ALEMİNHİKMETİ

 

 

ALEMİN

VE

ADEMİN

SIRLARI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Salih ÖZBEY

 

 

 

 

 

Adem dedikleri:

 

El,

 

Ayak,

 

Baş değil,

 

Manaya  derler.

 

Kaş,

 

Göz değil,

 

Ruha derler.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KISALTMALAR

 

a.g.e                        Adı geçen eser.

a.g.y.                       Adı geçen yayın

(a.s)                        Aleyhisselâm

bsm.                        Basılmıştır  

b.             Bin, İbn

bint                          Binti

bkz.                         Bakınız.

çev.                         Çeviren

Doç.                        Doçent

H.                            Hicri

c.                              Cilt, cüz.

(c.c)                         Celle Celâlühû

Hz.                          Hazret

Nşr:                         Neşreden

Ktb.                         Kütüphanesi

M.                            Milâdî

Mad.                       Maddesi, Madde

M.Ö.                        Milattan Önce

M.S.                        Milattan Sonra

ö.                             Ölüm tarihi

Prof.                        Profesör

(r.a)                         Radıyallahû anh

(r.anha)                  Radıyallahû anha

(rha)                        Rahmetullahi aleyh

s.                              Sayfa

Trc.                          Tercüme

v.                              Vefatı,Vefat tarihi

vr.                            Varak

y.y.                          Yüzyıl

vd.                           Ve devamı.

 vs.                           vesaire

Yay.                        Yayınevi.

yz.                           Yazma.

ty.                            Tarih yok

 

 

 

 

 

 

 

İÇİNDEKİLER

 

 

1-Her İnsan Bir Alemdir......................       7

2-Tevhid ve Değişim............................      31

3-Kader ve Kazayı Değişir mi?.............     49

4-Aşk ve Sevgi........................................   63 

5-Sevgi ve Aşk.........................................   69

6-Analar....................................................   79

7-Seviniz...................................................   91

8-Ademoğ. ve Moder................................. 103

9-Yağmur gibi Ağlamak.............................117

10-Ahlaki Esasların Temel Öğeleri............127

11-Başarının Sırrı.......................................137

12-Başarılı Olmanın Faktörleri.................. 153

13-Birlikteliğin Temel Kriterleri................167

14-Dayanmak ve Katlanmak......................183

15-Su Hayattır...........................................  197

16-Bize Aramak Yakışır.............................203

17-Güneş Küsmez..................................... 209

18-Her İnsan Bir Kitaptır..........................  213

19-Hayat Vakittir......................................  217

20-Sabır ...................................................  221

21-Bir Ana Arıyorum...............................  237

22-Bizim Dünyamız.................................  245

23-Tekamül mü? Soysuzluk mu?...............259

24-Azizlik ve Rezillik.................................265

25-Beklenen Gün Glk Çek. Çile Kutsaldır.269

**Başarı Yolunda Altın Kurallar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HER İNSAN

BİR

ALEMDİR

 

 

İnsanoğlunun sahip olduğu nimet ve imkanlar, bir dünya kurmaya  ve medeniyet oluşturmaya elverişlidir. Tabi eğer sahip olduğu değerlerini ve fıtratını  yaratılış amacına uygun bir şekilde sarf eder; kendisini daha iyi tanıyan, bilen yoktan var eden, Kainatın “Malik”i ve yüce Allah'ın “Kadim” ve “Cedid” olan Allah Azze ve Cellenin Kur’an-ı Kerim’indeki; buyruklarını, tavsiyelerini, içtimai, ailevi ve ferdi hayatında uygularsa... Sahip olduğu potansiyel gücünü asıl olan yöne ve yere kanalize edip, bedenine dönük ihtiyaçlarını karşıladığı gibi, ruhunun da ihtiyacını giderip; onu da güncel hayatında nasiplendirirse... Bundan sonra  hayatta her problemi aşabilmesi mümkün olacaktır.

 

İnsanoğlunda var olan potansiyel güç kainattaki hiçbir varlıkta yoktur. Kainatta; en mülayim ve en  çok beğenilen, takdir edilen; onların bazı özellikleri insanlarda da görüldüğünde gıpta ile "Sen bir melek gibisin" dedikleri varlık olan melekler vardır. Yine bunların zıddı; her tür menfi (kötü) şeylerin kendilerinden sudur ettiği (meydana geldiği) şeytanlar vardır. Bunlarla beraber cinler, hayvanlar (kimileri uysal, kimileri saldırgan; bazıları insanlara faydalı bazıları da zararlı olan) vardır. Saydığımız ve daha sayamadığımız varlıkların hepsinin kendilerine has (özgü) bir tek özellikleri olmasına rağmen; insanoğlunda bütün bu özellikler mevcut olup aynı zamanda görülmektedir.

 

Mesela; yeri geldiğinde insan, melek gibi mülayim olabildiği  gibi, şeytan gibi de menfi ve şerli olabilir. Aslan gibi atılgan, kurt gibi saldırgan, köpek gibi söz dinler, tilki gibi kurnaz ve benzerleri gibi vahşi olabilecek niteliktedir.

 

İnsanoğlunun “ahseni  takvim” olabileceği gibi, “esfele  safilin” de olmaya elverişli olduğunu Kur’an-ı Kerim bize "Tin" Suresinde bildirmektedir.

 

"Ahseni Takvim"; kainatın en mükemmel ve güzel  suretlisidir.

 

"Esfele Safilin"; kainatın en alçak, düşük rezil ve rüsvayıdır.

 

Yine insanoğlunu, dünyayı imar etme konusunda da diğer varlıklardan ayıran özelliklerden bir tanesi de; icatçı, keşifçi buluşçu ve yapıcı olmasıdır. Ve yine kainatta Allah'la yarışan, rekabet ve çekişmeye giren şeytanın dahi yapamadığını ve söylemediğini söyleyerek: "Ben sizin en büyük Rabbinizim" diyerek, Allah'a karşı azgınlaşıp savaş ilan  eden  tek varlık insandır.

 

Bu kadar  imkanları  ister yapıcı, isterse yıkıcı olsun; hem şerli hem de uysal bir varlığın potansiyel gücünü taşıyan biz aciz kullarına, Allah, Kur’an-ı Kerim’de; fıtratımıza uygun ve yaratılışımıza elverişli olarak; gündelik işlerimizi nasıl ve ne şekilde dengeleyeceğimizi ve programlayacağımızı bize bildiriyor.

 

 =¢3¡£ß £Œ¢à¤Ûa b è¢£í a ¬b í

1. Ey örtünüp bürünen (Resûlüm)!

 

=5î©Ü Ó ü¡a  3¤î £Ûa ¡á¢Ó

2. Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl.

 

 =5î©Ü Ó ¢é¤ä¡ß ¤—¢Ô¤ãa ¡ë a ¬¢é 1¤–¡ã

3. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz azalt.

 

 65î©m¤Š m  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa ¡3¡£m ‰ ë ¡é¤î Ü Ç ¤…¡‹ ¤ë a

4. Ya da bunu çoğalt ve Kur'an'ı tane tane oku.

 

 65î©Ô q ü¤ì Ó  Ù¤î Ü Ç ó©Ô¤Ü¢ä  b £ã¡a

5. Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz.

 

 6e5î©Ó ¢â ì¤Ó a ë b¦÷¤Ÿ ë ¢£† ( a  ó¡ç ¡3¤î £Ûa  ò ÷¡(b ã  £æ¡a

6. Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraata daha elverişlidir.

 

 6e5í©ì Ÿ b¦z¤j  ¡‰b è £äÛa ó¡Ï  Ù Û  £æ¡a

7. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var.

 

 65î©n¤j m ¡é¤î Û¡a ¤3 £n j m ë  Ù¡£2 ‰  á¤a ¡Š¢×¤‡a ë

 

8. Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel.” (73/1,8)

 

  å¤j¡ç¤ˆ¢í ¡pb ä  z¤Ûa  £æ¡a 6¡3¤î £Ûa  å¡ß b¦1 Û¢‹ ë ¡‰b è £äÛa ¡ó Ï Š Ÿ  ñì¨Ü £–Ûa ¡á¡Ó a ë

 7 åí©Š¡×a £ˆÜ¡Û ô¨Š¤×¡‡  Ù¡Û¨‡ 6¡p b÷¡£î £Ûa

 

“Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır” (11/114).

 

اَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ انَاءَ الَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْاخِرَةَ وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّه قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الَّذينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذينَ لَايَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُواالْاَلْبَابِ

 

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”(39/9)

 

  æë¢Š¡1¤Ì n¤ í ¤á¢ç ¡‰b z¤ üb¡2 ë  æì¢È v¤è íb ß ¡3¤î £Ûa  å¡ß 5î©Ü Ó aì¢ãb ×

 

“Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi” (51/17,18)

 

Kur'an-ı Kerim’de bunlar ve benzeri ayet-i kerimeler Peygamber Efendimizin şahsında bütün ümmete münhasır olan ayetlerdir. Yüce Allah'ın bizi, gece ibadet ve duaya çağırışına, icabet etmenin huzurunu öğrenmiş bulunmaktayız. Bu ayet-i kerimeleri daha iyi anlamak,gece ibadetinin bize olan faydalarının miktarını öğrenmek için: Kur’an-ın  tefsircisi ve uygulayıcısı hem de bil fiil kendisinin yaşadığı Peygamber Efendimizin hadisi şeriflerine bir göz atalım:

 

Hz. Ayşe (ra) anlatıyor: "Peygamber (as) gece  namazını hiç terk etmezdi. Öyle ki hastalanacak veya ağırlık  hissedecek olsa  oturarak namazını kılardı" (Ebu Davud).

 

Efendimiz (as) "Size  geceleyin kalkmayı tavsiye ederim. Çünkü, o  sizden  önce  yaşayan  Salihlerin  adetidir. Rabbinize yakınlık (vesilesi) dır. Günahlardan koruyucudur. Kötülüklere kefarettir, bedenden hastalığı kovucudur" ( Tirmizi).

 

Yine Efendimiz (as) "Biriniz  uyuyunca şeytan, ensesine üç düğüm atar Her düğümü atarken düğüm yerine eliyle vurarak; "Üzerine  uzun bir gece olsun, yat" dileğinde bulunur. Adam uyanır ve Allah'ı zikrederse bir düğüm çözülür. Abdest alacak olursa bir düğüm  daha çözülür. Namaz kılarsa bütün düğümler çözülür ve böylece canlı ve hoş bir haleti ruhiye ile sabaha erer. Aksi halde habis ruhlu (içi kararmış) ve uyuşuk bir halde sabaha erer" (Buharı-Müslim).

 

Bu hadisi şerifte geçen düğümün mecaz olduğunu söyleyen alimler olmuştur. Onlara göre:  şeytanın  uyuyana  yaptığı zikir ve namazına engel olma işi, sihirbazın sihirlendiği kimseye, istediğini yapmaktan mani olma işine benzemektedir. Bu düğümlere bazıları; yemek, içmek  ve uyku demiştir. Zira çok yiyip içen çok uyur. İnsan uyurken şeytanın o esnada yaptığı  muameleleri anlamak için; bu hadisi şerif bir önceki hadisi açıklar mahiyettedir.

 

İbni Mesut anlatıyor: "Peygamber Efendimizin yanında bir adamın zikri (ismi) geçti. Ve sabaha kadar uyuduğu namaza kalkmadığı söylendi. Efendimiz (as); “Bu bahsettiğiniz adamın kulağına şeytan işemiştir.” buyurdu (Buharı-Müslim).

 

Başka bir hadiste Efendimiz şöyle buyuruyor: "Gerçekten  gecede öyle bir saat vardır ki; Müslüman bir kimse o saate rastlarda  Allah'tan Dünya ve Ahret işine dair bir hayır isterse, o istediğini Allah mutlaka kendisine verir" (Müslim).

 

Buraya kadar anlattığımız ayet ve hadislerden iki husus bilhassa dikkatimizi çekmektedir:

 

1-Gece ile ilgili ayetler, gündüzle ilgili ayetlerden sayıca daha çok. (Gece 92, gündüz ise  57 yerde geçmektedir.)

 

2-Gecenin değerlendirilmesiyle ilgili ilahi  emir

 

Hz. Peygambere peygamberliğinin ilk yıllarında geliyor. Yani gecenin  değerlendirilmesi üzerine gelen ve dörtte üçü miktarına varıncaya kadar büyük bir bölümünün uyanık geçirilmesini emreden Müzemmil süresi; geliş (iniş) sırası itibarıyla 3. (üçüncü) sırada yer almaktadır. Demek ki, ilk ilahi emirlerden biri gecenin değerlendirilmesi ve tanzimi olmuştur.

 

İlahi emirle geceyi değerlendirecek olan insan, gündüz vaktini de azami şekilde değerlendirecek demektir. Zira gece kalkmak, bir azim, gayret ve irade işidir. Şuur,  bilinç işidir.

 

-Zor olanı halleden, kolay olanda takılır mı?

 

-Geceyi ihya eden, gündüzünü öldürür mü?

 

-Peygamber Efendimizin mucizevi başarısında gecenin değerlendirilmesinin payını görmemek mümkün mü?

 

Müslümanların kuracakları medeniyetin inşasına şafak vaktinde başlamaları gerekiyor. Zira bundan 1500 sene önce büyük uygarlıklarla yarışıp, bu yarışta iffet, haya ve edeple birinciliği kazanmış olan; asrı saadetin “Medine medeniyeti” ilk oluşumunu Mekke şehrinde gerçekleştirmiştir.İşte bu medeniyeti meydana getiren, biz müslümanlara liderlik yapan aziz insanlar; 350 sene başka uygarlıkların boyunduruğunda, cahilliye karanlığında, (bataklığında) kalıp bocalayan Arap çöl bedevilerini, şafakla başlayan yeni bir uygarlığa ve medeniyete temel oluşturmak için sıfırdan başlayarak, aşkla, medeniyetle ve kültürle yetiştirmiş ve meydana getirmiştir.

 

Şimdi kısaca burada geçen üç kavram üzerinde duralım ve bir önceki konumuzla irtibat kurmaya çalışlım.

 

Aşk; sadece kendi karşı cinsine duyulan muhabbet ve sevgi değildir.

 

Aynı şekilde medeniyet de; sadece mektebe gidip, soyut ve kuru ibareleri öğrenmek, sırf üstün bir kariyer edinmek için insanlığını unutup, robotlaşmak ve makineleşmek demek de değildir.

 

Aşkı, medeniyeti ve kültürü yaşatan, ayakta tutan diğer uygarlıklara taşıyan toplum değil, insandır. Bu anlayışın temelinde dinin insana yüklediği bireysel sorumluluk yatmaktadır. Aşk, kendine dönmek, medeniyet kendini tanımak, kültür  ise kendi kendine egemen olmaktır. İnsan, tabiatı değil nefsi denetim altına almalıdır. Tabiata hükmetmenin insanı insan yapamayacağı gerçeği ortadadır.

 

Aşk kalple, medeniyet bedenle, kültür ise ruhla ilgilidir. Ruhun yansımasıdır. İnsan ruhunun hesaba (dikkate) alınmadığı yerde kültür  olamaz. Eski Roma bu bakımdan uygar bir ülkedir ama kültürden yoksundur. Çünkü Roma'dan geriye kalan acımasız yönetici sınıf, ezilen halk, sahte demokrasi ve Hıristiyanların  katli  olmuştur.

 

Aşk, kendi benliğini benlere feda etmek; medeniyet kendinden başka varlıkların varlığını kabullenip saygı göstermek; kültür ise karanlıkta bocalayan halkı aydınlatmaktır. Öğrenmekten çok tefekküre (meditasyona) dayalıdır.

 

Tefekkür ise; aşk ve medeniyetle birleşip, kişinin kendini ve dünyadaki yerini tanımasına yönelik bir gayrettir. Öğrenme eyleminden, veri toplama ve öğretimden ayrı bir faaliyettir. Tefekkür kişiyi hikmete, şefkate, iç huzuruna ve arınmaya götürür. Dini, ahlaki veya sanatsal hakikatlere ulaşmak için benliğe yönelmedir. Bilim, gözlem, analiz, bölme, deney ve inceleme yapar. Tefekkür ise  anlamak, fehmetmek demektir. Büyük sanatkarların, ermişlerin ve  azizlerin  sofrası  hep şafak vaktindeki tefekkürle olmuştur.

 

Aşkın, (Ateistlik) korkusu; medeniyetin, kendinden başkasını kabullenmeyen ve varlıklara tahammül edemeyen anarşi ve terör korkusu; kültürün ise makine korkusu vardır. Berdjaje'ye göre "Makine, kültürün ilk kiri ve günahıdır." Bu korkunun temelinde; makinenin başlangıçta eşyayı maniple ederken, giderek insanı da maniple etme endişesi vardır. Papa II. Jean-Palu, yeni nesilleri  şöyle uyarıyor; "Sanayi uygarlığının ürünleri  hayatımızı daha  rahat bir hale getirebilirler. Fakat kalbin (ruhun) ihtiyaçlarını karşılayamazlar. Televizyon ve bilgisayar, bir anlamda dünyayı evimize taşıyorlar ama bu durum insani ilişkilere derinlik  ve  huzur sağlamıyor." diyor.

 

Aşktan farklı hümanist olmak, medeniyetten farklı ve ayrı vahşi olmak, kültürden farklı olarak maddi bir temele dayanan uygarlığa bağımlılık giderek ürkütücü boyutlara varmaktadır. İnsanlar sürekli yeni ihtiyaçlar üretmekte, ihtiyaç duymayanlara bunun varlığı hissettirilmektedir. Uygarlığın temelinde kazanmak için üretmek, tüketmek için kazanmak vardır. Bilim, teknoloji ve kentler uygarlığa aittir. Vasıtaları tefekkür yerine düşünce, dil ve yazıdır. Uygarlık "öğrenmeyi" bilimsel bilgiyi ön görür. Eğitim tek başına insanı terbiye etmez. Onu daha iyi daha özgür veya daha insan yapamaz.  Sadece toplum için daha yetenekli, daha faydalı üyeler üretir. Emperyalizmin tarihi; özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını savunan eğitilmemiş ve az gelişmiş insanlara karşı vahşi ve acımasız saldırılar düzenleyen uygar insanların  tarihidir.  Uygar, insanların  aldıkları yüksek eğitimin ne adalet ne de merhamet üzerinde bir etkisi olmuştur.

 

Günümüz eğitimi bir teknik ve yetenek geliştirme eğitimidir. İlk  okuldan üniversiteye kadar yıllarca eğitim gören gençler dürüstlükten, iffetten, adaletten ve benzeri insani değerlerden habersiz olarak yetiştirilmektedir. Bilimsel bilgi eğitimi neredeyse kendi içinde hem araç hem de amaç haline getirilmiştir. Böyle bir anlayışla eğitilen bireylerin oluşturacağı bir toplum, yine bu anlayışla şekillenecektir. Böyle bir toplumda  bilgi sadece "faydalı" olanla sınırlıdır ve maddi bir ilerlemeye  matuftur. Estetik ve ahlak konuşmaları güzelleştirme öğesi olarak iş görürler. Mimaride ön plana  çıkan "fonksiyon" dur. İnsani ihtiyaçlar değil tek düze hapishane görüntüsü veren modern "sığınaklar" bu anlayışın sonucudur. Diğer tarafta okullarda öğretilen ahlak anlayışları ve politikalar (politik tutumlar) tıpkı hazır yiyecekler gibi paketlemiş olarak tüketime sunulmaktadır.

 

İşte muasır ve uygarlığın en alasını yaşadıklarını bizimkilerin ifadesiyle öğrendiğimiz; fakat kendi bireylerini dahi bunalımın  eşiğinden ve sancısından kurtaramayan günümüz Avrupa'sından  yükselen şu sese kulak veriyoruz. Sevgisiz büyüdüğünü bütün  dünya kamuoyuna haykıran İngiltere'nin eski başbakanı Margaret Thatcher'in kızı Carol Thatcher:

 

-"Annem bana karşı mesafeli ve soğuktu. annemin tek düşündüğü şey siyasi kariyerinde yükselmekti" diyor.

 

Dünya tarihinde uygarlığın sembolü yüksek yerleşim birimleri olan kentlerdir. Günümüzde her türle ulaşım, iletişim, eğlence ve tüketim imkanlarıyla donatılmış kentlerde; aynı zamanda her türlü cinayet, tecavüz ve taciz, soygun, tehdit ve yalnızlıklarda yaşanmaktadır.

 

Yukarıda anlattıklarımıza ilaveten; 1965 Amerika'da her 12 saniyede bir  suç, her  saat bir  cinayet, dakikada da bir hırsızlık olayı  meydana gelmiştir. 1970'lerde sadece Almanya 'da işlenen  suç sayısı iki milyon dört yüz binin üzerindedir. Gelişmiş Avrupa'nın diğer ülkelerinde, gelişmişlik düzeyi ile alkoliklerin, uyuşturucu kullananların, intiharların sayısı arasında paralellikler gözlenmektedir. Bunun içine Türkiye'de dahildir. Uygarlığın  neden olduğu, duygu ve düşünceleri zedeleyen şeyler, cinsel alanda sapıklar, porno ve erotizmle sonuçlanmıştır. Maddi ilerleme anlamında uygarlık "Her şeyi olan ama hiçbir şey istemeyen "insanlar ortaya çıkmıştır. ihtiyaçları karşılanmayan insan acı çekmekte, ihtiyacı karşılanan ise bıkkınlık yaşamaktadır.

 

Dünyayı ve varoluşu, sadece nesneyi geliştirme olarak yorumlayan, hayatın yüksek  gayelerden yoksun olduğunu var sayan, uygar insan "saçmanın ve hiçin "kucağına düşmüştür. Bu madalyonun bir yüzü, muasır medeni Avrupa'sının barbarlığıdır. Birde madalyonun İslamcılığı taslayan günümüz radikal Müslümanlarının durumunu acı bir tabloyla sergileyelim:

 

Günümüzde ibadetsiz, dini vecibeleri  yerine  getirme konusunda titizlik göstermeyen  radikal İslamcılık; "Ne yapayım ben  böyleyim, insan  hatalardan münezzeh değildir ki." şeklinde, bir açıklamayla kendini gösteriyor. Bu açıklamadaki Müslümanlara yönelik; "İbadet benim Allah'la aramdaki bir mesele değil mi?" şeklindeki meydan okumada post modern söylemin tesiri kendini hissettiriyor. Müslüman kökenli oryantalistler ise Müslüman olma hakkını Müslüman çevrelerde, meslekleri için yararlı bir imtiyaza dönüştürebiliyorlar.  Diğer taraftan kişi kendini çok bilgili görüyorsa; ibadetleri; avam için gerekli, sayma noktasından hareket ediyor veya; "kendimi hazır hissettiğim zaman namaza başlayacağım" ya da "İç olgunluğu sağlamanın bir gereği olduğunu düşünmüyor veya düşünmek istemiyor. Bu arada bu anlayış zihniyetle İslam’ı çevreyi temsil ediyor. Ve İslam adına fikir, kültür üretiyor.

 

Modernleşme ve çağdaşlaşma adına  İslam'ın o  kadar çok üzerine gidildi ki; Onu savunma  konumunda bulunan  İslam’cı bir  keşif ya da bir meraklı hiç olmazsa araştırmacı ya da tüccar merakıyla, ilgisiyle modernleşme ve çağdaşlaşma adına gösterilen koridorlardan ve duraklardan geçerek; mescide ulaşım aşkın ifasına çalışıyor. Ulemanın, irfan sahibi müminlerin etkisinin hissedilmez olduğu modern bir dünyada İslam’ı hayata geçirmenin problemlerin tek başına üstlenmenin sıkıntılarını taşımaları yüzünden bir mekansızlık ve yönsüzlük durumuna itildi. Aşksız, namazsız, İslamcı aslında yeni gelenekçi İslamcılara rağmen imkansız bir tanımlama. Çünkü İslamcı bu sıfatı taşımayı sürdürdükçe aşksızlığın ve namazsızlığın eksikliğini  taşıyor. İslamcı namaza mesafeli dururken, bir türlü iç boşluğu dolmuyor, kalbi yatışmıyor, sıkıntı dağılmıyor, hedefleri yeterli gelmiyor...

 

Sanatçı olarak ürettiğini, İslam (İslam adına) üretse de, eserinde hep eksik bir şeyler kaldığını hissetmeden edemiyor. Kültürel üretimimiz bir şekilde eksik kaldığı  veya çarpıldığı için, sadece devlet yönetimine ilişkin rasyonel ilgi değil, hayatın her alanında bir çözümsüzlük, kayma, kopma, gevşeme, çözülme ve dağılma  görüntülerin meydana geldiğini görmeden edemiyor. Çünkü hala İslamcı diye tanımlıyor, kendini ve inanmakla yaşamak arasında hayatın koyduğu mesafeyi, hayatı pahasına kapatma ve İslam’ı hayata hakim kılma amacını unutamıyor. Eğer düşündüğümüz ve inandığımız gibi yaşamıyorsak, bunun gerekliğine ilişkin inancımızda bir zayıflama varsa; "Hayat nedir ve nasıl yaşanmalıdır?" sorusuna vereceğimiz cevapla çarpılacaktır. Bu sorulara verilecek cevapların belirleşmesi, kültürümüzün her alanına yansıyacağı gibi ortadan da hayatımızın hem  içtimai, ailevi ve ferdi yönüne hem de bizimle Allah arasında vasıta ve vesile olan kalp, gönül ve yüreklerimize de yansıyıp bizi her halükarda bunaltıp kirletecektir. Veya aklanıp bütün etken ve  etniklerden bizi temizleyen sonuca ulaştıracaktır.

 

Çizilen bu tablonun şu andaki durumu, Uygar medeni dünyanın içinde kıvrandığı acı gerçeklerdir. Unutmayalım ki, Bizlerde bu kıvranan, sözde Müslümanlığa kendimizi kaptırıp avuttuğumuz, öz benliğimize hiç pay vermediğimiz, çağın sözde medeni bireyleriyiz. İnancın vaat ettiklerinin cüz-i parçasından, bilgeliğin aydınlatıcı gücünden ancak kıvılcım niteliğindeki  ulemanın en küçük bir parçası olan; hacı ve hocalığına, kültürün medeni anlayışının  ancak kırıntılarına ulaşmış bir seviyede can çekişiyoruz. Aşkımızla, inancımızla, eskime kabul etmeyen temel kaynaklarımızla bir başka uygarlığın kültürüne mahkum olmuş, kendi kültürümüzün üzerimizdeki etki gücüne inanıyor ama yaşamıyoruz. Biliyor ama his edemiyoruz, yaşıyor ama yaşamımıza amaç tayin edemiyoruz. Her şeyden önemlisi varlığımız yüce varlığın, yaratanın kuvvet ve kudretine, kerem ve rahmetine, nusret ve hikmetinin esrarına ulaşamıyor, İlahi sırların tecelli yatına haiz, mazhar olamıyoruz.

 

Bu saydığımız olumsuzlukları Avrupa’nın aşksız, ruhsuz ve maneviyatsız toplumları için diyebiliriz de; ya biz Müslüman topluluklara ne oluyor ki, kendi içimizde, vücudumuzun bir parçası olan ruhi ve kalbi sese, isteğe kulak vermiyoruz.

 

ü  Kimim ben?

 

ü  Kim olmalıyım?

 

ü  Ama şu anda kim olmuşum?

 

Bu sorular hayatımızın biçimini gözlemlemeye iterken, karşımıza Avrupa medeniyetinin öttürdüğü düdükle günümüzü geçiriyoruz "Yat" düdüğüyle yatarak şeytanın kucağına hayatımızı emanet edip "Kalk" düdüğüyle de şeytan çarpmış eziklik ve  burkuntulukla, insanların içinde gözleri kinli, sözleri kırıcı, davranışları bıktırıcı olarak kalkıp, Avrupa’nın medeni canavarının, makinesinin  mamulü olan bir varlık olarak hayatımızı devam ettiriyoruz.

 

-Sahi biz başkalarının medeniyetine uymak mı zorundayız?

 

-Yani bizim kendi medeniyetimiz ve medeniliğimiz  yok muydu?

 

-Bizi el, onu sel mi aldı?

 

-Geri dönüşümüz ve onun geri gelmesi mümkün değil mi?

 

 

 

 

 

TEVHİD VE DEĞİŞİM

 

 

Tevhit "teklik"tir, "birlik"tir. Kainatta görülen ve var olan her şeyin tabiatında  tevhidin "tek"liğini görmek mümkündür.

 

Sokrates: "Gördüğüm ve öğrendiğim her şeyin kökeninde tekliği gördüm", demiştir. İbni Miskeveyh: "Bütün filozoflar her şeyin temelinde varlığın birliğini kabul ettiklerini” söylemiştir.

 

Dünya tarihinin ilk insanı ve peygamberi olan Hz. Adem (a.s)'dan itibaren bütün zamanlar ve gelen peygamberler insanları Allah'ın varlığına ve tekliğine davet etmişlerdir. Hiçbir peygamber yüce  Allah'ın  tekliği hususunda farklı hiçbir şey söylememiştir.

 

Kur'an-ı Kerim’de ismi geçen peygamberler 28 adet olup, hadislerde ise peygamberlerin sayısı 124 bin ile 224 bin arasında değişmektedir.

 

Kur'an-ı Kerim’den bir  ayet ve bir  hadis  rivayetinden sonra konumuza geçelim.

 

وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوحى اِلَيْهِ اَنَّهُ لَا اِلهَ اِلَّا اَنَا فَاعْبُدُونِ

 

“Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: "Benden başka İlâh yoktur; şu halde bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım.”(21/25)

 

Hadisi Şerifte: "Kim la ilahe illallah derse cennete gider" buyurmaktadır” (Kutub-i Sitte/ İman).

 
 
Tevhidin değişmezliği

 

Şunu iyi bilmeliyiz ki,bir şeyin varlığının kabulü, beraberinde inanç ve eylem gerektirir. Ona karşı kişisel ve toplumsal, vazife ve sorumluluğun olması lazımdır. Sanatın harikalığını kabullenen, sanatçının ustasını da kabullenmek, zorundadır. Sebeplerin kabulü, sebepleri oluşturan müsebbibin varlığını  kabullenmeye götürmelidir. Doğanın  içinde  bu  kanun oluşturulmuş ve günümüze kadar varlığını  devam ettirmiştir. Siz kalkıpda buna itiraz ederseniz, ya sizde, yada sizden öncekilerde problem var demektir.

 

Kaldı ki, hem akli hem de nakli (nass) olarak inançla beraber eylemin gerektirdiği anlayış da, herkes hem fikir olmuştur. Vahyi nasslarla, Hz. Adem (a.s)'dan beri her peygamber tevhid-i tekliği kabullenmiş ve onu kabullendikten sonra da içinde bulundukları zamanın ve toplumun gidişatına göre tevhidi/tekliği, ayrı ayrı yaşamlar ve eylemlerle insanlara anlatmaya ve aktarmaya  çalışmışlardır. Bu değişikliğin anlam ve eylemleri, tevhidin  tekliğinin  ruhuna herhangi bir zarar ve zedelenme getirmemiştir. Bu değişikliğin ana sebebi, insanlığın her asır ve zamanda ihtiyaç değişimiyle bağlantılı olmuştur. Buna binaen her peygamber "La ilahe illallah"ın içerdiği eylem ve yaşam tarzına göre paha  biçerken, hiçbir peygamber bu kelimenyi salt, kuru, manasız, anlamsız ve içeriksiz olarak anlatmamıştır. Hem böyle olsaydı, Kur’an'ın hepsini yani içindeki pek çok hüküm ve emirlerin vaaz edilmesine ne gerek vardı?

 

Neticede tevhidin tekliği Hz. Adem (a.s)’dan Hz. Muhammed (a.s)'e ondan da günümüze ve bizden kıyamete kadar değişmemiş ve değişmeyecektir. Bu  konuda, filozofların ve tabiatçıların (akli),   peygamberlerin (nakli) ve onun mirasçıları olan alimlerin ittifakıyla  böyle kabul  edilmiş ve edilmeye devam edilecektir. Bunu böyle kabullenip  değişebilecek olan hususların üzerinde durmaya çalışalım.

 

Tevhidin değişebileceği yönleri

 

Tevhidin değişebileceği yönleri üç maddede toplayabiliriz;

 

1- İnanç yönü

 

2- Hukuki yönü

 

3- Direniş yönü

 

 

1)–Tevhidin inançsal boyutta değişimi

 

Tevhidin inanç yönünü değiştirmeye çalışanlar, Allah'ın razı olduğu kullar değildir. Allah adına Allah'a iftira eden, dinlerinde sapıklık ve delalete girenler olmuştur. Bunlar meşru olmadığı halde insanlara takdim ettikleri (haşa) Allah adına başka başka ilahları sanki  Allah emretmiş gibi takdim ederler.

 

Kur'an-ı Kerim bunu şiddetle reddeder:

 

 ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡æë¢… ¤å¡ß b ä¤Ü È u a b> ä¡Ü¢¢‰ ¤å¡ß  Ù¡Ü¤j Ó ¤å¡ß b ä¤Ü ¤‰ a ¤å ß ¤3 ÷¤ ë

; æë¢† j¤È¢í ¦ò è¡Û¨a

 

“Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân'dan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?”(43/45)

 

Şirk inancına sapan toplulukların Allah'ın tekliği hakkındaki bu iddiaları her zaman ve her devirde değişmiştir. Yani insan, tevhi inancı boyutunda ileri sürdükleri şirk anlayışı, her toplum ve her devirde ayrı ayrı olmuştur.

 

Yahudiler:

"Üzeyr Allah'ın oğludur" derken,

 

Hıristiyanlar:

"İsa Allah'ın oğludur", dediler.

 

Mekke'deki müşrikler ise:

"Diktikleri Lat, Menat Uzza ve Hübel putlarına  tapıyorlardı".

 

Günümüzde ise bunların başka bir deyiş ve anlayışla tevhidin tekliği birtakım uydurmasyon inançlarla zedelenmeye ve bozulmaya çalışılıyor.

 

Tevhidin günümüzdeki değişiminin temelinde yatan en önemli faktör şudur:

 

قُلْ اِنَّمَا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحى اِلَىَّ اَنَّمَا اِلهُكُمْ اِلهٌ وَاحِدٌ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَاءَ رَبِّه فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه اَحَدًا

 

“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”(18/110)

 

Bu esasın tam zıddını savunarak Allah'ın birliğini, yani tevhidin "La İlahe İllallah" anlayışını, salt kuru, ona hiçbir içerik ve mana yüklemeden dilde telâffuz etmekle yetinmek olmuştur. Bizim, çağımızın ve içinde yaşadığımız toplumun en büyük eksikliği, dini literatürde, tevhidin tekliğe yüklediği anlamın dışına çıkmamız ve geçmişteki kavim ve milletlerin dinlerinde sapıttığı gibi sapıtmamız olmuştur.

 

Takdir edilir ki, bir  kelimenin  ifade  ettiği mana ve anlam, o kelimeyi kullanan kaynakları bilmek ve öğrenmekle mümkündür. Eğer siz, bir dilde ve o dilin kaynağında geçen  herhangi bir kelimeyi, ihtiva ettiği asıl manasının dışına çıkarır , kendinize göre bir mana ve anlam yüklerseniz, bu sizi  çok ciddi bir kültür yozlaşması ve çatışmasına götürecektir. Ayrıca o  kelimeyi kullanan kaynaklara büyük bir hakarete ve anlamsız bir mana bozukluğuna yol açmış olursunuz.

 

İşte Tevhidi tekliğin değişimi böyle olmuştur. Bu konudaki gelen değişimin,tarihte nasıl menfaatperestlerin, tevhidin ifade ettiği “adalet”kavramı ve Kuran'ın ona yüklediği “Allah'tan sakınma” “emirlerini yerine getirme ve men ettiklerinden korunma” esasını değiştirerek, mazlum ve mustazaf insanların sırtında taht kurmuşlarsa, dünle bugün arasında değişen tek fark isimler ve coğrafya olmuştur.

 

 

2)–Tevhidin hukuksal boyutta değişimi

 

 

Tevhidin tekliğinin yeryüzünde Allah'a yükselen bir gücü (yönü) olan “hukuk ve ahlak” başka bir anlamıyla “şeriat ve amel” her Peygamberin devrinde farklı farklıdır. Bu fark ve değişiklik, Allah tarafından ve insanların o günkü içinde bulunduğu coğrafi konumlarıyla bağlantılıdır.

 

Kur'an-ı Kerim:

 

 ¢Ê¤…a ë ¡Š¤ß üa ó¡Ï  Ù £ä¢Ç¡‹b ä¢í 5 Ï ¢êì¢Ø¡b ã ¤á¢ç b¦Ø ¤ä ß b ä¤Ü È u §ò £ß¢a ¡£3¢Ø¡Û

§áî©Ô n¤¢ß ô¦†¢ç ó¨Ü È Û  Ù £ã¡a 6 Ù¡£2 ‰ ó¨Û¡a

 

“Biz, her ümmete, uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik. Öyle ise onlar (ehl-i kitap) bu işte seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir yoldasın”(22/675) diye açıklamaktadır.

 

Bu değişikliğin tamamen yaşam biçimine dönük olduğunu, bununda Tevhidin tekliğine herhangi bir zarar vermediğini hem nakli hem de tarihi verilerden öğreniyoruz. Çünkü yapılan değişimler bir önceki konuda anlattığımız gibi değişmeyen ölçü ve kriterlerle tartılıp, bu  değişmeyen esasla, değişkenlik yapılıyordu. Fakat günümüzde çağın getirdiği değişkenliğin varlığı söz konusu olmakla beraber, bu değişime; ayak uydurmayan Müslümanlar mı değişmeli; yoksa çağı mı  değiştirmeli? Sorularıyla karşı karşıya kaldığımızda, çok ciddi bir problem olan bu sorunu, bu boyutta halledilmesi gerektiğine  inanıyorum.

 

İslam Hukukunun muhafaza altına aldığı ve çemberlediği beş temel esas vardır. Bunlar değişmesi mümkün olmayan, bütün  insanların temel ihtiyacıdır. Değişmeyecek olan “hukuk ve ahlak” dediğimiz etkenler bu ifade edeceğimiz ana unsurların içinde gizlidir.

 

1- Din emniyeti,

 

2- Akıl emniyeti,

 

3- Can emniyeti,

 

4- Mal emniyeti,

 

5- Nesil emniyeti,

 

İnsanlığın, gerek isteyerek ve gerekse de, çağın icabı olarak yapacakları değişim, mutlaka ölçü olarak bütün insanlığın menfaati icabı bu beş temel esası göz önünde bulundurmalıdırlar. O zaman hem Tevhidin tekliği zedelenmemiş ve şirk karışmamış olur; hem de  insanlığın menfaat ve namusu olan bu beş temel unsur tahrip  edilmemiş olur. Eğer bu beş esasın yerine başka değerler ölçü kabul  edilip çağın ve toplumların değişimine gidilirse, insanlık için  ciddi problemler oluşur.

 

Mesela: Amerika'nın kendi nükleer silah denemesi için Japonya'ya attığı  atom bombası yine Rusya'nın kendi sanayi ve nükleer kimyasal artıklarını Akdeniz’e bırakıp nice insanın karşı karşıya kaldığı Çernobil faciası vs... Bu ve daha isimlerini sıralamaktan utanç duyacağımız benzeri dayatmalı ve din, can, mal, akıl, nesil, tahribatlı değişmeler insanlığın ömrünü biçen hadiselerdir. İnsanlığın dünya ve ahiretini tarumar eden olaylara  değişim denilmez.

 

Bunlar değişim adına; rejim  koruyuculuğu, ideoloji diktatörlüğüdür. Yine bunlar birtakım kurum ve kuruluşların menfaat ve bekası için, yapılmış, yapılagelmiş ve hala da yapılmakta olan vakıalardır. Tevhidi tekliğin yeryüzündeki somut şekli olan “hukuk ve ahlak” değişimi, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, insanlığın temel ihtiyacı olan beş ilkeyi, zedelememesi gerekiyor.

 

Mesela:Hz. Peygamber (as)'ı önce kabir ziyaretini men etmesi sonra serbest bırakması (daha önce kabir ziyaretleri adabına uygun yapılmıyordu), Mute nikahını serbest etmesi, sonra yasaklaması(Çünkü bu nikah nesil emniyetini tahrip ediyordu). Daha önce Yahudilerle anlaşması, fakat onların Müslümanların dinleriyle alay etmeleri ve antlaşmalarına riayet etmediklerinden dolayı genel savaş ilan etmesi. (Çünkü dini rencide söz konusuydu). Yine, daha önce belli isimlerin, yani putların gölgesinde menfaat güdüp insanları sömüren, bütün sömürü güçlere karşı savaş ilan etmesi; bunların kökü kuruduktan sonra ise asıl büyük savaşın (cihadın) nefisle ilgili olduğunu  söylemesi vb. vakıalar...

 

İşte yukarı paragraf da anlatılan misaller;yine yukarıda anlatmaya çalıştığımız insanlığın temel ihtiyacı olan, beş temel esası zedelememiş olmakla beraber bugünde zedelenmemesi gerekiyor...

 

Netice de görünen odur ki, günümüzün, çağdaş ve modern dünyası  kabul edilen  değerler ve her gün değişen toplum ve dünya dengesi,  tamamen rejim, ideoloji, kurum ve kuruluşların menfaati adına yapılıyor. Bu da bize; Tevhidin tekliğinin ve insanlığın temel ihtiyaçları olan namus mefhumu  denilen asıl değerlerin, çağın modern tahribatıyla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Şimdi ya biz, bütün  değerlerimizi ayaklar altına alıp çağa ayak uyduracağız, ya da çağın tehlikeli ve tahribatlı değişmelerine karşı, Tevhidin "tek"liğinin kutsiyeti, inancımızın muhafazası, hem dünya ve hem de aihret saadeti için bunlara boyun eğmeyip direneceğiz, baş kaldıracağız...

 

 

3)–Tevhidin direniş boyutunda değişimi

 

Tevhidi "Tek"liğin direniş değişikliği de yine konumuz içinde ele alınması gerekli olan bir bölümdür. İfade ettiğimiz gibi Tevhidin "Tek"liği olan "La ilahe illallah" esası hiç bir peygamber döneminde ve hiçbir zaman diliminde değişmemiştir. Fakat "La ilahe illallah"ın tamamlayıcısı olan ise, Hz. Adem (as) döneminde "Adem Resulullah" diğer peygamberler döneminde ise mesela: Hz. Muhammed (as) döneminde "La ilahe illallah" ve "Muhammedun Resulullah" olmuştur. Dikkat edilirse yine Tevhidin "Tek"liğin de bir değişme yapılmamıştır.

 

İşte bunlarla beraber Tevhidi mücadele tarih süreci içinde verilirken, verilen mücadelenin direniş türü ve şekli de değişime  uğramıştır. Çünkü her kavim ve milletin ileri gelen azmanlarının, Tevhidi perdelemek ve kendi varlıklarını korumak için ortaya koydukları saptırıcı ve insanları şirke götürücü etkenlerin türleri çeşit çeşit olduğu gibi, isimleri de değişik değişik olmuştur. Fakat sonuçta aynı hizmeti ve vazifeyi görüyorlardı.

 

O zaman  bunlara  karşı   verilecek  direnişte,  elbette zaman, zemin  ve  hareket türünün de değişik olması gerekiyor. Nitekim Hz. Nuh’un mücadele şekli ile Hz. Musa’nın ki; Hz. İbrahim (as)'ın mücadelesiyle Hz. Muhammed (as)'ın mücadele şekli aynı olmamış ve değişik  zamanlarda  olmakla beraber, değişik şirke götürücü türlere karşı değişik direnişler sergilemeleridir.

 

Dünyanın kuruluşundan bu güne kadar direniş, kainattaki her canlının kendi türünü devam ettirmesinin gereği olmuştur. Fakat hiç bir tür kendi varlığı ve bekası için başka türleri yok etmemiştir. Buna binaen, Müslümanlar tevhidi "Tek"liğin direnişin verirken, kendi bağımsızlıklarının mücadelesini sürdürürken; başka inanç ve dinlere mensup olan kişilerin imhasına gitmemişler ve gitmemeleri de gerekmektedir. Çünkü direnmek var olmaktır. Ve varlığının gereği olan asli ve fıtri (yani kulluk) vazifesini yapmaktır.

 

Tevhidi "Tek"liğin mücadele ve bağımsızlık direnişi, sonbaharla hayatları sona eren bitkilerin, baharla tekrar insanlığa hayat sunmalarıdır. Eğer Tevhidi "Tek"liğin cihat direnişi, evrensel insan haklarını oluşturan din, akıl, can, mal ve nesil emniyetini sağlamak şeklinde anlaşılmıyor ve anlaşılmamışsa; ya yanlış anlatılıyor veyahut yanlış anlaşılıyor demektir. Gerek yanlış anlatanlar veya yanlış anlayanların bu yanlışlarını derhal düzeltmeleri gerekiyor.

 

Ne ki! Birileri putların ve şirk çeşitlerinin gölgesinde; birileri de Allah'ın dini adına kılıçların gölgesinde; insanların  temel ve evrensel değerleri olan din, akıl, can, mal, ve nesil emniyetine tahrip etmeyi düşünüyor ve de tahrip ediyorsa bu büyük bir vebal ve cinayettir.

 

Temennimiz Tevhidi "Tek"liğin hakkıyla anlaşılması, yanlış anlayışların sorgulanıp düzeltilmeye gidilmesidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KADER VE KAZAYI

DEĞİŞTİRMEK

 

 

Kader: Kudret, takdir ve güç  yetirmektir. Yüce Allah'ın kainattaki her şeye güç yetirmesi sonsuzluğu “Bilmesi, görmesi ve işitmesi”'ne külli kader denilir. İnsanoğlunun güç ve takatı olan “Bilmesi, görmesi ve işitmesi” ise cüz-i irade denilir. Yüce Allah'ın kudreti insanoğlunun gücü dışında olan olay ve  hadiseler üzerindeki kadere “TEKVİNİ” denilir.

 

Mesela: "Güneşin doğup batması, ay ve yıldızların mehtaba durması, evrendeki galaksilerin kendi yörüngelerinde seyre devam etmeleri, İnsanoğlunun doğması, rızkı ve ölümü gibi..." Bunlar Allah'ın sırları olup, insanoğlunun kendi gücü nispetinde cüz-i iradesiyle isteyip sonucunu bilemediği, göremediği şeyler... Doğum, rızk ve ölüm gibi. Bunlar değişme kabul etmezler.

 

Yüce Allah'ın külli kaderiyle ve sonsuz ilmiyle “bilmesi, görmesi ve işitmesi” ise “TEKLİFİ KADER” denilip değişmeye elverişlidir. Mesela: Allah'a, Kitaba, Peygamberlere ve Ahirete inanmak... Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekat vermek ve Hacca gitmek gibi yapılan fiiler Allah’ ın teklifi kaderiyle ilgilidir. Çünkü Allah külli kaderiyle insanoğlunun cüz-i iradesine müdahale etmez, sadece “Bilmesi, görmesi ve işitmesi”'yle gözlem altında tutar. Cezalandırma ve mükafatlandırma işini ise ahirete bırakır.

 

Yine kişinin ferdi istekleri olan doktor, öğretmen, mühendis vb. olmak gibi...Ailevi hayatta beğendiğiyle, sevdiğiyle evlenmesi, istemediği, sevmediğiyle de evlenmemesi gibi ... Sosyal hayatta evini, işini, dost ve arkadaşlarını tercih etmesi gibi. Siyasi ve içtimai hayatta ise İdeolojisini, kimi başına getireceğini ve devletini biçimini seçmesi gibi...Bütün bunlar insanoğlunun iradesi, gücü dahilinde gerçekleşecek olan olaylar (İlahi sır olan imtihan hariç) olup tamamen yüce Allah'ın "EZELİ KADER"inde var olup "TEKLİFİ KADER"dir. İnsanoğlu cüz-i iradesiyle kendisi hakkında hayırlısını isteyerek "EZELİ-TAKDİRİ-TEKLİF  KADER"i  üç esasla değiştirebilmesinin mümkünatı yüce Allah'ın izni ile vardır.

 

Yüce Allah:

 

 ¡lb n¡Ø¤Ûa ¢£â¢a ¬¢ê †¤ä¡Ç ë 7¢o¡j¤r¢í ë ¢õ¬b ' íb ß ¢é¨£ÜÛaaì¢z¤à í

 

“Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır” (13/39).

 

Kaza: Gerek kainatta gerekse insanların imtihan olunması amacıyla veya kulların tedbirsizliği sonucunda yüce Allah'ın dilemesi "Kun" ol demesiyle meydana gelen hadisleredir. Başka bir deyimle musibet ve belalardır.

 

Yüce Allah'ın Ruhlar aleminde "Elestu" veznine "Bela" diyen bütün ruhlar dünyaya geldiklerinde Allah’tan gelen bütün kaza, musibet ve belalara "Bela" demişler. "Neam" dememişler. Çünkü Arapça da "Evet" istisna kabul ederken, "Bela" ise hiç istisna kabul  etmeksizin, kayıtsız, şartsız ve pazarlıksız Allah'tan gelen şeye rıza göstermektir.

 

İnsanoğlu Peygamberlerin davetine icabet edip iman etmekle ruhlar alemindeki "Aht"e yani sözleşme akdini tekrar tazelenmiş  olur. Buna binaen iman eden her insan yüce Allah'tan gelecek olan kaza, musibet ve belalara karşı tedbir, sadaka ve dua ile karşılık verip kendisini sipere alması gerekiyor. Çünkü akıllı her insan kabul eder ki, Allah'tan ve ondan gelecek olan kazadan kaçmak mümkün değildir. O halde bir dava kıvılcımını başlatıcı olan münevverler varlıklarını yüce Yaratanın varlığına dayayarak, güçlerini pazarlıksız imanlarından alarak, İlahi rızanın hoşnutluğunu gözeterek anlamsız hayatlarını Allah'tan gelenlere karşı ortaya koymaları gerekiyor. Fakat kaza, musibet ve belalar işlenilen günah veya yapılan tedbirsizlik sonucunda hasıl olursa, o zaman oturup nerede hata yapıldığını bulmaya çalışarak tövbe ve istiğfar etmesi gerekiyor. Sabırla tedbire, zikir, sadaka ve itaatle duaya sarılmanın akabinde kazanın rahmete, hikmete ve ilahi sırlara dönüşmesi Allah'ın izniyle mümkün olacaktır.

 

a) Tedbir; sakınmak, korunmak ve azıklanmaktır. Kur'an-ı Kerim  şöyle buyuruyor:

 

 ¡lb j¤Û üa ó¡Û¯ë¢a ¬b í ¡æì¢Ô £ma ë 9ô¨ì¤Ô £nÛa ¡…a £ŒÛa  Š¤î   £æ¡b Ï a뢅 £ë Œ m ë

 

"Azıklanınız zira azıklanmanın en hayırlısı takvadır. Artık benden sakının ey akıl sahipleri" (2/197).

 

-Zira Allah sakınması en hayırlısı değil midir?

 

Eğer Allah'tan sakınırsanız, Allah tarafından korunursunuz. Eğer yağmurun ıslaklığından korunmak istiyorsanız, kendinizi  korumanız  için tedbir almanız gerekiyor. Eğer elinizi yakmak istemiyorsanız ateşi maşa ile tutmak  zorundasınız. Yağmur nasıl ki Allah'ın kaderinin takdiri ise yağmurdan ve  ateşten  korunmak  için tedbir alma iradesi de yine yüce Allah'ın kaderinin takdiridir.

 

O halde başarmak için çalışmak, kazanmak için çırpınmak, zafer için, mazlum halkların özgürlüğü için, ilahi kelimetullah'ın hakimiyeti için mücadele etmek, bunlar için hazırlanmak, tedbir almak gerekmez mi?

 

Yüce Allah'ın külli kaderinin taktiriyle hayır ve şerre karşı tedbir alma iradesini, gücünü bize vermiş, hayır işlemek ve şerre baş kaldırmak bize yakışmaz mı?

 

b)Sadaka: Kişinin kalpten gelerek ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermek için elindeki imkanlarla yaptığı bağışa, verilen paraya ve imkanları paylaşmaya denir.

 

Kur’an-ı Kerim müminlerin özelliklerini açıklarken:

 

 = æì¢Ô¡1¤ä¢í ¤á¢çb ä¤Ó ‹ ‰ b £à¡ß ë  ñì¨Ü £–Ûa  æì¢àî©Ô¢í ë ¡k¤î Ì¤Ûb¡2  æì¢ä¡ß¤ªì¢í  åí©ˆ £Û a

 

“Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.”(2/3) diye buyurmuştur.

 

Geçmişte Müslümanlar sadakayı iki sebepten dolayı verirlerdi. Biri Allah'a borç "karzı hasen" verip karşılığında iki mislini almak, ikincisi; kaza, musibet ve belaları önlemek. Zira ki,  yüce  Allah kendi  rızası için verilen her bir habbenin karşılığını iki, üç ve yedi misli olarak geri iade edeceği hususu Kur’an'ı Kerim de geçmektedir.

 

اَلَّذينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ فى سَبيلِ اللّهِ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ مَا اَنْفَقُوا مَنًّا وَلَا اَذًى لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

 

“Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.”(2/261)

 

Denilir ki; "Allah'ın kaza melekleri gökte insanı imtihan etmek, Allah'ın emriyle kulların başına kaza musibet ve bela getirirken o esnada verilmiş bir sadakası varsa gökte kazayı getiren meleğe "ben falancanın sadakasıyım. Ona kaza,musibet ve bela götürme" der. Bu  şekilde az sadaka çok belayı def eder" desturu meşhur olmuştur. Sadaka, bela ve belalılardan kişiyi muhafaza eden en büyük kalkandır.

 

d)Dua; davet ve çağrıdır. Yalvarış ve yakarıştır. Arz ve şikayettir. Yardım için taleptir. Korunmak için sığınıktır. Kendi varlığını hissedip, farkına varıp, acizliğini içinde bulunduğu müşkülâtını dudaklardan avuçlara, avuçlardan semaya iki damla gözyaşıyla yaratana takdim etmektir. Kur’an-ı Kerim’de:

 

b¦ßa Œ¡Û ¢æì¢Ø í  Ò¤ì  Ï ¤á¢n¤2 £ˆ × ¤† Ô Ï 7¤á¢×¢ª¯ë¬b Ç¢… ü¤ì Û ó©£2 ‰ ¤á¢Ø¡2 a¢ª¯ì j¤È í b ß ¤3¢Ó

 

“(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkârcılar! Size Resûl'ün bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır!” (25/77).

 

Demek ki, dua kişinin yaptıklarının farkına varması, hata ise yüce Allah'ın aff ve mağfiretini talep etmesi, hayır ise yapacağı işte yardım istemesidir. Zira dua dertlilerin devası, borçluların edasının yegane merci-idir. Mazlumların, mustazafların ve sümüklü çocukların korunmak ve kurtulmaları için tek silahıdır. Tiranların, zalimlerin ve belalıların ise korkulu rüyasıdır. Eğer bazıları hala zulüm altında inim inim inliyor sonrada "Bu bizim kaderimizdir" diyorsa, bu işte bir bit yeniği vardır. Yani bütünün bir parçası eksiktir. İşte bu duadır.

 

Hz. İbrahim (as) oğlu İsmail'e beslediği sevginin Allah'ın sevgisine galip olabileceği endişesiyle oğlunu kurban etme tedbirini  alarak "Halilur-Rahman" olmuştur. Hz. Süleyman (as) çok sevdiği koşu Atlarını kendisine Allah'ı anmayı unutturur endişesiyle hepsini kurban edip sadaka vermesi onu daha hiç bir insanın erişemediği bir mülk ve saltanat sahibi etmiştir. Hz. Yunus (as) davasında sabırsızlık ederek, insanlar hakkında acele davranarak memleketini terk edip denize atılarak "öldüm" zannederken ettiği "dua" ile tekrar hayata ve  yarıda bıraktığı mücadelesine kaldığı yerden devam etmesine "dua"sı vesile olmuştur.

 

Günümüzde dini bir endişenin, tasanın, telaşın Müslümanlar üzerindeki tesirini hissetmediğimi acı ile görüyorum. Bu üzüntü verici tablonun karşısında şu endişemi dile getirmekten fayda mülahaza ediyorum. Eğer dünyevi endişemiz öncelikli, dini endişemiz ikinci  planda kalıyorsa, kader ve kazaya, hayır ve şerre olan inanç ve düşüncelerimizde problem, parazit, aksaklık var demektir. Kitle iletişim araçları için kurulan verici istasyonları belli sayılarla, dalgalı bir şekilde elimizdeki araç, gereçlere uyarlanıp bizim istifademize sunuluyor. Ne ki, biz aracımızda gerektiği şekilde istifade edemiyorsak, bunu aracımızın alıcısından problemin var olduğunu kabullenmemiz gerekiyor.

 

İnancımızın Allah'a dönük olan cephesini, frekansını iyi ayarlamamız, uyarlamamız gerekiyor. İmanın etki ve istifade gücünü, verici istasyonu olan merkezden değil de kendi alıcı, kabul ve tasdik  edici biçiminden, bilgisinden ve yaşam tarzında aramamız gerektiğine inanıyorum. Hasılı geceleri; bilenmekle, azıklanmakla ve tedbirle, şafakta ve seherde; dua, niyaz, yalvarışla, gündüz; insanlara "Emri bil maruf ve Nehyi anil münker" olan iyiliğe, hayra davet etmekle, kötülük ve günahlardan sakındırmakla en büyük sadakayı dağıtmakla geçirmek kişinin münevver, aydın, öncü ve garip kalmış bir  davanın, kavganın kutsal temsilcisi olduğunu gösterir. Ademi bir zürriyetin, İbrahim’i bir milletin, Muhammedi bir Ümmetin yeniden dirilişi de ancak böyle mümkün olabilir.

 

Liderlerin, toplumların, şartların insanlar için oluşturdukları, çizdikleri, belirledikleri; kadere, sınıra, hukuka, aklı selim olan hiç bir insan teslim olmak zorunda değildir. Bunlara teslim  olmak  hiç bir insanın alın yazgısı da değildir. Çünkü dünyaya gelen her insan "İslam fıtratı üzerine doğar" dolayısıyla  herkesin alın yazgısı boş olup masumdurlar. Daha sonra kişi kendi alın  yazgısını kendi istek ve amelleri yazdırıp, çizdirir. Masumiyetine nefsi ve şeytani temayüller karıştırarak bozup, kirletir.

 

Nemrutun Hz. İbrahim (as) için çizdiği kadere, ateşe atılma pahasına razı olmamış, boyun eğmemiştir. Firavunun Hz. Musa (as) ve kavmi için çizdiği kadere, bütün olumsuzluklara karşı direnmiş sonunda Firavuna galip olmuştur. Ebu Cehil ile yandaşlarına Hz. Muhammed (as) ile bir avuç Sahabe (ra) direnmiş, acılar, eziyet ve işkenceler çekmişlerse de neticede Ebu Cehil ve yandaşlarının çizdiği kader iptal, iflas olmuştur.

 

-Peki biz başkalarının bizim için çizdiği kadere teslim olmak mı zorundayız?

 

-Toplumun Hz. Lut (as) için çizdiği kader, sonunda o toplumun tümünü helak etmemiş midir?

 

-Hz. Yakup (as) Çocukları elinde Yusuf’u alarak, onu dert ve  kedere gark edip, onu inandırmak için zorlayıp "Boşuna ağlama, Yusuf gitti, öldü" deyip çizdikleri, oluşturdukları sebepler ve kader tersine dönüp, Yakup (as) ve Yusuf'tan özür dilettirmemiş midir. Zeliha’nın Yusuf için çizdiği  günah çemberi olan kaderi Yusuf'u zindana, Zeliha’yı da mahf-u  perişan  etmemiş midir.?

 

Bu ve benzeri örnekler, İlahi sır ve imtihan hariç, kim olursa olsun. Kendilerine, bilgilerine, güçlerine, askerlerine, polislerine güvenerek oluşturacakları, çizecekleri, planlayacakları, hileleri, tuzakları, desiseleri, ismi kader de olsa, alınacak "TEDBİR"in verilecek "SADAKA"nın, şafak, seherlerde edilecek "DUA"nın karşısında iflas ve iptal olmak zorunda kalacaktır.

 

Kainatta bunca olagelen gerçeklerden hala habersiz, duyarsız Allah'ın nimetlerini başkalarıyla paylaşmaktan cimrilik edenlere,  şafak ve seher vaktinde kalkmakta uyuşukluk, tembellik yapanlara......!  olsun.

 

 

 

 

 

 

 

 

AŞK VE SEVGİ

 

 

Aşk; sevginin çok çok ötesinde ve fevkinde olup dağınık olan sevgiyi sadece bir şeye odaklayıp kendini  ona tutsaklaştırmaktır.

 

Aşk; sevgi gibi değildir. Sevgi özgürdür, tutsaklığı kabul etmez. Aşk ise, maşuka teslim olmaya rıza gösterdiği gibi, aşkın en  büyük özelliği de, aşkın kendini maşukundan "Fena" etmesidir. Yani kendi benliğini aşık olduğu varlığa, zata ve her neyse o şeye feda etmesidir.

 

Aşk; sevgi gibi değildir. Sevgi sevgiliden fedakarlık ister. Aşık ise kendini maşukuna feda eder. Tıpkı Yıldızların aya, ayın güneşe, akşamın geceye, gecenin şafağa, şafak vaktinin gündüzün aydınlığına... İlkbaharın  yaza, yazın sonbahara, sonbaharın kışa, bulutların yağmura, yağmurların rüzgara, rüzgarın  cansız  toprağı  canlandırmak ve var olagelen  kanunu esasiyeyi devam ettirmek için; Toprağın asumana, asumanların kendilerini  kainatın en şerefli olan insanoğluna, kendi elleriyle teslim edip feda etmesi gibidir.

 

Aşk; acı, tatsız, haşin ve hoyrattır. Başka bir manayla, başa beladır. Yani en büyük imtihandır. Bunun için, nice sevenler sevgilileriyle vuslat ederken, aşık ise hep hasret ve gurbettedir. Herkesin ayrılığı ve gurbeti coğrafi iken; aşığınki ise içinde, yani gönlünde, yüreğindedir. Sevenlerin acısı bedeni ve maddidir. Aşığınki ise manevi ve ruhidir. Sevenler bedenlerini zevklendirmeye;  yemekle, içmekle ve uyumakla doyurmaya çalışırken; aşık ise kalbini ve ruhunu doyurmaya çalışır.

 

Aşk,  sevgi  gibi  ölümlü ve  geçici  değil, ölümsüzdür. "Her seven mutlaka ayrılacaktır" der, Nebi  (as)  bir hadisinde.

 

Oysa aşığın maşukunun varlığı, dünyanın varlığıyla, kıyametin kopuşuyla, mahşerin toplanışıyla bitmez ve tükenmez. Hem de kaybolmaz. Ne ki! Muhammed (as) Allah'a duyduğu aşkı, Hüseyin’in şahadete olan aşkı, İmamı Azamın İlme duyduğu aşkı... Daha nice  nesiller, Leylalar, Hülyalar ve Sunalar öldü de; mazlumların  hürriyete ve kurtuluşa susamış aşkları ölmedi, unutulmadı ve unutulmayacaktır.

 

Aşk; karanlığa yürüyüp taş atmaktır. Sevgi ise aydınlıkta yürümektir. Aşk, karanlıkları aydınlatmak, bilinmeyeni öğrenmek, bulunmayanlara talip olmaktır. Sevgi var olanla, görünenle kanaat ederken; aşk var olanla kanmaz, görünenle yetinmez mucit olup; görünenlerden görünmeyeni görmek, varlık içinde görünmeyip fakat var olanı yaratanı bulmaktır. Tıpkı gülün ot olduğunu bilip; ama  rengini ve misk gibi kokusunu, insana ve doğaya ferahlık veren özünü, inceliğini, yaratılış amacını ve en önemlisi onu yaratanı, keşfetmek gibidir.

 

Aşk; kolay değil zordur. Herkes ona tahammül edemez. Külfetine, yüküne ve sorumluluğuna katlanamaz. O, sevgiye benzemez. Çünkü sevgi, gülü dikensiz kabul edebilir. Fakat aşk ise gülü dikenli, insanları problemli, dostu kusurlu, sevgiliyi bütün eksikleriyle beraber kabul eder. Onun için yokluk varlıktır. Varlık içinde  yokluğu yaşamaktır. Ona gül ikram etmek acı verir. Taş atmak ise mutluluk ve huzur verir. Yine aşkın en büyük özelliği zoru başarmak ve zor alanı kolaylaştırmaktır. Zorluğa dayanamayan halklara, toplumlara, tüm insanlığa, mağdur kalmış kimsesiz olan mazlumlara, mustazaflara ve ümmetin tüm sümüklü çocuklarına...

 

Aşk ; Adem'in Kaf dağında, göz yaşı dökmek, Nuh'un tufanında, kadere teslim olmak, İbrahim'in ateşine, atılmaya hazır olmak, İsmail'in yattığı bıçağın altına, yatmak, Eyyüb'ün mahfına, razı olmak, Yakup’un çilesine, dayanmak, Yusuf'un zindanına, Musa'nın  sürgününe, İsa'nın çarmıhına, Muhammed (as)'ın Taif'te taşa tutulmasına maruz kalmaktır.

 

Aşkın ismi olumsuzluktur. Onda olumluyu beklemek aşka, en büyük ihanettir. İsmiyle müsemma olup yanmaktır, yakmak değil. vermektir; istemek değil sevmektir. Karşılık beklemek değildir. Su olup akmaktır, durgun olup bayatlamak değil. Rüzgar olup esmek, can vermektir; tüm ağaçlara, bitkilere, olgunlaşmaya çalışan meyvelere, pencere kenarındaki güllere, kafesin içindeki kanaryaya... Ümmetin sümüklü çocuklarına müjde vermek, zafer vaat etmektir; tüm kainatın canlı ve cansızlarına, tüm evrene panzehir fışkırtmaktır, yok etmek, mahvetmek değil.

 

Aşk peygamberlerin sevgilisi, önderlerin yoldaşı, liderlerin sırdaşı, alimlerin dostu, evliyaların kerameti, şehitlerin kanı, avamın hikmeti, bu abdi aciz gibilerinin ise gözlerinin yaşı, emektarın anlından akan teri ve Allah yolunda yürüyen yolcuların ayaklarındaki tozdur.

 

Aşk, görünmeyen ama gözetici olan zat'a, yaratana karşı duyulan iffet, haya, terbiye ve edeptir. Bunların zıddına yapılan her halûkardaki hal hareket ve davranış aşkı zedeleyen ve körelten etkenlerdir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVGİ VE AŞK

 

 

"Sevgi"nin insanoğlunun yaratılışında alın yazgısı olmuş bir kelimeden türediğini söyleyen; İbn Miskeveyh: "İnsan kelimesinin aslından dostluk, yakınlık, dayanışma ve sevme manasına geldiğini" söyler.

 

"İnsan" kelimesinin de aynı manayı içerdiği lügatlarda (sözlüklerde) geçmektedir. Ademoğlu diğer bir tabirle insanoğlu   aynı manayı taşır. Adem Peygamberin şahsında türeyen tüm  insanlık; aynı ismi almış bir halde yeryüzüne gelmektedir. Bütün  dünyaya  gelen  insanların aslı ve özü toprak olmakla beraber, sevgi de hem toprağın  hem de insanoğlunun ruhunun ve alnının yazgısıdır. Eğer  böyle olmasaydı toprak, hem gülü hem de tikeni yeşertmezdi. Eğer yine öyle olmasaydı; bir ana ve baba akıllı çocuklarını sevdikleri gibi deli çocuklarını sevmezlerdi.

 

Dünya tarihinde ilk defa Allah tarafından kendisinin özünden başka sözlü olarak; "habib" yani "sevgili" ismini Hz. Muhammed (as) almıştır. "Habib- Allah" şerefiye şereflenen bu yüce ve saygıdeğer zat; gösterdiği çaba ve üstün başarıyla bu madalyayı almıştır. Onun bu madalyayı hak etmesinin temelinde: kendini,  toprak  gibi mütevazı  kanatlarını gererek; toprağın hem gülü hem de dikeni bağrına aldığı gibi; o da ümmetinin bütün sümüklü ve mazlum çocuklarına gösterdiği af, müsamaha, şefkat ve merhamet neticesinde ulaşmıştır.

 

O zaman insanın oluşumu ve çamurun yoğrulması sevgi ile olmuştur. Bu, sözde insanlar olarak sahip olduğumuz künyedir. Eğer biz temelimizdeki toprakla yoğrulmuş sevgiye ulaşabilirsek; özümüzü de yakalamış oluruz.

 

Sevgi, insanın ilgi duyduğu, hayranlık gösterdiği birisine veya bir şeye muhabbet etmek, alaka göstermektir.

 

Sevgi, insanın gözünün karardığı zaman aydınlanmasıdır.

 

Sevgi, umuda ve ümide ait duygu ve düşüncelerin karardığı, beklentilerin cevapsız kaldığı bir esnada; kapının açılması, beklenenin ve özlenenin kendini göstermesidir.

 

Sevgi, insana ait olan, fakat felaket rüzgarına çarpılıp; insanın kendisiyle mutlu olduğu huzur bulduğu şeylerin tekrar iadesinin hasretini ve özlemini  çekmektir. Ananın gurbete giden evladının hasretini çekmesi gibi...

 

Sevgi, iman eden her insanın;  yeryüzünün  değişik yöre ve bölgelerine dağılmış 6 ile 7 milyara yakın insanın özgürlüğünün hasretini çekmesidir. Aynı zamanda; İslam toprakları üzerinde bölük  pörçük hale  gelmiş ümmetin sümüklü ve mazlum çocuklarının vahdetinin hasretini ve özlemini çekmektir.

 

Sevgi, kişinin yaşadığı toplumda insanların cehalet karanlığında olduğunu görüp, onları aydınlatmak için bilgilendirme hasretini ve sevdasını çekmesidir.

 

Sevgi, sevgiyi yitirmiş insanlığı, sevgilinin hatırı için sevmek ve onlara sevgiyi aşılamaktır; idarecilerine eğiticileri olan analarına, onlara yol gösterecek olan geleceğin nesillerine, münevverlerine...

 

Sevgi, aşk gibi değildir. Parçalama kabul eder. Ondan birazını kendine bırakır, diğerini ise dost ve akrabalarına... Toplum ve ümmete tahsis etmesi mümkün olacağı gibi, doğadaki bahar mevsimini de sevebilir: Papatyaları, karanfilleri, nergisleri ve gelincik güllerini...

 

Sevgi, esenlik, ferahlık ve aydınlıktır. Onu dalından kopardığın zaman koklanmak için dikensizdir. Onu sırtlayıp götürdüğün zaman külfetsizdir. Aşka benzemez. Aşk, gülü dikenli kabul eder. Fakat sevgi gülün dikensiz olmasını ister. Tıpkı kabuğu soyulmuş karpuza ve kasırgasız rüzgar gibi esintisi insanın göz kapaklarına vurduğunda gözleri bürüyen kirpiklerin görmeyi engellediği anda uykudan uyandıran şafak yeline; bu yelin serinliğine, hoş ve miske benzer oksijen dolu havaya, tenha ana, yıldızların tebessüm ettiği zamana, horozların  öttüğü  vakitte köpeklerin  yattığı sevdalıların kalktığı saate benzer.

 

Sevgi, herkesi kendinden nasipdar edebilir. Aşk öyle değildir. Çünkü aşk herkese nasip olmaz. onun için insanları bırakıp  köpekleri sevenlerinde sevgileri vardır.  Güzeli bırakıp çirkini sevenlerinde sevgiden nasip almaları mümkündür. Allah'ı unutup da putları ve heykelleri sevenlerde olabilir. Kalemi bırakıp kurşunlara sarılanlar, adaleti terk edip zulmeden zalimler de, vatandaşlarını sevdiklerini söyleyebilirler. Çünkü sevgi parçalanabiliyordu ve herkesi  kapsıyordu.

 

Sevgi, yıllarca zalimlerin kapılarının eşiğinde, mazlum kalmış halkların özgürlüğüdür. Elleri, ayakları, kalbi ve duyguları tutsak olanlar özgür olamazlar. Özgür olmayanlarda sevemezler. Sevgisiz  olanlarda menfi bir şey beklenir. Bunu için değil midir ki; biz ümmetin mazlum çocuklarını tutsak ettiklerinden dolayı birbirimizi sevemiyoruz.

 

Tutsak olanların kalbi kin ve nefretle doludur ve hep intikam hırsıyla yaşarlar. Sevgi tutsaklığı kabul etmez, tutsak olanlarında sevgisi olamaz ve sevemezlerde. Sevmeyenler sevilemezler, sevgisiz olanlar başkalarına sevgi aşılayamazlar. sevgi aşılanmamış bir toplumun nesilleri, var olmanın amacını, yaşamın mutluluğunu tadamazlar, Mutlu değilsek veya mutlu olamıyorsak sevgisiziz demektir.

 

Sevgi, hayatın vazgeçilmez unsuru olan su gibidir. Hayatta  yaşayan ve var olan her insanın, uğrunda ve hatırı için yaşama savaşı verdiği birisi, birileri ve bir şey mutlaka vardır. Kimi analar  için kara kaşlı Abdullah'ı, kimi analar için fino köpeği, kimi askerlerin  vatan sevgisi kimilerinin Şahin bakışlı veya hülyalı bakışlı sevdalıları vardır. Bu tanımları daha da çoğaltmak mümkündür.

 

-Peki sen, kimin için hayatın yaşam savaşını veriyorsun?

 

-Ey Abdi aciz! senin sevgilin kimdir?

 

-Yoksa sen sevgiyi terkine mi attın?

 

-Sevgini değmez birilerinin uğruna kurban mı ettin?

 

-Yahut da, sevgiyi başka bir şeyle mi değiştirdin?

 

-Dilin ulam, kurbanın, tercümanın olam!

 

-Bana söyle!  Benimle konuş.

 

-Anlamsız ve kararsız geçen günlerin gündüzü olmuyor.

 

-Kararmış kalp gözümle güneşin nur ışıklarını göremiyorum.

 

-Aydınlatmıyor  içimi ileti şu lambalar.

 

-Hep şeytanları var şu memleketin. Meleklerle hemhal olamıyorum.

 

-Hep karanlık kabus rüyalar görüyorum. Ufkumu açmıyor hayallerim.

 

-Gönlümde sürur. vicdanımda ak, kalbimde nur, yüreğimde imanın iktidarını göremiyorum...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ANALAR

 

 

Allah-u Teala (cc) hayat mektebimiz olan Kitabı Kerim'inde şöyle buyuruyor:

 

طسم () تِلْكَ ايَاتُ الْكِتَابِ الْمُبينِ () نَتْلُوا عَلَيْكَ مِنْ نَبَاِ مُوسى وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ () اِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِى الْاَرْضِ وَجَعَلَ اَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَائِفَةً مِنْهُمْ يُذَبِّحُ اَبْنَاءَهُمْ وَيَسْتَحْي نِسَاءَهُمْ اِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِدينَ () وَنُريدُ اَنْ نَمُنَّ عَلَى الَّذينَ اسْتُضْعِفُوا فِى الْاَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ اَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثينَ () وَنُمَكِّنَ لَهُمْ فِى الْاَرْضِ وَنُرِىَ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا مِنْهُمْ مَاكَانُوا يَحْذَرُونَ () وَاَوْحَيْنَا اِلى اُمِّ مُوسى اَنْ اَرْضِعيهِ فَاِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَاَلْقيهِ فِى الْيَمِّ وَلَا تَخَافى وَلَا تَحْزَنى اِنَّا رَادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلينَ () فَالْتَقَطَهُ الُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًا اِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِينَ () وَقَالَتِ امْرَاَتُ فِرْعَوْنَ قُرَّتُ عَيْنٍ لى وَلَكَ لَاتَقْتُلُوهُ عَسى اَنْ يَنْفَعَنَا اَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَهُمْ لَايَشْعُرُونَ () وَاَصْبَحَ فُؤَادُ اُمِّ مُوسى فَارِغًا اِنْ كَادَتْ لَتُبْدى بِه لَوْلَا اَنْ رَبَطْنَا عَلى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنينَ () وَقَالَتْ لِاُخْتِه قُصّيهِ فَبَصُرَتْ بِه عَنْ جُنُبٍ وَهُمْ لَايَشْعُرُونَ () وَحَرَّمْنَا عَلَيْهِ الْمَرَاضِعَ مِنْ قَبْلُ فَقَالَتْ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلى اَهْلِ بَيْتٍ يَكْفُلُونَهُ لَكُمْ وَهُمْ لَهُ نَاصِحُونَ () فَرَدَدْنَاهُ اِلى اُمِّه كَىْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَلِتَعْلَمَ اَنَّ وَعْدَ اللّهِ حَقٌّ وَلكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

 

“Tâ. Sîn. Mîm. Bunlar, apaçık Kitab'ın âyetleridir. İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Musa ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana gerçek şekliyle nakledeceğiz. Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı. Biz memlekette güçsüz sayılanlara  iyilikte  bulunmak onları önder kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek, Firavun Hama ve her ikisinin askerlerine çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk. Musa'nın anasına: "Çocuğu emzir. Başına gelecekten korktuğun zaman onu suya bırak. Korkma, üzülme biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" diye bildirmiştik. Firavunun adamları onu (saraya) almışlardı. Firavun, Hama ve askerleri  suçlu olduklarından, o onlara  düşman ve başlarına da dert olacaktı. Firavunun karısı: (Asiye  anamız) "Benim  de senin de gözün aydın olsun! onu öldürmeyiz, belki bize faydalı olur, yahut onu oğul ediniriz" dedi. Aslında işin  farkında değillerdi.

 “Musa’nın anası gönlü                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              bomboş sabah etti. (oğlundan başka bir şey düşünmüyordu.) Allah'ın vaadine iyice inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı. Musa’nın ablasına: "Onu izle", dedi. O da kimse  farkına varmadan Musa'yı uzaktan gözetledi. Önceden Onu, süt anaların göğüslerini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası:  "Size  sizin  adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?" dedi. Böylece Onu, annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye, ona geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler"(28/1,13).

 

Hayat mektebimiz olan yukarıdaki Ayet-i beyyinelerinin konusu anadır. Tarih boyunca tevhit mücadelesinin anaları, önce karnında sonrada sırtlarında yetiştirip büyüttükleri, Allah'tan başka hiç kimseden korkusu olmayan ve sadece Allah'ın rızasını gözeten yiğit ve kahraman evlatlarını vermiştir. İşte bu mümtaz analardan birisi de; Kur'an -ı Mubin de hem Taha süresi, hem de Kasas süresinin beşinci ayetinde ta... Kırk üçüncü ayete kadar bir ananın evladını Allah yolunda feda edişinden bahseder.

 

Aslında bu ayeti kerimelerin her birisi ayrı bir ders konusudur. Yine tefsir kitaplarında araştırılıp akli selimle tefekkür edilmeye değer  ibrettirler. Haşa eğer değersiz olsaydı alim olan Rabb-ımız bunları (anaları) Kuran'da bize vah eder miydi? Haşa sümme haşa, eğer Rabbimiz Zül Celal katında ferman buyurmuşsa bana, sana ve bir başkasına düşen “Semi’na ve eta'na” duyduk iman ettik, ey keremi bol olan yüce Rabbimiz, demek düşer.

 

Allah’u Teala (cc) "Biz memlekette güçsüz sayılanlarla iyilikte bulunmak onları önder kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine çekinmekte (korkmakta) oldukları şeyleri göstermek istiyorduk." diye buyurduğu bu ayette Firavun ve Hamanın korktukları o korku; rivayete göre, Kahinlerin, Beni İsrail kavminde bir çocuğun çıkıp saltanatlarını yıkacağını söylemeleriydi. Bunun için, Firavun’un zulmü bu hadiseden sonra tezahür etti. Öyle ki beni İsrail kabilesini ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutup, korktuğu şeyin başına gelmemesi için kabilenin erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını da serbest bırakıyordu. Mevcut olan erkeklerle de meşhur olan piramitleri inşa ettirip tonlarca ağırlığındaki taşları bunlara taşıttırıp eziyet ve işkence çektiriyordu. Evet Kuran'ın ayetleri olayı bize böyle haber veriyor.

 

Nasıl olur? Bir halkın başına geçen bir idareci kendi halkına bu kadar zulmeder...

 

Şunu iyi bilelim ki, Firavun dört ayaklı veya boynuzlu biri  değildi. Onun asıl ismi II. Ramses ti. O, kahinlerin verdikleri  haberlerden dolayı saltanatım yıkılır diye korkmuş, saltanatını yıkacak kimsenin beni İsrail’den çıkacağından dolayı halkına  zulmetmiş, sonra da Hz. Musa kendisine apaçık mucizeler ve  hakikatler göstermesine rağmen o, bunlara karşılık köşkü pahasına kabullenmeyip cephe almış, gerçeklerden kaçınmıştır. Onun için "Firavun" yani kaçmak kabullenmemek diye meşhur bir isimle isimlenmiştir. Özdeki ne kadar çirkinmiş ki, o gün bugündür analar çocuklarına onun ismini koymamışlardır. Acı gerçektir ki ismine duyulan bu kadar kin ve nefret maalesef özde sine duyulmamıştır. Halbuki önemli olan özdekidir.

 

Özde ismi ne olursa olsun, kimde kendini tezahür ettirirse, İslam hukukunda aynı değer ve kategoride hükme tabi tutulur. Tarih boyu iyi insanlarda (Musa Kelamullah, İbrahim Halilullah,  Muhammed  Habibullah), kötü kişilerde  (Nemrut, Karun, Ebu Cehil) isimlerini öz delerinden  (yaptıkları uğraştan) almışlardır.

 

Aklı  selimle  düşünüp  Kur'an  gözlüğüyle  şu anda çağ atlayan medeni toplumları temaşa edelim.

 

Ümmetin  kimi çocukları sürgüne,  kimi zindana,  kimi de  evinde susmaya mecbur bırakılmış; geri kalanlar ise günah galerisinde satışa veya alışa mahkum etmiştir. Eğer bu toplumda yaşıyorsanız günah  galerisindesiniz.

 

-Ya günah satıp başkalarını günahkar edeceksiniz, yada yiyip içip konuşarak günahları görmek zorunda kalacaksınız.

 

-Peki neden zorundasınız, hiç düşündünüz mü?

 

-Başkalarını kendi zevklerimizin günahkarı etmeye hakkımız var mı?

 

-Başkaların işlediği günahlarının ortağı olmak mı mecburiyetindeyiz?

 

Bu soruları birbirimize sormaktan öteye başka hiçbir icraatımız  bizi bu durumlardan  kurtarıcı ve inandırıcı değildir. Eğer lafla bir yerlere varılsaydı, gemiler lafla yürür, pilav lafla pişerdi.

 

Rahmeti bol olan Allah'u Teala (cc) cehaletin nuru olan Kitabının ayetinde "istiyorduk" diye buyuruyor. Allah'ın dilemesi külli insanların ki ise, cüzidir. Külli irade ancak cüz-i iradenin istemesiyle tecelli olacaktır. O zaman Mevla’yı arayan Mevla’yı bulur. Belayı arayan ise bela (fitne. fesat, zulüm) bulur. Bunlar inançta birer kaidedir. Evrenin, dünyanın ahengidir. Yüce Allah (cc):

 

 6¤á¡è¡¢1¤ã b¡2 b ß a뢊¡£î Ì¢í ó¨£n y §â¤ì Ô¡2 b ß ¢Š¡£î Ì¢í ü  é¨£ÜÛa  £æ¡a

 

“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez” (13/11) ölçü koymuştur.

 

İşte biz bu tartının birer kıymetleriyiz. Değerimiz nispetinde paha biçilir. Allah'ın rahmeti ve nusretine nail olabiliriz. Bu da Allah'ın hem kanunu hem dinidir.

 

-Bu din Allah'tandır.

 

-Şahısların, sultanlaşmışların dini değildir.

 

-Allah bu dini, Kainatın efendisi, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (as) vasıtasıyla tüm insanlara vahy ettiği tevhidi, önce tasdik sonrada ikrar edip, gereği gibi inanan herkese emanet etmiştir. Herkesin gücü nispetinde  bu emanete sahip çıkması gerekir.

 

İnanan insanlarımızın, dine ait olmayan kutsamaları kutsadıkları gibi,onların uğrunda fedakarlık yaptıkları kadar, bu din uğrunda yapsalardı, belki de bu dini omuzlayacak bir er şimdiye kadar çıkardı meydana...

 

Bu dini mübin uğrunda kim çile çeker, gereği gibi acısını ta... yüreğinde hissederse, o, bu  dine  tabidir. Ve bu din onun da dinidir.

 

-Bu din sadece babaların değil, anaların da dinidir.

 

-Benim ve anamın da dinidir.

 

-İnsanlar Allah'ın  huzurunda  kendilerine emanet edilen İslam dininden tek tek hesaba çekilecekler.

 

-Bu dinin hesabı babalarda, analarda, evlatlarda verecek.

 

-Elbette başta anaların hesabı çok çetin olacaktır. Çünkü onlar, parçanın tümüdürler.

 

-Herkesin şu soruları kendisine sorup cevabını Allah'a verecek şekilde hazırlaması gerekiyor.

 

-Dinim ayaklar altında çiğnenirken, ben ne  yapa biliyorum?

 

-Kapı eşiklerinde can, kan verdiğimiz Firavunlara karşı kaç tane Musa yetiştirdik?

 

-Her gün boş yere heba olan inananların, kaç tanesi kendisini Allah'ın yoluna feda etti de şehit oldu?

 

-Her gün  boş  yere heba olan anaların nazlı çocuklarının kaç tanesi anaları tarafında "seni Allah yoluna adıyorum" diye söylenmiş?

 

-Acaba! doğan çocuklarından bir tanesini de, "bu da Allah yolunun kurbanı olsun." diyecek ana görmeyecek miyiz?

 

-Acaba! çocuklarının çokluğundan ve bazılarının sakatlığından dolayı şikayetçi olup da, "bu da Allah yolunda zekatımızdır." diyecek baba görmeyecek miyiz?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVİNİNİZ

 

 

-Sevgi nedir?

 

-Sevgi nasıl tanınır?

 

-Sevginin tadına varılabilir mi?

 

-Sevgiyi perdeleyen etkenler var mıdır?

 

-Varsa bu etkenler nelerdir?

 

-Bu etkenleri tanımak mümkün müdür?

 

Sevgiyi perdeleyen tek unsur korkudur. Korkuların en ağırı ölüm ve başarısızlıktır. Ölüm insanoğlunun hayatındaki tek canavardır. Kimseyi affetmez, kimseye acımaz ve kimseye pas verip müsamaha göstermez. İnsanlığın korkulu rüyası olan bu  canavar, hayatın hemen hemen her aşamasında insana kendisini hatırlatır. Bu hatırlamada; insan bir an tereddüt edip seveceği  şeyleri sevmekten çekinir ve sevginin lezzetine varacağı yerde hemen korku  devreye girer.

 

Evet ölmek, ölüm korkusu, hiç bir yiğidin ve pehlivanın gücünün yetmediği tek ve gerçek bir şeydir.

 

Aynı şekilde başarısızlıkta ölüm gibi, var olan varlıkların korkulu rüyası olan ikinci unsurdur. Tüm canlılar kendilerinden daha büyük ve güçlü olan varlıklarla savaşmaktan ve yarışmaktan korkarlar. Çünkü  kaybetmek ölmenin yarısıdır, ölüm acısının bir parçasıdır.

 

ü  Peki ölüm nedir?

 

ü  Niçin ölüm vardır?

 

ü  Hiç düşündünüz mü?

 

-Peki ya, kaybedenin niçin kaybettiğini, kazananın niçin ve nasıl başarılı olduğunu hiç düşündünüz mü?

 

Hayatta, yaşadığınız şu üçgünlük ömrünüzde şu ana kadar yediniz, içtiniz, gülüp eğlendiniz, gezip tozdunuz...  Fakat  hala sevgiyi anlamadınız veya tadamadıysanız, korkulu ölümü ve başarısızlığı hala aşamadıysanız okumaya devam edin.

 

Bir gün yolunuz "badı sabaha" yani şafak vaktine uğrarsa o zaman   güneşin doğuşunu seyredin. Ortalama  sekiz  saat sizinle gülüp hayata  ışık ve renk verecek olan güneş, bir müddet sonra size ve hayata veda edip ölümün korkulu şerbetinin acısını tadacaktır. Bu olayı her gün görüyor ve seyrediyoruz.

 

Yolunuz rahmetli pederimin azı dişleri ve tırnaklarıyla tamir ettiği bağ ve bahçelere düşerse; bir sonbahar mevsiminde bağ ve  bahçelerin canlılıkları olan yapraklarının döküldüğünü, ölümün acı şerbetini, onların da içtiğini göreceksiniz. Ve bir mevsim sonra da; kainata, hayata ve size tebessüm edecek şekilde dalların yapraklara,  her yaprak arasından da meyveye durduğunu ve etrafa hayat saçtıklarını göreceksiniz. O zaman belki şunu demekten kendinizi alamayacaksınız: "İyi ki ölüm varmış." Çünkü  ölüp tekrar var  olmak bir yeniliktir. Gül gülistanlıktır, neşe ve sevinçtir. Bunlar da sevginin birer parçasıdır.

 

Birde, yolunuz hastane koridorlarında dolaşan içleri kar, bahtları kara, yüzleri kara, beyaz gömleklilerin cirit attığı hastane ambarlarındaki  morgların semtine düşerse... Acıları, feryatları ve üst başlarını yırtıp niçin, neden böyle oldu? Diyenlerin  ölülere  ağladığını fakat morgdaki ölüm acısını tatmış olanların bu çığlıklara aldırmadığını göreceksiniz.

 

Diğer taraftan çocuk doğum koğuşunda, bir yanda ağlayan bebekler bir yandan da bir evlat kazanmanın sevinç ve mutluluğuyla içleri neşe ve sevinç dolu, birbirlerini dişi ve erkek ya da ikiz evlatla müjdeleyen anneleri, babaları, onlara hem geçmiş olsun diyen ve hem de hayırlı olsun diyen akraba ve komşuların cıvıldamalarını seyredebilirsiniz. O ortam da kendi kendinize şunu demekten kendinizi alamıyorsunuz:

 

"Bir yandan gelenler, diğer taraftan gidenler var. Bu gidenler nereye gidiyor ve bu gelenler nereden geliyor. Acaba gidenler olmazsa, gelenler olmayacak mı?"Gelin bu soruları kendimize soralım.

 

Yaşamak için her an nefes vermemiz  gerekiyor. Önce  nefes  almamız lazım. Çünkü nefes almadan nasıl nefes verebiliriz? O zaman yaşamamızın idamesi (devamı) nefes almamızla mümkündür.Fakat nefes almada zorlandığımızda, nefes aldığımızda zehirlenebileceğimiz söz konusu ise veya pis kokuların olduğu bir mekana denk gelmişsek; hemen burnumuzu tutar nefes almayı durdururuz. Tıpkı yeni bir günü yaşamak üzere, güneşin tekrar doğmasını beklerken gece istirahata dalıp sabahı iple çekmemiz gibi. Yine bağ ve bahçelerimizi güzel meyvelere kavuşmak üzere ayıklamamızda olduğu gibi... Çünkü yeniliklere, dirliklere yorgun bitkin ve zehirlenmiş bir nefesle  çıkmak istemeyiz. Neyi yapmamız gerekiyorsa veya neyi bekliyorsak onlara karşı  mutlaka hazırlanmamız gerek. Günde kaç defa ağzımıza koyduğumuz yiyecekleri dahi çiğnemeden mideye indirebiliyoruz?

 

Allah-u Teala’nın Kur’an'ı Kerim’de ki, şu ayetine kulak verelim:

 

قُلْ اِنْ كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الْاخِرَةُ عِنْدَ اللّهِ خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ

 

“(Ey Muhammed, onlara:) Şayet (iddia ettiğiniz gibi) ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse ve bu iddianızda doğru iseniz haydi ölümü temenni edin (bakalım), de”(2/94).

 

Halbuki hepimiz biliriz ki: "Korkunun ecele (ölüme) faydası yoktur. "Korksak da kaçmaya çalışsak da başımızı kumlara gömsek de Cenabı Hakkın aşağıdaki  fermanını değiştiremeyiz:

 

اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ فى بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هذِه مِنْ عِنْدِ اللّهِ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هذِه مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّهِ فَمَالِ هؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَايَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَديثًا

 

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandır"" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” (4/78)

 

Bunu dedem de, babam da yaşadı; şimdi sıra bana gelecek demekten başka çaremiz yoktur. Peki o zaman nasıl yapacağız veya ne  yapmalıyız?

 

Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki ölmek yok olmak değil tekrar dirilmekmiş. Ölümden korkanların ölüme hazırlanmadıkları için kaçtıklarını görüyoruz. Ölüm, akıllarına korktuklarını hesaba çekilmemek için, işledikleri  cürümlerin faturasını vermemek için; vicdanlarına sevgi yerine taş koyarak akı kara diye gösterdiklerini  sevgi yerine kini, nefreti benimseyip sevmeyi bilmediklerini tatmadıklarını da görüyoruz.

 

Ölümden korkmamak ve başarılı olmak ancak bu iki korkuya hazırlanmakla olur. Eğer bu iki korku ortadan kalkarsa o zaman korkular sevgiye dönüşecektir.İŞölüme hazır olmak için hazırlanmak gerek.

 

Cenab-ı Hak (cc) şöyle buyuruyor:

 

 ¡lb j¤Û üa ó¡Û¯ë¢a ¬b í ¡æì¢Ô £ma ë 9ô¨ì¤Ô £nÛa …a £ŒÛa  Š¤î   £æ¡b Ï a뢅 £ë Œ m ë

 

"Azıklanınız, azıklanmanın en güzeli takva (sakınmak)dır. Allah'tan sakınınız ey akıl sahipleri" (2/197).

 

Hazırlıklı olmanın bir diğer adı azıklanmaktır. Yani tayin ve  tespit edilen hedefe varmak için varacağın yerde açıkta kalmamak  için azıklanmak. Kısaca, kesene, bileğine ve yüreğine iyi bakmalısın. Kesenin azığı maddiyatla, bileğin azığı antrenmanla, güç ve kuvvetle, yüreğin azığı ise şafak vaktinde kainatın evrensel orkestra korosunda yer alıp gece ibadetini ve Kur'an-ı Kerim’i okumakla olur.

 

Keseniz sizi başkasına  muhtaç etmeyecek, bileğiniz sizi başkalarının karşısında yenik  duruma düşürmeyecek; yüreğiniz ise şafak vaktinde Allah'tan  aldığı güç ve enerji ile  Allah için herkesi ve her şeyi  sevmeyi  öğretecek  ve  siz o  zaman sevginin ne olduğunu bilecek ve yaşayacaksınız.

 

Bütün bu anlatılanlardan sonra lütfen uyuşuk ve pısırık olmayalım. İçinde yaşadığımız toplumun, çevrenin ve evrenin farkına varalım. Böylece onlarda bizim  varlığımızın farkına varsınlar. Şunu da kafamıza nakış edelim: Ölmek yaşamın öbür yüzüdür. Ölümü eğer sürekli koynumuzda taşımazsak, o zaman hayatın hakkını veremeyiz. Ve sevginin tadına varamayız. Onun için "ölmeden ölünüz" esasını kulağımıza küpe yapmalıyız. Çünkü ölümden kaçmak her zaman ölü olarak yaşamak gibidir. Fakat ölmenin tekrar var olmak olduğunu bilenler ancak bir defa ölürler.

 

Bütün korku türlerinin kendisinden korktuğu tek bir korktuğu  bir tek korkulacak vardır. O da, Allah'tır. Eğer Allah'tan başka kimselerden korkarsak; korktuğumuz şeylerin başımıza bela olabileceğini unutmayalım. O halde ölümden korkmaya ne gerek var! Gel o korkuların yerine bütün sevilenlerin sevgilisi ve bütün sevilecek olan şeylerin en sevgilisi olan Allah'ın sevgisinin tadına ve lezzetine varmaya çalışalım. Sevginin ve sevgililerin  muallimi  olan Nebi (as)'ın nasıl "Habibullah" olduğunu Cenab-ı Hak (cc) bize şöyle anlatıyor:

 

اَقِمِ الصَّلوةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ اِلى غَسَقِ الَّيْلِ وَقُرْانَ الْفَجْرِ اِنَّ قُرْانَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا () وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه نَافِلَةً لَكَ عَسى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

 

“Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir. Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin”( 17/78,79).

 

Sevgiyi anlamanın en güzel şekli Allah'ın Resulünü tanımakla mümkündür. Resulü de ancak Şafak vaktinde ağlayanlar anlar. Çünkü Hz. Ayşe (ra)’ın anlattığına göre; "O insanların en çok ağlayanıydı." Ağlamak kendini fark etmek ve düşmanını tanımaktır. Şafak vaktindeki  göz yaşı kişinin gözü ile kalbi arasındaki bağ ve sevginin  doruğudur.  Nebi (as)’ın lisanıyla:

 

"Sevgililerin en sevgilisine  teşekkür  borcunun şükrüdür."

 

Unutmayalım! İslam medeniyetinin ilk mimarları olan Mekke'deki sahabelerin en önemli özellikleri şu idi: İslam'ın onlara öğrettiği iki şey vardır. Biri ölümü terkilerine almaları, ikincisi imanın ilk  icraatı olan şafak vaktindeki "namaz" dı.

 

Eğer bizimde onlar gibi olma yolunda sevdamız varsa; hemen başlamak için neyi, kimi ve neden bekliyoruz?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ADEMOĞULLARI VE

MODERNİZM

 

 

İnsanlık tarihinde Adem (a.s)’la başlayan daha sonra Adem'in oğlu Kabil'in kardeşi olan  Habil'i öldürmesiyle yapılan yanlışlık, yanılgı, hata duygusu dünya tarihinin ve Adem oğullarının alın yazgısı oldu. İsmini yanlışlık, yanılgı ve hata diye taktığımız bu duygunun mahiyeti: Neden?, Niçin? Kim uğruna ve ne amaç gözetilerek bu yanlışlık işlendi, yanılgıya düşüldü ve hatalar yapıldı? Gibi benzeri sorular sorularak öğrenilir.

 

Bu sorgulama Allah'ın kaderini inkar değil, kişinin aynı yanlışlıklara düşmeme sorgusunu ve kendi kaderini, temennilerini, yaptığını ve bundan sonra  yapmak  istediğini tahkik ve tahlil etmesidir.

 

Cüz-i iradenin duası, sadakası ve tedbiri, ilahi kaza ve kaderini değiştirebileceği konusu kelam alimleri de kabul etmişlerdir.

 

Yahudilerin tarihinde Adem'in hatası  Havva'nın Ademi aldatması olarak kabul edilir. Onun için Yahudiler Havva'nın şahsında bütün kadınlara "Adem'i ve Ademoğullarını Cennetten çıkartan hatanın anası, günahların müsebbibi  kabul ederler.

 

-Yani birilerinin işlemiş olduğu bir hata, binlerin ve milyonların o hatadan uzak olanlarındanda mı faturası çıkartılıp aynı hataya ortak edilecekti?

 

"Ya Rabb içimizdeki beyinsizlerin işlediği suçtan dolayı bizde helak olur muyuz?"

 

-Bunun adalet ve mantıki tarafı aklı selim kişilerce düşünülüp irdelenmeyecek miydi?

 

-Yoksa üstü kapalı bırakılıp her gelen hatayı işlediğinde aynı Yahudi zihniyetini taşıyarak faturasını da masum insanlardan mı çıkaracaktır?

 

 Yahudiler, Firavunlar döneminde  milyonlarca insanın mısır piramitlerini inşa ederken,yapmış oldukları kendi yanlış ve  yanılgılarının faturasını hep Ademe mal ettiler.

 

Aynı zihniyet İslam tarihinin henüz hicri I. yüz yılında Kerbela’da Hz. Hüseyin-i şehit etmeleri, Medine de 900 Sahabe kadının  namus ve ırzlarına tecavüzünün cinayeti, Mekke’de İbni Zübeyrin idamıyla Kabe’nin yakılıp yıkılması, Müslüman alimlerin kıyımına karşı kullanıp tam 122 tane İslam aliminin şehit etme sorgusu yapılarak:

 

ü  Neden?

 

ü  Niçin?

 

Yezidi zihniyetinin anlayışı ve Yahudi inancının uzantısı:

 

"Bu bizim kaderimizde vardı, eğer kaderimizde olmasaydı böyle olur muydu?" diyecekti.

 

ü  Gerçekten öylemiydi?

 

Hicri 5. 6. yüzyılda İslam hukukunun akıcı, yenileyici, insan problemlerini çözücü ve müşkülâtlarını halledici özelliği içtihat kapısının kapatılmasıyla büyük bir darbe yemiştir. Bu dönemde İslam hukukçuları mazlum halkları kendi içlerine dönük, durgun bir hayat anlayışıyla baş başa bıraktılar. Bu süreç Osmanlı döneminde devam edince sudan daha çok akıcı olan insanoğlunun durumu çağın gelişen hadiselerine, keşiflerine ayak uydurmaktan, gelişen nüfusun çokluğu karşısında dağ gibi büyüyen problemler cevap bulmaktan aciz kalınca: "Biz Müslümanız, Allah bizi nasıl kafirlere karşı mahçup ve perişan eder" deyip kendilerini halkların problemlerinden soyutladılar. Tam bu sırada ismi ne olduğu İslami kaynaklarda yeri ve adı olmayan bir akım, bir inanç, bir kültür belirdi.

 

Bunun ismi: "Modernizm”di. Kendini gayri Müslim Avrupa'da gösteren bu kültür ve yaşam biçimi Müslüman halklarının soyut ve durgunluk zamanında kendini açığa çıkardı.

 

İslam coğrafyasında 1,5 milyar Müslüman halkın şu görünen mazlumiyet, mağduriyet ve perişan hallerinden acaba hiç kimsenin hatası, suçu, vebali ve sorumluluğu yok mudur? Yani Allah (cc) Müslüman halkı modernizmin kucağına terk eden alimlerden, idarecilerden, kendini bilenlerden ve ben de varım  diyen akıllardan hesap sormayacak mı? Böyle geldi böyle gider mantığını taşıyanlar ya Allah'ın "Adil-i Mutlak" sıfatından şüphe ediyorlar ya da dünyadayken yapması gerekenleri yapmadığından dolayı tek tek hesabın sorulacağı "Hesap gününe"  inanmıyorlar.

 

Şunu iyi bilelim ki; Kur’an-ı Kerim konumuzun başında Adem (as)'ın işlediği hatayı şöyle anlatır:

 

فَاَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَاَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِى الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلى حينٍ () فَتَلَقّى ادَمُ مِنْ رَبِّه كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحيمُ

 

“Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik”(2/ 36-37).

 

Adem (a.s) yanlışlığına, hatasına kader dememiş bilakis Taberi ve İbni Esire göre:

 

"Adem ve Havva işledikleri hatadan  olayı, o kadar çok ağlamış ve tövbe istiğfar etmişler ki, gökte melekler dahi onların tövbesine iştirak etmiştir."

 

Kaldı ki kendi hatası için tövbe istiğfar edip ağlayan, sonra da Allah'ın tövbesini kabul ettiği bu zevata Adem (a.s)’a, adamın birisi kendi hatasını mal ederse bu reva mı?

 

-Adama sormazlar mı sen bu inancı, zihniyeti  nereden aldın?

 

-Sana kendi işlediğini başkasına maletmenin yetkisini kim verdi?

 

-Toplumda sana bunu öğretenlerin Allah'ın yanındaki rütbeleri nedir?

 

-Allah kitap ve Peygamber göndermiş Allah'ın Kitabında olmayan bir şeyi Allah'a mal etmek iftira değil mi?

 

-Yüce Allah'ın indinde,hiç kimse bir başkasının işlediği günahın cezasını çekmez.

 

İşte biz kendi cürümlerimize ağlamamız gerekirken kendimizi bir başkasının işlediği ve cezasını da çektiği şeylerle oyalamayalım. Sahi biz kendi cürümlerimizin olup olmadığını, hatalarımızın olabileceğini ve var olduğunu şu ana kadar ve  bu  anda şu ve bu nedenlerden dolayı böyle oldu diyebilecek veya birileri bize hatırlattığında evet doğru bu böyledir ama ben bilmiyordum bana  bunun yanlış ve  hatalı olduğunu şu ana kadar söylemediler, dedirtecek  inanç, anlayış bizde mevcut mudur?

 

Bu anlayış yoksa, Allah bu mücrimi bu anlayışı taşımayanlardan korusun. Allah bizlere rahmetiyle muamele etmesini ve bizi aff-u mağfiret etmesini bir an önce irkilip nerde yanlış ve hata yaptığımızı anlayıp yanlışlıklarımızdan, günahlarımızdan derhal dönmeyi nasip ve müessir etsin.

 

UNUTMAYALIM!

Sorgusu, tetkiki yapılmayıp tehir edilip vadeye bırakılan her yanlış ve hatanın primi faturasının kârı şeytana, yezide, modernizme zihniyetlere katkıdır. Bu dünyadaki cezadır. Uhrevi ceza ise tövbesi Adem (as) gibi yapılmayan her hatanın cehennem de azap olarak tekrar iade  edileceğini iyi bilelim. Bazen ihmal ettiğimiz küçük diye takmadığımız hatalar bu anlayışla düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.

 

Her küçük eniğin bir gün it olup bize saldırabileceğini, zalimlerin kapısında karanlıkların kalleş bekçiliğini yapabileceğini,  münevverlerimizin aydınlatıcı nurlarına karanlık perdeler çekebileceğini ve onların önünde engel olup onlara setten duvar olabileceğini artık aklımızı kullanarak anlamaya çalışalım.

 

Modern: Yenilik.

 

-Modern bir İzm (İdeoloji) midir?

 

-Yoksa bir kültür müdür?.

 

Bunların tartışması yapıla dursun, görünen o  ki modernizm bütün ayrıntılarıyla açığa çıkmıştır. Her "akli selim" kişinin modernizm hakkında diyebileceği tek şey vardır.

 

Modernizm, İlahi vahyi hiçe sayıp aklın gölgesinde insanlığın menfaatlerini gözeten bir yeniliktir.

 

ü  Gerçekten böyle midir?

 

İlahi gerçekleri bir tarafa itip sarhoşların, berduşların aklın gölgesinde insanlara ne kadar faydalı olacağı ve yaklaşık bir asra  yakındır, ne kadar faydalı olduklarını zaman ve süreç ortaya koydu ki, Modernizm insanlara vereceği en büyük ve faydalı şey insanları eğlendirmek, süslü püslü, aldatıcı şeyler icat etmek olmuştur. Bunların karşılığında insanlığın kalp ve ruhlarını köreltmiş  kalpsiz  ve ruhsuz robot ve vitrinlik eşya gibi insan pazarında meta gibi insanların transferini yapmıştır.

 

ü    Öyle ya! kalp ve ruhu inkar edenlerden ancak bu  beklenirdi.

 

Modern İzm insanları  doğadan  kopararak  her şeyi suni, yapmacık olan eşya, nesnelerle eğlendirmeye oyalamaya çalışırken insan fıtratındaki tabi isteklere cevap veremediğini, veremeyeceğini anladı. Ne ki, doğanın en harikası olan ormanları yıkıp apartmanları, gazinoları kurup bu sefer de yapmacık çayır çimen ve ağaçlar  diktiler. Doğal olan ayran yerine formülü ne olduğu  belli  olmayan  zararı herkesçe bilinen Colalar vb. meşrubatlar icat ettiler. Bağları, bahçeleri, bostanları yıktılar yerine suni olan seralar ve ilaçla kimyevi bir takım maddelerle yeni yeni sebzeler, meyveler yetiştirmeye çalıştılar. Fakat bunların hormonlu, vitaminsiz ve çok zararlı olduğunu herkes kabul etmiş bulunmaktadır. Ve en önemlisi  yeni neslin kafasını sporla, sinemayla meşgul ederek İslam’ı ve bilimi, düşünmeyi engellediler... Modernizm insanları kendi icat  ettiği şeyleri tükettirmek için çağdaşlık propagandasını, reklamını başlatıp kim Avrupa’nın mamullerini kullanmıyorsa onların ürettiği eşyanın tüketicisi olmuyorsa, elbisesinin modelini onlarınkine benzetmiyorsa, saçının şeklini onların stillerine göre biçimlendirmiyorsa, gündelik yaşamında onların kullandığı günaydın, hello, bay bay demiyorsa o kişileri, zümreleri çağdışı ilan edip  gerici, yobaz, mürteci damgasını vurarak onları aşağılamaya küçük  düşürmeye çalışmış ve başarmış hala da başarıları devam etmektedir. Çünkü çağdaş standart ölçüyü siz vermeyeceksiniz bilakis siz standart ölçüye kendinizi biçimlendireceksiniz. Kendinizi çağdaş standartlara göre biçimlendirirken biraz inancınızdan, biraz  kültürünüzden, biraz doğallığınızdan, biraz hayatınızdan, birazda özel yaşamınızdan ödün vereceksiniz. Hepsi o kadar.  !!!

 

ü  Öyle ya! Bu kadar şeylerden modern çağdaşlık adına çok şey olmasa gerek.

 

Ey Ademoğulları, şunu iyi bilelim ki, oturuşundan kalkışına, giyinişinden yürüyüşüne, konuşmasından yüz mimiklerine ayakkabısından  saç modeline varıncaya kadar kişinin hangi kültürün temsilcisi olduğunu, hangi kültürü taklit ettiğini ortaya çıkaran birer ip uçlarıdır. İşte  modernizm insanların farkına varamadığı varıp da aldırmadığı en ince ve ücra yerlerde bizim insanımızı kendi kültürlerinin birer tüketicisi, temsilcisi haline getirmiştir.

 

-Öyle ya! biz bunu yapmakla şunu yapmakla ne olacak zannetmiştik. Meğer birileri boynumuza yular takıp kendilerine maniple (adapte) etmiş de bizim haberimiz yokmuş....

 

-Şimdi Adem (a.s) yanlışlığının, hatasının niçin sorgulanması gerektiğini daha iyi anlaşıldığına inanıyorum.

 

-Bu anlayışla kaybettiğimiz şeyleri kendi yüreğimizle, inancımızla arayıp bulmamız lazım. Ne olduğumuzu, niçin varolduğumuzu, varlığımızın amacının ne olduğunu vakit kaybetmeden sorgusunu yapıp varolduğumuz yerde, elimizdeki imkanlarla hemen başlamamız gerektiğinin kanaatindeyim.

 

Adem (as)’ı bir nedametle bir davanın ve kavganın bizim varlığımızla kıvılcımını tutuşturabileceğimize inanıp sadece Allah'a güvenerek ve onun rızasını kazanmanın yollarını, yöntemini armaya  başlayalım. Bu başlamanın saati ise şafak vaktidir. Eğer siz daha hala şafak vaktinde, ayaklarınızı uzatarak yatıyorsanız ve Allah'tan da yardım istiyorsanız, siz peşin olarak kaybetmeye rıza göstermişsiniz demektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YAĞMUR GİBİ

 AĞLAMAK

 

 

Hava kararmaya, göklerde bulutlar oluşmaya başladığı zaman, hele bir de şimşekler çakmaya dursun: O zaman semanın ağlamaya hazırlandığını hissederiz. Görürüz ki! Aşkın şevkiyle oluşan bulutlar semayla vuslat olduğunda; bulutlar vuslatın  muhabbetiyle, kavuşmanın yıllar süren hasretiyle ağlamaya dururlar. Gökler ağlamaya başladığında, deriz ki: "Yağmur yağacak." Zannederiz ki, yağmur yağıyor.

 

Peki siz hiç kimseden; Yağmurun, ağlayan sema ile bulutların İlahi aşk sonucunda, artı ve eksinin, Allah için seven ve sevgilinin, aşık ile maşukun  birleşmesiyle  oluştuğunu duydunuz mu?

 

Bulutlar göğe yüklenmeye dursun; kimileri hava karardı diye sitem eder,kimileri de yağmurun vereceği rahmeti bekler. Zannederiz ki, hava karardığında kıyametin kıvılcımlarını yansıtıyor. Deriz ki, acaba kıyamet mi kopacak?

 

Çünkü gözlerimiz hep aydınlığa,göklerin masmavi rengine, güneşin loş ışıklarına aşina olmuştur. Onun için hep korkmuş, kaçmışızdır; karanlıklardan, ürpertici cümlelerden, ölümü hatırlat      an ağıtlardan, ahireti anımsatan kabristanlardan, haksızlık yaptıklarımızın hakkının sorulacağı mizandan...

 

Kalbimizi karartan günahlardan, ruhumuzu bunaltan makinelerin cicili bicili eğlencelerinden, kafamızı karıştıran dünyevi  endişelerden, akidemizi zedeleyen faydasız bilgiden, insanların kalplerini kıran kaba sapa sözlerden...

 

-Acaba kaçmayı  hiç  denedik mi?

 

-Veya asıl korkulması ve sakınılması gerekenlerin bunlar olması lazım değil midir?

 

Semanın ağlaması; Nebi (a.s)'ın lisanıyla "yağmur rahmettir" işlediği günahlardan dolayı karanlıktan korkanlar için; her ne kadar, kıyametin kıvılcımı ise de, bu böyledir.

 

Toprağın derinliklerinde kendini ispat etmek için, dal budak salıp yapraklanmak, bir gül olup koklanmak, bir karanfil olup seyredilmek için; kiraz, elma, fıstık olup yenmek için bekleyenlerin  insanoğlu ile  vuslatı, rahmeti, kainatın bereketidir yağmur.

 

Hava karardığı, şimşekler çaktığı, kaba sapa insanların korkmaya başladığı zaman... Vuslatın hasretini, rahmetin bereketini beklediğinde yağarmış yağmur. Her zaman yağmazmış. İstediği anda  inmez. Beklendiği dilimde gelmez. Çünkü o da insanoğlu gibi yüce varlığın bir sırrıdır. Onun için sizde istediğiniz zaman ağlayamazsınız. Ağlamak isteseniz dahi gözyaşı akıtamazsınız.

 

Sebepler birleşir zemin oluşur. İşte beklenen an gelir. Yağmur yağar, insan  ağlar. Yağan yağmurdan  sonra gök eski rengine dönüşür. Sular durulmaya başlar. Güneş loş ışınlarını saçmaya, karanlıkları aydınlatmaya, korkular sükuna ermeye başlar.  Kirlenmiş sokaklar, caddeler, kaldırımlar yağmur sularıyla temizlenir. İnsanoğlunun da  yağmurla  aynı kaderi, göklerle aynı yazgıyı paylaştığını kabul edip; Nebi (a.s)'ın şu vecizelerine kulak kabartırsanız bana hak vereceğinize inanıyorum:

 

Bu bağlamda ağlamak mukaddestir. Mukaddes olan her şey indi  İlahi de rahmettir. O zaman insan için de ağlamak rahmettir. Kalpleri, ruhları, fikirleri ve inancı aslîyesini yitirmiş akidelerin; gözler görmekten, kulakları işitmekten, ayakları yürümekten, elleri  tutmaktan  günahlara bulaşmışlar için  Nebi (a.s) işaret ettiği üç sudan biriyle mutlaka temizlenmesi gerekiyor. bunların içinde; Nebi (as)'ın en çok tercih ettiğidir ağlamak.

 

Çünkü ağlamak; ruha sürür, kalbe huşu, göze fer, dize derman verir. Ağlamak Davud'un musikisinin ahengi, Yakup (a.s)'ın Yusuf’a hasreti, Hz. Muhammed(a.s)'ın bütün beşeriyete gösterdiği, Allah'ın verdiği nimetlere karşı şükretmenin ifasıdır.

 

Ağlamak; sindirilmiş ruhun enerjisi, kalp gözünün önündeki lekelerin silgisi, ferasetli görmeyi ve bakmayı engelleyen kirlerin temizliği, doğru ve dengeli davranmanın, yürümenin temennisidir. Elindeki imkanları yaratandan ötürü yaratılmışlara gül olarak takdim etmek, sana reva görülen her şeye; yaratana şükretmenin karşılığı  olarak, yaratılmışlara teşekkür fışkırtmak... İnsanların, akide,   düşünce ve fikirlerini ve dejenere eden her türlü bozuk düzenlere, kültürlere, fikir ve düzenbazlara karşı panzehir olmaktır.

 

Yüce yaratana baş eğmenin, başı bozuklara baş kaldırmanın; içimizdeki cambazlara, düzenbazlara, liyakatsiz idarecilere, dini kişisel çıkarlarına alet eden, ihtiras kurbanı olan hilekârlara karşı biriken hıncın ve sancının bir sembolüdür ağlamak.

 

Ağlamak vardır; sırf ağlayanlar olduğundan  onlara iştirak edip onlardan görünmek ve onların acısını beraberce paylaşmak için;  yoldaş olunduğu gibi gözdaş olmak... Acıysa beraber, sevinç ise yine  beraber anlayışıyla "anca beraber, kanca beraber" ritmiyle evrenin zikir orkestrasının korusunda hazır bulunmaktır.

 

Ağlamak: Yitiklerini kaybetmiş mazlumların  ahını temaşe eylediğinde, anasını yitirmiş ağlayan, civcivleşen, feryat eden sümüklü yavruların gözyaşına gözlemci olunduğunda... Zalimlerin, tiranların, vampirlerin zulmüne maruz kalmış, mustazafların durumlarını işittiğinde; mağdurluklarına acıyarak,  onları mağdur  edenlere kinle nefretle tepkisini ortaya koyarak, dertlerine ortak olduğunun ispatı olarak veya Nebi (as)'ın  lisanıyla:  "Ağlamıyorsanız ağlar  gibi  olunuz (yapınız)," hüznüyle içlenmektir.

 

Ağlamak vardır: Sana verilmiş ama  sen  verememişsin, lütfedilmiş ama sen karşılığını  ödememişsin, seni yoktan var etmiş ama kıymetini bilememişsin, ikram etmiş ama sen şükredememişsin. Hem şükretmeye dursan dahi ücreti ödenmeyecek kadar çokluğun karşısında mahcubiyetini ifade ederek, boyun eğerek, aczi yetini acizlikten münezzeh olan Zat-ı Zül Celale takdim etmektir, ağlamak. Sonra; bana bu kadar şeyleri ancak beni çok seven verebilir. Peki, ben ne kadar onu  sevebiliyorum. Nebi (as)'ın lisanıyla:

 

¡é¨£ÜÛa  4좠‰  £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g

 ë  Ú ‰b j m b ä¢£2 ‰ ¢4¡Œ¤ä í  4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

ó Ô¤j í  åî©y b î¤ã¢£†Ûa ¡õb à £Ûa ó Û¡«a §ò Ü¤î Û  £3¢× ó Ûb È m

¢é Û  kî©v n¤b Ï ó©ãì¢Ç¤† í ¤å ß  ¢4ì¢Ô í ¢Š¡¨üa ¡3¤î £ÜÛa ¢s¢Ü¢q

P¢é Û  Š¡1¤Ë ªb Ï ó©ã¢Š¡1¤Ì n¤ í ¤å ß ¢é î¡À¤Ç¢ªb Ï ó©ä¢Û ªb¤ í ¤å ß

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

“Gecenin (üçte ikisi geçip de) son sülüsü kaldığında Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ (keyfiyyeti bizce meçhul bir halde) her gece dünyânın semâsına inerek buyurur ki: Hani bana kim duâ eder ki, onun duâsına icâbet edeyim! Benden kim hâcet ister ki, dileğini vereyim! Benden kim mağfiret diler ki, onu mağfiret edeyim!” (Sahih-i Buhar-i)

 

Allah her gece, dünyanın semasına inerek, bize misafir oluyor. O’nu  nasıl  karşılayayım telaşıyla,  aşkıyla, şafak vaktinde O’nunla,baş başa, teke tek, Allah insan, insan Allah birlikteliğinde edebin, terbiyenin, misafirperverliğin ve cömertliğin  şevkiyle  O’ndan utanarak; O’na karşı ne kadar mahcup olduğunu sergileyerek, gözünden akan yaşları  avucuna doldurarak, damlalarını lisan edinerek O’na takdim etmek, "hoş geldin" deyip  ikram etmekdir ağlamak... Çünkü sevgiliye takdim edilecek en büyük ikram gözyaşıdır. Bunu gerçek sevgiyi yaşayanlar çok iyi bilirler.

 

Ya Rabb-i! Faydasız bilgiden, senden korkmayan kalpten ve senin için ağlamayan gözden sana sığınırım.

 

Ya Rabb-i! Kızarmayan yüzden, sızlamayan  özden ve ağlamayan gözden sana sığınırım.

 

Ağlamak şükretmenin, ikram etmenin, bedel ödemenin, sevdiğini sevgiliye ispat etmenin bir gereğidir.

 

Ağlamak, duygu, düşünce, eylemlerinde ve isteklerinde samimi olmanın bir lisanı halidir.

 

Ağlamak, içte biriken merhametin dışa yansıyan bir portresidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AHLAKİ ESASLARIN TEMEL

ÖĞELERİ

 

 

1-İlahi mahkeme.

 

2-Halk mahkemesi.

 

3-Vicdan mahkemesi.

 

İlahi mahkeme inanca dayalıdır. Herkes inanmak zorunda değildir. Çünkü İlahi mahkemenin daha zamanı gelmemiştir.

 

Halk  mahkemesi  görgüye, örf ve geleneklere  dayalıdır. İnkar ve itiraz edilse dahi, herkes varlığını kabullenmek zorundadır.

 

Vicdan mahkemesi ise  düşünce  ve  tefekküre  dayalıdır. Herkes aynı oranda, aynı şekilde, düşünmeyebilir. Fakat herkes mutlaka az da olsa düşünüyordur.

 

İlahi mahkemenin sonucu cehennem azabı veya cennet mükafatıdır. Yani İlahi adaletin tecellisidir.

 

Halk mahkemesinin sonucu hapis, zindan veya siyasal, sosyal özgürlüktür.

 

Vicdan mahkemesinin sonucu ise özgür düşünce, evrensel ilham alınması veyahut vicdansızlık yaparak içten içe  kemirilip acı ve ızdırap çekmektir.

 

İlahi mahkemeden bir ömür kaçabilme şansı imkanı vardır. Fakat  ömür bitip, ölündükten sonra kurulacak olan ilahi mahkemede herkes "zerre kadar hayrın ve zerre kadar şerrin karşılığını görecektir." (Bu bir İman meselesidir.)

 

Halk mahkemesinde devletlerin, hükümetlerin çizdiği coğrafi  sınırlardır.Bu sınırlar bittiğide artık onların yetkisi de, hükmü de bitmiş olur.

 

Vicdan mahkemesinden ise, kimse kaçamaz. Çünkü vicdandan kaçmak,  kendinden  kaçmaktır. Bunun da  mümkün  olmayacağını herkes kabul eder. Sadece vicdan  bastırılır. Yani düşünceye set çekilir, zevkle, şarapla ki bunlarda kalıcı değildir.

 

İlahi mahkemenin suç unsurları, küfür, münafıklık, şirk ve büyük günahlardır. Yani Kur'an-i yasaların ve değerlerin dışına çıkıp İlahi yasa ve emirleri hiçe saymaktır:

 

تَظُنُّ اَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ

 

“Yoksa insanlar kendilerinin başı boş yaratıldığını mı sanıyorlar?” (İnsan,25) İlahi  emir ve görevlere karşı sorumsuz,  lakayt,  gafil, tembel ve uyuşuk ve inkarcı olmaktır.

 

Halk mahkemesinin suç unsurları, ahlak, görgü ve terbiye kurallarına riayetsizliktir. Tabi bu her inanç ve  ideolojiye göre değişir. Mesela, her  yasa ve  koruyucularının  ahlaki, görgü ve terbiye kuralı ve bunların kriterleri farklıdır.

 

Vicdan mahkemesinin suç unsurları ise, düşüncesizliktir. Yapılan ve yapılacak işleri, eylemleri düşünmeden yapmaktır. Bunun sonucunda vicdan kişi üzerinde endişe, ızdırap, şaşkınlık oluşturarak hayatını  bütün varlıklara rağmen zehir eder. Tabi bu da inançların değer yargısına göre değişir.

 

İlahi mahkemenin kriteri: İlahi hakk "Hukukullah" ve insan  haklarıdır. Yani Allah'ın Rabb-ani hakk ve hukukuna, çevresindeki canlı ve cansız tüm varlıklara karşı görevinin ifası ve onların hakkına riayettir.

 

Halk  mahkemesinin  kriteri:  Hangi dinde ve ideoloji de olursa olsun bütün insanların din, akıl,  can, mal,  ve nesil emniyetini korumak ve başkaları için kutsal olan değerlerin saygı ve hoşgörüyle karşılanması... Bu kutsal değerleri rencide edecek ve gelecek zararı telafi etmektir.

 

Vicdan mahkemesinin kriteri: İnsanların sağlıklı ve evrensel düşüncelerini perdeleyen şeylerden sakınmak, kendi zevk-i sefası için başkalarının sağlıklı düşünmelerine engel olmamak için gayret  sarf etmektir.

 

İlahi mahkemenin temel dayanağı vahiy ve fıtrattır.

 

Halk mahkemesinin temel dayanağı insan ve çevredir.

 

Vicdan mahkemesinin temel dayanağı düşünce ve fikirdir.

 

İlahi mahkemesinin merci-i, Allah'tır.

 

Halk mahkemesinin merci-i, Kadı, Hakimdir.

 

Vicdan mahkemesinin merci-i, kalp ve iradedir.

 

İlahi mahkemenin gücü, yetkisi evren ve dünyadaki hadiseler üzerinedir.

 

Halk mahkemesinin gücü, yetkisi toplumsal ve sosyal hadiseler üzerinedir.

 

Vicdan mahkemesinin gücü, yetkisi insanın fikir ve davranışları üzerinedir.

 

İlahi  mahkeme  sayesinde  insan,  hak ve hukukuna erişir.

 

Halk  mahkemesi  sayesinde insan, hak ve  hukuku tespit eder.

 

Vicdan  mahkemesi  sayesinde  insan, iyilik ile kötülüğü vasfeder.

 

İlahi mahkeme insanı, inançsızlıktan kurtarıp ona, ebedi saadeti vaat eder.

 

Halk mahkemesi insanı, anarşi ve  terörden kurtarıp ona sosyal hayatta felahı vaat eder.

 

Vicdan mahkemesi insanı, huzursuzluktan, boş endişelerden ve çelişkilerden  kurtarıp ona,  saadet ve  mutluluk vaat eder.

 

İlahi mahkeme insanı, şirk ve küfürden korur.

 

Halk mahkemesi insanı, haram ve günahlardan korur.

 

Vicdan mahkemesi insanı, hata ve yanlışlıklardan korur.

 

İlahi mahkemede suçsuzun mükafatı, cennettir.

 

Halk mahkemesinin suçsuzu, özgürdür.

 

Vicdan mahkemesinin suçsuzu, huzurdur.

 

İlahi mahkemede amel defteri kirli olan cennete giremez.

 

Halk mahkemesinde sicil dosyası kırmızı olan resmi kurumlara giremez.

 

Vicdan mahkemesinde kara leke (günah) alan ilham alamaz.

 

İlahi mahkemeye hazırlık iman ve amel-i Salih'le mümkündür.

 

Halk mahkemesine hazırlık, muhasebe ve muhakeme ile mümkündür.

 

Vicdan mahkemesine hazırlık, şafak vaktinde tefekkürle mümkündür.

 

İlahi mahkemenin yeri, mahşerdir!

 

Halk mahkemesinin yeri,  ....... dir!

 

Vicdan mahkemesinin yeri, yürektir.

 

UNUTMAYIN!

İnsanın  hayattaki  tek  güç  kaynağı  yürektir. Yüreğin işlev vakti şafaktır. Şafağın tenha tefekkürü, varlığınıza ve varlıklara karşı nasıl davranmanızı size ilham eder.

 

UNUTMAYIN!

İnsanın tek sermayesi, ahlaktır. Ahlakı olmayanın sermayesi, mal, mülk ve  paradır. Bunlar  insan için varis kalmış, tekrar alınacaktır. Başkalarına ait şeylerle gururlanmayın, sevinmeyin, çünkü sevinirseniz, sevinciniz  gırtlağınızda kalır. İftiharınız ahlakınız, terbiyeniz olsun. Sizi ahlaki değerlerinize itecek, sevk edecek ve sebep  olacak olan İlahi, sosyal ve  vicdani öğelere sahiplik etmekten ve bu değerleri korumaktan hiçbir şey ve kimse alıkoymasın.

 

Evreni oluşturan sebepler zincirli, ard ardadır. Birini birinden koparır veya bir halkayı ihmal ederseniz, artık ipin ucunu koparmış olursunuz. İpin ucunu koparanlar, tekrar düğümleri bağlamada geç kalabilirler.

 

UNUTMAYALIM!

İnsandan aileye, aileden topluma, toplumdan dünyaya, dünyadan evrene bağlanan sebepler zincirinin halkası, insanın yüreğinde saklıdır. Eğer ipin ucunu kaybetmiş veya kaybetmek istemiyorsak, şafak vaktinde onu aramalıyız. Umulur ki, Allah kendi lütfü  kereminde  biz aciz kullarına, "Urvetul vuska" ipini layık görüp, o ipten ayırmasın amin..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAŞARININ SIRRI

 

 

İnsanoğlunun başarılı ve başarısız olmasını sağlayan bir takım faktörler vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

 

Başarısızlığın faktörleri

 

a) Psikolojik stres ve baskılar

 

b) Çevreden kaynaklanan zorunluluklar

 

Başarılı olmanın faktörleri

 

a) İnanmak (inanç)

 

b) Güvenmek (güvenç)

 

c) Çalışmak (gayret)

 

BAŞARISIZLIĞIN FAKTÖRLERİ

 

 

a) Psikolojik Stres ve Baskılar

 

Psikolojik baskıların temelinde şeytan vardır. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle ifade eder:

 

 a¦‰ë¢Š¢Ë ü¡a ¢æb À¤î, £'Ûa ¢á¢ç¢†¡È í b ß ë 6¤á¡èä à¢í ë ¤á¢ç¢†¡È í

“(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir”(4/120).

 

Yine:

 

¡¡£Š ( ¤å¡ß  =¡b £äÛa ¡é¨Û¡a  =¡b £äÛa ¡Ù¡Ü ß  =¡b £äÛa ¡£l Š¡2 ¢‡ì¢Ç a ¤3¢Ó

 =¡b £ä ‚¤Ûa a ì¤ ì¤Ûa

 

“De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine), İnsanların İlâhına.Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran vesvesecinin şerrinden." (114/1-4)

 

İmamı Gazali İhya isimli eserinde; şeytanın insanı aldattığı bir çok taktiklerden biride şudur:

 

"İnsan ne zaman güzel ve faydalı bir şey yapmak isterse; onu o güzel şeyden alıkoymak için küçük ve basit olan işlerle oyalamaya  çalışarak; şöyle der: `Gel bu işi (iyiliği) yapma, bunun yerine şunu veya bunu yap' Bununla şeytan, insanı büyük bir işten ve sevaptan alıkoyarak, küçük bir şeyle teselli etmeye, oyalamaya çalışır."

 

Kur'an-ı Kerim, insana vesvese verenin birinci derecede  şeytanın  olacağını  söylemekle  beraber; bunun  aynısını cinlerin ve şeytan dostları insanların da söyleyebileceğini müteaddit ayetlerde bize haber vermektedir.

 

 ¥áî©Ü Ç ¥Éî©à  ¢é £ã¡a 6¡é¨£ÜÛb¡2 ¤ˆ¡È n¤b Ï ¥Î¤Œ ã ¡æb À¤î, £'Ûa  å¡ß  Ù £ä Ë Œ¤ä í b £ß¡a ë

 

“Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.” (7/200)

 

Yukarıdaki ayetlerden anlaşılıyor ki; insana psikolojik baskı veren varlıkların yapabilecekleri en büyük şey kuruntudur. Kuruntunun bir başka ismi ise şüpheciliktir.

 

Şüphecilik, tarihte septizmle bir izm haline gelmiştir. Yani bir ekol olmuştur.

 

Septikler;her yerde mutlak meriyete (makbul ve mutebere) haiz bilginin imkanından şüphe içindedir.

 

Küçük vesveselerle başlayan kuruntular, büyüdükçe insan üzerinde etkileyici güce erişirler. Yani kişi bir şey yapmaya niyetlendiğinde veya işte çalıştığında hemen bu kuruntu ve bu kuruntucular devreye girer ve şöyle derler:

 

-"Sen bu işi yapamazsın."

 

Veya:

 

-"Yapacak başka bir işin yok mu?" Bir başka ifadeyle,

 

-"Senin  niyetlendiğin bu işi senden önce kimse yapmadı. O zaman sen de yapamazsın."

 

-"Boş ver senden başka kimse yok mu? Bu işi yapacak tek sen mi kaldın?

 

Bu tür benzeri havadan sudan bahanelerle ve bir çok olumsuzluklar göstererek muhataplarını engellemeye ve muhataplarına kuruntularla egemen olmaya çalışırlar. Eğer bu esnada kişi, iradesi zayıf ve yapacağı iş hususunda kuruntulara, şüphelere pay verirse yenilecek başarılı yoldan ayrılıp; geride kalan ve dökülenlerden olacaktır.

 

Geri kalmanın ve başarısız olmanın diğer bir faktörü de; araç ve amaç, sebep ve sonuç bağlantısı, ideal ve başı boşluk ilişkisi kurmayarak; yapacağı işin tetkik ve tahlilini yapmayarak, sırf o esnadaki stresini gidermek ve üzerindeki psikolojik baskıdan kurtulmak için iş yapmak veya bir şeyler yapıyor görünmektir.

 

Bu şekilde yapılan iş esnasındaki direnç, hınç ancak stres ve  üstündeki  psikolojik baskı geçinceye devam eder. Sonra bir başka işi yapmaya çalışır. Ondan da vazgeçer, bir başkasına yönelir. Derken kendi kendini, uğraştırıcı şeylerle oyalar. Bundan da bir sonucun  ve başarının elde edilmesi mümkün değildir.

 

Mümkünü olmayan şeylerle uğraşan insanlar ancak ellerindeki imkanları, nimetleri heba ederler. Netice de yine başarısızlık çukuruna yuvarlanmış olurlar. Bu ticaretle uğraşan kişi için geçerli olduğu gibi, okul derslerine çalışan öğrenci ve işyerinde çalışan bir işçi için de geçerlidir.

 

-Hele bir de vakit geçirmek için oyun ve eğlencelerle kendilerini oyalayanlar yok mu?

 

-Yine sırf sıkıntı ve stres atmak  için, İslam-ı gereklilikleri, ibadetleri ve yüce bir davanın  kutsiyeti karşısında hiçbir  çaba ve  gayret göstermeden; fikir ve düşünce üretmeden  ders  halkalarına  iştirak edip uyuklayarak, bir şeyler yaptığının zehabına kapılanların durumu  ve sonu daha da  vahimdir.  Ne ki, şu an da bu vahamet  karanlığının çukurunda hepimiz kıvranıyoruz.

 

UNUTMAYALIM Kİ!

Ne kaderin kucağı ne de şeytanın ağı vardır. İnsan hür iradesiyle; istemediği müddetçe ne kaderin ağı onu yakalar, ne de şeytanın kucağına düşer. Kader  gözlemler, şeytan ve dostları ise kuruntuyla aldatırlar.

 

b)Çevreden Kaynaklanan Zorunluklar

 

Çevre, başkaları tarafından oluşturulmuş olan ve o çevrede yaşayan herkesin uyma zorunluluğunu hissettiği bir toplumun adet, gelenek ve göreneklerdendir. Başka bir ifade ile bir toplumun kendisi ve çocukları için  kabullendiği kanun ve nizamdır.

 

Kur’an-ı Kerim çevreyi adet (ibadet)  edinenleri şöyle tarif eder:

 

وَاِذَا قيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا اَنْزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ ابَاءَنَا اَوَلَوْ كَانَ ابَاؤُهُمْ لَايَعْقِلُونَ شَيًْا وَلَا يَهْتَدُونَ

 

“Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”(2/170)

 

Bu ayeti Kerimede geçmiş ataların çevrenin, adet ve geleneklerin, Allah’ın indirdiği emir ve hükümlerinin zıddı olmasının lazım olduğunu   öğreniyoruz. Yine Kuranın ifadesiyle:

 

وَاِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ وَقَالَ لَا غَالِبَ لَكُمُ الْيَوْمَ مِنَ النَّاسِ وَاِنّى جَارٌ لَكُمْ فَلَمَّا تَرَاءَتِ الْفِئَتَانِ نَكَصَ عَلى عَقِبَيْهِ وَقَالَ اِنّى بَرىءٌ مِنْكُمْ اِنّى اَرى مَا لَا تَرَوْنَ اِنّى اَخَافُ اللّهَ وَاللّهُ شَديدُ الْعِقَابِ

 

“Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de: Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım, dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: Ben sizden uzağım, ben sizin göremediklerinizi (melekleri) görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum; Allah'ın azabı şiddetlidir, dedi.” (8/48).

 

Bu ayeti Kerimede ise bir toplumun oluşturduğu ve atalarının miras bıraktığı çevrenin, Allah’ın emirlerine uygun olması lazım olduğunu anlıyoruz.

 

Çevrenin tanımında ve Kuranın anlatımındaki çevre içinde yaşayan kişiler, toplumsal, geleneksel çevrenin çemberiyle şablonlaşmış bir hale, konuma  dönecektir. Artık kişinin  böylesi  şablonlu  bir  çevrede   yapacağı  bir  şey kalmıyor. Yapabileceği en büyük şey; var olana uymak ve devam ettirmektir. Ayrıca kişinin kendi yaptıklarıyla övünmek değil, geçmişteki ecdadın başarılarıyla iftihar etmek, meydanlarda göğüs kabartarak edebiyat yapmak, laf ebeliği etmek olacaktır. Çağ değişecek, toplum bozulacak, zaman  muasır medeni seviyeye  gelecek ama kişilerin zihniyeti ve toplumun yanlış değer  yargıları, çevre  kültüründen kaynaklanan nizam ve hükümleri  hep aynı olacak ve yerinde sayacaktır. Ve sonra da çevre değil de, yeni gelişen, yetişen  insanlık  çevrenin değer yargısıyla ayıplayıp:

 

ü  Niçin şunu yapmıyorsunuz?

 

ü  Niçin bunu yapmıyorsunuz?

 

ü  Niçin böylesiniz?

 

Diyerek, yargılamaya ve aşağılamaya çalışılacaktır. Çevrecilerin yadırgamalarıyla muhatap olan kişiler, yenilik, icat  ve keşif yapma  imkan ve ihtimal bulamayacakları gibi; gerçek ve hakikatlere de yine çevrenin gözlüğüyle bakmaya çalışacaklardır. Böylece gerçek ve hakikatlerin o toplumdaki fertlerle mesafesi hayli uzak olacaktır.

 

Kim bilir! Çevreyi değer, yargı haline getiren toplumun fertleri için bir şeyi başarmak ve hakikate ulaşmak insanı nice nice belalarla karşı karşıya getirecek ve gerçekten başarılı olmak ne kadar da zor olacaktır.

 

Kur’an-ı Kerim, toplum ve çevrenin durumunu şöyle ifade eder:

 

 a뢊¡£î Ì¢í ó¨£n y §â¤ì Ó ó¨Ü Ç b è à È¤ã a ¦ò à¤È¡ã a¦Š¡£î Ì¢ß ¢Ù í ¤á Û  é¨£ÜÛa  £æ b¡2  Ù¡Û¨‡

  =¥áî©Ü Ç ¥Éî©à   é¨£ÜÛa  £æ a ë =¤á¡è¡¢1¤ã b¡2 b ß

 

“Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir” (8/53).

 

Bu ayeti Kerimede, çevrenin  ve insan  içinde bulunduğu ahlaki, nefsi ve şahsi değişimine Allah müdahale etmeyecektir. Kelam ilminde de aynı şekilde tarif edilir ki; ancak çevrenin içindeki kişilerin, kendilerini ve çevrelerini değiştirebileceğini anlıyoruz. Ayeti kerimede bunu güzel bir şekilde ifade ediyor. Bu şu manaya da hamledilir:

 

-"Bana arkadaş çevreni söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim."

 

Bu vecize, insan üzerindeki başarılı ve başarısızlığın çevre ve beraber yaşadığı  arkadaşlarıyla olan bağlantısını gösteriyor.

 

-"Üzüm, üzüme bakarak kararır."

 

Bu deyim de gösteriyor ki; kişinin  kararmış cahili bir toplumda hep kara ile  boyanması söz konusudur. Kişi kara ile boyanmak zorunda bırakılacaktır.

 

İşte bu  zorunluluk hem psikolojik, hem de sosyolojiktir. Sosyolojik olan etkenler insan  üzerinde psikolojik baskılara dönüştüğünde, kişi üzerinde  stres ve bunalım meydana gelir. Takdir edersiniz ki, yaşamı stres ve bunalımla  geçen bir bireyden, ne düşünecek vakit, ne de fikir üretmek  için sebep oluşur. Sebeplerin oluşmadığı bir ortamda meydana gelen vakıalara, mucize denilir ki; bunun da meydana gelmesi, genel değil, istisnai hallerde olur.

 

Ne ki, sorunlar soru  doğurduğu  gibi, sebepler de mucit oluşturur. Onun için kişilerin sorduğu sorular çok önemlidir.

 

Eğer sorulan sorular; çevrenin gidişatından memnun ve razı görünümünde ise ve çağa,  ilerlemelere hep geriden bakma taraftarı niteliğinde ise; zulme razı olup, ezilmeye, sürülmeye, dövülmeye, gerici ve yobaz  denilmeye de razı olmuş demektir. Tabi-i  olarak, bu mananın içinde yaşayan kişiler, başarısızlığı başarı olarak görmeye başlayacaklardır.

 

Bunun için değil midir ki! İslam topraklarında ümmetin sümüklü çocuklarını; içinde bulundukları mustazaflıktan kurtaracak, çevrenin şablonlu çemberinden, sosyo-psikolojik baskılardan ve cahilliye karanlığından aydınlatacak biri ve birileri çıkmıyor. Veyahut toplumun mevcut çevre şartları bunu meydana getirmeye ve  oluşturmaya  elverişli olmuyor ve değildir.

 

Ayeti kerimede:

 

وَاِذَا قيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا اَنْزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ ابَاءَنَا اَوَلَوْ كَانَ ابَاؤُهُمْ لَايَعْقِلُونَ شَيًْا وَلَا يَهْتَدُونَ

 

“Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”(2/170)

 

İlkesi çevrecilerin değer yargısıdır. Çevrenin öngördüğü şeylerin dışında, başarılı  olma adına bir şey yapmaya çalışan kişileri dışlayan çevre şöyle der:

 

-Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy. Bir başka deyimle;

 

-"Çevre sana uymuyorsa, sen çevreye uy".

 

Etrafında bu tür sözlerle, tepkilerle karşı karşıya gelen birey ya teslim olacak, yada bütün zorlukları göğüsleyip, ateşte koru elle tutmaya çalışacaktır. Takdir edilir ki; kordan ateş avuçlamak her yiğidin karı değildir.

 

-Yiğitlik ve başarı, bisküviyle çay içmeye ve çiğnemeden yoğurt yemeye benzemez.

 

-İşte,başarısızlığın temelinde yatan faktörleri ve önündeki engelleri, gücümüz nispetinde izah etmeye çalıştık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAŞARILI OLMANIN

 FAKTÖRLERİ

 

,

 

a) - İnanmak (İnanç)

 

İnancın zıddı korkudur. İnanç Allah eksenli, korku ise Şeytan endekslidir. Bu olay Kur’an-ı  Kerim’de şöyle ifade edilir:

 

 ¤æ¡a ¡æì¢Ïb  ë ¤á¢çì¢Ïb ‚ m 5 Ï :¢ê õ¬b î¡Û¤ë a ¢Ò¡£ì ‚¢í ¢æb À¤î, £'Ûa ¢á¢Ø¡Û¨‡ b à £ã¡a

  åî©ä¡ß¤ªì¢ß ¤á¢n¤ä¢×

 

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun”(3/175).

 

Bilindiği üzere "iman" e-m-n, kökünden türeyen Arapça bir kelimedir. Kelimenin ihtiva ettiği mananın aslı, “emniyet ve güvenlik”tir.

 

İman, İslam hukukunda ise kişinin, Peygamberlerin Allah'tan getirdikleri şeyleri kalbiyle, tasdik edip diliyle Müslümanların  “Devlet  reisine” bağlılığını  ifade ederek “din, akıl, can, mal ve nesil” emniyetini güvence altına alıp emin olmasıdır.

 

Kelam alimleri iman konusunda:

 

"Kişinin kendi bilgi ve becerisiyle artı hür iradesiyle inanması en makbulüdür" diye ittifak etmişlerdir.

 

İman ile korku beraber olmayacağı gibi, iman ile şüphe de birlikte olamaz. Kişi hem korkuyor hem de iman ettiğini söylüyorsa, bununla ancak kendi kendini aldatır. Asıl iman, hiçbir korku ve şüpheyi sinede  barındırmamaktır. Hakiki iman lisanla değil ancak şu ilkeyi yaşamakla mümkün olabilir:

 

"Bütün korkulacak şeylerin kendisinden korktuğu, ancak Allah’tan korkulur."

 

Yine: "Bütün kuvvet ve güçlerin kendi güç ve kuvvetine muhtaç oldukları, Allah'tır. Emniyetin inanca dayalı ve onun da Allah eksenli olabilmesi ancak bu şekilde mümkündür."

 

Şu da iyi bilinmeli ki, dünya işlerinde başarının sırrı eğer cesaretse, bunun kaynağının “inanç” olduğunu kabullenmek gerekir. Bunun içindir ki, yapılacak ne tür iş olursa olsun; mutlaka temelinde var olan etkenlerin korkusu bir tarafa  itilmelidir. Tabi-i ki bunun en güzeli, o korkuları Allah’ın korkusuyla telafi etmektir. Fakat görüyoruz ki, Allah’a inanmayan insanlar da yaptıkları ve yapacakları işlerde başarılı olmuşlar ve oluyorlar.  Bunun sebebi nedir? Diye sorulursa; verilecek tek bir cevap vardır. O da:

 

"Onların mutlaka yaptığı o işte inandığı, emin olduğu bir güç vardır. Ama bu güç hayır mı, şer mi orası ahirette mahkemeyi-kübra da belli olacaktır."

 

Neticede yapılacak ve yapmaya niyetlendiğimiz bir işi başarmak istiyorsak, temelinde mutlaka inancın olması gerekiyor. Kişi başkalarının sözlerine kanar ve kendini kaptırırsa, bir başkası başka şey söyler bu seferde ona göre kendine yön verir. Sonra bir başkası değişik şeyler. Derken her söylenene göre kendine yön vermeye çalışır; bu şekilde ne iş yapılır, ne de başarılı oluna bilinir?

 

B-Güvenmek (Güvenç)

 

Güven, yaşayan, hayat mücadelesi veren herkesin dünyaya ve ahirete ait bir dayanak ve tutanağının kaynağıdır. Kimileri için  bu, kavim ve kabilesidir. Kimileri için tazim ettikleri ata ve ecdat yadigarıdır, kimileri için sahip olunan makam ve mevkisi veyahut malı ve mülküdür. Kimileri için ise Kuranda ifade edilen şu ayettir:

 

وَلَاتُؤْمِنُوا اِلَّا لِمَنْ تَبِعَ دينَكُمْ قُلْ اِنَّ الْهُدى هُدَى اللّهِ اَنْ يُؤْتى اَحَدٌ مِثْلَ مَا اُوتيتُمْ اَوْ يُحَاجُّوكُمْ عِنْدَ رَبِّكُمْ قُلْ اِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَليمٌ

 

“Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!" dediler”(3/73).

 

Malumdur  ki;  herkes  yorganına  göre  ayağını  uzatır. Kişinin ayağı  yorganını aşıyorsa bu o kişinin açığı olur. Yine herkes  güvendiği, güvenç beslediği kuvvet ve takatı kadar yol  alır. Kişinin varmak ve  başarmak istediği iş, her neyse  o, işe  hazırladığı ve güvendiği şeyler nispetinde başarı kat eder. Bu dünyanın kaderidir. Bunun dışında gerçekleşen hadiseler ise  mucizedir. Malum ola ki mucizeler, istisnai hallerde vuku bulur. Bunun başka bir ismi ise olmayabilir.

 

Güvencin başka bir ismi tedbirdir. Tedbir kaderin inkarı değil, bilakis  talepte, tedbir de kaderdir. Yani bunlar kaderin birer parçalarıdır. Yukarıdaki  ayetin  bu  konuyla bağlantısı şöyledir:

 

"Allah’a inanıp güvenen kimselerin kaybedecekleri hiçbir şey yoktur.  Eğer müminler bir savaşta ölürlerse şehit, kalırlarsa da ganimet alır gazi olurlar. Şayet yenilirlerse de onların en büyük güvencesi şehit olmaktır."

 

Pô ì ãb ß §ªô¡Š¤ßa ¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a ë ¡pb £î¡£äÛb¡2 ¢4b à¤Ç üa b à £ã¡a   

 

Hz. Ömer (ra)'dan:  Hz. Peygamber  (as)  şöyle  buyurmuş:

"Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır." (Sahih-i Buhar-i)

 

Hadisi Nebevi, niyetler  iyi olduktan sonra yapılan iş sevap olur. Çünkü müminler Allah’a inanıyor ve Ona güveniyorlar.

 

Güvencin diğer bir manası, kişinin yapacağı işe koyulmadan önce elindeki imkanları yani alet ve edevatlarını iyi tedarik etmesidir. Bu bir komutan için askeri teçhizat olur, bir öğrenci için kaliteli kitap, okul ve öğretmen olur, Çalışacak çiftçi için mesas, çoban  için asa olur. Yazar için kalem,  kağıt  olur, Bütün bunlar kişiyi yapacağı işe karşı torpilleyen, dürtükleyen etkenler olmakla beraber, işi başarmanın birer yardımcı faktörlerdir. Düşün ki, öğrencinin yazılıda kalem ve kağıdı yok, cifçinin asası yok, tamircinin alet ve edevatı yok, komutanın duruma göre hazırlığı olan silahı yok...

 

ü  Peki bu iş nasıl yapılacak?

 

ü  Bu savaş nasıl verilecek?

 

ü  Doğrusu buranın iyi düşünülmesi gerektiğine inanıyorum...

 

UNUTMAYALIM Kİ!

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

مَثَلُ الَّذينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّهِ اَوْلِيَاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِ اِتَّخَذَتْ  بَيْتًا وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

 

“Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!”(29/41).

 

Biz Örümcek değil, insanız. Kendine güvenen, her insan bir adem, her adem ise bir alemdir. Kendine güvenini kaybeden her insan, Örümcek vb. varlıklar birer ibret yaratıklardır. Bu yaratıklar, insanoğluna:

 

"Kendine güven. Zira sen bir adem ve bir alemsin. Sende var olan potansiyel güç, her varlıkta yoktur" diye lisanı halleriyle, insana güvenç verirler.

 

c) -Çalışmak

 

Çalışmak; çabalamak, aramak, gayret edip kişinin yürekten aldığı inançla bileğinin gücünü ortaya koymasıdır. Güreş ve boks minberinde herkes kilosuna göre ringe çıkar. Eğer muhatabınızın ağırlığı sizinkinden fazla ise o zaman  siz peşin kaybetmişsiniz demektir. Herkesin kendi gücü, imkanı ve bilgisi nispetinde hayatın akışı içerisinde başarı mücadelesini vermesi gerekiyor.

 

Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor:

 

 :ô¨Š¢í  Ò¤ì  ¢é î¤È   £æ a ë =ó¨È b ß ü¡a ¡æb ¤ã¡5¡Û  ¤î Û ¤æ a ë

 

"Her insan için çalıştığının karşılığı vardır. Sonra herkes yaptığını görecektir" (53/39-40).

 

Elmalı Hamdi Yazır;  tefsirinde bu  ayeti  Kerimeyi açıklarken der ki:

 

"Cenab-ı Hak (cc) ayette iman edenler ancak çalıştıklarının  karşılığını alır,  dememiştir. İnsan denilmiştir ki, bunun için kişinin ve tabi olduğu din önemli değildir. Önemli olan çalışmaktır. Eğer Müslümanlar çalışmaz, fakat Allahsız ve kitapsızlar çalışırsa; Allah'ın onların  emeğinin karşılığını zayi etmeyeceğini ayette açıkça  görüyoruz..."

 

Şimdi daha iyi anlaşılıyor; Müslümanların niçin dünyalarını kaybedip, başkalarının kendi dünyalarına hükmedecek düzeye gelmiş olmaları. Görünen odur ki, biz Müslümanlar dünyaya çalışırsak ahiret gidiyor... Ahirete çalışınca da bu sefer dünya gidiyor. Oysa olması gereken dünyayı çalışırken ahireti unutmamak; ahireti çalışırken de dünyadaki nasibimizi unutmamak hem de kendi dünyamızı kendimizin idare edebilmesi olmalıdır. Çünkü ahiretin mutluluğu dünya da kazanılır.

 

Yine ahiretin yolu dünyadan geçer. Eğer yollarımız tıkanmışsa; o zaman biz bu yolculuğu nasıl sağlıklı bitireceğiz?

 

Çalışmak, kalkmaktır; oturmak değil. Yürümektir, durmak değil, tuttuğunu koparmaktır. Elini koltuğuna koymak değil. Kazanmak için iş yapmaktır, iş çıkarmak veya iş yapıyor görünmek değil. Ne elindekini başkalarına kaptırmak, ne de başkalarının elindekine göz dikmektir. Ne başarmak için başkalarını kullanmak, ne de başkalarının başarısı için  kendini kullandırmaktır.

 

Netice

Başarının inanç, güvenç ve çalışma esaslı olduğunu ortaya koymaya çalıştık. İnancın potansiyeli ve enerji gücü; şafak vaktinde ne yapacağını düşünerek kendini ikna edip, yapacağı işe kendini  inandırmak, yapılacak işin olunmaz, menfi müspet, kâr zarar hesaplarını iyice düşünmek ve kalbi hiçbir şek ve şüpheye yer bırakmamaktır.

 

Güvencin sağlanması; kiminle, ne ile ve nasılları bir araya getirip; eğer keseceğin odunsa baltanı bilemen, yolculuksa aracının tekerleklerine ve yedeğine bakman, öğrenci isen kalemine, silgine ve kılık kıyafetine bakman...

 

Yani araçlarına iyi bakmandır. Aracın ne kadar kaliteli olursa o kadar amaca ulaşman erken ve sağlıklı olur.

 

Çalışmak için yapılacak şey ise; kalkmak, yürümek ve başlamaktır. Başlamak işin yarsıdır. Sonra işinin neticesini hayır üzerine sabırla beklemektir.

 

UNUTMAYALIM!

İnanç yürektedir, güvenç araçlardadır, çalışmak ise bilekledir. Bunların temel dayanağı inançtır. İnancın kaynağı kalptir. Kalbin enerji potansiyeli toplama zamanı ve vakti ise şafaktadır ..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRLİKTELİĞİN TEMEL

 KRİTERLERİ

 

 

Kainat bir çok harikalarla doludur. Her şey yerli yerince seyrinde ve yaratılış amacı doğrultusunda fıtri icabını ve kendi sanatındaki cazibesini ortaya koymaya çalışmaktadır. Yaratılmışların kendilerine özgü sanatları o kadar çoktur ki, bunun karşısında şu aciz kanaatımızı belirtmemiz abartı olmasa gerek:

 

"Gördüklerimiz göremediklerimizin yanında çok azdır."

 

Kainatın harikalarında gördüğümüz sanat eserleri... Her sanatın kendindeki fıtri cazibeliğini ifşa etmesiyle ne kadar güzel bir sanat eseri olduğunu diğer canlılara  karşı sergilenmektedir. Her varlık türü, kendi iç alemindeki görünmez doğal yasa ve ilkelerle hayata, yaşama ve kainata  güzel renk katmaktadır. Güzellikler, her şeyin, tabi-i ve fıtri seyrinde olmasıyla  mümkündür. Ne zaman tabi-i ve fıtri  özelliğini yitirmiş bir varlık türü  görülse;  onun  bozukluğuna bütün kainat şahitlik eder.

 

Farz edelim ki; tabiatı bozulan ölü bir insan veya hayvan Veyahut kurumuş bir ağaç  olsun... Onu tekrar asli mayası olan  toprağa  çevirmek için; sema güneş ile, gökler su ile, rüzgar hava ile, kainatın çöpçüleri olan sinekler, karıncalar ince uçlu ağızlarıyla ve insanoğlu aklıyla en kısa zamanda zararlı ve tabiatını yitirmiş olan şeyi ortadan kaldırmaya çalışırlar.

 

Kelam ilminde bu harikulâde olan doğal  olaylara “tekvini irade” denir. Yani Cenab-ı Hakkın dileyip “kün” ol dediği, olması  gereken iş ve olaylar, Allah'ın dışındaki hiç bir varlığın şikayet ve itiraz etmeye hakkı olmayıp her şeyin kayıtsız teslim olduğu ve olacağı hadiselerdir. Güneşin doğup batması, ay ve yıldızların yörüngelerinde hareket etmeleri ve insanların doğması,ölmesi gibi...Kuranı Kerimde bu konuda daha inandırıcı olan ayetlerde şöyle geçer:

 

تَبَارَكَ الَّذى بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ () اَلَّذى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزيزُ الْغَفُورُ () اَلَّذى خَلَقَ سَبْعَ سَموَاتٍ طِبَاقًا مَا تَرى فى خَلْقِ الرَّحْمنِ مِنْ تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرى مِنْ فُطُورٍ () ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسيرٌ

 

"Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O her şeye Kadirdir. Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve diriyi  yaratan Odur. O  güçlüdür, bağışlayandır. Gökleri yedi kat üzerine yaratan Odur. Rahman (olan Allah’ın) bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsınız. Gözünüzü bir çevir bak. Bir  çatlak  görebilir misiniz? Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar  çevir; bak. Ama göz umduğunu bulmayıp bitkin ve yorgun düşer" (67/1-4).

 

Gül, dikeniyle dalında aslan kükreyişiyle ormanda, karıncalar cumhuriyetçilikleriyle yuvalarında, güneş ışınlarıyla kandil  oluşunda, ay ve yıldızlar mehtaplarıyla, insanoğlu ise kusur ve eksikliğine  rağmen ahlakıyla güzeldir.

 

Ahlak, fıtrattır. Yaratılış amacı ve biçimidir. İslam-i ıstılahta ise ahlak, yüce Allah'ın Cebrail (as) vasıtasıyla Peygamber (as)'e vahy ettiği esaslara iman ve o esasları yaşamak, eyleme dökmektir. Mesela:

 

Namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, zinadan kaçınmak, adam öldürmemek, içki  içmemek hırsızlık yapmamak gibi...

 

Kur’an-ı Kerim insanlardan en ahlaklı kişinin Hz. Muhammed (as) olduğunu bize şöyle haber veriyor:

 

 §áî©Ä Ç §Õ¢Ü¢ ó¨Ü È Û  Ù £ã¡a ë

 

"Muhakkak ki sen, büyük bir ahlak üzeresin" (68/4).

 

Hz. Ayşe (ra) validemizden  Peygamberimizin durumu sorulduğunda: O şöyle cevap vermişti:

"Onun ahlakı Kur'an ahlakıydı. Çünkü O, Kurandan başka hiçbir esas ve kriter kabul etmiyordu" (Sahih-i Buhar-i).

 

Kelam ilminde; görünen varlıklar içinde irade hürriyetine sahip olan tek varlık, insanoğludur. Dünya tarihinde Hz. Adem ile Havva’dan sonra; Kabil ile Habil’den bu yana insan fıtratına en uygun, en güzel ve en faydalı olan nedir?

 

Yahut insanlar bir arada en güzel, mutlu ve huzurlu olarak nasıl yaşayabilirler?

 

Tartışması yapılmış ve günümüzde de hala yapılmaktadır. Malum iki cambazın bir ipte oynamayacağı gibi; aynı özellik ve inceliklere sahip olan  iki, üç ve daha fazla insanların bir arada yaşaması ve birlikteliklerinin sağlam ve sağlıklı olması gerçekten de ciddi bir problemdir.

 

Geçmişten günümüze kadar bir çok filozof, sosyolog ve psikolog her ne kadar loglaşmışlar, deney ve tecrübelerle bir takım esaslar belirlemiş iseler de, yine de, tatmin edici sonuçlara varamamışlardır. Çünkü loglarda birer insan olduklarından dolayı ancak çok büyük çabalar sonucunda hayatın ancak bir cephesine dönük yanını loglarıyla keşif edebilmişlerdir. Fakat  hayatın diğer cepheleri, maalesef logların acizliğini ortaya koymuştur. Ve loglar  acizliklerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

 

İnsanlık tarihi, yaşamları ve sonuçları sağlaması da günümüz  yaşadığımız küçük dünyamızda da ortaya serili bir vaziyette... Her akıl sahibinin görebileceği  açık hadiselerle...

 

Görüyoruz ki, insanların akıl mahsulü olan ilke, yasalar insanlar topluluğuna ve bu toplumlarda yaşayan fertlere mutluluk, huzur vermemiş, vermiyor ve veremeyecektir.

 

Şeytanlık tarihinden bu yana; insanoğlu sürekli aynı yanılgı problemini  “al gülüm ver gülüm” ederek tekrar tekrar bölmeye, çarpmaya ve  çıkartmaya tabi tutuyor. Zavallı insanlık kendi hayat probleminin sağlaması yapıldığı halde, yine de ikna ve tatmin olmuyor. Üç beş günlük ömrü yaz, çiz, boz ile harcamaya çalışıyor.

 

Biz hayatın bu can alıcı problemiyle karşı karşıya iken, bütün acziyetimle itiraf ediyorum. Hayatımı olasılıklar üzerine veya hayatın tek cephesine bakan yönleri üzerine bina etmeyi  düşünmüyorum. Eğer  birileri bunu böyle yapsak veya şöyle etsek daha iyi olur derse; ona vereceğim cevap:

 

-Sağlamsı geçmişte yapılmış olan şeylerin tekrar denenmesi bize bir  faydası olmaz. Çünkü onlar deneme yanılma yoluyla hayatlarının faturasını çok pahalıya ödediler.

 

-Peki hayatın sağlamasının sonucu nedir?

 

-İnanç ve İlahi mahkemenin bilincinin, sorumluluğunun sonucundaki ahlaktır.

 

İnanç, kişiyi insan üstü vasıflara sahip olan Zat-ı Zül Celal olan Allah'la bağlantıyı kurmaya çalıştırır. O zaman kişi için artık kendisi gibi yanılan aciz bir varlıktan komut almak söz konusu değildir. Ve yine kendisi gibi bir cambazla aynı ipte oynamaktan  kurtulur. Aynı zamanda  inanç, kişi başkalarını eğlendirmekten, rızalarını kazanmaktan kurtarıp; sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak için çalışıp çaba sarf etmesini  kazandırır. Bu şekilde kişi çok insan rızasını kazanma zorluğu yerine tek  Allah  rızasını kazanma rahatını, huzurunu ve güvenini sağlar. Bunu hayatımızın her cephesine indirgediğimizde; birlikte olduğumuz olacağımız anne babamızla, eş ve çocuklarımızla, dost ve akrabalarımızla temel ilke esasımız iman ve ahlak olmalıdır.

 

Çünkü insanı Allah dahi verdiği bunca nimetlerle memnun etmemiştir. Kaldı ki biz bütün acizliğimizle insanların bütün isteklerini yerine getirmeye çalışsak dahi veya çok katı kurallar belirtsek de yine de insanı memnun  edebileceğimize inanmıyorum.

 

Neticede kural çiğnemeye müsait olan insanoğluyla birlikteliğimiz de ne kadar kural ve prensiplerimizi asgariye indirirsek indirelim o kadar çok insanla birlikteliğimiz olur. Fakat ne kadar çok ilke,kural koysak bile o kadar çok problem ve anlaşmazlık olur. Günümüz modern dünyada  bunun acı gerçeğini pahalıya ödüyoruz. Onun için iki Müslüman’la oturup bir şeyi paylaşmaktan korkar hale geldik. Çünkü  temel esas kabul ettiğimiz kriterlerde bozukluk var.

 

Günümüz modern dünya sizi Allah rızası için değil de hoşuna ve hesabına geldiği için benimseyip tasvip ediyor ve birliktelik teklif ediyor. İşte  böyle bir birlikteliğinde ne hayrı olur, ne de böyle birlikte fıtri, tabi-i sanatını ortaya koyma zemini bulabilirsiniz. Hem böyle bir birliktelikte yapılan ameller, Allah rızasına yani inanca dayalı olmadığından hoşa ve hesaba dayalı olduğu için ne salih amel olur, ne de  hayır ve hasenat olur.

 

O zaman çok kuralcılık yerine insani ilişkilerimizde, gerek ferdi, gerek ailevi, gerek toplumsal ve sosyal hayatımızın, bütün cephelerinde ne kadar kuralları asgariye çekersek o kadar iyi olur.

 

-Düşünün bu kuralın sadece “inanç ve ahlak” olmasını.

 

-İslam dininin ve Müslümanların ne kadar geniş bir insan kitlesini kapsayıp kucaklama ve birlikte olmayı getirdiğini anlamış oluyoruz.

 

-İnsanların su gibi harcandığı ve sinek gibi avlandığı bir dünyada, bu ne  kadar geniş, ne kadar güzel ve ne kadar cezp edici bir şey Allahım...

 

1-İman; aynı Allah'a, Kitaba ve Peygambere inanmaktır. Buna inanç birlikteliği diyoruz. Kur’an-ı Kerim tüm inananlara şöyle hitap eder:

 

لَايَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرينَ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنينَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فى شَىْءٍ اِلَّا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقيةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَاِلَى اللّهِ الْمَصيرُ

 

“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır.”(3/28)

 

وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقيمُونَ الصَّلوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكوةَ وَيُطيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ اُولئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ اِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكيمٌ

 

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir.”(9/71)

 

  é¨£ÜÛa aì¢Ô £ma ë ¤á¢Ø¤í ì  a  å¤î 2 aì¢z¡Ü¤• b Ï ¥ñ ì¤¡a  æì¢ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa b à £ã¡a

 ; æì¢à y¤Š¢m ¤á¢Ø £Ü È Û

 

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.” (49/10)

 

Hadis-i Nebevi(as):

 

P¡ê¡† í ë ¡é¡ãb ¡Û ¤å¡ß  æì¢à¡Ü¤¢à¤Ûa  á¡Ü  ¤å ß ¢á¡Ü¤¢à¤Ûa

 

Hz. Abdullah bin Ömer (ra)'dan: Hz. Peygamber (as) şöyle buyurmuş:

"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir" (Sahih-i Buhar-i).

 

2-Ahlak, geçmişten günümüze kadar yaşanarak sağlamsı yapılmış ve  doğruluk payı yüzde yüz olan olasılık acabasına hiç pay vermeyen  Kur'an-i  ahlak  ancak ve ancak Allah ve Resulüne iman ve itaatle mümkündür.

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

 aì¢u¤Š í  æb × ¤å à¡Û ¥ò ä  y ¥ñ ì¤¢a ¡é¨£ÜÛa ¡4좠‰ ó©Ï ¤á¢Ø Û  æb × ¤† Ô Û

 a6¦Šî©r ×  é¨£ÜÛa  Š × ‡ ë  Š¡¨üa  â¤ì î¤Ûa ë  é¨£ÜÛa

 

“Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir”(33/21).

 

 a¬ì¢Ü¡À¤j¢m ü ë  4좠£ŠÛa aì¢È a ë  é¨£ÜÛa aì¢È a a¬ì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a ¬b í

 ¤á¢Ø Ûb à¤Ç a

 

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın” (47/33).

 

 

1-İman

 

A- Hz. Peygamber (as) hanımı Hz. Ayşe (ra)’a zina iftirasında bulunan insanları sırf dilleriyle inandıklarını söylediklerinden dolayı onları affetmiştir.

 

B- Hz. Peygamber (as) amcası Hz. Hamza (ra)’ı  öldüren  Hz. Vahşi (ra) affetmiştir.

 

C- Hz. Peygamber (as) Mekke fethinden önce haklarında ölüm fermanı verilen kimseleri, fetihten sonra iman ettikleri için affetmiştir.

 

2-Ahlak

 

A- Hz. Peygamber (as) Medine'de kadın satışını yapan ve insanlara yüksek faizle borç veren Kap bin Eşref-i ikaz ettiği halde bu ahlaksızlığından vaaz geçmediğinden dolayı öldürtmüştür.

 

B- Hz. Peygamber (as) Medine de sahabe kadının örtüsüyle alay eden ahlaksızları affetmemiştir.

 

C- Hz. Peygamber (as) Mekke'de zengin olduğu halde hırsızlık eden kadının affı için rica edildiğinde: "Kızım Fatma da olsa bu suçun cezasını uygularım" demiştir.

 

UNUTMAYALIM!

İman, insanın hayat sigortasıdır. Ahlak, insanın ziynetidir.

 

Yüce Allah bu iki değerli cevheri, sevdiği ve razı olduğu kullarına nasip eder. 

 

Geçmişten günümüze kadar, bu iki cevheri kendisinden bulunduran bir Peygamberin ümmetiyiz...

 

Kur’an-ı Kerim’de Nebi (as) sık sık telkin edilen şafak vaktinde ki, kainatın evrensel orkestrası olan zikir korosunda hazır bulunmasıdır.

 

O şerefli şahsiyeti tanımak ve anlamak istiyorsak, sizi de şafağa bekliyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DAYANMAK VE

KATLANMAK

 

 

 

Dayanmak, insanın hayatını güvendiğine adayıp yaslanması, bir iç çekişmenin insan  davranışında  eyleme  dönüş biçimidir.

 

Katlanmak, iyi niyetli isteklere ulaşmak için bütün olumsuzluklara karşı büklüm büklüm olmaktır.

 

İnsanın dışa dönük her eylemi içteki duygu ve temenninin tezahüratıdır. İnsanın içinde sürekli  çelişen iki tür duygu, temenni  vardır. Her insan  dışta eyleme  dönüşen  içteki iki  temenniden birine  hizmet eder. Ve onu  besleyip kendi üzerinde hakim hale getirir. İnsanın hakimi olan istek, insanı, kendine  mahkum eder. O istek artık insana her istediğini yaptırabileceği gibi,  istediği yere, yöne de kanalize edebilir.  Kişi  artık o isteğin  esiridir.  Esarette olan kişinin özgürlük payı çok sınırlıdır.

 

Kelam ilminde, kişi içten neyi gerçekten istiyorsa, Allah o kişiyi isteğine ulaşmasına sevk eder, denilmiştir.

 

İnsanın iç istekleri görünmez fakat iç isteklerin sahibi tarafından hissedilir. Hislerin eyleme dönüşmesi sonucunda eylem, o kişinin iç isteklerinin aynası haline gelir. Dolayısıyla insan  psikolojisini iyi bilenler insanların dışa dönük eylemlerini  pek  kaale almazlar. Bilakis,  kişiye bu eylemi yaptıran sebepleri tahlil ederler. Bu konuda insanı kendisinden daha iyi bilen, insan ustası olan  Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

 

 ô¨ì¤Ô £nÛa ¢é¢Ûb ä í ¤å¡Ø¨Û ë b ç¢ª¯ë¬b ß¡… ü ë b è¢ßì¢z¢Û  é¨£ÜÛa  4b ä í ¤å Û

 

"Elbette kurbanların ne etleri ne de kanları Allah'a erişmez. Fakat Allah'a ancak takvamız ulaşır" (22/37).

 

   Pô ì ãb ß §ªô¡Š¤ßa ¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a ë ¡pb £î¡£äÛb¡2 ¢4b à¤Ç üa b à £ã¡a

 

Hz. Ömer (ra)'dan:  Hz. Peygamber  (as)  şöyle  buyurmuş:

"Ameller (içteki) niyetlere göredir. Herkese işlediğinin karşılığı vardır"(Sahih-i Buhar-i).

 

İnsanın psikolojisi uzmanı olan büyük mütefekkirler (münevverler) insanların davranış ve emellerini değer ve kriter almaz, onların fikir ve düşüncelerini ölçü kabul ederler. Onun için sağlıksız davranış biçimi sergileyen insan ve toplumların fikir ve  düşüncelerini değiştirmeye giderler. Zira sağlıklı fikir ve  düşünce edinemeyenlerin, sağlıklı davranış sergilemeyeceğini bilirler.

 

Halk içinde insan erbabı olanlar; deli ve çocukların işlediği herhangi bir yaramaz davranış gördüklerinde, delinin ve çocuğun aklı ancak bunu yaptırabilir, derler. Çünkü onların anormal olduğundan normal olmayan davranış biçimi sergilerler. Kaldı ki, deli ve çocukların yanlış davranışlarına kim kızarsa hemen:

 

-Sen deli misin?

 

Veya:

 

-Sen çocuk musun?

 

-Haydi onlar deli veya çocuktur sana ne oluyor?

 

Denilip onların dışa dönük yanlarının iç problemini anlamaya bunun içinde; onlarla muhatap olan kişinin hoş ve nezaketle davranması beklenir.

 

Tasavvufta; insanın içinde çekişen  iki duygudan bahsedilirken bunlar; şeytani  istekler, duygular ve  Rahmani istekler, duygular olarak tarif edilir.

 

Her insan bu iki duygudan birinin taraftarı, eylemcisi ve uygulayıcısıdır. Hiç kimse kendini bunlardan uzak sayamaz. İnsan benliğinde bu iki duygudan hangisi alışkanlığa dönüşüp kişi üzerinde katmerleşirse artık o insan, o duygunun eylemcisi olarak bilinir ve anılır. Bu insanlar yaptıkları ve yaşadıklarıyla aldıkları özde bir isim simgesi ve sembolüdür.

 

Geçmiş zamanda şeytani duyguların, isteklerin esiri olan meşhur:

 

-Nemrut,

 

-Firavun,

 

-Ebu Cehil  gibi...

 

Analarının taktıkları isimlerle değil; şeytani duyguların yaşamlarındaki eyleme dönüşmüş tarafları, yanlarıyla isimlenmişlerdir. Onlar şeytani  duyguların  birer sembolü olurlarken kim bilir ne  kadar çile, cefa, ızdırap ve acı çektiler. Doğrusu görmedim ama okuyup öğrendiğime göre çok defa ölümle burun buruna gelmişler, kaçmışlar, servet ve mallarını harcamış, ter döküp mücadele etmişler. Yani kendileri açısından bütün olumsuzluklara dayanmışlar, katlanmışlar... Sonuçta şeytani bir duyguyla; dünya tarihinde ve insanlık aleminde birer yüz karası ile ödüllenmiş ve göç etmişler.

 

Zavallılar ne kadar da çok dayanmış, katlanmışlardı, acılara, zahmetlere...

 

-Acaba benim çektiğim acıların ve verdiğim hayat mücadelesinin sonucu da mı böyle olacak....?

 

Tarihte rahmani duyguların temsilcileri olan;

 

-Hz. Adem (as)

 

-Hz. Nuh (as)

 

-Hz. İbrahim (as)

 

-Hz. Musa (as)

 

-Hz. Eyyüp (as)

Ve

-Hz. Muhammed (as)' dır.

 

İçe dönük rahmani duyguları inançla ve davalarıyla bildikleri hakikat ve gerçeklerin tecellisini, inandıkların isteklerin gerçekleşmesi için ne kadar acılar, zahmetler, çileler çekip dayanmışlar, katlanmışlar ki, muratlarına ermişlerdir. Tarihin yapraklarını şan ve şerefle işgal eden bu insanlar nasıl dayandılar? O içlerindeki çekişen duyguları nasıl rahmani bir yola, yöne analize edebildiler.

 

-Doğrusu görmedim, hem görme imkanımda yok zaten.

 

Fakat;

-Hz. Adem (as) Kaf dağında Allah'ın kendisini affetmesi için ağlarken, beklerken, dayanırken görmek isterdim.

 

-Hz. Nuh (as) dokuz yüz elli sene kendisine hakaret eden, taşlayan, döven ve söven kavminin yaptıklarına karşı, bıkmadan, usanmadan, yorulup, yan çizmeden, içindeki dava ve kavga duygularını yitirmeden dayanırken görmek isterdim.

 

Hz. İbrahim (as) içindeki hakikat ve gerçek  sese kulak verip, bir dava ve kavgayı başlatarak anlamsız putları kırıp başını derde soktuğu zaman; bunun için Nemrut'un hazırladığı ateşe gözünü kırpmadan girebilecek tevekkülünü, cesaretini, azmini, gücünü ve hıncını gösterirken görmek isterdim.

 

Hz. Musa (as) çağın süper ve dev gücü olan Firavunla bir dava, kavga ve mazlum halkların özgürlük mücadelesini verirken; nasıl muvaffak olduğunu, esaretten, kölelikten baskı ve zorbalıktan halkını nasıl kurtardığını,bu esnada nasıl dayandığını görmek isterdim.

 

Hz. Eyyüp (as) nereden geldiğini bilmediği bela ve felakete düçar olduğunda dostlarının kendisini yanlış anladığı, bütün acılarla birlikte dostların  yanlış anlamasının bela ve felaketin üzerine tuz biber olduğunda, o zatın bütün bunları, kimseye şikayet etmeden, kıvrım kıvrım  kıvranıp iki büklüm olurken nasıl dayanıp katlandığını görmek isterdim.

 

Hz. Muhammed (as) "Rabb-im Allah'tır" dediğinde ve insanları da bu çağrıya davet etmesi sonucunda Mekke'den ağır eziyet ve işkencelerle dövülüp kovulurken, Taife gidip orda daha ağır işkencelere maruz kalıp, oradan da kovulup Mekke'nin dağlarında yalnız ve tek başına üzerinde bir davanın kavganın ve içteki rahmani duyguların eyleme dönüşmesi uğrunda kanlar içindeki  elleri kaldırıp

 

-"Beni kime bırakıyorsun Allah'ım"  dediğinde,

 

O halini görmek isterdim. Umudunu yitirmeden tekrar Mekke'ye gelip mücadelesine kaldığı yerden devam ettiğindeki dayanma umudunu, hıncını, şevkini, yorulmaz koşuşturmasını görmek isterdim.

 

Ama görmedim, görmem de. Çünkü benimle onlar arasında geçmiş  bir zaman farkı var. Fakat istersem yaşayabilirim herkeste yaşayabilir. Çünkü bizde insanız onlar gibi aynı duygu ve temennileri taşıyoruz. Onlar gibi  olamayız  ama onların yolundan gidebilir, davalarını temsil edebilir, kavgalarını kaldıkları  yerden tekrar  başlatabiliriz. Bunun için yapılacak tek şey duygu, düşünce ve eylemlerimizi kontrol altına alıp, şeytani duyguların üzerine set çekmek, Rahmani duygularımızın da önünü açmaktır. Sonra da dayanmalıyız. Ta ki gecenin karanlığı bitip, şafak vaktinden sonra güneşin aydınlığı çıkıncaya kadar.

 

Şeytani duyguların İslam Hukuku'nda; içten varlığı günah değil, ama eyleme dönüştüğünde günah vardır. Sonu boş eylem ise Dünyada pişmanlık ve nedamettir. Ahirette ise hüsran ve cehennem azabıdır.

 

Rahmani duyguda ise, kişi iyi bir niyet taşıdığında bir sevap, onu eyleme  dönüştürdüğünde ise  iki sevap vardır. Dünyada hayırla anılmasına, Ahirette ise cennete  gitmesine vesile olur.

 

İnsanın şeytani duygulara güvenip  dayanması sonucunda sürekli endişe, çelişki ve korkular oluşur. İnsanın rahmani duygularına güvenip dayanması ise,  zifiri karanlıklardan yürüyüp tek başına dünyaya meydan okumasına sebep olur.

 

Şeytani duygular, heva heves, zefk-i sefadır. Nefse hoş gelen ama sonucu tatsızlık, mutsuzluk ve boş olan şeylerdir. Oyalanmak, zaman kaybetmek ve ömrü heba etmektir.

 

Şeytani duygular, hiçbir şeyin hakkını vermeyen vurdum duymaz, tembel, uyuşuk, pısırık, duyarsız, sorumsuz ve yemek yediği sofraya bıçak saplayan nankör hale getirir.

 

Rahmani duygular ise, ruha, kalbe, yüreğe ve akla huzur, mutluluk ve sevinç peydah eder.

 

Rahmani duyguların taşınması kutsal olup, sevap ve mükafattır. Eyleme dönüştürülmesi ise yücelik ve rahmettir. Acılarına, mihnetlerine, çile ve ızdıraplarına dayanmak, katlanmak ise mukaddestir.

 

Rahmani duyguların kalpten taşınması şereftir. Rabbanileştirip halklara teşekkür fışkırtmak, Rabb-e karşı yoktan var olmanın hayatın nimetlerine şükürdür.

 

Rahman-i duyguları taşımak, bütün yeryüzündeki mazlum ve mustazaflarla aynı kaderi paylaşmaktır.

 

Rahman-i duyguları taşımak, hiçbir şey  yapılmasa  dahi varlığını yüce  yardana dayayıp, tek başına ayakta durmak, vampirlere, zalimlere karşı başkaldırmak için bir kıyamdır.

 

Bütün bunlardan sonra var olmanın, varlığının farkına varmanın varlıkların içinde kendine özel bir yer ayırmanın zamanı "fecir"dir. İşte er meydanı buyurun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SU HAYATTIR

 

 

Yüce  Allah Kelam-ı Kibar da:

 

  4b Ó  £á¢q §la Š¢m ¤å¡ß ¢é Ô Ü  6 â …¨a ¡3 r à × ¡é¨£ÜÛa  †¤ä¡Ç ó¨î©Ç  3 r ß  £æ¡a

 ¢æì¢Ø î Ï ¤å¢× ¢é Û

 

“Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona "Ol!" dedi ve oluverdi” (3/59 ).

 

 7§Õ Ü Ç ¤å¡ß  æb ¤ã¡üa  Õ Ü 

 

"İnsanları da sudan yarattığını" (96/2) buyuruyor.

 

Su, hayattır. Yüce Allah bizi ondan onu da bizim için yarattı. O bizsiz olabilir ama biz susuz  yaşayamayız. Bulut da onsuz olamaz. Toprak da onsuz olamaz. Güller, karanfiller, dağdaki, bağdaki ve yuvadaki kuşlar ve bülbüller de onsuz  yaşayamazlar.

 

Sudan yaratılan insanoğlunun, su ile bir kader ortaklığı vardır. Onun için insan su ile özdeştir. Eğer insan olmasaydı, gökte güneş, ay ve yıldızların, oluşarak rahmet yağdıran  bulutların, yerde bitki ve nebatların, bülbülün, gülün, çiçeğin ne kıymeti olurdu ki? Hem bunlara kim kıymet verip değer  biçerdi. O zaman su insan için, insan da Allah için vardır.

 

Su hayattır. Suyu olmayan şeyler çatlaktır. Çöller, güneşin sıcağından etkilenmez. Dudaklar sıcaktan çatlamaz. Salgın ve bulaşıcı hastalıklar durup dururken zararlı olmaz. Bütün bunların temelinde susuzluk vardır. Çünkü çöle yeşillik, dudaklara canlılık veren ve bütün kir ve pislikleri  temizleyen sudur.

 

Su olmayan yerde yaşanmaz. Çünkü suyun olmadığı yerde yeşillikler olmaz. Yeşilliğin olmadığı yerde insanların ve hayvanların istifade edeceği  bitkiler yetişmez. O halde yiyecek ve içecek şeylerden yoksun olan bütün canlılar nasıl yaşayacaktı. O zaman siz siz olun suyun olmadığı yerde ve evde oturmayın.

 

Tuzu olmayan yemeklerin tadı olmaz. Çünkü tuz renk değil, tattır. Bir şeyin renginden ziyade tadı önemlidir. Rengin doyurucu  özelliği yoktur. Tadın  lezzeti, doyurucu özelliği vardır. Eğer sular tuzsuz kalırsa, küflenip özelliğini kayıp ederler. Ne ki: "Sevilen sevgilisine, beni ne kadar seviyorsun?" demiş. O da: "Seni tuz  kadar seviyorum" diye cevap vermiş.

 

"Su gibi aziz ol" deyiminin  içerisinde çok anlam saklıdır. Ne ki, herkes suyu alçakta görür. Oysa su, bazen buhar olup gökte buluta dönüşür ve  kendisini alçakta görenlerin tepesine yağar. Bazen de öyle yükselir öyle  yükselir ki yüce dağların sivri ucuna kar olarak iner. Ama yine de kendini bilmeyenler suyu hep alçakta görürler. Kim bilir!  Belki de kendilerinde böyle bir şey vardır.?

 

Yakup için Yusuf, Mecnun için Leyla, Ferhat için Şirin, İnsan için  Allah olmazsa olmaz. İşte çöller  için de su böyledir. Yakup Yusuf'u yitirdiği zaman gözünü, Mecnun Leyla'yı yitirdiği zaman aklını kaybettiler. İnsan Allah-ı yitirdiğinde cenneti, toprak da suyu yitirince gülü, bülbülü kaybeder. Onun için Yakup kör, Mecnun deli, Allahsız insan gafil, susuz topraklar ise çatlayıp çöle dönüşür. Çöllerde ne bülbül öter, ne de güller yetişir.

 

Çölü toprağa çeviren, insana mutluluklar tattıran sevgilidir. Çölü yakan güneşin sıcaklığı değil, suyun yokluğudur. İnsanın yüreğini yakan ateşin sıcaklığı değil, sevgilinin yokluğudur. Çölün çatlaklığı ancak su ile gider. Yüreğin ateşini ve hararetini ancak su dindirir. Onun için değil midir ki elem,dert, keder ve korkudan rahatsız olanlara ikram edilecek en iyi ilaç sudur. Çünkü o esnada ancak su  derde derman, eleme ferman, yüreğe şifa ve çöle gül olur.

 

Ey çölü güle ve bülbüle, yürekleri şifaya kavuşturan! Senin deryaya kavuşmak için yüzünü toprağa sürte sürte süründüğün gibi biz  sevgililerin en sevgilisine ulaşmak için hala toprağa yüzümüzü sürtme azizliğini sergileyemedik.

 

Ey kendisini alçakta görenlerin tepesine konan! Bize alçak muamelesi yapanların tepesine yağmur gibi hala  yağamadık.

 

Ey Rabb-imiz! Suya yağmurla rahmet ve bereketini verdiğin gibi, bize de rahmet ve bereketini ihsan eyle.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİZE ARAMAK YAKIŞIR 

 

 

 

Rabbimiz! Kainatı sebepler,vesileler üzerine bina etmiştir. Kimi ağlarken sevinir, kimi de anlarken. Kimi gönderirken sevinir, kimi de alırken. Kimi bulurken sevinir, kimi de ararken. Hasılı kainattaki bütün sebepler içinde gerçeği, mutluluğu, huzuru ve saadeti bulmak hayli zor ve ağır bir imtihandır.  Onun için her an uyanık ve hazırlıklı olmak gerekir. Ve insanı hareketlendirecek ve gerçeği bulmak için gözüne fer, dizlerine derman, kalbine  nur olacak sebeplere ihtiyaç vardır. Bunun somut ismi  "İMAN" dır. Bugünkü soyut ismi ise "SEVGİ" dir.

 

Sevgi, çok acı ve hep acı verir.

 

İman, sevgiyi  acılarıyla  beraber  sevda  gibi  bağrına basar.

 

Onunla mutluluğu bulmaya ve Rahmeti Rahmana ulaşmaya çalışır.

 

Sevmek, sevgiliyi  bir  beyaz  güvercin  gibi avuçlarına alıp okşamak ve yüreğine bastırıp korumaktır.

 

Ama sevgiliyi daha güzel ufuklar bekliyorsa onu salı vermektir sevmek.

 

Onu uçsuz, bucaksız gökyüzünde kanat çırpışlarından sonsuz haz duymaktır sevmek.

 

Onun kendisinden uzaklaşmasında üzülmek değil, gerçeğe uçmasına hakikate yaklaşmasına sevinmektir sevmek.

 

Beni bırakıp nereye gidiyorsun demek değil,gittiğin yerlerde dualarımla seni koruyacağım diyebilmektir sevmek.

 

Dua bir çağrıdır sevgiliye.

 

Sığınma, yalvarış ve yakarıştır...

 

Halini aczi yetini arz etmektir sevgiliye.

 

Ağlamak çağrıdır sevgiliye, sessizce kimseye fark ettirmeden Rahmetle...

 

Ağlamak kesip yüreğini, kanını feda etmektir sevgili uğruna...

 

Ağlamak anlamaktır sevgilinin sırrını.

 

Gözyaşı Cennettir.

 

Gözyaşı kana kana susamaktır Yüce Allah'a...

 

Dil ile susmak ama göz ile konuşmaktır ağlamak.

 

Gözlerin dili, tercümanıdır gözyaşı...

 

Yüce Allah çok iyi bilir gözyaşının dilini...

 

Bu yüzden misafir olur ağlayan kalbe...

 

İşte bundandır ağlayıp ta rahatlamamız.

 

Gözyaşı İlahi Rahmete çağrıdır.

 

Yüce Allah'ın çağrısına Rahmetle cevap vermektir ağlamak..

 

Gözyaşı Rahmet gelsin diye yıkamaktır  yolları nefsaniyetten.

 

İmana mekan hazırlamaktır yürekte...

 

Gözyaşı çabuk dönsün diye  ardına su  dökmektir sevgilinin.

 

Ve ne mutlu bizlere ki, ağlayan bir Resulün ümmetiyiz.

 

"Allah’ım! faydasız bilgiden, senden korkmayan kalpten, senin için ağlamayan gözden sana sığınırım."

 

Diyen Hz. Muhammed (as)'ın Ümmetiyiz.

 

Bin dört yüz yıllık hasretin varisleriyiz.

 

Evet bizler, İman etmekle 'ZORA' talip olduk.

 

Sevmekle acılara, ayrılıklara talip olduk .

 

Varsın bizi yorgunluklar çağırsın...

 

Zahmetlerin 'DAVETLİSİ' olalım...

 

Yüreğimiz daralsın, canımız sıkılsın, dişimiz, başımız ağrısın doktor arayalım...

 

Ama arayalım...

 

Ne kadar ararsak o kadar güzel.

 

Aramasız olmak, yalnız kalmaktır.

 

İmanın özü, huzuru olan sevgiyi aramak yorgunluktur.

 

Sevgili  uğrunda  yorulmak  yaşamın  tadına ve lezzetine varmaktır.

 

Eğer dinleneceksek yeniden yorulmak için dinlenelim.

 

Bize "ARAMAK" yakışır.

 

Bize "YORULMAK" düşer.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÜNEŞ KÜSMEZ

 

 

 

Yüce Allah, alemlerin Rabb-ıdır. Alemin  içinde, arzın üzerinde Allah'a ve Peygamberine asi olan  münkirler, mücrimler vardır. Buna rağmen, yüce Allah'ın Rububiyet sıfatı olan; rızıklandırıcı, tövbeleri kabul edici geniş  rahmetinin özelliği bütün insanları kuşatıyor. Çünkü Allah'ın bütün insanları kuşatıcı özelliği, adaletinin gereğidir.

 

Göğsünde merhamet yüklü bir çınar ağacını  taşıyan Ana'lar; Çocuklarına  karşı o  kadar  müşfik ve mümbitlerdir ki, evlatlarının içinde burnu sümüklü, aklı özürlü ve azaları eksik olan biride olsa, Ona da aynı Analık şefkatiyle muamele ederler. Çünkü Ana tüm, evlat ise Onun parçasıdır.

 

Yüreğinde Ümmetin sümüklü çocuklarının  mağduriyetinin acısını ve hüznünü taşıyan Muallimler, öğrencilerine karşı merhamet kanatlarını gererler. O kanadın altında bir öğrenci yaramazlık yapsa dahi, yine de merhamet kanatları o öğrenciyi dışlamayıp, onu bağrına  basar.

 

İnsanoğlu, eli, beli, başı, ayakları vb. uzuvlarla kaimdir. Bir baş ağrısı ve diş ağrısı ne kadar acıysa. Aynı şekilde, bir küçük tikenin  ağrısı da bir o kadar acıyı insana hissettirir. Çünkü İnsanoğlu, tümüyle kaim ve tüm de parçalama kabul etmez.

 

Yarını  düşünen bir insan, bir pire  için yorgan yakmaz. Eğer yorganını bir pire yüzünden yakmaya kalkışırsa, ertesi gün açıkta kalır. Bir pire için yorgan yakana, ne can güvenilir, ne de mal emanet edilir.

 

Güneşin kapsayıcı ve kuşatıcı özelliği vardır. Aynen tümün parçası gibi. Güneş bir doğarsa, ne çölün sıcaklığı, ne de kuzey kutbunun buzlarını ve  kimi/kimseleri gözetmez. O doğmasına, parlamasına bakar. Yerde sürünen Yılan olsun, gökte uçan Kuş olsun veyahut iyi ve kötü insan olsun, Güneş yinede doğar. Çünkü doğması gerekiyor. Eğer  doğmazsa, kapsayacı, kuşatıcı özelliği kalmaz. Bu da Güneş'e yakışmaz.

 

Çalısız yollarda dolaşan Tavşana: "Niçin dağda çalıların içinde değilsin de buralarda  geziyorsun?" diye sormuşlar. O da: "Ben dağdan küstüm" diye cevap vermiş.

 

Bir insan da Allah'tan, anadan, muallimden, tavşan gibi dağdan ve Güneş'ten küsebilir. Ama, ne Allah, ne ana, ne muallim, ne de Güneş hiç kimseye küsmezler. Çünkü bunlar tümdürler parçalanma kabul etmezler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HER İNSAN BİR KİTAPTIR

 

 

Yer ile gök yüce Allah'ın ayetlerindendir. Yerde ve gökte olan bir çok yaratılmış şeyler ayet olduğu gibi, yine Allah'ın sanat eserleri olup, O’nun yüceliğini ispat eden delillerindendir.

 

Bu ayet ve sanat eserlerinin içinde en büyüğü ve sırlarla dolu olanı şüphesiz insanoğludur. Çünkü yüce Allah azametinin en muhteşemini insanoğlu  üzerinde ortaya koymuştur. O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

 

"Evrenin en büyük sanatçısı Allah'tır. Allah'ın en büyük sanat eseri insanoğludur."

 

Dünya kurulduğundan beri, ne melekler insanoğluyla yarışabildi, ne de Şeytan (İmanı zayıf olanlar hariç) onları alt edebildi. Aynı zamanda, nice sosyologlar, psikologlar logladılar ama tam olarak insanoğlunun ayet ve sanat sırlarını çözemediler. O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

 

"Evrenin ayet ve sırrı olan insanoğlunun, daha keşfedilmesi gereken bir çok yönleri vardır."

 

İnsanoğlunun diğer yaratıklardan farklı yönlerinden biri de; diğer varlıklar, toplu halde bir alem olmayı ihtiva ederlerken, o tek başına ve başlı başına bir alemdir. Çünkü İnsanoğlunda, bütün yaratıkların özellikleri mevcuttur. O zaman şunu rahatlıkla diyebiliriz:

 

"Her insan bir Adem. Her Adem bir Alemdir."

 

Hayat mektebinin öğrencisi olan kimselerin, keşfetmesi, okuması  gereken o kadar  çok insan ve o  kadar şeyler vardır ki, kötü şeylere ayıracak zaman  kalmaz. O zaman hayat mektebinin öğrencilerine Hz. Peygamber (as)'ın şu vasiyetini hatırlatmalıyız:

 

 4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •  £ó¡j £äÛa  £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ ¤b £j Ç ¡å2¡a ¤å Ç

P§á¡Ü¤¢ß ¡3¢×óÜ Ç ¥ò ší¡Š Ï ¡á¤Ü¡È¤Û ¢k Ü Ÿ

 

Hz. İbn Abbas (ra)'dan:  Hz. Peygamber  (a.s) şöyle buyurmuş:

 

İlim öğrenmek, her müslümana farzdır (Ebu Davud, İlm )1, (3641); Tirmizi, İlm 19, (2683); İbnu Mace, Mukaddime 17, (223)

 

Unutmayalım!

Sıradaki mekteplerin kitapları ve sınıfları biter. Fakat hayat mektebinin ne okunacak kitapları, ne de sınıfları geçmekle biter. O zaman hayat mektebinin öğrencisi, yeni tanışıp görüştüğü bir insana, şunu rahatlıkla söyleyebilir:

 

"Ey evrenin sırlarıyla saklı olan ahbabım! Gel seni biraz okuyayım."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAYAT VAKİTİR

 

 

 

Yaşamın üç aşaması vardır:

 

1-Yaşanmış zaman

 

2-Şimdiki zaman

 

3-Gelecek zaman

 

Her insan, elinde olmayarak birilerinin  kendisini itmesiyle, geleceği şimdi, şimdiki hali ise geçmiş olup, bir yere yavaş  yavaş yol alıyor. Böylece yarın bugün olmuş, bugün ise dün olmuş ve derken hayat bitmiş.

 

Yaşadığımız hayat, birileri tarafından bize süreli bir vakit olarak emanet verilmiştir. Ama bu vakit nakit değildir. Eğer nakit olsaydı, onu alır  cüzdanımıza koyarız. İyice sıkı sıkı saklarız. Ne zaman ihtiyacımız olsa çıkarıp  harcarız. Heyhat öyle değildir. Eğer sen vaktini iyi değerlendirmeyi ve harcamayı bilmezsen, vakit seni kılıç gibi kesiverir.

 

Babalar, parasını harcamayı bilmeyen Çocuklarına güvenip de harçlık vermezler. Ama birileri bize hayat harçlığını vermiş ise demek ki, bizi seviyor ve güveniyor. O zaman bu hayat harçlığını iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Yoksa hem bizi sevenin sevgisine ve güvenine ihanet etmiş oluruz,hem de servet sahiplerinin paranın gücüyle erişemediği hayat harçlığımızı kaldırımların çöplüklerinden ve Modernizm oyun ve eğlencelerinin tenekelerine mahkum etmemiş oluruz.

 

"Sahi siz hiç cebindeki  harçlığını çöpe atan birilerini gördünüz mü?"

 

Her insan, bu yazıyı okurken  yaşamın tam ortasında olacaktır. Ne yarını bugün, ne de bugünü dün olmuştur. Çünkü yazıyı  okuyorsa, yaşıyor  demektir. O zaman en  kıymetli vakit şimdiki haldir. İşte şimdi ne yapacaksan yapacağın o şey geleceğin primi ve geçmişin ışığı olacaktır. Fakat bize bir yol gösterecek ışığa ihtiyacımız vardır.

 

İşte bu ışık, geçmişin  yaşanmış hayat tecrübesi ve sağlıklı sağlanmasıdır. Bizden önce birileri deneme yanılma yoluyla bize bir geçmiş bırakmıştır. Bunu çok iyi değerlendirmemiz  lazım. Aksi takdirde sınırlı olan vaktimizi deneme yanılmayla heba etmiş oluruz.

 

Sonuç olarak, bizden öncekilerin işlemlerinden istifade ederek, onların yaşamlarının sağlamasını yakalayabilirsek, işte o zaman, geleceğimiz parlak olur.

 

Unutmayalım!

 

"Geleceğin ışığı, geçmişin izi üzerindedir."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SABIR

 

 

Sabır; yüce Allah'ın sıfatlarındandır. Yüce Allah, biz aciz, mücrim kullarına sabırla muamele eder. Eğer Allah'ın sabır sıfatının tecellisi üzerimizde olmasaydı belki hepimiz aceleciliğimizden dolayı işlediklerimizden  helak olmuştuk. Bize sabır sıfatıyla muamele eden Cenab-ı Hakka sonsuz hamd-u senalar olsun. Allah Kur’an-ı Kerim’de (102)  yüz iki yerde biz aciz kullara sabrı öğütlemekte ve sabırsızlık  edenlerin akibetini haber vermektedir.Mesela:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اسْتَعينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلوةِ اِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرينَ

 

"Ey iman edenler, sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir" (2/153).

 

  aì¢Ô £ma ë aì¢À¡2a ‰ ë a뢊¡2b • ë a뢊¡j¤•a aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a ¬b í

  æì¢z¡Ü¤1¢m ¤á¢Ø £Ü È Û  é¨£ÜÛa

 

“Ey iman edenler! Sabredin; sebat gösterin; hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz” (3/200).

 

فَاصْبِرْ عَلى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ  الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا وَمِنْ انَائِ الَّيْلِ فَسَبِّحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضى

 

“(Resûlüm!) Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, sen, Allah'tan hoşnut olasın, (Allah da senden!)” (20/130).

 

Şu bir gerçektir ki, ömrümüzün şu anına kadar sabırla yani sabrettiğimiz şeylere karşılık ne kadar güzellikler elde ettik ve gördük. Eğer sabrı bilenmeye devam  edersek inanıyorum ki, daha nice güzellikler elde edebiliriz.

 

-Sabır; kainatı ayakta tutan görünmez bir direk, evrenin ise sırrıdır.

 

-Sabır; hayatımızın, bir parçası ve kaderimizin alın yazgısıdır.

 

-Sabır; sözle değil, duygu düşünce ve eylemle mümkündür. Bu aynı zaman da ölçü, denge ve oto kontroldür.

 

Sabrın baş öğretmeni Hz. Muhammed (a.s)’dır. Şunu bilelim ki, bizde onun ümmetiyiz, onu kendimize örnek ve önder kabul etmişiz. O, bize sabırdan şöyle haber veriyor:

 

"Güçlü kimse insanları güreşte yenen kimse değil, hiddet anında kendisini kontrol edebilen, (iradesine hakim olabilen) kimsedir" (Buhar-i-Müslim).

 

-Sabır; aşkla kardeştir. Onun için sabırla nice aşıklar maşukuna, nice sevgililer sevdiklerine, yine nice dervişler muradına ve komutanlar zafere ermişlerdir.

 

-Sabır; yaşamak, acı çekmek, ter dökmektir. Sadece yazmak ve  söylemek değil, ağlamaktır. Hz. Muhammed (as) Rabb-ına, Mecnun Leyla'ya, Ferhat Şirine, Murat Vuslatına (kavuşuncaya) kadar ağlamışlardır.

 

İmamı Kuşeyri; Er-Risale de: "Ya Rabb-i, aşkıma sabrettim, fakat gösterdiğim sabırdan sana olan aşkımın bile haberi olmadı. Benden sana ait olan aşkı, sabır mahalli olan gönülden bile gizledim. Kalbim aşkımı gizlice göz yaşıma şikayet eder de  farkına varmadan göz yaşlarım akar ve sırrımı ifşa eder diye hep endişelendim."

 

-Sabır, Ama olmak, lal olmak, ahraz olmak, topal olmak ve felç olmaktır. Yani gözlerin görecek ama görmezlikten geleceksin. Konuşmak istediğinde konuşmayacaksın. Sana her söyleneni duymazlıktan geleceksin. Her istediğini yapmayacak ve dilediğin yere gitmeyeceksin. Sana eza ve cefa verenlere karşılık vermeyeceksin. Fakat sana karşı yapılan bu muameleleri reva görüp, rıza gösterip, mızmız,  pısırık, avanak, uyuşuk ve aptal da olmayacaksın.

 

Sana reva görülen, idealine ulaşmada veya hedefine varmada seni engelleyen şeylere karşı hemen tepki göstermek değildir sabır. Bilakis sana reva  görülen  musibet  ve felaketlerin;

 

ü  Kimden?

 

ü  Niçin?

 

ü  Neden?

 

Geldiğini düşünmek, tefekkür etmek, hem sebep ve sonuçları öğrenmek için, hem de bunlardan kurtulmak için, birde sana reva görülen bu muamelelerin bir başkasına da yapılmaması için veyahut  yaşadığın topluma da sirayet etmemesi için ana kaynağı bulmaktır sabır.

 

Eğer bunları düşünüp, tefekkür eder bulursan, o zaman sen hem hakkıyla sabretmiş, muradına ermiş, edalı komutanlar gibi zaferden zafere koşar, önünde  hiçbir dağ sana engel olmaksızın başın dik olur. Hem de, amacına ulaşmış toplumsal vazifeni yerine getirmiş bir taklitçi değil. Bir İcat  edici, insanlara önderlik yapabilecek nitelikte bir münevver olmuş olursun.

 

Bütün bunlardan sonra düşünerek keşfettiğin ve ortaya koyduğun  değerlere insanları davet edersin. Kendinde fiili olarak mücadele edip zararlı olan şeyleri ortadan kaldırmaya çalışırsın.

 

Tıpkı;

 

-Hz. Eyyüb ile Hz. Yakup (as)

 

-Hz. Nuh (as) ile Hz. Muhammed (as) gibi.

 

İlk ikisi ferdi ve kişisel felaketlere karşı sabrettiler son ikisi ise toplumsal felaketlere göğüs gerip geceleri yüce Allah'ı tespih ederek kainatın evrensel orkestrasında hazır bulundular sabır, sebat ve sükunetle maruz kaldıkları felaketlerin kaynağına inmeye çalıştılar.

 

ü  Kim den?

 

ü  Niçin?

 

ü  Neden?

 

Kaynaklandığını araştırdılar, soruşturdular sonunda buldular ve kazananlardan oldular. İmdi seni ve toplumu rahatsız eden sivri sinek vb. varsa eğer, sakın ola ki sivri sineklerle savaşmayasın, dövüşmeyesin, kovalamaca oynamayasın, kendine dönük olan rahatsız edici şeyler karşı:

 

-Hz. Eyyüb ile Hz. Yakup (as) gibi.

 

Topluma dönük olan rahatsızlıklara.

 

-Hz. Nuh ile Hz. Muhammed (as) olmaya çalış.

 

-Sabır sükunetle, sivri sinekler nerede? Ve nasıl?

 

Türediklerini öğren. Çünkü kendini koruma gücünü, yani cephanen ne kadar da çok olsa, tankların, son model icat edilmiş silahlarında olsa, sivri sineklerle savaşmada, sana fayda sağlayamaz.

 

-Silahlar ve tanklar sivri sineklere ne kadar zarar verebilecek?

 

-Bunlara benzer alet ve edevatların ne zamana kadar seni sivri sineklerden koruyabilir?

 

-Ortada bataklık var. Sen bataklığı kurutmadıkça istediğin kadar sivri sinek öldür.

 

Şunu iyi bil!  Ömrün belki biter ama sivri sinekler bitmez. Sebebi ise; bataklık  durmadan  sivri  sinek üretiyor da ondan.

 

UNUTMAYALIM!

Yerinde  zamanın da usulüne ve üslubuna riayet edilmeden yapılan her iş sonuçsuz kalacaktır. Tıpkı sivri sineklerle savaşmak ve sağlıksız bilgilenmek gibi. Çünkü sağlıksız bilgi, sağlıksız düşünceyi, sağlıksız düşünce sağlıksız iman ve ameli, sağlıksız inanan sonunda ise sağlıksız, bozuk, zararlı davranış  doğurur yani meydana getirir. O zaman her şeyin bir ilk ve başı varsa, mutlaka bir bitişi ve sonu da vardır.

 

Sabır; insanın, toplumun ve ümmetin başına gelen felaketlerin  tespitidir. Felaketler; kişisel olarak başlar  oradan topluma daha sonrada ümmete sirayet eden zararlar, kötülükler ve günahlardır. Başka bir tabirle bütün insanların hakka ait haklarını ve Hakk-a karşı kulluklarının önündeki Kur'an-ın tespitiyle;

 

 5 Ï a¤ì è n¤ãa ¡æ¡b Ï 6¡é¨£Ü¡Û ¢åí©£†Ûa  æì¢Ø í ë ¥ò ä¤n¡Ï  æì¢Ø m ü ó¨£n y ¤á¢çì¢Ü¡mb Ó ë

  åî©à¡Ûb £ÄÛa ó Ü Ç ü¡a  æa ë¤†¢Ç

 

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur”(2/193).

 

Bir de bunların:

 

ü  Kim den?

 

ü  Niçin?

 

ü  Nerede?

 

Kaynaklandıklarını bulmak, tespit etmek ancak ve ancak sabırla mümkündür.

 

Buraya kadar sivri sineklerin bataklıkta türediğini beraberce keşfettik. Bu tamam. Fakat asıl olan insanların sivri sinekleşmesidir.

 

Bizim anlatmak isteğimiz budur.  Eğer şu ana kadar anlattıklarımdan  anlaşıyorsak, insanların zararlı olmasının ve sivrisinekleşmelerinin üç sebebini anlatmaya çalışacağım. Bunlar:

 

1-Taklidi İnanç,

 

2-Sağlıksız Bilgilenme,

 

3-Bozuk Düzendir.

 

Öncelikle kendi nefsimize dönük olan ve  bizi  içten çökerten, dışa  karşı da sürekli zarar veren ve bize de kayıp verdiren kötü haslet, huy ve davranışlarımızı sabırla, sebatla kontrol altına alıp, yavaş yavaş iyi ve güzel hasletlere, huylara ve davranışlara kendimizi motive edip yani alıştırıp, nefsimizin bizden istediği ve arzuladığı kötü şeylere karşı iyiliklerle karşılık verip, mukabelede bulup, mücadele  etmemiz  lazım.

 

Ta ki, ahlaki  olgunluğu, erdemliği elde edip kazanıncaya kadar.

 

UNUTMAYALIM Kİ!

Kendisini kontrol etmesini beceremeyen beceriksizlerle, ne yol gidilir.  Ne de dostluk  yapılır. Çünkü  dostun iyisi, akıllısı kişiyi aziz eder.

 

-Dostun; avanağı, aptalı ve beceriksizi ise insanı rezil eder.

 

-Yine dostun iyisi kişinin, sağ gözü, eli ve ayağıdır.

 

-Dostu olmayanın ve dostu hain olanın, sağ gözü, eli ve ayağı yoktur. Oysa göz, el ve ayak insanın hayatta yaşamını, varlığını daimi kılan en büyük ve en  önemli uzuvlarıdır. Bunlar olmadan ne yol gidilir, ne de mücadele verilir.

 

-Dost edinmenin yolu, kişinin insanlara karşı beslediği niyete ve dostlarıyla olan birlikteliğinde ise nefsine ve Şeytana uymamasıyla mümkün olur. Dost, kişinin nefsinde dışa yansıyan kıvılcım aynasıdır. Onun için huyları ve arzuları aynı olanlar beraber yaşabilir ve anlaşabilirler.

 

Şunu hiç bir zaman unutmamalıyız!

 

Dünya savaşları biter; fakat insanoğlunun nefis ve Şeytanla olan savaşı bitmez. Bu ikisi insanla kaimdir.

 

Biri nefis, ancak terbiye edilir, diğeri Şeytan ise, kontrol edilir. Bunlar insan şahsiyetine ve ahlakına dönük iki düşmandır. Hiçbir zaman ihmale gelecek ve fırsat verilecek cinsten değillerdir.

 

Bunlarla olan savaşın süreci, insan ancak ölünce veya bütün insanlık adına kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir.

 

Yukarıdaki, izah ettiğimiz şeyler, kişinin kendine dönük yapması gerekenlerdir. Bu arınma operasyonu başlı başına görev ve sorumluluğumuzu tam yerine getiriyoruz manasına gelmez. Çünkü bunlar kendimize karşı vazifemizdir.

 

Topluma karşıda sorumluluğumuz vardır. Onun  için  tek başına "Ben" veya "Sen" sivri sinek üreten bataklığı kurutamayız. Çünkü insanların sivri sinekleşmelerini teşvik eden ve çoğalmalarını sağlayan bir sistem gücü var. "Sen" tek başına ateş olsan ancak kendini yakabilirsin.

 

O zaman bize bir toplumsal güç gerekiyor. Bu güç, önce "Sen"le yani tek kişi ile başlar. Sonra da sabır, sebat ve sükunetle, bir iki, üç, beş derken bu şekilde devam edip, insanları tespit ettiğin bataklığı kurutmaya davet edersin.

 

İstenilen potansiyel güç oluştuğunda da bataklığı, yani sistemin gücünü ve insanların inanç, fikir ve değerlerine zarar veren kötülüklere ve bunları teşvik eden, doğuran faktörlere karşı fiili mücadele edersin.

 

Nasıl ki, kişisel erdemliliği, sabır, sebat ve sükunetle elde etmişsek toplumsal saadeti, huzuru ve güveni de bu şekilde sağlamış oluruz.

 

Tekrar ediyorum;!

 

-Sivri sineklerle savaşılamayacağı gibi, halklarla da savaşılmaz.

 

-Bizim mücadelemiz insan ve toplumu yönlendiren inanç, fikir ve güç dengeleriyledir. Yani sivri sinek  üreten bataklıkladır.

 

-Bu zorlu mücadele ise ancak bilgi, beceri, kültür ve ikna ile mümkündür.

 

-Sabırla başlayan bu kutsal mücadelenin münevverleri, seherde gece namazıyla iki güzelden birini elde etmeye çalışırlar...

 

ü  Ya Şahadet.

 

ü  Ya Zafer.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİR ANNE ARIYORUM

 

 

Allah'a iman ettiğini söylen her mümin, aynı zaman da bütün beşeriyetin yani  insanlığın  ANA'sı olma yükümlülüğünü üzerine almış sayılır. Onun için her mümin Müslümanlara karşı şefkatli, inanmayanlara karşıda merhametli olmakla sorumludur.

 

ANA tüm, evlat ise onun parçaları sayılmaktadır. Hiçbir zaman tüm parçalarını birbirinden ayrı ve  kopuk kabul etmez. Sadece her parçanın kendine göre şekli ve  yeri vardır. Onun için ANA  evlatlarının  şekline  ve  takındıkları  tavra göre muamele eder.

 

Eğer bu evlat Hz. Nuh (as)’ın oğlu gibi ise. Onun hidayeti ve kurtuluşu için dua etmek gerekir...

 

Eğer bu evlat Hz. Yakup (as)’ın oğlu olan Yusuf (as)  gibi ise. Ona da sevgi ve hasret duyması gerekir...

 

Eğer bu evlatlar Hz. Musa (a.s)’ın Anasının kendi evladına olan Müşfikliği ve Hz. Meryem’in Anasının Mümbitliği gibi ise. Onları da Allah yoluna ADAMAK gerekir.

 

Yok eğer bu evlatlar Hz. Musa (as)’ın Anasının kendi evladına olan müşfikliği ve beslediği rahmet gibi ise. Bunlara karşı da sabır, metanet göstermek gerekir...

 

Hakiki ANA'ların Çocukları bu dört şıktan başka bir şekilde  alınamaz. İmanın gereği olarak "ANA" olanlar, ümmetin mazlum çocuklarını bu dört şık içinde değerlendirip, her müminin kendisini muhasebe etmesi gerekiyor.  Gerçekten ANA'lık  sorumluluğumuzu  ne  kadar yerine getirebiliyoruz.

 

Bir Anne Arıyorum!

Merhamet yüklü dualarıyla evlatlarının kurtuluşu için yalvaran, yakaran...

 

Bir Anne Arıyorum!

Evlatlarına karşı bağrı yanık olan, sevgi ve  hasretle tutuşan...

 

Bir Anne Arıyorum!

Evlatlarına karşı Müşfik ve mümbit kanatlarını serebilen.

 

Bir Anne Arıyorum!

Ümmetin sümüklü çocuklarına karşı din, dil, ırk farkı gözetmeksizin, merhamet dolu sinesini evlatlarına karşı ağlatmadan ağlayabilen...

 

Evet bir ANA’nın verdiği sevgi ile doğadaki vitaminin bir araya  geldiği  ve  bir  insanın bünyesinde toplandığını düşünürsek  eğer, o zaman o evlatların ruhsal ihtiyaçlarını, yitirdikleri sevgilerini uyuşturucu ve benzerlerinden ve sevgisizlikten bunalım buhranına düşmeleri mümkün mü? Yine doğadan aldıkları vitaminle bedensel ihtiyaçlarını tatmin ettiklerinden dolayı ne ihtiyaçlarını gidermek  için başkalarının malından, parasından gözü olur hırsızlık yaparlar, Ne de israf ederek  başkalarının  hakkını  yığın  yığın  çöplere atmak zorunda kalırlar.

 

Diloş, Fatoş gibi evlatlarını sokağa. Dino, Fino gibi köpeklerini de koltuklara yatıran böyle bir ana istemiyorum..

 

Kimliğini ve kişiliğini inancından değil de, idolojilerin kapital çıkarlarına alet olmada arayan böyle bir  ana istemiyorum...

 

Sinesini  günahlarla kirletip, inim inim inleyen feryatlara kulak  tıkayan, gülmek için ağlatan  böyle bir ana istemiyorum. Dünyayı kucağına, Çocuklarını arabaya, sevgisini köpeklere, şefkatini kedilere ve gününü dedikodu ile geçiren böyle bir ana istemiyorum...

 

Kendileri koltukta, Anaları ise sokakta dilencilik yapan, Annelerini bakım evlerine verip, kendileri de villalarda oturanlara. Analığı sadece bayanlara tahsis edip, birkaç evlâdına karşı duyduğu ve hissettiği sıkıntı ve endişeyi bütün insanlığın  saadeti için  taşımayanlara. Analık  gibi yüce ve ulvi bir şerefle oynayıp alay edenlere. Yaptığı ve ettiğiyle gurur duyup, insanlık  ayıplarının üzerine kadeh tutuşturanlara. Bu yazıyı okuyup da gocunanlara ve şerefsizliği günah ve ayıp saymayanlara "SİZ ŞEREFSİZSİN DEMEK" suçsa eğer, bu suçu acıda olsa alıyor sevdam gibi bağrıma basıyorum.

 

Dillerini ve ellerini insanların şerefiyle oynatan şerefsizlere, soysuzlara:

 

*Dilinizle insanların şerefiyle oynamaktan vazgeçin artık,

 

*Elinizi insanların şerefinden çekin artık...

 

*Yaptığınız soysuzluğa ve pervasızlığa utanın artık.!" diyorum.

 

Analığın kutsal, ulvi  şerefiyle  oynandığı, çiğnendiği ve topyekün bir ümmet neslinin yozlaştırıldığı bir dünyada

 

Özellikle bunun şu anda kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğuna inanıyorum.

 

Ey Rabb-imız ! Tümünü kaybetmiş, parçaların bir anlam ifade etmediği gibi, biz ümmetin  mazlum  Çocukları da bölük pörçük olduk. Onun için kadr-u kıymetimiz kalmadı,yeryüzünde azamet ve izzetimiz çiğnendi. Kendimizi nereye yamayacağımızı bilmez bir tedirginliğin içindeyiz.

 

Bize kendi benliğimize kavuşma basiretini, kendi tümümüzü bulma bilgisini, nereye gittiğimizin ve ne yaptığımızın firasetini nasip eyle ALLAHIM...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİZİM DÜNYAMIZ

 

 

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim de müteaddit ayetlerde dünyadan bahs eder:

 

 7¥3î©Ü Ó b î¤ã¢£†Ûa ¢Êb n ß ¤3¢Ó

 

"Dünya az bir meta, geçinmedir" (4/77).

 

¡‰ë¢Š¢Ì¤Ûa ¢Êb n ß ¥ò äí©‹ ë ¥ì¤è Û ë ¥k¡È Û b î¤ã¢£†Ûa ¢ñì¨î z¤Ûa b à £ã a a¬ì¢à Ü¤Ç¡a

 

“Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir” (57/20).

 

Yine Kutsi Hadiste Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

 

“Allah dünyayı yarattıktan sonra Ona hitaben: "Ey dünya sen insanlara hizmet etmen için yarattım. Eğer insanlardan Beni unutup sana hizmet edeni, sen kendine kul, köle yap. Fakat senden yüz çevirip Bana yönelenlere sen kul, köle ol ve hizmetçilik yap.”

 

Hz. Ali (ra); dünyaya dalanlara ve dünyayı hiç ölmeyecek gözüyle bakıp kendini oyalayanlara şöyle demiş:

"Dünya bir leştir. Ona konanlara ise kargalardır."

 

Ecdadımız yani Atalarımız, dünyayı mesken edinip ahireti unutanlara ve dünya malı için kavga, mücadele verenlere şu mısraları hatıra bırakmışlardır.

 

-Mal da yalan mülk de yalan. Al birazda sen oyalan.

 

-Mal sahibi mülk sahibi. Hani nerede bunun ilk sahibi.

 

-Kim dünyaya değerinde fazla  değer  verirse hem dünyaya hem de içindekilere zulüm etmiş olur. Kim de dünyanın ahirete giden bir yol olduğunu unutur ve ihmal ederse kendisine zulüm etmiş olur.

 

-Sen dünyaya gir. Fakat dünya ve onun içindekiler kalbinin içine girmesin.

 

-Dünyayı avuçta tutmaya çalışın. Sakın onun içinize, girmesine müsaade etmeyin.

 

-İnsanoğlu bedeniyle dünyanın içinde küçük bir varlıktır. Fakat  taşıdığın  yürek  o kadar  geniştir ki, dünya ve içindekiler ona az ve yetersiz gelir.

 

-Hiç naz etme, ey naz ve niyaz bahçenin goncası; dolaştığın ve bastığın topraklar da nice güzeller, dilberler, pehlivanlar ve yiğitler yatar.

 

-Durdurun şu dünyayı inmek istiyorum. Çünkü burada yürek hırsızları var.

 

İmdi bu girişten sonra, içinde yaşadığımız ve ne amaçla geldiğimiz nereye ve niçin gideceğimiz hayatımızın tanımını beraber bulmaya çalışalım.

 

Dünya; aşağı, bayağı, alçak ve geçici manalarına gelir.

 

Ne ki, yaşadığımız ve geçen her günümüz "dün" diye ifade ederken bunu kast ediyoruz. Yani dün geçti, bitti manasına geliyor ki bu dünya kelimesinin küçük ve bir başka manasıdır.

 

Geçmiş olan dünlerimizi düşündüğümüzde karşımıza iki şık çıkar:

 

1-İyi ki yapmışım.

 

2-Keşke yapmasaydım.

 

Gecelerin tenha vaktinde kendi vicdanında başka hiç kimsenin olmadığı, sadece yastığının şahit olduğu bir esnada gelecek yarının, geçmiş dünün ya vicdani, kalbi ve ruhi ferahlık geçirilir. Ya da vicdan azabıyla kıvranıp keşke işlemeseydim diye pişmanlık duyulan işin ızdırabını görmemek için yorganını gözlerinin üstüne kapatıp kendi kendimizi teselli etmeye çalışırız. Bunu vicdan azabına şahitlik yapan yastıklara sormak lazım aslında. Gerçekten bir  insanın ne kadar acı, ızdırap çektiğini.

 

UNUTMAYALIM !

Her gün, bir gün dün olacak, her yaşayan günün bir de yarını gelecektir. İnsan dün yapması gerekeni bu gün yapıyorsa ve bugünün işini yarına bırakıyorsa, o zaman Peygamber (as)'ın dediği şu kimselerden olur:

 

"Yarıncılar helak oldular" (Kutub-i Sitte-Helak).

 

Yani; yarın diye diye ömrünün geçen bu kadar vaktini vadeye bırakanlar, bir gün Azrail (as) enselerinde görmeye başlarlar. O zaman da iş işten geçmiş olacak, belki de yaşadığı günün yarınını görmeyecek ve de yaşamı bitmiş olacaktır.

 

-Dün bizimdi ama geçti. Yarın bizim olacak mı acaba?

 

-Bugün bizim geçmiş dünün ve geleceği belli olmayan yarının ortasındayız.

 

-Her kışın yazı, her baharın bir de sonbaharı vardır.

 

-Her gecenin gündüzü, her aydınlığın  bir de karanlığı olmuştur. Bu dünyanın kanunudur. Fakat her dünün de bir gün yarını olacaktır.

 

-Biz onda ölü mü olacağız?

 

-Yoksa, sağ mı olcağız?

 

-Her yarın, dünün eseri, görüntüsü ve aynasıdır.

 

-Her kim, dün ne yapmış ise, yarın görülecek ve konuşulacaktır.

 

-İyilik yapmış ise "AFERİN"  alacaktır.

 

-Eğer kötülük yapmış ise hem vicdanen rahatsızlık, hem de cezasını çekecektir.

 

İçinde bulunduğumuz dünyamızda, ruhlar aleminden ahirete uzanan bir yolun, kavşağın ortasındayız. Geriye saymanın mümkün olmadığı, olmayacağı, fakat her geçen ve yaşanan günün aleyhimizde delil olduğu, bununda hesabının verileceğini unutmamak lazım geldiğine inanıyorum.

 

-Eğer yaşadığımız her günümüz geçen günlerimizi bize arattırıyorsa, bu bizim için büyük bir kayıp demektir. Ve geleceğimiz, istikbalimiz parlak değil, karanlık olacaktır anlamına gelir. Öyle ki bu bizim kendi kaderimizi  kendimiz çizeceğiz manasına gelir.

 

-Doğmak bizim elimizde değil,ölmek de elimizde değildir. Elimizde var olan şu anda içinde yaşama mücadelesi verdiğimiz ama mahdut ve sınırlı zaman akışıdır.

 

-Bunu en güzel bir biçimde değerlendirmek, kıymetlendirmek asli ve insanlık vazifemizdir.

 

Allah dahi (imtihan hariç) doğmak ölmekten başka insanların dünyasına ve kaderine müdahale etmiyor. Sadece imtihan amacıyla bela ve musibetleri insana gönderir ki bu da yüce Allah insanların imtihanda olduklarını bilmeleri için gönderdiği fani, geçici kaza, bela ve musibet gibi şeylerdir.

 

Kaldı ki, binası Allah tarafından kurulmuş, içindeki tamiratı da insanoğluna verilmiş bir dünya da yaşıyoruz. Yaşadığımızın en büyük  göstergesi ise düşünüyoruz. Ve düşünüyoruz ki koca dünyanın şu anda üzerinde yaklaşık olarak 6 ile 7 Milyara yakın insan yaşamaktadır. Koca dünyanın içindeki varlıkların özellikle de insanların kendisine göre küçük bir dünyası vardır.

 

-Sahi sizinde kendinize göre dünyanız var mıydı?

 

-Yoksa siz başkalarının dünyasında mı oturup kalkıyorsunuz?

 

Eğer isterseniz, kendi dünyanızı kendiniz kurabilirsiniz. Bu insan olduğunuzun bir gereğidir. Ve yüce Allah'ın size verdiği bir haktır. Hakkınızı sonuna kadar kullanın.

 

Etrafımızı şöyle bir kolaçan ettiğimizde, başkalarının kurduğu, kaptığı  gündem dolu,  zevk,  sefa  dolu  karanlık dünyada  insanlar, kan  ağlıyor, açlık ve sefaletten soğan ekmek kemiren, stresten hiç başını kaldıramayanlar. Ruhuna ait bütün gücü anlamsız, zararlı olan yerlerde kullanıp ruhsuz ceset  halini alırken buna kimse bir şey demiyor. Ve hiç kimse bunun acısını duymuyor.

 

-Bu hale nasıl ve niçin gelindi? Denilmiyor da, deniz de bir balığın, karada bir maymunun, evde bir köpeğin başına bir şey gelse hemen bütün güç odakları ayağa kalkıp kıyama dururlar.

 

İşte bu başkaların kurduğu dünyadır. Bu dünya bize göre değil. Çünkü biz sümüklüyüz. Onlara göre bir dünya kurmaya ve yeni bir dünya da  Allah'ın istediği ve bizim aradığımız gibi yaşama hakkımız yoktur.

 

Kısacası bunların kurduğu dünya da oluşturduğu çevrede bize yer yoktur. Çünkü bizim sümüğümüz onlara bulaşır. Onlar ise entel ... O zaman kendi dünyamızı, çevremizi ve gündemimizi ne yapıp yapıp kendimiz oluşturmalıyız. yoksa daha çok ezilip, bükülüp çizmelilerin çizdiği kadere, kendi kaderimizi kurban ederiz.

 

Yüce Allah her insana bir dünya oluşturma kabiliyetini vermiştir. O halde biz, başkalarının kurduğu düzen ve oluşturduğu dünyada yaşamak zorunda değiliz. Kendimize gelip, kendi dünyamızı oluşturmaya çalışmalıyız. Tek başımıza kaldığımızda Rabbimize karşı kulluk vazifemizi takva, haya ve terbiye çerçevesinde ihsan ve ihlas bilinci ile hareket etmeliyiz.

 

Başkalarıyla beraber iken, eğer gücümüz yetiyorsa hemen oturduğumuz yerde inandığımız ve bildiğimiz nispetinde, derhal gündemi kapmaya çalışmalıyız.

 

Eğer gündemin inancımızla uyuşmadığını ve bize zarar vereceğini tahmin ettiğimizde orayı derhal terk etmeliyiz. Ya da gündemi  kapmak  için mücadele etmeliyiz.

 

Eğer birinci şık tercih edip orayı terk edersek, o zaman inancımızı başkaların oluşturduğu kirli, yanlış gündemden korumuş oluruz. Artık inancımızın gereği olan dünyamızı kurmaya çalışırız.

 

Eğer hiç kimse bize taraftar olmazsa ve bizim dünyamızla alay etseler bile bunun böyle olması gerekiyor.

 

UNUTMAYALIM Kİ!

 

 = åî©×¡Š¤'¢à¤Ûa  å¡ß ¢Ù í ¤á Û ë b6¦1î©ä y ¡é¨£Ü¡Û b¦n¡ãb Ó ¦ò £ß¢a  æb ×  áî©ç¨Š¤2¡a  £æ¡a

 

“İbrahim, gerçekten Hakka yönelen, Allah'a itaat eden bir önder idi; Allah'a ortak koşanlardan değildi” (16/120).

 

Prensibini esas alırsak; tek başımıza bir dünya ve gündem oluşturmuş oluruz.

 

Artık tek başımıza kaldığımız da inanıyoruz ki, bizim gibi inanan ve anlayışlı olan kimseler bizim onları aradığımız gibi onlarda bizi arayacak ve bu şekilde aynı inancı ve bilinci taşıyanlarla da buluşmuş oluruz.

 

Özellikle kendi yandaşlarımız bir araya geldiğimizde gündemi inancımızın ve bildiğimizin zıddına, dışına çıkartmamaya, taşırmamaya gayret etmeliyiz. Bunu yapmaya çalışırken arkadaşlarımızı güzel bir lisanla, kırmadan, bıktırmadan izah ve ikaz etmeliyiz. Bir gündem oluşturayım derken, insanların kalplerini  kırmamalıyız. Çünkü  kırık  kalpler üzerine dünya kurulamaz.

 

Yine kırık kalplerin inşa edeceği dünyadan ve oluşturacakları gündemden ne hayır gelir, ne de kime, kimselere fayda verir.

 

UNUTMAYALIM!

-Dünya fikrimizdir.

 

-Gündem zikrimizdir.

 

-Kişinin zikri neyse, fikri de odur.

 

-Kim  neyi  konuşursa, onu  düşünür. Neyi  düşünürse ona inanır. Kişi neye inanıyorsa onu yaşar.

 

-Eğer siz inandığınızı yaşamazsanız o zaman yavaş yavaş yaşadığınıza inanmaya başlarsınız.

 

-İşte bu dünya hikmetimiz. Gündem ise kaybettiğimiz yitiğimizdir.

 

-Sahi bu dünyayı kurmak ve bu  gündemi oluşturmak çok mu zor...?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TEKAMÜL MÜ SOYSUZLAŞ MI

 

 

Moda zihniyetinin egemen olduğu günümüz dünyasında insanlar modanın etkisiyle ondan nasipleniyor. Herkes azda olsa modanın  tesirinden kendini kurtaramamaktadır. Moda özentiyle başlar. Daha sonra alışanların üzerinde kültüre ve ideolojiye dönüşmektedir. Sonuçta modanın kurbanın olan kimseler, sürekli iki yüz taşımak zorunda kalıyorlar. Bir yüzleri özleri olup, diğer yüzleri de özendikleri modanın makam, mevki, giyim ve kuşamlarını ön plana çıkardıkları, değer biçtiği sahte yüzlerdir.

 

Tekamül, evrendeki bütün varlıkların temelinde yatan,inkarı inkarı mümkün olmayan bir değişmez esastır. Her şey küçükken büyür. Yani tekamüle, kemale, erdeme ve olgunluğa erer. Sonrada yavaş yavaş ölür. Tıpkı İslam’la ahlaki kemale, erdemliliğe erişen insanlığın, moda ve benzeri  kültürlere özenerek yavaş yavaş ahlaki şahsiyetlerini yitirip soysuzluk bataklığına doğru yavaş yavaş batmaları gibi... Yine tekamül, kainattaki bütün canlılarda  varlığını bize çıplak gözle gösteren ve görmemek için kör olunması gereken apaçık bir hakikattir. Her canlı yüce Allah'ın yarattığı fıtri  soyunu  devam ettirmeye çabalayıp, hayata, yaşama karşı vazgeçilmez savaşını vermektedir. Yüce Allah'ın müdahalesi olmadan hiçbir şey yaratılışından, soyundan ayrılmaz. Nasıl olması gerekiyorsa öylece hayatın çetin  problemlerine karşı sağlıklı bir duruşun zemini için çalışır. Tıpkı, meleklerin iyimser olup hiç huylarından şaşmadıkları ve şeytanın kötümserliğinden vazgeçmediği gibi.

 

Soysuzluk, bazen suni aşılarla ahlak dışı özentilerle insanlar tarafından  yapılmaya  çalışılmışsa da bilim şu gerçeği ispat etmiştir ki; "Kainattaki hiçbir şey  gerçek aslını yitirmeden sadece  suni  olarak  geçici  bir değişim geçirebilir.  Fakat hiçbir zaman suni aşı olan bir ağaç,meyvelerini değiştirse de damarlarındaki aslı değiştirmez. Aynı şekilde insanoğlu da her ne kadar şu veya bu yollar veya yöntemlerle ahlaki tekamülü, olgunluğu yitirse de  ruhunun aslını yitirmez. Tıpkı insan ve diğer varlıkların ruhsuz, kalitesiz kopya edilmesi gibi...

 

Yine soysuzluk, sülalesi soyu sopu belli olmayan kimselere denir. Böyle bir soysuzluk kişileri edep terbiye edecek onları sosyalleştirecek kimseleri olmadığındandır. Gerçekten babası belli olmayanların terbiyesi nasıl ve kimler tarafından verilecek? Yine annesiz büyüyen bir gün olsun anne sevgisi şefkati, merhameti tatmayan ve bundan yoksun büyüyenlerin sevgi ihtiyaçları nasıl ve kimler tarafından karşılanacak...?

 

Günümüzde en ilkel soysuzluk, soy sopa dayalı olmayıp istisnalar hariç iradeye isteğe dayalıdır. Çünkü zorla hiç kimse kimseye bir şey yaptıramaz. Bunun için çağımızın soysuzluğu, anne ve babaların görevlerini yerine  getirmemeleri ve moda özentisinin İslam’ı değerlerden daha fazla yaygınlaşması ve modanın etkisi İslam’ı etkilerden daha fazla   üstünmüş gibi kabullenilmesi ve bunun bazı güç odakları tarafından kabul ettirilmesiyledir.

 

Elbette bunun temelinde güç odakların art  niyeti ve kasıtlı propagandaları yine kimilerinin de cahilliği, dine inandığı halde onu yaşamayı aşağılık kompleksi olarak görmektedir.

 

Tıpkı, aslıyla kanaat etmeyen sürekli başkalaşarak kendilerini fark etmeye çalışan zevzekler gibi... Tekamül, yüce Allah'ın insanlık için benimseyip, İslam’ın biçtiği bir ahlaki hayat ve yaşam modelidir.

 

Soysuzluk, modacı zihniyetin modern dünyasında zevzeklerin insanlığa dayatarak biçtiği bir hayat, yaşam biçimidir.

 

Yüce Allah'ın insanoğlu için kıymet biçtiği İslam modelini tatminsiz zevklerine  uyarlamaya ve alet  etmeye çalışanlara...

 

Soysuzluklarını ve zevzekliklerini insanoğlunun saadetinin kurtuluş reçetesi gibi dayatarak sunanlara...

 

"SİZ KARANLIĞIN KALLEŞ BEKÇİLERİSİNİZ" demek suçsa eğer, bu suçu alıyor sevdam gibi acıda olsa "ŞEHADET"in gerdanlık ipi gibi boynuma doluyorum...ve sevdamın kutsal hasretini kararmış vicdansızlıklarına armağan ediyorum... Ve "Elinizi insanların can, kan ve ırzından çekin artık." Ve "iki yüzlülüğünüzü saklayarak insanları yüzsüzleştirmekten vazgeçin artık"  diyorum...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AZİZLİK VE REZİLLİK

 

 

İnsanın saadeti ne yüreğinin git  dediği yere gitmekle ne de aklın sivri zekasının ucundadır. Çünkü bu ikisinin de görgü alanları ve bilgi donanımları sınırlıdır.

 

Yürek, hissettikleriyle yola düşer, bu esnada şeytanın vereceği vesveselerden emin ve azat  olamaz. Onun için hislerle hareket eden her zaman doğru kanaate meyledip yürüyemez. Bunun için doğruyu  bulamayan  yürek, yapacağı şeyden emin olmaz ve hep ürkek olur.

 

Yiğitlerin ilk yeneceği ürkeklik olmadığı müddetçe, hayatta başarılı olamazlar. Yiğit yüreklerin sarılacağı tek doğru hisler dinin (Kur’an-ın) gölgesindeki gerçeklerdir.

 

İşte bunun hayattaki ismi "VAHİY" dır.

 

Akıl, her an şeytanın güdümüne hazır olan insanın fikir etme melekesidir. Aklın ortaya  koyduğu fikirler bedeni peşinde sürükler. Aklın arkasında  takatten kesilen beden kalır, bir de bakar ki, kendisinden daha akıllıları o yapacağı işi keşf etmişler. Aklın bu güdümlü yöntemiyle kimileri  ahiretlerini kimileride dünyalarını mahf etmişler. Çünkü tek başına sivri zekanın arkadaşı şeytandır. Şeytan ise Aziz olan Allah'ın katında hem dünyası hem de ahireti mahf olmuş, rezil biridir.

 

O zaman rezilin insanı davet edeceği tek yer, rezillerin yanıdır. Rezillerin içinde azizlik, ay ışığında iğne aramaya benzer.

 

İşte aklın fikir ettiği şeylerin şeytani kuruntudan uzak olabilmesinin tek bir çaresi vardır oda "VAHİY" dır.

 

ü  Vahiy, Allah merkezlidir.

 

ü  Yürek, Nefis merkezlidir.

 

ü  Akıl, Şeytan merkezlidir.

 

Yüreğini Allah'ın isteklerine göre şekillendiren kimseler ancak erdemli olabilirler.

 

Aklını şeytanın kısır döngülü desiselerinden azat edip, vahyin evrenselliğine teslim ederek fikir edenler, ancak aziz olabilirler.

 

O zaman erdemlilik de, azizlik de dinle mümkündür.

 

Dinini arkalarına atanlar, yüreğini dünyalılara kaptıranlar, aklını şeytanın terkine ve başkaların cebine koyanlar, ne ahiretin ne de dünyanın şerbet ve şerefine nail olabilirler.

 

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّهِ اَتْقيكُمْ اِنَّ اللّهَ عَليمٌ خَبيرٌ

 

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır” (49/13).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BEKLENEN GÜN

GELECEKSE

ÇEKİLEN ÇİLE

KUTSALDIR

 

 

 

Beklemek, bütün varlıkların kaderlerinin bir parçasıdır. Fakat her şeyin ve herkesin beklentisi farklıdır.

 

Kış, soğutmak için karı ve yağmuru bekler. Bülbül ötmek için gülleri bekler. Bütün bunlara komut verecek birisi gerek. Çünkü her şeye bir sebep gerek, bütün sebeplerin ötesin de ise bir müsebbip gerektir.

 

Örümcek ağını örüp av bekler. Kedi deliklerde fare bekler. Fare yılanı yemek için soğuğu bekler. Yarasa avlanmak için geceyi bekler. Koyun otlanmak için şafağı bekler. elbette bütün bunlar tesadüfi değildir. Her  varlığın diğer bir varlıktan beklentisi vardır.

 

İnsanoğulları da hayatlarının bir parçası ve alınların yazgısı olan beklentiye girerler. Hasta  olanların iyileşme beklentisi, öğrencilerin okullarını bitirme beklentisi ve öğretmenlerin aybaşında maaş beklentisi inkarı mümkün olmayan  görünen bir tür beklentidir.

 

Fakirlerin zengin olmayı beklemeleri, gurbetçilerin sayılı günlerini beklemeleri, bakkalların müşteri beklemeleri ve dolmuşçuların yolcu beklemeleri de güncel yaşamamızda karşılaştığımız beklenti çeşitleridir.

 

Çocuk büyümeyi, gencin hülyayı, ihtiyarın ölümü, sevenin sevgilisini beklemesi: "O gün ne zaman gelecektir" diye yaşadığımız beklenti türlerinden olmuştur.

 

Kimileri baş ve diş ağrısının geçmesini beklerken, kimileri de bütün insanların dünyevi rahatı için ettiği duanın kabulünü beklerler. Bazı kimseler de ki, bunlar her zaman azınlıkta kalmışlardır. Dünya ve ahiret saadetlerinin teminatı için yeryüzünde fitne fesadın ortadan kalkıp Allah’ın dinin egemenliğini beklerler.

 

Bu saydıklarımız ve daha sayamadıklarımızın beklentilerinin sonucu kabristanlardaki mezar taşlarında yazılı duruyor. Onlarda birilerini ve bir şeyleri bekliyorlar. Kimileri beklentilerine kavuşup tam ölümsüzlüğü sayıklarken, birden tabuta konulup musalla taşına serildiklerini görüyoruz. Kimileride beklentilerine kavuşmadan gözlerini yumup, üstü kapalı şehir (kabir)de hesap ve mizanı beklemeye koyuluyorlar.

 

Beklemek güzel bir telaş ve uğraştır. Fakat beklenen şeyin durumuna göre beklentiler hükme tabi tutulur.

 

*Kasasının dolmasını bekleyen kapitalist zihniyetlilerin beklentileri kutsal değildir.

 

*Komşu vesaire kızların yolunu gözleyip beklemek de kutsal değildir.

 

*Bir etiketin mağrurluğunu beklemek de kutsal değildir.

 

*Zulüm kokan makam ve mevkilerin bekçiliğini yapmak da kutsal değildir.

 

*Kutsalı belirleyen sonsuzluk ve ölümsüzlüktür.

 

Eğer beklenilen kutsalsa onu beklemek o zaman kutsal olur. Yok eğer, beklenen fani ölümlü olan bir şeyse o zaman  beklemek bir hiç olur.

 

Tıpkı:

 

"Ne şehit ne gazi pisi pisine gider bizim niyazi" gibi...

 

Madem kutsalı belirleyen sonsuzluk, ölümsüzlük ise hayatta sonsuz, ölümsüz "Tek şey, bir şey ve aynı şey ALLAH' tır."

 

Beklenilen Allah, gözetilen Allah’ın rızası ise, O  kendisi de kutsal, çilesi de kutsaldır. Kutsalı beklemek de insanı kutsallaştırır, sonsuzlaştırıp, ölümsüzleştirir.

 

Hz. Peygamber (a.s) "üç şey kutsaldır." diye buyurmuştur:

 

1-"Allah yolunda akan kan,

 

2-Allah korkusuyla gözden akan yaş,

 

3-Allah yolunda tozlanan ayak”(Tirmizi).

 

Hz. Mevla’na: "Ben öldükten sonra  kimse  ardımda ağlamasın. Bilakis herkes düğün bayram etsin. Çünkü ben sevgilime gidiyorum" demiştir.

 

Evet beklenen gün gelecekse ve beklenen şey kutsalsa o zaman beklerken çekilecek olan çile de kutsaldır. Çünkü  dünyada en zor şey beklemektir.

 

Nice pehlivanlar meydanlarda kahramanlık sergilemişken bekleme esnasında imtihanı  kaybetmişlerdir.

 

Birde nice bekleyişler vardır ki, sonuçsuz kalmıştır. Söz verip de sözünde dönmeyen ve vaat ettiği şeyleri gerçekleştirme de hiçbir şek ve şüphe olmayan yegane mabut ALLAH' tır.

 

Bunun  dışında nice söz verenler söz verdikleri kimselerin umutlarını boşa çıkarmışlardır.

 

*Ey zalime cezasını, mazluma da hakkını veren....

 

Bizi kendi malımıza hırsız ettiler, kendi öz topraklarımız da göçe ve sürgüne mecbur ettiler. Mazlumlara vaad ettiğin nusretin bekleyişi içindeyiz.

 

Bize dayanma gücü ver. Rahmetini bereketini ve mağfiretini bize çok görme ALLAHIM...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

BAŞARI YOLUNDA

ALTIN KURALLAR

 

Başarmak, insanın maddi ve manevi kuvvetlerini bir hedefe doğru yöneltip hedefi elde etme sürecidir.

Etrafınıza, üç gün sonra bir daha hiç görmeyecekmiş gibi bakınız. Üç gün sonra bir daha hiç duymayacakmış gibi dinleyiniz sesleri... Belki o zaman her zaman bakıp da göremediğiniz, işitip de güzel bulmadığınız ne harikalarla karşılaşacaksınız. Belki o zaman sahip olduğunuz zenginlikler karşısında şaşırıp kalacaksınız.

Hayatınız bir duadır. Size dilinizle istediklerinizden çok hayatınızla istedikleriniz verilir. Hakkınızda bir karar verilebilmesi için dinlenecek tek meşru şahit hayatınız olacaktır. Eğer yeterince fedakarlık yapmamışsanız, hayatınızın şahitliği pek parlak olmayacaktır. Belki ağzınııp bir-iki kelime bile etmeyecek, size boş gözlerle bakıp duracaktır.

Olabileceklere, “birşey olmaz” kadar, kötü bir başlangıç yoktur.

Her insan kötü bir alışkanlığa, “hürriyetimi kullanıyorum” ifadesi ile ayak basar. Her halde hürriyet uğruna insanın kendi kendini tıktığı daha karanlık bir zindan yoktur.

Durgun su çabuk kirlenir ve bozulur. Nice suyu bataklık haline getiren durgunluktur. Çalışmayan insanda durgun su gibidir. Kirlenir ve bozulur.

Sabah kaybettiğimiz bir saati, değil bir yıl, ömrümüz boyunca arasak bulamayız. Kaybettiğimiz saatler ne kadar çoksa eserimiz o kadar eksik olacaktır.

Dağlar ne kadar vakurdur. Onlar göklerden kar dilenmezler. İlk kar yinede onlara düşer.

Hayatta önemli olan mazeretler değil, neticelerdir.

İşimizin, amacımızın, fikrimizin isimsiz kahramanı olabilirsek, kahramanlığa isim olabiliriz. Hangi toplumun isimsiz kahramanı çoksa, o toplum diğerlerine üstün gelir.

Kırk yılını denizlerde geçiren bir kaptanın İspanya açıklarında başına gelenler herkesin ilgisini çeker. Hayatında bir defa gemiye binmemiş bir adamın anlattıkları ise, ne kadar ilgi çekici olursa olsun “vah vah” diyerek geçiştirilir.

Küçük ruhlardan gelen bükük harfler herkesi sıkar. Büyük ruhlardan gelen küçük harfler bile bizi bütün varlığımızla seferber eder.

Son derece iyi hazırlanmış, bilgi ve tecrübe yüklü bir konuşma, küçücük bir bilgi hatası yüzünden berbat olur. Dinleyenlerde, konuşmanın bütünü üzerinde tereddütler hasıl olur.

 

Sıfıra Çarparsanız Sıfırlanırsınız

Başkalarının yanında yaptığınız taktirde ayıplanacak davranışları yalnız başınıza da kaldığınızda yapmamanız tesirli bir atmosfere sahip olmasını sağlar.

Güçlükleri göze alamayanların kolaylıklarla karşılaşması mümkün değildir. Güçlükleri göze alarak yola çıkanlar ise güçlüklerle beraber mutlaka kolaylıklarla da karşılaşırlar.

Doğrudur; her arayan bulamaz. Ama aramadan bulan hiç olmamıştır.

Her kötülükten sonra bir iyilik, her yanlıştan sonra bir doğru, kötülüğün ve yanlışın lekeleri içinde simsiyah olmamızı engeller.

Kuvveti arttıkça şefkati artmayan bir insan her an bir haksızlığa sebep olabilir.

Doğruyu görebilmemiz için doğruyu hissedebilmek, doğruyu hissedebilmek için de doğru yaşamak gerekir. Nasıl göze kaçmış bir çöp, rüzgarın kaldırıp gözümüze doldurduğu toz toprak, görme kabiliyetimizi etkiler, görüş mesafemizi kısaltırsa, kalbimize dolmuş toz ve toprak, kalbimize batmış bir çöpte kalp gözümüzün görüş kabiliyetini ve mesafesini etkiler. Kalp gözü perdelenmiş bir adam sapla samanı karıştırır, aka kara, karaya ak diyerek iddialara tutuşur.

 

Her Saniyeniz Gayenize Kilitlenmelidir

Doktor olan filozof Halle son vuruşuna kadar kendi nabzını saymıştı. Meslektaşına “dostum, nabız atmaz oldu” dedi ve öldü.

Büyük başarılar, her saniye, tesbit edilen gayeler için yaşanmakla elde edilebiliyor. Hayatımızın her saniyesi gayenizin rengi ile renklenmelidir, onunla dopdolu olmasısınız.

Kin ve onun kışkırttığı intikam hissi sadece yöneldiği kimseyi değil, hem onun etrafını hem sizin kendinizi ve hem de etrafınızı yakıp yıkar. Bu, öyle bir yaylım ateştir ki masum insanlarda isabet alır.

Affetmek, nefsin terbiyesi ve güçlü irade için verimli-etkili bir eğitim yoludur.

Kalbinizi hapishaneye döndürmeyin. Aksi halde size de bir başka kalpte bir hücre bulunabilir.

Çabuk affeden birisi olursanız her zaman yanınızda birilerini bulabilirsiniz.

Amerikalı gazeteci, Morgman, Rusların Hiyve üzerine yapacağı taarruzu görmek için Ceyhun nehrine ulaşmak ister. Rehberliğini Polat isimli bir Türk genci yapacaktır. Polat, kendisini Ceyhun kıyılarına ulaştırmak üzere Morgman'a söz verir. Fakat bu tehlikeli bir yolculuk olacaktır. Çünkü Rus generali Kovfman eline geçirdiği bütün Türkleri işkenceyle öldürmektedir. Gece ile gündüz arasındaki ısı farkının 30 dereceye çıktığı ortaasya steplerinde yapılan zorlu yolculuk sonunda Polat, Morgman'ı Ceyhun kıyılarına getirir. Polat'ın hayatı artık tehlikededir. Nitekim çok geçmeden Albay Ivanoff tarafından yakalanır ve General Kovfman'ın emri ile idam edileceği bildirilir. Morgman isyan eder. O sadece bana rehberlik yaptı der. Polat masumdur. Bu seyahat benim isteğim üzerine olmuştur. Polat, Morgman'ın kendisini kurtarmak için yaptığı mücadeleyi hayretle takip eder. Ve Morgman'ın yıllar sonra bize naklettiği şu sözleri söyler: Sizi buraya Allah'ın yardımı ile sağ salim getirmeye söz verdim. Sözler yerine getirilirken hayatada mal olabilir. Ama söz mukaddestir. Yerine getirilmesi için kanda verilebilir.

Söz bahsinde takınacağınız iki tavır vardır. İlki, olur olmaz söz vermemektir. İkincisi, söz verdikleri sonra mutlaka yerine getirmektir. Sözler cayılabilecekler, cayılamayacaklar diye ikiye ayrılmazlar. Söz sözdür.

Sabır, zamanı lehimize çevirme sanatının adıdır. İnsanın kendisini en çok kontrol ettiği, dış etkilerden en çok koruduğu andır sabırlı olduğu an. Yani, sabırlı olma hali tam bir şuur halidir.

Sabır, diğer kuvvetlerinde zinde tutulması için gerekli bir kuvvettir. Sabır olmazsa, diğer kuvvetler ziyan olabilir. Üstün çalışma gücüne sahip birisi, gerektiğinde sabırlı davranamazsa çalışma gücü ziyan olur gider. Demek ki sabır, diğer kuvvetlerimizin sevkinde önemli rol oynar. Bir bela karşısında gerekli olan sabır, bir başarı karşısında da gereklidir. Bela karşısında gösterilen sabır nasıl belanın sıkıntılarını azaltırsa, başarı karşısında gösterilen sabırda başarıyı artırır.

Büyük belalar büyük sabır gerektirir. Büyük bela karşısında büyük sabır gösterebilenler belayı büyük bir zafere dönüştürülebilir. Çünkü sabır, zorlu kapılar karşısında bir köşeye büzülmek değil, zorlu olduğu ölçüde kapıyı zorlamaktır.

Başakta, kızgın güneş altında yanabilme iradesi olmasaydı buğday veremezdi. Mevla'nın dediği gibi kuru bir kütük ışık saçmaya başlar. Kuru bir kütüğü ışık kaynağı haline getiren iradeden başka bir şey değildir.

Elinize beş kiloluk bir ağırlık alıp yürümeye başlarsanız ağırlığın gittikçe arttığını görürsünüz. Öyle bir an gelirki ağırlığı bırakmak mecburiyetinde kalırsınız. Tabi ki beş kilo yine beş kilodur. Azalan sizin gücünüzdür.

Usta kaptan, hiç tanımadığı bir limanada tehlikesizce girebilir. İskeleye yanaşabilir. Her insan bir limandır. Usta bir kaptan bekler.

İnsanlar ak kağıttır başlangıçta. Ona yazı yazarlar. Nice kalem oynar üzerinde. Kötü bir hatıra, bir ayrılık gününün derin hüznü, coşkun bir nasihat, bir arkadaştan yansıyanlar, anne-baba... ona binlerce kelime yazar. Bir insanda gece vardır gündüz vardır. Bahar vardır güz vardır. Göl vardır çöl vardır. Kolay değildir o ak kağıdı okumak... anlamak. Gecesine rastlarsanız gündüzü olmayacak zannetmeyin. Gündüzüne rastlarsanız gecesi olmayacak zannetmeyin.

Bir gördüğünüz insan vardır. Birde insanda göremedikleriniz. Dalında dipdiri duran bir gül için bahçıvanın ne emekler sarfettiğini bilemezsiniz. Yaprakları dökmüş boynunu bükmüş bir ağacı da hemen zavallı bellemeyin. Siz onun yaşadığı fırtınaları görmediniz ki...

İnsanlarda gördüğünüz birazda sizin bakmamızdır. Güzel bakanlar güzel görürler. Öyle insanlar vardık ki bakışları ile güzelleştirirler.

Çocuklar sözle değil, iyi davranış örnekleri ile terbiye edilirler. Çocukların unutamadıkları hatıralarının çoğu, büyüklerinin güzel sözlerinden ziyade güzel hareketleridir.

Şifa bulmaz üç kötürüm bir hastane odasında yatmaktadır. İlk gelenin yatağı pencere kenarındadır.

Oradaki ölünce ortadaki o yatağa geçer, kapının yanındaki ortaya, kapının yanına da yeni bir hastayı alırlar. Pencerenin yanına geçen hasta hergün gördüklerini arkadaşlarına anlatmaya başlar.

Karşıda ağaçlarla süslenmiş bir park vardır. Kuşlar dallarda oynaşmakta, çocuklar konuşmakta, çiçekler rüzgarla dalgalanmaktadır. Aynı saatte aynı insanlar parkın yanındaki yoldan geçmektedirler. Diğer iki hasta işlerine giden, evlerine dönen insanların değişmez hikayelerini dinleye dinleye onlarla adeta dost olurlar. Zaten parkın yanından gelip geçenlerin artık birer isimleri de olmuştur. Birgün ortada yatan hastanın aklına bir düşünce geldi. Pencerenin yanına geçerse o güzel manzarayı dinlemek yerine kendi gözleri ile görebilecekti. Bu düşünceyi günlerce kafasında geliştirdi. Nihayet bir gece pencere yanındaki hastaya kalp krizi gelince ortadaki hasta bütün gücü ile uzanıp şişeyi yere düşürdü ve kırdı. Sabah olunca pencere yanındaki hastayı ölü buldular. Onu alıp götürdüler. Ortadaki hastayı da pencere kenarına geçirdiler. O, “pencereden dışarı bakmak için hastabakıcıların çıkmasını beklemeliyim” diye düşündü. Yalnız kalınca başını daldırıp pencereden dışarıya baktı. Az ötede simsiyah bir duvardan başka birşey yoktu.

Konuşmaya başladığınız andan itibaren anlattıklarınız değil anlaşılanlar önemlidir.

Faydasız söz kalbi matlaştırır. Ruhun dengesini bozar. Daima endişeye sebep olur.

 

Kibir Emeği Kirletir

Güneş gibi, durmanız gereken yerde durun. Ne fazla yaklaşıp yakın etrafınızı, ne de fazla uzaklaşıp buz kestirin...

Dağlar heybetli, denizler engin, çiçekler güzel, toprak cömerttir. Fakat bunların hiç birinde kibir yoktur. Ne o dokunaklı sesi ile söyleyin duran gümüş nehirlerde, ne aceleci rüzgarlarda kibre rastlayamazsınız. Birbiri artısına yürüyen gecede ve gündüzde kibir olmadığı gibi dünyayı aydınlatan güneşte de kibirden eser yoktur.

İri dolu başaklar ne kadar mütevazidirler ki başları hep önlerindedir.

Kibir, insanın dehşetli bir unutkanlık halidir. Nereden geliş nereye gittiğini unutmasıdır.

Bedava havayı, bedava akciğerlere soluyan ve bu suretle yaşayabilen bir insanın, bu kadar bedava arasında övünmesinde bir mantıksızlık da vardır.   İki gözü için bir dakika çabalamamış, bir kuruş ödememiş bir insanın gördükleriyle övünmesinde mantık var mıdır?

Her tezgahta halı dokunmaz. Halı dokunabilmesi için tezgahın bütün parçalarının tamam ve uyum içinde çalışıyor olması gerekir. Küçücük bir parçanın bile eksik olması halı dokunmasını engeller. En iyi ihtimalle ortaya defolu bir halı çıkar.

Ateşe dayanmayan toprak, tuğla olamaz. Öfke anında kendine hakim olan insan kazanır. Herşeyden önce kendini kazanır. İnsan, kendine hakim olduğu her anda kendini biraz daha güçlü hisseder. Evet, öfke gelir yüz sararır, öfke gider yüz kararır.

Bir meselenin iyice kavranması için o meseleye kuşbakışı bakılmalıdır. Havayolları karayolundan daha kısadır. Kavşakları, virajları, tünelleri, zaman kaybettirecek engebeleri yoktur. Öyleyse meseleler hava yolculuğu ile görülmelidir.

Nimetlerin külfetinden şikayet eden insanlar, emanete ihanet eden insanlar gibidir.

Kazancının az olduğu düşüncesi ile başka insanlara ve hayırlı teşebbüslere yardımı ertelemeyiniz. Zenginler bütün mallarını verseler, fakirler tek bir küpelerini, tek bir yüzüklerin vermeden bir savaş kazanılamaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇIKAN KİTAPLAR

 

1.KUR’AN’IN RUHU-KUR’AN-I KERİM (Sebeb-i Nüzulü Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)

Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,

Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,

Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,

Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,

Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,

Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,

Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,

Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,

Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.

 

2. KIRK AYET –KIRK HADİS (Kırk Hadis)

Resûlullah (a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum" (Abdullah İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797). Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)

Sebeb-i Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis. 

Sünneti anlamak için Peygamberi tanımak, Peygamberi tanımak için  KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek şarttır.

 

3. EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)

Kaybetmişiz Pusulamızı

Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda

Ölüler Abid

Taşlar Mabud

Ağaçlar Mabed Olmuş.

 

4. İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)

Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.

Gülün güzelliği rengidir.

Bülbülün ki, sesidir.

Göğün ki, yıldızlardır.

Yerlerin ki, bitkilerdir.

Dilberin ki, cemalidir.

Yiğidin ki, bileğidir.

Arifin ki, bilgidir.

Abidin ki, zikridir.

İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.

 

5. RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)

“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)

Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s) buyurdular ki:

"Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler vedilinin  tesbihi  haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi, ibn Hibban ve Hakim)

Esma-ül Husna’nın bilinmesi üç şey için çok önemlidir:

1-İlahi Rububiyyet; yüce Allah’ın Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine ve nasıl yaratıcı, nasıl yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl terbiye edici olduğunu öğrenmek.

2-İlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük, nerde ve ne yaptığını öğrenmek.

3-İlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua edilir, kimi sever,  kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öğrenmek.

 

6. YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)

Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh portresidir.

Anlayış sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.

Anlayış sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.

Bazen göklere çıkartılıp yükseltilirler.

Bazen yerlere atılıp ezilirler.

 

7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER (Peygamberlerin Hayatı IICilt)

Evrenin en büyük sanatçısı Allah’tır.

Yüce Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.

İnsanın en büyük sanatı ruhtur.

Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.

 

8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz. Peygamber(a.s)'in Hayatı II Cilt)

Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.

Yön tayin etmede zorlanıyoruz.

Neresi doğu.

Neresi batı.

Neresi kıble.

 

9. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)

“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”

Hiç bir çocuk, anne ve babasının  meşru veya gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.

Her çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.

Çocuklar, ailenin balı ve dalı,

Toplumun gülü ve bülbülü,

Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.

 

10. DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1) 

Bütün kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.

Bütün ilimler, tek bir ilimden onay alır,  oda KUR’ANI KERİM’dir.

Bütün ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.

 

11. DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)

Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur. 

Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.

Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,

Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine,  akıllarına yaklaştırma çalışmaları  diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin  prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen,  tarihini tespit eden ilim veya  ilimlerin hepsine birden verilen isimdir.

 

12. ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)

Rasulullah (a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…

“VERMEK”!

Karşılıksız vermek!

Çıkar düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.

Zâhirde ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.

Ar, haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi. 

İlim, cesaret  vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.a) gibi...

 

13. ADEMİN HİKMETİ

Adem dedikleri;

el,

ayak,

baş değil,

manaya  derler.

Kaş,

göz değil,

ruha derler.

 

14. ALEMİN HİKMETİ

Her insan bir ademdir.

Her adem bir alemdir.

Her alem bir sırdır.

Her sır bir yitiktir.

Her yitik bir hikmettir.

Her hikmet bir hazinedir.

Her hazine bir saadeti dareyndir.

 

15. EĞİTİMİN HİKMETİ

Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.

Zira inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.

Eğitim, hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.

Öğretim ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.

 

16. DÜŞÜNMENİN HİKMETİ

Felsefe;

“seviyorum, peşinden koşuyorum ve arıyorum”;

anlamına gelen ve

“bilgi, bilgelik”

anlamına gelen sözcüklerinden türeyen terimin

işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.

Buna göre felsefe

“bilgelik sevgisi”

yada;

“bilginin peşinden koşma”

anlamına gelir.

 

17. DÜŞLERİN HİKMETİ

Rüya konusunda;

Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,

Doğu bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.

 

18. HAYALİN HİKMETİ  

Fertte çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.

 

19. MEDENİYETİN HİKMETİ

Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.

 

20.  ACILARIN HİKMETİ (Şiir)

Şair, Şiir yazarken,

çocuk dünyaya getiren

bir annenin sancısını çekmiyorsa

yazdıklarının hepsi yalandır.

 

21. ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)

İslâm'a göre şeref, müttakî olandır; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan, Allah'ın emirlerini yerine getirendir.

 

22. AKLIN HİKMETİ

Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.

 

23. NAMAZIN HİKMETLERİ

Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.

Sabah namazının iki rekat olmasının hikmeti nedir? Öğle namazı niçin dört rekattır? Bazı namazların iki ve üç veya dört rekat olmasının sebebi hikmeti nedir? İşte bütün bunların hikmeti bu kitabın içinde geçer.

 

24. DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*

Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.

 

25.NAMAZIN DİLİ

Namaza başlarken ve namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?