmaktır.
Eğer dinleneceksek yeniden
yorulmak için dinlenelim.
Bize "ARAMAK" yakışır.
Bize "YORULMAK" düşer.
Yüce Allah, alemlerin Rabb-ıdır.
Alemin içinde, arzın üzerinde Allah'a ve
Peygamberine asi olan münkirler,
mücrimler vardır. Buna rağmen, yüce Allah'ın Rububiyet sıfatı olan; rızıklandırıcı,
tövbeleri kabul edici geniş rahmetinin
özelliği bütün insanları kuşatıyor. Çünkü Allah'ın bütün insanları kuşatıcı
özelliği, adaletinin gereğidir.
Göğsünde merhamet yüklü bir çınar
ağacını taşıyan Ana'lar;
Çocuklarına karşı o kadar
müşfik ve mümbitlerdir ki, evlatlarının içinde burnu sümüklü, aklı
özürlü ve azaları eksik olan biride olsa, Ona da aynı Analık şefkatiyle muamele
ederler. Çünkü Ana tüm, evlat ise Onun parçasıdır.
Yüreğinde Ümmetin sümüklü
çocuklarının mağduriyetinin acısını ve
hüznünü taşıyan Muallimler, öğrencilerine karşı merhamet kanatlarını gererler.
O kanadın altında bir öğrenci yaramazlık yapsa dahi, yine de merhamet kanatları
o öğrenciyi dışlamayıp, onu bağrına
basar.
İnsanoğlu, eli, beli, başı,
ayakları vb. uzuvlarla kaimdir. Bir baş ağrısı ve diş ağrısı ne kadar acıysa.
Aynı şekilde, bir küçük tikenin ağrısı
da bir o kadar acıyı insana hissettirir. Çünkü İnsanoğlu, tümüyle kaim ve tüm
de parçalama kabul etmez.
Yarını düşünen bir insan, bir pire için yorgan yakmaz. Eğer yorganını bir pire
yüzünden yakmaya kalkışırsa, ertesi gün açıkta kalır. Bir pire için yorgan
yakana, ne can güvenilir, ne de mal emanet edilir.
Güneşin kapsayıcı ve kuşatıcı
özelliği vardır. Aynen tümün parçası gibi. Güneş bir doğarsa, ne çölün
sıcaklığı, ne de kuzey kutbunun buzlarını ve
kimi/kimseleri gözetmez. O doğmasına, parlamasına bakar. Yerde sürünen
Yılan olsun, gökte uçan Kuş olsun veyahut iyi ve kötü insan olsun, Güneş yinede
doğar. Çünkü doğması gerekiyor. Eğer
doğmazsa, kapsayacı, kuşatıcı özelliği kalmaz. Bu da Güneş'e yakışmaz.
Çalısız yollarda dolaşan Tavşana:
"Niçin dağda çalıların içinde değilsin de buralarda geziyorsun?" diye sormuşlar. O da:
"Ben dağdan küstüm" diye cevap vermiş.
Bir insan da Allah'tan, anadan,
muallimden, tavşan gibi dağdan ve Güneş'ten küsebilir. Ama, ne Allah, ne ana,
ne muallim, ne de Güneş hiç kimseye küsmezler. Çünkü bunlar tümdürler
parçalanma kabul etmezler
Yer ile gök yüce Allah'ın
ayetlerindendir. Yerde ve gökte olan bir çok yaratılmış şeyler ayet olduğu
gibi, yine Allah'ın sanat eserleri olup, O’nun yüceliğini ispat eden
delillerindendir.
Bu ayet ve sanat eserlerinin
içinde en büyüğü ve sırlarla dolu olanı şüphesiz insanoğludur. Çünkü yüce Allah
azametinin en muhteşemini insanoğlu
üzerinde ortaya koymuştur. O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
"Evrenin en büyük sanatçısı
Allah'tır. Allah'ın en büyük sanat eseri insanoğludur."
Dünya kurulduğundan beri, ne
melekler insanoğluyla yarışabildi, ne de Şeytan (İmanı zayıf olanlar hariç)
onları alt edebildi. Aynı zamanda, nice sosyologlar, psikologlar logladılar ama
tam olarak insanoğlunun ayet ve sanat sırlarını çözemediler. O zaman şunu
rahatlıkla söyleyebiliriz:
"Evrenin ayet ve sırrı olan
insanoğlunun, daha keşfedilmesi gereken bir çok yönleri vardır."
İnsanoğlunun diğer yaratıklardan
farklı yönlerinden biri de; diğer varlıklar, toplu halde bir alem olmayı ihtiva
ederlerken, o tek başına ve başlı başına bir alemdir. Çünkü İnsanoğlunda, bütün
yaratıkların özellikleri mevcuttur. O zaman şunu rahatlıkla diyebiliriz:
"Her insan bir Adem. Her
Adem bir Alemdir."
Hayat mektebinin öğrencisi olan
kimselerin, keşfetmesi, okuması gereken
o kadar çok insan ve o kadar şeyler vardır ki, kötü şeylere ayıracak
zaman kalmaz. O zaman hayat mektebinin
öğrencilerine Hz. Peygamber (as)'ın şu vasiyetini hatırlatmalıyız:
4b Ó
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
£ó¡j £äÛa £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ ¤b £j Ç ¡å2¡a ¤å Ç
P§á¡Ü¤¢ß
¡3¢×óÜ Ç ¥ò í¡ Ï ¡á¤Ü¡È¤Û ¢k Ü
Hz. İbn Abbas (ra)'dan: Hz. Peygamber
(a.s) şöyle buyurmuş:
“İlim öğrenmek, her müslümana farzdır” (Ebu Davud, İlm )1,
(3641); Tirmizi, İlm 19, (2683); İbnu Mace, Mukaddime 17, (223)
Unutmayalım!
Sıradaki mekteplerin kitapları ve
sınıfları biter. Fakat hayat mektebinin ne okunacak kitapları, ne de sınıfları
geçmekle biter. O zaman hayat mektebinin öğrencisi, yeni tanışıp görüştüğü bir
insana, şunu rahatlıkla söyleyebilir:
"Ey evrenin sırlarıyla saklı
olan ahbabım! Gel seni biraz okuyayım."
Yaşamın üç aşaması vardır:
1-Yaşanmış zaman
2-Şimdiki zaman
3-Gelecek zaman
Her insan, elinde olmayarak
birilerinin kendisini itmesiyle,
geleceği şimdi, şimdiki hali ise geçmiş olup, bir yere yavaş yavaş yol alıyor. Böylece yarın bugün olmuş,
bugün ise dün olmuş ve derken hayat bitmiş.
Yaşadığımız hayat, birileri
tarafından bize süreli bir vakit olarak emanet verilmiştir. Ama bu vakit nakit
değildir. Eğer nakit olsaydı, onu alır
cüzdanımıza koyarız. İyice sıkı sıkı saklarız. Ne zaman ihtiyacımız olsa
çıkarıp harcarız. Heyhat öyle değildir.
Eğer sen vaktini iyi değerlendirmeyi ve harcamayı bilmezsen, vakit seni kılıç
gibi kesiverir.
Babalar, parasını harcamayı
bilmeyen Çocuklarına güvenip de harçlık vermezler. Ama birileri bize hayat
harçlığını vermiş ise demek ki, bizi seviyor ve güveniyor. O zaman bu hayat
harçlığını iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Yoksa hem bizi sevenin sevgisine ve
güvenine ihanet etmiş oluruz,hem de servet sahiplerinin paranın gücüyle
erişemediği hayat harçlığımızı kaldırımların çöplüklerinden ve Modernizm oyun
ve eğlencelerinin tenekelerine mahkum etmemiş oluruz.
"Sahi siz hiç cebindeki harçlığını çöpe atan birilerini gördünüz
mü?"
Her insan, bu yazıyı okurken yaşamın tam ortasında olacaktır. Ne yarını
bugün, ne de bugünü dün olmuştur. Çünkü yazıyı
okuyorsa, yaşıyor demektir. O
zaman en kıymetli vakit şimdiki haldir.
İşte şimdi ne yapacaksan yapacağın o şey geleceğin primi ve geçmişin ışığı
olacaktır. Fakat bize bir yol gösterecek ışığa ihtiyacımız vardır.
İşte bu ışık, geçmişin yaşanmış hayat tecrübesi ve sağlıklı
sağlanmasıdır. Bizden önce birileri deneme yanılma yoluyla bize bir geçmiş
bırakmıştır. Bunu çok iyi değerlendirmemiz
lazım. Aksi takdirde sınırlı olan vaktimizi deneme yanılmayla heba etmiş
oluruz.
Sonuç olarak, bizden öncekilerin
işlemlerinden istifade ederek, onların yaşamlarının sağlamasını
yakalayabilirsek, işte o zaman, geleceğimiz parlak olur.
Unutmayalım!
"Geleceğin ışığı, geçmişin
izi üzerindedir."
Sabır;
yüce Allah'ın sıfatlarındandır. Yüce Allah, biz aciz, mücrim kullarına sabırla
muamele eder. Eğer Allah'ın sabır sıfatının tecellisi üzerimizde olmasaydı
belki hepimiz aceleciliğimizden dolayı işlediklerimizden helak olmuştuk. Bize sabır sıfatıyla muamele
eden Cenab-ı Hakka sonsuz hamd-u senalar olsun. Allah Kur’an-ı Kerim’de
(102) yüz iki yerde biz aciz kullara
sabrı öğütlemekte ve sabırsızlık
edenlerin akibetini haber vermektedir.Mesela:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اسْتَعينُوا
بِالصَّبْرِ
وَالصَّلوةِ
اِنَّ اللّهَ مَعَ
الصَّابِرينَ
"Ey
iman edenler, sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin. Gerçekten Allah,
sabredenlerle beraberdir" (2/153).
aì¢Ô £ma ë
aì¢À¡2a ë a뢡2b ë a뢡j¤a
aì¢ä ߨa åí© £Ûa b 袣í a ¬b í
æì¢z¡Ü¤1¢m ¤á¢Ø £Ü È Û
騣ÜÛa
“Ey iman edenler! Sabredin; sebat gösterin;
hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz” (3/200).
فَاصْبِرْ
عَلى مَا
يَقُولُونَ
وَسَبِّحْ بِحَمْدِ
رَبِّكَ
قَبْلَ
طُلُوعِ الشَّمْسِ
وَقَبْلَ
غُرُوبِهَا
وَمِنْ انَائِ
الَّيْلِ
فَسَبِّحْ
وَاَطْرَافَ
النَّهَارِ
لَعَلَّكَ
تَرْضى
“(Resûlüm!) Sen, onların söylediklerine sabret.
Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et;
gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki,
sen, Allah'tan hoşnut olasın, (Allah da senden!)” (20/130).
Şu bir
gerçektir ki, ömrümüzün şu anına kadar sabırla yani sabrettiğimiz şeylere
karşılık ne kadar güzellikler elde ettik ve gördük. Eğer sabrı bilenmeye
devam edersek inanıyorum ki, daha nice
güzellikler elde edebiliriz.
-Sabır;
kainatı ayakta tutan görünmez bir direk, evrenin ise sırrıdır.
-Sabır;
hayatımızın, bir parçası ve kaderimizin alın yazgısıdır.
-Sabır;
sözle değil, duygu düşünce ve eylemle mümkündür. Bu aynı zaman da ölçü, denge
ve oto kontroldür.
Sabrın
baş öğretmeni Hz. Muhammed (a.s)’dır. Şunu bilelim ki, bizde onun ümmetiyiz,
onu kendimize örnek ve önder kabul etmişiz. O, bize sabırdan şöyle haber
veriyor:
"Güçlü
kimse insanları güreşte yenen kimse değil, hiddet anında kendisini kontrol edebilen,
(iradesine hakim olabilen) kimsedir" (Buhar-i-Müslim).
-Sabır;
aşkla kardeştir. Onun için sabırla nice aşıklar maşukuna, nice sevgililer
sevdiklerine, yine nice dervişler muradına ve komutanlar zafere ermişlerdir.
-Sabır;
yaşamak, acı çekmek, ter dökmektir. Sadece yazmak ve söylemek değil, ağlamaktır. Hz. Muhammed (as)
Rabb-ına, Mecnun Leyla'ya, Ferhat Şirine, Murat Vuslatına (kavuşuncaya) kadar
ağlamışlardır.
İmamı
Kuşeyri; Er-Risale de: "Ya Rabb-i, aşkıma sabrettim, fakat gösterdiğim
sabırdan sana olan aşkımın bile haberi olmadı. Benden sana ait olan aşkı, sabır
mahalli olan gönülden bile gizledim. Kalbim aşkımı gizlice göz yaşıma şikayet
eder de farkına varmadan göz yaşlarım
akar ve sırrımı ifşa eder diye hep endişelendim."
-Sabır,
Ama olmak, lal olmak, ahraz olmak, topal olmak ve felç olmaktır. Yani gözlerin
görecek ama görmezlikten geleceksin. Konuşmak istediğinde konuşmayacaksın. Sana
her söyleneni duymazlıktan geleceksin. Her istediğini yapmayacak ve dilediğin
yere gitmeyeceksin. Sana eza ve cefa verenlere karşılık vermeyeceksin. Fakat
sana karşı yapılan bu muameleleri reva görüp, rıza gösterip, mızmız, pısırık, avanak, uyuşuk ve aptal da
olmayacaksın.
Sana
reva görülen, idealine ulaşmada veya hedefine varmada seni engelleyen şeylere
karşı hemen tepki göstermek değildir sabır. Bilakis sana reva görülen
musibet ve felaketlerin;
ü Kimden?
ü Niçin?
ü Neden?
Geldiğini
düşünmek, tefekkür etmek, hem sebep ve sonuçları öğrenmek için, hem de
bunlardan kurtulmak için, birde sana reva görülen bu muamelelerin bir başkasına
da yapılmaması için veyahut yaşadığın
topluma da sirayet etmemesi için ana kaynağı bulmaktır sabır.
Eğer
bunları düşünüp, tefekkür eder bulursan, o zaman sen hem hakkıyla sabretmiş,
muradına ermiş, edalı komutanlar gibi zaferden zafere koşar, önünde hiçbir dağ sana engel olmaksızın başın dik
olur. Hem de, amacına ulaşmış toplumsal vazifeni yerine getirmiş bir taklitçi
değil. Bir İcat edici, insanlara önderlik
yapabilecek nitelikte bir münevver olmuş olursun.
Bütün
bunlardan sonra düşünerek keşfettiğin ve ortaya koyduğun değerlere insanları davet edersin. Kendinde
fiili olarak mücadele edip zararlı olan şeyleri ortadan kaldırmaya çalışırsın.
Tıpkı;
-Hz.
Eyyüb ile Hz. Yakup (as)
-Hz.
Nuh (as) ile Hz. Muhammed (as) gibi.
İlk ikisi
ferdi ve kişisel felaketlere karşı sabrettiler son ikisi ise toplumsal
felaketlere göğüs gerip geceleri yüce Allah'ı tespih ederek kainatın evrensel
orkestrasında hazır bulundular sabır, sebat ve sükunetle maruz kaldıkları
felaketlerin kaynağına inmeye çalıştılar.
ü Kim den?
ü Niçin?
ü Neden?
Kaynaklandığını
araştırdılar, soruşturdular sonunda buldular ve kazananlardan oldular. İmdi
seni ve toplumu rahatsız eden sivri sinek vb. varsa eğer, sakın ola ki sivri
sineklerle savaşmayasın, dövüşmeyesin, kovalamaca oynamayasın, kendine dönük
olan rahatsız edici şeyler karşı:
-Hz.
Eyyüb ile Hz. Yakup (as) gibi.
Topluma
dönük olan rahatsızlıklara.
-Hz.
Nuh ile Hz. Muhammed (as) olmaya çalış.
-Sabır
sükunetle, sivri sinekler nerede? Ve nasıl?
Türediklerini
öğren. Çünkü kendini koruma gücünü, yani cephanen ne kadar da çok olsa,
tankların, son model icat edilmiş silahlarında olsa, sivri sineklerle
savaşmada, sana fayda sağlayamaz.
-Silahlar
ve tanklar sivri sineklere ne kadar zarar verebilecek?
-Bunlara
benzer alet ve edevatların ne zamana kadar seni sivri sineklerden koruyabilir?
-Ortada
bataklık var. Sen bataklığı kurutmadıkça istediğin kadar sivri sinek öldür.
Şunu
iyi bil! Ömrün belki biter ama sivri
sinekler bitmez. Sebebi ise; bataklık
durmadan sivri sinek üretiyor da ondan.
UNUTMAYALIM!
Yerinde zamanın da usulüne ve üslubuna riayet
edilmeden yapılan her iş sonuçsuz kalacaktır. Tıpkı sivri sineklerle savaşmak
ve sağlıksız bilgilenmek gibi. Çünkü sağlıksız bilgi, sağlıksız düşünceyi,
sağlıksız düşünce sağlıksız iman ve ameli, sağlıksız inanan sonunda ise
sağlıksız, bozuk, zararlı davranış
doğurur yani meydana getirir. O zaman her şeyin bir ilk ve başı varsa,
mutlaka bir bitişi ve sonu da vardır.
Sabır;
insanın, toplumun ve ümmetin başına gelen felaketlerin tespitidir. Felaketler; kişisel olarak
başlar oradan topluma daha sonrada
ümmete sirayet eden zararlar, kötülükler ve günahlardır. Başka bir tabirle
bütün insanların hakka ait haklarını ve Hakk-a karşı kulluklarının önündeki
Kur'an-ın tespitiyle;
5 Ï a¤ì è n¤ãa ¡æ¡b Ï
6¡é¨£Ü¡Û ¢åí©£Ûa æì¢Ø í ë ¥ò ä¤n¡Ï æì¢Ø m
ü ó¨£n y ¤á¢çì¢Ü¡mb Ó ë
åî©à¡Ûb £ÄÛa ó Ü Ç ü¡a
æa 뤢Ç
“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk)
de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse
zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur”(2/193).
Bir de
bunların:
ü Kim den?
ü Niçin?
ü Nerede?
Kaynaklandıklarını
bulmak, tespit etmek ancak ve ancak sabırla mümkündür.
Buraya
kadar sivri sineklerin bataklıkta türediğini beraberce keşfettik. Bu tamam. Fakat
asıl olan insanların sivri sinekleşmesidir.
Bizim
anlatmak isteğimiz budur. Eğer şu ana
kadar anlattıklarımdan anlaşıyorsak,
insanların zararlı olmasının ve sivrisinekleşmelerinin üç sebebini anlatmaya
çalışacağım. Bunlar:
1-Taklidi
İnanç,
2-Sağlıksız
Bilgilenme,
3-Bozuk
Düzendir.
Öncelikle
kendi nefsimize dönük olan ve bizi içten çökerten, dışa karşı da sürekli zarar veren ve bize de kayıp
verdiren kötü haslet, huy ve davranışlarımızı sabırla, sebatla kontrol altına
alıp, yavaş yavaş iyi ve güzel hasletlere, huylara ve davranışlara kendimizi
motive edip yani alıştırıp, nefsimizin bizden istediği ve arzuladığı kötü
şeylere karşı iyiliklerle karşılık verip, mukabelede bulup, mücadele etmemiz
lazım.
Ta ki,
ahlaki olgunluğu, erdemliği elde edip
kazanıncaya kadar.
UNUTMAYALIM
Kİ!
Kendisini
kontrol etmesini beceremeyen beceriksizlerle, ne yol gidilir. Ne de dostluk
yapılır. Çünkü dostun iyisi,
akıllısı kişiyi aziz eder.
-Dostun;
avanağı, aptalı ve beceriksizi ise insanı rezil eder.
-Yine
dostun iyisi kişinin, sağ gözü, eli ve ayağıdır.
-Dostu
olmayanın ve dostu hain olanın, sağ gözü, eli ve ayağı yoktur. Oysa göz, el ve
ayak insanın hayatta yaşamını, varlığını daimi kılan en büyük ve en önemli uzuvlarıdır. Bunlar olmadan ne yol
gidilir, ne de mücadele verilir.
-Dost
edinmenin yolu, kişinin insanlara karşı beslediği niyete ve dostlarıyla olan
birlikteliğinde ise nefsine ve Şeytana uymamasıyla mümkün olur. Dost, kişinin
nefsinde dışa yansıyan kıvılcım aynasıdır. Onun için huyları ve arzuları aynı
olanlar beraber yaşabilir ve anlaşabilirler.
Şunu
hiç bir zaman unutmamalıyız!
Dünya
savaşları biter; fakat insanoğlunun nefis ve Şeytanla olan savaşı bitmez. Bu
ikisi insanla kaimdir.
Biri
nefis, ancak terbiye edilir, diğeri Şeytan ise, kontrol edilir. Bunlar insan
şahsiyetine ve ahlakına dönük iki düşmandır. Hiçbir zaman ihmale gelecek ve
fırsat verilecek cinsten değillerdir.
Bunlarla
olan savaşın süreci, insan ancak ölünce veya bütün insanlık adına kıyamet
kopuncaya kadar devam edecektir.
Yukarıdaki,
izah ettiğimiz şeyler, kişinin kendine dönük yapması gerekenlerdir. Bu arınma
operasyonu başlı başına görev ve sorumluluğumuzu tam yerine getiriyoruz
manasına gelmez. Çünkü bunlar kendimize karşı vazifemizdir.
Topluma
karşıda sorumluluğumuz vardır. Onun
için tek başına "Ben"
veya "Sen" sivri sinek üreten bataklığı kurutamayız. Çünkü insanların
sivri sinekleşmelerini teşvik eden ve çoğalmalarını sağlayan bir sistem gücü
var. "Sen" tek başına ateş olsan ancak kendini yakabilirsin.
O zaman
bize bir toplumsal güç gerekiyor. Bu güç, önce "Sen"le yani tek kişi
ile başlar. Sonra da sabır, sebat ve sükunetle, bir iki, üç, beş derken bu
şekilde devam edip, insanları tespit ettiğin bataklığı kurutmaya davet edersin.
İstenilen
potansiyel güç oluştuğunda da bataklığı, yani sistemin gücünü ve insanların
inanç, fikir ve değerlerine zarar veren kötülüklere ve bunları teşvik eden,
doğuran faktörlere karşı fiili mücadele edersin.
Nasıl
ki, kişisel erdemliliği, sabır, sebat ve sükunetle elde etmişsek toplumsal
saadeti, huzuru ve güveni de bu şekilde sağlamış oluruz.
Tekrar
ediyorum;!
-Sivri
sineklerle savaşılamayacağı gibi, halklarla da savaşılmaz.
-Bizim
mücadelemiz insan ve toplumu yönlendiren inanç, fikir ve güç dengeleriyledir.
Yani sivri sinek üreten bataklıkladır.
-Bu
zorlu mücadele ise ancak bilgi, beceri, kültür ve ikna ile mümkündür.
-Sabırla
başlayan bu kutsal mücadelenin münevverleri, seherde gece namazıyla iki
güzelden birini elde etmeye çalışırlar...
ü Ya Şahadet.
ü Ya Zafer.
Allah'a iman ettiğini söylen her
mümin, aynı zaman da bütün beşeriyetin yani
insanlığın ANA'sı olma
yükümlülüğünü üzerine almış sayılır. Onun için her mümin Müslümanlara karşı şefkatli,
inanmayanlara karşıda merhametli olmakla sorumludur.
ANA tüm, evlat ise onun parçaları
sayılmaktadır. Hiçbir zaman tüm parçalarını birbirinden ayrı ve kopuk kabul etmez. Sadece her parçanın
kendine göre şekli ve yeri vardır. Onun
için ANA evlatlarının şekline
ve takındıkları tavra göre muamele eder.
Eğer bu evlat Hz. Nuh (as)’ın
oğlu gibi ise. Onun hidayeti ve kurtuluşu için dua etmek gerekir...
Eğer bu evlat Hz. Yakup (as)’ın
oğlu olan Yusuf (as) gibi ise. Ona da
sevgi ve hasret duyması gerekir...
Eğer bu evlatlar Hz. Musa
(a.s)’ın Anasının kendi evladına olan Müşfikliği ve Hz. Meryem’in Anasının
Mümbitliği gibi ise. Onları da Allah yoluna ADAMAK gerekir.
Yok eğer bu evlatlar Hz. Musa
(as)’ın Anasının kendi evladına olan müşfikliği ve beslediği rahmet gibi ise.
Bunlara karşı da sabır, metanet göstermek gerekir...
Hakiki ANA'ların Çocukları bu
dört şıktan başka bir şekilde alınamaz.
İmanın gereği olarak "ANA" olanlar, ümmetin mazlum çocuklarını bu
dört şık içinde değerlendirip, her müminin kendisini muhasebe etmesi gerekiyor. Gerçekten ANA'lık sorumluluğumuzu ne
kadar yerine getirebiliyoruz.
Bir Anne Arıyorum!
Merhamet yüklü dualarıyla
evlatlarının kurtuluşu için yalvaran, yakaran...
Bir Anne Arıyorum!
Evlatlarına karşı bağrı yanık
olan, sevgi ve hasretle tutuşan...
Bir Anne Arıyorum!
Evlatlarına karşı Müşfik ve
mümbit kanatlarını serebilen.
Bir Anne Arıyorum!
Ümmetin sümüklü çocuklarına karşı
din, dil, ırk farkı gözetmeksizin, merhamet dolu sinesini evlatlarına karşı
ağlatmadan ağlayabilen...
Evet bir ANA’nın verdiği sevgi
ile doğadaki vitaminin bir araya
geldiği ve bir
insanın bünyesinde toplandığını düşünürsek eğer, o zaman o evlatların ruhsal
ihtiyaçlarını, yitirdikleri sevgilerini uyuşturucu ve benzerlerinden ve
sevgisizlikten bunalım buhranına düşmeleri mümkün mü? Yine doğadan aldıkları
vitaminle bedensel ihtiyaçlarını tatmin ettiklerinden dolayı ne ihtiyaçlarını
gidermek için başkalarının malından,
parasından gözü olur hırsızlık yaparlar, Ne de israf ederek başkalarının
hakkını yığın yığın
çöplere atmak zorunda kalırlar.
Diloş, Fatoş gibi evlatlarını
sokağa. Dino, Fino gibi köpeklerini de koltuklara yatıran böyle bir ana
istemiyorum..
Kimliğini ve kişiliğini
inancından değil de, idolojilerin kapital çıkarlarına alet olmada arayan böyle
bir ana istemiyorum...
Sinesini günahlarla kirletip, inim inim inleyen
feryatlara kulak tıkayan, gülmek için
ağlatan böyle bir ana istemiyorum.
Dünyayı kucağına, Çocuklarını arabaya, sevgisini köpeklere, şefkatini kedilere
ve gününü dedikodu ile geçiren böyle bir ana istemiyorum...
Kendileri koltukta, Anaları ise
sokakta dilencilik yapan, Annelerini bakım evlerine verip, kendileri de
villalarda oturanlara. Analığı sadece bayanlara tahsis edip, birkaç evlâdına
karşı duyduğu ve hissettiği sıkıntı ve endişeyi bütün insanlığın saadeti için
taşımayanlara. Analık gibi yüce
ve ulvi bir şerefle oynayıp alay edenlere. Yaptığı ve ettiğiyle gurur duyup,
insanlık ayıplarının üzerine kadeh
tutuşturanlara. Bu yazıyı okuyup da gocunanlara ve şerefsizliği günah ve ayıp
saymayanlara "SİZ ŞEREFSİZSİN DEMEK" suçsa eğer, bu suçu acıda olsa
alıyor sevdam gibi bağrıma basıyorum.
Dillerini ve ellerini insanların
şerefiyle oynatan şerefsizlere, soysuzlara:
*Dilinizle insanların şerefiyle
oynamaktan vazgeçin artık,
*Elinizi insanların şerefinden
çekin artık...
*Yaptığınız soysuzluğa ve
pervasızlığa utanın artık.!" diyorum.
Analığın kutsal, ulvi şerefiyle
oynandığı, çiğnendiği ve topyekün bir ümmet neslinin yozlaştırıldığı bir
dünyada
Özellikle bunun şu anda
kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Ey Rabb-imız ! Tümünü kaybetmiş,
parçaların bir anlam ifade etmediği gibi, biz ümmetin mazlum
Çocukları da bölük pörçük olduk. Onun için kadr-u kıymetimiz
kalmadı,yeryüzünde azamet ve izzetimiz çiğnendi. Kendimizi nereye
yamayacağımızı bilmez bir tedirginliğin içindeyiz.
Bize kendi benliğimize kavuşma
basiretini, kendi tümümüzü bulma bilgisini, nereye gittiğimizin ve ne
yaptığımızın firasetini nasip eyle ALLAHIM...
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim de
müteaddit ayetlerde dünyadan bahs eder:
7¥3î©Ü Ó b î¤ã¢£Ûa
¢Êb n ß ¤3¢Ó
"Dünya az bir meta,
geçinmedir" (4/77).
¡ë¢¢Ì¤Ûa
¢Êb n ß ¥ò äí© ë ¥ì¤è Û ë ¥k¡È Û
b î¤ã¢£Ûa ¢ñì¨î z¤Ûa b à £ã a a¬ì¢à ܤǡa
“Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka
bir şey değildir” (57/20).
Yine Kutsi Hadiste Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor:
“Allah dünyayı yarattıktan sonra
Ona hitaben: "Ey dünya sen insanlara hizmet etmen için yarattım. Eğer
insanlardan Beni unutup sana hizmet edeni, sen kendine kul, köle yap. Fakat
senden yüz çevirip Bana yönelenlere sen kul, köle ol ve hizmetçilik yap.”
Hz. Ali (ra); dünyaya dalanlara
ve dünyayı hiç ölmeyecek gözüyle bakıp kendini oyalayanlara şöyle demiş:
"Dünya bir leştir. Ona
konanlara ise kargalardır."
Ecdadımız yani Atalarımız,
dünyayı mesken edinip ahireti unutanlara ve dünya malı için kavga, mücadele
verenlere şu mısraları hatıra bırakmışlardır.
-Mal da yalan mülk de yalan. Al
birazda sen oyalan.
-Mal sahibi mülk sahibi. Hani
nerede bunun ilk sahibi.
-Kim dünyaya değerinde fazla değer
verirse hem dünyaya hem de içindekilere zulüm etmiş olur. Kim de
dünyanın ahirete giden bir yol olduğunu unutur ve ihmal ederse kendisine zulüm
etmiş olur.
-Sen dünyaya gir. Fakat dünya ve
onun içindekiler kalbinin içine girmesin.
-Dünyayı avuçta tutmaya çalışın.
Sakın onun içinize, girmesine müsaade etmeyin.
-İnsanoğlu bedeniyle dünyanın
içinde küçük bir varlıktır. Fakat
taşıdığın yürek o kadar
geniştir ki, dünya ve içindekiler ona az ve yetersiz gelir.
-Hiç naz etme, ey naz ve niyaz
bahçenin goncası; dolaştığın ve bastığın topraklar da nice güzeller, dilberler,
pehlivanlar ve yiğitler yatar.
-Durdurun şu dünyayı inmek
istiyorum. Çünkü burada yürek hırsızları var.
İmdi bu girişten sonra, içinde
yaşadığımız ve ne amaçla geldiğimiz nereye ve niçin gideceğimiz hayatımızın
tanımını beraber bulmaya çalışalım.
Dünya; aşağı, bayağı, alçak ve
geçici manalarına gelir.
Ne ki, yaşadığımız ve geçen her
günümüz "dün" diye ifade ederken bunu kast ediyoruz. Yani dün geçti,
bitti manasına geliyor ki bu dünya kelimesinin küçük ve bir başka manasıdır.
Geçmiş olan dünlerimizi
düşündüğümüzde karşımıza iki şık çıkar:
1-İyi ki yapmışım.
2-Keşke yapmasaydım.
Gecelerin tenha vaktinde kendi
vicdanında başka hiç kimsenin olmadığı, sadece yastığının şahit olduğu bir
esnada gelecek yarının, geçmiş dünün ya vicdani, kalbi ve ruhi ferahlık
geçirilir. Ya da vicdan azabıyla kıvranıp keşke işlemeseydim diye pişmanlık
duyulan işin ızdırabını görmemek için yorganını gözlerinin üstüne kapatıp kendi
kendimizi teselli etmeye çalışırız. Bunu vicdan azabına şahitlik yapan
yastıklara sormak lazım aslında. Gerçekten bir
insanın ne kadar acı, ızdırap çektiğini.
UNUTMAYALIM !
Her gün, bir gün dün olacak, her
yaşayan günün bir de yarını gelecektir. İnsan dün yapması gerekeni bu gün
yapıyorsa ve bugünün işini yarına bırakıyorsa, o zaman Peygamber (as)'ın dediği
şu kimselerden olur:
"Yarıncılar helak
oldular" (Kutub-i Sitte-Helak).
Yani; yarın diye diye ömrünün
geçen bu kadar vaktini vadeye bırakanlar, bir gün Azrail (as) enselerinde
görmeye başlarlar. O zaman da iş işten geçmiş olacak, belki de yaşadığı günün
yarınını görmeyecek ve de yaşamı bitmiş olacaktır.
-Dün bizimdi ama geçti. Yarın
bizim olacak mı acaba?
-Bugün bizim geçmiş dünün ve
geleceği belli olmayan yarının ortasındayız.
-Her kışın yazı, her baharın bir
de sonbaharı vardır.
-Her gecenin gündüzü, her
aydınlığın bir de karanlığı olmuştur. Bu
dünyanın kanunudur. Fakat her dünün de bir gün yarını olacaktır.
-Biz onda ölü mü olacağız?
-Yoksa, sağ mı olcağız?
-Her yarın, dünün eseri,
görüntüsü ve aynasıdır.
-Her kim, dün ne yapmış ise,
yarın görülecek ve konuşulacaktır.
-İyilik yapmış ise
"AFERİN" alacaktır.
-Eğer kötülük yapmış ise hem
vicdanen rahatsızlık, hem de cezasını çekecektir.
İçinde bulunduğumuz dünyamızda,
ruhlar aleminden ahirete uzanan bir yolun, kavşağın ortasındayız. Geriye
saymanın mümkün olmadığı, olmayacağı, fakat her geçen ve yaşanan günün
aleyhimizde delil olduğu, bununda hesabının verileceğini unutmamak lazım
geldiğine inanıyorum.
-Eğer yaşadığımız her günümüz
geçen günlerimizi bize arattırıyorsa, bu bizim için büyük bir kayıp demektir.
Ve geleceğimiz, istikbalimiz parlak değil, karanlık olacaktır anlamına gelir.
Öyle ki bu bizim kendi kaderimizi
kendimiz çizeceğiz manasına gelir.
-Doğmak bizim elimizde
değil,ölmek de elimizde değildir. Elimizde var olan şu anda içinde yaşama
mücadelesi verdiğimiz ama mahdut ve sınırlı zaman akışıdır.
-Bunu en güzel bir biçimde
değerlendirmek, kıymetlendirmek asli ve insanlık vazifemizdir.
Allah dahi (imtihan hariç) doğmak
ölmekten başka insanların dünyasına ve kaderine müdahale etmiyor. Sadece
imtihan amacıyla bela ve musibetleri insana gönderir ki bu da yüce Allah
insanların imtihanda olduklarını bilmeleri için gönderdiği fani, geçici kaza, bela
ve musibet gibi şeylerdir.
Kaldı ki, binası Allah tarafından
kurulmuş, içindeki tamiratı da insanoğluna verilmiş bir dünya da yaşıyoruz.
Yaşadığımızın en büyük göstergesi ise
düşünüyoruz. Ve düşünüyoruz ki koca dünyanın şu anda üzerinde yaklaşık olarak 6
ile 7 Milyara yakın insan yaşamaktadır. Koca dünyanın içindeki varlıkların
özellikle de insanların kendisine göre küçük bir dünyası vardır.
-Sahi sizinde kendinize göre
dünyanız var mıydı?
-Yoksa siz başkalarının
dünyasında mı oturup kalkıyorsunuz?
Eğer isterseniz, kendi dünyanızı
kendiniz kurabilirsiniz. Bu insan olduğunuzun bir gereğidir. Ve yüce Allah'ın
size verdiği bir haktır. Hakkınızı sonuna kadar kullanın.
Etrafımızı şöyle bir kolaçan
ettiğimizde, başkalarının kurduğu, kaptığı
gündem dolu, zevk, sefa
dolu karanlık dünyada insanlar, kan
ağlıyor, açlık ve sefaletten soğan ekmek kemiren, stresten hiç başını
kaldıramayanlar. Ruhuna ait bütün gücü anlamsız, zararlı olan yerlerde kullanıp
ruhsuz ceset halini alırken buna kimse
bir şey demiyor. Ve hiç kimse bunun acısını duymuyor.
-Bu hale nasıl ve niçin gelindi?
Denilmiyor da, deniz de bir balığın, karada bir maymunun, evde bir köpeğin
başına bir şey gelse hemen bütün güç odakları ayağa kalkıp kıyama dururlar.
İşte bu başkaların kurduğu dünyadır.
Bu dünya bize göre değil. Çünkü biz sümüklüyüz. Onlara göre bir dünya kurmaya
ve yeni bir dünya da Allah'ın istediği
ve bizim aradığımız gibi yaşama hakkımız yoktur.
Kısacası bunların kurduğu dünya
da oluşturduğu çevrede bize yer yoktur. Çünkü bizim sümüğümüz onlara bulaşır.
Onlar ise entel ... O zaman kendi dünyamızı, çevremizi ve gündemimizi ne yapıp
yapıp kendimiz oluşturmalıyız. yoksa daha çok ezilip, bükülüp çizmelilerin
çizdiği kadere, kendi kaderimizi kurban ederiz.
Yüce Allah her insana bir dünya
oluşturma kabiliyetini vermiştir. O halde biz, başkalarının kurduğu düzen ve
oluşturduğu dünyada yaşamak zorunda değiliz. Kendimize gelip, kendi dünyamızı
oluşturmaya çalışmalıyız. Tek başımıza kaldığımızda Rabbimize karşı kulluk
vazifemizi takva, haya ve terbiye çerçevesinde ihsan ve ihlas bilinci ile
hareket etmeliyiz.
Başkalarıyla beraber iken, eğer
gücümüz yetiyorsa hemen oturduğumuz yerde inandığımız ve bildiğimiz nispetinde,
derhal gündemi kapmaya çalışmalıyız.
Eğer gündemin inancımızla uyuşmadığını
ve bize zarar vereceğini tahmin ettiğimizde orayı derhal terk etmeliyiz. Ya da
gündemi kapmak için mücadele etmeliyiz.
Eğer birinci şık tercih edip
orayı terk edersek, o zaman inancımızı başkaların oluşturduğu kirli, yanlış
gündemden korumuş oluruz. Artık inancımızın gereği olan dünyamızı kurmaya
çalışırız.
Eğer hiç kimse bize taraftar
olmazsa ve bizim dünyamızla alay etseler bile bunun böyle olması gerekiyor.
UNUTMAYALIM Kİ!
= åî©×¡¤'¢à¤Ûa å¡ß ¢Ù í
¤á Û ë b6¦1î©ä y ¡é¨£Ü¡Û b¦n¡ãb Ó ¦ò £ß¢a
æb × áî©ç¨¤2¡a £æ¡a
“İbrahim, gerçekten Hakka yönelen, Allah'a
itaat eden bir önder idi; Allah'a ortak koşanlardan değildi” (16/120).
Prensibini esas alırsak; tek
başımıza bir dünya ve gündem oluşturmuş oluruz.
Artık tek başımıza kaldığımız da inanıyoruz
ki, bizim gibi inanan ve anlayışlı olan kimseler bizim onları aradığımız gibi
onlarda bizi arayacak ve bu şekilde aynı inancı ve bilinci taşıyanlarla da
buluşmuş oluruz.
Özellikle kendi yandaşlarımız bir
araya geldiğimizde gündemi inancımızın ve bildiğimizin zıddına, dışına
çıkartmamaya, taşırmamaya gayret etmeliyiz. Bunu yapmaya çalışırken
arkadaşlarımızı güzel bir lisanla, kırmadan, bıktırmadan izah ve ikaz
etmeliyiz. Bir gündem oluşturayım derken, insanların kalplerini kırmamalıyız. Çünkü kırık
kalpler üzerine dünya kurulamaz.
Yine kırık kalplerin inşa edeceği
dünyadan ve oluşturacakları gündemden ne hayır gelir, ne de kime, kimselere
fayda verir.
UNUTMAYALIM!
-Dünya fikrimizdir.
-Gündem zikrimizdir.
-Kişinin zikri neyse, fikri de
odur.
-Kim neyi
konuşursa, onu düşünür. Neyi düşünürse ona inanır. Kişi neye inanıyorsa
onu yaşar.
-Eğer siz inandığınızı
yaşamazsanız o zaman yavaş yavaş yaşadığınıza inanmaya başlarsınız.
-İşte bu dünya hikmetimiz. Gündem
ise kaybettiğimiz yitiğimizdir.
-Sahi bu dünyayı kurmak ve
bu gündemi oluşturmak çok mu zor...?
Moda zihniyetinin egemen olduğu
günümüz dünyasında insanlar modanın etkisiyle ondan nasipleniyor. Herkes azda
olsa modanın tesirinden kendini kurtaramamaktadır.
Moda özentiyle başlar. Daha sonra alışanların üzerinde kültüre ve ideolojiye
dönüşmektedir. Sonuçta modanın kurbanın olan kimseler, sürekli iki yüz taşımak
zorunda kalıyorlar. Bir yüzleri özleri olup, diğer yüzleri de özendikleri
modanın makam, mevki, giyim ve kuşamlarını ön plana çıkardıkları, değer biçtiği
sahte yüzlerdir.
Tekamül, evrendeki bütün
varlıkların temelinde yatan,inkarı inkarı mümkün olmayan bir değişmez esastır.
Her şey küçükken büyür. Yani tekamüle, kemale, erdeme ve olgunluğa erer.
Sonrada yavaş yavaş ölür. Tıpkı İslam’la ahlaki kemale, erdemliliğe erişen
insanlığın, moda ve benzeri kültürlere
özenerek yavaş yavaş ahlaki şahsiyetlerini yitirip soysuzluk bataklığına doğru
yavaş yavaş batmaları gibi... Yine tekamül, kainattaki bütün canlılarda varlığını bize çıplak gözle gösteren ve
görmemek için kör olunması gereken apaçık bir hakikattir. Her canlı yüce
Allah'ın yarattığı fıtri soyunu devam ettirmeye çabalayıp, hayata, yaşama
karşı vazgeçilmez savaşını vermektedir. Yüce Allah'ın müdahalesi olmadan hiçbir
şey yaratılışından, soyundan ayrılmaz. Nasıl olması gerekiyorsa öylece hayatın
çetin problemlerine karşı sağlıklı bir
duruşun zemini için çalışır. Tıpkı, meleklerin iyimser olup hiç huylarından
şaşmadıkları ve şeytanın kötümserliğinden vazgeçmediği gibi.
Soysuzluk, bazen suni aşılarla
ahlak dışı özentilerle insanlar tarafından
yapılmaya çalışılmışsa da bilim
şu gerçeği ispat etmiştir ki; "Kainattaki hiçbir şey gerçek aslını yitirmeden sadece suni
olarak geçici bir değişim geçirebilir. Fakat hiçbir zaman suni aşı olan bir
ağaç,meyvelerini değiştirse de damarlarındaki aslı değiştirmez. Aynı şekilde
insanoğlu da her ne kadar şu veya bu yollar veya yöntemlerle ahlaki tekamülü, olgunluğu
yitirse de ruhunun aslını yitirmez.
Tıpkı insan ve diğer varlıkların ruhsuz, kalitesiz kopya edilmesi gibi...
Yine soysuzluk, sülalesi soyu
sopu belli olmayan kimselere denir. Böyle bir soysuzluk kişileri edep terbiye
edecek onları sosyalleştirecek kimseleri olmadığındandır. Gerçekten babası
belli olmayanların terbiyesi nasıl ve kimler tarafından verilecek? Yine annesiz
büyüyen bir gün olsun anne sevgisi şefkati, merhameti tatmayan ve bundan yoksun
büyüyenlerin sevgi ihtiyaçları nasıl ve kimler tarafından karşılanacak...?
Günümüzde en ilkel soysuzluk, soy
sopa dayalı olmayıp istisnalar hariç iradeye isteğe dayalıdır. Çünkü zorla hiç
kimse kimseye bir şey yaptıramaz. Bunun için çağımızın soysuzluğu, anne ve
babaların görevlerini yerine getirmemeleri
ve moda özentisinin İslam’ı değerlerden daha fazla yaygınlaşması ve modanın
etkisi İslam’ı etkilerden daha fazla
üstünmüş gibi kabullenilmesi ve bunun bazı güç odakları tarafından kabul
ettirilmesiyledir.
Elbette bunun temelinde güç
odakların art niyeti ve kasıtlı
propagandaları yine kimilerinin de cahilliği, dine inandığı halde onu yaşamayı
aşağılık kompleksi olarak görmektedir.
Tıpkı, aslıyla kanaat etmeyen
sürekli başkalaşarak kendilerini fark etmeye çalışan zevzekler gibi... Tekamül,
yüce Allah'ın insanlık için benimseyip, İslam’ın biçtiği bir ahlaki hayat ve
yaşam modelidir.
Soysuzluk, modacı zihniyetin
modern dünyasında zevzeklerin insanlığa dayatarak biçtiği bir hayat, yaşam
biçimidir.
Yüce Allah'ın insanoğlu için
kıymet biçtiği İslam modelini tatminsiz zevklerine uyarlamaya ve alet etmeye çalışanlara...
Soysuzluklarını ve
zevzekliklerini insanoğlunun saadetinin kurtuluş reçetesi gibi dayatarak
sunanlara...
"SİZ KARANLIĞIN KALLEŞ
BEKÇİLERİSİNİZ" demek suçsa eğer, bu suçu alıyor sevdam gibi acıda olsa
"ŞEHADET"in gerdanlık ipi gibi boynuma doluyorum...ve sevdamın kutsal
hasretini kararmış vicdansızlıklarına armağan ediyorum... Ve "Elinizi
insanların can, kan ve ırzından çekin artık." Ve "iki yüzlülüğünüzü
saklayarak insanları yüzsüzleştirmekten vazgeçin artık" diyorum...
İnsanın saadeti ne yüreğinin
git dediği yere gitmekle ne de aklın
sivri zekasının ucundadır. Çünkü bu ikisinin de görgü alanları ve bilgi
donanımları sınırlıdır.
Yürek, hissettikleriyle yola
düşer, bu esnada şeytanın vereceği vesveselerden emin ve azat olamaz. Onun için hislerle hareket eden her
zaman doğru kanaate meyledip yürüyemez. Bunun için doğruyu bulamayan
yürek, yapacağı şeyden emin olmaz ve hep ürkek olur.
Yiğitlerin ilk yeneceği ürkeklik
olmadığı müddetçe, hayatta başarılı olamazlar. Yiğit yüreklerin sarılacağı tek
doğru hisler dinin (Kur’an-ın) gölgesindeki gerçeklerdir.
İşte bunun hayattaki ismi
"VAHİY" dır.
Akıl, her an şeytanın güdümüne
hazır olan insanın fikir etme melekesidir. Aklın ortaya koyduğu fikirler bedeni peşinde sürükler.
Aklın arkasında takatten kesilen beden
kalır, bir de bakar ki, kendisinden daha akıllıları o yapacağı işi keşf
etmişler. Aklın bu güdümlü yöntemiyle kimileri
ahiretlerini kimileride dünyalarını mahf etmişler. Çünkü tek başına
sivri zekanın arkadaşı şeytandır. Şeytan ise Aziz olan Allah'ın katında hem
dünyası hem de ahireti mahf olmuş, rezil biridir.
O zaman rezilin insanı davet
edeceği tek yer, rezillerin yanıdır. Rezillerin içinde azizlik, ay ışığında
iğne aramaya benzer.
İşte aklın fikir ettiği şeylerin
şeytani kuruntudan uzak olabilmesinin tek bir çaresi vardır oda
"VAHİY" dır.
ü
Vahiy, Allah
merkezlidir.
ü
Yürek, Nefis
merkezlidir.
ü
Akıl, Şeytan
merkezlidir.
Yüreğini Allah'ın isteklerine
göre şekillendiren kimseler ancak erdemli olabilirler.
Aklını şeytanın kısır döngülü
desiselerinden azat edip, vahyin evrenselliğine teslim ederek fikir edenler,
ancak aziz olabilirler.
O zaman erdemlilik de, azizlik de
dinle mümkündür.
Dinini arkalarına atanlar,
yüreğini dünyalılara kaptıranlar, aklını şeytanın terkine ve başkaların cebine
koyanlar, ne ahiretin ne de dünyanın şerbet ve şerefine nail olabilirler.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنَّا
خَلَقْنَاكُمْ
مِنْ ذَكَرٍ
وَاُنْثى
وَجَعَلْنَاكُمْ
شُعُوبًا
وَقَبَائِلَ
لِتَعَارَفُوا
اِنَّ
اَكْرَمَكُمْ
عِنْدَ
اللّهِ
اَتْقيكُمْ
اِنَّ اللّهَ
عَليمٌ
خَبيرٌ
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir
dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok
korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır” (49/13).
Beklemek, bütün varlıkların
kaderlerinin bir parçasıdır. Fakat her şeyin ve herkesin beklentisi farklıdır.
Kış, soğutmak için karı ve
yağmuru bekler. Bülbül ötmek için gülleri bekler. Bütün bunlara komut verecek
birisi gerek. Çünkü her şeye bir sebep gerek, bütün sebeplerin ötesin de ise
bir müsebbip gerektir.
Örümcek ağını örüp av bekler.
Kedi deliklerde fare bekler. Fare yılanı yemek için soğuğu bekler. Yarasa
avlanmak için geceyi bekler. Koyun otlanmak için şafağı bekler. elbette bütün
bunlar tesadüfi değildir. Her varlığın
diğer bir varlıktan beklentisi vardır.
İnsanoğulları da hayatlarının bir
parçası ve alınların yazgısı olan beklentiye girerler. Hasta olanların iyileşme beklentisi, öğrencilerin
okullarını bitirme beklentisi ve öğretmenlerin aybaşında maaş beklentisi inkarı
mümkün olmayan görünen bir tür beklentidir.
Fakirlerin zengin olmayı
beklemeleri, gurbetçilerin sayılı günlerini beklemeleri, bakkalların müşteri
beklemeleri ve dolmuşçuların yolcu beklemeleri de güncel yaşamamızda
karşılaştığımız beklenti çeşitleridir.
Çocuk büyümeyi, gencin hülyayı, ihtiyarın
ölümü, sevenin sevgilisini beklemesi: "O gün ne zaman gelecektir"
diye yaşadığımız beklenti türlerinden olmuştur.
Kimileri baş ve diş ağrısının
geçmesini beklerken, kimileri de bütün insanların dünyevi rahatı için ettiği
duanın kabulünü beklerler. Bazı kimseler de ki, bunlar her zaman azınlıkta
kalmışlardır. Dünya ve ahiret saadetlerinin teminatı için yeryüzünde fitne
fesadın ortadan kalkıp Allah’ın dinin egemenliğini beklerler.
Bu saydıklarımız ve daha
sayamadıklarımızın beklentilerinin sonucu kabristanlardaki mezar taşlarında
yazılı duruyor. Onlarda birilerini ve bir şeyleri bekliyorlar. Kimileri
beklentilerine kavuşup tam ölümsüzlüğü sayıklarken, birden tabuta konulup
musalla taşına serildiklerini görüyoruz. Kimileride beklentilerine kavuşmadan
gözlerini yumup, üstü kapalı şehir (kabir)de hesap ve mizanı beklemeye
koyuluyorlar.
Beklemek güzel bir telaş ve
uğraştır. Fakat beklenen şeyin durumuna göre beklentiler hükme tabi tutulur.
*Kasasının dolmasını bekleyen
kapitalist zihniyetlilerin beklentileri kutsal değildir.
*Komşu vesaire kızların yolunu
gözleyip beklemek de kutsal değildir.
*Bir etiketin mağrurluğunu
beklemek de kutsal değildir.
*Zulüm kokan makam ve mevkilerin
bekçiliğini yapmak da kutsal değildir.
*Kutsalı belirleyen sonsuzluk ve
ölümsüzlüktür.
Eğer beklenilen kutsalsa onu
beklemek o zaman kutsal olur. Yok eğer, beklenen fani ölümlü olan bir şeyse o
zaman beklemek bir hiç olur.
Tıpkı:
"Ne şehit ne gazi pisi
pisine gider bizim niyazi" gibi...
Madem kutsalı belirleyen sonsuzluk,
ölümsüzlük ise hayatta sonsuz, ölümsüz "Tek şey, bir şey ve aynı şey
ALLAH' tır."
Beklenilen Allah, gözetilen
Allah’ın rızası ise, O kendisi de
kutsal, çilesi de kutsaldır. Kutsalı beklemek de insanı kutsallaştırır,
sonsuzlaştırıp, ölümsüzleştirir.
Hz. Peygamber (a.s) "üç şey
kutsaldır." diye buyurmuştur:
1-"Allah yolunda akan kan,
2-Allah korkusuyla gözden akan
yaş,
3-Allah yolunda tozlanan
ayak”(Tirmizi).
Hz. Mevla’na: "Ben
öldükten sonra kimse ardımda ağlamasın. Bilakis herkes düğün
bayram etsin. Çünkü ben sevgilime gidiyorum" demiştir.
Evet beklenen gün gelecekse ve
beklenen şey kutsalsa o zaman beklerken çekilecek olan çile de kutsaldır.
Çünkü dünyada en zor şey beklemektir.
Nice pehlivanlar meydanlarda
kahramanlık sergilemişken bekleme esnasında imtihanı kaybetmişlerdir.
Birde nice bekleyişler vardır ki,
sonuçsuz kalmıştır. Söz verip de sözünde dönmeyen ve vaat ettiği şeyleri
gerçekleştirme de hiçbir şek ve şüphe olmayan yegane mabut ALLAH' tır.
Bunun dışında nice söz verenler söz verdikleri
kimselerin umutlarını boşa çıkarmışlardır.
*Ey zalime cezasını, mazluma da
hakkını veren....
Bizi kendi malımıza hırsız
ettiler, kendi öz topraklarımız da göçe ve sürgüne mecbur ettiler. Mazlumlara
vaad ettiğin nusretin bekleyişi içindeyiz.
Bize dayanma gücü ver. Rahmetini
bereketini ve mağfiretini bize çok görme ALLAHIM...
BAŞARI YOLUNDA
ALTIN KURALLAR
Başarmak, insanın maddi ve manevi kuvvetlerini bir hedefe doğru yöneltip hedefi elde etme sürecidir.
Etrafınıza, üç
gün sonra bir daha hiç görmeyecekmiş gibi bakınız. Üç
gün sonra bir daha hiç duymayacakmış gibi dinleyiniz sesleri... Belki o zaman her zaman bakıp da göremediğiniz, işitip de güzel bulmadığınız ne harikalarla karşılaşacaksınız. Belki o zaman sahip olduğunuz zenginlikler karşısında şaşırıp
kalacaksınız.
Hayatınız bir
duadır. Size dilinizle istediklerinizden çok hayatınızla
istedikleriniz verilir. Hakkınızda bir karar verilebilmesi için dinlenecek tek meşru şahit
hayatınız
olacaktır. Eğer
yeterince fedakarlık yapmamışsanız, hayatınızın şahitliği pek parlak olmayacaktır.
Belki ağzını açıp
bir-iki kelime bile etmeyecek, size boş gözlerle bakıp duracaktır.
Olabileceklere, “birşey olmaz” kadar, kötü bir başlangıç
yoktur.
Her insan kötü bir alışkanlığa,
“hürriyetimi kullanıyorum” ifadesi ile ayak basar. Her halde hürriyet uğruna insanın kendi kendini tıktığı daha
karanlık bir zindan yoktur.
Durgun su çabuk kirlenir ve
bozulur. Nice suyu bataklık haline getiren durgunluktur. Çalışmayan insanda durgun su gibidir. Kirlenir ve
bozulur.
Sabah kaybettiğimiz bir saati, değil bir yıl, ömrümüz boyunca arasak bulamayız. Kaybettiğimiz saatler ne kadar çoksa eserimiz o kadar eksik olacaktır.
Dağlar ne kadar vakurdur. Onlar göklerden kar dilenmezler. İlk kar yinede onlara düşer.
Hayatta önemli olan mazeretler değil, neticelerdir.
İşimizin, amacımızın,
fikrimizin isimsiz kahramanı
olabilirsek, kahramanlığa isim olabiliriz. Hangi toplumun isimsiz kahramanı çoksa, o toplum diğerlerine üstün gelir.
Kırk yılını denizlerde geçiren bir kaptanın İspanya
açıklarında başına gelenler herkesin ilgisini çeker. Hayatında bir defa gemiye binmemiş bir adamın anlattıkları ise,
ne kadar ilgi çekici olursa olsun “vah vah” diyerek geçiştirilir.
Küçük ruhlardan gelen bükük
harfler herkesi sıkar. Büyük ruhlardan gelen küçük harfler bile bizi
bütün varlığımızla
seferber eder.
Son derece iyi hazırlanmış, bilgi ve tecrübe yüklü bir konuşma, küçücük bir bilgi hatası yüzünden berbat olur. Dinleyenlerde, konuşmanın bütünü üzerinde tereddütler hasıl olur.
Sıfıra
Çarparsanız Sıfırlanırsınız
Başkalarının yanında yaptığınız taktirde ayıplanacak davranışları yalnız başınıza da kaldığınızda yapmamanız tesirli bir atmosfere sahip olmasını sağlar.
Güçlükleri göze alamayanların kolaylıklarla karşılaşması mümkün değildir. Güçlükleri göze alarak yola çıkanlar ise güçlüklerle beraber mutlaka kolaylıklarla da karşılaşırlar.
Doğrudur; her arayan bulamaz. Ama aramadan bulan hiç olmamıştır.
Her kötülükten sonra bir iyilik,
her yanlıştan sonra bir doğru, kötülüğün ve yanlışın lekeleri içinde simsiyah olmamızı engeller.
Kuvveti arttıkça şefkati
artmayan bir insan her an bir haksızlığa sebep olabilir.
Doğruyu görebilmemiz için doğruyu
hissedebilmek, doğruyu hissedebilmek için de doğru yaşamak gerekir. Nasıl göze kaçmış bir çöp, rüzgarın kaldırıp gözümüze doldurduğu toz toprak, görme kabiliyetimizi etkiler, görüş mesafemizi kısaltırsa, kalbimize dolmuş toz ve toprak, kalbimize batmış bir çöpte kalp gözümüzün görüş kabiliyetini ve mesafesini etkiler. Kalp gözü perdelenmiş bir adam sapla samanı karıştırır, aka kara, karaya ak diyerek iddialara tutuşur.
Her
Saniyeniz Gayenize
Kilitlenmelidir
Doktor olan filozof Halle son
vuruşuna kadar kendi nabzını saymıştı. Meslektaşına “dostum, nabız atmaz oldu” dedi ve öldü.
Büyük başarılar,
her saniye, tesbit edilen gayeler için yaşanmakla elde edilebiliyor. Hayatımızın her
saniyesi gayenizin rengi ile renklenmelidir, onunla dopdolu olmasısınız.
Kin ve onun kışkırttığı intikam hissi sadece yöneldiği kimseyi değil, hem onun etrafını hem
sizin kendinizi ve hem de etrafınızı yakıp yıkar.
Bu, öyle bir yaylım ateştir ki masum insanlarda isabet alır.
Affetmek, nefsin terbiyesi ve
güçlü irade için verimli-etkili bir eğitim yoludur.
Kalbinizi hapishaneye
döndürmeyin. Aksi halde size de bir başka kalpte bir hücre bulunabilir.
Çabuk affeden birisi olursanız her zaman yanınızda birilerini bulabilirsiniz.
Amerikalı gazeteci, Morgman, Rusların Hiyve üzerine yapacağı taarruzu görmek için Ceyhun nehrine ulaşmak ister. Rehberliğini Polat isimli bir Türk genci yapacaktır. Polat, kendisini Ceyhun kıyılarına ulaştırmak üzere Morgman'a söz verir. Fakat bu tehlikeli
bir yolculuk olacaktır. Çünkü Rus generali Kovfman eline geçirdiği bütün Türkleri işkenceyle öldürmektedir. Gece ile gündüz arasındaki ısı farkının 30 dereceye çıktığı ortaasya steplerinde yapılan zorlu yolculuk sonunda Polat, Morgman'ı Ceyhun kıyılarına
getirir. Polat'ın hayatı artık tehlikededir. Nitekim çok geçmeden Albay Ivanoff
tarafından yakalanır ve General Kovfman'ın emri
ile idam edileceği bildirilir. Morgman isyan eder. O sadece bana
rehberlik yaptı der. Polat masumdur. Bu seyahat benim isteğim üzerine olmuştur. Polat, Morgman'ın
kendisini kurtarmak için yaptığı
mücadeleyi hayretle takip eder. Ve Morgman'ın yıllar sonra bize naklettiği şu
sözleri söyler: Sizi buraya Allah'ın yardımı ile sağ salim getirmeye söz verdim. Sözler yerine
getirilirken hayatada mal olabilir. Ama söz mukaddestir. Yerine getirilmesi
için kanda verilebilir.
Söz bahsinde takınacağınız iki tavır vardır. İlki,
olur olmaz söz vermemektir. İkincisi,
söz verdikleri sonra mutlaka yerine getirmektir. Sözler cayılabilecekler, cayılamayacaklar diye ikiye ayrılmazlar. Söz sözdür.
Sabır, zamanı lehimize çevirme sanatının adıdır. İnsanın
kendisini en çok kontrol ettiği, dış etkilerden en çok koruduğu andır sabırlı olduğu an. Yani, sabırlı olma hali tam bir şuur halidir.
Sabır, diğer kuvvetlerinde zinde tutulması için gerekli bir kuvvettir. Sabır olmazsa, diğer kuvvetler ziyan olabilir. Üstün çalışma gücüne sahip birisi, gerektiğinde sabırlı
davranamazsa çalışma gücü ziyan olur gider. Demek ki sabır, diğer kuvvetlerimizin sevkinde önemli rol oynar. Bir bela karşısında
gerekli olan sabır, bir başarı karşısında da gereklidir. Bela karşısında
gösterilen sabır nasıl belanın sıkıntılarını azaltırsa, başarı karşısında gösterilen sabırda başarıyı artırır.
Büyük belalar büyük sabır gerektirir. Büyük bela karşısında
büyük sabır gösterebilenler belayı büyük bir zafere dönüştürülebilir. Çünkü sabır,
zorlu kapılar karşısında bir köşeye büzülmek değil, zorlu olduğu ölçüde kapıyı
zorlamaktır.
Başakta, kızgın güneş altında
yanabilme iradesi olmasaydı buğday veremezdi. Mevla'nın dediği gibi kuru bir kütük ışık saçmaya başlar. Kuru bir kütüğü ışık kaynağı haline getiren iradeden başka bir şey değildir.
Elinize beş kiloluk bir ağırlık alıp
yürümeye başlarsanız ağırlığın
gittikçe arttığını
görürsünüz. Öyle bir an gelirki ağırlığı bırakmak
mecburiyetinde kalırsınız. Tabi ki beş kilo yine beş kilodur. Azalan sizin gücünüzdür.
Usta kaptan, hiç tanımadığı bir
limanada tehlikesizce girebilir. İskeleye yanaşabilir. Her insan bir limandır. Usta bir kaptan bekler.
İnsanlar ak kağıttır başlangıçta. Ona yazı yazarlar. Nice kalem oynar üzerinde. Kötü bir hatıra, bir ayrılık gününün derin hüznü, coşkun bir nasihat, bir arkadaştan yansıyanlar, anne-baba... ona binlerce kelime yazar. Bir insanda gece vardır gündüz vardır. Bahar vardır güz vardır. Göl vardır çöl vardır. Kolay değildir o ak kağıdı okumak... anlamak. Gecesine rastlarsanız gündüzü olmayacak zannetmeyin. Gündüzüne
rastlarsanız gecesi olmayacak zannetmeyin.
Bir gördüğünüz insan vardır. Birde insanda göremedikleriniz. Dalında dipdiri duran bir gül için bahçıvanın ne emekler sarfettiğini bilemezsiniz. Yaprakları dökmüş boynunu bükmüş bir ağacı da
hemen zavallı bellemeyin. Siz onun yaşadığı fırtınaları görmediniz ki...
İnsanlarda gördüğünüz birazda sizin bakmamızdır. Güzel bakanlar güzel görürler. Öyle insanlar vardık ki bakışları ile güzelleştirirler.
Çocuklar sözle değil, iyi davranış örnekleri ile terbiye edilirler. Çocukların unutamadıkları hatıralarının çoğu,
büyüklerinin güzel sözlerinden ziyade güzel hareketleridir.
Şifa bulmaz üç kötürüm bir hastane odasında yatmaktadır. İlk gelenin yatağı pencere kenarındadır.
Oradaki ölünce ortadaki o yatağa geçer, kapının yanındaki ortaya, kapının yanına da yeni bir hastayı alırlar. Pencerenin yanına geçen hasta hergün gördüklerini arkadaşlarına anlatmaya başlar.
Karşıda ağaçlarla süslenmiş bir park vardır. Kuşlar dallarda oynaşmakta, çocuklar konuşmakta, çiçekler rüzgarla dalgalanmaktadır. Aynı saatte aynı insanlar parkın yanındaki yoldan geçmektedirler. Diğer iki hasta işlerine giden, evlerine dönen insanların değişmez hikayelerini dinleye dinleye onlarla adeta dost
olurlar. Zaten parkın yanından gelip geçenlerin artık birer
isimleri de olmuştur. Birgün ortada yatan hastanın aklına bir düşünce geldi. Pencerenin yanına geçerse o güzel manzarayı dinlemek yerine kendi gözleri ile görebilecekti. Bu
düşünceyi günlerce kafasında geliştirdi. Nihayet bir gece pencere yanındaki hastaya kalp krizi gelince ortadaki hasta
bütün gücü ile uzanıp şişeyi yere düşürdü ve kırdı. Sabah
olunca pencere yanındaki hastayı ölü buldular. Onu alıp
götürdüler. Ortadaki hastayı da
pencere kenarına geçirdiler. O, “pencereden dışarı bakmak
için hastabakıcıların çıkmasını
beklemeliyim” diye düşündü. Yalnız kalınca başını daldırıp pencereden dışarıya baktı. Az ötede simsiyah bir duvardan başka birşey yoktu.
Konuşmaya başladığınız andan
itibaren anlattıklarınız değil anlaşılanlar önemlidir.
Faydasız söz kalbi matlaştırır.
Ruhun dengesini bozar. Daima endişeye sebep olur.
Kibir
Emeği Kirletir
Güneş gibi, durmanız gereken yerde durun. Ne fazla yaklaşıp yakın etrafınızı, ne de
fazla uzaklaşıp buz kestirin...
Dağlar heybetli, denizler engin, çiçekler güzel, toprak cömerttir. Fakat
bunların hiç birinde kibir yoktur. Ne o dokunaklı sesi ile söyleyin duran gümüş nehirlerde, ne aceleci rüzgarlarda kibre
rastlayamazsınız.
Birbiri artısına
yürüyen gecede ve gündüzde kibir olmadığı gibi dünyayı aydınlatan
güneşte de kibirden eser yoktur.
İri dolu başaklar ne kadar mütevazidirler ki başları hep önlerindedir.
Kibir, insanın dehşetli bir unutkanlık halidir. Nereden geliş nereye gittiğini unutmasıdır.
Bedava havayı, bedava akciğerlere soluyan ve bu suretle yaşayabilen bir insanın, bu kadar bedava arasında övünmesinde bir mantıksızlık da vardır. İki gözü için bir dakika çabalamamış, bir kuruş ödememiş bir insanın gördükleriyle övünmesinde mantık var mıdır?
Her tezgahta halı dokunmaz. Halı dokunabilmesi için tezgahın bütün parçalarının tamam
ve uyum içinde çalışıyor olması gerekir. Küçücük bir parçanın bile eksik olması halı
dokunmasını
engeller. En iyi ihtimalle ortaya defolu bir halı çıkar.
Ateşe dayanmayan toprak, tuğla
olamaz. Öfke anında kendine hakim olan insan kazanır. Herşeyden önce kendini kazanır. İnsan, kendine hakim olduğu her anda kendini biraz daha güçlü hisseder. Evet,
öfke gelir yüz sararır, öfke gider yüz kararır.
Bir meselenin iyice kavranması için o meseleye kuşbakışı bakılmalıdır.
Havayolları karayolundan daha kısadır. Kavşakları, virajları, tünelleri, zaman kaybettirecek engebeleri yoktur. Öyleyse meseleler
hava yolculuğu ile görülmelidir.
Nimetlerin külfetinden şikayet eden insanlar, emanete ihanet eden insanlar
gibidir.
Kazancının az
olduğu düşüncesi
ile başka insanlara ve hayırlı teşebbüslere
yardımı
ertelemeyiniz. Zenginler bütün mallarını verseler, fakirler tek bir küpelerini, tek bir
yüzüklerin vermeden bir savaş kazanılamaz.
ÇIKAN KİTAPLAR
1.KUR’AN’IN RUHU-KUR’AN-I KERİM (Sebeb-i Nüzulü
Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)
Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,
Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
2.
KIRK AYET –KIRK HADİS (Kırk Hadis)
Resûlullah (a.s): "Kim
ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun
imânına şâhid ve şefaatçi olurum" (Abdullah İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî
(181/797). Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)
Sebeb-i Nüzulüne göre kırk ayet
ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis.
Sünneti anlamak için Peygamberi
tanımak, Peygamberi tanımak için
KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek
şarttır.
3.
EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)
Kaybetmişiz Pusulamızı
Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü
Kaldırımlarda
Ölüler Abid
Taşlar Mabud
Ağaçlar Mabed Olmuş.
4.
İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)
Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa
yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün güzelliği rengidir.
Bülbülün ki, sesidir.
Göğün ki, yıldızlardır.
Yerlerin ki, bitkilerdir.
Dilberin ki, cemalidir.
Yiğidin ki, bileğidir.
Arifin ki, bilgidir.
Abidin ki, zikridir.
İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.
5.
RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)
“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel
isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar
yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)
Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s) buyurdular ki:
"Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus doksan dokuz isim vardır.
Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler vedilinin tesbihi
haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi, ibn Hibban ve Hakim)
Esma-ül Husna’nın bilinmesi üç şey için çok önemlidir:
1-İlahi Rububiyyet; yüce Allah’ın Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve
biriliğine ve nasıl yaratıcı, nasıl yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve
nasıl terbiye edici olduğunu öğrenmek.
2-İlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine dalalet eden ne kadar güçlü,
ne kadar büyük, nerde ve ne yaptığını öğrenmek.
3-İlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna dalalet eden; niye ibadet
edilir, nasıl dua edilir, kimi sever,
kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme koyar ve kimi niçin cennetine
koyar gibi özellikleri öğrenmek.
6.
YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)
Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh
portresidir.
Anlayış sahibi insanlar,
halkların gülü ve çiçekleridir.
Anlayış sahipleri, halklar
tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen göklere çıkartılıp
yükseltilirler.
Bazen yerlere atılıp ezilirler.
7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER
(Peygamberlerin Hayatı IICilt)
Evrenin en büyük sanatçısı
Allah’tır.
Yüce Allah’ın en büyük sanat
eseri insandır.
İnsanın en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun mimarları aziz
Peygamberlerdir.
8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI
(Hz. Peygamber(a.s)'in Hayatı II Cilt)
Kaybolmuşuz Peygamberlerin
çizdiği haritanın üzerinde.
Yön tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi doğu.
Neresi batı.
Neresi kıble.
9.
ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)
“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”
Hiç bir çocuk, anne ve
babasının meşru veya gayri meşru
yaptıklarıyla sorumlu değildir.
Her çocuk kendi kişisel
menkıbesinin sorumlusudur.
Çocuklar, ailenin balı ve dalı,
Toplumun gülü ve bülbülü,
Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.
10.
DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1)
Bütün kitaplar, bir kitabı
anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimler, tek bir ilimden
onay alır, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimlerin merkezi, tefsir
ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
11.
DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)
Usûl, Arapça asl'ın
çoğuludur.
Asl sözlükte temel, kök, soyluluk
ve orijinal anlamlarına gelir.
Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't
Tefsir,
Kur'ân-ı Kerim'in insanlar
tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve
müfessirlerin prensiplerini, şartlarını
ve çerçevesini belirleyen, tarihini tespit
eden ilim veya ilimlerin hepsine birden
verilen isimdir.
12.
ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)
Rasulullah (a.s)’ın da üzere
yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”!
Karşılıksız vermek!
Çıkar düşünmeksizin vermek! EBU
BEKİR gibi.
Zâhirde ve bâtında her an ve her
koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar, haya, sevgi vermek!..
Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim, cesaret vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.a)
gibi...
13.
ADEMİN HİKMETİ
Adem dedikleri;
el,
ayak,
baş değil,
manaya derler.
Kaş,
göz değil,
ruha derler.
14.
ALEMİN HİKMETİ
Her insan bir ademdir.
Her adem bir alemdir.
Her alem bir sırdır.
Her sır bir yitiktir.
Her yitik bir hikmettir.
Her hikmet bir hazinedir.
Her hazine bir saadeti dareyndir.
15.
EĞİTİMİN HİKMETİ
Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi dini bir
ihtiyaçtır.
Zira inandıklarını
uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.
Eğitim, hedeflenen davranışların
programlı ve planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.
Öğretim ise, öğretme
faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak
düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.
16.
DÜŞÜNMENİN HİKMETİ
Felsefe;
“seviyorum, peşinden koşuyorum ve
arıyorum”;
anlamına gelen ve
“bilgi, bilgelik”
anlamına gelen sözcüklerinden
türeyen terimin
işaret ettiği entelektüel
faaliyet ve disiplindir.
Buna göre felsefe
“bilgelik sevgisi”
yada;
“bilginin peşinden koşma”
anlamına gelir.
17.
DÜŞLERİN HİKMETİ
Rüya konusunda;
Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü
şey olarak yorumlarken,
Doğu bilginleri bu görüşe
katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.
18.
HAYALİN HİKMETİ
Fertte çağrışım yapan hayaller
neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.
19.
MEDENİYETİN HİKMETİ
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden
toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır.
İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını
insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.
20. ACILARIN HİKMETİ (Şiir)
Şair, Şiir yazarken,
çocuk dünyaya getiren
bir annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının hepsi yalandır.
21.
ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)
İslâm'a göre şeref, müttakî
olandır; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan, Allah'ın emirlerini
yerine getirendir.
22.
AKLIN HİKMETİ
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını
idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli
olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir
kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde
eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana
rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe
olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye
gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.
23.
NAMAZIN HİKMETLERİ
Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri
içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.
Sabah namazının iki rekat olmasının hikmeti nedir? Öğle namazı niçin dört
rekattır? Bazı namazların iki ve üç veya dört rekat olmasının sebebi hikmeti
nedir? İşte bütün bunların hikmeti bu kitabın içinde geçer.
24.
DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*
Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin
yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla
bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan
öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar
düşünülmez.
25.NAMAZIN
DİLİ
Namaza başlarken ve namaz kılarken,
söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile
değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin
“Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken
ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?